14.05.2016 Views

Cinedergi 12

Binder12

Binder12

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

■ Nisan ayı her şeyden önce sinemanın baharıdır.<br />

Çünkü İstanbul Film Festivali, İstanbullu film severlerin<br />

kalbinde ayrı bir yer tutar. Özellikle<br />

Türkiye’de bir sinematek olmamasının eksikliğini<br />

yaşayan bizler bu açığı hep İstanbul Film<br />

Festivali’nin geniş ve kaliteli içeriğiyle bastırmışızdır.<br />

Bu yıl festivalin en önemli özelliği Türk<br />

Sineması’na verdiği önem. Festivalin Türk<br />

Sineması bölümünde kurmaca ve belgesel olarak<br />

40’ı aşkın film yer alıyor. Bu kadar geniş bir içerik<br />

Türk Sineması adına İstanbul Film Festivali’nde<br />

hiç yer almamıştı.<br />

Festival dünyası ilk heyecanını Ankara Film<br />

Festivali’nde yaşadı. 10 günlük festival boyunca<br />

Ankara’daki sinema salonları doldu taştı. SİYAD<br />

jüri üyesi olarak bulunduğum festival boyunca<br />

hem gösterilen filmlerin içeriği hem de<br />

Ankaralılar’ın ilgisi beni şaşırttı ve çok sevindirdi.<br />

Bu arada Selçuk Üniversitesi tarafından düzenlenen<br />

ve 1-3 Nisan arasında yapılacak olan 9.<br />

Kısaca Film Festivali’nde de Yazı İşleri<br />

Müdürümüz Fırat Sayıcı jüri üyesi. Aynı heyecanların<br />

Konya’da da yaşanacağına inanıyorum.<br />

Dergimizin <strong>12</strong>. sayısı ise yine dopdolu. Mahsun<br />

Kırmızıgül’ün yazıp yönettiği Güneşi Gördüm<br />

filminin başrol oyuncusu Demet Evgar’la keyifli bir<br />

sohbet yaptık. Antalya Altın Portakal Film<br />

Festivali’nin sürpriz filmi Pazar: Bir Ticaret<br />

Masalı’nın yönetmeni Ben Hopkins konuşmak için<br />

<strong>Cinedergi</strong>’yi seçen ünlülerden.<br />

The Westler’ın gizemli güzeli Evan Rachel Wood,<br />

bu hafta vizyona girecek olan Outlander filminin<br />

yakışıklı oyuncusu Jim Cavizel portre sayfalarımızda<br />

işlediğimiz ünlüler.<br />

Özel dosyalarımızda ise Banu Bozdemir’in kaleminden<br />

Vahşet Filmleri, Kerem Akça’dan Spor<br />

Filmleri, Turgay Özçelik’in yorumuyla da Pembe<br />

Panter filmlerinin<br />

dosyalarını okuyacaksınız.<br />

Bununu<br />

dışında Ali Ulvi<br />

Uyanık’ın kendine<br />

has üslubu ile 18+, Fırat Sayıcı’dan Mesela Dedik<br />

ve sizin için hazırladığımız Zamanın Ruhu<br />

dergimizin diğer farklı konuları. <strong>12</strong>. sayıya<br />

geldiğimiz <strong>Cinedergi</strong>’nin Mayıs ayında ilk yaşını<br />

kutlayacağımızı hatırlatır ve bir yıllık bir dergi<br />

olmanın gençliğiyle hazırlayacağımız yepyeni<br />

sayılarda buluşmayı dileriz.<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

İcra Kurulu Başkan Yardımcısı<br />

LEVENT GÜLTEKİN<br />

Genel Yayın<br />

Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Katkıda Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Mekki Arvas<br />

Remzi Bener<br />

Hasan Sayın<br />

Arzu Çevikalp


Yönetmen : Richard Curtis<br />

Senaryo: Richard Curtis<br />

Oyuncular: Philip Seymour<br />

Hoffman, Bill Nighy, Rhys Ifans,<br />

Nick Frost<br />

Konu: Filmde, sürekli rock’n roll müziği<br />

çalarak bir jenerasyona damgasını vuran<br />

ve jazz müziğini tercih eden hükümete<br />

karşı dik durarak İngiliz halkının gönlünü<br />

fetheden bir grup radyo DJ’in öyküsü<br />

anlatılıyor. 1966 yılında BBC haftada iki<br />

saat rock’n roll müziği yayınlarken açık<br />

denizden yayın yapan korsan radyoda<br />

günde 24 saat rock’n roll yayını vardı.<br />

İngiltere’nin yarıdan fazlası her gün korsan<br />

radyoyu dinliyordu.


Yönetmen : Michael Bay<br />

Senaryo: Roberto Orci, Alex Kurtzman,<br />

Ehren Kruger<br />

Oyuncular: Shia LaBeouf, Megan Fox,<br />

Josh Duhamel, Tyrese Gibson<br />

Konu: Sam Witwicky, Transformers’ın<br />

kökenleri konusunda yeni detaylar keşfeder.<br />

En büyük mücadele, Mısır’daki Giza<br />

piramitlerinde gerçekleşir. Çünkü aranan<br />

tapınak bu bölgededir. Filmde<br />

Transformers’ın piramitler öncesinde<br />

Mısır’ı ziyaret ettiği gösterilecek; hiyeroglif<br />

yazılarının günümüzdeki teknolojik araçları<br />

çağrıştırdığına değinilecek.<br />

Yönetmen : Quentin Tarantino<br />

Senaryo : Quentin Tarantino<br />

Oyuncular: Brad Pitt, Diane<br />

Kruger, Daniel Brühl, Eli Roth,<br />

Mike Myers, Julie Dreyfus, Maggie<br />

Cheung<br />

Konu: Çok sevdiği ailesinin, Nazi<br />

Albay Hans tarafından katledilmesine<br />

tanıklık eden Shosanna<br />

Dreyfus adlı kadın, katliamdan kıl<br />

payı kurtularak Paris’e kaçar.<br />

Orada sinema salonu sahibi ve<br />

işletmecisi olarak yeni bir kimlik<br />

edinir. Aynı günlerda Avrupa’nın<br />

başka bir köşesinde Teğmen Aldo<br />

Raine, Yahudi askerler tarafından<br />

kurulan bir grubu düşmana karşı<br />

misilleme yapma amacıyla organize<br />

etmektedir.


Yönetmen : Paolo<br />

Sorrentino<br />

Senaryo: Paolo<br />

Sorrentino<br />

Oyuncular: Toni Servillo,<br />

Anna Bonaiuto, Piera<br />

Degli Esposti<br />

Yönetmen: John Woo<br />

Senaryo : John Woo, Khan Chan<br />

Oyuncular: Tony Leung, Takeshi Kaneshiro, Zhang<br />

Fengyi, Chang Chen<br />

Konu: Çin’de Üç Krallık döneminde meydana gelen<br />

en kanlı savaş olarak bilinen Red Cliff savaşına 1<br />

milyon asker katılmıştı. Yönetmen John Woo, Çin<br />

tarihinin dönüm noktası olan bu savaşı en gerçekçi<br />

şekliyle beyazperdeye yansıtmak için 80 milyon<br />

dolarlık bütçeyle çalıştı. Böylece finans kaynakları<br />

bölgedeki bağımsız yapımcılardan gelen Red Cliff,<br />

Asya’nın bugüne kadar yapılmış en pahalı filmi oldu.


Konu: İtalyan politikacı Giulio Andreotti'nin<br />

tartışmalarla dolu yaşamından yola çıkılarak<br />

hazırlandı. Özellikle de ülkenin yedi defa<br />

başkanlığını yapan siyasetçinin mafyayla<br />

olan bağlantısına yer veriliyor. İtalyan<br />

sinemacılar son yıllarda politikaya filmlerinde<br />

daha çok yer veriyorlar. Il Divo bu politik<br />

hareketin beyazperdedeki en cesur<br />

çıkışlarından biri olarak kabul ediliyor. Öte<br />

yandan filmin son derece stilize bir çalışma<br />

olduğunu da eklemek lazım.<br />

Yönetmen : Paul McGuigan<br />

Senaryo: David Bourla<br />

Oyuncular: Chris Evans, Dakota Fanning,<br />

Camilla Belle, Djimon Hounsou<br />

Konu: Hong Kong'ta yaşayan bir grup genç,<br />

Amerikan hükümetinin el altından yürüttüğü<br />

bir projenin çalışanlarından kaçıyordur. Kendi<br />

çıkarları için kullanılmak üzere onların silaha<br />

dönüştürülmesini isteyen bu kişilerden tamamen<br />

kurtulmak için güçlerini birleştirmeleri<br />

gerekir. Bu amaçla da insanların düşüncelerini<br />

istediği gibi kontrol eden English'e ulaşmaları<br />

ve birlikte savaşmaları gerekmektedir.


Yönetmen : Pascal Laugier<br />

Senaryo: Pascal Laugier<br />

Oyuncular: Morjana Alaoui,<br />

Mylène Jampanoï, Catherine<br />

Bégin<br />

Konu: 1970'lerin başında<br />

Fransa'da, yıllarca kayıp olan kız<br />

Lucie yolun kenarında başı boş<br />

gezerken bir akşam bulunur.<br />

Başına ne geldiğini bir türlü<br />

söyleyemez. Daha sonra polis,<br />

Lucie'nin hapsedildiği ve kimsenin<br />

kullanmadığı izole edilmiş<br />

mezbahı bulur. Bütün deliller kızın<br />

dondurucu odada hapsedildiğini<br />

gösterir. Pislik içinde, aç, susuz,<br />

tecavüze uğramamış Lucie dondurucu<br />

odadan nasıl kurtulmuş ve<br />

başına ne gelmiştir?<br />

Yönetmen : Bill Duke<br />

Senaryo: Brian Bird<br />

Oyuncular: Morris Chestnut, Taraji P.<br />

Henson, Maeve Quinlan<br />

Konu: Gerçek mutluluk, başarı ve aşkın ne<br />

olduğuna dair yıllarca anlaşmazlıklar<br />

yaşayan Dave ve Clarice Johnson, sonunda<br />

evliliklerini bitirme noktasına gelirler. Clarice<br />

bir araba kazası geçirdiğindeyse içine attıkları<br />

ortaya çıkar. Aralarındaki farklılıklar,<br />

Clarice'in fiziksel terapi görmesiyle daha çok<br />

artmıştır. Dave de Julie ve oğlu Bryson ile<br />

vakit geçirmeye başlar. Dave, onlarda bulduklarıyla<br />

bir aile olmanın ve tutkulu bir eşin<br />

özlemini duymaya başlamıştır.


Belgesel sinemanın usta sanatçı ve<br />

kuramcılarından John Grierson’a göre<br />

belgeselin üç temel ilkesi şöyledir…<br />

Belgesel sinema gerçek bir olayı yeniden<br />

sahneler. Doğal/Gerçek insan ve olaylar,<br />

uygar dünyanın perdede yorumlanmasından<br />

daha iyi bir yol göstericidir.<br />

Kendiliğinden oluşan hareketin perdedeki<br />

değeri sahte/yapmacık olandan çok daha<br />

fazla değer taşır.<br />

74 yılında Fransız genç Philippe Petit,<br />

2001’de bir terör saldırısıyla tarihin karanlık<br />

sayfalarına gömülen ikiz kuleler arasına<br />

gerdiği tel üzerinde yürüdü. Üstelik<br />

emniyetsiz… Aradan 34 yıl geçti ve asla,<br />

asla demeyenlere adanan bir belgesel<br />

çekildi; “Teldeki Adam”… Başta sevgilisi<br />

ve arkadaşları olmak üzere, kendine<br />

yardım eden tüm işbirlikçilerinin de tanıklıklarına<br />

şahit olunan bu ip üstündeki<br />

belgesel, bildiğiniz üzere bu yılın en iyi<br />

belgesel Oscar’ını hak etti. Kimileri,<br />

bunun ikiz kule hasretine ve dolayısıyla 8 yıldır<br />

süregelen Amerikan baskıcı hakimiyetinin verdiği egolara<br />

dayandığını düşündü. Kimileri ise, diğer belgesel<br />

adaylarının niteliklerinin zayıf olduğuna.<br />

Hayatı boyunca kendini seyredenlerin yüreklerini<br />

ağzına getirerek ekmeğini kazanmış Fransız Philippe<br />

Petit, (sonradan yarı yolda bırakacağı) sevgilisi ve<br />

yakın arkadaşları tarafından asiste edilerek başarıya<br />

ulaşıyor. İşte bu dile kolay cümlenin açılımını yapan<br />

belgesel, canlandırma yöntemine, ilk ağızdan olayı<br />

yaşayanların şahitliğine, gerçek/belge görüntülere<br />

dayanarak gücünü katlıyor. Filmin en büyük artısı ise,<br />

girişte yazdığımız belgesel kurallarını, yine onları<br />

alaşağı ederek, en azından bazılarını görmezden gelerek<br />

bunu başarması. Öyle ki, çoğu zaman bir belgesel<br />

değil de, illegal yoldan iş yapmaya kalkan bir grup<br />

suç müptelasının heyecan dolu macerasını izliyormuşsunuz<br />

gibi geliyor. Şimdiki haliyle bile oldukça<br />

heyecanlı, hiperaktif ve eğlenceli bir kişilik olan<br />

Philippe Petit, filmin sonlarına doğru, arkadaşlarının<br />

söylemlerinin sertleşmesi ile kafanızda canlandırdığınız<br />

kişinin dışına biraz çıkabilir. Ama, her<br />

zaman güzellikler ve pohpohlamalar olacak değil ya…<br />

Hele ki, böyle eli yüzü düzgün ve eksiksiz bir belgeselde..<br />

Bol ödüllü belgeselin yönetmeni ise İngiltere<br />

doğumlu James Marsh… Geçmişte yaptığı başarılı<br />

işleri de göz önüne alacak olursanız, belgesel kulvarında<br />

uzun vadede adını çok sık duyacağımız kesin.<br />

Yeter ki, Hollywood dişlisi, onu sıkı bir aksiyon çekmek<br />

için öğütmesin. Toparlayalım… Yüzyılın sanat<br />

suçu olarak lanse edilen, adrenalin ve somut verilere<br />

dayalı bu nefes kesen belgesel, Petit’in üzerinde<br />

yürüdüğü tel kadar sağlam. Grierson’un belgesel<br />

manifestosunun yapıtaşlarıyla kolkola karşı kuleye<br />

geçebilirsiniz. Yeter ki aşağı bakmayın!


■ Biz toplum olarak ‘toparlanma’ ya da ‘Titre ve<br />

kendine gel’ hikayelerini çok severiz… Küçükken<br />

bizi gözyaşlarına boğan, The Champ / Şampiyon<br />

filminin son replikleri hala dün gibi kulağımda…<br />

Çocuk oyuncu Rick Schroder'in babasına zorlu bir<br />

dövüş sonrasında döktüğü gözyaşları bizleri de<br />

çocuk halimizle çok etkilemişti… Oğlu için ringlere<br />

çıkmış, yenmiş ve sonra hayata veda etmişti<br />

Şampiyon… Şimdi yıllar sonra yine aynı isimle,<br />

benzer bir teması olan filmle karşı karşıyayız…<br />

Antalya’da izlediğimiz film, Mickey Rourke’un festivalin<br />

konuğu olarak minik köpeğiyle arz-ı endam<br />

eylediği ve filmin havasına yatkın bir profil çizdiği<br />

görüntüleriyle etkisini sonrasında da hissettiriyor…<br />

Tam bir erkek filmi… Gerçek hayatta filmlerinde<br />

olduğu gibi ayyaş, serseri,motor meraklısı ve hatta<br />

boksör Rourke…<br />

1983 yılında rol aldığı Ruble Fish filmine yapılan<br />

eleştirilerden sonra, kötü eleştirilerin müsebbibi<br />

gazetecilerle yıllarca görüşmemişti. Yani tavrı kesin<br />

ve netti. 1991’de suratı dağıldı, dibe vurdu, çirkinleşti,<br />

içine çekildi ama sonra tekrar yükselmesini<br />

bildi. Herkesin en iyi performansını sergilediği<br />

konusunda hemfikir olduğu Angel Heart, (Burada<br />

Robert De Niro’nun uzun tırnakları ve karanlık delici<br />

bakışları lanetlenmesine yol açmıştır)Barfly, White<br />

Sands gibi filmler gerçekten de zirvedir kendisi için…<br />

Barfly için Charles Bukowski’nin hayat hikayesi<br />

denilebilir. Zira sarhoşluk bu iki ismi buluşturur,<br />

Bukowski, hayatını oynayacak insan için Rourke’a<br />

gözü kapalı kendini teslim eder adeta… Yani dip<br />

balıklarının hayatını ve onların yükselişlerini pek iyi<br />

yorumlar ve bünyesine yedirir usta oyuncu… Pek<br />

sevdiğimiz Johnny Depp de azılı hayranlarından…<br />

Yani insanlarla nefret ve aşk ilişkisini en derinden<br />

yaşayanlardan kendisi…<br />

Gelelim kendisinin de yükseliş hikayesi olabilecek<br />

Şampiyon’a… Buradaki rolü profesyonel güreşçi…<br />

Ama yaşlanmış ve gözden düşmüştür.<br />

Ancak müsamere salonlarında ringe çıkar… Kızıyla<br />

bağları kopmuştur. Yalnız adamdır yani… Arada bir<br />

hayranlarının sevgisini tadar o kadar… Ama bünye<br />

bu kadar dövüş temposuna tepki çeker ve kalp krizi<br />

geçirir… Şov dünyasına bu şekilde zoraki bir veda<br />

eden Randy, hayatını gözden geçirmek durumunda<br />

kalır. Bir süre için işler yolunda gidecek gibi gözükür.<br />

Süpermarkette tezgahtar olarak işe girer, kızıyla ilişkisini<br />

düzeltmeye başlar ve bir striptizciyle yakınlaşır.<br />

Ancak dövüşün cazibesi karşı koyulmazdır ve bir<br />

süre sonra ringe geri dönmeye karar verir. Gerçekten<br />

de dönüşü muhteşem olur… Dövüş sahnelerinin<br />

gerçekliği, Rourke’un bu role cuk diye oturması filmi<br />

seyirlik bir hale taşıyor… Kaybedenlerin hikayesi de<br />

diyebiliriz bu geri dönüş filmi için… Oscar’a aday<br />

oldu ama ödülü rakibi Sean Penn’a gitti ödül…<br />

Spirit’le idare etmek zorunda kaldı ama bence<br />

gönüllerdeki yerini tekrar sağlamlaştırdı bu filmle.<br />

Yönetmenlik koltuğunda Darren Aronofsky var…<br />

Yani iyi film, iyi yönetmen ve iyi oyuncu bir arada.<br />

Erkek filmi ama kadınlar da izleyebilir!


Reha Erdem Türk Sineması’nın çok yararlanamadığı,<br />

zamanında belki de küstürdüğü bir yıldız<br />

yönetmen. Onun filmlerindeki duyarlılık en büyük ve<br />

taklit edilemez başarısı. Entelektüel çizgilerin gerisine<br />

çekilmek için örülen anlaşılmazlık duvarlarını kendine<br />

zırh edinmeyen bir isim. Ama yine de onun filmlerini<br />

kalbinizin gözüyle seyretmezseniz büyük zorluklar<br />

yaşarsınız. Sinemayı sevenlerde onun zorluklarının<br />

altındaki değerler için Erdem’e tutkunlar. Bu hafta<br />

vizyona giren Hayat Var, Reha Erdem’in en coşkulu,<br />

en sert, en kendinden emin duruşu sergilediği film. Bu<br />

nedenle de filmin gösterileceği sinema salonlarında<br />

farklı duygular, tepkiler yaşanacağına eminim.<br />

Hikayenin dedesi ve babası ile Boğaz’a kavuşan bir<br />

derenin yanı başında, gecekonduda yaşayan Hayat’ın<br />

ergen olma tecrübesinin toplumumuzun alışık<br />

olmadığı bir şekilde tüm açıklığıyla yüze vuran tarzı<br />

izleyiciyi zorlayacaktır. Bu açıdan Hayat Var, Semih<br />

Kaplanoğlu’nun Meleğin Düşüşü filmiyle aynı kaderi<br />

paylaşabilir. Oradaki insest ilişki ile Hayat Var’da işlenen<br />

11 yaşındaki bir kızın ergenliğe girişinde yaşadığı<br />

tecrübeler ve kullanılmışlıklar seyircimizin pekte alışık<br />

olmadığı konular. Reha Erdem’in dediği gibi filmdeki<br />

Hayat’ın büyümesi, cinselliği keşfetmesi kadar toplum<br />

tarafından cinselliğinin keşfedilmesiyle de koşut gidiyor.<br />

Ve tabii bu durum erkek egemen, kapalı toplumlarda<br />

bir cezaya da dönüşebiliyor. Hayat karakterini Beş<br />

Vakit’ten de hatırlayacağımız 1994 doğumlu Elit İşcan<br />

canlandırıyor. Beş Vakit’te de bu filmde de karanlık bir<br />

kuyunun başında durma hissi veren bakışlarıyla çocuk<br />

oyuncu olmanın zirvelerinde dolaşan Elit İşcan eğer<br />

yurt dışında olsaydı eminim Kristen Stewart veya Evan<br />

Rachel Wood ile yarışacak bir üne sahip olurdu.<br />

Çünkü genç yaşına rağmen işlediği karakterin ruhunu<br />

bize hissettiren ve herkese nasip olmayan bir<br />

kabiliyeti var. Tabii bu oyunculuk dilini oluşturmada<br />

Reha Erdem’in büyük etkisi olduğu mutlak. 2006’da<br />

Beş Vakit ile başlayan İşcan’ın kariyeri Erdem ile yola<br />

çıkmanın kendisi için ne kadar yararlı olduğunu kanıtladı.<br />

Filmde baba rolünü oynayan Erdal Beşikçioğlu<br />

ise kızına ve yatalak babasına bakmak için kayıkçılık<br />

yapan, aslında bu sorumluluğun pek peşinde koşmayan<br />

bir adam. Filmin öyküsü içinde İşcan kadar<br />

etkili bir karakter. Çünkü yaşanan sıkıntılar ve tecrübelerin<br />

ana sebebi bu baba karakteri. Filmi seyrederken<br />

onun zayıflığı izleyicinin neredeyse midesini<br />

bulandıracak. Ama film içinde el kadar kayıkla koskocaman<br />

gemiler arasında dolaştığı sahneler onun ve<br />

toplum içindeki her ferdin yalnızlığını, zayıflığını etkileyici<br />

bir şekilde bize yansıtacak. Yönetmenin de<br />

dediği gibi “İstanbul Boğazı’nda ne zaman yalnız<br />

kalmayı düşünsem o kıyılardan <strong>12</strong> milyon insanın<br />

bana baktığını, ne zaman yalnız kalmak istemesem o<br />

<strong>12</strong> milyon insanın bana arkasını döndüğünü<br />

düşünürüm.” lafı aslında filmin şifresi. Hayat Var, bu<br />

şehirde yalnız yaşayanların filmi. Yalnızlığımızı paylaşmak,<br />

unutmak için Reha Erdem tarafından bize verilen<br />

bir hediye.


HIGH ANXIETY<br />

Canlandıramayacağı herhangi bir kadın<br />

şahsiyet ya da hayat veremeyeceği bir<br />

karakterin olduğunu sanmıyorum!<br />

Bahsettiğim oyuncu, 1926 Iowa doğumlu,<br />

20 yaşında Miss Chicago seçilen,<br />

Northwestern Üniversitesi Drama Bölümü’nde<br />

eğitim almış Cloris Leachman. 21 yaşından bu yana<br />

tiyatro, televizyon ve sinemanın en çok tercih edilenlerinden.<br />

Yardımcı rollerin ilahesi; gerçek bir emektar:<br />

Geçen yıl “The Women”de, evin hazırcevap emektarı<br />

rolünde izledik onu. Bu yıl ise, 83 yaşında, üç filmde daha<br />

yer aldı. IMDb’de sadece oyuncu olarak kayıtlı çalışması,<br />

230! Bu kadar iş arasında, çok yönlü sanatçı George Englund<br />

ile 25 yıl süren mutlu bir evliliğe ve tümü sinemayı deneyecek<br />

olan biri kız, beş çocuğa sahip oldu. Ve tabii, acılar yaşadı:<br />

Kocası ve erkek çocuklarından biri yaşamını yitirdi!<br />

Peter Bogdanovich filmi “The Last Picture Show” (1971) ile Yardımcı<br />

Kadın Oyuncu Oscar ödülünü kazandı. Benim ilk sıramdaki rolü ise,<br />

Mel Brooks’un enfes Hitchcock filmleri parodisi “High Anxiety –<br />

Yükseklik Korkusu”ndaki (1977), erkek partnerine mazoşist yöntemler<br />

uygulayan sadist ve Nazist görünümlü hemşire Diesel! Karşıtlıklardan<br />

doğan gerçek güldürünün çok olanaklı ama bir o kadar da zor rollerinden<br />

biri Diesel’i, “benim oyuncum” Cloris’den defalarca izledim.


Monica Bellucci’nin<br />

İtalyan kanı ağır bastı<br />

ve Fransa Başbakanı<br />

Sarkosy’nin eşi Carla<br />

Bruni’nin hayatını<br />

oynamaktan vaz geçti<br />

■ Fransız yapımcıların<br />

First Lady Carla Bruni’nin<br />

hayatını sinemaya uyarlama<br />

fikri daha ilk andan<br />

sansasyon yarattı. Fransız<br />

‘Le Point’ gazetesinin<br />

haberine göre, Bruni’yi<br />

canlandırması istenen<br />

İtalyan oyuncu Monica<br />

Bellucci teklifi, Bruni İtalyan<br />

vatandaşlığından Fransız<br />

vatandaşlığına geçtiği için<br />

reddetti. Fransız basınına<br />

göre, bir zamanlar İtalya’nın<br />

iki gözde modeli olan<br />

Bellucci ve Bruni artık<br />

görüşmüyor.


■ İngiltere eski Başbakanı Tony Blair ile ABD eski<br />

Başkanı Bill Clinton arasındaki ilişkinin ele alınacağı<br />

filmde, Beyaz Saray'ın o dönemdeki first lady'si Hillary'yi,<br />

ünlü oyuncu Julianne Moore canlandıracak.<br />

Senaryosunu, 'The last king of Scotland' filmleriyle tanınan<br />

İngiliz Peter Morgan’ın yazdığı 'Special Relationship<br />

adlı filmde Bill Clinton'ı, Russell Crowe, Philip Seymour<br />

Hoffman, Alec Baldwin ve Tim Robbins gibi güçlü rakipleri<br />

safdışı bırakan Dennis Quaid canlandıracak. Çekimleri<br />

bu yaz Washington ve Londra'da yapılacak film, Blair'in<br />

İngiltere'de iktidara geldiği 1996 ile Clinton'un görevi<br />

bıraktığı 2000'deki başkanlık seçimleri arasındaki dönemi<br />

ele alıyor.<br />

■ ABD Dışişleri<br />

Bakanı Hillary<br />

Clinton'a yönelik ağır<br />

eleştiriler içeren<br />

belgesel film, ABD'de<br />

ciddi hukuk tartışmalarına<br />

yol açtı. Clinton'ın geçen yıl başkan adaylığı için<br />

kampanya yürüttüğü sırada hazırlanan ve büyük tartışmalara<br />

yol açan çalışmanın, anayasal güvence altındaki<br />

basın özgürlüğünün bir parçası mı yoksa Hillary'yi yıpratma<br />

amaçlı siyasi bir reklam filmi mi olduğu Yüksek<br />

Mahkeme'nin vereceği kararla belirlenecek. 90 dakikalık<br />

'Hillary: The Movie' adlı film, o dönemde başkan adaylığı<br />

mücadele eden Hillary hakkında hayli olumsuz bir tablo<br />

çizerken, eski first lady ile kocası Bill Clinton'un hasımlarının<br />

sert eleştirilerinin yer aldığı röportajları da içeriyor.


■ ‹stanbul Kültür Sanat Vakf› taraf›ndan<br />

bu y›l beflinci kez AKBANK<br />

sponsorlu¤unda düzenlenen 28.<br />

Uluslararas› ‹stanbul Film Festivali, 4 – 19<br />

Nisan tarihleri aras›nda gerçeklefltirilecek.<br />

Geçen y›l 170.000 izleyiciyle yine<br />

rekor bir rakama ulaflan Uluslararas›<br />

‹stanbul Film Festivali program› bu y›l<br />

yine dopdolu. Dünyan›n belli bafll› festivallerinde<br />

gösterilip Türkiye’de merakla<br />

beklenen ço¤u filmin ilk gösterimleri festivalin<br />

geleneksel “Dünya<br />

Festivallerinden”, “Genç Ustalar”,<br />

“May›nl› Bölge” gibi bölümlerinde<br />

yap›lacak. “Gümüfl Ülke, Alt›n Sinema:<br />

Arjantin” ve “Aflk Olsun” gibi yeni bölümlerle<br />

festival program› sinemada yeni<br />

yönelimlere dikkat çekecek; “Asiler,<br />

Azizler, Âfl›klar”, “An›lar›na” gibi bölümlerle<br />

de klasik sineman›n unutulmaz<br />

örneklerine yer verilecek. Her y›l oldu¤u<br />

gibi ünlü konuklar, usta sinemac›lar›n<br />

kat›laca¤› söylefli ve atölye çal›flmalar›,<br />

sinema dersleri ve partilerle iki hafta<br />

boyunca ‹stanbul’da gerçek bir festival<br />

havas› esecek.<br />

■ Cannes Film Festivali ilk defa üç boyutlu<br />

bir animasyonla açacak. Son yıllarda<br />

Hollywood animasyonlarına özel bir ilgi<br />

gösteren Cannes Film Festival’i, Disney ve<br />

Pixar’ın Up'ını açılış filmi olarak seçti. Up, 78<br />

yaşındaki bir serüvencinin inanılmaz<br />

hikayelerini konu ediniyor. Hayatı boyunca<br />

dünyayı gezmenin, tehlikeli ve keyifli maceralar<br />

yaşamanın hayalini kuran adam, biraz<br />

geç bir yaşta bu şansa kavuşuyor. Sekiz<br />

yaşındaki bir gezginin hayatına girmesiyle,<br />

yolculuk başlıyor.


■ Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo<br />

TV Sinema Bölüm Başkanı Doç.Dr. Aytekin<br />

Can, festivalle ilgili şu açıklamayı yaptı: "Kültür<br />

Bakanlığı'nın ana sponsorluğunda gerçekleşen<br />

9.Kısaca Öğrenci Filmleri Festivali'ne 250'ye<br />

yakın film katıldı. Festivalde açılış filmi Anadolu<br />

Üniversite'si yapımı bir animasyon: "Karagöz<br />

Akademisi"... Bu sene festival tarihinde ilk<br />

defa gerçekleştireceğimiz bir olay var. Türk<br />

sinemasının usta oyuncusu Sn. Hülya<br />

Koçyiğit'e sinemaya katkılarından dolayı<br />

Yaşam Boyu Onur Ödülü takdim ediliyor.<br />

Ayrıca sinema arşivcisi Sn. Vadullah Taş'ın<br />

koleksiyonundan Hülya Koçyiğit Film Afişleri<br />

sergisi düzenlenecek. Açılışını Hülya Koçyiğit<br />

gerçekleştirecek. Yine Hülya Koçyiğit'in katılacağı<br />

ve moderatörlüğünü sinema yazarı Fırat<br />

Sayıcı'nın yapacağı bir söyleşi gerçekleştirilecek.<br />

Festivalimizde belgeselden kurmacaya,<br />

deneyselden animasyona film gösterimleri olacak.<br />

Birbirinden değerli akademisyen, sanatçı<br />

ve yazarlardan oluşan bir jüri bu filmlerden<br />

layık gördüğüne ödüller verecek. Bu yıl,<br />

Kanada, Almanya, Kırgızistan, İngiltere ve<br />

Polonya'da okuyan öğrencilerin filmleri de<br />

yarışacak. Gelecek yıl 10.su düzenlenecek festivalin<br />

uluslararası platforma taşınması<br />

amaçlanıyor."<br />

Üyesi), Taha Feyizli (TRT Belgesel Yönetmeni),<br />

Mustafa Karakaya ( TRT Belgesel Yönetmeni),<br />

Yrd. Doç. Dr. Faruk Uğurlu ( Anadolu Üni.<br />

Öğretim Üyesi-Belgesel Fotoğraf Sanatçısı),<br />

Adil Yalçın (Belgesel Yönetmeni-Uluslar arası<br />

Altın Salkım Belgesel Film Festivali<br />

Koordinatörü), Yrd. Doç. Dr. Sühendan Kumcu<br />

İlal (Beykent Üni. Öğretim Üyesi. Uluslararası<br />

Altınsafran Belgesel Film Festivali<br />

Koordinatörü ), Yrd. Doç. Dr. Erkan<br />

Oyal (Beykent Üniversitesi Güzel<br />

Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi),<br />

Doç. Dr. Aytekin Can ( Selçuk Üni.<br />

İletişim Fakültesi Rd-Tv ve<br />

Sinema Bölüm Başkanı)<br />

KURMACA DALI JURİ ÜYELERİ<br />

Binnur Feyizli (Yönetmen - Yapımcı ), Özlet<br />

Taluer (Kartal Film Festivali Yöneticisi), Kadir<br />

Beycioğlu (Altınkoza Festival Koordinatörü ve<br />

İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali<br />

Yönetmeni), Yrd. Doç. Dr. Kaya Özakgün (<br />

Maltepe Üni. Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema<br />

TV Bölüm Başkanı), Fırat Sayıcı(Sinema<br />

Yazarı), Yrd. Doç. Dr. Meral Serarslan (Selçuk<br />

Üni. İletişim Fakültesi Sinema Anabilim Dalı<br />

Başkanı), Aykut Oray (Oyuncu) ve Tardu<br />

Flordun ( Oyuncu )<br />

BELGESEL DALI JÜRİ ÜYELERİ<br />

Prof. Dr. Sezer Akarcalı (Ankara Üni. İletişim<br />

Fakültesi Rd-Tv ve Sinema Bölümü Öğretim


■ A sınıfı aktörlerin, oyuncu seçimi sırasında<br />

tanıştıkları aktrislere gönül kaptırmaları,<br />

Hollywood'un klasik aşk hikayesidir.<br />

Bruce willis'in, Victoria Secret modeli olan yeni<br />

eşi Emma Heming ile aynı şekilde tanışmış<br />

olması da bu nedenle şaşırtıcı değil. 54 yaşındaki<br />

ünlü yıldız ile 30 yaşındaki eşinin ilişkisine dair<br />

ilginç ayrıntıları yazan New York Post,<br />

Willis'in yeni eşini 'kendi eliyle seçtiğini'<br />

yazdı. Habere göre, 2007'de çekilen<br />

The Perfect Stranger filminde figüranların<br />

seçimiyle bizzat ilgilenen Bruce,<br />

geçtiğimiz hafta evlendiği Emma'yla<br />

o seçimde tanışmış. Ünlü aktör,<br />

kadın oyuncuları rollerinin büyüklüğü<br />

veya küçüklüğüne bakmadan bizzat<br />

kendisi seçmiş. Bruce'un ilk olarak<br />

model Tamara Feldman ile çıktığını,<br />

diğer yandan Emma ile de ilişkisinin<br />

başladığını anlatan bir kaynak,<br />

sonuçta Emma'nın ipi göğüslediğini<br />

anlattı. Çiftin Karayip'lerdeki<br />

düğününe, eski eşi Demi Moore<br />

ile 3 çocuğunun yanında yakın<br />

dostları da katıldı.


■ Geçtiğimiz günlerde eşi ve kızıyla birlikte Japonya'yı<br />

ziyaret eden oyuncu, oraya hayran kalmış ve serinin yeni<br />

filminin Tokyo'da geçmesini istiyormuş. Filmin senaryosunun<br />

daha yazım aşamasında olduğunu belirten yetkililer, en<br />

az ilki kadar heyecanlı bir "Mission: Impossible" macerasına<br />

hazırlıklı olmamızı öğütlüyorlar. Filmle ilgili detaylar ilerleyen<br />

aylarda belli olacak.<br />

■ Akbank sponsorluğunda düzenlenen 28.<br />

Uluslararası İstanbul Film Festivali programına,<br />

belgeselci ve film eleştirmeni Necati Sönmez’in<br />

Gazze saldırısının izleri üzerine yapılmış ilk belgesel<br />

niteliğini taşıyan filmi “Gazze’nin Yarası”, “Türk<br />

Belgeselleri” bölümüne eklendi.<br />

Necati Sönmez’in Mart ayı başında gittiği Gazze’de<br />

çektiği belgeselde, Gazzeliler, İsrail ordusunun,<br />

2008 sonlarında başlayıp yirmi iki gün aralıksız<br />

süren ağır saldırısının ardından yaşadıkları dehşeti<br />

ve kıyımı anlatıyor. İlk elden anlatılan tanıklıklarla<br />

“Gazze’nin Yarası” yalnızca Gazze'yi değil aynı<br />

zamanda tüm savaşların korkunçluğunu<br />

gözler önüne seriyor.<br />

“Gazze’nin Yarası” İstanbul Film Festivali’nde<br />

14 Nisan Salı günü saat 19.00’da Pera<br />

Müzesi Sineması’nda Necati Sönmez’in<br />

katılımıyla gösterilecek.<br />

Basın mensubu veya sinemacı sıfatıyla<br />

Gazze’ye giriş yapamayan Necati Sönmez<br />

tek kişi olarak, kamerasıyla birlikte 8 Mart’ı<br />

Gazzeli kadınlarla kutlamayı hedefleyen<br />

ABD’li sivil topluk örgütü “CodePink - Barış<br />

İçin Kadınlar”ın Gazze’ye düzenlediği<br />

dayanışma gezisine dahil olmayı başardı. 58<br />

kişilik kafilede, ünlü siyahi yazar ve barış<br />

aktivisti Alice Walker, altı yıl önce Gazze’de<br />

bir İsrail buldozerinin altında kalarak can<br />

veren Rachel Corrie’nin anne ve babası da<br />

yer alıyordu. Kahire’de buluşan ekip, Rafah<br />

kapısından Gazze’ye giriş yapmayı başardı.<br />

Arapça biliyor olmanın da avantajını da kullanan<br />

Necati Sönmez filmin senaryosunu Gazze’de<br />

yaşayan genç gazeteci Asma’a Al Ghoul ile kurguladı.<br />

Savaş boyunca ölüm ve yıkım haberleri yapmak<br />

zorunda kalan Asma’a’nın kendisi de filmin<br />

öyküsüne dahil oldu.<br />

“Gazze’nin Yarası” farklı kesimlerden bir grup<br />

insanın, kolay kapanmayacak taze bir yaraya kendi<br />

imkânlarıyla nasıl dikiş atmaya çalıştıklarının<br />

hikayesi.


Mahsun Kırmızıgül’ün<br />

Güneşi Gördüm filminin<br />

başrol oyuncusu Demet<br />

Evgar, Kırmızıgül’ün<br />

herkesi şaşırtan sinema<br />

başarısının sırlarını<br />

<strong>Cinedergi</strong>’ye anlattı<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

■ Demet Evgar, Mahsun<br />

Kırmızıgül’ün sette çok<br />

komik ve hiperaktif bir<br />

insan olduğunu söylüyor. En<br />

sıkıntılı zamanlarda bile<br />

oyuncusundan yardım<br />

isteyebilecek alçakgönüllülüğe<br />

sahip olduğunu ve bu<br />

saflığının bütün insanların<br />

kalbini fethetmesini<br />

sağladığını anlatan Evgar,<br />

oynadığı güneydoğulu kadını<br />

canlandırırken de büyüdüğü<br />

Manisa’daki şalvarlı günlerini<br />

hatırladığını sözlerine ekliyor.<br />

Hala baba evine gittiğinde<br />

şalvarını giyip, başını<br />

bağladığını ve üzüm toplamaya<br />

gittiğini söylüyor.<br />

Projeye nasıl dahil oldunuz?<br />

Mahsun’la ortak bir<br />

arkadaşımız senaryoyu biliyordu.<br />

İlk filmde de birlikte<br />

çalışmışlardı. Mahsun nasıl<br />

bir karakter istediğini anlatmış.<br />

Onun aklına da ben<br />

gelmişim. Bana söyledi ben<br />

de Mahsun’un ne kadar<br />

güzel hikaye anlattığını duymuştum.<br />

Bende tamam<br />

dedim görüşelim ve hikayeyi<br />

dinleyeyim. Bana hikayeyi<br />

anlattı senaryoyu okudum<br />

ve kabul ettim.<br />

Sizin daha önce bir köy<br />

kadınını canlandırdığınızı<br />

görmemiştim. O doğaya da<br />

uzaksınız diye düşünüyorum.


Avrupai bir görünüşüm olduğu için böyle bir<br />

rolde akla gelinmesi zor bir isim olabilirim ama<br />

Mahsun bu işin altından kalkabileceğimi<br />

düşündüğü için beni istedi.<br />

Başkarakterlerden birisiniz. Rolünüz için bir<br />

değişim geçirdiğiniz belli. Bu değişimi nasıl geçirdiniz?<br />

Aşina olmadığım tek şey şiveydi. Böyle olduğum<br />

için mi bu işteyim yoksa bu işte olduğum için mi<br />

böyleyim, içimde bulunduğum ortamın bir insanı<br />

oluyorum. Bu “yumurta mı tavuktan, tavuk mu<br />

yumurtadan çıkar”, gibi bir şey. Hayatım boyunca<br />

girdiğim ortama uyum sağlamak benim<br />

yapımda var. Bu köy ortamına çok uzak değilim.<br />

Ben Manisa’da büyüdüm. Arnavutluk’tan oraya<br />

göçmüşüz. Her sene gideriz oraya.<br />

Gittiğimde şalvarımı giyer başımı bağlar<br />

babamın tarlasına gidip üzüm toplarım.<br />

İnsan her yerde insan. Orjinali Fransız,<br />

Kanada yapımı olan “Bir Kadın Bir<br />

Erkek” diye bir dizi çekiyorum. Orada<br />

çekilmiş senaryolar birebir uyarlanıyor.<br />

Bu dizide de gördüm ki kadın her<br />

yerde kadın, erkekte her yerde erkek.<br />

Sevişme doğum bunlar öğretilen şeyler<br />

değil. Emme duygusu bir bebeğe<br />

öğretilmiyor, insanın doğasında olan<br />

şeyler bunlar. Kadın olmakta böyle bir<br />

şey. İnsanlar ve karakterler bilinçaltı ile<br />

vardır. Benim bu karakteri oturtmam<br />

geçmişini bedenime oturtmamla oldu.<br />

Bir Kadın Bir Erkek’de günümüz kadın<br />

erkek ilişkisini irdeliyor. Güneşi<br />

Gördüm’de ise Güneydoğu kırsalındaki<br />

kadının dertleri var. Baktığımızda her<br />

ikisininde farklı problemleri olduğunu<br />

görüyoruz.<br />

Bu içinizdeki birlikle ilgili. Kadının<br />

içinde kendini birleştirmesi, farkında<br />

olmasıyla ve mücadele etmesi ile ilgili.<br />

Ve herkesin birbirine yardım etmesi ile<br />

ilgili. Yardımı dışarıda aramamalıyız.<br />

Önce kendiniz yardım etmeye başladığınızda size<br />

gelen yardımları karşılar duruma geliyorsunuz.<br />

Mahsun’la çalışmak nasıl bir şey?<br />

Herkesin bir başlangıç noktası vardır. Mahsun<br />

sette çok komik, hiperaktif bir insan. Çalışırken<br />

de anlattığından farklı bir şeyi çekme çabası<br />

içinde olduğunu görmedim. Yalın ve saf bir<br />

adam. O samimiyeti ile birçok şeyi başarıyor.<br />

Birçok şeyin altından kalkerken karşı tarafı dinleyip<br />

yardım istediğini gördüğünüzde zaten<br />

yüreğiniz onu kabul etmiş oluyor. Birinci<br />

filminde yaptığı hataları farkında olan bir adam, o<br />

yüzden kendini düzeltebiliyor. Bir şey<br />

önerdiğinizde sizi dinliyor. Böyle temiz yürekli<br />

dinleyen bir adama kayıtsız kalamıyorsunuz.


Sizin sosyal sorumluluk projelerine hassasiyet<br />

ile yaklaştığınızı biliyoruz. Bu<br />

filmde de sosyal mesajlar var. Projeyi<br />

kabul etmenizde ki sebeplerden biri de<br />

bu mu?<br />

Yönetmenin vermek istediği ile benim<br />

katmak istediğim şeyler farklıdır. Ben<br />

politikayı sevmem, benim işim sanat.<br />

Ben o kadını oynamak istedim. Oradaki<br />

kadının kadınlığını hissetmek hissettirmek<br />

istedim. Anladım ki Mahsun bu<br />

filmi çekecek ve bu filmle sinemaya gitmeyen<br />

ve birçok şeyin farkında olmayan<br />

insan sinemaya gidecek. Böyle bir öncü<br />

film olacağını hissettiğimden oynamak<br />

istedim. Gerçek bir hikaye anlatılıyordu.<br />

25 senedir kimsenin aralamaya cesaret<br />

edemediği bir konu anlatılacaktı. Çok<br />

daha cesur ya da başka şekilde anlatılabilirdi<br />

ya da bende rolümü başka şekilde<br />

oynayabilirdim ama bunun sonu yok.<br />

Burada bir kapı aralanacaktı bunu hissettim.<br />

Üç yıldır sinemadan uzaksınız. Bu kadar<br />

ara neden oldu?<br />

Özel hayatımla ilgili kendimi dinlenmeye<br />

almam gerekiyordu. Çünkü yıllarca biriktirdiğim<br />

bir şeyi sergilemiştim ve bunun<br />

da tadını çıkarmak istiyordum. Tabii tiyatro<br />

hiçbir zaman bıraktığım bir şey<br />

değil. Tiyatroda kendimi doldurdum.<br />

Tiyatro ağaca tırmanıp elma koparmak<br />

gibi, kendi kopardığın elmayı yiyorsun.<br />

O süreci ben seviyorum. Biraz uzun<br />

oldu. Bana kalsa bir yıl sonra bir film<br />

daha yapardım ama içime sinen bir<br />

proje de gelmedi elime.<br />

Çok izlenen bir dizi ile geri döndünüz.<br />

Dizilere olan tepkinizi de biliyoruz. Nedir<br />

bu dizinin farklılığı?<br />

Bir Erkek Bir Kadın’ın farklılığı<br />

öyküsünün çok gerçek olması. Süresinin<br />

diğer dizilere göre kısa olması. Ben<br />

bunu kabul ettiğimde kafam da olan<br />

şeyler bunlardı. Direnebildiğimiz kadar<br />

direniyoruz diğer dizilere. Ama “ben asla<br />

yapmayacağım” gibi bir şey söz konusu


değil. Bir Erkek Bir Kadın’dan sonra şunu da<br />

anladım ki bir çok insanın evine girmek güzel bir<br />

şey. Çok aristokrat bir şekilde televizyon izleyicisinden<br />

uzaklaştığınız da başka bir bağı koparıyorsunuz.<br />

Türkiye’de var olmak bunları yapmayı<br />

gerektiriyor. Ama yine de dizi konusunda titiz<br />

davranıyorum. İçime sinen 90 dakikalık bir dizi<br />

gelmediği için ben yokum, yoksa onları beğenmediğimden<br />

değil. Her şeyi içime sinmeli. Bu<br />

konuda ben çok serttim. Bu yumuşak geçişi de<br />

Bir Kadın Bir Erkek’le yaptık. İnsanların beyninin<br />

uyuşturmayan, komedi olan bir<br />

dizi.<br />

Sinema da kadının yerini nasıl<br />

buluyorsunuz?<br />

Bu güne kadar bana böyle roller<br />

gelmiyordu. Artık bu sıkıntı yavaş<br />

yavaş çözülüyor. Demek ki önce<br />

bu sıkıntı çekilmesi gerekiyormuş.<br />

Yeşilçam’a baktığınızda kadın<br />

adına birçok konuyu işlemediklerini<br />

görüyoruz. Bu topraklarda bir<br />

imparatordan 9-10 hikaye<br />

çıkarırsınız ve bunların arkasında<br />

hep bir kadın vardır. Bu ülkeyi hep<br />

kadınlar yönetmiştir. Bir evi bir<br />

ilişkiyi hep bir kadın yönetir. Ama<br />

bu hep dipte giden bir olaydır.<br />

Oraya girmek için bir birikim gerekir. Senaryo<br />

anlamında da Türkiye’nin anlayışı anlamında da<br />

bir patlamaya ihtiyaç vardı. Bu artık patladı. Hak<br />

ettikleri yere varacağına inanıyorum yazılan kadın<br />

karakterlerinin. Dişidir kadın, hayat kadından<br />

çıkar.<br />

Bu filmde yeni kadın oyunculuğunun temellerini<br />

yazan bir oyuncu ile oynadınız. Şerif Sezer ile<br />

oynamak adına ne düşünüyorsunuz?<br />

Müthiş gururluyum oyunculuk anlamında verdiğim<br />

savaşın yanlış olmadığını Şerfi Sezer bana anlattı.<br />

Ben 10 yıldır bu savaşı veriyorum. Bu kadın buna<br />

yıllarca direndi. Vazgeçmeyen, bundan utanmayan<br />

bir kadınla tanıştığım için çok mutluyum.<br />

Çok güzel bir arkadaş kazandım. Beni tiyatroda<br />

da özel hayatımda da yalnız bırakmıyor. Tam<br />

direncimin kırılma noktasında bana ne kadar<br />

doğru yaptığımı hissettirip bir kere daha kendimden<br />

emim olmamı sağladı diyebilirim. Böyle bir<br />

soru içinde çok teşekkür ederim.<br />

Mahsun’un iki filminin sonunda da kırsala bir<br />

dönüş var. Bu bağlamda onun için kırsala dönmek<br />

diyebiliriz. Çağdaş toplum hayatına inanmıyor<br />

da diyebiliriz. Gerçekten modern toplum olmayı<br />

becerememe gibi bir durumumuz var mı?<br />

Gittiğimizde de şunu gördüm ki oradaki insanlar<br />

orayı seviyor. Orada yaşamak istiyorlar. Buraya<br />

gelmek isteyen yok. Neden gelmek istesinler ki,<br />

havası, suyu, toprağı her şeyi güzel.


Bilmek istedikleri şeyi yapmak istiyorlar. Oradan<br />

buraya gelip maddi durumu düzeltmiş insanların<br />

oraya yatırım yapması lazım. Belki o zaman<br />

oradan kimse gelmek istemeyecek.<br />

Festival yapısının bazı filmleri es geçtiğini<br />

düşünüyor musunuz? Mahsun’un ilk filmine de<br />

bir tepki vardı.<br />

Evet bunun temelle ilgili bir şey<br />

olduğunu düşünüyorum. Yurt<br />

dışında oturmuş birçok şeyi<br />

buraya eklemekle ilgili de olabilir.<br />

Mesela Beyaz Melek’in<br />

DVD’si çıktığı için festivale<br />

katılamadı. Bunun da sebebi<br />

Oscar’larda da aynı kuralın<br />

geçerli olması. Ama burası<br />

Türkiye. Oscarlar’da geçerli olan<br />

kuralların burada da uygulanması<br />

şartlarımızı zorluyor. Beyaz<br />

Melek veya başka film çeken<br />

yapımcıların sonsuz bir zenginliği<br />

yok ki. Adam bir film çekiyor<br />

ondan kazandığı parayla diğer<br />

bir filmi çekmeye başlıyor. Bu<br />

döngünün devam etmesi için<br />

DVD de önemli bir şey. Ama<br />

kimse bizim endüstrimizin<br />

gerçeklerini düşünmüyor. Belki<br />

benimde bu yaşananlara içten<br />

içe küskünlüğüm vardır. Beyaz<br />

Melek önemli bir filmdi. Bir<br />

kadın karakter için uzun<br />

zamandır böyle bir şey yapılmamıştı.<br />

Başka umutlar istekler<br />

vardı. İvmesi kayboldu biraz işin.<br />

Ama seneler geçtikçe daha da<br />

oturacaktır umudum bu herhalde.<br />

Hollywood’a gitmek diye<br />

konuşuyoruz hep. Kevin<br />

Space buraya geldiğinde<br />

dedi ki Hollywood’u buraya<br />

getirmek mümkün. Hoş<br />

benim gözüm Avrupa sinemasında.<br />

Orası bana daha<br />

gerçek geliyor, daha çok<br />

çekiyor. Karakter filmlerini<br />

daha çok öne koyuyorum.<br />

En son çekilen Milyoner filmi de bir Amerikan<br />

yapımı. Hikayeleri kalmadı ve oraya yöneldiler.<br />

Bu Hint filmlerin yükselmesi değil. Aynı işlenmemişlik<br />

bizim ülkemizde var. Umarım bizim<br />

filmlerimizi bizim yönetmenlerimiz çeker onlar<br />

kazanır ve biz bir sektör oluştururuz. Çünkü en<br />

önemli şey ve dünyanın en büyük eksiği hikaye


ve bu bizde çok bol. Yönetmenimiz de<br />

var oyuncumuz da var. Oyuncunun hiçbir<br />

sıkıntısı olmaz, yabancı bir yönetmen<br />

gelip bizim oyuncularımızı çok farklı bir<br />

yere götürebilir. Ama önemli olan<br />

Türkiye’deki sinemanın sektörleşmesi. O<br />

yüzden festivallerin desteklenmesi lazım.<br />

Tiyatro, sinema, dizi hepsi var. Bunların<br />

hepsi beraber nasıl oluyor?<br />

Hepsi birbirini çekiyor. Mutlaka inandığım<br />

işlerin içinde oluyorum. Ben sevdiklerime<br />

de vakit ayırıyorum, az uyuyup az yemek<br />

yiyerek hepsine yetişiyorum.<br />

Siz hırslı bir insansınız. Hırslı sanatçılarda<br />

yönetmenlik yazarlık gibi şeylere eğilme<br />

durumu vardır. Siz de böyle bir şey var<br />

mı?<br />

Belki de dediğiniz hırs aslında başarısızlığı<br />

sevmemek. Çünkü bir ürün<br />

çıkardığınız da bunu sadece Türkiye<br />

insanına çıkardığımı düşünmüyorum.<br />

Türkiye’deki insanları başka bir tarafa<br />

koyduğum için değil, sakın yanlış anlaşılmasın.<br />

Çok aşikar ki dünya standartları<br />

çok farklı yerde. Benim<br />

kabuğum dünya. Dünyanın içinde herhangi<br />

bir noktadayım. O yüzden<br />

kendimi bir bölgeye bir yere ait<br />

hissedemiyorum. Dünyaya ve evrene ait<br />

bir noktasın. O yüzden albümle ilgili<br />

kendimi şımartma durumum olabilir. Şu<br />

an gündemde değil ama. Kardeşim<br />

yönetmenlik okuyor. Küçük denemeleri<br />

oluyor onda oynuyorum. Her şeyi kontrol<br />

edebilmek çok zor. Bir süre bir şeylere<br />

ara vermem gerekiyor herhalde. Ben<br />

kolektif olma durumunu da seviyorum,<br />

belki tek başına bir şeyler yazmaya<br />

cesaret edemem ama güvendiğim yazar<br />

arkadaşlarıma danışıp öyle fikirlerim<br />

hikayelerim araştırmak istediğim konular<br />

var. Ben daha çok araştırma kısmında<br />

olmak istiyorum.<br />

Sinema için yeni bir proje var mı?<br />

Belirlenmiş bir şey yok henüz.<br />

Bekliyorum ve istiyorum. Yazar<br />

arkadaşlarımla hikaye çalışmalarım var.


BANU BOZDEMİR<br />

■ Teen - slasher türü perdeye daldığı ve<br />

gençleri biçmeye devam ettiği günden bu<br />

yana hız kesmiyor… Cadılar Bayramı, 13.<br />

Cuma ve Elm Sokağı’nda Kabus gibi bu türe<br />

öncülük eden filmleri saygıyla anıp, son yıllarda<br />

‘genciz, neşeliyiz, kamp yapalım ve sırayla<br />

ölelim’ tarzı filmlere bir bakalım istedik… Bu<br />

ay vizyona giren Kıymık / Splinter ve 13. Gün<br />

(Friday, the 13th) ilhamımız oldu, bizi bu yollara<br />

soktu…<br />

Cinnet / Timber Falls<br />

Mike ve Sherly kamp tatiline giderler. Batı<br />

Virginia dağlarında, sinekli ve ıssız bir bölgeye<br />

kamp kurarlar. Hayatla ilgili bağlarını pek<br />

bilemiyoruz ama çif ya da grup olarak gelen<br />

gençlerin tek derdi eğlencedir. Ama bu<br />

bölgede yaşam kuranlar böyle ‘kafama esti<br />

geldim’ ziyaretlerinden pek hoşlanmazlar.<br />

Burada da böyle oluyor. Yoldaki gizemli<br />

kadın ve sapa yolda kızın karşısına çıkan şerif<br />

de planın bir parçası… Kaybolmalar, yaralanmalar,<br />

kaçma kovalamacalar birbirini izler…<br />

Tatile gelen çiftler insanlıktan çıkar, bir süre


sonra kimse diğerini iplemez, gemisini kurtaran<br />

kaptan durumu yaşanır. Altından yerli çiftin özel<br />

sorunları çıkar.<br />

Joy Ride: Dead Ahead / 2<br />

2001 Yılı yapımı Joy Ride (Asla Yabancılarla<br />

Oynama) filminin devamı niteliğindeki Joy Ride 2:<br />

Dead Ahead, ilk filmin ana teması olan<br />

‘yabancılara bulaşmaya gelmez' önermesini ikinci<br />

filmde de devam ettiriyor. Aksiyon ve gerilim<br />

yine gırla gidiyor, şiddet ve işkence tavan yapıyor.<br />

Yine kızlar ve erkekler var, peşlerinde koca<br />

bir tır ve bir türlü ölmeyen bir katil. Gerilimi<br />

revaçta tutmak için bol bol efekt var. İlk filmi<br />

yöneten John Dahl ikinci filmde koltuğunu Louis<br />

Morneau'ya devretmiş. Üçüncüsü yakındır…<br />

Cehenneme Bir Adım / The Descent<br />

Cehenneme Bir Adım, tehlikeye iniş filmi. Bu kez<br />

karşımızda dağcı kızlar, aşağıda ise ilginç<br />

yaratıklar var. İngiliz Sinema yazarları Birliği<br />

tarafından gösterildiği yıl 'Yılın En iyi Korku<br />

Filmi' olarak gösterildi. Mağara inişi için<br />

bir araya gelen altı kız arkadaşın başından<br />

geçenler anlatılıyor. Kızların iniş<br />

yaptıkları mağaranın derinliklerinde<br />

kendilerini aç ve vahşi yaratıklar bekliyor. Düşen<br />

kayalar da mağaranın çıkışını kapatır.<br />

Labirentimsi bu mağaradan çıkış yolu aramaya<br />

başlayan kızlar, eski sırların ortaya çıkmasıyla<br />

birbirlerine sırtlarını döneceklerdir. Yani kaçış<br />

aynı zamanda bir iç hesaplaşmaya dönüşecektir.<br />

Dağların hakimi / King Of The Hill<br />

Quim, kırsal bölgede arabasını sürmektedir.<br />

Ormanlık alana geldiğinde kaybolur ve birden<br />

üzerine ateş açılır. Mermilerden açmaya<br />

çalışırken, kendi gibi kaybolduğu belli olan güzel<br />

Bea ile tanışır. Beraber ormana doğru kaçmaya<br />

başlarlar. Soğuğun ortasında başlayan bu kaçış<br />

heyecanlı saatleri beraberinde getirir. Sonu ise<br />

tam trajedi… Tehlikenin nerden ve kimden<br />

geldiği sonuna kadar belli olmayan filmlerden.<br />

Davetsiz Gelen / Reeker<br />

Uzak ve ıssız bir otoyol açıklanamaz bir şekilde<br />

kapandığında, beş öğrenci kendilerini<br />

çölün ortasında buluverir.<br />

Yeni şartların eğlencelerini<br />

bozmasına izin vermeyen<br />

gençler, lanetli varlıklar


tarafından rahatsız edilirler. Otelde akşam yemeği sırasında<br />

tanıştıkları bir yabancı karısının kayıp olduğunu ve en büyük<br />

korkularının gerçek olduğunu anlatır. O da ölü insanlar görmüştür...<br />

Cinayet kurbanlarından biri karısını alarak karanlık<br />

bir gücün yardımıyla ortadan kaybolmuştur... Gözleri<br />

görmeyen fakat duyuları bu sayede normal insanlardan çok<br />

daha güçlü bir öğrencinin önderliğinde geceyi hayatta<br />

kalmaya çalışarak geçireceklerdir.<br />

Kanlı Mesai / Severance<br />

Çok uluslu silah şirketi Avrupa satışından sorumlu çalışanlarını<br />

bir hafta sonu tatili ile ödüllendirir. Altı çalışandan<br />

oluşan ekip beklediklerinden çok daha mütevazi tatil<br />

köyüne gelirler. Çapkın Harris, herkesi burada eskiden bir<br />

grup özel eğitilmiş askerin karıştığı bir katliam gerçekleştiğine<br />

ikna etmeye çalışır. Ona inanmayanlardan biri de<br />

bilgisayar dahisi Steve'dir; çünkü LSD almıştır ve etraftaki<br />

geyiklerin kendisine hakaret ettiklerini düşünmektedir! Ertesi<br />

gün ekip, programlarının değiştiğini öğrenerek hayal kırıklığına<br />

uğrar. Zira aklını savaşla bozmuş birinci sınıf askerlerden<br />

oluşan bir grup tarafından takibe alınmışlardır. Böylece<br />

mesleklerinde en çok kullanılan lafın ne kadar doğru<br />

olduğunu anlarlar: Öl ya da öldür!<br />

Kurt Kapanı / Wolf Creek<br />

Üç üniversite arkadaşı tatil için Wolf Creek Ulusal<br />

Parkı'ndaki gizemli meteor kraterini görmek üzere parka<br />

giderler. Geri döndüklerinde arabalarının çalışmadığını<br />

görürler. Hiç kimsenin olmadığı bu dev, boş alanda çaresizce<br />

kendilerini kurtaracak birilerini beklerler. Hava kararmaya<br />

başladığında, oranın yerlisi olan Mick, gençleri kamyonuyla<br />

kurtarır. Sabah olduğunda, Mick'in, arabalarını tamir<br />

etmek ve onların gitmelerine izin vermek gibi bir niyeti<br />

olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Üç arkadaş bir kaçış yolu<br />

ararken, inanılmaz, vahşet dolu gerçekle yüz yüze gelirler.<br />

Lanetli Topraklar / The Ruins<br />

Meksika’nın pırıl pırıl güneşi, sıcak suları, kızgın ve<br />

neredeyse altından kumlu sahilleri her yıl sayısız turisti<br />

davet eder. Böyle ortamlar özellikle ucuz eğlence arayan<br />

gençlerin ilgi odağıdır. Çok iyi arkadaş olan Amy ile Stacy,<br />

yanlarına erkek arkadaşlarını da alarak Meksika’daki turistik<br />

bir bölgeye tatile giderler. Grubun tatili sona yaklaşırken<br />

antik Maya harabelerini görme umuduyla bir ormana yolculuk<br />

yaparlar. Ancak arkeolojik kazı bölgesine vardıklarında<br />

beklenmedik olaylar meydana gelince korkuya kapılan genç<br />

gezginler, eski bir taş yapının tepesine sığınırlar. Orada


gizlenmiş ölümcül tehditle yüz yüze kaldıklarında<br />

gençler için vahşi bir hayatta kalma mücadelesi<br />

başlayacaktır.<br />

Otel / Otel 2<br />

Otel, üniversite mezunu iki gencin sırt çantalarıyla yaptıkları<br />

Avrupa gezisini konu alıyor. Paxton ve Josh,<br />

sonunda sırt çantalı Amerikalıların nirvanası olarak bilinen<br />

öğrenci pansiyonuna gelirler. Bu özel yer bir<br />

Slovak kasabasının dışındadır ve güzel oldukları kadar<br />

da çaresiz Doğu Avrupalı kadınlarla doludur. İki<br />

kafadar çok geçmeden egzotik güzeller Natalya ve<br />

Svetlana'yla yakınlaşırlar. Üç erkek kahramanın<br />

Slovakya'daki bir otelde yaşadıkları korkunç<br />

tecrübenin anlatıldığı ilk film Otel'den sonra, ikinci versiyonda<br />

üç kadın, yaz için yurt dışına çalışmaya gittiklerinde,<br />

Slovakya'daki otelin, diğer Avrupa ülkelerine<br />

de yayılmış korkunç ününü öğrenirler. Ama bu, içine<br />

düşecekleri dehşet verici tuzaktan kurtulmalarını<br />

engelleyemeyecektir.<br />

Ölülerin Günlüğü / Diary Of The Dead<br />

Bir grup film öğrencisi, ormanlık bir alanda korku filmi<br />

çekerlerken gerçek zombilerle karşı karşıya kalırlar. Bu<br />

durum karşısında kameralarını kurgudan gerçekliğe<br />

döndüren öğrenciler aynı zamanda olayların kaydını<br />

tutarak tarihte yer almasını isterler. Zombileri tek tek<br />

kaydetmeye çalışan gençler için bu kayıtlar artık hayatlarından<br />

bile önemli hale gelir. Olayların kısa süre<br />

içerisinde medya tarafından duyulması sonucu, çektikleri<br />

film bir yandan da medyanın çarpıtarak yansıttığı<br />

haberlere de rakip olacaktır.<br />

Şeytanın Oteli / Cold Prey<br />

Kış mevsiminin ortası. Beş genç snowboard yapmak<br />

için Jotunheimen dağının bulunduğu bölgeye doğru<br />

yola çıkar. Bir rampada snowboard yapan beş<br />

gençten biri çok kötü düşer ve bacağını kırar. Beş<br />

genç, bulunduklara yere az bir mesafede bir dağ oteli<br />

bulurlar. Gençler, geceyi orada geçirirler. Fakat otelde<br />

yalnız değildirler. Kısa bir süre sonra, zemin katta, zindan<br />

gibi pis bir oda keşfederler ve bu odada birisi<br />

yaşamaktadır. Kısa bir süre sonra Norveç’in adı çıkmış<br />

ve kararlı seri katili ile gençler arasında kedi fare oyunu<br />

başlar ve bunu yaşam ile ölüm arasındaki savaş takip<br />

eder. Gençlerin sayısı azaldıkça, aralarındaki<br />

arkadaşlık ve cesaret test edilecektir.


Timsah: Nehrin Dişleri / Rogue<br />

Amerikalı bir gezi yazarı olan Pete,<br />

Avustralya’nın Kuzey Bölgesi hakkında<br />

bir yazı hazırlıyordur. Çıktığı bir nehir<br />

turu, güzel tur rehberi Kate sayesinden<br />

başlangıçta keyifli bir yolculuktan<br />

ibaretken; teknelerinin<br />

bölgede yaşayan timsahlardan<br />

birinin saldırısına uğraması ile<br />

tam bir kabusa dönüşür.<br />

Teknelerinin batan grup,<br />

yakındaki küçük bir kara<br />

parçasına sığınır. Ancak gelgitli<br />

nehrin suları, gün batımı<br />

ile yükselir. Ve onları sadece<br />

birer av olarak gören timsah,<br />

sandıklarından hem çok<br />

daha büyük, hem de çok<br />

daha zekidir.<br />

Boş Oda / Vacancy<br />

Araları açık bir karı kocanın arabalarının gecenin geç bir saatinde<br />

gözlerden uzak bir taşra yolunda bozulması bir kâbusa yol açar.<br />

Çift şeritli ıssız ve karanlık bir otoyolda arabasız kalan David<br />

Fox ve yakında boşanacağı eşi Amy geceyi tuhaf ama zararsız<br />

görünümlü bir adam tarafından işletilen döküntü bir motelde<br />

geçirmeye mecbur kalırlar. Kaldıkları odanın gizli bölümünde<br />

işkence filmleri bulurlar. İşkencenin bir parçası olmaya ramak<br />

kalmıştır…<br />

Dehşetin Gözleri / Cabin Fever<br />

Jeff, Karen, Paul, Marcy ve Bert, okul arkadaşları<br />

olarak, çalışma hayatına başlamadan önce birlikte<br />

tatil geçirmeye karar verirler. Bunun için ormanın<br />

derinliklerinde bir kulübeye doğru yola çıkarlar.<br />

Kulübeye geldikten kısa bir süre sonra<br />

içlerinde biri hastalanır. Zamanla virüse<br />

kurban gitmemek için yardım gereksinimi<br />

duyarlar. Hastalık her birinin gerçek<br />

yüzünü ortaya çıkaracak ve ilişkilerine<br />

beklenmedik bir yön verecektir.<br />

Düş Kapanı<br />

Çocuk yaşlarda dört arkadaş,<br />

hasta bir çocuğun hayatını<br />

kurtarır. Bu olayın<br />

ertesinde telepatik


güçlere sahip olurlar.<br />

Başkalarının zihnini okuyabilme<br />

yeteneğine sahip<br />

olmuşlardır. Zamanla hepsi<br />

ayrı dünyalara dağılır, farklı<br />

işlerle uğraşmaya başlarlar.<br />

Fakat seyrek de olsa, av için<br />

bir araya gelmeyi ihmal<br />

etmezler. Buluşmalarından<br />

biri öncekilere hiç benzemeyecektir.<br />

Karşılarına gizemli bir<br />

adam çıkar, bu<br />

sadece bir<br />

başlangıçtır.<br />

Bulundukları bölgenin<br />

gizli bir nedenden<br />

dolayı karantina altına<br />

alındığını öğrenen<br />

adamlar, çocukluklarıyla da bağlantılı şaşırtıcı bir gerçekle<br />

karşılaşırlar.<br />

The Stranger<br />

Kristin McKay ve James Hoyt çifti bir dostlarının düğününde<br />

döndükleri gece, James'in ailesinin yazlık evinde bir gece<br />

geçirmeyi planlamaktadırlar. Romantik başlayan geceleri,<br />

kim oldukları belli olmayan üç kişinin ortaya çıkmasıyla son<br />

bulur. Güvenli sandıkları evleri, bu maskeli yabancılar<br />

tarafından terör ortamına çevrilecektir.<br />

Teksas Katliamı /<br />

Günümüzde başka versiyonlarının da bulunduğu<br />

ve 1990’larda ortaya çıkan teen-slasher tarzı<br />

korku filmlerine ilham kaynağı olan Teksas<br />

Katliamı, 1950’lerde ortaya çıkan Ed Gein adlı<br />

seri katilden esinlenmiştir. 1974 yapımında<br />

beş arkadaş büyükbabalarının evine<br />

birkaç günlüğüne eğlenmeye<br />

giderken Teksas yolunda bir otostopçuyu<br />

arabalarına alırlar.<br />

Normal olmadığı belli olan<br />

otostopçu elini keserek ve<br />

onlardan birini bıçaklayarak<br />

gerçek yüzünü ortaya çıkarır.<br />

2003 yapımı filmde 20’li<br />

yaşlarındaki gençler vahşet<br />

dolu anlar yaşar.


Birçok kez Oscar törenini sunan Whoopi<br />

Goldberg, işsizlikten, bir özel kanal için canlı<br />

yayında muhabirlik yapmaya mecbur kalmıştır.<br />

Kırmızı halıda başlayan gece, kulis ve sahnede<br />

bitecektir…<br />

üzerinde Abdullah Tekstil-Mahmutpaşa-Turkey<br />

yazıyor. İlginç! Açıkçası ben de ilk defa duydum bu<br />

markayı… Neyse… İşte Leonardo Di Caprio… Hey,<br />

Leo! Bu tarafa gel.<br />

Leonardo Di Caprio: Merhaba Whooper. Ay pardon<br />

Whoopi.<br />

Whoopi Goldberg: Neler hissediyorsun Leo? Bu<br />

gece kimler götürür Oscar’ı.<br />

Leonardo Di Caprio: Kim olacak tabi ki ben!<br />

Whoopi Goldberg: İyi de sen aday bile değilsin ki!<br />

Leonardo Di Caprio: Olsun sürpriz yapacağım.<br />

Because, I am the king of the world! (Der ve<br />

koşarak kaçar)<br />

Whoopi Goldberg: Yürü be kim tutar seni. Sayın<br />

seyirciler Penny’nin sırrından sonra, Leo’nun da<br />

çıldırışına tanık oldunuz. Bu gecenin en şanslı seyircileri<br />

sizlersiniz. Hadi biraz da kulise göz atalım.<br />

Whoopi Goldberg kameramanla birlikte kulise girm-<br />

Whoopi Goldberg: (Üzerinde simsiyah kadife bir<br />

elbise ile, diğer kameraman ve muhabirleri ite<br />

kaka, kırmızı halı geçişlerinde sunuma başlar) Evet<br />

sayın seyirciler. Canlı yayınımız başladı. Evet, ilk<br />

olarak, bu geceyi sunacak olan Hugh Jackman<br />

geliyor. Hugh! Hugh! Heeey, Hugh! Buradayım.<br />

(Ona doğru seslenir, ama Hugh Jackman,<br />

Whoopi’yi görmemezlikten gelir.) Allahın cezası,<br />

şımarık herif! (Birden kamerayı hatırlar) Pardon<br />

sayın seyirciler. Bir an kendimi kaybettim. Evet,<br />

şimdi yaklaşan kişi ise Penelope. Ooo, çok şık<br />

giyinmiş. Heyy, Penny. Buraya baksana.<br />

(Penelope yaklaşır.) Merhaba Penelope.<br />

Penelope Cruz: Merhaba.<br />

Whoopi Goldberg: Çok şık görünüyorsun. Nerden<br />

kıyafetin?<br />

Penelope Cruz: Ee, bu 60 yıllık antika bir kıyafet.<br />

Uzun zamandır dolabımda duruyordu. Kısmet<br />

bugüneymiş.<br />

Goldberg: Peki nereden almıştın kıyafetini?<br />

Penelope Cruz: (Sırıtarak konuyu geçiştirir) Bırakın<br />

da orası bana kalsın. Geç kaldım.<br />

(Saatine bakar) Eyvah saatim yok. Acaba evde mi<br />

bıraktım? Ama eminim yanıma aldığımdan. Neyse<br />

size iyi yayınlar…<br />

Penelope telaşla giderken elbiseden bir etiket<br />

düşer yere. Whoopi, alıp bakar.<br />

Whoopi Goldberg: Evet sayın seyirciler.<br />

Penelope’nin bir sırrını ortaya çıkarttık. Etiketinin


eye çalışır. Güvenlikte takılır.<br />

Whoopi Goldberg: Sen benim kim olduğumu biliyor<br />

musun. Ben senin yaşın kadar Oscar sundum<br />

tamam mı! Haddini bil ve beni içeri al.<br />

Güvenlikçi: Kusura bakmayın hanfendi. Sizi içeri<br />

alamam. Kulise girmek yasak. Zaten bir sürü hırsızlık<br />

şikayeti aldık bu gece. Ortalıkta birileri cepçilik<br />

yapıyor.<br />

Whoopi Goldberg: (Bu sırada kulisin aralanan<br />

kapısından, içeride makyaj yapan Hugh Jackman’ı<br />

görür) Hey, Hugh. Benim, Whoopi. Bi yardım et de<br />

beni de içeri alsınlar. Kısa bir röportaj yapalım.<br />

Hugh Jackman, onu görmemezlikten gelmeye<br />

devam eder. Kalkıp kulisin kapısını kapatır.<br />

Whoopi Goldberg: Aşağılık herif. Alacağın olsun<br />

senin! Bi tarafın mı kalktı, haa! (Kameraman uyarır)<br />

Pardon seyirciler, yine kaybettim kendimi. En iyisi,<br />

biz salona geçelim ve tören öncesine bakalım.<br />

Salona geçerler, koltukların arasında, oturanlarla<br />

röportaj yapmaya başlarlar.<br />

Whoopi Goldberg: Evet, sevgili seyirciler. Gözüme<br />

Sean Penn’i kestirdim. Bakalım neler diyecek?<br />

Selam Sean!<br />

Sean Penn: (İrkilerek) Selam. Nerden çıktın sen?<br />

Whoopi Goldberg: Birkaç soru soracağım vaktin<br />

var mı?<br />

Sean Penn: Hayır hiç vaktim yok. ABD, Irak’a<br />

girmeden bişiler yapmam lazım. Politik filmler çekmek,<br />

vatandaşlıktan çıkmam falan lazım.<br />

Whoopi Goldberg: İyi de, ezeli düşmanın Bush<br />

çoktan gitti Beyaz Saray’dan. Obama geldi. Hatta<br />

sırf bu yüzden sana bu akşam en iyi oyuncu<br />

Oscar’ı vereceklermiş diye söylentiler var.<br />

Sean Penn: Yanılıyorsun. O söylentiler doğru ama<br />

Bush’tan dolayı değildir. Olsa olsa artık<br />

Amerika’da her üç erkekten biri gay olduğundandır.<br />

Malum son filmim Süt’de bir<br />

eşcinseli canlandırıyorum. Bu arada 5<br />

papelin var mı? Sanırım cüzdanımı<br />

düşürdüm yada çalındı.<br />

Whoopi Goldberg: Olsa dükkan senin.<br />

Malum, kriz var. Hadi başarılar sana. (<br />

Sean Penn’in yanından ayrılır, birkaç sıra<br />

arkada Mickey Rourke’u görür) Hey,<br />

Mickey! Selam.<br />

Mickey Rourke: Selam Goldi.<br />

Whoopi Goldberg: Oscar’ı Sean Penn’e<br />

vereceklermiş gibi duydum.<br />

Mickey Rourke: (Whoopi’nin kulağına<br />

eğilerek fısıldar) Biliyor musun Goldi, eğer<br />

böyle bişi olursa Sean’i cehenneme yollayacağım.<br />

Whoopi Goldberg: Ooo! Burası kızışacağa<br />

benzer sayın seyirciler.<br />

Bu sırada tören başlar. Sahneye Hugh<br />

Jackman gelir. Herkes alkışlamaktadır.<br />

Önce vasat sesiyle birkaç müzikal parçayı<br />

okur. Bazı seyirciler kulaklarını tıkar.<br />

Hugh Jackman: Herkese merhaba! 2009<br />

Oscar’larına hoş geldiniz. Hemen bir<br />

espriyle başlayayım. Whoopi Goldberg’in<br />

hayaleti buralarda dolaşıyor, haberiniz<br />

olsun! (Kimse gülmez) Ne o, komik bulmadınız<br />

galiba.<br />

Whoopi Goldberg: (Salonun ortasında<br />

bağırır) Hey, ben buradayım ve hala<br />

ölmedim seni aşağılık herif.


SERDAR AKBIYIK<br />

■ Evan Rachel Wood, Hollywood'un bize<br />

yeni hediye ettiği düşler prensesi. 22<br />

yaşındaki güzel yıldız 1994'te televizyon<br />

dizileriyle kariyerine başladı. 7 yaşında<br />

kamera karşısına geçen Wood, iki abisinden<br />

büyük olanı Ira David Wood ile<br />

birçok filmde beraber oynadı. Genç<br />

yaşta oyuncu olmanın çok zor olduğunun<br />

bilincinde olan yıldız duygularını şöyle<br />

açıklıyor: Hep göz önünde olmak beni<br />

çok rahatsız ediyor. Kendi küçük yaşamıma<br />

saklanabilmek isterdim. Bu konuda<br />

Jodie Foster'ı kendime hep örnek aldım.<br />

Çünkü o da çocuk yıldız olarak başladığı<br />

kariyerini sapasağlam ayakta durarak<br />

devam ettiriyor." Bütün bu sıkıntılarına<br />

rağmen kendini çok şanslı sayan ve<br />

dünyaya tekrar gelse hayatında hiçbir<br />

şeyi değiştirmeyeceğini söyleyen<br />

Wood'un klasik bir Hollywood kızı<br />

olmadığı söylemlerinden de çok belli.<br />

Çocukluk ve ergenlik döneminde giydiği<br />

giysilerle dalga geçen yıldız artık daha<br />

sade giysileri ve daha az gösterişli bir<br />

hayatı tercih ettiğini anlatıyor. Wood'un<br />

gösterişsiz seçim dediği isimler de Oscar<br />

De La Renta ve Armani...<br />

Kuzey Karolayna'da doğan Wood tam bir<br />

İngiltere hayranı. İngiltere'nin yağmuruna,<br />

insanına erkeğine hayranım diyerek bu<br />

hislerini biraz da kışkırtıcı bir şekilde<br />

ifade ediyor. Woods'un kendisinin<br />

seslendirdiği<br />

Beatles'ın<br />

parçalarından<br />

oluşan Across<br />

The Universe'deki başarısı da bu<br />

söylemini destekliyor. Filmdeki karakteri<br />

canlandırırken bir Beatles filmi izlemek<br />

isteyen insanın neleri görmek istediğini<br />

düşündüğünü anlatan Wood, bu doğrultuda<br />

protest, psychedelic, etkileyici ve<br />

duygulu bir dünya yaratmaya çalışmış.<br />

Açıkçası bizce de Across The Universe,<br />

Wood'un en başarılı olduğu film. Hem<br />

sesi, hem yarattığı karakter bütün<br />

Beatles severleri kendine aşık etti. Biraz<br />

daha ileri gidersek John Lennon'un düşlerinden<br />

çıkmış bir güzellikti. Son olarak<br />

büyük ses getiren The Wrestler'ın kadrosunda<br />

gördük Evan Rachel Wood'u.<br />

Mickey Rourke'un lezbiyen kızını<br />

oynadığı filmin biraz arkada kalan güzelliğiydi.<br />

Eh tabii Mickey Rourke'un dönüş<br />

filmi, Marisa Tomei'nin uzun bir aradan<br />

sonra gerçekten ses getiren oyunculuk<br />

başarısı geride kalanları biraz etkisizleştirdi.<br />

Ama dikkatli gözler Wood'un<br />

alttan alta hikayeyi tamamlayan, derin<br />

oyunculuğunu hissetti.<br />

Evan Rachel Wood’un aşk dünyasıda<br />

merakla izlenen yönlerinden biri. Yakın<br />

zamana kadar çılgın şarkıcı Marilyn<br />

Manson ile çıkan Wood bu ilişkisi için<br />

şöyle bir yorum getiriyor: “Onun yanında<br />

kendimi buluyorum. Beni ben yapan bir<br />

insan.” Evan rachel Wood’un fırtınalı aşk<br />

dünyasından daha çok bize beyazperde<br />

de hangi aşkları yaşatacağını önemsiyor<br />

ve karanlık hislerin bu başarılı yorumcusunu<br />

dikkatli gözlerle izliyoruz.


■ Zamanın Ruhu her sayıda, dünya ve<br />

ülkemiz insanı için önemli filmleri konu<br />

etmeye devam ediyor. Bu tür konuları çok<br />

önemsiyoruz, çünkü biz de, gençliğimiz de<br />

bazı gerçeklere ulaşmakta hep problem<br />

yaşıyor. Türkiye'nin sinemaya ulaşma<br />

adına önceliği ne yazık ki hep popülerlik<br />

ve gişe başarısı olmuştur. Daha yeni yeni,<br />

o da çok az sayıdaki belgesel sinemalarda<br />

vizyon bulma şansına sahip oluyor. Eğer<br />

bu belgeseller dünya düzenine karşı<br />

eleştirel bir bakışa sahipse başka<br />

engellere de takılıyor. Türkiye dışındaki<br />

ülkeler bu problemleri sivil toplum örgüt-


lerinin ve bağımsız medya gruplarının destekleriyle<br />

aşıyor. Türkiye ise her iki yapılanma açısından<br />

da problemlerini aşacak güce sahip olamadı.<br />

Bu anlamda internet yayıncılığının gücünü,<br />

bağımsızlığını önemsiyor ve kullanıyoruz.<br />

Bu hafta tanıtacağımız, gazeteci John Pilger'in<br />

yazıp yönettiği "The War On Democracy",<br />

Güney Amerika ülkelerinin ABD'ye karşı verdikleri<br />

özgürlük mücadelesini işliyor. Üstelik yapımda<br />

yer alan mülakatlarda sadece ABD karşıtı isimler<br />

değil, dönemin CIA yöneticileri de kullanılmış.<br />

Film öncelikle Venezüellalı lider Hugo Chavez'le<br />

yapılan bir röportaj ile başlıyor. Chavez'in<br />

Venezüella'da seçimle başa gelmesi aslında sivil<br />

bir darbeydi. Bu darbe ABD ve<br />

onun uzantısı olan şirketlere,<br />

medyaya, gelir düzeyi yüksek<br />

sınıflara karşı yapılmıştı. Filmde<br />

bunun üzerine ABD'nin<br />

Chavez'e karşı nasıl bir önlem<br />

aldığını görüyoruz. İlk önce<br />

medyayı kullanarak halkın<br />

beynini yıkamaya çalışan irade<br />

daha sonra ordunun da<br />

karıştığı bir komployla Chavez'i<br />

devirdi. Fakat halk bütün<br />

yıpratmalara karşı liderinin<br />

yanında yer alarak darbecilerin<br />

elinden Chavez'i kurtardı.<br />

"The War On Democracy"<br />

bütün yaşananları Hogo<br />

Chavez'in ağzından bize<br />

sunuyor. Daha sonra yatay bir<br />

geçiş yaparak Şili ve diğer<br />

Latin Amerika ülkelerinde<br />

gerçekleşen gizli ve açıktan<br />

ABD destekli devlet<br />

katliamlarını; işkenceye,<br />

tecavüze maruz kalmış, hayatta<br />

kalmayı başarmış insanların<br />

ağzından dinliyorsunuz. Özellikle<br />

Şili'nin özgürlükçü lideri<br />

Allende'nin başına gelenler ve<br />

Pinochet iktidarı Chavez'in ve<br />

Venezüella'nın nasıl bir sondan<br />

kurtulduğunu bize anlatıyor.


To<br />

ikt<br />

sta<br />

ya<br />

tık<br />

be<br />

ve<br />

ola<br />

sö<br />

Fü<br />

Ira<br />

lar<br />

ve<br />

sa<br />

ve<br />

da<br />

bir<br />

or<br />

Cl<br />

ya<br />

gö<br />

hik<br />

Kü<br />

Ve<br />

se


ütün bu ülkelerdeki kırılgan sınıf yapısının ABD<br />

tarafından kullanılmış olması. Zengin, eğitimli ve elit<br />

kesim ile fakir halk birbirine düşman ediliyor.<br />

Aradaki sınıfsal nefret kullanılıyor. Ve özellikle milliyetçi<br />

ve sosyal demokrat olan kesim iki sınıf<br />

arasında eritiliyor. Geriye kalan birbirinden nefret<br />

eden ve nefret etmek için de bir çok sebebi olan iki<br />

sınıf oluyor. Bu bağlamda baktığımızda özellikle<br />

Şili'nin toplumsal yapısı ile Türkiye'nin insan yapısı<br />

birbirine çok benziyor. Neredeyse aynı dönemlerde,<br />

aynı tarz oyunlarla birbirine düşürülen iki sınıf<br />

arasındaki gerginlik, ordunun yönetime geçmesine<br />

sebep oluyor. Şehirli insanların yaşamı, tepkileri<br />

büyük benzerlikler gösteriyor. Bütün bunlardan yola<br />

plu mezarlar, işkence köşkleri, darbe sonrasında<br />

idara karşı olabilecek binlerce ismin toplandığı<br />

tlar ve bir daha ismi hiç duyulmayan düşünürler,<br />

zarlar, gazeteciler... Olup bitenler tanıkların anlatları<br />

önümüzden geçiyor bir bir. Tam bu sırada<br />

nce Pilger'in en büyük gazetecilik başarısı olan<br />

o dönemde CIA'nin Latin Amerika Masası şefi<br />

n Duane Cllaridge mülakata çıkıyor. Bu adamın<br />

yledikleri ve tavrı insanlığımızdan utandırıyor bizi.<br />

tursuzca söylediği yalanlar ve ABD'nin şu an<br />

k'ta yaptıklarına göndermeleri komşu toprakımızda<br />

neler yaşandığını bir kere daha hatırlatıyor<br />

utandırıyor. Cllaridge kendini ABD'nin dünyanın<br />

hibi olmasına o kadar inandırmış ki hiç korkusu<br />

utanması yok. Bütün devletlere ve dünya vatanşlarına<br />

kafa tutabiliyor. ABD'nin Cumhuriyetçi ve<br />

kısım demokrat bölümünün inancını seslendiriy-<br />

. Bu filmi seyrederken kesinlikle Duane<br />

laridge'ın mülakatına dikkat edin. İnsanın insana<br />

ptığı zulmün ve aşağılamanın sınırları olmadığını<br />

receksiniz. Ardından Latin Amerika ülkelerinin<br />

ayelerini teker teker seyrediyoruz. Guetemala,<br />

ba, El Salvador, Nikaragua, Bolivya, Şili ve<br />

nezüella'da bire bir aynı olan senaryoları<br />

yrediyoruz. Bunların en büyük ortak noktası<br />

çıkarak geçmişi seyretmek ve anlamak değil amaç.<br />

Şu an ABD'nin içinde bulunduğu bütün çatışmalarda<br />

izlediği yolun ne kadar benzer olduğunu da<br />

görüyoruz. ABD 25 yıl evvel arka bahçesi olan Latin<br />

Amerika'da ne yapıyorsa artık bütün dünyada fütürsuzca<br />

aynı davranışları sergiliyor. Çünkü artık bütün<br />

dünya ABD mantığına göre onun arka bahçesi.<br />

Dikkatle izlenmesi ve tartışılması gereken bir film<br />

"The War on Democracy".


SERDAR AKBIYIK<br />

2006 Yılında ilki çekilen Pembe<br />

Panter serisinin ikincisi 17<br />

Nisan’da vizyona giriyor. Efsanevi<br />

karakter Müfettiş Clouseau’yu,<br />

Steve Martin ile tekrar dirilten projenin<br />

ilk ayağı dünya genelinde<br />

oldukça iyi bir gişe rakamına<br />

ulaşmış ve yapımcılarının yüzünü<br />

güldürmüştü. “Pembe Panter<br />

2”(The Pink Panther 2,2009)’de ilk<br />

filmde olduğu gibi Steve Martin ve<br />

Jean Reno bu filmde de<br />

başrollerde, Andy Garcia da filmin<br />

kadrosunu zenginleştiren isimler<br />

arasında.<br />

İlki 1963 yılında çekilen orijinal<br />

Pembe Panter filmlerinde, Peter<br />

Selllers Müfettiş Clouseau karakterini,<br />

sinemanın unutulmazları<br />

arasına sokmayı başarmıştı. Hafif<br />

aptal, biraz da sakar ama gözü<br />

pek ve başarılı bir dedektif olan<br />

Clouseau, önüne gelen bütün<br />

davaları bir şekilde çözmeyi<br />

başarıyordu. Alışılmış polis profiline<br />

uymayan Clouseau, dedektif filmlerine<br />

komedi unsurunu ekleyerek<br />

önemli bir başarı elde etmişti. 17<br />

Nisan’da “Pembe Panter 2”yi<br />

izlemeden önce, serinin diğer filmlerini<br />

hatırlamakta fayda var.<br />

“Pembe Panter”<br />

(The Pink Panther, 1963)<br />

Profesyonel hırsız Phantom,<br />

gözünü Pembe Panter isimli<br />

elmasa dikmiştir. Müfettiş<br />

Clouseau olacakları önceden tahmin<br />

eder ve elmas çalınırken hırsızı<br />

yakalamak için harekete geçer.<br />

Filmin başrollerinde David Niven<br />

ve Claudia Cardinale oynamıştır.<br />

Peter Sellers’ın canlandırdığı<br />

Clouseau bu filmde bir yan karakterdir.<br />

Fakat yan karakterin seyirci<br />

tarafından oldukça beğenilmesi,<br />

sırf Clouseau’nun başrolünü<br />

oynayacağı yeni filmlerin habercisi<br />

olmuştur. Ayrıca bu filmde<br />

Clouseau, diğer filmlerden daha<br />

aşırı biçimde sala bir karakter<br />

olarak gösterilmiştir. Karısı ile birlikte<br />

kaldığı otel odalarındaki,<br />

karısının sevgilisi Phantom ile<br />

aralarındaki o aptal kovalamaca<br />

sahnesi oldukça ünlüdür.<br />

“A Shot in the Dark” (1964)<br />

Karakterin tutulmasının ardından,<br />

onun ön planda olduğu bu film<br />

çekilir. Filmde oldukça zengin biri<br />

olan Benjamin Ballon’un evinde bir<br />

cinayet gerçekleşir.<br />

Müfettiş Clouseau bu<br />

cinayeti çözmek için<br />

görevlendirilir. Ancak her<br />

geçen gün yeni bir cinayet<br />

gerçekleşmekte ve tüm<br />

deliller hizmetçiyi suçlu<br />

göstermektedir. Oysa<br />

Clouseau onun suçlu<br />

olduğuna inanmaz. Bu film<br />

serinin geri kalanlarından<br />

konusu itibariyle farklıdır.<br />

Normalde hırsız yakalamakla<br />

meşgul olan dedektifimiz, bu<br />

filmde bir cinayeti çözmektedir.<br />

Baş Müfettiş Dreyfus karakteri,<br />

bir yan karakter olarak filmi<br />

zenginleştirmiş ve serinin geri<br />

kalan filmleri açısından<br />

vazgeçilmez unsur olmuştur.<br />

“Inspector Clouseau”(1968)<br />

Bu film, diğerleri kadar tutulmamıştır<br />

ve bu yüzden pek bilinmez,<br />

çünkü Clouseau rolünü bu<br />

filmde Peter Sellers değil Alan<br />

Arkin canlandırmıştır. Serinin ilk filminden<br />

itibaren hem yapımcısı,<br />

hem de yönetmeni olan Blake<br />

Edwards da koltuğunu Bud<br />

Yorkin’e bırakmıştır. Pek bir başarı<br />

elde edemeyen bu filmden sonra<br />

Peter Sellers ile Pembe Panter<br />

serisi yoluna devam etmiştir.<br />

“Pembe Panter’in Dönüşü”(The<br />

Return of the Pink Panther,1975)<br />

11 Yıllık bir aradan sonra Peter<br />

Sellers Clouseau karakteriyle,<br />

seyirciler de Pembe Panter ile<br />

tekrar kaşı


karşıyadır. Aradan geçen süre film<br />

için bir dezavantaj olabilecekken,<br />

Edwards ve Sellers birlikteliği yeni<br />

bir klasiğin ortaya çıkmasını<br />

sağlamıştır. Bir müzede sergilenen<br />

pembe panter elması esrarengiz<br />

bir biçimde çalınır ve Dreyfus<br />

tarafından zoraki bir şekilde göreve<br />

atanan Clouseau’nun aklına hemen<br />

Phantom gelir. Oysa Phantom’un<br />

hısızlıkla bir alakası yoktur ve kendini<br />

aklamak için o da olayı aydınlatmaya<br />

çalışır. Clouseau ve onun<br />

alışılmadık metotları yine izleyenlere<br />

keyifli dakikalar geçirtmektedir.<br />

“The Pink Panther Strikes<br />

Again”(1976)<br />

Dreyfus’un Clousseau fobisi onun<br />

akıl sağlığını kaybetmesine sebep<br />

olmuştur. Tedavi görmesi için hastaneye<br />

yatırılan Dreyfus, hastaneden<br />

kaçarak, hayatını karartan<br />

Dedektif Clouseau’nun peşine<br />

düşer. Sadece Clouseau için değil<br />

, dünya için<br />

de bir tehdit<br />

haline gelen<br />

Dreyfus’u etkisiz<br />

hale<br />

getirmek yine<br />

sakar dedektifimiz<br />

Clouseau’ya düşmektedir.<br />

Dreyfus’u yakalamak için birbirinden<br />

komik kılıklara bürünen<br />

Clouseau, yine izleyenleri kahkahaya<br />

boğmaktadır.<br />

“Pembe Panter’in<br />

İntikamı”(Revenge of the Pink<br />

Panther,1978)<br />

Clouseau, Philippe Douvier isimli


karanlık biri tarafından<br />

öldürülme istenmektedir.<br />

Ölümden son anda kurtulan,<br />

fakat basın tarafından<br />

öldürüldüğü duyurulan<br />

Clouseau, bu durumu fırsat<br />

bilerek, kılık değiştirip kendisini<br />

öldürmek isteyenlerin<br />

peşine düşer. Akıl hastanesinden<br />

haberi duyduğu anda<br />

iyileşerek ayrılan Dreyfus’un<br />

ise durumdan haberi yokrue<br />

ve her an akıl sağlığını tekrar yitirme riskiyle karşı<br />

karşıyadır. Clouseau ve yardımcısı Keto yine eğlenceli<br />

dakikalara imza atmaktadırlar.<br />

“Pembe Panter’in İzinde”(Trial of the Pink Panther,<br />

1982)<br />

1980 yılında serinin yeni filmi The Romance of the<br />

Pink Panther filminin çekimleri sırasında , bir kalp krizi<br />

neticesinde Peter Sellers hayata veda etmiştir. Blake<br />

Edwards eski filmlere yapılan<br />

flashbacklerle, bu filmi hazırlayarak<br />

Peter Sellers’a hem bir<br />

saygı duruşu, hem de onu tanıma<br />

fırsatı bulamamış izleyicilere<br />

muhteşem Müfettiş<br />

Clouseau karakteri ile tanışma<br />

işlevi görebilecek bir iş ortaya<br />

çıkartmıştır. Filmde Müfettiş<br />

Clouseau’nun uçağı, göreve<br />

giderken ortadan kaybolur. Ve tüm dünya onun ölüp<br />

ölmediğini merak etmektedir.<br />

“Pembe Panter’in Laneti” (Curse ot the Pink<br />

Panther,1983)<br />

Blake Edwards elindeki kullanılmayan görüntülerle bu<br />

filmi Peter Sellers olmadan çekmiştir. Baş Müfettiş<br />

Dreyfus elmaslarla ortadan kaybolur. Müfettiş<br />

Clouseau’nun amacı ise onu bularak elmasları sahiplerine<br />

ulaştırmaktır. Film serinin önceki filmlerinin<br />

tadında olmasa da, Peter Sellers olmadan çekilen ve<br />

kurgulanan bir önceki film gibi, ilginç bir seyir sunuyor.<br />

“Pembe Panter’in Oğlu” (Son of the Pink<br />

Panther,1993)<br />

Blake Edwards’ın elinde başka kullanılmayan görüntü<br />

kalmayınca, Peter Sellers’ın yerini doldurabilecek bir<br />

oyuncu arayışına girilir. Onun yerini tam olarak dolduran<br />

birisi olmayacağına kanat getirdikten sonra,<br />

Roberto Benigni ile Clouseau’nun oğlu karakterini<br />

canlandırdığı bir film çekilir. Peter Sellers hariç eski<br />

serinin hemen hemen bütün kadrosunu<br />

tekrar bir araya getiren Blake<br />

Edwards , bu filmde umduğu<br />

başarıyı yakalayamadı. Serinin<br />

“Inspector Clouseau” filmini saymazsak<br />

en başarısız filmi de böylece<br />

seyirciyle buluşmuş oldu.<br />

“Pembe Panter” (The Pink<br />

Panther,2006)<br />

Eski başarılı günlerinden uzak olan<br />

Hollywood’un yeniden çevrimlerle<br />

günü kotardığı bu yıllarda, Pembe<br />

Panter’in yeniden çekilmemesi<br />

imkansızdı. Nitekim Steve Martin’in<br />

Müfettiş Clouseau’yu canlandırdığı<br />

Pembe Panter sinema açısından<br />

vasat bir film olsa da, gişedeki<br />

başarısı sayesinde yapımcılarının<br />

yüzünü güldürmeyi başardı. Yeniden<br />

çevrimlerin, orjinallerinin gölgesinde<br />

kalması kuralını tekrardan onaylatan<br />

bu yeni Pembe Panter macerası,<br />

göz dolduran kadrosuna rağmen<br />

Pembe Panter filmografisi içerisinde<br />

en zayıf halkalardan birini oluşturuyor.<br />

Bakalım “Pembe Panter 2” bu<br />

durumun dışına çıkabilecek mi…


45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan Pazar:<br />

Bir Ticaret Masalı’nın yönetmeni Ben Hopkins’le konuştuk…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi<br />

Film Ödülü kazanan Pazar: Bir Ticaret Masalı’nın<br />

yönetmeni Ben Hopkins’le konuştuk… Hong<br />

Kong doğumlu, İngiltereli, Almanya’da yaşayan<br />

ve Türkiye’ye sık aralıklarla gelen Hopkins, kendini<br />

‘biraz gezgin biraz serseri’ olarak ifade ediyor…<br />

Film kurnaz bir adam olan Mihram’ın<br />

öyküsü, röportaj ise bir dünya vatandaşı olan<br />

Hopkins’in…<br />

Türkiye’yi çok iyi seven ve bilen biri olarak, bize<br />

kendinizi tanıtır mısınız? On yıl öncesinde sizi<br />

Türkiye’ye getiren ve sonrasında hep getiren<br />

duygu neydi?<br />

Ben 1969’da Hong Kong’da doğdum. 1995 yılında<br />

profesyonel olarak yazarlık ve yönetmenlik<br />

yapmaya başladım. On yıl öce Gezici Festival<br />

bünyesinde Türkiye’ye geldim. Sonra İstanbul’a<br />

geldim ve çok sevdim. Sonra Yılmaz Güney’in<br />

filmleriyle tanıştım. Umut, Yol ve Sürü’yü<br />

gördüm. Güney, o filmlerde ekonomik bir tanımlama<br />

yapıyordu. Benim büyükbabam ekonomistti,<br />

babam da öyle. O yüzden ben ailemden<br />

ekonomiyi öğrendim. Hepsi bir araya gelince<br />

Türkiye’de film çekme fikri de kendiliğinden oluştu.<br />

Ben de bu filmi yaptım.<br />

Sinemasal bir yol çizmenizde Türkiye’nin katkısı<br />

oldu mu? Ne kadar?<br />

Yılmaz Güney’in çok etkili bir sinema dili vardı.<br />

Ben gençliğimde çok fazla film izledim. Ama Türk<br />

sineması o kadar yaygın değildi. Yılmaz Güney’in<br />

adını İngiltere’de duydum ama filmlerini hiç<br />

göstermemişlerdi. Onun filmlerini görmek için<br />

Türkiye’ye gelmek zorundaydım. Ondan sonra da<br />

hep geldim… Etkisi var elbette.<br />

Antalya’da en iyi film ödülü kazandınız. Yabancı<br />

bir yönetmen olarak, hatta festivalin tek yabancı<br />

yönetmeni olarak ulusal bir yarışmada ödül<br />

kazanmak nasıl bir duygu?<br />

Çok güzel… Çok şaşırdım, benim için büyük sürpriz<br />

oldu. Çünkü öncesinde haber vermediler.<br />

Ben de ödül kazanamadığımı düşündüm. Çok<br />

güzel bir duygu tabii ki… Ama bu oradaki jürinin<br />

takdiri… Başka bir festivalde benim filmimi değil,<br />

başka bir filmi seçmişlerdi. Örneğin Fransa’da<br />

yapılan Dinar Festivali’nde benim filmin gösterildi<br />

ama orada başka bir film bütün ödülleri topladı.<br />

Festival Fransa’da yapılıyordu ama İngiliz filmlerini<br />

kapsıyordu…<br />

Filminiz Kültür Bakanlığı tarafından Türk filmi<br />

olarak kabul edilmedi. Peki yurt dışında nasıl<br />

oluyor bu tür ayrımlar…<br />

Bürokrasi her yerde aynı işliyor. Ama İngiltere’de<br />

böyle bir ayrım yok. Ama Bafta’da Amerikan filmlerine<br />

veriyorlar daha çok. Orada daha zengin,<br />

daha profesyonel bir film endüstrisi var çünkü.<br />

Ama bütün filmler yer alabiliyor festivalde.<br />

Peki Hollywood’da şansınızı denemeyi<br />

düşündünüz mü?<br />

Hollywood’a iki kere gittim. Bir proje için oyuncu<br />

bulmaya gittim. Çok garip bir yer. Bana göre bir<br />

yer değil. Çok ticari bir yer. Kültürel olarak bakmıyorlar<br />

projelere. O ayrım çok net. Aslında bu<br />

netliklerini çok beğeniyorum. Ama ben kültür<br />

insanıyım…<br />

Pazar: Bir Ticaret Masalı’ndaki karakteriniz<br />

Mihram da ticari bakan, ticari bir kişilik…<br />

Evet. Mihram için Hollywood çok güzel bir karakter<br />

olurdu. Orada çok rahat ederdi.<br />

Filminiz Türkiye’de geçiyor ama Rusya’nın<br />

komünizm sonrası etkilerini taşıyan ve<br />

Azerbaycan’a uzanan bir yelpaze çiziyor. Bu<br />

kadar geniş ve birbirine geçen zaman dilimini ve<br />

mekanları aynı potada nasıl buluşturdunuz?<br />

90’lı yıllarda ben bir gazete haberi okudum.<br />

Moldovya’da<br />

komünizmin çöküşünden<br />

sonra dükkanlarda<br />

hiç ürün kalmamıştı. Bu


oşluğu dolduran girişimciler oluşmuş<br />

o dönemde. Ne istiyorsan<br />

getiriyorlar. Kaçak mal tabii. Bu<br />

girişimci ruhu benim için güzel<br />

bir konuydu. Çünkü kapitalizmin<br />

en güzel ve en basit<br />

şeyi arz-taleptir. Mihram<br />

böyle bir karakter, tüccar.<br />

Filmin içinde komünizmin<br />

yıkılmasının birebir etkileri<br />

yok aslında. Türkiye’nin<br />

doğusunda yaşananları<br />

kullanan bir adam var daha<br />

çok.<br />

Kendi kültüründen beslenen<br />

yönetmenlerden ilham<br />

aldığınız söylüyorsunuz.<br />

Örneğin Yılmaz Güney<br />

gibi… Ama siz<br />

gördüğümüz kadarıyla<br />

farklı kültürlerin peşindesiniz<br />

daha çok…<br />

Evet, biraz öyle aslında…<br />

Ama ben İngiliz’im ve<br />

Londra hakkında en güzel<br />

filmi ben yaptım diye<br />

düşünüyorum. Yani ilk<br />

filmimde Londra hakkında<br />

her şeyi değil ama<br />

düşündüğüm birçok şeyi<br />

söyledim. Orda bitti, şimdi<br />

kendi yoluma bakıyorum.<br />

Şimdi geziyorum. Bir gün<br />

tekrar Londra’ya<br />

döneceğim ve orasıyla<br />

ilgili şeyler çekeceğim<br />

tekrar. O yüzden biraz<br />

gezginim ve serseriyim…<br />

Gezerek besleniyorum<br />

diyebilirim…


Tekrar Mihram’a gelelim…<br />

Aslında günümüzde fazlaca<br />

karşımıza çıkan bir tipleme ve<br />

günümüz maddi dünyasının<br />

bir insanı. Onu farklı ve cazip<br />

kılan yanı nedir?<br />

Kurnaz biri. Ama edebiyatta<br />

bu gibi tipler çok vardır…<br />

Kurnaz ama cazibeli. İngiliz<br />

televizyonlarında çok ünlü bir<br />

karakter var. Herkes tanıyor.<br />

Tüccar bir karakter. Evet<br />

kesinlikle seviliyor. Mihram da<br />

çok sevilecek bir karakter.<br />

Tayanç (Ayaydın) da çok iyi<br />

oynadı. İyi birini değil, kurnaz<br />

birini oynuyor. Kusurlu bir<br />

insan. Karizmatik ama…<br />

Zaten sinemada birebir iyi ya<br />

da kötü karakterler yaratmak<br />

çok da ilgi çekmiyor. Mutlaka<br />

iyi birisinin biraz kötü, kötü<br />

birisinin de biraz iyi yanı<br />

olmalı…<br />

Oyuncuları siz mi seçtiniz?<br />

Oyuncularla nasıl<br />

karşılaştınız?<br />

Londra’da bir tiyatronun<br />

sanat yönetmeni olarak<br />

çalışan Mehmet Ergen var.<br />

Orada ben bazı Türk oyuncularla<br />

tanıştım. Sinan Tuzcu da<br />

orada çalışmıştı. Filmi yapmak<br />

istediğimde Sinan Tuzcu<br />

casting direktörü olarak


tavsiyelerde bulundu. Çok fazla<br />

oyuncu geldi. Tayanç yedinci<br />

deneme yaptığım oyuncu oldu.<br />

Çok belliydi, çok çok iyiydi. Çok<br />

farklı şeyler gösterebilir, duyguları<br />

açığa çıkarabilirdi. O yüzden<br />

onu seçtim.<br />

Türkiye’ye ve doğuya ilişkin iyi<br />

gözlemleriniz var.<br />

Karakterlerinizin film içindeki<br />

yerleşimi de iyi… Genco Erkal<br />

da var… Rojin var. Güzel yani…<br />

Ben girdiğim yerin içinde çok<br />

fazla yabancı gibi durmuyorum.<br />

Van’da da herkesle iletişimim<br />

çok doğaldı. Herkesten de<br />

karşılık geldi. Herkesle Türkçe<br />

konuştum, öyle anlaştım. Filmin<br />

içinde bir kadın şarkıcı olması<br />

gerekiyordu. O çok zengin bir<br />

ses. Kürtçe söyleyen bir kadın<br />

olsun diye ısrarım yoktu ama o<br />

ses doğudan daha sık gelen bir<br />

ses. Çok beyaz ve sarışın bir<br />

kadın film içinde doğal durmazdı.<br />

Zaten şarkıcı orada filmi<br />

tanıtan biri. Başka bir tip olsa<br />

ters düşerdi. Her oyuncu güzel<br />

bir şekilde yer aldı filmimde…<br />

Doğunun kurnazlığıyla batının<br />

kurnazlığı arasında fark var mı<br />

acaba?<br />

Doğuda tanıdığım insan<br />

tiplemeleriyle batıda tanıdığım<br />

tiplemeler farklı aslında… Batıda<br />

daha çok sinema yapan insanları<br />

tanıyorum. Doğadakiler ise<br />

berberi otellerde çalışanlar ve<br />

şoförler. İstanbul’da kurnaz, tüccar<br />

gibi insanlarla karşılaşmadım<br />

ama doğuda karşılaştım. Çünkü<br />

daha farklı insanlarla tanıştım.<br />

Soruya cevap vermek için<br />

İstanbul’da kurnaz insan tanımalıyım.<br />

Dünya ekonomik bir darboğazdan<br />

geçiyor. Bu krizde Mihram<br />

gibi karakterler artabilir mi<br />

sizce?<br />

Evet, sanırım… Para kazanmak<br />

için farklı yollar deneyebilir<br />

insan. Para az olunca daha fazla<br />

yaratıcı olmak zorunda kalacaklar<br />

insanlar…<br />

Filminiz aynı zamanda yol filmi…<br />

İsmi bir masal barındırsa da<br />

komedi unsurlarıyla ve karakterlerinizin<br />

gerçekliğiyle film başka<br />

bir yere oturuyor aynı zamanda…<br />

Bu biraz da yönetmenin işi…<br />

Farklı elemanları bir araya<br />

getirmek ve kotarmak yönetmenin<br />

işidir… O yüzden zorlanmadım,<br />

her şeyden bir parça<br />

kattım filmime… Konusu gereği<br />

tabii..<br />

Film çekmeye devam edecek<br />

misiniz?<br />

Evet edeceğim. Bu kez doğudan<br />

batıya geçiyoruz. İki film doğuda<br />

çektim, biraz da batıya geçelim.<br />

Hikayemizde bir sınır olması<br />

gerekiyordu. Edirne gibi bir yer<br />

olmalıydı. Senaryo öyle gerektiriyor<br />

çünkü. Bu da bir yol<br />

hikayesi, hatta daha fazla yol<br />

hikayesi… Aslında arabada film<br />

çekmeyi sevmiyorum ama<br />

senaryo böyle oldu. Belki de<br />

yollarda olmayı seviyorum. Bu<br />

hikaye daha çok özgürlükle<br />

ilgili… İki kadının hikayesi.<br />

Özgürlüğü ve mutluluğu kazanmanın<br />

zorluğu var… Sınır aşıyorlar,<br />

Yunanistan’a gidiyorlar.<br />

Türk, Yunan ve Alman ortak<br />

yapımı olacak…<br />

Peki Türkiye’den bir kaçış hali<br />

mi var?<br />

Hayır. Aksine geri dönmek istiyorlar.<br />

Türkiye’yi biraz da yanlışlıkla<br />

terk ediyorlar. Aksi bir<br />

durum yok yani…


“Kulaklarını Dik –<br />

Prick Up Your Ears”(1987)<br />

Yönetmen: Stephen Frears<br />

Oyuncular: Gary Oldman,<br />

Alfred Molina, Vanessa<br />

Redgrave<br />

1.85:1 Geniş Ekran/<br />

İngilizce 2.0 – Türkçe 2.0/<br />

105 dakika.<br />

SAGA COLLECTION<br />

9 Ağustos 1967 gecesi, on altı<br />

yıldır birlikte olduğu arkadaşısevgilisi,<br />

oyun yazarı Joe Orton’ı<br />

uykusunda kafasına sert cisimle<br />

defalarca vurarak öldüren ve sonra<br />

meyve suyunun içine karıştırdığı<br />

haplarla intihar eden aktör<br />

Kenneth Halliwell ‘in ona söylediği<br />

son sözleri, bu ‘ruhsal şiddet’,<br />

seks, fedakârlık, kıskançlık içeren<br />

ilişkinin en önemli şifrelerinden<br />

biridir: “Uykun bile benimkinden<br />

daha iyi”!<br />

“The Grifters”(1990) ve “The<br />

Queen”(2000) ile iki kez yönetmen<br />

dalında Oscar ödülü adayı olan<br />

İngiliz yönetmen Stephen Frears,<br />

çiftin hazin sonunun yirminci yılında,<br />

başka bir eşcinsel ilişkiyi anlattığı<br />

“My Beautiful Laundrette –<br />

Benim Güzel Çamaşırhanem”den<br />

de iki yıl sonra, bu özel aşkın<br />

hikâyesini aktarırken, film boyunca,<br />

eşcinselliğin doğasına dair<br />

önemli izler sürmüş.<br />

Taşradan gelen, her açıdan girişken,<br />

çok yetenekli olmamasına<br />

rağmen yılmayan Joe (asıl adı<br />

John), genç yaşta saçlarının<br />

dökülmesine koşut olarak yaşadığı<br />

acılardan dolayı kalbi de kırılıp<br />

dökülmüş Kenneth ile tanıştıktan<br />

sonra gerçek bir koruyucu,<br />

yardımcı, eş bulmanın verdiği<br />

güvenle hızlı seks yaşamına<br />

devam eder. Romanlar, radyo<br />

oyunları derken ölümünden önceki<br />

son üç yılda çok başarıya ulaşan<br />

tiyatro oyunları sahnelenen Joe,<br />

kışkırtıcı kara mizahı ile dikkat<br />

çekip ödül kazanırken, Kenneth<br />

küçük evlerinde içi içini yiyerek<br />

ruhsal anlamda savrulmaktadır.<br />

Joe’nun onu ‘rahatlatma’ girişim-


lerine, seks tatillerine rağmen, o gece kaçınılmaz<br />

son gelir.<br />

Joe’nun günlüklerinden yola çıkarak Amerikalı<br />

yazar John Lahr’ın(filmde Wallace Shawn canlandırıyor)<br />

yazdığı biyografiden, Oscar adayı<br />

senarist- aktör Alan Bennett’in yazdığı metnin<br />

içindeki gizli kodları yakalayıp vurgulayan<br />

Frears,’ bıçak sırtı’nda yürümüş.<br />

Homoseksüellerin polis kovuşturmasına tabi<br />

tutulduğu, geniş bir toplum kesiminin de ikiyüzlü<br />

ahlakı savunduğu bir dönemde birlikteliklerini<br />

saklamadan yaşayan iki sanatçıyı ve her an tuzla<br />

buz olacak aralarındaki narin ilişkinin her ikisine<br />

yüklediklerini, eşcinselliğin özel şifrelerini kullanarak<br />

anlatmış.<br />

Joe’nun önemli bir ödül kazandığı gece bile,<br />

halk tuvaletine gidip toplu sekse katıldığı sahne,<br />

anahtar gibi. Erkeklerin doğasında olan çok<br />

kişiyle çok seks yapma arzusunun, fiziksel gösterişin<br />

faşizanca baskın çıktığı eşcinsel topluluklarda<br />

nasıl her şeyden bağımsız hareket ettiğine<br />

dair önemli örnek Joe. Ona giderek artan<br />

hayranlığının kendi yok oluşunu hızlandırdığı<br />

Kenneth ise, Joe’nun tam tersi bir örnek.<br />

Kızgınlığının altında yatan belki de en önemli<br />

neden, onun gibi cazip ve sekste cesur olmaması.<br />

Bencillikte zirveye çıkmış Joe’nun girişimleri<br />

sayesinde, zaman zaman cinselliğini rahatça<br />

yaşayan Kenneth için, eşcinsel çiftlerde ahlaki<br />

düsturla açıklanan bir kandırmaca, temelinde ise<br />

“ben yapamıyorsam o da yapmamalı” olan<br />

sadakatin darbeler yemesi, asıl huzursuzluk ve<br />

çöküşünün nedeni aslında. Bu püf noktası,<br />

yönetmen tarafından, mesleki başarısızlık- çekememezlik,<br />

geride kalma gibi nedenlerin yanı sıra<br />

ana duygu olarak kusursuzca yansıtılıyor.<br />

İri yarı, peruklu, itici görünen Kenneth’de<br />

Alfred Molina ve Joe’da genç, parlak, sevimli,<br />

seksi Gary Oldman’ın, çok rahat, ayrıntılı oyunlarını<br />

bütünleyen Vanessa Redgrave ise, yazar<br />

John Lahr’a günlükleri veren<br />

Joe’nun yakın dostu, menajeri<br />

ve öykünün anlatıcısı Peggy<br />

Ramsay rolünde.<br />

Ekstralarda, fotoğraf galerisi<br />

ve fragman mevcut.


BANU BOZDEMİR<br />

Oyunculuk kariyerinin başlangıcı 1991 yılına rastlasa<br />

da, gönüllerdeki asıl patlamayı 1998 yapımı<br />

İnce Kırmızı Hat ile yaptı. Savaşın ortasında<br />

yaşamın anlamını doğayı keşfederek sorgulayan<br />

yakışıklı ve masum bir askerdi o. Filmi biraz gerilere<br />

sararsak, 26 Eylül 1968 yılında dünyaya gözlerini<br />

açtığını öğreniyoruz… Amerikalı birçok oyuncu gibi<br />

Katolik bir aileye mensup ve bu yüzden yetişkin<br />

olana kadar oyunculuk kariyeri aklının köşesinden<br />

bile geçmiyor. Bir ara rahip olmayı düşünmüşse de<br />

aklı varsa yoksa basketbol oynamakta. Ama boyunun<br />

azizliğine uğruyor ve çareyi oyunculuk da<br />

deniyor… 1991'de ‘My Own Private Idaho’ filmindeki<br />

rolü ile oyunculuğa ilk adımını atıyor.<br />

Yakışıklıdır, gözleri bir okyanus<br />

kadar derindir, masumdur ama<br />

oyunculuğun inişli çıkışlı<br />

yollarında o da kendince<br />

‘darbeler’ alır.<br />

‘Any Given<br />

Sunday’de<br />

montaj<br />

masasında<br />

filmden<br />

çıkarılır, Pearl Harbour da reddedilir. Ama yapılacak<br />

bir şey yoktur, olgunluğu kuşanmanın tam sırasıdır.<br />

‘Bu olaylar egomu kontrol etmeme yardımcı oldu.<br />

İnsanın burnunun sürtülmesi iyi bir şeydir’ yorumlarını<br />

yapar. Dennis Quaid'li ‘Frequency’, Kevin<br />

Spacey, Helen Hunt, Haley Joel Osment' li ‘Pay it<br />

Forward’, Jenifer Lopez'li ‘Angel Eyes’, filmlerinden<br />

sonra ‘The Count of Monte Cristo’ ile nihayet<br />

başroldedir ve böylece kendini gösterme fırsatını<br />

bulur.<br />

1993 yılında tanışıp aşık olduğu İngilizce öğretmeni<br />

Kerri Caviezel ile 1997 yılından beri evli. Ama<br />

‘sanat için soyunurum’ sözü onun için geçerli değil.<br />

Koyu bir Katolik olduğunu yazımızın başlarında<br />

belirttiğimiz Caviezel hem dini, hem de şahsi<br />

inançları açısından ‘High Crimes’ filmindeki bazı<br />

aşk sahnelerinde çıplak oynamayı reddetti. Mel<br />

Gibson filmi The Passion of The Christ 'ta<br />

Jesus Christ (Hz. İsa) rolünü kabul<br />

ettikten kısa bir süre sonra yaptığı<br />

açıklamada; isminin baş<br />

harflerinin Hz İsa'nınkiyle<br />

aynı olduğunu (J.C.) ve<br />

Jim'de film çekilirken<br />

33 yaşında<br />

olduğunu (çoğu


tarihçi ve dini bilginin inandığına göre<br />

Hz İsa 33 yaşındayken öldürülmüştü),<br />

söylemişti. Karakterle benzerlik<br />

sendromunun sonucu olarak görebiliriz<br />

bu açıklamaları… İnsanların hafızalarını<br />

kurcalayan üç filmde arka arkaya rol<br />

aldı. The Final Cut, De Javu ve<br />

Unknown. Bu ay karşımıza Outlander<br />

filmiyle, bir Viking hükümdarı olarak<br />

çıkacak… Tarihin içinden çıkıp, tüm<br />

haşmetiyle seyirciyi selamlayacak…


1930’larda üretilmeye başlanan<br />

spor filmleri, zaman içinde<br />

değişime uğrasa da esas<br />

devrimi 2008 yapımı “Sugar” ve<br />

“Şampiyon” ile yaşadı<br />

KEREM AKÇA<br />

1931 yılında “The Champ” ile başlayan spor filmleri<br />

türü, sinema tarihinde bilindik formülüyle dikkat çekmiştir.<br />

Daha doğrusu çekememiştir. Zira türü, bu<br />

eskiyen çukurun içinden çıkaran ya da çıkarmak<br />

isteyen filmler çok da fazla üretilmemiştir. Genelde<br />

Amerikan sinemasının ya da Hollywood sisteminin içindeki<br />

türlerden biri olarak görülen ‘spor filmi’, önceliği<br />

beyzbol ve boksun aldığı geniş bir skalada at yarışı,<br />

araba yarışı, Amerikan futbolu, basketbol, bilardo, futbol,<br />

atletizm, golf, rugby gibi spor dallarına da kullanmıştır.<br />

Ancak elbette merkezde hangisi olursa olsun esas formül<br />

aynıdır. Genelde işçi sınıfı ya da alt sınıf bireyi bir<br />

karakter, belli bir sporun uygulayıcısı olarak ‘başarı’ya<br />

ulaşıp sınıf atlamak ister. Bu yolda da tabii klişe ötesi<br />

bir olay örgüsüne, bir tampon sevgiliye ve tekdüze bir<br />

motivasyona tanıklık ederiz. Yani bu kurallar Oscar<br />

ödüllü atletizm filmi “Ateş Arabaları” (“Chariots of Fire”)<br />

için de, araba yarışı filmi “Grand Prix” için de, Amerikan<br />

futbolu filmi “The Longest Yard” için de, futbol filmi<br />

“Victory” için de geçerlidir. Herhangi bir dal farkı<br />

gözetmeksizin karşımıza bir ‘sınıf atlama’ hikayesi<br />

çıkarır bu filmler.<br />

“Rocky”, kalıplarına en sadık spor filmi olduğu için<br />

unutulamıyor<br />

“Rocky” ise bu mantığın son 30 yıldaki en klişe ve<br />

özüne sadık örneğidir. Zaten birey üzerinden hikaye<br />

anlatıp katharsis olgusunu izleyiciye kabul ettirmek için<br />

de ‘boks’ gibi sporlar daha uygundur.<br />

Tabii bu başarı hikayelerinde ‘Amerikan kahramaları’<br />

üretilir. Daha doğrusu ‘kahraman’ yaratmak için izleyici-


lerin beyni yıkanır. İlerideki mucizeye<br />

doğru tecrübesiz kişiler yönlendirilir.<br />

Bu sayede de genelde acıklı<br />

hikayeler anlatılır. Çünkü sonlarının başarı<br />

veya umut aşılayan başarısızlık olması çok<br />

da farketmez. Buradaki esas amaç o ‘gerçekçi’<br />

olduğu iddia edilen duygu yoğunluğunu yaşatmaktır.<br />

Bunu yaparken de Amerikan halkına ‘savaşma’yı<br />

öğretmektir.<br />

Ama bu yoğunluk 1961’de “Bilardocu” (“The Hustler”) gibi o<br />

zamanın bağımsız bir filmiyle dağıldı. Zira orada Paul Newman’ın<br />

canlandırdığı bilardocu karakteri, sporu yükselmek için değil de zevk<br />

için icra ediyordu. Film aslında bir kumar filmiydi. Ancak bilardonun<br />

iki arada bir derede kalmışlığı sebebiyle, sporu kumara çeviren ‘yeni<br />

dünya filmi’ olarak da algılanabilir.


eklenti ve umut içine sokar, kaybolan<br />

seyirci içinde kayıptır artık ve arkada kalanlara<br />

yönelir daha çok kamera…<br />

Christopher Hampton imzalı Kayıp Hayatlar<br />

/ İmagining Argentina kayıpların çığ gibi<br />

çoğaldığı 1976 yılına ve Arjantin’e götürüyor<br />

bizleri… Askeri yönetim, yer, zaman ve<br />

kişi ayrımı yapmadan herkesi gözaltına<br />

almaktadır… Bir gün kayıpları yazan<br />

gazeteci Cecillia’da kaçırılır. Kocası Carlos<br />

karısı ve diğer kayıplar için doğa üstü güçleriyle<br />

farklı bir umut yaratır…<br />

Bu anlamda Marco Bechis’in Kardeşler ve<br />

Garaj Olimpo filmleri de kayıplar ve<br />

işkenceler üzerine etkili yapımlar…<br />

Kardeşler’in fonunda yine Arjantin var.<br />

Askeri diktatöryanın hakim olduğu yıllar…<br />

Bir anne doğum yaptıktan hemen sonra<br />

öldürülür… İkiz kardeşler ayrı düşerler.<br />

Yıllar sonra bir araya geldiklerinde geçmişlerini<br />

araştırmaya başlarlar… Arjantin’de<br />

yaşanan kayıplar üzerine etkili bir bakış…<br />

Garaj Olimpo, gözaltına alınan genç bir<br />

kadına yapılanlar üzerine… İşkence mekanı<br />

Garaj Olimpo adlı bir mekandır ve işkencecisi<br />

de ona aşık, çekingen kiracı Felix…<br />

İnsan hakları için çalışan üç insanın 1960’lı<br />

yıllarda oratdan kaybolmasını ve onların<br />

peşindeki iki dedektifin hayatına eğilen<br />

Mississippi Yanıyor / Mississippi Burning ,<br />

hem ırkçılığa hem de kayıplara karşı sessiz<br />

çığlığı dile getiren filmlerden…<br />

Savaşta yitip giden, bekleyenlerine inanmak<br />

istemedikleri bir ölüm armağanı sunan


savaş filmleri de kaybolmuş insanların izindedir<br />

çoğu zaman… Jean Pierre Juenet’nin yönettiği<br />

Kayıp Nişanlı / A Very Long Engagement de<br />

kaybını arayan bir nişanlının peşinde çeşitli<br />

detaylara girip çıkar… Richard<br />

Attenborough’un Kayıp Yüzük / Closing The<br />

Ring filmi bir kayıptan arta kalan bir emanetin<br />

peşinde dolanır…<br />

Tarihin içindeki kayıplardan, günümüzdeki<br />

savaş kayıplarına gelecek olursak, en etkili<br />

örneğin Paul Haggis’in yönettiği Tanrının<br />

Vadisinde / In The Valley of Elah olduğunu<br />

görüyoruz. Amerika’nın zorla girdiği ve askerleriyle<br />

orada nizamı (!) sağladığı Irak’ta<br />

esrarengiz bir biçimde kaybolan asker oğlunun<br />

peşinde helak olan bir babanın dramına odaklanıyoruz…<br />

Kaybolmaların en kanlısı ve meşakkatlilerinden<br />

biri de psikopatların eline düşenlerin kaderleri<br />

olsa gerek… Pisi pisine bir kayıp olma hali…<br />

Texas Katliamı serisi, Hostel ve Mumya Evi ve<br />

Testere serisi de de farklı kaybolmaların izini<br />

süren filmlerden… Genelde geziye çıkan<br />

insanların zehir olan tatilleri ve hayatlarıyla<br />

ödedikleri bir kaybolma hali vardır bu filmlerde…Testere<br />

de ise kurbanların mutlaka<br />

farkında olmadıkları bir suç unsurları bulunur…<br />

The X Files / İnanmak İstiyorum da, ajanlar<br />

buzlar altında ve seri şekilde kaybolan insanların<br />

izini sürerler, hem de psişik güçleri olan<br />

bir medyumun eşliğinde…<br />

Bir de istekli bir kaybolma hali vardır ki, o biraz<br />

akılara zarar bir durumdur… Sean Penn’in<br />

2007 yapımı In The Wild genç bir adamın<br />

yaşamın uzayıp gittiği her şeyden bir kaçışı, bir<br />

kaybolma halini anlatır… Christopher annesinden,<br />

babasından, kardeşinden uzaklaşır, şehirden<br />

kopar ama doğanın içinde de kaybolur…<br />

Etkileyici bir kaybolma halidir onunkisi…<br />

Wim Wenders’in Paris – Texas filmindeki kayboluş<br />

hali de zorunluluklardan kaçış ve zorunluluklara<br />

bir dönüş hali taşır… Wong Kar Wai<br />

imzalı 2046’da kayıplarını gelecekte aramak<br />

için yola çıkan insanlar anlatılır… Ama gidenler<br />

de gelmez, bir kişi hariç. Film bir git-geller silsilesine<br />

dönüşür kayıpların ve gelecek<br />

arayışının içinde.


eyzbol takımlarından biri, Dominik Cumhuriyeti’ndeki<br />

pilot takımda yetişen ve İngilizce bilmeyen oyuncuları A<br />

takıma yükseltmek için ‘rüya ülkesi ABD’ye getirir.<br />

Ancak bu çağırış esnasında Amerikalı ‘scout’ın<br />

(gözetleyici) ülkedeki antremanlarda sporcuyu aşağılaması<br />

ve salak yerine koyması öne çıkarılır. Yani aslında<br />

sömürgeci ve ırkçı bir Amerikan tavrı, filmin ana iskeletine<br />

yerleştiriliyor. Bu da direk spor filmlerinin kökten<br />

milliyetçi ve kişisel irade öğütleyen yapısını tam tersine<br />

çeviriyor aslında.<br />

Boden-Fleck ikilisinin el kamerasıyla ve amatör oyuncularla<br />

çektiği bu yapımın tamamı bir Afrika dilinde olduğu<br />

için de bir yabancılaşma duygusu uyandırıyor bir diğer<br />

taraftan. “Sugar” ismi de zaten kolay yağmalanabilecek<br />

oyuncuların metaforik çıkarımı olarak görülebilir. Zira<br />

orada aşağılanıp ikinci eğitime sokulan bu beyzbol<br />

oyuncularının (ki ülkenin beyzbol kültürü yok, naapsınlar!)<br />

tamamı büyük ihtimalle ana takıma giremiyor. Öyle<br />

ki aslında bir rüyanın, ‘NY Yankees’ stadının hayaliyle<br />

geldikleri şehirden dışlanıp, hayatlarını zor idame ettirecek<br />

hale gelerek geri dönüyorlar. Burada başarı için<br />

gelen ana karakter de zaten ‘NY Yankees’ stadının<br />

bulunduğu mahalledeki bir lokantada çalışabiliyor<br />

sonuçta. Yani ‘safkan bir başarısızlık’ depolayan film,<br />

“Cinderella Man”, “Glory Road”, “Seabiscuit”,<br />

“Dreamer” gibi Amerikancı tür örneklerinin çok uzağında.<br />

Zaten onların anti-tezini yapmayı amaçlayan bir<br />

bağımsız film özünde. Tamamı Afrika dilinde konuşan<br />

kişilerden de gerçek bir kahraman nasıl çıkabilir ki<br />

zaten? Çıksa çıksa buradaki gibi anti-kahraman çıkabilir!<br />

Darren Aronofsky imzalı “Şampiyon” ise spor filmini<br />

daha önce pek fazla rastlamadığımız şekilde ‘güreş<br />

filmi’ formatında canlandırıyor. Böyle olunca da<br />

Amerikan güreşinin varyete tarafıyla bir ‘ölüm sporu’na<br />

dönüştüğünü görüyoruz. Zira Amerikan güreşi bizdeki<br />

güreş gibi bir spor değil. Takma isimlere sahip, birbirinden<br />

farklı kılıklarda bir grup sporcunun izleyiciyi<br />

eğlendirmek için yaptıkları anlaşmalarla yürüyen bir<br />

spor. Yani orada başarı diyebileceğimiz anlamda bir<br />

başarı asla yok aslında. Şöhret olma gibi bir kavram var.<br />

Lafın özü 90’ların sonunda yükselişe geçen ‘şöhret<br />

orantısı’na odaklanma mantığı hakim filmde. Tabii<br />

sporun yaklaşmak istemediğimiz alt kültür bireyleri<br />

arasındaki dövüşlere odaklanması da biraz ‘kickboks’<br />

gibi bir yere gitmemizi sağlıyor.<br />

Mickey Rourke’un canlandırdığı ana karakterin filmde


hayatla verdiği mücadeleden arta kalanlar ise elbette bir<br />

anti-kahraman, evli eş yerine striptizci bir sevgili, yıllardır<br />

görülmeyen bir kız çocuk ve görsel olarak yönetmenlik<br />

stilinde farklılık. Zira aile üzerine giden spor filmlerinde<br />

genelde çekirdek ailenin sorunsuz olduğu,<br />

karakterin ise onlara başarı getirmek için hırslandığı<br />

görülür. Burada çekirdek aile bölünmüş bir şekilde<br />

sunuluyor. Bunların tamamı da anti-kahraman. Darren<br />

Aronofsky, filmi çekerken yükseliş dönemini atlayıp,<br />

sporcunun başarısızlık yani çöküş döneminden başlaması<br />

ve ‘ölüm-yaşam’ arasında kalmışlık duygusunu<br />

vermek istemesi ise ‘devrimci’ ve ‘bozucu’ bir hareket.<br />

Aronofsky, filmini Cassavetes filmlerindeki gibi el kamerasıyla<br />

çekmiş. Genelde uzun planlar kullanarak ise<br />

oyunculukları ön plana çıkarmayı tercih ediyor. Ana<br />

karakteri canlandıran Rourke’un psikolojisini<br />

Bergman’vari bir dramatik yapıyla anlatmasını da<br />

sağlayan bu dengeli yönetmenlik aslında. Hepsi antikahramanlardan<br />

oluşan bir sosyal gerçekçi ve uçarı<br />

mücadelenin örneği. Amaç ise başarı değil de, ‘alışkanlık’<br />

gibi yapışan Amerikan güreşi. Yani sevdiği ‘alışkanlık’<br />

temasına bir geri dönüş yapıyor Aronofsky burada.<br />

Spor filmini de karakter dramasının içine sokup, bağımsız<br />

sinemanın derinliklerinde bir yere yerleştiriyor.<br />

Cassavetes’in film grameriyle nasıl türlerin değiştirilebileceğini<br />

de gösteriyor. Elbette kendisinin bozucu,<br />

yenilikçi ve devrimci bir yönetmen olduğunu ve<br />

seyircinin algısıyla oynamaktan zevk aldığını da...<br />

Spor filmi bundan sonra anti-kahramanların yolunu<br />

izleyen ve el kamerasıyla onların psikolojisini resmeden<br />

bir formüle bürünecektir muhtemelen. Halen Amerikan<br />

klasik sinemasının gramerini uygularsa sonuç ‘çöp<br />

artışı’ olabilir zira.


■ Zeki Demirkubuz, Nahid Sırı Örik'in<br />

aynı adlı romanından uyarladığı<br />

Kıskanmak adlı filminin çekimlerini<br />

tamamladı. Filmde Nergis Öztürk,<br />

Berrak Tüzünataç, Hatice Aslan ve<br />

Serhat Tutumluer rol alıyor. Sonbahar’da vizyona girecek olan<br />

film Türk edebiyatının tek negatif kahramanı Seniha’nın hayatını<br />

anlatıyor. Seniha ağabeyinin karısı Mükerrem'i hastalıklı<br />

bir şekilde kıskanıyor. Sadece karısını değil kendi öz<br />

ağabeyinin güzelliğini bile kıskanıyor. Çünkü o çirkinlerin asla<br />

sevilmemeye ve güzeller için kendilerini feda etmeye yazgılı<br />

olduklarını daha küçük yaşlarında öğrenmiş... Bakalım nasıl bir<br />

kıskançlıkla karşı karşıya olacağız…<br />

■ Yönetmen Cemal Şan Acı isimli son filminin<br />

çekimlerini tamamladı. Bir dede ile torun<br />

hikayesi anlatan film Erzincan’ın, iki bin metre<br />

yüksekliğindeki bir dağ köyünde çekildi.<br />

Filmin başrollerini Nesrin Cavadzade ile Erol<br />

Demiröz paylaşıyor. Erol Demiröz bu filmde<br />

çalışmanın kendisini yeniden Yılmaz Güney’li<br />

yıllara götürdüğünü ifade ederek, “İmkansızı<br />

başardık. Eksi yirmi derecede, çok zor şartlarda<br />

çalıştık ekip donma tehlikesi geçirdi<br />

ama sonucu görünce her şeyi unuttuk ‘’ dedi.<br />

Şan’ın filminin önümüzdeki sonbahar da vizyona<br />

girmesi bekleniyor.<br />

■ Çekimleri İsviçre’de devam eden<br />

Amok, Türk asıllı tiyatro yönetmeni<br />

Cihan İnan’ın senaryosunu yazdığı<br />

ve yönetmenliğini üstlendiği bir<br />

yapım. Güven Kıraç, filmde bir Türk<br />

göçmeni canlandırıyor. Akıl almaz<br />

cinayetler işleyen ve Alman polisi<br />

tarafından aranan bir tetikçinin Türk<br />

göçmenler, Alman bir aile ve İsviçreli<br />

bir çiftle yollarının kesişmesi ve bu<br />

eksende gelişen maceraların<br />

anlatıldığı film 2009 kış sezonunda<br />

vizyona girecek.


■ Kelebek isimli kısa filmi<br />

bulunan oyuncu Cansel<br />

Elçin, Meltem İnan’ın<br />

kitabından uyarlanan<br />

filmin yönetmenliğini<br />

yapıyor. Üç genç kızın<br />

olgunlaşma hikayesi diyebileceğimiz<br />

filmin<br />

Hindistan ve Fransa ayağı<br />

bitti. Şimdi sıra İstanbul’da… Filmde aynı zamanda oyuncu olan<br />

Elçin, hem bir Hint tanrısını hem de hayali film çekmek olan bir<br />

öğretmeni canlandırıyor. Filmde ayrıca Feride Çetin, Cengiz<br />

Bozkurt, Umut Kurt ve Emrah Akduman yer alıyor.<br />

■ Trajediden doğan bir aşk öyküsünü konu alan<br />

Aşkın Dansı isimli yapım, önümüzdeki aylarda<br />

vizyona girecek. Yönetmenliğini Sami Güçlü’nün<br />

yaptığı filmde Tolga Savacı, Yıldız Asyalı, Ahmet<br />

Mekin, Ahmet Sezerel, Alev Oraloğlu, rol alıyor.<br />

Film, trafik kazasında ayağını kaybeden<br />

Saliha'nın, aynı kazada ölen sevgilisinin mezarının<br />

bulunduğu Kapadokya'ya intihar etmek için<br />

gidişini ve bu yolculukta dans hocası Barış ile<br />

tanışmasının ardından aralarında başlayan tutkulu<br />

aşkı işliyor.<br />

■ Hande Yener'in rol aldığı ve<br />

Türkiye’de eşcinselliği anlatan<br />

'Kraliçe Fabrika' isimli film, erkeklerin<br />

sevişme görüntüleri yüzünden<br />

Kültür Bakanlığı'nın engeline takıldı.<br />

Filmin yapımcısı bu tepkiye şöyle<br />

karşılık veriyor: ‘Türkiye'de kadınla<br />

erkeğin sevişmesine izin vermeyen<br />

yapının, iki erkeğin sevişmesine izin<br />

vermemesi doğal ama bu kadar<br />

olacağını beklemiyorduk. Şimdi<br />

yurtdışındaki bağımsız festivallere<br />

hazırlanıyoruz.’ Bakalım orada ne<br />

kadar şansı olacak!<br />

■ Emre Akay’ın yönettiği, Hasibe<br />

Eren, Salih Kalyon, Yıldız Asyalı ve<br />

Tarık Ündüz’ün başrollerini paylaştığı<br />

Adab-ı Muaşeret filminin<br />

çekimleri tamamlandı ve film vizyon<br />

için gün saymaya başladı…<br />

Okulda geçen filmde kızların ve<br />

erkeklerin iki ayrı grubu vardır.<br />

Kızların grubu ‘Adab-ı Muaşeret’,<br />

erkeklerin ki ise ‘Mokokolar’dır.<br />

Herkesin kabul edilmediği gruplar,<br />

aralarında hınzırca çekişmektedir.<br />

Bu arada, iki tarafa da üye olamayan<br />

Aykut ile Zeynep arasında<br />

bir aşk başlar. Biraz Hababam<br />

Sınıfı tadı olabilir.


Hollywood’un ünlü<br />

aktörleri arasında,<br />

gösterişli ama bir o<br />

kadar da karşındakini<br />

rahatsız etmeyecek bir<br />

zerafete sahip olan Clive<br />

Owen için, hayatta en<br />

önemli üç şey var, işi, evi ve<br />

hayranları… Hüznü, zekayı ve<br />

karizmayı bir araya getiren yüz<br />

hatları sayesinde, her türlü role<br />

çabuk bürünebilen Owen, Larry<br />

gibi kendini sürükleyen aşka değer<br />

vermekte, Theo kadar da, ideallerinin<br />

uğruna tavizler vermeyi göze almakta.<br />

Theo gibi, aileye ve çocuklara olan<br />

inancı, onu Hollywood’un hovarda<br />

dünyasından uzak tutmayı başarmış.<br />

Kişisel tartışma ve polemiklerden uzak<br />

durmaya çalışan, set ortamında anlayışlı ve<br />

uyumlu bir oyuncu olan Clive Owen, yükselişe<br />

devam diyor…


İlk İzlenim: Yüzünden, acı hatıralara sahip olduğunu,<br />

ve bunların, onu iki kat fazla duygusallaştırdığını<br />

rahatlıkla anlayabilirsiniz.<br />

Konuştukça: Gerçekten duygusal. Ama kıskanmaya<br />

başlarsa, kaçacak delik arayın.<br />

Artıları: Karizmatik, sağlam karakterli…<br />

Handikapları: Aklı başka bir kadına kolay kayabilir…<br />

Yaşam Felsefesi: Ne olursa olsun, sevdiğim kadını<br />

her zaman affederim.<br />

Hayattaki Düsturu: Gerçek aşkın peşindeyim, o da<br />

benim peşimde…<br />

Tanıyınca: İlk görüşte aşka inanıyorsanız, ona bakmaya<br />

devam… Ancak, hiçbir zaman size olan<br />

sadakatine emin olamayacaksınız…<br />

İlk İzlenim: Güven verici, hüzünlü ama sıradan…<br />

Konuştukça: O bir politik aktivist!<br />

Artıları: Tehlikeli ve ölümcül durumlarda, ani ve<br />

doğru kararlar almayı biliyor.<br />

Handikapları: Yok denecek kadar az…<br />

Yaşam Felsefesi: Acılarımdan yola çıktım, bir daha<br />

geri dönmek yok!<br />

Hayattaki Düsturu: Emanete hıyanet edilmez.<br />

Tanıyınca: Amacı ve davası uğruna her türlü<br />

tehlikeyi, kendi ölümünü bile göze alabilecek biri, her<br />

devrin adamı… Aşkı, sevgiyi, yeri geldiğinde de şiddeti<br />

insanlığı kurtarmak için kullanıyor. Ona doğum<br />

yapacak eşinizi bile teslim etseniz, gözünüz arkada<br />

kalmaz…


■ Çoğu insan, sinemada film bittiğinde<br />

ve jenerik akmaya başladığında, bir an<br />

önce sinemadan çıkmak için harekete<br />

geçer. Ancak, Oscar fatihi Slumdog<br />

Millionaire’in, film kadar eğlenceli ve çok<br />

şey anlatan jeneriğindeki şarkı<br />

başladığında ise seyirci çoktan koltuktan<br />

kalkamaz hale gelmiştir. Çünkü o<br />

muhteşem Hint şarkısı başlamıştır; “Jai<br />

ho”... Oscar’da müzik dalında da filme<br />

heykelcik kazandıran müzisyen ise 1966<br />

doğumlu A.R. Rahman. Yüzden fazla<br />

filmin müziklerine imza atan A.R.<br />

Rahman, Hint sinemasının vazgeçilmezlerinden<br />

biri haline gelmiş. Hindistan’ın<br />

yoksulluğunu ve acılarını, herşeye rağmen<br />

yaşama sevinciyle yoğuran karakteristik<br />

yapısıyla filme aktaran bu soundtracki<br />

her dinlediğinizde, filmi yeniden<br />

izlemiş kadar olacaksınız.<br />

1. o… saya.<br />

2. riots.<br />

3. mausam & escape.<br />

4. paper planes.<br />

5. paper planes.<br />

6. ringa ringa.<br />

7. liquid dance.<br />

8. latika’s theme.<br />

9. aaj ki raat.<br />

10. millionaire.<br />

11. gangsta blues.<br />

<strong>12</strong>. dreams on fire.<br />

13. jai ho.


Stanley Kubrick<br />

Gene D. Phillips<br />

"Ben fikir üretiyorum -sinema yönetmeninin temel<br />

işi budur. Yönetmenin ikinci görevi, filmin seyirciye<br />

nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere<br />

gelince ise, ben hep en iyileriyle çalışmayı<br />

denesem bile burada bir orkestra şefinin karşılaştığı<br />

sıkıntıları çekmek kaçınılmazdır. Kendimin bu film<br />

yapma sürecinin en çok hangi aşamasını sevdiğimi<br />

soracak olursanız, o zaman da 'kurgu' diye cevap<br />

veririm. Çünkü yaratıcı bir iş çıkarmanıza en yatkın<br />

zemin, kurgudur. Önceden yazarak hazırlanmak,<br />

sonradan senaryoyu kaleme almak elbette çok tatmin<br />

edici bir duygu, fakat yazarken bir film<br />

üzerinde doğrudan çalışmış olmazsınız. "<br />

Agora Yayınları / 266 Syf.<br />

Türk Sineması ve Din<br />

Yalçın Lüleci<br />

■ ..Ahlakımızı ve geleneklerimizi sarsıcı filmler pek<br />

fazla. Allah korkusu ve ahlak duygusu olmayan<br />

insanlar her meslekte bulunur. (...)<br />

Ediz Hun Babıali'de Sabah Gazetesi, 9 Mart 1966<br />

Beyaz sinemayı temsil eden arkadaşlar biraz daha<br />

popüler düşünseler... Çünkü; belirli bir türün kalıpları<br />

içinde macera olsun, güldürü olsun, melodram<br />

olsun sen ideolojik mesajı daima verebilirsin... O<br />

senin bilgine, becerine bağlı bir şey...<br />

Giovanni Scognamillo<br />

Türk sineması ve din ilişkisi konusunda, belgelere<br />

dayanması, bu ilişkinin oluşmasına eserleri ile katkıda<br />

bulunmuş yönetmenlerin ifadelerine ve sinema<br />

yazarlarının tanıklığı... Es Yayınları / 220 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!