Cinedergi 96
Cinedergi 96
Cinedergi 96
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
7 EKİM<br />
Bayram Abi<br />
Pamuk Prens<br />
Yok Artık! 2<br />
Canım Kardeşim<br />
Trendeki Kız / The Girl on the Train<br />
Pete ve Ejderhası / Pete’s Dragon<br />
21 EKİM<br />
Rüya<br />
İkimizin Yerine<br />
Amatörler Gecesi / Amateur Night<br />
Ortaokul Hayatımın En Kötü Yılları / Middle<br />
School: The Worst Years of My Life<br />
En Süper Kahramanlar / Bling<br />
İllet<br />
Jack Reacher: Asla Geri Dönme / Jack Reacher:<br />
Never Go Back<br />
Seni Seven Ölsün<br />
28 EKİM<br />
The 9th Life of Louis Drax<br />
Dar Elbise<br />
Ekşi Elmalar<br />
Julieta<br />
Hesaplaşma / The Accountant<br />
Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi / Muhammad: The<br />
Messenger of God<br />
Kubo ve Sihirli Telleri / Kubo and the Two Strings<br />
14 EKİM<br />
Oğlan Bizim Kız Bizim<br />
Ansızın / Auf Einmal<br />
Yolsuzlar Çetesi<br />
Reis<br />
Max Steel<br />
Berzah: Cin Alemi<br />
Cehennem / Inferno
İÇİNDEKİLER<br />
dosya<br />
12 HZ.MUHAMMED<br />
Majid Majidi’nin yeni filmi<br />
Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi vizyonda.<br />
30<br />
I DANIEL BLAKE<br />
Ken Loach’ın yeni filmi! sosyal içerikli<br />
gerçekçi bir kurmaca.<br />
34<br />
JULIETTA<br />
Almodovar’ın güçlü kadınları<br />
yine iş başında.<br />
48<br />
INFERNO<br />
Dan Brown’ın romanları sırayla<br />
filme çekiliyor...<br />
26<br />
44<br />
ÖZGE SEZİNCE<br />
RÖPORTAJ<br />
DERVİŞ ZAİM<br />
Zaim’in sanatçı kişiliği izleyicinin<br />
düşünme yetisini zorluyor...<br />
58<br />
68<br />
THE 9TH LIFE OF DRAX<br />
Alexandre Aja yeni filmiyle<br />
izleyenlerini mist ediyor...<br />
JARED LETO<br />
Suicide Squad filminin Jokeri’nin<br />
10 parmağında 10 marifet...<br />
54<br />
62<br />
ECEM KARAVUS<br />
Bayram Abi filminin genç oyuncusu aşkın<br />
herşeyden önemli olduğunu söyledi.<br />
ELİF DAĞDEVİREN<br />
Elif Dağdeviren festivalin başarısız<br />
olmasını isteyen insanlar var dedi.<br />
72 MEHMET CAN MERTOĞLU<br />
Mertoğlu Türkiye’de film yapmanın, özellikle<br />
ilk filmin çok zor olduğunu söyledi.<br />
76<br />
86<br />
ASLI ÖZGE<br />
Mükemmeliyetçi ve karakteristik<br />
bir yönetmen Aslı Özge.<br />
BALKAN SİNEMASI<br />
Hüznün ve komedinin muhteşem<br />
uyumu Balkan Sineması...<br />
98<br />
GÜLTEN TARANÇ<br />
Bir Kadın filmi popüler sinemanın<br />
dayattığı imajları yıkmalı...<br />
90 HOLLWOOD DÖNDÜ<br />
Burak Yarkent uzun süredir durdurduğu<br />
yazılarına tekrar başladı...
46<br />
50<br />
82<br />
94<br />
104<br />
108<br />
ÖZEL KÖŞE<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Murat Tolga Şen iptal olan Malatya’ya<br />
festivaline söylendi...<br />
116<br />
118<br />
ZAMANIN RUHU<br />
Bodrum Türk Filmleri Haftası Türk<br />
sineması için çok önemli...<br />
AYŞE TEYZE<br />
Büyük Budapeşte Oteli<br />
Ayşe Teyze’nin kıskacında...<br />
DİREN SİNEMA<br />
Adana’da yaşananlar<br />
Banu Bozdemir’in kaleminden...<br />
BELGESELCİ<br />
Semra Güzel Korver<br />
festivallerde belgesel peşinde...<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat Sayıcı kısa filmci<br />
Elif Yüksel ile konuştu...<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Karadaş, İçerde<br />
dizisini odağa aldı.<br />
EPISODE<br />
Şenay Tanrıvermiş The Hight Off<br />
filmiyle haşır neşir...<br />
ANTALYA BİR<br />
GEÇİŞ DÖNEMİNDE<br />
EDITO<br />
Festivallerin sonuna doğru yaklaşıyoruz.<br />
Adana bitti, yolculuk Antalya’ya. Bu<br />
arada biz araya Bodrum Türk Filmleri<br />
Haftası ve Marmaris Kısa Film Festivali’ni<br />
de sıkıştırdık. Sıkıştırdık derken sakın bu<br />
etkinlikleri küçümsediğimizi sanmayın. Özellikle<br />
Bodrum Türk Filmleri Haftası bence<br />
sinemamız için çok önemli bir etkinlik. Ama<br />
bu konuyu uzun uzadıya derginin içinde<br />
işlediğim için fazla burada kısa keseceğim.<br />
Adana film festivali her yıl üstüne koyarak<br />
devam ediyor. Orada seyrettiğimiz filmler<br />
2017’de Türk sinemasında nelerle<br />
karşılaşacağımızı bize gösterdi. Hem festivalin<br />
konuk ettiği yazarlara yaklaşımı hem<br />
de çok geniş bir katılımı sağlaması organizasyonu<br />
yapanlara teşekkür etmemizi gerektirdi.<br />
İnşallah aynı tevazuyu Antalya’da gösterir.<br />
Antalya Film Festivali’nin genel direktörü Elif<br />
Dağdeviren ile geniş bir röportaj yaptım. Bu<br />
röportajdan benim çıkardığım Antalya’nın<br />
bir geçiş sürecinde olduğu. Gelecek için çok<br />
da ümit beslemiyorum Antalya adına çünkü<br />
bence planları Türkiye şartları için doğru<br />
değil. Yine de keşke başarılı olsalar.
PEK YAKINDA<br />
ARRIVAL<br />
Yönetmen: Denis<br />
Villeneuve<br />
Oyuncular: Amy Adams,<br />
Jeremy Renner, Forest<br />
Whitaker<br />
Konu: Film, ordu dilbilimcisi<br />
Dr. Louise Banks’in<br />
hikayesini anlatıyor. Bir<br />
uzay gemisi dünyaya<br />
iniş yapınca dünya adeta<br />
sarsılır. Amaçlarının<br />
ne olduğu bilinmeyen<br />
uzaylılarla iletişim<br />
kurmanın yolları aranmaya<br />
başlar. Uzaylılarla iletişim<br />
kurması için ordu dilbilimcisi<br />
Dr. Louise Banks çağrılır.<br />
Doktora yardımcı olması<br />
için de fizikçi Ian Donnelly<br />
seçilir. İkilinin artık en<br />
önemli görevi uzaylıların<br />
barışçıl mı yoksa istilacı mı<br />
olduğunu belirleyebilmektir.
Yönetmen: Luc Dardenne,<br />
Jean-Pierre Dardenne<br />
Oyuncular: Adèle Haenel, Olivier<br />
Bonnaud, Jérémie Renier<br />
THE UNKNOWN<br />
GIRL<br />
Konu: Jenny, kamu yararına<br />
çalışabilmek için prestijli bir<br />
kariyerden vazgeçmiş idealist<br />
bir doktordur. Stresli ve yoğun<br />
bir gece nöbetinde dışardan<br />
gelen bazı sesleri yok sayar ve<br />
işine yoğunlaşır. Daha sonra<br />
polisten gelen ölüm haberiyle<br />
yıkılır: dışarıdan gelen sesler<br />
Afrikalı genç bir kadına aittir ve<br />
yardım alamadığı için sabah ölü<br />
bulunmuştur.<br />
CANAVARIN ÇAGRISI<br />
Yönetmen: Juan Antonio Bayona<br />
Oyuncular: Felicity Jones, Liam Neeson,<br />
Sigourney Weaver<br />
Konu: 12 yaşındaki Conor canavarlar<br />
ve peri masallarının fantastik dünyasına<br />
kaçmak üzeredir. Annesinin hastalığı ile<br />
ilgilenen Conor, aynı zamanda pek sempatik<br />
olmayan büyükannesi ile zaman<br />
geçirmek zorundadır. Bulunduğu okul<br />
eğitimden uzak ve zorbalarla doludur.<br />
Conor’un babası ise ondan binlerce mil<br />
uzakta, Amerika’ya yerleşmiştir.<br />
Yönetmen: Mike Flanagan<br />
Oyuncular: Elizabeth Reaser, Annalise<br />
Basso, Henry Thomas<br />
Konu: Film tekonlojik gereçleri kullanarak<br />
sahte ruh çağırma seansları<br />
düzenleyen bir aileyi temel alıyor. Bekar<br />
anne ve 2 kızı bu şekilde hayatlarını<br />
idame ettirirken tezgahlarını geliştirmek<br />
için aldıkları ruh çağırma tahtası en<br />
küçük kızı etkisi altına alıyor.<br />
ÖLÜM<br />
ALFABESI:<br />
KÖTÜLÜGÜN<br />
BASLANGICI
PEK YAKINDA<br />
Yönetmen: F. Javier Gutiérrez<br />
Oyuncular: Matilda Lutz, Alex Roe, Vincent<br />
D’Onofrio<br />
Konu: Sıradan bir lise öğrencisi olan<br />
Julia ve üniversiteye giden erkek<br />
arkadaşı Holt birbirlerinden giderek<br />
uzaklaşmaktadır. Ayrılacaklarından<br />
korkan genç kadın sevgilisini ziyarete<br />
gider ve Holt’un okuldaki<br />
arkadaşlarının 7 günün sonunda<br />
insanları öldüren bir videoyu Holt’a<br />
izlettiklerini öğrenir.
KAPTAN<br />
FANTASTIK<br />
Yönetmen: Matt Ross<br />
Oyuncular: Viggo<br />
Mortensen, Frank Langella,<br />
George Mackay<br />
Konu: Pasifiğin<br />
kuzeybatısındaki ormanlarda<br />
bir baba kendini,<br />
altı çocuğunu büyük bir<br />
titizlikle hem fiziksel hem<br />
de entelektüel olarak<br />
yetiştirmeye adamıştır.<br />
Ancak yaşadıkları onu<br />
kurduğu cenneti terk etmeye<br />
ve dünyaya karışmaya<br />
zorlar. Onun ebeveynlik<br />
anlayışıyla dünyanınki<br />
çatışmaktadır.<br />
THE SEA<br />
OF TREES<br />
LION<br />
Yönetmen: Gus Van Sant<br />
Oyuncular: Matthew McConaughey, Ken<br />
Watanabe, Naomi Watts<br />
Konu: İntihara meyilli Arthur Brennan,<br />
Fuji dağının derinliklerindeki gizemli<br />
ormanda son bulan yolculuğunda,<br />
buranın hayatını sonlandırmak için<br />
eşsiz bir yer olduğu kanaatine varır.<br />
Arthur bu son durağında Takumi Nakamura<br />
isimli yolunu kaybeden biriyle<br />
karşılaşır ve iki adam, hayatta kalmanın<br />
özünü kavradıkları, hayata bir kez daha<br />
bağlandıkları özel bir yolculuğa çıkar.<br />
Yönetmen: Garth Davis<br />
Oyuncular: Dev Patel, Nicole Kidman,<br />
David Wenham<br />
Konu: 5 yaşındaki Hintli bir çocuk<br />
ağabeyinin geri dönmesini beklerken<br />
bir tren vagonunda uyuyakalır. O uyurken<br />
trenin yola çıkması sonucu küçük<br />
çocuk uyandığında kendini evinden kilometrelerce<br />
uzakta bulur. Artık kayıptır<br />
ve eve nasıl döneceğine dair bir fikri<br />
yoktur.
MUTLULUĞUN<br />
YER YÜZÜNE<br />
İNİŞ HİKAYESİ<br />
Majid Majidi’nin yıllardır<br />
beklenen filmi Hz. Muhammed:<br />
Allah’ın Elçisi<br />
28 Ekim’de Türk izleyicisi<br />
ile buluşuyor. Mustafa<br />
Akkad’ın Çağrı filminden<br />
sonra Müslüman dünyası<br />
için en önemli sinema<br />
olayı başlıyor...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Majid Majidi ile<br />
2012 yılında Mardin’de<br />
yaptığımız röportaj da<br />
Hz. Muhammed: Allahın<br />
Elçisi filminin çekimlerine<br />
başlıyordu. Bu<br />
çok önemli filmin yapım<br />
aşamasındaki problemleri<br />
bizle paylaşmıştı.<br />
Hatta çok radikal bir<br />
söylemde de bulunmuştu. Peygamberimiz<br />
bu dönemde yaşasaydı mutlaka<br />
sinemayı kullanırdı demişti. Bu<br />
sözü belki biraz ağır kaçıyor ama Çağrı<br />
filmi vizyona girdiğinde yaşananlar<br />
Majidi’nin belirlemelerinin ne kadar<br />
doğru olduğunu bize kanıtlıyor.
Yaşadığım şu 50 yıl içinde entelektüel<br />
dünya içinde Müslümanlığın en güçlü<br />
olduğu dönemdi Çağrı filminin vizyona<br />
girdiği dönem. Zaten onun dışında<br />
da aynı başarıyı gösteren bir film<br />
ortaya çıkaramadık. Şimdi Majidi’nin<br />
filmi vizyona giriyor, inşallah Çağrı’nın<br />
başarısı tekrarlar. Bu mutsuz günlerde<br />
acıyla dökülen yaşlar sinema<br />
salonunda mutlulukla dökülür bu film<br />
sayesinde. Filmin konusunu sizle<br />
paylaşalım.<br />
Film, 6. YY’da Mekke’de, Hz. Muhammed<br />
(S.A.V.)’in doğumu ile<br />
başlayan ve Efendimiz’in 13 yaşına<br />
kadar devam eden süreci, Hz. Muhammed<br />
(S.A.V.)’in çocukluğuna naif<br />
bir bakış açısıyla yaklaşarak anlatıyor.<br />
Abraha’nın fil ordusuyla Mekke’ye<br />
yönelişi, Efendimiz’in dedesi ve<br />
Kabe’nin anahtarının sahibi Abdulmuttalib<br />
başta olmak üzere tüm<br />
Mekke halkını tedirgin eder. Hz. Muhammed<br />
(S.A.V.)’in annesi Hz. Amine<br />
bu esnada hamiledir ve tüm Mekke<br />
halkı gibi kaçıp dağlara sığınabilmesi<br />
mümkün değildir. Hem oğlunun emaneti<br />
gelinini, hem Mekke’yi, hem de<br />
Kâbe’yi gelecek felaketten koruması<br />
beklenen Abdulmuttalib; Abraha’ya<br />
sadece, savaşmadan savaş ganimeti<br />
olarak aldığı otlak hayvanlarının iadesini<br />
istemeye gider. Abraha halkın ve<br />
böylesine önemli bir adamın, yenilgiyi<br />
kabul ettiğini düşünerek galibiyetini<br />
garantilediğini zanneder ama şehre<br />
girme anı geldiğinde Filler Mekke’ye<br />
doğru bir adım dahi atmaz. Ve<br />
ardından tüm İslam âleminin Fil Sûresi<br />
ile haberdar olduğu vaka gerçekleşir.<br />
Milyonlarca ebabil kuşu, Abraha’nın<br />
ordusunu taş yağmuruna tutar, ordu<br />
helâk olur.<br />
Bu olaydan tam bir ay sonra,<br />
Efendimiz’in doğumu gerçekleşir.<br />
Hem gök olaylarını araştıran ve<br />
zamanını bilmedikleri bir kurtarıcıyı,
son peygamberi bekleyen Yahudi<br />
ve Hristiyan cemaati bilginleri; hem<br />
Abdulmuttalib, o gece gökyüzünden<br />
yere inen Nûr’a şahid olur. Kâbe’de<br />
putlar bir anda yerle bir olmuştur. Eve<br />
geldiğinde, Nûr’un indiği yerin kendi<br />
evi olduğunu görür. Efendimiz, Hz.<br />
Âmine’nin kucağındadır. Allah’ın izniyle,<br />
koruması gereken emanet, sadece<br />
Mekke’ye değil tüm âleme rahmet<br />
olarak gönderilmiştir.<br />
Filmin konusu bizim için sinemadan<br />
da büyük bir şey ama dünyadaki en<br />
büyük propaganda aracı olan sinemayı<br />
bütün Müslüman coğrafyası olarak<br />
kullanmalıyız. Burada Türk sinemasının<br />
özellikle Yeşilçam döneminde<br />
üretimlerde bulunduğunu, günümüzde<br />
ise bir elin parmaklarını geçmeyen<br />
yönetmenin inanç hakkında filmler<br />
çektiğini, bu filmlerin çoğu da aslında<br />
duygu sömürüsü kokan, dinimizin<br />
güzelliklerini ve varlığının gücünü anlatmaktan<br />
uzak olan filmler olduğunu<br />
söylemeliyiz. Yurt dışına bakınca da<br />
aslında aynı şey söz konusu. Buda’yı<br />
anlatan 40 film, diğer peygamberleri<br />
anlatan 200’den fazla film çekildi ama<br />
Hz. Muhammed’i anlatan başka bir<br />
film çekilmedi. Durum böyle olunca<br />
biz de yıllardır seyrettiğimiz filmler<br />
içinde Müslümanlığı anlatan, içinde<br />
Müslümanlık geçen, Müslümanların<br />
çektiği acıları odağına alan filmleri bir<br />
gözden geçirdik. Aşağıda verdiğimiz<br />
listede belgesel filmler veya kutsal kimliklerin<br />
biyografik öyküleri yer almıyor.<br />
Bunlar birçok coğrafyadan gelen ve<br />
bizim dinimize dokunan bazı filmler.<br />
Sonuçta kişisel seçim önemli burada<br />
yani biraz da beni etkileyen filmler diyebilirim.<br />
Tabii ki listenin başında The<br />
Message – Çağrı filmi var.<br />
The Message – Çağrı, 1977<br />
Mustafa Akkad binbir zorlukla uğraşıp<br />
çektiği Çağrı filmi peygamberimizi<br />
ve Müslümanlığın başlangıcını anlatan<br />
tartışmasız en iyi filmdir. Filmde<br />
peygamberimiz gösterilmez. Hatta<br />
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,<br />
Hz. Ali de gösterilmez. Mustafa Akkad<br />
Çağrı filmini çekmesinin sebebini<br />
şöyle anlatıyor: “Çocuğum olunca<br />
çocuklarıma dinlerini öğretmem<br />
gerektiği duygusuna kapıldım ve<br />
sorumluluğumu hatırladım. İşte Çağrı<br />
projesi böyle ortaya çıktı. Hem kendi<br />
çocuklarımın, hem de başka çocukların<br />
geleceği için. Ama bu hiç kolay<br />
olmadı.” Filmde Hz. Hamza’yı Anthony<br />
Quinn canlandırdı. Film o kadar etkileyiciydi<br />
ki haftalarca hatta birçok ülkede<br />
yıllarca vizyondan kalkmadı. Türkiye’de<br />
ben hatırlıyorum bir yıl sinemalarda<br />
oynadı ve salonlar doldu taştı. Hala<br />
bu film kadar başarılı ve etkileyicisi<br />
çekilmemiştir. Bizim ülkemizde ve<br />
Müslüman coğrafyada her bayramın<br />
vazgeçilmezidir. İnsanlar o dönem öyle-
sine etkilendiler ki Hz. Hamza’yı öldüren<br />
Vahşi karakterini canlandıran Salim<br />
Gedera başına gelenleri şöyle anlatır:<br />
“Hz. Hamza’nın öldürülme sahnesini<br />
çekerken askerler filme kendilerini o kadar<br />
kaptırmışlardı ki, Hamza’yı öldürecek<br />
diye beni aralarından geçirmiyorlardı.<br />
Mustafa Akkad bu sahneyi tam beş kez<br />
çekmek zorunda kaldı. Film bitti. Fakat<br />
benim kötü günlerim başladı. Sokakta<br />
yürürken insanlar yüzüme tükürüyordu.<br />
Sokağa çıkamaz oldum. İşimden atıldım.<br />
Hamza’nın katili diye kimse iş vermiyordu.<br />
Mustafa Akkad Bey’e kızdım<br />
ve ona telefon ettim. Olayları anlattım.<br />
‘Allah’ından bulasın, hayatımı perişan<br />
ettin’ dedim. Fakat Mustafa Bey beni<br />
sakinleştirdi.” İşte Çağrı bu kadar etkisi<br />
olan bir filmdi…<br />
Ömer Muhtar – Lion of the Desert, 1981<br />
Mustafa Akkad’ın diğer önemli filmidir.<br />
Çağrı filminin çekimlerinde Libya lideri<br />
Muammer Kaddafi ile yakınlaşması<br />
Ömer Muhtar filminin çekilmesini<br />
sağlamıştır. Kaddafi, Akkad’dan<br />
Libya’nın kurucusu Ömer Muhtar’ın<br />
hayatını çekmesini istemiştir. Akkad<br />
da Anthony Quinn ile bu işe<br />
soyunmuş ve büyük başarı gösteren<br />
filmi çekmiştir. Anthony Quinn Ömer<br />
Muhtar’ın çekimlerinde yaşadıklarını<br />
şöyle anlatır: ” Çöl Arslanı filmi<br />
beni çok etkiledi. Ömer Muhtar’ın<br />
tutuklandığında hapiste elleri kelepçeli<br />
olduğu bir sahne var. Bu şekilde<br />
abdest almaya çalışıyor. Arka planda<br />
ezan sesi var. Ömer Muhtar’ın yanı<br />
başında ise bir İtalyan subay nöbet<br />
tutuyor. Bu sahnedeki inanç ve azim<br />
beni çok etkilemişti.”<br />
Mekke’ye Yolculuk – Journey to Mecca,<br />
2009<br />
Yapıt, Kâbe’nin üzerinde düşük irtifada<br />
uçularak gerçekleştirilen hava<br />
çekimleri başta olmak üzere, eşi<br />
görülmemiş güzellikte görüntüler
arındırıyor. Film, 14’üncü yüzyılda<br />
yaşamış olan ünlü Faslı gezgin İbn-i<br />
Battuta’nın hayat hikâyesi ekseninde,<br />
geçmişle günümüz arasında gidip<br />
gelen paralel bir kurguda ilerleyerek,<br />
dünyanın dört bir köşesindeki<br />
Müslümanların her yıl Kâbe’ye<br />
yaptıkları görkemli Hac yolculuğunu<br />
anlatmakta.<br />
Guantanamo Yolu – The Road to Guantanamo,<br />
2006<br />
Film, 10 Eylül 2001’de İngiltere’deki<br />
evlerinden ayrılan Pakistan asıllı İngiliz<br />
vatandaşı üç Müslüman genç Ruhel,<br />
Şefik ve Asıf’ın öyküsünü aktarıyor.<br />
Yolculuklarının tek amacı, annesinin<br />
seçtiği kızla evlenecek olan Asıf’ın<br />
düğününe katılmaktır. Üç arkadaş,<br />
Pakistan’a gittiklerinde yanlışlıkla<br />
Kuzey İttifakı tarafından tutuklandıktan<br />
sonra Amerikan birlikleri tarafından<br />
Guantanamo’ya nakledilirler. Mahkumiyetleri<br />
boyunca her üçü de Amerikan<br />
ve İngiliz gizli servisi tarafından<br />
sorgulanır; haklarında hiçbir kanıt<br />
bulunmadığı halde sayısız işkence ve<br />
suçlamaya maruz kalırlar.<br />
Vaad Edilen Cennet – Paradise Now,<br />
2004<br />
Çocukluk arkadaşı olan genç<br />
Filistinli Khaled ve Said, Tel Aviv’de<br />
gerçekleştirilecek bir saldırıda intihar<br />
bombacısı olarak görevlendirilirler.<br />
Aileleriyle vedalaşmadan, son bir gece<br />
geçirdikten sonra, vücutlarına bağlı<br />
bombalarla sınıra götürülürler. Ama<br />
operasyon plânlandığı gibi gitmez ve<br />
birbirlerinin izin kaybederler. Zalimliğe<br />
karşı intihar bombacısı olmayı sorgulayan<br />
film çok tartışıldı ama bakış açısı<br />
çok doğruydu.<br />
İbrahim Bey Ve Kuran’ın Çiçekleri –<br />
Monsieur Ibrahim, 2003<br />
60’ların Paris’inde ergenlik çağındaki<br />
Musevi çocuk Moses, annesi kardeşini<br />
de alıp evi terkedince babasıyla mutsuz<br />
bir hayata mahkum olur. Babası ölünce
akkal İbrahim çocuğu evlat edinir. Çok<br />
bilge bir adam olan İbrahim’in ışığında<br />
Kuran’dan yaşama dair güzel şeyler<br />
öğrenir Moses. Sonunda dükkanı kapatarak<br />
bir spor araba alırlar ve İbrahim’in<br />
ülkesine, yani Türkiye’ye doğru bir<br />
yolculuğa çıkarlar.<br />
Kara Altın – Black Gold, 2012<br />
Auda ölmek üzere olan kardeşine<br />
“Kardeşim lütfen Allah’a sığın” der, Ali<br />
ise şöyle cevaplar: “Beni ezen ayağı mı<br />
öpeyim?” Auda devam eder: “Öldükten<br />
sonra bir melek gelecek yanına<br />
hangi tanrıya inandığını soracak, ne<br />
diyeceksin?” Ali zar zor cevaplar: “Allah”.<br />
“Melek soracak hangi peygambere<br />
inanıyorsun?”: “Muhammed”. “Hangi<br />
dine inanıyorsun?” “İslam” der ve Ali<br />
ölür. Bu sahne belki kaba bir propaganda<br />
olarak algılanabilir. Ama filmin bu<br />
küçücük sahnesindeki Ali’nin yaşadığı<br />
değişim inananlar için bambaşka etkilere<br />
sahip. Yönetmen bu sahneyle<br />
Müslüman inancını ve Batı medeniyetini<br />
birleştiriyor. İnançsız bilimin<br />
kimseye yararı olmadığını, inancın ise<br />
bilimin ışığıyla aydınlandığı zaman en<br />
doğru şekli alacağını anlatıyor. Doğru<br />
bir Müslümanlık, doğru bir insanlık ve<br />
biraz da yürek acısı. Kaçırılmaması<br />
gereken bir film.<br />
Büyük Yolculuk – Le grand voyage,<br />
2004<br />
Büyük Yolculuk, Tunus asıllı Fransız<br />
bir baba-oğulun dramatik öyküsünü<br />
anlatıyor. Müslüman kültürü ile<br />
yetişmiş baba, daha çok Fransız<br />
kültürü ile yetişmiş oğlundan kendisini<br />
Mekke’ye, Hac’ca götürmesini<br />
ister.Oğul için çok da iyi tanımadığı<br />
bu kültürle tanışmak hiç de kolay<br />
olmayacaktır.<br />
Malcolm X, 1992<br />
Babası Ku Klux Klan tarafından<br />
öldürülen Malcolm, çağdaşı bir çok<br />
siyah gibi umutsuz ve zor bir çocukluk<br />
geçirir. Neticesinde hayatı günlük<br />
yaşayan bir hırsıza dönüşür. Sonunda<br />
hapise girdiğinde İslam öğretisi kendisini<br />
yeniden tanımlamasına yardımcı<br />
olur. Burada dahil olduğu toplulukta<br />
kendini bulur ve yükselmeye başlar.<br />
Hapisten çıkınca Malcolm, adeta<br />
bir mesih işlevi yüklenir ve kendilerini<br />
birer suçlu yapan toplumsal<br />
adaletsizliğe başkaldırır.<br />
Kan ve Aşk – In The Land of Blood<br />
and Honey, 2011<br />
In The Land of Blood and Honey,<br />
1990’lı yılların başındaki Bosna iç<br />
savaşında geçiyor. Film, siyasi irade<br />
eksikliği sebebi ile toplumda yaşanan<br />
çatışmaları anlatıyor. Filmin büyük<br />
çoğunluğu Saraybosna’nın gerçek<br />
mekânlarında çekildi ve savaş<br />
esnasında hayatını yitiren halkın<br />
çocukları da filmde rol aldı. Müslüman<br />
Boşnaklar’ın çektiği acılar etkin bir<br />
şekilde anlatılıyor öyküde…
CINEKRiTiK<br />
ALPER TURGUT<br />
ANDREY TARKOVSKİ KÂFİ, ARTIK KEN<br />
n Nasıl bir işse bu, sürekli can alıyor,<br />
yoksulların teriyle, ruhuyla, kanıyla<br />
besleniyor. Dur durak bilmiyor, halden<br />
anlamıyor. Resmen obur mu obur, doyumsuz<br />
bir canavar. İş kazası deyip geçmeyin<br />
ha, her birinin altında insana dair bir<br />
büyük dram yatıyor. Zaten iş kazası,<br />
vicdansız, insafsız bir patron söylemi, öyle<br />
ya parayı veren düdüğü çalıyor. Zengine<br />
kaza, fukarayı koy mezara, varsıla sefa, yoksula<br />
cefa… İş cinayeti de karşılamaz, böylesi vahim<br />
mevzuyu, iş katliamı bunun adı, ötesi berisi yok.<br />
“Babamın Kanatları”, emek cephesinin yanında<br />
saf tutmuş, gündelik hayat gerçeğini ve sistem<br />
eleştirisini, sinema sanatıyla bütünleştirmiş,<br />
doğru ve haklı yerde durabilmiş bir film. İyi bir<br />
film, güzel bir film, olmuş bir film, her ne kadar,<br />
mesele derin bir sızı, dinmeyen sancı, bitmeyen<br />
acı olsa da…<br />
Hak denince, işçi gelir hatırıma der Orhan<br />
Veli… Haksızlığa pek çok uğrayan emekçilerin,<br />
hak ile anılması, yaşamın en acımasız<br />
ironilerinden değil midir? Bakınız Bertolt Brecht;<br />
“Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinde şunları söyler;<br />
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar<br />
yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları<br />
taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna<br />
yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı<br />
işçileri hangi evinde oturmuşlar, altınlar içinde<br />
yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar,<br />
Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı<br />
ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?”<br />
Evet, geçen sene (2015), ayda ortalama<br />
133 işçi, tatlı canlarından oldular. 2015’te<br />
katledilen toplam 1730 emekçinin, yüzde 27’si,<br />
inşaat sektöründendi. Yani nasırlı elleriyle,<br />
insanlık tarihi boyunca, dünyaya harç katanlar.<br />
İşte onlar, adları, öyküleri, umutları bilinmeyen<br />
yapıcılar, bize yuva kuranlar, tepemize<br />
dam koyan, evimize pencere açanlar… Hiç<br />
oturamayacakları pahalı konutları diken, emeği<br />
sömürülen, örgütlenmelerine izin verilmeyen,<br />
asri zaman köleleri… Ücretli kölelik düzeninde,<br />
duvarlar onların kanlarıyla sıvanıyor, binaların<br />
temelinde, onların ölü bedenleri var, bilesiniz.<br />
Film, güncel Rüzgar Çetin meselesine cuk oturuyor,<br />
kan parası, illet gibi, yakasını bırakmıyor<br />
insanlığın, kuşkusuz modern çağın da belası…<br />
Zengin olan her koşulda kazanıyor, fakir olan,<br />
önce ahlar vahlar, sonra unutulan ölü canlar. İşte<br />
o kadar! Yeryüzünün lanetlileri, en alttakiler, onlar<br />
hakkında ne yazsak, karşılık bulamayacak, bari<br />
filme geçelim. İşçi filmleri, memleketim yönetmenlerinin,<br />
nedense uzak durduğu bir mevzi, varsa<br />
yoksa bunalmış, sıkılmış, daralmış insanların,<br />
saçma sapan hezeyanları, tuhaf, oturmamış,<br />
yabancılaşmış halleri… Sabun köpüğü muadili,<br />
komedi, korku, romantik türlerindeki tırt ve ucuz<br />
projeleri hadi geçtim, bari sanat-festival filmleri<br />
kuşağında, emekten ve emekçiden yana yapımlar<br />
görelim, Tarkovski Abimizi biraz rahat bırakalım,
LOACH İSTERİZ<br />
Ken Loach Abimiz, bu sefer ne çekti diye beklemeyelim.<br />
Aslında bir kımıldama var, hakkını verelim,<br />
Toz Bezi, Kalandar Soğuğu ve şimdi de Babamın<br />
Kanatları… İşte gönlümüzden geçen, daha çok<br />
olsun, bol bol çekilsin, havada kalmış tiplerin değil<br />
de, gerçek insanların hikâyelerini görelim. Geçenlerde<br />
inat ettim, yerli işi dizilere bakayım dedim, lan<br />
arkadaş, herkes mi yalıda oturur, Boğaz’a nazır?<br />
Bu denli gerçeklikten ve hayattan kopuş mu olur?<br />
Özentilik, ergenlerin can simididir, kocaman adamlar<br />
ve kadınlar oldunuz, büyüyün gardaşım artık!<br />
Helal olsun Kıvanç Sezer’e, gerçek bir haberden<br />
yola çıkarak Babamın Kanatları’nı hem yazmış,<br />
hem de çekmiş. Menderes Samancılar, Musab<br />
Ekici, Kübra Kip, Tansel Öngel de rollerinin hakkını<br />
ziyadesiyle vermiş, müzikler de filmin temposuna,<br />
inşaatın gürültüsüne eşlik etmeyi bilmiş.<br />
Örgütsüzlüğün, hukuksuzluğun, insani hasletlerden<br />
muaf tavırların, davranışların,<br />
yalakalığın, fakirliğin Özbek veya Kürt dinlememesinin,<br />
depremin, sigortanın, zor<br />
kazanılanın, hatta kolay paranın, iyinin,<br />
kötünün, lanet sistemin buruk ve düşündürten<br />
öyküsü bu… Araya aşk-meşk karışmasaymış,<br />
senaryo daha bütünlüklü olurmuş ya, neyse,<br />
o kadar kusur, bu filmi bozmaz, bozamaz.<br />
Üstelik bu bir ilk film, çokça yapıta imza atan<br />
yönetmenlerin bile dibi gördüğü ülkemizde,<br />
olsa olsa çıtayı yükseltmek denir buna.<br />
Babamın Kanatları, şimdiden ödülleri toplamaya<br />
başladı, ne diyelim, analarının ak sütü gibi,<br />
bir emekçinin alınteri gibi helal olsun.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
TÜRKİYE’DE ORTA DOĞU FİLMİ ÇEKM<br />
n Geçtiğimiz Adana Film Festivali’nde<br />
büyük tartışmalara yol açan Dar Elbise,<br />
Ekim sonunda vizyona giriyor. Dizilerden<br />
aşina olduğumuz önemli isimleri bir araya<br />
getiren isim ise tartışmalı yönetmen Hiner<br />
Saleem. Votka Limon, Kilomètre Zéro<br />
ve My Sweet Pepper Land gibi önemli<br />
filmlere imzasını atmış olan Iraklı Kürt<br />
yönetmen bu kez baltayı taşa vurmuş<br />
görünüyor!<br />
Paris’te yaşayan moda tasarımcısı Lisa,<br />
yeni kreasyonu için sıra dışı bir defile düzenlemek<br />
için Türkiye’deki arkadaşı Helin ile<br />
görüşmektedir. Helin defileyi gerçekleştirmek<br />
için genç ve güzel modeller bulma arayışına<br />
geçer. Ama başta en istekli görünen Gule<br />
dahil tüm genç kadınlar, ilerleyen süreç içinde<br />
babaların, abilerin, kardeşlerin yani erkeklerin<br />
baskıları yüzünden defileye katılma konusunda<br />
çekimser kalırlar. Ne yapacağını bilemeyen<br />
Helin, kalkıştığı iş yüzünden vahim bir ölüme<br />
tanık olacaktır.<br />
Hiner Saleem’in filmde Lisa’yı canlandıran<br />
Veronique Wuthrich ile birlikte senaryosunu<br />
yazdığı ve kendi başına yönettiği Dar<br />
Elbise’nin oyuncu kadrosu bir hayli kuvvetli.<br />
Tuba Büyüküstün, Hazar Ergüçlü, Veronique<br />
Wuthrich, Caner Cindoruk, Canan Ergüder ve<br />
İnanç Konukçu gibi güçlü isimleri barındıran<br />
film Türk seyircisinin ilgisini çekecek belli ki.<br />
Adana Film Festivali’nde yaşanan tartışmalara<br />
yakın şahitlik yapmış biri olarak söyleyebilirim<br />
ki, neredeyse sektörden herkes büyük<br />
bir hayal kırıklığı yaşadı bu filmden sonra.<br />
Bizler çok daha yetkin ve mantık hataları olmayan,<br />
keyifli bir Saleem filmi izleyeceğimizi<br />
düşünüyorken tam tersi çıktı karşımıza. Üstelik<br />
film sonrası seyirciyle yapılan söyleşide Saleem,<br />
bu filmi yapacak bir yer bulamadığım<br />
için Türkiye’de çektim diyerek, kendisini savundu.<br />
Neresinden bakarsanız bakın talihsiz<br />
bir açıklama... Türkiye bir film platosu olarak<br />
deneme tahtası değil. Zamansız ve mekansız<br />
bir film yapmaya çalışıyorsan da Türkiye motiflerini<br />
kullanamazsın arkadaş. Bu işler öyle<br />
kolay değil. Türkiye’de kaç tane burkalı kadın<br />
gördün? Hadi var diyelim, kaç tane burkalı kadını<br />
kıraathaneye girerken gördün?<br />
Ülkede ünlü olmak isteyen, manken olmak isteyen...vs.<br />
yüz binlerce genç kadın varken ve çoğu<br />
da, üstelik ailelerin de destekleriyle/istekleriyle hayallerinin<br />
peşinden eyleme geçerken, sen bu ülkede<br />
böyle bir şey yok diyemezsin. Bir hafta boyunca<br />
otur, Türkiye’de gözlem yap bari. Fox Tv’de<br />
Gardırop Savaşları’nı izle. TV 8’de Göz Altı’nı<br />
izle. Bugün Ne Giysem’e bak. Kısmetse Olur’a<br />
göz at. Bana Her Şey Yakışır’ın arşivlerini izle. İrili<br />
ufaklı model/manken yarışmalarına bak. Hayali<br />
uğruna can atan, yol almak isteyen kızlarımıza<br />
bir bak. Onay verilir, verilmez o ayrı konu. Ancak<br />
Türkiye’de model olmak isteyen 50 kadından emin<br />
ol ki en az 45’i istediğine kavuşmayı deneyebilir.<br />
Üstelik aile desteğiyle. Gelelim karakterlerdeki
EYE ÇALIŞMAK!<br />
hatalara. Şu soruları sormaz mı sana seyirci? Ako<br />
karakterini bize oldukça açık fikirli, Gule’ye destek<br />
veren biri olarak çizdikten sonra ikisi evlenince bu<br />
kadar sert bir değişim nasıl oldu Ako’da? Nasıl oldu<br />
da Gule’ye şiddet uygulayan standart bir kıroya<br />
dönüştü? Helin karakteri kendi ülkesinin vatandaşını<br />
tanıyamayacak kadar mı cahil? Kadınların ailelerin<br />
verebilecekleri tepkilerden bu kadar mı habersiz?<br />
Üstelik oldukça modern, yaşadığı eve bakılacak<br />
olursa maddi sorunları olmayan ve yabancı dili<br />
olan bir karakter olarak Helin, yurtdışına açılmanın<br />
tek çaresi olarak neden bu uyduruk defileye bel<br />
bağlıyor? Nazmi karakteri filmin başında kızların<br />
fotoğraflarını çekerken ağzı sulanıyorken nasıl oldu<br />
da saçma sapan bir tek gecelik eşcinsel ilişkiye<br />
girdi? Gule karakteri annesinden tam destek alırken,<br />
hayallerinden vazgeçip, nasıl birden bire burkaya<br />
girdi? Şüpheli sorular uzar gider...<br />
Festivaldeki en büyük tartışma ve herkesin<br />
hem fikir olduğu ortak nokta filmin<br />
mantık hatalarından oluşan bir kara komedi<br />
olmasıydı. Hiç mi iyi tarafı yok diyeceksiniz?<br />
Elbette ki var. Bir kere tüm oyuncular rollerine<br />
inanarak, ama belli ki yönetmeni hiç sorgulamadan,<br />
oldukça iyi/inandırıcı oynamışlar.<br />
Bazı sahnelerde, mesela, Ako’yla Gule’nin<br />
filmin finalindeki kayık sahneleri gibi, muazzam<br />
bir atmosfer yaratılmış, enfes görüntüler<br />
yakalanmış. Özellikle ilk yarım saat çok dinamik<br />
bir kurguyla hazırlanmış, seyirci hızla<br />
girebiliyor filme. Bunu da çok sevdim mesela.<br />
Son olarak merak ettiğim tek bir şey var;<br />
bir film festivalinde ağırlıklı olarak sektörel<br />
kişilerin yerdiği bu filmin vizyon sırasında<br />
seyirciden nasıl bir tepki alacağı? Bekleyip<br />
göreceğiz...
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
DİLSİZ DOSTLARIMIZIN HİKAYESİ<br />
n Sinemanın büyüsü herhalde en fazla<br />
bu hafta vizyona giren Pete ve Ejderhası<br />
gibi filmlerde hissediliyor. 1977 yılında<br />
çevrilen Walt Disney yapımı filmin<br />
uyarlaması, orijinali kadar etkileyici.<br />
Yaşlı ahşap oymacısı Bay Meacham<br />
yıllardır mahalle çocuklarına Kuzeybatı<br />
Pasifik’te yaşayan acımasız ejderha<br />
hikayeleri anlatan garip bir adamdır.<br />
Orman bekçisi olarak çalışan kızı Grace bu<br />
hikayeleri gerçeklikten uzak bulsa da günün<br />
birinde ormanda yaşayan Pete ile tanışır.<br />
10 yaşında, ailesi ve evi olmayan gizemli bir<br />
çocuk olan Pete ormanda Elliott isimli yeşil,<br />
dev bir ejderhayla birlikte yaşadığını iddia<br />
etmektedir. Pete’in anlattığı ejderha Elliott,<br />
Bay Meacham’ın hikayelerindeki ejderhaya<br />
son derece benzemektedir. Grace, babası<br />
Jack’in ve 11 yaşındaki Natalie’nin yardımıyla<br />
Pete’in geldiği, ait olduğu yeri ve ejderhayla<br />
ilgili gerçeği ortaya çıkarmak için yola koyulur...<br />
Filmdeki Elliott adlı ejderha aslında hepimizin<br />
en azından çocukluğunda sahip olduğu küçük<br />
bir köpek yavrusu veya pembe dilli bir kediciği<br />
ifade ediyor. Onların bize duyduğu karşılıksız<br />
sevgi ve bu sevginin karşılığı olarak onları<br />
kötülüklerden koruyamamız filmin duygusunun<br />
temelini oluşturuyor. Hangimiz sokakta<br />
sevdiğimiz, sahiplendiğimiz, her sabah evin<br />
yemek artıklarıyla beslediğimiz köpeğimizin<br />
zehirlendiğini veya bir araba çarpması sonunda<br />
onu kaybettiğimizi hatırlamayız ki. Bir<br />
insanın duyduğu ilk kayıp acısı bu olsa gerek.<br />
Ama bu acının ötesinde bir çocuğa sevginin<br />
sıcak nefesini de ilk bu dostlar hissettirmiyor<br />
mu? Bunlar ucuz duygular mı? Bizim<br />
sinemamız acaba niye bu tür konularla haşır<br />
neşir olmaz. Yoksa bizim yapımızda bu tür<br />
sevgiye yatkınlık mı yok? Sanmıyorum. Hepimiz<br />
bu sessiz dostları severiz ama sinema<br />
endüstrimizin çarpık yapılanması nasıl halkın<br />
birçok duygusunu es geçiyorsa hayvanlarla<br />
ilişkimizi de önemsemiyor. 1977’deki orijinal<br />
filmin fotoğraflarına baktım. Gerçek çekimlerin<br />
üzerine çizgi bir ejderha bindirmişler,<br />
günümüze geldiğimizde tekniğin bu basitliği bizi<br />
güldürüyor. Ama işin gerçeği bütün yetersizliklere<br />
rağmen Amerikalılar bu dost hikayeyi yapmaya<br />
inat etmişler. Günümüzde ilerleyen teknolojiyi de<br />
kullanarak daha iyisini, inandırıcısını yapmışlar.<br />
Üstelik öyle çocuk filmi diyerek, küçümseyerek<br />
bunu yapmamışlar. En önemli oyuncularını projeye<br />
katmışlar. Efsane isim Robert Redford, güzeller<br />
güzeli Bryce Dallas Howard, Uzay Yolu’nun<br />
yeni doktoru Karl Urban hepsi bu filmde. İnanın<br />
performanslarında en küçük bir düşüklük yok.<br />
Çünkü bu tür aile filmlerine karşı içten içe bir
aşağılama veya küçümseme duygusu yaşamıyorlar.<br />
Bizim sinemamızda hayvanlarla haşır neşir olan aile<br />
filmi olarak tanımlayacağım 2012 yapımı Arkadaşım<br />
Max filmi aklıma geliyor. Röportajlarını yaparken<br />
hem filmin kadrosunun hem bütün basının nasıl<br />
içten içe işi çok da önemsemediğini hissettiğimi<br />
hatırlıyorum. O günlerde bu film vizyona giren<br />
diğer filmlerin gerisine atılmıştı. Bizim sektör olarak<br />
bakışımız bu. Hollywood bu tür hikayeleri yaparken<br />
ne kadar masalsı bir anlatım tuttursa da çok önemli<br />
konuları da filmin içine bir şekilde enjekte etmeyi<br />
başarabiliyor. Mesela Pete ve Ejderhası’nda<br />
kesilen ormanların ve insanların bitmez<br />
açgözlülüğünün izlerini de bulabiliyoruz. Bir<br />
çocuğa çevrenin değeri ve doğanın en büyük<br />
düşmanının insanın açgözlülüğü olduğu daha<br />
iyi nasıl anlatılabilir ki? Alın işte karşımızda<br />
yeniden uyarlama bir aile filmi var. Ama<br />
içindeki duygular dünyanın en önemli derslerini<br />
barındırıyor. Hollywood’un kapitalizmin<br />
en büyük silahı olduğunu bilsem de ve bu<br />
nedenle zaman zaman nefret etsem de böyle<br />
filmleri hala kalbimi ısıtıyor. Ne diyeyim, bizi<br />
Hollywood’a muhtaç bırakanlar utansın.
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
SALINA SALINA...<br />
n Seren Yüce’nin ikinci filmi Rüzgarda<br />
Salınan Nilüfer günümüz sosyal hayatının<br />
dayatmalarına ve çaresizliklerine iyi bir<br />
bakış sunuyor. Film ’Çoğunluk’ kadar<br />
etkili olamasa da bir azınlık olmadığının<br />
altını da çiziyor. Çoğunluk da orta hatta<br />
alt/orta sınıf dertlerine eğilen Yüce bu kez<br />
zengin/üst orta sınıftan biraz da çaresiz<br />
bir ailenin üzerine eğiyor kamerayı!<br />
Handan ve Korhan’ın küçük burjuva<br />
sıkıcılığında yaşanan hayatlarını sürekli<br />
diğerlerine sıçratmak gibi dertleri var. Özellikle<br />
de Handan’ın. Paranın gücünün farkında ama<br />
onu yönlendirmeye gücü olmayan bu kadının<br />
en büyük ilham kaynağı aile dostları Şermin.<br />
Şermin entel kimliğinin sakince hayat bulmuş<br />
bir tasviri adeta. İki kadın zaman zaman<br />
kızılamayacak kadar masum ve kendilerine<br />
has!<br />
Erkeklerin kadınların yanında birer katık görevi<br />
gördüğü filmde Yüce isteyerek ya da istemeden<br />
aslında küçük burjuva kadın didişmesine<br />
çeviriyor kamerasını, sakince, alttan alınan<br />
manevralarla yapılan kavga kimseyi rahatsız<br />
etmediği gibi keyifli bir seyirlik de sunuyor.<br />
Yüce günümüz yetinmezliği içerisindeki bireyin<br />
debelenmesini, mekan keşfedip cafelerde<br />
vakit geçirmesini, sosyalleşme adına<br />
yapılan arkadaş buluşmalarını iyi bir çerçevede<br />
sınırlıyor. Yani hikaye fazlaca taşmadan<br />
küçük burjuva hayatın açmazlarıyla bizi fazlaca<br />
meşgul ediyor.<br />
Songül Öden’in başarıyla hayat verdiği Handan<br />
karakteri biraz sarsak, biraz saf yanından<br />
hayata tutunmaya çalışan bir tip! Ya da hayata<br />
en yakınındaki ne yapıyorsa onu tekrarlayarak<br />
dahil olmaya çalışan biri. Yani sürekli projelerle<br />
kendini meşgul eden ve geçen zamana<br />
bu şekilde keyifle el sallayan biri de diyebiliriz.<br />
Birileriyle buluşarak ya da sosyal medyada<br />
sürekli birileriyle sohbet ederek ‘zaman’<br />
yarattığını düşünen insanların dünyasının<br />
sanallığına vurgu yapıyor. Yani yapılmayacak<br />
projelerin defterini dürüyor. Aslında Handan<br />
kadar Şermin de ilginç bir karakter. Handan’a<br />
bir anlamda rol modellik yapıyor. Sakin, sabırlı<br />
ve iyiniyetli gibi görünse de onun da okunmuş sözleriyle<br />
ezici bir tarafı var! Sürekli vurguladığı kitap<br />
sözleriyle o da samimiyet çizgisinin aşağısında<br />
kalıyor. Kendine yeten hali takdir edilebilir ama!<br />
Filmin en yaşayan karakteri biraz maçoluk<br />
barındırsa da Korhan. Bütün kadınların aynı şeyi<br />
istediğini sanan erkek kafasıyla ortalıkta dolanıyor.<br />
Ara ara paranın kullanımı ve kızının istekleri konusunda<br />
orta sınıf erkek modeline bürünse de o<br />
girdabın bir parçası olduğunu hatırlatıyor. O da<br />
karısıyla biten cinselliklerinin yerine yeni projeler<br />
üretme çabasında ama onları merkeze almayacak<br />
kadar da temkinli!<br />
Yüce günümüz proje insanına tekrarlı bir yerden<br />
bakıyor. Sürekli yemeğin evde mi yoksa dışarda<br />
mı yenecek olması bile bir proje halinde sunuluyor<br />
önümüze. Boş bir akışa sürekli çekilen<br />
setler o boşluğu doldurmak yerine sürekli açıyor.<br />
Bu da bu akşam nerede yemek yenilecek acaba<br />
kafasına taşıyor hepimizi? Filmin oyuncuları filme<br />
çok iyi sızmışlar diyebilirim, yani hepsi rollerinin<br />
inandırıcılık çıtasını yükselten performanslar<br />
koymuşlar. Özellikle de Songül Öden o sarsaklık<br />
çizgisini iyi çiziyor. O halin hep istemekle ilgili<br />
detayına vurgu yapıyor. Kitabının ilk cümlesi rüzgarda<br />
salınan nilüfer imgesi arkadaşı Şermin<br />
tarafından tuzla buz edilirken, aslında kendi sabit<br />
hayatlarımızda ancak hayali küçük salınımlar<br />
yapabildiğimizin altı çiziliyor. Ya da Şermin gibilerin<br />
bu salınımlara tahammüllerinin olmadığının!
BAZEN BEN DE ELİ MAŞA<br />
OLABİLİYORUM<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının en şanslı olduğu yer<br />
sanıyorum yeni oyuncuların dur durak bilmeden<br />
perdeye çıkabilmesi. Belki biraz fazla hızlı bir<br />
şekilde bu sistem işliyor ama bu kalabalıktan bir<br />
iki isim sıyrılıyor ve oyuncu lakabını sonuna kadar<br />
hak ediyor. Özge Sezince kariyerine dizilerle<br />
başlamış ve ilk sinema filmi olan Yolsuzlar çetesi<br />
ile sinema macerasına atılmış bir isim. Genç<br />
oyuncunun gelecekte çekeceği iyi filmlerle unutulmaz<br />
oyuncular arasına girmeyi başarmasını<br />
diliyoruz...<br />
Senaryoda sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />
Kaliteli ve zekayla bezenmiş mizahla<br />
karsılaştığım zaman etkilenip, mest oluyorum.<br />
Bu senaryonun mizah yaklaşımı bu anlamda<br />
beni oldukça etkiledi. Bir de üzerine yalın bir<br />
dil ve samimiyet ile harmanlanmış. Bir yandan<br />
hepimizin bildiği o mahalle hayatını, ilişkileri,<br />
aşkı, kendisine özgü diliyle anlatırken, bir yandan<br />
bambaşka bir dünya olan mafya, tefeci ilişkileri<br />
arasında eğlenceli, tiye alan güzel bir denge<br />
kurulmuş. Bu benim ilk sinema filmim, sinema için<br />
hiçbir zaman acele etmedim, hep doğru senaryo<br />
ve doğru karakterin gelmesini bekledim. Bu senaryoyu<br />
okuduğum an, tamam dedim, bu o.<br />
Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />
Gülay. Mahallenin güzel, hırçın, seksi, inatçı, aşık<br />
kızı. Kamil ile uzun yıllardır birlikteler. Gülay’ın<br />
ailesi kesinlikle evlenmelerine karşı. Gülay ise<br />
evlenmeye sonuna kadar kararlı. Fakat işin içine<br />
talihsizliklerde girince, gerek komik, gerek trajikomik<br />
durumlar ortaya çıkıyor. Canlandırması çok<br />
ama çok keyifli bir karakter oldu benim için.<br />
Bu yıla kadar sizi hep dizilerde gördük. Bu yıl<br />
ise iki sinema filminde birden yer alıyorsunuz.<br />
Bir kariyer planlaması mı söz konusu?<br />
Diğer bahsi gecen film korku komedi türünde<br />
Türkiye’de yapılmış ilk film olma özelliğini taşıyor.<br />
Yazar ve yönetmeni Özgür, çok yakın dostum-<br />
Yolsuzlar Çetesi<br />
filminin genç oyuncusu<br />
Özge Sezince filmde<br />
canlandırdığı<br />
karakter gibi bazen<br />
eli maşalı olabildiğini<br />
ama bunu engellemeye<br />
çalıştığını söylüyor...<br />
dur. Konuk oyuncu olarak katıldım ben de<br />
filmine, küçük bir rolüm vardı. Şimdi ise aslında<br />
ilk filmim olan Yolsuzlar Çetesi giriyor vizyona<br />
, oldukça heyecanlıyım. Kariyer planlama<br />
noktasında ise, genel kariyer hedefim zaten<br />
sinema. Sinemada var olmak, kalıcı olmak ve<br />
başarılı isler yapmak istiyorum. Sinema aceleye<br />
gelmez, hiç acele etmedim ben de. Bu sene de<br />
bu hedeflerime giden yolculuğuma çıkmış oldum.<br />
Filmin fragmanında da gözüktüğü üzere biraz<br />
eli maşalı bir karakteri canlandırıyorsunuz.<br />
Gerçek Özge bu karakterin neresindedir?<br />
Bazen bende eli maşalı olabiliyorum sanırım,<br />
evet. Ama tabii Gülay kadar olamaz. Ben her<br />
zaman, oynadığım her karakterin zaten içimde<br />
bir yerlerde var olduğunu hissederim, dolayısı<br />
ile Gülay da aslında içimde bir yerlerde var.<br />
Sadece beslediğim , üzerine eğildiğim, beni ben<br />
yapan tarafım o değil, ama bir yerlerde var. Onu<br />
cımbızlıyorum, onunla ilgileniyorum ve ortaya<br />
Gülay çıkıyor.<br />
Osman Sonant, Beyti Engin, Kadir Çöpdemir,<br />
Pascal Nouma ile rol aldınız. Bir kadın<br />
oyuncu için rolün içine girmek anlamında<br />
bu kadar erkek karakterle rol almak zorluk<br />
yaratır mı?
LI<br />
ÖZGE<br />
SEZİNCE
Hiç ama hiç yaratmıyor, aksine daha da<br />
yardımcı oldu diye düşünüyorum. Bu kadar<br />
erkekle bir arada oldukça, onlarla karşılıklı<br />
oynadıkça , zaten kadınsılığı güçlü olan<br />
Gülay’ın tavırları, o terslikten, siyah beyaz<br />
ilişkisi gibi, sanki daha net hatlarla cıktı ortaya.<br />
Bu arada başta filmdeki partnerim Osman<br />
Sonant olmak üzere, hepsiyle oynamak, bir<br />
arada olmak çok keyifliydi benim için.<br />
Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />
oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />
şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />
Başkalarını bilemiyorum ama ben kendi<br />
adıma olumsuzluklara takılan birisi değilim.<br />
Dolayısı ile bu çerçeveden bakınca dezavantaj<br />
olarak değerlendirmiyorum. Kaldı ki sahne<br />
öncesinde dahi negatif ve olumsuz bir şey<br />
yaşasam bunu sahneye yansıtmam ve kolay<br />
atarım üzerimden.<br />
Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />
güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />
katmalı. Bu anlamda nasıl bir yapılanma<br />
içindesiniz?<br />
Valla estetik yaptırmaya başladım işte. (Gülüyor)<br />
Hayır, hayır, tabii ki tamamen şaka<br />
yapıyorum. Oyunculukta neredeyse 10.<br />
yılım bu sene. Oyunculuk da tabii ki, tıpkı<br />
diğer sanat dallarında, müzik, resim, dans<br />
, edebiyatta olduğu gibi öncelikle yetenek<br />
gerektirir. Yeteneğiniz yok ise, aldığınız<br />
eğitimler sizi ancak toplum tarafından kabul<br />
görmüş standart bir kalıba sokar ve orada<br />
bırakır. Gelişemezsiniz. Ama yetenekli iseniz,<br />
gelişim kaçınılmazdır. Oynadıkça gelişirsiniz.<br />
Dans ettikçe gelişirsiniz. Resim yaptıkça<br />
gelişirsiniz. Kendi kendinizi, yapabileceklerinizi<br />
keşfedersiniz. Bana gözlemlemek, kendimi<br />
dinlemek, kendi kendime konuşmak, yalnız<br />
başıma çalışmak ve kitap okumak yardımcı<br />
oluyor.<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />
kadar feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />
Bunun faturasını ödeyen kadın<br />
oyuncularımız vardı. Müjde Ar, Nur Sürer<br />
gibi. 2000 sonrası sinemamızda bu anlamda<br />
geriye bir adım atıldığını düşünüyor<br />
musunuz? Biraz yorumlar mısınız?<br />
Şimdi bu noktada topluma bakmak lazım.<br />
Sinema toplumun bir yansımasıdır. Türk toplu-
munda ve dolayısıyla Türkiye’de sinema<br />
başladığından beri kadın olgusu hiç bir zaman<br />
tek başına var olmamış, hep ataerkil bir<br />
yapıda itilmiş, ikinci plana atılmıştır. Ki zaten<br />
hiç bir kültürel alanda, temsil anlamında<br />
kadın uzun yıllardır gelişememiştir. Sonraları,<br />
evet kadının yeri Türk sinemasında daha net<br />
hatta iyi niyetli çalışmalar da var olmuş ama<br />
bence yeterli olmamıştır. Bir çok kez kadın<br />
bir obje gibi gösterilmiş, cinsel imaj üzerinden<br />
sunum yapılmıştır . Arada ki o dengenin<br />
sağlanmadığını düşünüyorum. Peki bugün,<br />
ne kadar gelişebildik? Bu derin bir konu ve<br />
çok ciddi bir problem.<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />
oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />
kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />
kuralları doğru buluyor musunuz?<br />
Deminki soruda değindiğim gibi, bu içinde<br />
bulunduğun filmin neyi nasıl sunduğuna<br />
göre değişir. O kadar değişebilir ki her şey.<br />
Türkan Şoray belki o donem bu kanunları<br />
koymak zorunda kaldı tüm bu bahsettiklerimizden<br />
dolayı. Benimde elbet bir iş<br />
ahlakım ve çizgim var. Dolayısı ile bu noktadan<br />
bakıldığında, kanunlarım projeye,<br />
ne anlattığına, karaktere, yönetmenine,<br />
yapımına kadar çok farklı dinamiklere bağlı<br />
olarak değişir.<br />
Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />
Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />
mıydı?<br />
Küçüklüğümden beri içimde var olan bir<br />
şeydi. İlkokul zamanlarımda, okulda sınıfta,<br />
oturduğumuz evin terasında bütün binayı toplar,<br />
kendimce sahne kurar, oyun hazırlar ve<br />
oynardım, arkadaşlarıma da oyna oyna diye<br />
ısrar ederdim. Güzel günlerdi. Ama ilk oyunculuk<br />
deneyimlerim lise bitimi ve üniversite<br />
baslarına tekabül ediyor. İçimdeki oyunculuk<br />
dürtüsünü eğitim alarak disipline etmeye ve<br />
geliştirmeye başladım... Ve bugün buradayız.<br />
Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler<br />
için söylemek istediğiniz bir şey var<br />
mı?<br />
Yolsuzlar Çetesi 14 Ekimde vizyona girecek.<br />
Kendileriyle paylaşmak isterim ki,<br />
oldukça heyecanlıyım. İzlerler ise kesinlikle<br />
sevecekler. Teşekkür ediyorum.
TUĞÇE MADAYANTİ<br />
n Ken Loach filmlerinin<br />
çoğunda<br />
mikro hikayeleri<br />
detaylandırarak<br />
büyük kötülüğü<br />
okumamızı salık<br />
veren ender bulunur<br />
yetkin bir yönetmen. Bir dava<br />
adamı gibi bunu yaparken yanında<br />
her daim çalıştığı dostu olan Paul<br />
Laverty’nin kaleme aldığı ‘I, Daniel<br />
Blake’, sosyal içerikli gerçekçi bir<br />
kurmaca. Bu sene Cannes Altın<br />
Palmiye ve Locarno İzleyici Ödülü<br />
alan film Newcastle’da yaşayan<br />
sağlık durumu sebebiyle artık<br />
çalışamayan marangoz Daniel<br />
Blake’in çarpık bürokratik sağlık<br />
sistemi içinde yaşadığı zorluklara<br />
odaklanırken iki çocuğu ile çaresizlik<br />
içinde hayatta kalmaya çalışan<br />
dul bir annenin dramı da anlatıyor.<br />
Ken Loach’un yeni filmi<br />
I Daniel Blake Paul<br />
Laverty’nin kaleme aldığı,<br />
sosyal içerikli gerçekçi bir<br />
kurmaca...<br />
Ken Loach işçi sinemasının en<br />
önemli ismi olmasının yanında siyasi<br />
duruşu ve söylemleriyle de solun<br />
her zaman sahiplendiği bir figür.<br />
Bu filmi hakkında konuşulmaya<br />
başlamadan önce kendisini<br />
İngilere’nin AB’den ayrılma sürecinde<br />
medyada takip edenler bunu<br />
bir kez daha fark etmişlerdir. Ken<br />
Loach bu tartışmalar sırasında<br />
AB’de kalmak isteyenler tarafında
FAKİRLİK FAKİRİN<br />
SUÇU DEĞİL<br />
yer almıştı. Bunun sebepleri elbette<br />
ki AB’de kalmak isteyen<br />
sağcılardan ve genel çoğunluktan<br />
farklıydı. Loach, Avrupa’daki sol<br />
siyasetin bu birlik içinde kalarak<br />
neo-liberalizme karşı daha avantajlı<br />
savaş verebileceğini düşünüyordu.<br />
Ancak İngiltere AB’den ayrıldı ve ne<br />
yazık ki daha tehlikeli bir neo-liberalizm<br />
anlayışını uygulamaya koymak<br />
için bunu fırsata dönüştürdü.<br />
Bütün bunlar Ken Loach’un filmleri<br />
aracılığı ile verdiği savaşın büyük<br />
ölçekteki motivasyonları olabilir.<br />
Filmin ilk ayağı ile, ekonomik<br />
sistem çarpıklığını ve bunu koruyan<br />
bürokrasiyi çarpıcı bir şekilde gözler<br />
önüne seriyor. Mikro bir hikaye<br />
anlatan film büyük bir maharetle<br />
makro bir okuma yapabilmemize<br />
imkan veriyor. Kapitalizm çok keskin<br />
sınırlarla ekonomik olarak<br />
insanları ayırmış durumda. Paraları<br />
takip dahi edilemeyen, sakladıkları<br />
paraları vergilendirilemeyen zenginler<br />
ve ciddi geçim sıkıntısı içinde<br />
bu çarpık düzenin devam etmesi
için cezalandırılan çok geniş bir<br />
kesim var. Ve tabi en altta tamamen<br />
yok edilmiş çaresiz ve umutsuz<br />
bir kesim de her gün ezilmeye<br />
devam ediyor. Filmin bir diğer<br />
ayağı ise meselenin insani tarafını<br />
ortaya çıkaran yardımlaşma ve<br />
protesto etmek üzerine kurulu.<br />
Filmde bunun mesajını veren sahnelerden<br />
birinde küçük kız kendini<br />
eve kapatmış olan Daniel’in<br />
kapısını ısrarla çalar fakat Daniel<br />
cevap vermez bunun üzerine<br />
kız şöyle der ‘Sen bize yardım<br />
etmiştin şimdi neden bizim sana<br />
yardım etmemize izin vermiyorsun’.<br />
Bunun ardından Daniel<br />
kapısını açar. Dul genç kadın, iki<br />
çocuğu ve Daniel, birlikten güç<br />
doğar hissiyatıyla adaletsizliğe ve<br />
çarpık sisteme karşı bir kez daha<br />
birlik olurlar.<br />
Ken Loach’un ‘My Name is Joe’<br />
(1998) filminden sonra yaptığı<br />
en sahici, en özgün çalışmasının<br />
‘Ben, Daniel Blake’ olduğunu<br />
düşünüyorum. Hatta bana göre<br />
Loach’un en iyi filmi diyebilirim.<br />
Hep sarsıcı hikayelerle, etkileyici<br />
gerçek insan portreleriyle biliriz<br />
filmlerini. Loach’un bu filmlerinden<br />
her ne kadar etkilensek de,<br />
bu iyi bir film izlemiş olmanın
getirdiği hazzın ve takdir etmenin<br />
ötesine pek geçmez. Fakat açık<br />
söylemem gerek ağlamaktan ve<br />
öfkelenmekten helak olduğum bu<br />
film hepsinden başka. Bazı sahneler<br />
var ki ayağa kalkıp çığlık<br />
atmak istiyorsunuz öfkeden. Bu<br />
sahnelerin ajitasyon içerdiğini<br />
söyleyenler ise bence sadece laf<br />
kalabalığı yapıyorlar. Belki bu onun<br />
son filmi belki de değil bilemeyiz<br />
(o bile bilmiyormuş) ama öyle bir<br />
film çekmiş ki sanki gider ayak<br />
mide boşluğumuza sıkı bir yumruk<br />
atmış. Sosyal adaletsizliğin, sınıfsal<br />
dengesizliğin, işçi sınıfının bitmek<br />
bilmeyen sömürüsünün içimizde<br />
yarattığı öfke bir noktada politik bir<br />
harekete dönüşecektir. Benim hala<br />
umudum var. Fakirlik fakir olanın<br />
suçu gibi gösterilmeye çalışılsa da<br />
bunun böyle olmadığını hepimiz<br />
biliyoruz. Fakirlik çalanın suçu,<br />
adaletsizliğe susanın suçu. Asıl<br />
utanması gereken hırsız zenginler,<br />
mafyalaşmış siyasiler, ucu takip<br />
edilemeyen güce sahip büyük<br />
güçler ve onlara tapanlar. Bu filmi<br />
Filmekimi kapsamında hemen izlemeniz<br />
mümkün. Yanınızda mendil<br />
getirin ve filmden çıkınca ‘ben ne<br />
yapabilirim bu korkunç gidişata bir<br />
dur demek için’ diye düşünün.
ALMODOVAR VE<br />
O GÜÇLÜ KADINLARI<br />
Almodovar’ın yeni filmi<br />
Julietta’yı Uluslararası<br />
Adana Film Festivali’nde<br />
izledik. Sarsıcı ve iddialı<br />
filmlerden sonra daha sakin<br />
bir melodramla karşı<br />
karşıyayız<br />
MELİS ZARARSIZ<br />
n İspanyol yönetmen<br />
Pedro Almodovar,<br />
tüm dünyada<br />
sevilen, işinde<br />
usta bir sanatçı. Filmlerinin aynı zamanda<br />
senaryosunu da yazan, “auteur”<br />
ünvanını hakeden, beyazperdede kendi<br />
imzasını atabilmiş yönetmenlerden o.<br />
80’li yıllardan beri onlarca film çekmiş<br />
olan Almodovar’ın sinemasında olmazsa<br />
olmazları var. Bunlardan biri<br />
de karakterlerinin cinsel kimliklerinin<br />
altının her zaman fazla fazla çizili oluşu.<br />
Basmakalıp karakterler çizmez Almodovar.<br />
Kadınlar çoğunlukla dominant karakterler<br />
olmuştur onun filmlerinde. Bu<br />
yönüyle Hitchcock’un İspanyol şubesi<br />
olarak da anılmaktadır kimi zaman. Seksi,<br />
sıcakkanlı, iddialı Akdeniz kadınlarla<br />
tanıştırır bizi fakat aynı zamanda onların
güçlü ve cesur hikayeleriyle, izleyiciyi<br />
rahatsız etmeyi, algıyı genelde<br />
düşünülmeyen yönlere çekmeyi<br />
sever.<br />
Geçtiğimiz ay Uluslararası Adana<br />
Film Festivali’nde yönetmenin son<br />
filmi Julieta’yı izleme fırsatımız<br />
oldu. Üstüste gelen epey sarsıcı<br />
ve iddialı filmden sonra daha sakin<br />
bir melodramla karşı karşıyayız<br />
fakat elbette Julieta ile de bir, hatta<br />
birden fazla kadın üzerinden derdini<br />
anlatıyor Almodovar bize. Bu<br />
kez mizahı neredeyse olmayan,<br />
melodramı ise yüklü bir filmle<br />
karşı karşıyayız. Hal böyleyken<br />
çektiği onlarca filmde bizi nasıl<br />
kadınlarla tanıştırmıştı, onların<br />
aracılığıyla bize neler anlatmıştı,<br />
bir dönüp bakalım istedik, sondan<br />
başlayarak…<br />
Julieta: 28 Ekim’de vizyonda izleme<br />
şansı bulacağınız filmin senaryosunu<br />
yönetmen Alice Mudro’nun üç<br />
öyküsünden esinlenerek yazmış Almodovar.<br />
Orta yaşlarında olan Julieta,<br />
sokakta uzun zamandır görmediği<br />
biriyle karşılaşıyor. Kendisinden bile<br />
sakladığı bir geçmişi var Julieta’nın,<br />
bir vicdan azabı, bir suçluluk duygusu<br />
var. Canı gibi sevdiği kızından<br />
ayrı ve karşılaştığı kadından kızıyla<br />
ilgili bilgiler alıyor, bunun üzerine
hayatında o anda aldığı tüm kararları<br />
değiştiriyor. Kızının olduğu şehri terk<br />
etmemeye ve ona sayfalar dolusu mektup<br />
yazmaya karar veriyor. Filmin<br />
başrollerinde Emma Suárez, Adriana<br />
Ugarte, Rossy de Palma gibi isimler var.<br />
Filmde sürekli flashback’lerle Julieta’nın<br />
son 30 yıllık sürecini izliyoruz. Bu kez<br />
diğer filmlerindekine benzer dominant,<br />
sert, güçlü kadın profili çizmemiş yönetmen<br />
ilk bakışta. Bir kadın üzerinden bu<br />
kez sanki kayıpların ardından yaşadığımız<br />
çöküşleri, toparlanma çabalarımızı anlatmak<br />
istemiş. Fakat yine de kadın<br />
dayanışması ve eylemlerine yön veren<br />
kadın baskınlığı bir şekilde filmde yerini<br />
buluyor. Yönetmenin en iyi filmlerinden<br />
olduğunu söylememiz zor, fakat izlemeye<br />
değer bir yapım elbette, her şeyden önce<br />
sinematografisi ile, kurgusu ile, sanat<br />
yönetimi ile, aşina olduğumuz renk ve<br />
tasarım kullanımlarıyla göz alıcı, değerli<br />
bir yapım.<br />
Volver: Almodovar’ın en çok bilinen<br />
filmlerinden biri. 2006 yapımı filmde<br />
başrolde Penelope Cruz’u izlemiştik.<br />
Güzel oyuncu Raimunda adında bir<br />
kadını canlandırıyordu. Fakirlik içinde<br />
yaşayan ailesine bakmak için canla başla<br />
çalışan, savaşçı karaktere sahip bir kadın.<br />
Kızkardeşiyle birlikte bir cenazede, ölmüş<br />
annelerinin hayaletiyle karşılaşıyorlar.<br />
Onu evine geri getiriyorlar. Hiçbir şey<br />
olmamış gibi hayat devam ederken<br />
hayatlarıyla ilgili pek çok sır açığa çıkıyor.<br />
Sıradışı bir film, sıradışı kadın karakterler.<br />
. Kadın dayanışması yine gözle<br />
görülür biçimde işlenmiş. Yönetmen<br />
bir röportajında: Bu filmle hayatın çıkış<br />
noktası kabul edilen annelik olgusuna<br />
geri döndüm, diyor. Bu filmde erkekler<br />
neredeyse yoklar. Olanlar da genelde<br />
zaaflarıyla resmedilmişler. Yine bir röportajda<br />
yönetmen şu detayı paylaşmış:<br />
“Ben Raimunda karakteri için son derece<br />
güçlü bir kadın portresi çizdim fakat Penelope,<br />
karaktere çocuksu bir kırılganlık<br />
da ekledi kendinden ve bu çok<br />
yerinde oldu. İspanyol sinemasında<br />
genelde kadınlar kısa boylu, şişman<br />
ev kadınları olarak resmedilir, ben<br />
İtalyan Sineması’ndaki Sophia<br />
Lauren’ler gibi görüntüleri örnek<br />
almayı tercih ettim. Raimundo’nun<br />
büyük popolu olması da önemli bir<br />
detaydı. Büyük popo bir yandan<br />
da hayatın ağırlığını hisseden bir<br />
kadının ruhunu yansıtan bir detay<br />
benim için. Bunun için Penelope’nin<br />
poposunu yapay olarak büyüttük biraz.”<br />
Yönetmen o yıllarda kadınların<br />
kendisini mizahi senaryolar yazmak<br />
konusunda esinlendirdiğini,<br />
erkeklerin ise ona trajediyi<br />
çağrıştırdığını söylemiş fakat<br />
Julieta’dan anladığımız kadarıyla bu<br />
hava biraz değişmiş gibi…<br />
Kırık Kucaklaşmalar: 2009 yapımı<br />
filmde başrolde yine yönetmenin<br />
iyi arkadaşı, başarılı oyuncu Penelope<br />
Cruz var. Bu kez kadınımızın<br />
adı Magdalena. Senaryo yazarı<br />
Matteo (Lluis Homar) aşık oluyor<br />
Magdalena’ya ama Lena’ya aşık<br />
olan tek erkek o değil... Film<br />
takıntılarla, vazgeçilmez tutkularla<br />
ilgili aslında. Klasik Almodovar<br />
kurgusuyla 14 yıllık iki dönem<br />
arasında geliş gidişlerle devam<br />
ediyor Kırık Kucaklaşmalar ve<br />
beklenmedik sürprizleri önümüze<br />
seriyor beklenmedik anlarda. Melodram<br />
diyebileceğimiz film içinde<br />
mizah ve gerilim öğelerini de taşıyan<br />
enteresan ve davetkar bir yapım<br />
aslında. Cruz ise kendi dili olan<br />
İspanyolca’da yine oyunculuğunu<br />
çok daha başarılı sergiliyor duygusunu<br />
veriyor seyirciye.<br />
Annem Hakkında Herşey: 1998<br />
yapımı bir film. Madrid’te yaşayan<br />
yalnız bir anne olan Manuela,<br />
henüz 17 yaşındaki oğlunun<br />
doğumgününde hayatını kaybetme-
kaybetmesine tanık olur. Oğlunun<br />
günlüğünü okuyan Manuela, Barcelona’ya<br />
gidip oğlunun babasını aramaya koyulur.<br />
Oscar ödüllü yapım, hem mizahi yönleri<br />
ağır basan hem de melodramın hakkını<br />
veren bir film olarak oldukça özel bir yere<br />
sahip. Manuela toplumun kadına biçtiği<br />
fedakar anne rolünü üstlenen bir karakter<br />
gibi görünür. Fakat kocasını terk etme<br />
sebebini ve çocuğunu yalnız yetiştirme<br />
cesaretini gösterişini algıladığımızda işler<br />
değişir. Manuela’nın kocası daha sonra<br />
travesti olmayı seçmiştir fakat kadının<br />
kocasını terk etme sebebi bu değil, aksine<br />
kendisine yönelttiği maço yaklaşımlardır.<br />
Filmde, travestilere karşı hâkim olagelen<br />
önyargılar tekrarlanmaz; tam tersi, egemen<br />
olan heteroseksüelliğin karşısında<br />
farklı cinsel yönelimlerin de hakkının<br />
olduğu vurgulanır. Annem Hakkında Her<br />
Şey’de dikkat çeken bir diğer kadın karakter<br />
rahibe ise bence Rosa. Rosa’nın<br />
rahibe olması onun bir travesti ile ilişki<br />
yaşamasını engellememiş durumda<br />
mesela. Bu filmde de erkekler tarafından<br />
hayatları altüst edilen kadınlar birbirlerine<br />
destek olarak ayakta kalırlar.<br />
Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar:<br />
Muhteşem bir kara mizah örneğidir bu<br />
1989 yapımı, içinde Antonio Banderas’ı<br />
da barındıran film. Film bir dublaj<br />
stüdyosunda çalışan Pepa ile Ivan’ın<br />
ilişkilerinin bitişini konu alır. Pepa’nın<br />
hayatı Madrid’de bir apartman dairesinde<br />
3 farklı kadınla kesişir. Sevdiği adama<br />
ulaşma takıntısı olan bir kadın artık Pepa<br />
ve ruh durumu sinir krizi geçirecek kadar<br />
kötü durumda. Çevresi ve arkadaşları<br />
nedeniyle kendisini curcuna dolu olaylar<br />
silsilesinin içerisinde buluyor. Pepa<br />
karakteri filmin başında Ivan’ın sebep<br />
olduğu yıkıntıdan sağ salim çıkıyor. Pepa<br />
artık bir erkek ve onun istekleri peşinden<br />
koşan bir kadın değil, kaderini kendi<br />
yazan, özne konumunda bir kadın. Almodovar<br />
bazı filmlerde olduğu gibi kadınların<br />
fetişleştirilmesinden kaçınarak kadını<br />
anlatının öznesi haline getiriyor. Filmde<br />
sinir krizinin eşiğindeki bir başka karakter<br />
ise oyunculuk yapan Candela mesela. O<br />
da Almodovar’ın tüm kadın karakterleri<br />
gibi tutkularının peşinden giden bir kadın.<br />
Filmde Ivan ve oğlu Carlos dışında hikâyeye<br />
yön veren başka erkek karakter yok<br />
adeta.<br />
Almodovar filmleri hem kadınlar hem de<br />
cinsel azınlıklar için egemen ideolojiye<br />
bir başkaldırıdır. Julieta ilk bakışta her<br />
ne kadar zayıf ve çöküntü yaşamış kadını<br />
anlatıyor gibi görünse ve diğer filmlerine<br />
oranla daha az cesur yükselmelere<br />
sahipse de, temelde kadını yine merkez<br />
almış ve etken kılmıştır. Yürü be Pedro!
DEĞİŞİKLİK<br />
ANLAŞILMAMAYI DA<br />
BERABERİNDE GETİRİR<br />
Derviş Zaim ile son filmi Rüya’yı konuştuk.<br />
Zaim filmini değişerek devam etmek<br />
sözcüğüyle ilişkilendirdi. Zaim’in sanatçı<br />
kişiliği ve bu kişiliğinin kendini ittiği topraklar<br />
izleyicinin de düşünme yetisini zorluyor...<br />
DERVİŞ Z
AİM<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Benim röportajlarımı takip edenler<br />
bilirler. Ben çoğunlukla röportaj<br />
başlığını röportajı yaptığım<br />
kişinin bir sözünden seçerim.<br />
Ama Derviş Zaim ile yaptığım bu<br />
röportajın başlığını filmi seyreden<br />
toplulukların tepkisi ve<br />
Zaim’in hedeflediği sinemanın<br />
tezatlığı üzerine kurmak geldi<br />
içimden. Aynı hissi Zaim’in Devir<br />
filminde de hissetmiştim.<br />
Son dönem başat yönetmenler<br />
içinde riskli sularda korkusuzca<br />
yüzmek bağlamında Derviş Zaim<br />
en cesaretli yönetmendir benim<br />
için. Bu karmaşık girişin anlam<br />
bulması için buyrun röportaja...<br />
Önce senaryo ile başlayalım, senaryo<br />
nasıl ortaya çıktı?<br />
Sancaklar Camii’nin varlığının<br />
farkına varmam Emre Arolat<br />
Mimarlık aracılığıyla oldu. San-<br />
caklar Camii’nin görüntülerinin<br />
Londra’da bir sergide<br />
sergilenmesi gerekiyordu,<br />
“Acaba siz yardımcı olur musunuz”<br />
ricasıyla geldiler. Ben<br />
de bunun üzerine Sancaklar<br />
Camii’nden haberdar oldum.<br />
Sağolsunlar beni oraya<br />
götürme nezaketinde bulundular.<br />
Camiyi görünce ne kadar<br />
zamandır yapmak istediğim<br />
bir şeyi yapabilme ihtimalinin<br />
ortaya çıktığını düşündüm.<br />
Aslında daha önce bir senaryo<br />
denemem olan Osmanlı mimarisi<br />
ve günümüzdeki tezahürlerinin<br />
nasıl olabileceği<br />
meselesini bu bağlamda<br />
gerçekleştirebileceğimi<br />
düşünmeye başladım ve içten<br />
patlamalı motor gibi kendimi bu<br />
yöne doğru itmeye başladım.<br />
Mart ayında bu ziyaret olmuştu,<br />
Haziran ayında yine mimarın<br />
ve mal sahiplerinin büyük<br />
nezaketiyle, gerekli izinleri<br />
bana tanımalarıyla, o camide<br />
inşaat devam ederken çekim<br />
yapma şansına sahip oldum.<br />
Büyük konuşmayayım ama<br />
muhtemelen sinema tarihinde<br />
inşaat devam ederken<br />
orada çekim yapan ilk yönetmenim<br />
herhalde. Akıl alır bir<br />
şey değildi yaptığımız. Resmen<br />
inşaat devam ediyordu,<br />
ortalıkta yüzlerce işçi çalışırken<br />
aynı zamanda yüzlerce sinema<br />
çalışanı da orada devam ediyordu<br />
ve birbirleni kollayarak<br />
işi götürüyorlardı. Hem inşaatı<br />
yaptıran insanların, hem de<br />
mimarın burada hakkını vermek<br />
gerek. Bu olacak bir şey<br />
değildi, kendimi çok şanslı<br />
addediyorum bu anlamda.<br />
Onlara teşekkür etmek isterim.<br />
Osmanlı mimarisi,
Selçuklu mimarisi, Batı mimarisi, Osmanlı<br />
kültürü, bunların sinemaya nasıl tercüme<br />
edileceği konusundaki önceki okumalarımın bir<br />
kolaylaştırıcı etkide bulunduğunu söylemem<br />
gerekiyor. Bir günde oluşmuş şeyler değildi<br />
bunlar. Onların getirdiği bir külliyatın üzerine<br />
de senaryoyu kurmam nispeten daha kolay<br />
oldu. Elbette bu, Osmanlı mimarisi dendiği zaman<br />
yapılabilecek tek ve bir film değildir. Ama<br />
Osmanlı mimarisinden hareket ederek, Osmanlı<br />
mimarisinin günümüz insanına söyleyebileceği<br />
şeylerin ne olduğunu düşünen ve bulduğu bazı<br />
ipuçlarını sinema diline çevirmeye gayret eden<br />
birinin gidebileceği bir noktaydı. Bunu benden<br />
sonraki insanlara, arkadaşlarıma gösterebilmesi<br />
bağlamında çok bahtiyarım. Sinema gösteriminden<br />
sonraki söyleşide bana sorduğun soruya<br />
verdiğim yanıta tekrar dönecek olursam, bizim<br />
ülkemizin ve sinemamızın önemli problemlerinden<br />
bir tanesi hem biçim, hem de içeriği<br />
geliştirecek şekilde çok fazla kafa yormamamız.<br />
Sinemamızda belli damarlar var. Neorealist,<br />
yeni gerçekçi bir damar var. Sinema seyircimiz,<br />
sinema entelektüelimizin beğendiği, onore ettiği,<br />
benimsediği damarlar var. Tembelliğin de taze<br />
bakışların geliştirilmesi önünde engel olduğunu<br />
söylemek mümkün. Bunun yanısıra dünya<br />
sinema endüstrisinin bizi itmeye çalıştığı bazı<br />
köşelerin tuzağına düştüğümüzü de söyleyebilirim.<br />
Bunlar nedir? Özellikle sanat filmlerinde neo<br />
realist gelenekten gelen filmleri yapmayacaksan,<br />
minimalist işler yapacaksın gibi bir dayatma var.<br />
Bu dayatma da bizi form anlamında minimalizm,<br />
içerik olarak da çoğunlukla nihilist olmaya itiyor.<br />
Halbuki bu kadar yoğun ve zengin bir kültür<br />
yapısı üzerine oturan Türk sinemasının, sinemada<br />
yapıyla oynayabilme şansını heba ettiğini<br />
düşünüyorum. Osmanlı mimarisinin yapısına<br />
baktığımda da, bu yapıyı sinemaya tercüme<br />
edebileceğim bir senaryo yazmanın çok heyecan<br />
verici bir fikir olduğunu düşündüm bu yüzden kaleme<br />
aldım. Özellikle kadın karakterlerde kendi<br />
kaderleri üzerinde söz söyleyebilen, adım atabilen,<br />
kendilerini ve toplumdakileri değiştirmeye<br />
çalışan bir tablo içerisinde çizmeye her zaman<br />
gayret ediyorum. Bu filmde bunun daha da<br />
ileri gittiğini görmek mümkün. Karakterizasyon<br />
anlamında benim daha önce yaptığım işlere hem<br />
benzeyen, hem de benzemeyen, onlardan biraz
daha ileri giden bir tarafı var. İçerik olarak Türk<br />
sinemasında daha önce çok az ele alınmış<br />
hatta belki hiç ele alınmamış bir konuyu, mimariyi<br />
ele alması önemli diye düşünüyorum.<br />
Çok şikayet ediyoruz, niçin bu kadar mimari<br />
rezaletler oluyor, geçmiş bu kadar zengindi<br />
oysa biz hayatı, şehirleşmeyi böyle yaşıyoruz.<br />
Buna mahkum muyuz, buna layık mıyız?<br />
Hayır değiliz. Çünkü geçmişte çok daha farklı<br />
bir hayatın olma ihtimalini bize okuduklarımız<br />
gösteriyor. İşte bu ipuçlarını kullanarak kendimizi,<br />
yaşadığımız yeri, düşünme biçimimizi,<br />
duyma biçimimizi sorgulamanın bir aracıdır<br />
sinema, ben de sinemayı bu iş için kullanmak<br />
istedim.<br />
Filmlerinizde hep bir şeylerin peşinde<br />
koşuyorsunuz, minyatür, şimdiki mimari. Bir<br />
önceki filminiz Balık ve Devir’de çevreci bir<br />
endişe vardı. Bu filmde bu iki ayrı kolu paralel<br />
şekilde birleştirmişsiniz. Filmografiniz açısından<br />
bir bütünlük sağladığını söyleyebilir miyiz bu<br />
filmin?<br />
Doğru bir yorumdur. Devir ortaya çıktığında<br />
“Doğa üzerine bir üçleme yapacağım” demiştim.<br />
Dediğinize geliyoruz. Aslında bu film doğa<br />
üzerine yaptığım filmlerin bir uzantısı olarak<br />
da değerlendirilebilir. Şehirde yaşayan bir<br />
insanın doğayla olan bağlantısı, çünkü şehirde<br />
yaşamak da etrafla, çevreyle, doğayla ilişkiyi<br />
gerektirir. Bunun nasıl olabileceği üzerine,<br />
günümüzde Türk insanının nasıl yaşayabileceği<br />
üzerine bir film bu. Öteki taraftan gelenekle<br />
ilintili filmlerin bir uzantısı olarak da görmek<br />
lazım, ortak noktalar var. Ama aynı bakış<br />
açısından bakıldığı zaman benim politik filmlerin<br />
de ayrı bir kesiti oluşturduğunu göreceksiniz.<br />
Mesela Gölgeler ve Suretleri’i gelenekle ilgili<br />
filmlerim arasında değerlendirebiliriz, Çamur’la<br />
yanyana konabilir. Çünkü politik olarak bakıldığı<br />
zaman Kıbrıs’la ilgili bir filmdir. Kompartımanlar<br />
var benim filmografimde ama kompartımanların<br />
bazen kesiştiği bazı filmler var. Bu da kötü bir<br />
şey değil. Birbirlerinden besleniyorlar, temaların<br />
devamlılığı var, temaların farklı bağlamlarda<br />
değişerek devam etmeleri söz konusu ve bunlardan<br />
mutluyum. Böyle bir filmi yapmış olmaktan<br />
da mutluyum çünkü gelenekle ilgili yaptığım<br />
üç film eğer mimariyle birlikte olmamış olsaydı<br />
bir cümle tam tamamlanmamış olacaktı. Niçin?
Çünkü Osmanlı sanatının göbeğinde<br />
mimari vardır.<br />
Siz filmi yaparken bambaşka anlamlar<br />
yüklüyorsunuz, ben seyrederken<br />
bambaşka anlamlar görüyorum.<br />
Bir yanda Osmanlı döneminin ünlü<br />
camileri, bir yanda yeni bir stilde<br />
cami yapmak... Filmdeki yeni cami<br />
neyi ifade ediyor?<br />
Bunu sinema bağlamında şöyle<br />
anlatayım. Ben bir sinemacıyım<br />
mimar değilim. Mimari üzerine<br />
düşünmeye çalışıyorum, hatta mimarinin<br />
bana, sinemama nasıl yardımcı<br />
olabileceğini, özellikle Osmanlı ya<br />
da Bizans mimarisinin bana nasıl<br />
yardımı olabileceği ihtimali olduğunu<br />
düşünmekten hoşlanan birisiyim.<br />
21’inci yüzyıldayız, 22’inci yüzyılda<br />
yaşayacak olan bir Türk sinemacısı<br />
da benimle benzer meselelere sahip<br />
olma ihtimalinde olacak diye<br />
düşünüyorum. Aynı meselemiz<br />
devam edecek. Yahya Kemal Beyatlı,<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar nasıl benimle<br />
hemen hemen benzer şeyleri<br />
düşündüyse, bizden sonrakiler de<br />
benzer şeyler üzerinde düşünecekler.<br />
Yahya Kemal’in beni çok etkileyen<br />
sözcüğü vardır: İmtidad. İmtidad<br />
değişerek devam etmek, ya da devam<br />
ederek değişmek anlamına gelen<br />
bir sözcüktür. Biz Türkler olarak,<br />
ya da bu coğrafyada yaşayan insanlar<br />
olarak, böyle zengin bir geleneğin<br />
üzerinde yaşayan insanlar olarak<br />
acaba devam ederek değişmeyi nasıl<br />
başaracağız. Ya da değişerek devam<br />
etmeyi nasıl başaracağız. Kendimizi,<br />
geleneğimizi devam ettirmekten<br />
bahsediyorum. Mimar Sinan’ı birebir<br />
kopyala yapıştırla devam ettirmek<br />
mümkün. Ondan hoşlanan varsa<br />
hiç bir lafımız olmaz. Ama 21’inci<br />
yüzyılın yapı teknolojileri değiştikçe,<br />
22’inci yüzyılda değiştikçe ister<br />
istemez bizim düşünsel yapımızın<br />
bu konuda bizi zorlayacağı yerler<br />
var. Başkaları bize dayatacağına biz
kendimiz düşünerek bunları bulabiliriz.<br />
Devam ederek değişmek meselesi<br />
söz konusu olduğunda nasıl bir mimari<br />
çözüme ulaşmak istiyoruz ve bunun<br />
sinemaya etkileri ne olabilir? Ben<br />
Mimar Sinan’a, ya da Osmanlı mimarisine<br />
baktığım zaman değişerek devam<br />
etmek bağlamında benim sinemamı<br />
zenginleştirecek şey ne olabilir sorusunu<br />
kendime sordum. Neyi buldum?<br />
Süleymaniye’de, Selimiye’de ritme<br />
baktım. O camilerin ritmi bu senaryonun<br />
yapısına düştü.<br />
Böyle düşündüğümüzde, film<br />
göründüğünden daha politik bir film<br />
demektir. Değişerek devam etmekten<br />
bahsediyorsanız, bir kimlik üzerinden<br />
değişmekten bahsediyorsunuzdur, bu<br />
da tamamıyla politik bir önerme.<br />
Bunu yaparken asla ve asla bir<br />
çoğunluğa ket vuracak şekilde bir<br />
tavır içerisinde değildim. Nereden<br />
bunun ipucunu buluyoruz. İlk beşinci<br />
dakikada Rüya adı yazıyor ya filmin<br />
içerisinde; açılıyor, kız uyanıyor, televizyon<br />
ekranında Hans Holbein’ın Elçiler<br />
tablosu var. İşte orada... Başka da bir<br />
ipucu vermeyeceğim. (Okuyucular<br />
için not: The Ambassadors-Elçiler,<br />
Alman ressam Hans Holbein’ın<br />
içinde sayısız ayrıntılarla sembollerin<br />
gizlenmiş olduğu ünlü bir<br />
tablodur.)<br />
Eklemek istediğiniz başka bir şey var<br />
mı?<br />
Filmin karakterizasyonu, tartıştığı<br />
şey, tartıştığı şeyleri tartışma biçimi<br />
bağlamında Türk sinemasında<br />
muhtemel gidilebilecek yeni topraklara<br />
işaret etme ihtimali olduğunu<br />
düşünüyorum ve bu filmi yapmış<br />
olmaktan dolayı çok mutluyum.<br />
Son olarak, değişerek devam eden<br />
karakteri neden kadın olarak seçtiniz?<br />
Daha önceki filmlerimde de böyle<br />
kadın karakterler, güçlü kadın karakterler<br />
her zaman var. İyi ki de var. Bu<br />
anlamda filmografim değişerek devam<br />
ediyor.
VALİM<br />
O KADAR<br />
ZALİMDİ Kİ<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Sinema yazarı Murat<br />
Tolga Şen, valilik<br />
tarafından son anda<br />
ve hiçbir gerekçe<br />
gösterilmeden iptal<br />
edilen Malatya Film<br />
Festivali’nin kaderi ne<br />
olacak diye soruyor!<br />
Sinemamız valilerin, belediye<br />
başkanlarının insafına kaldı! Sonunda<br />
bu da oldu; ülkenin önemli<br />
kültür sanat etkinliklerinden biri olan<br />
Malatya Film Festivali (Kristal Kayısı)<br />
iptal edildi!<br />
Sinema yazarı arkadaşlarla sohbet<br />
ettiğimiz bir WhatsApp grubumuz<br />
var, haber ilk oraya düştü ama her<br />
şeyi tamam olan, daha öğlen Belkıs<br />
Özener’e onur ödülü vereceğini<br />
duyurduğumuz festivalin iptal edilmesi<br />
saçma geldi. Hatta bunu yazan<br />
arkadaşımızla bir süre eğlendik.<br />
Başımıza gelecekten haberimiz yokmuş<br />
meğer!<br />
Festivalin basın sorumlusunu arayıp<br />
olayı doğrulatınca şaşkınlığım daha da<br />
arttı. Sonra, Cumhuriyet gazetesinden<br />
arkadaşım Ceren Çıplak hazırladığı<br />
bir haberin linkini gönderince olay<br />
aydınlandı. Ceren Çıplak’ın haberine<br />
göre Malatya Valiliği tarafından düzenlenen<br />
festivalin, vali yardımcılarının<br />
açığa alınması nedeniyle iptal edildiği<br />
iddia edildi. Kısa bir süre önce ‘FETÖ’<br />
soruşturması kapsamında Malatya Vali<br />
Yardımcısı Ömer Dağdeviren ve Bülent<br />
Güven açığa alınmıştı.
Uzun lafın kısası; Fetö, Malatya Film Festivali’ni<br />
mundar etti! Ya da zaten gönülsüz yapılıyor ve iptal<br />
etmek için bahane lazımmış ki biz o filmi daha<br />
önceden gördük. Peki, tek çare bu muydu gerçekten?<br />
Malatya valiliği, açığa alınan vali yardımcıları<br />
olmadan bir film festivali organizasyonunu kotarmaktan<br />
aciz mi?<br />
Orada 6 yıldır bu işi layıkıyla yapan bir ekip var,<br />
hepsini tek tek tanıyorum, Malatya’ya yine dört<br />
dörtlük bir film festivali armağan edeceklerinden<br />
de emindim. “Aman ne olacak, altı üstü bir film<br />
festivali işte” de denebilir ancak “Recep İvedik<br />
sineması bize yetiyor” diyenlerden değilseniz<br />
şayet, ülkenin doğusunda böyle güçlü bir kültür<br />
sanat etkinliği gerçekleştirmek çok önemliydi,<br />
yoksa ne işi var Nastassja Kinski’nin Malatya’da?<br />
Acı olan nedir biliyor musunuz? Bir ülkenin<br />
sinema sanatının temsil ve değerlendirilme şansı<br />
bulduğu organizasyonların yani film festivallerinin<br />
belediye başkanlarının, valilerin iki dudağının<br />
ucunda olması ve onların siyaseten yakınlıklarıyla<br />
şekillendirilmeye çalışılmasıdır. Hazırlıkları<br />
neredeyse tamamen bitmiş bir festival, valinin bir<br />
sözüyle “yapmayın” denerek iptal edilebiliyormuş.<br />
Kültür bakanlığının tavrını merak ediyorum çünkü<br />
festivallerde gösterilen filmlerin en büyük finansörü<br />
onlar, AVM salonları için sinema sanat değil<br />
eğlence. Bakanlık hem çekim hem de (Festivaller<br />
sayesinde) gösterim desteği veriyor bağımsız<br />
sinemacılara… Bakalım, “vali bey yap sen bu<br />
festivali” diyecekler mi?<br />
Malatya valiliği söz konusu yanlıştan bir an önce<br />
dönmeli çünkü bu iptal kararı aynı zamanda<br />
“biz Fetöcüler olmadan festival yapamıyoruz”<br />
demeye geliyor, bilmem farkındalar mı? Vali<br />
bey şehrin en önemli tanıtım etkinliğini Fetö ile<br />
ilişkilendirmeden sürdürmeli, vali yardımcıları<br />
açığa alındıysa onların festivaldeki görevlerini<br />
başkası üstlenmeli ki zaten kendilerinin içeriğe<br />
bir etkisi yok. Festivalin bağımsız bir danışma<br />
kurulu var, 6 yıldır da onlara güvenerek yapıldı.<br />
Eğer bu iptal kararı geçerlilik kazanırsa bir daha<br />
Malatya’da bir daha asla film festivali falan<br />
olmayacağından emin olabilirsiniz.<br />
Buna en çok üzülmesi gerekenler<br />
Malatyalılardır, umarım festivallerine sahip<br />
çıkarlar. “İstanbul’dan uçaklara doldurulup getirilenler”<br />
(bu cümle festivali eleştiren Malatyalı<br />
bir gazeteciye ait) önemli değil, biz filmlere<br />
ulaşırız, festival onlar için yapılıyor ama AVM<br />
sinemasında gösterilen gişe komedileri yetiyorsa,<br />
boş yere zırlamamıza gerek yok demektir.<br />
Malatya halkı festivallerini geri istiyorlarsa<br />
onların sesi olmaya hazırım.<br />
Top şimdi Malatyalılarda, Kristal Kayısı’nın<br />
onların hayatındaki yerini anlamak için güzel bir<br />
test bu. Film festivallerinin iptal edilmediği bir<br />
ülkede yaşamak dileğiyle…
BU CEHENNEM<br />
ÇOK SICAK<br />
MASIS ÜŞENMEZ<br />
n 2006 yılında<br />
Dan Brown’ın<br />
çok satan kitaplar<br />
listesinden<br />
hiç düşmeyen<br />
gerilim, aksiyon<br />
dolu romanı<br />
Da Vinci Kodu<br />
ile büyük başarı kazanan Ron<br />
Howard, bu gücü arkasına alarak<br />
serinin ikinci kitabı olan Melekler<br />
ve Şeytanlar(2009)’ı da yönetmişti.<br />
Aradan geçen yıllarda Dan Brown<br />
da boş durmayarak Robert<br />
Langdon’un maceralarını anlatan<br />
Kayıp Sembol ve Cehennem adlı iki<br />
kitap daha çıkardı. Howard ilginç<br />
bir şekilde üçüncü kitabı atlayarak<br />
dördüncü kitabın filme çekilmesine<br />
karar verdi.<br />
Dan Brown’ın artık delilik noktasına<br />
getirdiği şüphecilik serisi, Simge<br />
bilimci Robert Langdon’ın<br />
Avrupa’da Hristiyanlığın kökenlerine<br />
inmesini gerektiren cinayet davası<br />
ile başlamış daha sonra Vatikan’a<br />
kadar uzanmıştı. Cehennem ise<br />
daha modern diyebileceğimiz bir<br />
gizemi ele alarak Dante’nin eserinden<br />
yola çıkarak dünya nüfusunu<br />
hedef alan bir tehlikeyi çözmeye<br />
çalışıyor.<br />
Bilinçsiz bir biçimde Floransa’da<br />
bir hastanede gözlerini açan Langdon<br />
son günlerde yaşadıklarını
Robert Langdon<br />
tüm insanlığı etkileyecek<br />
hastalık ile<br />
savaşmak için cehennemin<br />
kapılarını<br />
aralıyor! Ron Howard<br />
ve Tom Hanks<br />
ikilisi Dan Brown’ın<br />
eserinden uyarlanan<br />
simge bilimci<br />
Robert Langdon’un<br />
maceralarını anlattığı<br />
üçüncü film ile tekrar<br />
karşımızda.<br />
hatırlamamaktadır. Çok geçmeden<br />
kendisini gene bir hedef tahtasında<br />
bulan Langdon, Dr. Sienna<br />
Brooks(Felicity Jones)’un ve simge<br />
bilim doktorasının yardımı ile olayları<br />
çözmeye ve özgürlüğünü geri almaya<br />
çalışır.<br />
Floransa, Venedik, Budapeşte<br />
ve bizim için en önemlisi olacak<br />
İstanbul gibi şehirleri dolaşacak olan<br />
ikili, Dante’nin Cehennem’ini açığa<br />
çıkardıkça, nüfus patlaması ile kendi<br />
sonuna doğru ilerleyen insanlığın<br />
kurtuluşunu Ortaçağ’daki kara veba<br />
benzeri bir virüste gören organizasyonun<br />
planını bozup insanlığı kurtarmaya<br />
çalışacaklar.<br />
Robert Langdon zeki bir Indiana<br />
Jones’a dönen yaşam hikayesinde<br />
ilk macerasından günümüze<br />
inandırıcılığını yitirip tam bir aksiyon<br />
yıldızına evrildi. Bunda Dan Brown’ın<br />
tarihi temelleri sarsarak yarattığı<br />
gizemli kaleminin yerini para basma<br />
makinesine çevirmesinin yanında<br />
Ron Howard’ın yüzeysel aksiyon<br />
sineması dilinin de etkisi büyük.<br />
Serinin önceki filmlerine bakacak<br />
olursak vasat üstü olan iki film de<br />
seyredildikten sonra üstünüzde bir<br />
etki bırakmıyor ancak sıkmadan da<br />
kendini seyrettiriyordu. Oysa ki iki<br />
kitap da Hristiyan inancında büyük<br />
tartışmalara yol açmış pek çok<br />
okuyucu tarafından Hristiyanlığın<br />
sorgulanmasına neden olmuştu.<br />
Howard’ın çevrimleri ne kadar<br />
hikayeye ihanet etmese de aksiyona<br />
odaklanmış ve asıl konunun<br />
vuruculuğunu geri plana atmıştı.<br />
Ancak gene de yakaladığı gişe<br />
başarısı ve Tom Hanks karizması ile<br />
işi kotardı.<br />
Hem daha çok mekanda geçen, hem<br />
de büyük bir hastalığın yayılmasını<br />
konu alan Cehennem serinin<br />
en büyük işi olmaya çalışıyor.<br />
Howard’ın üçüncü kitabı atlayıp direkt<br />
Cehennem’e geçmesinin de ana<br />
nedeni bu konu genişliği ve mekan<br />
çeşitliliği.<br />
Star Wars: The Force Awakens ile<br />
aynı zamanda çıkacağı için gösterim<br />
tarihi biraz daha erkene alınan yapım<br />
2 dakikalık fragmanında tüm konuyu<br />
anlattığı için de pek çok eleştiri aldı.<br />
Ancak görünen o ki Robert Langdon<br />
ile beraber görselliği yüksek, aksiyonu<br />
tavan bir avrupa seyahati bizi<br />
bekliyor.
SİNEMANIN<br />
BODRUM’UNA<br />
İNDİK<br />
Biz sinema yazarları için festivaller<br />
çok önemlidir. Türk sinemasında<br />
o yılın kalburüstü filmlerini toplu<br />
olarak seyredip, yönetmenlerle, oyuncularla<br />
röportaj yapmak, ödül törenleri, jüri<br />
dedikoduları ve herşey bizi besler. Biz<br />
sinema yazarları dışında bu festivaller<br />
sinemanın kendisi için de büyük anlamlar<br />
taşır. Festivallerdeki verilerle o yılın<br />
değerlendirmesini yaparız. İstanbul,<br />
Adana, Antalya başat festivallerdir.<br />
Onları takip eden daha küçük ölçekli<br />
festivallere de gideriz. Bunların çoğu<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
ZAMANIN RUHU<br />
6. Bodrum Türk Filmleri<br />
Haftası Türk sinemasını<br />
etkileyecek etkinliklere ev<br />
sahipliği yaptı. Festivallerin<br />
bol gezmeli atmosferinden<br />
çıkıp sinemanın<br />
arka köşelerindeki<br />
asıl oyuncuların<br />
hesaplaşmalarını izlemek<br />
çok önemliydi...<br />
yapıldığı şehrin sosyal hayatı için önemlidir.<br />
Bu şehirlerdeki üniversitelerde<br />
okuyan gençlerin hayatlarını etkiler bu<br />
etkinlikler. Biz de özellikle o öğrencilerle<br />
buluşmak, onların yalnız olmadıklarını<br />
hatırlatmak için düşeriz yollara. Kayseri,<br />
Malatya, Aksaray, Elazığ, Tunceli,<br />
Mardin gibi şehirlere bu yüzden mutlaka<br />
gideriz. Ama Bodrum, Marmaris, Datça,<br />
Köyceğiz gibi festivallere pek yolumuz<br />
düşmedi. Belki biraz bizim suçumuz<br />
bu durum. Bu şehirlere gittiğimizde<br />
“Tatil yapıyorlar” suçlamalarına mu-
hatap olmamak, oradaki etkinlikleri sinemasal<br />
olarak biraz küçük görmek bizim ayıbımız oldu.<br />
6. Bodrum Türk Filmleri haftasına gittiğimde biraz<br />
da bu suçluluğu taşıyordum üstümde. Fakat<br />
karşılaştığım ortam Türk sinema entelektüellerinin<br />
bihaber oldukları bambaşka bir ortamı görmemi<br />
sağladı.<br />
Sinemanın entelektüeli bihaber<br />
Sinema yazarlarının, araştırmacılarının,<br />
derneklerinin sürekli sorduğu sorular veya durumu<br />
anlatırken kullandığı verilerin kaynağını oluşturan<br />
sinemanın asıl öğeleri oradaydı. Üstelik öyle festival<br />
naifliği içinde bir ortam değildi buradaki ilişkiler.<br />
yüzde 12’lik doluluk oranıyla çalıştığını biliyor<br />
musunuz? Ya da bir film iyi gişe yapsa bile üç,<br />
dört haftadan fazla sinemada kalamamasının<br />
sebebinin bazı büyük dağıtım şirketlerinin veya<br />
yapımcı şirketlerin baskısı olduğunu hiç bir<br />
yerde okudunuz mu? Avşar filmin sahibi olan<br />
Şükrü Avşar’ın söylemiyle bağımsız filmleri<br />
gösterdikleri zaman o filmlere gelen seyircinin<br />
birkaç hafta sinemalara küstüğünü hiç biliyor<br />
muydunuz? Bunun ilk olarak 1980’de Kültür<br />
Bakanlığının desteklediği 10 filmlik bir paketin<br />
sinemalara çıktığı zaman hissedildiğini biliyor<br />
musunuz? Film çeken bir yapımcının sinemada<br />
Sinema salonları sahipleri, Türkiye’nin en büyük<br />
dağıtım şirketleri görevlileri ve yapımcılar burada<br />
çatır çatır birbirlerinin üstlerine yürüyüp asıl sinema<br />
endüstrisinin sıkıntılarını çözmeye çalışıyorlar.<br />
Buradaki ilişkiler Kültür Bakanlığından, Türkiye’nin<br />
en uzak diyarlarındaki küçük sinema salonlarının<br />
geleceğine kadar etki ediyor. Film çeken<br />
insanların daha projenin başındayken ne kadar<br />
gişe yapacağını öngürüyor buradaki insanlar.<br />
Hani bağımsız filmler salon bulamıyor tartışması<br />
var ya, işte buradaki toplantıları takip etmeden<br />
böyle bir tartışmaya katılmak havanda su dövmek<br />
aslında. Mesela Türkiye’deki salonların ancak<br />
gösterilen ve izleyiciyi bıktıran yarım saatlik<br />
reklamlardan hiç pay almadığını duydunuz<br />
mu? Festivallerin burun kıvırdığı Şahan Gökbakar,<br />
Cem Yılmaz gibi isimlerin filmleri olmasa o<br />
festivallerin yapılamayacağını size söylesem...<br />
Bütün festivallerin ana para kaynağı olan Kültür<br />
Bakanlığı ödeneklerinin satılan biletlerden<br />
alınan payla ortaya çıktığını siz okuyucular<br />
bilmiyorsunuzdur. İnanın köşesinde sinemayla<br />
haşır neşir olan, kendini sinema yazarı addeden<br />
isimler de bunları bilmiyor. Kısacası Bodrum<br />
Türk Filmleri Haftası sinemanın karanlık bodrumuna<br />
inmek adına benim için büyük fırsat oldu.
Bu etkinliği yapan Cinemarin<br />
sinemaları sahibi ve Sinema<br />
Yatırımcıları Derneği SİSAY’ın<br />
Başkanı Cenk Sezgin sayesinde<br />
bütün bu etkileşimler yaşanıyor.<br />
Kültür Bakanlığının ilgisi de<br />
eksik değil Bodrum’da. Bakanlık<br />
buradaki bir takım toplantıların<br />
video kaydını izleyip haberdar<br />
olmak istiyor. Tabii bu yeter<br />
mi? Yetmez. Bence Bodrum’da<br />
yaşananlar Antalya Film Forum<br />
kadar önemli.<br />
Bodrum Kalesinde sinema aşkı<br />
Gelelim Bodrum Türk Filmleri<br />
Haftası’nın görünen yüzüne, Bodrum<br />
Kalesinde her gece bir film<br />
gösteriliyor. O yılın sevilen filmleri<br />
izleyiciyle tekrar buluşuyor.<br />
Benim dikkatimi çeken bu filmlerin<br />
festival filmlerinden daha çok<br />
gişe filmlerinden seçilmesi oldu.<br />
İzleyici de onun için coşmuştu.<br />
İlk kez zorlamayla değil halkın<br />
gerçekten gitmek istediği filmlerin<br />
bir seçki olarak sunulduğu bir<br />
etkinlik gördüm. Murat Şeker’in<br />
Çakallarla Dans 4, Emir, Ceren<br />
Benderlioğlu’nun Kız Kaçıran,<br />
Tamer Karadağlı’nın Pamuk<br />
Prenses ve Özcan Deniz’in İkinci<br />
Şans filmlerinin gösterimleri dolup<br />
taştı.<br />
Özcan Deniz Yunanistan’ın Kos<br />
adasını fethetti.<br />
Bodrum Türk Filmleri Haftasının<br />
bir önemli etkinliği de<br />
Yunanistan’ın Kos Adasında her<br />
sene bir Türk filminin gösterilmesi.<br />
Feribottan indiği anda<br />
Yunanlı genç kızların akınına<br />
uğrayan Özcan Deniz’in İkinci<br />
Şans filmini seyretmek için<br />
bekleyenlerin sinema salonunun<br />
önünde oluşturduğu kuyruk bizi<br />
gururlandırdı. Koslu Yunanlılar<br />
ve Türk azınlık o filmi seyrederken<br />
gözlerine bakmak bizim<br />
için ayrıcalıktı.
AŞKSIZ YAŞAYAMAM<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Pis Yedili dizisinden bir çok oyuncu çıkıp sinema<br />
macerasına başladı. Bunlardan biri de Ecem<br />
Karavus. Ecem ilk sinema filmi Bayram Abi ile<br />
izleyicinin karşısına çıkacak. Sorularımızı cevaplayan<br />
Ecem Karavus özellikle Filiz Akın hayranı<br />
olduğunu, güzelliğiyle, duruluğuyla, bakışlarıyla,<br />
oyunuyla, karakteriyle Akın’ın kendisini çok<br />
etkilediğini söyledi.<br />
Senaryoda sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />
Senaryoyu ilk okuduğunuzda senaristin ne kadar<br />
samimi olduğunu hissedebiliyorsunuz. Ben yalandan<br />
uzak, samimiyete inanan biriyim. Senaryo<br />
bana her bakımdan çok güven verdi ve filmin<br />
diğer filmlerden farklı bir tılsımı olduğunu hissettirdi.<br />
Filmlerde argo genelde ön planda. Argo<br />
kullanmadan da bir filmin komik olabileceğini<br />
gösterecek Bayram Abi. Beni en çok etkileyen bu<br />
olmuştur.<br />
Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />
Genç, güzel, hırslı, idealist bir karakter Sinem.<br />
Dediği dedik, bugüne kadar birçok iş başarmış,<br />
kariyerinin zirvesinde, işi dışında ön plana<br />
çıkmayan bir karakter. Bütün bu yoğunlukta kalbinin<br />
derinliklerindeki yufkalığı özenle saklayan bir<br />
kızımız Sinem karakteri.<br />
Dizilerden sonra ilk sinema tecrübesi, sinema<br />
ile dizi arasında bir fark gördünüz mü?<br />
Elbette sinema ve dizi arasında dağlar kadar fark<br />
var. Diziler 1 haftada yaklaşık 130 dk çekmek<br />
için sıkıştırılmış program uygularken, sinemada<br />
gayet rahat, ince eleyip sık dokuduğumuz, bu<br />
plan tamam dendiğinde geri dönüşü olmayan ve<br />
nesiller boyu çocuklarımıza hatıra bırakacağımız<br />
bir iş çıkıyor ortaya. Dizinin ve sinemanın keyifleri<br />
çok başka, hoş her işin keyfi kendinde<br />
saklı. Nerde ne şekilde verim alacağınıza bağlı<br />
açıkçası. Fakat çalışma şartları bakımından film<br />
çekmek dizi çekmeye göre daha rahat.<br />
Film de güzel başarılı bir iş kadınını<br />
canlandırıyorsunuz. Gerçek Ecem ile<br />
canlandırdığınız karakter arasındaki farklar ve<br />
benzerlikler nelerdir?<br />
Fazla hırslı insanları ben sevemiyorum. Hayatın<br />
Bayram Abi filminin genç<br />
oyuncusu Ecem<br />
Karavus aşkın kendisi<br />
için çok önemli olduğunu,<br />
kariyer veya aşk hayatını<br />
birbirinden ayıramacağını<br />
söyledi...<br />
karşımıza ne çıkaracağı belli olmadığı için fazla<br />
hırs sadece insanın birazcık kendini yemesinden<br />
başka bir işe yaramadığını gösterdi bana<br />
hep etrafımdaki insanlardan. Ben bu kadar<br />
hırslı olmadım. Evet fazlasıyla çabaladım ama<br />
hayatın akışına bıraktım bir zaman sonra. Sinem<br />
çok hırslı ama sonunda iyi kalbini gün<br />
yüzüne çıkarması beni bile oynarken çok mutlu<br />
etti.<br />
Gerçek Ecem romantizmi hayatında nereye<br />
koyar? Sizin için kariyer mi yoksa aşk mı<br />
önemlidir?<br />
Aşk benim için ilk sıradadır. Çünkü aşk içinde<br />
her şeyi barındırır. Aşksız bir iş yapabilir miyiz,<br />
aşksız yaşayabilir miyiz? İşimize, sevgilimize,<br />
kocamıza, karımıza, ailemize, kedimize,<br />
toprağımıza aşık değil miyiz? Bütün evrenin ana<br />
teması aşk. Bir aşk zerresinden yaratılır dünya<br />
ve insanlık boyu aşksız kimse yaşayamaz.<br />
Aşkın olduğu yerde kariyerine bağlanırsın ve<br />
onu devam ettirirsin. Ben kariyerime ve işime<br />
aşık olduğum için aşk ve kariyeri birbirinden<br />
ayıramayacağım.<br />
Barbaros Dikmen, Ayhan Taş gibi çoğu<br />
erkek bir oyuncu kadrosunun içindesiniz, bir<br />
kadın oyuncu için rolünüzü içselleştirmek<br />
anlamında bu kadar erkek karakterle rol almak<br />
zorluk yaratır mı?<br />
Hayır, aksine erkek karakterlerle oynamak her<br />
zaman daha keyifli daha verimlidir. Hele ki<br />
karşınızda gerçekten komik (Barbaros Dikmen<br />
ve Ayhan Taş gibi) insanlarla oynuyorsanız, o
ECEM KARAVUS
işin zorluğu bir yana koyulur ve günlerce<br />
çekilecek olsa dahi o sahne bitmesin<br />
istenir.<br />
Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />
oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />
şartları bir dezavantaj yaratır mı? Perde<br />
güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />
güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />
katmalı. Bu anlamda nasıl bir<br />
yapılanma içindesiniz?<br />
Ben 7 senedir bu sektörün içerisindeyim.<br />
Hiç bir zaman bir oyuncunun ‘tamam, ben<br />
oldum’ diyebilecek kabiliyete geleceğini<br />
düşünmüyorum. (Ustalarımız, üstatlarımız<br />
hariç) oyunculuk her an her saniye kendini<br />
geliştirmeyi seven bir meslek. Nerde ne<br />
zaman karşımıza ne rol çıkacağını bilemiyoruz.<br />
Ne kadar çok tecrübemiz ve izlenimimiz<br />
olursa, gelen rolün o kadar üstesinden<br />
geliriz. Sürekli okumaya ve izlemeye<br />
çalışıyorum, herkesten bir şeyler kapmaya,<br />
kendime katmaya çalışıyorum. Binlerce<br />
karakter, binlerce düşünce, binlerce<br />
yaşayış tarzı, binlerce savunulan din, dil,<br />
ırk var. Hepsini izlemek, hepsinin hakkında<br />
bilgi sahibi olmak oyunculuğun gerektirdiklerinden.<br />
Şimdilik okuyup ve izleme<br />
kısmında olsam da, ileride yurt dışında<br />
eğitim almayı düşünüyorum. Profesyonel<br />
eğitim bir oyuncu için ivedilikle yerine getirilmesi<br />
gereken bir zorunluluk.<br />
Yeşilçam’a yaklaşımınız nedir?<br />
Oyunculuğundan etkilendiğiniz<br />
Yeşilçam ünlüsü var mıdır?<br />
Türk sineması hepimizin sebebidir. Bizim<br />
bu işe başlamamıza sebep olmuştur. O<br />
şartlarda, o zorluklarda çekilen su gibi filmler.<br />
Benim için Yeşilçam’ın yeri en tepededir.<br />
Sebebimdir, aşkımdır, alışkanlığımdır.<br />
Bunu cevaplarken hüzünleneceğimi<br />
düşünmemiştim fakat bizi bu kadar etkileyip<br />
bu dünyadan göçüp giden ustaları<br />
düşündükçe hislerime hakim olamıyorum.<br />
Ben tek tek sayıp kendilerine saygısızlık<br />
etmek istemiyorum ama Filiz Akın beni<br />
her zaman o güzelliğiyle, duruluğuyla,<br />
bakışlarıyla, oyunuyla, karakteriyle çok<br />
etkilemiştir.<br />
Yeşilçam komedileri içinde daha çok
dram barındırır. Son dönem Türk komedisi<br />
ise absürt bir tarza sahip siz<br />
hangi türü kendinize yakın buluyorsunuz?<br />
Her komedinin kendine özel yanları var<br />
tabii fakat ben yeşilçam komedisini kendimle<br />
daha çok içselleştiriyorum. Absürd<br />
komedinin güzelini yakalamak bu zamanda<br />
biraz zor. Fazlaca ayağa düştü<br />
ve herkes saçmalayıp absürd komedi<br />
yaptığını sanmaya başladı. Bu anlamda<br />
ben Türk sineması komedisini daha çok<br />
tercih eder oldum.<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />
kadar feminizmin sinemamızda etkisini<br />
hissedebilirdik. Bunun faturasını<br />
ödeyen kadın oyuncularımız vardı.<br />
Müjde Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası<br />
sinemamızda bu anlamda geriye bir<br />
adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Biraz yorumlar mısınız?<br />
Ben 2000’ler sonrası eskisi kadar<br />
feminizmin filmlerde işlendiğini<br />
düşünmüyorum. Müjde Ar, Nur Sürer<br />
bunu başardılar fakat onlar fazlasıyla<br />
cesur ve iyi oyunculardı. Onlardan sonra<br />
bu yükü kaldırabilecek oyuncular çıkmadı<br />
diye düşünüyorum. Denemeler olmadı<br />
mı oldu fakat onların verdiği etkiyi veremediler.<br />
Biraz da dediğim gibi üstatlar<br />
rolleri hep içselleştirdiler, onlardan sonra<br />
ben bu cesaretle yola çıkacak oyuncular<br />
olmadığını gördüm.<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak<br />
kadın oyuncularımızın önünde Türkan<br />
Şoray kanunları gibi bir örnek de var.<br />
Bu kuralları doğru buluyor musunuz?<br />
Türkan Şoray efsane kadın<br />
oyuncularımızdan biridir. Hatun kişisi<br />
öyle bir oynar öyle bir insanı içine alır ki,<br />
kanunlarını aşıp da kendisini ön plana<br />
çıkaracak bir durumu kalmaz. Hoş ben<br />
Türkan Şoray kanunlarının bir oyuncu<br />
için geçerli olmaması gerektiğinden<br />
yanayım (üstadı tenzih ederek).Biz sahnede,<br />
ekranda gerçekliği tüm çıplaklığıyla<br />
yansıtıyoruz. Gerçek olmak zorundayız.<br />
Bunun gerektirdiği her şeyi de oyuncu<br />
olarak yapmakla yükümlüyüz.
ZİRVEDEN REMAKE<br />
GİRDABINA: ALEXANDRE<br />
AJA SİNEMASI<br />
MURAT KIZILCA<br />
n Alexandre Aja’nın<br />
son filmi The 9th Life of<br />
Louis Drax, 28 Ekim’de<br />
gösterime giriyor. Marcus<br />
Nispel ile beraber<br />
“remake yönetmeni”<br />
yaftalamasına maruz<br />
kalan sinemacıların başında gelen Aja,<br />
umut veren kariyer başlangıcını anlamsız<br />
yeniden çevrimler ile sürdürerek takipçilerini<br />
hayal kırıklığına uğratmıştı.<br />
Üzerine yapışıp kalan yaftadan kurtulmak<br />
için çektiği roman uyarlaması Horns<br />
ise ne seyirciler, ne de eleştirmenler<br />
tarafından pek beğenilmedi. Yine bir roman<br />
uyarlaması ile karşımıza çıkacak olan<br />
Alexandre Aja, bakalım bu sefer şeytanın<br />
bacağını kırabilecek mi?<br />
7 Ağustos 1978, Paris doğumlu Aja’nın<br />
gerçek ismi Alexandre Jouan Arcady’dir.<br />
İsminin baş harflerini birleştirerek<br />
oluşturduğu AJA’yı sahne ismi olarak<br />
seçen Fransız sinemacı, 1997 tarihli kısa<br />
filmi Over the Rainbow ile Cannes’da<br />
en iyi kısa film adayları arasına girmeyi<br />
başardığında sadece 19 yaşındaydı. İki<br />
sene sonra ilk uzun metrajlı filmini yönetti.<br />
Alexandre Aja, son<br />
filmiyle Ekim ayında<br />
sinemalarımıza konuk<br />
olacak. Biz de bu<br />
vesileyle Aja’nın<br />
filmografisine bir göz<br />
atalım istedik.<br />
Julio Cortazar’ın kısa öyküsü Graffiti’den<br />
uyarlanan Furia’nın senaryosunu Gregory<br />
Levasseur ile beraber yazdı ki işbirlikleri<br />
daha uzun yıllar devam edecekti.<br />
Alexandre Aja ismini bütün dünyaya<br />
duyuran film ise Haute tension (High<br />
Tension, 2003) oldu. Daha önce Lucio<br />
Fulci ile beraber çalışan ünlü makyaj<br />
ustası Giannetto De Rossi’nin maharetli<br />
ellerinin değdiği efektler ile güç kazanan,<br />
bol kanlı ve aşırı şiddet içeren sekanslar,<br />
korku hayranlarını fazlasıyla mest<br />
etti. Yeni Fransız Dehşet Sineması olarak<br />
isimlendirilen akım içerisinde ayrıcalıklı<br />
bir yere sahip olan High Tension’ın senaryosunun<br />
altında yine Alexandre Aja<br />
ve Gregory Levasseur’un imzaları vardı.<br />
Film, 2003 Toronto Film Festivali’nin<br />
Geceyarısı Çılgınlığı bölümünde gösterildikten<br />
sonra (bazı şiddet sahneleri<br />
kırpılarak) yeni kıtada da gösterime girdi<br />
ve menfi ya da müspet büyük ses getirdi.<br />
Alexander Aja, verdiği röportajlardan<br />
birinde High Tension ve Fransız Korku<br />
Sineması hakkında ilginç ipuçları veriyor:<br />
“High Tension, korku türüne bir övgüydü<br />
ya da bir korku kasidesi. Film Fransa’da
aşarılı oldu ve bu sayede filmi yurtdışına<br />
satabildik. Bu ticari başarı, yapımcılara<br />
Fransa’da da kârlı korku filmleri çekilebilmenin<br />
yolları olabileceğini gösterdi. Ama<br />
yeni korku filmleri ne kadar iyi olurlarsa<br />
olsunlar, Fransa dışında hep daha iyi<br />
eleştiriler aldılar. Bu çok garip bir durum<br />
çünkü İngiliz ve Amerikan korku filmlerinin<br />
gişesi Fransa’da hep çok iyidir. Sanki<br />
Fransızların Fransa yapımı veya içinde<br />
Fransız oyuncular olan korku filmlerine<br />
karşı bir tiksintisi var gibi. Hatta Fransızlar,<br />
Yeni Fransız Dehşet Sineması akımının<br />
farkında bile değiller.”<br />
High Tension’ı izleyip beğenen Wes<br />
Craven’ın davetiyle Amerika’ya giden Aja,<br />
usta yönetmenin 1977 tarihli The Hills<br />
Have Eyes’ının yeniden çevrimini yönetmeye<br />
soyundu. Levasseur ile beraber yeni<br />
senaryoyu yazan Aja, sonunda “remake<br />
yönetmeni” olarak anılacağı yolun henüz<br />
başında olduğundan haberdar mıydı, bilinmez.<br />
15 milyon dolarlık bütçeye sahip film,<br />
maliyetini dörde katlayarak tüm dünyada<br />
70 milyon dolara yakın hasılat elde etti. Bu<br />
ticari başarı Aja’nın Amerika’daki konumunu<br />
sağlamlaştırdı. Daha sonra The Hills<br />
Have Eyes II (2007) ismiyle bir de devam<br />
filmi çekildi. O sıralarda bir sonraki projesine<br />
odaklanan Aja, yönetmenlik teklifini<br />
kabul etmedi ve devam filmini Martin<br />
Weisz çekti.<br />
Alexandre Aja’nın bir sonraki projesi<br />
yine bir yeniden çevrim idi. Sung-ho<br />
Kim tarafından yönetilen, Güney Kore<br />
yapımı Geoul Sokeuro’dan (2003) uyarlanan<br />
filmin ismi Mirrors (2008) oldu. Daha<br />
önce orijinaline sadık kalan bir senaryo<br />
yazılmıştı ama direksiyona geçen Aja,<br />
okuduğu senaryoyu beğenmedi ve orijinal<br />
filmin ana fikrini koruyarak önemli<br />
bazı değişiklikler yaptı. Film, eleştirmenler<br />
tarafından beğenilmese de gişede maliyetini<br />
ikiye katlamayı bildi. Bunun üzerine<br />
Hollywood’un ithal sinemacılarından Victor<br />
Garcia’nın yönettiği bir devam filmi<br />
çekildi: Mirrors 2 (2010).<br />
Joe Dante’nin B-film bombası Piranha’nın<br />
(1978) yeniden çevrimi için yönetmenlik<br />
koltuğuna geçen kişi tabii ki Alexandre<br />
Aja idi. Üç boyutlu Piranha 3D (2010), içi<br />
boş ama eğlenceli bir lunapark deneyiminden<br />
fazlası değildi. 24 milyon dolara<br />
kotarılan film, tüm dünyada 83 milyon<br />
dolar gişe hasılatı elde etti ve tabii ki yine<br />
bir devam filmi ile taçlandırıldı: Piranha<br />
3DD (yön: John Gulager, 2012).<br />
Aja, 2016 yılı içerisindeki röportajlarından<br />
birinde yeniden çevrim hakkındaki<br />
görüşlerini paylaşıyor: “Başka yeniden<br />
çevrimlerde de yer almak isterim. The<br />
Hills Have Eyes’tan sonra yeniden çevrimlerden<br />
uzak durmak istedim çünkü<br />
“remake yönetmeni” olarak anılmak<br />
istemiyordum. Ancak günümüz korku<br />
seyircisi, yeniden keşfetme fikrine çok<br />
sıcak yaklaşıyor ve bu sanatsal özgürlük<br />
gerçekten ilham verici bir ortam<br />
yaratıyor. Scanners’a dayalı bir TV<br />
dizisi için görüşmeler yapıyorum çünkü<br />
Cronenberg’in yarattığı evrenin sonsuza<br />
kadar genişletilebileceğini düşünüyorum.<br />
The Brood’u günümüz toplumuna<br />
uyarlayıp yeniden çekmek de ilginç olurdu.<br />
Stephen King’s It çocukluğumun<br />
favori filmlerinden biriydi ve yeniden<br />
çevrimi görmek için sabırsızlanıyorum.<br />
Kendim çekmeyi çok isterdim.”<br />
Bu süreçte faaliyet alanını genişleten Aja,<br />
Amerika macerası sırasında yanından hiç<br />
ayrılmayan Levasseur ile beraber P2’nun<br />
(2007) ve seksenlerin kült korkularından<br />
Maniac’ın yeniden çevriminin (2012)<br />
senaryolarını yazdı, yapımcılığını üstlendi.<br />
Her iki filmi de Franck Khalfoun yönetti.<br />
Ayrıca Gregory Levasseur’un yönettiği<br />
The Pyramid’in (2014) yapımcıları<br />
arasında yer aldı.<br />
Yeniden çevrim zincirini kıran ilk filmi<br />
Horns (2013) oldu. Joe Hill’in aynı isimli<br />
romanının serbest bir uyarlaması olan<br />
filmin başrollerinde Daniel Radcliffe ve<br />
Juno Temple yer alıyordu. Harry Potter’ı<br />
okuyarak büyüyenlerin daha yetişkin
seviyeye geçmeden önce geçtikleri bir<br />
köprü gibi gördüğü romanı sinemaya<br />
uyarlamak istediğini söyleyen Aja, biraz<br />
da Radcliffe tercihinin sebebini açıklıyor<br />
aslında. Horns ile hem eleştirel, hem de<br />
ticari anlamda beklediği karşılığı göremeyen<br />
Aja’nın yeni projesi de bir roman<br />
uyarlaması.<br />
Liz Jensen’in aynı isimli romanından<br />
uyarlanan The 9th Life of Louis Drax’ın<br />
senaryosunu Max Minghella kaleme<br />
aldı. Horns’un oyuncularından biri olan<br />
Minghella, bir gün bir sohbet esnasında<br />
yazdığı senaryoyu Aja’ya gösterir. Senaryoya<br />
bayılan Aja, hemen romanı<br />
okur ve filmi çekmeye karar verir. 28<br />
Ekim’de gösterime girecek olan filmin<br />
başrollerinde Jamie Dornan, Sarah Gadon,<br />
Aiden Longworth, Oliver Platt, Molly Parker,<br />
Julian Wadham, Jane McGregor, Barbara<br />
Hershey ve Aaron Paul gibi oyuncular<br />
yer alıyor. Film, Louis Drax isimli çocuğun<br />
hayatı boyunca devam eden birtakım tuhaf<br />
talihsizliklerin ölümcül bir kazaya neden<br />
olduğu dokuzuncu yaşgününde başlar. Dr.<br />
Allan Pascal, çocuğun yaşadığı kazanın<br />
arkasındaki garip durumları ve hayatına<br />
musallat olan karanlık rastlantıları<br />
araştırmaya girişir. Fragman hiç fena<br />
görünmüyor ama filmin nasıl olduğunu<br />
görmek için Ekim ayının sonuna kadar<br />
beklemek zorundayız.
FESTİVALİN İYİ OLMASINI<br />
İSTEMEYEN O KADAR<br />
İNSAN VAR Kİ<br />
Uluslararası Antalya Film Festivali’nin direktörü Elif<br />
Dağdeviren 16 Ekim’de başlayacak festivalin yeni bir<br />
yapılanma içinde olduğunu söyledi... Dağdeviren bütün<br />
çabalarına rağmen festivalin başarılı olmasını istemeyenler<br />
de olduğunu belirtti.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n 53. Uluslararası Antalya Film<br />
Festivali direktörü Elif Dağdeviren<br />
ile Adana Film Festivali sırasında<br />
konuştuk. Antalya Belediye<br />
Başkanı Menderes Türel’in ikinci<br />
döneminde festivalde ne gibi<br />
değişiklikler olduğunu tartıştık.<br />
Geçen yıl Belgesel filmlerde<br />
yaşanan karmaşanın hala etkisinin<br />
hissedildiği festivalin<br />
SİYAD ile ilişkilerinin niye limoni<br />
olduğunu konuştuk. Dağdeviren<br />
“Biz elimizi uzatıyoruz ama kimse<br />
tutmuyor” dedi. Dağdeviren’i<br />
dinlediğimizde festivalin<br />
başarılı olmasını isteyenler kadar<br />
başarısızlığını da isteyenler<br />
olduğunu gördük.<br />
Menderes Bey’in (Türel) 2004 ile<br />
2014 Belediye Başkanlığı dönemlerinin<br />
Antalya Film Festivali<br />
üzerindeki farklı yansımaları nasıl<br />
oldu?<br />
Zihniyet ve hedefler olarak<br />
çok büyük bir fark yok. Mend-<br />
eres Bey’in bazı hayalleri vardı,<br />
bunlardan biri Antalya’yı bir<br />
sinema şehri haline getirmek,<br />
Antalya’nın bu konuda dünyada<br />
markalaşmasını sağlamaktı.<br />
Festival yıllardır var ama seçilip<br />
iş başına geldiğinde bunu<br />
dünya çapında nasıl parlatırız<br />
düşüncesine konsantre<br />
olmuşlardı. Bu bağlamda TÜRSAK<br />
ekibiyle anlaşıldı. Ben de o ekibin<br />
bir parçasıydım o zamanlar. Zamanla<br />
Türkiye sineması Cannes’a<br />
çıkarma yapan bir sinema haline<br />
geldi. Kimsenin bilmediği Antalya<br />
Film Festivali de tanınır oldu. Bir<br />
sonraki dönemde bunun Antalya<br />
için önemi algılanamadı. “10<br />
tane film gösteriyoruz, jüri gelip<br />
seçiyor, gidiyor” bakışı bir festivali<br />
öldürür. 50 yıl önce filmlere<br />
ulaşmak problem olduğu için<br />
bu düşünce doğru olabilir, ama<br />
artık öyle değil. İnsanlar filmleri<br />
iPad’inden de seyredebilir, kendi<br />
seçkisini yapabilir hale geldi.<br />
Bir festivalde hem o sektörün,
ELİF DAĞDEVİREN<br />
hem de o şehrin bu buluşmayla<br />
nasıl marka haline gelebileceğine<br />
bakmalıyız. Menderes Bey bunu<br />
biliyordu, şimdi daha çok biliyor.<br />
Bu yüzden de şimdi daha çok işin<br />
içinde.<br />
Daha önce Antalya Film<br />
Festivali’nde bazı kurallar vardı<br />
diğer festivallere katılan filmler<br />
bu festivale katılamıyordu. Ödüller<br />
çizginin üzerine çıkarılmaya<br />
çalışılıyordu. Bu açıdan<br />
bakıldığında çok farklı bir festivalle<br />
karşı karşıyayız. Bu iki festival<br />
anlayışı arasındaki fark aynı zamanda<br />
Antalya’nın Türk sineması<br />
açısından nereye doğru ilerlemek<br />
istediğini gösteriyor.<br />
Bir kaç tane şeyi değiştirdik. Bir<br />
tanesi prömiyer şartı. Eskiden<br />
fazla film yoktu, şimdi çok film<br />
üretiliyor ama nitelikli olanlar kısıtlı.<br />
Dolayısıyla hala aynı noktadayız<br />
aslında. Eskiden Antalya ve Adana<br />
zaman olarak birbirlerine daha<br />
yakındı. Zaman olarak yakın olduğu<br />
için dolanılan mecra aynıydı. Sektör<br />
açısından bakıldığında Adana ve<br />
Antalya farklı seçkiler yapsın, farklı<br />
insanlar gelsin diye düşünülür.<br />
Ben böyle düşünmüyorum. Arada<br />
iki aya yakın bir zaman var artık.<br />
Adana’ya yetişemeyen filmler<br />
bize yetişiyorlar. Diğer filmlerin<br />
de bir yarışmada daha olmaya<br />
hakları olduğunu düşüyorum.<br />
Bütün filmler hem Adana’ya, hem<br />
Antalya’ya başvurabilir. Adana<br />
seçer, Adana’nın seçkisinden farklı<br />
bir seçkiyi de biz yaparız, yine aynı<br />
oranda nitelikli film olur. Bu seçkiyi<br />
yaptığımda Adana’ya girdiği için<br />
birine hayır demek doğru değil.<br />
Hepimizi tercih etsinler hepimiz de<br />
onlara yer vermeye çalışalım. Daha<br />
çok görünür olsunlar, ayrıca çeşitli<br />
festivallerden ödül almış olmaları
da CV’leri açısından uluslararası alanda çok<br />
önemli. Ödülleri yükseltmenin amacı, “Oraya<br />
gitmesin bize gelsin” düşüncesiydi. Bizim böyle<br />
bir savaşımız yok artık. Her yere gitsin, her<br />
yerden kendisine seyirci ve imkan bulsun istiyoruz.<br />
Uluslararası alana baktığınızda şehri<br />
markalaştırmak için sadece şehrin adının festivale<br />
konduğunu görürsünüz. Altın Palmiye, Altın<br />
Ayı’yı sadece sahnede ödül alanların elinde<br />
görürüz. Para ödülünün altını çizerseniz festivale<br />
mi geliyor, paraya mı geliyor konusunda<br />
kafa karışıyor. Doğru bir şey yaptığımızı nereden<br />
görüyoruz, son iki yılın rekor sayıda başvurusunu<br />
aldık. Sinemayı daha ilk aşamasında<br />
destekleyecek sistemler az Türkiye’de. Antalya<br />
Film Destek Fonu’nu kurduk. Menderes Türel,<br />
Antalya’yı bir sinema şehri haline getirmek<br />
istemiş, o zaman içinden Antalya geçen filmlere<br />
ihtiyaç var. İlk aşama içinden Antalya geçen filmler,<br />
ikinci aşama önümüzdeki seneden itibaren<br />
Berlin’deki, Amerika’daki bir çok festivalde olduğu<br />
gibi, burada olanak sağlayıp filmlerini burada<br />
yazma, ekiplerini burada toplama ve çalışmalarını<br />
burada yapma programı sunacağız. 100 bin lira<br />
gibi bir ödülü var, özellikle senaryo yazarı için çok<br />
iyi bir ödül. Antalya Film Forum, Zeynep Atakan’la<br />
ilk günden koyduğumuz bir şey. Postprodüksiyon<br />
aşamasına gelmiş ama orada tıkanmış<br />
filmler orada destek arıyor. Hem uluslararası<br />
danışmanlarla filmlerin nereye evrilebileceğine<br />
dair atölyeler yapılıyor, hem de bir tanesine 100<br />
bin lira para ödülü veriyor. Bir kurmacaya, bir de<br />
belgesele 30’ar bin lira ödül veriliyor. Bütçenin bir<br />
kısmını uluslararası isimleri Türkiye’ye çekmek<br />
için harcıyoruz. 20-30 kişiye düşmüştü bu sayı,<br />
biz basın dahil bunu tekrar 200-250’ye çıkardık.<br />
Önemli basın, yönetmenler, yapımcılar, film satın<br />
alacaklar gelsin.<br />
Film üreticilerinin yararına uygulamalar<br />
ama bunların aynı zamanda festivalin ismi<br />
açısından elini zayıflattığını düşünmüyor musunuz?<br />
Hayır. Şehir açısından söyleyeyim, o<br />
şehirdekilerin o filmleri seyretmeye hakkı var.<br />
Bunlar online olmamış, DVD’ye çıkmamış filmler.<br />
İkincisi uluslararası çok ciddi konuklar ağırlıyoruz.<br />
Sektörel açıdan filmlere gelen seyircilerin yüzde<br />
50’si bu konuklar. Bu Antalya’yı uluslararası alanda<br />
çok ciddi bir yere getiriyor.<br />
Festivallerde son iki yıldır belgesel<br />
yarışmaları riskli olarak kabul ediliyor, kimi<br />
zaman da tamamıyla kaldırılıyor. Antalya Film<br />
Festivali’nin bu konuya yaklaşımı nasıl?<br />
İlk sene Yıldız Sarayı’nda basın toplantısı<br />
yaptık. Benim için hassas noktalardan birisinin<br />
kısa film ve belgesellerin geri planda<br />
kalması olduğunu söyledim. Kısa filmlere,<br />
öğrenciler aralarında toplanmış film yapmış gibi<br />
bakmıyorum. Dünyada da artık vizyona girecek<br />
kalitede belgeseller çıkıyor. Ama biz bunlara<br />
“Onlar da idareten gelsin” diye baktığımız sürece<br />
Türkiye’den böyle belgeseller çıkmaz. Biz<br />
çok şanssız bir iletişim kazası yaşadık, en kibar
öyle ifade edebiliyorum. Yönetmenle (Reyan<br />
Tuvi - Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek) ilk<br />
kez konuştuğumuzda böyle cümleler ne ondan<br />
çıkıyordu, ne de etrafındakilerden. Onu da manipüle<br />
ettiklerini, aslında kendisinin hem Türkiye,<br />
hem sektör için kıymetli bir isim olduğunu<br />
düşünüyorum. Adını anamaz hale geldim, öyle<br />
bir travma yarattı bende... Tabii ki haklı olarak<br />
festival üzerinden bu bir taraflaşmaya neden<br />
oldu. Bunun harcananı ise belgesel oldu. Belgesel<br />
doğası gereği dünyaya farklı bakan, pozitif<br />
anlamda deli insanların yapacağı bir iş. Aynı bir<br />
uzun metraj gibi zaman ve emek harcıyorsunuz,<br />
para harcayamıyorsunuz. Kimse belgesele para<br />
yatırmak istemiyor. Doğaları gereği deliler, bunları<br />
akıllı adam yapar mı? Deli adamın bir kısmı da<br />
herşeye muhalif. Bu muhalefeti filmin içinde<br />
kaldığı sürece kıymetli buluyorum. Bunun üzerine<br />
çıkıp, kendi yaptığın işi de gölgeleyecek şekilde<br />
bağırıp çağırmaya başlayınca filme de zarar. O<br />
belgeselciler bu kadar gürültü çıkartınca ne oldu,<br />
bilet onların tamamına kesildi. İlk sene bizim<br />
seçkinin içinde beni o kadar heyecanlandıran<br />
belgeseller vardı ki, festival bitsin sindirerek<br />
seyredeyim diye kenara ayırdığım linkler oldu.<br />
Belgesel kavgasının içinde bir nefes aldık ve<br />
belgeselcileri hala çok istiyoruz dedik. Ama kriz<br />
belgeselcilerden çıkmıyor aslında, belgeselcileri<br />
değerlendirenlerden çıkıyor. Bu festivalde belgesel<br />
olmak zorunda. Fırtınalar kopuyor ama<br />
Adana’da, İstanbul’da, Antalya’da belgeselleri<br />
izlemeye 15 kişi gidiyor. Antalya’da biz onun<br />
bunun kavgalarına bulaşmadan özgürce bir şeçki<br />
yapıyoruz “Gel halkım belgeselleri sen seyret,<br />
oyunu da sen ver” dedik. Biz bunu ve kısaları<br />
seçkiye döndürdük, halk oylaması koyduk, sahneye<br />
çıkıp ödüllerini de alıyorlar. Artık ulusal<br />
yarışmaya da başvurabiliyorlar.<br />
Bu çatışmanın festivale etkisi hala sürüyor<br />
mu? SİYAD’la Antalya’nın ilişkilerinin hala<br />
nahoş olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl düzeltilebilir?<br />
Ben eski gazeteciyim. Türkiye’de şu anda kültür<br />
sanat üzerine yazanların, hele hele sinema<br />
eleştirisi yazarak bir zaman para kazanmış<br />
insanların şu anda kendilerine yazacak mecra<br />
bulmakta ne kadar zorlandıklarını çok iyi<br />
biliyorum. Ve bu bana ağır geliyor. Biz bir film<br />
yapıyoruz. çıkartıyoruz seyrettirecek adam<br />
yok. Bunu yazacak ve etkisinin halk üzerinde<br />
gözükeceği hiç kimse yok. Niye çünkü yeri yok.<br />
Popüler kültürün magazinine muhtaç kalıyoruz<br />
ya da Hıncal Uluç yazsın, Ahmet Hakan yazsın...<br />
Ahmet Hakan’ın işi değil ki film yazmak. Adam<br />
film yazmaya başladı, çünkü gidecek başka<br />
yerimiz kalmadı. Festival yapımcılık ve gazetecilik<br />
açsından yaraları sarmaya çalışılan bir yer<br />
olsun istedik. SİYAD üyelerinin çoğunluğu neyse<br />
ki başka yerlerde iş sahibi, biri profesör, öbürü<br />
danışmanlık yapıyor, öbürü çeviri yapıyor. Ame<br />
sinema üzerinden var olacağı bir alan olsun<br />
istedik festival. Daha önce de olmuş bir şey,<br />
bizim keşfimiz de değil, SİYAD üyelerine açık
çağrı yapalım, onları onurlandıralım bir jürisi<br />
olsun, SİYAD’ın da adı geçsin dedik. Gelin moderasyonu<br />
beraber yapalım dedik. Bunlar küçük<br />
akçeli işler ama bir katkıdır insanın hayatına. İlk<br />
sene onlar da bağırdı çağırdı, SİYAD ödülümüz<br />
yok oldu. SİYAD’la işbirliklerimiz yok oldu. Ben<br />
geçen sene SİYAD Yönetim Kurulu’na bir çağrı<br />
yaptım “Gelin konuşalım, mecbur değilsiniz ödül<br />
vermeye. Başka işbirliklerine nasıl girebiliriz” dedim.<br />
Konuştuk çok güzel bir toplantı yaptık ama bu<br />
sene yine yok. Bu kadar koşuşturmanın içinde de<br />
“Allahım ne olur gel” yapamıyorsunuz kimseye.<br />
Biz el uzatıyoruz. ama elimizi tutan yok.<br />
Festivalle ilgili söylemek istediğiniz başka bir<br />
şey var mı?<br />
Çok var. Kavgalar üzerinden konuşuluyor festival,<br />
katkılar üzerinden konuşulmuyor. Dünyanın<br />
heryerinde bir festival merkezi var. Berlin’e,<br />
Cannes’a gidiyoruz bu merkezde aralarında<br />
yürüyoruz. Deneyimliyoruz, havayı soluyoruz.<br />
Biz sektör çalışanları ve oyuncular, medya yüzü<br />
olanlar sokaklarda dolaştığı için halk da akın<br />
akın oraya geliyor. Kafeler iş yapıyor, restoranlar<br />
iş yapıyor. Bu bir merkez üzerinden gidiyor.<br />
Adana’da da, Antalya’da da “Halka yayılmıyor”<br />
deniyor. Festival halka nasıl yayılır. Festival sabit<br />
bir şey sinemada oluyor. Halka yayılmasının<br />
tek yolu bunun halka doğru duyurulması, halkın<br />
oraya gelmesi, orada vakit geçirmesi. Halk da diyor<br />
ki “Ben filmi seyretmeyeceksem ne yapayım<br />
oraya gidip.” Sinema festivali film seyretmekle<br />
ilgili. Antalya’da sıfırlandığı dönemde halk da<br />
küsmüş filmlere ve festivale.<br />
Menderes Bey’de bu yaşanan kopukluk döneminden<br />
sonra bir bıkkınlık, umutsuzluk var<br />
mı?<br />
Tam tersine Menderes Bey hep “En iyisini<br />
yapacağız, size Zeynep Hanım’a (Atakan) çok<br />
güveniyorum. Verebileceğiniz en iyi cevap çok<br />
iyi bir festival yapmak. Ben arkanızdayım” diyor.<br />
Sonra herşey bittikten sonra bana şöyle bir şey<br />
söyledi: Elimden geleni yapıyorum maddi olarak.<br />
manevi olarak, hiçbir şeye karışmıyorum, hiçbir<br />
konuda yorum yapmıyorum. Niye hala bu kadar<br />
üstümüze geliyorlar.” Bu biraz tuhaf ama deneyimlerimden<br />
yola çıkarak söylüyorum, bir festivalin<br />
iyi olmasını istemeyen o kadar çok insan var ki.<br />
Sektörde de, Antalya’da da, politik olarak da var.
10 PARMAĞINDA<br />
10 MARİFET<br />
JARED LETO<br />
Rol alacağı film tercihlerinde seçici<br />
tavır sergileyen, oyunculuğunun yanı<br />
sıra müzik kariyerinde de adından söz<br />
ettiren, aynı zamanda ressam ve iş<br />
adamı olan, kısacası 10 parmağında<br />
10 marifet Jared Leto’nun hayatına ve<br />
kariyerine ufak bir yolculuk…<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Son olarak geçtiğimiz<br />
ay “Suicide Squad” (Gerçek<br />
Kötüler) filminde Joker<br />
rolünde izlediğimiz karizmatik<br />
aktör Jared Leto’nun<br />
oyunculuk alanında çok<br />
iyi yerlere geleceği henüz<br />
23 yaşında rol aldığı “My<br />
So-Called Life” adlı televizyon<br />
serisinde belliydi. 1971 doğumlu<br />
yetenekli aktör bu seride canlandırdığı<br />
Jordan Catalano karakteri ile hafızalara<br />
bir çentik atan Leto 90’larda sırasıyla<br />
“How to Make an American Quilt”,<br />
“The Last of the High Kings”, “Prefontaine”,<br />
“Switchback”, “Basil” filmlerinde<br />
rol aldı. 1998 yılında korku filmi “Urban<br />
Legend” da rol alan yetenekli aktör
daha sonra 7 dalda Akademiye aday<br />
olmuş Terrence Malick yapımı “The<br />
Thin Red Line” ile seyirci karşısına<br />
çıktı. Yine kaliteli bir yönetmen,<br />
David Fincher ile “Fight Club”da<br />
çalışan aktör ardından kült haline<br />
gelmiş suç draması “American<br />
Psycho”da rol aldı. Çalıştığı yönetmenler<br />
ve kaliteli yapımlar ile merdivenleri<br />
ağır ağır tırmanan genç<br />
yetenek asıl adını Darren Aronofsky<br />
şaheseri “Requiem for a Dream”<br />
ile duyurdu. Uyuşturucu müptelası<br />
bir genci canlandırdığı filmde Jennifer<br />
Connelly ile muazzam bir<br />
kimyayı tutturmuşlardı. Modern<br />
klasik olarak adlandırabileceğimiz<br />
bu filmden sonra Leto basamakları<br />
dörder beşer tırmanmaya başladı.<br />
Yine 90’larda ‘’50 Güzel İnsan’’ ve<br />
‘’90’ların Genç İdolleri’’ listelerinde<br />
yer bulan Leto’nun yıldızı git gide<br />
yükselmeye başlamıştı.<br />
Vizyon sahibi yetenekli yönetmen<br />
David Fincher “Fight Club”dan<br />
sonra 2002’de çektiği gerilim filmi<br />
“Panic Room”da da yine Leto’ya<br />
yer verdi. 2004 yılında yine efsane<br />
bir isim olan yönetmen Oliver Stone<br />
ile “Alexander” filminde buluştu.<br />
Büyük İskender’in hayatından<br />
kesitler sunan filmde Hephaistion<br />
karakterine hayat veren aktör daha<br />
sonra bir kartel haline gelmiş silah<br />
kaçakçılığını anlatan vurucu drama<br />
“Lord of War”da kamera karşısına<br />
geçti. Bu filmde kariyerinde son<br />
yıllarda hızla düşüşe geçen Nicolas<br />
Cage ile birlikte rol aldı. 2006 yılında<br />
Todd Robinson yönetmenliğindeki<br />
“Lonely Hearts” her ne kadar<br />
eleştirmenler tarafından yeterli<br />
bulunmasa da oyuncu kadrosu ile<br />
dikkatleri üzerine çeken bir yapımdı.<br />
Filmde Ray Fernandez karakterini<br />
canlandıran Leto’ya John Travolta,<br />
James Gandolfini, Salma
Hayek gibi birbirinden ünlü ve yetenekli<br />
oyuncular eşlik ediyordu. 2009 senesinde<br />
senaryosunu ve yönetmenliğini Jaco Van<br />
Dormael’in üstlendiği “Mr. Nobody” filmi<br />
ise Leto’nun ikinci yarı atağı niteliğinde<br />
bir yapımdı. Kader kavramını sorgulayan<br />
2 saat 20 dakikalık süresiyle tabir-i<br />
caizse beyin yakan filmler listesine en üst<br />
sıralardan giriyordu.<br />
2013 yılında ise Leto gerçek potansiyelini<br />
gösterme imkanı bulur ve “Dallas Buyers<br />
Club”ta canlandırdığı transeksüel bir birey<br />
olan Rayon karakteri ile Akademide “En<br />
İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülüne layık<br />
görülür. 3 dalda Oscar ödülü alan film aynı<br />
zamanda 2 dalda Altın küre ödülüne de<br />
layık görülür.<br />
Leto’nun 2’şer 3’er yıl aralıklarla çektiği<br />
filmler onun film seçimi konusunda ne<br />
denli hassas olduğunun bir belirtisidir.<br />
Kendisi de yaptığı bir açıklamada “Çok<br />
proje geliyor ama çoğunu eliyorum, bu konuda<br />
seçici davranmayı tercih ediyorum”<br />
demiştir. Çizgi roman evreninin efsane<br />
karakterlerinden, daha önce Jack Nicholson,<br />
Heath Ledger gibi efsane aktörlerin<br />
canlandırdığı Joker rolünü kabul etmeden<br />
önce de üzerinde çok düşündüğünü<br />
belirtmiştir. Bilindiği üzere Joker karakteri<br />
çizgi roman evreninde en çok sevilen<br />
kötü karakterlerden birisidir ve bu karakteri<br />
canlandırmak her yiğidin harcı değil<br />
elbette. Özellikle Heath Ledger’in 2008<br />
yılında hayat verdiği eşsiz karakterden<br />
sonra sıradaki aktörün nasıl bir Joker ile<br />
seyirci karşısına çıkacağı merak konusuydu.<br />
Jared Leto’nun hayat verdiği Joker karakterinin<br />
görselleri düşmeye başlayınca<br />
hayranlar ikiye ayrılmıştı. Kimi bu Joker’in<br />
yetersiz olduğu, vücudundaki dövmelerin<br />
itici olduğu ve makyajın abartılı olduğunu<br />
düşünürken kimileri Leto versiyonuna<br />
şans verilmesi gerektiğini savunuyordu.<br />
David Ayer yönetmenliğinde çekilen ve<br />
çizgi roman evreninin kötü karakterlerini<br />
odak noktasına alan “Suicide Squad”<br />
filmi nihayet vizyona girdiğinde ise bu<br />
fikir ayrılığı daha da katlandı. Daha önceki<br />
versiyonlarda neredeyse filmin merkezinde<br />
olan Joker, bu filmde sadece yan<br />
karakter ile avunmak zorunda kalmıştı.<br />
Jared Leto yaptığı bir açıklamada pek çok<br />
sahnenin kesildiğini ve kesilen sahnelerle<br />
bile yeni bir Joker filminin çıkabileceğini<br />
söylemiştir. Kesilen sahnelerden dolayı<br />
oldukça canı sıkkın olan karizmatik aktör<br />
daha sonra katıldığı pek çok talk show ve<br />
söyleşide bunu dile getirdi.<br />
Yakın zamanda kült bilim kurgu “Blade<br />
Runner”ın devam filminde rol alacağı<br />
açıklanan Leto’nun ayrıca çizgi roman<br />
evrenindeki görevinin bitmediği ve Batman,<br />
Superman, Flash, Wonder Woman<br />
gibi karakterlerin bir arada toplanacağı<br />
Justice League filminde Joker karakterine<br />
yeniden hayat vereceği söylentiler<br />
arasında. “Suicide Squad” filminde kesilen<br />
sahneleri nedeniyle bozuk çalan Leto,<br />
bu filmde kendisine (umarım) daha çok yer<br />
bulabilir diye düşünüyorum.<br />
Yetenekli aktör için 10 parmağında 10 marifet<br />
var demiştik, müzisyen kişiliğinden<br />
de bahsetmeden geçmemek gerek. Kendisi<br />
1998 yılında kardeşi Shannon Leto<br />
ile kurduğu rock grubu 30 Seconds To<br />
Mars’ta gitar çalıp şarkı söylemektedir.<br />
Şimdiye kadar 4 stüdyo albümüne sahip<br />
olan 30 Seconds To Mars, 2013 yılında<br />
yayımlanan son albümleri Love, Lust,<br />
Faith and Dreams’ten çıkan ve Jared<br />
Leto’nun bizzat kendi yönettiği müzik<br />
videosu Up in the Air ile Mtv Video Müzik<br />
Ödüllerinde ‘En İyi Rock Klibi’ ödülüne<br />
layık görülmüştür. Jared Leto’nun müziğe<br />
olan tutkusu hep başka olmuştur. Öyle ki<br />
günün birinde Leto’ya “Sinema mı müzik<br />
mi?” diye bir soru yöneltildiğinde kendisi<br />
“İlk önce müzik” diyerek bunu teyit<br />
etmiştir. İster müzisyen kişiliği olsun ister<br />
oyuncu, gerçek olan bir şey var ki o da<br />
1971 doğumlu karizmatik ismin her bir<br />
parmağında ayrı bir marifetinin olduğu!
TÜRKİYE’DE FİLM YAPMAK<br />
İLK FİLMİNİ YAPMAK DAHA<br />
Adana’da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanan<br />
Albüm filminin yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu gencecik yaşına<br />
rağmen elit yönetmenlerin önüne geçti...<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Bu yıl Cannes Film Festivali’nde yer alan tek<br />
uzun metrajlı filmimiz, “Eleştirmenlerin Haftası”<br />
bölümünde yarışmaya hak kazandıktan<br />
sonra, “France 4 Yenilikçilik Ödülü”nü kazanan<br />
“Albüm”, “23. Uluslararası Adana Film<br />
Festivali”nde en çok merak ettiğim filmlerin<br />
başında geliyordu. Filme girerken beklentim<br />
yüksekti. Beklentimi yüksek tuttuğum filmlerden<br />
genellikle hayal kırıklığı ile çıktığım<br />
için içimde bir endişe de yok değildi. Neyseki<br />
Albüm, tüm endişelerimi kısa zamanda yok<br />
etti. Karşımda, Türk Sineması’nda uzun süredir<br />
hasretini çektiğimiz pırıl pırıl bir kara mizah<br />
örneği vardı. Filmi, henüz 28 yaşındaki genç<br />
bir yönetmenin çektiğine inanmak bir hayli<br />
zor… Usta diye tanımladığımız birçok yönetmenin<br />
hayal kırıklığı yaratan yapımlarının bir<br />
hayli fazla olduğu şu dönemde, ilk filmiyle<br />
böylesine güçlü bir yapıma imza atmak az şey<br />
değil. Albüm’ün senaristi ve yönetmeni Mehmet<br />
Can Mertoğlu’na En İyi Yönetmen ve En İyi<br />
Senaryo ödüllerinin verilmesinin çok isabetli<br />
bir seçim olduğunu düşünüyorum. Adana’dan<br />
toplamda 3 ödül kazanan filmin yönetmeni ile<br />
söyleşi için buluştuğumuzda henüz sonuçlar<br />
açıklanmamıştı ancak film sevgimizi çoktan<br />
kazanmıştı. Gerçek bir sinefil olan Mertoğlu,<br />
ilk filminde onu büyüten, eğiten sinemaya bir<br />
saygı duruşunda bulunuyor adeta…<br />
Filmi konuşmaya başlamadan önce<br />
biraz sizi tanımak isterim. Edebiyat<br />
okumuşsunuz, sinemaya olan ilginiz<br />
nereden geliyor?<br />
Sinemaya çok küçük yaşlarımdan beri<br />
meraklıydım. Artık iyice akilleşmeye<br />
başladığım ortaokul ve lise yıllarımda daha fazla<br />
film izlemeye başladım. Lisede artık film yapmak<br />
istediğimi biliyordum. Film okumak da istemiyordum<br />
çünkü Türkiye’deki okulları yeterli bulmuyordum<br />
açıkçası… Sonra bir ara yurt dışında film okusam<br />
mı diye düşündüm. İstisnalar olmakla birlikte, bizdeki<br />
sinemacıların da çoğu alaylıdır zaten… Sonunda<br />
Boğaziçi Üniversitesi’nde Edebiyat okumaya karar<br />
verdim ancak Mithat Alam Film Merkezi’nden çokça<br />
faydalandım.<br />
Yani filmler sizi yetiştirdi…<br />
Aynen öyle. Otodidakt olduğumu söyleyebilirim.<br />
Çok fazla sayıda film izledim ve bu şekilde kendimi<br />
eğittim denilebilir.<br />
İlk filmini çeken genç bir yönetmen olarak bu<br />
süreci nasıl yorumlarsınız?<br />
Türkiye’de film yapmak zor, ilk filmini yapmak daha<br />
da zor<br />
Albüm’ün hikayesi ne zaman başladı?<br />
Aslında senaryoyu 2012’de yazdım. Finansman<br />
için uzun süre bekliyorsunuz. Ana akım, ticari bir iş<br />
yapmıyorsanız kimse size para falan vermiyor.<br />
Senaryoyu yazdıktan sonra süreç nasıl ilerledi?<br />
Senaryoyu yazdıktan sonra birçok yapım marketi ve<br />
atölyeye katıldık. Senaryonun evrensel bulunması<br />
işimize epey yaradı. Önce Nantes’a gittik. Fransa’da<br />
bir “3 Kıta Festivali” vardır, çok da iyi bir festivaldir.<br />
Latin Amerika, Asya ve Afrika filmlerine adanmıştır.<br />
Bu festival aslında birçok önemli yönetmenin<br />
Avrupa’da filmlerini ilk kez gösterdikleri yerdir.<br />
Burası bizim için güzel bir başlangıç oldu. Akabinde<br />
İstanbul Film Festivali’nin ortak yapım atölyesi<br />
“Köprüde Buluşmalar”da önemli ödüller kazandık.<br />
Filmi finanse etmek uzun zaman aldı açıkçası.<br />
Bu zaman zarfında senaryoda önemli değişlikler<br />
oldu mu?<br />
Hayır, bir kere değişti senaryo. Onun dışında
ZOR,<br />
DA ZOR!<br />
ÜMİT ÜNAL
yüzde doksan aynı kaldı. Prodüksiyonun tam<br />
manasıyla içimize sinmesini bekleyip yeterli<br />
şartlara erişebilmek için uzunca bir süre beklemek<br />
zorunda kaldık.<br />
Kara-komedi Türkiye’de pek sık<br />
rastladığımız bir tür değil, bu yüzden<br />
anlaşılması zaman almış olabilir mi?<br />
Yaptığımız mizah dünya için çok özgün<br />
değil, Avrupa’da çok yaygın. Kuzey<br />
Avrupa’da, İskandinav ülkelerinde mesela,<br />
çok da evrenseldir. Amerika’da, Fransa’da,<br />
Romanya’da da bunu yapan yönetmenler<br />
çok var. Türkiye’de nedense, -benim de çok<br />
garipsediğim bir şey- pek fazla örneği yok.<br />
2000’lerin başında yapılan “Fasülye” filmini<br />
zikredebilirim mesela örnek olarak. Birseysel<br />
çabalarla sınırlı kaldı.<br />
Bir sinefil olmanızın da getirdiği referansla<br />
filminizde JacquesTati’den<br />
RoyAndersson’a uzanan geniş bir yelpazeden<br />
yönetmenlerin sinemasından<br />
esintiler görüyoruz.<br />
Evet çok fazla var. Bu isimlerin yanı sıra<br />
Corneliu Porumboiu, Cristi Puiu, Aki Kaurismaki,<br />
Pierre Etaix bu film özelinde isimlerini<br />
anabileceğim diğer yönetmenlerden birkaçı.<br />
Filminizin önemli bir parçasını oluşturan<br />
“bürokrasi meselesi” ve etrafında gelişen<br />
diyaloglar çok sahici. Doğup büyüdüğünüz<br />
Akshisar’daki gözlemleriniz filme ne kadar<br />
yansıdı?<br />
Yansıdı elbette. Babamın doktor olmasından<br />
ötürü diğer devlet memurları ve kurumlarıyla<br />
ilişkisi çok yoğundur. Zaten küçük yerlerde<br />
herkes bir aradadır. Bende küçük yaşlarımdan<br />
beri bu mekanların hepsine aşinayım.<br />
Liseyi okumak için İzmir’e gittim daha sonra<br />
İstanbul’a geldim. Taşrada daha fazla hissediliyor<br />
belki ama İstanbul’da da aynı şey var. Bir<br />
film yapmak bile bürokratik bir iş maalesef<br />
Türkiye’de… Salt Akhisar’la sınırlı olmamak<br />
üzere diyaloglar benim deneyimlere dayanır.<br />
Peki evlat edinme meselesi?<br />
Daha evvel evlat edinmiş arkadaşlarım vardı<br />
ve onların yaşadıkları trajedileri bilirim. Bu<br />
konuyu araştırdığım zaman tahminimden daha<br />
büyük boyutları olduğunu da öğrendim. Birçok<br />
hikaye dinledim. Hikaye, tüm bunlarla örüldü.<br />
Tüm bu trajedinin içinde kahkahalar<br />
atılmasını neye bağlıyorsunuz?<br />
İnsanların gülmesini sağlayan şey, etraflarında<br />
gördükleri insanlara çok benziyor olmaları.<br />
Diyalogları da çok özenerek yazdım. Ben mesela<br />
kişisel olara büyük diyaloglar dinlemeyi seven bir<br />
insan değilim. En kırılma anlarında büyük edebi<br />
kelamlar edilmesini –çok iyi örnekleri olmakla birlikte-<br />
sevmem. Bu yüzden bu filmde boş, alelade hatta<br />
sıkça hiç konuşulmayan anlar var. Bunlar üzerine<br />
bir şey yapmaya çalıştım. İnsanlara komik geliyorsa<br />
ne mutlu bana.<br />
Gelelim oyuncu performanslarına…<br />
Başrollerden figürasyona herkesin rolünü çok<br />
büyük bir ciddiyetle yaptığına şahit olduk. Bu<br />
durum elbette filme inanılmaz bir inandırıcılık<br />
katıyor. Oyuncularla nasıl bir hazırlık süreci<br />
geçirdiniz?<br />
Çok prova yaptık. En arkada ufacık görünen bir<br />
figürasyon bile çok kıymetli. Cast direktörümüz<br />
Kutay Sandıkçı çok güzel bir ekibi bir araya getirdi.<br />
Birlikte seçtik özellikle yan oyuncuları. Kutay<br />
aslında cast direktörü olmamasına rağmen –çocuk
oyuncu koçluğu yapıyor, Bal ve Sivas filmlerinde<br />
yapmıştı- bunu yapabileceğine inanıyordum.<br />
Gözü de çok kuvvetlidir. Gerek amatör, gerek<br />
mahalli, gerekse İstanbul’da İstanbul’da tiyatrolarda<br />
oynayan oyuncularımızla rolleri fark etmeksizin<br />
aylarca prova yaptık. Yüzlerce kez aynı<br />
sahneleri tekrarladık. Ben de çok deneyimli bir<br />
oyuncu yönetmeni olmadığım için –daha önce 2<br />
kısa film yaptım ama diyalog dahi yoktu- çok provayla,<br />
sınırlı bir film stoğuyla üstesinden gelmeye<br />
çalıştık. Ne kadar mahir olduk bilmiyorum.<br />
Filminizi 2012 yılında kaybettiğimiz yönetmen<br />
Seyfi Teoman’a adadınız. Kendisinin sizin<br />
sinemacı kimliğiniz üzerinde nasıl bir etkisi<br />
oldu?<br />
Seyfi benim için sinemacı kimliğinden öte bir<br />
dost olarak da çok kıymetliydi. Sıkça tavsiyelerine<br />
başvurduğum, bir nevi abimdi. Tuhaf bir<br />
şekilde, Kayseri’de filmin çekimlerini yaptığımız<br />
yerin hemen 150 m yanındaydı mezarı. Sette de<br />
ziyaret ettim tabiî ki. Seyfi, bu filmin hikayesini<br />
anlattığım ilk insanlardan biriydi. O da Evliya filminin<br />
hazırlıklarını yapıyordu o dönemde. O hafta<br />
çarşamba için sözleşmiştik, pazartesi kaza oldu.<br />
Hayatıma çok temas etmiş birisiydi. Bu acı hiç<br />
dinmeyecek. İlk filmimi de o atfetmek, bu şekilde<br />
anmak istedim.<br />
Albüm bu yıl Cannes’da bizi temsil eden<br />
tek uzun uzun metrajlı filmimiz oldu.<br />
Eleştirmenler tarafından ödüllendirildi. Neler<br />
hissetiniz?<br />
Cannes’a gitmiş olmak kıvanç vericiydi.<br />
Dünyanın en büyük film festivalinde ilk filmimle<br />
bulunmak daha da onur vericiydi benim için.<br />
Güzel yorumlar aldı. Çok farklı coğrafyalardan<br />
–Latin Amerika, Asya, Japonya- sinema<br />
eleştirmenleri tarafından yorumlar aldık. Fransa<br />
basınında çokça yer aldık. Daha önce yazılarını<br />
takip ettiğim sinema yazarlarının film hakkındaki<br />
teveccühünü duymak çok kıymetliydi.<br />
Albüm’ün yurt dışındaki festival yolculuğu<br />
devam edecek mi?<br />
Evet, yakın zamanda Kudüs ve Saraybosna’dan<br />
ödüller aldık. Türkiye’deki ilk gösterimimizi<br />
ise Adana’da yaptık. Sırada Varşova,<br />
Bogota, Stockholm, Sevilla, Selanik, AFI<br />
FEST Los Angeles, Taipei ve Rio gibi festivaller<br />
var. Çok yoğun bir şekilde tüm<br />
coğrafyalardagösterimlerimiz sürüyor. (Not; Albüm<br />
53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde<br />
de yarışıyor, röportajı yaptığımız sırada adaylar<br />
henüz açıklanmamıştı) Fransa’da vizyona<br />
girecek. Muhtemelen Türkiye’den 3 kat fazla<br />
kopya sayısı ile. Böyle evrensel bir şey oluşmuş<br />
olması benim için mutluluk verici.<br />
Türkiye’de vizyona girmesine de az bir zaman<br />
kaldı…<br />
Evet, 4 Kasım’da vizyondayız. Henüz net bir şey<br />
yok ama muhtemelen 20 kopya civarı olacak.<br />
Büyük şehirler dışında filmin çekildiği Antalya<br />
ve Kayseri’de ve kendi memleketim Akhisar’da<br />
vizyona sokmaya çalışacağım. Tekelleşeme çok<br />
malum. Umarım daha fazla yerde vizyona girer<br />
ama böyle bir durum var maalesef.<br />
Tüm bu yoğunluk arasında yeni bir filmin<br />
hikayesini düşünmeye fırsatınız oldu mu?<br />
Kafamda oluşan bir şey var. Ancak yazılmış bir<br />
şey yok henüz. Şu aralar takvim öyle yoğun ki,<br />
oturup nefeslenmeye bile vaktimiz olmadı. 2017<br />
yılının başlarında yazmayı 2018’in güzünde de<br />
çekmeyi planlıyorum.
MÜKEMMELİYETÇİ VE<br />
KARAKTERİSTİK<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
BIR YÖNETMEN<br />
n Aslı Özge,<br />
mükemmeliyetçi<br />
tutumuyla ve<br />
sinematografik<br />
kaliteye önem<br />
vermesiyle Türk<br />
sineması içerisinde<br />
farkını hissettiren<br />
bir yönetmen. Türkiye’nin popüler<br />
sorunlarına sırtına dayayarak meselesi<br />
üzerinden ödül avcılığı kovalayan<br />
birçok yönetmene kıyasla içerik<br />
kadar sinemanın görsel yapısı üzerine<br />
de kafa yorulmuş, yoğun bir ön<br />
çalışma yapılmış, detaycı, gözlemci<br />
ve kontrolün yönetmende olduğunu<br />
her anında hissettiren filmler yapan<br />
Özge, üç filminin de görüntü yönetmeni<br />
olan Emre Erkmen’le birlikte en<br />
az Nuri Bilge Ceylan – Gökhan Tiryaki<br />
ikilisi kadar karakteristik bir sinema<br />
diline sahip.<br />
2009’da İstanbul, Adana ve Ankara<br />
film festivallerinden en iyi film<br />
ödülüyle dönen Köprüdekiler ile<br />
çıkış yapan, 2013’te İstanbul Film<br />
Festivali’nde en iyi yönetmen ve en<br />
iyi görüntü yönetmeni(Emre Erkmen)<br />
ödülü alarak başarısını devam ettiren<br />
yönetmenin yeni filmi Auf Einmal,<br />
14 Ekim 2016’da Türkiye’de vizyona<br />
girecek. Festival izleyicisinin Nisan<br />
ASLI ÖZGE
ayında İstanbul Film Festivali kapsamında<br />
izlediği Auf Einmal, festivalin “Uluslararası<br />
Yarışma” bölümünden FIPRESCI, Berlin<br />
Film Festivali’nin Panorama bölümünden<br />
ise yüksek artistik kalitesi gerekçesiyle<br />
“Label Europa Cinemas” ödülüne layık<br />
görülmüştü.<br />
Uzun yıllardır hem İstanbul’da hem de<br />
Berlin’de yaşayan Özge’nin son filmi Auf<br />
Einmal, bu sefer Almanya’da geçiyor.<br />
Köprüdekiler’de alt sınıfı, Hayatboyu’nda<br />
ise üst sınıfı mercek altına alan Özge,<br />
Auf Einmal’da orta-üst sınıfı anlatıyor.<br />
Sinemamızda Deniz Gamze Ergüven’in<br />
Mustang’iyle başlayıp Hiner Saleem’in<br />
Dar Elbise’siyle devam eden ve ne yazık<br />
ki daha çok göreceğimize inandığım “film<br />
çektiği ülkeyi tanıyamama” sorunsalı ise<br />
elbette Özge’nin filmi için geçerli değil.<br />
Aksine Özge’nin bir röportajında söylediği<br />
şu cümlelerin “başka bir ülke hakkında<br />
film çekmek” isteyen her yönetmene defalarca<br />
altı çizilerek okutturulması şart:<br />
“Berlin ve İstanbul arasında uzun yıllardır<br />
sık gidip geliyorum. Ancak bir ülkede film<br />
çekebilmek için o ülkenin iç dinamiklerini,<br />
sistemini, kurumlarını, insanlarını<br />
iyi tanımak gerekiyor. Özellikle sistemi<br />
eleştiriyorsanız ve o toplum adına bir<br />
şeyler söylemek istiyorsanız oraya hakim<br />
olmak gerekiyor.”<br />
Köprüdekiler (2009)<br />
Köprüdekiler, İstanbul’un<br />
varoşlarında oturan ve her<br />
gün Boğaziçi Köprüsü’ndeki<br />
trafik sıkışıklığı arasında<br />
farkında olmadan hayatları<br />
kesişen çiçek satıcısı Fikret,<br />
dolmuş şoförü Umut ve trafik<br />
polisi Murat’ın hayallerine,<br />
umutlarına, isteklerine, maddi<br />
ve manevi çıkışsızlıklarına dair bir hikaye.<br />
Aslı Özge’nin filmin yapımına belgesel<br />
olarak başladığı ama daha sonra projeyi<br />
kurmacaya çevirdiği film, polis karakteri<br />
haricinde (Emniyet Müdürlüğü’nden izin
çıkmaması sonucu)<br />
diğerlerinin kendi hayatlarını<br />
oynaması , Emre Erkmen’in<br />
hayatın sıradanlığı<br />
içerisinde tüm detaylara<br />
hakim el kamerası, Özge’nin<br />
hayatında ilk defa oyunculuk<br />
yapan kişilerden çıkardığı<br />
doğal ve gerçekçi oyuncu<br />
yönetimi gibi detaylarla<br />
benzerlerinden farklılaşan<br />
ve derinleşen bir yapıya<br />
sahip. Belgesel tavrıyla<br />
çekilen kurmaca bir film<br />
olan Köprüdekiler’de üç hikayenin<br />
Alejandro Gonzalez<br />
Inarritu filmleri gibi birbirine<br />
bağlanacak hissiyatı yaratıp<br />
bunu yapmaması karakterlerin<br />
şehirdeki yalnızlıklarının<br />
altını daha net çiziyor.<br />
Neticede başka bir yönetmen<br />
muhtemelen hikayenin<br />
finalini dolmuş şoförünün<br />
çiçekçiye çarpması ve<br />
trafik polisinin olay yerine<br />
gelmesi şeklinde bitiririrdi<br />
ama hikaye aynı zaman –<br />
mekanı paylaşan karakterlerin<br />
hayatın akışı içerisinde<br />
sistemin sınırlarına<br />
çarpmaları ve kendi<br />
sınırlarını tanımaları üzerine.<br />
Bu yüzden film bittiğinde<br />
çiçekçinin hayatının sonuna<br />
kadar çiçekçilik<br />
yapacağını ve gezmek<br />
istediği her mekanda<br />
hırsız damgası yiyeceğini,<br />
dolmuş şoförünün karısıyla<br />
hiçbir zaman arzu ettiği<br />
eve çıkamayacağını, polisin<br />
tatilde anca köyüne,<br />
özlediği annesinin yanına<br />
döneceğini biliyoruz. Çünkü<br />
karakterlerin olanakları<br />
ve sınırları ötesine imkan<br />
tanımayacaktır.<br />
Hayatboyu (2013)<br />
Aslı Özge, ilk filminde ele aldığı<br />
maddi sıkıntılar ve eğitimsizlik<br />
yüzünden hayatlarında<br />
bir çıkışsızlık yaşayan alt<br />
sınıftaki insanların hikayesini,<br />
Hayatboyu’nda steril ve mükemmeliyetçi<br />
hayatları içerisinde<br />
çoktan boğulmuş olmalarına<br />
rağmen birbirlerini terk etmemek<br />
için bahaneler üreten<br />
üst sınıftan modern bir çiftin<br />
çıkışsızlığına transfer ediyor.<br />
Hikaye farklı, sosyal sınıflar<br />
arasında uçurumlar var ama<br />
insanların içinde bulunduğu<br />
tıkanıklık ve ayakta<br />
kalma mücadelesi<br />
“hayatboyu”<br />
devam ediyor. Gri<br />
ve mavi tonların<br />
yoğunlukta<br />
olduğu bir<br />
renk skalası<br />
eşliğinde metalin<br />
ve camların<br />
her köşesini<br />
kapladığı, minimalist bir<br />
tasarımla döşenmiş dar odaları<br />
ve merdivenleriyle dolu bir evde<br />
yaşayan, 50’li yaşlardaki evli<br />
iki karakterin hikayesini anlatan<br />
Hayatboyu’nda tasarımı<br />
üzerine bu kadar düşünülmüş<br />
ve özenilmiş olan ev, bir nevi<br />
film içindeki üçüncü ana karakter<br />
konumuna yerleşiyor. Çiftin<br />
arasındaki klostrofobik ilişkiyi<br />
sonuna dek hissettiren evin<br />
mimari yapısı, ikilinin birbirinden<br />
daha kolay saklanmasına<br />
ve sorunlarını görmezden<br />
gelmesine olanak sağlıyor.<br />
Evin içerisinde yoğun şekilde<br />
bulunan camlar ise izleyinin<br />
içeriyi röntgenlemesi için<br />
tasarlanmış gibi gözüküyor.
Zaten Erkmen’in oldukça detaylı<br />
ve hesaplı, sanatla doğrudan<br />
ilişki kuran sinematografik tercihleri,<br />
mimar ve ressam olan<br />
çiftimizin sanatsal algılarına,<br />
zevklerine, renklerine ve bakış<br />
açılarına göre şekilleniyor.<br />
Mükemmeliyetçi bir şekilde<br />
tasarlanmış evde mükemmel bir<br />
hayat süremeyen çiftin yaşadığı<br />
sıkışmışlık hissini yaratan dar<br />
açılı objektif kullanımı, ana<br />
karakterin deprem bölgesi<br />
Van’a gitmesiyle birlikte yerini<br />
çoğunlukla geniş açılı objektiflere<br />
bırakıyor. Kameranın pan<br />
ve tilt haricinde herhangi bir<br />
hareket yapmaması, her biri<br />
özenle seçilmiş sabit ve uzun<br />
planlardan oluşması, olayları<br />
sadece gözlemci olarak izlememize<br />
olanak sağlıyor. Karakterlerin<br />
kırılma anını simgeleyen<br />
deprem sahnesinde olduğu gibi<br />
onların yaşamadığı, görmediği,<br />
duymadığı, hissetmediği<br />
hiçbir şeyi izleyicinin deneyimlemesine<br />
izin vermiyor<br />
yönetmen. Köprüdekiler’in<br />
tam zıttı. Böylelikle Özge’nin<br />
Köprüdekiler’deki “Ömür boyu<br />
çiçekçilik mi yapacaksın?”dan<br />
Hayatboyu’nda “Avokado<br />
aldın mı?”ya varan yaşamların<br />
zıtlığından birbirini tamamlayan<br />
bir İstanbul portresi ortaya<br />
çıkıyor.<br />
Auf Einmal (2016)<br />
Üçüncü filmi Ansızın / Auf<br />
Einmal’ı Almanya’da, Almanca<br />
ve Alman oyuncularla çeken<br />
Özge, bir parti sonrasında<br />
son misafiri beklenmedik bir<br />
şekilde ölen ve polisin gözünde<br />
şüpheli şahıs durumuna düşen<br />
Karsten’ın giderek yalnız
ırakılmasını ve buna bağlı olarak<br />
dönüşümünü orta-üst sınıfa dair eleştiriler<br />
getirerek anlatıyor. İlk yarısındaki pasifliği<br />
ve ikinci yarısındaki aktifliği aynı derecede<br />
sinir bozucu olan anti-karakter<br />
Karsten’in içsel yolcuğunu bir nevi<br />
Hamlet öyküsü olarak okumak mümkün.<br />
Tıpkı Hamlet gibi güçlü bir babanın oğlu<br />
olarak konformist bir hayat yaşayan<br />
Karsten’in başına gelen olaylarla birlikte<br />
çevresindeki insanların iki yüzlülüğüne<br />
şahit olmasına aktifle pasifin, güçlüyle<br />
güçsüzün yer değiştirdiği bir kurgu çerçevesinde<br />
tanık oluyoruz. Alman ortaüst<br />
sınıf bir aileyle işçi sınıfından gelen<br />
Rus bir ailenin karşı karşıya geldiği hikayede<br />
statükonun, egonun, sistemin<br />
insanları nasıl değiştirdiğini gözlemlerken<br />
Erkmen’in kırmızı, sarı ve kahverengi<br />
tonları arasında seyreden sinematografik<br />
çalışmasının zirvesine şahit oluyoruz.<br />
Öyle ki, filmin Berlin’de “yüksek artistik<br />
kalitesi” sebebiyle kazandığı “Label Europa<br />
Cinemas” ödülünün ne olduğunu<br />
bilmesek bile filmi izledikten sonra<br />
ödülün veriliş sebebini çok net anlıyoruz.<br />
Hayatboyu’nda ana karakterin kırılma<br />
anını simgeleyen deprem sahnesi ise burada<br />
yerini Karsten’in etrafı dağlarla çevrili<br />
alanda Alman bayrağının bulunduğu<br />
zirveye çıkması ve ardından kendini<br />
ormanlık alana kapatması olarak vuku buluyor.<br />
Hikayeyi başta Türkiye’de çekmeyi<br />
düşünen ama sonra Almanya’da çekmeye<br />
karar kılan Özge, böylelikle gücün,<br />
statükonun, baskıların, ötekileştirmenin<br />
evrenselliğine de dikkat çekmiş oluyor.<br />
Üstelik bunu öyle sinema dili yüksek bir<br />
anlatımla gerçekleştiriyor ki, teklif geldiği<br />
takdirde birinci sınıf Hollywood prodüksiyonu<br />
yönetebilecek kalibrede bir yönetmen<br />
olduğunu gözler önüne seriyor.
BÜYÜK BUDAPEŞTE OTEL<br />
AYŞE TEYZEYE<br />
AÇIYOR!<br />
BERİL ATEŞOĞLU<br />
B: Büyük Budapeşte<br />
oteli Ayşe teyze, ben<br />
çok severim bakalım<br />
beğenecek misin.<br />
A: Belgeselse severim.<br />
Belgesel???<br />
Budapeşte otelini anlatan bir belgesel<br />
mi? Neden olmasın tabi ama değil maalesef.<br />
Hevesimi ilk andan kursağımda<br />
bıraktı.<br />
B: Belgesel değil ama ben yine de<br />
seveceğini umuyorum.<br />
A: Hımmm ütüyü kursam mı ben filmi<br />
izlerken?<br />
Tabi ya istersen banyo yap Ayşe teyze<br />
Nasıl olsa bu belgesel değil zavallı bir<br />
film. Zaten Wes Anderson ev işleri ile iyi<br />
gider diye pazarladı bu filmi.<br />
B: Şöyle yapalım sen otur ben bir çay<br />
koyayım.<br />
Bu fikri hoşuna gitmesede ütü<br />
yaptırmayacağımı anladı, pek sesini<br />
çıkarmadan izlemeye başladık.<br />
A: Zubrowka nerede? Vallahi ilk defa duydum<br />
cahilliğime ver.<br />
B: yok zaten öyle bir ülke kurgusal hayali
İ KAPILARINI yani.<br />
Yerim ya Ayşe teyzeyi:)) itiraf<br />
edeyim ilk izlediğimde ben de bir<br />
düşündüm nerede burası diye ve<br />
tabii Google sağ olsun kurmaca<br />
olduğunu öğrendim ama ben<br />
Ayşe teyze kadar dürüst insanlara<br />
soramadım rezil olurum diye.<br />
Aramızdaki küçük farklardan biri.<br />
A: ayyy bu benim oğlan, çok<br />
beğeniyorum ben bu çocuğu pek<br />
bir temiz yüzlü.<br />
Jude Law dan bahsediliyor şu an<br />
hemen anlarım tam Ayşe teyzenin<br />
tipi. Jude Law sayesinde otelin<br />
hikayesini merak etmeye başladı<br />
Ayşe teyze, bir de üzerine Hama’mı<br />
andıran Arap banyosunu görünce<br />
gözleri açıldı. Sıfır Mustafa diye<br />
Türkçeleştirilmiş kahramanımızdan<br />
ben Zero olarak bahsedeceğim.<br />
Zero’nun yaşlı hali, onun gibi yaşlı<br />
görünen otelinde hikayesini anlatmaya<br />
başladı...<br />
İyilerin gerçek iyi, kötülerinde gerçek<br />
kötü olduğu bir film bu sonuçta<br />
tam bir masal gibi. Bu filmin<br />
kıssadan hisse bölümünü hep<br />
düşünmüşümdür ve dürüst olmak<br />
gerekirse bir türlü de bulamadım<br />
Ayşe teyzeye izletmek istememin<br />
esas sebebi de bu. Filmimize<br />
Mösyö Gustave’ın girmesiyle<br />
ortalık şenlendi.<br />
A:Kontes bildiğin aşık bu adama.<br />
B: Aşk ne sence?<br />
A: Görmüyor musun?<br />
B: Neyi?<br />
A: bu adam bu kadınları Nasıl<br />
aşık ediyor kendine anlatıyor işte.<br />
İhtiyaç diyor. Aşk ihtiyacın olanı<br />
bulmak değil mi? Kadınlarında<br />
genel ihtiyacı ilgi hele de belli bir<br />
yaştan sonra sadece ilgi! Bu otel<br />
niye böyle pembe?<br />
B: Aşktandır belki?<br />
Kadın çözüyor arkadaş, yapa-
yapacak bir şey yok. Ben onca Zaman sanat<br />
yönetmeni tam bir harika diye izledim filmi<br />
Ayşe teyze renk analizi yapıyor, aşk analizi<br />
yapıyor... Sonradan sarı olması da bu sebepten<br />
o Zaman!! Ampuller yanıyor bende. Zero<br />
ile Gustave’ın arasındaki enteresan ilişkide<br />
gelişiyor bu sırada Kontes’in ölümüyle ilk<br />
seyahatlerine çıkıyorlar.<br />
A: Bu adam tam bir sefa p..gi şampanyasız<br />
parfümsüz adım atmıyor. İşini iyi yapıyor ama<br />
hakkını yiyemem.<br />
Trende Gustave’ın Zero’yu korumak için yumruk<br />
yediği sahneyi bir ayrı severim, sessizce<br />
izledi Ayşe teyze de yüzünde hoş bir tebessüm,<br />
bu dostluğu onayladı belliki. Yumruk<br />
seansı Kontes’in vasiyeti açıklanınca tekrar<br />
başladı Kontes’in oğlu Dimitri namı değer<br />
Adrian Brody Gustave’a bırakılan değerli<br />
tabloyu vermek istemiyor ve yumrusunda<br />
esirgemiyor bu sefer onu Zero koruyor o<br />
da yumruğunu esirgemiyor ve hayatımda<br />
duyduğum en güzel soyadına sahip olan<br />
insan giriyor devreye, Willem DAFOE!!!!<br />
Daefüü diye okunuyor olsa gerek ve hangi<br />
ismin arkasına gelirse gelsin bir hava katıyor.<br />
Kovalamacamız başlıyor!! Ayşe teyze soluksuz<br />
izliyor olanları ta ki!!<br />
A: Tablo tablo dedikleri bu mu? Eli yamuk<br />
elma tutan velet mi? Parmakları sana benziyor<br />
bak!<br />
B: biliyorum!<br />
A: kıh kıh kıh!!!<br />
Gustave’ın Kontes’in katili olması iddiası ile<br />
Gustave kendini hapiste buluyor. Bu sırada<br />
Mendl’s ın güzel kızı giriyor.<br />
A: ayyy Beril bu filmde herşey bir acayip,<br />
pasta bile bir yampiri yumpiri. Kızın suratında<br />
ne var öyle?? Zero da bıyıklarını kalemle<br />
çiziyor iyi iyi güzel çift olur bunlardan. Kıh kıh<br />
kıh<br />
Evet Wes Anderson ve sanat ekibi gerekli<br />
eleştirileri aldıysa filme devam edelim.<br />
Hapis kısmında Ayşe teyze mutfağa gitti!<br />
A: tamam işte kaçacak biliyorum, sen izle ben<br />
şu çayın suyunu koyup geliyorum.<br />
Artık alıştım yadırgamıyorum neyse ütüden<br />
yırttık. Ayşe teyzenin de dediği gibi Gustave
hapisten kaçıyor ve onun Zero karşılıyor.<br />
A: Sıkıldım ben sonuna sarsana!<br />
Yok artık! İlk defa böyle birşey söylüyor!<br />
Filmi durdurdum.<br />
B: o kadar mı sevmedin filmi? Neden ya?<br />
A: sonu belli, başı belli merak etmedim.<br />
Ne anlatıyor yani bunlar? İyiler var kötüler<br />
var sonunda iyiler kazanacak. Al ben<br />
sana söyleyeyim sen de boşuna izleme!<br />
Ayşe teyzenin niye bu filmi sevmediğini<br />
anladım!!! Bir 5 dakika boş boş baktıktan<br />
sonra çözdüm. Bu filmde kimsenin bir<br />
hayali ya da bir tutkusu yok. Hayali<br />
olmayan insanlar Ayşe teyzeye hiç cazip<br />
gelmiyor. Dediği gibi bu film iyi ve<br />
kötünün görsel bir şöleni. Renkleri,<br />
kostümleri, karakterleri herşey kusursuz<br />
ama gerçekten bir ruhu yok.<br />
Keyifli bir seyirlik, hayatınızda birşey<br />
değiştirmeyen filmlerden yani. Her<br />
film hayatta birşeyler değiştirmeli mi?<br />
Tartışmasına girmeden bunun bir seçim<br />
olduğunu söyleyerek noktalayayım. Filmi<br />
kapattım!<br />
B: haklısın Ayşe teyze bu filmde değişen<br />
dönüşen hiç birşey yok, otel hariç!<br />
A: renkler falan güzel, oyuncuları da<br />
sevdim ama sonunu tahmin edebildiğim<br />
filmleri sevmiyorum ben hele bu film çok<br />
belli neler olacağı.<br />
Bu filmi Ayşe teyze ile izleyene kadar<br />
çok sever hatta herkesede önerirdim.<br />
Bazen renkler, oyuncular, geçirilen keyifli<br />
zaman gözümü boyuyor demek ki. Her<br />
film birşey anlatmak zorunda mı? Bu<br />
soruya hala bir cevabım yok ama farkettim<br />
ki Büyük Budapeşte oteli bir çocuk<br />
filmi basitliğinde senaryosuyla bizim<br />
gözümüzü boyamayı başarmış. Ayşe<br />
teyze gözlerimi açtı. Yine de bu filmi ilk<br />
izlediğimde çok sevdim ve gayet keyif<br />
aldım, üzerine hiç düşünmemiştim. İlk<br />
defa bir filmi tamamlayamadık ve Ayşe<br />
teyze beğenmedi. Hayali olmayanları<br />
sevmiyoruz bir kez daha anlamış olduk:))<br />
Ayşe teyze sevsen de sevmesen de her<br />
filmim de varsın!!!
BALKAN SİNEMASI<br />
HÜZNÜN VE KOMEDİNİN<br />
MUHTEŞEM UYUMU
Balkanlar’ın insanları oldukça<br />
sıcak ve bir o kadar<br />
da rahattırlar. Bu durum,<br />
dünya görüşü anlamında<br />
bize çok sirayet etmemiştir<br />
belki ama sineması kesinlikle<br />
yüzümüzde bir<br />
gülümseme, dilimizde<br />
yumuşak bir tat bırakır.<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Avrupa’nın<br />
Güneydoğu kısmında<br />
yer alan, hatta bazı<br />
ülkelerin Balkan<br />
Yarımadası’nda yer almalarına rağmen<br />
Balkan yerine bu ismi tercih ettiği,<br />
birbirine yakın ama bir o kadar da uzak,<br />
Hababam Sınıfı’ndaki unutulmaz replik<br />
gibi 100-150 tane değil sayıları 12<br />
tane olan devletlerdir Balkan Devletleri.<br />
Genellikle isimlerini hava durumlarından<br />
bize doğru gelen soğuk hava dalgası ile<br />
duyarız, çoğu zamanda bazı savaşların,<br />
katliamların yıldönümlerinde. Tüm<br />
bunların aksine ise Balkanlar’ın insanları<br />
ve başka ülkelere göç edenleri, oldukça<br />
sıcak, eğlenceli ve bir o kadar da<br />
rahattırlar. Bu durum, siyaseten ya da<br />
dünya görüşü anlamında bize çok sirayet<br />
etmemiştir belki ama sineması kesinlikle<br />
yüzümüzde bir gülümseme, dilimizde<br />
yumuşak bir tat bırakır. En hüzünlü<br />
olanları bile...<br />
Balkan sineması, İtalya ve Fransa gibi<br />
ülkelerin başını çektiği, daha popüler<br />
olan Avrupa Sineması’ndan bile daha<br />
gerçek ve daha güçlü hikayeler barındırır.<br />
Senaryolarda abartıya çok az denk gelir,<br />
fantastik öğelere neredeyse hiç<br />
rastlayamazsınız. Coğrafyanın yıllara<br />
dayanan o yükü, kaosu ve yaşadığı bütün<br />
olayları omuzlarında taşıdığını filmlerden<br />
de hisedersiniz. Genelde yoksul kesimin,<br />
daha doğrusu Avrupa’nın en yoksul<br />
kesimlerinin insanlarının hikayesi<br />
işlendiğinden bu duygular zirvededir.<br />
Yunanistan ve Türkiye gibi sınırları nispeten<br />
Balkan sayılan ülkelerin sinemaları<br />
farklılık taşıyabilir ama özellikle savaşı<br />
gören ülkelerin sinemalarında bu ağırlık<br />
fazlasıyla hisssedilmektedir. Hal böyle<br />
olunca da güçlü senaryoların, hayatın<br />
içinden dediğimiz türden karakterler ile<br />
önümüze gelmesi kaçınılmaz. Burada<br />
garip olan duygu ise şu; İlk paragrafta da<br />
bahsettiğim üzere, en hüzünlü, en dramatik<br />
(ki çok güçlü oluyorlar) filmlerde<br />
bile, izlendikten sonra güzel bir hava<br />
yakalamak. Bölge insanının o sıcaklığı,<br />
o mimik ve jestlerinde bile olan yakınlığı<br />
sanırım perdeye de yansıyor. Tabii bunu<br />
gayet yerinde kullanabilen yönetmenler<br />
de olunca kat sayısı çok daha yukarılara<br />
çıkıyor.<br />
Bu hüzünlü hikayelerden Balkan<br />
Sienması’na özgün bir mizah anlayışı,<br />
trajikomik olaylar ve açıkça bir kara komedi<br />
elde edildiğini de söylemek mümkün.<br />
Hayatı hiç ciddiye almayan, savaşlar<br />
görmüş ama inancını yitirmemiş ve oldukça<br />
güçlü kalabilen bu insanlardan da<br />
başka bir durum beklenemezdi zaten.<br />
Sinemasının en güçlü yanlarında da bunlar<br />
kullanılmakta ve eğlenceli bir hüzün<br />
bizleri kaplamakta. Bunları dediğimde<br />
akla hemen Çingeneler Zamanı gelecektir.<br />
Para yoktur, gelecek yoktur ve daha<br />
da kötüsü geleceğe dair en ufak umut<br />
yoktur ama herkesin yüzü güler, türlü<br />
sakallıklar olur ve son derece eğlenceli<br />
hayatları vardır. İşte bu durumdan bu<br />
mizahı çıkarabilmekte ancak bu bölge ve<br />
onun yönlendirdiği sinemada olur. Yeri
gelmişken, tam da bu noktada müzikten<br />
bahsetmek gerekiyor kesinlikle. En<br />
dramatik, iç parçalayan anlardan, bu<br />
bahsettiğimiz eğlenceli anlara kadar<br />
en favori sahnelerinizi düşünün, sonuç<br />
olarak hemen hepsinin vurucu bir müziği<br />
olduğunu hatırlayacaksınız. Bu noktaya<br />
kadar anlattıklarımın hepsi, o karmaşadan<br />
harika filmler çıkarmak tıpkı bir müzik<br />
gibi, müziğin ahengi gibi olsa gerek. Nasıl<br />
değişik enstrümanlardan harika bir kolaj<br />
ortaya çıkarılabiliyorsa, enstrümanlar<br />
yerine duyguları kullanarak da bu ortaya<br />
çıkabilir. Müzik, bütün bir coğrafyayı, tüm<br />
hissiyatı ile bizlere aktarıyor. Bölge insanı<br />
ve sineması için de adeta bir nefes görevi<br />
üstleniyor. Yine Çingeneler Zamanı’ndan<br />
örnek vermek gerekirse; Perhan’ın isyan<br />
edip kendini alkole vurduğu ve zil zurna<br />
sarhoş olduğu sahne, hem bütün bir<br />
hüznün sahnesidir, içimizi dağlar, hem<br />
de trajikomik bir atmosfer ve melodiler<br />
sayesinde içimiz biraz kıpırdar. Yazının<br />
bütününe ve Balkan Sinemasına bakınca<br />
da karşımıza çıkan tam olarak bu güzel<br />
karışımdır.<br />
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra,<br />
her ülkenin kendi özünü bulmasından<br />
mıdır bilinmez çok daha başarılı örnekler<br />
çıkarmaya başlayan Balkan Sineması,<br />
özellikle 2000’li yıllara girildiğinde Romanya<br />
ile epey atıım gerçekleştirmiş<br />
ve hatrı sayılır başarılar elde etmiştir.<br />
Bazı ülkelerin de savaşın izlerini silmesi,<br />
kendi düzenlerini en baştan kurma<br />
çabaları ve bocalamaları da sinemalarını<br />
derinden etkilemiştir. Nasıl ki bütün<br />
dünya sineması dönüp dolaşıp Hitler ya<br />
da II. Dünya Savaşı filmleri yapmakta<br />
ve biz daha ne çıkabilir dedikçe yaratıcı<br />
örnekler sunmakta ise Balkan sineması<br />
da yaşadığı baskıları, savaşları, rejimleri<br />
ve yoksulluğu çok konu edinecektir.<br />
Bunların içinden de yaratıcı olanları ya<br />
da baskının hafiflemesi ile daha önce<br />
söylemek isteyip de söyleyemediklerini<br />
dile getiren yönetmenler olacaktır. Kendimize<br />
de oldukça yakın bulduğumuz bu<br />
coğrafya ve sineması eminimki bizi etkilemeye<br />
de fazlasıyla devam edecek, hüznün<br />
içinde en sıcak gülümsemeleri perdeye<br />
ya da evlerimize getireceklerdir. Şimdi<br />
harika Balkan filmlerinden 2000’li yıllara<br />
damga vurmuş birkaç tanesini tekrar bir<br />
hatırlayalım;<br />
No Man’s Land – 2001<br />
Bir Boşnak ve Bir Sırp askeri hattın tam<br />
ortasında karşılıklı kalmışlardır. Bir süre
sonra muhabbet etmeye, birbirini anlamaya<br />
bile başlarlar. Kendilerine öldür<br />
emri verilmiştir ama neden, kim için?<br />
Bunu sorgulamaya başlarlar ve trajikomik<br />
hikayemiz de böyle ilerler. Tanovic’in<br />
ustalığı ile daha da şiddetlenen kalite sonucunda<br />
bizi sinemasal bir şölen bekler.<br />
Sonuç ise kesinlikle savaşın anlamsızlığı.<br />
Hatta aralarına katılan diğer bir asker ile<br />
konu evrensel boyutlara ulaşır ve film de<br />
başyapıt seviyesine.<br />
4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile – 2007<br />
Totaliter ve baskılardan oluşan Çavuşesku<br />
döneminde geçen hikaye, son yılların en<br />
başarılı ve takip edilesi yönetmenlerinden<br />
Christian Mungiu imzaı taşıyor. Böylesine<br />
zor bir dönemde, kürtajın yasak ve büyük<br />
suç kabul edildiği bir yerde istemediği bir<br />
çocuğa hamile kalan bir kadın üzerinden,<br />
iktidarın ülkeye yaşattıkları da konu ediliyor.<br />
Oldukça gerçekçi olan film, müzik<br />
kullanım tercihi ve doğal oyuncuları ile de<br />
etkisini artırıyor.<br />
Mandariinid – 2013<br />
Aslında No Man’s Land’in hikayesine<br />
benzeyen bir senaryosu var filmin. Gürcü<br />
Abhaz savaşı sırasında bir çatışma sonucu<br />
yaşlı Ivo iki askeri tedavi amacı<br />
ile evine alır. Düşman olan bu isimler,<br />
iyileşmeye başladıklarında daha birbirilerini<br />
tanımadan, sadece öğrendikleri<br />
yüzünden saldırmaya kalkarlar. Burada,<br />
benzer konulu diğer filmlerden fark, anlama<br />
sürecinin başka bir insana olan<br />
saygıları ve minnet borçları ile başlaması<br />
ve humaniste başlangıç kesinlikle en iyisi.<br />
Grbavica – 2006<br />
Savaş sonrası Saraybosna’da geçen film,<br />
babasının savaşta öldüğünü düşünen<br />
küçük kız ve onu her şartta büyütmeye<br />
çalışan Esma’nın hikayesini anlatıyor.<br />
Garsonluk yapan ve arada sırada rehabilitasyon<br />
gören Esma bir gün kızının<br />
babasının ölümü ile ilgili belge istemesi<br />
ile zor duruma düşer ve sır yavaş yavaş<br />
ortaya çıkmaya başlar. Savaşın yaralarını<br />
sarmak, artık Esma’nın düşündüğü tek<br />
dert değildir.<br />
Filantropica – 2002<br />
Bir okulda edebiyat öğretmenliği yapan<br />
Ovidiu, zar zor geçinmektedir ve şair<br />
olmanın hayallerini kurmaktadır. Bir gün<br />
şiir okuyan bir sarhoşun direktifleri ile<br />
hayırseverlerin olduğu bir kuruma gider<br />
ve olaylar burada başlar. İlk derdi para kazanmak<br />
ve şiirlere yönelmek olan Ovidiu<br />
bambaşka bir durumun ortasında kalır<br />
ve trajikomik hikayesi de start almış olur.<br />
Karakter odaklı sağlam bir yapım.
UZUN BİR<br />
ARADAN SONRA<br />
TEKRAR MERHABA…<br />
BURAK YARKENT<br />
n Tamamen elimde<br />
olan abuk sabuk sebeplerden<br />
dolayı uzun<br />
bir süre ara verdiğim<br />
yazılarıma başlamanın<br />
vermiş olduğu mutlulukla,<br />
Hollywood’dan hepinize selamlarımı gönderiyorum.<br />
Şaka bir yana 2 yıl geçmiş oturup da 2 satır<br />
birşeyler yazmayalı.<br />
O yüzden devrik cümle kurarsam, sürçü<br />
lisan edersem şimdiden affola ama bilin ki<br />
tecrübeliyim. Zamanla yazılara çeki düzen<br />
vereceğimden, önce yürümeye, sonra<br />
da koşmaya başlayacağımdan, kaldığım<br />
yerden, Hollywood’dan en son haberleri<br />
vermeye, en yeni filmler hakkında sizleri<br />
elimden geldiğince haberdar etmeye<br />
başlayacağımdan kimsenin şüphesi olmasın.<br />
Haydi bakalım, başlıyoruz…<br />
Pixar’ın “Finding Nemo”sunun izleyici ile<br />
ilk buluşmasından bu güne, dile kolay 14<br />
yıl olmuş. Tam 14 yıl sonra Pixar, 2003
Tamamen elimde<br />
olan abuk sebeplerden<br />
dolayı uzun<br />
bir süre ara verdiğim<br />
yazılarıma başlamanın<br />
verdiği mutlulukla,<br />
Hollywood’dan hepinize<br />
selamlar...<br />
yapımı “Finding Nemo” gibi bir efsanenin<br />
arkasından Dory’ı gönderme kararı almış.<br />
Finding Nemo’nun da yazar ve yönetmenlerinden<br />
olan Andrew Stanton ilk basamağı<br />
çok akıllı kullanarak ikinci basamağa adım<br />
atmış, fakat basamakları da birbirine çok<br />
yakın tutmuş.<br />
Stanton, Nemo ve Dory’ı, iki ayrı filmde,<br />
aynı sularda yüzdürmüş. Konu itibariyle, iki<br />
filmin sırtını da “aile ve arkadaş değerlerine<br />
verilen önem” kriterlerine yaslamış ve iki<br />
filmden tema olarak elde kala kala “aile<br />
fertlerini bulmak için denizlerde yolculuğa<br />
çıkan bir balık” kalmış.<br />
Yalnız şunu da söylemekte fayda var,<br />
Pixar’ın zirvesine gidebilecek bir yolda, her<br />
ne kadar kendine zarar veren bir parallelik<br />
gösterse de, Finding Dory izlemesi keyif<br />
alınabilecek bir film olmuş.<br />
Kısaca filmin konusuna gelince..<br />
Nemo filminden Dory karakterini<br />
hatırlamayanınız yoktur. Ellen DeGeneres’in<br />
sesiyle hayat verdiği, Albert Brooks’un<br />
seslendirdiği Marlin karakterine yardımcı<br />
roldeki, iyi niyetli, hafıza problemli mavi<br />
balık. İşte o iyi niyetli, hafıza problemli mavi<br />
figüran balık, bu filmde Marlin ve Hayden<br />
Rolence’nin seslendirdiği Nemo ile baş<br />
rolde.<br />
Dory, hafıza problemine rağmen, Diane<br />
Keaton’un seslendirdiği annesi ve Eugene<br />
Levy’in seslendirdiği babasının varlığını<br />
anımsar ve onları bulmak için yola çıkar.<br />
Dory’nin hafıza problemini iyi bilen Nemo<br />
ve Albert’ta bu macerada Dory’e yardım için<br />
ona katılırlar. Yolları denizcilik enstitüsüne<br />
düşen trio, önce Dory’nin eski arkadaşı,<br />
Kaitlin Olsen’in seslendirdiği Destiny<br />
isimli köpekbaliğina, daha sonra da Ed<br />
O’Neill’in seslendirdiği Hank isimli ahtapotla<br />
karşılaşırlar.<br />
Finding Dory, Pixar filmlerinin en önemli<br />
merkez özelliği olan “duygu”yu içinde çok<br />
yoğun bulunduran bir film olmuş. Her ne<br />
kadar bir animasyon olsa da, tüm izleyicilerin<br />
kendinden bir parça bulabileceği,<br />
tanıdık duyguları, sevinçleri, üzüntüleri
görebileceği, buluştukları ortak payda.<br />
Uzun zaman sonra kızlarıyla bir araya<br />
gelmenin mutluluğunu yaşayan anne ve<br />
babanın içinde bulunduğu duygu yüklü<br />
yoğunluk... Geçmişe gidip gelmeler…<br />
İzleyici ile filmi sürekli bir bütün halinde<br />
tutmaya yetiyor.<br />
Fazla gerilere gitmeye gerek yok, geçen<br />
senenin “İnside Out” filmini örnek alabiliriz<br />
mesela. En iyi Pixar filmleri çocuklara ve<br />
yetişkinlere hitap eden şekilde iki kademeden<br />
oluşuyor. Filme bu noktadan bakacak<br />
olursak, çocuklara hitap eden bir film<br />
olduğunu, yalnız yetişkinlerin de filmden<br />
keyif alabileceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />
Fakat filmin “Toy Story” kıvamında her<br />
yönüyle daha zengin bir film olmadığını da<br />
söylemekte fayda var.<br />
Bunun sebeplerine gelince,<br />
İlk olarak, filmin Finding Nemo filmine fazla<br />
yakın olduğu söylenebilir. İkinci olarak<br />
ise, video oyunlarını andıran kovalamacalı<br />
aksiyon sahnelerinin fazlalığını söyleyebilirim.<br />
Başka biri olsa bu kadar laf etmezdim,<br />
yalnız işin ucu rezümesinde Wall-E (yönetmen)<br />
ve Toy Story (yazar) gibi iki önemli<br />
film olan Andrew Stanton’a dokunduğu<br />
zaman, izleyici biraz daha az anime<br />
düşünülmüş bir yapıt bekleyebiliyor.<br />
Filme görsel açıdan bakacak olursak, belki<br />
de Pixar’ın en güçlü filmi olduğunu<br />
söylebilirim.<br />
Çok renkli, parlak, ve tertemiz…<br />
Belki bizi “su” yanıltıyor olabilir ama<br />
yine de film 3 boyutlu, görsel bir ziyafetten<br />
ibaret. Seslendirmeler müthiş.<br />
Başrolde Ellen DeGeneres, ve Albert<br />
Brooks, yardımcı rollerde Diane Keaton,<br />
Eugene Levy, Ed O’Neill, Idris Alba, ve<br />
Dominic West kusursuz…<br />
Bir paragraph da “Piper” için…<br />
Tüm Pixar filmleri, önce gösteriler<br />
kısa fimler ile eşleştiriliyor. “Finding<br />
Dory” bir başarı, fakat gerçek kazanan,<br />
fotoğraf kalitesindeki görüntüsü ve<br />
müthiş lezzetli hikayesi ile “Piper”.<br />
İnanır mısınız, “Piper”in 7 dakikada<br />
başardığını, 95 dakikadan fazla bir<br />
sürede Finding Dory başaramamış dersem<br />
yalan söylememiş olurum herhalde.<br />
Amacım kesinlikle baş yapıtı küçük<br />
düşürmek veya başarısını gölgelemek<br />
değil, yalnız bazı zamanlarda aperatif<br />
gerçek yemekten de daha lezzetli olabiliyor.<br />
Bunu da unutmamak gerekiyor.<br />
Finding Dory, Finding Nemo sevenleri<br />
için büyük keyifle izlenebilecek, gerçek<br />
bir aile filmi. 2003 yılındaki Finding<br />
Nemo’yu izlemeyenler için, endişeye mahal<br />
yok, direk bundan başlayabilirsiniz..
SÜPER<br />
KAHRAMANLARIN<br />
RUS VERSIYONU<br />
n 2012 yılında Marvel Stüdyoları ile<br />
hayatımıza hızlı bir şekilde giren “Süper<br />
Kahraman Filmi” fikrini uygulamayan<br />
büyük şirket herhalde Hollywood’da<br />
kalmamıştır. “Hollywood” diye üzerine<br />
basarak söylüyorum çünkü bu “süper<br />
kahraman” çılgınlığı, Hollywood’dan<br />
sonra Rus sinemasına bulaşmış gibi<br />
görünüyor.<br />
Rusların uzun bir süredir üzerinde<br />
çalıştığı Guardians (Zaschitniki) filminin<br />
fragmanı internet üzerinden izleyici<br />
ile buluştu. Bir grup Sovyet<br />
süper kahramanının kendi topraklarını<br />
korumak için doğaüstü tehditlerle<br />
savaşmalarını konu alan Zaschitniki<br />
filminin fragmanında bana göre<br />
şüphesiz en gözalıcı sahne, elinde<br />
makinalı tüfek olan kurt kafalı birinin<br />
etrafına ateş etmesiydi.<br />
Fragmanda paylaşılan görüntülere<br />
göre Ruslar bu film üzerinde bayağı<br />
bir zaman harcamışlar, ama görünen<br />
o ki, masamızın üzerine daha önce<br />
Amerikan süper kahraman filmlerinde<br />
görmediğimiz yeni bir olguyu koyamayacak,<br />
süper kahraman dünyasını yerinden<br />
oynatamayacaklar. Yalnız elinde<br />
makinalı tüfek ile etrafa pervasızca ateş<br />
eden kurt kafalıyı izlemek herhalde ilginç<br />
olacaktır.<br />
Sarik Andreasyan’ın yönettiği ve Sebastien<br />
Sisak, Anton Pampuchniy, Sanzhar<br />
Madiev, Alina Lanina, Valeria Shkirando,<br />
ve Stanislav Shirin’in rol aldığı Zaschitniki<br />
Şubat 2017’de izleyici ile buluşacak.
HEY GİDİ<br />
KOCA<br />
DÜNYA…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
DİREN SİNEMA<br />
Kimse kendisi için<br />
festival yapmıyor, herkesi<br />
memnun etmek<br />
imkansız ama festivallerin<br />
misyonlarından<br />
birinin de arabulucu<br />
olmak ve aynı zamanda<br />
özgürlüğü savunmak<br />
olduğunu bir kez<br />
daha hatırlatalım!<br />
23. Adaba Film Festivali sona<br />
ermişken aklımda tüm festivallere<br />
ilişikin birikmiş<br />
düşünceleri de bu vesileyle ortaya<br />
koyayım dedim...<br />
Adana’da hepimizin dikkatini çeken<br />
şeylerden biri de basından gelen<br />
arkadaşların sayısı idi. Şu an için<br />
yazan, yazmayan, festivallere ya<br />
da sinema yazarlığına ucundan<br />
bucağından bulaşmış herkesin festivalde<br />
olmasıydı ki bu Adana Film<br />
Festivalini bu anlamda bir kez daha<br />
takdir etmemi sağladı. Ülkemizin geçtiği<br />
süreç herkesi değişik eleştiri ve destek<br />
platformlarına yönlendirdi. Benim bakış<br />
açım tıpkı santçılar gibi gazetecilerin<br />
de eleştirme ve övme haklarının saklı<br />
olması yönünde. Yanlış gelen /giden bir<br />
şeyi yazdığımız için afaroz edildiğimiz<br />
şu süreçte ertesi yıl aynı ya da farkl bir<br />
olay üzerinden olumlu ve övgü dolu<br />
tepkilerde verebiliriz. Biz festivalleri<br />
eleştirebiliriz ama onlar bizi bu anlamda<br />
afaroz edemez. Çünkü gazeteci, yazar,<br />
sanatçı dediğin her daim bağımsız<br />
kalmayı hedeflerken festival yöneticileri<br />
o festivalleri yerel yönetimlerin var olma<br />
sürecine göre düzenleyen insanlardır.<br />
Oysa bizler hep varız, takipteyiz ve<br />
kendi kişisel arşivimizi oluşturuyoruz.<br />
Bunun hep dikkate alınması dileğiyle….<br />
Adana bu yıl ağır toplarla ilk filmlerini<br />
çekenlerin çekişmesine sahne<br />
oldu yine. Derviş Zaim istediği etkiyi<br />
bulamazken Reha Erdem en iyi film<br />
ödülüyle Koca Dünyası’nı bize açtı.<br />
Önce Derviş Zaim’in Rüya’sından<br />
başlarsak ben kendi adıma en iyi senaryo<br />
ödülünün verilmesi gerektiğini<br />
düşünüyorum. Çünkü araştırılıp emek<br />
verilmiş, hatta risk alınmış ve tekrarlı<br />
anlatımıyla seyirciyi sıkmayı göze<br />
almış bir senaryo var karşımızda.<br />
Modern dünyanın ilerleyişiyle yaşanan<br />
çarpıklıklar ve bunları geçmişten gelen<br />
bir efsaneyle bozma ihtimalinin tekrarlı<br />
bir şekilde sunumunu can kulağıyla
dinlediğimi itiraf edebilirim. Ben de dört kadının<br />
birbirine geçen hikayesinde biraz ivme kaybettim<br />
ama bu filmi bu kadar geri plana atmamalıydı.<br />
Reha Erdem’in denemeye ve ergen ruhunu<br />
doğanın ve hayatın çeşitli ve özellikle de katı<br />
katmanlarıyla buluşturma fikrine hayranım. Koca<br />
Dünya Jin, Hayat Var ve Kosmos’un referansları<br />
baz alınarak kurulmuş bir senaryo. İki kardeşin<br />
birbirine tutunma çabaları ve doğanın onların en<br />
yalın hallerine nüfuz edip, o ana kadar biriktirdikleri<br />
bütün dertlerini kusmaya olanak tanıması.<br />
Biraz antichrist etkisi, ayak bastığın anda seni etkileyen,<br />
öylece duran ama sana etki eden hayvanlar<br />
ve bitkiler... Garip, çıldırtıcı bir terapi duygusu...<br />
Bunu gayet iyi bir atmosfer duygusuyla yansıttığını<br />
düşünüyorum Erdem’in. Biraz delilik, bu dünyadan<br />
olmama hali... Koca Dünya’da kapladığımız alan<br />
vs...<br />
Ama Kıvanç Sezer imzalı Babamın Kanatları<br />
bende başka bir gerçeklik duygusu yarattı. Tıkır<br />
tıkır işleyen hikayesiyle işçi sınıfının şartlarına,<br />
yerinden yurdundan uzak, hep özlem dolu, yaralı,<br />
düşünceli, hep kaygılı ve ileriyi düşünen hallerine<br />
iyi bir bakış olduğunu düşünüyorum. İşçi<br />
cinayetlerinin nasıl yoluna konduğu, laz müteahhit<br />
tiplemesinin nasıl işlediği vs... İlk film<br />
olmasına rağmen çok yetkin bir sinema dili,<br />
gerçeklikle o küçücük de olsa hayal dünyasını<br />
iyi bir buluşturma hali. Menderes Samancılar’ın<br />
bu role yakışan dokusu. Babamın Kanatları’nı<br />
kendi adıma en iyi film ilan etmiştim ama Yılmaz<br />
Guney ödülü kazandı. Reha Erdem’de bu durumda<br />
benim en iyi yönetmenimdi...<br />
Albüm... Gerçekten de iyi bir yerden<br />
yakalanmış, toplumsal ikiyüzlülüğü bir bebeğin<br />
bedeni üzerinden gösterme heveslisi bir ailenin<br />
trajikomik hikayesi. Absürd, soğuk, ürpertili<br />
komedi... Gayet iyi bir ilk film denemesi olan<br />
Albüm Roy Andersson tarzıyla dikkat çekiyor.<br />
Hikayenin bizden olması, Kayseri’de geçmesi<br />
ve etkisini yitirmeyen anlatımıyla gayet mizahi<br />
katman barındıran hikaye en iyi senaryo ve<br />
yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu’na en iyi<br />
yönetmen ödülü kazandırdı. Albüm’ü sevip ödül<br />
anlamında pek bir yere koyamamıştım açıkçası.<br />
Filmde anne babanın bebek üzerindeki sevgisizlikleri<br />
/ proje bebek olması odasında sigara
içme sahnesiyle bile çok güzel açıklanabilr!<br />
Gelelim ödül kategorisi dışında kalan ama ses<br />
getirme potansiyeli yüksek filmlere. Hiner Saleem<br />
imzalı Dar Elbise filmi gerçekten de biz ne izledik<br />
böyle dediğim filmlerden oldu. Kendimi zamansız<br />
mekansız belki eski zamanlardaki daracık bir mekanda<br />
hissettim. Ama hikaye istanbulda geçiyor ve<br />
o kadınlar da Türk. Kadınlara destek, hatta kadın<br />
cinayetlerini eleştirmek için çekildiği söylenen<br />
filmin abartısı, karitatürize halleri anlaşılacak gibi<br />
değildi. Bir an yönetmenin ülkemizde ivme kaybeden<br />
kadın haklarına sahip çıkmaya çalıştığını<br />
düşünmek istedim ama maalesef olmadı, çünkü<br />
film bunu düşündürtmeyecek kadar amatör. Zaten<br />
yönetmen de bu filmi ortadoğuda çekemeceği<br />
burada çektiğini ve burada bulduğu güzel<br />
oyuncuların bu ilhamı kendisine taşıdığını belirtti.<br />
Kabul edilir gibi değil! Bu tarz filmlerden sonra her<br />
gün kötüye giden ülkemin haline sahip çıkarak<br />
milliyetçilik yapmış gibi hissediyorum am benim<br />
tepkim filmin geçmeyen ve karikatürize kalan<br />
gerçekliği; inandırıcısız olması. Yoksa ülkemizdeki<br />
değişim ve dönüşümün fazlasıyla farkında ve<br />
rahatsızlığındayız ama anlatımı böyle olmamalı.<br />
Yönetmenin fazlaca üzerine gitmiş olunabilir, bu<br />
tarz şeyler beni hep üzer ama bence o da yaptığı<br />
yanlışın epey farkındaydı! Tuba Büyüküstün ve<br />
diğer oyuncuların olaya olumlu tarafından bakmak<br />
istedikleri o kadar açık ki, filmin olumsuz ve<br />
karikatürize tarafını görmekten biraz uzaklaşmış<br />
olmalılar..<br />
Adana Film Festivali Tarık Akan’a gösterdiği<br />
hürmet, saygı ve sevgiyle gerçekten de çok iyi<br />
uğurlama yaptı diye düşünüyorum ama sanki<br />
biraz daha politik / Yılmaz Güney etkisi taşıyan<br />
filmlerine yer verebilirlerdi büyük ustanın. Ama<br />
her yerli filmden sonra beş dakikalık Tarık<br />
Akan’ı anmak iyi bir uğurlamaydı yine de!<br />
Festivalde yarışan ama ödül alamayan filmlere<br />
dair genel yorumumuz diğerleri kadar başarılı<br />
olamadıkları yönünde elbette. Ama bazen<br />
yarışmak, kendini, filmini duyurmak önemlidir<br />
diye düşünüyorum. Güven Beklen’in neredeyse<br />
üç yıldır Mehmet Salih filmi üzerinde çalıştığını<br />
biliyorum. İmkansızlıklarla ortaya çıkan filmin<br />
usta yönetmenlerin filmleriyle yarışması bence<br />
yönetmenin artı olarak kabul etmesi gereken bir<br />
durum olmalı. Ama sinema dilinin sonraki filmlerinde<br />
olgunlaşacağına dair izler barındırıyor<br />
diyebiliriz.<br />
Genel olarak festivale ilişkin, festivallere ilişkin<br />
düşüncelerim bu minvalde. Kimse kendisi için<br />
festival yapmıyor, herkesi memnun etmek<br />
imkansız ama festivallerin misyonlarından<br />
birinin de arabulucu olmak ve aynı zamanda<br />
özgürlüğü savunmak olduğunu bir kez daha<br />
hatırlatalım! Sanat ve sanatçı özgün ve özgür<br />
olmalı, tıpkı Tarık Akan gibi…
GÜLTEN TARANÇ<br />
KADIN FİLMİ POPÜLER<br />
SİNEMANIN DAYATTIĞI<br />
İMAJLARI YIKMALI
Gülten Taranç genç<br />
yaşında birçok kısa film ve<br />
bir tane de uzun metraj<br />
sahibi genç bir kadın<br />
yönetmen. Bu sene<br />
Türkiye’nin On Başarılı<br />
gencinden biri olmaya<br />
aday, (TOYP) Taranç.<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Gülten Taranç genç yaşında birçok kısa<br />
film ve bir tane de uzun metraj sahibi genç<br />
bir kadın yönetmen. Bu sene Türkiye’nin On<br />
Başarılı gencinden biri olmaya aday, (TOYP)<br />
Taranç. Kadınların izini süren Taranç onların<br />
yalnızlıklarına, haksızlıklarına sahip çıkmaya<br />
çalışıyor kamerasıyla… Yamurlarda Yıkansam ilk<br />
uzun metrajı. Taranç’la filmlerini ve yönetmenlik<br />
yapmayı konuştuk…<br />
Genç yaşına çok iş sığdıran yönetmenlerdensiniz…<br />
Taa başına dönersek nasıl başladı<br />
sinema aşkı?<br />
Belki biraz fazla başa dönmüş olacağım ama<br />
doğduğum gün ne olacağım belliymiş belki de<br />
bazen kader diye bir şey var... Annem, Arabesk<br />
filmini seyrederken, babam kurgudayken doğum<br />
sancıları başlamış. Küçükken hep “yazarcı” olmak<br />
istermişim, ablamda hep ağlarmış “kardeşimi<br />
düşünce suçundan içeri atacaklar, ben onu kurtarmaya<br />
uğraşacağım”. Ablam avukat oldu ben<br />
ise hem senaryo yazıyorum hem yönetmenlik<br />
yapıyorum. Çizgi filmler yerine eski Türk filmleri<br />
izlerdim, replikleri ezberlerdim ama bir gün<br />
sinemaya bu kadar aşık olacağım aklımın ucundan<br />
geçmezdi. Belki annemin eski gitarı yerine<br />
babamın kamerasını dolaptan bulsaydım çok daha<br />
küçük yaşlardan bu aşkı anlayabilirdim. Dokuz<br />
sene boyunca ailem ile ciddi çatışmalar yaşadık<br />
konservatuar okumamı istemediler, lisedeyken<br />
bir dostumu trafik kazasında kaybettim ve ailemle<br />
çatışmayı bıraktım ama bu seferde başka bir<br />
tutku sardı içimi, fotoğraf... Yalnızlığımı unutturan<br />
bir şeye dönüşmüştü fotoğraf çekmek, insanlara<br />
gördüğümü göstermek hoşuma gitmeye başladı<br />
ve bir gün o fotoğrafları babam ile paylaştım...<br />
“Sende göz var” dediğinde ne demek istediğini<br />
başlarda anlamasam da bugün çok iyi<br />
anlıyorum. Babam Ragıp Taranç’ın keşfiyim,<br />
sinema okumaya karar verdim ve öğrencisi<br />
oldum belki başka bir ailede keşfedilemezdim<br />
bu yüzden çok şanslıyım. Onaltı yaşında belgesellerle<br />
başladı yolculuğum. O günden bugüne<br />
gördüğümü göstermeye çalışıyorum.<br />
Kısa filmlerle başlayan bir kadın duyarlılığı<br />
hali var. Bu konu etrafında yoğunlaşmanız<br />
kişisel sebeplerden mi kaynaklı yoksa<br />
kadınların etrafında her geçen gün daralan<br />
çemberin farkına varma hali mi?<br />
İkisinin de etkili olduğunu söyleyebilirim... Belki<br />
dışardan birçok insana sert görünüyor olabilirim<br />
bunun dış görünüşüm ve insanların ön<br />
yargılarından kaynaklandığını düşünüyorum.<br />
İri kadınlar hep sert bir imaj çizerler, dışa<br />
vuramadığım çok ince, narin, naif ve kırılgan bir<br />
kadın var içimde, bu da ister istemez yaptığım<br />
işlere yansıyor. Asla kadın filmi yapacağım diye<br />
başlamamıştım, öyle başlasaydım asla samimi<br />
olmazdı.Uzun metraj filmime kadar feminist<br />
kuramı okumadım ama okuduğumda zaten<br />
dünyayı öyle algıladığım için anlattığım hikaye<br />
daha feminist olmadı hatta bana sorarsanız ben<br />
Türkiye’deki feminist algının dışında kalıyorum.<br />
Ülkemizde feminizm çok yanlış anlaşılıyor...<br />
Sadece feminizm değil tabi ki yanlış konumlanan.<br />
Hiç kimsenin eylemi söylemiyle tutmuyor.<br />
Bundan da en çok nasibini kadınlar<br />
alıyorlar. Kısa filmlerde kendime daha yakın<br />
gördüğüm kadın temalarından ilerliyordum ama<br />
daha sonra şiddetin sadece fiziksel olmadığını<br />
keşfettim ya da fiziksel bir acının psikolojiyi<br />
ne kadar yaraladığını... Gittiğim festivallerde<br />
kısa filmlerimi izleyen kadın seyircilerden geri<br />
dönüşler almaya başladım, maillerle hikayelerini<br />
paylaşanlarda oldu. Kadınlar fark edilmek<br />
istiyor, yaptığım işlerle o sorunların gündeme<br />
gelmesine uğraşıyorum... Yaptığımız iş çok<br />
büyük bir algı yönetimi, “Obezonlar” dan sonra<br />
dokuz kadın filmi izleyip zayıfladıklarını yazdılar,<br />
ben ise sadece nasıl yaşamak isterlerse öyle<br />
yaşayabileceklerini sunmuştum... “Dönüşüm”<br />
den sonra eve kapanan birkaç yakın çevremden<br />
orta yaşlı arkadaşlarımın hobi kurslarına
yazıldığını öğrendim, “Consensus” ise işçilerin<br />
tacize karşı eğitim filmi olarak istendi... Neden<br />
“Yağmurlarda Yıkansam” kadın cinayetlerini<br />
durdurmasın...<br />
Kadın yönetmenlerin kadın sorunlarını ya da<br />
kadın karakterleri yeterince sahiplendiğini<br />
düşünüyor musunuz?<br />
Kesinlikle düşünmüyorum. Tabi ki kadın filmleri<br />
yapılıyor ama çok az...Birçok kadın oyuncu da<br />
bundan yakınıyor ama siz onlara bir kadın filmi ile<br />
gittiğinizde karakter dişi gelmediği için reddedebiliyor.<br />
Halbuki bir kadın filmi zaten melodramın ve<br />
popüler sinemanın bize dayattığı kadın imajlarını<br />
yıkmamalı mı? Hangi dağıtımcıya gitseniz<br />
bir kadın filmini satmanın daha zor olduğunu<br />
söyleyecektir. Sadece Türkiye’de değil birçok<br />
ülkede durum benzer. Barcelona’da aylık düzenlenen<br />
bir film festivalinde iki ay üst üste finalist<br />
kaldım. İlk finalistliğim “best woman filmmaker”<br />
adaylığı olarak gözüküyordu yani en iyi film yapan<br />
kadın, sonraki ay ise “best director” olarak<br />
aday kaldım yani en iyi yönetmen, film aynı film,<br />
aday kalan aynı kadın... İşte mesele tam olarak<br />
bu olabilir, belki çok küçük bir kelime oyunu ama<br />
her şeyi özetliyor sanki... Ülkemizde yönetmen<br />
kadınlar var ama biz kadın yönetmenler çok azız...<br />
Kadın teması işlemek sizin ana akıma girmenizi<br />
zorlaştırır, yolunuz uzar ve her zaman ikinci tema<br />
kalırsınız çünkü her zaman daha büyük sorunlar<br />
vardır ya da jürilerde kadınlar yoktur...<br />
Kısa filmlerinizde kadın dünyasının kendi<br />
içindeki eleştirisine de dayanışmasına da yer<br />
veriyorsunuz. Kadınların dünyası sizin bakış<br />
açınızda nasıl bir yer/yerde?<br />
Kadın dünyası minimalist bir dünya değil bence...<br />
Hep bir çok seslilik hakim. Dışardan gelen seslerle<br />
içerden gelen sesler (iç sesimiz) sürekli çatışıyor...<br />
Yapmak istediklerimizle, yapamadıklarımız<br />
çatışıyor... Kendimizi hep korumak zorundayız<br />
ama bizi koruyanlara karşı koyamadığımız<br />
noktadayız. Dünyanın geldiği nokta kadın<br />
içinde zor erkek içinde, insan kalabilmek bu kadar<br />
zorken kadın olmak günden güne daha da<br />
zorlaşıyor. Kısa filmlerim insanlara umut veren<br />
ütopik hayallerdi, olmaz ama olsa güzel olur hikayeler...<br />
Filmografiniz belgesel ve kısa film anlamında<br />
bir hayli yoğun… Mali olarak destek aldığınız<br />
kurumlar oluyor, oldu mu? Örneğin; Kültür<br />
Bakanlığı…<br />
Tabi ki belli sponsorluklar buluyorum ama yüzde<br />
yüz destek bulabildiğim hiçbir film olmadı. Kısa<br />
filmler, belgeseller genelde imece usulü ile<br />
çekildi, filmde çalışan arkadaşlarıma sonrasında<br />
ben yardıma gidiyordum... Kısa film ve belgesel<br />
daha gönüllülük esasına dayalıydı... İş<br />
profesyonelleştikçe maliyette artıyor.<br />
“Yağmurlarda Yıkansam”ı banka kredisi ile çekmek<br />
durumunda kaldım, bulduğum nakdi destek<br />
%10 oranındadır. Bu durum çok yıpratıcı oldu,<br />
Don Kişotçuluk oynadığım da oldu... Bazen finalist<br />
kaldığım ülkelere gidemedim, ailem maddi<br />
manevi çok destek oldu ama süreç devam<br />
ediyor, umudumu yitirmeden devam etmeye<br />
çalışıyorum.<br />
Erkek şiddeti kadın üzerinden tüm dünyaya<br />
yayılıyor, savaşlara kadar uzanıyor. Bu anlamda<br />
‘kadın filmi’ çekerken aynı zamanda<br />
dünyadaki bütün şiddetlere uzandığınızı<br />
düşünüyor musunuz?<br />
Şiddetin ölçülebilir bir şey olmadığını<br />
düşünüyorum, bu yüzden elbette ki uzanıyordur.<br />
Şiddet sadece fiziksel olarak değil birçok<br />
yüzüyle karşımıza çıkıyor. Bu yüzden<br />
“Yağmurlarda Yıkansam”da şiddet sahnesi<br />
göremezsiniz, sesler duyarsınız, uzaktan çekimler<br />
görürsünüz, sonradan anlarsınız ama seyirciyi<br />
şiddete maruz bırakmaz. Bu benim bilinçli
tercihimdi, şiddeti değil etkilerini göstermek...<br />
Cinayete kurban giden bir hayatı değil geride<br />
kalanı anlatmak istedim, şiddete birebir maruz<br />
kalmayan biride durumdan etkilenebilir... Savaşa<br />
erkekler gider ama kadınlar dul kalır, çocuklar<br />
babasız kalır aslında durumlar farklı ama etkileri,<br />
hissiyatı aynı...<br />
Oyuncularınız genelde sizin sinema<br />
yolculuğunuza eşlik eden arkadaşlarınız<br />
sanırım. Onları filmlerinizde farklı rollerde<br />
görmek bu kanıyı güçlü kılıyor. Bu bir tercih<br />
olmalı öyle değil mi?<br />
Aslında birçok oyuncumla set öncesinde tanıştım<br />
ve sonradan çok iyi arkadaş olduk. Film senaryosu<br />
yazılırken evin salonunda bir pano duruyor,<br />
polisiye filmlerdeki gibi... Oyuncu seçmek çok<br />
önemli bir şey, bazen tiyatro oyununda izlediğim<br />
oyuncuya ulaşmak için kırk takla atıyorum bazen<br />
sokakta az önce tanıştığım bir insan iki filmimde<br />
birden oynayabiliyor. Ama yazım aşamasından<br />
itibaren her zaman öncelik onlarda oluyor,<br />
Amerika’yı yeniden keşfetmek kadar zor bir<br />
oyuncuyu keşfetmek... O panodaki castın ruhuna<br />
uyuyorsa oyuncu olmayan birini de oynatabilirim...<br />
Nasıl bir yönetmensiniz peki sette?<br />
Beni ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz,<br />
daha ortasını göremedim... Setten bir gece<br />
önce oyunculara yemek daveti gönderiyorum,<br />
habersizce geliyorlar, sonra ipler çıkıyor masaya<br />
ve zor yenen bir yemek... Herkes birbirine<br />
bağlı bir şekilde yemek yemek zorunda kalıyor,<br />
imkanım olsa bütün setin birbirine bağlı bir<br />
şekilde yemek yiyeceği bir masa yaptırır herkesi<br />
birbirine bağlarım... Çünkü aslında bütün<br />
set çalışanları birbirine görünmez iplerle bağlı<br />
ama en çok oyuncular ve aslında ben hepsine<br />
bağlıyım... Bütçeniz azsa yönetmen<br />
sadece yönetmen kalamıyor maalesef, kim ipi<br />
kopardıysa onu bağlamakla uğraşabiliyor. Ben o<br />
ipleri sağlamlaştırmaya, ipler karışırsa çözmeye<br />
uğraşan bir yönetmenim, her şey mükemmel<br />
değilse bile bana verilen kadrajı hakkıyla doldurmak<br />
için uğraşıyorum.<br />
Uzun metrajl filminiz Yağmurlarda Yıkansam<br />
yurtdışında ödül kazanmış bir film. Ulusal<br />
yarışmalarda şansının olduğunu düşünüyor<br />
musunuz, Adana Film Festivali’ne seçilmedi<br />
örneğin. Bu konuda neler hissettiniz?<br />
Evet Barcelona ve Arnavutluk’tan ödülle döndük.<br />
Tek bir festival örneğinin üzerinden gitmek<br />
yanlış olabilir... Adana Altın Koza bu sene üç<br />
tane gişe filmini yarışmasına dahil etti. Bu<br />
aslında sinemamız için olumlu bir durum, her<br />
ne kadar yönetmelikte ulusal toplu gösterimlere<br />
katılmamış filmler başvurabilir yazsa da (gişeye<br />
girmemiş filmler olarak algılıyorum) ve biz bu<br />
yüzden vizyon bekletip, filmin satış süresini<br />
ertelesek de festival filmi, ticari film ayrımına<br />
güzel bir nokta olacak olabilir... Hiç bir jüri üyesini,<br />
ön jüriyi filmimizi festivale almadığım için<br />
suçlayamam, öznel zevklere hizmet eden bir<br />
sanat üretimi içerisindeyiz ama bugüne kadar<br />
başvurduğum Türkiye’de düzenlenen festivallerinin<br />
hiçbirinden olumlu bir dönüş almadıysam<br />
bu benim filmimin kötü olduğunun değil, bu<br />
işin tekelleştiğinin göstergesidir. İtalya, Rusya,<br />
Makedonya, Arnavutluk, Bulgaristan, İspanya’da<br />
filmimiz yarışıyor ya da gösteriliyorken burada<br />
bize hiç bir şans verilmemesi motivasyonumuzu<br />
olumsuz olarak etkilese de ikinci film<br />
düşünmekten de alıkoyamıyor...<br />
Filminizi nasıl koşullarda çektiniz ondan<br />
bahsedelim, Kaç gün sürdü, maddi olarak<br />
zorlandınız mı. Ya da kısa metrajla uzun<br />
metrajın farkını dinlesek sizden?<br />
Film otuz farklı mekanda geçiyordu ve bizim<br />
on sekiz iş günümüz vardı... En çok zamanla
yarıştık. Maddi manevi çok zorlandık tabi ki... Ön<br />
göremediğimiz masraflar çıktı, ekibin yarısı profesyonel<br />
yarısı tamamen amatördü, onlar arasındaki<br />
dengeyi kurmak çok zorlayıcı oldu ama her şeye<br />
rağmen çıkan sonuç çok tatmin ediciydi arka<br />
tarafta olan karışıklıklar “kayıt, oyun” dendiğinde<br />
duruyordu. Kısa metraj çok daha özgür bir alan...<br />
Uzun metrajda her şeyi önceden tasarlamak gerekiyor<br />
dışına çıktığında, zamandan çok kaybediyorsun.<br />
Bir plan bile fazla isterken çok düşünüyordum<br />
çünkü bu ışık kurmak demekti ve zamanımız çok<br />
azdı... Kısa metrajın duygu takibi de çok daha<br />
kolaydı, iki tarafta da dönüşüm hikayeleri anlatmama<br />
rağmen uzun metrajda sürekli en başa dönüp<br />
çekilen sahneleri beyninden geçirmek gerekiyor,<br />
filmi çekmekten çok yaşamak zorunda kalıyorsun<br />
çünkü takip eden bir devamlılık var ve bir buçuk<br />
saatin tamamı hep kafanda dönüyor.<br />
Yağmurlarda Yıkansam’da yine kadına uygulanan<br />
şiddet ön planda. Biraz süprizli, bir<br />
kadının iç dünyasından, yumuşacık, büyük bir<br />
sakinlik ve sabırla çekilmiş bir film izlenimi<br />
uyandırıyor. Yanılıyor muyum?<br />
Kimse pek sakin olmasa da herkes çok<br />
sabırlıydı... İlk film olduğu için hepimiz daha özverili<br />
ve sabırlı olmak zorundaydık çünkü kredi ile<br />
yapılan bir film bir nevi benim tek kurşunumdu,<br />
doğru kullanmak zorundaydım. Ekibin bir çoğuyla<br />
ilk defa sette tanışmama rağmen üçüncü haftada<br />
artık aile gibi olmuştuk. Müziklerin bir kısmı<br />
set zamanına yetişmişti, oyuncuların duygusu<br />
için ekibin motivasyonu için bazen hoparlörden<br />
son ses filmin müziklerini açıyordum. Gözlerimi<br />
kapatıp birbirine bağlanacak sahneleri<br />
düşünürken, gözlerimi açtığımda daha da motivasyonu<br />
tam bir ekip karşımda duruyordu. Çok<br />
zor şartlardı ama herkes çıkan işin iyi olacağını<br />
biliyordu ve çekilen her plan emek emek ilmik ilmik<br />
işlendi diyebilirim...<br />
Özellikle kadın ve çocuğun beraber yaptığı yolculuk,<br />
ormandaki buluşma ve yüzlerini kesen<br />
kamera hareketi, kadının bitmeyen hüznüne<br />
ışık tutuyor… Onu doğaya ve doğala yakın<br />
kılıyor?<br />
Belki de bu kadar basit bir nokta vurgulamak<br />
istediğim... Biz kadınlar doğanın bir parçasıyız,<br />
isteseler de istemeseler de biz varız...<br />
Bundan sonraki film yolculuğu nasıl devam<br />
edecek? Kısa ya da uzun diye bir ayrım olacak<br />
mı, yoksa duygunuza göre mi biçimlenecek<br />
ölçüleri?<br />
Aslında ikinci uzun metraj projemizi<br />
geliştirmeye başladık, 2011’den beri<br />
düşündüğümüz, Meryem Şahin’in senaryosunu<br />
üstlendiği, Rabia Kaya’nın Gülfer’e<br />
hayat vereceği “Kayıplar Kasabası”... Çok iyi<br />
bir fikir bulursak kısa film çekmeyi yeniden<br />
deneyimleyebiliriz ama uzun metrajın beni<br />
uyutmamasından haz alıyorum... Onun dışında<br />
da video-klip ve tanıtım işleri bir koldan yürüyor...<br />
Anne ve babasından destek alan bir yönetmensiniz<br />
anladığım kadarıyla… Onların<br />
katkılarını anlatır mısınız?<br />
Müzikolog bir annenin, yönetmen ve yapımcı<br />
bir babanın kızıyım. Kendimi bildiğimden beri<br />
film festivallerine, konserlere, sergilere gidiyorum,<br />
yeni bir ülke ya da şehirdeysem önce müzelerini<br />
geziyorum. Ailemden gelen bir duruşum<br />
var, bana en büyük katkıları hayata karşı kendi<br />
duruşumu çizmemi sağlamaları olmuştur.
Özellikle Yağmurlarda Yıkansam filmi bir aile işi...<br />
Annem Berrak Taranç filmin özgün müziklerini<br />
yaptı, babam Ragıp Taranç yapımcılığını ve sanat<br />
yönetmenliğini üstlendi. Ablam Gizem Taranç<br />
Ocakoğlu ise hukuki işleri üstlendi. Bir çok insan<br />
ne kadar şanslısın diye düşünüyor ama aile ile<br />
çalışmak zordur. Baba işi yapanlar bilirler, hem<br />
çok çatışma çıkar hem de çıkacak işi onlarında<br />
beğenmesi önemlidir. Çevreninde beklentisi<br />
daha çok olduğu için belki hırsım buradan geliyordur.<br />
Filmin müziklerinde de imzanız var…<br />
Yaklaşık üç sene filmin sadece şarkıları için<br />
çalıştım, Hale bar şarkıcısı ve söylediği bütün<br />
şarkılarını senaryodaki ruh haline , dönüşümüne<br />
göre sözlerini ve bestelerini yazdım. Annem ile<br />
uyumumuz çok iyi diyebilirim o gerçek bir profesyonel.<br />
Ben üç sene Hale ile empati kurup onun<br />
duygusunu hissederek şarkılar besteledim sözler<br />
yazdım, annem ise dekor bittikten sonra Hale’nin<br />
piyanosunun başına geçti benden bir gece istedi<br />
ve ertesi sabah filmin ana temaları hazırdı... Benim<br />
amatör ruhum, nota bile bilmeden yazdığım<br />
şarkılar onun deneyimi güzel bir harman oldu.<br />
Film ile ilgili en çok müziklerden övgü alıyoruz.<br />
İzmirli bir yönetmen olarak İzmir’de hala uzun<br />
metrajlı bir film festival olmamasını nasıl<br />
karşılıyorsunuz? Aslında İzmir sinemaya<br />
yakışan bir şehir, çekimler de yapılıyor. Size<br />
göre İzmir’in sinemayla ilişkisi nasıl?<br />
11 sene boyunca Dokuz Eylül Sinema Tv<br />
bölümü tarafından yapılan bir uzun metraj film<br />
festivali vardı ama sonrasında sponsor bulmak<br />
zorlaştı. Belediye bir dönem sponsorsuz yapmak<br />
için tekrar girişimlerde bulundu ama buda<br />
mümkün olmadı. Sanırım İzmirliler sinemanın<br />
gücünün farkında değiller. Çekim sürecinde<br />
de çok zorlandık, İstanbul gibi bir alışkanlıkları<br />
yok, tripotu kurduğunuzda herkes başınıza<br />
toplanabiliyor ve mekanlarda çalışmak daha<br />
da zorlaşıyor çünkü esnaf o günü kurtarmanın<br />
derdinde... Yurtdışından filmi izleyen birinin<br />
İzmir’e gelebileceğini göremiyor, sinemanın<br />
turizmi, kültür sanatı canlı tutacağını göremiyor...<br />
Yine de umutluyum, belki önümüzdeki sene bir<br />
uzun metraj film festivali gerçekleşebilir.<br />
İzmir’de kurduğum Taranç&Taranç Film’e çok<br />
sayıda başvurular alıyorum, eskiden herkesin<br />
hayali İstanbul’da bu işi yapmaktı, yeni mezunlar<br />
eskisi kadar İstanbul’a gitmek istemiyorlar.<br />
İzmir’de kalıp bu işe devam edenlerin sayısı<br />
artmaya başladı, İstanbul’dan İzmir’e geçtiğimiz<br />
sene 20.000 kişi geri döndü, bu çok büyük bir<br />
iş potansiyeli, içlerinde sinemacılarda var. Eğer<br />
İzmir’in rehavetine kapılınmaz ise burası gerçekten<br />
doğal platolardan oluşan hikayeler ile dolu<br />
bir şehir...<br />
Vizyon şansı var mı filmin… ya da kadınlara<br />
ulaştırmak için altenatif yollar düşünüyor<br />
musunuz başka?<br />
Vizyona girmeyi çok istiyorum, sıfırdan yoktan<br />
var ettiğim bir işi asıl ulaştırmak istediğim kesim<br />
halktır. Toplumsal mesajı olan bir filmin asıl<br />
orada değer bulması gerekir ama süreç nasıl<br />
gelişecek hiç bir fikrim yok çünkü ülkemizde<br />
her gün yeni bir olay oluyor, insanlar kalabalık<br />
mekanlara girmek istemeye biliyorlar, yarın ne<br />
olacağını hiç ön göremediğimiz günlerdeyiz...<br />
Alternatif olarak toplu gösterimler yapılabilir,<br />
davet aldığım üniversitelerde öğrencilerle<br />
paylaşmak istiyorum yaptığım işi.
BELGESELLER<br />
ADANA’DA...<br />
PEKİ<br />
GELECEK YIL?<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Akdeniz Ülkeleri ve<br />
Öğrenci Filmleri kategorisinde<br />
Belgesel’e<br />
ödülü veren Adana Film<br />
Festivali önümüzdeki yıl<br />
Ulusal ve Uluslararası<br />
Profesyonel Kategoride<br />
de Belgesel Ödülü Verir<br />
mi acaba?<br />
23. Uluslararası Adana Film Festivali<br />
19-25 Eylül tarihlerinde<br />
hemşerilerine, konuklarına ve<br />
sektörün bileşenlerine sinema ve sanat<br />
dolu bir hafta yaşattı.<br />
Ben deniz de bu kez jüri üyesi, panelist,<br />
atölye yapan, festival komitesi üyesi, belgesel<br />
yönetmeni ve yapımcı olarak değil<br />
sadece sektörden bir konuk ve <strong>Cinedergi</strong><br />
yazarı kimliğimle bir festivale katıldım.<br />
Tırnak içinde bunun bir nebze rahatlığını<br />
yaşadım diyebilirim Adana’da. Özel<br />
bir sorumluluğum yoktu, dilediğim film<br />
izleyebilir, dilediğim etkinliğe katılabilirim<br />
derken, program öyle dopdolu ki, izlemek<br />
istediğim filmler, katılmak istediğim<br />
etkinlikler çakıştı. Yani yine göremediğim,<br />
takip edemediğim onca şey oldu.<br />
Kurmaca filmlerle ilgili epeyce yazıldı<br />
çizildi. Ben burada özellikle Öğrenci<br />
Filmleri ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />
Yarışması hakkında bir şeyler yazmak<br />
istiyorum. Bu arada en iyi film ödül-
ünün sahibi Koca Dünya benim de Altın Koza’yı<br />
alacağına kesin gözü ile baktığım bir filmdi.<br />
Öğrenci ve Akdeniz filmlerinin gösterildiği salonlara<br />
bilhassa belgesellerini izlemek üzere<br />
vardığımda etraftaki heyecanlı genç sinemacılar<br />
hemen göze çarpıyordu zaten. Bazı öğrenciler<br />
hemen yanıma gelip “bizim belgeselimizin<br />
gösterimine kalır mısınız? Bizim filmimizi de izleyip<br />
değerlendirir misiniz?” ricasında bulundular.<br />
“Seve seve, elbette, neden olmasın” derken<br />
öğrendim ve o an fark ettim ki, gösterim programı<br />
karışık yapılmış. Bir belgesel, bir kurmaca, bir<br />
deneysel, bir canlandırma öyle gidiyor seanslar…<br />
Üstelik broşürde de sadece filmlerin adı<br />
var. Hangisi belgesel, hangisi canlandırma belli<br />
değil, not düşülmemiş. Filmlerin adına bakıp,<br />
kataloğu açıp belgesel mi, değil mi anlayacaksınız<br />
yani. Bu düzenleme benim gibi kategorik olarak<br />
zamanını ve önceliğini belgesel izlemeye verenler<br />
için çok kısıtlayıcı ve verimsiz oldu. Üç saat<br />
boyunca sadece birkaç belgesel izleyebildim oysa<br />
tamamını izlemeyi hedefliyordum. Filmlerin sahipleri<br />
de pek hoşnut değildi bu karışık gösterimden.<br />
Bir-iki genç belgeselci filminin linkini gönderdi<br />
de, bu sayede ricalarını kırmayıp filmlerini<br />
değerlendirebildim. Öyle veya böyle kesin bir<br />
ödül alır dediğim ve keyifle izlediğim İbrahim<br />
Aybek ve Eren Bektaş’ın “Müsahip” adlı belgeseli<br />
En İyi Öğrenci Belgesel Filmi ödülünü<br />
kucakladı. Alevi Bektaşi geleneğine mensup<br />
iki kişinin, ölene dek kardeş kalarak, birbirini<br />
koruyup kollayacaklarına dair verdikleri kararı,<br />
dedenin ve cem topluluğunun önünde söz<br />
verme ritüelini anlatan Müshaip gerek kamera<br />
ve efekt kullanımı, gerek kurgusu, gerek hikaye<br />
anlatım biçimi ve gerekse gerçekle kurdukları<br />
ilişkiyle başarılı bir çalışma olmuş. Bu genç<br />
ekipten, duruşlarından, nerede olduklarının,<br />
ne yaptıklarının farkında olmalarından, bilgi<br />
ve deneyime gösterdikleri saygıdan dolayı<br />
çok umutlandım. Yolları açık olur, belgesele<br />
devam ederler umarım. Ne yazık ki bazı genç<br />
meslektaşlarım (sadece gençler değil ya) ödül<br />
avcısı olup kendilerini aldıkları ödüllerle var etmeye<br />
çalışıyorlar ve “ne yaparsam ödül alırım”<br />
diye düşünerek film çekmeye başlıyorlar ki bu
son derece… neyse, her ne ise bu mevzuya girersem<br />
konu dağılacak, biz festivale dönelim.<br />
Akdeniz Ülkeleri Kısa Filmleri arasında ödül<br />
alanlardan hiç birine denk gelemedim maalesef.<br />
Ama izlediğim filmlerin hepsinde gerçekten<br />
bir Akdeniz sıcaklığı, duyarlılığı vardı.<br />
Gözlemlediğim bir diğer güzellik de yönetmenlerin<br />
birbirlerinin filmlerine gösterdikleri ilgi ve<br />
destek idi. Tatlı bir rekabete eşlik eden güzel<br />
arkadaşlıklar kurulmuştu sanki. Festivallerin en<br />
önemli amaçlarından biri de budur bana göre,<br />
yani mesleğin bileşenlerini bir araya getirmek,<br />
yeni ilişkiler kurulmasına aracılık etmek ve en<br />
önemlisi onları seyircileriyle buluşturmak.<br />
Akdeniz Ülkeleri ve Öğrenci Filmleri kategorisinde<br />
Belgesel’e ödülü veren Adana<br />
Film Festivalinin, önümüzdeki yıl Ulusal ve<br />
Uluslararası Profesyonel Kategoride de “Belgesel<br />
Ödülü” vermeyi düşünmez mi acaba?<br />
Belgesel Sinema ile profesyonel olarak var olmaya<br />
çalışan, üreten yönetmen ve yapımcılar için<br />
önemli bir motivasyon, ivme ve küçük de olsa bir<br />
kaynak olur kanaatindeyim. Her ne kadar ödül<br />
ve ödül sistemine, hele ki bir belgeselden bahsederken<br />
onun ödül alıp-almamasının önemsenmesine<br />
oldukça mesafeli baksam da, son yıllarda<br />
kan kaybeden belgesel sinemamız için önemli<br />
bir destek olacağına inanıyorum. Kim bilir belki<br />
böylece belgeselciler de Adana ve bölgesinin<br />
bereketli topraklarından nasibini, enerjisini alır.<br />
Evet Festival özel belgesel gösterimlerine de yer<br />
verdi. 17 belgesel filmi ve yaratıcı ekiplerini de<br />
özel gösterimler şeklinde seyircisi ile buluşturdu<br />
bunun da altını özellikle çizmek isterim ama… en<br />
azından Ulusal Profesyonel kategoride bir Belgesel<br />
Film Yarışması’nın Adana’ya yakışacağını<br />
düşünüyorum. Adana Film Festivali yönetimi ne<br />
dersiniz?
SOSYAL MEDYA<br />
OLMASAYDI BU<br />
FİLM OLMAZDI<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Hayat Bu adlı kısa<br />
flmiyle çok ses getiren<br />
Elif Yüksel yaptığımız<br />
röportaj da hem kendini<br />
tanıttı hem de kısa<br />
film dünyasında neleri<br />
hedeflediğini anlattı...<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
Ben Elif Yüksel. İstanbul Üniversitesi<br />
Radyo – Tv Bölümü mezunuyum. Şu<br />
an Uluslararası İlişkiler okuyorum.<br />
Çok genç yaşta, lise dönemimde,<br />
Beyaz Show programıyla sektöre<br />
atıldım. Kanal D, Star Tv, Cnntürk<br />
kanallarında iç yapımlarda görev aldım.<br />
Son 2 yıldır “Kariyer Haritam” isimli<br />
programın yönetmenliğini yapıyorum.<br />
Kendi formatlarımı yazıyorum. Sinema<br />
alanında profesyonel olarak ilk filmim<br />
“Hayat Bu”. Artık sinema ayrı bir keyif,<br />
tutku benim için.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Hızlı tüketimin yaygın olduğu günümüzde,<br />
mesajı kitlelere daha kestirme<br />
yoldan aktaran, hayatın bütün gereksiz<br />
ayrıntılarının itinayla ayıklandığı bir tür.<br />
Benim gözümde heyecan verici ve çok<br />
etkili bir mecra.<br />
Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsun?<br />
Yoksa söz gelişi bir 10 yıl<br />
sonra da, kısa filmler, belgeseller<br />
çekeceğim diyor musun?<br />
Ben; düzenle ilgili, dünya ile ilgili dertleri<br />
olan ve bir şeyler yapma ihtiyacı<br />
hisseden bir yönetmenim. Daha çok<br />
insanı etkileyebilmek, bazen ufak da<br />
olsa değişim yaratabilmek için kısa<br />
filmi kesinlikle bir araç olarak görüyorum.<br />
Çok daha samimi, kompakt,<br />
geri dönüşleri hızlı olması beni ekstra<br />
heyecanlandırıyor. Şu anki hissiyatımla,<br />
ömrümün sonuna kadar yapacağıma<br />
inanıyorum. Benim için iyi bir iş; her<br />
zaman farkedilir. Maddi, manevi dönüşü<br />
mutlaka olur. O yüzden dev bütçeli,<br />
popcorn, vizyon filmleri çekebilmek gibi<br />
bir hayalim hiç olmadı.<br />
“Hayat Bu”dan ve onu çekme nedenlerinden<br />
bahseder misin?<br />
Televizyon programımızın tatile girdiği<br />
bir dönemde “örgütlenme” temalı bir<br />
festivalin afişini gördüm. Konu, ekibimi<br />
de heyecanlandırdı ve bir film çekmeye<br />
karar verdik. Kalemine çok güvendiğim<br />
senarist Ali Akyıl ile çalıştım. İkimizin
de ortak fikri; filmin konusu kesinlikle güncel<br />
olmalı, mesajı net ve odağı insan olmalıydı.<br />
O günlerde Aylan Bebek’in sahile vuran<br />
cansız bedeni manşetlerde yer almıştı ve<br />
biz içinde bulunduğumuz üzüntülü bir o<br />
kadar da kızgın halimizi satırlara dökmeye<br />
başladık. Hala yankıları süren, mülteci sorununa<br />
farklı bir açıdan dikkat çekmek istedik.<br />
2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki<br />
en büyük mülteci krizinin yaşandığı malumunuz.<br />
Fakat bu insanlık dramına Türkiye<br />
dışındaki bütün sözde medeniyetler sessiz<br />
kaldı. Filmde ayrıca vermek istediğimiz<br />
mesaj, bu sorunun bütün Dünya ülkelerinin<br />
bir problemi olmasıydı. Senaryoyla ilintili<br />
olarak; biz bu problemle ilgili sosyal medyada<br />
bir kampanya başlattık. Ve dünyanın<br />
dört bir yanından inanılmaz geri<br />
dönüşler aldık. Başta Türkiye<br />
olmak üzere ABD, Fransa, Hollanda,<br />
Afrika, Irak, İran, Hindistan,<br />
İspanya gibi bir çok coğrafyadan<br />
destek videoları geldi. Aslında<br />
bir anlamda, filmi reel bir sonuca<br />
bağlayabildik. Filmin herhangi<br />
bir görüşe, kesime yakın<br />
olmasını istemediğimden dolayı<br />
sponsorsuz tamamen kendi<br />
imkanlarımızla çektik. Dostumuz<br />
Abgar Özasi desteğini esirgemedi.<br />
Bunun yanında filmde<br />
izleyeceğiniz kazıkları çakan,<br />
kıyafetleri korkuluklara giydiren,<br />
set ekibine her türlü destek veren<br />
İğneada halkına da teşekkür borçluyum.<br />
Yaratım süreci tam hayal<br />
ettiğim gibi oldu.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin,<br />
kısa filme ne gibi katkıları<br />
olabilir? Neler götürür?<br />
Samimiyet, gerçeklik duygusu<br />
kaybedilmediği sürece teknolojinin<br />
her türlü olanaklarından<br />
faydalanmak gerek. Kendi<br />
filmim üzerinden konuşacak<br />
olursam; sosyal medya gücünü<br />
kullanmasaydık, film amacına
ulaşmamış olacaktı benim gözümde.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin,<br />
yerli ve yabancı yönetmenler kimler?<br />
Hangi oyuncularla çalışmak isterdin?<br />
İlk aklıma gelen Ertem Eğilmez ekolüdür.<br />
İmzasını attığı her işi hayranlıkla izliyorum.<br />
Atıf Yılmaz, Onur Ünlü, David Fincher,<br />
Quentin Tarantino farklı tarzlarda bana<br />
ilham veren yönetmenler.<br />
Şener Şen ile birlikte aynı projede yer<br />
alabilmek muhteşem olurdu.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa<br />
filmcilere yaklaşımları konusunda neler<br />
söylemek istersin?<br />
Bence firmalar, kuruluşlar, sponsorlar<br />
sinemanın iyi bir reklam aracı olduğunun<br />
farkında. Gazeteler, haber kanalları mutlaka<br />
yer veriyorlar bu tür organizasyonlara.<br />
Amaç olarak marka değerlerini arttırmak<br />
istemelerinin yanı sıra, sinemacılara olan<br />
destekleri de göz ardı edilemez. Birçok festival<br />
artık uluslararası boyutlarda yapılıyor. Şu zamana<br />
kadar katıldığım bütün festivaller sesimi duyurabilmeme<br />
aracı oldu. Harika insanlarla tanıştım,<br />
filmim çok daha fazla insana ulaştı. İşbirlikler<br />
artarak devam eder umarım.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Yeni projelerin neler?<br />
Televizyon programlarım devam ediyor.<br />
Şu an hazırlık aşamasında olan, beni çok<br />
heyecanlandıran bir tv projemız daha var. Çok<br />
sevgili arkadaşım, Hürriyet Ekonomi Yazarı Elif<br />
Ergu’nun sunuculuğunda, ilham veren kadınların<br />
hikayelerini çekeceğiz. Her bir bölüm başka bir<br />
kadın, başka bir hikaye olacak. Ve onlar, yoktan<br />
var eden kadınlar.. Sponsor netleştirme<br />
aşamasındayız şu an. Hali hazırda senaryosunu<br />
yazmaya başladığım bir kısa filmim var. O da<br />
“kadınlar” ı konu alacak. Dilerim her şey yolunda<br />
gider.
EJDERHALAR<br />
GERÇEK<br />
KIZILI SEVER<br />
Bryce Dallas Howard bu<br />
ay Pete ve Ejderhası filmiyle<br />
karşımıza gelecek. Kızıl<br />
saçları ve hokka burnuyla<br />
farklı bir güzelliğe sahip<br />
olan Howard yönetmenliğe<br />
de adım atmayı istemekte...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bryce Dallas Howard<br />
2 Mart 1981<br />
yılında Amerika’da<br />
dünyaya gelmiştir.<br />
Oyuncu bir aileden<br />
gelmesi sebebiyle<br />
küçük yaşta aktörlüğe<br />
soyunmuştur. Ödüllü<br />
yönetmen Ron Howard ve yazar Cheryl<br />
Alley’in kızıdır. Aynı zamanda büyük babası<br />
da oyuncu Rance Howard ve Amcası da<br />
aktör Clint Howard’dır. Vaftiz babası ise<br />
aktör Henry Winkler’dir. 2006 yılında aktör<br />
Seth Gabel ile evlenmiştir. Oyunculuğa ilk<br />
olarak 1989 yılında henüz 8 yaşındayken<br />
Çılgın Aile filmi ile başlamıştır. Daha sonra<br />
ise 1995 yılında Apollo 13 isimli filmde rol<br />
almıştır. 2000 yılında Grinç, 2001 yılında<br />
da Akıl Oyunları filminde ufak bir rol<br />
yakalayan Bryce Dallas Howard, burada<br />
ki küçük rolü sayesinde ve babasının<br />
aracılığı ile aranan bir yüz olmuştur. 2004<br />
yılında da sektöre kalıcı bir giriş yaparak,
BRYCE DALLAS<br />
HOWARD<br />
ilk aşamada Book of Love filminde yer<br />
almıştır. Aynı yıl çekilen ve onlarca ödülü<br />
silip süpüren Köy filminde Ivy Walker<br />
karakteri ile karşımıza çıkan Bryce Dallas<br />
Howard. 2006 yılında ise Sudaki Kız<br />
ve As You Like It isimli filmlerde rol alan<br />
oyuncu, 2007 yılında o dönemin en çok<br />
hasılat yapan filmi Örümcek Adam 3’de<br />
Gwen Stacy rolü ile karşımıza çıkar. 1<br />
yıl sonra da Good Dick ve The Loss of a<br />
Teardrop Diamond filmi ile oyunculuğunu<br />
ileri evrelere taşımıştır. 2010 yılında<br />
Alacakaranlık Efsanesi – Tutulma filminde<br />
Victoria karakteri ile oyunculuğunu top<br />
noktasına tırmandıran Bryce Dallas Howard,<br />
2011 yılında Öteki Dünya, Duyguların<br />
Rengi, Şansa Bak gibi yapıtlarda rol<br />
almıştır. 2012 yılında ise serinin devam<br />
filmi olan Alacakaranlık Efsanesi: Şafak<br />
Vakti Bölüm 2’de tekrar Victoria karakteri<br />
ile karşımıza çıkmıştır. 2015 yılında<br />
da Jurassic World isimli filmde Clarie<br />
rolü ile başrolü üstlenen Bryce Dallas<br />
Howard, 2016 yılında da Gold ve Pete’s<br />
Dragon isimli filmlerle tekrar ekranların<br />
karşısında olacaktır. Aynı zamanda tıpkı<br />
babası gibi yönetmenlik alanında kendisini<br />
geliştirmek isteyen ve bu yönde<br />
çalışmalar yapan Bryce Dallas Howard,<br />
kısa filmler çekerek yönetmenlik<br />
aşamasında ki pek çok adımı tamamlamakta<br />
ve yakın zamanda da kendi yazdığı<br />
sinema filmlerini çekmek adına kolları<br />
sıvayacağını açıklamıştır.
ANDY GARCIA NAM-I DIĞER:<br />
DON VINCENT CORLEONE<br />
Ünlü oyuncu en çok Francis<br />
Ford Coppola’nın Baba 3<br />
filmindeki Vincent Corleone<br />
rolüyle hatırlanıyor….<br />
n 12 Nisan 1956 yılında<br />
Havana’da doğan Andy<br />
Garcia’nın asıl adı Andrés Arturo<br />
García Menéndez’di. Ailesiyle<br />
1<strong>96</strong>1 yılında Amerika’ya göç<br />
eden ünlü oyuncunun yapışık<br />
ikiziyle birlikte dünyaya geldiği<br />
ve tenis topu büyüklüğündeki<br />
kardeşinden ameliyatla ayrıldığı<br />
söylenir.<br />
Amerika’da ilk yıllarda zorlu ve kötü işlerde<br />
çalışmak zorunda kalan oyuncu en çok Francis Ford<br />
Coppola’nın Baba 3 (The Godfather 3) filmindeki<br />
Vincent Corleone rolüyle hatırlanmaktadır. 1995<br />
yılında Empire dergisinin yaptığı “Film Tarihinin En<br />
Seksi 100 Yıldızı” listesine 65. sırada yer alan aktör<br />
bugüne kadar Ocean’s serisinde, Girdap, Kayıp<br />
Şehir, Pembe Panter, Kill The Messenger, Pablo,<br />
Çakma Polisler, Ghostbuster: Hayalet Avcıları gibi<br />
filmlerde karşımıza çıktı. Bu ay karşımıza bilimkurgu<br />
/ aksiyon filmi Max Steel ile yer alacak. Filmde Dr.<br />
Miles Edwars rolüyle karşımızda olacak olan oyuncu<br />
20 Ekim’de vizyona girecek Geostorm filminde de<br />
yer alacak ve hayranlarını epey mutlu edecek.<br />
BANU BOZDEMİR
İÇERDE<br />
İçerde babaları<br />
yüzünden daha<br />
çocuk yaşlarından<br />
yolları ayrılan<br />
sonrasında<br />
düşman cephelerde<br />
karşılaşan iki<br />
kardeşin hikâyesi...<br />
İÇERDE : İKİ KARDEŞ, İKİ<br />
KÖSTEBEK…<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
DİZİFUN<br />
SHOW TV’nin yeni sezonda pazartesi akşamları<br />
izleyiciyle buluşan iddialı yapımı “İçerde”nin<br />
başrollerinde Çağatay Ulusoy (Sarp), Aras Bulut<br />
İynemli (Mert) , Çetin Tekindor (Celal Duman), Bensu<br />
Soral (Melek), Damla Colbay (Eylem), Mustafa Uğurlu<br />
(Yusuf Kaya) , Rıza Kocaoğlu (Davut) ve Nihal Koldaş<br />
(Füsun), yer alıyor. İçerde Celal Duman adlı mafya<br />
babasının tetikçisi olan babaları yüzünden daha<br />
çocuk yaşlarından itibaren yolları ayrılan ve birbirlerini<br />
tanımadan büyüyen ve sonrasında düşman cephelerde<br />
karşılaşan iki kardeşin hikâyesi çerçevesinde<br />
şekilleniyor.<br />
Söyle Bana İçerde Misin?<br />
İçerde adlı dizide büyük kardeş Sarp karakteri
Çağatay Ulusoy’un başarılı karakterizasyonu ile<br />
hayat buluyor. Babasının içeri atılması ve kardeşi<br />
Umut’un ortadan kaybolmasının ardından annesiyle<br />
bir başına kalan ve iyi bir komiser olmak<br />
için elinden geleni yapan Sarp mezuniyetine<br />
bir hafta kala Organize Şube Müdürü Yusuf<br />
tarafından akademiden kovuluyor. Kendisine<br />
yapılan bu haksızlığı yediremeyen Sarp, mezuniyet<br />
günü Yusuf Müdür’e silah çektiği için 12<br />
ay hapis yatıyor. Hapiste olduğu süre içerisinde<br />
kendisine Celal Duman’ın uzattığı yardım elini<br />
reddeden Sarp, tahliye olduktan sonra onun tetikçisi<br />
olmayı kabul ediyor. Sarp’ın bu dönüşümü<br />
annesini kahretse de, ne Füsun Hanım, ne de<br />
arkadaşı Eylem Sarp’a söz geçiremiyor. Bu noktada<br />
Sarp’ın dönüşümü akla<br />
mantığa yattığı ve inandırıcı<br />
göründüğü için işin gerçek<br />
yüzünün ortaya çıkması<br />
izleyiciyi şaşırtmakla birlikte<br />
merak ve ilgiyi arttırıcı bir etki<br />
yaratıyor. Başarılı bir kurguyla<br />
ilk etapta Yusuf Müdür’ün<br />
kovduğunu düşündüğümüz<br />
Sarp’ın, flashback sahnelerinden<br />
anlaşıldığı üzere aslında<br />
o konuşmanın devamında<br />
Yusuf Müdür’ün kendisine<br />
Celal Duman’ın ekibine<br />
köstebek olarak girmesi<br />
yönünde yaptığı teklifi kabul etmiştir. İşin ucunda<br />
hapis yatmak ve annesini üzüntüden kahretmek<br />
olsa da, ailesinin dağılmasına neden olan<br />
Celal Duman’ı cezalandırmanın tek yolu budur.<br />
Sarp, Celal Duman’ın güvenini kazanmak için<br />
elinden geleni yapar. Oynadığı oyunu annesiyle<br />
bile paylaşmaz. Sadece Yusuf Müdür ve kendisi<br />
bilmektedir. Sonunda Celal Duman’ın güvenini<br />
kazanır ve çeteye girer. Bir yandan da amacına<br />
ulaşmak için kullanacağı Celal’in manevi kızı ve<br />
avukatı Melek ile yakınlaşmaktadır. Yıllardır öldü<br />
bildikleri kardeşi Umut’un yaşıyor olabileceğine<br />
ilişkin edindiği ipucu Sarp’ı bir an için Celal<br />
Duman’la ipleri kopartmanın eşiğine getirse de<br />
son anda amacına ulaşmak için şimdilik beklemenin<br />
daha doğru olduğuna karar verir. Küçükken<br />
babasını susturmak için kaçırılan ve bir süre<br />
sokakta mendil sattırıldıktan sonra Celal Duman<br />
tarafından yetiştirilen Mert ise polis akademisinden<br />
mezun olduktan sonra Organize Suçlara<br />
köstebek olarak girer. Ailesine dair hiçbir şey<br />
hatırlamayan ve dolayısıyla Celal Duman’ın<br />
ailesine ve kendisine yaptıklarını bilmeden onu<br />
manevi babası olarak kabul eden Mert’in amacı<br />
Celal Duman’a bilgi sağlamak ve işlerinin engellenmesini<br />
önlemektir. Sonraki süreçte işlerin<br />
başına geçecektir. Sarp’ın kısa sürede Celal’in<br />
güvenini kazanıp ekibe girmesi Mert’i oldukça<br />
rahatsız eder. Mert, Sarp’ın arkadaşı muhabir<br />
Eylem ile yakınlaşır ve böylece annesi Füsun’la<br />
da tanışır. Bu noktada kaçırıldığında 3 yaşında<br />
olan Umut/Mert’in geçmişe dair hiçbir şey<br />
hatırlamıyor olması biraz göze batıyor.<br />
İzleyici İçerde Mi?<br />
Kadrosu oldukça başarılı isimlerden<br />
oluşan dizi ekranlara<br />
hızlı bir giriş yaptı. Reytingler<br />
ve özelliklede sosyal medya<br />
yorumları gösterdi ki izleyiciden<br />
de tam not aldı ve tabiri caiz<br />
ise izleyiciyi içine aldı. Peki,<br />
daha ilk bölümlerden bunu nasıl<br />
başardı. Kanımca öncelikle<br />
oyuncu kadrosu izleyicinin diziye<br />
ilgi duymasını, merak etmesini<br />
sağladı. Oyuncu seçimi kadar<br />
oyuncuların rolle kurduğu ilişkide<br />
diziyi izlenir kıldı. Bu çerçevede<br />
benim dizideki favorilerim Sarp<br />
ve Davut. Diğer yandan yerli dizilerin tek tip<br />
hikâyelerinden farklı olarak İçerde’nin polisiye<br />
bir hikâye içermesi ve kendi benzerlerinden en<br />
azından bu aşamada daha iyi görünmesi diziye<br />
olan ilgiyi biraz daha arttırdı. Aksiyonun şimdilik<br />
tadında olması da iki saat gibi oldukça uzun<br />
bir süre de sıkılmadan izlememizi sağladı. Ki<br />
umarım bir noktadan sonra hikâye tıkanmaz<br />
ve tekrara bağlamaz. Aksiyonun başarısı birazda<br />
mizansenin başarısıyla ilişkili ki bunu<br />
da es geçmeyelim. Ayrıca son olarak ufak bir<br />
hatırlatma dizi “The Departed” (Köstebek) filminden<br />
uyarlanmakla birlikte bence kendi dinamiklerini<br />
de taşıyor. Evet dizi daha yolun çok<br />
başında ben bozmaz bu tat da devam ederse<br />
tutunur diye düşünüyorum. Bir şey demek için<br />
beki erken, ama yine de artılarını göz önünde<br />
bulundurarak bir şans vermek gerek diye<br />
düşünüyorum. Ben şimdilik “İÇERDE’YİM”.
THE NIGHT OF VE<br />
KİMLİK SİYASETİNİN<br />
ATIKLARI<br />
The Night Off’da<br />
küreselleşme soslu kapitalist<br />
sistemin mutlu son<br />
vaat eden söylemlerinin<br />
mutlaka üzerine yıkılacak<br />
kurbanlar yarattığını ispatlayan<br />
hayatlardan biri<br />
Nazir Khan’ın hikayesi!<br />
Küreselleşme soslu kapitalist sistemin<br />
mutlu son vaat eden söylemlerinin<br />
mutlaka üzerine yıkılacak<br />
kurbanlar yarattığını ispatlayan hayatlardan<br />
biri Nazir Khan’ın hikayesi! Sermayenin<br />
elinde kendine hizmet etmedikçe<br />
kıvranan, aslında kendisine hizmet etse<br />
de kullanma süresi bitince harcanan ve<br />
kıvranırken ses çıkartma özgürlüğü olmayan<br />
özgürlükler ülkesinde Müslüman bir<br />
gencin başına gelenler sanki Müslüman<br />
olduğu için baştan sona değişir. Aslında<br />
böylesi bir etnik göndermesi olmasaydı<br />
da dizi baştan sona oldukça başarılı olay<br />
örgüsü, derinlikli karakterleri, iç ve dış<br />
çatışmalarıyla kusursuz bir suç ve dram<br />
özellikleri taşır. Hatta kahramandan nasıl<br />
anti-kahraman yaratıldığını göstererek<br />
tersten yürüdüğü için çok ilginç tespitlerle<br />
doludur. Ancak Pakistanlı bir ailenin<br />
Müslüman oğlu bir olaya karışırsa suç<br />
mahalli kendisi oluverir anında! Çünkü<br />
yasalar elbette tıkır tıkır hiç aksamadan<br />
çalışıyorken kahramanlar kadar günah<br />
keçilerine duyulan ihtiyaç da büyüktür.<br />
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
EPISODE
Elbette henüz birinci sezonu biten bir<br />
dizide katilin kim olduğu belli değilken<br />
Nazir Khan’ı aklamakta adil olmayacaktır<br />
ancak kimlik siyasetinin evrensel<br />
değerleri, batılı olmayana karşı stratejik<br />
savaş tekniklerine çevirmesi de üzücü ve<br />
gerçektir.<br />
Katılmayı planladığı bir partiye gidebilmek<br />
için babasının arabasını izinsiz<br />
alan Nazir’in karşısına çok güzel bir genç<br />
kız çıkar ve genç kız Nazir’in arayıp da<br />
bulamadığı geceyi kendisi teklif eder.<br />
Nazir elbette kızın evine koşa coşa gider<br />
ve gör başına neler gelir! Nazir bir anda<br />
karakola düşer, kimlik ve aidiyet inşa<br />
süreci de mecburen adım adım yeniden<br />
başlar. Çünkü doğma büyüme New<br />
York’lu olması Naz’ın yeterince Amerikalı<br />
olduğu anlamına gelmez. İçerideki (New<br />
York) gerilimin aşılabilmesi ve ortadaki<br />
kanın temizlenmesi için kendinden<br />
görünen ‘yabancı’ (sözde New Yorklu)<br />
akla/n/ma ihtiyacı açısından kusursuz<br />
bir temas bölgesi oluşturur. Melez bir<br />
suçlu, yıkıcı ve dönüştürücü bir arınmaya
mükemmelen hizmet eder. Sonuçta<br />
Naz biraz New York’lu bir genç olarak<br />
müphemdir ve Bhabha’nın ifadesiyle<br />
varlığıyla üçüncü mekanı, ara bölgeyi,<br />
temas bölgesini oluşturarak muhtemel<br />
yorumların, olası felaketlerin üretim<br />
merkezi için gayet uygundur. Kısacası<br />
ondan beklenir, ona yakışır, cuk oturur!<br />
Öyle ki sonunda Nazir’den bekleneni kendisi<br />
ifşa etmeye başlar.<br />
Herhangi düzgün bir gencin başına gelebilecek<br />
tüm talihsiz felaketler zincirine<br />
Naz bi-zatihi kimliği nedeniyle doğal<br />
olarak kurban edilirken sistem özgürlük,<br />
barış, doğruluk, şeffaflık ve sorumluluk<br />
değerleriyle ailesini de ortak iyinin<br />
inşasında suçlu ilan edecektir elbette!<br />
Böylece gerçek suçluyla ve büyük ihtimalle<br />
kendisiyle çelişme, yüzleşme<br />
ve hesaplaşma zorunluluğu ortadan<br />
kalkacaktır. En azından ertelenecektir.<br />
Adalet, gerçekten kaçılarak sağlanacaktır.<br />
Polisiye olduğu kadar bir mahkeme<br />
salonu filmine de dönüşen anlatı da<br />
Nazir’in avukatının sık sık gerçeğin bir işe<br />
yaramayacağını hatırlatması çarpıcıdır.<br />
Tüm kanıtların (kan tahlilleri, tükürük<br />
ve sperm örnekleri) gerçeği karartmak<br />
için delil olması ise genel olarak hukuk<br />
sisteminin kimin için çalıştığını<br />
tartışmaya açar. Nazir dışındaki olası<br />
diğer suçluların iki Afro-Amerikan olması<br />
ise delil toplamanın bakış açısına ve<br />
algıda seçiciliğe göre nasıl çalıştığının<br />
adeta ispatı gibi sırıtır. Zaten ailenin<br />
ekonomik gücü olmadığı için avukat<br />
tutamaması ve isteyen avukatın kendi<br />
idealleri uğruna onları kullanması da durumun<br />
gayet açık özeti sayılabilir.<br />
Ezcümle The Night Of haliyle mükemmel<br />
senaryo yapısı, işleyişi, eşsiz oyunculuklar<br />
şöleni ve sosyo-kültürel söylemiyle<br />
kült olma yolunda haklı bir nam salan bir<br />
dizi! Kısacası sezonun en en enlerinden<br />
önde geleni!