05.10.2016 Views

Cinedergi 96

Cinedergi 96

Cinedergi 96

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

7 EKİM<br />

Bayram Abi<br />

Pamuk Prens<br />

Yok Artık! 2<br />

Canım Kardeşim<br />

Trendeki Kız / The Girl on the Train<br />

Pete ve Ejderhası / Pete’s Dragon<br />

21 EKİM<br />

Rüya<br />

İkimizin Yerine<br />

Amatörler Gecesi / Amateur Night<br />

Ortaokul Hayatımın En Kötü Yılları / Middle<br />

School: The Worst Years of My Life<br />

En Süper Kahramanlar / Bling<br />

İllet<br />

Jack Reacher: Asla Geri Dönme / Jack Reacher:<br />

Never Go Back<br />

Seni Seven Ölsün<br />

28 EKİM<br />

The 9th Life of Louis Drax<br />

Dar Elbise<br />

Ekşi Elmalar<br />

Julieta<br />

Hesaplaşma / The Accountant<br />

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi / Muhammad: The<br />

Messenger of God<br />

Kubo ve Sihirli Telleri / Kubo and the Two Strings<br />

14 EKİM<br />

Oğlan Bizim Kız Bizim<br />

Ansızın / Auf Einmal<br />

Yolsuzlar Çetesi<br />

Reis<br />

Max Steel<br />

Berzah: Cin Alemi<br />

Cehennem / Inferno


İÇİNDEKİLER<br />

dosya<br />

12 HZ.MUHAMMED<br />

Majid Majidi’nin yeni filmi<br />

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi vizyonda.<br />

30<br />

I DANIEL BLAKE<br />

Ken Loach’ın yeni filmi! sosyal içerikli<br />

gerçekçi bir kurmaca.<br />

34<br />

JULIETTA<br />

Almodovar’ın güçlü kadınları<br />

yine iş başında.<br />

48<br />

INFERNO<br />

Dan Brown’ın romanları sırayla<br />

filme çekiliyor...<br />

26<br />

44<br />

ÖZGE SEZİNCE<br />

RÖPORTAJ<br />

DERVİŞ ZAİM<br />

Zaim’in sanatçı kişiliği izleyicinin<br />

düşünme yetisini zorluyor...<br />

58<br />

68<br />

THE 9TH LIFE OF DRAX<br />

Alexandre Aja yeni filmiyle<br />

izleyenlerini mist ediyor...<br />

JARED LETO<br />

Suicide Squad filminin Jokeri’nin<br />

10 parmağında 10 marifet...<br />

54<br />

62<br />

ECEM KARAVUS<br />

Bayram Abi filminin genç oyuncusu aşkın<br />

herşeyden önemli olduğunu söyledi.<br />

ELİF DAĞDEVİREN<br />

Elif Dağdeviren festivalin başarısız<br />

olmasını isteyen insanlar var dedi.<br />

72 MEHMET CAN MERTOĞLU<br />

Mertoğlu Türkiye’de film yapmanın, özellikle<br />

ilk filmin çok zor olduğunu söyledi.<br />

76<br />

86<br />

ASLI ÖZGE<br />

Mükemmeliyetçi ve karakteristik<br />

bir yönetmen Aslı Özge.<br />

BALKAN SİNEMASI<br />

Hüznün ve komedinin muhteşem<br />

uyumu Balkan Sineması...<br />

98<br />

GÜLTEN TARANÇ<br />

Bir Kadın filmi popüler sinemanın<br />

dayattığı imajları yıkmalı...<br />

90 HOLLWOOD DÖNDÜ<br />

Burak Yarkent uzun süredir durdurduğu<br />

yazılarına tekrar başladı...


46<br />

50<br />

82<br />

94<br />

104<br />

108<br />

ÖZEL KÖŞE<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Murat Tolga Şen iptal olan Malatya’ya<br />

festivaline söylendi...<br />

116<br />

118<br />

ZAMANIN RUHU<br />

Bodrum Türk Filmleri Haftası Türk<br />

sineması için çok önemli...<br />

AYŞE TEYZE<br />

Büyük Budapeşte Oteli<br />

Ayşe Teyze’nin kıskacında...<br />

DİREN SİNEMA<br />

Adana’da yaşananlar<br />

Banu Bozdemir’in kaleminden...<br />

BELGESELCİ<br />

Semra Güzel Korver<br />

festivallerde belgesel peşinde...<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat Sayıcı kısa filmci<br />

Elif Yüksel ile konuştu...<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Karadaş, İçerde<br />

dizisini odağa aldı.<br />

EPISODE<br />

Şenay Tanrıvermiş The Hight Off<br />

filmiyle haşır neşir...<br />

ANTALYA BİR<br />

GEÇİŞ DÖNEMİNDE<br />

EDITO<br />

Festivallerin sonuna doğru yaklaşıyoruz.<br />

Adana bitti, yolculuk Antalya’ya. Bu<br />

arada biz araya Bodrum Türk Filmleri<br />

Haftası ve Marmaris Kısa Film Festivali’ni<br />

de sıkıştırdık. Sıkıştırdık derken sakın bu<br />

etkinlikleri küçümsediğimizi sanmayın. Özellikle<br />

Bodrum Türk Filmleri Haftası bence<br />

sinemamız için çok önemli bir etkinlik. Ama<br />

bu konuyu uzun uzadıya derginin içinde<br />

işlediğim için fazla burada kısa keseceğim.<br />

Adana film festivali her yıl üstüne koyarak<br />

devam ediyor. Orada seyrettiğimiz filmler<br />

2017’de Türk sinemasında nelerle<br />

karşılaşacağımızı bize gösterdi. Hem festivalin<br />

konuk ettiği yazarlara yaklaşımı hem<br />

de çok geniş bir katılımı sağlaması organizasyonu<br />

yapanlara teşekkür etmemizi gerektirdi.<br />

İnşallah aynı tevazuyu Antalya’da gösterir.<br />

Antalya Film Festivali’nin genel direktörü Elif<br />

Dağdeviren ile geniş bir röportaj yaptım. Bu<br />

röportajdan benim çıkardığım Antalya’nın<br />

bir geçiş sürecinde olduğu. Gelecek için çok<br />

da ümit beslemiyorum Antalya adına çünkü<br />

bence planları Türkiye şartları için doğru<br />

değil. Yine de keşke başarılı olsalar.


PEK YAKINDA<br />

ARRIVAL<br />

Yönetmen: Denis<br />

Villeneuve<br />

Oyuncular: Amy Adams,<br />

Jeremy Renner, Forest<br />

Whitaker<br />

Konu: Film, ordu dilbilimcisi<br />

Dr. Louise Banks’in<br />

hikayesini anlatıyor. Bir<br />

uzay gemisi dünyaya<br />

iniş yapınca dünya adeta<br />

sarsılır. Amaçlarının<br />

ne olduğu bilinmeyen<br />

uzaylılarla iletişim<br />

kurmanın yolları aranmaya<br />

başlar. Uzaylılarla iletişim<br />

kurması için ordu dilbilimcisi<br />

Dr. Louise Banks çağrılır.<br />

Doktora yardımcı olması<br />

için de fizikçi Ian Donnelly<br />

seçilir. İkilinin artık en<br />

önemli görevi uzaylıların<br />

barışçıl mı yoksa istilacı mı<br />

olduğunu belirleyebilmektir.


Yönetmen: Luc Dardenne,<br />

Jean-Pierre Dardenne<br />

Oyuncular: Adèle Haenel, Olivier<br />

Bonnaud, Jérémie Renier<br />

THE UNKNOWN<br />

GIRL<br />

Konu: Jenny, kamu yararına<br />

çalışabilmek için prestijli bir<br />

kariyerden vazgeçmiş idealist<br />

bir doktordur. Stresli ve yoğun<br />

bir gece nöbetinde dışardan<br />

gelen bazı sesleri yok sayar ve<br />

işine yoğunlaşır. Daha sonra<br />

polisten gelen ölüm haberiyle<br />

yıkılır: dışarıdan gelen sesler<br />

Afrikalı genç bir kadına aittir ve<br />

yardım alamadığı için sabah ölü<br />

bulunmuştur.<br />

CANAVARIN ÇAGRISI<br />

Yönetmen: Juan Antonio Bayona<br />

Oyuncular: Felicity Jones, Liam Neeson,<br />

Sigourney Weaver<br />

Konu: 12 yaşındaki Conor canavarlar<br />

ve peri masallarının fantastik dünyasına<br />

kaçmak üzeredir. Annesinin hastalığı ile<br />

ilgilenen Conor, aynı zamanda pek sempatik<br />

olmayan büyükannesi ile zaman<br />

geçirmek zorundadır. Bulunduğu okul<br />

eğitimden uzak ve zorbalarla doludur.<br />

Conor’un babası ise ondan binlerce mil<br />

uzakta, Amerika’ya yerleşmiştir.<br />

Yönetmen: Mike Flanagan<br />

Oyuncular: Elizabeth Reaser, Annalise<br />

Basso, Henry Thomas<br />

Konu: Film tekonlojik gereçleri kullanarak<br />

sahte ruh çağırma seansları<br />

düzenleyen bir aileyi temel alıyor. Bekar<br />

anne ve 2 kızı bu şekilde hayatlarını<br />

idame ettirirken tezgahlarını geliştirmek<br />

için aldıkları ruh çağırma tahtası en<br />

küçük kızı etkisi altına alıyor.<br />

ÖLÜM<br />

ALFABESI:<br />

KÖTÜLÜGÜN<br />

BASLANGICI


PEK YAKINDA<br />

Yönetmen: F. Javier Gutiérrez<br />

Oyuncular: Matilda Lutz, Alex Roe, Vincent<br />

D’Onofrio<br />

Konu: Sıradan bir lise öğrencisi olan<br />

Julia ve üniversiteye giden erkek<br />

arkadaşı Holt birbirlerinden giderek<br />

uzaklaşmaktadır. Ayrılacaklarından<br />

korkan genç kadın sevgilisini ziyarete<br />

gider ve Holt’un okuldaki<br />

arkadaşlarının 7 günün sonunda<br />

insanları öldüren bir videoyu Holt’a<br />

izlettiklerini öğrenir.


KAPTAN<br />

FANTASTIK<br />

Yönetmen: Matt Ross<br />

Oyuncular: Viggo<br />

Mortensen, Frank Langella,<br />

George Mackay<br />

Konu: Pasifiğin<br />

kuzeybatısındaki ormanlarda<br />

bir baba kendini,<br />

altı çocuğunu büyük bir<br />

titizlikle hem fiziksel hem<br />

de entelektüel olarak<br />

yetiştirmeye adamıştır.<br />

Ancak yaşadıkları onu<br />

kurduğu cenneti terk etmeye<br />

ve dünyaya karışmaya<br />

zorlar. Onun ebeveynlik<br />

anlayışıyla dünyanınki<br />

çatışmaktadır.<br />

THE SEA<br />

OF TREES<br />

LION<br />

Yönetmen: Gus Van Sant<br />

Oyuncular: Matthew McConaughey, Ken<br />

Watanabe, Naomi Watts<br />

Konu: İntihara meyilli Arthur Brennan,<br />

Fuji dağının derinliklerindeki gizemli<br />

ormanda son bulan yolculuğunda,<br />

buranın hayatını sonlandırmak için<br />

eşsiz bir yer olduğu kanaatine varır.<br />

Arthur bu son durağında Takumi Nakamura<br />

isimli yolunu kaybeden biriyle<br />

karşılaşır ve iki adam, hayatta kalmanın<br />

özünü kavradıkları, hayata bir kez daha<br />

bağlandıkları özel bir yolculuğa çıkar.<br />

Yönetmen: Garth Davis<br />

Oyuncular: Dev Patel, Nicole Kidman,<br />

David Wenham<br />

Konu: 5 yaşındaki Hintli bir çocuk<br />

ağabeyinin geri dönmesini beklerken<br />

bir tren vagonunda uyuyakalır. O uyurken<br />

trenin yola çıkması sonucu küçük<br />

çocuk uyandığında kendini evinden kilometrelerce<br />

uzakta bulur. Artık kayıptır<br />

ve eve nasıl döneceğine dair bir fikri<br />

yoktur.


MUTLULUĞUN<br />

YER YÜZÜNE<br />

İNİŞ HİKAYESİ<br />

Majid Majidi’nin yıllardır<br />

beklenen filmi Hz. Muhammed:<br />

Allah’ın Elçisi<br />

28 Ekim’de Türk izleyicisi<br />

ile buluşuyor. Mustafa<br />

Akkad’ın Çağrı filminden<br />

sonra Müslüman dünyası<br />

için en önemli sinema<br />

olayı başlıyor...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Majid Majidi ile<br />

2012 yılında Mardin’de<br />

yaptığımız röportaj da<br />

Hz. Muhammed: Allahın<br />

Elçisi filminin çekimlerine<br />

başlıyordu. Bu<br />

çok önemli filmin yapım<br />

aşamasındaki problemleri<br />

bizle paylaşmıştı.<br />

Hatta çok radikal bir<br />

söylemde de bulunmuştu. Peygamberimiz<br />

bu dönemde yaşasaydı mutlaka<br />

sinemayı kullanırdı demişti. Bu<br />

sözü belki biraz ağır kaçıyor ama Çağrı<br />

filmi vizyona girdiğinde yaşananlar<br />

Majidi’nin belirlemelerinin ne kadar<br />

doğru olduğunu bize kanıtlıyor.


Yaşadığım şu 50 yıl içinde entelektüel<br />

dünya içinde Müslümanlığın en güçlü<br />

olduğu dönemdi Çağrı filminin vizyona<br />

girdiği dönem. Zaten onun dışında<br />

da aynı başarıyı gösteren bir film<br />

ortaya çıkaramadık. Şimdi Majidi’nin<br />

filmi vizyona giriyor, inşallah Çağrı’nın<br />

başarısı tekrarlar. Bu mutsuz günlerde<br />

acıyla dökülen yaşlar sinema<br />

salonunda mutlulukla dökülür bu film<br />

sayesinde. Filmin konusunu sizle<br />

paylaşalım.<br />

Film, 6. YY’da Mekke’de, Hz. Muhammed<br />

(S.A.V.)’in doğumu ile<br />

başlayan ve Efendimiz’in 13 yaşına<br />

kadar devam eden süreci, Hz. Muhammed<br />

(S.A.V.)’in çocukluğuna naif<br />

bir bakış açısıyla yaklaşarak anlatıyor.<br />

Abraha’nın fil ordusuyla Mekke’ye<br />

yönelişi, Efendimiz’in dedesi ve<br />

Kabe’nin anahtarının sahibi Abdulmuttalib<br />

başta olmak üzere tüm<br />

Mekke halkını tedirgin eder. Hz. Muhammed<br />

(S.A.V.)’in annesi Hz. Amine<br />

bu esnada hamiledir ve tüm Mekke<br />

halkı gibi kaçıp dağlara sığınabilmesi<br />

mümkün değildir. Hem oğlunun emaneti<br />

gelinini, hem Mekke’yi, hem de<br />

Kâbe’yi gelecek felaketten koruması<br />

beklenen Abdulmuttalib; Abraha’ya<br />

sadece, savaşmadan savaş ganimeti<br />

olarak aldığı otlak hayvanlarının iadesini<br />

istemeye gider. Abraha halkın ve<br />

böylesine önemli bir adamın, yenilgiyi<br />

kabul ettiğini düşünerek galibiyetini<br />

garantilediğini zanneder ama şehre<br />

girme anı geldiğinde Filler Mekke’ye<br />

doğru bir adım dahi atmaz. Ve<br />

ardından tüm İslam âleminin Fil Sûresi<br />

ile haberdar olduğu vaka gerçekleşir.<br />

Milyonlarca ebabil kuşu, Abraha’nın<br />

ordusunu taş yağmuruna tutar, ordu<br />

helâk olur.<br />

Bu olaydan tam bir ay sonra,<br />

Efendimiz’in doğumu gerçekleşir.<br />

Hem gök olaylarını araştıran ve<br />

zamanını bilmedikleri bir kurtarıcıyı,


son peygamberi bekleyen Yahudi<br />

ve Hristiyan cemaati bilginleri; hem<br />

Abdulmuttalib, o gece gökyüzünden<br />

yere inen Nûr’a şahid olur. Kâbe’de<br />

putlar bir anda yerle bir olmuştur. Eve<br />

geldiğinde, Nûr’un indiği yerin kendi<br />

evi olduğunu görür. Efendimiz, Hz.<br />

Âmine’nin kucağındadır. Allah’ın izniyle,<br />

koruması gereken emanet, sadece<br />

Mekke’ye değil tüm âleme rahmet<br />

olarak gönderilmiştir.<br />

Filmin konusu bizim için sinemadan<br />

da büyük bir şey ama dünyadaki en<br />

büyük propaganda aracı olan sinemayı<br />

bütün Müslüman coğrafyası olarak<br />

kullanmalıyız. Burada Türk sinemasının<br />

özellikle Yeşilçam döneminde<br />

üretimlerde bulunduğunu, günümüzde<br />

ise bir elin parmaklarını geçmeyen<br />

yönetmenin inanç hakkında filmler<br />

çektiğini, bu filmlerin çoğu da aslında<br />

duygu sömürüsü kokan, dinimizin<br />

güzelliklerini ve varlığının gücünü anlatmaktan<br />

uzak olan filmler olduğunu<br />

söylemeliyiz. Yurt dışına bakınca da<br />

aslında aynı şey söz konusu. Buda’yı<br />

anlatan 40 film, diğer peygamberleri<br />

anlatan 200’den fazla film çekildi ama<br />

Hz. Muhammed’i anlatan başka bir<br />

film çekilmedi. Durum böyle olunca<br />

biz de yıllardır seyrettiğimiz filmler<br />

içinde Müslümanlığı anlatan, içinde<br />

Müslümanlık geçen, Müslümanların<br />

çektiği acıları odağına alan filmleri bir<br />

gözden geçirdik. Aşağıda verdiğimiz<br />

listede belgesel filmler veya kutsal kimliklerin<br />

biyografik öyküleri yer almıyor.<br />

Bunlar birçok coğrafyadan gelen ve<br />

bizim dinimize dokunan bazı filmler.<br />

Sonuçta kişisel seçim önemli burada<br />

yani biraz da beni etkileyen filmler diyebilirim.<br />

Tabii ki listenin başında The<br />

Message – Çağrı filmi var.<br />

The Message – Çağrı, 1977<br />

Mustafa Akkad binbir zorlukla uğraşıp<br />

çektiği Çağrı filmi peygamberimizi<br />

ve Müslümanlığın başlangıcını anlatan<br />

tartışmasız en iyi filmdir. Filmde<br />

peygamberimiz gösterilmez. Hatta<br />

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,<br />

Hz. Ali de gösterilmez. Mustafa Akkad<br />

Çağrı filmini çekmesinin sebebini<br />

şöyle anlatıyor: “Çocuğum olunca<br />

çocuklarıma dinlerini öğretmem<br />

gerektiği duygusuna kapıldım ve<br />

sorumluluğumu hatırladım. İşte Çağrı<br />

projesi böyle ortaya çıktı. Hem kendi<br />

çocuklarımın, hem de başka çocukların<br />

geleceği için. Ama bu hiç kolay<br />

olmadı.” Filmde Hz. Hamza’yı Anthony<br />

Quinn canlandırdı. Film o kadar etkileyiciydi<br />

ki haftalarca hatta birçok ülkede<br />

yıllarca vizyondan kalkmadı. Türkiye’de<br />

ben hatırlıyorum bir yıl sinemalarda<br />

oynadı ve salonlar doldu taştı. Hala<br />

bu film kadar başarılı ve etkileyicisi<br />

çekilmemiştir. Bizim ülkemizde ve<br />

Müslüman coğrafyada her bayramın<br />

vazgeçilmezidir. İnsanlar o dönem öyle-


sine etkilendiler ki Hz. Hamza’yı öldüren<br />

Vahşi karakterini canlandıran Salim<br />

Gedera başına gelenleri şöyle anlatır:<br />

“Hz. Hamza’nın öldürülme sahnesini<br />

çekerken askerler filme kendilerini o kadar<br />

kaptırmışlardı ki, Hamza’yı öldürecek<br />

diye beni aralarından geçirmiyorlardı.<br />

Mustafa Akkad bu sahneyi tam beş kez<br />

çekmek zorunda kaldı. Film bitti. Fakat<br />

benim kötü günlerim başladı. Sokakta<br />

yürürken insanlar yüzüme tükürüyordu.<br />

Sokağa çıkamaz oldum. İşimden atıldım.<br />

Hamza’nın katili diye kimse iş vermiyordu.<br />

Mustafa Akkad Bey’e kızdım<br />

ve ona telefon ettim. Olayları anlattım.<br />

‘Allah’ından bulasın, hayatımı perişan<br />

ettin’ dedim. Fakat Mustafa Bey beni<br />

sakinleştirdi.” İşte Çağrı bu kadar etkisi<br />

olan bir filmdi…<br />

Ömer Muhtar – Lion of the Desert, 1981<br />

Mustafa Akkad’ın diğer önemli filmidir.<br />

Çağrı filminin çekimlerinde Libya lideri<br />

Muammer Kaddafi ile yakınlaşması<br />

Ömer Muhtar filminin çekilmesini<br />

sağlamıştır. Kaddafi, Akkad’dan<br />

Libya’nın kurucusu Ömer Muhtar’ın<br />

hayatını çekmesini istemiştir. Akkad<br />

da Anthony Quinn ile bu işe<br />

soyunmuş ve büyük başarı gösteren<br />

filmi çekmiştir. Anthony Quinn Ömer<br />

Muhtar’ın çekimlerinde yaşadıklarını<br />

şöyle anlatır: ” Çöl Arslanı filmi<br />

beni çok etkiledi. Ömer Muhtar’ın<br />

tutuklandığında hapiste elleri kelepçeli<br />

olduğu bir sahne var. Bu şekilde<br />

abdest almaya çalışıyor. Arka planda<br />

ezan sesi var. Ömer Muhtar’ın yanı<br />

başında ise bir İtalyan subay nöbet<br />

tutuyor. Bu sahnedeki inanç ve azim<br />

beni çok etkilemişti.”<br />

Mekke’ye Yolculuk – Journey to Mecca,<br />

2009<br />

Yapıt, Kâbe’nin üzerinde düşük irtifada<br />

uçularak gerçekleştirilen hava<br />

çekimleri başta olmak üzere, eşi<br />

görülmemiş güzellikte görüntüler


arındırıyor. Film, 14’üncü yüzyılda<br />

yaşamış olan ünlü Faslı gezgin İbn-i<br />

Battuta’nın hayat hikâyesi ekseninde,<br />

geçmişle günümüz arasında gidip<br />

gelen paralel bir kurguda ilerleyerek,<br />

dünyanın dört bir köşesindeki<br />

Müslümanların her yıl Kâbe’ye<br />

yaptıkları görkemli Hac yolculuğunu<br />

anlatmakta.<br />

Guantanamo Yolu – The Road to Guantanamo,<br />

2006<br />

Film, 10 Eylül 2001’de İngiltere’deki<br />

evlerinden ayrılan Pakistan asıllı İngiliz<br />

vatandaşı üç Müslüman genç Ruhel,<br />

Şefik ve Asıf’ın öyküsünü aktarıyor.<br />

Yolculuklarının tek amacı, annesinin<br />

seçtiği kızla evlenecek olan Asıf’ın<br />

düğününe katılmaktır. Üç arkadaş,<br />

Pakistan’a gittiklerinde yanlışlıkla<br />

Kuzey İttifakı tarafından tutuklandıktan<br />

sonra Amerikan birlikleri tarafından<br />

Guantanamo’ya nakledilirler. Mahkumiyetleri<br />

boyunca her üçü de Amerikan<br />

ve İngiliz gizli servisi tarafından<br />

sorgulanır; haklarında hiçbir kanıt<br />

bulunmadığı halde sayısız işkence ve<br />

suçlamaya maruz kalırlar.<br />

Vaad Edilen Cennet – Paradise Now,<br />

2004<br />

Çocukluk arkadaşı olan genç<br />

Filistinli Khaled ve Said, Tel Aviv’de<br />

gerçekleştirilecek bir saldırıda intihar<br />

bombacısı olarak görevlendirilirler.<br />

Aileleriyle vedalaşmadan, son bir gece<br />

geçirdikten sonra, vücutlarına bağlı<br />

bombalarla sınıra götürülürler. Ama<br />

operasyon plânlandığı gibi gitmez ve<br />

birbirlerinin izin kaybederler. Zalimliğe<br />

karşı intihar bombacısı olmayı sorgulayan<br />

film çok tartışıldı ama bakış açısı<br />

çok doğruydu.<br />

İbrahim Bey Ve Kuran’ın Çiçekleri –<br />

Monsieur Ibrahim, 2003<br />

60’ların Paris’inde ergenlik çağındaki<br />

Musevi çocuk Moses, annesi kardeşini<br />

de alıp evi terkedince babasıyla mutsuz<br />

bir hayata mahkum olur. Babası ölünce


akkal İbrahim çocuğu evlat edinir. Çok<br />

bilge bir adam olan İbrahim’in ışığında<br />

Kuran’dan yaşama dair güzel şeyler<br />

öğrenir Moses. Sonunda dükkanı kapatarak<br />

bir spor araba alırlar ve İbrahim’in<br />

ülkesine, yani Türkiye’ye doğru bir<br />

yolculuğa çıkarlar.<br />

Kara Altın – Black Gold, 2012<br />

Auda ölmek üzere olan kardeşine<br />

“Kardeşim lütfen Allah’a sığın” der, Ali<br />

ise şöyle cevaplar: “Beni ezen ayağı mı<br />

öpeyim?” Auda devam eder: “Öldükten<br />

sonra bir melek gelecek yanına<br />

hangi tanrıya inandığını soracak, ne<br />

diyeceksin?” Ali zar zor cevaplar: “Allah”.<br />

“Melek soracak hangi peygambere<br />

inanıyorsun?”: “Muhammed”. “Hangi<br />

dine inanıyorsun?” “İslam” der ve Ali<br />

ölür. Bu sahne belki kaba bir propaganda<br />

olarak algılanabilir. Ama filmin bu<br />

küçücük sahnesindeki Ali’nin yaşadığı<br />

değişim inananlar için bambaşka etkilere<br />

sahip. Yönetmen bu sahneyle<br />

Müslüman inancını ve Batı medeniyetini<br />

birleştiriyor. İnançsız bilimin<br />

kimseye yararı olmadığını, inancın ise<br />

bilimin ışığıyla aydınlandığı zaman en<br />

doğru şekli alacağını anlatıyor. Doğru<br />

bir Müslümanlık, doğru bir insanlık ve<br />

biraz da yürek acısı. Kaçırılmaması<br />

gereken bir film.<br />

Büyük Yolculuk – Le grand voyage,<br />

2004<br />

Büyük Yolculuk, Tunus asıllı Fransız<br />

bir baba-oğulun dramatik öyküsünü<br />

anlatıyor. Müslüman kültürü ile<br />

yetişmiş baba, daha çok Fransız<br />

kültürü ile yetişmiş oğlundan kendisini<br />

Mekke’ye, Hac’ca götürmesini<br />

ister.Oğul için çok da iyi tanımadığı<br />

bu kültürle tanışmak hiç de kolay<br />

olmayacaktır.<br />

Malcolm X, 1992<br />

Babası Ku Klux Klan tarafından<br />

öldürülen Malcolm, çağdaşı bir çok<br />

siyah gibi umutsuz ve zor bir çocukluk<br />

geçirir. Neticesinde hayatı günlük<br />

yaşayan bir hırsıza dönüşür. Sonunda<br />

hapise girdiğinde İslam öğretisi kendisini<br />

yeniden tanımlamasına yardımcı<br />

olur. Burada dahil olduğu toplulukta<br />

kendini bulur ve yükselmeye başlar.<br />

Hapisten çıkınca Malcolm, adeta<br />

bir mesih işlevi yüklenir ve kendilerini<br />

birer suçlu yapan toplumsal<br />

adaletsizliğe başkaldırır.<br />

Kan ve Aşk – In The Land of Blood<br />

and Honey, 2011<br />

In The Land of Blood and Honey,<br />

1990’lı yılların başındaki Bosna iç<br />

savaşında geçiyor. Film, siyasi irade<br />

eksikliği sebebi ile toplumda yaşanan<br />

çatışmaları anlatıyor. Filmin büyük<br />

çoğunluğu Saraybosna’nın gerçek<br />

mekânlarında çekildi ve savaş<br />

esnasında hayatını yitiren halkın<br />

çocukları da filmde rol aldı. Müslüman<br />

Boşnaklar’ın çektiği acılar etkin bir<br />

şekilde anlatılıyor öyküde…


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

ANDREY TARKOVSKİ KÂFİ, ARTIK KEN<br />

n Nasıl bir işse bu, sürekli can alıyor,<br />

yoksulların teriyle, ruhuyla, kanıyla<br />

besleniyor. Dur durak bilmiyor, halden<br />

anlamıyor. Resmen obur mu obur, doyumsuz<br />

bir canavar. İş kazası deyip geçmeyin<br />

ha, her birinin altında insana dair bir<br />

büyük dram yatıyor. Zaten iş kazası,<br />

vicdansız, insafsız bir patron söylemi, öyle<br />

ya parayı veren düdüğü çalıyor. Zengine<br />

kaza, fukarayı koy mezara, varsıla sefa, yoksula<br />

cefa… İş cinayeti de karşılamaz, böylesi vahim<br />

mevzuyu, iş katliamı bunun adı, ötesi berisi yok.<br />

“Babamın Kanatları”, emek cephesinin yanında<br />

saf tutmuş, gündelik hayat gerçeğini ve sistem<br />

eleştirisini, sinema sanatıyla bütünleştirmiş,<br />

doğru ve haklı yerde durabilmiş bir film. İyi bir<br />

film, güzel bir film, olmuş bir film, her ne kadar,<br />

mesele derin bir sızı, dinmeyen sancı, bitmeyen<br />

acı olsa da…<br />

Hak denince, işçi gelir hatırıma der Orhan<br />

Veli… Haksızlığa pek çok uğrayan emekçilerin,<br />

hak ile anılması, yaşamın en acımasız<br />

ironilerinden değil midir? Bakınız Bertolt Brecht;<br />

“Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinde şunları söyler;<br />

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar<br />

yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları<br />

taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna<br />

yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı<br />

işçileri hangi evinde oturmuşlar, altınlar içinde<br />

yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar,<br />

Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı<br />

ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?”<br />

Evet, geçen sene (2015), ayda ortalama<br />

133 işçi, tatlı canlarından oldular. 2015’te<br />

katledilen toplam 1730 emekçinin, yüzde 27’si,<br />

inşaat sektöründendi. Yani nasırlı elleriyle,<br />

insanlık tarihi boyunca, dünyaya harç katanlar.<br />

İşte onlar, adları, öyküleri, umutları bilinmeyen<br />

yapıcılar, bize yuva kuranlar, tepemize<br />

dam koyan, evimize pencere açanlar… Hiç<br />

oturamayacakları pahalı konutları diken, emeği<br />

sömürülen, örgütlenmelerine izin verilmeyen,<br />

asri zaman köleleri… Ücretli kölelik düzeninde,<br />

duvarlar onların kanlarıyla sıvanıyor, binaların<br />

temelinde, onların ölü bedenleri var, bilesiniz.<br />

Film, güncel Rüzgar Çetin meselesine cuk oturuyor,<br />

kan parası, illet gibi, yakasını bırakmıyor<br />

insanlığın, kuşkusuz modern çağın da belası…<br />

Zengin olan her koşulda kazanıyor, fakir olan,<br />

önce ahlar vahlar, sonra unutulan ölü canlar. İşte<br />

o kadar! Yeryüzünün lanetlileri, en alttakiler, onlar<br />

hakkında ne yazsak, karşılık bulamayacak, bari<br />

filme geçelim. İşçi filmleri, memleketim yönetmenlerinin,<br />

nedense uzak durduğu bir mevzi, varsa<br />

yoksa bunalmış, sıkılmış, daralmış insanların,<br />

saçma sapan hezeyanları, tuhaf, oturmamış,<br />

yabancılaşmış halleri… Sabun köpüğü muadili,<br />

komedi, korku, romantik türlerindeki tırt ve ucuz<br />

projeleri hadi geçtim, bari sanat-festival filmleri<br />

kuşağında, emekten ve emekçiden yana yapımlar<br />

görelim, Tarkovski Abimizi biraz rahat bırakalım,


LOACH İSTERİZ<br />

Ken Loach Abimiz, bu sefer ne çekti diye beklemeyelim.<br />

Aslında bir kımıldama var, hakkını verelim,<br />

Toz Bezi, Kalandar Soğuğu ve şimdi de Babamın<br />

Kanatları… İşte gönlümüzden geçen, daha çok<br />

olsun, bol bol çekilsin, havada kalmış tiplerin değil<br />

de, gerçek insanların hikâyelerini görelim. Geçenlerde<br />

inat ettim, yerli işi dizilere bakayım dedim, lan<br />

arkadaş, herkes mi yalıda oturur, Boğaz’a nazır?<br />

Bu denli gerçeklikten ve hayattan kopuş mu olur?<br />

Özentilik, ergenlerin can simididir, kocaman adamlar<br />

ve kadınlar oldunuz, büyüyün gardaşım artık!<br />

Helal olsun Kıvanç Sezer’e, gerçek bir haberden<br />

yola çıkarak Babamın Kanatları’nı hem yazmış,<br />

hem de çekmiş. Menderes Samancılar, Musab<br />

Ekici, Kübra Kip, Tansel Öngel de rollerinin hakkını<br />

ziyadesiyle vermiş, müzikler de filmin temposuna,<br />

inşaatın gürültüsüne eşlik etmeyi bilmiş.<br />

Örgütsüzlüğün, hukuksuzluğun, insani hasletlerden<br />

muaf tavırların, davranışların,<br />

yalakalığın, fakirliğin Özbek veya Kürt dinlememesinin,<br />

depremin, sigortanın, zor<br />

kazanılanın, hatta kolay paranın, iyinin,<br />

kötünün, lanet sistemin buruk ve düşündürten<br />

öyküsü bu… Araya aşk-meşk karışmasaymış,<br />

senaryo daha bütünlüklü olurmuş ya, neyse,<br />

o kadar kusur, bu filmi bozmaz, bozamaz.<br />

Üstelik bu bir ilk film, çokça yapıta imza atan<br />

yönetmenlerin bile dibi gördüğü ülkemizde,<br />

olsa olsa çıtayı yükseltmek denir buna.<br />

Babamın Kanatları, şimdiden ödülleri toplamaya<br />

başladı, ne diyelim, analarının ak sütü gibi,<br />

bir emekçinin alınteri gibi helal olsun.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

TÜRKİYE’DE ORTA DOĞU FİLMİ ÇEKM<br />

n Geçtiğimiz Adana Film Festivali’nde<br />

büyük tartışmalara yol açan Dar Elbise,<br />

Ekim sonunda vizyona giriyor. Dizilerden<br />

aşina olduğumuz önemli isimleri bir araya<br />

getiren isim ise tartışmalı yönetmen Hiner<br />

Saleem. Votka Limon, Kilomètre Zéro<br />

ve My Sweet Pepper Land gibi önemli<br />

filmlere imzasını atmış olan Iraklı Kürt<br />

yönetmen bu kez baltayı taşa vurmuş<br />

görünüyor!<br />

Paris’te yaşayan moda tasarımcısı Lisa,<br />

yeni kreasyonu için sıra dışı bir defile düzenlemek<br />

için Türkiye’deki arkadaşı Helin ile<br />

görüşmektedir. Helin defileyi gerçekleştirmek<br />

için genç ve güzel modeller bulma arayışına<br />

geçer. Ama başta en istekli görünen Gule<br />

dahil tüm genç kadınlar, ilerleyen süreç içinde<br />

babaların, abilerin, kardeşlerin yani erkeklerin<br />

baskıları yüzünden defileye katılma konusunda<br />

çekimser kalırlar. Ne yapacağını bilemeyen<br />

Helin, kalkıştığı iş yüzünden vahim bir ölüme<br />

tanık olacaktır.<br />

Hiner Saleem’in filmde Lisa’yı canlandıran<br />

Veronique Wuthrich ile birlikte senaryosunu<br />

yazdığı ve kendi başına yönettiği Dar<br />

Elbise’nin oyuncu kadrosu bir hayli kuvvetli.<br />

Tuba Büyüküstün, Hazar Ergüçlü, Veronique<br />

Wuthrich, Caner Cindoruk, Canan Ergüder ve<br />

İnanç Konukçu gibi güçlü isimleri barındıran<br />

film Türk seyircisinin ilgisini çekecek belli ki.<br />

Adana Film Festivali’nde yaşanan tartışmalara<br />

yakın şahitlik yapmış biri olarak söyleyebilirim<br />

ki, neredeyse sektörden herkes büyük<br />

bir hayal kırıklığı yaşadı bu filmden sonra.<br />

Bizler çok daha yetkin ve mantık hataları olmayan,<br />

keyifli bir Saleem filmi izleyeceğimizi<br />

düşünüyorken tam tersi çıktı karşımıza. Üstelik<br />

film sonrası seyirciyle yapılan söyleşide Saleem,<br />

bu filmi yapacak bir yer bulamadığım<br />

için Türkiye’de çektim diyerek, kendisini savundu.<br />

Neresinden bakarsanız bakın talihsiz<br />

bir açıklama... Türkiye bir film platosu olarak<br />

deneme tahtası değil. Zamansız ve mekansız<br />

bir film yapmaya çalışıyorsan da Türkiye motiflerini<br />

kullanamazsın arkadaş. Bu işler öyle<br />

kolay değil. Türkiye’de kaç tane burkalı kadın<br />

gördün? Hadi var diyelim, kaç tane burkalı kadını<br />

kıraathaneye girerken gördün?<br />

Ülkede ünlü olmak isteyen, manken olmak isteyen...vs.<br />

yüz binlerce genç kadın varken ve çoğu<br />

da, üstelik ailelerin de destekleriyle/istekleriyle hayallerinin<br />

peşinden eyleme geçerken, sen bu ülkede<br />

böyle bir şey yok diyemezsin. Bir hafta boyunca<br />

otur, Türkiye’de gözlem yap bari. Fox Tv’de<br />

Gardırop Savaşları’nı izle. TV 8’de Göz Altı’nı<br />

izle. Bugün Ne Giysem’e bak. Kısmetse Olur’a<br />

göz at. Bana Her Şey Yakışır’ın arşivlerini izle. İrili<br />

ufaklı model/manken yarışmalarına bak. Hayali<br />

uğruna can atan, yol almak isteyen kızlarımıza<br />

bir bak. Onay verilir, verilmez o ayrı konu. Ancak<br />

Türkiye’de model olmak isteyen 50 kadından emin<br />

ol ki en az 45’i istediğine kavuşmayı deneyebilir.<br />

Üstelik aile desteğiyle. Gelelim karakterlerdeki


EYE ÇALIŞMAK!<br />

hatalara. Şu soruları sormaz mı sana seyirci? Ako<br />

karakterini bize oldukça açık fikirli, Gule’ye destek<br />

veren biri olarak çizdikten sonra ikisi evlenince bu<br />

kadar sert bir değişim nasıl oldu Ako’da? Nasıl oldu<br />

da Gule’ye şiddet uygulayan standart bir kıroya<br />

dönüştü? Helin karakteri kendi ülkesinin vatandaşını<br />

tanıyamayacak kadar mı cahil? Kadınların ailelerin<br />

verebilecekleri tepkilerden bu kadar mı habersiz?<br />

Üstelik oldukça modern, yaşadığı eve bakılacak<br />

olursa maddi sorunları olmayan ve yabancı dili<br />

olan bir karakter olarak Helin, yurtdışına açılmanın<br />

tek çaresi olarak neden bu uyduruk defileye bel<br />

bağlıyor? Nazmi karakteri filmin başında kızların<br />

fotoğraflarını çekerken ağzı sulanıyorken nasıl oldu<br />

da saçma sapan bir tek gecelik eşcinsel ilişkiye<br />

girdi? Gule karakteri annesinden tam destek alırken,<br />

hayallerinden vazgeçip, nasıl birden bire burkaya<br />

girdi? Şüpheli sorular uzar gider...<br />

Festivaldeki en büyük tartışma ve herkesin<br />

hem fikir olduğu ortak nokta filmin<br />

mantık hatalarından oluşan bir kara komedi<br />

olmasıydı. Hiç mi iyi tarafı yok diyeceksiniz?<br />

Elbette ki var. Bir kere tüm oyuncular rollerine<br />

inanarak, ama belli ki yönetmeni hiç sorgulamadan,<br />

oldukça iyi/inandırıcı oynamışlar.<br />

Bazı sahnelerde, mesela, Ako’yla Gule’nin<br />

filmin finalindeki kayık sahneleri gibi, muazzam<br />

bir atmosfer yaratılmış, enfes görüntüler<br />

yakalanmış. Özellikle ilk yarım saat çok dinamik<br />

bir kurguyla hazırlanmış, seyirci hızla<br />

girebiliyor filme. Bunu da çok sevdim mesela.<br />

Son olarak merak ettiğim tek bir şey var;<br />

bir film festivalinde ağırlıklı olarak sektörel<br />

kişilerin yerdiği bu filmin vizyon sırasında<br />

seyirciden nasıl bir tepki alacağı? Bekleyip<br />

göreceğiz...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

DİLSİZ DOSTLARIMIZIN HİKAYESİ<br />

n Sinemanın büyüsü herhalde en fazla<br />

bu hafta vizyona giren Pete ve Ejderhası<br />

gibi filmlerde hissediliyor. 1977 yılında<br />

çevrilen Walt Disney yapımı filmin<br />

uyarlaması, orijinali kadar etkileyici.<br />

Yaşlı ahşap oymacısı Bay Meacham<br />

yıllardır mahalle çocuklarına Kuzeybatı<br />

Pasifik’te yaşayan acımasız ejderha<br />

hikayeleri anlatan garip bir adamdır.<br />

Orman bekçisi olarak çalışan kızı Grace bu<br />

hikayeleri gerçeklikten uzak bulsa da günün<br />

birinde ormanda yaşayan Pete ile tanışır.<br />

10 yaşında, ailesi ve evi olmayan gizemli bir<br />

çocuk olan Pete ormanda Elliott isimli yeşil,<br />

dev bir ejderhayla birlikte yaşadığını iddia<br />

etmektedir. Pete’in anlattığı ejderha Elliott,<br />

Bay Meacham’ın hikayelerindeki ejderhaya<br />

son derece benzemektedir. Grace, babası<br />

Jack’in ve 11 yaşındaki Natalie’nin yardımıyla<br />

Pete’in geldiği, ait olduğu yeri ve ejderhayla<br />

ilgili gerçeği ortaya çıkarmak için yola koyulur...<br />

Filmdeki Elliott adlı ejderha aslında hepimizin<br />

en azından çocukluğunda sahip olduğu küçük<br />

bir köpek yavrusu veya pembe dilli bir kediciği<br />

ifade ediyor. Onların bize duyduğu karşılıksız<br />

sevgi ve bu sevginin karşılığı olarak onları<br />

kötülüklerden koruyamamız filmin duygusunun<br />

temelini oluşturuyor. Hangimiz sokakta<br />

sevdiğimiz, sahiplendiğimiz, her sabah evin<br />

yemek artıklarıyla beslediğimiz köpeğimizin<br />

zehirlendiğini veya bir araba çarpması sonunda<br />

onu kaybettiğimizi hatırlamayız ki. Bir<br />

insanın duyduğu ilk kayıp acısı bu olsa gerek.<br />

Ama bu acının ötesinde bir çocuğa sevginin<br />

sıcak nefesini de ilk bu dostlar hissettirmiyor<br />

mu? Bunlar ucuz duygular mı? Bizim<br />

sinemamız acaba niye bu tür konularla haşır<br />

neşir olmaz. Yoksa bizim yapımızda bu tür<br />

sevgiye yatkınlık mı yok? Sanmıyorum. Hepimiz<br />

bu sessiz dostları severiz ama sinema<br />

endüstrimizin çarpık yapılanması nasıl halkın<br />

birçok duygusunu es geçiyorsa hayvanlarla<br />

ilişkimizi de önemsemiyor. 1977’deki orijinal<br />

filmin fotoğraflarına baktım. Gerçek çekimlerin<br />

üzerine çizgi bir ejderha bindirmişler,<br />

günümüze geldiğimizde tekniğin bu basitliği bizi<br />

güldürüyor. Ama işin gerçeği bütün yetersizliklere<br />

rağmen Amerikalılar bu dost hikayeyi yapmaya<br />

inat etmişler. Günümüzde ilerleyen teknolojiyi de<br />

kullanarak daha iyisini, inandırıcısını yapmışlar.<br />

Üstelik öyle çocuk filmi diyerek, küçümseyerek<br />

bunu yapmamışlar. En önemli oyuncularını projeye<br />

katmışlar. Efsane isim Robert Redford, güzeller<br />

güzeli Bryce Dallas Howard, Uzay Yolu’nun<br />

yeni doktoru Karl Urban hepsi bu filmde. İnanın<br />

performanslarında en küçük bir düşüklük yok.<br />

Çünkü bu tür aile filmlerine karşı içten içe bir


aşağılama veya küçümseme duygusu yaşamıyorlar.<br />

Bizim sinemamızda hayvanlarla haşır neşir olan aile<br />

filmi olarak tanımlayacağım 2012 yapımı Arkadaşım<br />

Max filmi aklıma geliyor. Röportajlarını yaparken<br />

hem filmin kadrosunun hem bütün basının nasıl<br />

içten içe işi çok da önemsemediğini hissettiğimi<br />

hatırlıyorum. O günlerde bu film vizyona giren<br />

diğer filmlerin gerisine atılmıştı. Bizim sektör olarak<br />

bakışımız bu. Hollywood bu tür hikayeleri yaparken<br />

ne kadar masalsı bir anlatım tuttursa da çok önemli<br />

konuları da filmin içine bir şekilde enjekte etmeyi<br />

başarabiliyor. Mesela Pete ve Ejderhası’nda<br />

kesilen ormanların ve insanların bitmez<br />

açgözlülüğünün izlerini de bulabiliyoruz. Bir<br />

çocuğa çevrenin değeri ve doğanın en büyük<br />

düşmanının insanın açgözlülüğü olduğu daha<br />

iyi nasıl anlatılabilir ki? Alın işte karşımızda<br />

yeniden uyarlama bir aile filmi var. Ama<br />

içindeki duygular dünyanın en önemli derslerini<br />

barındırıyor. Hollywood’un kapitalizmin<br />

en büyük silahı olduğunu bilsem de ve bu<br />

nedenle zaman zaman nefret etsem de böyle<br />

filmleri hala kalbimi ısıtıyor. Ne diyeyim, bizi<br />

Hollywood’a muhtaç bırakanlar utansın.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

SALINA SALINA...<br />

n Seren Yüce’nin ikinci filmi Rüzgarda<br />

Salınan Nilüfer günümüz sosyal hayatının<br />

dayatmalarına ve çaresizliklerine iyi bir<br />

bakış sunuyor. Film ’Çoğunluk’ kadar<br />

etkili olamasa da bir azınlık olmadığının<br />

altını da çiziyor. Çoğunluk da orta hatta<br />

alt/orta sınıf dertlerine eğilen Yüce bu kez<br />

zengin/üst orta sınıftan biraz da çaresiz<br />

bir ailenin üzerine eğiyor kamerayı!<br />

Handan ve Korhan’ın küçük burjuva<br />

sıkıcılığında yaşanan hayatlarını sürekli<br />

diğerlerine sıçratmak gibi dertleri var. Özellikle<br />

de Handan’ın. Paranın gücünün farkında ama<br />

onu yönlendirmeye gücü olmayan bu kadının<br />

en büyük ilham kaynağı aile dostları Şermin.<br />

Şermin entel kimliğinin sakince hayat bulmuş<br />

bir tasviri adeta. İki kadın zaman zaman<br />

kızılamayacak kadar masum ve kendilerine<br />

has!<br />

Erkeklerin kadınların yanında birer katık görevi<br />

gördüğü filmde Yüce isteyerek ya da istemeden<br />

aslında küçük burjuva kadın didişmesine<br />

çeviriyor kamerasını, sakince, alttan alınan<br />

manevralarla yapılan kavga kimseyi rahatsız<br />

etmediği gibi keyifli bir seyirlik de sunuyor.<br />

Yüce günümüz yetinmezliği içerisindeki bireyin<br />

debelenmesini, mekan keşfedip cafelerde<br />

vakit geçirmesini, sosyalleşme adına<br />

yapılan arkadaş buluşmalarını iyi bir çerçevede<br />

sınırlıyor. Yani hikaye fazlaca taşmadan<br />

küçük burjuva hayatın açmazlarıyla bizi fazlaca<br />

meşgul ediyor.<br />

Songül Öden’in başarıyla hayat verdiği Handan<br />

karakteri biraz sarsak, biraz saf yanından<br />

hayata tutunmaya çalışan bir tip! Ya da hayata<br />

en yakınındaki ne yapıyorsa onu tekrarlayarak<br />

dahil olmaya çalışan biri. Yani sürekli projelerle<br />

kendini meşgul eden ve geçen zamana<br />

bu şekilde keyifle el sallayan biri de diyebiliriz.<br />

Birileriyle buluşarak ya da sosyal medyada<br />

sürekli birileriyle sohbet ederek ‘zaman’<br />

yarattığını düşünen insanların dünyasının<br />

sanallığına vurgu yapıyor. Yani yapılmayacak<br />

projelerin defterini dürüyor. Aslında Handan<br />

kadar Şermin de ilginç bir karakter. Handan’a<br />

bir anlamda rol modellik yapıyor. Sakin, sabırlı<br />

ve iyiniyetli gibi görünse de onun da okunmuş sözleriyle<br />

ezici bir tarafı var! Sürekli vurguladığı kitap<br />

sözleriyle o da samimiyet çizgisinin aşağısında<br />

kalıyor. Kendine yeten hali takdir edilebilir ama!<br />

Filmin en yaşayan karakteri biraz maçoluk<br />

barındırsa da Korhan. Bütün kadınların aynı şeyi<br />

istediğini sanan erkek kafasıyla ortalıkta dolanıyor.<br />

Ara ara paranın kullanımı ve kızının istekleri konusunda<br />

orta sınıf erkek modeline bürünse de o<br />

girdabın bir parçası olduğunu hatırlatıyor. O da<br />

karısıyla biten cinselliklerinin yerine yeni projeler<br />

üretme çabasında ama onları merkeze almayacak<br />

kadar da temkinli!<br />

Yüce günümüz proje insanına tekrarlı bir yerden<br />

bakıyor. Sürekli yemeğin evde mi yoksa dışarda<br />

mı yenecek olması bile bir proje halinde sunuluyor<br />

önümüze. Boş bir akışa sürekli çekilen<br />

setler o boşluğu doldurmak yerine sürekli açıyor.<br />

Bu da bu akşam nerede yemek yenilecek acaba<br />

kafasına taşıyor hepimizi? Filmin oyuncuları filme<br />

çok iyi sızmışlar diyebilirim, yani hepsi rollerinin<br />

inandırıcılık çıtasını yükselten performanslar<br />

koymuşlar. Özellikle de Songül Öden o sarsaklık<br />

çizgisini iyi çiziyor. O halin hep istemekle ilgili<br />

detayına vurgu yapıyor. Kitabının ilk cümlesi rüzgarda<br />

salınan nilüfer imgesi arkadaşı Şermin<br />

tarafından tuzla buz edilirken, aslında kendi sabit<br />

hayatlarımızda ancak hayali küçük salınımlar<br />

yapabildiğimizin altı çiziliyor. Ya da Şermin gibilerin<br />

bu salınımlara tahammüllerinin olmadığının!


BAZEN BEN DE ELİ MAŞA<br />

OLABİLİYORUM<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının en şanslı olduğu yer<br />

sanıyorum yeni oyuncuların dur durak bilmeden<br />

perdeye çıkabilmesi. Belki biraz fazla hızlı bir<br />

şekilde bu sistem işliyor ama bu kalabalıktan bir<br />

iki isim sıyrılıyor ve oyuncu lakabını sonuna kadar<br />

hak ediyor. Özge Sezince kariyerine dizilerle<br />

başlamış ve ilk sinema filmi olan Yolsuzlar çetesi<br />

ile sinema macerasına atılmış bir isim. Genç<br />

oyuncunun gelecekte çekeceği iyi filmlerle unutulmaz<br />

oyuncular arasına girmeyi başarmasını<br />

diliyoruz...<br />

Senaryoda sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />

Kaliteli ve zekayla bezenmiş mizahla<br />

karsılaştığım zaman etkilenip, mest oluyorum.<br />

Bu senaryonun mizah yaklaşımı bu anlamda<br />

beni oldukça etkiledi. Bir de üzerine yalın bir<br />

dil ve samimiyet ile harmanlanmış. Bir yandan<br />

hepimizin bildiği o mahalle hayatını, ilişkileri,<br />

aşkı, kendisine özgü diliyle anlatırken, bir yandan<br />

bambaşka bir dünya olan mafya, tefeci ilişkileri<br />

arasında eğlenceli, tiye alan güzel bir denge<br />

kurulmuş. Bu benim ilk sinema filmim, sinema için<br />

hiçbir zaman acele etmedim, hep doğru senaryo<br />

ve doğru karakterin gelmesini bekledim. Bu senaryoyu<br />

okuduğum an, tamam dedim, bu o.<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Gülay. Mahallenin güzel, hırçın, seksi, inatçı, aşık<br />

kızı. Kamil ile uzun yıllardır birlikteler. Gülay’ın<br />

ailesi kesinlikle evlenmelerine karşı. Gülay ise<br />

evlenmeye sonuna kadar kararlı. Fakat işin içine<br />

talihsizliklerde girince, gerek komik, gerek trajikomik<br />

durumlar ortaya çıkıyor. Canlandırması çok<br />

ama çok keyifli bir karakter oldu benim için.<br />

Bu yıla kadar sizi hep dizilerde gördük. Bu yıl<br />

ise iki sinema filminde birden yer alıyorsunuz.<br />

Bir kariyer planlaması mı söz konusu?<br />

Diğer bahsi gecen film korku komedi türünde<br />

Türkiye’de yapılmış ilk film olma özelliğini taşıyor.<br />

Yazar ve yönetmeni Özgür, çok yakın dostum-<br />

Yolsuzlar Çetesi<br />

filminin genç oyuncusu<br />

Özge Sezince filmde<br />

canlandırdığı<br />

karakter gibi bazen<br />

eli maşalı olabildiğini<br />

ama bunu engellemeye<br />

çalıştığını söylüyor...<br />

dur. Konuk oyuncu olarak katıldım ben de<br />

filmine, küçük bir rolüm vardı. Şimdi ise aslında<br />

ilk filmim olan Yolsuzlar Çetesi giriyor vizyona<br />

, oldukça heyecanlıyım. Kariyer planlama<br />

noktasında ise, genel kariyer hedefim zaten<br />

sinema. Sinemada var olmak, kalıcı olmak ve<br />

başarılı isler yapmak istiyorum. Sinema aceleye<br />

gelmez, hiç acele etmedim ben de. Bu sene de<br />

bu hedeflerime giden yolculuğuma çıkmış oldum.<br />

Filmin fragmanında da gözüktüğü üzere biraz<br />

eli maşalı bir karakteri canlandırıyorsunuz.<br />

Gerçek Özge bu karakterin neresindedir?<br />

Bazen bende eli maşalı olabiliyorum sanırım,<br />

evet. Ama tabii Gülay kadar olamaz. Ben her<br />

zaman, oynadığım her karakterin zaten içimde<br />

bir yerlerde var olduğunu hissederim, dolayısı<br />

ile Gülay da aslında içimde bir yerlerde var.<br />

Sadece beslediğim , üzerine eğildiğim, beni ben<br />

yapan tarafım o değil, ama bir yerlerde var. Onu<br />

cımbızlıyorum, onunla ilgileniyorum ve ortaya<br />

Gülay çıkıyor.<br />

Osman Sonant, Beyti Engin, Kadir Çöpdemir,<br />

Pascal Nouma ile rol aldınız. Bir kadın<br />

oyuncu için rolün içine girmek anlamında<br />

bu kadar erkek karakterle rol almak zorluk<br />

yaratır mı?


LI<br />

ÖZGE<br />

SEZİNCE


Hiç ama hiç yaratmıyor, aksine daha da<br />

yardımcı oldu diye düşünüyorum. Bu kadar<br />

erkekle bir arada oldukça, onlarla karşılıklı<br />

oynadıkça , zaten kadınsılığı güçlü olan<br />

Gülay’ın tavırları, o terslikten, siyah beyaz<br />

ilişkisi gibi, sanki daha net hatlarla cıktı ortaya.<br />

Bu arada başta filmdeki partnerim Osman<br />

Sonant olmak üzere, hepsiyle oynamak, bir<br />

arada olmak çok keyifliydi benim için.<br />

Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />

oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />

şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />

Başkalarını bilemiyorum ama ben kendi<br />

adıma olumsuzluklara takılan birisi değilim.<br />

Dolayısı ile bu çerçeveden bakınca dezavantaj<br />

olarak değerlendirmiyorum. Kaldı ki sahne<br />

öncesinde dahi negatif ve olumsuz bir şey<br />

yaşasam bunu sahneye yansıtmam ve kolay<br />

atarım üzerimden.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />

güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />

katmalı. Bu anlamda nasıl bir yapılanma<br />

içindesiniz?<br />

Valla estetik yaptırmaya başladım işte. (Gülüyor)<br />

Hayır, hayır, tabii ki tamamen şaka<br />

yapıyorum. Oyunculukta neredeyse 10.<br />

yılım bu sene. Oyunculuk da tabii ki, tıpkı<br />

diğer sanat dallarında, müzik, resim, dans<br />

, edebiyatta olduğu gibi öncelikle yetenek<br />

gerektirir. Yeteneğiniz yok ise, aldığınız<br />

eğitimler sizi ancak toplum tarafından kabul<br />

görmüş standart bir kalıba sokar ve orada<br />

bırakır. Gelişemezsiniz. Ama yetenekli iseniz,<br />

gelişim kaçınılmazdır. Oynadıkça gelişirsiniz.<br />

Dans ettikçe gelişirsiniz. Resim yaptıkça<br />

gelişirsiniz. Kendi kendinizi, yapabileceklerinizi<br />

keşfedersiniz. Bana gözlemlemek, kendimi<br />

dinlemek, kendi kendime konuşmak, yalnız<br />

başıma çalışmak ve kitap okumak yardımcı<br />

oluyor.<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />

kadar feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />

Bunun faturasını ödeyen kadın<br />

oyuncularımız vardı. Müjde Ar, Nur Sürer<br />

gibi. 2000 sonrası sinemamızda bu anlamda<br />

geriye bir adım atıldığını düşünüyor<br />

musunuz? Biraz yorumlar mısınız?<br />

Şimdi bu noktada topluma bakmak lazım.<br />

Sinema toplumun bir yansımasıdır. Türk toplu-


munda ve dolayısıyla Türkiye’de sinema<br />

başladığından beri kadın olgusu hiç bir zaman<br />

tek başına var olmamış, hep ataerkil bir<br />

yapıda itilmiş, ikinci plana atılmıştır. Ki zaten<br />

hiç bir kültürel alanda, temsil anlamında<br />

kadın uzun yıllardır gelişememiştir. Sonraları,<br />

evet kadının yeri Türk sinemasında daha net<br />

hatta iyi niyetli çalışmalar da var olmuş ama<br />

bence yeterli olmamıştır. Bir çok kez kadın<br />

bir obje gibi gösterilmiş, cinsel imaj üzerinden<br />

sunum yapılmıştır . Arada ki o dengenin<br />

sağlanmadığını düşünüyorum. Peki bugün,<br />

ne kadar gelişebildik? Bu derin bir konu ve<br />

çok ciddi bir problem.<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak kadın<br />

oyuncularımızın önünde Türkan Şoray<br />

kanunları gibi bir örnek de var. Bu<br />

kuralları doğru buluyor musunuz?<br />

Deminki soruda değindiğim gibi, bu içinde<br />

bulunduğun filmin neyi nasıl sunduğuna<br />

göre değişir. O kadar değişebilir ki her şey.<br />

Türkan Şoray belki o donem bu kanunları<br />

koymak zorunda kaldı tüm bu bahsettiklerimizden<br />

dolayı. Benimde elbet bir iş<br />

ahlakım ve çizgim var. Dolayısı ile bu noktadan<br />

bakıldığında, kanunlarım projeye,<br />

ne anlattığına, karaktere, yönetmenine,<br />

yapımına kadar çok farklı dinamiklere bağlı<br />

olarak değişir.<br />

Oyuncu olmayı ne zaman istediniz?<br />

Küçüklüğünüzde böyle bir özleminiz var<br />

mıydı?<br />

Küçüklüğümden beri içimde var olan bir<br />

şeydi. İlkokul zamanlarımda, okulda sınıfta,<br />

oturduğumuz evin terasında bütün binayı toplar,<br />

kendimce sahne kurar, oyun hazırlar ve<br />

oynardım, arkadaşlarıma da oyna oyna diye<br />

ısrar ederdim. Güzel günlerdi. Ama ilk oyunculuk<br />

deneyimlerim lise bitimi ve üniversite<br />

baslarına tekabül ediyor. İçimdeki oyunculuk<br />

dürtüsünü eğitim alarak disipline etmeye ve<br />

geliştirmeye başladım... Ve bugün buradayız.<br />

Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler<br />

için söylemek istediğiniz bir şey var<br />

mı?<br />

Yolsuzlar Çetesi 14 Ekimde vizyona girecek.<br />

Kendileriyle paylaşmak isterim ki,<br />

oldukça heyecanlıyım. İzlerler ise kesinlikle<br />

sevecekler. Teşekkür ediyorum.


TUĞÇE MADAYANTİ<br />

n Ken Loach filmlerinin<br />

çoğunda<br />

mikro hikayeleri<br />

detaylandırarak<br />

büyük kötülüğü<br />

okumamızı salık<br />

veren ender bulunur<br />

yetkin bir yönetmen. Bir dava<br />

adamı gibi bunu yaparken yanında<br />

her daim çalıştığı dostu olan Paul<br />

Laverty’nin kaleme aldığı ‘I, Daniel<br />

Blake’, sosyal içerikli gerçekçi bir<br />

kurmaca. Bu sene Cannes Altın<br />

Palmiye ve Locarno İzleyici Ödülü<br />

alan film Newcastle’da yaşayan<br />

sağlık durumu sebebiyle artık<br />

çalışamayan marangoz Daniel<br />

Blake’in çarpık bürokratik sağlık<br />

sistemi içinde yaşadığı zorluklara<br />

odaklanırken iki çocuğu ile çaresizlik<br />

içinde hayatta kalmaya çalışan<br />

dul bir annenin dramı da anlatıyor.<br />

Ken Loach’un yeni filmi<br />

I Daniel Blake Paul<br />

Laverty’nin kaleme aldığı,<br />

sosyal içerikli gerçekçi bir<br />

kurmaca...<br />

Ken Loach işçi sinemasının en<br />

önemli ismi olmasının yanında siyasi<br />

duruşu ve söylemleriyle de solun<br />

her zaman sahiplendiği bir figür.<br />

Bu filmi hakkında konuşulmaya<br />

başlamadan önce kendisini<br />

İngilere’nin AB’den ayrılma sürecinde<br />

medyada takip edenler bunu<br />

bir kez daha fark etmişlerdir. Ken<br />

Loach bu tartışmalar sırasında<br />

AB’de kalmak isteyenler tarafında


FAKİRLİK FAKİRİN<br />

SUÇU DEĞİL<br />

yer almıştı. Bunun sebepleri elbette<br />

ki AB’de kalmak isteyen<br />

sağcılardan ve genel çoğunluktan<br />

farklıydı. Loach, Avrupa’daki sol<br />

siyasetin bu birlik içinde kalarak<br />

neo-liberalizme karşı daha avantajlı<br />

savaş verebileceğini düşünüyordu.<br />

Ancak İngiltere AB’den ayrıldı ve ne<br />

yazık ki daha tehlikeli bir neo-liberalizm<br />

anlayışını uygulamaya koymak<br />

için bunu fırsata dönüştürdü.<br />

Bütün bunlar Ken Loach’un filmleri<br />

aracılığı ile verdiği savaşın büyük<br />

ölçekteki motivasyonları olabilir.<br />

Filmin ilk ayağı ile, ekonomik<br />

sistem çarpıklığını ve bunu koruyan<br />

bürokrasiyi çarpıcı bir şekilde gözler<br />

önüne seriyor. Mikro bir hikaye<br />

anlatan film büyük bir maharetle<br />

makro bir okuma yapabilmemize<br />

imkan veriyor. Kapitalizm çok keskin<br />

sınırlarla ekonomik olarak<br />

insanları ayırmış durumda. Paraları<br />

takip dahi edilemeyen, sakladıkları<br />

paraları vergilendirilemeyen zenginler<br />

ve ciddi geçim sıkıntısı içinde<br />

bu çarpık düzenin devam etmesi


için cezalandırılan çok geniş bir<br />

kesim var. Ve tabi en altta tamamen<br />

yok edilmiş çaresiz ve umutsuz<br />

bir kesim de her gün ezilmeye<br />

devam ediyor. Filmin bir diğer<br />

ayağı ise meselenin insani tarafını<br />

ortaya çıkaran yardımlaşma ve<br />

protesto etmek üzerine kurulu.<br />

Filmde bunun mesajını veren sahnelerden<br />

birinde küçük kız kendini<br />

eve kapatmış olan Daniel’in<br />

kapısını ısrarla çalar fakat Daniel<br />

cevap vermez bunun üzerine<br />

kız şöyle der ‘Sen bize yardım<br />

etmiştin şimdi neden bizim sana<br />

yardım etmemize izin vermiyorsun’.<br />

Bunun ardından Daniel<br />

kapısını açar. Dul genç kadın, iki<br />

çocuğu ve Daniel, birlikten güç<br />

doğar hissiyatıyla adaletsizliğe ve<br />

çarpık sisteme karşı bir kez daha<br />

birlik olurlar.<br />

Ken Loach’un ‘My Name is Joe’<br />

(1998) filminden sonra yaptığı<br />

en sahici, en özgün çalışmasının<br />

‘Ben, Daniel Blake’ olduğunu<br />

düşünüyorum. Hatta bana göre<br />

Loach’un en iyi filmi diyebilirim.<br />

Hep sarsıcı hikayelerle, etkileyici<br />

gerçek insan portreleriyle biliriz<br />

filmlerini. Loach’un bu filmlerinden<br />

her ne kadar etkilensek de,<br />

bu iyi bir film izlemiş olmanın


getirdiği hazzın ve takdir etmenin<br />

ötesine pek geçmez. Fakat açık<br />

söylemem gerek ağlamaktan ve<br />

öfkelenmekten helak olduğum bu<br />

film hepsinden başka. Bazı sahneler<br />

var ki ayağa kalkıp çığlık<br />

atmak istiyorsunuz öfkeden. Bu<br />

sahnelerin ajitasyon içerdiğini<br />

söyleyenler ise bence sadece laf<br />

kalabalığı yapıyorlar. Belki bu onun<br />

son filmi belki de değil bilemeyiz<br />

(o bile bilmiyormuş) ama öyle bir<br />

film çekmiş ki sanki gider ayak<br />

mide boşluğumuza sıkı bir yumruk<br />

atmış. Sosyal adaletsizliğin, sınıfsal<br />

dengesizliğin, işçi sınıfının bitmek<br />

bilmeyen sömürüsünün içimizde<br />

yarattığı öfke bir noktada politik bir<br />

harekete dönüşecektir. Benim hala<br />

umudum var. Fakirlik fakir olanın<br />

suçu gibi gösterilmeye çalışılsa da<br />

bunun böyle olmadığını hepimiz<br />

biliyoruz. Fakirlik çalanın suçu,<br />

adaletsizliğe susanın suçu. Asıl<br />

utanması gereken hırsız zenginler,<br />

mafyalaşmış siyasiler, ucu takip<br />

edilemeyen güce sahip büyük<br />

güçler ve onlara tapanlar. Bu filmi<br />

Filmekimi kapsamında hemen izlemeniz<br />

mümkün. Yanınızda mendil<br />

getirin ve filmden çıkınca ‘ben ne<br />

yapabilirim bu korkunç gidişata bir<br />

dur demek için’ diye düşünün.


ALMODOVAR VE<br />

O GÜÇLÜ KADINLARI<br />

Almodovar’ın yeni filmi<br />

Julietta’yı Uluslararası<br />

Adana Film Festivali’nde<br />

izledik. Sarsıcı ve iddialı<br />

filmlerden sonra daha sakin<br />

bir melodramla karşı<br />

karşıyayız<br />

MELİS ZARARSIZ<br />

n İspanyol yönetmen<br />

Pedro Almodovar,<br />

tüm dünyada<br />

sevilen, işinde<br />

usta bir sanatçı. Filmlerinin aynı zamanda<br />

senaryosunu da yazan, “auteur”<br />

ünvanını hakeden, beyazperdede kendi<br />

imzasını atabilmiş yönetmenlerden o.<br />

80’li yıllardan beri onlarca film çekmiş<br />

olan Almodovar’ın sinemasında olmazsa<br />

olmazları var. Bunlardan biri<br />

de karakterlerinin cinsel kimliklerinin<br />

altının her zaman fazla fazla çizili oluşu.<br />

Basmakalıp karakterler çizmez Almodovar.<br />

Kadınlar çoğunlukla dominant karakterler<br />

olmuştur onun filmlerinde. Bu<br />

yönüyle Hitchcock’un İspanyol şubesi<br />

olarak da anılmaktadır kimi zaman. Seksi,<br />

sıcakkanlı, iddialı Akdeniz kadınlarla<br />

tanıştırır bizi fakat aynı zamanda onların


güçlü ve cesur hikayeleriyle, izleyiciyi<br />

rahatsız etmeyi, algıyı genelde<br />

düşünülmeyen yönlere çekmeyi<br />

sever.<br />

Geçtiğimiz ay Uluslararası Adana<br />

Film Festivali’nde yönetmenin son<br />

filmi Julieta’yı izleme fırsatımız<br />

oldu. Üstüste gelen epey sarsıcı<br />

ve iddialı filmden sonra daha sakin<br />

bir melodramla karşı karşıyayız<br />

fakat elbette Julieta ile de bir, hatta<br />

birden fazla kadın üzerinden derdini<br />

anlatıyor Almodovar bize. Bu<br />

kez mizahı neredeyse olmayan,<br />

melodramı ise yüklü bir filmle<br />

karşı karşıyayız. Hal böyleyken<br />

çektiği onlarca filmde bizi nasıl<br />

kadınlarla tanıştırmıştı, onların<br />

aracılığıyla bize neler anlatmıştı,<br />

bir dönüp bakalım istedik, sondan<br />

başlayarak…<br />

Julieta: 28 Ekim’de vizyonda izleme<br />

şansı bulacağınız filmin senaryosunu<br />

yönetmen Alice Mudro’nun üç<br />

öyküsünden esinlenerek yazmış Almodovar.<br />

Orta yaşlarında olan Julieta,<br />

sokakta uzun zamandır görmediği<br />

biriyle karşılaşıyor. Kendisinden bile<br />

sakladığı bir geçmişi var Julieta’nın,<br />

bir vicdan azabı, bir suçluluk duygusu<br />

var. Canı gibi sevdiği kızından<br />

ayrı ve karşılaştığı kadından kızıyla<br />

ilgili bilgiler alıyor, bunun üzerine


hayatında o anda aldığı tüm kararları<br />

değiştiriyor. Kızının olduğu şehri terk<br />

etmemeye ve ona sayfalar dolusu mektup<br />

yazmaya karar veriyor. Filmin<br />

başrollerinde Emma Suárez, Adriana<br />

Ugarte, Rossy de Palma gibi isimler var.<br />

Filmde sürekli flashback’lerle Julieta’nın<br />

son 30 yıllık sürecini izliyoruz. Bu kez<br />

diğer filmlerindekine benzer dominant,<br />

sert, güçlü kadın profili çizmemiş yönetmen<br />

ilk bakışta. Bir kadın üzerinden bu<br />

kez sanki kayıpların ardından yaşadığımız<br />

çöküşleri, toparlanma çabalarımızı anlatmak<br />

istemiş. Fakat yine de kadın<br />

dayanışması ve eylemlerine yön veren<br />

kadın baskınlığı bir şekilde filmde yerini<br />

buluyor. Yönetmenin en iyi filmlerinden<br />

olduğunu söylememiz zor, fakat izlemeye<br />

değer bir yapım elbette, her şeyden önce<br />

sinematografisi ile, kurgusu ile, sanat<br />

yönetimi ile, aşina olduğumuz renk ve<br />

tasarım kullanımlarıyla göz alıcı, değerli<br />

bir yapım.<br />

Volver: Almodovar’ın en çok bilinen<br />

filmlerinden biri. 2006 yapımı filmde<br />

başrolde Penelope Cruz’u izlemiştik.<br />

Güzel oyuncu Raimunda adında bir<br />

kadını canlandırıyordu. Fakirlik içinde<br />

yaşayan ailesine bakmak için canla başla<br />

çalışan, savaşçı karaktere sahip bir kadın.<br />

Kızkardeşiyle birlikte bir cenazede, ölmüş<br />

annelerinin hayaletiyle karşılaşıyorlar.<br />

Onu evine geri getiriyorlar. Hiçbir şey<br />

olmamış gibi hayat devam ederken<br />

hayatlarıyla ilgili pek çok sır açığa çıkıyor.<br />

Sıradışı bir film, sıradışı kadın karakterler.<br />

. Kadın dayanışması yine gözle<br />

görülür biçimde işlenmiş. Yönetmen<br />

bir röportajında: Bu filmle hayatın çıkış<br />

noktası kabul edilen annelik olgusuna<br />

geri döndüm, diyor. Bu filmde erkekler<br />

neredeyse yoklar. Olanlar da genelde<br />

zaaflarıyla resmedilmişler. Yine bir röportajda<br />

yönetmen şu detayı paylaşmış:<br />

“Ben Raimunda karakteri için son derece<br />

güçlü bir kadın portresi çizdim fakat Penelope,<br />

karaktere çocuksu bir kırılganlık<br />

da ekledi kendinden ve bu çok<br />

yerinde oldu. İspanyol sinemasında<br />

genelde kadınlar kısa boylu, şişman<br />

ev kadınları olarak resmedilir, ben<br />

İtalyan Sineması’ndaki Sophia<br />

Lauren’ler gibi görüntüleri örnek<br />

almayı tercih ettim. Raimundo’nun<br />

büyük popolu olması da önemli bir<br />

detaydı. Büyük popo bir yandan<br />

da hayatın ağırlığını hisseden bir<br />

kadının ruhunu yansıtan bir detay<br />

benim için. Bunun için Penelope’nin<br />

poposunu yapay olarak büyüttük biraz.”<br />

Yönetmen o yıllarda kadınların<br />

kendisini mizahi senaryolar yazmak<br />

konusunda esinlendirdiğini,<br />

erkeklerin ise ona trajediyi<br />

çağrıştırdığını söylemiş fakat<br />

Julieta’dan anladığımız kadarıyla bu<br />

hava biraz değişmiş gibi…<br />

Kırık Kucaklaşmalar: 2009 yapımı<br />

filmde başrolde yine yönetmenin<br />

iyi arkadaşı, başarılı oyuncu Penelope<br />

Cruz var. Bu kez kadınımızın<br />

adı Magdalena. Senaryo yazarı<br />

Matteo (Lluis Homar) aşık oluyor<br />

Magdalena’ya ama Lena’ya aşık<br />

olan tek erkek o değil... Film<br />

takıntılarla, vazgeçilmez tutkularla<br />

ilgili aslında. Klasik Almodovar<br />

kurgusuyla 14 yıllık iki dönem<br />

arasında geliş gidişlerle devam<br />

ediyor Kırık Kucaklaşmalar ve<br />

beklenmedik sürprizleri önümüze<br />

seriyor beklenmedik anlarda. Melodram<br />

diyebileceğimiz film içinde<br />

mizah ve gerilim öğelerini de taşıyan<br />

enteresan ve davetkar bir yapım<br />

aslında. Cruz ise kendi dili olan<br />

İspanyolca’da yine oyunculuğunu<br />

çok daha başarılı sergiliyor duygusunu<br />

veriyor seyirciye.<br />

Annem Hakkında Herşey: 1998<br />

yapımı bir film. Madrid’te yaşayan<br />

yalnız bir anne olan Manuela,<br />

henüz 17 yaşındaki oğlunun<br />

doğumgününde hayatını kaybetme-


kaybetmesine tanık olur. Oğlunun<br />

günlüğünü okuyan Manuela, Barcelona’ya<br />

gidip oğlunun babasını aramaya koyulur.<br />

Oscar ödüllü yapım, hem mizahi yönleri<br />

ağır basan hem de melodramın hakkını<br />

veren bir film olarak oldukça özel bir yere<br />

sahip. Manuela toplumun kadına biçtiği<br />

fedakar anne rolünü üstlenen bir karakter<br />

gibi görünür. Fakat kocasını terk etme<br />

sebebini ve çocuğunu yalnız yetiştirme<br />

cesaretini gösterişini algıladığımızda işler<br />

değişir. Manuela’nın kocası daha sonra<br />

travesti olmayı seçmiştir fakat kadının<br />

kocasını terk etme sebebi bu değil, aksine<br />

kendisine yönelttiği maço yaklaşımlardır.<br />

Filmde, travestilere karşı hâkim olagelen<br />

önyargılar tekrarlanmaz; tam tersi, egemen<br />

olan heteroseksüelliğin karşısında<br />

farklı cinsel yönelimlerin de hakkının<br />

olduğu vurgulanır. Annem Hakkında Her<br />

Şey’de dikkat çeken bir diğer kadın karakter<br />

rahibe ise bence Rosa. Rosa’nın<br />

rahibe olması onun bir travesti ile ilişki<br />

yaşamasını engellememiş durumda<br />

mesela. Bu filmde de erkekler tarafından<br />

hayatları altüst edilen kadınlar birbirlerine<br />

destek olarak ayakta kalırlar.<br />

Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar:<br />

Muhteşem bir kara mizah örneğidir bu<br />

1989 yapımı, içinde Antonio Banderas’ı<br />

da barındıran film. Film bir dublaj<br />

stüdyosunda çalışan Pepa ile Ivan’ın<br />

ilişkilerinin bitişini konu alır. Pepa’nın<br />

hayatı Madrid’de bir apartman dairesinde<br />

3 farklı kadınla kesişir. Sevdiği adama<br />

ulaşma takıntısı olan bir kadın artık Pepa<br />

ve ruh durumu sinir krizi geçirecek kadar<br />

kötü durumda. Çevresi ve arkadaşları<br />

nedeniyle kendisini curcuna dolu olaylar<br />

silsilesinin içerisinde buluyor. Pepa<br />

karakteri filmin başında Ivan’ın sebep<br />

olduğu yıkıntıdan sağ salim çıkıyor. Pepa<br />

artık bir erkek ve onun istekleri peşinden<br />

koşan bir kadın değil, kaderini kendi<br />

yazan, özne konumunda bir kadın. Almodovar<br />

bazı filmlerde olduğu gibi kadınların<br />

fetişleştirilmesinden kaçınarak kadını<br />

anlatının öznesi haline getiriyor. Filmde<br />

sinir krizinin eşiğindeki bir başka karakter<br />

ise oyunculuk yapan Candela mesela. O<br />

da Almodovar’ın tüm kadın karakterleri<br />

gibi tutkularının peşinden giden bir kadın.<br />

Filmde Ivan ve oğlu Carlos dışında hikâyeye<br />

yön veren başka erkek karakter yok<br />

adeta.<br />

Almodovar filmleri hem kadınlar hem de<br />

cinsel azınlıklar için egemen ideolojiye<br />

bir başkaldırıdır. Julieta ilk bakışta her<br />

ne kadar zayıf ve çöküntü yaşamış kadını<br />

anlatıyor gibi görünse ve diğer filmlerine<br />

oranla daha az cesur yükselmelere<br />

sahipse de, temelde kadını yine merkez<br />

almış ve etken kılmıştır. Yürü be Pedro!


DEĞİŞİKLİK<br />

ANLAŞILMAMAYI DA<br />

BERABERİNDE GETİRİR<br />

Derviş Zaim ile son filmi Rüya’yı konuştuk.<br />

Zaim filmini değişerek devam etmek<br />

sözcüğüyle ilişkilendirdi. Zaim’in sanatçı<br />

kişiliği ve bu kişiliğinin kendini ittiği topraklar<br />

izleyicinin de düşünme yetisini zorluyor...<br />

DERVİŞ Z


AİM<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Benim röportajlarımı takip edenler<br />

bilirler. Ben çoğunlukla röportaj<br />

başlığını röportajı yaptığım<br />

kişinin bir sözünden seçerim.<br />

Ama Derviş Zaim ile yaptığım bu<br />

röportajın başlığını filmi seyreden<br />

toplulukların tepkisi ve<br />

Zaim’in hedeflediği sinemanın<br />

tezatlığı üzerine kurmak geldi<br />

içimden. Aynı hissi Zaim’in Devir<br />

filminde de hissetmiştim.<br />

Son dönem başat yönetmenler<br />

içinde riskli sularda korkusuzca<br />

yüzmek bağlamında Derviş Zaim<br />

en cesaretli yönetmendir benim<br />

için. Bu karmaşık girişin anlam<br />

bulması için buyrun röportaja...<br />

Önce senaryo ile başlayalım, senaryo<br />

nasıl ortaya çıktı?<br />

Sancaklar Camii’nin varlığının<br />

farkına varmam Emre Arolat<br />

Mimarlık aracılığıyla oldu. San-<br />

caklar Camii’nin görüntülerinin<br />

Londra’da bir sergide<br />

sergilenmesi gerekiyordu,<br />

“Acaba siz yardımcı olur musunuz”<br />

ricasıyla geldiler. Ben<br />

de bunun üzerine Sancaklar<br />

Camii’nden haberdar oldum.<br />

Sağolsunlar beni oraya<br />

götürme nezaketinde bulundular.<br />

Camiyi görünce ne kadar<br />

zamandır yapmak istediğim<br />

bir şeyi yapabilme ihtimalinin<br />

ortaya çıktığını düşündüm.<br />

Aslında daha önce bir senaryo<br />

denemem olan Osmanlı mimarisi<br />

ve günümüzdeki tezahürlerinin<br />

nasıl olabileceği<br />

meselesini bu bağlamda<br />

gerçekleştirebileceğimi<br />

düşünmeye başladım ve içten<br />

patlamalı motor gibi kendimi bu<br />

yöne doğru itmeye başladım.<br />

Mart ayında bu ziyaret olmuştu,<br />

Haziran ayında yine mimarın<br />

ve mal sahiplerinin büyük<br />

nezaketiyle, gerekli izinleri<br />

bana tanımalarıyla, o camide<br />

inşaat devam ederken çekim<br />

yapma şansına sahip oldum.<br />

Büyük konuşmayayım ama<br />

muhtemelen sinema tarihinde<br />

inşaat devam ederken<br />

orada çekim yapan ilk yönetmenim<br />

herhalde. Akıl alır bir<br />

şey değildi yaptığımız. Resmen<br />

inşaat devam ediyordu,<br />

ortalıkta yüzlerce işçi çalışırken<br />

aynı zamanda yüzlerce sinema<br />

çalışanı da orada devam ediyordu<br />

ve birbirleni kollayarak<br />

işi götürüyorlardı. Hem inşaatı<br />

yaptıran insanların, hem de<br />

mimarın burada hakkını vermek<br />

gerek. Bu olacak bir şey<br />

değildi, kendimi çok şanslı<br />

addediyorum bu anlamda.<br />

Onlara teşekkür etmek isterim.<br />

Osmanlı mimarisi,


Selçuklu mimarisi, Batı mimarisi, Osmanlı<br />

kültürü, bunların sinemaya nasıl tercüme<br />

edileceği konusundaki önceki okumalarımın bir<br />

kolaylaştırıcı etkide bulunduğunu söylemem<br />

gerekiyor. Bir günde oluşmuş şeyler değildi<br />

bunlar. Onların getirdiği bir külliyatın üzerine<br />

de senaryoyu kurmam nispeten daha kolay<br />

oldu. Elbette bu, Osmanlı mimarisi dendiği zaman<br />

yapılabilecek tek ve bir film değildir. Ama<br />

Osmanlı mimarisinden hareket ederek, Osmanlı<br />

mimarisinin günümüz insanına söyleyebileceği<br />

şeylerin ne olduğunu düşünen ve bulduğu bazı<br />

ipuçlarını sinema diline çevirmeye gayret eden<br />

birinin gidebileceği bir noktaydı. Bunu benden<br />

sonraki insanlara, arkadaşlarıma gösterebilmesi<br />

bağlamında çok bahtiyarım. Sinema gösteriminden<br />

sonraki söyleşide bana sorduğun soruya<br />

verdiğim yanıta tekrar dönecek olursam, bizim<br />

ülkemizin ve sinemamızın önemli problemlerinden<br />

bir tanesi hem biçim, hem de içeriği<br />

geliştirecek şekilde çok fazla kafa yormamamız.<br />

Sinemamızda belli damarlar var. Neorealist,<br />

yeni gerçekçi bir damar var. Sinema seyircimiz,<br />

sinema entelektüelimizin beğendiği, onore ettiği,<br />

benimsediği damarlar var. Tembelliğin de taze<br />

bakışların geliştirilmesi önünde engel olduğunu<br />

söylemek mümkün. Bunun yanısıra dünya<br />

sinema endüstrisinin bizi itmeye çalıştığı bazı<br />

köşelerin tuzağına düştüğümüzü de söyleyebilirim.<br />

Bunlar nedir? Özellikle sanat filmlerinde neo<br />

realist gelenekten gelen filmleri yapmayacaksan,<br />

minimalist işler yapacaksın gibi bir dayatma var.<br />

Bu dayatma da bizi form anlamında minimalizm,<br />

içerik olarak da çoğunlukla nihilist olmaya itiyor.<br />

Halbuki bu kadar yoğun ve zengin bir kültür<br />

yapısı üzerine oturan Türk sinemasının, sinemada<br />

yapıyla oynayabilme şansını heba ettiğini<br />

düşünüyorum. Osmanlı mimarisinin yapısına<br />

baktığımda da, bu yapıyı sinemaya tercüme<br />

edebileceğim bir senaryo yazmanın çok heyecan<br />

verici bir fikir olduğunu düşündüm bu yüzden kaleme<br />

aldım. Özellikle kadın karakterlerde kendi<br />

kaderleri üzerinde söz söyleyebilen, adım atabilen,<br />

kendilerini ve toplumdakileri değiştirmeye<br />

çalışan bir tablo içerisinde çizmeye her zaman<br />

gayret ediyorum. Bu filmde bunun daha da<br />

ileri gittiğini görmek mümkün. Karakterizasyon<br />

anlamında benim daha önce yaptığım işlere hem<br />

benzeyen, hem de benzemeyen, onlardan biraz


daha ileri giden bir tarafı var. İçerik olarak Türk<br />

sinemasında daha önce çok az ele alınmış<br />

hatta belki hiç ele alınmamış bir konuyu, mimariyi<br />

ele alması önemli diye düşünüyorum.<br />

Çok şikayet ediyoruz, niçin bu kadar mimari<br />

rezaletler oluyor, geçmiş bu kadar zengindi<br />

oysa biz hayatı, şehirleşmeyi böyle yaşıyoruz.<br />

Buna mahkum muyuz, buna layık mıyız?<br />

Hayır değiliz. Çünkü geçmişte çok daha farklı<br />

bir hayatın olma ihtimalini bize okuduklarımız<br />

gösteriyor. İşte bu ipuçlarını kullanarak kendimizi,<br />

yaşadığımız yeri, düşünme biçimimizi,<br />

duyma biçimimizi sorgulamanın bir aracıdır<br />

sinema, ben de sinemayı bu iş için kullanmak<br />

istedim.<br />

Filmlerinizde hep bir şeylerin peşinde<br />

koşuyorsunuz, minyatür, şimdiki mimari. Bir<br />

önceki filminiz Balık ve Devir’de çevreci bir<br />

endişe vardı. Bu filmde bu iki ayrı kolu paralel<br />

şekilde birleştirmişsiniz. Filmografiniz açısından<br />

bir bütünlük sağladığını söyleyebilir miyiz bu<br />

filmin?<br />

Doğru bir yorumdur. Devir ortaya çıktığında<br />

“Doğa üzerine bir üçleme yapacağım” demiştim.<br />

Dediğinize geliyoruz. Aslında bu film doğa<br />

üzerine yaptığım filmlerin bir uzantısı olarak<br />

da değerlendirilebilir. Şehirde yaşayan bir<br />

insanın doğayla olan bağlantısı, çünkü şehirde<br />

yaşamak da etrafla, çevreyle, doğayla ilişkiyi<br />

gerektirir. Bunun nasıl olabileceği üzerine,<br />

günümüzde Türk insanının nasıl yaşayabileceği<br />

üzerine bir film bu. Öteki taraftan gelenekle<br />

ilintili filmlerin bir uzantısı olarak da görmek<br />

lazım, ortak noktalar var. Ama aynı bakış<br />

açısından bakıldığı zaman benim politik filmlerin<br />

de ayrı bir kesiti oluşturduğunu göreceksiniz.<br />

Mesela Gölgeler ve Suretleri’i gelenekle ilgili<br />

filmlerim arasında değerlendirebiliriz, Çamur’la<br />

yanyana konabilir. Çünkü politik olarak bakıldığı<br />

zaman Kıbrıs’la ilgili bir filmdir. Kompartımanlar<br />

var benim filmografimde ama kompartımanların<br />

bazen kesiştiği bazı filmler var. Bu da kötü bir<br />

şey değil. Birbirlerinden besleniyorlar, temaların<br />

devamlılığı var, temaların farklı bağlamlarda<br />

değişerek devam etmeleri söz konusu ve bunlardan<br />

mutluyum. Böyle bir filmi yapmış olmaktan<br />

da mutluyum çünkü gelenekle ilgili yaptığım<br />

üç film eğer mimariyle birlikte olmamış olsaydı<br />

bir cümle tam tamamlanmamış olacaktı. Niçin?


Çünkü Osmanlı sanatının göbeğinde<br />

mimari vardır.<br />

Siz filmi yaparken bambaşka anlamlar<br />

yüklüyorsunuz, ben seyrederken<br />

bambaşka anlamlar görüyorum.<br />

Bir yanda Osmanlı döneminin ünlü<br />

camileri, bir yanda yeni bir stilde<br />

cami yapmak... Filmdeki yeni cami<br />

neyi ifade ediyor?<br />

Bunu sinema bağlamında şöyle<br />

anlatayım. Ben bir sinemacıyım<br />

mimar değilim. Mimari üzerine<br />

düşünmeye çalışıyorum, hatta mimarinin<br />

bana, sinemama nasıl yardımcı<br />

olabileceğini, özellikle Osmanlı ya<br />

da Bizans mimarisinin bana nasıl<br />

yardımı olabileceği ihtimali olduğunu<br />

düşünmekten hoşlanan birisiyim.<br />

21’inci yüzyıldayız, 22’inci yüzyılda<br />

yaşayacak olan bir Türk sinemacısı<br />

da benimle benzer meselelere sahip<br />

olma ihtimalinde olacak diye<br />

düşünüyorum. Aynı meselemiz<br />

devam edecek. Yahya Kemal Beyatlı,<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar nasıl benimle<br />

hemen hemen benzer şeyleri<br />

düşündüyse, bizden sonrakiler de<br />

benzer şeyler üzerinde düşünecekler.<br />

Yahya Kemal’in beni çok etkileyen<br />

sözcüğü vardır: İmtidad. İmtidad<br />

değişerek devam etmek, ya da devam<br />

ederek değişmek anlamına gelen<br />

bir sözcüktür. Biz Türkler olarak,<br />

ya da bu coğrafyada yaşayan insanlar<br />

olarak, böyle zengin bir geleneğin<br />

üzerinde yaşayan insanlar olarak<br />

acaba devam ederek değişmeyi nasıl<br />

başaracağız. Ya da değişerek devam<br />

etmeyi nasıl başaracağız. Kendimizi,<br />

geleneğimizi devam ettirmekten<br />

bahsediyorum. Mimar Sinan’ı birebir<br />

kopyala yapıştırla devam ettirmek<br />

mümkün. Ondan hoşlanan varsa<br />

hiç bir lafımız olmaz. Ama 21’inci<br />

yüzyılın yapı teknolojileri değiştikçe,<br />

22’inci yüzyılda değiştikçe ister<br />

istemez bizim düşünsel yapımızın<br />

bu konuda bizi zorlayacağı yerler<br />

var. Başkaları bize dayatacağına biz


kendimiz düşünerek bunları bulabiliriz.<br />

Devam ederek değişmek meselesi<br />

söz konusu olduğunda nasıl bir mimari<br />

çözüme ulaşmak istiyoruz ve bunun<br />

sinemaya etkileri ne olabilir? Ben<br />

Mimar Sinan’a, ya da Osmanlı mimarisine<br />

baktığım zaman değişerek devam<br />

etmek bağlamında benim sinemamı<br />

zenginleştirecek şey ne olabilir sorusunu<br />

kendime sordum. Neyi buldum?<br />

Süleymaniye’de, Selimiye’de ritme<br />

baktım. O camilerin ritmi bu senaryonun<br />

yapısına düştü.<br />

Böyle düşündüğümüzde, film<br />

göründüğünden daha politik bir film<br />

demektir. Değişerek devam etmekten<br />

bahsediyorsanız, bir kimlik üzerinden<br />

değişmekten bahsediyorsunuzdur, bu<br />

da tamamıyla politik bir önerme.<br />

Bunu yaparken asla ve asla bir<br />

çoğunluğa ket vuracak şekilde bir<br />

tavır içerisinde değildim. Nereden<br />

bunun ipucunu buluyoruz. İlk beşinci<br />

dakikada Rüya adı yazıyor ya filmin<br />

içerisinde; açılıyor, kız uyanıyor, televizyon<br />

ekranında Hans Holbein’ın Elçiler<br />

tablosu var. İşte orada... Başka da bir<br />

ipucu vermeyeceğim. (Okuyucular<br />

için not: The Ambassadors-Elçiler,<br />

Alman ressam Hans Holbein’ın<br />

içinde sayısız ayrıntılarla sembollerin<br />

gizlenmiş olduğu ünlü bir<br />

tablodur.)<br />

Eklemek istediğiniz başka bir şey var<br />

mı?<br />

Filmin karakterizasyonu, tartıştığı<br />

şey, tartıştığı şeyleri tartışma biçimi<br />

bağlamında Türk sinemasında<br />

muhtemel gidilebilecek yeni topraklara<br />

işaret etme ihtimali olduğunu<br />

düşünüyorum ve bu filmi yapmış<br />

olmaktan dolayı çok mutluyum.<br />

Son olarak, değişerek devam eden<br />

karakteri neden kadın olarak seçtiniz?<br />

Daha önceki filmlerimde de böyle<br />

kadın karakterler, güçlü kadın karakterler<br />

her zaman var. İyi ki de var. Bu<br />

anlamda filmografim değişerek devam<br />

ediyor.


VALİM<br />

O KADAR<br />

ZALİMDİ Kİ<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Sinema yazarı Murat<br />

Tolga Şen, valilik<br />

tarafından son anda<br />

ve hiçbir gerekçe<br />

gösterilmeden iptal<br />

edilen Malatya Film<br />

Festivali’nin kaderi ne<br />

olacak diye soruyor!<br />

Sinemamız valilerin, belediye<br />

başkanlarının insafına kaldı! Sonunda<br />

bu da oldu; ülkenin önemli<br />

kültür sanat etkinliklerinden biri olan<br />

Malatya Film Festivali (Kristal Kayısı)<br />

iptal edildi!<br />

Sinema yazarı arkadaşlarla sohbet<br />

ettiğimiz bir WhatsApp grubumuz<br />

var, haber ilk oraya düştü ama her<br />

şeyi tamam olan, daha öğlen Belkıs<br />

Özener’e onur ödülü vereceğini<br />

duyurduğumuz festivalin iptal edilmesi<br />

saçma geldi. Hatta bunu yazan<br />

arkadaşımızla bir süre eğlendik.<br />

Başımıza gelecekten haberimiz yokmuş<br />

meğer!<br />

Festivalin basın sorumlusunu arayıp<br />

olayı doğrulatınca şaşkınlığım daha da<br />

arttı. Sonra, Cumhuriyet gazetesinden<br />

arkadaşım Ceren Çıplak hazırladığı<br />

bir haberin linkini gönderince olay<br />

aydınlandı. Ceren Çıplak’ın haberine<br />

göre Malatya Valiliği tarafından düzenlenen<br />

festivalin, vali yardımcılarının<br />

açığa alınması nedeniyle iptal edildiği<br />

iddia edildi. Kısa bir süre önce ‘FETÖ’<br />

soruşturması kapsamında Malatya Vali<br />

Yardımcısı Ömer Dağdeviren ve Bülent<br />

Güven açığa alınmıştı.


Uzun lafın kısası; Fetö, Malatya Film Festivali’ni<br />

mundar etti! Ya da zaten gönülsüz yapılıyor ve iptal<br />

etmek için bahane lazımmış ki biz o filmi daha<br />

önceden gördük. Peki, tek çare bu muydu gerçekten?<br />

Malatya valiliği, açığa alınan vali yardımcıları<br />

olmadan bir film festivali organizasyonunu kotarmaktan<br />

aciz mi?<br />

Orada 6 yıldır bu işi layıkıyla yapan bir ekip var,<br />

hepsini tek tek tanıyorum, Malatya’ya yine dört<br />

dörtlük bir film festivali armağan edeceklerinden<br />

de emindim. “Aman ne olacak, altı üstü bir film<br />

festivali işte” de denebilir ancak “Recep İvedik<br />

sineması bize yetiyor” diyenlerden değilseniz<br />

şayet, ülkenin doğusunda böyle güçlü bir kültür<br />

sanat etkinliği gerçekleştirmek çok önemliydi,<br />

yoksa ne işi var Nastassja Kinski’nin Malatya’da?<br />

Acı olan nedir biliyor musunuz? Bir ülkenin<br />

sinema sanatının temsil ve değerlendirilme şansı<br />

bulduğu organizasyonların yani film festivallerinin<br />

belediye başkanlarının, valilerin iki dudağının<br />

ucunda olması ve onların siyaseten yakınlıklarıyla<br />

şekillendirilmeye çalışılmasıdır. Hazırlıkları<br />

neredeyse tamamen bitmiş bir festival, valinin bir<br />

sözüyle “yapmayın” denerek iptal edilebiliyormuş.<br />

Kültür bakanlığının tavrını merak ediyorum çünkü<br />

festivallerde gösterilen filmlerin en büyük finansörü<br />

onlar, AVM salonları için sinema sanat değil<br />

eğlence. Bakanlık hem çekim hem de (Festivaller<br />

sayesinde) gösterim desteği veriyor bağımsız<br />

sinemacılara… Bakalım, “vali bey yap sen bu<br />

festivali” diyecekler mi?<br />

Malatya valiliği söz konusu yanlıştan bir an önce<br />

dönmeli çünkü bu iptal kararı aynı zamanda<br />

“biz Fetöcüler olmadan festival yapamıyoruz”<br />

demeye geliyor, bilmem farkındalar mı? Vali<br />

bey şehrin en önemli tanıtım etkinliğini Fetö ile<br />

ilişkilendirmeden sürdürmeli, vali yardımcıları<br />

açığa alındıysa onların festivaldeki görevlerini<br />

başkası üstlenmeli ki zaten kendilerinin içeriğe<br />

bir etkisi yok. Festivalin bağımsız bir danışma<br />

kurulu var, 6 yıldır da onlara güvenerek yapıldı.<br />

Eğer bu iptal kararı geçerlilik kazanırsa bir daha<br />

Malatya’da bir daha asla film festivali falan<br />

olmayacağından emin olabilirsiniz.<br />

Buna en çok üzülmesi gerekenler<br />

Malatyalılardır, umarım festivallerine sahip<br />

çıkarlar. “İstanbul’dan uçaklara doldurulup getirilenler”<br />

(bu cümle festivali eleştiren Malatyalı<br />

bir gazeteciye ait) önemli değil, biz filmlere<br />

ulaşırız, festival onlar için yapılıyor ama AVM<br />

sinemasında gösterilen gişe komedileri yetiyorsa,<br />

boş yere zırlamamıza gerek yok demektir.<br />

Malatya halkı festivallerini geri istiyorlarsa<br />

onların sesi olmaya hazırım.<br />

Top şimdi Malatyalılarda, Kristal Kayısı’nın<br />

onların hayatındaki yerini anlamak için güzel bir<br />

test bu. Film festivallerinin iptal edilmediği bir<br />

ülkede yaşamak dileğiyle…


BU CEHENNEM<br />

ÇOK SICAK<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n 2006 yılında<br />

Dan Brown’ın<br />

çok satan kitaplar<br />

listesinden<br />

hiç düşmeyen<br />

gerilim, aksiyon<br />

dolu romanı<br />

Da Vinci Kodu<br />

ile büyük başarı kazanan Ron<br />

Howard, bu gücü arkasına alarak<br />

serinin ikinci kitabı olan Melekler<br />

ve Şeytanlar(2009)’ı da yönetmişti.<br />

Aradan geçen yıllarda Dan Brown<br />

da boş durmayarak Robert<br />

Langdon’un maceralarını anlatan<br />

Kayıp Sembol ve Cehennem adlı iki<br />

kitap daha çıkardı. Howard ilginç<br />

bir şekilde üçüncü kitabı atlayarak<br />

dördüncü kitabın filme çekilmesine<br />

karar verdi.<br />

Dan Brown’ın artık delilik noktasına<br />

getirdiği şüphecilik serisi, Simge<br />

bilimci Robert Langdon’ın<br />

Avrupa’da Hristiyanlığın kökenlerine<br />

inmesini gerektiren cinayet davası<br />

ile başlamış daha sonra Vatikan’a<br />

kadar uzanmıştı. Cehennem ise<br />

daha modern diyebileceğimiz bir<br />

gizemi ele alarak Dante’nin eserinden<br />

yola çıkarak dünya nüfusunu<br />

hedef alan bir tehlikeyi çözmeye<br />

çalışıyor.<br />

Bilinçsiz bir biçimde Floransa’da<br />

bir hastanede gözlerini açan Langdon<br />

son günlerde yaşadıklarını


Robert Langdon<br />

tüm insanlığı etkileyecek<br />

hastalık ile<br />

savaşmak için cehennemin<br />

kapılarını<br />

aralıyor! Ron Howard<br />

ve Tom Hanks<br />

ikilisi Dan Brown’ın<br />

eserinden uyarlanan<br />

simge bilimci<br />

Robert Langdon’un<br />

maceralarını anlattığı<br />

üçüncü film ile tekrar<br />

karşımızda.<br />

hatırlamamaktadır. Çok geçmeden<br />

kendisini gene bir hedef tahtasında<br />

bulan Langdon, Dr. Sienna<br />

Brooks(Felicity Jones)’un ve simge<br />

bilim doktorasının yardımı ile olayları<br />

çözmeye ve özgürlüğünü geri almaya<br />

çalışır.<br />

Floransa, Venedik, Budapeşte<br />

ve bizim için en önemlisi olacak<br />

İstanbul gibi şehirleri dolaşacak olan<br />

ikili, Dante’nin Cehennem’ini açığa<br />

çıkardıkça, nüfus patlaması ile kendi<br />

sonuna doğru ilerleyen insanlığın<br />

kurtuluşunu Ortaçağ’daki kara veba<br />

benzeri bir virüste gören organizasyonun<br />

planını bozup insanlığı kurtarmaya<br />

çalışacaklar.<br />

Robert Langdon zeki bir Indiana<br />

Jones’a dönen yaşam hikayesinde<br />

ilk macerasından günümüze<br />

inandırıcılığını yitirip tam bir aksiyon<br />

yıldızına evrildi. Bunda Dan Brown’ın<br />

tarihi temelleri sarsarak yarattığı<br />

gizemli kaleminin yerini para basma<br />

makinesine çevirmesinin yanında<br />

Ron Howard’ın yüzeysel aksiyon<br />

sineması dilinin de etkisi büyük.<br />

Serinin önceki filmlerine bakacak<br />

olursak vasat üstü olan iki film de<br />

seyredildikten sonra üstünüzde bir<br />

etki bırakmıyor ancak sıkmadan da<br />

kendini seyrettiriyordu. Oysa ki iki<br />

kitap da Hristiyan inancında büyük<br />

tartışmalara yol açmış pek çok<br />

okuyucu tarafından Hristiyanlığın<br />

sorgulanmasına neden olmuştu.<br />

Howard’ın çevrimleri ne kadar<br />

hikayeye ihanet etmese de aksiyona<br />

odaklanmış ve asıl konunun<br />

vuruculuğunu geri plana atmıştı.<br />

Ancak gene de yakaladığı gişe<br />

başarısı ve Tom Hanks karizması ile<br />

işi kotardı.<br />

Hem daha çok mekanda geçen, hem<br />

de büyük bir hastalığın yayılmasını<br />

konu alan Cehennem serinin<br />

en büyük işi olmaya çalışıyor.<br />

Howard’ın üçüncü kitabı atlayıp direkt<br />

Cehennem’e geçmesinin de ana<br />

nedeni bu konu genişliği ve mekan<br />

çeşitliliği.<br />

Star Wars: The Force Awakens ile<br />

aynı zamanda çıkacağı için gösterim<br />

tarihi biraz daha erkene alınan yapım<br />

2 dakikalık fragmanında tüm konuyu<br />

anlattığı için de pek çok eleştiri aldı.<br />

Ancak görünen o ki Robert Langdon<br />

ile beraber görselliği yüksek, aksiyonu<br />

tavan bir avrupa seyahati bizi<br />

bekliyor.


SİNEMANIN<br />

BODRUM’UNA<br />

İNDİK<br />

Biz sinema yazarları için festivaller<br />

çok önemlidir. Türk sinemasında<br />

o yılın kalburüstü filmlerini toplu<br />

olarak seyredip, yönetmenlerle, oyuncularla<br />

röportaj yapmak, ödül törenleri, jüri<br />

dedikoduları ve herşey bizi besler. Biz<br />

sinema yazarları dışında bu festivaller<br />

sinemanın kendisi için de büyük anlamlar<br />

taşır. Festivallerdeki verilerle o yılın<br />

değerlendirmesini yaparız. İstanbul,<br />

Adana, Antalya başat festivallerdir.<br />

Onları takip eden daha küçük ölçekli<br />

festivallere de gideriz. Bunların çoğu<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

ZAMANIN RUHU<br />

6. Bodrum Türk Filmleri<br />

Haftası Türk sinemasını<br />

etkileyecek etkinliklere ev<br />

sahipliği yaptı. Festivallerin<br />

bol gezmeli atmosferinden<br />

çıkıp sinemanın<br />

arka köşelerindeki<br />

asıl oyuncuların<br />

hesaplaşmalarını izlemek<br />

çok önemliydi...<br />

yapıldığı şehrin sosyal hayatı için önemlidir.<br />

Bu şehirlerdeki üniversitelerde<br />

okuyan gençlerin hayatlarını etkiler bu<br />

etkinlikler. Biz de özellikle o öğrencilerle<br />

buluşmak, onların yalnız olmadıklarını<br />

hatırlatmak için düşeriz yollara. Kayseri,<br />

Malatya, Aksaray, Elazığ, Tunceli,<br />

Mardin gibi şehirlere bu yüzden mutlaka<br />

gideriz. Ama Bodrum, Marmaris, Datça,<br />

Köyceğiz gibi festivallere pek yolumuz<br />

düşmedi. Belki biraz bizim suçumuz<br />

bu durum. Bu şehirlere gittiğimizde<br />

“Tatil yapıyorlar” suçlamalarına mu-


hatap olmamak, oradaki etkinlikleri sinemasal<br />

olarak biraz küçük görmek bizim ayıbımız oldu.<br />

6. Bodrum Türk Filmleri haftasına gittiğimde biraz<br />

da bu suçluluğu taşıyordum üstümde. Fakat<br />

karşılaştığım ortam Türk sinema entelektüellerinin<br />

bihaber oldukları bambaşka bir ortamı görmemi<br />

sağladı.<br />

Sinemanın entelektüeli bihaber<br />

Sinema yazarlarının, araştırmacılarının,<br />

derneklerinin sürekli sorduğu sorular veya durumu<br />

anlatırken kullandığı verilerin kaynağını oluşturan<br />

sinemanın asıl öğeleri oradaydı. Üstelik öyle festival<br />

naifliği içinde bir ortam değildi buradaki ilişkiler.<br />

yüzde 12’lik doluluk oranıyla çalıştığını biliyor<br />

musunuz? Ya da bir film iyi gişe yapsa bile üç,<br />

dört haftadan fazla sinemada kalamamasının<br />

sebebinin bazı büyük dağıtım şirketlerinin veya<br />

yapımcı şirketlerin baskısı olduğunu hiç bir<br />

yerde okudunuz mu? Avşar filmin sahibi olan<br />

Şükrü Avşar’ın söylemiyle bağımsız filmleri<br />

gösterdikleri zaman o filmlere gelen seyircinin<br />

birkaç hafta sinemalara küstüğünü hiç biliyor<br />

muydunuz? Bunun ilk olarak 1980’de Kültür<br />

Bakanlığının desteklediği 10 filmlik bir paketin<br />

sinemalara çıktığı zaman hissedildiğini biliyor<br />

musunuz? Film çeken bir yapımcının sinemada<br />

Sinema salonları sahipleri, Türkiye’nin en büyük<br />

dağıtım şirketleri görevlileri ve yapımcılar burada<br />

çatır çatır birbirlerinin üstlerine yürüyüp asıl sinema<br />

endüstrisinin sıkıntılarını çözmeye çalışıyorlar.<br />

Buradaki ilişkiler Kültür Bakanlığından, Türkiye’nin<br />

en uzak diyarlarındaki küçük sinema salonlarının<br />

geleceğine kadar etki ediyor. Film çeken<br />

insanların daha projenin başındayken ne kadar<br />

gişe yapacağını öngürüyor buradaki insanlar.<br />

Hani bağımsız filmler salon bulamıyor tartışması<br />

var ya, işte buradaki toplantıları takip etmeden<br />

böyle bir tartışmaya katılmak havanda su dövmek<br />

aslında. Mesela Türkiye’deki salonların ancak<br />

gösterilen ve izleyiciyi bıktıran yarım saatlik<br />

reklamlardan hiç pay almadığını duydunuz<br />

mu? Festivallerin burun kıvırdığı Şahan Gökbakar,<br />

Cem Yılmaz gibi isimlerin filmleri olmasa o<br />

festivallerin yapılamayacağını size söylesem...<br />

Bütün festivallerin ana para kaynağı olan Kültür<br />

Bakanlığı ödeneklerinin satılan biletlerden<br />

alınan payla ortaya çıktığını siz okuyucular<br />

bilmiyorsunuzdur. İnanın köşesinde sinemayla<br />

haşır neşir olan, kendini sinema yazarı addeden<br />

isimler de bunları bilmiyor. Kısacası Bodrum<br />

Türk Filmleri Haftası sinemanın karanlık bodrumuna<br />

inmek adına benim için büyük fırsat oldu.


Bu etkinliği yapan Cinemarin<br />

sinemaları sahibi ve Sinema<br />

Yatırımcıları Derneği SİSAY’ın<br />

Başkanı Cenk Sezgin sayesinde<br />

bütün bu etkileşimler yaşanıyor.<br />

Kültür Bakanlığının ilgisi de<br />

eksik değil Bodrum’da. Bakanlık<br />

buradaki bir takım toplantıların<br />

video kaydını izleyip haberdar<br />

olmak istiyor. Tabii bu yeter<br />

mi? Yetmez. Bence Bodrum’da<br />

yaşananlar Antalya Film Forum<br />

kadar önemli.<br />

Bodrum Kalesinde sinema aşkı<br />

Gelelim Bodrum Türk Filmleri<br />

Haftası’nın görünen yüzüne, Bodrum<br />

Kalesinde her gece bir film<br />

gösteriliyor. O yılın sevilen filmleri<br />

izleyiciyle tekrar buluşuyor.<br />

Benim dikkatimi çeken bu filmlerin<br />

festival filmlerinden daha çok<br />

gişe filmlerinden seçilmesi oldu.<br />

İzleyici de onun için coşmuştu.<br />

İlk kez zorlamayla değil halkın<br />

gerçekten gitmek istediği filmlerin<br />

bir seçki olarak sunulduğu bir<br />

etkinlik gördüm. Murat Şeker’in<br />

Çakallarla Dans 4, Emir, Ceren<br />

Benderlioğlu’nun Kız Kaçıran,<br />

Tamer Karadağlı’nın Pamuk<br />

Prenses ve Özcan Deniz’in İkinci<br />

Şans filmlerinin gösterimleri dolup<br />

taştı.<br />

Özcan Deniz Yunanistan’ın Kos<br />

adasını fethetti.<br />

Bodrum Türk Filmleri Haftasının<br />

bir önemli etkinliği de<br />

Yunanistan’ın Kos Adasında her<br />

sene bir Türk filminin gösterilmesi.<br />

Feribottan indiği anda<br />

Yunanlı genç kızların akınına<br />

uğrayan Özcan Deniz’in İkinci<br />

Şans filmini seyretmek için<br />

bekleyenlerin sinema salonunun<br />

önünde oluşturduğu kuyruk bizi<br />

gururlandırdı. Koslu Yunanlılar<br />

ve Türk azınlık o filmi seyrederken<br />

gözlerine bakmak bizim<br />

için ayrıcalıktı.


AŞKSIZ YAŞAYAMAM<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Pis Yedili dizisinden bir çok oyuncu çıkıp sinema<br />

macerasına başladı. Bunlardan biri de Ecem<br />

Karavus. Ecem ilk sinema filmi Bayram Abi ile<br />

izleyicinin karşısına çıkacak. Sorularımızı cevaplayan<br />

Ecem Karavus özellikle Filiz Akın hayranı<br />

olduğunu, güzelliğiyle, duruluğuyla, bakışlarıyla,<br />

oyunuyla, karakteriyle Akın’ın kendisini çok<br />

etkilediğini söyledi.<br />

Senaryoda sizi en çok etkileyen ne oldu?<br />

Senaryoyu ilk okuduğunuzda senaristin ne kadar<br />

samimi olduğunu hissedebiliyorsunuz. Ben yalandan<br />

uzak, samimiyete inanan biriyim. Senaryo<br />

bana her bakımdan çok güven verdi ve filmin<br />

diğer filmlerden farklı bir tılsımı olduğunu hissettirdi.<br />

Filmlerde argo genelde ön planda. Argo<br />

kullanmadan da bir filmin komik olabileceğini<br />

gösterecek Bayram Abi. Beni en çok etkileyen bu<br />

olmuştur.<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Genç, güzel, hırslı, idealist bir karakter Sinem.<br />

Dediği dedik, bugüne kadar birçok iş başarmış,<br />

kariyerinin zirvesinde, işi dışında ön plana<br />

çıkmayan bir karakter. Bütün bu yoğunlukta kalbinin<br />

derinliklerindeki yufkalığı özenle saklayan bir<br />

kızımız Sinem karakteri.<br />

Dizilerden sonra ilk sinema tecrübesi, sinema<br />

ile dizi arasında bir fark gördünüz mü?<br />

Elbette sinema ve dizi arasında dağlar kadar fark<br />

var. Diziler 1 haftada yaklaşık 130 dk çekmek<br />

için sıkıştırılmış program uygularken, sinemada<br />

gayet rahat, ince eleyip sık dokuduğumuz, bu<br />

plan tamam dendiğinde geri dönüşü olmayan ve<br />

nesiller boyu çocuklarımıza hatıra bırakacağımız<br />

bir iş çıkıyor ortaya. Dizinin ve sinemanın keyifleri<br />

çok başka, hoş her işin keyfi kendinde<br />

saklı. Nerde ne şekilde verim alacağınıza bağlı<br />

açıkçası. Fakat çalışma şartları bakımından film<br />

çekmek dizi çekmeye göre daha rahat.<br />

Film de güzel başarılı bir iş kadınını<br />

canlandırıyorsunuz. Gerçek Ecem ile<br />

canlandırdığınız karakter arasındaki farklar ve<br />

benzerlikler nelerdir?<br />

Fazla hırslı insanları ben sevemiyorum. Hayatın<br />

Bayram Abi filminin genç<br />

oyuncusu Ecem<br />

Karavus aşkın kendisi<br />

için çok önemli olduğunu,<br />

kariyer veya aşk hayatını<br />

birbirinden ayıramacağını<br />

söyledi...<br />

karşımıza ne çıkaracağı belli olmadığı için fazla<br />

hırs sadece insanın birazcık kendini yemesinden<br />

başka bir işe yaramadığını gösterdi bana<br />

hep etrafımdaki insanlardan. Ben bu kadar<br />

hırslı olmadım. Evet fazlasıyla çabaladım ama<br />

hayatın akışına bıraktım bir zaman sonra. Sinem<br />

çok hırslı ama sonunda iyi kalbini gün<br />

yüzüne çıkarması beni bile oynarken çok mutlu<br />

etti.<br />

Gerçek Ecem romantizmi hayatında nereye<br />

koyar? Sizin için kariyer mi yoksa aşk mı<br />

önemlidir?<br />

Aşk benim için ilk sıradadır. Çünkü aşk içinde<br />

her şeyi barındırır. Aşksız bir iş yapabilir miyiz,<br />

aşksız yaşayabilir miyiz? İşimize, sevgilimize,<br />

kocamıza, karımıza, ailemize, kedimize,<br />

toprağımıza aşık değil miyiz? Bütün evrenin ana<br />

teması aşk. Bir aşk zerresinden yaratılır dünya<br />

ve insanlık boyu aşksız kimse yaşayamaz.<br />

Aşkın olduğu yerde kariyerine bağlanırsın ve<br />

onu devam ettirirsin. Ben kariyerime ve işime<br />

aşık olduğum için aşk ve kariyeri birbirinden<br />

ayıramayacağım.<br />

Barbaros Dikmen, Ayhan Taş gibi çoğu<br />

erkek bir oyuncu kadrosunun içindesiniz, bir<br />

kadın oyuncu için rolünüzü içselleştirmek<br />

anlamında bu kadar erkek karakterle rol almak<br />

zorluk yaratır mı?<br />

Hayır, aksine erkek karakterlerle oynamak her<br />

zaman daha keyifli daha verimlidir. Hele ki<br />

karşınızda gerçekten komik (Barbaros Dikmen<br />

ve Ayhan Taş gibi) insanlarla oynuyorsanız, o


ECEM KARAVUS


işin zorluğu bir yana koyulur ve günlerce<br />

çekilecek olsa dahi o sahne bitmesin<br />

istenir.<br />

Genç bir oyuncunun sinema dilini<br />

oluşturmakta dizi sektörünün yıpratıcı<br />

şartları bir dezavantaj yaratır mı? Perde<br />

güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />

güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />

katmalı. Bu anlamda nasıl bir<br />

yapılanma içindesiniz?<br />

Ben 7 senedir bu sektörün içerisindeyim.<br />

Hiç bir zaman bir oyuncunun ‘tamam, ben<br />

oldum’ diyebilecek kabiliyete geleceğini<br />

düşünmüyorum. (Ustalarımız, üstatlarımız<br />

hariç) oyunculuk her an her saniye kendini<br />

geliştirmeyi seven bir meslek. Nerde ne<br />

zaman karşımıza ne rol çıkacağını bilemiyoruz.<br />

Ne kadar çok tecrübemiz ve izlenimimiz<br />

olursa, gelen rolün o kadar üstesinden<br />

geliriz. Sürekli okumaya ve izlemeye<br />

çalışıyorum, herkesten bir şeyler kapmaya,<br />

kendime katmaya çalışıyorum. Binlerce<br />

karakter, binlerce düşünce, binlerce<br />

yaşayış tarzı, binlerce savunulan din, dil,<br />

ırk var. Hepsini izlemek, hepsinin hakkında<br />

bilgi sahibi olmak oyunculuğun gerektirdiklerinden.<br />

Şimdilik okuyup ve izleme<br />

kısmında olsam da, ileride yurt dışında<br />

eğitim almayı düşünüyorum. Profesyonel<br />

eğitim bir oyuncu için ivedilikle yerine getirilmesi<br />

gereken bir zorunluluk.<br />

Yeşilçam’a yaklaşımınız nedir?<br />

Oyunculuğundan etkilendiğiniz<br />

Yeşilçam ünlüsü var mıdır?<br />

Türk sineması hepimizin sebebidir. Bizim<br />

bu işe başlamamıza sebep olmuştur. O<br />

şartlarda, o zorluklarda çekilen su gibi filmler.<br />

Benim için Yeşilçam’ın yeri en tepededir.<br />

Sebebimdir, aşkımdır, alışkanlığımdır.<br />

Bunu cevaplarken hüzünleneceğimi<br />

düşünmemiştim fakat bizi bu kadar etkileyip<br />

bu dünyadan göçüp giden ustaları<br />

düşündükçe hislerime hakim olamıyorum.<br />

Ben tek tek sayıp kendilerine saygısızlık<br />

etmek istemiyorum ama Filiz Akın beni<br />

her zaman o güzelliğiyle, duruluğuyla,<br />

bakışlarıyla, oyunuyla, karakteriyle çok<br />

etkilemiştir.<br />

Yeşilçam komedileri içinde daha çok


dram barındırır. Son dönem Türk komedisi<br />

ise absürt bir tarza sahip siz<br />

hangi türü kendinize yakın buluyorsunuz?<br />

Her komedinin kendine özel yanları var<br />

tabii fakat ben yeşilçam komedisini kendimle<br />

daha çok içselleştiriyorum. Absürd<br />

komedinin güzelini yakalamak bu zamanda<br />

biraz zor. Fazlaca ayağa düştü<br />

ve herkes saçmalayıp absürd komedi<br />

yaptığını sanmaya başladı. Bu anlamda<br />

ben Türk sineması komedisini daha çok<br />

tercih eder oldum.<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına<br />

kadar feminizmin sinemamızda etkisini<br />

hissedebilirdik. Bunun faturasını<br />

ödeyen kadın oyuncularımız vardı.<br />

Müjde Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası<br />

sinemamızda bu anlamda geriye bir<br />

adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Biraz yorumlar mısınız?<br />

Ben 2000’ler sonrası eskisi kadar<br />

feminizmin filmlerde işlendiğini<br />

düşünmüyorum. Müjde Ar, Nur Sürer<br />

bunu başardılar fakat onlar fazlasıyla<br />

cesur ve iyi oyunculardı. Onlardan sonra<br />

bu yükü kaldırabilecek oyuncular çıkmadı<br />

diye düşünüyorum. Denemeler olmadı<br />

mı oldu fakat onların verdiği etkiyi veremediler.<br />

Biraz da dediğim gibi üstatlar<br />

rolleri hep içselleştirdiler, onlardan sonra<br />

ben bu cesaretle yola çıkacak oyuncular<br />

olmadığını gördüm.<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak<br />

kadın oyuncularımızın önünde Türkan<br />

Şoray kanunları gibi bir örnek de var.<br />

Bu kuralları doğru buluyor musunuz?<br />

Türkan Şoray efsane kadın<br />

oyuncularımızdan biridir. Hatun kişisi<br />

öyle bir oynar öyle bir insanı içine alır ki,<br />

kanunlarını aşıp da kendisini ön plana<br />

çıkaracak bir durumu kalmaz. Hoş ben<br />

Türkan Şoray kanunlarının bir oyuncu<br />

için geçerli olmaması gerektiğinden<br />

yanayım (üstadı tenzih ederek).Biz sahnede,<br />

ekranda gerçekliği tüm çıplaklığıyla<br />

yansıtıyoruz. Gerçek olmak zorundayız.<br />

Bunun gerektirdiği her şeyi de oyuncu<br />

olarak yapmakla yükümlüyüz.


ZİRVEDEN REMAKE<br />

GİRDABINA: ALEXANDRE<br />

AJA SİNEMASI<br />

MURAT KIZILCA<br />

n Alexandre Aja’nın<br />

son filmi The 9th Life of<br />

Louis Drax, 28 Ekim’de<br />

gösterime giriyor. Marcus<br />

Nispel ile beraber<br />

“remake yönetmeni”<br />

yaftalamasına maruz<br />

kalan sinemacıların başında gelen Aja,<br />

umut veren kariyer başlangıcını anlamsız<br />

yeniden çevrimler ile sürdürerek takipçilerini<br />

hayal kırıklığına uğratmıştı.<br />

Üzerine yapışıp kalan yaftadan kurtulmak<br />

için çektiği roman uyarlaması Horns<br />

ise ne seyirciler, ne de eleştirmenler<br />

tarafından pek beğenilmedi. Yine bir roman<br />

uyarlaması ile karşımıza çıkacak olan<br />

Alexandre Aja, bakalım bu sefer şeytanın<br />

bacağını kırabilecek mi?<br />

7 Ağustos 1978, Paris doğumlu Aja’nın<br />

gerçek ismi Alexandre Jouan Arcady’dir.<br />

İsminin baş harflerini birleştirerek<br />

oluşturduğu AJA’yı sahne ismi olarak<br />

seçen Fransız sinemacı, 1997 tarihli kısa<br />

filmi Over the Rainbow ile Cannes’da<br />

en iyi kısa film adayları arasına girmeyi<br />

başardığında sadece 19 yaşındaydı. İki<br />

sene sonra ilk uzun metrajlı filmini yönetti.<br />

Alexandre Aja, son<br />

filmiyle Ekim ayında<br />

sinemalarımıza konuk<br />

olacak. Biz de bu<br />

vesileyle Aja’nın<br />

filmografisine bir göz<br />

atalım istedik.<br />

Julio Cortazar’ın kısa öyküsü Graffiti’den<br />

uyarlanan Furia’nın senaryosunu Gregory<br />

Levasseur ile beraber yazdı ki işbirlikleri<br />

daha uzun yıllar devam edecekti.<br />

Alexandre Aja ismini bütün dünyaya<br />

duyuran film ise Haute tension (High<br />

Tension, 2003) oldu. Daha önce Lucio<br />

Fulci ile beraber çalışan ünlü makyaj<br />

ustası Giannetto De Rossi’nin maharetli<br />

ellerinin değdiği efektler ile güç kazanan,<br />

bol kanlı ve aşırı şiddet içeren sekanslar,<br />

korku hayranlarını fazlasıyla mest<br />

etti. Yeni Fransız Dehşet Sineması olarak<br />

isimlendirilen akım içerisinde ayrıcalıklı<br />

bir yere sahip olan High Tension’ın senaryosunun<br />

altında yine Alexandre Aja<br />

ve Gregory Levasseur’un imzaları vardı.<br />

Film, 2003 Toronto Film Festivali’nin<br />

Geceyarısı Çılgınlığı bölümünde gösterildikten<br />

sonra (bazı şiddet sahneleri<br />

kırpılarak) yeni kıtada da gösterime girdi<br />

ve menfi ya da müspet büyük ses getirdi.<br />

Alexander Aja, verdiği röportajlardan<br />

birinde High Tension ve Fransız Korku<br />

Sineması hakkında ilginç ipuçları veriyor:<br />

“High Tension, korku türüne bir övgüydü<br />

ya da bir korku kasidesi. Film Fransa’da


aşarılı oldu ve bu sayede filmi yurtdışına<br />

satabildik. Bu ticari başarı, yapımcılara<br />

Fransa’da da kârlı korku filmleri çekilebilmenin<br />

yolları olabileceğini gösterdi. Ama<br />

yeni korku filmleri ne kadar iyi olurlarsa<br />

olsunlar, Fransa dışında hep daha iyi<br />

eleştiriler aldılar. Bu çok garip bir durum<br />

çünkü İngiliz ve Amerikan korku filmlerinin<br />

gişesi Fransa’da hep çok iyidir. Sanki<br />

Fransızların Fransa yapımı veya içinde<br />

Fransız oyuncular olan korku filmlerine<br />

karşı bir tiksintisi var gibi. Hatta Fransızlar,<br />

Yeni Fransız Dehşet Sineması akımının<br />

farkında bile değiller.”<br />

High Tension’ı izleyip beğenen Wes<br />

Craven’ın davetiyle Amerika’ya giden Aja,<br />

usta yönetmenin 1977 tarihli The Hills<br />

Have Eyes’ının yeniden çevrimini yönetmeye<br />

soyundu. Levasseur ile beraber yeni<br />

senaryoyu yazan Aja, sonunda “remake<br />

yönetmeni” olarak anılacağı yolun henüz<br />

başında olduğundan haberdar mıydı, bilinmez.<br />

15 milyon dolarlık bütçeye sahip film,<br />

maliyetini dörde katlayarak tüm dünyada<br />

70 milyon dolara yakın hasılat elde etti. Bu<br />

ticari başarı Aja’nın Amerika’daki konumunu<br />

sağlamlaştırdı. Daha sonra The Hills<br />

Have Eyes II (2007) ismiyle bir de devam<br />

filmi çekildi. O sıralarda bir sonraki projesine<br />

odaklanan Aja, yönetmenlik teklifini<br />

kabul etmedi ve devam filmini Martin<br />

Weisz çekti.<br />

Alexandre Aja’nın bir sonraki projesi<br />

yine bir yeniden çevrim idi. Sung-ho<br />

Kim tarafından yönetilen, Güney Kore<br />

yapımı Geoul Sokeuro’dan (2003) uyarlanan<br />

filmin ismi Mirrors (2008) oldu. Daha<br />

önce orijinaline sadık kalan bir senaryo<br />

yazılmıştı ama direksiyona geçen Aja,<br />

okuduğu senaryoyu beğenmedi ve orijinal<br />

filmin ana fikrini koruyarak önemli<br />

bazı değişiklikler yaptı. Film, eleştirmenler<br />

tarafından beğenilmese de gişede maliyetini<br />

ikiye katlamayı bildi. Bunun üzerine<br />

Hollywood’un ithal sinemacılarından Victor<br />

Garcia’nın yönettiği bir devam filmi<br />

çekildi: Mirrors 2 (2010).<br />

Joe Dante’nin B-film bombası Piranha’nın<br />

(1978) yeniden çevrimi için yönetmenlik<br />

koltuğuna geçen kişi tabii ki Alexandre<br />

Aja idi. Üç boyutlu Piranha 3D (2010), içi<br />

boş ama eğlenceli bir lunapark deneyiminden<br />

fazlası değildi. 24 milyon dolara<br />

kotarılan film, tüm dünyada 83 milyon<br />

dolar gişe hasılatı elde etti ve tabii ki yine<br />

bir devam filmi ile taçlandırıldı: Piranha<br />

3DD (yön: John Gulager, 2012).<br />

Aja, 2016 yılı içerisindeki röportajlarından<br />

birinde yeniden çevrim hakkındaki<br />

görüşlerini paylaşıyor: “Başka yeniden<br />

çevrimlerde de yer almak isterim. The<br />

Hills Have Eyes’tan sonra yeniden çevrimlerden<br />

uzak durmak istedim çünkü<br />

“remake yönetmeni” olarak anılmak<br />

istemiyordum. Ancak günümüz korku<br />

seyircisi, yeniden keşfetme fikrine çok<br />

sıcak yaklaşıyor ve bu sanatsal özgürlük<br />

gerçekten ilham verici bir ortam<br />

yaratıyor. Scanners’a dayalı bir TV<br />

dizisi için görüşmeler yapıyorum çünkü<br />

Cronenberg’in yarattığı evrenin sonsuza<br />

kadar genişletilebileceğini düşünüyorum.<br />

The Brood’u günümüz toplumuna<br />

uyarlayıp yeniden çekmek de ilginç olurdu.<br />

Stephen King’s It çocukluğumun<br />

favori filmlerinden biriydi ve yeniden<br />

çevrimi görmek için sabırsızlanıyorum.<br />

Kendim çekmeyi çok isterdim.”<br />

Bu süreçte faaliyet alanını genişleten Aja,<br />

Amerika macerası sırasında yanından hiç<br />

ayrılmayan Levasseur ile beraber P2’nun<br />

(2007) ve seksenlerin kült korkularından<br />

Maniac’ın yeniden çevriminin (2012)<br />

senaryolarını yazdı, yapımcılığını üstlendi.<br />

Her iki filmi de Franck Khalfoun yönetti.<br />

Ayrıca Gregory Levasseur’un yönettiği<br />

The Pyramid’in (2014) yapımcıları<br />

arasında yer aldı.<br />

Yeniden çevrim zincirini kıran ilk filmi<br />

Horns (2013) oldu. Joe Hill’in aynı isimli<br />

romanının serbest bir uyarlaması olan<br />

filmin başrollerinde Daniel Radcliffe ve<br />

Juno Temple yer alıyordu. Harry Potter’ı<br />

okuyarak büyüyenlerin daha yetişkin


seviyeye geçmeden önce geçtikleri bir<br />

köprü gibi gördüğü romanı sinemaya<br />

uyarlamak istediğini söyleyen Aja, biraz<br />

da Radcliffe tercihinin sebebini açıklıyor<br />

aslında. Horns ile hem eleştirel, hem de<br />

ticari anlamda beklediği karşılığı göremeyen<br />

Aja’nın yeni projesi de bir roman<br />

uyarlaması.<br />

Liz Jensen’in aynı isimli romanından<br />

uyarlanan The 9th Life of Louis Drax’ın<br />

senaryosunu Max Minghella kaleme<br />

aldı. Horns’un oyuncularından biri olan<br />

Minghella, bir gün bir sohbet esnasında<br />

yazdığı senaryoyu Aja’ya gösterir. Senaryoya<br />

bayılan Aja, hemen romanı<br />

okur ve filmi çekmeye karar verir. 28<br />

Ekim’de gösterime girecek olan filmin<br />

başrollerinde Jamie Dornan, Sarah Gadon,<br />

Aiden Longworth, Oliver Platt, Molly Parker,<br />

Julian Wadham, Jane McGregor, Barbara<br />

Hershey ve Aaron Paul gibi oyuncular<br />

yer alıyor. Film, Louis Drax isimli çocuğun<br />

hayatı boyunca devam eden birtakım tuhaf<br />

talihsizliklerin ölümcül bir kazaya neden<br />

olduğu dokuzuncu yaşgününde başlar. Dr.<br />

Allan Pascal, çocuğun yaşadığı kazanın<br />

arkasındaki garip durumları ve hayatına<br />

musallat olan karanlık rastlantıları<br />

araştırmaya girişir. Fragman hiç fena<br />

görünmüyor ama filmin nasıl olduğunu<br />

görmek için Ekim ayının sonuna kadar<br />

beklemek zorundayız.


FESTİVALİN İYİ OLMASINI<br />

İSTEMEYEN O KADAR<br />

İNSAN VAR Kİ<br />

Uluslararası Antalya Film Festivali’nin direktörü Elif<br />

Dağdeviren 16 Ekim’de başlayacak festivalin yeni bir<br />

yapılanma içinde olduğunu söyledi... Dağdeviren bütün<br />

çabalarına rağmen festivalin başarılı olmasını istemeyenler<br />

de olduğunu belirtti.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n 53. Uluslararası Antalya Film<br />

Festivali direktörü Elif Dağdeviren<br />

ile Adana Film Festivali sırasında<br />

konuştuk. Antalya Belediye<br />

Başkanı Menderes Türel’in ikinci<br />

döneminde festivalde ne gibi<br />

değişiklikler olduğunu tartıştık.<br />

Geçen yıl Belgesel filmlerde<br />

yaşanan karmaşanın hala etkisinin<br />

hissedildiği festivalin<br />

SİYAD ile ilişkilerinin niye limoni<br />

olduğunu konuştuk. Dağdeviren<br />

“Biz elimizi uzatıyoruz ama kimse<br />

tutmuyor” dedi. Dağdeviren’i<br />

dinlediğimizde festivalin<br />

başarılı olmasını isteyenler kadar<br />

başarısızlığını da isteyenler<br />

olduğunu gördük.<br />

Menderes Bey’in (Türel) 2004 ile<br />

2014 Belediye Başkanlığı dönemlerinin<br />

Antalya Film Festivali<br />

üzerindeki farklı yansımaları nasıl<br />

oldu?<br />

Zihniyet ve hedefler olarak<br />

çok büyük bir fark yok. Mend-<br />

eres Bey’in bazı hayalleri vardı,<br />

bunlardan biri Antalya’yı bir<br />

sinema şehri haline getirmek,<br />

Antalya’nın bu konuda dünyada<br />

markalaşmasını sağlamaktı.<br />

Festival yıllardır var ama seçilip<br />

iş başına geldiğinde bunu<br />

dünya çapında nasıl parlatırız<br />

düşüncesine konsantre<br />

olmuşlardı. Bu bağlamda TÜRSAK<br />

ekibiyle anlaşıldı. Ben de o ekibin<br />

bir parçasıydım o zamanlar. Zamanla<br />

Türkiye sineması Cannes’a<br />

çıkarma yapan bir sinema haline<br />

geldi. Kimsenin bilmediği Antalya<br />

Film Festivali de tanınır oldu. Bir<br />

sonraki dönemde bunun Antalya<br />

için önemi algılanamadı. “10<br />

tane film gösteriyoruz, jüri gelip<br />

seçiyor, gidiyor” bakışı bir festivali<br />

öldürür. 50 yıl önce filmlere<br />

ulaşmak problem olduğu için<br />

bu düşünce doğru olabilir, ama<br />

artık öyle değil. İnsanlar filmleri<br />

iPad’inden de seyredebilir, kendi<br />

seçkisini yapabilir hale geldi.<br />

Bir festivalde hem o sektörün,


ELİF DAĞDEVİREN<br />

hem de o şehrin bu buluşmayla<br />

nasıl marka haline gelebileceğine<br />

bakmalıyız. Menderes Bey bunu<br />

biliyordu, şimdi daha çok biliyor.<br />

Bu yüzden de şimdi daha çok işin<br />

içinde.<br />

Daha önce Antalya Film<br />

Festivali’nde bazı kurallar vardı<br />

diğer festivallere katılan filmler<br />

bu festivale katılamıyordu. Ödüller<br />

çizginin üzerine çıkarılmaya<br />

çalışılıyordu. Bu açıdan<br />

bakıldığında çok farklı bir festivalle<br />

karşı karşıyayız. Bu iki festival<br />

anlayışı arasındaki fark aynı zamanda<br />

Antalya’nın Türk sineması<br />

açısından nereye doğru ilerlemek<br />

istediğini gösteriyor.<br />

Bir kaç tane şeyi değiştirdik. Bir<br />

tanesi prömiyer şartı. Eskiden<br />

fazla film yoktu, şimdi çok film<br />

üretiliyor ama nitelikli olanlar kısıtlı.<br />

Dolayısıyla hala aynı noktadayız<br />

aslında. Eskiden Antalya ve Adana<br />

zaman olarak birbirlerine daha<br />

yakındı. Zaman olarak yakın olduğu<br />

için dolanılan mecra aynıydı. Sektör<br />

açısından bakıldığında Adana ve<br />

Antalya farklı seçkiler yapsın, farklı<br />

insanlar gelsin diye düşünülür.<br />

Ben böyle düşünmüyorum. Arada<br />

iki aya yakın bir zaman var artık.<br />

Adana’ya yetişemeyen filmler<br />

bize yetişiyorlar. Diğer filmlerin<br />

de bir yarışmada daha olmaya<br />

hakları olduğunu düşüyorum.<br />

Bütün filmler hem Adana’ya, hem<br />

Antalya’ya başvurabilir. Adana<br />

seçer, Adana’nın seçkisinden farklı<br />

bir seçkiyi de biz yaparız, yine aynı<br />

oranda nitelikli film olur. Bu seçkiyi<br />

yaptığımda Adana’ya girdiği için<br />

birine hayır demek doğru değil.<br />

Hepimizi tercih etsinler hepimiz de<br />

onlara yer vermeye çalışalım. Daha<br />

çok görünür olsunlar, ayrıca çeşitli<br />

festivallerden ödül almış olmaları


da CV’leri açısından uluslararası alanda çok<br />

önemli. Ödülleri yükseltmenin amacı, “Oraya<br />

gitmesin bize gelsin” düşüncesiydi. Bizim böyle<br />

bir savaşımız yok artık. Her yere gitsin, her<br />

yerden kendisine seyirci ve imkan bulsun istiyoruz.<br />

Uluslararası alana baktığınızda şehri<br />

markalaştırmak için sadece şehrin adının festivale<br />

konduğunu görürsünüz. Altın Palmiye, Altın<br />

Ayı’yı sadece sahnede ödül alanların elinde<br />

görürüz. Para ödülünün altını çizerseniz festivale<br />

mi geliyor, paraya mı geliyor konusunda<br />

kafa karışıyor. Doğru bir şey yaptığımızı nereden<br />

görüyoruz, son iki yılın rekor sayıda başvurusunu<br />

aldık. Sinemayı daha ilk aşamasında<br />

destekleyecek sistemler az Türkiye’de. Antalya<br />

Film Destek Fonu’nu kurduk. Menderes Türel,<br />

Antalya’yı bir sinema şehri haline getirmek<br />

istemiş, o zaman içinden Antalya geçen filmlere<br />

ihtiyaç var. İlk aşama içinden Antalya geçen filmler,<br />

ikinci aşama önümüzdeki seneden itibaren<br />

Berlin’deki, Amerika’daki bir çok festivalde olduğu<br />

gibi, burada olanak sağlayıp filmlerini burada<br />

yazma, ekiplerini burada toplama ve çalışmalarını<br />

burada yapma programı sunacağız. 100 bin lira<br />

gibi bir ödülü var, özellikle senaryo yazarı için çok<br />

iyi bir ödül. Antalya Film Forum, Zeynep Atakan’la<br />

ilk günden koyduğumuz bir şey. Postprodüksiyon<br />

aşamasına gelmiş ama orada tıkanmış<br />

filmler orada destek arıyor. Hem uluslararası<br />

danışmanlarla filmlerin nereye evrilebileceğine<br />

dair atölyeler yapılıyor, hem de bir tanesine 100<br />

bin lira para ödülü veriyor. Bir kurmacaya, bir de<br />

belgesele 30’ar bin lira ödül veriliyor. Bütçenin bir<br />

kısmını uluslararası isimleri Türkiye’ye çekmek<br />

için harcıyoruz. 20-30 kişiye düşmüştü bu sayı,<br />

biz basın dahil bunu tekrar 200-250’ye çıkardık.<br />

Önemli basın, yönetmenler, yapımcılar, film satın<br />

alacaklar gelsin.<br />

Film üreticilerinin yararına uygulamalar<br />

ama bunların aynı zamanda festivalin ismi<br />

açısından elini zayıflattığını düşünmüyor musunuz?<br />

Hayır. Şehir açısından söyleyeyim, o<br />

şehirdekilerin o filmleri seyretmeye hakkı var.<br />

Bunlar online olmamış, DVD’ye çıkmamış filmler.<br />

İkincisi uluslararası çok ciddi konuklar ağırlıyoruz.<br />

Sektörel açıdan filmlere gelen seyircilerin yüzde<br />

50’si bu konuklar. Bu Antalya’yı uluslararası alanda<br />

çok ciddi bir yere getiriyor.<br />

Festivallerde son iki yıldır belgesel<br />

yarışmaları riskli olarak kabul ediliyor, kimi<br />

zaman da tamamıyla kaldırılıyor. Antalya Film<br />

Festivali’nin bu konuya yaklaşımı nasıl?<br />

İlk sene Yıldız Sarayı’nda basın toplantısı<br />

yaptık. Benim için hassas noktalardan birisinin<br />

kısa film ve belgesellerin geri planda<br />

kalması olduğunu söyledim. Kısa filmlere,<br />

öğrenciler aralarında toplanmış film yapmış gibi<br />

bakmıyorum. Dünyada da artık vizyona girecek<br />

kalitede belgeseller çıkıyor. Ama biz bunlara<br />

“Onlar da idareten gelsin” diye baktığımız sürece<br />

Türkiye’den böyle belgeseller çıkmaz. Biz<br />

çok şanssız bir iletişim kazası yaşadık, en kibar


öyle ifade edebiliyorum. Yönetmenle (Reyan<br />

Tuvi - Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek) ilk<br />

kez konuştuğumuzda böyle cümleler ne ondan<br />

çıkıyordu, ne de etrafındakilerden. Onu da manipüle<br />

ettiklerini, aslında kendisinin hem Türkiye,<br />

hem sektör için kıymetli bir isim olduğunu<br />

düşünüyorum. Adını anamaz hale geldim, öyle<br />

bir travma yarattı bende... Tabii ki haklı olarak<br />

festival üzerinden bu bir taraflaşmaya neden<br />

oldu. Bunun harcananı ise belgesel oldu. Belgesel<br />

doğası gereği dünyaya farklı bakan, pozitif<br />

anlamda deli insanların yapacağı bir iş. Aynı bir<br />

uzun metraj gibi zaman ve emek harcıyorsunuz,<br />

para harcayamıyorsunuz. Kimse belgesele para<br />

yatırmak istemiyor. Doğaları gereği deliler, bunları<br />

akıllı adam yapar mı? Deli adamın bir kısmı da<br />

herşeye muhalif. Bu muhalefeti filmin içinde<br />

kaldığı sürece kıymetli buluyorum. Bunun üzerine<br />

çıkıp, kendi yaptığın işi de gölgeleyecek şekilde<br />

bağırıp çağırmaya başlayınca filme de zarar. O<br />

belgeselciler bu kadar gürültü çıkartınca ne oldu,<br />

bilet onların tamamına kesildi. İlk sene bizim<br />

seçkinin içinde beni o kadar heyecanlandıran<br />

belgeseller vardı ki, festival bitsin sindirerek<br />

seyredeyim diye kenara ayırdığım linkler oldu.<br />

Belgesel kavgasının içinde bir nefes aldık ve<br />

belgeselcileri hala çok istiyoruz dedik. Ama kriz<br />

belgeselcilerden çıkmıyor aslında, belgeselcileri<br />

değerlendirenlerden çıkıyor. Bu festivalde belgesel<br />

olmak zorunda. Fırtınalar kopuyor ama<br />

Adana’da, İstanbul’da, Antalya’da belgeselleri<br />

izlemeye 15 kişi gidiyor. Antalya’da biz onun<br />

bunun kavgalarına bulaşmadan özgürce bir şeçki<br />

yapıyoruz “Gel halkım belgeselleri sen seyret,<br />

oyunu da sen ver” dedik. Biz bunu ve kısaları<br />

seçkiye döndürdük, halk oylaması koyduk, sahneye<br />

çıkıp ödüllerini de alıyorlar. Artık ulusal<br />

yarışmaya da başvurabiliyorlar.<br />

Bu çatışmanın festivale etkisi hala sürüyor<br />

mu? SİYAD’la Antalya’nın ilişkilerinin hala<br />

nahoş olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl düzeltilebilir?<br />

Ben eski gazeteciyim. Türkiye’de şu anda kültür<br />

sanat üzerine yazanların, hele hele sinema<br />

eleştirisi yazarak bir zaman para kazanmış<br />

insanların şu anda kendilerine yazacak mecra<br />

bulmakta ne kadar zorlandıklarını çok iyi<br />

biliyorum. Ve bu bana ağır geliyor. Biz bir film<br />

yapıyoruz. çıkartıyoruz seyrettirecek adam<br />

yok. Bunu yazacak ve etkisinin halk üzerinde<br />

gözükeceği hiç kimse yok. Niye çünkü yeri yok.<br />

Popüler kültürün magazinine muhtaç kalıyoruz<br />

ya da Hıncal Uluç yazsın, Ahmet Hakan yazsın...<br />

Ahmet Hakan’ın işi değil ki film yazmak. Adam<br />

film yazmaya başladı, çünkü gidecek başka<br />

yerimiz kalmadı. Festival yapımcılık ve gazetecilik<br />

açsından yaraları sarmaya çalışılan bir yer<br />

olsun istedik. SİYAD üyelerinin çoğunluğu neyse<br />

ki başka yerlerde iş sahibi, biri profesör, öbürü<br />

danışmanlık yapıyor, öbürü çeviri yapıyor. Ame<br />

sinema üzerinden var olacağı bir alan olsun<br />

istedik festival. Daha önce de olmuş bir şey,<br />

bizim keşfimiz de değil, SİYAD üyelerine açık


çağrı yapalım, onları onurlandıralım bir jürisi<br />

olsun, SİYAD’ın da adı geçsin dedik. Gelin moderasyonu<br />

beraber yapalım dedik. Bunlar küçük<br />

akçeli işler ama bir katkıdır insanın hayatına. İlk<br />

sene onlar da bağırdı çağırdı, SİYAD ödülümüz<br />

yok oldu. SİYAD’la işbirliklerimiz yok oldu. Ben<br />

geçen sene SİYAD Yönetim Kurulu’na bir çağrı<br />

yaptım “Gelin konuşalım, mecbur değilsiniz ödül<br />

vermeye. Başka işbirliklerine nasıl girebiliriz” dedim.<br />

Konuştuk çok güzel bir toplantı yaptık ama bu<br />

sene yine yok. Bu kadar koşuşturmanın içinde de<br />

“Allahım ne olur gel” yapamıyorsunuz kimseye.<br />

Biz el uzatıyoruz. ama elimizi tutan yok.<br />

Festivalle ilgili söylemek istediğiniz başka bir<br />

şey var mı?<br />

Çok var. Kavgalar üzerinden konuşuluyor festival,<br />

katkılar üzerinden konuşulmuyor. Dünyanın<br />

heryerinde bir festival merkezi var. Berlin’e,<br />

Cannes’a gidiyoruz bu merkezde aralarında<br />

yürüyoruz. Deneyimliyoruz, havayı soluyoruz.<br />

Biz sektör çalışanları ve oyuncular, medya yüzü<br />

olanlar sokaklarda dolaştığı için halk da akın<br />

akın oraya geliyor. Kafeler iş yapıyor, restoranlar<br />

iş yapıyor. Bu bir merkez üzerinden gidiyor.<br />

Adana’da da, Antalya’da da “Halka yayılmıyor”<br />

deniyor. Festival halka nasıl yayılır. Festival sabit<br />

bir şey sinemada oluyor. Halka yayılmasının<br />

tek yolu bunun halka doğru duyurulması, halkın<br />

oraya gelmesi, orada vakit geçirmesi. Halk da diyor<br />

ki “Ben filmi seyretmeyeceksem ne yapayım<br />

oraya gidip.” Sinema festivali film seyretmekle<br />

ilgili. Antalya’da sıfırlandığı dönemde halk da<br />

küsmüş filmlere ve festivale.<br />

Menderes Bey’de bu yaşanan kopukluk döneminden<br />

sonra bir bıkkınlık, umutsuzluk var<br />

mı?<br />

Tam tersine Menderes Bey hep “En iyisini<br />

yapacağız, size Zeynep Hanım’a (Atakan) çok<br />

güveniyorum. Verebileceğiniz en iyi cevap çok<br />

iyi bir festival yapmak. Ben arkanızdayım” diyor.<br />

Sonra herşey bittikten sonra bana şöyle bir şey<br />

söyledi: Elimden geleni yapıyorum maddi olarak.<br />

manevi olarak, hiçbir şeye karışmıyorum, hiçbir<br />

konuda yorum yapmıyorum. Niye hala bu kadar<br />

üstümüze geliyorlar.” Bu biraz tuhaf ama deneyimlerimden<br />

yola çıkarak söylüyorum, bir festivalin<br />

iyi olmasını istemeyen o kadar çok insan var ki.<br />

Sektörde de, Antalya’da da, politik olarak da var.


10 PARMAĞINDA<br />

10 MARİFET<br />

JARED LETO<br />

Rol alacağı film tercihlerinde seçici<br />

tavır sergileyen, oyunculuğunun yanı<br />

sıra müzik kariyerinde de adından söz<br />

ettiren, aynı zamanda ressam ve iş<br />

adamı olan, kısacası 10 parmağında<br />

10 marifet Jared Leto’nun hayatına ve<br />

kariyerine ufak bir yolculuk…<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Son olarak geçtiğimiz<br />

ay “Suicide Squad” (Gerçek<br />

Kötüler) filminde Joker<br />

rolünde izlediğimiz karizmatik<br />

aktör Jared Leto’nun<br />

oyunculuk alanında çok<br />

iyi yerlere geleceği henüz<br />

23 yaşında rol aldığı “My<br />

So-Called Life” adlı televizyon<br />

serisinde belliydi. 1971 doğumlu<br />

yetenekli aktör bu seride canlandırdığı<br />

Jordan Catalano karakteri ile hafızalara<br />

bir çentik atan Leto 90’larda sırasıyla<br />

“How to Make an American Quilt”,<br />

“The Last of the High Kings”, “Prefontaine”,<br />

“Switchback”, “Basil” filmlerinde<br />

rol aldı. 1998 yılında korku filmi “Urban<br />

Legend” da rol alan yetenekli aktör


daha sonra 7 dalda Akademiye aday<br />

olmuş Terrence Malick yapımı “The<br />

Thin Red Line” ile seyirci karşısına<br />

çıktı. Yine kaliteli bir yönetmen,<br />

David Fincher ile “Fight Club”da<br />

çalışan aktör ardından kült haline<br />

gelmiş suç draması “American<br />

Psycho”da rol aldı. Çalıştığı yönetmenler<br />

ve kaliteli yapımlar ile merdivenleri<br />

ağır ağır tırmanan genç<br />

yetenek asıl adını Darren Aronofsky<br />

şaheseri “Requiem for a Dream”<br />

ile duyurdu. Uyuşturucu müptelası<br />

bir genci canlandırdığı filmde Jennifer<br />

Connelly ile muazzam bir<br />

kimyayı tutturmuşlardı. Modern<br />

klasik olarak adlandırabileceğimiz<br />

bu filmden sonra Leto basamakları<br />

dörder beşer tırmanmaya başladı.<br />

Yine 90’larda ‘’50 Güzel İnsan’’ ve<br />

‘’90’ların Genç İdolleri’’ listelerinde<br />

yer bulan Leto’nun yıldızı git gide<br />

yükselmeye başlamıştı.<br />

Vizyon sahibi yetenekli yönetmen<br />

David Fincher “Fight Club”dan<br />

sonra 2002’de çektiği gerilim filmi<br />

“Panic Room”da da yine Leto’ya<br />

yer verdi. 2004 yılında yine efsane<br />

bir isim olan yönetmen Oliver Stone<br />

ile “Alexander” filminde buluştu.<br />

Büyük İskender’in hayatından<br />

kesitler sunan filmde Hephaistion<br />

karakterine hayat veren aktör daha<br />

sonra bir kartel haline gelmiş silah<br />

kaçakçılığını anlatan vurucu drama<br />

“Lord of War”da kamera karşısına<br />

geçti. Bu filmde kariyerinde son<br />

yıllarda hızla düşüşe geçen Nicolas<br />

Cage ile birlikte rol aldı. 2006 yılında<br />

Todd Robinson yönetmenliğindeki<br />

“Lonely Hearts” her ne kadar<br />

eleştirmenler tarafından yeterli<br />

bulunmasa da oyuncu kadrosu ile<br />

dikkatleri üzerine çeken bir yapımdı.<br />

Filmde Ray Fernandez karakterini<br />

canlandıran Leto’ya John Travolta,<br />

James Gandolfini, Salma


Hayek gibi birbirinden ünlü ve yetenekli<br />

oyuncular eşlik ediyordu. 2009 senesinde<br />

senaryosunu ve yönetmenliğini Jaco Van<br />

Dormael’in üstlendiği “Mr. Nobody” filmi<br />

ise Leto’nun ikinci yarı atağı niteliğinde<br />

bir yapımdı. Kader kavramını sorgulayan<br />

2 saat 20 dakikalık süresiyle tabir-i<br />

caizse beyin yakan filmler listesine en üst<br />

sıralardan giriyordu.<br />

2013 yılında ise Leto gerçek potansiyelini<br />

gösterme imkanı bulur ve “Dallas Buyers<br />

Club”ta canlandırdığı transeksüel bir birey<br />

olan Rayon karakteri ile Akademide “En<br />

İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülüne layık<br />

görülür. 3 dalda Oscar ödülü alan film aynı<br />

zamanda 2 dalda Altın küre ödülüne de<br />

layık görülür.<br />

Leto’nun 2’şer 3’er yıl aralıklarla çektiği<br />

filmler onun film seçimi konusunda ne<br />

denli hassas olduğunun bir belirtisidir.<br />

Kendisi de yaptığı bir açıklamada “Çok<br />

proje geliyor ama çoğunu eliyorum, bu konuda<br />

seçici davranmayı tercih ediyorum”<br />

demiştir. Çizgi roman evreninin efsane<br />

karakterlerinden, daha önce Jack Nicholson,<br />

Heath Ledger gibi efsane aktörlerin<br />

canlandırdığı Joker rolünü kabul etmeden<br />

önce de üzerinde çok düşündüğünü<br />

belirtmiştir. Bilindiği üzere Joker karakteri<br />

çizgi roman evreninde en çok sevilen<br />

kötü karakterlerden birisidir ve bu karakteri<br />

canlandırmak her yiğidin harcı değil<br />

elbette. Özellikle Heath Ledger’in 2008<br />

yılında hayat verdiği eşsiz karakterden<br />

sonra sıradaki aktörün nasıl bir Joker ile<br />

seyirci karşısına çıkacağı merak konusuydu.<br />

Jared Leto’nun hayat verdiği Joker karakterinin<br />

görselleri düşmeye başlayınca<br />

hayranlar ikiye ayrılmıştı. Kimi bu Joker’in<br />

yetersiz olduğu, vücudundaki dövmelerin<br />

itici olduğu ve makyajın abartılı olduğunu<br />

düşünürken kimileri Leto versiyonuna<br />

şans verilmesi gerektiğini savunuyordu.<br />

David Ayer yönetmenliğinde çekilen ve<br />

çizgi roman evreninin kötü karakterlerini<br />

odak noktasına alan “Suicide Squad”<br />

filmi nihayet vizyona girdiğinde ise bu<br />

fikir ayrılığı daha da katlandı. Daha önceki<br />

versiyonlarda neredeyse filmin merkezinde<br />

olan Joker, bu filmde sadece yan<br />

karakter ile avunmak zorunda kalmıştı.<br />

Jared Leto yaptığı bir açıklamada pek çok<br />

sahnenin kesildiğini ve kesilen sahnelerle<br />

bile yeni bir Joker filminin çıkabileceğini<br />

söylemiştir. Kesilen sahnelerden dolayı<br />

oldukça canı sıkkın olan karizmatik aktör<br />

daha sonra katıldığı pek çok talk show ve<br />

söyleşide bunu dile getirdi.<br />

Yakın zamanda kült bilim kurgu “Blade<br />

Runner”ın devam filminde rol alacağı<br />

açıklanan Leto’nun ayrıca çizgi roman<br />

evrenindeki görevinin bitmediği ve Batman,<br />

Superman, Flash, Wonder Woman<br />

gibi karakterlerin bir arada toplanacağı<br />

Justice League filminde Joker karakterine<br />

yeniden hayat vereceği söylentiler<br />

arasında. “Suicide Squad” filminde kesilen<br />

sahneleri nedeniyle bozuk çalan Leto,<br />

bu filmde kendisine (umarım) daha çok yer<br />

bulabilir diye düşünüyorum.<br />

Yetenekli aktör için 10 parmağında 10 marifet<br />

var demiştik, müzisyen kişiliğinden<br />

de bahsetmeden geçmemek gerek. Kendisi<br />

1998 yılında kardeşi Shannon Leto<br />

ile kurduğu rock grubu 30 Seconds To<br />

Mars’ta gitar çalıp şarkı söylemektedir.<br />

Şimdiye kadar 4 stüdyo albümüne sahip<br />

olan 30 Seconds To Mars, 2013 yılında<br />

yayımlanan son albümleri Love, Lust,<br />

Faith and Dreams’ten çıkan ve Jared<br />

Leto’nun bizzat kendi yönettiği müzik<br />

videosu Up in the Air ile Mtv Video Müzik<br />

Ödüllerinde ‘En İyi Rock Klibi’ ödülüne<br />

layık görülmüştür. Jared Leto’nun müziğe<br />

olan tutkusu hep başka olmuştur. Öyle ki<br />

günün birinde Leto’ya “Sinema mı müzik<br />

mi?” diye bir soru yöneltildiğinde kendisi<br />

“İlk önce müzik” diyerek bunu teyit<br />

etmiştir. İster müzisyen kişiliği olsun ister<br />

oyuncu, gerçek olan bir şey var ki o da<br />

1971 doğumlu karizmatik ismin her bir<br />

parmağında ayrı bir marifetinin olduğu!


TÜRKİYE’DE FİLM YAPMAK<br />

İLK FİLMİNİ YAPMAK DAHA<br />

Adana’da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanan<br />

Albüm filminin yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu gencecik yaşına<br />

rağmen elit yönetmenlerin önüne geçti...<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Bu yıl Cannes Film Festivali’nde yer alan tek<br />

uzun metrajlı filmimiz, “Eleştirmenlerin Haftası”<br />

bölümünde yarışmaya hak kazandıktan<br />

sonra, “France 4 Yenilikçilik Ödülü”nü kazanan<br />

“Albüm”, “23. Uluslararası Adana Film<br />

Festivali”nde en çok merak ettiğim filmlerin<br />

başında geliyordu. Filme girerken beklentim<br />

yüksekti. Beklentimi yüksek tuttuğum filmlerden<br />

genellikle hayal kırıklığı ile çıktığım<br />

için içimde bir endişe de yok değildi. Neyseki<br />

Albüm, tüm endişelerimi kısa zamanda yok<br />

etti. Karşımda, Türk Sineması’nda uzun süredir<br />

hasretini çektiğimiz pırıl pırıl bir kara mizah<br />

örneği vardı. Filmi, henüz 28 yaşındaki genç<br />

bir yönetmenin çektiğine inanmak bir hayli<br />

zor… Usta diye tanımladığımız birçok yönetmenin<br />

hayal kırıklığı yaratan yapımlarının bir<br />

hayli fazla olduğu şu dönemde, ilk filmiyle<br />

böylesine güçlü bir yapıma imza atmak az şey<br />

değil. Albüm’ün senaristi ve yönetmeni Mehmet<br />

Can Mertoğlu’na En İyi Yönetmen ve En İyi<br />

Senaryo ödüllerinin verilmesinin çok isabetli<br />

bir seçim olduğunu düşünüyorum. Adana’dan<br />

toplamda 3 ödül kazanan filmin yönetmeni ile<br />

söyleşi için buluştuğumuzda henüz sonuçlar<br />

açıklanmamıştı ancak film sevgimizi çoktan<br />

kazanmıştı. Gerçek bir sinefil olan Mertoğlu,<br />

ilk filminde onu büyüten, eğiten sinemaya bir<br />

saygı duruşunda bulunuyor adeta…<br />

Filmi konuşmaya başlamadan önce<br />

biraz sizi tanımak isterim. Edebiyat<br />

okumuşsunuz, sinemaya olan ilginiz<br />

nereden geliyor?<br />

Sinemaya çok küçük yaşlarımdan beri<br />

meraklıydım. Artık iyice akilleşmeye<br />

başladığım ortaokul ve lise yıllarımda daha fazla<br />

film izlemeye başladım. Lisede artık film yapmak<br />

istediğimi biliyordum. Film okumak da istemiyordum<br />

çünkü Türkiye’deki okulları yeterli bulmuyordum<br />

açıkçası… Sonra bir ara yurt dışında film okusam<br />

mı diye düşündüm. İstisnalar olmakla birlikte, bizdeki<br />

sinemacıların da çoğu alaylıdır zaten… Sonunda<br />

Boğaziçi Üniversitesi’nde Edebiyat okumaya karar<br />

verdim ancak Mithat Alam Film Merkezi’nden çokça<br />

faydalandım.<br />

Yani filmler sizi yetiştirdi…<br />

Aynen öyle. Otodidakt olduğumu söyleyebilirim.<br />

Çok fazla sayıda film izledim ve bu şekilde kendimi<br />

eğittim denilebilir.<br />

İlk filmini çeken genç bir yönetmen olarak bu<br />

süreci nasıl yorumlarsınız?<br />

Türkiye’de film yapmak zor, ilk filmini yapmak daha<br />

da zor<br />

Albüm’ün hikayesi ne zaman başladı?<br />

Aslında senaryoyu 2012’de yazdım. Finansman<br />

için uzun süre bekliyorsunuz. Ana akım, ticari bir iş<br />

yapmıyorsanız kimse size para falan vermiyor.<br />

Senaryoyu yazdıktan sonra süreç nasıl ilerledi?<br />

Senaryoyu yazdıktan sonra birçok yapım marketi ve<br />

atölyeye katıldık. Senaryonun evrensel bulunması<br />

işimize epey yaradı. Önce Nantes’a gittik. Fransa’da<br />

bir “3 Kıta Festivali” vardır, çok da iyi bir festivaldir.<br />

Latin Amerika, Asya ve Afrika filmlerine adanmıştır.<br />

Bu festival aslında birçok önemli yönetmenin<br />

Avrupa’da filmlerini ilk kez gösterdikleri yerdir.<br />

Burası bizim için güzel bir başlangıç oldu. Akabinde<br />

İstanbul Film Festivali’nin ortak yapım atölyesi<br />

“Köprüde Buluşmalar”da önemli ödüller kazandık.<br />

Filmi finanse etmek uzun zaman aldı açıkçası.<br />

Bu zaman zarfında senaryoda önemli değişlikler<br />

oldu mu?<br />

Hayır, bir kere değişti senaryo. Onun dışında


ZOR,<br />

DA ZOR!<br />

ÜMİT ÜNAL


yüzde doksan aynı kaldı. Prodüksiyonun tam<br />

manasıyla içimize sinmesini bekleyip yeterli<br />

şartlara erişebilmek için uzunca bir süre beklemek<br />

zorunda kaldık.<br />

Kara-komedi Türkiye’de pek sık<br />

rastladığımız bir tür değil, bu yüzden<br />

anlaşılması zaman almış olabilir mi?<br />

Yaptığımız mizah dünya için çok özgün<br />

değil, Avrupa’da çok yaygın. Kuzey<br />

Avrupa’da, İskandinav ülkelerinde mesela,<br />

çok da evrenseldir. Amerika’da, Fransa’da,<br />

Romanya’da da bunu yapan yönetmenler<br />

çok var. Türkiye’de nedense, -benim de çok<br />

garipsediğim bir şey- pek fazla örneği yok.<br />

2000’lerin başında yapılan “Fasülye” filmini<br />

zikredebilirim mesela örnek olarak. Birseysel<br />

çabalarla sınırlı kaldı.<br />

Bir sinefil olmanızın da getirdiği referansla<br />

filminizde JacquesTati’den<br />

RoyAndersson’a uzanan geniş bir yelpazeden<br />

yönetmenlerin sinemasından<br />

esintiler görüyoruz.<br />

Evet çok fazla var. Bu isimlerin yanı sıra<br />

Corneliu Porumboiu, Cristi Puiu, Aki Kaurismaki,<br />

Pierre Etaix bu film özelinde isimlerini<br />

anabileceğim diğer yönetmenlerden birkaçı.<br />

Filminizin önemli bir parçasını oluşturan<br />

“bürokrasi meselesi” ve etrafında gelişen<br />

diyaloglar çok sahici. Doğup büyüdüğünüz<br />

Akshisar’daki gözlemleriniz filme ne kadar<br />

yansıdı?<br />

Yansıdı elbette. Babamın doktor olmasından<br />

ötürü diğer devlet memurları ve kurumlarıyla<br />

ilişkisi çok yoğundur. Zaten küçük yerlerde<br />

herkes bir aradadır. Bende küçük yaşlarımdan<br />

beri bu mekanların hepsine aşinayım.<br />

Liseyi okumak için İzmir’e gittim daha sonra<br />

İstanbul’a geldim. Taşrada daha fazla hissediliyor<br />

belki ama İstanbul’da da aynı şey var. Bir<br />

film yapmak bile bürokratik bir iş maalesef<br />

Türkiye’de… Salt Akhisar’la sınırlı olmamak<br />

üzere diyaloglar benim deneyimlere dayanır.<br />

Peki evlat edinme meselesi?<br />

Daha evvel evlat edinmiş arkadaşlarım vardı<br />

ve onların yaşadıkları trajedileri bilirim. Bu<br />

konuyu araştırdığım zaman tahminimden daha<br />

büyük boyutları olduğunu da öğrendim. Birçok<br />

hikaye dinledim. Hikaye, tüm bunlarla örüldü.<br />

Tüm bu trajedinin içinde kahkahalar<br />

atılmasını neye bağlıyorsunuz?<br />

İnsanların gülmesini sağlayan şey, etraflarında<br />

gördükleri insanlara çok benziyor olmaları.<br />

Diyalogları da çok özenerek yazdım. Ben mesela<br />

kişisel olara büyük diyaloglar dinlemeyi seven bir<br />

insan değilim. En kırılma anlarında büyük edebi<br />

kelamlar edilmesini –çok iyi örnekleri olmakla birlikte-<br />

sevmem. Bu yüzden bu filmde boş, alelade hatta<br />

sıkça hiç konuşulmayan anlar var. Bunlar üzerine<br />

bir şey yapmaya çalıştım. İnsanlara komik geliyorsa<br />

ne mutlu bana.<br />

Gelelim oyuncu performanslarına…<br />

Başrollerden figürasyona herkesin rolünü çok<br />

büyük bir ciddiyetle yaptığına şahit olduk. Bu<br />

durum elbette filme inanılmaz bir inandırıcılık<br />

katıyor. Oyuncularla nasıl bir hazırlık süreci<br />

geçirdiniz?<br />

Çok prova yaptık. En arkada ufacık görünen bir<br />

figürasyon bile çok kıymetli. Cast direktörümüz<br />

Kutay Sandıkçı çok güzel bir ekibi bir araya getirdi.<br />

Birlikte seçtik özellikle yan oyuncuları. Kutay<br />

aslında cast direktörü olmamasına rağmen –çocuk


oyuncu koçluğu yapıyor, Bal ve Sivas filmlerinde<br />

yapmıştı- bunu yapabileceğine inanıyordum.<br />

Gözü de çok kuvvetlidir. Gerek amatör, gerek<br />

mahalli, gerekse İstanbul’da İstanbul’da tiyatrolarda<br />

oynayan oyuncularımızla rolleri fark etmeksizin<br />

aylarca prova yaptık. Yüzlerce kez aynı<br />

sahneleri tekrarladık. Ben de çok deneyimli bir<br />

oyuncu yönetmeni olmadığım için –daha önce 2<br />

kısa film yaptım ama diyalog dahi yoktu- çok provayla,<br />

sınırlı bir film stoğuyla üstesinden gelmeye<br />

çalıştık. Ne kadar mahir olduk bilmiyorum.<br />

Filminizi 2012 yılında kaybettiğimiz yönetmen<br />

Seyfi Teoman’a adadınız. Kendisinin sizin<br />

sinemacı kimliğiniz üzerinde nasıl bir etkisi<br />

oldu?<br />

Seyfi benim için sinemacı kimliğinden öte bir<br />

dost olarak da çok kıymetliydi. Sıkça tavsiyelerine<br />

başvurduğum, bir nevi abimdi. Tuhaf bir<br />

şekilde, Kayseri’de filmin çekimlerini yaptığımız<br />

yerin hemen 150 m yanındaydı mezarı. Sette de<br />

ziyaret ettim tabiî ki. Seyfi, bu filmin hikayesini<br />

anlattığım ilk insanlardan biriydi. O da Evliya filminin<br />

hazırlıklarını yapıyordu o dönemde. O hafta<br />

çarşamba için sözleşmiştik, pazartesi kaza oldu.<br />

Hayatıma çok temas etmiş birisiydi. Bu acı hiç<br />

dinmeyecek. İlk filmimi de o atfetmek, bu şekilde<br />

anmak istedim.<br />

Albüm bu yıl Cannes’da bizi temsil eden<br />

tek uzun uzun metrajlı filmimiz oldu.<br />

Eleştirmenler tarafından ödüllendirildi. Neler<br />

hissetiniz?<br />

Cannes’a gitmiş olmak kıvanç vericiydi.<br />

Dünyanın en büyük film festivalinde ilk filmimle<br />

bulunmak daha da onur vericiydi benim için.<br />

Güzel yorumlar aldı. Çok farklı coğrafyalardan<br />

–Latin Amerika, Asya, Japonya- sinema<br />

eleştirmenleri tarafından yorumlar aldık. Fransa<br />

basınında çokça yer aldık. Daha önce yazılarını<br />

takip ettiğim sinema yazarlarının film hakkındaki<br />

teveccühünü duymak çok kıymetliydi.<br />

Albüm’ün yurt dışındaki festival yolculuğu<br />

devam edecek mi?<br />

Evet, yakın zamanda Kudüs ve Saraybosna’dan<br />

ödüller aldık. Türkiye’deki ilk gösterimimizi<br />

ise Adana’da yaptık. Sırada Varşova,<br />

Bogota, Stockholm, Sevilla, Selanik, AFI<br />

FEST Los Angeles, Taipei ve Rio gibi festivaller<br />

var. Çok yoğun bir şekilde tüm<br />

coğrafyalardagösterimlerimiz sürüyor. (Not; Albüm<br />

53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde<br />

de yarışıyor, röportajı yaptığımız sırada adaylar<br />

henüz açıklanmamıştı) Fransa’da vizyona<br />

girecek. Muhtemelen Türkiye’den 3 kat fazla<br />

kopya sayısı ile. Böyle evrensel bir şey oluşmuş<br />

olması benim için mutluluk verici.<br />

Türkiye’de vizyona girmesine de az bir zaman<br />

kaldı…<br />

Evet, 4 Kasım’da vizyondayız. Henüz net bir şey<br />

yok ama muhtemelen 20 kopya civarı olacak.<br />

Büyük şehirler dışında filmin çekildiği Antalya<br />

ve Kayseri’de ve kendi memleketim Akhisar’da<br />

vizyona sokmaya çalışacağım. Tekelleşeme çok<br />

malum. Umarım daha fazla yerde vizyona girer<br />

ama böyle bir durum var maalesef.<br />

Tüm bu yoğunluk arasında yeni bir filmin<br />

hikayesini düşünmeye fırsatınız oldu mu?<br />

Kafamda oluşan bir şey var. Ancak yazılmış bir<br />

şey yok henüz. Şu aralar takvim öyle yoğun ki,<br />

oturup nefeslenmeye bile vaktimiz olmadı. 2017<br />

yılının başlarında yazmayı 2018’in güzünde de<br />

çekmeyi planlıyorum.


MÜKEMMELİYETÇİ VE<br />

KARAKTERİSTİK<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

BIR YÖNETMEN<br />

n Aslı Özge,<br />

mükemmeliyetçi<br />

tutumuyla ve<br />

sinematografik<br />

kaliteye önem<br />

vermesiyle Türk<br />

sineması içerisinde<br />

farkını hissettiren<br />

bir yönetmen. Türkiye’nin popüler<br />

sorunlarına sırtına dayayarak meselesi<br />

üzerinden ödül avcılığı kovalayan<br />

birçok yönetmene kıyasla içerik<br />

kadar sinemanın görsel yapısı üzerine<br />

de kafa yorulmuş, yoğun bir ön<br />

çalışma yapılmış, detaycı, gözlemci<br />

ve kontrolün yönetmende olduğunu<br />

her anında hissettiren filmler yapan<br />

Özge, üç filminin de görüntü yönetmeni<br />

olan Emre Erkmen’le birlikte en<br />

az Nuri Bilge Ceylan – Gökhan Tiryaki<br />

ikilisi kadar karakteristik bir sinema<br />

diline sahip.<br />

2009’da İstanbul, Adana ve Ankara<br />

film festivallerinden en iyi film<br />

ödülüyle dönen Köprüdekiler ile<br />

çıkış yapan, 2013’te İstanbul Film<br />

Festivali’nde en iyi yönetmen ve en<br />

iyi görüntü yönetmeni(Emre Erkmen)<br />

ödülü alarak başarısını devam ettiren<br />

yönetmenin yeni filmi Auf Einmal,<br />

14 Ekim 2016’da Türkiye’de vizyona<br />

girecek. Festival izleyicisinin Nisan<br />

ASLI ÖZGE


ayında İstanbul Film Festivali kapsamında<br />

izlediği Auf Einmal, festivalin “Uluslararası<br />

Yarışma” bölümünden FIPRESCI, Berlin<br />

Film Festivali’nin Panorama bölümünden<br />

ise yüksek artistik kalitesi gerekçesiyle<br />

“Label Europa Cinemas” ödülüne layık<br />

görülmüştü.<br />

Uzun yıllardır hem İstanbul’da hem de<br />

Berlin’de yaşayan Özge’nin son filmi Auf<br />

Einmal, bu sefer Almanya’da geçiyor.<br />

Köprüdekiler’de alt sınıfı, Hayatboyu’nda<br />

ise üst sınıfı mercek altına alan Özge,<br />

Auf Einmal’da orta-üst sınıfı anlatıyor.<br />

Sinemamızda Deniz Gamze Ergüven’in<br />

Mustang’iyle başlayıp Hiner Saleem’in<br />

Dar Elbise’siyle devam eden ve ne yazık<br />

ki daha çok göreceğimize inandığım “film<br />

çektiği ülkeyi tanıyamama” sorunsalı ise<br />

elbette Özge’nin filmi için geçerli değil.<br />

Aksine Özge’nin bir röportajında söylediği<br />

şu cümlelerin “başka bir ülke hakkında<br />

film çekmek” isteyen her yönetmene defalarca<br />

altı çizilerek okutturulması şart:<br />

“Berlin ve İstanbul arasında uzun yıllardır<br />

sık gidip geliyorum. Ancak bir ülkede film<br />

çekebilmek için o ülkenin iç dinamiklerini,<br />

sistemini, kurumlarını, insanlarını<br />

iyi tanımak gerekiyor. Özellikle sistemi<br />

eleştiriyorsanız ve o toplum adına bir<br />

şeyler söylemek istiyorsanız oraya hakim<br />

olmak gerekiyor.”<br />

Köprüdekiler (2009)<br />

Köprüdekiler, İstanbul’un<br />

varoşlarında oturan ve her<br />

gün Boğaziçi Köprüsü’ndeki<br />

trafik sıkışıklığı arasında<br />

farkında olmadan hayatları<br />

kesişen çiçek satıcısı Fikret,<br />

dolmuş şoförü Umut ve trafik<br />

polisi Murat’ın hayallerine,<br />

umutlarına, isteklerine, maddi<br />

ve manevi çıkışsızlıklarına dair bir hikaye.<br />

Aslı Özge’nin filmin yapımına belgesel<br />

olarak başladığı ama daha sonra projeyi<br />

kurmacaya çevirdiği film, polis karakteri<br />

haricinde (Emniyet Müdürlüğü’nden izin


çıkmaması sonucu)<br />

diğerlerinin kendi hayatlarını<br />

oynaması , Emre Erkmen’in<br />

hayatın sıradanlığı<br />

içerisinde tüm detaylara<br />

hakim el kamerası, Özge’nin<br />

hayatında ilk defa oyunculuk<br />

yapan kişilerden çıkardığı<br />

doğal ve gerçekçi oyuncu<br />

yönetimi gibi detaylarla<br />

benzerlerinden farklılaşan<br />

ve derinleşen bir yapıya<br />

sahip. Belgesel tavrıyla<br />

çekilen kurmaca bir film<br />

olan Köprüdekiler’de üç hikayenin<br />

Alejandro Gonzalez<br />

Inarritu filmleri gibi birbirine<br />

bağlanacak hissiyatı yaratıp<br />

bunu yapmaması karakterlerin<br />

şehirdeki yalnızlıklarının<br />

altını daha net çiziyor.<br />

Neticede başka bir yönetmen<br />

muhtemelen hikayenin<br />

finalini dolmuş şoförünün<br />

çiçekçiye çarpması ve<br />

trafik polisinin olay yerine<br />

gelmesi şeklinde bitiririrdi<br />

ama hikaye aynı zaman –<br />

mekanı paylaşan karakterlerin<br />

hayatın akışı içerisinde<br />

sistemin sınırlarına<br />

çarpmaları ve kendi<br />

sınırlarını tanımaları üzerine.<br />

Bu yüzden film bittiğinde<br />

çiçekçinin hayatının sonuna<br />

kadar çiçekçilik<br />

yapacağını ve gezmek<br />

istediği her mekanda<br />

hırsız damgası yiyeceğini,<br />

dolmuş şoförünün karısıyla<br />

hiçbir zaman arzu ettiği<br />

eve çıkamayacağını, polisin<br />

tatilde anca köyüne,<br />

özlediği annesinin yanına<br />

döneceğini biliyoruz. Çünkü<br />

karakterlerin olanakları<br />

ve sınırları ötesine imkan<br />

tanımayacaktır.<br />

Hayatboyu (2013)<br />

Aslı Özge, ilk filminde ele aldığı<br />

maddi sıkıntılar ve eğitimsizlik<br />

yüzünden hayatlarında<br />

bir çıkışsızlık yaşayan alt<br />

sınıftaki insanların hikayesini,<br />

Hayatboyu’nda steril ve mükemmeliyetçi<br />

hayatları içerisinde<br />

çoktan boğulmuş olmalarına<br />

rağmen birbirlerini terk etmemek<br />

için bahaneler üreten<br />

üst sınıftan modern bir çiftin<br />

çıkışsızlığına transfer ediyor.<br />

Hikaye farklı, sosyal sınıflar<br />

arasında uçurumlar var ama<br />

insanların içinde bulunduğu<br />

tıkanıklık ve ayakta<br />

kalma mücadelesi<br />

“hayatboyu”<br />

devam ediyor. Gri<br />

ve mavi tonların<br />

yoğunlukta<br />

olduğu bir<br />

renk skalası<br />

eşliğinde metalin<br />

ve camların<br />

her köşesini<br />

kapladığı, minimalist bir<br />

tasarımla döşenmiş dar odaları<br />

ve merdivenleriyle dolu bir evde<br />

yaşayan, 50’li yaşlardaki evli<br />

iki karakterin hikayesini anlatan<br />

Hayatboyu’nda tasarımı<br />

üzerine bu kadar düşünülmüş<br />

ve özenilmiş olan ev, bir nevi<br />

film içindeki üçüncü ana karakter<br />

konumuna yerleşiyor. Çiftin<br />

arasındaki klostrofobik ilişkiyi<br />

sonuna dek hissettiren evin<br />

mimari yapısı, ikilinin birbirinden<br />

daha kolay saklanmasına<br />

ve sorunlarını görmezden<br />

gelmesine olanak sağlıyor.<br />

Evin içerisinde yoğun şekilde<br />

bulunan camlar ise izleyinin<br />

içeriyi röntgenlemesi için<br />

tasarlanmış gibi gözüküyor.


Zaten Erkmen’in oldukça detaylı<br />

ve hesaplı, sanatla doğrudan<br />

ilişki kuran sinematografik tercihleri,<br />

mimar ve ressam olan<br />

çiftimizin sanatsal algılarına,<br />

zevklerine, renklerine ve bakış<br />

açılarına göre şekilleniyor.<br />

Mükemmeliyetçi bir şekilde<br />

tasarlanmış evde mükemmel bir<br />

hayat süremeyen çiftin yaşadığı<br />

sıkışmışlık hissini yaratan dar<br />

açılı objektif kullanımı, ana<br />

karakterin deprem bölgesi<br />

Van’a gitmesiyle birlikte yerini<br />

çoğunlukla geniş açılı objektiflere<br />

bırakıyor. Kameranın pan<br />

ve tilt haricinde herhangi bir<br />

hareket yapmaması, her biri<br />

özenle seçilmiş sabit ve uzun<br />

planlardan oluşması, olayları<br />

sadece gözlemci olarak izlememize<br />

olanak sağlıyor. Karakterlerin<br />

kırılma anını simgeleyen<br />

deprem sahnesinde olduğu gibi<br />

onların yaşamadığı, görmediği,<br />

duymadığı, hissetmediği<br />

hiçbir şeyi izleyicinin deneyimlemesine<br />

izin vermiyor<br />

yönetmen. Köprüdekiler’in<br />

tam zıttı. Böylelikle Özge’nin<br />

Köprüdekiler’deki “Ömür boyu<br />

çiçekçilik mi yapacaksın?”dan<br />

Hayatboyu’nda “Avokado<br />

aldın mı?”ya varan yaşamların<br />

zıtlığından birbirini tamamlayan<br />

bir İstanbul portresi ortaya<br />

çıkıyor.<br />

Auf Einmal (2016)<br />

Üçüncü filmi Ansızın / Auf<br />

Einmal’ı Almanya’da, Almanca<br />

ve Alman oyuncularla çeken<br />

Özge, bir parti sonrasında<br />

son misafiri beklenmedik bir<br />

şekilde ölen ve polisin gözünde<br />

şüpheli şahıs durumuna düşen<br />

Karsten’ın giderek yalnız


ırakılmasını ve buna bağlı olarak<br />

dönüşümünü orta-üst sınıfa dair eleştiriler<br />

getirerek anlatıyor. İlk yarısındaki pasifliği<br />

ve ikinci yarısındaki aktifliği aynı derecede<br />

sinir bozucu olan anti-karakter<br />

Karsten’in içsel yolcuğunu bir nevi<br />

Hamlet öyküsü olarak okumak mümkün.<br />

Tıpkı Hamlet gibi güçlü bir babanın oğlu<br />

olarak konformist bir hayat yaşayan<br />

Karsten’in başına gelen olaylarla birlikte<br />

çevresindeki insanların iki yüzlülüğüne<br />

şahit olmasına aktifle pasifin, güçlüyle<br />

güçsüzün yer değiştirdiği bir kurgu çerçevesinde<br />

tanık oluyoruz. Alman ortaüst<br />

sınıf bir aileyle işçi sınıfından gelen<br />

Rus bir ailenin karşı karşıya geldiği hikayede<br />

statükonun, egonun, sistemin<br />

insanları nasıl değiştirdiğini gözlemlerken<br />

Erkmen’in kırmızı, sarı ve kahverengi<br />

tonları arasında seyreden sinematografik<br />

çalışmasının zirvesine şahit oluyoruz.<br />

Öyle ki, filmin Berlin’de “yüksek artistik<br />

kalitesi” sebebiyle kazandığı “Label Europa<br />

Cinemas” ödülünün ne olduğunu<br />

bilmesek bile filmi izledikten sonra<br />

ödülün veriliş sebebini çok net anlıyoruz.<br />

Hayatboyu’nda ana karakterin kırılma<br />

anını simgeleyen deprem sahnesi ise burada<br />

yerini Karsten’in etrafı dağlarla çevrili<br />

alanda Alman bayrağının bulunduğu<br />

zirveye çıkması ve ardından kendini<br />

ormanlık alana kapatması olarak vuku buluyor.<br />

Hikayeyi başta Türkiye’de çekmeyi<br />

düşünen ama sonra Almanya’da çekmeye<br />

karar kılan Özge, böylelikle gücün,<br />

statükonun, baskıların, ötekileştirmenin<br />

evrenselliğine de dikkat çekmiş oluyor.<br />

Üstelik bunu öyle sinema dili yüksek bir<br />

anlatımla gerçekleştiriyor ki, teklif geldiği<br />

takdirde birinci sınıf Hollywood prodüksiyonu<br />

yönetebilecek kalibrede bir yönetmen<br />

olduğunu gözler önüne seriyor.


BÜYÜK BUDAPEŞTE OTEL<br />

AYŞE TEYZEYE<br />

AÇIYOR!<br />

BERİL ATEŞOĞLU<br />

B: Büyük Budapeşte<br />

oteli Ayşe teyze, ben<br />

çok severim bakalım<br />

beğenecek misin.<br />

A: Belgeselse severim.<br />

Belgesel???<br />

Budapeşte otelini anlatan bir belgesel<br />

mi? Neden olmasın tabi ama değil maalesef.<br />

Hevesimi ilk andan kursağımda<br />

bıraktı.<br />

B: Belgesel değil ama ben yine de<br />

seveceğini umuyorum.<br />

A: Hımmm ütüyü kursam mı ben filmi<br />

izlerken?<br />

Tabi ya istersen banyo yap Ayşe teyze<br />

Nasıl olsa bu belgesel değil zavallı bir<br />

film. Zaten Wes Anderson ev işleri ile iyi<br />

gider diye pazarladı bu filmi.<br />

B: Şöyle yapalım sen otur ben bir çay<br />

koyayım.<br />

Bu fikri hoşuna gitmesede ütü<br />

yaptırmayacağımı anladı, pek sesini<br />

çıkarmadan izlemeye başladık.<br />

A: Zubrowka nerede? Vallahi ilk defa duydum<br />

cahilliğime ver.<br />

B: yok zaten öyle bir ülke kurgusal hayali


İ KAPILARINI yani.<br />

Yerim ya Ayşe teyzeyi:)) itiraf<br />

edeyim ilk izlediğimde ben de bir<br />

düşündüm nerede burası diye ve<br />

tabii Google sağ olsun kurmaca<br />

olduğunu öğrendim ama ben<br />

Ayşe teyze kadar dürüst insanlara<br />

soramadım rezil olurum diye.<br />

Aramızdaki küçük farklardan biri.<br />

A: ayyy bu benim oğlan, çok<br />

beğeniyorum ben bu çocuğu pek<br />

bir temiz yüzlü.<br />

Jude Law dan bahsediliyor şu an<br />

hemen anlarım tam Ayşe teyzenin<br />

tipi. Jude Law sayesinde otelin<br />

hikayesini merak etmeye başladı<br />

Ayşe teyze, bir de üzerine Hama’mı<br />

andıran Arap banyosunu görünce<br />

gözleri açıldı. Sıfır Mustafa diye<br />

Türkçeleştirilmiş kahramanımızdan<br />

ben Zero olarak bahsedeceğim.<br />

Zero’nun yaşlı hali, onun gibi yaşlı<br />

görünen otelinde hikayesini anlatmaya<br />

başladı...<br />

İyilerin gerçek iyi, kötülerinde gerçek<br />

kötü olduğu bir film bu sonuçta<br />

tam bir masal gibi. Bu filmin<br />

kıssadan hisse bölümünü hep<br />

düşünmüşümdür ve dürüst olmak<br />

gerekirse bir türlü de bulamadım<br />

Ayşe teyzeye izletmek istememin<br />

esas sebebi de bu. Filmimize<br />

Mösyö Gustave’ın girmesiyle<br />

ortalık şenlendi.<br />

A:Kontes bildiğin aşık bu adama.<br />

B: Aşk ne sence?<br />

A: Görmüyor musun?<br />

B: Neyi?<br />

A: bu adam bu kadınları Nasıl<br />

aşık ediyor kendine anlatıyor işte.<br />

İhtiyaç diyor. Aşk ihtiyacın olanı<br />

bulmak değil mi? Kadınlarında<br />

genel ihtiyacı ilgi hele de belli bir<br />

yaştan sonra sadece ilgi! Bu otel<br />

niye böyle pembe?<br />

B: Aşktandır belki?<br />

Kadın çözüyor arkadaş, yapa-


yapacak bir şey yok. Ben onca Zaman sanat<br />

yönetmeni tam bir harika diye izledim filmi<br />

Ayşe teyze renk analizi yapıyor, aşk analizi<br />

yapıyor... Sonradan sarı olması da bu sebepten<br />

o Zaman!! Ampuller yanıyor bende. Zero<br />

ile Gustave’ın arasındaki enteresan ilişkide<br />

gelişiyor bu sırada Kontes’in ölümüyle ilk<br />

seyahatlerine çıkıyorlar.<br />

A: Bu adam tam bir sefa p..gi şampanyasız<br />

parfümsüz adım atmıyor. İşini iyi yapıyor ama<br />

hakkını yiyemem.<br />

Trende Gustave’ın Zero’yu korumak için yumruk<br />

yediği sahneyi bir ayrı severim, sessizce<br />

izledi Ayşe teyze de yüzünde hoş bir tebessüm,<br />

bu dostluğu onayladı belliki. Yumruk<br />

seansı Kontes’in vasiyeti açıklanınca tekrar<br />

başladı Kontes’in oğlu Dimitri namı değer<br />

Adrian Brody Gustave’a bırakılan değerli<br />

tabloyu vermek istemiyor ve yumrusunda<br />

esirgemiyor bu sefer onu Zero koruyor o<br />

da yumruğunu esirgemiyor ve hayatımda<br />

duyduğum en güzel soyadına sahip olan<br />

insan giriyor devreye, Willem DAFOE!!!!<br />

Daefüü diye okunuyor olsa gerek ve hangi<br />

ismin arkasına gelirse gelsin bir hava katıyor.<br />

Kovalamacamız başlıyor!! Ayşe teyze soluksuz<br />

izliyor olanları ta ki!!<br />

A: Tablo tablo dedikleri bu mu? Eli yamuk<br />

elma tutan velet mi? Parmakları sana benziyor<br />

bak!<br />

B: biliyorum!<br />

A: kıh kıh kıh!!!<br />

Gustave’ın Kontes’in katili olması iddiası ile<br />

Gustave kendini hapiste buluyor. Bu sırada<br />

Mendl’s ın güzel kızı giriyor.<br />

A: ayyy Beril bu filmde herşey bir acayip,<br />

pasta bile bir yampiri yumpiri. Kızın suratında<br />

ne var öyle?? Zero da bıyıklarını kalemle<br />

çiziyor iyi iyi güzel çift olur bunlardan. Kıh kıh<br />

kıh<br />

Evet Wes Anderson ve sanat ekibi gerekli<br />

eleştirileri aldıysa filme devam edelim.<br />

Hapis kısmında Ayşe teyze mutfağa gitti!<br />

A: tamam işte kaçacak biliyorum, sen izle ben<br />

şu çayın suyunu koyup geliyorum.<br />

Artık alıştım yadırgamıyorum neyse ütüden<br />

yırttık. Ayşe teyzenin de dediği gibi Gustave


hapisten kaçıyor ve onun Zero karşılıyor.<br />

A: Sıkıldım ben sonuna sarsana!<br />

Yok artık! İlk defa böyle birşey söylüyor!<br />

Filmi durdurdum.<br />

B: o kadar mı sevmedin filmi? Neden ya?<br />

A: sonu belli, başı belli merak etmedim.<br />

Ne anlatıyor yani bunlar? İyiler var kötüler<br />

var sonunda iyiler kazanacak. Al ben<br />

sana söyleyeyim sen de boşuna izleme!<br />

Ayşe teyzenin niye bu filmi sevmediğini<br />

anladım!!! Bir 5 dakika boş boş baktıktan<br />

sonra çözdüm. Bu filmde kimsenin bir<br />

hayali ya da bir tutkusu yok. Hayali<br />

olmayan insanlar Ayşe teyzeye hiç cazip<br />

gelmiyor. Dediği gibi bu film iyi ve<br />

kötünün görsel bir şöleni. Renkleri,<br />

kostümleri, karakterleri herşey kusursuz<br />

ama gerçekten bir ruhu yok.<br />

Keyifli bir seyirlik, hayatınızda birşey<br />

değiştirmeyen filmlerden yani. Her<br />

film hayatta birşeyler değiştirmeli mi?<br />

Tartışmasına girmeden bunun bir seçim<br />

olduğunu söyleyerek noktalayayım. Filmi<br />

kapattım!<br />

B: haklısın Ayşe teyze bu filmde değişen<br />

dönüşen hiç birşey yok, otel hariç!<br />

A: renkler falan güzel, oyuncuları da<br />

sevdim ama sonunu tahmin edebildiğim<br />

filmleri sevmiyorum ben hele bu film çok<br />

belli neler olacağı.<br />

Bu filmi Ayşe teyze ile izleyene kadar<br />

çok sever hatta herkesede önerirdim.<br />

Bazen renkler, oyuncular, geçirilen keyifli<br />

zaman gözümü boyuyor demek ki. Her<br />

film birşey anlatmak zorunda mı? Bu<br />

soruya hala bir cevabım yok ama farkettim<br />

ki Büyük Budapeşte oteli bir çocuk<br />

filmi basitliğinde senaryosuyla bizim<br />

gözümüzü boyamayı başarmış. Ayşe<br />

teyze gözlerimi açtı. Yine de bu filmi ilk<br />

izlediğimde çok sevdim ve gayet keyif<br />

aldım, üzerine hiç düşünmemiştim. İlk<br />

defa bir filmi tamamlayamadık ve Ayşe<br />

teyze beğenmedi. Hayali olmayanları<br />

sevmiyoruz bir kez daha anlamış olduk:))<br />

Ayşe teyze sevsen de sevmesen de her<br />

filmim de varsın!!!


BALKAN SİNEMASI<br />

HÜZNÜN VE KOMEDİNİN<br />

MUHTEŞEM UYUMU


Balkanlar’ın insanları oldukça<br />

sıcak ve bir o kadar<br />

da rahattırlar. Bu durum,<br />

dünya görüşü anlamında<br />

bize çok sirayet etmemiştir<br />

belki ama sineması kesinlikle<br />

yüzümüzde bir<br />

gülümseme, dilimizde<br />

yumuşak bir tat bırakır.<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Avrupa’nın<br />

Güneydoğu kısmında<br />

yer alan, hatta bazı<br />

ülkelerin Balkan<br />

Yarımadası’nda yer almalarına rağmen<br />

Balkan yerine bu ismi tercih ettiği,<br />

birbirine yakın ama bir o kadar da uzak,<br />

Hababam Sınıfı’ndaki unutulmaz replik<br />

gibi 100-150 tane değil sayıları 12<br />

tane olan devletlerdir Balkan Devletleri.<br />

Genellikle isimlerini hava durumlarından<br />

bize doğru gelen soğuk hava dalgası ile<br />

duyarız, çoğu zamanda bazı savaşların,<br />

katliamların yıldönümlerinde. Tüm<br />

bunların aksine ise Balkanlar’ın insanları<br />

ve başka ülkelere göç edenleri, oldukça<br />

sıcak, eğlenceli ve bir o kadar da<br />

rahattırlar. Bu durum, siyaseten ya da<br />

dünya görüşü anlamında bize çok sirayet<br />

etmemiştir belki ama sineması kesinlikle<br />

yüzümüzde bir gülümseme, dilimizde<br />

yumuşak bir tat bırakır. En hüzünlü<br />

olanları bile...<br />

Balkan sineması, İtalya ve Fransa gibi<br />

ülkelerin başını çektiği, daha popüler<br />

olan Avrupa Sineması’ndan bile daha<br />

gerçek ve daha güçlü hikayeler barındırır.<br />

Senaryolarda abartıya çok az denk gelir,<br />

fantastik öğelere neredeyse hiç<br />

rastlayamazsınız. Coğrafyanın yıllara<br />

dayanan o yükü, kaosu ve yaşadığı bütün<br />

olayları omuzlarında taşıdığını filmlerden<br />

de hisedersiniz. Genelde yoksul kesimin,<br />

daha doğrusu Avrupa’nın en yoksul<br />

kesimlerinin insanlarının hikayesi<br />

işlendiğinden bu duygular zirvededir.<br />

Yunanistan ve Türkiye gibi sınırları nispeten<br />

Balkan sayılan ülkelerin sinemaları<br />

farklılık taşıyabilir ama özellikle savaşı<br />

gören ülkelerin sinemalarında bu ağırlık<br />

fazlasıyla hisssedilmektedir. Hal böyle<br />

olunca da güçlü senaryoların, hayatın<br />

içinden dediğimiz türden karakterler ile<br />

önümüze gelmesi kaçınılmaz. Burada<br />

garip olan duygu ise şu; İlk paragrafta da<br />

bahsettiğim üzere, en hüzünlü, en dramatik<br />

(ki çok güçlü oluyorlar) filmlerde<br />

bile, izlendikten sonra güzel bir hava<br />

yakalamak. Bölge insanının o sıcaklığı,<br />

o mimik ve jestlerinde bile olan yakınlığı<br />

sanırım perdeye de yansıyor. Tabii bunu<br />

gayet yerinde kullanabilen yönetmenler<br />

de olunca kat sayısı çok daha yukarılara<br />

çıkıyor.<br />

Bu hüzünlü hikayelerden Balkan<br />

Sienması’na özgün bir mizah anlayışı,<br />

trajikomik olaylar ve açıkça bir kara komedi<br />

elde edildiğini de söylemek mümkün.<br />

Hayatı hiç ciddiye almayan, savaşlar<br />

görmüş ama inancını yitirmemiş ve oldukça<br />

güçlü kalabilen bu insanlardan da<br />

başka bir durum beklenemezdi zaten.<br />

Sinemasının en güçlü yanlarında da bunlar<br />

kullanılmakta ve eğlenceli bir hüzün<br />

bizleri kaplamakta. Bunları dediğimde<br />

akla hemen Çingeneler Zamanı gelecektir.<br />

Para yoktur, gelecek yoktur ve daha<br />

da kötüsü geleceğe dair en ufak umut<br />

yoktur ama herkesin yüzü güler, türlü<br />

sakallıklar olur ve son derece eğlenceli<br />

hayatları vardır. İşte bu durumdan bu<br />

mizahı çıkarabilmekte ancak bu bölge ve<br />

onun yönlendirdiği sinemada olur. Yeri


gelmişken, tam da bu noktada müzikten<br />

bahsetmek gerekiyor kesinlikle. En<br />

dramatik, iç parçalayan anlardan, bu<br />

bahsettiğimiz eğlenceli anlara kadar<br />

en favori sahnelerinizi düşünün, sonuç<br />

olarak hemen hepsinin vurucu bir müziği<br />

olduğunu hatırlayacaksınız. Bu noktaya<br />

kadar anlattıklarımın hepsi, o karmaşadan<br />

harika filmler çıkarmak tıpkı bir müzik<br />

gibi, müziğin ahengi gibi olsa gerek. Nasıl<br />

değişik enstrümanlardan harika bir kolaj<br />

ortaya çıkarılabiliyorsa, enstrümanlar<br />

yerine duyguları kullanarak da bu ortaya<br />

çıkabilir. Müzik, bütün bir coğrafyayı, tüm<br />

hissiyatı ile bizlere aktarıyor. Bölge insanı<br />

ve sineması için de adeta bir nefes görevi<br />

üstleniyor. Yine Çingeneler Zamanı’ndan<br />

örnek vermek gerekirse; Perhan’ın isyan<br />

edip kendini alkole vurduğu ve zil zurna<br />

sarhoş olduğu sahne, hem bütün bir<br />

hüznün sahnesidir, içimizi dağlar, hem<br />

de trajikomik bir atmosfer ve melodiler<br />

sayesinde içimiz biraz kıpırdar. Yazının<br />

bütününe ve Balkan Sinemasına bakınca<br />

da karşımıza çıkan tam olarak bu güzel<br />

karışımdır.<br />

Yugoslavya’nın dağılmasından sonra,<br />

her ülkenin kendi özünü bulmasından<br />

mıdır bilinmez çok daha başarılı örnekler<br />

çıkarmaya başlayan Balkan Sineması,<br />

özellikle 2000’li yıllara girildiğinde Romanya<br />

ile epey atıım gerçekleştirmiş<br />

ve hatrı sayılır başarılar elde etmiştir.<br />

Bazı ülkelerin de savaşın izlerini silmesi,<br />

kendi düzenlerini en baştan kurma<br />

çabaları ve bocalamaları da sinemalarını<br />

derinden etkilemiştir. Nasıl ki bütün<br />

dünya sineması dönüp dolaşıp Hitler ya<br />

da II. Dünya Savaşı filmleri yapmakta<br />

ve biz daha ne çıkabilir dedikçe yaratıcı<br />

örnekler sunmakta ise Balkan sineması<br />

da yaşadığı baskıları, savaşları, rejimleri<br />

ve yoksulluğu çok konu edinecektir.<br />

Bunların içinden de yaratıcı olanları ya<br />

da baskının hafiflemesi ile daha önce<br />

söylemek isteyip de söyleyemediklerini<br />

dile getiren yönetmenler olacaktır. Kendimize<br />

de oldukça yakın bulduğumuz bu<br />

coğrafya ve sineması eminimki bizi etkilemeye<br />

de fazlasıyla devam edecek, hüznün<br />

içinde en sıcak gülümsemeleri perdeye<br />

ya da evlerimize getireceklerdir. Şimdi<br />

harika Balkan filmlerinden 2000’li yıllara<br />

damga vurmuş birkaç tanesini tekrar bir<br />

hatırlayalım;<br />

No Man’s Land – 2001<br />

Bir Boşnak ve Bir Sırp askeri hattın tam<br />

ortasında karşılıklı kalmışlardır. Bir süre


sonra muhabbet etmeye, birbirini anlamaya<br />

bile başlarlar. Kendilerine öldür<br />

emri verilmiştir ama neden, kim için?<br />

Bunu sorgulamaya başlarlar ve trajikomik<br />

hikayemiz de böyle ilerler. Tanovic’in<br />

ustalığı ile daha da şiddetlenen kalite sonucunda<br />

bizi sinemasal bir şölen bekler.<br />

Sonuç ise kesinlikle savaşın anlamsızlığı.<br />

Hatta aralarına katılan diğer bir asker ile<br />

konu evrensel boyutlara ulaşır ve film de<br />

başyapıt seviyesine.<br />

4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile – 2007<br />

Totaliter ve baskılardan oluşan Çavuşesku<br />

döneminde geçen hikaye, son yılların en<br />

başarılı ve takip edilesi yönetmenlerinden<br />

Christian Mungiu imzaı taşıyor. Böylesine<br />

zor bir dönemde, kürtajın yasak ve büyük<br />

suç kabul edildiği bir yerde istemediği bir<br />

çocuğa hamile kalan bir kadın üzerinden,<br />

iktidarın ülkeye yaşattıkları da konu ediliyor.<br />

Oldukça gerçekçi olan film, müzik<br />

kullanım tercihi ve doğal oyuncuları ile de<br />

etkisini artırıyor.<br />

Mandariinid – 2013<br />

Aslında No Man’s Land’in hikayesine<br />

benzeyen bir senaryosu var filmin. Gürcü<br />

Abhaz savaşı sırasında bir çatışma sonucu<br />

yaşlı Ivo iki askeri tedavi amacı<br />

ile evine alır. Düşman olan bu isimler,<br />

iyileşmeye başladıklarında daha birbirilerini<br />

tanımadan, sadece öğrendikleri<br />

yüzünden saldırmaya kalkarlar. Burada,<br />

benzer konulu diğer filmlerden fark, anlama<br />

sürecinin başka bir insana olan<br />

saygıları ve minnet borçları ile başlaması<br />

ve humaniste başlangıç kesinlikle en iyisi.<br />

Grbavica – 2006<br />

Savaş sonrası Saraybosna’da geçen film,<br />

babasının savaşta öldüğünü düşünen<br />

küçük kız ve onu her şartta büyütmeye<br />

çalışan Esma’nın hikayesini anlatıyor.<br />

Garsonluk yapan ve arada sırada rehabilitasyon<br />

gören Esma bir gün kızının<br />

babasının ölümü ile ilgili belge istemesi<br />

ile zor duruma düşer ve sır yavaş yavaş<br />

ortaya çıkmaya başlar. Savaşın yaralarını<br />

sarmak, artık Esma’nın düşündüğü tek<br />

dert değildir.<br />

Filantropica – 2002<br />

Bir okulda edebiyat öğretmenliği yapan<br />

Ovidiu, zar zor geçinmektedir ve şair<br />

olmanın hayallerini kurmaktadır. Bir gün<br />

şiir okuyan bir sarhoşun direktifleri ile<br />

hayırseverlerin olduğu bir kuruma gider<br />

ve olaylar burada başlar. İlk derdi para kazanmak<br />

ve şiirlere yönelmek olan Ovidiu<br />

bambaşka bir durumun ortasında kalır<br />

ve trajikomik hikayesi de start almış olur.<br />

Karakter odaklı sağlam bir yapım.


UZUN BİR<br />

ARADAN SONRA<br />

TEKRAR MERHABA…<br />

BURAK YARKENT<br />

n Tamamen elimde<br />

olan abuk sabuk sebeplerden<br />

dolayı uzun<br />

bir süre ara verdiğim<br />

yazılarıma başlamanın<br />

vermiş olduğu mutlulukla,<br />

Hollywood’dan hepinize selamlarımı gönderiyorum.<br />

Şaka bir yana 2 yıl geçmiş oturup da 2 satır<br />

birşeyler yazmayalı.<br />

O yüzden devrik cümle kurarsam, sürçü<br />

lisan edersem şimdiden affola ama bilin ki<br />

tecrübeliyim. Zamanla yazılara çeki düzen<br />

vereceğimden, önce yürümeye, sonra<br />

da koşmaya başlayacağımdan, kaldığım<br />

yerden, Hollywood’dan en son haberleri<br />

vermeye, en yeni filmler hakkında sizleri<br />

elimden geldiğince haberdar etmeye<br />

başlayacağımdan kimsenin şüphesi olmasın.<br />

Haydi bakalım, başlıyoruz…<br />

Pixar’ın “Finding Nemo”sunun izleyici ile<br />

ilk buluşmasından bu güne, dile kolay 14<br />

yıl olmuş. Tam 14 yıl sonra Pixar, 2003


Tamamen elimde<br />

olan abuk sebeplerden<br />

dolayı uzun<br />

bir süre ara verdiğim<br />

yazılarıma başlamanın<br />

verdiği mutlulukla,<br />

Hollywood’dan hepinize<br />

selamlar...<br />

yapımı “Finding Nemo” gibi bir efsanenin<br />

arkasından Dory’ı gönderme kararı almış.<br />

Finding Nemo’nun da yazar ve yönetmenlerinden<br />

olan Andrew Stanton ilk basamağı<br />

çok akıllı kullanarak ikinci basamağa adım<br />

atmış, fakat basamakları da birbirine çok<br />

yakın tutmuş.<br />

Stanton, Nemo ve Dory’ı, iki ayrı filmde,<br />

aynı sularda yüzdürmüş. Konu itibariyle, iki<br />

filmin sırtını da “aile ve arkadaş değerlerine<br />

verilen önem” kriterlerine yaslamış ve iki<br />

filmden tema olarak elde kala kala “aile<br />

fertlerini bulmak için denizlerde yolculuğa<br />

çıkan bir balık” kalmış.<br />

Yalnız şunu da söylemekte fayda var,<br />

Pixar’ın zirvesine gidebilecek bir yolda, her<br />

ne kadar kendine zarar veren bir parallelik<br />

gösterse de, Finding Dory izlemesi keyif<br />

alınabilecek bir film olmuş.<br />

Kısaca filmin konusuna gelince..<br />

Nemo filminden Dory karakterini<br />

hatırlamayanınız yoktur. Ellen DeGeneres’in<br />

sesiyle hayat verdiği, Albert Brooks’un<br />

seslendirdiği Marlin karakterine yardımcı<br />

roldeki, iyi niyetli, hafıza problemli mavi<br />

balık. İşte o iyi niyetli, hafıza problemli mavi<br />

figüran balık, bu filmde Marlin ve Hayden<br />

Rolence’nin seslendirdiği Nemo ile baş<br />

rolde.<br />

Dory, hafıza problemine rağmen, Diane<br />

Keaton’un seslendirdiği annesi ve Eugene<br />

Levy’in seslendirdiği babasının varlığını<br />

anımsar ve onları bulmak için yola çıkar.<br />

Dory’nin hafıza problemini iyi bilen Nemo<br />

ve Albert’ta bu macerada Dory’e yardım için<br />

ona katılırlar. Yolları denizcilik enstitüsüne<br />

düşen trio, önce Dory’nin eski arkadaşı,<br />

Kaitlin Olsen’in seslendirdiği Destiny<br />

isimli köpekbaliğina, daha sonra da Ed<br />

O’Neill’in seslendirdiği Hank isimli ahtapotla<br />

karşılaşırlar.<br />

Finding Dory, Pixar filmlerinin en önemli<br />

merkez özelliği olan “duygu”yu içinde çok<br />

yoğun bulunduran bir film olmuş. Her ne<br />

kadar bir animasyon olsa da, tüm izleyicilerin<br />

kendinden bir parça bulabileceği,<br />

tanıdık duyguları, sevinçleri, üzüntüleri


görebileceği, buluştukları ortak payda.<br />

Uzun zaman sonra kızlarıyla bir araya<br />

gelmenin mutluluğunu yaşayan anne ve<br />

babanın içinde bulunduğu duygu yüklü<br />

yoğunluk... Geçmişe gidip gelmeler…<br />

İzleyici ile filmi sürekli bir bütün halinde<br />

tutmaya yetiyor.<br />

Fazla gerilere gitmeye gerek yok, geçen<br />

senenin “İnside Out” filmini örnek alabiliriz<br />

mesela. En iyi Pixar filmleri çocuklara ve<br />

yetişkinlere hitap eden şekilde iki kademeden<br />

oluşuyor. Filme bu noktadan bakacak<br />

olursak, çocuklara hitap eden bir film<br />

olduğunu, yalnız yetişkinlerin de filmden<br />

keyif alabileceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />

Fakat filmin “Toy Story” kıvamında her<br />

yönüyle daha zengin bir film olmadığını da<br />

söylemekte fayda var.<br />

Bunun sebeplerine gelince,<br />

İlk olarak, filmin Finding Nemo filmine fazla<br />

yakın olduğu söylenebilir. İkinci olarak<br />

ise, video oyunlarını andıran kovalamacalı<br />

aksiyon sahnelerinin fazlalığını söyleyebilirim.<br />

Başka biri olsa bu kadar laf etmezdim,<br />

yalnız işin ucu rezümesinde Wall-E (yönetmen)<br />

ve Toy Story (yazar) gibi iki önemli<br />

film olan Andrew Stanton’a dokunduğu<br />

zaman, izleyici biraz daha az anime<br />

düşünülmüş bir yapıt bekleyebiliyor.<br />

Filme görsel açıdan bakacak olursak, belki<br />

de Pixar’ın en güçlü filmi olduğunu<br />

söylebilirim.<br />

Çok renkli, parlak, ve tertemiz…<br />

Belki bizi “su” yanıltıyor olabilir ama<br />

yine de film 3 boyutlu, görsel bir ziyafetten<br />

ibaret. Seslendirmeler müthiş.<br />

Başrolde Ellen DeGeneres, ve Albert<br />

Brooks, yardımcı rollerde Diane Keaton,<br />

Eugene Levy, Ed O’Neill, Idris Alba, ve<br />

Dominic West kusursuz…<br />

Bir paragraph da “Piper” için…<br />

Tüm Pixar filmleri, önce gösteriler<br />

kısa fimler ile eşleştiriliyor. “Finding<br />

Dory” bir başarı, fakat gerçek kazanan,<br />

fotoğraf kalitesindeki görüntüsü ve<br />

müthiş lezzetli hikayesi ile “Piper”.<br />

İnanır mısınız, “Piper”in 7 dakikada<br />

başardığını, 95 dakikadan fazla bir<br />

sürede Finding Dory başaramamış dersem<br />

yalan söylememiş olurum herhalde.<br />

Amacım kesinlikle baş yapıtı küçük<br />

düşürmek veya başarısını gölgelemek<br />

değil, yalnız bazı zamanlarda aperatif<br />

gerçek yemekten de daha lezzetli olabiliyor.<br />

Bunu da unutmamak gerekiyor.<br />

Finding Dory, Finding Nemo sevenleri<br />

için büyük keyifle izlenebilecek, gerçek<br />

bir aile filmi. 2003 yılındaki Finding<br />

Nemo’yu izlemeyenler için, endişeye mahal<br />

yok, direk bundan başlayabilirsiniz..


SÜPER<br />

KAHRAMANLARIN<br />

RUS VERSIYONU<br />

n 2012 yılında Marvel Stüdyoları ile<br />

hayatımıza hızlı bir şekilde giren “Süper<br />

Kahraman Filmi” fikrini uygulamayan<br />

büyük şirket herhalde Hollywood’da<br />

kalmamıştır. “Hollywood” diye üzerine<br />

basarak söylüyorum çünkü bu “süper<br />

kahraman” çılgınlığı, Hollywood’dan<br />

sonra Rus sinemasına bulaşmış gibi<br />

görünüyor.<br />

Rusların uzun bir süredir üzerinde<br />

çalıştığı Guardians (Zaschitniki) filminin<br />

fragmanı internet üzerinden izleyici<br />

ile buluştu. Bir grup Sovyet<br />

süper kahramanının kendi topraklarını<br />

korumak için doğaüstü tehditlerle<br />

savaşmalarını konu alan Zaschitniki<br />

filminin fragmanında bana göre<br />

şüphesiz en gözalıcı sahne, elinde<br />

makinalı tüfek olan kurt kafalı birinin<br />

etrafına ateş etmesiydi.<br />

Fragmanda paylaşılan görüntülere<br />

göre Ruslar bu film üzerinde bayağı<br />

bir zaman harcamışlar, ama görünen<br />

o ki, masamızın üzerine daha önce<br />

Amerikan süper kahraman filmlerinde<br />

görmediğimiz yeni bir olguyu koyamayacak,<br />

süper kahraman dünyasını yerinden<br />

oynatamayacaklar. Yalnız elinde<br />

makinalı tüfek ile etrafa pervasızca ateş<br />

eden kurt kafalıyı izlemek herhalde ilginç<br />

olacaktır.<br />

Sarik Andreasyan’ın yönettiği ve Sebastien<br />

Sisak, Anton Pampuchniy, Sanzhar<br />

Madiev, Alina Lanina, Valeria Shkirando,<br />

ve Stanislav Shirin’in rol aldığı Zaschitniki<br />

Şubat 2017’de izleyici ile buluşacak.


HEY GİDİ<br />

KOCA<br />

DÜNYA…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

DİREN SİNEMA<br />

Kimse kendisi için<br />

festival yapmıyor, herkesi<br />

memnun etmek<br />

imkansız ama festivallerin<br />

misyonlarından<br />

birinin de arabulucu<br />

olmak ve aynı zamanda<br />

özgürlüğü savunmak<br />

olduğunu bir kez<br />

daha hatırlatalım!<br />

23. Adaba Film Festivali sona<br />

ermişken aklımda tüm festivallere<br />

ilişikin birikmiş<br />

düşünceleri de bu vesileyle ortaya<br />

koyayım dedim...<br />

Adana’da hepimizin dikkatini çeken<br />

şeylerden biri de basından gelen<br />

arkadaşların sayısı idi. Şu an için<br />

yazan, yazmayan, festivallere ya<br />

da sinema yazarlığına ucundan<br />

bucağından bulaşmış herkesin festivalde<br />

olmasıydı ki bu Adana Film<br />

Festivalini bu anlamda bir kez daha<br />

takdir etmemi sağladı. Ülkemizin geçtiği<br />

süreç herkesi değişik eleştiri ve destek<br />

platformlarına yönlendirdi. Benim bakış<br />

açım tıpkı santçılar gibi gazetecilerin<br />

de eleştirme ve övme haklarının saklı<br />

olması yönünde. Yanlış gelen /giden bir<br />

şeyi yazdığımız için afaroz edildiğimiz<br />

şu süreçte ertesi yıl aynı ya da farkl bir<br />

olay üzerinden olumlu ve övgü dolu<br />

tepkilerde verebiliriz. Biz festivalleri<br />

eleştirebiliriz ama onlar bizi bu anlamda<br />

afaroz edemez. Çünkü gazeteci, yazar,<br />

sanatçı dediğin her daim bağımsız<br />

kalmayı hedeflerken festival yöneticileri<br />

o festivalleri yerel yönetimlerin var olma<br />

sürecine göre düzenleyen insanlardır.<br />

Oysa bizler hep varız, takipteyiz ve<br />

kendi kişisel arşivimizi oluşturuyoruz.<br />

Bunun hep dikkate alınması dileğiyle….<br />

Adana bu yıl ağır toplarla ilk filmlerini<br />

çekenlerin çekişmesine sahne<br />

oldu yine. Derviş Zaim istediği etkiyi<br />

bulamazken Reha Erdem en iyi film<br />

ödülüyle Koca Dünyası’nı bize açtı.<br />

Önce Derviş Zaim’in Rüya’sından<br />

başlarsak ben kendi adıma en iyi senaryo<br />

ödülünün verilmesi gerektiğini<br />

düşünüyorum. Çünkü araştırılıp emek<br />

verilmiş, hatta risk alınmış ve tekrarlı<br />

anlatımıyla seyirciyi sıkmayı göze<br />

almış bir senaryo var karşımızda.<br />

Modern dünyanın ilerleyişiyle yaşanan<br />

çarpıklıklar ve bunları geçmişten gelen<br />

bir efsaneyle bozma ihtimalinin tekrarlı<br />

bir şekilde sunumunu can kulağıyla


dinlediğimi itiraf edebilirim. Ben de dört kadının<br />

birbirine geçen hikayesinde biraz ivme kaybettim<br />

ama bu filmi bu kadar geri plana atmamalıydı.<br />

Reha Erdem’in denemeye ve ergen ruhunu<br />

doğanın ve hayatın çeşitli ve özellikle de katı<br />

katmanlarıyla buluşturma fikrine hayranım. Koca<br />

Dünya Jin, Hayat Var ve Kosmos’un referansları<br />

baz alınarak kurulmuş bir senaryo. İki kardeşin<br />

birbirine tutunma çabaları ve doğanın onların en<br />

yalın hallerine nüfuz edip, o ana kadar biriktirdikleri<br />

bütün dertlerini kusmaya olanak tanıması.<br />

Biraz antichrist etkisi, ayak bastığın anda seni etkileyen,<br />

öylece duran ama sana etki eden hayvanlar<br />

ve bitkiler... Garip, çıldırtıcı bir terapi duygusu...<br />

Bunu gayet iyi bir atmosfer duygusuyla yansıttığını<br />

düşünüyorum Erdem’in. Biraz delilik, bu dünyadan<br />

olmama hali... Koca Dünya’da kapladığımız alan<br />

vs...<br />

Ama Kıvanç Sezer imzalı Babamın Kanatları<br />

bende başka bir gerçeklik duygusu yarattı. Tıkır<br />

tıkır işleyen hikayesiyle işçi sınıfının şartlarına,<br />

yerinden yurdundan uzak, hep özlem dolu, yaralı,<br />

düşünceli, hep kaygılı ve ileriyi düşünen hallerine<br />

iyi bir bakış olduğunu düşünüyorum. İşçi<br />

cinayetlerinin nasıl yoluna konduğu, laz müteahhit<br />

tiplemesinin nasıl işlediği vs... İlk film<br />

olmasına rağmen çok yetkin bir sinema dili,<br />

gerçeklikle o küçücük de olsa hayal dünyasını<br />

iyi bir buluşturma hali. Menderes Samancılar’ın<br />

bu role yakışan dokusu. Babamın Kanatları’nı<br />

kendi adıma en iyi film ilan etmiştim ama Yılmaz<br />

Guney ödülü kazandı. Reha Erdem’de bu durumda<br />

benim en iyi yönetmenimdi...<br />

Albüm... Gerçekten de iyi bir yerden<br />

yakalanmış, toplumsal ikiyüzlülüğü bir bebeğin<br />

bedeni üzerinden gösterme heveslisi bir ailenin<br />

trajikomik hikayesi. Absürd, soğuk, ürpertili<br />

komedi... Gayet iyi bir ilk film denemesi olan<br />

Albüm Roy Andersson tarzıyla dikkat çekiyor.<br />

Hikayenin bizden olması, Kayseri’de geçmesi<br />

ve etkisini yitirmeyen anlatımıyla gayet mizahi<br />

katman barındıran hikaye en iyi senaryo ve<br />

yönetmeni Mehmet Can Mertoğlu’na en iyi<br />

yönetmen ödülü kazandırdı. Albüm’ü sevip ödül<br />

anlamında pek bir yere koyamamıştım açıkçası.<br />

Filmde anne babanın bebek üzerindeki sevgisizlikleri<br />

/ proje bebek olması odasında sigara


içme sahnesiyle bile çok güzel açıklanabilr!<br />

Gelelim ödül kategorisi dışında kalan ama ses<br />

getirme potansiyeli yüksek filmlere. Hiner Saleem<br />

imzalı Dar Elbise filmi gerçekten de biz ne izledik<br />

böyle dediğim filmlerden oldu. Kendimi zamansız<br />

mekansız belki eski zamanlardaki daracık bir mekanda<br />

hissettim. Ama hikaye istanbulda geçiyor ve<br />

o kadınlar da Türk. Kadınlara destek, hatta kadın<br />

cinayetlerini eleştirmek için çekildiği söylenen<br />

filmin abartısı, karitatürize halleri anlaşılacak gibi<br />

değildi. Bir an yönetmenin ülkemizde ivme kaybeden<br />

kadın haklarına sahip çıkmaya çalıştığını<br />

düşünmek istedim ama maalesef olmadı, çünkü<br />

film bunu düşündürtmeyecek kadar amatör. Zaten<br />

yönetmen de bu filmi ortadoğuda çekemeceği<br />

burada çektiğini ve burada bulduğu güzel<br />

oyuncuların bu ilhamı kendisine taşıdığını belirtti.<br />

Kabul edilir gibi değil! Bu tarz filmlerden sonra her<br />

gün kötüye giden ülkemin haline sahip çıkarak<br />

milliyetçilik yapmış gibi hissediyorum am benim<br />

tepkim filmin geçmeyen ve karikatürize kalan<br />

gerçekliği; inandırıcısız olması. Yoksa ülkemizdeki<br />

değişim ve dönüşümün fazlasıyla farkında ve<br />

rahatsızlığındayız ama anlatımı böyle olmamalı.<br />

Yönetmenin fazlaca üzerine gitmiş olunabilir, bu<br />

tarz şeyler beni hep üzer ama bence o da yaptığı<br />

yanlışın epey farkındaydı! Tuba Büyüküstün ve<br />

diğer oyuncuların olaya olumlu tarafından bakmak<br />

istedikleri o kadar açık ki, filmin olumsuz ve<br />

karikatürize tarafını görmekten biraz uzaklaşmış<br />

olmalılar..<br />

Adana Film Festivali Tarık Akan’a gösterdiği<br />

hürmet, saygı ve sevgiyle gerçekten de çok iyi<br />

uğurlama yaptı diye düşünüyorum ama sanki<br />

biraz daha politik / Yılmaz Güney etkisi taşıyan<br />

filmlerine yer verebilirlerdi büyük ustanın. Ama<br />

her yerli filmden sonra beş dakikalık Tarık<br />

Akan’ı anmak iyi bir uğurlamaydı yine de!<br />

Festivalde yarışan ama ödül alamayan filmlere<br />

dair genel yorumumuz diğerleri kadar başarılı<br />

olamadıkları yönünde elbette. Ama bazen<br />

yarışmak, kendini, filmini duyurmak önemlidir<br />

diye düşünüyorum. Güven Beklen’in neredeyse<br />

üç yıldır Mehmet Salih filmi üzerinde çalıştığını<br />

biliyorum. İmkansızlıklarla ortaya çıkan filmin<br />

usta yönetmenlerin filmleriyle yarışması bence<br />

yönetmenin artı olarak kabul etmesi gereken bir<br />

durum olmalı. Ama sinema dilinin sonraki filmlerinde<br />

olgunlaşacağına dair izler barındırıyor<br />

diyebiliriz.<br />

Genel olarak festivale ilişkin, festivallere ilişkin<br />

düşüncelerim bu minvalde. Kimse kendisi için<br />

festival yapmıyor, herkesi memnun etmek<br />

imkansız ama festivallerin misyonlarından<br />

birinin de arabulucu olmak ve aynı zamanda<br />

özgürlüğü savunmak olduğunu bir kez daha<br />

hatırlatalım! Sanat ve sanatçı özgün ve özgür<br />

olmalı, tıpkı Tarık Akan gibi…


GÜLTEN TARANÇ<br />

KADIN FİLMİ POPÜLER<br />

SİNEMANIN DAYATTIĞI<br />

İMAJLARI YIKMALI


Gülten Taranç genç<br />

yaşında birçok kısa film ve<br />

bir tane de uzun metraj<br />

sahibi genç bir kadın<br />

yönetmen. Bu sene<br />

Türkiye’nin On Başarılı<br />

gencinden biri olmaya<br />

aday, (TOYP) Taranç.<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Gülten Taranç genç yaşında birçok kısa<br />

film ve bir tane de uzun metraj sahibi genç<br />

bir kadın yönetmen. Bu sene Türkiye’nin On<br />

Başarılı gencinden biri olmaya aday, (TOYP)<br />

Taranç. Kadınların izini süren Taranç onların<br />

yalnızlıklarına, haksızlıklarına sahip çıkmaya<br />

çalışıyor kamerasıyla… Yamurlarda Yıkansam ilk<br />

uzun metrajı. Taranç’la filmlerini ve yönetmenlik<br />

yapmayı konuştuk…<br />

Genç yaşına çok iş sığdıran yönetmenlerdensiniz…<br />

Taa başına dönersek nasıl başladı<br />

sinema aşkı?<br />

Belki biraz fazla başa dönmüş olacağım ama<br />

doğduğum gün ne olacağım belliymiş belki de<br />

bazen kader diye bir şey var... Annem, Arabesk<br />

filmini seyrederken, babam kurgudayken doğum<br />

sancıları başlamış. Küçükken hep “yazarcı” olmak<br />

istermişim, ablamda hep ağlarmış “kardeşimi<br />

düşünce suçundan içeri atacaklar, ben onu kurtarmaya<br />

uğraşacağım”. Ablam avukat oldu ben<br />

ise hem senaryo yazıyorum hem yönetmenlik<br />

yapıyorum. Çizgi filmler yerine eski Türk filmleri<br />

izlerdim, replikleri ezberlerdim ama bir gün<br />

sinemaya bu kadar aşık olacağım aklımın ucundan<br />

geçmezdi. Belki annemin eski gitarı yerine<br />

babamın kamerasını dolaptan bulsaydım çok daha<br />

küçük yaşlardan bu aşkı anlayabilirdim. Dokuz<br />

sene boyunca ailem ile ciddi çatışmalar yaşadık<br />

konservatuar okumamı istemediler, lisedeyken<br />

bir dostumu trafik kazasında kaybettim ve ailemle<br />

çatışmayı bıraktım ama bu seferde başka bir<br />

tutku sardı içimi, fotoğraf... Yalnızlığımı unutturan<br />

bir şeye dönüşmüştü fotoğraf çekmek, insanlara<br />

gördüğümü göstermek hoşuma gitmeye başladı<br />

ve bir gün o fotoğrafları babam ile paylaştım...<br />

“Sende göz var” dediğinde ne demek istediğini<br />

başlarda anlamasam da bugün çok iyi<br />

anlıyorum. Babam Ragıp Taranç’ın keşfiyim,<br />

sinema okumaya karar verdim ve öğrencisi<br />

oldum belki başka bir ailede keşfedilemezdim<br />

bu yüzden çok şanslıyım. Onaltı yaşında belgesellerle<br />

başladı yolculuğum. O günden bugüne<br />

gördüğümü göstermeye çalışıyorum.<br />

Kısa filmlerle başlayan bir kadın duyarlılığı<br />

hali var. Bu konu etrafında yoğunlaşmanız<br />

kişisel sebeplerden mi kaynaklı yoksa<br />

kadınların etrafında her geçen gün daralan<br />

çemberin farkına varma hali mi?<br />

İkisinin de etkili olduğunu söyleyebilirim... Belki<br />

dışardan birçok insana sert görünüyor olabilirim<br />

bunun dış görünüşüm ve insanların ön<br />

yargılarından kaynaklandığını düşünüyorum.<br />

İri kadınlar hep sert bir imaj çizerler, dışa<br />

vuramadığım çok ince, narin, naif ve kırılgan bir<br />

kadın var içimde, bu da ister istemez yaptığım<br />

işlere yansıyor. Asla kadın filmi yapacağım diye<br />

başlamamıştım, öyle başlasaydım asla samimi<br />

olmazdı.Uzun metraj filmime kadar feminist<br />

kuramı okumadım ama okuduğumda zaten<br />

dünyayı öyle algıladığım için anlattığım hikaye<br />

daha feminist olmadı hatta bana sorarsanız ben<br />

Türkiye’deki feminist algının dışında kalıyorum.<br />

Ülkemizde feminizm çok yanlış anlaşılıyor...<br />

Sadece feminizm değil tabi ki yanlış konumlanan.<br />

Hiç kimsenin eylemi söylemiyle tutmuyor.<br />

Bundan da en çok nasibini kadınlar<br />

alıyorlar. Kısa filmlerde kendime daha yakın<br />

gördüğüm kadın temalarından ilerliyordum ama<br />

daha sonra şiddetin sadece fiziksel olmadığını<br />

keşfettim ya da fiziksel bir acının psikolojiyi<br />

ne kadar yaraladığını... Gittiğim festivallerde<br />

kısa filmlerimi izleyen kadın seyircilerden geri<br />

dönüşler almaya başladım, maillerle hikayelerini<br />

paylaşanlarda oldu. Kadınlar fark edilmek<br />

istiyor, yaptığım işlerle o sorunların gündeme<br />

gelmesine uğraşıyorum... Yaptığımız iş çok<br />

büyük bir algı yönetimi, “Obezonlar” dan sonra<br />

dokuz kadın filmi izleyip zayıfladıklarını yazdılar,<br />

ben ise sadece nasıl yaşamak isterlerse öyle<br />

yaşayabileceklerini sunmuştum... “Dönüşüm”<br />

den sonra eve kapanan birkaç yakın çevremden<br />

orta yaşlı arkadaşlarımın hobi kurslarına


yazıldığını öğrendim, “Consensus” ise işçilerin<br />

tacize karşı eğitim filmi olarak istendi... Neden<br />

“Yağmurlarda Yıkansam” kadın cinayetlerini<br />

durdurmasın...<br />

Kadın yönetmenlerin kadın sorunlarını ya da<br />

kadın karakterleri yeterince sahiplendiğini<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Kesinlikle düşünmüyorum. Tabi ki kadın filmleri<br />

yapılıyor ama çok az...Birçok kadın oyuncu da<br />

bundan yakınıyor ama siz onlara bir kadın filmi ile<br />

gittiğinizde karakter dişi gelmediği için reddedebiliyor.<br />

Halbuki bir kadın filmi zaten melodramın ve<br />

popüler sinemanın bize dayattığı kadın imajlarını<br />

yıkmamalı mı? Hangi dağıtımcıya gitseniz<br />

bir kadın filmini satmanın daha zor olduğunu<br />

söyleyecektir. Sadece Türkiye’de değil birçok<br />

ülkede durum benzer. Barcelona’da aylık düzenlenen<br />

bir film festivalinde iki ay üst üste finalist<br />

kaldım. İlk finalistliğim “best woman filmmaker”<br />

adaylığı olarak gözüküyordu yani en iyi film yapan<br />

kadın, sonraki ay ise “best director” olarak<br />

aday kaldım yani en iyi yönetmen, film aynı film,<br />

aday kalan aynı kadın... İşte mesele tam olarak<br />

bu olabilir, belki çok küçük bir kelime oyunu ama<br />

her şeyi özetliyor sanki... Ülkemizde yönetmen<br />

kadınlar var ama biz kadın yönetmenler çok azız...<br />

Kadın teması işlemek sizin ana akıma girmenizi<br />

zorlaştırır, yolunuz uzar ve her zaman ikinci tema<br />

kalırsınız çünkü her zaman daha büyük sorunlar<br />

vardır ya da jürilerde kadınlar yoktur...<br />

Kısa filmlerinizde kadın dünyasının kendi<br />

içindeki eleştirisine de dayanışmasına da yer<br />

veriyorsunuz. Kadınların dünyası sizin bakış<br />

açınızda nasıl bir yer/yerde?<br />

Kadın dünyası minimalist bir dünya değil bence...<br />

Hep bir çok seslilik hakim. Dışardan gelen seslerle<br />

içerden gelen sesler (iç sesimiz) sürekli çatışıyor...<br />

Yapmak istediklerimizle, yapamadıklarımız<br />

çatışıyor... Kendimizi hep korumak zorundayız<br />

ama bizi koruyanlara karşı koyamadığımız<br />

noktadayız. Dünyanın geldiği nokta kadın<br />

içinde zor erkek içinde, insan kalabilmek bu kadar<br />

zorken kadın olmak günden güne daha da<br />

zorlaşıyor. Kısa filmlerim insanlara umut veren<br />

ütopik hayallerdi, olmaz ama olsa güzel olur hikayeler...<br />

Filmografiniz belgesel ve kısa film anlamında<br />

bir hayli yoğun… Mali olarak destek aldığınız<br />

kurumlar oluyor, oldu mu? Örneğin; Kültür<br />

Bakanlığı…<br />

Tabi ki belli sponsorluklar buluyorum ama yüzde<br />

yüz destek bulabildiğim hiçbir film olmadı. Kısa<br />

filmler, belgeseller genelde imece usulü ile<br />

çekildi, filmde çalışan arkadaşlarıma sonrasında<br />

ben yardıma gidiyordum... Kısa film ve belgesel<br />

daha gönüllülük esasına dayalıydı... İş<br />

profesyonelleştikçe maliyette artıyor.<br />

“Yağmurlarda Yıkansam”ı banka kredisi ile çekmek<br />

durumunda kaldım, bulduğum nakdi destek<br />

%10 oranındadır. Bu durum çok yıpratıcı oldu,<br />

Don Kişotçuluk oynadığım da oldu... Bazen finalist<br />

kaldığım ülkelere gidemedim, ailem maddi<br />

manevi çok destek oldu ama süreç devam<br />

ediyor, umudumu yitirmeden devam etmeye<br />

çalışıyorum.<br />

Erkek şiddeti kadın üzerinden tüm dünyaya<br />

yayılıyor, savaşlara kadar uzanıyor. Bu anlamda<br />

‘kadın filmi’ çekerken aynı zamanda<br />

dünyadaki bütün şiddetlere uzandığınızı<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Şiddetin ölçülebilir bir şey olmadığını<br />

düşünüyorum, bu yüzden elbette ki uzanıyordur.<br />

Şiddet sadece fiziksel olarak değil birçok<br />

yüzüyle karşımıza çıkıyor. Bu yüzden<br />

“Yağmurlarda Yıkansam”da şiddet sahnesi<br />

göremezsiniz, sesler duyarsınız, uzaktan çekimler<br />

görürsünüz, sonradan anlarsınız ama seyirciyi<br />

şiddete maruz bırakmaz. Bu benim bilinçli


tercihimdi, şiddeti değil etkilerini göstermek...<br />

Cinayete kurban giden bir hayatı değil geride<br />

kalanı anlatmak istedim, şiddete birebir maruz<br />

kalmayan biride durumdan etkilenebilir... Savaşa<br />

erkekler gider ama kadınlar dul kalır, çocuklar<br />

babasız kalır aslında durumlar farklı ama etkileri,<br />

hissiyatı aynı...<br />

Oyuncularınız genelde sizin sinema<br />

yolculuğunuza eşlik eden arkadaşlarınız<br />

sanırım. Onları filmlerinizde farklı rollerde<br />

görmek bu kanıyı güçlü kılıyor. Bu bir tercih<br />

olmalı öyle değil mi?<br />

Aslında birçok oyuncumla set öncesinde tanıştım<br />

ve sonradan çok iyi arkadaş olduk. Film senaryosu<br />

yazılırken evin salonunda bir pano duruyor,<br />

polisiye filmlerdeki gibi... Oyuncu seçmek çok<br />

önemli bir şey, bazen tiyatro oyununda izlediğim<br />

oyuncuya ulaşmak için kırk takla atıyorum bazen<br />

sokakta az önce tanıştığım bir insan iki filmimde<br />

birden oynayabiliyor. Ama yazım aşamasından<br />

itibaren her zaman öncelik onlarda oluyor,<br />

Amerika’yı yeniden keşfetmek kadar zor bir<br />

oyuncuyu keşfetmek... O panodaki castın ruhuna<br />

uyuyorsa oyuncu olmayan birini de oynatabilirim...<br />

Nasıl bir yönetmensiniz peki sette?<br />

Beni ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz,<br />

daha ortasını göremedim... Setten bir gece<br />

önce oyunculara yemek daveti gönderiyorum,<br />

habersizce geliyorlar, sonra ipler çıkıyor masaya<br />

ve zor yenen bir yemek... Herkes birbirine<br />

bağlı bir şekilde yemek yemek zorunda kalıyor,<br />

imkanım olsa bütün setin birbirine bağlı bir<br />

şekilde yemek yiyeceği bir masa yaptırır herkesi<br />

birbirine bağlarım... Çünkü aslında bütün<br />

set çalışanları birbirine görünmez iplerle bağlı<br />

ama en çok oyuncular ve aslında ben hepsine<br />

bağlıyım... Bütçeniz azsa yönetmen<br />

sadece yönetmen kalamıyor maalesef, kim ipi<br />

kopardıysa onu bağlamakla uğraşabiliyor. Ben o<br />

ipleri sağlamlaştırmaya, ipler karışırsa çözmeye<br />

uğraşan bir yönetmenim, her şey mükemmel<br />

değilse bile bana verilen kadrajı hakkıyla doldurmak<br />

için uğraşıyorum.<br />

Uzun metrajl filminiz Yağmurlarda Yıkansam<br />

yurtdışında ödül kazanmış bir film. Ulusal<br />

yarışmalarda şansının olduğunu düşünüyor<br />

musunuz, Adana Film Festivali’ne seçilmedi<br />

örneğin. Bu konuda neler hissettiniz?<br />

Evet Barcelona ve Arnavutluk’tan ödülle döndük.<br />

Tek bir festival örneğinin üzerinden gitmek<br />

yanlış olabilir... Adana Altın Koza bu sene üç<br />

tane gişe filmini yarışmasına dahil etti. Bu<br />

aslında sinemamız için olumlu bir durum, her<br />

ne kadar yönetmelikte ulusal toplu gösterimlere<br />

katılmamış filmler başvurabilir yazsa da (gişeye<br />

girmemiş filmler olarak algılıyorum) ve biz bu<br />

yüzden vizyon bekletip, filmin satış süresini<br />

ertelesek de festival filmi, ticari film ayrımına<br />

güzel bir nokta olacak olabilir... Hiç bir jüri üyesini,<br />

ön jüriyi filmimizi festivale almadığım için<br />

suçlayamam, öznel zevklere hizmet eden bir<br />

sanat üretimi içerisindeyiz ama bugüne kadar<br />

başvurduğum Türkiye’de düzenlenen festivallerinin<br />

hiçbirinden olumlu bir dönüş almadıysam<br />

bu benim filmimin kötü olduğunun değil, bu<br />

işin tekelleştiğinin göstergesidir. İtalya, Rusya,<br />

Makedonya, Arnavutluk, Bulgaristan, İspanya’da<br />

filmimiz yarışıyor ya da gösteriliyorken burada<br />

bize hiç bir şans verilmemesi motivasyonumuzu<br />

olumsuz olarak etkilese de ikinci film<br />

düşünmekten de alıkoyamıyor...<br />

Filminizi nasıl koşullarda çektiniz ondan<br />

bahsedelim, Kaç gün sürdü, maddi olarak<br />

zorlandınız mı. Ya da kısa metrajla uzun<br />

metrajın farkını dinlesek sizden?<br />

Film otuz farklı mekanda geçiyordu ve bizim<br />

on sekiz iş günümüz vardı... En çok zamanla


yarıştık. Maddi manevi çok zorlandık tabi ki... Ön<br />

göremediğimiz masraflar çıktı, ekibin yarısı profesyonel<br />

yarısı tamamen amatördü, onlar arasındaki<br />

dengeyi kurmak çok zorlayıcı oldu ama her şeye<br />

rağmen çıkan sonuç çok tatmin ediciydi arka<br />

tarafta olan karışıklıklar “kayıt, oyun” dendiğinde<br />

duruyordu. Kısa metraj çok daha özgür bir alan...<br />

Uzun metrajda her şeyi önceden tasarlamak gerekiyor<br />

dışına çıktığında, zamandan çok kaybediyorsun.<br />

Bir plan bile fazla isterken çok düşünüyordum<br />

çünkü bu ışık kurmak demekti ve zamanımız çok<br />

azdı... Kısa metrajın duygu takibi de çok daha<br />

kolaydı, iki tarafta da dönüşüm hikayeleri anlatmama<br />

rağmen uzun metrajda sürekli en başa dönüp<br />

çekilen sahneleri beyninden geçirmek gerekiyor,<br />

filmi çekmekten çok yaşamak zorunda kalıyorsun<br />

çünkü takip eden bir devamlılık var ve bir buçuk<br />

saatin tamamı hep kafanda dönüyor.<br />

Yağmurlarda Yıkansam’da yine kadına uygulanan<br />

şiddet ön planda. Biraz süprizli, bir<br />

kadının iç dünyasından, yumuşacık, büyük bir<br />

sakinlik ve sabırla çekilmiş bir film izlenimi<br />

uyandırıyor. Yanılıyor muyum?<br />

Kimse pek sakin olmasa da herkes çok<br />

sabırlıydı... İlk film olduğu için hepimiz daha özverili<br />

ve sabırlı olmak zorundaydık çünkü kredi ile<br />

yapılan bir film bir nevi benim tek kurşunumdu,<br />

doğru kullanmak zorundaydım. Ekibin bir çoğuyla<br />

ilk defa sette tanışmama rağmen üçüncü haftada<br />

artık aile gibi olmuştuk. Müziklerin bir kısmı<br />

set zamanına yetişmişti, oyuncuların duygusu<br />

için ekibin motivasyonu için bazen hoparlörden<br />

son ses filmin müziklerini açıyordum. Gözlerimi<br />

kapatıp birbirine bağlanacak sahneleri<br />

düşünürken, gözlerimi açtığımda daha da motivasyonu<br />

tam bir ekip karşımda duruyordu. Çok<br />

zor şartlardı ama herkes çıkan işin iyi olacağını<br />

biliyordu ve çekilen her plan emek emek ilmik ilmik<br />

işlendi diyebilirim...<br />

Özellikle kadın ve çocuğun beraber yaptığı yolculuk,<br />

ormandaki buluşma ve yüzlerini kesen<br />

kamera hareketi, kadının bitmeyen hüznüne<br />

ışık tutuyor… Onu doğaya ve doğala yakın<br />

kılıyor?<br />

Belki de bu kadar basit bir nokta vurgulamak<br />

istediğim... Biz kadınlar doğanın bir parçasıyız,<br />

isteseler de istemeseler de biz varız...<br />

Bundan sonraki film yolculuğu nasıl devam<br />

edecek? Kısa ya da uzun diye bir ayrım olacak<br />

mı, yoksa duygunuza göre mi biçimlenecek<br />

ölçüleri?<br />

Aslında ikinci uzun metraj projemizi<br />

geliştirmeye başladık, 2011’den beri<br />

düşündüğümüz, Meryem Şahin’in senaryosunu<br />

üstlendiği, Rabia Kaya’nın Gülfer’e<br />

hayat vereceği “Kayıplar Kasabası”... Çok iyi<br />

bir fikir bulursak kısa film çekmeyi yeniden<br />

deneyimleyebiliriz ama uzun metrajın beni<br />

uyutmamasından haz alıyorum... Onun dışında<br />

da video-klip ve tanıtım işleri bir koldan yürüyor...<br />

Anne ve babasından destek alan bir yönetmensiniz<br />

anladığım kadarıyla… Onların<br />

katkılarını anlatır mısınız?<br />

Müzikolog bir annenin, yönetmen ve yapımcı<br />

bir babanın kızıyım. Kendimi bildiğimden beri<br />

film festivallerine, konserlere, sergilere gidiyorum,<br />

yeni bir ülke ya da şehirdeysem önce müzelerini<br />

geziyorum. Ailemden gelen bir duruşum<br />

var, bana en büyük katkıları hayata karşı kendi<br />

duruşumu çizmemi sağlamaları olmuştur.


Özellikle Yağmurlarda Yıkansam filmi bir aile işi...<br />

Annem Berrak Taranç filmin özgün müziklerini<br />

yaptı, babam Ragıp Taranç yapımcılığını ve sanat<br />

yönetmenliğini üstlendi. Ablam Gizem Taranç<br />

Ocakoğlu ise hukuki işleri üstlendi. Bir çok insan<br />

ne kadar şanslısın diye düşünüyor ama aile ile<br />

çalışmak zordur. Baba işi yapanlar bilirler, hem<br />

çok çatışma çıkar hem de çıkacak işi onlarında<br />

beğenmesi önemlidir. Çevreninde beklentisi<br />

daha çok olduğu için belki hırsım buradan geliyordur.<br />

Filmin müziklerinde de imzanız var…<br />

Yaklaşık üç sene filmin sadece şarkıları için<br />

çalıştım, Hale bar şarkıcısı ve söylediği bütün<br />

şarkılarını senaryodaki ruh haline , dönüşümüne<br />

göre sözlerini ve bestelerini yazdım. Annem ile<br />

uyumumuz çok iyi diyebilirim o gerçek bir profesyonel.<br />

Ben üç sene Hale ile empati kurup onun<br />

duygusunu hissederek şarkılar besteledim sözler<br />

yazdım, annem ise dekor bittikten sonra Hale’nin<br />

piyanosunun başına geçti benden bir gece istedi<br />

ve ertesi sabah filmin ana temaları hazırdı... Benim<br />

amatör ruhum, nota bile bilmeden yazdığım<br />

şarkılar onun deneyimi güzel bir harman oldu.<br />

Film ile ilgili en çok müziklerden övgü alıyoruz.<br />

İzmirli bir yönetmen olarak İzmir’de hala uzun<br />

metrajlı bir film festival olmamasını nasıl<br />

karşılıyorsunuz? Aslında İzmir sinemaya<br />

yakışan bir şehir, çekimler de yapılıyor. Size<br />

göre İzmir’in sinemayla ilişkisi nasıl?<br />

11 sene boyunca Dokuz Eylül Sinema Tv<br />

bölümü tarafından yapılan bir uzun metraj film<br />

festivali vardı ama sonrasında sponsor bulmak<br />

zorlaştı. Belediye bir dönem sponsorsuz yapmak<br />

için tekrar girişimlerde bulundu ama buda<br />

mümkün olmadı. Sanırım İzmirliler sinemanın<br />

gücünün farkında değiller. Çekim sürecinde<br />

de çok zorlandık, İstanbul gibi bir alışkanlıkları<br />

yok, tripotu kurduğunuzda herkes başınıza<br />

toplanabiliyor ve mekanlarda çalışmak daha<br />

da zorlaşıyor çünkü esnaf o günü kurtarmanın<br />

derdinde... Yurtdışından filmi izleyen birinin<br />

İzmir’e gelebileceğini göremiyor, sinemanın<br />

turizmi, kültür sanatı canlı tutacağını göremiyor...<br />

Yine de umutluyum, belki önümüzdeki sene bir<br />

uzun metraj film festivali gerçekleşebilir.<br />

İzmir’de kurduğum Taranç&Taranç Film’e çok<br />

sayıda başvurular alıyorum, eskiden herkesin<br />

hayali İstanbul’da bu işi yapmaktı, yeni mezunlar<br />

eskisi kadar İstanbul’a gitmek istemiyorlar.<br />

İzmir’de kalıp bu işe devam edenlerin sayısı<br />

artmaya başladı, İstanbul’dan İzmir’e geçtiğimiz<br />

sene 20.000 kişi geri döndü, bu çok büyük bir<br />

iş potansiyeli, içlerinde sinemacılarda var. Eğer<br />

İzmir’in rehavetine kapılınmaz ise burası gerçekten<br />

doğal platolardan oluşan hikayeler ile dolu<br />

bir şehir...<br />

Vizyon şansı var mı filmin… ya da kadınlara<br />

ulaştırmak için altenatif yollar düşünüyor<br />

musunuz başka?<br />

Vizyona girmeyi çok istiyorum, sıfırdan yoktan<br />

var ettiğim bir işi asıl ulaştırmak istediğim kesim<br />

halktır. Toplumsal mesajı olan bir filmin asıl<br />

orada değer bulması gerekir ama süreç nasıl<br />

gelişecek hiç bir fikrim yok çünkü ülkemizde<br />

her gün yeni bir olay oluyor, insanlar kalabalık<br />

mekanlara girmek istemeye biliyorlar, yarın ne<br />

olacağını hiç ön göremediğimiz günlerdeyiz...<br />

Alternatif olarak toplu gösterimler yapılabilir,<br />

davet aldığım üniversitelerde öğrencilerle<br />

paylaşmak istiyorum yaptığım işi.


BELGESELLER<br />

ADANA’DA...<br />

PEKİ<br />

GELECEK YIL?<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Akdeniz Ülkeleri ve<br />

Öğrenci Filmleri kategorisinde<br />

Belgesel’e<br />

ödülü veren Adana Film<br />

Festivali önümüzdeki yıl<br />

Ulusal ve Uluslararası<br />

Profesyonel Kategoride<br />

de Belgesel Ödülü Verir<br />

mi acaba?<br />

23. Uluslararası Adana Film Festivali<br />

19-25 Eylül tarihlerinde<br />

hemşerilerine, konuklarına ve<br />

sektörün bileşenlerine sinema ve sanat<br />

dolu bir hafta yaşattı.<br />

Ben deniz de bu kez jüri üyesi, panelist,<br />

atölye yapan, festival komitesi üyesi, belgesel<br />

yönetmeni ve yapımcı olarak değil<br />

sadece sektörden bir konuk ve <strong>Cinedergi</strong><br />

yazarı kimliğimle bir festivale katıldım.<br />

Tırnak içinde bunun bir nebze rahatlığını<br />

yaşadım diyebilirim Adana’da. Özel<br />

bir sorumluluğum yoktu, dilediğim film<br />

izleyebilir, dilediğim etkinliğe katılabilirim<br />

derken, program öyle dopdolu ki, izlemek<br />

istediğim filmler, katılmak istediğim<br />

etkinlikler çakıştı. Yani yine göremediğim,<br />

takip edemediğim onca şey oldu.<br />

Kurmaca filmlerle ilgili epeyce yazıldı<br />

çizildi. Ben burada özellikle Öğrenci<br />

Filmleri ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />

Yarışması hakkında bir şeyler yazmak<br />

istiyorum. Bu arada en iyi film ödül-


ünün sahibi Koca Dünya benim de Altın Koza’yı<br />

alacağına kesin gözü ile baktığım bir filmdi.<br />

Öğrenci ve Akdeniz filmlerinin gösterildiği salonlara<br />

bilhassa belgesellerini izlemek üzere<br />

vardığımda etraftaki heyecanlı genç sinemacılar<br />

hemen göze çarpıyordu zaten. Bazı öğrenciler<br />

hemen yanıma gelip “bizim belgeselimizin<br />

gösterimine kalır mısınız? Bizim filmimizi de izleyip<br />

değerlendirir misiniz?” ricasında bulundular.<br />

“Seve seve, elbette, neden olmasın” derken<br />

öğrendim ve o an fark ettim ki, gösterim programı<br />

karışık yapılmış. Bir belgesel, bir kurmaca, bir<br />

deneysel, bir canlandırma öyle gidiyor seanslar…<br />

Üstelik broşürde de sadece filmlerin adı<br />

var. Hangisi belgesel, hangisi canlandırma belli<br />

değil, not düşülmemiş. Filmlerin adına bakıp,<br />

kataloğu açıp belgesel mi, değil mi anlayacaksınız<br />

yani. Bu düzenleme benim gibi kategorik olarak<br />

zamanını ve önceliğini belgesel izlemeye verenler<br />

için çok kısıtlayıcı ve verimsiz oldu. Üç saat<br />

boyunca sadece birkaç belgesel izleyebildim oysa<br />

tamamını izlemeyi hedefliyordum. Filmlerin sahipleri<br />

de pek hoşnut değildi bu karışık gösterimden.<br />

Bir-iki genç belgeselci filminin linkini gönderdi<br />

de, bu sayede ricalarını kırmayıp filmlerini<br />

değerlendirebildim. Öyle veya böyle kesin bir<br />

ödül alır dediğim ve keyifle izlediğim İbrahim<br />

Aybek ve Eren Bektaş’ın “Müsahip” adlı belgeseli<br />

En İyi Öğrenci Belgesel Filmi ödülünü<br />

kucakladı. Alevi Bektaşi geleneğine mensup<br />

iki kişinin, ölene dek kardeş kalarak, birbirini<br />

koruyup kollayacaklarına dair verdikleri kararı,<br />

dedenin ve cem topluluğunun önünde söz<br />

verme ritüelini anlatan Müshaip gerek kamera<br />

ve efekt kullanımı, gerek kurgusu, gerek hikaye<br />

anlatım biçimi ve gerekse gerçekle kurdukları<br />

ilişkiyle başarılı bir çalışma olmuş. Bu genç<br />

ekipten, duruşlarından, nerede olduklarının,<br />

ne yaptıklarının farkında olmalarından, bilgi<br />

ve deneyime gösterdikleri saygıdan dolayı<br />

çok umutlandım. Yolları açık olur, belgesele<br />

devam ederler umarım. Ne yazık ki bazı genç<br />

meslektaşlarım (sadece gençler değil ya) ödül<br />

avcısı olup kendilerini aldıkları ödüllerle var etmeye<br />

çalışıyorlar ve “ne yaparsam ödül alırım”<br />

diye düşünerek film çekmeye başlıyorlar ki bu


son derece… neyse, her ne ise bu mevzuya girersem<br />

konu dağılacak, biz festivale dönelim.<br />

Akdeniz Ülkeleri Kısa Filmleri arasında ödül<br />

alanlardan hiç birine denk gelemedim maalesef.<br />

Ama izlediğim filmlerin hepsinde gerçekten<br />

bir Akdeniz sıcaklığı, duyarlılığı vardı.<br />

Gözlemlediğim bir diğer güzellik de yönetmenlerin<br />

birbirlerinin filmlerine gösterdikleri ilgi ve<br />

destek idi. Tatlı bir rekabete eşlik eden güzel<br />

arkadaşlıklar kurulmuştu sanki. Festivallerin en<br />

önemli amaçlarından biri de budur bana göre,<br />

yani mesleğin bileşenlerini bir araya getirmek,<br />

yeni ilişkiler kurulmasına aracılık etmek ve en<br />

önemlisi onları seyircileriyle buluşturmak.<br />

Akdeniz Ülkeleri ve Öğrenci Filmleri kategorisinde<br />

Belgesel’e ödülü veren Adana<br />

Film Festivalinin, önümüzdeki yıl Ulusal ve<br />

Uluslararası Profesyonel Kategoride de “Belgesel<br />

Ödülü” vermeyi düşünmez mi acaba?<br />

Belgesel Sinema ile profesyonel olarak var olmaya<br />

çalışan, üreten yönetmen ve yapımcılar için<br />

önemli bir motivasyon, ivme ve küçük de olsa bir<br />

kaynak olur kanaatindeyim. Her ne kadar ödül<br />

ve ödül sistemine, hele ki bir belgeselden bahsederken<br />

onun ödül alıp-almamasının önemsenmesine<br />

oldukça mesafeli baksam da, son yıllarda<br />

kan kaybeden belgesel sinemamız için önemli<br />

bir destek olacağına inanıyorum. Kim bilir belki<br />

böylece belgeselciler de Adana ve bölgesinin<br />

bereketli topraklarından nasibini, enerjisini alır.<br />

Evet Festival özel belgesel gösterimlerine de yer<br />

verdi. 17 belgesel filmi ve yaratıcı ekiplerini de<br />

özel gösterimler şeklinde seyircisi ile buluşturdu<br />

bunun da altını özellikle çizmek isterim ama… en<br />

azından Ulusal Profesyonel kategoride bir Belgesel<br />

Film Yarışması’nın Adana’ya yakışacağını<br />

düşünüyorum. Adana Film Festivali yönetimi ne<br />

dersiniz?


SOSYAL MEDYA<br />

OLMASAYDI BU<br />

FİLM OLMAZDI<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Hayat Bu adlı kısa<br />

flmiyle çok ses getiren<br />

Elif Yüksel yaptığımız<br />

röportaj da hem kendini<br />

tanıttı hem de kısa<br />

film dünyasında neleri<br />

hedeflediğini anlattı...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

Ben Elif Yüksel. İstanbul Üniversitesi<br />

Radyo – Tv Bölümü mezunuyum. Şu<br />

an Uluslararası İlişkiler okuyorum.<br />

Çok genç yaşta, lise dönemimde,<br />

Beyaz Show programıyla sektöre<br />

atıldım. Kanal D, Star Tv, Cnntürk<br />

kanallarında iç yapımlarda görev aldım.<br />

Son 2 yıldır “Kariyer Haritam” isimli<br />

programın yönetmenliğini yapıyorum.<br />

Kendi formatlarımı yazıyorum. Sinema<br />

alanında profesyonel olarak ilk filmim<br />

“Hayat Bu”. Artık sinema ayrı bir keyif,<br />

tutku benim için.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Hızlı tüketimin yaygın olduğu günümüzde,<br />

mesajı kitlelere daha kestirme<br />

yoldan aktaran, hayatın bütün gereksiz<br />

ayrıntılarının itinayla ayıklandığı bir tür.<br />

Benim gözümde heyecan verici ve çok<br />

etkili bir mecra.<br />

Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsun?<br />

Yoksa söz gelişi bir 10 yıl<br />

sonra da, kısa filmler, belgeseller<br />

çekeceğim diyor musun?<br />

Ben; düzenle ilgili, dünya ile ilgili dertleri<br />

olan ve bir şeyler yapma ihtiyacı<br />

hisseden bir yönetmenim. Daha çok<br />

insanı etkileyebilmek, bazen ufak da<br />

olsa değişim yaratabilmek için kısa<br />

filmi kesinlikle bir araç olarak görüyorum.<br />

Çok daha samimi, kompakt,<br />

geri dönüşleri hızlı olması beni ekstra<br />

heyecanlandırıyor. Şu anki hissiyatımla,<br />

ömrümün sonuna kadar yapacağıma<br />

inanıyorum. Benim için iyi bir iş; her<br />

zaman farkedilir. Maddi, manevi dönüşü<br />

mutlaka olur. O yüzden dev bütçeli,<br />

popcorn, vizyon filmleri çekebilmek gibi<br />

bir hayalim hiç olmadı.<br />

“Hayat Bu”dan ve onu çekme nedenlerinden<br />

bahseder misin?<br />

Televizyon programımızın tatile girdiği<br />

bir dönemde “örgütlenme” temalı bir<br />

festivalin afişini gördüm. Konu, ekibimi<br />

de heyecanlandırdı ve bir film çekmeye<br />

karar verdik. Kalemine çok güvendiğim<br />

senarist Ali Akyıl ile çalıştım. İkimizin


de ortak fikri; filmin konusu kesinlikle güncel<br />

olmalı, mesajı net ve odağı insan olmalıydı.<br />

O günlerde Aylan Bebek’in sahile vuran<br />

cansız bedeni manşetlerde yer almıştı ve<br />

biz içinde bulunduğumuz üzüntülü bir o<br />

kadar da kızgın halimizi satırlara dökmeye<br />

başladık. Hala yankıları süren, mülteci sorununa<br />

farklı bir açıdan dikkat çekmek istedik.<br />

2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki<br />

en büyük mülteci krizinin yaşandığı malumunuz.<br />

Fakat bu insanlık dramına Türkiye<br />

dışındaki bütün sözde medeniyetler sessiz<br />

kaldı. Filmde ayrıca vermek istediğimiz<br />

mesaj, bu sorunun bütün Dünya ülkelerinin<br />

bir problemi olmasıydı. Senaryoyla ilintili<br />

olarak; biz bu problemle ilgili sosyal medyada<br />

bir kampanya başlattık. Ve dünyanın<br />

dört bir yanından inanılmaz geri<br />

dönüşler aldık. Başta Türkiye<br />

olmak üzere ABD, Fransa, Hollanda,<br />

Afrika, Irak, İran, Hindistan,<br />

İspanya gibi bir çok coğrafyadan<br />

destek videoları geldi. Aslında<br />

bir anlamda, filmi reel bir sonuca<br />

bağlayabildik. Filmin herhangi<br />

bir görüşe, kesime yakın<br />

olmasını istemediğimden dolayı<br />

sponsorsuz tamamen kendi<br />

imkanlarımızla çektik. Dostumuz<br />

Abgar Özasi desteğini esirgemedi.<br />

Bunun yanında filmde<br />

izleyeceğiniz kazıkları çakan,<br />

kıyafetleri korkuluklara giydiren,<br />

set ekibine her türlü destek veren<br />

İğneada halkına da teşekkür borçluyum.<br />

Yaratım süreci tam hayal<br />

ettiğim gibi oldu.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin,<br />

kısa filme ne gibi katkıları<br />

olabilir? Neler götürür?<br />

Samimiyet, gerçeklik duygusu<br />

kaybedilmediği sürece teknolojinin<br />

her türlü olanaklarından<br />

faydalanmak gerek. Kendi<br />

filmim üzerinden konuşacak<br />

olursam; sosyal medya gücünü<br />

kullanmasaydık, film amacına


ulaşmamış olacaktı benim gözümde.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin,<br />

yerli ve yabancı yönetmenler kimler?<br />

Hangi oyuncularla çalışmak isterdin?<br />

İlk aklıma gelen Ertem Eğilmez ekolüdür.<br />

İmzasını attığı her işi hayranlıkla izliyorum.<br />

Atıf Yılmaz, Onur Ünlü, David Fincher,<br />

Quentin Tarantino farklı tarzlarda bana<br />

ilham veren yönetmenler.<br />

Şener Şen ile birlikte aynı projede yer<br />

alabilmek muhteşem olurdu.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa<br />

filmcilere yaklaşımları konusunda neler<br />

söylemek istersin?<br />

Bence firmalar, kuruluşlar, sponsorlar<br />

sinemanın iyi bir reklam aracı olduğunun<br />

farkında. Gazeteler, haber kanalları mutlaka<br />

yer veriyorlar bu tür organizasyonlara.<br />

Amaç olarak marka değerlerini arttırmak<br />

istemelerinin yanı sıra, sinemacılara olan<br />

destekleri de göz ardı edilemez. Birçok festival<br />

artık uluslararası boyutlarda yapılıyor. Şu zamana<br />

kadar katıldığım bütün festivaller sesimi duyurabilmeme<br />

aracı oldu. Harika insanlarla tanıştım,<br />

filmim çok daha fazla insana ulaştı. İşbirlikler<br />

artarak devam eder umarım.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Yeni projelerin neler?<br />

Televizyon programlarım devam ediyor.<br />

Şu an hazırlık aşamasında olan, beni çok<br />

heyecanlandıran bir tv projemız daha var. Çok<br />

sevgili arkadaşım, Hürriyet Ekonomi Yazarı Elif<br />

Ergu’nun sunuculuğunda, ilham veren kadınların<br />

hikayelerini çekeceğiz. Her bir bölüm başka bir<br />

kadın, başka bir hikaye olacak. Ve onlar, yoktan<br />

var eden kadınlar.. Sponsor netleştirme<br />

aşamasındayız şu an. Hali hazırda senaryosunu<br />

yazmaya başladığım bir kısa filmim var. O da<br />

“kadınlar” ı konu alacak. Dilerim her şey yolunda<br />

gider.


EJDERHALAR<br />

GERÇEK<br />

KIZILI SEVER<br />

Bryce Dallas Howard bu<br />

ay Pete ve Ejderhası filmiyle<br />

karşımıza gelecek. Kızıl<br />

saçları ve hokka burnuyla<br />

farklı bir güzelliğe sahip<br />

olan Howard yönetmenliğe<br />

de adım atmayı istemekte...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bryce Dallas Howard<br />

2 Mart 1981<br />

yılında Amerika’da<br />

dünyaya gelmiştir.<br />

Oyuncu bir aileden<br />

gelmesi sebebiyle<br />

küçük yaşta aktörlüğe<br />

soyunmuştur. Ödüllü<br />

yönetmen Ron Howard ve yazar Cheryl<br />

Alley’in kızıdır. Aynı zamanda büyük babası<br />

da oyuncu Rance Howard ve Amcası da<br />

aktör Clint Howard’dır. Vaftiz babası ise<br />

aktör Henry Winkler’dir. 2006 yılında aktör<br />

Seth Gabel ile evlenmiştir. Oyunculuğa ilk<br />

olarak 1989 yılında henüz 8 yaşındayken<br />

Çılgın Aile filmi ile başlamıştır. Daha sonra<br />

ise 1995 yılında Apollo 13 isimli filmde rol<br />

almıştır. 2000 yılında Grinç, 2001 yılında<br />

da Akıl Oyunları filminde ufak bir rol<br />

yakalayan Bryce Dallas Howard, burada<br />

ki küçük rolü sayesinde ve babasının<br />

aracılığı ile aranan bir yüz olmuştur. 2004<br />

yılında da sektöre kalıcı bir giriş yaparak,


BRYCE DALLAS<br />

HOWARD<br />

ilk aşamada Book of Love filminde yer<br />

almıştır. Aynı yıl çekilen ve onlarca ödülü<br />

silip süpüren Köy filminde Ivy Walker<br />

karakteri ile karşımıza çıkan Bryce Dallas<br />

Howard. 2006 yılında ise Sudaki Kız<br />

ve As You Like It isimli filmlerde rol alan<br />

oyuncu, 2007 yılında o dönemin en çok<br />

hasılat yapan filmi Örümcek Adam 3’de<br />

Gwen Stacy rolü ile karşımıza çıkar. 1<br />

yıl sonra da Good Dick ve The Loss of a<br />

Teardrop Diamond filmi ile oyunculuğunu<br />

ileri evrelere taşımıştır. 2010 yılında<br />

Alacakaranlık Efsanesi – Tutulma filminde<br />

Victoria karakteri ile oyunculuğunu top<br />

noktasına tırmandıran Bryce Dallas Howard,<br />

2011 yılında Öteki Dünya, Duyguların<br />

Rengi, Şansa Bak gibi yapıtlarda rol<br />

almıştır. 2012 yılında ise serinin devam<br />

filmi olan Alacakaranlık Efsanesi: Şafak<br />

Vakti Bölüm 2’de tekrar Victoria karakteri<br />

ile karşımıza çıkmıştır. 2015 yılında<br />

da Jurassic World isimli filmde Clarie<br />

rolü ile başrolü üstlenen Bryce Dallas<br />

Howard, 2016 yılında da Gold ve Pete’s<br />

Dragon isimli filmlerle tekrar ekranların<br />

karşısında olacaktır. Aynı zamanda tıpkı<br />

babası gibi yönetmenlik alanında kendisini<br />

geliştirmek isteyen ve bu yönde<br />

çalışmalar yapan Bryce Dallas Howard,<br />

kısa filmler çekerek yönetmenlik<br />

aşamasında ki pek çok adımı tamamlamakta<br />

ve yakın zamanda da kendi yazdığı<br />

sinema filmlerini çekmek adına kolları<br />

sıvayacağını açıklamıştır.


ANDY GARCIA NAM-I DIĞER:<br />

DON VINCENT CORLEONE<br />

Ünlü oyuncu en çok Francis<br />

Ford Coppola’nın Baba 3<br />

filmindeki Vincent Corleone<br />

rolüyle hatırlanıyor….<br />

n 12 Nisan 1956 yılında<br />

Havana’da doğan Andy<br />

Garcia’nın asıl adı Andrés Arturo<br />

García Menéndez’di. Ailesiyle<br />

1<strong>96</strong>1 yılında Amerika’ya göç<br />

eden ünlü oyuncunun yapışık<br />

ikiziyle birlikte dünyaya geldiği<br />

ve tenis topu büyüklüğündeki<br />

kardeşinden ameliyatla ayrıldığı<br />

söylenir.<br />

Amerika’da ilk yıllarda zorlu ve kötü işlerde<br />

çalışmak zorunda kalan oyuncu en çok Francis Ford<br />

Coppola’nın Baba 3 (The Godfather 3) filmindeki<br />

Vincent Corleone rolüyle hatırlanmaktadır. 1995<br />

yılında Empire dergisinin yaptığı “Film Tarihinin En<br />

Seksi 100 Yıldızı” listesine 65. sırada yer alan aktör<br />

bugüne kadar Ocean’s serisinde, Girdap, Kayıp<br />

Şehir, Pembe Panter, Kill The Messenger, Pablo,<br />

Çakma Polisler, Ghostbuster: Hayalet Avcıları gibi<br />

filmlerde karşımıza çıktı. Bu ay karşımıza bilimkurgu<br />

/ aksiyon filmi Max Steel ile yer alacak. Filmde Dr.<br />

Miles Edwars rolüyle karşımızda olacak olan oyuncu<br />

20 Ekim’de vizyona girecek Geostorm filminde de<br />

yer alacak ve hayranlarını epey mutlu edecek.<br />

BANU BOZDEMİR


İÇERDE<br />

İçerde babaları<br />

yüzünden daha<br />

çocuk yaşlarından<br />

yolları ayrılan<br />

sonrasında<br />

düşman cephelerde<br />

karşılaşan iki<br />

kardeşin hikâyesi...<br />

İÇERDE : İKİ KARDEŞ, İKİ<br />

KÖSTEBEK…<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

DİZİFUN<br />

SHOW TV’nin yeni sezonda pazartesi akşamları<br />

izleyiciyle buluşan iddialı yapımı “İçerde”nin<br />

başrollerinde Çağatay Ulusoy (Sarp), Aras Bulut<br />

İynemli (Mert) , Çetin Tekindor (Celal Duman), Bensu<br />

Soral (Melek), Damla Colbay (Eylem), Mustafa Uğurlu<br />

(Yusuf Kaya) , Rıza Kocaoğlu (Davut) ve Nihal Koldaş<br />

(Füsun), yer alıyor. İçerde Celal Duman adlı mafya<br />

babasının tetikçisi olan babaları yüzünden daha<br />

çocuk yaşlarından itibaren yolları ayrılan ve birbirlerini<br />

tanımadan büyüyen ve sonrasında düşman cephelerde<br />

karşılaşan iki kardeşin hikâyesi çerçevesinde<br />

şekilleniyor.<br />

Söyle Bana İçerde Misin?<br />

İçerde adlı dizide büyük kardeş Sarp karakteri


Çağatay Ulusoy’un başarılı karakterizasyonu ile<br />

hayat buluyor. Babasının içeri atılması ve kardeşi<br />

Umut’un ortadan kaybolmasının ardından annesiyle<br />

bir başına kalan ve iyi bir komiser olmak<br />

için elinden geleni yapan Sarp mezuniyetine<br />

bir hafta kala Organize Şube Müdürü Yusuf<br />

tarafından akademiden kovuluyor. Kendisine<br />

yapılan bu haksızlığı yediremeyen Sarp, mezuniyet<br />

günü Yusuf Müdür’e silah çektiği için 12<br />

ay hapis yatıyor. Hapiste olduğu süre içerisinde<br />

kendisine Celal Duman’ın uzattığı yardım elini<br />

reddeden Sarp, tahliye olduktan sonra onun tetikçisi<br />

olmayı kabul ediyor. Sarp’ın bu dönüşümü<br />

annesini kahretse de, ne Füsun Hanım, ne de<br />

arkadaşı Eylem Sarp’a söz geçiremiyor. Bu noktada<br />

Sarp’ın dönüşümü akla<br />

mantığa yattığı ve inandırıcı<br />

göründüğü için işin gerçek<br />

yüzünün ortaya çıkması<br />

izleyiciyi şaşırtmakla birlikte<br />

merak ve ilgiyi arttırıcı bir etki<br />

yaratıyor. Başarılı bir kurguyla<br />

ilk etapta Yusuf Müdür’ün<br />

kovduğunu düşündüğümüz<br />

Sarp’ın, flashback sahnelerinden<br />

anlaşıldığı üzere aslında<br />

o konuşmanın devamında<br />

Yusuf Müdür’ün kendisine<br />

Celal Duman’ın ekibine<br />

köstebek olarak girmesi<br />

yönünde yaptığı teklifi kabul etmiştir. İşin ucunda<br />

hapis yatmak ve annesini üzüntüden kahretmek<br />

olsa da, ailesinin dağılmasına neden olan<br />

Celal Duman’ı cezalandırmanın tek yolu budur.<br />

Sarp, Celal Duman’ın güvenini kazanmak için<br />

elinden geleni yapar. Oynadığı oyunu annesiyle<br />

bile paylaşmaz. Sadece Yusuf Müdür ve kendisi<br />

bilmektedir. Sonunda Celal Duman’ın güvenini<br />

kazanır ve çeteye girer. Bir yandan da amacına<br />

ulaşmak için kullanacağı Celal’in manevi kızı ve<br />

avukatı Melek ile yakınlaşmaktadır. Yıllardır öldü<br />

bildikleri kardeşi Umut’un yaşıyor olabileceğine<br />

ilişkin edindiği ipucu Sarp’ı bir an için Celal<br />

Duman’la ipleri kopartmanın eşiğine getirse de<br />

son anda amacına ulaşmak için şimdilik beklemenin<br />

daha doğru olduğuna karar verir. Küçükken<br />

babasını susturmak için kaçırılan ve bir süre<br />

sokakta mendil sattırıldıktan sonra Celal Duman<br />

tarafından yetiştirilen Mert ise polis akademisinden<br />

mezun olduktan sonra Organize Suçlara<br />

köstebek olarak girer. Ailesine dair hiçbir şey<br />

hatırlamayan ve dolayısıyla Celal Duman’ın<br />

ailesine ve kendisine yaptıklarını bilmeden onu<br />

manevi babası olarak kabul eden Mert’in amacı<br />

Celal Duman’a bilgi sağlamak ve işlerinin engellenmesini<br />

önlemektir. Sonraki süreçte işlerin<br />

başına geçecektir. Sarp’ın kısa sürede Celal’in<br />

güvenini kazanıp ekibe girmesi Mert’i oldukça<br />

rahatsız eder. Mert, Sarp’ın arkadaşı muhabir<br />

Eylem ile yakınlaşır ve böylece annesi Füsun’la<br />

da tanışır. Bu noktada kaçırıldığında 3 yaşında<br />

olan Umut/Mert’in geçmişe dair hiçbir şey<br />

hatırlamıyor olması biraz göze batıyor.<br />

İzleyici İçerde Mi?<br />

Kadrosu oldukça başarılı isimlerden<br />

oluşan dizi ekranlara<br />

hızlı bir giriş yaptı. Reytingler<br />

ve özelliklede sosyal medya<br />

yorumları gösterdi ki izleyiciden<br />

de tam not aldı ve tabiri caiz<br />

ise izleyiciyi içine aldı. Peki,<br />

daha ilk bölümlerden bunu nasıl<br />

başardı. Kanımca öncelikle<br />

oyuncu kadrosu izleyicinin diziye<br />

ilgi duymasını, merak etmesini<br />

sağladı. Oyuncu seçimi kadar<br />

oyuncuların rolle kurduğu ilişkide<br />

diziyi izlenir kıldı. Bu çerçevede<br />

benim dizideki favorilerim Sarp<br />

ve Davut. Diğer yandan yerli dizilerin tek tip<br />

hikâyelerinden farklı olarak İçerde’nin polisiye<br />

bir hikâye içermesi ve kendi benzerlerinden en<br />

azından bu aşamada daha iyi görünmesi diziye<br />

olan ilgiyi biraz daha arttırdı. Aksiyonun şimdilik<br />

tadında olması da iki saat gibi oldukça uzun<br />

bir süre de sıkılmadan izlememizi sağladı. Ki<br />

umarım bir noktadan sonra hikâye tıkanmaz<br />

ve tekrara bağlamaz. Aksiyonun başarısı birazda<br />

mizansenin başarısıyla ilişkili ki bunu<br />

da es geçmeyelim. Ayrıca son olarak ufak bir<br />

hatırlatma dizi “The Departed” (Köstebek) filminden<br />

uyarlanmakla birlikte bence kendi dinamiklerini<br />

de taşıyor. Evet dizi daha yolun çok<br />

başında ben bozmaz bu tat da devam ederse<br />

tutunur diye düşünüyorum. Bir şey demek için<br />

beki erken, ama yine de artılarını göz önünde<br />

bulundurarak bir şans vermek gerek diye<br />

düşünüyorum. Ben şimdilik “İÇERDE’YİM”.


THE NIGHT OF VE<br />

KİMLİK SİYASETİNİN<br />

ATIKLARI<br />

The Night Off’da<br />

küreselleşme soslu kapitalist<br />

sistemin mutlu son<br />

vaat eden söylemlerinin<br />

mutlaka üzerine yıkılacak<br />

kurbanlar yarattığını ispatlayan<br />

hayatlardan biri<br />

Nazir Khan’ın hikayesi!<br />

Küreselleşme soslu kapitalist sistemin<br />

mutlu son vaat eden söylemlerinin<br />

mutlaka üzerine yıkılacak<br />

kurbanlar yarattığını ispatlayan hayatlardan<br />

biri Nazir Khan’ın hikayesi! Sermayenin<br />

elinde kendine hizmet etmedikçe<br />

kıvranan, aslında kendisine hizmet etse<br />

de kullanma süresi bitince harcanan ve<br />

kıvranırken ses çıkartma özgürlüğü olmayan<br />

özgürlükler ülkesinde Müslüman bir<br />

gencin başına gelenler sanki Müslüman<br />

olduğu için baştan sona değişir. Aslında<br />

böylesi bir etnik göndermesi olmasaydı<br />

da dizi baştan sona oldukça başarılı olay<br />

örgüsü, derinlikli karakterleri, iç ve dış<br />

çatışmalarıyla kusursuz bir suç ve dram<br />

özellikleri taşır. Hatta kahramandan nasıl<br />

anti-kahraman yaratıldığını göstererek<br />

tersten yürüdüğü için çok ilginç tespitlerle<br />

doludur. Ancak Pakistanlı bir ailenin<br />

Müslüman oğlu bir olaya karışırsa suç<br />

mahalli kendisi oluverir anında! Çünkü<br />

yasalar elbette tıkır tıkır hiç aksamadan<br />

çalışıyorken kahramanlar kadar günah<br />

keçilerine duyulan ihtiyaç da büyüktür.<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

EPISODE


Elbette henüz birinci sezonu biten bir<br />

dizide katilin kim olduğu belli değilken<br />

Nazir Khan’ı aklamakta adil olmayacaktır<br />

ancak kimlik siyasetinin evrensel<br />

değerleri, batılı olmayana karşı stratejik<br />

savaş tekniklerine çevirmesi de üzücü ve<br />

gerçektir.<br />

Katılmayı planladığı bir partiye gidebilmek<br />

için babasının arabasını izinsiz<br />

alan Nazir’in karşısına çok güzel bir genç<br />

kız çıkar ve genç kız Nazir’in arayıp da<br />

bulamadığı geceyi kendisi teklif eder.<br />

Nazir elbette kızın evine koşa coşa gider<br />

ve gör başına neler gelir! Nazir bir anda<br />

karakola düşer, kimlik ve aidiyet inşa<br />

süreci de mecburen adım adım yeniden<br />

başlar. Çünkü doğma büyüme New<br />

York’lu olması Naz’ın yeterince Amerikalı<br />

olduğu anlamına gelmez. İçerideki (New<br />

York) gerilimin aşılabilmesi ve ortadaki<br />

kanın temizlenmesi için kendinden<br />

görünen ‘yabancı’ (sözde New Yorklu)<br />

akla/n/ma ihtiyacı açısından kusursuz<br />

bir temas bölgesi oluşturur. Melez bir<br />

suçlu, yıkıcı ve dönüştürücü bir arınmaya


mükemmelen hizmet eder. Sonuçta<br />

Naz biraz New York’lu bir genç olarak<br />

müphemdir ve Bhabha’nın ifadesiyle<br />

varlığıyla üçüncü mekanı, ara bölgeyi,<br />

temas bölgesini oluşturarak muhtemel<br />

yorumların, olası felaketlerin üretim<br />

merkezi için gayet uygundur. Kısacası<br />

ondan beklenir, ona yakışır, cuk oturur!<br />

Öyle ki sonunda Nazir’den bekleneni kendisi<br />

ifşa etmeye başlar.<br />

Herhangi düzgün bir gencin başına gelebilecek<br />

tüm talihsiz felaketler zincirine<br />

Naz bi-zatihi kimliği nedeniyle doğal<br />

olarak kurban edilirken sistem özgürlük,<br />

barış, doğruluk, şeffaflık ve sorumluluk<br />

değerleriyle ailesini de ortak iyinin<br />

inşasında suçlu ilan edecektir elbette!<br />

Böylece gerçek suçluyla ve büyük ihtimalle<br />

kendisiyle çelişme, yüzleşme<br />

ve hesaplaşma zorunluluğu ortadan<br />

kalkacaktır. En azından ertelenecektir.<br />

Adalet, gerçekten kaçılarak sağlanacaktır.<br />

Polisiye olduğu kadar bir mahkeme<br />

salonu filmine de dönüşen anlatı da<br />

Nazir’in avukatının sık sık gerçeğin bir işe<br />

yaramayacağını hatırlatması çarpıcıdır.<br />

Tüm kanıtların (kan tahlilleri, tükürük<br />

ve sperm örnekleri) gerçeği karartmak<br />

için delil olması ise genel olarak hukuk<br />

sisteminin kimin için çalıştığını<br />

tartışmaya açar. Nazir dışındaki olası<br />

diğer suçluların iki Afro-Amerikan olması<br />

ise delil toplamanın bakış açısına ve<br />

algıda seçiciliğe göre nasıl çalıştığının<br />

adeta ispatı gibi sırıtır. Zaten ailenin<br />

ekonomik gücü olmadığı için avukat<br />

tutamaması ve isteyen avukatın kendi<br />

idealleri uğruna onları kullanması da durumun<br />

gayet açık özeti sayılabilir.<br />

Ezcümle The Night Of haliyle mükemmel<br />

senaryo yapısı, işleyişi, eşsiz oyunculuklar<br />

şöleni ve sosyo-kültürel söylemiyle<br />

kült olma yolunda haklı bir nam salan bir<br />

dizi! Kısacası sezonun en en enlerinden<br />

önde geleni!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!