11.05.2016 Views

Cinedergi 74

Binder74

Binder74

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Karmaşanın içinden...<br />

n Hiç bir Ekim ayı bu kadar sıkıntılı<br />

geçmemişti. Antalya’da sansür<br />

tartışmaları kamuoyunun topyekün<br />

çabasıyla mutlu sonlandı. Sansüre<br />

uğratılmak istenen belgesel festivale<br />

kabul edildi ve problem bitti.<br />

Artık Antalya’da filmleri konuşmanın<br />

sırası geldi. Bütün bu karmaşanın<br />

dışına çıktığımızda ise sinema sezonu<br />

son sürat devam ediyor. Bahara<br />

Yolculuk filminin başrol oyuncusu<br />

Aslıhan Güner konuştuğumuz<br />

ilk isim oldu. Hemen ardından Biz<br />

Babasız Büyüdük filminin yönetmeni<br />

Ahmet Çadırcı dergimize<br />

konuştu. Geçen ayın önemli filmlerinden<br />

Kanunsuzların iki başrol<br />

oyuncusu Bülent Ünal ve Orhan<br />

Eşkin filmlerinin uyuşturucu karşıtı<br />

yönüne dikkat çektiler. Yazarlarımız<br />

ise bu ayın gündem yaratan filmlerinden<br />

yola çıkarak önemli dosyalar<br />

yazdılar. Didem Peker Başaran<br />

Semih Kaplanoğlu’nu ve sinemasını<br />

bizim için yazdı. Utku Ögetürk Film<br />

Ekimi’nden bir seçki yaptı. Murat<br />

Kızılca Rec serisini odağına aldı.<br />

Masis Üşenmez The Giver filminden<br />

yola çıkarak ütopik filmleri size yazdı.<br />

Melis Zararsız sinemada kadına<br />

şiddeti konu edindi. Halil İbrahim<br />

Sağlam Gone Girl filminden yola<br />

çıkarak David Fincher filmlerini sizin<br />

için derledi. Johny Depp’in başrolünü<br />

oynadığı Transcendence filmi Egemen<br />

Tokatlıoğlu’nun elinde teknoloji başa<br />

belamıdır sorusunun cevabını arayan<br />

bir dosyaya dönüştü. Başak Bıçak ise<br />

Denzel Washington’un The Equalizer<br />

filmiyle haşır neşir oldu. Murat Tolga<br />

Şen Antalya’da yaşananları ve sinema<br />

dünyasının çıkmazlarını kendi üslubuyla<br />

sizlere aktardı. Banu Bozdemir<br />

Adana’da kaldı ve orada neler oldu<br />

neler bitti bir toplama yaptı. Fırat Sayıcı<br />

Uzunun Kısası köşesinde Cibik’in<br />

yönetmeni Turgay Kural ile tatmin edici<br />

bir röportaj yaptı. CineDizi köşemiz ise<br />

dopdolu. Nergiz Karadaş Kiraz Mevsimi<br />

dizisininin kritiğini yaparken Ah Neriman<br />

dizisinin başarılı oyuncusu Ahmet<br />

Rıfat Şungar’a teybini uzattı. Yazarımız<br />

Gizem Merve Kaboğlu Benim Adım Gültepe<br />

dizisindeki tokat olayını sayfasına<br />

taşıdı. Şenay Tanrıvermiş yabancı dizi<br />

Orange is The New Black’in kritiğini<br />

yaptı. Daha bitmedi. Portreler, Pek<br />

Yakında, kritikler, vizyon filmleri ve<br />

daha neler neler sizi bekler...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

Alper Turgut<br />

Masis Üşenmez<br />

Egemen Tokatlıoğlu<br />

Deniz Uğur<br />

Didem Peker Başaran<br />

Nergiz Karadaş<br />

YAZARLAR<br />

Fırat Sayıcı<br />

Melis Zararsız<br />

Murat Kızılca<br />

Utku Ögetürk<br />

Halil İbrahim Sağlam<br />

Şenay Tanrıvermiş<br />

Gizem Merve Kaboğlu


Konu: Film, Kip S. Thorne’nun<br />

evrende ‘Solucan Delikleri’nin gerçekten<br />

var olduğu ve bu sayede zamanda<br />

yolculuğun mümkün olabileceği teorisinden<br />

ilham alınarak yaratılmıştır.<br />

Filmin hikayesi bir grup cesur kaşifin<br />

bu deliklerden birine gitmeye karar<br />

vermesi sonrasında gelişiyor. Bu<br />

bilinmeyen boyuta yapacakları yolculukta,<br />

birlikte kalabilmek için verdikleri<br />

mücadele her birini ayrı zorluklarla<br />

karşılaştırıyor.<br />

Yönetmen: Christopher Nolan<br />

Senaryo: Christopher Nolan<br />

Oyuncular: Anne Hathaway, Matt<br />

Damon, Michael Caine, Matthew<br />

McConaughey, Wes Bentley


Yönetmen: Miguel Arteta<br />

Senaryo: Miguel Arteta<br />

Oyuncular: Steve Carell, Jennifer<br />

Garner, Ed Oxenbould<br />

Konu: Alexander saçında<br />

bir sakızla uyanır ve gün<br />

boyunca başına gelen her<br />

şey daha da kötüye gidecektir…<br />

Yönetmenliğini Miguel<br />

Arteta’nın üstlendiği filmin<br />

senaryosunu Judith Viorst’un<br />

kitabından uyarlayanlar ise Lisa<br />

Cholodenko ve Rob Lieber.<br />

Bol kahkaha içeren aile komedisinin<br />

kadorsunda ise Jennifer<br />

Garner, Steve Carell ve Bella<br />

Thorne başrolleri çekiyor.<br />

Yönetmen:<br />

Barry Levinson<br />

Senaryo: Barry Levinson<br />

Oyuncular: Al Pacino, Greta Gerwig,<br />

Kyra Sedgwick<br />

Konu: Simon Axler, 60’lı<br />

yaşlarda bir anda oyunculuk<br />

yeteneğini kaybeden bir aktördür.<br />

Washington’da bir tiyatroda<br />

sergilenen Macbeth oyununda<br />

rol almış ve sonrasında olumsuz<br />

eleştirilerin hedef noktası<br />

olmuştur. Bu durum Axler’ı derin<br />

bir depresyona sürükler,<br />

oyunculuğu bırakmayı düşünme<br />

noktasına kadar götürür. Eşinden<br />

ayrıldıktan sonra bir psikiyatri<br />

servisine gider ve burada hayatını<br />

değiştirecek Sybil ile tanışır.


Yönetmen: Michael R. Roskam<br />

Senaryo: Michael R. Roskam<br />

Oyuncular: Tom Hardy, Noomi Rapace, James<br />

Gandolfini<br />

Konu: Genç yönetmen Michael R. Roskam’ın<br />

kamera arkasına geçtiği film, yeraltı dünyasının<br />

kasvetli renklerini izleyiciye solutmayı<br />

hedefleyen incelikli bir suç dramasına ev<br />

sahipliği yapıyor. Bob ve Marv ikilisinin, kayıp<br />

para peşinde sürüklenip gittikleri ve stilize bir<br />

ganster filmi olarak tanımlanan The Drop, kelimenin<br />

tam anlamıyla yer altı dünyasına post<br />

modern bir soluk ve farklı bir grafik yaklaşım<br />

getiriyor.


Yönetmen: Bobby Farrelly<br />

Senaryo: Bobby Farrelly<br />

Oyuncular: Jim Carrey, Jennifer<br />

Lawrence, Jeff Daniels,<br />

Laurie Holden, Rachel Melvin<br />

Yönetmen: Reinhard Klooss<br />

Senaryo: Reinhard Klooss<br />

Oyuncular: Kellan Lutz, Anton Zetterholm,<br />

Spencer Locke<br />

Konu: Salak ile Avanak Harry ve Llod’un son<br />

derece garip maceralarını sunuyordu. Filmin,<br />

Jim Carrey’in varlığı ile yarattığı ilgi, yapımcıları<br />

harekete geçirdi ve evrim başladı. Dumb and<br />

Dumberer’da ikilinin evrimine tanıklık ediyoruz.1986<br />

yılındayız. Harry ve Lloyd aynı okulun<br />

öğrencileridir. Ve nihayet tanışırlar. Tanışmaları<br />

ateşle barutun birbirini bulmaları gibi olacaktır!..<br />

Konu: Asıl adı John Clayton olan Tarzan trajik<br />

bir olay sonrasında kendini uçsuz bucaksız<br />

bir ormanda bulur. Bir maymun sürüsü<br />

tarafından kendi yöntemlerince beslenen ve<br />

yetiştirilen Tarzan, uzun yıllar boyunca insan<br />

ırkıyla hiçbir iletişimi olmadan büyür. Genç<br />

bir adam olduğunda ise yaşadığı ormanda<br />

hayatında gördüğü en güzel şey olan Jane<br />

Porter ile karşılaşır.


Yönetmen: Scott Frank<br />

Senaryo: Scott Frank<br />

Oyuncular: Liam Neeson,<br />

Dan Stevens, Boyd Holbrook<br />

Konu: Eskiden NYPD’de<br />

bir detektif olan Matt<br />

Scudder (Liam Neeson)<br />

şimdi pişmanlıklarla<br />

dolu alkolik bir hayat<br />

yaşamaktadır ve telafi<br />

etmesi gereken birçok<br />

şey vardır. Şehrin en<br />

korkunç uyuşturucu<br />

suçlularını hedef alan<br />

bir seri kaçırılma olayı<br />

cinayetlerle sonlanmaya<br />

başlayınca, bu çevrenin<br />

acımasız lideri Scudder’ı<br />

sanıkları bulmak ve onlara<br />

kanlı bir adalet sunmak<br />

için ikna eder.<br />

Yönetmen: Liv Ullmann<br />

Senaryo: Liv Ullmann<br />

Oyuncular: Jessica Chastain, Colin<br />

Farrell, Samantha Morton<br />

Konu: İsveçli asil bir aileye<br />

mensup olan Julie, önemli bir<br />

gecede, ait olduğu sınıfın rutin<br />

ve geleneklerinden fazlasıyla<br />

sıkılarak hizmetçilerin verdiği<br />

partiye konuk olur. Genç kadın<br />

burada hizmetçilerden biri olan<br />

John’dan etkilenir. İkisi arasında<br />

başlayan aşk, tüm düzeni altüst<br />

edecek; ikisi için de trajik anların<br />

yaşanmasına neden olacaktır.


n Yıllar önce Nesimi Yetik’in zeka ve mizah dolu<br />

kısa filmi “Annem Sinema Öğreniyor”u izlemiştim.<br />

Fırsat bulursanız mutlaka izleyin diyebileceğim,<br />

kısa film dünyamızın önemli örneklerinden<br />

biri. Yetik’in uzun metraj çektiğini duyduğumda<br />

heyecanlanmış ve “Toz Ruhu”nu sabırla beklemeye<br />

koyulmuştum. Altın Koza’da izleme fırsatı<br />

bulduğumda film beni biraz Araf’ta bıraktı.<br />

Filmin kısaca konusu şöyle… Metin İstanbul’da<br />

yaşayan bir erkek gündelikçidir. Kendi halinde,<br />

mutlu bir dünyası vardır. Arabesk müzik tutkunudur,<br />

şarkılar besteler. Metin’in küçük dünyası ilk<br />

olarak İstanbul’a asker olarak gelen yeğeni Ümit’in<br />

ziyaretiyle değişir. Ama dünyasının asıl sarsılışı<br />

müşterisi Suzan Hanım’ın evinde birlikte çalıştıkları<br />

Neslihan’ın evine gelmesiyle olur. En nihayetinde<br />

Metin’in hayatına giren iki kişi de kendi yollarına<br />

doğru giderler. Metin yine küçük dünyasında,<br />

yalnızlığıyla baş başa kalır.<br />

Son dönem bağımsız sinemamızın en iyi<br />

oyuncularından biri kuşkusuz ki, Tansu Biçer. Onu<br />

izlemek, dokunduğu karakterleri gerçek kıldığına<br />

şahit olmak inanılmaz bir keyif. “Küf”, “Yük”,<br />

“Neden Tarkovski Olamıyorum?”, “Yozgat Blues” ve<br />

“Beş Şehir” filmlerindeki doyurucu oyunculuklarıyla<br />

artık tescilli bir ‘gerçek’ oyuncu Biçer. “Toz<br />

Ruhu”nda da Metin karakterinin tüm inceliklerini<br />

seyirciye geçiren Biçer, Koza’da aldığı ödülü sonuna<br />

dek hak etti kanımca. Biçer’e eşlik eden<br />

iki oyuncuyu da anmadan geçmemeli. Metin’in<br />

yeğenini canlandıran Aytaç Uşun ve Metin’in<br />

hayatına çok kısa bir süreliğine giren manikürcüyü<br />

canlandıran Selin Yeninci yalın oyunculuklarıyla<br />

tebriki hak ediyorlar.<br />

Sorunlar hikayede, hikayenin gidişatında boy<br />

gösteriyor. Söz konusu üç muhteşem karakteri<br />

gereksiz uzatılmış bazı sahnelerle, yürümeyen<br />

bazı diyaloglarla maalesef ki öldürmüş Yetik. Giriş<br />

bölümünün muazzamlığı ve dengesi, filmin yarısından<br />

itibaren yalpalamaya başlıyor. Filmde çok büyük bir<br />

çatışma olmaması da cabası. Ayrıca keşke ‘arabesk’<br />

kavramı bir motif olmaktan öteye geçebilseydi. Metin’in<br />

arabeske olan tutkusu neden havada kalıyor? Metin’in<br />

yalnızlıkla çok büyük bir derdi gözükmüyorken, neden<br />

şöhret olmakla olmamak arasında gidip geliyor?<br />

Senaryo, neden tatmin edemiyor bizleri? Bunların<br />

cevabını duymak istiyor/isteyecek seyirci…<br />

Festival odaklı çekildiği her halinden belli<br />

olan bu proje, yurt içi ve dışı birçok festivalden ödüllerle<br />

dönecek elbet. Son yılların en zeki/yaratıcı film<br />

afişlerinden birine de sahip olmasıyla dikkatleri çekecek<br />

olan “Toz Ruhu” umarım dilediği etkiyi yaratır ve<br />

Yetik’in bundan sonraki filmlerine de ön ayak olur. Ki,<br />

onda yaratıcı bir yönetmen gözü olduğunu ve yeni soluk<br />

olarak iyi bir alternatif oluşturduğunu son söz olarak<br />

söylemem gerek!


n Cem Yılmaz’ın yeni projesi “Pek Yakında”, Gora,<br />

Arog, Yahşi Batı, absürt güldürü hattını takip eden<br />

bir film değil, iyi ki de değil, kendi adıma, sinema<br />

duygusu daha yoğun hissedilen, komedinin yanı<br />

sıra dramatik altyapısı da bulunan Her Şey Çok Güzel<br />

Olacak ve Hokkabaz’ı daha çok sevmiş ve bu istikametteki<br />

yapıtlara, memleket sinemasının ihtiyacı<br />

olduğunu söylemiştim. Peki, ülke sinemasının, buna<br />

neden ihtiyacı var? Çünkü sinemamızın 100 yaşına<br />

girmesini kutlarken, bu büyük sevdaya, geçmişin<br />

hatırlanmasına, aptal kutusu televizyon karşısında,<br />

beyazperde de var ulan katkısına,<br />

gerek var arkadaş, harbiden gerek<br />

var. Festivaller, türlü türlü etkinlikler,<br />

bir asırlık listeler, çeşitli paneller…<br />

Yani bir şeyler, elbette yapılıyor, lakin<br />

bir asrın bırakın yoğun coşkusunu,<br />

herhangi bir duygu zerresini dahi,<br />

hissedemiyorsak, bu filmi önemli,<br />

değerli ve ötesinde zorunlu bulurum,<br />

umarım anlatabildim meramımı… Hah! Filmin<br />

eksikleri, kusurları, aksayan yanları yok mu, ohhooo<br />

tonla, Cennet Sineması (Cinema Paradiso) ayarında<br />

filmler çekene dek, ben talep edeceğim, üstüne<br />

yazıp, çizeceğim. Mesaj alınmıştır sanırım.<br />

Az sonraaaaaa, nasıl haberler için dikkatimizi çekiyorsa,<br />

Pek Yakında da sinemaseverlerin heyecanını<br />

yükselten bir hitabet ve üstelik bekleyişin, artık<br />

sona ereceğinin müjdecisi… Hele dublaja yatkın<br />

davudi bir ses ve yanına da temposu yüksek güzel<br />

bir müzik varsa, oh mis… Bu film, sinemayı gerçekten<br />

seven bir adamın çekeceği bir film, Yeşilçam’a,<br />

erotik zamanlara, efektsiz vakitlere, unutulmaz<br />

aktörlere göndermeleri var, her şeyden önce…<br />

Sonra kült yabancı filmlerin unutulmaz sahnelerini<br />

de ıskalamamış, öyküsüne onları da katmış.<br />

Şimdi filmin korsanı olmaz, filmi yeniden çektik mi<br />

ki, korsan diyoruz, elbette hayır! İllegal yollardan<br />

çoğaltılmış, indirilmiş, basılmış, dağıtılmış yapıtlar<br />

bunlar, özetle kaçak film, bunun adı. Dağıtıcılara<br />

korsan diyebiliriz, o ayrı. İşte bu korsanlar, bize Kore<br />

sinemasını sevdirmişler. Yalan mı? Değil! Uzakdoğu<br />

sinemasına bayılıyorum, sinemaya gelmiyor, TV’de<br />

gösterilmiyor, orijinal DVD’si de yok, çünkü ucuz<br />

yapıtlar, aksiyonlar, korku, gerilim vesaireyle dolmuş<br />

dükkanlar, ne yapalım, bu güzelliklerden geri mi<br />

kalalım, dadanıyoruz haliyle… Konu anlaşılmıştır;<br />

bir film korsanının, sinema yolculuğu… Öte yandan<br />

Cem, arada eleştirmenliğe de soyunmuş, bizim kendi<br />

aramızda geyiğini yaptığımız şeyleri, beyazperdeye<br />

taşımış, Cihangir’den, meşhurlara, sanat filmlerinden,<br />

entelektüel tayfaya, hepsiyle, üstelik kendisiyle de<br />

dalgasını geçmesini bilmiş. Daha ne olsun?<br />

Oyunculuklara gelirsek, kimisi iyi, kimisi kötü, kimisi<br />

de resmen döktürüyordu, eskimiş kadroyu geçelim,<br />

onlar birbirlerine iyi uyum sağlamış ve resmen tek<br />

beden olmuşlar. Çağlar Çorumlu, Cengiz<br />

Bozkurt ve Zerrin Tekindor, üçünü<br />

direkt ayırıyorum, sabaha kadar gelsinler<br />

evde takılsınlar, gözümü kırpmadan<br />

izlemezsem namerdim. Arada beliren<br />

ünlüler, sanat filmlerinin gediklisi Tansu<br />

Biçer, ince düşünülmüş işlerdi, gülümsetti.<br />

Filmin en temel sorunu süresi, filmine<br />

biraz kıysa, aile meselesi sahnelerini biraz kıssa,<br />

gereksiz bir, iki yeri atsa, tadından yenmezdi. Hem<br />

duygusal olacak, hem de kahkaha atılacak, ikisinin<br />

geçişlerini bırak, birlikte peliküle sığışmaları bile zor<br />

mevzudur, hiç değilse denemiş, cesaret, iyi bir şeydir.<br />

Reklam ve ürün yerleştirme mevzusunun abartılması<br />

hususuna takılmadım, affedersiniz, benim kadar çok<br />

yabancı film seyretseniz, kafanız AVM gibi olur, misal<br />

beni, Danimarka’daki bir markete ışınlasanız, yeminle<br />

yabancılık çekmem, o denli… Pek Yakında’nın sonunda<br />

gösterilen, hani filmde çekildiğini gördüğümüz<br />

Şahikalar: Kötülüğün Sonu adlı yapıtın fragmanı ise,<br />

harbi harbi ne güzeldi. Bence Cem, oradan yürüsün,<br />

gayet keyifli ve zevkli bir iş çıkabilir, nihayetinde…<br />

Not: Cem Yılmaz, benim için filmi, Alper’in<br />

beğenmesi önemli niye dedi, inanın bilmiyorum,<br />

yıllar önce Arog’un setine gitmiştim, o kadar… Yani<br />

tanışmıyoruz. Belki de benimle arkadaş olmak ve çay<br />

ısmarlamak istiyordur, ama çekiniyordur, kim bilir?


n Bilimkurgu benim en sevdiğim tür. Herşeyden<br />

önce yaratıcılığı sınırlamayan hatta tam tersi özendiren<br />

bir tarafı var. İnsana ve topluma dair ilerisi<br />

için öngörüde bulunmak için bu yapıdan daha iyisi<br />

var mı? Son dönemde birçok korku filmi seyretsek<br />

de aksiyonla boğulmamış ve sadece görselliğe<br />

dayanmayan yapım çok az. Bu hafta iki tane bilimkurgu<br />

vizyona giriyor. Bir tanesi yazımıza konu<br />

ettiğimiz Seçilmiş diğeri ise Evrim. Çok şanslıyız<br />

ki bu iki film değerli ile safsatayı bize örnekleyebiliyor.<br />

Evrim ünlü oyuncuların ismine dayanmış,<br />

popüler bir yapım. Bir roman uyarlaması. Her ne<br />

kadar ergen romanı olsa da yurt dışında 10 milyon<br />

satmış ve değer verilen bir roman. Büyük savaştan<br />

sonra toplum aynı acıları yaşamamak için kendini<br />

yeniden dizayn etmiş ama bu yeni modelde insani<br />

duygular her anlamda traşlanmış. Mesela dokunmak<br />

yok, duygusal ilişkiler yasaklanmış. Hatta<br />

toplumun en küçük yapısı aile bile romantizmden<br />

uzak bir düzenlemeyle oluşturuluyor. Aileler kendileri<br />

çocuk doğuramıyor. Anne olarak seçilen<br />

kadınlar çocuk doğuruyor ve yeni doğan bebekler<br />

ailelere veriliyor. Onlar da ergenliğe geldiklerinde<br />

toplumun hangi sınıfında yer alacaklarsa o sınıfla<br />

beraber yaşamaya başlıyorlar. Herkes aynı tipte<br />

evlerde yaşıyor. Bütün vatandaşlara her sabah<br />

evlerinden çıkmadan önce bir ilaç enjekte ediliyor.<br />

Bu ilaç sayesinde insanlar duygusal tepkimelerden<br />

uzak tutuluyor. Hatta durum öyle kanıksanmış ki<br />

insanlar dünyayı siyah beyaz görüyorlar. Jonas<br />

arkadaşlarıyla ergenliğe ulaşmış bir genç. Fakat<br />

diğer arkadaşlarından biraz daha farklı. Sonunda<br />

yılın en önemli günü geliyor. Bütün gençler ailelerinden<br />

ayrılıp hayat boyunca sahip olacakları<br />

kariyer seçimi gününün heyecanını yaşıyorlar.<br />

İhtiyarlar heyeti bütün çocukların gelişimlerine göre<br />

herkesi sınıflandırıyor. Kimi bahçıvan oluyor, kimi<br />

güvenlik görevlisi, bazıları ise anne olmakla görevlendiriliyorlar.<br />

Jonas’ın sırası geldiğinde o atlanıyor.<br />

Bütün gençlerin görevi söylendikten sonra Meryl<br />

Streep’in canlandırdığı Şef Elder Jonas’ı anı biriktiren<br />

olarak seçiyor. Çok önemli olan bu görev Jonas’ın<br />

omuzlarına hiç beklemediği sorumluluklar yüklüyor.<br />

Jeff Bridges’ın canlandırdığı usta anı biriktiriciden<br />

insanlık tarihinin geçmişini öğrenmeye başlıyor.<br />

Şiddetten ve insanlığın gerçeklerinden uzaklaşmış<br />

bir sistemin içinden gerçeklerle yüz yüze geliyor.<br />

Savaşın acısını insanın güvenilmezliğini dinliyor.<br />

Sonra anlıyor ki aslında huzur için huzursuzluğu,<br />

güven için güvensizliği bilmek gerekiyor. Sistemin<br />

insanları sakatladığını, kişisel özgürlüklerin, farklılığın<br />

yok edildiğini görüyor. Birilerinin isteği doğrultusunda<br />

tüketilen hayatların boşluğunu gözlemliyor. Ve tabii<br />

isyan geliyor. Filmin bireyselliğe verdiği önemi değerli<br />

buluyorum. Fakat ütopik dünyanın Soğuk Savaş<br />

döneminde üretilen bilimkurgulara benzerliği biraz da<br />

canımı sıkmıyor değil. 1960-70’lerde komünizme gönderme<br />

yapan filmlerden bir esinti var bu ütopik dünyada.<br />

Bireysellik çok önemli, farklılıkları kabul etmek,<br />

kendi yaratıcılığını beslemek ve üretmek hayatın<br />

belki de sırrı. Ama bu bireyselliği kapitalizmin enerjisi<br />

olarak kullanıp başka sistemleri kötülemek beni bozar.<br />

Sanki eli ayağı bağlanmış bir adamı tekmeliyorlar<br />

gibi hissediyorum. Üstelik iktidar her yerde aynı.<br />

O ütopik dünyada da Şef Elder aslında faşizan bir<br />

karakter, dünya yok olmadan önceki iktidarlarda. Yani<br />

hangi sistemde yaşarsan yaşa iktidar olmak insanı<br />

bozuyor. Zaten insan insanın kurdu değil midir? Bütün<br />

kötülükleri biz birbirimize yapmıyor muyuz? Sistemleri<br />

bırakalım. Bütün kontrolü hümanizme terkedelim. Bu<br />

da benim kurgum olsun.


n Biz Babasız Büyüdük Ahmet Çadırcı’nın<br />

ikinci uzun metrajlı filmi. Yıllar önce Renkli<br />

Türkçe’yi çeken Çadırcı birtakım teknik yetersizliklerden<br />

dolayı film çekmeye ara vermişti<br />

ya da çekememişti demek daha doğru olur.<br />

Bu filmini de zorlu şartlarda çektiğini biliyorum,<br />

Kültür Bakanlığı’ndan destek alan film Setem<br />

Akademi’nin vizyona giremeyen filmlere destek<br />

projesi kapsamında izleyiciyle buluşacak. Aynı<br />

zamanda Cinemajestik’te de vizyonda.<br />

Biz Babasız Büyüdük çoğunluğu çocuk oyuncularla<br />

kotarılmaya çalışılmış bir büyüme hikayesi<br />

diyebiliriz. Kırgız yazar Aşım Cakıpbekov’un<br />

öykülerinden derlenerek yazılan filmin<br />

handikaplarından biri çocukluk hallerine ilişkin<br />

detaylarda fazlaca takılması diyebiliriz. Alim ve<br />

sınıfa yeni gelen Selma arasında oluşan aşk<br />

hali, aslında çocuk ve sonrasında da kadın<br />

dünyasının ayrıntıları konusunda birşeyler<br />

söyler gibi. Alim’in asker olan ve bir türlü gelmeyen<br />

babası onu içine kapanık bir çocuk<br />

yapmıştır. Selma’nın rahat tavırları Alim’in boşta<br />

kalan duyguları için iyi bir yer doldurma gibi<br />

gözükse de Alim’in fazlaca utangaç olması ve<br />

Selma’nın bu tavrı kullanmaya yönelik tavırları<br />

içindeki boşluğu doldurmanın pek de mümkün<br />

olamayacağını gösterir.<br />

Film ikinci kısmında Alim ve Selma’nın büyüklük<br />

hallerinde hala çocukluk masumiyetini arıyor<br />

ama bunu kahramanlarından Selma’nın büyümeye<br />

ilişkin sözleriyle bozuyor. Oysa Alim belki de<br />

yıllarca Selma’nın boşluğuyla öylece kalmıştır<br />

ortada. Onu tekrar gördüğünde her şeye tekrar<br />

çocukluğa ilişkin detaylarla bakmak ister ama<br />

işler öyle gitmez. Yani çocukluğundaki her türlü<br />

boşluk büyüdüğünde de oradadır.<br />

Film şöyle genel olarak bakınca iki sorunu<br />

akla getiriyor. Bir çocuk oyuncu yönetmenin<br />

zorluğunu ve sinemada ayrı ve özel bir uğraş<br />

gerektirdiğini. Filmin uzun süren birinci kısmı<br />

çocuk dünyasının masumiyetle birleşen acımasızlığını iyi<br />

bir şekilde kuşanıyor ama fazlaca da uzuyor diyebiliriz.<br />

Yani Alim ve Selma arasındaki durum pek inişe çıkışa<br />

saplanmadan stabil bir biçimde akıyor. Bu da filmde<br />

oluşması muhtemel gerilimi yaratamıyor. Ancak hikaye<br />

ikinci yani karakterler büyüme haline geçince rahatlıyor.<br />

Ama taşra sinemasına ilişkin detayları başarıyla<br />

yerleştirdiğini söylemek mümkün. Tekrarlar, ertesi güne<br />

netleşmeden taşınan durum ve duygular, yavaşlık ve<br />

güzel açılar. Bunlar taşra sinemasına ilişkin detaylara<br />

oturuyor. Ama kendi imkanlarıyla çekilen, herhangi bir<br />

grubun desteğini almadan kendi yağıyla kavrulan bir film<br />

olduğu için festivallarde ön jürilerde takılıyor, vizyona<br />

giremiyor. Oysa ‘festival filmi’ mantığına cuk diye oturuyor.<br />

Uğraşılmış açılar ve başarılı görüntü yönetimiyle<br />

birçok açıdan sorunsuz görünüyor.<br />

Biz Babasız Büyüdük biraz çocuk oyuncu yönetmenin<br />

zafiyetiyle tekrarlara düşen, ‘baba’ mevzusuna çok da<br />

açıklık getiremeyen bir büyüme hikayesi. Ahmet Çadırcı<br />

13 yıl sonra çektiği sinema filmiyle (arada belgeseller de<br />

çekti) taşra sinemasını selamlıyor, tamamına eremeyen<br />

duygulardan yola çıkıyor. Daha fazla film çekerek üzerindeki<br />

kırgınlığı atacağını düşünüyorum Çadırcı’nın...


n Birileri polemiğe girip benim için<br />

“mesleki konumu tartışmalı” diyor ama<br />

yazmaya devam ediyorum, başka işim<br />

yok çünkü… Onunla da çarpışmıyorum,<br />

mesele üstüne toprak atılamayacak kadar<br />

önemli…<br />

Öncelikle, bu film festivali enflasyonuna<br />

artık siz de şaşırıyorsunuz sanırım. Eskinin<br />

kabak-kiraz-armut festivallerinin<br />

yerini “film festivalleri” aldı. Parası olan<br />

valilik-belediye uluslararası, parası olmayan<br />

üniversiteler-sinema kulüpleri vs. gibi<br />

kurumlar da kısa film festivalleri düzenliyor.<br />

Kiminde salonlarda oturacak yer<br />

yok, kiminde de seyircinin yerinde yeller<br />

esiyor!<br />

Peki, neden bu merak? Çünkü bürokratlar<br />

‘artistlerle’ bir araya gelmeyi seviyor, onlarla<br />

birlikte kürsüye çıkmayı da… “Kemal<br />

Sunal Türkiye’nin Şerlok Holmes’idir” gibi<br />

(Şarlo’yu kastediyor olmalı) hatalı cümleler<br />

kurarak aslında sinemanın sanatına<br />

ne kadar uzak-ilgisiz olduklarını ispat<br />

ediyorlar ama mühim olan oradaki halka<br />

sinemayı götürmek, sevdirmek!<br />

Pardon da, sinemayı sevdirmek ne demek?<br />

2015 yılında hala böyle bir iddiamız<br />

var inanabiliyor musunuz! Bence<br />

sıkıcılığın dağlarında gezinen kötü ‘festival<br />

filmleri’ olmasa halk zaten sinemayı<br />

sever/di. 70’leri hatırlayın; Portakal’da,<br />

Koza’da, halkın sinemada izleyip çok<br />

sevdiği gerçekten iyi filmlerin yarıştığı<br />

zamanları… Neden Türkan Şoray hala bu<br />

kadar çok festival geziyor sanıyorsunuz.<br />

Sevdirmiş yaptığı sinemayı bu halka, onu<br />

görmek istiyorlar. Sultan’ı geçtim, Nuri<br />

Alço’nun bile şimdikilerden daha çok<br />

kıymeti var oralı halkın gözünde ama Altın<br />

Portakal komitesinden biri çıkıp “Festivaller<br />

eski sinemacıların tatil yeri değildir”<br />

deyiveriyor. Halbuki, o Yeşilçamlılar festivalin<br />

vitrini, onlar da olmasa halkın umurunda<br />

değil yaptığınız festival. Halk için


festival demek hala Yeşilçam demek, az kaldı<br />

sabredin, iyice yaşlandılar, aramızdan göçüp<br />

gittiklerinde rahat edersiniz.<br />

Halk falan diyerek sıkıcı şeylerden bahsediyorum<br />

değil mi? O zaman sinemanın sanatına<br />

erişmek için biraz daha yükselelim.<br />

Bakın, Altın Portakal’ın başı kaç gündür sansürle<br />

belada… Altın mı değil mi bilmem ama üzerine<br />

“kara sakız yapışmış”<br />

gibi eline alanın diğerine<br />

fırlattığı bir top oldu Portakal…<br />

Sosyal medyada<br />

herkes ağzında bir şeyler<br />

geveliyor ama tartışmayı<br />

netleştirecek bir tavırdan<br />

söz etmek olanaksız.<br />

Yılmaz Erdoğan açıkladı;<br />

“ben filmi izlemedim, bilmiyorum,<br />

sorumluluk bende<br />

değil, ben ulusal yarışma<br />

jürisindeyim” diye…<br />

Korkma Yılmaz abi, otur<br />

izle, Nuri Bilge Ceylan’ın<br />

Kış Uykusu filmi değil bu,<br />

20 dakikada bitiveriyor.<br />

Zaten seni jüri olarak değil<br />

Portakal’daki ‘özgürlükçü<br />

sinemacı’ olarak sorumlu<br />

tutuyoruz, biraz cesaret!<br />

Gelelim festival komitesinin<br />

dramına… Hepsinin<br />

iyi niyetli olduğuna eminim,<br />

güvenmemiz gereken<br />

saygın kişilikler bunlar, tesadüfen o konumlara<br />

da gelmiş değiller ama…<br />

Bizim büyük çaresizliğimiz şurada başlıyor;<br />

bu komiteyi oluşturanlar, siyasilerin yönettiği<br />

fonlara, festivallere hepimizden daha yakın.<br />

Bilerek ya da bilmeden giderek daralan bir<br />

çemberin içinde dönmeye mecbur kalmış olabilirler.<br />

Komitedekilerden biri SE-YAP başkanı,<br />

yapımcısı olduğu filmlere itirazım yok ama o<br />

filmlerin en büyük finansörü Kültür Bakanlığı.<br />

Komitenin diğer üyesi ise SİYAD başkanı… O<br />

da Star gazetesinde yazıyor, AKP’li belediyelerin<br />

yaptığı festivallerin gözde danışmanı. CHP’li<br />

başkan Mustafa Akaydın’ın tertiplediği Altın Portakal<br />

organizasyonlarında bırakın komitede yer<br />

almayı, “Altın Portakal bir panayır” diyerek protesto<br />

eder, gitmezdi bile…<br />

Hiçbirini hedef göstermiyorum ama festivaller<br />

genelinde şu anlaşılsın isterim; kurulan<br />

komiteler, kurullar,<br />

danışmanlıklar vs.<br />

sadece sinema sevgisiyle<br />

açıklanamıyor. Bunlar<br />

akçeli işler, güçlü bir<br />

ekonomisi var. O yüzden<br />

insanlara “hadi istifa et”<br />

falan demeyin, edemezler.<br />

İktidarla aynı parkta<br />

oynamak böyle bir şeydir,<br />

“yoruldum” deyince<br />

kaydıraktan inemezsin!<br />

Her şeyi bir kenara<br />

bırakıp şu meseleyi<br />

netleştirelim artık!<br />

Aslında sinema sanatı<br />

özgür falan değilmiş,<br />

bunu 20 dakikalık bir<br />

belgesel sayesinde<br />

anladık. ‘Gezi’ sayesinde<br />

güncel bir derdimiz var,<br />

12 Eylül’ün bitmeyen<br />

hesaplaşmalarından<br />

ancak sıra geldi ve<br />

aslında bu ‘bağımsız<br />

sinema’ mefhumunu değerlendirenlerin özgürlük<br />

anlayışının suntadan yapılmış olduğunu gördük.<br />

Bundan sonra herkes durduğu yeri iyi seçmeli.<br />

Türk/iye sineması yıllardır dönüştürülüyor, süreç<br />

neredeyse tamamlandı. Bizim biletlerimizden<br />

kesilen ancak siyasilerin kontrolündeki fonlar<br />

sayesinde iktidara bağımlı bir ‘bağımsız<br />

sinemacılar’ çağı başlatıldı. Hükmedenlerin işine<br />

gelen ‘özgürlük alanlarında’ çekilmiş filmlerle<br />

doldu ortalık. Film çekmek için fonlara talip<br />

olan sinemacılar istemsiz de olsa daha özgür


ir Türkiye’de yaşadığımız illüzyonuna hizmet<br />

ettiler, ona göre yazılmış senaryolar fonlandı.<br />

Hiçbirine kızmıyorum, sinema yapmanın<br />

derdindeler ama tarifleri ellerinden alındı. İşte<br />

bazı isimlerin bu kadar önemli yerlere gelip<br />

suyun başını tutmalarının, günden güne<br />

kötüleşen filmlerle bizi bitmiş karakterlerle dolu<br />

bir nihilizm bataklığında boğmalarının sebebi<br />

bu; ‘meselesi olan’ sinemadan korkuyorlar. Bu<br />

film yapma anlayışını eleştirince de ‘filmlere<br />

küfretmiş’ oluyorsun, bu çok saçma!<br />

Tabi, asla sinemalarda gösterilmeyecek<br />

kısacık bir belgesel ve cesur bir ön jüri sayesinde<br />

imparatorluk gemileri epey isabet aldı.<br />

Reyan Tuvi’nin filmini SE-YAP, SİYAD başkanı<br />

dururken ben mi savunacağım?<br />

Savunuyorum zaten, hem de onlara<br />

karşı! Bağımsız-tescilsiz bir<br />

eleştirmenin yaptığı gibi, gücümün<br />

yettiği kadar…<br />

Festivali ‘sansür yokmuşçasına’<br />

savunan açıklamalar da okuyorum,<br />

onlar da bir zamanların<br />

“ben tanırım, iyi çocuktur”<br />

saçmalığından daha güçlü bir<br />

haklılık noktası oluşturamıyor.<br />

Festivalin belgesel jürisi başkanı<br />

olan Can Candan’ın (Benim<br />

Çocuğum) görevi bıraktığını<br />

açıklayan ve net ifadelerle dolu<br />

açıklaması bu çırpınışları boşa<br />

çıkardı. Tabi jüriler tarafında<br />

“bekleyelim görelim” diyenler<br />

çoğunlukta… Şaşırmadım ama şu saatten sonra<br />

neye yarayacak? Beyaz adam çatal dillidir<br />

ama soluk benizlilerle uzlaşılabileceğini sanan<br />

Kızılderililer her zaman olacaktır. Onlar yüzünden<br />

çadırlar toplanmaz, kabilenin kadınları<br />

çocukları açıkta kalır sonra süvari birliğinin<br />

borusu öter ve kıyım başlar!<br />

Yine de bu sansür skandalı hayırlara vesile<br />

oldu. Artık kimin statükocu, kimin özgürlükçü<br />

olduğu anlaşılacak ve anlaşıldı da. Bundan<br />

sonra, ‘uzaklara dalmış sigara içen adam resimlerini’<br />

izleyip sinema-sanat vs. nutukları atıp<br />

dolaşmak daha zor olacak. 72 SiYAD üyesi<br />

ki derneğin toplamı 98 kişi zaten, başkana<br />

rağmen açıklama yaptı, duruşunu belli etti.<br />

Başkan bunu bir ‘denizde isyan’ tertibi olarak<br />

değerlendire ve hepsini “kolayca gaza gelen<br />

cahiller” ilan etse de buna şiddetle ihtiyaç vardı<br />

yoksa kurumsal olarak zan altında kalacaklardı.<br />

İşte bu yüzden Alternatif SİYAD diye bir şeyi<br />

telaffuz eder olduk. Hoş, iki üç gün sonra<br />

‘kol kırılır yen içinde kalır’ duygusallığıyla<br />

hareket etmeye başlayabilir ve oklarını yine<br />

bize fırlatmaya başlayabilirler, hatta içlerinden<br />

birisinin “sen şu sansür işini hallet,<br />

sonra sataşanlara birlikte dalarız” minvalindeki<br />

yazısından çıkan sonuç bu ama ortalık<br />

zımba gibi bağımsız sinema yazarlarıyla dolu,<br />

SİYAD’ın artık her daim alternatifi var. Bunun da<br />

iyice farkındalar; bazı emekli tiranların ‘tescilli<br />

olmayanlar’, ‘iki paralık adamlar’<br />

gibi çıkışları o yüzden.<br />

Festivaller, komiteler,<br />

danışmanlar, jüriler…<br />

Akçe hesabıyla girişilince<br />

tuhaflaşan, samimiyetsizleşen,<br />

sinemayı yapanları/yazanları<br />

üzen şeyler bunlar… Üzülmeyenler<br />

varsa ki var, not almanın<br />

tam zamanı!<br />

Son sözlerimi söz konusu<br />

filmin yönetmeni Reyan Tuvi’ye<br />

sarf etmek istiyorum. Çok ani<br />

bir gelişmeyle, filmi belgesel<br />

yarışma kısmına dahil edildi<br />

çünkü Kendisi “sansür makinesinin<br />

istediği şekilde” boyun<br />

eğdi ve filmi yeniden düzenleyerek<br />

festivale gönderip yarışma hakkını<br />

kazandı. Bu sansüre karşı kazanılmış bir zafer<br />

değil, bu bir yenilgi! Onun derdi bambaşkaymış,<br />

şu saatten sonra ne çektiğiyle hiç ilgilenmiyorum,<br />

bundan sonra da sinemada ne yaptığını<br />

merak etmeyeceğim.<br />

Ne demiş Tarkovski usta;<br />

“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,<br />

hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın<br />

kendine karşı hile yapması, onun, filminden,<br />

hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”<br />

Not: Bir şekilde filmlerini festival kurumlarıyla<br />

pazarlık noktasına getiren sinemacılara da laflar<br />

hazırladım ama o başka bir yazının konusu…


Bahara Yolculuk filminde duygu dolu bir anneyi<br />

canlandıran Aslıhan Güler, dizilerdeki rollerim<br />

dolayısıyla at da binerim kılıç ta kuşanırım dedi…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının en baskın isimleri her zaman<br />

aktiristler olmuştur. Yeşilçam’da dört<br />

yapraklı yonca diye anılan Türkan Şoray, Hülya<br />

Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik’ten beridir<br />

birçok güzel kadın oyuncu sinemamıza emek<br />

verdi. Günümüzün çok şey beklenen aktiristlerinden<br />

biri de Aslıhan Güner. Yakın bir vakitte<br />

vizyona girecek olan Bahara Yolculuk filminde<br />

hasta bir anneyi canlandıran güzel isim hem<br />

filmi hem de kariyerindeki hedeflerini anlattı.<br />

Filmin senaryosu size geldiğinde bu filmde<br />

olmalıyım dedirten şey ne oldu?<br />

Filmin senaryosundan önce bu filmde varım<br />

dedirten ilk unsur yönetmenim Hamdi Alkan’dı...<br />

Kendisi beni bizzat aradı ve bir film yapacağız<br />

Kırgızistan’da, var mısın dedi, bende siz<br />

varsanız varım hocam dedim. Öyle güvenir,<br />

öyle severim çünkü Hamdi hocamı. Bundan 8<br />

yıl önce de çalışmıştık ben daha küçüktüm, o<br />

zamanlar bir yanda okul bir yanda oyunculuk…<br />

Sonrasında kısmet olmamıştı bir kaç kez bir<br />

araya gelmiştik fakat çalışmamıştık. Bu kez bir<br />

film söz konusu olduğunda Hamdi Alkan’dan da<br />

teklif geliyorsa hayır deme gibi bir seçeneğim<br />

yoktu. Elbette ki casta uygun olduğum için,<br />

bana güvendiği için filmdeki “Sevgi” karakterini<br />

benim oynamamı ister diye düşündüm<br />

-ki öyle de oldu- senaryoyu okuduğumda<br />

yanılmadığımı anladım evet dedim. Tüm kalbimle<br />

canlandıracağım bir karakter olacak ‘Sevgi’…<br />

Rolünüzle ilgili bilgi verebilir misiniz?<br />

Sevgi çok fedakar. Her şeyden önce 2 evladı<br />

olan bir anne ve eşine sorgusuz sualsiz bağlı<br />

bir eş. Öyle ki filmde daha sonra hastalığının<br />

olduğunu öğrendiğinde dahi birçok şeyi göze<br />

alıp gizliyor durumunu. Her şeye göğüs gere-<br />

bilecek kadar güçlü bir kadın.. Ben genelde yer<br />

aldığım her projede bir öncekinden farklı başka bir<br />

karakteri canlandırmak istiyor ve seçimlerimi ona<br />

göre yapıyorum. ‘Sevgi’ benim için farklı bir karakterdi<br />

o yüzden severek ve memnuniyetle oynadım<br />

rolümü.<br />

Bazı rollere hazırlanmak gerekir. Ama bir anneyi<br />

oynamak fazla da gözlem gerektiren bir şey<br />

değildir. Bu handikabı nasıl aştınız? Bir anneyi<br />

oynamak korkutucu mu?<br />

Muhakkak… Ben ne olursa olsun her rolüm için<br />

ufak da olsa hazırlanırım ama en çok da kendi<br />

içimde karaktere en yakın halimi bulur onu işlerim.<br />

Burada da öyle oldu anaç ruhum fedakar tarafım<br />

‘Sevgi’ye can verdi. Onun dışında anne oynamak<br />

tabii ki zor olmadı hissettikten sonra bakışlarım,<br />

vücut formum, duruşum bile değişti. Sevgi karakterini<br />

izlediğinizde dediğimi anlayacaksınız...<br />

Sizi daha önce sinemada daha çok komedi filmlerinde<br />

gördük ama “Bahara Yolculuk” sanıyorum bir<br />

dram. Bu nasıl bir tecrübe oldu?<br />

Evet kısa bir süre önce Karadeniz’de Sümela ve<br />

Moskova’nın Şifresi Temel filmlerinde yer aldım.<br />

Şahane bir iş ve ekiple çok eğlenerek çok güzel<br />

işler çıkardık önümüzdeki yaz da inşallah<br />

üçüncüsünün çekimlerine başlayacağız. Ben<br />

aslında daha çok dramalarda yer aldım diyebilirim.<br />

Geçmişte yaptığım işlere dönüp baktığımda yüzde<br />

80’i dram. Komediyi kesinlikle çok seviyorum<br />

fakat ben drama oyuncusuyum diyebilirim. O ağır<br />

duyguları tüm damarlarımda hissederek oynamak<br />

vücudumun her yanına inanılmaz bir adrenalin<br />

salgılıyor. Kendimi zorladığımı hissediyorum artı<br />

olarak sonuç oynadığım sahne başarılı olduğunda<br />

onun verdiği mutluluğun benim için benzeri olmuyor.<br />

“Bahara Yolculuk” filmi de dram ağırlıklı<br />

fakat her şeyden önce tamamen bir gerçek. Gerçek<br />

bir hikaye... Hikayenin gerçek olması zaten


çok etkileyici. O yüzden seyircinin<br />

de çok daha fazla<br />

etkileneceğini düşünüyorum..<br />

Ayrıca filmde öyle görseller<br />

olacak ki tahmin ediyorum tüm<br />

sinemaseverler hayranlıkla<br />

izleyecek o görüntüleri.<br />

Aslında anne ve ölümcül bir<br />

hastalık olabildiği kadar klişe de<br />

olabilir. Bu hataya düşmemek için<br />

nasıl bir yol seçtiniz?<br />

Hiç abartmadık bu durumu o<br />

yüzden öyle naif ve gerçek oldu<br />

ki... Öyle seyircinin gözüne sokarak<br />

ah hastayım ölüyorum<br />

ölmek üzereyim hissiyatını vermedik.<br />

Biz bir hikaye anlattık ve<br />

onun içinde insana dair ne varsa<br />

hayatın içinde neye ne kadar yer<br />

veriliyorsa biz de o kadarına yer<br />

verdik evet hasta ama o kadar…<br />

Kırgızistan’da çekimleriniz oldu.<br />

Çok da alışıldık bir coğrafya<br />

değil. İzlenimleriniz neler?<br />

Sinemasal anlamda muazzam<br />

görsele ve coğrafyaya sahip bir<br />

yer Kırgızistan... En bakir yerlere<br />

ilk kez bizler kameralarla girdik<br />

diyebilirim rahatlıkla. Seyirciye<br />

de bu büyük bir artı olacak kesinlikle.<br />

Göremeyecekleri birçok<br />

yeri muhteşem şekilde bizim<br />

filmimizle birlikte görme fırsatını<br />

bulacaklar... Ben her yeni mekanda<br />

şaşkınlık ve hayranlıkla<br />

çalıştım…<br />

Filmde hikayesi anlatan insanlarla<br />

bir karşılaşmanız oldu mu?<br />

Böyle bir hazırlık aşaması geçirdiniz<br />

mi?<br />

Malesef olmadı. Fakat hikayenin<br />

gerçeğinide birçok kez<br />

yapımcımız Haluk Bey’den<br />

dinledim. Hikayenin gerçek<br />

olduğunu bilmek bile bana yetti<br />

zaten…<br />

Hamdi Alkan yılların komedyeni<br />

ve yönetmeni. Onunla çalışmak<br />

nasıl bir tecrübeydi?<br />

O inanılmaz bir insan.. Simdi<br />

ne desem hakikaten kelimelerle<br />

anlatamam ama kendisine de<br />

söyledim herkese de söylerim<br />

ki Hamdi Alkan bu filmde benim<br />

için her şeydi. Setteki A’dan<br />

Z’ye ne varsa 1 olanı 1000 yaptı<br />

kendisi. İnanılmaz pozitif, hümanist,<br />

herkesi düşünen, ekibine<br />

oyuncusuna sahip çıkan,<br />

insana insan olduğu için değer<br />

veren, her şeyi güzelliklerle<br />

görebilen biri o.. Yanında negatif<br />

olmanız mümkün değil.. Onun<br />

dışında oyuncu kimliği olan<br />

bir yönetmenin oyunculara<br />

olan katkısını tahmin edebilirsiniz<br />

sanıyorum. Çalışmaktan<br />

sonsuz mutluluk duyduğum<br />

çok sevdiğim çok saydığım<br />

hocamdır Hamdi Alkan, tekrar<br />

tekrar teşekkür ediyorum kendisine<br />

tüm kalbimle…<br />

Dizi ve sinemayı birlikte<br />

götürüyorsunuz. Bu kariyerinizde<br />

nasıl devam edecek. Son<br />

dönemde size gelen projelerin


kalitesiyle ilgili ne söylersiniz?<br />

Benim genelde hep sinema ve dizi<br />

projelerim muhakkak çakışıyor.<br />

Çalışma tempom inanılmaz bir<br />

hale dönüşse de genç yaşımda ne<br />

kadar çok sinema projesinde yer<br />

alırsam benim için o kadar iyi diye<br />

düşünüyorum. Son dönemde gelen<br />

tekliflerle ilgili sunu söyleyebilirim<br />

yaklaşık 8 ay boyunca birçok yeni<br />

dizi ve sinema senaryoları okudum<br />

ama hepsine hayır dedim. Beni<br />

heyecanlandıran projeler olmadı,<br />

ben de beklemeyi tercih ettim o<br />

yüzden. Kalite anlamında belli<br />

yapım firmaları hariç çitanın gittikçe<br />

düştüğünü görüyorum ki bu<br />

kaçınılmaz. Konu eksikliği ve senarist<br />

yetersizliğimiz malesef ortada<br />

bu alanda özellikle gençlere kapılar<br />

açılmalı ve üstadlar tarafından gerekirse<br />

yetiştirilmeli, şans verilmeli<br />

diye düşünüyorum. Çünkü sürekli<br />

birbirini tekrarlayan projelerden<br />

artık insanlar sıkıldı. Sıcak samimi<br />

Türk örf adetlerine uygun bizden<br />

hikayeleri seviyorum ben mesela.<br />

İstiyorum ki bizden bizi biz yapan<br />

değerlerin içinde olduğu güzel orjinal<br />

hikayeler senaryolar üretilsin…<br />

İnşallah zamanla daha da güçlenecek<br />

sektör, inanıyorum ve diliyorum<br />

ki bu kaliteyle birlikte olsun…<br />

Türk sinemasının 100. Yılı bu konu<br />

hakkındaki düşünceleriniz neler?<br />

Sizi sinema tarihimizde en etkileyen<br />

Türk filmi, aktiristi ve aktörü kimlerdi?<br />

Nice basarili yıllara diyeyim öncelikle.<br />

Beni oyunculuğa aşık eden<br />

kendimi bildim bileli bu yola<br />

baş koymama sebep olan Türk<br />

sinemasına olan sevgimi herkes<br />

bilir. Türk filmi aşığıyımdır ben<br />

bin kere izlesem ayni heyecanı<br />

yasar ayni gözyaşını döker ayni<br />

kahkahayı atarım... Hatta bazen<br />

keşke bende 70’lerde 80’lerde<br />

oyuncu olabilseydim derim…<br />

Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz<br />

Akın, Hülya Koçyiğit, Gülşen<br />

Bubikoğlu, Adile Naşit, Tarık<br />

Akan, Kadir İnanır, Kartal Tibet,<br />

Ediz Hun, Hulusi Kentmen, Kemal<br />

Sunal... Ayırabilir miyim?<br />

İnanın hepsi... Hepsini çok ama<br />

çok seviyorum… Hepsinin her<br />

filmi benim için baş tacıdır...<br />

Kesinlikle ayıramam…<br />

1980’ler ile 1990’ların ikinci<br />

yarısını kadar Türk<br />

sinemasında feminizmin etkileri<br />

gözükür. Müjde Ar, Nur Sürer<br />

gibi bu durumun faturasını<br />

ödemiş isimlerimiz var. 2000<br />

sonrası sinemamızda bu anlamda<br />

bir geriye adım atıldığını<br />

düşünüyor musunuz? Yorumlar<br />

mısınız?<br />

Sinema birebir insan ve<br />

toplum yansıması olduğundan<br />

toplumda ne öne çıkıyorsa<br />

o sinemada muhakkak yer<br />

alıyor. Ben o dönemleri tabii<br />

ki hatırlamıyorum fakat<br />

az çok bildiğim kadarıyla<br />

toplumda kadın haklarıyla<br />

ilgili ve kadınlarla ilgili her zaman<br />

büyük bir kanayan yara<br />

vardı ve hala da var. Bu durum<br />

zaman zaman şiddetle gündeme<br />

gelirken malesef bazen<br />

unutuluyor. O dönemlerde<br />

de kadınların erken yasta evlendirilmeleri,<br />

üzerlerine kuma<br />

getirilmesi, taciz, tecavüz<br />

aile içi şiddet vs gibi konular<br />

islenip toplumda farkındalık<br />

yaratılmak istendi ve sinemada<br />

yorumlandı. Günümüzde de<br />

yapılıyor benzer örnekleri var<br />

tabiî ki. Fakat daha çok ataerkil<br />

yapısı olan projeler on planda<br />

ve çoğunlukta oluyor. Yine de<br />

yer yer kadın ağırlıklı işleri de<br />

görüyoruz…


Daha yeni dizi setinde bir emekçi<br />

hayatını kaybetti. Dizi sektöründe<br />

iyileşme gerektiğine<br />

inanıyor musunuz? Bunun<br />

için bir eylem planınız veya<br />

düşünceniz var mı?<br />

Dizilerde şartlar ağır değil<br />

dersem yalan olur evet çok<br />

uzun saatler çok az dinlenmelerle<br />

çalışılıyor sonuç<br />

olarak da malesef bir çok<br />

kotu olay görüyor duyuyor ve<br />

yaşıyoruz.. Bu durumları ve<br />

şartları iyileştirmek için aslında<br />

yapılması gerekenler belli, her<br />

zaman da konuşuluyor biliyorsunuz<br />

fakat bir adim atılmıyor…<br />

Eylemle veya sokağa dökülmekle<br />

de çözülmez bu is ancak<br />

gerekli mercilerle düzenli<br />

toplantı ve görüşmeler sonucu<br />

konuşup anlaşılarak sonuca<br />

varılabileceği kanaatindeyim..<br />

Bundan sonraki sinema projeniz<br />

nedir?<br />

Bundan sonraki sinema projem<br />

Temel filmimizin 3.sü olacak<br />

inşallah ama onun dışında<br />

gelen teklifleri ve senaryoları<br />

da değerlendiriyorum. Tabii ki<br />

su an okuduğum bir senaryoyu<br />

beğendim mesela tek sıkıntım<br />

zaman, eğer uygun şartlar<br />

ayarlanırsa yer alabileceğim bir<br />

proje…<br />

Kızıl Elma dizisinde yer<br />

alıyorsunuz. Aksiyon dizisinde<br />

çalışmak nasıl bir tecrübe?<br />

Daha öncede TRT’de Osmanlı<br />

Kıyam dizisinde yer almış<br />

at üstünde kılıç sallayan ok<br />

atan bir Osmanlı kadınını<br />

canlandırmıştım. Onun dışında<br />

silah tutmayı, dövüşü ve aksiyonu<br />

biliyorum, tecrübeliyim<br />

diyebilirim. O yüzden benim<br />

için zor olmuyor…


n 12 yıldır, dünyanın önemli festivallerinde<br />

gösterilen filmleri bizlerle buluşturmaya devam<br />

eden Filmekimi; bu yıl, on üçüncü defa yine yılın<br />

merakla beklenen filmlerini sinemaseverlerle<br />

buluşturacak.<br />

Özellikle festivalin, ülkemiz seyircisi<br />

açısından merak seviyesi tavan<br />

yapmış filmlere ilginin arttığı<br />

bir takvim diliminde yer alması<br />

-Sundance, Cannes, Venedik ve<br />

Toronto gibi festivallerin hemen<br />

ardından düzenleniyor olması-<br />

Filmekimi’ni konsept bir festival<br />

olmasına rağmen ülkenin en önemli festivallerinden<br />

biri olma konumuna getiriyor. Üstelik 2011<br />

yılından bu yana sadece İstanbul’a bağlı kalmayan<br />

festival Ankara, İzmir, Diyarbakır, Şanlıurfa,<br />

Trabzon, Konya ve Gaziantep’te de sinemaseverlerle<br />

bu önemli filmleri buluşturmaya devam<br />

ediyor.<br />

Durum böyle olunca, bir hafta içerisine<br />

sığdıracağımız filmler oldukça önem taşıyor.<br />

Biz Filmloverss ekibi olarak programımızı<br />

belirlemeye başladık. Festivalde yer alan 43<br />

filmin tamamını seyredip sizlere ulaştırmak<br />

için sabırsızlanıyoruz. Bu 10 filmlik seçkideyse<br />

ben sizlere bir haftalık süre zarfında<br />

programınızı hazırlamanıza yardımcı olacak,<br />

“sinema salonu”nda izlenmesi gerektiğine<br />

inandığım filmleri derlemeye çalıştım. İKSV’nin<br />

düzenlediği ve ülkenin en önemli uluslararası<br />

film festivali konumunda bulunan İstanbul Film<br />

Festivali’nde, sizlere gizli cevherleri önermeyi<br />

tercih ederken, Filmekimi’nin bir hafta gibi oldukça<br />

kısa bir programı sebebiyle daha popüler<br />

ve kaçırılmaması gereken filmleri önermeyi tercih<br />

ettim. Umarım yardımcı olur.<br />

Filmekimi 2014 ’te Kaçırılmaması Gereken Filmler<br />

Whiplash<br />

1985 doğumlu genç yönetmen Damien<br />

Chazelle’nin Sundance’a damgasını vuran; hem<br />

seyirci hem de büyük jüri ödülünü kazanarak<br />

gönüllerde taht kurduğu belli olan uzun metrajı<br />

Whiplash, sadece Filmekimi 2014’ün değil kendi<br />

adıma yılın en merak edilen birkaç filminden bir<br />

tanesi. Geçtiğimiz yıl The Spectacular Now’daki<br />

performansı ile büyük beğeni toplayan Miles<br />

Teller’in başrolünü üstlendiği Whiplash’ın ül-


kemizde vizyona girmesini beklemek hayalcilik<br />

olur.Sözün özü, Filmekimi takviminizi<br />

hazırlayın ve ne olursa olsun Whiplash’a<br />

programınızda yer açın.<br />

Boyhood<br />

Ülkemizde ilk kez !f İstanbul’un kapanış filmi<br />

olarak sınırlı sayıda seyircinin izleme şansı<br />

bulduğu Boyhood’un, ülkemizde vizyona<br />

girmeyeceği geçtiğimiz günlerde kesinlik<br />

kazanmıştı. Bu sebeple Filmekimi takviminde<br />

yer aldığını görünce çığlık çığlığa sevinmenin<br />

en doğal hakkımız olduğunu düşünüyorum.<br />

Richard Linklater’ın toplamda 12 seneye<br />

yayarak, aynı oyuncularla çektiği Boyhood,<br />

Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen<br />

ödülüne layık görüldü. Filmin Oscar için en<br />

güçlü aday olarak gösterildiğini ekleyerek<br />

olası bir ödül sonrası film ülkemizde vizyona<br />

girer mi ya da bu şu an için mümkün müdür<br />

bilemiyorum ama Boyhood kesinlikle sinema<br />

salonunda izlenmesi gereken bir başyapıt.


Leviathan<br />

Andrey Zvyagintsev’in Cannes Film<br />

Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülüne<br />

layık görülen son filmi Leviathan, günümüz<br />

Rusya’sının sorunlarını ele alırken filmle ilgili<br />

Zvyagintsev’in en cesur filmi yorumları<br />

yapılıyor. Cannes Film Festivali’nin ardından<br />

yabancı basından birçok sinema yazarının Altın<br />

Palmiye için “Kış Uykusu”ndan daha çok hak<br />

ediyordu yorumlarında bulunduğu filme dair bu<br />

kararı vermek için Filmekimi’nde seyretmenin<br />

gerektiğini düşünüyorum.<br />

Maps to The Stars<br />

Cannes Film<br />

Festivali’nde Julianne<br />

Moore’e “En İyi<br />

Kadın Oyuncu” ödülünü<br />

kazandıran David<br />

Cronenberg’in son filmi<br />

Maps to the Stars bir<br />

Holywood taşlaması<br />

olarak dikkat çekiyor.<br />

Geçtiğimiz günlerde<br />

filmin ABD dağıtımcısı<br />

Focus World filmin vizyon tarihinin 2015’e<br />

çekildiğini açıklamış ve olası bir Oscar ödülü<br />

olur mu düşüncelerinin de rafa kaldırılmasına<br />

sebep olmuştu. Bu açıklamadan sonra filmin<br />

vizyona girmesi yerine online platformlar üzerinden<br />

seyirci ile buluşturulması dahi gündemde<br />

olan filmi Filmekimi’nde seyredebilecek olmak<br />

büyük şans.<br />

Il-dae-il<br />

Sizce, Kim ki-duk<br />

mu Filmekimi için<br />

film çekiyor yoksa<br />

Filmekimi mi Kim-kiduk’un<br />

yeni filmlerinin<br />

tarihine göre takvim<br />

hazırlıyor?<br />

Her filminin ardından<br />

daha ne kadar ileri<br />

gidebilir sorularını<br />

da beraberinde getiren<br />

Güney Koreli<br />

auteur ki-duk’un bu<br />

son filmi prömiyerini Venedik Film Festivali’nde<br />

gerçekleştirdi. Liseli bir kızın kaçırılıp tecavüze<br />

uğramasıyla başlayan filmde yönetmenin ne kadar<br />

ileri gittiğiyse tam bir merak konusu.<br />

A Pigeon Sat on a<br />

Branch Reflecting on<br />

Existence<br />

Variety ve The<br />

Guardian yazarlarının<br />

100/100 olarak<br />

değerlendirdiği<br />

A Pigeon Sat on<br />

a Branch Reflecting<br />

on Existence<br />

prömiyerini Venedik<br />

Uluslararası<br />

Film Festivali’nde<br />

gerçekleştirdi. A<br />

Pigeon Sat on a<br />

Branch Reflecting on Existence’ın yönetmeni<br />

Roy Andersson’ın “Yeni filmim Dostoyevsky’den<br />

fazlasıyla etkilenmiş durumda” diyerek tasvir<br />

ettiği film için yabancı eleştirmenler “absürd”<br />

“sürrealist” ve “şok edici bir kara komedi” gibi<br />

tasvirlerde bulundular. Ben kaçırmayacağım<br />

sizin de kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.


Mommy<br />

Kanadalı genç yönetmenimiz Xavier Dolan’ın<br />

şimdiden büyük bir hayran kitlesi oluştu. Zira<br />

kendisi bu ilgiyi ve övgüyü kesinlikle hak ediyor.<br />

Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü<br />

sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden<br />

Jean-Luc Godard ile paylaşan Dolan,<br />

Mommy’de de filmlerinde sıklıkla işlediği anne<br />

sorunsalını ele alıyor. Genç yönetmeninin ilk<br />

filmi “Annemi Öldürdüm”de de anne rolünü<br />

üstlenen Anne Dorval’ın başrolde yer aldığı<br />

filmde bu kez Dolan oyuncu olarak yer almıyor.<br />

White God<br />

Cannes Film<br />

Festivali’nde Belirli<br />

Bir Bakış ödülünü<br />

kazanan ve özellikle<br />

sinema yazarlarının<br />

açılış sahnesinin<br />

muazzam olduğunu<br />

belirttiği White God<br />

Macaristan’ın bu seneki<br />

Oscar aday adayı<br />

olarak göze çarpıyor.<br />

Filmin yönetmeni Mundruczo’nun “marjinaller<br />

ve ezilenlerle dayanışma” için çektiğini söylediği<br />

White God, sokak köpeklerinin başı çektiği, insan<br />

zulmüne karşı patlayan bir “köpek isyanı”nı<br />

sahipleri tarafından sokağa atılan kırma köpek<br />

Hagen’in bakış açısından izliyor.<br />

Still the Water<br />

Yönetmeni Naomi<br />

Kawase’nin “başyapıtım”<br />

olarak tanımladığı doğa<br />

güzellemesi Still the Water<br />

doğa, insan, yaşam, aşk<br />

ve ölüm arasındaki ilişkiyi<br />

masalsı bir gözle ele alıyor.<br />

Film, tropik bir adada,<br />

denizde bir ceset bulan iki<br />

genç sevgilinin hikâyesini<br />

anlatıyor. Jüri başkanının<br />

Jane Campion olduğu Cannes’da Altın Palmiye<br />

için yarışan iki kadın yönetmenden biri olan<br />

Kawase, çocukların gözünden anlattığı Still the<br />

Water filminde gelenekler ve yabancılaşma üzerinden<br />

Japon toplumunu mercek altına alıyor.<br />

Two Days One Night<br />

Jean-Pierre ve Luc<br />

Dardenne’in son filmi Two<br />

Days One Night’ın çekim<br />

sürecinin başlamasından<br />

bu yana geçen süre<br />

zarfında, filme dair<br />

eleştirileri okuyana kadar<br />

elle tutulur bir bilgi elde<br />

edinememiştim. Öyle ki film<br />

henüz festivallerde gösterilmeden<br />

veya fragmanları<br />

yayınlanmadan önce filmin konusu hakkında da<br />

pek bir bilgi yoktu. Lakin, tüm bunların yanında<br />

filmin yönetmenlerinin Dardenne kardeşler<br />

olması bile filme dair büyük bir merak yaratmaya<br />

yetiyordu. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan,<br />

ülkemizde ilk kez Altın Koza Film Festivali’nde<br />

gösterilen film, işini kaybetmemesi için çalışma<br />

arkadaşlarını alacakları primden vazgeçirmeye<br />

çalışan fabrika işçisi Sandra’nın iki gününü konu<br />

alıyor. Sözün özü ben Dardanne kardeşlerin<br />

bu filmini de beyazperdede izleme şansını<br />

kaçırmayacağım. Benden size tavsiye, siz de<br />

kaçırmayın.


n Sinemasına 16 yıl kala, set fotoğrafçılığı,<br />

dizi yönetimi, reklam ve köşe yazarlığında<br />

yerleşik olan yönetmen, hayatındaki en<br />

büyük sabiti şiirle, bir resimde yarım saat<br />

teneffüs edebilme hücresini yanına alarak<br />

filmlerine taşınır.<br />

Uzak seyirde durağan algılanabilecek filmleri,<br />

önyargının salona sokulmadığı bir<br />

anlayışta, seyirci üzerinde baskı kurmayan,<br />

sıkıcı bir didaktiklik içermeyen öğreti<br />

niteliğindedir. İşaretler, rüyalar, imge ve<br />

hayaller filmlerine yerleştirilmiş anlatım aracı<br />

hissini vermekten çok, var olanın kameraya<br />

dahil edildiği doğallıkta okunur.<br />

Sadece sinema diliyle değil, el yapımı<br />

yöntemleriyle de yönetmen sineması<br />

tanımlamasının karşılığını verir ölçekte<br />

cömerttir. Senaryoyu çekim öncesinde oyuncularla<br />

paylaşmamayı ve ne anlatılacağını<br />

her sahnede ayrı ayrı vererek senaryo bütününün<br />

film bittikten sonra görülmesini tercih<br />

eder. Çekim mekanı, filmde kullanılacak<br />

materyaller gibi tamamlayıcı kararlarını da<br />

henüz senaryo aşamasındayken başlatır.<br />

Kağıt üzerinde işleyen sahne, yerinde de<br />

ışıldıyorsa devam eder. Bu tatbikat sırasında,<br />

sonla başlangıcı birlikte görme isteğiyle<br />

filmlerindeki atmacayı kurduğu sofradan<br />

uçurarak aşağıda görünenle ilgili işaretleşir<br />

Kaplanoğlu. Perdesinin en ayırt edici özelliği,<br />

gecikmeli kanıksamaya yol açan usta yönetmenin,<br />

sıralamada yarattığı bu paradoksu sevdirmesidir.<br />

Meselesi senaryo olmayan, her şeyin bütünlük<br />

içinde olmasını odağına alan yönetmen, bu<br />

anlayışını sadece bir öz değerlendirme askısında ya<br />

da yer almayı tercih ettiği kalıp dolabında tutmaz.<br />

Yarım sayfalık bir sinopsis, 15-20 sayfalık tretman<br />

ve 50 sayfalık bir senaryonun 110 dakikalık bir filme<br />

gitmesi, şüphesiz o zamanın nasıl doldurulduğu<br />

hakkında algıyı bir dikkat toplantısına çağırır.<br />

Kameranın merceği, seyircininkinden geçerken<br />

Kaplanoğlu sinemasında, ses, oyunculuk, görüntü<br />

yönetimi, kurgu gibi unsurlar arasında hiçbir<br />

hiyerarşinin olmadığı, her şeyin eşit dağıtıldığı<br />

haberi bir yaprağın düşüşüne ayrılan süreyle yine<br />

yönetmenin vizöründen verilir.<br />

Gerçeklik önceliğidir ve bir baş ucu yastığı olarak<br />

sadece film film kılıf değiştirir. İnsanın bir eylemi<br />

gerçekleştirirken geçirdiği zamanı, kesmeden,<br />

kısaltıp parçalamadan aynen vermesi<br />

yani hareket neyse onu bire bir<br />

kadraja alması, sinemasında zamanı<br />

yataylaştırdığının kanıtıdır.<br />

Her şey şimdiki zamanda<br />

olup bitiyorsa kozmik<br />

ve metafizik hep vardı<br />

diyerek yaşamın<br />

matematiğinden de<br />

birkaç formül fısıldar.<br />

Bu fısıltının müzikle<br />

birlikte duyulmama<br />

ihtimali için ana<br />

duygunun, ana<br />

durumun önüne<br />

hiçbir şeyin<br />

geçmesini istemeyen<br />

bir<br />

yaklaşımla film<br />

müziği olgusunu<br />

ihlal<br />

eder…normal<br />

hayatta yolda


yürürken çalmayan bir müziğe, duyguları<br />

manipüle ettiği fikriyle sinemasında da yer<br />

vermez. Filmlerinde, çekimin gerçekleştiği<br />

yörenin aksanı ya da kostümleri gibi yerel<br />

motifleri hikayelerinin içinde önemli bir öğe<br />

olmadığını düşündüğünden vurgulamaz.<br />

Oyuncuların role yakınlık ve uzaklığına, iyi<br />

gözlem yaparak yakalanan doğallığa inanmayan<br />

yönetmene göre, insanın içinde her<br />

şey mevcut...seslenilmesi yeterli. Filmlerinin<br />

yapımcılığını üstlenmesinin katkısıyla, ilk<br />

hafta çekimlerini geri dönüşümsüz bir yere<br />

alabilirken, bir planı farklı hava koşullarında,<br />

farklı saatlerde 6 kez çekebilir…görmek<br />

istediği anın onayına kadar. Doğanın sesini<br />

zamansızlığıyla üstü üste katlayan yönetmen,<br />

yanlarına terk edilen, hatırlanan ve dönülen<br />

bir metafor olarak ev olgusunu da ekler.<br />

Yerleşmiş Andrey Tarkovski kalıntılarının<br />

yanı sıra, duyarlılığını Batı sinemasından<br />

öteye çevirerek, Uzakdoğu sinema algısını<br />

Kurosawa’nın dışına taşırarak, Tsai Ming<br />

Liang, Hou Hsiao-Hsien Yasujiro Ozu gibi<br />

yönetmenlere, İran’dan Kiyaristemi’ye<br />

giden beğenisiniyle yeni Türk Sineması<br />

için öndeyişini hazırlar.* ‘Sanatın ana<br />

kaynağını hep şiir olarak düşündüğümden,<br />

şiirin süzgecinden geçmemiş, şiirin<br />

matematiğinden ve geleneğinden kopmuş<br />

bir sinemanın, resmin, tiyatronun kalplere<br />

ve bu coğrafyanın insanlarına çok sirayet<br />

edemeyeceğini düşünüyorum’ diyerek kendi<br />

yapmaya çalıştığı sinemanın içinde çok<br />

sevdiği, usta şair Ece Ayhan’ın etkilerini<br />

miras bilir. İlkokulun sonlarında şiir yazmaya<br />

başlayan ilk imzalı şiir kitabını İlhan Berk’in<br />

elinden alan yönetmenin, bu sürecine Varlık,<br />

Oluşum, Gösteri, Argos, Gergedan gibi<br />

edebiyat dergilerinde yayınlanan şiirlerine<br />

(hatta Süt filminde kitapçı sahnesindeki<br />

Kuyu şiiri kendisine aittir) etkisi olan diğer<br />

bir kişi de lisedeki öğretmeni şair Nahit Ulvi<br />

Akgün’dür. Yönetmenin gençlik sürecinden<br />

başlayan tutarlı çizgisi, filmlerinde iç<br />

devamlılık olarak yanındadır. Senaryo, kurgu,<br />

görüntü yönetiminde çalıştığı ekibini sabitler,<br />

aynı oyuncuyu başka bir filminde yine konuk<br />

edip aynı koltuğu, aynı bardağı birçok filminde<br />

kullanır.<br />

Zamanı tersten bir devinimle yeniden tasarladığı<br />

Yusuf Üçlemesi ‘nde , Yusuf’un orta yaşından<br />

çocukluğa giden hayatını acelesiz bir zamanda<br />

anlatır…bir tür tümdengelimle.<br />

Üçlemenin merkezi Yumurta, Yusuf’un hatırladığı<br />

hayatıyla, kendisine taktığı çelme için ‘bir nedenle’<br />

arkasına dönmesiyle başlar. Annesinin ölüm haberiyle<br />

İstanbul’daki sahaf dükkanından Tire’ye açılan<br />

pergel, gerçek bir vedalaşma yerine yuvarlağın<br />

etrafını belirginleştirir. Döndükçe kalınlaşan, rengi<br />

koyuldukça hızı yavaşlayan bir zaman algısında<br />

anlatılan filmde, görevlerini yerine getirip rutin<br />

hayatına dönmeye yeltenen Yusuf, kozmik/tanrısal<br />

tüm işaretlerin çengeline takılır…bir gününde<br />

adaklıkların gelişiyle geciken dönüşü, diğer anında<br />

bürokratik masada uzayan bir kağıt olur, sonrası<br />

başının biraz üzerinde onu takip eden atmaca, kal<br />

diyeni çoktur. İstanbul için son hamlesinde, gazda<br />

daha fazla duramayan ayakları arabasını bir araziye<br />

çeker, adaklık koruyucusu köpeğin inandırıcı<br />

figanıyla kararsızlığını evin önüne park eder. Her<br />

şey birlik içinde Yusuf’u iknaya geçerken, o da<br />

evin manevi kızı Ayla(Işıl Aksoy) için yeniden<br />

şiir yazabileceğini seslenir, annesini gördüğü<br />

boşluğa …Bal’daki gibi içinden. Kitaplaştırılmış şiir<br />

dosyasına rağmen, devamını sağlamadığı şairliği de,<br />

belki kasabanın tıkalı yollarında açılacak, evin her<br />

köşesinde kullanılan saatler, rahatlayan geçmişin<br />

şerefine 24’e eşit olarak bölünebilecektir. Film,<br />

Uluslararası festivallerden tüm ekibine kazandırdığı<br />

çok sayıda ödülün yanı sıra, 2007 Antalya Altın Portakal<br />

En İyi Film, En İyi Senaryo Ödülü ve sonraki yıl<br />

İstanbul Uluslararası Film Festivali’nden Altın Lale<br />

ile ayrılırken, 60.Cannes Film Festivali’nde ‘Yönetmenlerin<br />

15 Günü’ bölümüne seçilmiştir. Ferzan<br />

Özpetek’in Hamam ve Yüksel Yavuz’un Bir Parça<br />

Özgürlük filmlerinden sonra bu bölüme seçilen<br />

üçüncü türk filmidir.<br />

Üçlemesinde en sevdiği film olarak belirttiği Süt’ün,<br />

Tülin Özen’in içinden yılan çıkarma sahnesiyle<br />

yapılan açılışı, sütün etkisini göstermek için maket<br />

yılanlarla çekilmesi planlanırken, Tülin Özen’in<br />

zoologların set için bulundurdukları küçük bir su<br />

yılanını ağzında tutabileceğine tüm ekibi ikna etmesiyle<br />

gerçek bir sahneye dönüşür. Şairlere açtığı<br />

parantezlerle, kapanmış edebiyat dergilerine selam<br />

gönderen naiflikte, Bal ve Yumurta’dan daha yalnız


ir filmdir, Süt. Annesiyle(Başak<br />

Köklükaya) sütçülük yaparak Tire<br />

pazarındaki payına razı yaşamı<br />

dışında, tüm zamanlarını daktilosu<br />

ve şiir kitaplarıyla geçiren 18’indeki<br />

Yusuf(Melih Selçuk), geçerliliğini<br />

yitiren geçim kaynağı için bir B planına,<br />

kalkınma telaşına kapılamayacak kadar<br />

ara dönemde bir gençtir. Babasız evdeki<br />

erkek boşluğunu dolduramadığını,<br />

görünmeyen otoritenin onayından<br />

geçmemiş şairliğini, erkeklikle kadınlık,<br />

geleneksellikle modernlik arasındaki<br />

tamamlanmamış ‘yerini’ annesi bir<br />

erkekle yakınlaştığında fark eder…<br />

babasından miras kalan epilepsi kriziyle<br />

motorundan düşüp pastörize edilmemiş<br />

şişeleri dağıldığında. Eksikliklerinin<br />

çektiği ip de beyazdır süt gibi, sonra daktilosuna<br />

sardığı kağıt , ağzından çıkan<br />

köpükler gibi, hepsi beyazda hazır<br />

olmuşlardır. Geçirdiği kriz, hayatlarına<br />

giren istasyon şefinden parametrik<br />

olarak büyük olmasa da, Yusuf ‘un<br />

anneden kopuş, evin kaybı geriliminde<br />

erkeğe dönüşümünün zeminidir, tek bir<br />

kayıpla… babası gibi uçuruma kovan<br />

asmak için halatlarla yükselmek yerine,<br />

sanayi harikası makinalarla aşağıya<br />

inecektir, yerin altına, beyaz rahat<br />

pozisyonuna geçip gitmiştir. Filmin<br />

kapanışında Yusuf’un baretindeki<br />

ışıkta, önünü görebilen bir yetişkinlik<br />

vurgulanırken, seyirci belleği, şiiri ilk<br />

kez bir dergide yayınlandığında koşarak<br />

çığlık atan çocuğun yoluna uğrar. Aziz<br />

zamanın eliyle(!), Yusuf çoktan oynadığı<br />

yerden kalkıp çoğunluğun onayladığı<br />

yere taşınmıştır. 3.Granada Cines del<br />

Sur Film Festivali kapsamında Melih<br />

Selçuk ‘a En İyi Erkek Oyuncu ve<br />

Uluslararası İstanbul Film Festivali ile<br />

ekibine FIPRESCI Radikal Halk Jürisi<br />

ödüllerini getirmiştir.<br />

2009 yapımı üçlemenin son filmi<br />

Bal’da, Yusuf’un(Bora Altaş) dilsizlikle<br />

dil arasında kaldığı dönem, sadece<br />

babasına fısıltıyla konuşabildiği, tenef-


füs ziliyle gözlemciliği pencerede devam<br />

eden günleri, bugün üzerinden<br />

anlatılır. Süt’te ergenliğini, Yumurta’<br />

da yetişkinliğini izlediğimiz şairin<br />

çocukluğunu ya da Yusuf’un rüyaya<br />

dalmadan önce dinlediği masalını izleriz.<br />

Balcı babanın gövdesi, halatlarla<br />

bağladığı ağaçtayken, bir eli de Kafkas<br />

arısının iğnesiyle Yusuf’a ilişiktir.<br />

Gündelik hayatın toparlayıcı rolü, maddesel<br />

boyutu Anne Zehra(Tülin Özen)<br />

ve manevi olanın dağıtıcısı, iletişimin<br />

‘sesi kriter almayan’ kapısı baba Yakup<br />

(Erdal Beşikçioğlu), dengenin temsili<br />

gösterimindeyken, doğa zili basıp kaçar.<br />

Yalnızlığı, ilk kez duyduğu bir Arthur<br />

Rimbaud şiiriyle el değmemiş olmaktan<br />

çıkarken defterine konan arının kovan<br />

mücadelesi için sınıfına girmediğini<br />

düşündürtecek kadar da derinde durur.<br />

Diğer haberci dostu atmacayla annesini<br />

aynı yüz ifadesinde görüp okul çantasını<br />

omzundan çıkartarak seçtiği bir ağacın<br />

dibinde uykuya dalar. Yusuf’un torbası<br />

Yakup’un öğrettiği bin çiçek ismiyle<br />

doludur, rüyası da iki kişilik. Türk-Alman<br />

ortak yapımı filmin 2010 gösterimi,<br />

17.Adana Altın Koza ve 29.Uluslararası<br />

İstanbul Film Festivalinde lokal ödüllerini<br />

toplarken, 60.Berlin Film Festivali’nde<br />

en iyi film dalında aldığı ödülle Metin<br />

Ersan‘ın Susuz Yaz filminden 46 yıl<br />

sonra ilk kez Türk Sineması’na Altın Ayı<br />

ödülünü kazandırmıştır.<br />

Sinemasını özetleyen tek bir temsili<br />

kare için, Yumurta filminde, kadının<br />

ölüme gidişinin servi ağaçlarına doğru<br />

yürüyerek anlatıldığı açılış sahnesini, bir<br />

proloğu veren yönetmenin hayat algısı,<br />

bütünüyle perdesindedir…şairi Ece<br />

Ayhan’ın dizesindeki gibi bir anlayışla:<br />

‘Peki, nasıl oldu da hatırladı denizde<br />

boğulduğunu’<br />

*Uygar ŞİRİN, Yusuf’un Rüyası, Timaş<br />

Yayınları,2010<br />

**Ayşe PAY, Yönetmen Sineması Semih<br />

Kaplanoğlu, Küre Yayınları,2010


Bu hafta vizyona giren<br />

Biz babasız büyüdük<br />

filminin yönetmeni<br />

sessiz çoğunluğun<br />

sesi oldu. Sinema<br />

izleyicisinin kaçırmaması<br />

gereken bu filmin<br />

yönetmeni soruları<br />

cevapladı.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Ahmet Çadırcı izleyici tarafından çok bilinmez<br />

ama Türk sinemasında emekçi dediğinizde ilk<br />

akla gelen isimlerdendir. Etrafımızda mazlumu<br />

oynayıp nemalanan bir çok yönetmenin tersine<br />

kendi emeğiyle kendi etik değerleriyle bu<br />

piyasada yaşamaya çalışan bir isimdir. Yıllar<br />

sonra ikinci filmini çekti. Ahmet Çadırcı’nın Biz<br />

Babasız Büyüdük filmi ideolojiler üstü ve savaş<br />

karşıtı bir film olarak da algılanabilir. Ama içinde<br />

mücadele ve haksızlığa isyan var. İşte Ahmet<br />

Çadırcı’nın verdiği cevaplar.<br />

Sizi senaryoyu yazmaya iten şey neydi?<br />

2008 yılında kendi çocukluğumla ilgili bir senaryo<br />

yazıyordum. O yıllarda Kitap fuarına<br />

gitmiştim. Fuarın en arkalarında, Avrasya Yazarlar<br />

Birliği’nin standında bir kitap gördüm: Kırgız<br />

yazar Aşım Cakıpbekov’un öyküleri. Kitabın<br />

kapağında at üstünde bir Kırgız çocuğu vardı.<br />

Kitabı aldım, bir gecede okudum. Kitaptan çok<br />

etkilendim. Öyküler benim çocukluğuma çok<br />

benziyordu. Sonradan kapak fotoğrafının yıllar<br />

önce izlediğim ünlü Kırgız yönetmen Tolomuş<br />

Okeyev’in bir filmi olduğunu anımsamadım.<br />

2009 yılında yapım desteği için Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı’na başvurdum, ama bazı nedenlerden<br />

kitabın telif hakkını alamadım. Aşım Cakıpbekov<br />

ölmüş, varislerine de ulaşamadım. 2011 yılında<br />

yeniden kitabın telif haklarının peşine düştüm.<br />

Manas Üniversitesinden Kemal Göz’ün yardımıyla<br />

Telif Haklarını aldım, Kültür Bakanlığı’na<br />

başvurdum.<br />

Kitap uyarlaması sinemada zor zanaat. Uyarlama<br />

çekmenin sırrı nedir?<br />

Edebiyatın malzemesi sözcükler. Bir edebiyatçı<br />

sayfalarca doğa betimlemeleri yapabilir, roman<br />

karakterlerinin iç çatışmalarını anlatabilir.<br />

Filmin malzemesi ise görüntülerdir. Yönetmen,<br />

edebiyatçının sözcüklerle anlattığını görüntülerle<br />

anlatması gerekiyor. Sinema görselliğe<br />

dayanıyor. Yönetmen bir roman ya da öyküyü,<br />

çeviri yapar gibi sinemanın diline çevirmelidir.<br />

Filmin öyküsü çocukluk ve gençlik üzerine.<br />

Çocuk oyuncularla çalışmak nasıl bir tecrübeydi?<br />

Aslında filmin doğallığını bozmasın diye çocuklara<br />

senaryoyu geç verdim. Çünkü kalıplaşmış,<br />

ezberlemiş, gibi oynayabilirler diye düşündüm.<br />

Belki oyuncu koçuyla çalışabilirdim. Bütçe sınırlı<br />

olduğu için oyuncu koçuyla çalışamadık. Zaman<br />

zaman zorlansam da, sonuç olarak memnunum<br />

çocukların oyunundan.<br />

Filminizde babası asker olan bir erkek çocuğu ile<br />

onun çocukluk aşkı arasındaki hikaye anlatılıyor.<br />

Filmdeki asker figürü size neleri ifade ediyor?<br />

Ben gerçekçiliğe inanırım. Daha önce sözünü<br />

ettiğim gibi, kitabı Kırgız yazardan uyarladım.<br />

Öyküler aslında 2. Dünya savaşında Nazilere<br />

karşı savaşan, anayurtlarını savunan Kırgız<br />

askerlerin çocuklarının eşlerinin öyküsünü<br />

anlatıyor. Yani öykülerde de çocuğun babası<br />

askerde. Film asıl olarak köy çocuğunun aşkını<br />

anlatıyor, geri planda ise bir çocuğun gözünden<br />

savaşın insanlar üzerindeki yarattığı etkileri var.<br />

Ben kişisel olarak savaşların, acıların olamadığı<br />

bir dünyayı özlüyorum. Ama “Zalimler silahlarını<br />

yağlarken mazlumlara da bıçağını at “ demenin<br />

çok anlamlı olduğunu sanmıyorum. Şimdi öyküyü<br />

Kırgız bir yönetmen ya da başka bir yönetmen<br />

dönem filmi olarak çekseydi anti-faşist film olarak<br />

algılanırdı. Ben bu öyküleri Türkiye’ye uyarladım.<br />

Öyküyü Çanakkale Savaşlarına ya da Kıbrıs<br />

Savaşının olduğu döneme de uyarlayabilirdim.<br />

Ama dönem filmi olarak bütçe gerekli, ben günümüze<br />

daha yakın diye 1991 yılına uyarladım.


Bu kuşkusuz risk olduğunu biliyordum.<br />

Türkiye’de, özellikle günümüzde çocuğun<br />

babasının asker olması bazı insanlarda ters<br />

etki yapmış olabilir. Aynı öyküde çocuğun<br />

babası “gerilla” olsaydı filme bakış açıları<br />

farklı olacaktı. Festivallere de rahat kabul<br />

edilecekti belki ödül de alacaktı. Oysa bir<br />

PKK’lının da filmi yapılabilir, bir askerin de<br />

önemli olan bakış açısıdır. “İnsana ait olan<br />

hiçbir şey bize yabancı değildir”<br />

Çocuklar masumiyetin ifadesidir. Filminizden<br />

yola çıkarak günümüzde masum olan bir şey<br />

var mı?<br />

Arthur Schopenhauer “çocukluk, hayatımız<br />

boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet<br />

ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir,<br />

kayıp cennet,” demektedir. Gerçekten de<br />

bu küreselleşme çağında, cep telefonlarının,<br />

tablet bilgisayarların hayatımızın bir parçası<br />

olduğu günümüz dünyasında, çevrenin,<br />

doğanın kirlemesinden daha korkunç olarak<br />

insan ruhu da kirlendi. Artık eski masum<br />

aşklar yok, “aşkın ömrü üç yıl” deniliyor.<br />

Türk sinemasında muhalif film deyince artık<br />

neredeyse Kürt yönetmenlerin filmleri akla<br />

geliyor. Siz kendi filminiz için muhalif bir film<br />

diyebilir misiniz. Bunu biraz yorumlar mısınız?<br />

Ben özellikle muhalif film diye film yapmadım.<br />

Sevdiğim, yapmak istediğim bir film yaptım.<br />

Ama filmin kendisi muhalif oldu. Çünkü şu<br />

anda Türk sinemasında festivallerdeki genel<br />

çizgiye aykırı. Türkiye’de festivallerde belli<br />

konuları işlemesi ödül alması yeterli oluyor.<br />

Oysa her konu işlenebilir. Önemli olan filmdir.<br />

Filme bakılmalı; “derdini anlatabilmiş mi, sinema<br />

dili nasıl?” diye. Filmler sanatın, sinemanın<br />

ölçüsüyle değil, grupsal, kişisel yakınlıklar<br />

ya da husumetler, politik yaklaşımlar, ideolojik<br />

bakışlarla değerlendiriliyor. Biraz önce<br />

söylediğim gibi Biz Babasız Büyüdük çocukluk<br />

aşkı, öte yandan savaş karşıtı aslında.<br />

Filminiz iki sinemada vizyona giriyor. Niye<br />

böyle? Başka sinema yapılanması filminize ilgi<br />

gösterdi mi?<br />

Bazı dağıtım şirketleri ile görüştüm pek ilgilenmediler.<br />

Bir dağıtım şirketi olumlu yaklaştı,<br />

sonra o dağıtım şirketi iflas etti. Bazı filmlere<br />

de ödemeleri yapmadığını duydum. Başka Sinema<br />

dağıtım grubunu da randevu almak için 7-8<br />

kez telefonla aradım. “ Biz sizi arayacağız “dediler,<br />

ama dönmediler. Kalktım, dağıtım şirketine<br />

çat kapı gittim; sekreter telefonumu aldı, yine<br />

aramadılar. Ben de yeni açılan SETEM Akademi<br />

Sineması ve CineMajestik sinemasında gösterim<br />

yapmaya karar verdim.<br />

Türk sinemasında neredeyse klasik öykü anlatımı<br />

unutuldu. Sizin sinemanızda bu etki var mı? Bunu<br />

bir handikap olarak görüyor musunuz?<br />

Bu sinemanın doğuşundan beri sinema estetiği<br />

açısından tartışılan bir konu. Sinemanın<br />

edebiyatın, tiyatronun, diğer sanatların etkilerden<br />

kurtulması, kendi dilini oluşturması<br />

gerektiğini savunan kuramcılar, sinemacılar oldu.<br />

Ama Tarkovski, Bresson, Goddard gibi bir kaç<br />

dahi yönetmen dışında bunu yapabilen çok az<br />

yönetmen oldu. İnsanlar ilkçağlardan beri öykü<br />

anlatmayı ve öykü dinlemeyi seviyorlar. Benim iki<br />

film de öykü var. Bunu da handikap olarak gör-


müyorum şimdilik.<br />

Son filminizi 1999 yılında çekmiştiniz. Bu kadar<br />

ara vermenizin sebebi nedir?<br />

Renkli –Türkçe’yi çektiğimden beri bağımsız<br />

sinemayı savundum. Hiçbir yapımcıya gitmedim.<br />

Bu da bana pahalıya patladı diyebilirim. Oysa film<br />

çekmek için finans gerekli. Türk sinemasında<br />

Yeşilçam tipi yapımcı da kalmadı. Türkiye’de ancak<br />

Kültür Bakanlığı ve yurtdışı fonlardan destek<br />

almadan film çekmek olanaksız gibi. Yurtdışı<br />

fonlara başvurmadım. Kültür Bakanlığına da daha<br />

önce bir kaç kez yapım desteği için başvurdum,<br />

olmadı. Ancak 2011 de Biz Babasız Büyüdük filmi<br />

destek aldı.<br />

Kültür bakanlığının projelere para yardımı<br />

yapması dışında nasıl bir katkısı olabilir?<br />

Kültür Bakanlığı şimdi destekleri artırdı. Yapımcı<br />

% 50sini ben karşılayacağım dediği için aldığınız<br />

bütçenin iki katı fatura isteniyor. Belki bu konuda<br />

art KDV gibi bir şey olabilir. Daha önemlisi<br />

Bakanlık dağıtım konusunda bir şeyler yapabilir.<br />

Dağıtım desteği verebilir. Bakanlık belirli<br />

kentlerde sinema salonları ya da Kültür Merkezleri<br />

açabilir.<br />

Bundan sonraki projeniz nedir?<br />

İstanbul’da geçen bir senaryom var onu çekmek<br />

istiyorum.<br />

Dizi yönetmenliğine nasıl bakıyorsunuz?<br />

Dizi yönetmenliği hiç düşünmedim. Bazen<br />

daha rahat film çekmek için “acaba dizi çeksem<br />

mi ?” diye düşündüğüm oldu. Ama gerçekten<br />

dizi çekmek çok zor. Haftanın 5-6 günü, gece<br />

gündüz çalışıyorlar. Ben biraz zamanın kendime<br />

ait olmasını istiyorum. Ayrıca dizi çekmek<br />

sinema dilinizi etkileyebilir. Aslında normal<br />

dizilerden farklı olan, 4-5 bölümlük sinema filmi<br />

gibi diziler çekilebilir. Belki öyle bir dizi olursa<br />

çekebilirim.<br />

Benim size sormadığım ama sizin söylemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Biz Babasız Büyüdük, Türkiye’de Atıf Yılmaz’ın<br />

Cengiz Aytmatov’dan uyarladığı Selvi Boylu<br />

Al Yazmalım’dan sonra Kırgızca’dan uyarlanan<br />

ikinci film. Sovyetler Birliği dağıldıktan<br />

sonra da dünya da Kırgız edebiyatından uyarlanan<br />

ilk film. Aşım Cakpbekov’un öyküleri de<br />

Aytmatov’un öyküleri kadar güzel.


n Şiddet; zorlama ve baskı ile bedensel<br />

ya da ruhsal zarara neden olabilecek<br />

hareketlerin tümü olarak açıklanabilir.<br />

Sanat ta her zaman şiddeti konu etmiş,<br />

ona farklı perspektiflerden bakmamızı<br />

sağlamıştır. Elbette sinema da şiddete<br />

bakmanın, onu anlatmanın çok güçlü bir<br />

yolu. Savaş döneminden tutun da psikolojik<br />

rahatsızlıkları konu alan filmlere kadar<br />

şiddetin başı çektiği sayısız film var sinema<br />

tarihine baktığımızda.<br />

Konu kadına şiddete gelince iş çok daha<br />

farklılaşıyor ve kadına uygulanan şiddetin<br />

de sinemada çeşit çeşit işlendiği filmler söz<br />

konusu fakat biz bu ay vizyona giren Gone<br />

Girl/Kayıp Kız üzerinden, karısına/partnerine<br />

şiddet uygulayan/onu öldüren erkeklerin<br />

yer aldığı bazı filmlere bakmak istedik.<br />

Gone Girl: Senaryosu aynı isimli romanın<br />

sahibi Gillian Flynn’e, yönetmenliği ise usta<br />

isim David Fincher’a ait filmde esrarengiz<br />

biçimde kaybolan Amy’nin hikayesine<br />

odaklanıyoruz, şüpheli ise elbette kocasıdır.<br />

Oldukça esrarengiz ve oyunlu bir film Gone<br />

Girl, sürpriz bozmak istemeyiz. Fincher yine<br />

çok ustaca bir iş çıkarmış, montaj, oyunculuk<br />

ve müzikler, filmi düz bir gerilimden çok<br />

daha ötesine taşımış. Bu ayın kaçırılmaması<br />

gereken filmlerinden…


The Secret Window: Stephen King’in<br />

romanından uyarlanmış David<br />

Koepp yönetmenliğindeki filmin<br />

gizemli hikayesinde Johnny Depp’in<br />

canlandırdığı<br />

psikopat karakter,<br />

eski karısını ve<br />

onun sevgilisini<br />

öldürüp, bahçeye<br />

gömüp sonra da<br />

bir güzel mısır<br />

yiyordu. Unutulmaz<br />

sahnelerden…<br />

Fracture: 2007<br />

yapımı Gregory<br />

Hoblit imzalı film<br />

Anthony Hopkins ve<br />

Ryan Gosling’i karşı<br />

karşıya getirişiyle<br />

bile dikkat çekici.<br />

Kendisini aldatan<br />

karısını öldüren ve<br />

akabinde polisleri<br />

çağıran olgun adam ile genç ve<br />

başarılı bir savcı karşı karşıya geliyor<br />

filmde, filmde gizemli yanlar yok değil<br />

ama Gone Girl’ün yanında lafı bile<br />

olmaz. Yine de Hopkins’in performansı<br />

ve Gosling’in toy zamanları için<br />

yeniden bakılabilir…<br />

A Perfect Murder:<br />

98 yapımı Andrew<br />

Davis imzalı filmde<br />

sevgisini bir türlü<br />

gösteremeyen<br />

adamın, bu ilgisizlik<br />

sonucu onu<br />

aldatan karısını<br />

öldürme planlarını


ne kadar sinsice yaptığını izliyoruz. Michael<br />

Douglas ve Gywneth Paltrow performansları ise<br />

tartışılmaz.<br />

Sleeping With The Enemy: 91 yapımı Joseph<br />

Ruben imzalı filmde<br />

hikaye belli. Dışarıdan<br />

bakıldığında kusursuz<br />

bir evliliğe sahipler<br />

ama aslında Martin<br />

hasta ruhlu biri.<br />

Laura’nın yaşamını<br />

cehenneme çevirince<br />

bu baskıya dayanamayan<br />

kadın sıradışı<br />

bir planla kocasından<br />

kaçmayı düşünüyor<br />

ama kazdığı kuyuya<br />

kendi düşüyor…Klasik<br />

bir konu olmakla<br />

birlikte gerilim öğeleri<br />

iyidir filmin, Julia Roberts’ın varlığı da filmi<br />

izlenir kılıyor.<br />

The Color Purple: 85 yapımı usta yönetmen Steven<br />

Spielberg imzalı film Alice Walker’ın Pulitzer<br />

ödüllü romanından uyarlanan, 11 dalda Oscar<br />

adayı olan, kadına şiddetin başarıyla anlatıldığı<br />

güçlü bir film. Danny Glover, Whoopi Goldberg<br />

başrollerde.<br />

The Killer Inside Me: Jim Thompson’ın aynı<br />

adlı romanından beyazperdeye adapte edilmiş<br />

olan film, Micheal Winterbottom imzalı. 2012<br />

yapımı filmde Casey Affleck ,Jessica Alba ve<br />

Kate Hudson’ı izliyoruz. Film şiddet sahnelerinin<br />

aşırılığıyla epey konuşulmuştu.<br />

What’s Love Got to Do With it: 93 yapımı filmde<br />

Tina Turner’ın hayatı konu ediliyor. Kendisini<br />

Tina Turner yapan kişi aynı zamanda hayatını<br />

zindan eden, onu türlü şiddete maruz bırakan<br />

menajeri/sevgilisi/kocasıdır.<br />

The Burning Bed: Robert Greenwald imzalı<br />

84 yapımı filmde şiddet gören kadın rolünde<br />

Farah Faxcett’i izliyoruz. Bu kez şiddet görenin<br />

intikamı da acı oluyor. Paul Le Mat, filmdeki<br />

rolüyle Altın Küre ödülü kazanmıştı.


Türe merhaba niteliğindeki<br />

filmin öncüllerine bir bakalım:<br />

Nineteen Eighty-<br />

Four(1984)<br />

George Orwell’in<br />

aynı adlı Distopik<br />

başyapıtından<br />

uyarlanan film<br />

totaliter bir rejimin<br />

insanlar üzerindeki<br />

baskısını<br />

anlatıyor. “Big<br />

Brother” hepimizi<br />

izliyor.<br />

Brazil(1985)<br />

Sam Lowry’nin<br />

bürokrasi ile başı<br />

derttedir ve tek<br />

isteği tüm teknolojiyi<br />

ve bu futüristik<br />

dünyayı geride<br />

bırakıp hayallerinin<br />

kadını ile<br />

beraber olmaktır.<br />

Ancak sistem<br />

onun bombalama<br />

faaliyetlerinin<br />

arkasındaki isim<br />

olduğunu söyler<br />

ve böylece hayatı<br />

tehlikeye girer.<br />

Soylent<br />

Green(1973)<br />

Dünya nüfusu<br />

patlamış, kaynaklar<br />

kirlenmiş,<br />

yiyecek tek şey<br />

ne olduğunun<br />

bilinmediği<br />

Soylent denilen<br />

denizden<br />

geldiği söylenen<br />

bir besin. Ve bu<br />

gizemli besinin ne<br />

olduğunu çözmeye<br />

çalışanlar.<br />

Mad Max (1979)<br />

Tamamen yıkım<br />

ve kaos içindeki<br />

bir dünyada yol<br />

alan eski polis<br />

Max ailesinin<br />

katledilişinden<br />

sonra bir<br />

vigilante’ye<br />

dönmüş ve kendince<br />

doğru olan<br />

değerlerin peşine<br />

düşmüştür.<br />

12 Monkeys (1995)<br />

Blade Runner<br />

(1982)<br />

Kurgu Bilim<br />

edebiyatının<br />

önemli isimlerinden<br />

Philip<br />

K.Dick’in “Do Androids<br />

Dream of<br />

Electric Sheep?”<br />

öyküsünden uyarlanan<br />

film distopik<br />

bir Los Angeles<br />

arka planında<br />

replikant denilen<br />

robotlar ile insanlar<br />

arasındaki<br />

ilişkileri anlatıyor.<br />

Gelecek 12 Maymun<br />

adlı bir çetenin<br />

yaptıklarından dolayı<br />

tehlikededir. Tehlikeli<br />

bir virüs yayılmış<br />

ve insanlığın<br />

sadece %1’i<br />

kurtarılabilmiştir.<br />

Zamanda yolculuğu<br />

bulan sistem<br />

12 Maymun’un<br />

yaptıklarını düzeltmek<br />

için bir<br />

mahkum’u geçmişe<br />

yollar.


The Matrix (1999)<br />

Sistem bu sefer<br />

robotların elindedir<br />

ve insanları sadece<br />

enerji ihtiyaçları için<br />

canlı tutmaktadırlar.<br />

Seçilmiş kişi Neo ve<br />

Morpheus’un başı<br />

çektiği ekip insanlık<br />

için mücadele verecektir.<br />

Logan’s Run(1976)<br />

22<strong>74</strong> yılında insanlık<br />

neredeyse kusursuz<br />

görünen bir sistem<br />

ile yönetilmektedir.<br />

Tüm dünyevi<br />

zevklerin serbest<br />

olduğu bu yaşamda<br />

tek problem 30<br />

yaşına geldiğinizde<br />

bir seremoni ile<br />

öldürülmenizdir. Logan<br />

sistemin dışına<br />

çıkınca gerçek<br />

dünya ile tanışır ve<br />

geri dönüp sistemi<br />

yıkmaya karar verir.<br />

Planet of the<br />

Apes(1968)<br />

Yıllarca bize<br />

ne kadar benziyorlar<br />

yoksa<br />

maymundan<br />

mı geliyoruz<br />

dedik. Ama<br />

bilemedik ki<br />

onlar da evrilip<br />

bir gün bizi esir<br />

alacaklar. Hala<br />

devam eden<br />

bu unutulmaz<br />

distopya gezegenin<br />

tek sahibinin<br />

maymunlar<br />

olduğu bir ortamda insanlığın bu rol<br />

değişimine karşı duruşunu anlatıyor.<br />

Children of Men(2006)<br />

Bir şekilde bütün<br />

kadınların kısır kaldığı<br />

bir dünya. Uzun zaman<br />

sonra hamile kalan bir<br />

kadını güvenli bir bölgeye<br />

taşımaya çalışan bir aktivist<br />

çete insanlığın devamı<br />

için belki de son umuttur.


aldığı olumsuz eleştirilere rağmen gişede bütçesini<br />

üçe dörde katlamayı bilen Darkness (2002),<br />

vasat üstü hayalet filmi Fragile (2005) ve biraz<br />

önce bahsi geçen ‘6 Films to Keep You Awake’<br />

serisinden To Let (2006) isimli filmleri yönetti.<br />

(Bu arada ‘6 Films to Keep You Awake’ serisini<br />

izlemediyseniz, mutlaka izlemenizi öneririm.)<br />

n İspanya’dan dünyaya bir salgın gibi hızla<br />

yayılan [Rec] serisinin dördüncü halkası, ülkemizde<br />

Ekim ayının son vizyon haftasında<br />

gösterime giriyor. Bu vesileyle [Rec] külliyatına<br />

kısaca bir göz atarak, serinin önceki filmlerini<br />

hatırlatalım istedik.<br />

2000 sonrası atağa kalkan İspanyol Korku<br />

Sineması’nın ön saflarda çarpışan cesur<br />

yönetmenlerinden ikisi, Jaume<br />

Balaguero ve Paco Plaza’dır<br />

desem, sanırım çok az kişi itiraz<br />

eder. Plaza, İngiliz yazar<br />

Ramsey Campbell’in 2001 tarihli<br />

romanı Pact of the Fathers’dan<br />

uyarlanan Second Name (2002),<br />

belli başlı eksiklerine rağmen<br />

kurtadam filmlerine düşkün<br />

bünyeleri memnun etmekte<br />

zorlanmayan Romasanta: The<br />

Werewolf Hunt (2004) ve birbirinden<br />

güçlü yaklaşık yetmiş dakika<br />

uzunluğundaki altı televizyon<br />

filminden oluşan ‘6 Films to Keep<br />

You Awake’ serisi dahilindeki<br />

The Christmas Tale (2005) isimli filmlerden<br />

sorumlu yönetmen. Balaguero ise gene Ramsey<br />

Campbell’in 1981 tarihli (film ile aynı adı taşıyan)<br />

romanından uyarladığı The Nameless (1999),<br />

[Rec] (2007)<br />

Balaguero ve Plaza, 2007 senesinde güçlerini<br />

birleştirerek yazının ana konusu olan serinin ilk<br />

filmi [Rec] fenomenine ortaklaşa imza attılar.<br />

TV muhabiri Angela ve kameramanı Pablo,<br />

Barcelona’daki itfaiye ekiplerinden birinin gece<br />

vardiyasını görüntülemek üzere itfaiye merkezinde<br />

çekim yapmaktadır. Gece sessiz geçecek<br />

gibi görünürken, apartman dairesinde mahsur<br />

kalan yaşlı bir kadın ile ilgili bir ihbar telefonu<br />

gelir. İtfaiye ekibi süratle hazırlanır ve Angela ile<br />

Pablo’yu da yanlarına alarak, olay yerine gitmek<br />

üzere yola çıkar. Apartman sakinleri, binanın<br />

giriş holünde toplanmış, yaşlı kadının dairesinden<br />

gelen çığlık sesleri hakkında tartışmaktadır.<br />

Angela ve Pablo, iki polis memuru<br />

ve birkaç itfaiyeci ile beraber<br />

yaşlı kadının dairesine çıkar. Bu<br />

arada olay yerine gelen askeri<br />

birlikler binayı karantina altına<br />

alarak mühürler. İşlerin çığırından<br />

çıkması çok uzun sürmez.<br />

Cannibal Holocaust’un (1980)<br />

temellerini attığı ve The Blair<br />

Witch Project’in (1999) kurdeleyi<br />

keserek açılışını yaptığı ‘buluntu<br />

film’ (found footage) yolu,<br />

umulanın çok üzerinde, ağır bir<br />

trafiğe maruz kaldı. Bu yoldan<br />

ilerleyen onlarca sıradan örneğin<br />

arasından kolayca sıyrılmayı<br />

başaran [Rec], hem seyircilerden, hem de<br />

eleştirmenlerden olumlu not aldı. Gayet sağlam<br />

bir gişe başarısı ile de devam filmleri kapısının<br />

ardına kadar açılmasını sağladı.


Bu arada paranın kokusunu alan Hollywood,<br />

[Rec]’e karşı kayıtsız kalamadı ve aceleyle<br />

Quarantine (2008) isimli bir ‘yeniden yapım’<br />

çekti. Eylül ayında vizyona giren ilginç bir ‘buluntu<br />

film’ örneği As Above, So Below (2014),<br />

Shyamalan’ın öyküsünden senaryolaştırılan<br />

Devil (2010) ve The Poughkeepsie Tapes (2007)<br />

gibi filmlerden mesul John Erick Dowdle’un<br />

yönettiği filmin başrolünde ise ülkemizde de<br />

bir hayli popüler olan TV dizisi Dexter’dan<br />

tanıdığımız Jennifer Carpenter var. Quarantine,<br />

[Rec]’in neredeyse bire bir çekimlerinden<br />

oluşuyor. Tek farkı oyuncuların milliyeti<br />

ve konuştukları dil. İlginçtir, Quarantine’e de<br />

Quarantine 2: Terminal (2011) isimli bir devam<br />

filmi çekildi. Ancak kendi öncülünün öyküsünü<br />

devam ettiren Quarantine 2’nun, [Rec] 2 ile bir<br />

ilgisi yoktur.<br />

[Rec]² (2009)<br />

İlk filmin dünya çapında<br />

haklı olarak ilgi görmesi<br />

üzerine, Balaguero<br />

ve Plaza ikilisi tekrar<br />

kolları sıvayarak devam<br />

filmini de beraber<br />

yönettiler. İlkinin kaldığı<br />

yerden devam eden<br />

[Rec] 2’da karantinaya<br />

alınan apartmana geri<br />

döneriz. Sağlık Bakanlığı<br />

tarafından görevlendirilen<br />

Dr. Owen ve<br />

bir özel harekât timi apartmana girer. Bu sefer<br />

olayları Pablo’nun kamerasından değil, askerlerin<br />

kasklarına yerleştirilmiş kameralar aracılığı<br />

ile takip ederiz. Birden fazla kaynaktan takip<br />

ettiğimiz olaylar silsilesi, ilk filmde olan bitenin<br />

sebepleri hakkında detaylı açıklamalar yapar,<br />

merakımızı giderir ama doğruya doğru, [Rec]<br />

2 ilk filmin vasat bir kopyası gibi görünmekten<br />

kurtulamaz.<br />

[REC]3: Genesis (2012)<br />

Serinin üçüncü filminde birtakım değişikliklere<br />

gidildi. Paco Plaza, yönetmenlik koltuğuna tek<br />

başına kuruldu ve salgını apartmandan dışarıya<br />

taşıdı. Tek değişiklik bunlar değildi; Koldo ve<br />

Clara’nın düğün hazırlıklarının, el kamerası ve<br />

cep telefonu kamerası gibi kaynaklar aracılığıyla<br />

aktarıldığı giriş bölümü<br />

ile ‘buluntu film’miş gibi<br />

yaparak başlayan [Rec]<br />

3, ilerleyen dakikalardan<br />

itibaren geleneksel çekim<br />

yöntemlerine geçiş yapar.<br />

Düğündeki konuklardan<br />

birinin rahatsızlanmasıyla<br />

başlayan tedirginlik,<br />

yerini aynı kişinin etrafa<br />

saldırıp diğer konukları<br />

ısırmaya başlamasıyla,<br />

hiç durmayan bir kovalamacaya<br />

ve kaosa bırakır.<br />

Filmin bundan sonrası çok fazla sürprize yer<br />

vermeden, tipik bir zombi ya da ‘infected’ filmi<br />

gibi devam eder. [Rec] 3, serinin ilk iki filmi ile<br />

bağlantısızmış gibi dursa da, final sahnesi ile ana<br />

öyküye eklemlenmeyi de ihmal etmez.<br />

Genelde pek beğenilmeyen [Rec] 3, en çok önceki<br />

filmlerin ciddi ve klostrofobik havasını terk<br />

edip, eğlenceli ama sıradan bir zombi filmi haline<br />

bürünmesiyle eleştirildi. Bu arada [Rec] 3’nin, ilk<br />

zombi filmimiz Ada: Zombilerin Düğünü (2010)<br />

ile benzer bir çıkış noktasına sahip olmasını da<br />

ilginç bir detay olarak buraya ekleyelim. (Tersi<br />

olsaydı neler derlerdi kimbilir.)<br />

[REC]4: Apocalypse (2014)<br />

Gelelim 31 Ekim’de vizyona girecek olan [REC]<br />

4’a. Serinin (eğer bir değişiklik olmazsa) son<br />

filmini de Jaume Balaguero tek başına yönetiyor.<br />

İlk filmin yıldızı Manuela Velasco, gene Angela<br />

rolüyle seriye geri dönüyor.<br />

Balaguero, Fangoria’ya verdiği röportajda, filmin<br />

iddialı alt ismine ilişkin şunları söyledi; “[Rec]<br />

serisindeki filmlerin hepsinin bütçesi hemen<br />

hemen aynıdır. Bu yüzden bu filmde zombilerle<br />

dolu Barcelona sokakları gibi devasa sahneler<br />

görmeyeceksiniz. Zaten daha en başta öyle<br />

büyük sahneler çekme gibi bir niyetimiz yoktu,<br />

sadece kontrolümüzde olan güçlü bir öykü<br />

olmalıydı.” Balaguero, [REC] 4’un ikinci filmin<br />

kaldığı yerden devam edeceğini ve ‘buluntu film’<br />

tarzını tamamen terk edeceğini de sözlerine<br />

ekledi. Dördüncü filmin seriye neler katacağını<br />

görmek için Ekim ayının son gününe kadar beklememiz<br />

gerekiyor. Umarım beklediğimize değer.


Bu ay Ben<br />

Affleck ile oynadığı<br />

Gone Girl filmi ile<br />

karşımıza gelecek<br />

olan Rosemund<br />

Pike hiç de alışık<br />

olmadığımız bir<br />

aktrist. Oxford’ta<br />

okumuş, Almanca,<br />

Fransızca bilen,<br />

çello çalan<br />

dörtdörtlük<br />

bir hatun…


SERDAR AKBIYIK<br />

n Rosemund Pike daha ilk filmiyle gönüllerde that kurdu. James<br />

Bond’un güzellerinden olarak mesleğe adım atan Pike, Die Another<br />

Day filmiyle o kadar başarılı oldu ki 2002 yılında Empire’ın En<br />

İyi İlk Oyunculuk ödülünü aldı. Bond kızı olarak karşısında Halle<br />

Barry vardı. Barry ile aralarında 12 yaş olmasına rağmen doğal<br />

olgunluğuyla hiç de altta kalmadı. Doom, Johnny English Reborn,<br />

Wrath Of The Titans gibi büyük bütçeli Hollywood filmlerinde<br />

başarıyla oynarken bağımsız yapımlarında aranan yıldızı oldu. An<br />

Education, Made in Dagenham ve Barney’s Version gibi muhteşem<br />

filmlerde bizi kendine aşık etti. Şu an 34 yaşında olan Pike öyle bir<br />

çizgi dışı güzelliğe sahip ki hem olgun kadın rollerini hem de çıtır<br />

güzel kız kimliğini üstünde başarıyla taşıyabiliyor. Bunun en büyük<br />

kanıtı da Barneys Version’da canlandırdığı karakterin gençliğini ve<br />

yaşlılığını canlandırırken sergilediği performanstı. Böyle isimlerle<br />

karşılaştığımızda bazı kadınların mükemmelliği aklımızı başımızdan<br />

alıyor. Pike’ın birçok üstün özelliği var. Aileden sanatçı güzel oyuncu.<br />

Annesi çellist, babası opera sanatçısı. Pike’ın küçüklüğü anne<br />

babasının meslekleri yüzünden Avrupa’da gezerek geçmiş. Almanca<br />

ve Fransızca biliyor. Çello ve piyano çalıyor. Bütün bunların<br />

üzerine Oxford’ta okumuş. Okuldaki arkadaşı ise Chelsea Clinton.<br />

Özel hayatını insanların gözü önünde yaşamaktan nefret ettiğini<br />

söyleyen Pike 2 yaşında bir oğula sahip. Jack Reacher’in çekimlerini<br />

bitirdiğinde dört aylık hamileydi. Doğumdan hemen sonra ise Martin<br />

Freeman ve komedyen Simon Pegg ile başrolünü paylaşacağı The<br />

World’s End filminin çekti. 2014’te Along Way Down, Hector and<br />

the Search for Happiness, What We Did on Our Holiday ve bu ay<br />

ülkemizde de vizyona girecek olan Gone Girl ile sinemaseverlerin<br />

karşısına çıkacak. Yani Rosemund Pike’a durmak yok…


BANU BOZDEMİR<br />

n 9 Haziran 1963 tarihinde doğmuş<br />

asıl adı John Christopher Depp II<br />

olan Johnny Depp Amerikalı oyuncu,<br />

senarist, yönetmen, yapımcı,<br />

müzisyendir. Favori yönetmeni Tim<br />

Burton ile birçok güzel filme imza<br />

atmışlardır.<br />

2003 yılında Karayip Korsanları:<br />

Siyah İnci’nin Laneti, 2004 yılında<br />

Düşler Ülkesi ve 2007 yılında<br />

Sweeney Todd: Fleet Sokağının<br />

Şeytani Berberi filmlerindeki<br />

performansı ile En İyi Erkek Oyuncu<br />

Akademi Ödülü’ne ( Oscar ) aday<br />

gösterilmiştir. Filmlerde birbirinden<br />

zıt, görsel olarak renkli ve<br />

tipik karakterleri canlandırmasıyla<br />

tanınmaktadır. Resmi Araştırmalara<br />

Göre dünya üzerinde en çok hayrana<br />

sahip oyuncudur. Ayrıca Karayip<br />

Korsanları’nın son filmi Karayip<br />

Korsanları Gizemli Denizlerde filminde<br />

oynamak için 75 milyon dolar<br />

alarak bir film için en çok ücret alan<br />

oyuncu olarak Guiness Rekorlar<br />

kitabına girmiştir. Toplamda ise son<br />

10 yılın en çok para kazanan oyuncusudur.<br />

Dünya sinema tarihinde<br />

bir milyar dolardan fazla gişe elde<br />

eden 12 filmden 4 tanesi Johnny<br />

Depp’e aittir (Karayip Korsanları:<br />

Ölü Adamın Sandığı, Karayip<br />

Korsanları:Gizemli Denizlerde, Alice<br />

İn Wonderland, Karayip Korsanları:<br />

Dünyanın Sonu) Bu zaman kadar<br />

çektiği filmlerin toplam hasılatı 8<br />

milyar dolar’dan fazladır . Her yıl<br />

düzenlenen ve kazananları halk<br />

tarafından seçilen People Choice’s<br />

Awards’da(Halkın Seçimleri) 2004,<br />

2005, 2006, 2007, 2008, 2010, 2011,<br />

2012, 2014 yılların da Halkın Favori<br />

Aktörü seçilmiştir.<br />

Kendisini bu ay Walfy Pfister imzalı<br />

Evrim / Transcendence filminde<br />

bilim adamı Will Cater rolünde<br />

izleyeceğiz… Bir nevi hasret<br />

gidereceğiz de denebilir…


n Yaz sezonunda Fox Tv’de başlayan ve yeni<br />

sezonda da devam edecek olan Kiraz Mevsimi’nin<br />

başrollerini Özge Gürel (Öykü), Dağhan Külegeç<br />

(Mete), Serkan Çayoğlu (Ayaz) ve Nilperi<br />

Şahinkaya (Şeyma) paylaşıyor. Hedef kitlesi genç<br />

jenerasyon (özellikle y kuşağı) görünse de kişisel<br />

gözlemlerime dayanarak izleyici yaş ortalamasının<br />

tek bir kuşakla sınırlanmayacağını söyleyebilirim.<br />

Dizinin hikâyesine gelince dizide 5 tane çiftimiz<br />

ve her birinin kendilerine has ilişki dinamikleri<br />

var. Ama esas kızımız-oğlumuz Öykü ve Ayaz.<br />

Diğer karakterler ise, ilişkilerinde iniş çıkış<br />

yaşamakla birlikte Öykü-Ayaz aşkına vurgu yapmak<br />

için var aslında. Dizinin başında Öykü eski<br />

komşusu, en yakın arkadaşının abisi ve aslında<br />

kendisini kıskanan ve sürekli ayağını kaydırmak<br />

için oyunlar oynayan ama arkadaşıymış gibi<br />

davranan Şeyma’nın yeni sevgilisi olan Mete’ye<br />

çocukluğundan beri âşıktır. İlerleyen bölümlerde<br />

ise, tesadüfen tanıştığı ve sonrasında gelişen<br />

olaylar yüzünden bir ara sevgili rolü oynadığı<br />

Ayaz’a âşık olur. (bu tesadüflerden biride en büyük<br />

hayali başarılı bir modacı olmak olan Öykü’nün<br />

idolünün Ayaz’ın annesi Önem Dinçer olmasıdır.)<br />

Önce bu aşkı kendisine bile itiraf edemeyen Öykü,<br />

iki aşk arasında kalır ama sonunda kendisiyle<br />

yüzleşir ve Ayaz’a olan aşkını itiraf eder. Mete’nin<br />

iş ortağı ve en yakın arkadaşı olan Ayaz, Mete’nin<br />

sakin, geleneksel kişiliğinin tersine sosyal,<br />

eğlenceli ve çapkın bir karakterdir. Tanıdığı kızların<br />

aksine Öykü’nün fazlasıyla doğal, dürüst ve optimist<br />

kişiliği Ayaz için eğlenceli bir oyun olarak başlayan<br />

bu ilişkiyi aşka dönüştürür.<br />

ZENGİN OĞLAN-FAKİR KIZ<br />

AŞKI ESKİLERDE KALDI<br />

İlk bakışta zengin oğlan-fakir ama gururlu/yetenekli<br />

kız çevresinde seyredecek duran ya da seyretmesini<br />

öngördüğümüz ve hatta belki de umduğumuzun<br />

aksine hikâyemiz karakterler arasındaki sınıf farkını<br />

teğet geçiyor. Toplumsal bir gerçeklik olarak var<br />

olan sınıf farkı zengin kız-fakir oğlan (ya da tam<br />

tersi) aşkıyla yıllarca Yeşilçam ve sonrasında televizyon<br />

dizilerinde temel çatışma konusu olarak<br />

gelenekselleşen anlatı yapısıyla karşıma çıktığından<br />

mıdır bilinmez, birçok izleyici gibi bende nerede<br />

bir zengin oğlan-fakir kız görsem böyle bir sınıf<br />

çatışması bekler olmuşum. Oysaki gerçek hayatta<br />

zengin ve fakir arasında artan uçurumun aksine<br />

özellikle 2000’lerde taşları yerine oturan yeni popüler<br />

Türk sinemasına benzer olarak son dönemin birçok


dizisinde de karakterlerin, sınıfsal görünümlerine<br />

ilişkin temsiller değişti. Bu değişimin bir örneği de<br />

Kiraz Mevsimi. Dizide Öykü ve Ayaz arasındaki sınıf<br />

farkı teğet geçilerek, aşkı merkeze alan ve aşkın ne<br />

olduğuna, nasıl yaşanması gerektiğine vurgu yapan<br />

kodlamalar ile romantik aşkın reçetesi sunuluyor<br />

aslında. Bu sayede karakterlerin yaşadığı sanal<br />

evrende, sosyal bir gerçeklik olan sınıf farkı ve/<br />

veya aşka ilişkin izleyicilerin algıları yönlendiriliyor.<br />

Örneğin alışılmışın aksine Öykü ve Ayaz arasındaki<br />

sınıf farkının sorun yaratmaması ya da kızlar arası<br />

muhabbetlerde geçen “teklif ederse hemen evet<br />

deme”, “ilk buluşmada sakın öpüşme”, “yemeğe<br />

gidin hesabı ödeme kibarlığı gösterirse sevgilisiniz<br />

yoksa değilsiniz”, “sinemaya gidin âşık olduğun<br />

adam romantik film seçerse sevgilisiniz aksiyon<br />

seçerse değilsiniz”, şeklinde ki diyaloglar aşkın<br />

reçetelendiriliyor olması genç izleyicilerin ilişkiye<br />

bakış dinamiklerini de etkiliyor kuşkusuz.<br />

Bunların yanı sıra daha öncede söylediğim gibi aşkı<br />

merkeze alan dizide karakterlerin diğer kimlikleri<br />

(Öykü’nün evlat ya da öğrenci<br />

kimliği) ve ilişkilerine ilişkin<br />

kopukluklar, yüzeysel geçişler yok değil. Örneğin<br />

Öykü’nün öğrencilik hayatına son birkaç bölümde<br />

yer verilmemesi, ailesine düşkün olmasına<br />

rağmen Öykü’nün evden giden dikiş makinesini<br />

hala fark edememesi, dizinin başında Öykü’ye gizli<br />

bir aşk beslediğine ilişkin güçlü sinyaller veren<br />

Emre’nin bir anda kendisine âşık olan Burcu’ya<br />

karşılık vermesi bunun en güzel örneği.<br />

Peki, Neden Kiraz Mevsimi<br />

Dizinin tutma sebeplerinden bir tanesi izleyicinin<br />

yeni yüzler görmek istemesi ve ekipte yeni yüzlerin<br />

ağırlıkta olması. İzleyici yorumlarından da<br />

anlaşılacağı gibi özellikle Öykü ve Ayaz’ı çok<br />

sevimli bulmaları ve birbirlerine yakıştırmaları.<br />

Bir diğeri ve belki de en önemlisi modellik yapan,<br />

Zeytin Tepesi ve Kuzey Güney adlı diziler ile<br />

Hande Yener’in “Ya Ya Ya” adlı parçasının klibinde<br />

rol alan Serkan Çayoğlu’nun fiziksel özellikleriyle<br />

ön plana çıkması, beğenilmesi ve bu<br />

sayede geniş bir hayran kitlesinin oluşması. O<br />

kadar ki ne beyaz atlı romantik prensin, dublajın<br />

da etkisiyle bazen abartıya kaçan oyunculuğu ne<br />

de Öykü karakterinin doğal, naif kişiliğini vurgulamak<br />

için gereksiz tepkiler veren Özge Gürel’in<br />

doğal olmayan oyunculuğu bile izleyicinin gözüne<br />

batmıyor. Romantik komedi olan dizinin izleyici<br />

tarafından benimsenmesini sağlayan bir diğer<br />

etken hem ekibin hem de hikâyenin enerjisinin<br />

yüksek olması. Her ne kadar Öykü-Ayaz’ın bir<br />

türlü sevgili olamamasına tepki gösterseler de (ki<br />

son bölümde nihayet kavuştular) dramdan sıkılan<br />

ve mutlu aşk görmek isteyen, bu nedenle de Öykü<br />

ve Ayaz’ın romantik görüntüleri ile yetinen izleyicilere<br />

doğru adres olarak geliyor Kiraz Mevsimi.<br />

Ama ben yine de âşıkların kavuşmasının ardından<br />

içerikte rutine ve/veya tekrara düşebileceği tehlikesinden<br />

ötürü hikâyeye derinlik katılması<br />

gerektiğini düşünüyorum. Gerçi bir işin kalitesinin<br />

ya da başarısının reytingle ölçüldüğü günümüz<br />

dizi dünyasında Kiraz Mevsimi bir süre daha kendisine<br />

yer bulur gibi geliyor.


n Yasak aşk ekranda sıkça işlendi, ben de defalarca<br />

farklı diziler üzerinden farklı noktalara<br />

değinerek yasak aşkı yazdım. Bu kez yasak<br />

aşkın içindeki kadın imgesini cımbızlamak istiyorum.<br />

“Benim Adım Gültepe” Kanal D’nin yeni<br />

sezonda ekrana sürdüğü iddialı işlerden biriydi<br />

ancak beklenen başarı ilk bölümdeki çıkışın<br />

ardından istikrar gösteremedi, neden diye<br />

soranlarınıza elbette yanıtlarım var ve bu yanıt<br />

bahsettiğim aldatan kadın karakterde gizli…<br />

Öncelikle Benim Adım Gültepe dizisi genel<br />

çerçevede bana motivasyon unsurundan<br />

eksik görünüyor, “izlerken içim şişti” en<br />

açıklayıcı tabir, zira dizide bir bölümde bir<br />

tane gülen insan bulursanız öpüp başınıza<br />

koyun. İzleyiciye sürekli dram pompalanan<br />

dizinin bu yoksunluğu Hayat Devam<br />

Ediyor’u anımsatıyor, her ne kadar göreceli<br />

olarak başarılı bir iş olsa da bir süre sonra<br />

izleyicinin “içinin şiştiği” en net eleştiriydi.<br />

Dizideki insanlar sürekli mutsuzdu… Bakın<br />

Öyle Bir Geçer Zaman ki de dramdı ancak<br />

Osman’a ağladığımız kadar da gülüyorduk<br />

biz… Bu nokta bir yana asıl meseleye<br />

gelirsek, Benim Adım Gültepe adlı dizi yasak<br />

aşk anlatarak risk aldı, kadın karakteri<br />

sıradanlaştırarak ve aldatmayı aşkla tamamlayarak<br />

tabulara dokundu ancak dizinin ikna


ediciliğini sarsan öğeler de yine aynı iddialı<br />

parçalarda gizliydi.<br />

Biz ilk bölümde hatta dizinin tanıtımlarında<br />

Halil ile Gülümser’in randevulaşmasını<br />

gördük. Dizi izleyiciye aşkı göstermeden “ben<br />

aldatmayı anlatıyorum”u ilan etti. Halil ile<br />

Gülümser’in aşkı Gülümser için bir ihtiyaç ve<br />

inandırıcı olsa da, Halil’in “evli, çocuklu” bir<br />

kadınla yasak birlikteliğine yaklaşımım her<br />

izleyicide olduğunu düşündüğüm gibi şüphe<br />

ile gerçekleşti. Halil’in aşkına inanmam 3<br />

bölüm sürdü ki zaten ipler 5. bölümde koptu.<br />

Şurada anlaşalım Türkiye’deki dizilerde bir<br />

tane aldatan ve sonunda mutlu olan kadın<br />

örneği bulamazsınız… Kutsal aile mitimiz<br />

buna izin vermez. Bu kadınlar senaryolarda<br />

şöyle ikiye ayrılır, ya Yaprak Dökümü’ndeki<br />

Ferhunde veya Huzur Sokağı’ndaki Emel<br />

gibi kötülerdir ya da Yasak dizisinin Calibe’si<br />

ve Aşkı-ı Memnu’nun Bihter’i gibi aşık<br />

olmuşlardır. Bizim hikayelerimizde aldatma<br />

için bir meşruiyet gereklidir, kadın yalnızca<br />

zevk için aldatmaz, zevk için aldatan kötüdür<br />

ve bu yalnız cinsel zevk değil genelde para<br />

hırsıyla da beraber görülür. Veyahut, kadın<br />

aşıktır… Ancak bu aşkın cezasını da yine o<br />

çekecektir çünkü aşk meşruiyet sağlamaz<br />

öyle olsa neden adına yasak densin...<br />

Hatırlayınız Yaprak Dökümü’nün sonunda<br />

yalnız başına fotoğrafa bakarak ağlayan<br />

Ferhunde’dir, Bihter kendini öldürerek<br />

cezalandırmış, Calibe hamile ve tek başına<br />

bilmediği bir şehirdedir… Benim Adım<br />

Gültepe’ye dönersek Gülümser<br />

de cezalandırıldı, eşi<br />

hapiste olan kadın ilişkisi ortaya<br />

çıktığında eşinin kardeşi<br />

tarafından öldüresiye dövüldü<br />

ve evladı elinden alındı. E hani<br />

yasak aşk tutardı, bak bu da<br />

cezalandı niye reyting düşüyor<br />

derseniz… Kardeşim biz daha<br />

bu aşka yeni inanıyorduk, daha<br />

bu kadının yüzü gülmedi.<br />

Hepsini geçtim ben bir kadın<br />

izleyiciyim, eşimden ilgi görmüyorum,<br />

çocuk ayrı dert,<br />

ekrandaki aşklarla teselli buluyorum. Belki<br />

ben de aşığım ama tabularım yüzünden<br />

aldatmıyorum veya aşık olmak istiyorum…<br />

Dur içimde bastırdığım o aşk hevesini<br />

bir tatmin edeyim, şu Gülümser bir aşkı<br />

yaşasın, acısını, muhakemesini, sancısını bir<br />

görelim hemen niye yapıştırıyorsun kadına<br />

tokadı! Gülümser’e atılan o tokat kadın<br />

izleyiciye atılmıştır… O toplumun, tabunun,<br />

kocanın, erkeğin, erkin, devletin, mahalle<br />

baskısının, geleneklerin, törenin, gerçeğin<br />

tokadıdır. Ekranda izledikleriyle hayal kuran<br />

ancak kadın günlerinde bile “namussuz<br />

kadın, evli kadın<br />

hiç aşık olur mu”<br />

diye anlatarak<br />

içini bastıran,


ilgiye aç kadın izleyiciye namus dersidir.<br />

Gülümser’in Sonu Bihter Gibi Olmasın<br />

Dizinin muhafazakar olduğunu söylemiyorum,<br />

belki ileride Gülümser çok mutlu olacak, belki<br />

ölmemiştir bilemem. Ancak belli ki reyting<br />

için şişirilen bu dayak sahnesi dizi için tam<br />

ters amaca hizmet etmiştir. Adamın döverken<br />

kurduğu “Ben seni namuslu bir kadın bilirdim”<br />

cümlesi kelime seçimi itibarıyla bile çok<br />

anlamlıdır. O sahnelere kadar Gülümser için<br />

yalnızca yenge diyen adam kapıya “Aç kadın”<br />

diye dayanmıştır. Yengenin annelikle üstü<br />

örtülen kadınlığı suç olarak yüze vurulmuştur.<br />

Benim Adım Gültepe o dayağa kadar kadına<br />

kadın olduğunu hatırlatan, ailelerin idealize<br />

edilen gibi olmadığını, aile mitinin temellerinin<br />

çürüklüğünü ve aşk ile tabularla savaşma<br />

girişimini ekrana taşıyan cesur bir işti. O dayak<br />

bir anlamda teslimiyeti gösterse de kadın karakterin<br />

seçimleri bize dizinin geleceği hakkında<br />

ipuçları verecek.<br />

Dizi hakkında keşkelerin neler derseniz…<br />

Keşke Halil ile Gülümser’in aşkının ilk başını<br />

daha çok bilseydim. İkisinin ilk direnmelerini,<br />

olmazlarını, karşı koyamamalarını daha çok<br />

izleseydim… Aşk bir kere şapşallık gerektirir,<br />

hiç aşık olmadınız mı? Kendi mizahını<br />

içinde taşır, sakarlaşır, şapşallaşırsın…<br />

Gülümser’in sakarlığını, komedisini görseydim…<br />

Belki Gülümser’in eşi hapse girmeden<br />

önceki hallerini, kadının fedakarlık<br />

üzerine kurulu düzeninde bir kez olsun ilgi<br />

alan taraf olma istemesini görebilseydim.<br />

Tanıtımlarda randevulaşmalarını değil birbirlerini<br />

gördüklerinde kirpiklerinin titremesini<br />

izleseydim. Keşke bu aşkı daha somut olarak<br />

algılasaydım da aşka inanmak için 3 bölüm<br />

beklemeseydim. Ben o aşka inandıktan<br />

sonra Gülümser’in oğlu ona “Babamı<br />

aldattın mı” diye sorduğunda “Sevdim”<br />

demesini beklemeseydim. Hala aşka delil<br />

aramasaydım… Gülümser “Ben bir hata<br />

yaptım, telafisi olmayan bir hata” dediğinde<br />

her izleyici gibi umudumu kaybetmeseydim.<br />

Benim Adım Gültepe için umut ediyorum,<br />

umarım bu dizi ağlattığı kadar güldüren<br />

öğelere de kavuşur. Umarım Gülümser<br />

ekranda eşini aldattığı için lanetlenmeyen tek<br />

kadın olur. Umarım aşk bu kez kazanır ve bu<br />

kadının yüzü güler… Namus adına her gün<br />

kadınların katledildiği ülkemizde biraz cesarete<br />

ve aşka saygıya ihtiyacımız var.


n Beyaz Saray’ın ara koridorlarında<br />

dönen dolaplar, salonlarında<br />

soğukkanlılıkla çevrilen kirli oyunlar,<br />

masalarında imzalan acımasız kararlar<br />

ve günün sonunda herkesten daha<br />

temiz, güzel, eğitimli, zarif ve örnek<br />

görünen politikacı bir çiftin hikayesi<br />

yalın ve direkt bir dille anlatılıyor. House<br />

of Cards gözünü başkanlık koltuğuna<br />

dikmiş hırslı bir adamın ve en az kendisi<br />

kadar zirveyi arzulayan karısının<br />

çevresindeki insanları nasıl tuzağa<br />

düşürdükleri, ağlarında parçalamaktan<br />

kaçınmadıklarının hikayesini anlatıyor.<br />

Yani gayet tanıdık bir politikacı<br />

hastalığı ve bugünün ülke gündemine<br />

denk gelen içeriğiyle artı<br />

çağrışımlar yapıyor ve özellikle<br />

şimdilerde yaşananların perde<br />

arkasının anlatıyor gibi. Zengin bir<br />

kadro ve bütçeyle gerçekleştirilen<br />

yapımın muhteşem kurgusu, dengeli<br />

eylem temposu ve inandırıcı<br />

atmosferi seyirciyi kendine kolayca<br />

bağlıyor.<br />

Diziyi vazgeçilmez yapan en<br />

önemli ve etkili unsur yalın ve<br />

direkt dilin yarattığı güçten ve çok<br />

tanıdık fotoğraflar hatırlatmasından<br />

kaynaklanıyor. Kevin Spacey’nin<br />

vücut diliyle yeniden yazdığı<br />

politikacı terminolojisi öylesine<br />

gerçekçi ki inandırıcı olmanın ötesine<br />

geçiyor. Acaba aktör kimi oynuyor değil de bu<br />

aktörü oynayan ne çok politikacı vardır dedirtecek<br />

denli politikacı karması bir özgünlükte performans<br />

çıkarıyor. Ancak Kevin Spacey’inin oyunculuğundan<br />

çok metnin dili ve yapısı diziyi özel, farklı ve iz bırakır<br />

kılıyor.<br />

Çünkü klasik çekim ölçekleri, dengeli, mesafeli eylem<br />

akışı ve gayet orta karar bir hızda ilerleyen metnin<br />

bir anlatıcısı var. Genellikle en iyi kalpli, ezik,<br />

kendini ifade edecek güce ya da güvene sahip olamayan<br />

etkisiz yan kişilerin anlatıcı olması yaygındır.<br />

Böylece dışarıdan bir göz herkesin görmediğini,<br />

atladığını ya da bir türlü söyleyemediğini dillendirir.<br />

Ancak House of Cards’ta durum farklı! Tüm<br />

anlatı içinde büyük bir soğukkanlılık, profesyonellik,<br />

acımasızlık ve inandırıcılıkla yalan söyleyen<br />

kahraman seyirciye dönüyor ve olan biteni, asıl<br />

gerçeği ve neler planladığını söylüyor. Böylece seyirciyi<br />

kendi karanlık işlerine, kirli planlarına, kan<br />

donduran hesaplarına özetle çirkin dünyasına ve<br />

cümle suçlarına ortak ediyor. Yani son dönemde<br />

çok popüler olan anti-kahramanlar gibi anlaşılır,<br />

sevilir, hissedilir veya<br />

hak verilir olmaktan<br />

iyice uzaklaştırılarak<br />

özdeşleşilmeyecek<br />

çiğliklerinin hepsi<br />

seyircinin burnunun<br />

dibine, gözünün içine<br />

sokuluyor. Kahraman<br />

sıklıkla bölüm bitimlerinde,<br />

bazen kritik<br />

episode sonlarında<br />

ve iyice kameraya<br />

sokularak sanki seyircinin<br />

kulağına fısıldar<br />

ya da arkadaşına<br />

yanaşıp aramızda<br />

kalsın dercesine asıl<br />

meseleyi ve iğrenç<br />

hesaplarını paylaşıyor.


Sistemin tüm yasalarını cebinde kendi isteği<br />

ve lehi doğrultusunda kullanan takım elbiseli,<br />

şık, kibar, yetkili bir terminatörün çevresindeki<br />

insanları nasıl öğüttüğünü ve ne hissettiğini<br />

direkt izleyiciyle paylaşarak açık etmesi hem<br />

can sıkıyor hem de anlatıda izleyiciye ayrıca bir<br />

yer açıyor. Olayların göründüğünün dışında ne<br />

demek olduğunu ve bunu direkt öğreneceğini<br />

bilmek izleyiciyi ayrıca ‘ayrıcalıklı’ ve anlatıya<br />

yakın hissettiriyor. Sanki seyirci için özel<br />

yerleştirilmiş bir düşünce ve duygu çipi<br />

kahramanı kendi ağzıyla ihbar ediyor gibi. Elbette<br />

izleyici, kahramanın anlatıcı olduğu pek<br />

çok yazılı ve görselle imtihan olalı çok oldu. Yani<br />

kurmaca olduğunu durup dururken anımsatan<br />

ve böylece yabancılaşma sağlarken içsel bir<br />

sorgulamaya davet eden pek çok yapımdan biri<br />

House of Cards. Ancak yine de anti-kahramanın<br />

anlatıcı olması yalınlığı, derinliği ve sahiciliği<br />

sağladığı gibi izleyiciye farklı bir seyir zevki<br />

vererek tesir gücünü de arttırdığından başka bir<br />

tat bırakıyor. Buradaki anti-kahraman anlatıcı,<br />

gözlemci ya da ilahi bir üst göz olmadığı için<br />

kendi dehşetli iç dünyasını ve korkunç eylemlerini<br />

açığa vururken içinde bir miktar bile vicdan<br />

kırıntısı barındırmaması tuhaf bir katharsis<br />

sağlar. Başkalarının kirli dünyası izleyicinin<br />

küçük sırlarını ve ufak hesaplarını neredeyse<br />

aklar paklar, temizler ve bir tür arınmaya aracılık<br />

edilir. Böylece kahraman anlatıcı olarak kendi<br />

imgesini eylemlerinden biriymiş ve hatta<br />

asıl açıklamaymış gibi olay örgüsüne dahil<br />

ederek savunmasını, aklamasını en azından<br />

açıklamasını seyirciyle birebir iletişime geçerek<br />

anlatır ve sonuçta bu kurgu sayesinde gerçeği<br />

taklit etmeyi bırakıp izleyicinin de bırakmasını<br />

alttan alta ima etmiş olur. Olay örgüsü içindeki<br />

gerçeğe karşı şüpheci ve olumsuz bir bakış sergileyen<br />

kahraman, kurgu içindeki kurgusallığıyla<br />

anlatıya ekstra perspektifler sunuyor. Sadece<br />

bir iki cümlecik salt gerçeği yüz yüze konuşma<br />

kurgusu ve öznel bilincin deşifresiyle hiç<br />

gönderme yapılmaksızın ortada bulunan yüzeye<br />

hedeflenmiş veya değil pek çok değer<br />

kazandırılmış oluyor. Kısacası anlatı dilinin<br />

sağladığı seyir zevki kurgunun direkt yıkılarak<br />

kurgulanmasıyla daha renkli, katmanlı, etkileyici<br />

ve gerçekçi kılınıyor. Aksi takdirde Francis ve<br />

Claire’in öyküsünde seyirciye söylenen çok yeni<br />

bir şey yok aslında ama işte söyleyiş biçimi her<br />

şeyi yeni, özgün ve tesirli yapıyor.<br />

Ne de olsa Francis ve Claire gibi iktidar<br />

hırsıyla kavrularak iyi günde kötü günde<br />

amaçları uğruna öğütmeyecekleri hiç kimse<br />

olmayacağına yemin eden politikacılar ve<br />

dünyanın her yerinde varlar. El ele yürüdükleri<br />

hayat yolunda önlerine çıkan her engele bir<br />

tekme atmakta hiç sakınca görmeyen bu çiftin<br />

hasta, yaşlı, hamile, çoluk çocuk tanımayan halleri<br />

hiçte sürpriz değil. Kanlı, kremli ve pürüzsüz<br />

ellerini gülümseyerek halka sallayan politikacı<br />

çiftin sevgililerini, çalışanlarını, iş arkadaşlarını,<br />

söz verdikleri yoldaşlarını yüz üstü bırakmaları,<br />

öldürmeleri, tuzağa düşürmeleri ya da iftira<br />

atmaları da çok normal. Ne var ki bir an bile<br />

paniklememeleri, cinayet işledikleri günde dahi<br />

günlük koşularını aksatmamaları, tüm medyanın<br />

ve ülkenin lanetleyen bakışları altındayken<br />

önündeki birkaç sene sonranın hesaplarına rahatça<br />

odaklanmaları, kısacası soğukkanlılıkları<br />

seyircinin de kanını donduruyor. İktidar hırsının<br />

izah edilemez büyüsü içindeki çiftin öyküsü<br />

içinde yaşadığımız hayattan bağımsız bir hayat<br />

daha olduğunu, Francis ve Claire gibilerin orada<br />

yaşadığını mükemmelen resmediyor.<br />

Çünkü dünya politikacıların amaçlarına<br />

ulaşması için hazırlanmış bir oyun parkı<br />

onlar için, dolayısıyla kamera da aktörün<br />

etrafında dönerken tek kişinin merkezde<br />

olduğu bir yaşam öyküsünü yan karakterlerle<br />

zenginleştirerek veriyor ve elbette odak noktası<br />

hep aynı kalıyor: Francis ve Claire. House of<br />

Cards ne kadar tanıdık değil mi aslında! Güç<br />

odaklarının merkezinden kaydırılan Hayrünnisa<br />

Gül Hanım’ın ne kadar sinirlendiğini, şimdiye<br />

kadar sadece eşinin yanında bir resimken<br />

artık konuşabildiğini, savaşabildiğini ve kesinlikle<br />

iktidardan vazgeçmenin çok hasarlı bir<br />

kaza gibi zarar verdiğini görmemek mümkün<br />

mü? House of Cards’ın yerli versiyonunu biraz<br />

daha arabesk, alaturka ve fantezi tınılarla<br />

izlemek isterseniz bir haber kanalını açıverin.<br />

Ama Başkanların sırlarla dolu şık odalarına,<br />

donanımlı ofislerine, bol tablolu, heykelli<br />

koridorlarına girip dolaşmak ve arka planda<br />

feda edilen, kurban verilen, kıyılan, yakılan


NERGİZ KARADAŞ<br />

n Üç Maymun’un İsmail’i, Beş Şehir’in Şevket’i, Es-Es’in<br />

Uras’ı, Soğuk’ un Enver’i ve şimdilerde Ah Neriman’ın<br />

Mert’i Ahmet Rıfat Şungar. En son 21. Adana Altın Koza<br />

Film Festivali’nde Deniz Seviyesi’ndeki Burak rolüyle en iyi<br />

erkek oyuncu ödülüne layık görülen oyuncu başarı tesadüf<br />

değildir in canlı göstergelerinden biri benim için.<br />

Oyunculuğunuz üzerine konuşmadan önce, her fırsatta<br />

vurguladığınız ve önemli bulduğum bir şeyi tekrar sormak<br />

istiyorum aile bağları ne ifade ediyor sizin için, yoğun iş<br />

temposu bu bağları nasıl etkiliyor?<br />

Yoğun iş temposu kisvesi altında ailenize ayırabileceğiniz<br />

vakti, bin bir bahane ile hiç bir şeye ayırmadığınız dönemleriniz<br />

bolca oluyor. Aslında yoğun iş temposu değil de, neyin<br />

ne olacağının belli olmadığı bir tempo içinde çalışıyoruz<br />

demek daha doğru olur. Bu konuda da iş bize düşüyor,<br />

kapanıp çalışıyorsun illa ki, en azından kendin için neyin ne<br />

olduğunu anlamak sebebi ile... Toplantım var, görüşmem<br />

var derken, olmayan toplantı ve görüşmeler ile ailenizle<br />

görüşmemeyi bir beceri zannettiğinizi anladığınızda, hemen<br />

ailenizin yanına koşsanız iyi edersiniz. Aile ne olursa olsun<br />

iyidir...<br />

Sizi İstanbul’dan, Cannes Film Festivali’ne götüren oyunculuk<br />

serüveninizden bahseder misiniz?<br />

Vallahi okuldan mezun oldum ve ardından yaptığımız<br />

görüşme neticesinde filme seçildim ve ardından film Cannes<br />

film festivaline… Olan bu.<br />

Eğitime devam etme gibi bir planınız var mı? Yurt dışı mesela?<br />

Yurt dışından oyunculuk teklifi gelirse ne dersiniz?<br />

Eğitim hiç bir zaman bitmeyecek, her sohbetim, her<br />

izlediğim yeni oyun, film, okuduğum kitap, yaptığım<br />

yürüyüş beni muhakkak eğitiyor bir şekilde. Spesifik anlamda<br />

bir okul okumaktan bahsedecek olursak okulların,<br />

düzeni anlamak ve eğitim üzerinden birçok şeyi sorgulamak<br />

manasında her türlü eksikliklerine rağmen yararlı<br />

olduklarını düşünüyorum. En azından gördüğünüz eksikleri<br />

yerinde tartışabilme imkânı sağlama lüksü var ve belli bir<br />

disiplini kendiniz adına edinip etik sahibi olmanız konusunda<br />

yararları oluyor. Şuanda Bilgi Üniversitesi’nde yüksek<br />

lisans yapmaya çabalıyorum ve çok da başarılı olabildiğim


söylenemez, çünkü zamanımı planlama çabam genellikle yalana<br />

düşüyor. Yurt dışından film teklifi gelse tıpkı burada yaptığım gibi<br />

‘senaryoyu okuyabilir miyim?’ diye sorarım öncelikle ve ardından<br />

yönetmenle tanışmayı ve senaryo ile ilgili sorularımı sormayı<br />

talep ederim. Yurdun içi yahut dışı, oyunculuk mesleği yapıyor<br />

olmanızın ötesine geçebilecek bir husus olmadığı gibi, tercihleriniz<br />

konusunda büyük değişkenliklere sebep olabilecek bir detay da<br />

değil kanımca. Geçen Haziran ayında Faransa-Belçika-Luksemburg<br />

ortak yapımı bir filmde çalıştım, ortaya ne çıkarttığımızı her<br />

oynadığım filmde olduğu gibi merakla bekliyorum.<br />

Türkiye’de geç oyuncu olmak üzerine ne düşünüyorsunuz?<br />

Türkiye’de genç olmak gerçekten zor, oyuncu yahut taksici,<br />

öğrenci ya da tezgâhtar fark etmeden her bir kurum ve meslek<br />

içerisinde genç olmak bu memlekette zor. Zor olan bir durumun<br />

üstelik zora koşulduğunda bu kadar aşikârken, zor olanla mücadele<br />

etmek ve sevdiğimiz mesleklerimizi yapabilmek adına daha<br />

çok çalışmaya ihtiyacımız var. Severek yapmak ve bir heves<br />

uğruna yapmak arasında büyük farklar var. Çalışmaktan ne olursa<br />

olsun ödün vermemek ve soru sormaktan vazgeçmemek iyidir.<br />

Peki, oyuncu olmak isteyenler için ne dersiniz?<br />

‘Oldum’ dememekte yarar var !! Gerçekten oyuncu mu olmak<br />

istiyoruz, yoksa popüler olup tanınmak mı?...İyi düşünmek lazım.<br />

Tanınmak kötü bir şey olmayabilir lakin tanınmak için oyunculuk<br />

yapmak gerçekten büyük saçmalık. Görünür olmanın birçok<br />

arızası olabiliyor bu meslek için. Herkes hakkınızda bir şeyler<br />

zırvalar muhakkak, zırvalar ile üzerine düşünülmesi gerekenleri<br />

birbirinden ayırmak sanıldığı kadar zor değilmiş, zamanla bu<br />

gayet anlaşılır oluyor. Herkesin üzerinde söz hakkı edindiği bir<br />

meslekten bahsediyoruz, aman dikkat herkesin ne dediğinden<br />

önce, neden bu mesleği yapmak istediğimizi gerçekten hatırlamak<br />

hatta bir ömür boyunca bu hatırlama seanslarını kendi adımıza<br />

gözden geçirmek gerekebilir, bu gibi uğraşlardan sıkılmamak<br />

lazım. Başkalarının hayatları ve tercihleri ile ilgili konuşanlar asla<br />

sıkılmazlar, bu hastalıktan hastalık kapmamak için lütfen el ele<br />

verip çalışmaktan vazgeçmeyelim. Sonu gelmeyecek kadar çok<br />

oyun yazılmış, sıkılmak ve söylenmek handikabına düşmek yerine,<br />

sahne mi var, çalışacak yer yok vb. birçok bahane üretmek yerine,<br />

istiyorsak her yerde her şekilde hayal edemeyeceğimiz kadar<br />

farklı rol çalışabilir, yazabilir oynayabiliriz. Konformist olmamız<br />

için bir sürü şey sunuluyor önümüze, sorup sorgulamadan her<br />

şeye uyumlanır olduğumuzda da kelime manasını yitiriyor, içi<br />

boşalıyor... Ve aynen yanlış manasında kullanıldığı gibi ‘rahatına<br />

düşkün’ bireyler sadece söylenir ve asla çalışmaz oluyorlar,<br />

çalışmak için kıçımızı yerinden kaldıramayacaksak eğer oyunculuk<br />

çok yanlış tercih...<br />

Kariyerinizde tiyatro, reklam, dizi ve sinema oyunculuğu var. Rolü<br />

kabul etme kriteriniz nedir? Oynamam dediğiniz bir rol var mı?<br />

Ben oyuncuyum ve her role mesleğim gereği talibim. Böyle bir


ayrım söz konusu olamaz. Rolü kabul etmekten daha mühim olan<br />

gerçek, okuduğunuz senaryo ya da oyun metninin bütününü<br />

tartışmak arzusu hissedip hissetmediğiniz. Önemli olan bütün ve<br />

ardından o bütünün içinde hep beraber bütünü seyredilir kılmak<br />

için kaybolabilmek. En azından uzun zamandır bu konuyla ilgili<br />

böyle düşünüyorum.<br />

Soğuk filmindeki Enver başka bir karakter Üç Maymun ’da ki İsmail<br />

bambaşka rolün üzerinize yapışmamasını nasıl sağlıyorsunuz?<br />

Ben gerçekten bu sözden pek bir şey anlamıyorum. Birileri rolü<br />

üzerinize yapıştırabilir muhakkak, orasını bilemem. Rol niye<br />

üzerinize yapışsın... Vallahi komik geliyor, bilemedim bu sorunun<br />

cevabını.<br />

Sizin çok etkilendiğiniz, büyüsüne kapıldığınız oyuncu, yönetmen<br />

ve/veya filmler var mı?<br />

Çok var, uzun sohbetlere denk gelindiğinde dahi sonu gelmeyecek<br />

kadar çok !!<br />

İzleyici ile ilişkileriniz nasıl? Diğer bir ifadeyle oyuncu izleyici<br />

ilişkisinin nasıl olması gerektiğini düşünüyorsunuz?<br />

Hayır düşünmüyorum. İnsan ilişkileriniz ile ilgili kurmaca bir<br />

düşünce geliştirmeye ne gerek var. Kimin izleyici, kimin izlemeyici<br />

olduğunu düşünerek yaşanır mı...Ne olursa olsun tüm ilişkiler samimi<br />

olsun elbet. Sevmek içinde sevmemek içinde...<br />

Show tv’nin yeni dizisi “Ah Neriman” da mahallenin bıçkın, fanatik<br />

delikanlısı Mert rolündesiniz. Bize diziden ve rolünüzden bahseder<br />

misiniz?<br />

Aslında yukarıda yazıldığı gibi galiba. Hala bir karakter oturtma<br />

çabası içindeyim, bir anda işin içine giriyorsunuz ve organik bağı<br />

yakalayana kadar belli bir zaman geçiyor. Diziden ve çalışma<br />

ortamımdan çok memnunum ve umarım uzun soluklu ve izleyenlerin<br />

zaman ayırdıklarına değer bir iş olur. Perran Kutman ile<br />

kucaklaşmak ve onun sizi daha çok kucaklayabilmesi için o sette<br />

olmak dahi yeterli olabiliyor. Çalışacağınız yere geri adımlarla


gitmediğiniz iş ortamlarına her zaman denk gelmeyebilirsiniz,<br />

şükür ki bu iş seve seve gittiğimiz<br />

bir iş.<br />

Peki sizce “Ah Neriman” mevcut diziler arasında<br />

nereye yerleşecek? İlk bölüme ilişkin tepkiler<br />

nasıl? Reyting savaşından galip çıkıp tutunabilecek<br />

mi?<br />

Ben hiç anlamam reytingden, zaten pek<br />

anlaşılabilir bir şey olmasa gerek. Anladığını<br />

düşündüklerime soruyorum bazen ve kafam<br />

daha çok karışıyor, o sebep o konuya dair cümlem<br />

yok. Fakat AH NERİMAN samimi bir iş ve bu<br />

samimiyeti sebebi ile kendine yer bulabilir diye<br />

düşünüyorum, daha çok hissediyorum diyeyim.<br />

Dizi dışında kesinleşmiş projeler var mı?<br />

Tiyatro yapmak istiyorum ve tiyatro yapacağım<br />

inşallah.<br />

Nisan Dağ ve Esra Saydam ikilisinin ilk uzun<br />

metrajlı filmi olan ve Adana Altın Koza film festivalinde<br />

size de en iyi erkek oyuncu ödülünü<br />

kazandıran “Deniz Seviyesi” filmine nasıl dâhil<br />

oldunuz? Senaryoyu okuduktan sonra bu filmde<br />

yer almayı neden istediniz?<br />

Son dönemlerde sinema adına bir aşk hikâyesi<br />

duysam, hemen ardından “aşk hikâyesinden<br />

gişe filmi olur, festival için olmaz” gibi<br />

içi boş nedeni niçini açıklanamayan yorumlar<br />

duyuyordum. Filmleri festival yahut gişe diye<br />

ayırabilmek gibi bir marifetim yok açıkçası...<br />

Esra ve Nisan ile Deniz Seviyesi filminden bir<br />

buçuk sene önce anlaştık ve karşılıklı güvenle<br />

yol aldık. Bahsettiğim yorumlar üzerine de<br />

konuştuk ve neticesinde farklı düşünmediğimiz,<br />

birçok hususta hemfikir olduğumuzu anladık.<br />

Aşk filminden ancak gişe filmi olur... Algısına<br />

karşı iyi bir deneme olacağını düşündüğüm ve<br />

bu saçma algıyı biraz olsun kırabilir miyiz diye<br />

yola çıkacak güvenilir insanlara denk geldiğim<br />

için, bu filmin serüvenine ortak oldum diyebiliriz.<br />

Oyuncu kimliği dışında kimdir Ahmet Rıfat<br />

Şungar? Neler yapar? Duyduğum kadarıyla<br />

biraz fanatiksiniz.<br />

En azından bu soruya bir cümle kurabilirim.<br />

Fanatik değilim, iyi bir şey olduğunu da<br />

düşünmüyorum, çok net.


n 1970 doğumlu yönetmen Christopher Nolan,<br />

henüz genç yaşına rağmen Hollywood’ta adı ustalarla<br />

beraber anılan yönetmenler arasına girmeyi<br />

başardı. Sadece 6 bin dolar bütçeli ilk filmi<br />

Following’ten 250 milyon dolar bütçeli son filmi<br />

The Dark Knight Rises’a doğru giden kariyerinde<br />

yükseldikçe yükseldi. Filmlerinin senaryosunu<br />

genelde kardeşi Jonathan Nolan’la beraber yazdı<br />

ve dahiyane fikirlerinin gerçekleşmesinde gittikçe<br />

artan bütçe önemli rol oynadı. Bütçenin<br />

sürekli artması ve dünyaya yayılan büyük gişe<br />

başarısı Nolan’ı oldukça popüler bir yönetmen<br />

haline getirdi ve bu popülerliği hakkındaki “Nolan<br />

usta yönetmen mi, değil mi?” tartışmalarını<br />

beraberinde getirdi. David Fincher ile aynı jenerasyondan<br />

sayılan Nolan’ın filmleri genel olarak<br />

hep Fincher’ın filmleri ile kıyaslandı, zira ikisi de<br />

popüler filmler yapsa da Hollywood’un “memur<br />

yönetmen” zihniyetinden uzakta, kendilerine has<br />

bir tarzları ve kaliteleri olan yönetmenler olmayı<br />

başardı.<br />

Nolan, Following, Memento, Inception, hatta Batman<br />

serisi de dahil olmak üzere pek çok filminde<br />

“kara film” motifini arka planına aldı ve bunun<br />

üzerinden suç, polisiye, bilim kurgu, fantazya<br />

gibi pek çok türde eserler ortaya koydu. “Bellek”<br />

her zaman Nolan’ın filmlerinde önemli yer etti.<br />

Memento ve Inception gibi filmlerini salt “bellek”<br />

üzerinden yürüyen kurgu şaheserlerine<br />

dönüştürürken, Batman serisi ve Insomnia<br />

haricindeki filmlerinde geleneksel hikaye kurgusunu<br />

ters yüz eden bir model oluşturdu.<br />

Nolan’ın yönetmen olmadan önce evine hırsız<br />

girmesi, büyük ölçüde ilk filmi Following’te<br />

“fikir hırsızlığı” motifinin oluşmasına sebebiyet<br />

verirken, Inception’da ise bu çok katmanlı bir<br />

“rüya hırsızlığı” olayına dönüştü. Following’te<br />

hırsızlardan birinin adı olan Cobb’un,<br />

Inception’un ana karakterinin adı olması ise iki<br />

film arasında yine “bellek”in önemini vurgulayan<br />

bir ayrıntı olarak göze çarptı.<br />

2012’de “Batman” üçlemesini sonlandırdığı<br />

The Dark Knight Rises filmi ile filmografisindeki<br />

ilk hayal kırıklığını yaratan Christopher<br />

Nolan’ın yeni filmi Interstellar, 7 Kasım 2014’te<br />

ülkemizde vizyona girecek. Aylardır birçok<br />

fragmanı yayınlanan fakat bu fragmanlarda<br />

Inception’ın yarattığı heyecanı yakalamayı<br />

başaramayan Interstellar’ın oyuncu kadrosunda<br />

son dönemde yıldızı iyice parlayan<br />

Matthew McConaughey, Anne Hathaway, Jessica<br />

Chastain, Casey Affleck, John Litgow ve


Alien 3 (1992)<br />

Ridley Scott’ın başlattığı ve James Cameron’ın<br />

devam ettirdiği ilk iki Alien filminin ne kadar<br />

çok sevildiği malum. Dolayısıyla hem başarılı<br />

iki filmin hem de Scott ve Cameron gibi kendini<br />

ispat etmiş yönetmenlerin üzerine ilk filmine<br />

imza atacak olan adı sanı duyulmamış bir David<br />

Fincher’in ortaya çıkması soru işaretleri<br />

yaratmıştı. Fincher, her ne kadar ileride kendine<br />

has olacağını belli eden tuhaf ve ürkütücü<br />

atmosferinin sinyallerini verse de Alien 3<br />

serinin en zayıf halkası olarak kabul edildi. Bu<br />

kuşkusuz Fincher için kötü bir çıkıştı fakat 3<br />

yıl sonra çekeceği “Seven” ile sinema tarihine<br />

geçecek bir polisiyeye imza atarak kendini herkese<br />

ispatlayacaktı.<br />

Seven (1995)<br />

“David Fincher” denildiğinde akla gelen ilk iki filmden biri<br />

olan Seven, hem Fincher sinemasının hem de polisiye<br />

türünün başyapıtlarından biri olarak sinema tarihine adını<br />

yazdırmayı başardı. Brad Pitt ve Morgan Freeman’ın unutulmaz<br />

performanslarıyla hayat bulan Dedektif Somerset ve Mills karakterleri<br />

efsaneleşirken “yedi ölümcül günah” üzerine şekillenen<br />

senaryosuyla güçlü bir polisiye – gerilim örneği ortaya çıktı.<br />

Karanlık ve kasvetli atmosfer yaratımıyla, yağmurun hiç durmadığı<br />

bir şehir tasviriyle<br />

birçok filme esin<br />

kaynağı olurken<br />

asıl sürprizini seri<br />

katili canlandıran<br />

Kevin Spacey’in<br />

adını jenerikte dahi<br />

geçirmeyip finalde<br />

şok etkisi yaratarak<br />

gerçekleştirdi. “En<br />

İyi Kurgu” dalında<br />

Oscar’a aday olan<br />

film toplamda 28 ödüle layık görüldü.<br />

The Game (1997)<br />

“Seven” gibi bir başyapıttan sonra kendisi hakkındaki beklentileri<br />

iyice yükselten Fincher, iki yıl aradan sonra Michael Douglas ve<br />

Sean Penn’in yer aldığı The Game ile geri döndü. Gizemli bir gerilim<br />

filmi yapısı kuran Fincher, “yaşananlar oyun mu yoksa gerçek<br />

mi?” ikilemi içinde bırakan senaryosuyla karakterini ve dolaylı<br />

olarak izleyiciyi paranoyaya sürüklemeyi amaçlıyordu. Seven’daki<br />

sürpriz final uygulamasını burada da gerçekleştirmek isteyen<br />

Fincher, oldukça vurucu olabilecek bir final fikrini mantıksal<br />

açıdan hatalı, izleyicinin zekasını hafife alan bir finalle heba


edince film tüm önemini yitiriyordu. Yönetmenlik<br />

anlamında kendini ispat etmesine<br />

rağmen Seven’dan sonra yine düşüşe geçen<br />

Fincher’ın dönüşü ise iki sene sonra Fight<br />

Club ile muhteşem olacaktı.<br />

Fight Club (1999)<br />

Fincher’ın yeraltı edebiyatının kült<br />

romanlarından Chuck Palahniuk imzalı “Fight<br />

Club”ı yönetmesi kariyeri açısından bir zirve<br />

noktası oluşturdu. Brad Pitt, Edward Norton<br />

ve Helena Bonham Carter akıllardan<br />

çıkmayacak performanslarıyla sinema tarihine<br />

önemli karakterler hediye ederken film sabun,<br />

kırmızı deri ceket, gözlük gibi objeleriyle ve<br />

“Dövüş Kulübü’nün ilk kuralı, Dövüş Kulübü<br />

hakkında konuşmamaktır.” gibi replikleriyle<br />

kulaktan kulağa yayıldı. İlk başlarda pek bilinmeyen kült bir<br />

yapım olmasına karşın bu kulaktan kulağa yayılma durumu<br />

sayesinde o kadar popülerleşti ki, günümüzde sinemayla<br />

alakasız insanların bile bildiği ve başyapıt ilan ettiği bir film<br />

haline geldi. Her izleyişte yeni detayların ve çözümlemelerin<br />

keşfedileceği derinlikte bir film olan Fight Club, “En<br />

İyi Ses Kurgusu” dalında Oscar’a aday oldu ve toplamda<br />

7 ödüle layık görüldü.<br />

Panic Room (2002)<br />

Fincher, Seven ile yükselip The Game ile yaşadığı<br />

düşüşün aynısını bu sefer Fight Club ve Panic Room<br />

arasında<br />

yaşadı.<br />

Sinema<br />

tarihine<br />

geçen bir<br />

başyapıtın<br />

ardından<br />

Panic<br />

Room ile<br />

filmografisinin<br />

en<br />

zayıf filmine imza atan Fincher, bu sefer Jodie Foster, Forest<br />

Whitaker ve bir hayli küçük Kristen Stewart ile çalıştı.<br />

Ağırlıklı olarak bir evin içinde geçen ve klostrofobik atmosfere<br />

sahip bir gerilim yapısı içeren film, sıradan bir yönetmen<br />

tarafından çekilseydi belki bu kadar “vasat” olarak<br />

adlandırılmazdı. Fakat karşımızda iki başyapıt ortaya koyan<br />

ve kendisinden büyük filmler bekleten David Fincher olunca<br />

film sıradan bir gerilimden öteye gidemedi. Fincher’ın<br />

senaryo içinde sürprizleri seven tavrı ise filmin sıradanlığı<br />

karşısında The Game’in finali gibi kaybolup gitti.


Zodiac (2007)<br />

Panic Room’daki düşüşünün ardından film<br />

çekmeye beş yıl ara veren Fincher, bu süre<br />

zarfında dersine çok iyi çalışmış olacak ki<br />

kanımca filmografisindeki en iyi filme imza<br />

attığı Zodiac ile geri döndü. Eski bir karikatürist<br />

ve yazar olan Robert Graysmith’in romanından<br />

uyarlanan film, gelmiş geçmiş en azılı seri<br />

katillerden biri olmasına rağmen kimliği bilinmeyen<br />

ve hiçbir zaman yakalanamayan “Zodiac<br />

katili”ni eksenine alıyordu. 13 yıl boyunca<br />

Zodiac katilini bir saplantı haline getiren Robert<br />

Graysmith’i Jake Gyllenhaal canlandırırken,<br />

Robert Downey Jr. polis muhabiri, Mark Ruffalo<br />

ise müfettiş rolünde bu çok katmanlı hikayeyi<br />

derinleştiren karakterler oldular. Fincher,<br />

Zodiac ile en karanlık atmosferlerinden birini<br />

yaratarak unutulmaz bir polisiye ve bilmece<br />

başyapıtına imza atmasına rağmen film Fight<br />

Club ve Seven kadar hak ettiği değeri göremedi.<br />

The Curious Benjamin Button (2008)<br />

Seven, Fight Club ve Zodiac ile üç başyapıt<br />

ortaya koymasına rağmen bu filmlerin Oscar<br />

ödüllerinde aday bile olamamasının temel sebebi<br />

Fincher’ın “Akademi” kafasına oynamayan,<br />

tür filmlerine kendine özgü yorumunu katan<br />

tavrıydı. F. Scott Fitzgerald’ın kısa öyküsünden<br />

senaryolaştırılan Benjamin Button ise<br />

Fincher’ın “Artık Oscar alma zamanım geldi”<br />

diye düşünerek tamamen Akademi’nin ilgisine<br />

yönelik epik bir aşk ve yaşam hikayesi çekme<br />

isteğinin ürünü oldu. Fitzgerald’ın incelikli hikayesinden<br />

eser olmayacak bir şekilde uyarlanan<br />

film, Eric Roth’un baştan yanlış bir tercih olarak<br />

nitelendirebileceğimiz senaryosuyla büyük<br />

hayal kırıklığı yarattı. Roth, “70 yaşında doğup<br />

bebekliğe doğru hayat süren bir adam” gibi<br />

muazzam bir fikri “bu hayatı dünyada hiç kimse<br />

tarafından fark edilmeden, normal bir insan gibi<br />

yaşayan adam” fikrine dönüştürüp risksiz ve<br />

kolaycı bir yönteme kaçınca yaratıcı olabilecek<br />

tüm unsurların kaybolmasına sebep oldu. Buna<br />

rağmen beklenildiği gibi film 13 dalda Oscar’a<br />

aday olup 3 Oscar ödülü sahibi oldu ve toplamda<br />

66 ödül kazandı fakat Fincher kendisini Fincher<br />

yapan unsurlardan ödül uğruna uzaklaşmış oldu.


The Social Network (2010)<br />

Fincher, “her düşüşün bir çıkışı var” dercesine<br />

ilerleyen filmografisinde bu sefer The Social<br />

Network ile tekrar zirveye çıkmayı başardı.<br />

Facebook’un kuruluş hikayesini ele alan biyografik<br />

bir filme imza atan Fincher, filme son<br />

derece hakim üst düzey yönetmenliğiyle biyografik<br />

filmlerin klasik hikaye yapısını görsel,<br />

işitsel ve kurgusal dokunuşlarla adeta bir sinema<br />

şölenine dönüştürdü. Günümüzün en iyi senaristlerinden<br />

olan Aaron Sorkin’in unutulmaz<br />

diyaloglarla dolu senaryosuyla, Trent Reznor<br />

ve Atticus Ross’un filmin etkisini artıran harika<br />

müzikleriyle, Kirk Baxter – Angus Wall ikilisinin<br />

yenilikçi kurgusuyla ve Jesse Eisenberg’in<br />

hafızalardan çıkmayacak derecede etkili Mark<br />

Zuckerberg performansıyla hatırlanacak olan<br />

film, Fincher filmografisinin şimdilik son<br />

başyapıtı olmayı başardı. Fight Club ve Seven<br />

gibi herkes tarafından sevilmeyen, bu yüzden<br />

adını Zodiac ile beraber anacağımız The Social<br />

Network, 8 dalda Oscar’a aday olup senaryo,<br />

kurgu ve müzik dallarında Oscar ödülüne layık<br />

görülürken toplamda 152 ödül alarak müthiş bir<br />

başarıya imza attı.<br />

The Girl with the Dragon Tattoo (2011)<br />

Stieg Larsson’un çok satan karanlık polisiye<br />

üçlemesinin ilk halkası olan “Ejderha Dövmeli<br />

Kız”, Niels Arden Oplev’in 2009 tarihli oldukça<br />

başarılı İsveç yapımı uyarlamasıyla tanınmış ve<br />

Lisbeth Salander’le adeta özdeşleşen Noomi<br />

Rapace tarafından oldukça iyi canlandırılmıştı.<br />

Filmin Hollywood versiyonunu Fincher’ın yönetecek<br />

olması kitabın hayranlarını sevindirecek<br />

bir durumdu, zira Fincher “karanlık polisiye”<br />

denildiğinde onu ustalıkla beyazperdeye<br />

yansıtabilecek nadir isimlerdendi. Fincher yine<br />

kendine has kasvetli atmosferini güçlü bir şekilde<br />

yansıtsa da “son derece karanlık, şiddet içerikli<br />

ve görkemli” olduğu söylenen film ne yazık ki<br />

İsveç yapımının karanlığının da, şiddetinin de,<br />

görkeminin de altında kaldı. Daha çok unutulmaz<br />

açılış jeneriğiyle ve müzikleriyle hatırlanacak<br />

olan bu yeni “Ejderha Dövmeli Kız”ın en büyük<br />

sorunu Rooney Mara ve Daniel Craig arasındaki<br />

uyumsuzluktan kaynaklanıyordu. Bu durum<br />

orijinal filmdeki kanlı canlı karakter yaratımlarına<br />

kıyasla çok daha ruhsuz, soğuk ve poz odaklı<br />

başrol performanslarına sebebiyet verdi. “En<br />

İyi Kurgu” dalında Oscar ödülü sahibi olan film<br />

toplamda 25 ödüle layık görüldü.


n Sinemada gelecek, teknolojinin geldiği ve<br />

geleceğini düşündüğümüz noktaları hep hikaye<br />

konusu olmuştur. İnsanlar gelecekte teknolojik<br />

gelişmelerin hayatı daha da kolay bir hale<br />

getireceğini düşünmüşlerdir. Her ne kadar<br />

bunun doğruluğu yadsınamaz olsa bile bununla<br />

beraber teknolojinin bizden götürdüğü şeyler<br />

de mevcuttur. İşte asıl sorun da orada başlıyor.<br />

Bizler teknolojik gelişmeler ile hayatımızı<br />

kolaylaştırırken aslında teknolojinin de bir nevi<br />

kölesi haline geliyoruz, ona bağımlı oluyoruz.<br />

Tabii bu durum bazı kesimler tarafından fark<br />

edilmekte, ona göre bu hızlı ilerleyişe mesafeli<br />

bakmaktadırlar. Bu ay vizyona giren,<br />

başrollerinde Johnny Depp, Rebecca Hall, Paul<br />

Bettany, Cillian Murphy gibi zengin bir kadronun<br />

olduğu “Evrim” (Transcendence), yine<br />

teknolojinin insanoğluna getirisi ve götürüsü<br />

üzerine odaklanıyor. Filmin konusunu kısaca<br />

açmak gerekirse; bir bilim adamı olan Will,<br />

teknolojik gelişmelerin ışığın yaptığı çalışmalar<br />

ile insanlığa faydalı olabilecek projeler üretmektedir.<br />

Hayata geçirmeyi planladığı insan<br />

gibi düşünen bir yapay zeka, insanların tüm<br />

sorunlarını çözebilecek bir kapasitede olacaktır.<br />

Savunduğu tezde, savaşlardan hastalıklara<br />

kadar pek çok sıkıntı bu yapay zeka ile ortadan<br />

kalkacaktır. Ancak onun gibi düşünmeyen<br />

ve teknolojinin insan hayatına bu denli müdahalede<br />

bulunmasını istemeyen gruplar da<br />

mevcuttur. Will, verdiği bir konferans çıkışında<br />

bu yasa dışı gruplardan birine bağlı bir kişi<br />

tarafından vurularak öldürülür. Ancak eşi Evelyn,<br />

Will’in çalışmalarını hayata geçirmeye kararlıdır.<br />

Bu konuda duygusal düşünen Evelyn, yapay zeka<br />

sistemini bizzat Will’de kullanarak projeyi hayata<br />

geçirir. Peki gerçekten Will’midir geri gelen?<br />

Yoksa siber sisteme yüklenen Will’in anıları,<br />

konuşmaları, davranışlarımı kendini tekrar eder?<br />

İşte bu noktada teknolojinin ileride gelebileceği<br />

noktayı da kendi içimizde sorguluyoruz. Bu ne<br />

kadar faydalı insanlık için? İleride sevdiklerimizi<br />

bir şekilde siber dünyada yaşatma fikri temelde<br />

cazip gelse de bir o kadarda ürkütücüdür. Konu<br />

burada Will’in üstünden gitse de aslında olay siber<br />

dünyanın insanoğlundan bir adım daha önde<br />

gidebileceği günlere ışık tutar. Bir sahnede eşinin<br />

duygularını bile anında ekrana taşıyan Will’in<br />

aslında insan hayatına nasıl da hakim olduğunu,<br />

nasıl müdahale edebildiğini, canlılar dünyasında<br />

nasıl potansiyel bir tehlike olduğunu anlayabiliriz.<br />

İnsanoğlunun İnternetle İmtihanı<br />

Film; “İnternetin amacı dünyayı daha küçük<br />

bir yer yapmaktı, ama aslında İnternet olmadan<br />

dünya daha küçük bir yermiş gibi hissettiriyor”<br />

sözleriyle açılıyor. Bu bile insanın<br />

teknolojiyi sorgulaması için yeterli aslında.<br />

2013 yapımı “Aşk” (“Her”) filmini hatırlayalım.<br />

İnsanların internet ile bağları, duyguların nasıl<br />

sanallaştığı, insanların nasıl yalnızlaştıklarına


şahit olmuştuk. Oradaki temel sorun insan<br />

duyguları ile teknoloji arasındaki dengesizlikti.<br />

Teknoloji hayatı kolaylaştırmanın ötesine<br />

geçerek insanları yalnızlaştırıyordu. Bu<br />

yalnızlaştırmayı da “bakın yalnız değilsiniz,<br />

istediğiniz profilde sanal bir partner sizin için<br />

hazır” perdesi arkasından yapıyordu. “Evrim”in<br />

ise duygusal yönün ağırlığı olsa da çok daha<br />

global bir sorunu masaya yatırdığını görüyoruz.<br />

Siber bir dünyanın tüm hayatınızı kontrol<br />

ettiğini hatta sizi de siber dünyaya sokarak<br />

robotlaştırdığını görüyoruz. İnsan ve makine<br />

arasında potansiyel bir savaşa da göz kırpan<br />

“Evrim”, bizlere “Terminator”<br />

filmlerindeki temel sorunu<br />

hatırlatıyor. Eğer siber dünya<br />

ya da makineler insanoğluna<br />

yardım edecekse, bu insanların<br />

yerine geçerek olmamalı. İnsan<br />

daima bir adım önde olmalı, onu<br />

kontrol edebilmeli ki varlığının<br />

amacı ortadan kalkmamalı. Bu<br />

bağlamda karamsar bir geleceğin<br />

aksine umutlu olmanın formülü<br />

de veriliyor. “Kontrollü” bir<br />

süreç. Her türlü bilgi, dijital güç<br />

ve “Evrim” dediğimiz bu süreçle insanoğlunun<br />

yerini alabilecek bir konuma gelen bu yapay<br />

zeka, filmdeki adıyla “Pinn” etkisi yayıldıkça<br />

insanları değersizleştiren bir hale bürünüyor.<br />

Filmde konferans esnasında bir katılımcının<br />

“Öyleyse Tanrı’yı mı yaratmak istiyorsunuz?”<br />

sorusu ve filmde Will’in verdiği “en başından<br />

beri insanoğlunun yapmak istediği şey bu<br />

değil mi” yanıtı yine kendi içerisinde bir bilmece<br />

ağı gibi örülüyor. Tanrı’yı oynamak, hele<br />

ki teknolojinin imkanları ile bu sınırları aşmak<br />

artık bizler için bir kolaylık değil, bizlerin fizikselden<br />

öte manevi mevcutiyetimize de bir tehdit<br />

niteliğinde. Teknolojinin bu denli ilerlemesi,<br />

yapay zeka modellerinin insan hayatına müdahalesi<br />

filmde de olduğu gibi bazı gruplar<br />

tarafından mesafeli bakılan bir konu olacaktır.<br />

Sınırları aşmak yerine, adımların doğru atılması<br />

bu noktada gereken tek şey. Bunu da filmde<br />

görüyoruz. Filmin ilerleyen dakikalarında artık<br />

Will’in bile yeniden geldiğini, siber dünyadan<br />

sıyrılarak çıktığını, teknolojinin bunu dahi<br />

yapabildiğini görüyoruz. Bu da artık insan aklının<br />

alamayacağı noktalara doğru gidilebileceğinin<br />

adeta bir göstergesi. Böylesi bir durumda artık dijital<br />

dünyayı kontrol etmek mümkün olmayacaktır.<br />

Yapay zeka dediğimiz şey eğer insan yerine<br />

düşünecekse hatta ve hatta insanın dijital bir<br />

kopyasını çıkarabilecekse insanoğlunun mevcudiyetinin<br />

temelleri de derinden sarsılacaktır.<br />

İster “Aşk” (Her) filminde olsun ister “Terminator”<br />

serilerinde olsun, geleceğin bizlere sunduğu<br />

teknolojik gelişmelerin sonuçları abartılı bir dilde<br />

de olsa defalarca aktarılmaya çalışılmıştır.<br />

İnsanın gelecekten ve teknolojik gelişmelerden<br />

korkmaması gerektiği, insanların ileride<br />

bu teknolojik güç sayesinde rahat<br />

edebilecekleri düşünülmelidir. Ancak<br />

insanoğlunun bitmek bilmeyen hırsı, arzusu<br />

nedeniyle beyazperdede gördüğümüz<br />

gelecek tasvirleri çok da “imkansız”<br />

gözükmüyor. “Evrim” nihayetinde kendisini<br />

sorgulayan bir film. Yönetmen Wally<br />

Pfister, gelecek tasvirini, ve evrimin getirisini,<br />

götürüsünü aktarırken diğer formattaki<br />

filmlere oranla daha farklı bir bakış<br />

açısı sergilemiş. Direkt olarak bir yerden<br />

konuyu odağına almıyor. İnsan duygularını<br />

da işin içine katarak sınırsız bilgi, güç, sevgi, hırs<br />

gibi pek çok dinamiği de evrimin içine yediriyor.<br />

Keza geleceğimiz noktanın farklı veryasyonları<br />

olabilir. Nihayetinde Will’in karakteri bile dijital<br />

de olsa nihai sonucu anlıyor ve onun kendini<br />

sorgulaması bile bizi derin düşüncelere sevk<br />

etmeye yetiyor. Sonuçta Will’in yaratmak istediği<br />

ve kendi deyimiyle “tüm insan duygularını kapsayacak<br />

bir varlık” teoride çok faydalı gözükse<br />

de acaba pratiğe dökülse sonuçları ne olur diye<br />

sormamıza nende oluyor. Hatta filmde sanal<br />

dünyanın gerçeği kapsaması finalde duygusal<br />

bir çöküş ile son buluyor. Bu da sinema salonunu<br />

terk ederken teknolojiyi, geleceği, ve<br />

“acaba?” sorusunu sorduruyor, içselleştiriyor ki<br />

bu da sinemanın bize sunduğu en güzel hediyelerden<br />

birisi. Sonuç itibarı ile “Evrim” belki daha<br />

önce sorulmuş soruları yeniden ısıtıyor, seyirci<br />

bildiği olası bir geleceği yeniden hafızasında<br />

canlandırıyor. Ancak daha pek çok kez beyazperdeye<br />

uyarlanması olası bu konuyu, zengin<br />

oyuncu kadrosu ile birlikte izlemeye değer.


n 80’li yıllarda çekilen ve gösterildiği tarihlerde<br />

Robert McCall karakteriyle epey popülarite kazanan<br />

The Equalizer dizisi, Amerikalı yönetmen<br />

Antoine Fuqua’nın son projesi… The Training<br />

Day, Shooter gibi önemli filmleriyle tanınan<br />

yönetmenin bu filmini merak konusu haline<br />

getiren şey yıllar önce Oscar kazandırdığı<br />

oyuncusu Denzel Washington ile yeniden<br />

bir araya gelmesiydi. Beklentilerin yüksek<br />

olduğu Equalizer’ı vizyona girdiği gün izledim<br />

ve şunu söyleyebilirim ki; klişe sosuna fazlaca<br />

bulanması sebebiyle The Training Day’in<br />

başarısını yakalaması zor gibi görünse de, aksiyon<br />

ve şiddet dozu yüksek sahneleriyle türün<br />

severlerini kesinlikle tatmin edecek bir film.<br />

Senaryosunu Richard<br />

Wenk’in yazdığı<br />

The Equalizer,<br />

geçmişinde pek de<br />

gurur duymadığı işler<br />

yapan ve bu sebeple<br />

teşkilattan ayrılarak<br />

bir nevi emeklilik<br />

hayatı yaşamaya<br />

başlayan Robert<br />

McCall’un, yönetmeninin<br />

de deyimiyle<br />

bir anti-kahramana<br />

dönüşmesini konu<br />

alıyor. Boston’da bir yapı marketinde çalışmaya<br />

başlayan karakterimiz, yalnız, epeyce obsesif ve<br />

bir o kadar da içe dönük hayatını sürdürürken,<br />

her akşam çay içtiği restoranda bir telekızla (Teri)<br />

tanışıyor. Hayatta aradığı tek şey huzur olan ve<br />

bunun için tüm geçmişin bir çırpıda silen bir<br />

adamın, hayatını değiştirmek için hiç şansı olmayan<br />

bir kızla karşılaşması ise her şeyi alt üst ediyor.<br />

Huzurun sadece kendisi için değil, etrafında<br />

yardıma muhtaç bulunan insanlar için de olması<br />

gerektiğini fark eden McCall, Teri’nin başına<br />

gelenlerden sonra bir adalet dağıtıcısı haline geliyor.<br />

Bir anda koskoca Rus mafyasını tek başına<br />

çökertmeye ve etrafındaki suçluları kendi özel<br />

yöntemleriyle cezalandırmaya girişen McCall’un<br />

tüm bu değişiminin sebebi Teri gibi görünse de,<br />

aslında öyle olmadığını anlamak çok zor olmuyor.<br />

Çünkü Teri ile onu hastanede gördüğümüz<br />

sekanstan sonra finale kadar bir daha hiç<br />

karşılamıyoruz. İzlediğimiz şey en başından<br />

itibaren McCall’un geçmiş hesaplaşması ve<br />

vicdanını rahatlatma çabası oluyor. Başka bir<br />

deyişle, kendi iç huzurunu sağlayabilmek için<br />

başkalarının yardımına koşan ve adaleti dengeleyen<br />

adam oluyor McCall… Tabii bunu, yukarıda<br />

bahsettiğimiz gibi kendine has yöntemleriyle<br />

yaparak…<br />

The Equalizer’ın sakin başlayan ilk 20-25<br />

dakikasından sonra gerilimi ve heyecanı yükselten<br />

öğe ise bu özel intikam yöntemleri<br />

oluyor çünkü gerçekten McCall ürkütücü bir<br />

ölüm makinesine dönüşüyor. Takıntılı karakteri,<br />

düşmanlarını öldürdüğü anlarda daha da ortaya<br />

çıkıyor ve zekice tasarlanmış öldürme teknikleriyle<br />

şiddetin dozu her dakika artırılıyor. Ancak<br />

heyecanı yükselten bu sekansların bazılarında<br />

görsellik uğruna gerçekliğin feda edildiğini de


elirtmem gerek. Özellikle patlamanın<br />

yaşandığı kısımda kahramanımız hiç<br />

etkilenmediği için inandırıcılık tümüyle<br />

kayboluyor ve bilindik çekim yöntemlerine<br />

başvurulması filmi bazı noktalarda<br />

sıradanlaştırıyor. Fakat tüm bu hatalarına<br />

rağmen geneli baz alındığında The Equalizer,<br />

seyircisi için bolca kan, şiddet, heyecan ve gerilim<br />

unsuru barındıran bir film olmayı başarıyor.<br />

Denzel Washington’ın usta oyunculuğu için<br />

söylenecek bir şey olmadığını düşünüyorum<br />

ama Teddy karakterini canlandıran Marton<br />

Csokas’ın başarılı performansının altını çizmek<br />

gerek. Denzel Washington’ı bu anlamda çok iyi<br />

dengelemiş. Teri karakteri ise dizide daha yaşlı<br />

olmasına rağmen yönetmen oyunculuğundan<br />

çok etkilendiği için Chloe Grace Moretz gibi genç<br />

bir oyuncuyu tercih etmiş ve bana kalırsa yerinde<br />

bir tercih olmuş. Moretz, rolünün hakkını<br />

fazlasıyla veriyor çünkü. Finaliyle devamının<br />

çekileceğin sinyallerini veren The Equalizer, birçok<br />

yönden ortaya yeni bir şey koymayan bir film<br />

olsa da seyir zevki fazlasıyla yüksek olan bir film.<br />

Etkileyiciliğini attırmak için başvurulan numaralara<br />

çok takılmazsanız, iyi bir seçenek olabilir.<br />

Bazen klişe sosu lezzet verir; gidin ve tadın!


n 21. Altın Koza Film Festivali nihayetlendi.<br />

Sadece Altın Koza’yı kast ederek<br />

söylemiyorum ama İzlenen filmlerin<br />

niteliği benim nazarımda festivallerin<br />

yapılma nedenini sorgulatmaya başladı<br />

maalesef. İzlediğimiz hemen her filmin<br />

bakanlık destekli olması, söyleşiye her<br />

çıkan yönetmenin senaryo üzerinde uzun<br />

yıllar çalıştığını söylemesi kafa yorulması<br />

gereken şeyler. Bakanlık hikayesi neden<br />

bu kadar zayıf filmlere destek veriyor,<br />

yoksa filmlerin genel niteliği bu mu?<br />

Yönetmenlerin kendi söylemleriyle<br />

uzun uzun ve yıllara yayılarak yazılan<br />

senaryoların yetersizliği senarist ve<br />

yönetmenlerin yaptıkları işin niteliğine<br />

olan bakış açılarını da sorgulatır nitelikte.<br />

En son ayak da ön jüri. Onlardan çokça<br />

film vardı da biz mi seçmedik cevapları<br />

almak, diğer elenen filmler hakkında<br />

karanlık bir yan bırakıyor hep. Ne kadar<br />

kötü olabilirler ki? Çünkü yarışan filmler<br />

için dediğimiz en iyi şey fena değil oluyor<br />

genelde. Bakanlık desteği ve kendine<br />

güveniyle film çekmeye soyunan yönetmen<br />

bir de ön jüriden geçer not alınca yaptığı ya da<br />

yapması gereken sinemanın bu olduğuna inanıyor. Ve<br />

ortalık festival filmi bu olmalıdır şeklinde filmlerle doluyor.<br />

Öyle ki bu yapı bizi de etkiliyor ve filmleri festival<br />

filmi ya da değil gibi ifadelerle nitelemeye başlıyoruz.<br />

Gelelim ön jüri dediğimiz yapıya. Festivallerin danışma<br />

kurullarındaki danışmanların genelde ön jürilik yapması<br />

da ele alınması gereken bir konu. Bu her sene aynı<br />

kişilerin güdümündeki filmlerin yarışmasına olanak<br />

tanıyor, yani festivali yapanların fikri tüm festivale<br />

yayılmış gibi oluyor. Oysa ki her yıl değişmeli ve başka<br />

fikirlerin de festivalde yer bulunması sağlanmalı…<br />

Festival sonuçlarına ilişkin çok fazla şey söylemek


istemiyorum. Ama galiba şu duruma açıklık<br />

getirmek gerekiyor. En çok konuşulanlardan<br />

biri de SİYAD ödülü oldu sanırım bu yıl.<br />

SİYAD ödülü her festivalde üç SİYAD üyesinin<br />

jürilik yapmasıyla belirlenir. Yani üyelerin<br />

tamamiyle katıldığı bir oylama olmuyor.<br />

Birkaç kişiden duyduğum kadarıyla SİYAD’ın<br />

bu oylama sistemi pek bilinmiyor. Bu yıl<br />

Onur Aydın’ın yönettiği Yağmur-Kıyamet<br />

Çiçeği’ne gitti SİYAD ödülü. Duyarlılıkla verilmeye<br />

çalışılmış bir ödül ama filmin aynı<br />

ölçüde duyarlılık gösterdiğini söyleyemeyiz.<br />

Kazım Koyuncu filmi çekiliyor dendiğinde<br />

çok sevinmiştim gerçekten de. Sadece ona<br />

adanmış bir film gibi gelmişti. Hayatı, müziği,<br />

mücadelesi zaten ona adanmış bir film<br />

yapılmasına çok müsaitti. Ama Aydın birçok<br />

konuyu harmanlamış ve oradan Koyuncu’ya<br />

ulaşmaya çalışmış. Birçok dram içeren konu<br />

aynı potada buluşur elbette ama Koyuncu’yla<br />

bir fark yaratmaya çalışmış Aydın. Özellikle<br />

Koyuncu’nun bölümlerinden bir Sonbahar<br />

filmi tadı aldım ki birçok insana da benzer<br />

şeyler hissettiğine eminim. Gürül gürül bir<br />

doğanın içinde eriyip giden bir beden… Benzer<br />

sebeplerle baba ocağına dönüş ve biten<br />

bir yaşam algısı. Diğer hikayelerle beraber<br />

ağır dram içeren bir film nedense beni ve<br />

birçok insanı sarmadı, rahatsız etti. Duyarlılık<br />

halini samimi bulamadım açıkçası. Ama üç<br />

arkadaşımızın tercihi de bu oldu.<br />

Festival filmleri artık şöyle bir algı da yaratır<br />

oldu biz de. Film çekmek parmak şaklatmak<br />

kadar kolay. Bunu hep söylüyorum zaten alıp<br />

bi kamera yollara düşsek bizim de nurtopu<br />

gibi filmimiz olur yani. Murat Düzgünoğlu’nun<br />

filmi Neden Tarkovski Olamıyorum da karakterine<br />

söylettiği gibi. Duyarlı bir konu, iç<br />

hezeyanlar, sabit bakışlar, küçük ölçekli bir<br />

hikaye festivallerde gözde bir yönetmen<br />

olmanıza yarıyor. Yani bir festival filmim<br />

olsun yüz milyar borcum olsun kafası sarmış<br />

herkesi… O yüzden biz de dahil olmak üzere<br />

ana akım filmlere damgayı vuruyoruz ama o<br />

festival filmi değil ki!<br />

Oysa arka planda başka bir akış var. Hep<br />

söylediğim şey milyarca liralık festival bütçeleri<br />

yarışan filmlerin emrine amade. Aslında her şey<br />

ulusal yarışmadaki filmler için. Uluslar arası<br />

yarışma, yabancı filmler, kısalar hepsi yan unsur…<br />

Hal böyle olunca oluşan algı da kendiliğinden<br />

çatlıyor. Minimal filmlerle hallolacaksa bu işler<br />

arka planda yaratılan onca büyük organizasyona<br />

ne gerek var. Küçük küçük takılalım, sakin olalım…<br />

Bu sene tesadüf olabilir ama hiç Kürt filmi<br />

olmaması da bir ayrıntı oldu benim için… Fazla<br />

sorgulamaya gerek yok elbette bu da bir anekdot<br />

olsun istedim. Bir de festivalden rol çalmaya<br />

çalışan bir yazar, sunucu vardı ki popüler kültürün<br />

karşısında hiçbir şey duramaz dedirtti adeta<br />

bana! O da adeta kendi festivalini yaşıyor gibiydi!<br />

Festivallerin, yönetmenlerin, bakanlıkta ödenek<br />

çıkartan ekiplerin, yönetmenlerin, ön jürilerin,<br />

jürilerin, artık ayan beyan dirsek teması olan<br />

sektörün sinemanın iyiliği adına bir şey yapması<br />

gerekiyor diye düşünüyorum. Kendim için bir şey<br />

istiyorsam namerdim yeter ki sinema kazansın!


Türkiye’de yaşanan bir seri katil olayından yola çıkılarak çekilen<br />

filmin başrol oyuncuları Orhan Eşkin ve Bülent Çolak filmlerinin<br />

uyuşturucunun nasıl bir felaket olduğunu anlattığını söylediler.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında oyuncu olmak<br />

zor iş. Çekilmeyen filmler<br />

veya sadece sinemayla maddi<br />

olarak sürdürülemeyen bir hayat.<br />

Kısacası mecburlar TV dizilerinde<br />

oynamaya. Bu koşuşturmanın sonunda<br />

da sakatlanan bir oyunculuk<br />

kariyeri. Bu noktada Hollywood’ta<br />

olsa kabiliyetleriyle bütün dünyanın<br />

tanıyacağı isimler sinemamızda<br />

yan rollerde veya iki üç senede<br />

bir çekilen filmlerde heba oluyor.<br />

Kanunsuzlar filmindeki iki isim<br />

kabiliyetleriyle sinemanın ihtiyacı<br />

olan oyuncular. Orhan Eşkin ve Bülent<br />

Çolak’a teybimizi uzattık. Bütün<br />

bu darboğazlardan nasıl kurtulmayı<br />

hesaplıyorlar, filmleri Kanunsuzlar’ı<br />

nasıl değerlendiriyorlar?<br />

Filmin senaryosu size geldiğinde<br />

bu filmde olmalıyım dedirten şey ne<br />

oldu?<br />

Orhan Eşkin: Hikayeyi ve karakteri<br />

sevdim.sevmediğim işlerde hiç<br />

olmadım bugüne kadar.<br />

Bülent Çolak: Senaryosu… yapımcısı<br />

Orçun’u tanıyorum. Orhan’la ikili olmam<br />

vs. ama en çok da karakterdeki<br />

şeytan tüyü.<br />

Rolünüzle ilgili bilgi verebilirmisiniz?<br />

Orhan Eşkin: İso,varoşlarda yaşayan,<br />

daha önceleri filmde de gördüğümüz<br />

imam’ın tamirhanesinde çalışmış,<br />

klasik arabalara hayranlığı olan saf<br />

ve temiz biri Cengo’ya oranla. Sormayan,<br />

sorgulamayan bir görev adamı.<br />

Bülent Çolak: Cengiz, nam-ı diğer<br />

Cengo. Pervasız, tekinsiz, kaybeden<br />

olmamak için her türlü hıyarlığı<br />

yapabilecek gayr-ı meşru bir adam.<br />

İso’nun omzundaki şeytan.<br />

Öykü Türkiye’de yaşanan gerçek bir<br />

seri katil hikayesinden alıntı. Bu sizi<br />

nasıl etkiledi. Gerçek karakterler ne<br />

kadar rolünüzde var?<br />

Orhan Eşkin: Gerçek seri katillerin<br />

yaşamış oldukları hikayeyi referans<br />

alan ama kendi içinde de kurgusu<br />

olan bir film. Bu yüzden o kişilerle<br />

hiç alakası yok.<br />

Bülent Çolak: Valla ben hiç o mevzuya<br />

takılmadım. Benim için her şey<br />

kurgusal boyutta.<br />

Filmin çok ince bir dengesi var. Espirisi<br />

güçlü ama sulandırılmamış bir<br />

suç filmi de diyebiliriz. Bu dengeyi<br />

nasıl tutturdunuz?<br />

Orhan Eşkin: Ben iso’dan yola<br />

çıktım. Sizin de dediğiniz gibi dengesi<br />

zordu. Bülent ve Barış’la<br />

sürekli tartışıp çözmeye çalıştık,<br />

çözdükte.<br />

Bülent Çolak: Bu saptama için<br />

teşekkürler. Geçirebilmişiz<br />

demek ki. Filmin en çok bu<br />

yönünü seviyorum çünkü.<br />

Her ne kadar bir suç filmi<br />

gibi görünse de “coolmavra”<br />

tadından taviz<br />

vermesin istedik. İki<br />

semt çocuğunun şu<br />

hayattan nasiplenmek<br />

için küfre düşmüş<br />

mavralarıdır bu film.<br />

Türk insanı ve<br />

izleyicisi kendi


öyküleri anlamında seri katil gibi olaylara<br />

pek alışık değil. Böyle bir hikayeyi<br />

içselleştirebilmeleri için ne gibi stratejiler ortaya<br />

koydunuz?<br />

Orhan Eşkin: Seyircinin bu durumu<br />

içselleştirmesi çok kolay olacak çünkü karakterler<br />

bizlerden yani içimizden birileri. Filmde çok<br />

keyifli aktığı için yadırgamıycaklar zaten.<br />

Bülent Çolak: Evet, pek alışılmış bir şey değil.<br />

Ama şiddet gündelik hayatta normalimiz ve bu<br />

bulaşıcı. Film izler gibi izliyoruz. E filmi olsa<br />

daha güzel izleriz bir de linçe açık bir kültürümüz<br />

varken seyircinin çok da zorlanacağını<br />

düşünmüyorum açıkçası.<br />

Sinemada uyuşturucu kullanımı tartışmalı bir<br />

konu. Ama hayatın içinde de olan birşey. Bu<br />

hikayeyi perdeye çekerken bu anlamda nelere<br />

dikkat ettiniz?<br />

Orhan Eşkin: Bu tarz filmleri çekerken çok dikkat<br />

etmeli. Uyuşturucu hiç bir zaman cazip hale<br />

getirilmemeli çünkü hiç ama hiç iyi birşey değil,<br />

hepimiz biliyoruz. Bizim dikkat ettiğimiz durumlarda<br />

zaten senaryoda vardı, zorlanmadık.<br />

Bülent Çolak: Film boyunca burnumuza<br />

çektiğimiz şeyin adı buğday nişastasıydı<br />

ve yaklaşık iki kiloydu. Burnumuza çakmak<br />

tutsanız küçük top kekler oluşabilirdi yani.<br />

Yeşilçam’da uyuşturucu üzerine narkotik<br />

Tarık Akan’lı Cüneyt Arkın’lı 80’li yıllarda.<br />

Bitik gençliğe nutuk atan uyuşturucu partilerini<br />

basan Komser Kenan’lar falan. Bizim film<br />

uyuşturucu mevzusunu toplumsal bir ödev<br />

haline getirmiyor tabi ki. Derdi başka. Ama<br />

sürpriz finali ile de söyleyeceğini de söylüyor.<br />

İso ile Cengo arabanın bagajındaki emanetin<br />

kafasını mı aşıyorlar sadece?. İçlerindeki


şiddeti uyaran şey o mu?. Yol boyunca bir sürü<br />

infaz yapıyorlar. Yok ederek ve de yağmalayarak<br />

var olabiliyorlar. Dünyanın mevcut düzenini taklit<br />

ediyorlar yani. Güç olmak istiyorlar. “sıkıntı yok<br />

agaaa” diye bağırırken sıkıntı içlerinde mühimmat<br />

olmuş patlayacak yer arıyorlar aslında. Olay bu.<br />

Uyuşturucu bu arazalı ruh halinin hassas tetiği<br />

sadece<br />

Barış Erçetin’in ilk uzun metraj filmi. Hem ilk film<br />

hem de farklı bir yapısı var. Yönetmenle bu dez<br />

avantajları atlatmak için ne gibi çözümler ürettiniz?<br />

Bülent Çolak: Barış’ın ön hazırlık yapma fırsatı<br />

pek olmadı. Sete düştü resmen. Son ana kadar<br />

yoktu ve filmi 13 günde bitirmemiz gerekiyordu.<br />

Geceleri otel lobisinde buluşup sahneleri geçiyorduk.<br />

Çabucak aynı dilden konuştuğumuzu anladık.<br />

Bu bir karakter filmi dedik ve derinlemesine daldık.<br />

Barış’ın oyuncu ile kurduğu bağ sahicilik<br />

üzerine. Net. Bu bizi Orhan’la acayip rahatlattı.<br />

Yalandan poz atamazdık. Senaryo bıçak sırtı<br />

çünkü. İki karakterin sırtında bir film bu. Boş<br />

bir anımız olmasın diye çok çaba sarf ettik.<br />

Türk sineması sanat filmleriyle dünyada<br />

kendinden söz ettiriyor. Halbuki sinemanın<br />

merkezinde Entertainment filmler yer alır.<br />

Hollywood’un tartışılmaz liderliğinin altında<br />

bu yatıyor. Sizin filminizi de bu türe yakın.<br />

Bir oyuncu olarak tercihiniz hangi filmlerden<br />

yana?<br />

Bülent Çolak: Kalbim bağımsız sinemadan<br />

yana.<br />

Türk sinemasının 100. Yılı bu konu hakkındaki<br />

düşünceleriniz neler? Sizi sinema tarihimizde<br />

en etkileyen Türk filmi, aktiristi ve aktörü kimlerdi?


Bülent Çolak: 100. Yıl.. evet her sene yüze<br />

yakın film çekiliyor ama 10 tanesi vizyona girebiliyor.<br />

Semir Aslanyürek’in yıllardır önerdiği<br />

bir şey vardır. Yetmiş küsur tane iletişim fakültesi<br />

var. Bu yetmiş küsur salon ve projeksiyon<br />

makinası demek. Yapsalar ya. Öğrenciler<br />

de bu sinema hareketinden yararlanmış<br />

olur. Neyse… Sinemayı AVM’leştirerek, fastfoodlaştırarak<br />

tekrar tekrar tüketiyoruz. Ne<br />

varsa eskilerde var diyelim o zaman. Vesikalı<br />

Yârim, Ah güzel İstanbul, Sevmek Zamanı,<br />

Yol, Muhsin Bey, Züğürt Ağa, Gölge Oyunu,<br />

Şekerpare ilk aklıma gelenler. Yakın tarihten<br />

de, Masumiyet, Bir Zamanlar Anadolu’da,<br />

Tepenin Ardı, Yozgat Blues, Sen Aydınlatırsın<br />

Gece’yi listeme alırım. Bende iz bırakan oyuncular,<br />

Sadri Alışık, Şener Şen, Münir Özkul,<br />

Uğur Yücel, Perran Kutman, Şevket Altuğ<br />

ve Olgun Şimşek’tir. Bu oyuncular oynarken<br />

karakterin gizli yarasını göstererek oynarlar.<br />

Komedi bile olsa.<br />

Daha yeni dizi setinde bir emekçi hayatını<br />

kaybetti. Dizi sektöründe iyileşme gerektiğine<br />

inanıyor musunuz? Bunun için bir eylem<br />

planınız veya düşünceniz var mı?<br />

Bülent Çolak: Öyle saçma bir hal almaya<br />

başladı ki, söz bitiyor. Günde 16 saat<br />

çalışırsan şanslısın. Oyuncu bir şekilde çeker<br />

gider. Ama set çalışanları hep oradadır. bir<br />

tür kölelik hali. Şu 90 dakikalık sürenin 45<br />

dk. İnmesi gerekiyor her şeyden önce insanca<br />

olması için. Televizyon kanallarının ve<br />

yapımcıların oturup bu mevzuyu bir an önce<br />

çözmesi lazım. Bir haftada sinema filmi mi çekiyorsun.<br />

Neyin 90 dakikası bu? Bir de önüne<br />

30 dakika özet dayıyorsun. Ve böylece daha<br />

çok reklam kuşağı girebilirsin. Reklam pastası<br />

tatlı geliyor tabi. Oyuncular Sendikası kurucu<br />

üyelerinden biriyim ben. 1200’den fazla üye<br />

var. Peki kaç sigortalı oyuncu var sizce?. İki<br />

elin parmağını geçmez. Set çalışanları uykusuzluktan,<br />

ağır koşullardan ölüyor artık. Ses de<br />

çıkaramıyorlar bir dahaki projede olmazsam<br />

diye. Uzar gider böyle. Durum bu.<br />

Bundan sonraki sinema projeniz nedir?<br />

Bülent Çolak: Boyut Film’in Tokat’ta<br />

çekeceği ‘Çarşı Pazar’ adlı sinema filminde<br />

oynayacağım. En yakın proje bu.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!