Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>Cinedergi</strong> yazarları 100 yılın 10 yönetmenini seçti<br />
n Bu ay biraz geç çıkıyoruz. Bunun en<br />
büyük sebebi 3 Mart’ta Oscar ödül töreni<br />
olmasıydı. Haliyle böyle büyük bir organizasyonu<br />
görmeden geçemezdik. Aslında<br />
bu durum biraz elimizi de rahatlattı. Bu<br />
sayede Lars Von Trier’in Nemfomanyak<br />
filminin yasaklanmasına karşı da tepkimizi<br />
koyma şansımız oldu. Böylesine gündemi<br />
değişen bir ülke olamaz. Biz bir sinema<br />
dergisi olarak bu gündemi takip etmekte<br />
zorlanıyorsak gazetelerin, aktüel dergilerin<br />
allah yardımcısı olsun. Bu yılın başında<br />
söylemiştik. Türk sinemasının 100 yılında<br />
bu yılın değerini anlatan bir dosyayı derginizin<br />
içinde yıl sonuna kadar bulacaksınız.<br />
Bu ay da Türk sinemasının 100 yılının en<br />
önemli yönetmenlerini seçtik. Bu listeye<br />
girmeyen ve listedekiler kadar değerli birçok<br />
yönetmenimiz olduğunu biliyoruz. Ama 12<br />
yazarımızın oylarından çıkan liste en azından<br />
bu yönetmenlerimizin hakkını teslim ediyor.<br />
Bu ay neredeyse her hafta üç Türk filmi<br />
vizyon alıyor. Biz de elimizden geldiğince<br />
yeni filmlerin peşinden gittik. Bizum Hoca<br />
filmini Cezmi Baskın anlattı. Mavi Dalga’nın<br />
yönetmenleri Zeynep Dadak, Merve Kayan,<br />
başrol oyuncusu Ayris Alptekin ile sinemada<br />
ve toplumun içinde kadının problemlerini<br />
konuştuk. Soğuk filminin yönetmeni Uğur<br />
Yücel ile çok keyifli bir röportaj yaptık. 5<br />
Nisan’da başlayacak İstanbul Film Festivali<br />
Ulusal Jüri başkanı Derviş Zaim ile hem yeni<br />
görevini hem festival sinemacı ilişkisini masaya<br />
yatırdık. Geçen ay vizyona giren Daire<br />
filminin yönetmeni Atıl İnanç ve başrol oyuncusu<br />
Nazan Kesal ile ay içinde muhteşem<br />
bir röportaj yaptık. Röportaj o kadar tatmin<br />
edici oldu ki sizle buluşturmasak ayıp olurdu.<br />
Dosyalarımız da sizleri bekler. 300<br />
Spartalı’dan yola çıkarak Başak Epik filmleri<br />
yazdı. Melis son günlerin fenomen filmi<br />
Nebraska’yı coşturdu. Murat Kızılca Won Kar<br />
Wai’nin Grandmaster filminden yola çıkarak<br />
Ip Man filmlerini topladı. Utku Ögetürk ise<br />
herkesi terse yatırarak Oscar alamayan efsane<br />
filmleri yazdı. Olay yönetmen Lars Von<br />
Trier Halil İbrahim Sağlam’ın kaleminden size<br />
geliyor. Egemen Tokatlıoğlu hayal kırıklığı<br />
yaratan yeni Robocop’ı eskisiyle karşılaştırdı.<br />
Banu Bozdemir kapak konumuz da olan<br />
Nemfomanyak’ın sansür meselesini açtı. Ve<br />
radikal kalem Deniz Uğur, onun için birşey<br />
diyemeyeceğim yazısını mutlaka okuyun.<br />
Sadece yazının başlığını söyleyim size yeter<br />
sanıyorum: Yüzde elliyi evde zor tutuyoruz...<br />
Portre sayfalarımızda Cate Blanchett ve<br />
Stellan Skarsgaard var. Dizidergi köşemiz<br />
ise her ay daha da gelişiyor. Yabancı dizi<br />
köşemiz Episode artık Şenay Tanrıvermiş’e<br />
emanet. Gizem Merve Kaboğlu ise Seda<br />
Sayan’a takmış, bu arada Ulaş İnan Torul,<br />
Nur Erkul ile Bir Yusuf Masalı’nı konuşmuş.<br />
Fırat’ın Uzunun Kısası köşesi, Utku’nun İf<br />
değerlendirmesi, vizyonlar, pekyakındalar<br />
onlar bunlar hepsi dergide sizi bekler.<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
Alper Turgut<br />
Başak Bıçak<br />
Gizem Merve Kaboğlu<br />
Merve Genç<br />
Egemen Tokatlıoğlu<br />
Deniz Uğur<br />
YAZARLAR<br />
Fırat Sayıcı<br />
Malis Zararsız<br />
Murat Kızılca<br />
Utku Ögetürk<br />
Halil İbrahim Sağlam<br />
Şenay Tanrıvermiş
Türk sinemasının 100. Yılını anan,<br />
hatırlayan ve değerinin anlaşılması için<br />
üsteleyen dergimizin bu ay ki dosyası<br />
100 yılın en iyi 10 yönetmeni...<br />
n 100. yılımızın 10 yönetmenini<br />
seçmek gerçekten<br />
sor iş. Birdolu hak eden<br />
isim dışarıda kalıyor. Bu<br />
listelerde olmayan bütün<br />
yönetmenlerden özür dilerim.<br />
Ama bir sinema dergisi<br />
olarak bu tür çalışmaları<br />
yapmalıyız. Biz 2014<br />
yılında her ay sinemamızın<br />
100 yılının değerini ortaya<br />
koyan bir dosya yapmaya<br />
kararlıyız. Bu ay da sıra<br />
yönetmenlerimize geldi.<br />
Ben listemi yaparken hem<br />
yeşilçam dönemini hem de<br />
200 sonrası sinemamızın<br />
etkili isimlerinden karma<br />
bir liste yapmayı doğru<br />
buldum. Listedeki bir<br />
isim beni çok zorladı.<br />
Benim için Otobüs filmi<br />
Türk sinemasının en iyi<br />
yapımıdır. Yönetmen Tunç<br />
Okan o tek filmle benim<br />
her listemde yer alır. Ama<br />
dert tek filmde kalması<br />
tabii. Keşke Otobüs’teki<br />
sinemasal bakışın ifadesi<br />
olan daha çok film seyredebilseydik.<br />
Buyrun yönetmen<br />
listelerine.<br />
EN ÇOK OY ALAN 10 YÖNETMEN<br />
Metin Erksan 12<br />
Lütfi Ö. Akad 11<br />
Nuri Bilge Ceylan 10<br />
Atıf Yılmaz 9<br />
Yılmaz Güney 9<br />
Ertem Eğilmez 9<br />
Reha Erdem 9<br />
Yavuz Turgul 8<br />
Zeki Demirkubuz 8<br />
Ömer Kavur 6<br />
*Yandaki numaralar oy veren 12 yazarımızdan<br />
kaç kişinin adayı seçtiğini gösterir
Halit Refiğ<br />
Lütfi Ömer Akad<br />
Metin Erksan<br />
Ertem Eğilmez<br />
Yılmaz Güney<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Tunç Okan<br />
Reha Erdem<br />
Semih Kaplanoğlu<br />
Derviş Zaim<br />
Yılmaz Güney<br />
Lütfi Ömer Akad<br />
Metin Erksan<br />
Atıf Yılmaz<br />
Ertem Eğilmez<br />
Ömer Kavur<br />
Yavuz Turgul<br />
Reha Erdem<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Derviş Zaim<br />
Yılmaz Güney<br />
Metin Erksan<br />
Lütfi Ömer Akad<br />
Atıf Yılmaz<br />
Şerif Gören<br />
Ertem Eğilmez<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Ezel Akay<br />
Reha Erdem
n Listeyi oluştururken yönetmenlere<br />
üç yönden yaklaştım: Cumhuriyet<br />
dönemi Türkiye’sinin tarihine paralel,<br />
toplumsal değişim ve dönüşümleri<br />
şaşmaz bir zamanlamayla ‘okuyan’ ve<br />
sinemasına yansıtan, aynı zamanda<br />
geliştirdikleri yeni anlatı biçimleriyle<br />
tüm zamanların klasikleri arasına<br />
yerleşen filmleri çekenler...Karmaşık<br />
ve harikulade bir yaratık olan insanı<br />
tanımaya, anlamaya dönük cesur<br />
işlere imza atanlar...Tek bir filmiyle<br />
sinemamızda kalıcı, etkili, sağlam iz<br />
bırakanlar. Kuşkusuz, onlarca yönetmeni,<br />
nüanslarla dışarıda bırakmak<br />
zorunda olduğum bir liste oldu; ancak<br />
sinemamızı en geniş perspektifte<br />
yansıtmasına dikkat ettim.<br />
Atıf Yılmaz<br />
Halit Refiğ<br />
Levent Semerci<br />
Lütfi Ö. Akad<br />
Metin Erksan<br />
n 100 yıllık tarihimizin yönetmenleri<br />
arasında gezintiye<br />
çıkınca elbette kuşakları gözlemlemek<br />
şart hale geliyor.<br />
Muhsin Ertuğrul’un öncülüğü<br />
bir tarafa, Sinemacılar<br />
Kuşağı’nın en önemli figürleri<br />
Ömer Lütfi Akad ve Metin<br />
Erksan ilk bakışta akla gelecek isimler,<br />
onları da az farkla Halit Refiğ izliyor. Türk<br />
Yeni Dalgası’nda ise Yılmaz Güney’in<br />
getirdiği atılımı en iyi değerlendiren isim<br />
Ömer Kavur idi. 90’larda Yeni Yönetmenler<br />
Kuşağı’nın can simidi Reha Erdem ve Nuri<br />
Bilge Ceylan özellikle evrensel kriterler<br />
konusunda da değerli birer ‘auteur’ kimliği<br />
yarattılar. Bu ekolden Demirkubuz onların<br />
hemen arkasına yerleşirken, 2000’lerde<br />
özellikle ‘minimalist yönetmenler’in ikinci<br />
kuşağına girebilecek Semih Kaplanoğlu ve<br />
Tayfun Pirselimoğlu yavaş yavaş üzerine<br />
koyarak dikkat çekti. Onur Ünlü ve Taylan<br />
Kardeşler ise en belirgin farkı yaratan<br />
isimler oldu. Kısacası jenerasyonlara<br />
bakınca an itibarıyla 10 isimlik böyle bir<br />
hakkaniyetli liste oluştu.<br />
Muhsin Ertuğrul<br />
Ömer Lütfi Akad<br />
Metin Erksan<br />
Yılmaz Güney<br />
Ömer Kavur<br />
*Not: Liste yönetmenlerin doğum tarihine göre kronolojik düzenlenmiştir.
Nuri Bilge Ceylan<br />
Ömer Kavur<br />
Tunç Okan<br />
Yavuz Turgul<br />
Yılmaz Güney<br />
n Editörüm (Serdar<br />
Akbıyık) “en iyi 10”<br />
yönetmen listesi istiyor.<br />
Açıkçası benim için<br />
100 sayısı bile böyle bir<br />
listeyi kısır bırakacak<br />
çünkü sinemanın<br />
tarihi boyunca dünya<br />
sinemasında filmlerini<br />
çok sevdiğim bir<br />
sürü yönetmen var.<br />
Tek bir coğrafyanın sinemacılarını bilen, onlardan<br />
başkasını kıymetsiz bulan bir eleştirmen değilim,<br />
o yüzden kafamdakinin en daraltılmış hali olan bu<br />
“10 yönetmen” listesi için beni bağışlayın.<br />
Reha Erdem<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Semih Kaplanoğlu<br />
Onur Ünlü<br />
Metin Erksan,<br />
Ertem Eğilmez,<br />
Atıf Yılmaz,<br />
Lütfi Ömer Akad,<br />
Yavuz Turgul,<br />
Zeki Ökten,<br />
Tunç Okan,<br />
Zeki Demirkubuz,<br />
Nuri Bilge Ceylan,<br />
Derviş Zaim,
n Sinemamızın yüzüncü yılı sebebiyle<br />
seçtiğim 10 Türk yönetmenin<br />
tamamının Yeşilçam yıllarına ait<br />
olması günümüzde iyi bir yönetmen<br />
yok mu sorusunu akıllara<br />
getirebilir. Doğrudur; hala bir Metin<br />
Erksan, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz,<br />
Ertem Eğilmez vb. gibi hem iyi hem<br />
de her kesime hitap eden filmler<br />
çekemiyoruz. Nuri Bilge Ceylan<br />
ya da Zeki Demirkubuz elbette iyi<br />
yönetmenlerdir ancak belli bir kitleye<br />
hitap eden iyi filmler yapmak<br />
tek başına yeterli olmuyor bence.<br />
Dilerim bir gün Yeşilçam’ın da<br />
ötesine geçen filmler çekebiliriz.<br />
Sinema ancak halkın desteğiyle<br />
gelişebilir, unutmayalım.<br />
Metin Erksan<br />
Yılmaz Güney<br />
Atıf Yılmaz<br />
Ertem Eğilmez<br />
Lütfi Ömer Akad<br />
n <strong>Cinedergi</strong>’nin Türk Sineması’nın 100.<br />
yılı eylemleri devam ediyor. En İyi 20 Türk<br />
Filmi listesinden sonra sıra geldi bu filmleri<br />
yaratan isimlere. Karanlık bir salona doluşan<br />
seyircilere, birbirinden farklı bir dolu hikâye<br />
anlatıldı yüz yıl boyunca. Kimi anlatıcıları<br />
seyirci çok sevdi, baş tacı yaptı, kimilerine<br />
sırtını döndü belki. Kimileri yurt dışında da<br />
çok büyük övgülere mazhar oldu, bir kısmı<br />
görmezden gelindi. Velhasıl her yönetmen<br />
iyi ya da kötü bir iz bırakıp geçti ya da<br />
bırakmaya devam ediyor. Ben de hayatıma<br />
etki edenler arasından öne çıkan on tanesini<br />
sıraladım Yüz Yılın En İyi 10 Türk Yönetmeni<br />
listesini oluştururken. Önümüzdeki yıllarda<br />
böylesi listelere girmeyi hak edecek yeni<br />
yönetmenlerimizin de sinemamıza katkıda<br />
bulunması umuduyla…<br />
Metin Erksan<br />
Yılmaz Güney<br />
Lütfi Ö. Akad<br />
Zeki Ökten<br />
Ertem Eğilmez
Yavuz Turgul<br />
Şerif Gören<br />
Memduh Ün<br />
Halit Refiğ<br />
Zeki Ökten<br />
n En iyi Türk yönetmenler<br />
diye düşününce<br />
aslında önce “amaan,<br />
ne varsa eskilerde<br />
var, hep eski isimlerle<br />
doldururum listemi”<br />
diye düşündüm ama<br />
öyle olmadı pek, Zeki<br />
Demirkubuz, Reha<br />
Erdem gibi isimler<br />
bana göre gerçekten<br />
ümit verici yetenekler. İlk filmini çekmiş<br />
olup devamını henüz göremediğimiz<br />
yönetmenlerden de favorilerim var ama<br />
onların filmografileri biraz dolmadan bu<br />
listeye almak istemedim, mesela Erdem<br />
Tepegöz, Seren Yüce, Çiğdem Vitrinel, Ali<br />
İlhan, Caner Erzincan…Son olarak da ilk<br />
filmini çektikten sonra ikincisini hazırlarken<br />
kaybettiğimiz sevgili Ahmet Uluçay’ı rahmetle<br />
anmak istiyorum. Eminim yaşasaydı<br />
bizi yine çok sıcak, samimi ve doğal filmlerle<br />
gururlandıracaktı.<br />
Atıf Yılmaz<br />
Yavuz Turgul<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Reha Erdem<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Yılmaz Güney<br />
Ertem Eğilmez<br />
Çağan Irmak<br />
Yavuz Turgul<br />
Reha Erdem<br />
Ömer Kavur<br />
Metin Erksan<br />
Erden Kıral<br />
Ömer Lütfi Akad
n Türk Sineması geçen zamanla<br />
birlikte yönetmenlerin farklı bakış<br />
açısı, farklı değerlendirmeleri<br />
ile çeşitlenmeye başlamış bu<br />
çeşitlenme ile birlikte insan olgusunun<br />
ne kadar farklı pencerelerden<br />
yorumlanabildiğini ortaya<br />
koymuştur. Git gide açılan bu yelpaze<br />
ile sinemamız tür açısından, insana<br />
bakış, günümüz sorunlarını dile<br />
getiriş açısından da farklı yorumlamalara<br />
açık hale geliyor. Dünya sineması<br />
içerisinde gittikçe yükselen bir değer<br />
haline gelen sinemamızın 100. Yılını<br />
kutladığımız şu günlerde, olayların biraz<br />
daha farkında olmak, sinemamızın<br />
değerini biraz daha iyi anlamamız<br />
gerekiyor.<br />
Metin Erksan<br />
Ömer Lütfi Akad<br />
Halit Refiğ<br />
Şerif Gören<br />
Ömer Kavur<br />
n Sinema tarihimize göz attığımız zaman<br />
Türkiye Sineması’nın yükseliş gösterdiği<br />
dönemler kadar dibe vurduğu dönemleri<br />
de görmek mümkün. Bu doğrultuda<br />
yükselişe geçtiği dönemlerde cesur<br />
yönetmenlerimizin imza attığı başarılı<br />
işler sinemamızın gelişmesine büyük<br />
katkı sağlamış olsa da özellikle yakın<br />
dönemde film sayısındaki artış kalitenin<br />
artmasından ziyade düşmesine sebep<br />
oluyor. Lakin, geriye dönüp baktığımızda<br />
geçmişten günümüze çok büyük yönetmenlerin<br />
ülke sinemamız adına büyük<br />
izler bıraktığını görmek mümkün. Atıf<br />
Yılmaz’dan, Ertem Eğilmez’e, Metin<br />
Erksan’dan Yılmaz Güney’e unutulmaz<br />
yönetmenlerin genç yönetmenlere örnek<br />
olmasını dilerim.<br />
Atıf Yılmaz<br />
Derviş Zaim<br />
Ertem Eğilmez<br />
Metin Erksan<br />
Nuri Bilge Ceylan
Ertem Eğilmez<br />
Atıf Yılmaz<br />
Yavuz Turgul<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Reha Erdem<br />
n Türk sinemasının 100 yılı içerisinden en<br />
iyi 10 yönetmen seçmek elbette çok zor<br />
bir durum. 100 yılda sinemamıza katkısı<br />
büyük sayısız yönetmen mevcut fakat<br />
kimi yönetmenler var ki sinema tarihimizde<br />
dönüm noktaları oluşturmuştur,<br />
kimileri de hak ettiği değeri görememiştir.<br />
Herhangi bir sıralama yapmaksızın Türk<br />
sinemasının gelişimine en çok katkı<br />
sağladığını düşündüğüm 10 yönetmen<br />
listemi oluşturdum.<br />
Reha Erdem<br />
Zeki Ökten<br />
Yavuz Turgul<br />
Yılmaz Güney<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Nuri Bilge Ceylan<br />
Metin Erksan<br />
Zeki Demirkubuz<br />
Atıf Yılmaz<br />
Ömer Kavur<br />
Ömer Lütfi Akad<br />
Reha Erdem<br />
Halit Refiğ<br />
Ertem Göreç<br />
Duygu Sağıroğlu
Lars Von Trier’in toplam uzunluğu<br />
beş saati bulan Nymphomaniac / İtiraf<br />
filmini !f’ten ve vizyondan önce izleyiverdik<br />
ama oto-sansürlü halini.<br />
Biliyorsunuz vizyon ve festival bazen<br />
farklı işliyor. Festivalde sansürsüz<br />
izlediğimiz filmler vizyonda sansürleniyor<br />
ya da en üst sınırda +18 olarak<br />
vizyona giriyor. Ama İtiraf için oto sansürsüz<br />
girmek demek hiç vizyon yüzü<br />
görmemek demek olduğu için peşinen<br />
oto sansürlü kopyayı sokmuşlar filmin<br />
dağıtımcısı olan Özen ve Umut Sanat<br />
Filmcilik. Filmde ereksiyon görüntülerini<br />
buzlanmış bir halde izledik ama<br />
kadın cinsel organına yönelik herhangi<br />
bir buzlanma yoktu, sanırım o konuda<br />
bir sansür yok. O ayrı bir konu tabii<br />
ama dediğim gibi yapımcı buzlu ve buzlu<br />
olmayan versiyonlar hazırlamış ve<br />
onları ülkelerin durumuna, festivallerin<br />
algısına göre servis ediyor. Bu zaten<br />
başlı başına bir sansür yani oto sansür<br />
olarak görülen şey, sonrasında tamamen<br />
sansürü dayatıyor. Çünkü dayatılan algı<br />
Ben bu yazıyı yazdım ki, filme<br />
‘vizyona giremez kararı çıkmış…<br />
Alt kurul, üst kurula devretmiş<br />
oradan da ret cevabı çıkmış..<br />
Ben iyi niyetli bir yazı yazmışım<br />
halbuki, buzlandı ve vizyona<br />
öyle girecek diye!
sonucu yapımcılar olmasa bile dağıtımcılar filmlere<br />
oto sansür uygulayarak vizyona sokacak gibi<br />
görünüyor. Bu da bayağı büyük bir sorun!<br />
Cennetin Düşüşü…<br />
Haziran 2013’te Gezi Parkı’nda başlayıp tüm<br />
Türkiye’ye yayılan Gezi Direnişi’ni anlatan Cennetin<br />
Düşüşü belgeselinin yapımcısı Hakan Alak<br />
ile konuştum. Film bu ay vizyona girecekti ama<br />
vazgeçmişler. Aslında vizyona girse, gösterilse<br />
iyi olurdu. Bu durumda festivallere iş düşüyor,<br />
Mısır’dan gelen Meydan belgeseli süreci içinden<br />
çeken çok başarılı bir anlatım, o bu ay vizyonda.<br />
Mutlaka izleyin. Cennetin Düşüşü ise internet vs<br />
üzerinden dağıtıma girecek ve DVD’si çıkacakmış.<br />
Umarım çok pahalıya satılmaz da herkesin ruhuyla<br />
sahiplendiği o günler herkes tarafından izlenebilir.<br />
Adalet vurgusunu öne çıkaran Cennetin<br />
Düşüşü belgeselini, Asi Ruh ve Hile Yolu’nun da<br />
yönetmenliğini üstlenen Ersin Kana Yönetiyor.<br />
Belgeselin yapımcıları arasında Avukat Efkan<br />
Bolaç da var. Gazın içinde dakikalarca kalan kızın<br />
çığlıklarına dikkat!<br />
Sinema salonu mu sallanan yatak mı?<br />
Şimdi salonlardan, konforundan, eskisinden yenisinden<br />
konuşmayı çok severiz ya… Galiba kendini<br />
bu kadar yenilemesine, dekor değiştirmesine<br />
rağmen yenilenmeyen tek salon Cinemaximum<br />
Fitaş. Kendisini son yıllarda !f İstanbul nedeniyle<br />
çok fazla ziyaret eder olduj. Başik gibi sallanan<br />
koltuklarında adeta film izlemeyin de uyuyun<br />
der gibi muamele görüyoruz. Biraz daha sallansa<br />
arka koltuğa yatacak denli esnek olanları<br />
var. Bu durumda film izlerken kimi zaman<br />
sallanmaktan, kimi zaman altyazıya odaklanamamaktan<br />
film de heder oluyor. O yüzden @<br />
dirensinema köşemde seyircisini memnun edemeyen<br />
salonların da olmasını istiyorum. Aynı<br />
sorunu Beyoğlu Sineması’nda da yaşıyoruz<br />
ama onu sineye çekmesini de biliyoruz. Ama<br />
bir zincirin bir parçası olmuş Beyoğlu Cinemaximum<br />
Fitaş’a yakışmıyor gerçekten de<br />
böyle koltuklar!<br />
Mahsun Kırmızıgül son filmi Mucize’nin çekimlerini<br />
tamamlamış. Talat Bulut, Şenay Gürler<br />
ve Sinan Bengier gibi isimlerin olduğu filmle<br />
ilgili konuşma yasağı yemeleri de bir sansür<br />
değil mi? Düşünsenize bir filmde oynuyorsunuz<br />
ama tek kelime edemiyorsunuz.<br />
Neden? Çünkü sizinle sözleşme imzalanıyor,<br />
konuşmayacaksın deniyor ama siz filmin<br />
oyuncusu olarak lanse ediliyorsunuz . Bu bana<br />
garip geliyor hatta bir sürü oyuncunun bu<br />
konuyu çok fazla ciddiye aldığını görebiliyorum.<br />
Mahsun Kırmızıgül’ün tarzı da bu olsa gerek<br />
ne diyelim ama diren sinemalık bir mevzu<br />
olduğunu da düşünmeden edemiyorum!
Yönetmen: Marc Webb<br />
Senaryo: Stan Lee, Alex<br />
Kurtzman, Steve Ditko<br />
Oyuncular: Emma Stone,<br />
Jamie Foxx, Andrew Garfield,<br />
Paul Giamatti, Stan Lee<br />
Konu: 2012’de büyük sükse<br />
yapan İnanılmaz Örümcek<br />
Adam’ın devam filmi olan<br />
The Amazing Spider-Man<br />
2’de Peter Parker’ın işi hayli<br />
zor ve her günü yoğun. Zira<br />
Örümcek Adam olarak kötü<br />
adamların peşini bırakmıyor.<br />
Ama bir yandan da büyük<br />
aşkı Gwen’e zaman ayırmaya<br />
çalışıyor. Lise mezuniyeti ise<br />
henüz ufukta görünmüyor.
Yönetmen: Justin Chadwick<br />
Senaryo: William Nicholson<br />
Oyuncular: Idris Elba, Naomie Harris,<br />
Mark Elderkin, Robert Hobbs, Theo<br />
Landey<br />
Konu: Mandela, henüz genç bir hukuk<br />
öğrencisiyken, politikaya duyduğu<br />
büyük ilginin sonucunda Güney<br />
Afrika’da demokrasinin en önde gelen<br />
savaşçılarından biri olur. 1964 yılında<br />
çarptırıldığı hapis cezasıyla birlikte<br />
kontrol altına alınsa da 27 yılın ardından<br />
özgürlüğüne kavuştuğunda mücadelesine<br />
devam eder. 1993 yılında Nobel<br />
Barış Ödülü’ne layık görülen Mandela,<br />
bir yıl sonra ülkenin ilk siyahi başkanı<br />
olarak göreve gelir.<br />
Yönetmen: Gareth Evans<br />
Senaryo: Gareth Evans<br />
Oyuncular: Iko Uwais, Yayan Ruhian,<br />
Julie Estelle, Kazuki Kitamura,<br />
Ryuhei Matsuda<br />
Konu: Jakarta’nın şiddet ve suç<br />
dolu sokaklarına geri dönüyoruz!<br />
İlk filmdeki ‘baskın’ın ardından iki<br />
saat geçmiş ve Rama ailesini korumak<br />
için her şeyi riske atmıştır.<br />
Kurnazlığını ve savaş yeteneklerini<br />
kullanarak, polisin kovalamaya<br />
cesaret edemediği suç çetesinin<br />
içerisine sızmıştır. Ailesinin tamamen<br />
kurtulmasını sağlayacak olan<br />
şey ise bir kez daha kanlı savaşın<br />
ortasına atılmaktır. Bir kez daha<br />
yeni temaslarda bulunur ve polis<br />
departmanının içerisindeki<br />
yozlaşmayla karşılaşır.
Yönetmen: Anthony Russo, Joe Russo<br />
Senaryo: Christopher Markus, Ed Brubaker<br />
Oyuncular: Scarlett Johansson, Samuel L. Jackson,<br />
Chris Evans, Cobie Smulders, Sebastian<br />
Stan<br />
Konu: S.H.I.E.L.D. üyesi bir arkadaşı saldırıya<br />
uğrayınca Steve, dünyayı tehlikeye atan bir entrika<br />
ağının içine çekilir. Kara Dul (Black Widow)<br />
ile güçlerini birleştiren Kaptan Amerika, kendisini<br />
susturmak için gönderilen profesyonel katillerle<br />
savaşırken bir yandan da giderek genişleyen bir<br />
komployu ortaya çıkarmak için çabalamaktadır.<br />
Bu kötü niyetli oyunun foyası meydana çıkınca<br />
Kaptan Amerika ve Kara Dul yeni arkadaşları<br />
Falcon’dan yardım isterler.
Yönetmen: Darren Aronofsky<br />
Senaryo: Darren Aronofsky<br />
Oyuncular: Emma Watson, Russell<br />
Crowe, Anthony Hopkins,<br />
Jennifer Connelly, Logan Lerman<br />
Konu: Ölümcül bir sel felaketi<br />
dünyadaki tüm yaşamı<br />
tehdit ettiğinde Hz. Nuh<br />
Tanrı’dan aldığı kutsal bir emir<br />
doğrultusunda bir gemi inşa<br />
etmeye başlar. Bu devasa gemiye<br />
her canlı türünden örnekleri<br />
alarak insan ve canlı hayatının<br />
devamlılığını emniyet altına<br />
alacaktır. Öncelikli amaçlarından<br />
bir diğeri de eşi Naamah ile<br />
oğulları Ham, Shem ve arkadaşı<br />
Ila’nın hayatlarını kurtarmaktır.<br />
Yönetmen: Carlos Saldanha<br />
Senaryo: Carlos Saldanha<br />
Seslendirenler: Anne Hathaway, Jamie Foxx,<br />
Jesse Eisenberg, Leslie Mann, Jake T. Austin<br />
Konu: Rio 2′de, Blu, Jewel ve üç çocuğunu<br />
sihirli bir şehirde harika bir ev hayatı<br />
yaşarken buluyoruz. Jewel çocuklara gerçek<br />
kuşlar gibi yaşamayı öğretmeye karar<br />
verince, ailenin Amazonlara gitmesi konusunda<br />
ısrarcı olur. Blu yeni komşularına<br />
alışmaya çalışırken, Jewel’ı ve çocukları<br />
vahşi dünyanın ellerinde kaybetmekten<br />
korkmaktadır
Yönetmen: Jon S. Baird<br />
Senaryo: Jon S. Baird<br />
Oyuncular: James McAvoy, Imogen<br />
Poots, Brendan Gleeson, Jamie Bell, Alan<br />
Cumming<br />
Konu: Bipolar ve bağnaz yapılı bir<br />
uyuşturucu bağımlısı polis, kendi yoluna<br />
dair türlü manipulasyonlarla işlerini<br />
elinde tutmaya çalışır. Festival mevsimince<br />
promosyonunu güvence altına almaya<br />
gayret eder. Esas istediği ve amacı<br />
olan şey ise karısı ve kızını yeniden<br />
kazanabilmektir. Filmin yönetmeni<br />
Jon S. Baird. Senaryo yazarları olarak<br />
bakıldığında roman Irvine Welsh’e ait<br />
olup, senaryo yazarı Jon S. Baird. Oyuncular<br />
ise James McAvoy, Jamie Bell ve<br />
Jim Broadbent gibi isimler yer alıyor.<br />
Yönetmen:<br />
Mukunda Michael Dewil<br />
Senaryo:<br />
Mukunda Michael Dewil<br />
Oyuncular: Paul Walker,<br />
Kate Tilley, Leyla Haidarian,<br />
Gys De Villiers<br />
Konu: Gezgin bir yabancı,<br />
seyahate çıktığı şehirde<br />
bir araba kiralar. Fakat<br />
kimin olduğunu bilmediği<br />
bu araba yerel polisle<br />
başına büyük işler açacak,<br />
dahası yozlaşmış emniyet-güç<br />
ilişkilerini ortaya<br />
çıkartacaktır. Senaristliğini<br />
ve yönetmenliğini Mukunda<br />
Michael Dewil’ın üstlendiği<br />
gerilim türündeki filmin baş<br />
rolünde ise 2013 Aralık’ında<br />
hayatını kaybeden Paul<br />
Walker yer alıyor.
n Oscar filmleri sinemaları parsellemiş durumda,<br />
Türk filmleri ise komedilerle kendini gösteriyor bu<br />
dönemde. Eğer farklı bir film istiyorsanız ve özellikle<br />
bu farklılığı Türk filmlerinde yaşamayı tercih<br />
ediyorsanız Silsile tam size göre. BKM son dönemlerde<br />
en üretken şirket sinemamızda. Ama onlar da<br />
daha çok komedi filmleriyle kendilerini gösteriyorlar.<br />
Hükümet Kadın, Eyvah Eyvah veya Tolga Çelik’in<br />
filmleriyle izleyiciyi memnun ediyor BKM. Kelebeğin<br />
Rüyası, Sadece Sen gibi filmler de arada bir vizyona<br />
giriyor. Bu sefer ise daha önce rast gelmediğimiz bir<br />
tür filmi var karşımızda. Silsile açlığını çektiğimiz dört<br />
dörtlük bir suç filmi. Bu türün kuralları bellidir, özellikle<br />
Hollywood’ta çok başarılı örneklerini görürüz. Bu sefer<br />
de biz çekmişiz. Filmin yönetmeni Ozan Açıktan’ı<br />
Çok Film Hareketler Bunlar ve Sen Kimsin filmlerinden<br />
hatırlayabilirsiniz. İki komediden sonra bu sefer<br />
farklı bir yapıyla karşımızda. Kameraya hakim ve<br />
oyuncusunun albenisini ortaya koyabilen bir tarzı var.<br />
Filmde özellikle Nehir Erdoğan’ın bazı çekimleri var<br />
ki değme Hollywood filmlerine taş çıkartır. Tek dert bu<br />
başarıyı filmin geneline yayamamış. Bu da az üretmekten<br />
kaynaklanıyor olabilir. Yıllarca durup bir film<br />
çekerek bazı şeyler otomatiğe bağlanamıyor ne yazık<br />
ki. Türk sinemasının en büyük derdi gişe filmlerinin tür<br />
olarak renklenmesi ve bir sektörü besleyecek kadar<br />
sayı olarak artması. Bu film bu anlamda da değerli.<br />
Gişe filmi dediğimiz bir çok yapımdan daha başarılı<br />
bir üretim. Gelelim oyunculuklara Nehir Erdoğan<br />
fiziği, ifadesi ve oyunculuğuyla bu türe cuk oturmuş.<br />
Sinema perdesi güzel kadını sever, bu bir gerçek.<br />
Ama sadece güzel değil aynı zamanda kabiliyetli de<br />
olmalı oyuncularımız. Nehir Erdoğan bu anlamda bir<br />
çizgi tutturuyor filmde. Yapımın iki erkek oyuncusu<br />
için de konuşursak Tardu Flordun gerçekten bu filmde<br />
döktürüyor. Onun rol aldığı sahneleri zevkle seyrettim.<br />
Hele hastanede görevli bir polisle diyalogları<br />
ve vücut dilleri tam seyirlik. Filmin konusunu kısaca<br />
özetlersek, “Sıcak bir yaz gecesi Ece (Nehir Erdoğan)<br />
Amerika’dan yeni dönmüş olan Cenk’in (İlker Kaleli)<br />
kaldığı eve gider ve eskide kalmış bir aşk alevlenir.<br />
Yakın bir dost aldatılmak üzeredir. Bir anda sessiz<br />
ve karanlık evde bir hırsızlık girişimi olur ve ardından<br />
bir şuç işlenir. Bu suç olaya karışan bütün insanların<br />
hayatını değiştirecek olaylar silsilesini ateşler. Filmin<br />
çekimlerinden bahsettik biraz da mekanlardan bahsedelim.<br />
Karaköy hiç bu kadar güzel bir şekilde<br />
filmlerimizde yer almamıştı. Özellikle final sahnesine<br />
dikkat etmenizi istiyorum. Hepimizin hergün gelip<br />
geçtiği yollar perdede belirince yaşananların gerçeklik<br />
hissi çok daha vurucu oluyor. Sahnelerin müzikle de<br />
uyumu mükemmel. Son dönemde gördüğüm en iyi<br />
müzik çalışması bu filmdeydi Türk sineması adına.<br />
Kısacası bu filme gidilir.
n !f’te izledikten sonra ‘bize de lazım bir Meydan<br />
belgeseli’ demekten kendimi alamadım.<br />
Elbette bizde de gezi direnişini anlatan, o<br />
süreçten etkili kareler ve görüntüler çıkaran<br />
belgeseller yok değil. Ama Al Midan / Meydan<br />
Mısır’ın yaşadığı üç yıllık süreci o kadar net ve<br />
güzel resmediyor ki, bir başkaldırının yarattığı<br />
değişimin, özgürlük isteminin ve aynı zamanda<br />
bir kısırdöngüye dönüşen iktidar değişimlerinin<br />
insanlar üzerindeki etkisini anlatıyor. Gözünüzü<br />
kırpmadan izlediğiniz belgeselin üç yıllık<br />
süreci gibi üç ayağı da var. Mübarek rejiminden<br />
sıkılan ve Tahrir meydanını işgal eden<br />
halkın direnişi karşısında koltuğunu terk eden<br />
Mübarek’in yerine bu kez ordu devreye giriyor<br />
ama sonuç yine aynı… Ordu daha özgürlükçü<br />
gibi dururken baskılarını arttırıyor ve halkın<br />
istemediği Müslüman Kardeşlere devrediyor<br />
bayrağı. Başa geçen Mursi’nin de baskıladığı<br />
halk, özgürlük söylemlerini tekrar etmek zorunda<br />
kalıyor üç yıl boyunca… Değişen ama içerik<br />
olarak aynı kalan iktidarın boyunduruğunda<br />
ezilen haklı isyanını anlatıyor Meydan…<br />
Mısırlı aktivistler Ahmed, Magdy ve Khalid<br />
Abdalla bize üreci anlatan karakterler. Ahmed<br />
enerjik, olaylara dalan bir karakter, Magdy<br />
bizde ki Antikapitalist Müslümanlara denk<br />
düşüyor, aslında Müslüman Kardeşler üyesi<br />
ama direnişe gönülden destek veriyor. Ülkenin<br />
denetimi Müslüman Kardeşlerin eline geçince<br />
de bir hayli zorlanıyor.<br />
Khalid Abdalla ise ağırlıklı olarak Uçurtma<br />
Avcısı’ndan hatırladığımız bir oyuncu. O da<br />
meydanı terk etmeyen direnişçilerden. Meydan<br />
içeriği, talepleri, istekleri farklılık gösterse de<br />
halkın tek bir noktada, özgürlük noktasında<br />
birleştiğini gösteren başarılı bir belgesel. Özellikle<br />
de süreci çok içeriden, tarafsız bir gözle<br />
anlatması işin samimiyetini ortaya koyuyor.<br />
Halkın talepleri karşısında iktidarların ne kadar zalim<br />
olduğunu, insan hayatını hiçe saydığını gösteriyor ki,<br />
direnişçiler daha çok sosyal medya olanaklarıyla seslerini<br />
duyurmaya çalışıyorlar dünyaya ve bunda da<br />
başarılı oluyorlar. Geziye gelecek olursak bir darbe<br />
girişimi olarak algılandı hep, insanların yasaklamalar<br />
karşısında taleplerinin olacağı, tepki göstereceği nedense<br />
absürd , kötü ve yıkıcı bir durum olarak gösterildi.<br />
Evet biz de diktatörlükle yönetiliyoruz, karşımızda<br />
bizi anlamayan bir başbakanımız var. Bir yönetici<br />
vasfından uzak, yasaklarla ve yaptığı beton yapılarla<br />
varoluşunu kutlamaya çalışan sert, anlayışsız bir diktatör!<br />
İşte Mısır’da olan da bu.Kimsenin darbe istediği yok,<br />
öyle olsa askerin yönetimi ele geçirdiği noktada Mısırlı<br />
gençler de o saflara geçer ve yerlerini alırdı. Belgesel<br />
din olgusu üzerine de fazlaca gidiyor, Mursi’nin orduyla<br />
yaptığı anlaşmanın detayları, inananların yılgınlıkları<br />
ama iktidara karşı alamadıkları tavır gençlerin bu üç<br />
yıllık süreci fazlasıyla sırtlanmasını sağlamış. Belgesel<br />
çok güzel bir yerden bakıyor, kendisini anlamayan,<br />
yok sayan ve hiçleyen iktidarların oyununu yemiyor ve<br />
sonuna kadar mücadele edeceklerinin sinyalini veriyor.<br />
Çürüyen her şeyin üzerine tükürmeye devam etmenin<br />
vaktidir diyor. Belgesel o kadar akıcı, o kadar vurucu<br />
ki bir an olsun gözünüzü ayıramıyorsunuz perdeden…<br />
Ve içinizden ‘Her yer Teksim, her yer direniş’ diye<br />
fısıldıyorsunuz salonun karanlığında!
n Son Altın Koza filminde izlediğim ve hayran<br />
kaldığım “Köksüz” Türk aile yapısının güçlü<br />
bir panoramasını çizen, gerçekçi, iyi yazılmış,<br />
yönetilmiş, oynanmış bir filmdi. Çok geç vizyona<br />
giriyor olmasının büyük dezavantajı olduğu<br />
malum ama umarım iyi bir seyirci rakamına<br />
ulaşır. Zira geniş bir kitlenin izlemesi gerektiğini<br />
düşündüğümüz, çok önemli filmlerden biri…<br />
Bir kaybın ardından yeniden aile olmayı<br />
başaramayan, gün geçtikçe kendini yok eden 4<br />
karakterin kaybolma hikâyesi. Beklenmedik bir<br />
kayıpla sarsılan bir ailenin, bu kaybın ardından<br />
nasıl baş edeceklerini bilemedikleri yeni durumla<br />
karşı karşıya kalmaları, aile içindeki erk mücadelesi<br />
ve yetersizlik, kaçışlar, iletişimsizlik, suçluluk,<br />
bunun yarattığı öfke ve bunalım; aidiyet hissi ve bu<br />
hissin yoksunluğunun insanları sürüklediği uçlar<br />
üzerine bir film.<br />
Ayrım yapmadan Ahu Türkpençe, Lale Başar,<br />
Savaş Alp Başar, Melis Ebeler ve Sekvan<br />
Serinkaya’ın oyunculuklarının yanına ‘muhteşem’<br />
ibaresinin konulmasının gerektiğini düşünüyorum.<br />
Her biri gerçekçiliğin/inandırıcılığın tüm kozlarını<br />
yedirmiş yarattıkları karaktere. Senaryonun<br />
pürüzsüz yapısı ve Akçay’ın kadın dokunuşunun<br />
da etkisiyle şahlanan Köksüz, seyrine doyulmaz<br />
bir eser olarak çıkıyor seyircinin karşısına. Deniz<br />
Akçay, uzun yıllar televizyon sektöründe senaryolar<br />
yazmış biri. Ancak ilk uzun metraj filminde çıtayı<br />
yüksekten çatan Akçay, yetkin bir yönetmenlik<br />
örneği de sergileyerek Türk sineması adına sevindirici<br />
bir ilerlemeye imza atıyor. Kadın yönetmenlerin<br />
eksikliğini çeken sinemamız, Akçay gibi umut<br />
verici isimlere şahit oldukça, sinema yazarı olarak<br />
bizler de mutlu oluyoruz.<br />
Ataerkil sistemle güçlü bağlar kurmuş olan memleket<br />
ailelerimizin yapısını yalın bir dille anlatan, tokat<br />
gibi sonuçları göz önüne seren Seren Yüce’nin<br />
“Çoğunluk” filmini hatırlarsınız. ‘Baba’ figürünü öyle<br />
bir konumlandırıyordu ki, ‘ailenin direği’ kavramını<br />
nesilden nesle -olumsuz bir örnekleme ile- aktarma<br />
konusundaki başarısızlıklarımızı yüzümüze vuruyordu.<br />
“Köksüz” ise ‘baba’ figürü olmayan bir evin nasıl<br />
dağılacağını/dağıldığını anlatıyor. Sözlerim yanlış<br />
anlaşılmasın. Filmin derdi/mesajı ailede ‘baba’ olmazsa<br />
o aile dağılır değil kesinlikle.<br />
Ailenin temel fertlerinin bireysel güçsüzlüğünü<br />
babasızlığa bağlı görmüyor. Öyle bir durum söz konusu<br />
olsaydı “Gülağa” karakteri havada asılı kalırdı<br />
kanımca. Zira Gülağa, ailenin yeni kurtuluş noktası<br />
olabilirdi. Seyrettiğimiz ailenin hiçbir ferdi ‘aile’ye<br />
sahiplen(e)miyor. Herkes bir kaçış noktası aramakta.<br />
Kimsenin kimseye tahammülü yok. Başlarındaki<br />
‘baba’ göçüp gitmeseydi öbür diyara, durum böyle<br />
mi olurdu bilinmez ama, kişisel öfke ve tahammülsüzlükleri<br />
kendi sonlarını örüyor. Gündemdeki onca kalitesiz<br />
iş arasında nefes almak, Türk sinemasının son<br />
dönem en iyi örneklerinden birini görmek istiyorsanız<br />
“Köksüz”ü sakın kaçırmayın derim.
Oscar tarihinde<br />
birçok film,<br />
yönetmen veya<br />
oyuncunun hakkının<br />
yendiğini görmek<br />
mümkün. Her şeye<br />
rağmen bu tercihleri<br />
eleştirsek de gelin<br />
hakkı yenen filmlerden<br />
ziyade “Bu<br />
film nasıl Oscar<br />
alamaz?”<br />
dedirten filmlere<br />
göz atalım.
n 86. Oscar Ödülleri 2 Mart gecesi sahiplerini<br />
buldu. Steve McQueen’in son filmi 12 Yıllık Esaret<br />
(12 Years a Slave) yılın en iyi filmi olurken<br />
her zaman olduğu gibi tartışmaları da beraberinde<br />
getirdi. Zira Akademi üyelerinin kararları<br />
ve bu kararları dayandırdıkları gerekçeler<br />
senelerdir tartışılıyor. Kendi dinamikleri olan<br />
Akademi’nin verdiği ödüller tartışma konusu<br />
olduğu kadar, çoğu zaman da sinemaseverleri<br />
hayal kırıklığına uğratıyor. Her alanda olduğu<br />
gibi sinemaya da tamamen endüstriyel bir şov<br />
gözüyle bakan Amerikanların verdiği bu ödülleri<br />
çok ciddiye almamak gerekiyor. Ancak ne olursa<br />
olsun bu “Oscar”ın sinema açısından en prestijli<br />
ödül töreni olduğu gerçeğini değiştirmiyor.<br />
Bu sebeple çok ciddiye almasak da Oscar’ı<br />
görmezden gelmek de mümkün değil. Tüm bu<br />
verileri bir araya getirdiğimizde Oscar tarihinde<br />
birçok film, yönetmen veya oyuncunun hakkının<br />
yendiğini görmek mümkün. Her şeye rağmen<br />
bu tercihleri eleştirsek de gelin hakkı yenen<br />
filmlerden ziyade “Bu film nasıl Oscar alamaz?”<br />
dedirten filmlere göz atalım.<br />
Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) (1971)<br />
Zamansız bir gelecekte,<br />
İngiltere’de<br />
geçen olaylarda bir<br />
grup gencin içindeki<br />
şiddet duygusunu<br />
bastırmak için devletin<br />
geliştirdiği deneysel<br />
metot ve bu gençlerin<br />
verdikleri tepkiyi konu<br />
alan film Anthony<br />
Burgess’in aynı isimli<br />
eserinden beyazperdeye<br />
Stanley Kubrick<br />
tarafından uyarlandı.<br />
En az ideolojisiyle<br />
çığır açan kitap kadar derin etki bırakan sinema<br />
uyarlaması çekildiği dönemin çok ilerisinde<br />
bir yapım olarak göze çarpıyor. Bugün hala<br />
her izlenişte aynı etkiyi yaratan 1971 yapımı<br />
film o sene En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil<br />
4 dalda aday olduğu Akademi Ödülleri’nde<br />
sıfır çekerken En İyi Film Oscar’ına Philip<br />
D’Antoni’nin yönettiği The French Connection<br />
layık görüldü.<br />
Taksi Şoförü (Taxi Driver) (1977)<br />
Scorsese’nin yönettiği ve Vietnam Savaşı’nın<br />
izlerini silmeye çalışan<br />
bir taksi şoförünün<br />
normal hayata dönme<br />
çabasını konu alan<br />
Taksi Şoförü, Amerika<br />
Birleşik Devletleri<br />
Kongre Kütüphanesi<br />
tarafından “kültürel,<br />
tarihi ve estetik olarak<br />
önemli” filmler arasına<br />
seçilerek ABD Ulusal<br />
Film Arşivi’nde muhafaza<br />
edilmesine karar<br />
verilmiş ancak bir<br />
Oscar heykelciği çok görülmüştür.<br />
Fil Adam (The Elephant Man) (1980)<br />
David Lynch’in biyografik draması Fil Adam<br />
da Oscar’dan eli boş dönen filmlerden. Üstelik<br />
birçok major kategoride favori gösterilmiş<br />
olmasına rağmen aday gösterildiği sekiz kategoriden<br />
de ödül alamayarak Oscar tarihinin<br />
unutulmaz hayal kırıklıklarından birine imza attı.<br />
Victoria dönemi İngilteresi’nde ender görülen<br />
bir hastalık yüzünden<br />
ileri derecede<br />
fiziksel bozukluklara<br />
sahip olan John<br />
Merrick’in “Fil Adam”<br />
lakabıyla sirklerde,<br />
sokak gösterilerinde<br />
bir hayvan gibi<br />
kullanılmasını konu<br />
alan filmin aday<br />
olduğu sene ödüle<br />
Ordinary People layık<br />
görüldü.
Kızgın Boğa (Raging Bull) (1980)<br />
Defalarca Oscar<br />
adayı olmuş olmasına<br />
rağmen sadece bir kez<br />
The Departed ile ödülü<br />
kucaklayan Martin<br />
Scorsese’nin yönetmen<br />
kategorisinde ilk<br />
adaylığı Raging Bull<br />
ile olmuştu. Kariyerine<br />
başladığı ilk yıllardan<br />
itibaren Fransız Yeni<br />
Dalgası’ndan etkilenen,<br />
özellikle Godard’ın<br />
tekniklerini kendine<br />
örnek alan Scorsese,<br />
Hollywood’u yeniden tetikleyen jenerasyona<br />
öncülük etmiş olsa da Akademi üyeleri<br />
tarafından çoğu zaman görmezden gelinmiştir.<br />
Sinema tarihinin en iyi spor filmlerinden biri<br />
olan Kızgın Boğa, Oscar’ı The Elephant Man gibi<br />
Ordinary People’a kaptırdı.<br />
Esaretin Bedeli (The<br />
Shawshank Redemption)<br />
(1994)<br />
Başta IMDB olmak<br />
üzere birçok internet<br />
sitesinin kullanıcı<br />
oylarıyla belirlediği<br />
sinema tarihinin en iyi<br />
filmleri listesinin zirvesine<br />
oturan Esaretin Bedeli<br />
ilginçtir ki 7 dalda<br />
Oscar adayı olmasına<br />
rağmen bir tek ödül<br />
dahi kazanamamıştır.<br />
Stephen King’in kısa hikayesinden Frank Darabont<br />
tarafından beyazperdeye uyarlanan film<br />
sinema tarihinin pek tabii ki en iyi filmi değil, ancak<br />
Oscar kazanamamış olması hayal kırıklığı.<br />
Fargo (1996)<br />
Sinemanın dahi kardeşleri Ethan ve Joel<br />
Coen’in en iyi filmlerinden Fargo, En İyi Film
kategorisinde henüz beş filmin<br />
aday gösterildiği dönemde<br />
heykelciği İngiliz Hasta’ya kaptırdı.<br />
Bir Coen kardeşler başyapıtı<br />
diyebileceğimiz filmin Oscar’ı olup<br />
olmaması mesele değil; ancak<br />
böyle bir filmin ödüllendirilmemiş<br />
olması yazıya başlarken<br />
kullandığım “Bu film nasıl Oscar<br />
alamaz?” cümlesini kullanmak için<br />
biçilmiş kaftan.<br />
Piyanist (The Pianist) (2003)<br />
2. Dünya Savaşı’nın<br />
sebep olduğu yıkımı<br />
Polonyalı bir piyanistin<br />
gözünden<br />
anlatan 150 dakikalık<br />
film, hem Adrien<br />
Brody’ye hem de<br />
filmin yönetmeni<br />
Roman Polanski’ye<br />
ilk Oscarlarını<br />
kazandırdı. Lakin,<br />
genel olarak çok<br />
iyi filmlerin olmadığı bir yarış<br />
olmasına rağmen Piyanist ne<br />
yazıktır En İyi Film kategorisinde<br />
ödüllendirilmedi ve bu listede kendisine<br />
yer buldu.<br />
Başlangıç (Inception) (2010)<br />
Sinema sanatının ne kadar sınırsız<br />
ve ne kadar evrensel olduğunu<br />
bir kez daha kanıtlayan Başlangıç<br />
En İyi Film dahil 8 dalda aday<br />
olduğu Akademi Ödülleri’nden<br />
dört ödülle dönmeyi başarsa da En<br />
İyi Film ödülüne o sene anlamsız<br />
şekilde The King’s Speech layık<br />
görülmüştü. Zira Sosyal Ağ,<br />
Dövüşçü ve Siyah Kuğu gibi<br />
birbirinden başarılı filmler varken<br />
ödülü The King’s Speech gibi<br />
vasat üstü bir filme kaptırmak<br />
Christopher Nolan için büyük hayal<br />
kırıklığı yaratmış olsa gerek.
İstanbul Film Festivali Ulusal Jüri başkanı Derviş Zaim<br />
verilen görevi memnuniyetle kabul ettiğini ama bunun<br />
riskli bir iş olduğunu söyledi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Derviş Zaim çok önemsediğimiz bir yönetmen,<br />
yazar ve düşünür. Onunla yaptığım her röportaj<br />
Türkiye’nin kilitlendiği noktalara çok doğru bir<br />
yerde duran bir insanın gönderdiği mesajlarla dolu.<br />
Türk sinemasının bütün aksaklıklarının biryerden<br />
dokunduğu bir sinema adamı olmasına rağmen<br />
sakinliğini koruyup pes etmemesi ise en önemli<br />
özelliği. Kendisinin de dediği gibi Türkiye’deki<br />
festival düzeninin yıprattığı bir isim olsa bile bu yıl<br />
İstanbul Film Festivali’nin Ulusal jüri başkanlığını<br />
kabul etti. Çünkü teslim olmayan bir tavrı var. İşte<br />
Derviş Zaim’in sinemacı kişiliği, filmleri ve festivallerle<br />
ilişkisi.<br />
İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma jüri<br />
başkanısınız. Bunun sizin için ne anlam ifade<br />
ettiğini söyler misiniz?<br />
Daha önce Ankara’da jüri başkanı olmuştum,<br />
Adana’da da jüri başkanı olmuştum, İstanbul’dan<br />
arkadaşlar uzun süreden beri böyle bir nezaket<br />
gösterip beni davet ediyorlardı. Bu sene ya Balık’ı<br />
verecektim ya da jüri başkanı olacaktım. Bu sene<br />
jüri başkanlığını kabul ettim. Sorumluluk gerektiren<br />
bir şey. Estetik anlamda fermente olma ihtimali<br />
olan toplumlar vardır, gerçi bütün dünya şu<br />
anda bunu aşmış vaziyette. Artık fermantasyon,<br />
oturmuşluk o kadar bahsedilebilecek şeyler gibi<br />
gelmiyor bana. Aksine tam bir toz bulutu var, neyin<br />
nerede olduğu belli olmuyor. Bu Batılı ülkelerde<br />
bile böyle, bizde haydi haydi böyle. Bizde haydi<br />
haydi böyle olmasının sebeplerinden bir tanesi de<br />
estetik ya da kültürel referans sistemlerinin tam<br />
anlamıyla oturmamış olmasından. Böyle olunca<br />
her festivalden sonra Oscar’a gidecek filmlerin<br />
seçiminde, SİYAD seçimlerinde, Yeşilçam filmleri<br />
ödüllerinde hep “O filmin hakkıydı, bu filmin<br />
hakkıydı” gibilerden gürültüler olur, bu gürültüler<br />
gereğinden daha fazla uzatılır, gereğinden daha fazla<br />
önemsenir, insanlar gerekli gereksiz birbirlerine bilenirler.<br />
Dolayısıyla böyle bir ortamda jüri başkanlığı<br />
şapkasını giymek aslında bir risk çünkü siz bilseniz<br />
de bilmeseniz de kendinize bir sürü düşman edinirsiniz.<br />
Ama bir yerde birilerinin de bu işe kalkışması<br />
gerekiyor. Çünkü eğer farklı işleri değerlendirme<br />
ihtimali ortada yoksa ya da “Benim beğendiğim filmler<br />
bunlardır” demezseniz dünya boşluk kabul etmez<br />
o boşluk başkaları tarafından doldurulur. Ben<br />
geçmişte festivallerden çektim “Niçin öyleydi de<br />
böyleydi” gibilerden. Ama hiçbir zaman ağzımı açıp<br />
da sesimi çıkarmadığım sonuçlar benim de karşıma<br />
geldi. Normaldir bunlar saygı göstermek lazım. Jüriyi<br />
kabul edersen sonuçlara başından itibaren saygı<br />
duyacaksın demektir. Ben de öyle yaptım geçmişte<br />
hoşuma gitmeyen sonuçlar karşıma gelmiş olsa bile.<br />
Ama daha farklı bir değerlendirme biçiminin, kafa<br />
yorma yönteminin muhtemel olduğunu da göstermek<br />
gerekiyor. Bu yüzden kabul ettim.<br />
Festivallerde filmleri yarıştırma olayını ne kadar<br />
doğru buluyorsunuz? Jüri değiştikçe o filmlerin<br />
değerlendirilmesi de değişiyor, kişiye bağlı bir<br />
değerlendirme. Bunu ne kadar doğru buluyorsunuz?<br />
Birbiriyle çok farklı, temaları aynı olmayan, stilleri çok<br />
farklı 20 tane, 15 tane filmi bir araya getirip onları atlar<br />
gibi bir çizgiye koyup yarıştırmaya çalışmak hakkaniyetli<br />
değil. Çünkü onları tartacak, standart, objektif bir<br />
terazi yok. Son derece sübjektif kararlar veriyoruz.<br />
O 15 günün arasında kendimize yakın olduğunu<br />
düşündüğümüz birkaç film oluyor onları daha öne<br />
çıkarıyoruz. Bütün dünyada bu tartışılıyor. Filmleri<br />
yarıştırmak çok da doğru değil. Bazı festivaller var<br />
yarışması yok sadece gösteriyor. Bir iki tane düşük<br />
profilli yarışma yaparsa onları yapıyor ama “Bende<br />
yarışma yoktur” diyor. Bunun riskli tarafları var festivaller<br />
açısından. Eğer yarışmanız yoksa medyada<br />
yer bulabilme şansınız az oluyor, kırmızı halı şansınız
az oluyor, ödül töreni şansınız<br />
olmadığı için medyada bulunma<br />
ve sonraki dönemlerde finans ve<br />
sponsor bulma şansınız az oluyor.<br />
Dolayısıyla yumurta mı tavuk mu<br />
meselesine gelip dayanıyor. İşte bu<br />
ince dengede ayakta kalabilecek<br />
koşulları oluşturmaya çalışmak<br />
lazım. Birinin, bir vakfın, kurumun,<br />
çılgın birinin çıkıp “Yarışmaları<br />
kaldırıyorum, yarışmalar hiç umurumda<br />
değil, burada ancak düzgün<br />
filmler gösterilir, burada 10 tane<br />
filmin gösterilmesi için gereken<br />
parayı ben veriyorum, 11 tane film<br />
olmayacak, bunlar senenin en iyi 10<br />
filmi olacak, burada yarışma olmayacak”<br />
demesi ve öyle devam etmesi<br />
lazım.<br />
İstanbul Film Festivali geçmişte<br />
yabancı, bağımsız filmlerin<br />
izlenebileceği bir festivalken son 10<br />
yılda Türk filmlerinin ağırlığını, festivalin<br />
odağının Türk filmlerine doğru<br />
kaydığını görüyoruz. Bu doğru bir<br />
yapılanma mı sizce?<br />
Ülkemizde ayakta kalabilecek, uzun<br />
dönemi düşünerek söylüyorum,<br />
bir festivalin kendisine orta ölçekte<br />
hedefler koyması lazım şöyle ki…<br />
Festivaller festivali kavramıyla<br />
festival yapmak eğer profesyonel<br />
bir kadronuz ve geleneğiniz<br />
varsa kolaydır. Dünya festivallerinden<br />
film seçecek bir mekanizma<br />
kurarsınız, o dünya festivallerinin<br />
kalburüstü filmleri sizin festivaline<br />
akar orada onları gösterirsiniz,<br />
İstanbul halkı da bundan mutlu olur,<br />
sponsorlarınız da mutlu olur. Ama<br />
dünya klasmanında orta ölçeğin<br />
daha üstüne çıkamazsınız. Dünya<br />
klasmanında orta ölçeğinde üzerine<br />
çıkabilmek için bir festivalin bu<br />
yaşadığımız coğrafyada orta ve<br />
uzun dönemde keşif yapılabilen bir<br />
platform haline kendisini getirmesi<br />
gerekir. Buraya geldiğiniz zaman,<br />
İstanbul’a, Adana’ya, Antalya’ya<br />
geldiğiniz zaman sadece Türkiye’nin<br />
değil Ortadoğu’nun, Kafkaslar’ın ve<br />
Balkanlar’ın kimi ülkelerinin yeni ürünlerini<br />
görebilirsiniz gibi bir imaj oturtursan<br />
ilk 15’e, ilk 20’ye girersin. İstanbul<br />
Film Festivali fark etti ki yabancı konuklar<br />
Türk sinemasını keşfetmek için buraya<br />
geliyor. Dolayısıyla “Benim yarışta<br />
Adana ve Antalya’da geride kalmamın<br />
herhangi bir sebebi var mı, yok. Hatta<br />
organizasyona ve profesyonelliğe<br />
bakılırsa ben kurumsallaşma anlamında<br />
onlardan çok daha iyiyim. Dolayısıyla<br />
niye bu yarışta saldırmam gereken<br />
yer bu olduğu halde onlardan geri<br />
kalayım” argümanı üzerine onlar da<br />
cephanelerini farklılaştırmaya çalıştılar<br />
bunda da haklıdırlar. Bu söylediğim<br />
şeyi gerçekleştiren festival sıyrılıp<br />
gidecek. Çünkü Adana ya da Antalya<br />
rakamlarının büyüklüğü ile gündemdeler<br />
şu an. Yani bir kurumsallaşma yok.<br />
Belediyenin iki dudağının arasından<br />
çıkacak lafa bağlı bir, diyorlar ki “Biz<br />
Türk sinemasının eski Yeşilçam’ını<br />
temsil ediyoruz.” Artık o dönemlerde<br />
yavaş yavaş erozyona uğramak üzere<br />
ya da bitecek. Ancak kendilerini bir keşif<br />
platformu haline getirmeleri durumunda<br />
uzun dönemde yaşayabilecek bir çerçeve<br />
haline dönüşebilir. Uzun, orta<br />
dönemde makro hedefleri gözetmeyen<br />
bir festivalin uzun döneme yayılma<br />
ihtimali yok. Adana daha öne çıktı, niçin<br />
daha öne çıktı. Profesyonelleşmeyi<br />
ve kurumsallaşmayı daha iyi becerme<br />
ihtimali olan bir ekibe verildiği için, onlar<br />
da dış dünyaya daha açık oldukları<br />
için göreceli olarak Antalya’nın önüne<br />
geçtiler. Ama Antalya geçmişini düşünür<br />
“En köklü festival benim, para bende”<br />
derse ama bunu da makro hedeflerle<br />
birleştirirse uzun dönemde tekrar<br />
önemli bir yer haline gelebilir. Şu andaki<br />
koşullar söz konusu olduğunda<br />
Antalya A takımı Türk yönetmenlerin<br />
olmadığı, daha yeni başlayanların boy
gösterdiği, birinci, ikinci filmini yapan<br />
çocukların daha çok boy gösterdiği bir<br />
yer haline dönüşme eğilimi gösteriyor.<br />
Şartnamelerine getirdikleri bir yeni<br />
madde nedeniyle bu duruma getirildiler.<br />
Bu hoşlarına gidiyor mu, böyle devam<br />
etmesini mi istiyorlar bilemiyoruz.<br />
İstanbul Film Festivali’nde filmler için<br />
gösterim belgesi isteniyor, bu belgenin<br />
istenmesi demek filmlerin hepsinin Kültür<br />
Bakanlığı’nın denetiminden geçmesi demek.<br />
Halbuki festival izleyici baskısının<br />
uzağında filmlerin de gösterildiği bir<br />
dünya. Böyle bakınca bir sansür tehlikesi<br />
söz konusu, siz ne düşünüyorsunuz?<br />
Bu konuyla ilgili beni uyardıkları bir<br />
şey vardı ama çok hakim değilim.<br />
Anlattığınız gibiyse tabii ki bunun<br />
sakıncaları var. Ben filanca filmi sansürsüz<br />
izlemek isterim, festival de bunun<br />
kalesidir, bu kalenin düşmesini elbette<br />
istemem, bunun için mücadele etmek<br />
lazım.<br />
Balık filminin konusunu okuduğunuz<br />
zaman Devir’le aslında odak olarak çok<br />
benzer olduğu görülüyor, insan ve çevre<br />
ilişkisi. Sinemanıza baktığımızda artık<br />
proje bazlı olarak yürüdüğünüzü görüyoruz.<br />
Böyle bir filmografinin bölmelere ayrılıyor<br />
olmaya başlaması, sanki bu yöne doğru<br />
bir eğilim göstermesi neyi ifade ediyor?<br />
Demek ki böyle bir potansiyel var, bunlar<br />
çıkacak zamanı mı bekliyorlarmış<br />
demek mi lazım, eğer böyle dersek<br />
galiba fazla yanılmayız. Ama şaka bir<br />
tarafa bunun bir zenginlik olduğunu<br />
düşünüyorum. Çünkü bazı yönetmenler<br />
vardır temalarını belirlerler er ya da geç<br />
biçimlerini de aşağı yukarı belirler ve<br />
o biçim ve tema üzerine yürüyüşlerine<br />
devam ederler. Akademisyenler ve<br />
eleştirmenler de böyle bir görünümden<br />
memnun olurlar çünkü yazabilecekleri<br />
şey nettir adamın biçimi belli, teması<br />
belli, her defasında bizi uğraştırmıyor,<br />
Allah başımızdan eksik etmesin derler.<br />
Üstelik yönetmen biraz da eli yüzü<br />
düzgün işler yapıyorsa ve buna devam<br />
ediyorsa o değerli bir yere oturtulur.<br />
Bu saygı duyulması gereken bir<br />
durum. Ben farklı şeyleri denemekten,<br />
farklı şeylere girmekten, onlara ilişkin<br />
iş yapmaktan ve daha sonra başka bir<br />
kompartımana geçmekten mutluyum<br />
çünkü bu başka bir zenginliğe işaret<br />
ediyor.<br />
Tabii ki evrensel bir konu insan<br />
ve doğa ilişkisi fakat seyrettiğim<br />
Devir filmi üzerinden konuşursak<br />
anlatımınız bir birikim istiyor. Birikimli<br />
bir seyircinin algılayabileceği<br />
bir yapı var. Halbuki izleyici profilini<br />
biliyoruz. Türk sinemasında en fazla<br />
seyredilen film Düğün Dernek, hemen<br />
onun arkasından da Fundamentals.<br />
İzleyiciye istediğiniz mesajları<br />
verebildiğinizi düşünüyor musunuz?<br />
Burada Devir filminin kendine has<br />
özelliklerini de hesaba katmamız<br />
gerekiyor. Devir filminde daha önce<br />
köyünden dışarıya pek az adım atmış,<br />
tek askerlik için adım atmış, köyünden<br />
hiç çıkmamış üç tane çobanı oynattım.<br />
Bunların seyirci nezninde bir arzu<br />
nesnesi olarak cezbediciliği profesyonel<br />
oyuncular söz konusu olduğunda<br />
komedi karakterleri söz konusu<br />
olduğunda o kadar yüksek değildir.<br />
Sadece üç tane çobanı izlemeye niye<br />
gitsin sorusu o filme yapışacaktır,<br />
bu da seyirci potansiyelini başından<br />
beri belirler. Ama o filme adım atan, o<br />
filmi izleyen birçok sıradan insan da<br />
kendisinden bir şey bulma ihtimalinin<br />
olduğunu gösterimlerde bizzat deneyimledi.<br />
Dolayısıyla burada mesele<br />
insanların sinema salonuna adım<br />
atmasını sağlamaya çalışmak biçiminde<br />
ifade edilebilir. Ama bu çağda<br />
benim yaptığım tarzda işlerin seyirci<br />
tarafından talep ediliyor olması için<br />
daha başka pazarlama taktiklerini de<br />
bulmak gerekiyor artık. Bu filmlerin<br />
anlamlandırılması konusunda belli bir<br />
birikimin gerekip gerekmediği
sorusunu da konuşalım. Eğer Hermes’i biliyorsanız, Ahmet Yaşar<br />
Ocak’taki senkretik inançları biliyorsanız, bunların ardında nasıl tarihsel<br />
olarak rol oynadıklarını biliyorsanız Devir filmine daha farklı bakma, onlardan<br />
zevk alma ihtimaliniz olabilir. Ama bunları söylediğim zaman bir<br />
başka şeyi de gündeme getirmek istiyorum. Benim daha önce yaptığım<br />
filmlerde olduğu gibi burada da birikimi çok fazla olmayan seyirci düz bir<br />
biçimde filmi izlerse de kendine göre başı, sonu, ortası belli bir çizgiyi<br />
yakalayıp bunlardan zevk alabiliyor. Sadece üst düzey bir birikim o filmleri<br />
izleyip, onlardan zevk almak için şart değil. Burada metin merkezli<br />
bir odaklanmadan bahsettiğimi, onu yeğlediğimi söylemem gerekiyor.<br />
Yazar merkezli, ya da yönetmen merkezli bir film okumayı tercih etmiyorum.<br />
Yani ben beni anlamanız için çok şey bilmeniz lazım gibilerden bir<br />
şeyi iddia etmiyorum. Metin oradadır, bu metni yorumlayabilmek birçok<br />
seyircinin birikimi ölçüsünde mümkündür, Devir onu izleyen seyirci kadar<br />
var olmaktadır. Dolayısıyla ilkokul mezunu bir adam Devir’e baktığı<br />
zaman kendine göre bir şey görür, doktora yapmış bir adam kendine<br />
göre başka bir şey görür bu da o metnin zenginliğine delalet eder, böyle<br />
görmek gerekiyor. Sadece ve sadece o metnin derinliğine vukuf olabilmek<br />
için çok başka bir bilgiden geçmiş olmak filmleri izlemek için şart<br />
değil diye düşünüyorum.<br />
Mutlaka ama vermek istediğiniz mesajların alınıyor olması da sizin için<br />
bir kişisel tatmin oluşturur.<br />
Bazen benim aklıma bile gelmeyen şeyleri filmlerime dair söyledikleri<br />
oluyor. Ne güzel bulmuş diye düşünüyorum. Ben bunu yazayım bir<br />
kenara da bir yerde kullanırım dediğim de oluyor. Sadece benim onlara<br />
gösterdiğim şekilde filmi okumaları gerekmez. Hiç aklıma gelmeyen<br />
şekilde okuyanlar da mümkündür, okuyanlar da oluyor zaten. Tez yazan<br />
çocuklar var getiriyorlar bir argümanda bulunuyorlar. Hiç benim aklıma<br />
böyle bir şey gelmemişti diye düşünüyorum ama bunları onların yüzüne<br />
söylemek de ayıp oluyor.<br />
İnsan tezatlardan oluşan bir canlı, özellikle insan-doğa ilişkisi söz konusu<br />
olduğunda bu tezatlar daha fazla barizleşiyor. Hepimiz doğayı<br />
katlediyoruz ama ağaçlar olduğu için böyle bir kafede oturmayı tercih<br />
ediyoruz. Filmlerinizde bu tezatlar ne kadar yer alıyor? Filmlerinizi<br />
düşündüğümüzde bu tezatlar sizi etkiledi mi?<br />
Kuşkusuz. Bir sürü tezat var birinci derecede, ikinci derecede, daha<br />
az öneme sahip tezatlar da filmlerin içine yediriliyor, saniyelerin,<br />
sekansların içerisine. Doğa ve insan ilişkisi de bunlardan nasibini alıyor.<br />
İnsan doğaya, ona hükmetmek, onu elde etmek için saldırdığı anda<br />
aslında bindiği dalı kesmeye başlıyor, kendi sonunu hazırlıyor ve bu<br />
böyle giderse ivmelenecek. Bunu hepimiz biliyoruz ama sanatın görevlerinden<br />
bir tanesi de çok iyi bildiğimiz şeyleri başka bir görüşle, başka<br />
bir perspektifle bize sunmaktır ki insan bunu hissedebilsin ve ona göre<br />
tavır alabilsin. Sanatın gücü buradan kaynaklanıyor yoksa bizim yapmaya<br />
çalıştığımız şeyi yapmaya çalışan haber programları, doktora<br />
tezleri, gazete haberleri elbette var ama sanat onların yaptığını insanın<br />
yüreğini ve ruhunu aklıyla birlikte ayağa kaldırıp onu etkileyebilecek,<br />
belki de tavır değiştirmesine, ya da bazı soruları sormasına neden ola-
ilecek hale getirilmesini sağlar. Önemi budur sanatın, benim yapmaya<br />
çalıştığım şey de bu. Tabii bunu yaparken de dramatizasyonla yapmak<br />
zorundayız, bu da zıtlıklara başvurmaktır.<br />
Sizin filmlerinizin en önemli özelliklerinden biri de çekildiği yerin<br />
neredeyse bir karakter gibi filme etki ediyor olması. Balık’ta Uluabat<br />
Gölü’nde çekimler yaptınız. Orayı nasıl buldunuz? Filmlerinizdeki yer<br />
seçimleri herhalde büyük araştırmalar sonucunda yapılıyor.<br />
Balık’ın senaryosu çok farklıydı. Karadeniz’de balıkçı teknelerinde<br />
çekilmesi gereken bir tekst söz konusuydu. Balıkçı gemilerinde çekmeye<br />
kalkıştığımız zaman başımıza gelebilecekleri erken fark ettik. Tam<br />
zamanında bir U dönüşü yaptık. Sonra mekan arama süreci devam etti.<br />
Balık’ın mekan arama süreci sırasında şerden bir hayır çıktı. Ben her<br />
zaman bundan 5 sene sonra, 10 sene sonra yapacağım filmler için de<br />
notlar tutarım, dosyalar tutarım, mekanlar bakarım, onları bir kenara<br />
yazarım. Bursa yakınlarında bir köyde leylek şenliği düzenleneceğini<br />
öğrenmiştim gazeteden atladım oraya gittim. Gittim ama köyde hiç<br />
kimsecikler yok. Köylü tarihi yanlış vermiş basına, basın da onu olduğu<br />
gibi yazmış. Ben köye gittim, muhtarı buldum. Muhtar “Özür dileriz abi,<br />
gel çay iç” dedi. Ben de çayımı içtim sonra sinirlerim tepemde atladım<br />
arabaya “Geri gidelim” dedim. Geri giderken yolda Ağlayan Çınar diye<br />
bir tabela gördüm. Vakit vardı, canım sıkkındı “Bir bakalım şuraya”<br />
dedim. İndik, 5 kilometre gittik, Uluabat Gölü’ne geldik, yani Gölyazı’ya<br />
geldik. Dedim ki “Mekân bu.” Bir tesadüften, bir çan sıkıcı olaydan sonra<br />
ben orayı buldum. Ve tabii mekânın kendisi senaryoyu yeniden biçimlendirdi<br />
daha sonra. Yeniden çok büyük ölçüde değişti.<br />
Mekândan oyunculara geçelim. Oyuncular ilginç isimler. Sanem Hanım<br />
(Çelik) oynuyor. Uzun zamandır Türkiye’de değil ve onu uzun zamandır<br />
beyazperdede görmedik. Cast çalışması nasıl oluştu?<br />
Bülent Bey (İnal) İstanbul’daydı, zamanı da uygundu senaryoyu verdim,<br />
oturduk konuştuk, nasıl çalışmak istediğimi anlattım, onun fikirlerini<br />
sordum, el sıkıştık. Sanem Hanım’la da daha önce Filler ve Çimen’de<br />
birlikte çalışmamızın getirdiği bir yakınlık söz konusuydu, Amerika’ya<br />
telefon ettim, senaryoyu yollayacağımı söyledim, yolladım, okudu, beni<br />
aradı, nasıl bir film tahayyül ettiğimi anlatmaya çalıştım, “Geliyorum”<br />
dedi, atladı geldi. Bir hafta sonra da çekimlere başladık.<br />
Daha önceki projeniz üç filmden oluşuyordu. İnsan ve doğa ilişkisi<br />
o kadar geniş kapsamlı ki iki tanede kalır mı, nasıl devam etmeyi<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bundan sonra da yapacağım filmde insan ve doğa ilişkisi gene<br />
merkezde olacak ama şehirde geçen bir hikaye olacak. Ama az önce<br />
de dediğim gibi geleneksel sanatlardan yararlanarak bu sanatları günümüzde<br />
nasıl sinemaya tercüme edebiliriz düşüncesinden hareketle<br />
yaptığım filmler vardı. Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler’di<br />
bunlar. Buralardaki temalar şu ya da bu şekilde parantezi kapatılıp<br />
bitmiş şeyler değiller. O temalar, orada gördüğünüz bazı şeyler bundan<br />
sonra yapmayı düşündüğüm başka kompartımanlardaki, bölmelerdeki<br />
filmlere de şu ya da bu şekilde akabilir. Onlardan izler görebilirsiniz.<br />
Belki de bu daha iyi. Bir tren var, o trenin gittiği bir yön var ama o trenin
farklı kompartımanları var, ara ara bu<br />
kompartımanlardan destek alabiliyoruz. Bazı yolcular,<br />
ya da bazı eşyalar filanca kompartımandan<br />
falanca kompartımana götürülebiliyor.<br />
Kompartıman farklı ama bazı eşyalar tanıdık<br />
olabiliyor. Trenin yönü gene var, temalarımız, stilimiz…<br />
Böyle bir model peşinde olduğum model.<br />
Sizin bir de yazarlık yönünüz var. Yazarlık ve<br />
yönetmenlik çok farklı alanlar, yazarlığınızın<br />
yönetmenliğinize ne kadar etkisi oluyor?<br />
Yazdığınız zaman sisteminizi kurmanız biraz<br />
daha kolaylaşır. Ya da yönetmenin yazarıyla<br />
birbirini çok anlayacak simbiyotik bir ilişkiye<br />
girmesi lazım. Bir yönetmenin yönetmen olabilmesi<br />
için kendisine ait işaretler sistemini kurması<br />
gerekir ve o işaretler sistemini ekibine anlatabilecek<br />
kapasitesinin olması gerekir, para bulacak<br />
kapasitesinin olması gerekir. Bazılarının para bulacak<br />
kapasitesi vardır da işaretler sistemi yoktur<br />
oradan çökerler. Kendine ait işaretler sistemi ile<br />
sadece görsel bir dünya kastedilmez. Aynı zamanda<br />
adamın ahlaki dünyasını da oluşturması<br />
gerekir. Ben dünyaya nasıl bakıyorum, dünyaya<br />
baktığım zaman neyi murat ediyorum, beni<br />
rahatsız eden şeyler ne, bu benim kurduğum<br />
görsel, işitsel dünyayı nasıl oluşturacak, nasıl<br />
biçimlendirecek ve inşa edecek. Dolayısıyla<br />
bir yönetmenin kendisine ait işaretler sistemini<br />
kurarken çok ince eleyip sık dokuması temeli<br />
ta başından alarak bina etmesi gerekir. Bu da<br />
şu ya da bu şekilde, yaratım, yaratıcı, benim<br />
yaratıcılığımın kaynakları nelerdir gibi sorularla<br />
içten içe bilinçli ya da bilinçsiz boğuşması<br />
anlamına gelir. Nereye gidiyoruz, yaratıcılık<br />
sürecinin başına, bu da yazmak inşa etmek<br />
demek. Dolayısıyla ancak yazabilen bir adam<br />
kendisine ait sistemi tutarlı ve bütünsel denebilecek<br />
biçimde kurabilir. Aksi takdirde sürekli<br />
tökezleyen, bir yerlerden patlayan yamalı bohça<br />
gibi bir filmografisi olur, bunu önleyebilmenin yolu<br />
da ağzından çıkanı kulağı duyabilecek şekilde<br />
meselesi neyse onu ta başından itibaren ele<br />
alıp onun üzerine bütün sistemini inşa etmekten<br />
geçer. Bu da yazmak adını verdiğimiz süreçle iç<br />
içe geçmesi gereken bir süreçtir. Böyle olursa bir<br />
dünya oluşturulabilir.<br />
Bu yıl Türk sinemasının 100’üncü yılı. Ama bununla<br />
ilgili hiçbir şey görmüyoruz. Ne filmlerde<br />
buna bir atıf var, ne bir organizasyon var, ne de benim<br />
konuştuğum yönetmen ve oyuncuların 100’üncü yılla<br />
ilgili kişisel olarak kendi kendilerine bir muhakeme<br />
yaptıklarını görmüş değilim. 100’üncü yıl Türk sineması<br />
için ne ifade etmeli ve şu anda ne ifade ediyor?<br />
İstanbul Film Festivali’nde böyle bir bölüm olacağını<br />
duydum. Muhtemelen başka festivallerde de olacaktır.<br />
Kültür Bakanlığı bir şeyler hazırlıyormuş. Beğenelim ya<br />
da beğenmeyelim bunlar yine sübjektif listeler olacaktır.<br />
Gene ortalıklarda en iyi 10, en iyi 100 saçmalıklar<br />
dolaşacaktır. Bunları biz bize yapalım ama bunun yanı<br />
sıra dışarıda da görünürlüğümüzü artıracak şekilde<br />
bunların organizasyonunu düzenlemekte yarar var.<br />
Kültür Bakanlığı’nın da böyle hazırlıklar içerisinde<br />
olduğuna dair duyumlarımız var. Bu duyumların ciddiyet<br />
içerisinde gerçekliğe kavuşmasını isteriz. Kimin
seçtiği, nasıl seçtiği belli olmayan bir listeyle,<br />
gene dostlar alışverişte görsün misali festivallerde<br />
gösteriliyorsa bunlar bunun Türk sinemasına<br />
bir yararı olur ama fazla olmayacaktır. Muteber<br />
denebilecek yerlerde, festivallerde, galerilerde,<br />
sanat kültür merkezlerinde Türk sinemasının<br />
görünürlüğünü artıracak şekilde ciddi metinlerle<br />
desteklenen yazıların yazılması gerekir.<br />
Sizin için 100’üncü yıl olması ne ifade ediyor?<br />
Bin yıl, elli yıl, yüz yıl gibi şeylerin yararı şudur,<br />
geriye dönüp odanızı toplamanızı sağlayacak motivasyonu<br />
sağlama ihtimalleri vardır. Yoksa 49’uncu<br />
yılla 1001’inci yıl arasında siz kendinize çeki<br />
düzen verecek motivasyonları göstermiyorsanız<br />
bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ancak odanıza,<br />
çevrenize çeki düzen verip “Ben neyim, ben neyi<br />
murat ediyorum, ben nerede eksik yaptım, benim<br />
güçlü noktalarım nedir, zayıf noktalarım nedir”<br />
gibi muhasebelere yol açıyorsa bunlar benim için<br />
değerlidir. Yoksa dostlar alışverişte görsün, atalım<br />
havai fişekleri, ertesi sabah ortalıkta bir sürü pislik…<br />
Ne oldu, ne anladık? “Çok alkışladılar bizi, çok<br />
eğlendik.” Ne oldu ertesi günü. Bu tip yıldönümlerinin<br />
kendimize çeki düzen verebilme, düzenlemeler<br />
yapabilme, yüz yılda biz ne yaptık, neyde geride<br />
kaldık neyi ileri götürdük, eksikliklerimiz nedir,<br />
başkaları yapıyor da biz niye yapamıyoruz, ya da<br />
başkalarından daha iyi yaptığımız şeyler ne muhasebesini<br />
serinkanlı olarak yapabilecek imkan<br />
tanıması benim için önemlidir. Bazen sakalımız<br />
olduğu için dinleniyoruz, bazen sakalımızı kesiyoruz<br />
bizi dinlemiyorlar. Bu yıl da aynısı olacak.
DENİZ UĞUR<br />
n Çok değerli sanatsever dostlar; Bu ülkedeki 22<br />
yıllık sanat tecrübeme ve yaptığım gözlemlere/<br />
yaşadığım olaylara dayanarak soracağım sorulara<br />
ayırdım bu yazımı… Cevaplarını da kendim<br />
verdim, aralarında katılmadıklarınız olursa<br />
tartışalım, söyleşelim isterim. Sanata faydalı<br />
eylemlerdir bunlar. Yaratıcı sanatçılık dediğimiz<br />
şey her kula nasip olmaz, bir kere bunu açıka<br />
söyleyelim. Doğuştan yetenek gerektiği gibi bir<br />
de bunun üzerine belirli bir formasyon edinmek,<br />
harbi eğitim almak, donanım kazanmak gerekir.<br />
Mesela oyunculuk “kaşı gözü, boyu posu<br />
yerinde, iyi de rol kesiyor, aman da kameraya<br />
pek yakışıyor” denilip geçilebilecek kadar basit<br />
bir mesele değildir. Yönetmenlik, senaryo<br />
yazarlığı filan da “nabza göre şerbet dağıtmasını<br />
çok iyi biliyor, ne numara çekse kırıp geçiriyor”<br />
denilecek kadar bayağı meslekler değildir,<br />
olmamalıdır. Meseleye böyle bakıldığı sürece<br />
Türkiye’den asla bir Penelope Cruz, bir Ang Lee<br />
çıkmayacaktır. Ama bu yazıda hedeflediğim daha<br />
iddialı bir vurgu var: Penelope Cruz Türkiye’de<br />
oyunculuk yapamaz. Tükenmişlik sendromuna<br />
yakalanması değil bir hafta, üç gün bile sürmez.<br />
Niye mi? Evrensel anlamda gerçek bir oyuncunun<br />
(ya da kendini böyle hisseden birinin) televizyon<br />
denilen aptal kutusuna çıkmak için ölüp<br />
bittiğini sanmıyorsunuz diye tahmin ediyorum.<br />
Türkiye’de bir oyuncu neden TV dizilerinde oynar<br />
sizce? Vitrinde olmak, bilinirliğini arttırmak,<br />
geniş kitlelere yüzünü tanıtıp oyunculuk maharetini<br />
gösterebilmek ve tabii ki iyi para kazanmak<br />
için. (Dünyanın başka ülkelerinde tiyatro/sinema<br />
oyuncuları öyle iyi para kazanmaktadır ki, kendilerine<br />
Emmy ödüllü TV dizilerinden gelen tekliflere<br />
burun kıvırabilmektedirler.) Bir oyuncunun<br />
niye iyi para kazanması lazımdır? Çok yer gezip<br />
görmesi, çok insan gözlemlemesi, çok izlemesi,<br />
çok dinlemesi, çok okuması, kendine çok iyi<br />
bakması, yıldızlaşıp bir adım daha ileri gitmek<br />
için marka konumlandırması yapması, kendine<br />
“kariyer planlamacısı” menajer ve PR danışmanı<br />
edinmesi, haklarını savunmak için iyi bir<br />
avukat ve mümkünse güvenilir bir muhasebeci/mali<br />
müşavir tutması gerektiği<br />
ve tüm bunlar (Türkiye’de çok zor<br />
bulunduğu gibi) çok masraflı işler olduğu<br />
için. Türk oyuncularının yüksek kaşeleri<br />
herkesin gözüne batıyor ya, bunun için<br />
not ettim bunları. En yüksek kaşeleri alan<br />
Türk oyuncuları bile setlerde mesleklerini<br />
hangi koşullarda icra etmeye<br />
çalışmaktadır? Uykusuzlukla, yorgunluk<br />
ve stresle, hijyenik olmayan ortamlarda<br />
çalışmaktan, yazın sıcaktan/kışın<br />
soğuktan sağlığını yitirme, trafik kazası<br />
geçirme/gıda zehirlenmesi yaşama<br />
risklerini taşıyarak. (Kendi gözlerim ve<br />
tanıdığım birçok yıldız oyuncu daha<br />
bunlara şahit olmuştur, hatta bunları<br />
birebir yaşamışızdır) Gelelim kamera<br />
arkasına… Ang Lee Türkiye şartlarında<br />
film çekemez. Niye mi? Diyelim ki<br />
yetenekli, proje üretebilen bir yönetmensiniz<br />
ve elinizde müthiş bir hikaye var.<br />
Hedeflediğiniz gibi realize edebilirseniz<br />
hem dünyada ses getirecek, hem de gişe<br />
yapacak, size daha nice güzel projeler<br />
gerçekleştirmenin yolunu açacak. Buyrun<br />
Türkiye’de realize edin bakalım…<br />
Önce para bulmanız lazım. Eğer kişisel<br />
ilişkilerinizden kaynaklanan bir kayırılma<br />
(torpil) durumunuz yoksa, ya da herhangi<br />
bir lobiden (!) beslenmiyorsanız hiçbir<br />
zaman projenin hakkını verecek şekilde<br />
realize olması için gereken yeterli parayı<br />
bulamazsınız. Daha azını (şanslıysanız)<br />
bulabilirsiniz. Ne yaparsınız? Vakit nakittir<br />
diyerek zamandan kısarsınız. Gavurun<br />
altı ayda çektiği filmi siz birkaç haftada<br />
çekmek zorunda kalırsınız. Sağlığını<br />
düşünmeyen, ultra çalışkan ve zeki biriyseniz<br />
çekmek istediğiniz planların yüzde<br />
ellisini (belki) çekip yetiştirebilirsiniz. Ne<br />
yaparsınız? Çalışmak istediğiniz oyuncular<br />
ya parayı veren mercii tarafından
yeterince ünlü bulunmadığı için,<br />
ya da kaşeleri yüksek geldiği<br />
için istediğiniz kadronun ancak<br />
yüzde ellisini kurabilir ve<br />
beklediğiniz performansın ancak<br />
yüzde ellisini alabilirsiniz.<br />
Ne yaparsınız? İstediğiniz etkiyi<br />
yaratmak için gerekli olan<br />
teknik malzemelerden kısarsınız.<br />
Mesela oyuncuların etrafında<br />
360 derece döne döne çekmek<br />
istediğiniz sahneyi o gün sette<br />
steadicam olmadığı için tripodla<br />
çekmek zorunda kalabilirsiniz.<br />
Ne yaparsınız? İstediğiniz atmosferi<br />
yaratabileceğiniz<br />
mekanların kirası yüksek olduğu için<br />
giremediğinizden ucuz mekanlarda,<br />
planladığınızdan farklı açılar, farklı<br />
mercekler ve dar kadrajlarla çeşitli<br />
hilelere başvurup sahneleri kurtarmaya<br />
çalışırsınız. Ne yaparsınız? Post prodüksiyon<br />
aşamasında istediğiniz montaj<br />
yönetmenini kaşesi yüksek olduğu için<br />
getirtemezsiniz, istediğiniz efektleri<br />
pahalı olduğu için yaptıramazsınız, hatta<br />
bazı koşullarda filminizin son halini ancak<br />
vizyona girdiğinde izleyebilirsiniz.<br />
Parayı veren düdüğü çalar lafı vardır<br />
ya? Bu aslında tüm dünyada geçerlidir,<br />
ancak buralardaki zihniyetle bu bile<br />
gerçekleşmez. Sonuçta çıkan iş, hedeflenenden<br />
çok fazla fire vereceği için,<br />
parayı veren mercii de düdük çalamaz,<br />
ancak hava alır. Tercihe göre, bir bardak<br />
soğuk su da içebilir. Türkiye’de “düşük<br />
algı seviyesine hitap eden basit hikayeler<br />
yazalım, aman daha sade, daha da<br />
minimal olalım, şartların yetersizliğini<br />
bu bizim tercih ettiğimiz bir tarzmış gibi<br />
yansıtmaya çalışalım” telkinlerini işite<br />
işite helak olma ihtimaliniz çok yüksektir.<br />
“Bu bir şaka olmalı” diyorsunuz, değil<br />
mi? Değil. Türkiye’de bugüne kadar<br />
henüz doğru düzgün bir araba kazası<br />
sahnesi bile çekilebilmiş değil. Kimse<br />
kimseyi kandırmasın. Onlarca ultra lüks<br />
otele, AVM’ye aklanmak istenen paralar<br />
akıtılıyor, park-bahçe her yer çiçekten<br />
geçilmiyor sanıyorum… Ama “gerçek”<br />
sanatın ilerlemesi istenmiyor. İşte bu<br />
yüzden, sanatseverler ve eleştirmenler<br />
olarak Türkiye’deki yaratıcı sanatçılarınıza<br />
sahip çıkmanızı öneririm. Sanatçı denilen<br />
şey (eğer samimiyse) kırılgandır,<br />
duygusaldır. Elinizdeki bu insanlar da<br />
“illallah” deyip sektörü bırakırsa (sonuçta<br />
kimse köle değildir ve çaresiz de değildir<br />
ama işte bir gaflet anında içlerine sanat<br />
aşkı düşüvermiştir) kimi izleyecek, kimi<br />
eleştireceksiniz? Meslek de zevk de elden<br />
gider vallahi. Eğri oturalım, doğru<br />
konuşalım. Aydınların/kendini aydın hissedenlerin<br />
dikkatine: Yüzde elliyi sektörde<br />
zor tutuyoruz, haberiniz olsun.
n Köken olarak Gılgamış’tan ya da Homeros’un<br />
İlyada ve Odysseia’sinin destansı şiir tarzından<br />
gelen ve daha çok kahramanlık olaylarını anlatan<br />
bir edebi tür olan epik, sinemada farklı<br />
türleri bir araya getiren bir film kategorisi<br />
olarak ifade edilebilir. Tarihi karakterler, hikâyeler,<br />
efsaneler, mitolojik olaylar ve dinsel nitelikli<br />
öykülerden beslenen epik sinema zaman<br />
içerisinde, savaş, tarihi, dini, romantik ve bilimkurgu<br />
ya da fantastik gibi alt türlere de ayrıldı<br />
ve genel itibariyle dev bütçeli yapımları ifade<br />
etmeye başladı.<br />
Büyük ölçekli aksiyon sahneleri, gösterişli<br />
dekor tasarımları, kostümler, müzikler ve mekânlarla<br />
donatılmış epik filmler içerik olarak<br />
uzun bir zaman dilimini kapsarlar ve bu sebeple<br />
daha çok savaşlar, toplumsal olaylar ve tarihi<br />
karakterleri odak noktalarına alırlar. Son dönemlerde<br />
fantastik ve bilimkurgu epik sinemada<br />
ağırlık kazanmaya başlasa da esas olarak çıkış<br />
noktası tarihsel konulardır. Türün ilk örneği<br />
olarak kabul edilebilecek ve aynı zamanda<br />
sinema tarihinin ilk gişe rekortmeni 1912 İtalyan<br />
yapımı Quo Vadis’ten bu yana çekilen pek çok<br />
büyük bütçeli film bu türe dâhil edilse de, ben<br />
daha çok tarihi-epik türünü merkeze aldım fakat<br />
fantastik epik olarak nitelendirebileceğimiz bazı<br />
filmleri de listeye eklemeden geçemedim.<br />
Filmlere gelince; İtalyan film endüstrisinin ilk<br />
örneklerinden biri olan Cabiria (1914), aynı zamanda<br />
epik sinemanın da önemli örneklerinden.<br />
Antik Roma tarihçisi Titus Livius’un dünyaca<br />
ünlü yapıtından esinlenilerek siyah beyaz ve sessiz<br />
olarak çekilen Cabiria, Pön Savaşları’nı konu<br />
alıyor.<br />
Cabiria’dan bir yıl sonra çekilen ve Ku Klux<br />
Klan’a yaklaşımı sebebiyle eleştirilere maruz<br />
kalan ancak The Birth of a Nation, Amerika’nın<br />
ilk uzun metraj tarihi filmi olma özelliğini taşıyor.<br />
Quo Vadis ve Cabiria’dan oldukça etkilenen The<br />
Birth of a Nation’ın yönetmen koltuğunda, D. W.<br />
Griffth oturuyor; filmin odağına ise Amerikan İç<br />
savaşı alınmış.<br />
Epik sinemanın sessiz dönem baş yapıtlarından<br />
Intolerance, 1916 yılında yine D. W. Griffth<br />
direktörlüğünde çekilen bir<br />
yapım. Büyük bir bütçeyle<br />
çekilip gişede başarısızlığa<br />
uğraması, Intolerance’ın<br />
sinema tarihinin en önemli<br />
epik filmleri arasında yerini<br />
almasını elbette engellemedi.<br />
Intolerance’da,<br />
farklı dönemlerde, birbirine<br />
paralel dört hikâye üzerinden<br />
hoşgörüsüzlük teması<br />
işleniyor.<br />
Napoleon Bonaparte’ın<br />
Konsül ve İmparator<br />
olmasına kadarki sürecin anlatıldığı 1927<br />
Fransız yapımı Napoleon, sessiz dönem epik<br />
sinemanın önemli filmlerindendir. Oldukça uzun<br />
bir sürede, altı bölümde anlatılan film, Abel<br />
Gance’ın kullandığı teknikler açısından da öncü<br />
yapımlardan biri olarak kabul edilir.<br />
10 dalda kazandığı Oscar ödülü ve hâsılat rekoru<br />
ile Gone with the Wind sadece epik türün değil,<br />
sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri<br />
sayılır. Vivien Leigh ve Clark Gable’ın unutulmaz<br />
performanslarıyla Amerikan İç Savaşı sırasında<br />
yaşananları konu alan film, en büyük epik dramlardan<br />
biri olarak kabul ediliyor.
1953 yapımı olan ve<br />
başrollerinde Marlon<br />
Brando, Louis Calhern<br />
gibi isimleri bulunduran<br />
Julius Caesar,<br />
yönetmenliğini Joseph<br />
L. Mankievicz’in<br />
yaptığı siyah beyaz<br />
film. Shakespeare’in<br />
ünlü eserinden uyarlanan<br />
Julius Caesar,<br />
yazarın en iyi<br />
uyarlamalarından biri<br />
olarak görülmesinin<br />
yanında, sanat yönetimiyle de Oscar’a layık<br />
görülmüştür.<br />
Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın en iyi<br />
filmlerinden biri olarak gösterilen Seven<br />
Samurai, 16. yüzyıl Japonya’sında geçen bir<br />
siyah beyaz dönem filmidir. Oscar ödüllü film,<br />
kendisinden sonra gelen birçok yapıma esin<br />
kaynağı olan önemli bir epik eserdir.<br />
Büyük İskender’in hayatını konu alan Alexander<br />
the Great’in, diğer yapımlara baktığımızda<br />
ortalama bir düzeyde kalsa da listede olması<br />
gerektiğini düşünüyorum. Gelmiş geçmiş<br />
biri haline gelerek kendisinden<br />
sonra çekilen<br />
ve türe ait pek çok filmi<br />
etkiledi.<br />
Romalı gladyatör<br />
Spartacus’ün mücadelesini<br />
anlatıldığı 1960<br />
yapımı Spartacus ise,<br />
yine her anıyla Stanley<br />
Kubrick’in ellerinden<br />
çıktığını kanıtlayan bir<br />
epik şaheser...<br />
Kirk Douglas’ın<br />
başarılı performansıyla izlediğimiz bu<br />
büyük bütçeli yapım, 4 dalda Oscar<br />
kazanmayı başarmıştır.<br />
Charlton Heston ve Sophia Loren’in<br />
başrolünü paylaştıkları El Cid, epik<br />
türün bir diğer önemli filmi olarak listeye<br />
dahil olan yapımlardan. Anthony<br />
Mann yönetmenliğinde çekilen film,<br />
İspanyol halk kahramanı Rodrigo<br />
Diaz’ın (El Cid) Emeviler’e karşı verdiği<br />
mücadeleyi anlatıyor.<br />
İngiliz asker ve casus Thomas Edward<br />
Lawrence’ın, Osmanlı İmparatorluğu’na<br />
en büyük film setlerinden birine sahip olan<br />
The Ten Commandments (1956) ise, epik<br />
sinemanın en görkemli ve ihtişamlı örneklerinden<br />
sayılıyor. Daha önce sessiz olarak,<br />
yine Cecile de Mille tarafından çekilen film,<br />
zamanının ötesinde görsel efektleriyle Oscar’a<br />
hak kazanmış.<br />
Epik sinema denilince akla ilk gelen<br />
örneklerden biri hiç kuşkusuz 1959 tarihli Ben-<br />
Hur’dur. Lewis Wallace’ın meşhur romanından<br />
uyarlanan filmin yönetmenliğini William Wyler<br />
yaptı; film epik sinemanın başyapıtlarından<br />
karşı Arap ayaklanmasındaki<br />
görevi esnasında başından<br />
geçenlerin anlatıldığı Lawrence<br />
of Arabia, 7 Oscar’lı<br />
harika bir epik sinema<br />
örneğidir. Yönetmenliğini<br />
David Lean’in yaptığı film,<br />
Peter O’Toole’un unutulmaz<br />
performansıyla sinema<br />
tarihinin en önemli filmleri<br />
arasında sayılmaktadır.<br />
Lawrence of Arabia ile aynı
yıl çekilen diğer önemli<br />
epik filmler ise bu türün<br />
aranılan yüzlerinden<br />
olan Charlton Heston’ın<br />
başrolünde oynadığı 55<br />
Days of Peking ile Elizabeth<br />
Taylor, Richard Burton,<br />
Rex Harrison gibi<br />
oyuncuları kadrosunda<br />
barındıran Cleopatra’dır.<br />
Yapımı 3 yıl süren Cleopatra,<br />
görkemli<br />
sahneleriyle<br />
epik türün mihenk taşlarından<br />
sayılabilir.<br />
Thomas Mann’ın El Cid’den<br />
sonra çektiği bir diğer epik örnek<br />
The Fall of the Roman Empire<br />
(1964), Sophia Loren, Stephen<br />
Boyd, Alec Guinnes gibi isimleri<br />
barındıran oyuncu kadrosu ve<br />
tüm görselliğine rağmen yeterli<br />
ilgiyi görmedi. Ondan bir yıl<br />
sonra çekilen Doctor Zhivago<br />
bu kez romanın tamamını beyazperdeye<br />
yansıtmak istercesine 427 dakika olarak…<br />
Süresi yüzünden izleyicisini zorlasa da, iyi<br />
bir film ve uyarlama olması sebebiyle türün<br />
örnekleri arasına adını yazdırmayı başarıyor.<br />
Her ne kadar tarihi epik türünü yazının<br />
odağına alsam da, fantastik epik olarak nitelendirilebilecek<br />
iki filmi listeye eklemeden<br />
olmazdı. İlki 1981 yapımı Kral Arthur efsanesini<br />
beyazperdeye taşıyan John Boorman’ın<br />
Excalibur’u, diğeri ise J. R. R. Tolkien’in<br />
dünyaca ünlü eserinden uyarlanan The<br />
Lord of the Rings üçlemesi… Peter Jackson<br />
tarafından uyarlanan üçleme, görselliği ve<br />
ihtişamı ile epik sinemanın en önemli filmleri<br />
arasına adını altın harflerle yazdırdı. Bu<br />
muazzam üçlemenin son filmi The Lord of<br />
The Rings: The Return of the King, Ben Hur<br />
ve Titanic ile birlikte aday olduğu bütün dallarda<br />
(11) Oscar’ı kazanan nadir filmlerden<br />
biri oldu.<br />
Son dönem epik örneklerine gelince… Mel<br />
Gibson’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı,<br />
İskoç şövalye William Wallace’ın hayatından<br />
esinlenilerek çekilen Bravehearth (1995),<br />
ise, Rusya’da Bolşevik İhtilali<br />
sırasında ve sonrasında<br />
yaşananları konu alan müthiş<br />
epik örnek olarak ortaya çıktı.<br />
David Lean’in yönetmenliğini<br />
yaptığı film aynı zamanda 5<br />
dalda Oscar ödüllü.<br />
Tolstoy’un ölümsüz eseri<br />
Savaş ve Barış, çokça sinemaya<br />
uyarlanmış bir edebiyat<br />
ürünüdür. Audrey Hepburn’lü<br />
1956 yapımından sonra<br />
1966’da yeniden çekildi ancak<br />
Riddley Scott’ın unutulmaz filmi Gladiator<br />
(2000), Çin’li yönetmen Zhang Yimou’nun<br />
Hero’su (2002) ve İlyada destanından yola<br />
çıkılarak Truva savaşının anlatıldığı Troy<br />
(2004) yakın zamanların en iyi epik filmleri<br />
arasında gösterilebilir.<br />
Bu filmlerin dışında pek çok savaş filmi,<br />
tarihi epik kategorisine eklenebilir ve liste<br />
fazlasıyla uzatılabilirdi. Ama bana göre en<br />
temiz şekli bu haliydi. Bu noktada bana<br />
yardımcı olan ve fikir veren Murat Tolga Şen<br />
ile Serdar Durdu’ya da teşekkürler…
Bu ayın önemli filmlerinden Mavi Dalga’nın yönetmenleri Zeynep<br />
Dadak, Merve Kayan ve başrol oyuncusu Ayris Alptekin ile<br />
konuştuk. Yönetmenlerin dediği gibi birbirlerinin yoluna taş<br />
koyan değil birleştikçe güçlenen kadınlarla karşılaştık...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasında kadın meselesi her zaman<br />
kafamda dönen sorudur. Bu aslında sadece<br />
sinemamızın değil toplumumuzun bir göstergesidir.<br />
Bir toplum kendini, refahını insanlarının özgürlüğü,<br />
eşitliği ve mutluluğu üzerinden ancak ifade edebilir.<br />
Benim için sosyal adalet toplumdaki kadın ve<br />
erkeğin eşitliği üzerinden ancak anlaşılabilir. Bu<br />
anlamda sinemayla yaşayan bir insan olarak her<br />
zaman sinemamızdaki kadın unsurunu önemsedim<br />
ve dert ettim. Bir çok kadın yönetmenimiz ve<br />
kadının içinde var olduğu filmimiz var. Ama toplumdaki<br />
rolleri kabul eden, sınırlamaları zorlamayan,<br />
kendi kimliğini erkeğin sıkıştırdığı yerlerde bulmaya<br />
çalışan karakterlerden bıktım. Sinema öncü olmalı,<br />
sinema cesur olmalı, sinemadaki kadın toplumun<br />
içinde olmadığı kadar yaratıcı ve ısrarcı olmalı.<br />
Erkekten bağımsız kimliğini, cinselliğini, özlemlerini<br />
ifade edebilmeli. Bu anlamda Mavi Dalga<br />
filmini Antalya film festivalinde seyrettiğimde demin<br />
söylediklerimin peşinden giden kadınları gördüm.<br />
Filmin yönetmenleri Zeynep Dadak, Merve Kayan<br />
ve başrol oyuncusu Ayris Alptekin’le konuşmak<br />
benim için önmliydi. Özellikle Ayris Alptekin’in naif<br />
gözüken ifadesinin altındaki belli belirsiz öfke ve bu<br />
öfkenin tetiklediği kısa ama önemli cevaplar bu röportaj<br />
benim için değerli kıldı. Yönetmenlerden yeni<br />
filmler Ayris’ten de dertlerini ona en uygun gelen<br />
şekilde ifade edebileceği üretimler bekliyorum.<br />
Sizi bu senaryoyu yazmaya iten şey neydi?<br />
Zeynep Dadak: Bir filmi hayal etmeye<br />
başladığımızda kendi deneyimlerimizden yola<br />
çıkıyoruz ama o deneyimleri bire bir senaryoya<br />
aktaracağımız bir olaylar ağı değil de bir tür dünyaya<br />
bakış açısı sağlayan pencere gibi düşünüyoruz.<br />
Mavi Dalga’da da küçük şehirlerde büyümüş iki<br />
kadın olarak, o şehirlerde büyüme deneyiminin nasıl<br />
bir şey olduğuna dair konuşmaya başladık kendi<br />
aramızda. Ondan sonra yavaş yavaş nasıl karakterler<br />
olabileceğini hayal etmeye başladık. Bir taraftan bu<br />
karakterin nasıl müzik dinleyeceğinden, nasıl bir ailesi<br />
olacağını, ne okuyacağını, yaşadığı yerin sokaklarını<br />
hayal etmeye o anlamda görsel, işitsel dünyayı dramatik<br />
dünyayla hep birlikte örerek kurabileceğimiz bir<br />
film yaratmaya başladık.<br />
Yönetmenlik bir ego işi; filmde iki yönetmen olarak<br />
çalışmak bir ego çatışmasına neden olmadı mı? Bu<br />
birliktelik nasıl doğdu?<br />
Merve Kayan: Bir sanat eseri ortaya çıkarmak tabii<br />
ki eninde sonunda kişisel bir yere dokunan bir şey<br />
ama yönetmenliğin egoyla ilgili olduğuna kesinlikle<br />
inanmıyorum. O kadar geniş bir alan ki bunu bir ego<br />
haline getirmek o listenin başında yer almıyor en<br />
azından bizim gibi birlikte üretmeye alışmış ve bundan<br />
keyif alan insanlar için. İki kişi bir filmi yönetmek,<br />
bir filmi yazmak kendi egonuzun başka biriyle çatıştığı<br />
bir şeyden çok daha fazla bir tür ortak ego yaratabilmek<br />
belki de. Ve o egoda illa insanları ezmek ve<br />
otorite kurmak üzerinden olmak zorunda değil. Daha<br />
çok yaratmaya çalıştığınız şeye birilerini ikna etmek<br />
ve birlikte yaratmak üzerine olan bir şey. Ama tabii ki<br />
son söz yönetmenin olmak zorunda, hadi çıktık yola,<br />
herkes bir şey söylesin film yapalım diye bir şey yok.<br />
İnsanlar tek başlarına da farklı şekillerde çalışıyorlar.
Bazıları oturup gerçekten içinden bir şeyler çıkaran<br />
şeyin kendi egosu olduğuna inanabilir. Zeynep için<br />
de benim için de bizim için en kişisel olanın karara<br />
dönüşmesiyle alakalı bir şey değil film yapmak. Onun<br />
için bir şeyin üzerinde konuşup gerçekten anlatmak<br />
istediğimiz hikâyeye en iyi ne hizmet edecekse onda<br />
karar kılmak zaten başlı başına kollaboratif bir şey.<br />
Zeynep Dabak: Tabii ki dünyada yaygın olan tek<br />
başına yönetmenlik yapmak. Çoğu yönetmenin aslında<br />
müthiş yardımcıları var belki kendilerinin bir sürü<br />
kararı vermesine bile gerek kalmıyor. Hitchcock’la ilgili<br />
konuşulan poster tasarımcısı olmasaydı, ya da Bernard<br />
Herrmann’ın müzikleri olmasaydı, şu asistanı<br />
olmasaydı, ya da karısı olmasaydı bunları yazamazdı<br />
gibi… O yüzden öyle baktığınızda bir büyük egonun<br />
altında toplanmış işler bütünü gibi görülebiliyor ama<br />
bizim daha ideolojik bir yerden de o görünmeyen<br />
mekanizmaları açmak ve oradan nasıl ortak ego çıkar,<br />
zaman zaman iki kere yutkunup, bazen çok yapmak<br />
istemediğin şeyi söyleyip diğerinden nasıl tepki<br />
alacağını görmek, böylece bir şeyi iki kere düşünmek…<br />
O kadar çok katmanı olan bir şey ki bunun kendisi bize<br />
film yapmak kadar heyecanlı gelen bir şey.<br />
Filmin konusu önemli çünkü bizde ergen dünyasını<br />
onun doğallığı içinde anlatan film yoktur. Ergen<br />
dünyasını belirli konumlar içinde kullanan filmler vardır.<br />
Bir cast problemi var aslında. Oyuncuları nasıl seçtiniz?<br />
Merve Kayan: Bizim şansımız senaryonun erken<br />
aşamalarında hatta senaryo ortada yokken treatment<br />
aşamasında cast direktörümüz Ezgi Baltaş’la çalıştık,<br />
onun bu projenin ne kadar önemli bir parçası olduğunun<br />
farkındaydık. Her ne kadar bir genç kadın karakterin<br />
hikayesini anlatmak istesek de bir yandan da bunu<br />
onun etrafındaki arkadaş grubunun üzerinden anlatmak<br />
istiyorduk. Bunun için de ideal olanın başka birçok<br />
yönetmenin yaptığı gibi farklı farklı yerlerden oyuncuları<br />
toplamak ve onlarla sıfırdan çalışmak yerine, bir grup<br />
olsa da onları biz filmin içine alabilsek gibi bir hayalimiz<br />
vardı. Ezgi de bizi Galata Perform’da birlikte oyun<br />
sahneleyen, yazan bir grup gençle tanıştırdı. Biz film<br />
çekimine çok yakın bir ana kadar onların filmde olup<br />
olmaması konusundan çok da emin değildik açıkçası.<br />
Zeynep Dabak: Ayris’ten (Alptekin) emindik de aynı grubu<br />
taşımalı mıyız, bu kadar zamandır birlikte çalışmak<br />
bir tür ezber hissi yaratır mı gibi çekincelerimiz vardı<br />
ama sonra o grup dinamiğini filme de taşımak istedik.<br />
Senaryoyu okuduğunuz zaman rolünüzde sizi etkileyen<br />
şey ne oldu, ikincisi arkadaşlarınızla aranızdaki daha<br />
önceki tecrübeleriniz filme etki etti mi?<br />
Ayris Alptekin: Setten yaklaşık bir ay öncesine<br />
kadar bizim elimizde son draft vardı. Olay örgüsü<br />
hakkında tabii ki bir fikrimiz vardı ama metni biz<br />
bir, bir buçuk ay önce okuduk. Üç sene öncesine<br />
dayanan bir çalışma disiplini olduğu için ve audition<br />
gibi bir şey söz konusu olmadığından kendimizi<br />
zaten işin bir parçası olarak hissediyorduk.<br />
Oyuncu olarak zaten birlikte bir şeyler üreten,<br />
birlikte büyüyen beş arkadaş olarak bir deneyim<br />
paylaşımı, senaryo yazımına dair çalışmalar<br />
yapıyorduk. O yüzden her zaman filmin içine<br />
dahildik. Senaryoyu okuduğumda ben “Bunun<br />
içinde olmalıyım” gibi bir mesafe yoktu, zaten<br />
içindeydim, oyuncu olarak var olmasam da ben<br />
filmin bir parçası olarak hissedebilirdim.<br />
Bazı roller vardır hazırlanmak gerekir ama bu<br />
filmdeki gibi roller çok da sizdendir, oyuncunun
sinema dili açısından biraz kafası karışabilir, bu<br />
dengeyi nasıl sağladınız?<br />
Ayris Alptekin: Merve ile Zeynep’e de sıkça sorulan<br />
bir soru otobiyografik öğelerin olup olmadığı.<br />
Tıpkı Merve ile Zeynep’in pozisyonu gibi bizim<br />
pozisyonumuz için de aynı şey geçerli. Neticede<br />
Deniz’in karakterinin içinde Ayris’ten parçaların<br />
olduğunu reddetmek yanlış olur. Ama Deniz’in Ayris<br />
olduğunu söylemek ve bunun bir role hazırlanmayı<br />
zorlaştıran ya da kolaylaştıran bir şey olduğu<br />
genellemesini yapmak da biraz yüzeysel olur. Tabii<br />
ki benim içimden bazı parçalar vardı Deniz karakterine<br />
ait, role hazırlanmak açısından evet çok fazla<br />
konuştuk ama bir yandan da hiç konuşmamıştık.<br />
Bir oyuncu olarak analiz etme süreci bir günde, o<br />
da set zamanında Balıkesir’de üç, dört saatlik bir<br />
şeydi. Zaten o kadar çok içindeydim ve senaryoyu<br />
okumadığım için tabii ki benim kafamda da bir<br />
Deniz karakteri var ve o Deniz karakterini tahayyül<br />
ederken aslında benim için oyunculuk kısmında da bir<br />
şeyler oturmuştu.<br />
“Kadın yönetmen” tanımını cinsiyetçi bir yaklaşım<br />
olarak görenler de oluyor ancak sizin filminize<br />
baktığımızda bir erkek yönetmenin belki de<br />
algılayamayacağı özelliklere sahip olduğunu görüyoruz.<br />
Filmin bir kadın filmi olarak nitelendirebileceğini<br />
herhalde düşünmüşsünüzdür.<br />
Zeynep Dabak: Kadın duyarlılığı denen şey, bir<br />
kadının duygusal dünyayı daha iyi anlatabilmesi gibi<br />
şeyler toplumsal olarak insanların üzerine giydirilen<br />
bir şey. Kadının sanki gücü yalnız oradadır, “Onun<br />
dışında bir şey yapamaz ama onu layığıyla yapmış”<br />
çok söylenen bir şey. Bu nasıl insanlar olduğumuzla<br />
ilişkili. Bizim örnek aldığımız çok fazla erkek yönetmen<br />
var. Hep söylerim Mike Leigh. Onun kadar<br />
duygu dünyasını ince analiz eden, o dünyadaki bin bir<br />
katmanı gösteren yönetmen çok azdır. Güçlü bir kadın<br />
karakter yaratmak istemek başka bir şey, “Öyle bir<br />
film yapalım ki bu film bittiğinde bu karakter kadınların<br />
gücünü göstersin gibi” bir idealist cümle kurmak<br />
başka bir şey. Bir yönetmen ikincisini yaparak yola<br />
çıkamaz, bir yönetmen bir karakter yaratır, o karakteri<br />
öyle bir şekillendirir ki o karakter en politik yanlış<br />
şeyleri yapsa bile sonuçta ortaya güçlü bir kadın çıkar.<br />
Bizim yapmak istediğimiz böyle bir şey. Ayris’in de dahil<br />
olduğu çevremizde ilham aldığımız arkadaşlarımız,<br />
sanatçı ya da olmayan bir çok kadına bakmak, nasıl<br />
bir dünya hayal ettiğimizi düşünmek o gücü karaktere<br />
ve onun dünyasına verdi diye düşünüyoruz.<br />
Merve Kayan: Bir de senaryoyu yazarken daha sonra<br />
bize ne soracaklar gibi şeylerden uzak durmak çok<br />
önemli. Kendimizi ve hikâyeyi korumak anlamında.<br />
Zeynep’in dediği gibi bu meseleleri içselleştirip<br />
sonra anlattığın hikâyenin altına onların doğal olarak<br />
döşenmesi ideal olan. Yoksa başlı başına bir filmin<br />
matematiğini izlerken onu fark etmeyecek şekilde<br />
kurmak çok zor bir şey bir de onun üzerine bu noktalarda<br />
burada ne doğru oldu, ne yanlış oldu, istediğimiz<br />
yere gidiyor mu gitmiyor mu diye düşünmek iyice bu<br />
kimyayı alt üst ederdi. Onun için biraz daha akışına<br />
bırakıp ara ara, zaten iki kişi yazdığınızda bu biraz<br />
doğal olarak olan bir şey. Bir şeyleri yazıp hep üzerine<br />
konuşuyorsunuz. Belki tek başına kendi kafasında<br />
yapması senaristin o kadar kolay olmayabilir.<br />
Zeynep Dabak: Biz hiçbir zaman kadın yönetmen<br />
denmesinden gocunmayız. Filmimizde yaptığımız
şey ve karakterler de toplamda geriye<br />
dönüp baktığımızda, birbirinin yoluna taş<br />
koyan değil birlikte durdukça güçlenen<br />
ve üretebilen kadınlar. Setimizde de,<br />
öncesinde sonrasında da, oyuncu kadromuzda<br />
da hakikaten çok ilham verici bir<br />
ruh vardı. Tabii ki yönetmeniz ama eğer<br />
biz kadınlara güç veren bir şey yapabiliyorsak<br />
bu dünyanın içerisinden bu çok<br />
güzel olur.<br />
Rolünüzü içselleştirirken bu<br />
konuştuklarımızın üzerinizde etkisi oldu<br />
mu?<br />
Ayris Alptekin: Kadın olmanın bilinciyle<br />
hareket etmek bir kırılganlık mı yoksa bir<br />
güç mü yaratıyor, ya da onu yok saymak<br />
mı daha kırılgan veya daha güçlü kılıyor?<br />
Tam olarak cevabını bulamadım. Deniz<br />
karakteri ergenlikte ve bir kimlik arayışı<br />
var, sadece ergenlikle de ilgili değil bu.<br />
Bir kadınsın bedeninle veya zihninle bir<br />
arayış halindesin ama her zaman bana<br />
kişisel olan şey daha güçlü geldiği için<br />
aslında sadece varoluş mücadelesi vermenin<br />
içinde de o kadınlıkla ilgili bilinç<br />
var, aynı zamanda kadın olmakla ilgili<br />
mücadelenin içinde de varoluş mücadelesi<br />
var. Her şey birbirinin içinde o kadar<br />
karışık ki, Deniz’in kafasında olduğu gibi.<br />
Zeynep Dabak: Gerçekten Ayris’in<br />
söylediği gibi. Hiç konuşmamıştık üzerine<br />
sağlaması gibi oldu. Onun kendiliğinden<br />
olması lazım. Öbür türlü bir mesele<br />
sineması, içi dolu olmayan bir mesele<br />
sineması yapıyorsunuz ama zaten<br />
meseleniz varsa ve yaparken o mesele<br />
kendi kendine bir yerden çıkıyorsa o zaman<br />
daha güçlü oluyor.<br />
Merve Kayan: Zeynep ve ben her gün<br />
aramızda kadın olmak üzerinden birçok<br />
farklı muhabbet yapıyoruz. Her gün farklı<br />
farklı şekillerde kadın olmanın ne demek<br />
olduğunu zaten sorgulayan insanlarız.<br />
Bunun da yaptığımız şeyin içinde<br />
olmasına şaşırmamak lazım.<br />
Filminizi tür olarak nereye koyuyorsunuz?<br />
Gençlik ve dram değil de daha çok politik<br />
bir film gibi.<br />
Zeynep Dabak: Geçen gün bir izleyicimiz<br />
“Gençleri sömürmeyen bir politik<br />
gençlik hikâyesi” dedi. Hoşumuza<br />
gitti. Hakikaten bir dünyaya bakarken<br />
dünyaya ne kadar mesafeden<br />
bakacağınız çok önemli. Biz o anlamda<br />
baktığımız bir yeri yargılayarak<br />
anlatmak değil de o dünyayı biraz<br />
açıp insanların o dünyayı<br />
yargılayacaklarsa kendi yargılarıyla<br />
baş başa kalmalarını sağlamak hep<br />
daha önemli bizim için. O anlamda bir<br />
yere koyabilirsiniz.<br />
Gençlik politikanın kendini en fazla<br />
gösterdiği yaş. İnsan daha heyecanlı<br />
olabiliyor, tepkilerini daha rahat ortaya<br />
koyabiliyor. Sonuçta elinizde<br />
bir senaryo var ama sizin de politik<br />
duruşunuzla ilgili mi bu rol?<br />
Ayris Alptekin: Benim ya da benim<br />
arkadaşlarımın temsiliyeti yok. Sinemada<br />
beni en çok heyecanlandıran<br />
şey temsiliyetini görmek seni yalnız<br />
hissettirmiyor, bu çok rahatlatıcı ve<br />
heyecan verici bir şey. Kötü bir şey<br />
yapmıyorum, kötü bir insan değilim,<br />
tek değilim, prototip olsa da sana benzeyen<br />
birini görmek seni çok mutlu<br />
ediyor. Deniz aslında çok fazla temsiliyeti<br />
olmayan bir karakter. Bu kadar<br />
klişe bir şeyi hiç klişeye başvurmadan<br />
anlatmak da çok önemli.<br />
Bu soruyu kadın yönetmenlere hep<br />
soruyorum; Türk sinemasında 80’ler<br />
ve 90’ların ikinci yarısına kadar Türk<br />
sinemasında feminizmin etkileri<br />
olduğunu görürüz, 2014’teyiz 2000<br />
sonrası sinemada en azından ben<br />
kendi adıma bu konuda geriye bir<br />
adım atıldığını düşünüyorum. Bu konuda<br />
sizin yorumunuz nedir?<br />
Zeynep Dadak: Benim aklıma hemen<br />
Bilge Olgaç geldi mesela. 1970<br />
Linç mesela, tamamı bir erkek hapishanesinde<br />
geçen bir film, Bilge<br />
Olgaç’ın adını kimsenin bilmemesinin,<br />
Yeşilçam’ın içerisinde çok<br />
önemli bir yönetmen olmasına karşın
erkek dünyasının içerisinde hiç kadın<br />
olmamasının sembolü gibi gelir. Uzun<br />
yıllar bir kadın yönetmen ve kadın temsili<br />
yokluğu var. Hep aynı şekilde anlatılan<br />
streotip kadınlar var. 80 sonrasında<br />
özellikle Atıf Yılmaz’la başlayan ve<br />
Müjde Ar gibi oyuncuların da katkısıyla<br />
açılan bir sinema var ama bir taraftan bir<br />
tür kolektif kadın üretimi anlamında çok<br />
fazla bir şey göremiyoruz o dönemde.<br />
Son dönemde çok önemsediğim Belmin<br />
Söylemez’in Şimdiki Zaman’ı, tartışmalı<br />
bir filmdi Berna Baş’ın Zefir’i… Hakikaten<br />
iç gıcıklayan, “Ya bu nasıl bir<br />
kadın” diye insanlara sorduran, daha<br />
nüanslı kadınlar yaratabilen yönetmenlerin<br />
olduğunu düşünüyorum. O<br />
anlamda belki bir kapanma değil bir<br />
açılma arifesindeyiz. Ama evet 90’ların<br />
özellikle ikinci yarısından sonra tamamen<br />
suskun kadınlar dönemi var. Hiçbir<br />
şekilde konuşmayan, görsel temsil hakkı<br />
alsa bile gerçekten ya dilsiz olan, ya da<br />
susturulan, konuşamayan kadınların<br />
olduğu bir gerçek. Hayatta böyle olduğu<br />
için filmlerde böyle kadınlar var diyelim<br />
ama bir taraftan sinemanın gerçek<br />
hayatı değiştirme gücünü de unutmamak<br />
lazım.<br />
Merve Kayan: İlla orada gerçeği<br />
yansıtma kaygısı herhalde sinemayı<br />
bütün farklı yerlerinde dünyanın çok<br />
istemediğimiz yerlere götürebilir.<br />
Çünkü sinemanın zaten gücü var olanı<br />
yansıtmanın ötesinde orada neyin<br />
hayalinin kurulduğunu da biraz perdeye<br />
yansıtmak. Sadece kadınların<br />
yaptığı filmlere, ya da kadın karakterlere<br />
bakmanın ötesinde erkek<br />
kadınların etrafından kadınların ne<br />
yaptığına bakmanın önemli olduğunu<br />
düşünüyorum. Suskunluk meselesi yine<br />
erkek karakterlerin etrafındaki kadınların<br />
suskunluğu, o da bayağı önemli bir şey.<br />
Zeynep Dabak: O anlamda “erkeklere<br />
ne oluyor”a da bakmak lazım. Aklıma<br />
o kadar çok film geliyor ki; bütün bir<br />
Yılmaz Güney sinemasından tutun da<br />
Tunç Okan’ın Otobüs’üne, oradan<br />
Zeki Demirkubuz’a… Orada zaten<br />
kocaman halledilememiş erkeklik<br />
meselesi var. Dolayısıyla bunun<br />
kendisi de kadınlara bakmak için<br />
zaten yeterince önemli bir yol.<br />
Sinemada oyuncu olmanın bir<br />
takım bedelleri olabilir, özellikle<br />
Türkiye gibi bir yerde. Bu konuda<br />
ne düşünüyorsunuz, bu bedeli göze<br />
alabiliyor musunuz?<br />
Ayris Alptekin: Aslında düşündüğüm<br />
zaman alamıyorum. Türkiye’de<br />
oyunculuk mesleğiyle alakalı bir<br />
şey. Şöhret olmanın oyunculuk<br />
mesleğiyle ilgili çok önemli bir<br />
problem olduğunu düşünüyorum.<br />
Şu an oyunculuk mesleği oyuncu<br />
olarak insanın varoluşuna çok<br />
yıpratıcı bir noktada duruyor. Dizi<br />
oyuncuları, sinema oyuncuları,<br />
tiyatro oyuncuları hepsi zarar verici<br />
süreçler ve insanın var olan kimliği<br />
ile var olması gereken kimliği<br />
arasında o kadar uçurumlar var ki<br />
o yüzden oyunculuk mesleği başlı<br />
başına zor bir meslek.<br />
Bundan sonra oyunculuğa devam<br />
etme düşünceniz var mı, bu filmden<br />
ne tecrübe edindiniz?<br />
Ayris Alptekin: Bu çok hayati<br />
bir karar. Oyunculukla ilgili bir<br />
düşüncem yoktu. Oyunculuk<br />
sınavlarına girmedim, istediğim bir<br />
bölüm vardı sadece onu denemek<br />
istedim, böyle bir şey tahayyül etmedim.<br />
Ama bir şekilde hayat bana<br />
böyle bir kapı açtı. Neticede hayatın<br />
insana getirdiği şanslar ve kapılar<br />
var. Bunları reddetmek de başka<br />
problemler yaratabilir. O yüzden ben<br />
her zaman hayatın bana sunduğu<br />
şeyleri en azından durup düşünmek<br />
isteyen bir insanım. Sinema beni<br />
çok heyecanlandıran bir şey. İçinde<br />
oyuncu olarak üretim halinde olmak<br />
ya da yönetmen olarak bir şeyi<br />
yoktan var etmek… Sinemayla ilgili
her şey beni çok heyecanlandırıyor. Bu yüzden<br />
sinemanın bir parçası olmayı her zaman isterim.<br />
Babanız tanınmış birisi (Yaşar Alptekin). Oyunculuk<br />
maceranızda etkisi olduğunu düşünüyor musun?<br />
Oyunculuğa karşı bu güvensizliğinizde onun da<br />
etkisi olabilir mi?<br />
Ayris Alptekin: Tabii ki vardır. Ben tiyatroda oyunculuk<br />
yapmayı istediğimde babam sanki başka<br />
bir meslek yapıyormuş gibi düşünüyordum. Sanki<br />
babamın yaptığı başka bir şeymiş gibi, ergenliğin<br />
getirdiği o asilik, dünyaya bakış açısında karşı<br />
duruş olduğu için… Tabii ki bunun etkisi olduğunu<br />
düşünüyorum ama babam olduğu için çok da<br />
dışarıdan bakamıyorum.<br />
Türkiye’de kısa film sinemacı olmak için, yurt dışında<br />
ise sinemacı olunduğu için çekiliyor. Sizin de kısa<br />
filmleriniz var, bu görüşle nasıl savaşacaksınız?<br />
Zeynep Dabak: Dünyada bir tek biz değiliz bunu<br />
yapan. Ayris’in ergenlikle ilgili söylediği şey gibi,<br />
insanın yalnız olmadığını görmesi önemli. Türkiye’de<br />
de Hüseyin Karabey geliyor aklıma, başka formatlarda<br />
üretmeye devam eden bir sinemacı olarak,<br />
Belmin Söylemez geliyor… Yani böyle yönetmenler<br />
var. Tabii ki bir insan uzun metraj çekebilmesi<br />
için deneyimi olması lazım. Bir yerlere siz projenizi<br />
anlatmak için gittiğinizde, Kültür Bakanlığı’ndan senaryo<br />
desteği ararken başvurduğunuz yerlere kadar,<br />
tabii ki size kısa metrajınızı soracaklar. Çünkü sizin<br />
ne yaptığınızı görmek istiyorlar. O anlamda böyle<br />
bir deneyim elbette önemli. Onlar bir adımdır, bir<br />
insanın kısa film ya da başka şeyler denemesi, bir<br />
set nasıl yönetilir bunu deneyimlemesi lazım uzun<br />
metraj setine çıkmadan önce. İkimizde setlerde uzun<br />
yıllar çok çeşitli pozisyonlarda çalıştık. Ama uzun<br />
metraj ulaşılacak en son noktadır, uzun metraj bir<br />
kere yaptın mı hep uzun metraj yapacaksın diye bir<br />
şey yok. İnsanın uzun metraj daha iyi filmler yapabilmesi<br />
için hep dönüp başka şeylerle olan ilişkisine<br />
bakması gerekiyor. Yoksa belki de bazen izlediğimiz<br />
auteur yönetmenlerde bile “Şunu 15 dakika yapsam<br />
ne şahane film olurmuş” dediğimiz bir sürü film<br />
olmasının sebebi belki böyle bir şey. Keşke onu öyle<br />
hiyerarşik olarak bir yere koymasa da arada bir tane<br />
güzel fikrini 15 dakika film yapsa sonra dönse üç<br />
sene sonra şahane yeni bir uzun metraj yapsa.<br />
Merve Kayan: Bir de insanın kendini geliştirmesi illa<br />
başkalarının işleri üzerinden olmak zorunda değil.<br />
Tabii ki bir sürü şey okuyoruz, izliyoruz ama arada<br />
başka şeyler yaparak da kendi yaptıklarımızdan<br />
ilham almak önemli. Onun için formatlar arası gidiş<br />
geliş önemli. Agnes Varda çok sevdiğimiz bir yönetmen.<br />
Hayatı boyunca genelde bir kurmaca, bir belgesel,<br />
arada kısa film çekerek devam etmiş, arada<br />
enstalasyonlar yapmış bir yönetmen. Aslında yaptığı<br />
şey galeride de olsa, internette de olsa hep sinema.<br />
Benim size sormadığım ama izleyicinin bilmesini<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Zeynep Dabak: Biz bu filmde gerçekten altını çizip<br />
“Bu dünyaya böyle bakın, bu size şöyle bir mesaj<br />
veriyor, bu karakter böyledir” gibi bir şey yapmak<br />
istemedik. O anlamda izleyicinin kendisine bir yer<br />
bulabileceğini, kendisini rahat bırakırsa bir yer<br />
bulabileceğini düşünüyoruz.
Dövüş sanatları ustası<br />
Ip Man’in hayatından bir<br />
kesiti anlatan The<br />
Grandmaster vesilesiyle,<br />
son zamanlarda iyice<br />
popülerleşen Ip Man<br />
filmlerine bir göz<br />
atalım istedik.<br />
n Büyük usta Wong Kar<br />
Wai’nin son filmi The Grandmaster<br />
(Büyük Usta), Mart<br />
ayının ilk haftası gösterime<br />
giriyor. Dövüş sanatları ustası Ip<br />
Man’in hayatından bir kesiti anlatan<br />
The Grandmaster vesilesiyle, son<br />
zamanlarda iyice popülerleşen Ip Man<br />
filmlerine bir göz atalım istedik.<br />
Ip Man olarak telaffuz edilen Yip Man (ya<br />
da Yip Kai-man), Çinli bir dövüş sanatları<br />
ustasıdır. Aralarında Bruce Lee’nin de<br />
olduğu birçok öğrenci yetiştirmiştir ki<br />
bunlardan birçoğu daha sonra kendi dövüş<br />
okullarını açmıştır. 1893 doğumlu dövüş ustası,<br />
Wing Chun dövüş sanatındaki yetkinliği ile<br />
tanınır. 1972 yılında, dünyaca meşhur öğrencisi<br />
Bruce Lee’den sadece birkaç ay önce, gırtlak kanserinden<br />
vefat etmiştir.<br />
Önce içinden Ip Man geçen filmleri sıralayalım, sonra<br />
her birini kısaca tanıtmaya çalışalım.<br />
• Dragon: The Bruce Lee Story (1993)<br />
• Ip Man (2008)<br />
• Ip Man 2: Legend of the Grandmaster (2010)<br />
• The Legend Is Born: Ip Man (2010)<br />
• Ip Man: The Final Fight (2013)<br />
• The Grandmaster (2013)
Dragon:<br />
The Bruce Lee Story (1993)<br />
Yönetmen: Rob L. Cohen<br />
Oyuncular: Jason Scott<br />
Lee, Lauren Holly, Robert<br />
Wagner, Luoyong Wang<br />
Robert Clouse’nin “Bruce<br />
Lee: The Biography”<br />
ve Lee’nin karısı Linda<br />
Lee Cadwell’in “Bruce<br />
Lee: The Man Only I Knew” isimli kitaplarından<br />
faydalanılarak çekilen ve Bruce Lee’nin hayatını<br />
konu alan biyografik filmde, çok kısıtlı da olsa Ip<br />
Man’i görmek mümkün. Dragon: The Bruce Lee<br />
Story, ana akım kulvarından dışarı taşmayan<br />
yapısına rağmen, Bruce Lee’nin hayatı<br />
hakkında çekilmiş eğlenceli bir seyirlik.<br />
İzlemeyenlere tavsiye edilir.
Ip Man (2008)<br />
Yönetmen: Wilson Yip<br />
Oyuncular: Donnie Yen, Simon Yam, Siu-Wong Fan, Lynn<br />
Hung<br />
Daha çok aksiyon filmleri ile tanınan Wilson Yip’in<br />
yönettiği Ip Man, 1930’larda memleketi Foshan kentine<br />
geri dönen Ip Man’in yaşamına ve özellikle Japon İşgali<br />
sırasında yaşananlara odaklanıyor. Ip Man’i meşhur<br />
dövüş filmleri aktörü Donnie Yen canlandırıyor. Filmin<br />
bir kısmı gerçek olaylara dayansa da, filmde yaşanan<br />
olayların büyük bir kısmının kurgu olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Donnie Yen’in varlığından ötürü dövüş koreografilerinin<br />
bir hayli öne çıkması şaşırtıcı değil. Hem<br />
seyirciden, hem de eleştirmenlerden olumlu eleştiriler<br />
alan film, gayet sağlam bir gişe yaptı. Daha gösterime<br />
girmeden ikincisinin çekileceği duyurulmuştu zaten ama<br />
büyük gişe başarısı, devam filminin yoluna kırmızı halılar<br />
serilmesini sağladı. Ülkemizde bu ay vizyona girecek The<br />
Grandmaster ile de ilintili ilginç bir detayı aktarmakta<br />
fayda var. Ip Man’in çekimleri Mart 2008’de başladı ve<br />
filmin isminin “Grandmaster Ip Man” olacağı duyuruldu.<br />
Aynı tarihlerde Wong Kar Wai de The Grandmaster’ın<br />
hazırlıkları ile uğraşıyordu. İki yapım şirketi arasında isim<br />
benzerliği nedeniyle bir anlaşmazlık vuku buldu ancak<br />
Ip Man’in yapımcılarının geri adım atarak filmin ismini<br />
değiştirmesiyle iş tatlıya bağlandı. Ip Man aynı sene<br />
içinde vizyona girerken, Wong Kar Wai’nin filmi yapım<br />
aşamasındaki problemler nedeniyle 2013’e kadar sarktı.<br />
Ip Man 2: Legend of the Grandmaster (2010)<br />
Yönetmen: Wilson Yip<br />
Oyuncular: Donnie Yen, Xiaoming Huang, Sammo Hung<br />
Kam-Bo, Lynn Hung, Darren Shahlavi, Simon Yam<br />
Ip Man’in devam filmi Ip Man 2, henüz proje<br />
aşamasındayken, Ip Man’in en meşhur öğrencisi Bruce<br />
Lee ile olan ilişkisine odaklanmak niyetindeydi. Ancak bu<br />
hayalleri Lee’nin yasal varisleri ile anlaşamadıklarından<br />
dolayı gerçekleşemedi. Bunun üzerine Ip Man’in Hong<br />
Kong’a taşındıktan sonraki sürece yoğunlaşan Ip Man<br />
2, ilk filmin kaldığı yerden devam ediyor. 1950’li yılların<br />
başında Japon İşgali’nden kurtulan Hong Kong, tekrar<br />
İngiltere’nin sömürgesi haline gelmiştir. (Japon İşgali<br />
1941-1945, İngiltere Sömürgesi 1842-1941/1945-1997)<br />
Buradan hareketle İngiltere özelinden Batı’nın dövüş<br />
sanatlarına bakış açısını merkeze koyan Ip Man 2, bir<br />
yandan da Batılıların Uzakdoğu halklarını küçük görmesine<br />
hamasi bir dille isyan etmeye girişir. Wilson Yip,<br />
aynı ilk filmde olduğu gibi gene yönetmenlik koltuğunda<br />
otururken, Ip Man’i de gene Donnie Yen canlandırıyor. Ip
Man 2, aynı ilk film gibi, gişede büyük başarı kazandı<br />
ve yapımcılarının yüzünü güldürdü. Ip Man 3 ismiyle<br />
üçüncü bir film daha çekileceği duyurulmasına rağmen,<br />
bu konu hakkında kesinleşmiş bir bilgi bulunmuyor.<br />
Yalnız Donnie Yen, verdiği röportajlardan birinde, bir<br />
daha Ip Man’i canlandırmayacağını kesin bir dille ifade<br />
etmişti.<br />
The Legend Is Born: Ip Man (2010)<br />
Yönetmen: Herman Yau<br />
Oyuncular: Yu-Hang To, Huang Yi, Biao Yuen, Siu-Wong<br />
Fan, Sammo Hung Kam-Bo, Bernice Liu<br />
Aynı Ip Man serisindeki filmler gibi The Legend Is<br />
Born da bir kısmı gerçek olaylara dayanan yarı biyografik<br />
bir film. Diğer seri ile bir bağlantısı olmamasına<br />
rağmen, bazı oyuncular her iki serinin kadrosunda<br />
da yer alıyor ve bu durum filmlerin birbirine girip iyice<br />
kafaların karışmasına yol açıyor. Ip Man’i Yu-Hang<br />
To’nun canlandırdığı filmin yönetmenliğini Herman<br />
Yau üstleniyor. Yau, birbirinden farklı türlerde uçuk<br />
kaçık birçok deli işi yapımdan sorumlu, uçlarda gezinmeyi<br />
seven bir sinemacı. Özellikle 90’lı yıllarda, favori<br />
oyuncusu Anthony Wong’un başrolde olduğu, sıradışı,<br />
mücevher değerindeki bir avuç aşırılıktan dolayı ekstrem<br />
sinema sevenlerin favori yönetmenlerinden biri.<br />
The Legend Is Born, Ip Man’in ilk gençlik yıllarına odaklanarak,<br />
Wing Chun dövüş sanatında ustalaşma sürecini<br />
ön plana çıkartıyor. Burada da Japonya ve İngiltere<br />
üzerinden milliyetçi duyguları kabartan hikâyelerin<br />
eşlik ettiği film, hamasi bir dille Ip Man’i yüceltmekten<br />
sakınmıyor. (Aynen Ip Man ve Ip Man 2’nun yaptığı<br />
gibi.) Gerçi bu durum, sadece Ip Man filmlerine özgü<br />
değil. Çin ve Hong Kong yapımı filmlerin birçoğunda<br />
benzer yaklaşımlara rast gelmek olası. Çin ve Hong<br />
Kong’un yakın tarihine baktığımızda bu yaklaşımın sebeplerini<br />
daha rahat anlayabilmek mümkün. Son bir not<br />
olarak Ip Man’in oğlu Ip Chun’un kısa bir rol ile filmde<br />
göründüğünü ekleyelim.<br />
Ip Man: The Final Fight (2013)<br />
Yönetmen: Herman Yau<br />
Oyuncular: Anthony Wong, Gillian Chung, Jordan<br />
Chan, Eric Tsang<br />
Yau’nun favori oyuncusu Anthony Wong’un Ip Man’e<br />
can verdiği The Final Fight’ta, dövüş sanatları ustasının<br />
hayatının son dönemi anlatılıyor. Diğer Ip Man filmlerine<br />
nazaran, gerçek olaylara daha sadık kalan The Final<br />
Fight, dövüş koreografileri ile de dikkat çekiyor. Hamaset<br />
konusunda ise bahsi geçen diğer filmlerden hiç de<br />
aşağıda kalmıyor.
The Grandmaster’a gelene kadar çekilen Ip<br />
Man filmlerinin ortak özelliğinin, öncelikle<br />
aksiyon dozu yüksek dövüş sahnelerini öne<br />
çıkarmak olduğu rahatça görülebilir. Kendilerine<br />
tarihten gerçek bir kişilik bulan yapımcılar,<br />
onu allayıp pullayıp yarı gerçek, yarı fantezi<br />
maceralara sürüklemiş, izleyicinin ilgisini<br />
çekecek, milliyetçi duyguları yükselten dövüş<br />
sahneleri ile de kimi zaman Japonya’ya, kimi<br />
zaman da Batı’ya gerekli dersi(!) vermiştir.<br />
The Grandmaster (2013)<br />
Yönetmen: Wong Kar Wai<br />
Oyuncular: Tony Chiu Wai Leung, Ziyi Zhang,<br />
Hye-kyo Song, Cung Le, Chen Chang<br />
Grandmaster, Wai’nin filmografisindeki filmler<br />
arasında en yüksek bütçeye sahip olanı. Bir<br />
nevi Hollywood’un stüdyo filmleri havasını<br />
yakalamaya çalışan, büyük bütçeli gişe<br />
canavarlarına benzetilebilir. Fakat onlar gibi<br />
ruhsuz olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Wai,<br />
gerekli yerlerde kendine has dokunuşlarını<br />
gerçekleştirerek, The Grandmaster’ı da bir<br />
Wong Kar Wai filmi haline dönüştürmeyi becermekte<br />
çok zorlanmıyor.<br />
Wai’nin favori oyuncularından Tony Leung’un<br />
Ip Man’e can verdiği film, 63. Berlin Film<br />
Festivali’nin açılış filmi olmasının yanı sıra,<br />
bu sene Hong Kong’u temsilen 2014 En İyi<br />
Yabancı Film Oscar adayı olarak yarışmaya<br />
Gelelim sinemanın büyük ustalarından Wong<br />
Kar Wai’nin Ip Man filmine; önceki paragraflarda<br />
üstünkörü bahsettiğimiz yapım<br />
aşamasındaki (Leung’un kolunun kırılması<br />
ve bütçe sıkıntıları gibi) problemler nedeniyle<br />
4-5 sene gecikmeli de olsa tamamlayabildiği<br />
The Grandmaster, muadillerinden farklı bir<br />
yerde duruyor. Aslına bakarsanız, Wai’nin<br />
filmografisinde de farklı bir yerde durduğu<br />
rahatlıkla söylenebilir. Diğer Ip Man filmlerine<br />
göre daha artsy (sanatsal) kalan The<br />
hak kazandı. Son 9 film arasına kalmayı<br />
başarmasına rağmen, son 5 film arasına giremedi.<br />
Sonuç itibariyle eğer Uzakdoğu dövüş filmlerine<br />
meraklı iseniz Ip Man filmlerinin her<br />
biri ilginizi çekmeye yetecek kadar potansiyel<br />
barındırıyor. En azından her birinin dövüş<br />
sahnelerinin özene bezene tasarlanmış koreografiler<br />
eşliğinde hazırlandığını ve türe gönül<br />
vermeyen sinemaseverleri bile etkileyecek<br />
kuvvette olduğunu belirtmek gerek.
n Sinemanın arıza yönetmeni Lars von Trier, her daim<br />
tartışmalar yaratan, şiddeti ve cinselliği en net şekliyle gözler<br />
önüne seren, yıllar geçmesine rağmen hala konuşulmaya<br />
devam eden filmlere imza attı. Avrupa üçlemesindeki farklı<br />
sinemasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı fakat<br />
asıl olarak 1995’de Cannes Film Festivali’nde “yeni bir<br />
akım başlatıyoruz” diyerek elindeki Dogme95 manifestosu<br />
kağıtlarını havaya fırlatıp ortadan kaybolmasıyla sansasyonlar<br />
yaratacak filmlere imza atan çılgın bir yönetmen<br />
olacağına dair fitili ateşlemişti. O günden bu yana Dogme95<br />
olgusunu her ne kadar manifestosunun kurallarına hiçbir<br />
zaman tam olarak bağlı kalamasa da filmlerinde hep kullandı.<br />
Kimilerince deli, kimilerince sapık olarak nitelendirildi, dahiyane<br />
diyenler de oldu, kadın düşmanı diyenler de, ırkçı<br />
diyenler de… Geçtiğimiz yıl Cannes’da “Hitler’i anlıyorum”<br />
demesi ve bunun üzerine festivalden kovulması, bu yıl ise<br />
üzerinde “Persona non grata / İstenmeyen adam” yazılı bir<br />
t-shirtle Berlin Film Festivali’ne katılması tartışmaları tekrar<br />
alevlendirdi. Trier’in ilgi çekmeye çalışarak filmini pazarlamak<br />
istediğini iddia edenler kadar buna ihtiyacı olmadığını,<br />
çılgın kişiliği gereği gayet doğal davrandığını savunanlar da<br />
oldu. Kimileri çok sevdi, kimileri nefret etti ama bir şekilde<br />
“Trier sineması” tüm sinefillerin üzerine tartışmaktan keyif<br />
aldığı bir filmografi oldu.<br />
Trier’in Berlin’de tartışmalar yaratan son filmi Nymphomaniac,<br />
Şubat ayında ülkemizde !f İstanbul kapsamında iki bölüm<br />
halinde gösterildi. 14 Mart’ta birinci bölümü, 21 Mart’ta ise<br />
ikinci bölümü Türkiye’de vizyona girecekken sansür ku-
ulu tarafından uygun bulunmayıp ülkemizde gösteriminin<br />
yasaklanması tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bunun üzerine<br />
İstanbul Film Festivali Nisan ayında fili festivalde tekrar gösterme<br />
kararı aldı. 7 saatlik süresi önce 5,5 saate, ardından<br />
4 saate indirilen ve ikiye bölünen Nymphomaniac vesilesiyle<br />
Trier’in tartışmalı filmografisini<br />
baştan sona ele almak<br />
kaçınılmaz oldu. Gelin beraber<br />
Trier’in bugüne kadarki filmografisine<br />
ve dönüşümüne tanıklık<br />
edelim.<br />
Element of Crime (1984)<br />
Lars von Trier’in ilk filmi olma<br />
özelliğini taşıyan “Suç Unsuru”,<br />
aynı zamanda kariyerine üçlemeyle<br />
başlayacak bir yönetmenin<br />
gelişini müjdeliyordu. Avrupa<br />
üçlemesinin ilk ayağı olan film,<br />
suç-polisiye türünün kalıplarını<br />
aykırı bir şekilde yeniden düzenliyor,<br />
hayalle gerçek arasında<br />
seyreden bilinçaltı tabanlı bir kurgu<br />
yaratıyordu. Kafkaesk bir yapı<br />
içerisinde Avrupa eleştirisine<br />
soyunan Trier, rahatsız edici<br />
baskınlıktaki sarı-kahve-turuncu<br />
renkleri arasında seyreden renk<br />
skalasının etkisiyle hipnoz etkisi
yaratan kasvetli ve<br />
gizemli bir atmosfer inşa<br />
ederek ilginç bir yönetmen<br />
olacağının sinyallerini<br />
vermeye başlıyordu.<br />
Epidemic (1987)<br />
Avrupa üçlemesinin ikinci<br />
halkası olan filmde Trier,<br />
gerçek hayatın kurgusal<br />
düzlemiyle sinema kurgusunu<br />
birleştirip birbiri<br />
içine geçen iki hikaye<br />
oluşturuyordu. Bazen paralel ilerleyen, bazen ise<br />
birbiriyle hiç alakası olmayan bu hikayeler psikoanalitik<br />
ögelerle doluydu ve dışavurumcu bir etki<br />
taşıyordu. Suç Unsuru’ndaki hipnoz ve bilinçaltı<br />
ögelerine yine başvuran Trier, yarattığı kabus atmosferi<br />
ekseninde sinematografik gerçekliği sorgulatan<br />
çarpıcı bir idealizm eleştirisine imza atıyordu.<br />
Trier’in filmde bizzat rol alıp söylediği şu kelimeler<br />
ileride filmografisinin ne kadar sert olacağını gözler<br />
önüne seriyordu. “Film dediğin ayakkabının içine<br />
kaçan taş gibi olmalıdır!”<br />
Europa (1991)<br />
Trier, üçlemesinin adıyla<br />
aynı adı taşıyan “Avrupa”<br />
ile bu sefer siyah-beyaz<br />
bir filme imza atıyor,<br />
kurgunun gidişatına göre<br />
bazı sahneleri renklendirerek<br />
teknik anlamda<br />
yine yenilikçi bir işe<br />
imza atıyordu. 2. Dünya<br />
Savaşı sonrasında geçen<br />
hikaye, siyasi ve toplumsal<br />
mesaj kaygılı Rus<br />
filmlerini anımsatıyordu.<br />
Trier, anlatı tekniklerine işleyen hipnotik etkisini<br />
yine hissettirmesine rağmen bu sefer saykodelik bir<br />
psikolojik gerilimden ziyade mizahi yönünü de ortaya<br />
çıkaran bir melodrama imza atarak şaşırtmaya<br />
devam ediyor ve üçlemesini sonlandırıyordu.<br />
Breaking the Waves (1996)<br />
Avrupa üçlemesinden sonra çok farklı bir filmografiye<br />
girişen Trier, “Dalgaları Aşmak” ile en uzun<br />
filmine imza atıyordu (159<br />
dk). Üçlemesinin vazgeçilmezi<br />
olan hipnoz, bilinçaltı<br />
ve psikolojik gerilim etkisini<br />
bir kenara bırakıyor,<br />
sabit kameradan ve çeşitli<br />
aydınlatma tekniklerinden<br />
vazgeçiyordu. Breaking<br />
the Waves, din, inanç,<br />
cinsellik, fedakarlık, günah<br />
ve merhamet olgularını<br />
sorgulayan oldukça yalın<br />
ama bir o kadar dramatik<br />
ve etkileyici bir aşk filmiydi. Trier, artık sonraki filmlerinin<br />
vazgeçilmezi olan hareketli kameraya geçiyor,<br />
kamera ve kurgu kurallarını umursamıyor, cinsellik<br />
ve Hristiyanlık bağlamında felsefe üretmeye devam<br />
ediyordu. Bu geçiş süreci Breaking the Waves ile<br />
Cannes’da “Grand Prix” almasıyla güzel başlasa da<br />
Trier için aykırılık çanları çalmaya başlayacak ve<br />
Dogme manifestosu, tartışmalar, skandallar derken<br />
Cannes’da Antichrist ile yuhalanmasına, Melancholia<br />
ile de festivalden kovulmasına varacak bir süreci<br />
tetikleyecekti.<br />
Idioterne / The Idiots (1998)<br />
“Dogme95” manifestosunun<br />
1995’te açıklanmasına<br />
rağmen ortada hala bir<br />
Dogme filmi olmaması<br />
“filmi olmayan akım”<br />
şeklinde eleştirilere ve<br />
esprilere neden olmaya<br />
başlamıştı. Trier ise manifestodan<br />
üç yıl sonra ilk<br />
iki Dogme filminden biri<br />
olan (ilki Vinterberg’in aynı<br />
tarihli Festen’i) Idioterne’ye<br />
imza atmıştı ama manifestonun<br />
10 kuralından ikisini<br />
yıkmak zorunda kalmıştı.<br />
Stüdyo filmlerine ve blockbuster anlayışına bir<br />
başkaldırı niteliğinde sade ve gerçekçi bir filme imza<br />
atan Trier, gerçek cinsel birleşme sahnelerine imza<br />
atınca pornografi suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı.<br />
Deli taklidi yapan bir grup insanın hikayesini anlatan<br />
film, toplumsal baskıları ve tabuları eleştiriyor, finalinde<br />
de çarpıcı bir dramatik yapı oluşturuyordu.
Dancer in the Dark<br />
(2000)<br />
Trier’in bu sefer filminde<br />
ünlü bir müzisyen olan<br />
Björk’ü oynatmasına<br />
ve yine Dogme95 çekim<br />
tekniği ekseninde<br />
oldukça dramatik bir<br />
öykü anlatmasına karşı<br />
bunu müzikal sahnelerle<br />
desteklemesi<br />
şok etkisi yaratıyordu.<br />
Kuşkusuz, bir müzikal<br />
hiç bu kadar garip olmamıştı! Birey ve toplum<br />
ilişkisini irdeleyen film ahlak, suç, güven, masumiyet,<br />
adalet kavramları üzerinde duruyor<br />
ve içinde yaşadığımız adaletsiz, çarpık düzene<br />
Amerika üzerinden eleştiri oklarını yönelten<br />
bir trajedi sunuyordu. Trier’in diğer filmleriyle<br />
kıyasladığımızda meselesini ve tavrını en dolaysız<br />
şekilde ortaya koyan filmi olan “Karanlıkta Dans”,<br />
ağlattıran bir Trier filmi olarak kayıtlara geçti.<br />
Dogville (2003)<br />
Trier, geçmişteki<br />
Avrupa üçlemesinin<br />
ardından bu sefer<br />
“Fırsatlar Ülkesi–<br />
Amerika” üçlemesinin<br />
ilk ayağına Dogville<br />
ile çarpıcı bir şekilde<br />
imza atıyordu. Trier<br />
sineması için bir<br />
dönüm ve zirve noktası<br />
niteliğindeki Dogville,<br />
178 dakikalık süresiyle<br />
Trier’in en uzun filmiydi. Sanat yönetiminin<br />
neredeyse sıfırlandığı, zaman ve mekan olgusunu<br />
yok eden, yabancılaştırmada doruk noktasına<br />
çıkan Brechtyen tiyatro yaklaşımı, Dogme95<br />
çekim stiliyle birleşince ortaya devrimci bir film<br />
modeli çıkıyordu. Ahlak kavramı üzerinden insan<br />
doğasının sistematiğini gözler önüne seren film,<br />
haksızlığın, sömürülmüşlüğün ve ahlaksızlığın<br />
neden olduğu intikam duygusunu körükleyen<br />
finaliyle tokat etkisi yaratıyor ve güçlü bir katharsis<br />
hissiyatı yaşatıyordu. Öyle ki, filmin finalinde<br />
Tom’un Grace’e söylediği şu sözcük hafızalara<br />
kazınıyordu: “Senin örneğin benimkini ezdi geçti!”<br />
Manderlay (2005)<br />
Dogville’in biçimsel olarak<br />
izleyiciyi şoke eden tüm<br />
yenilikçi tercihlerinin bir<br />
kopyasının vuku bulduğu<br />
Manderlay, zaten bildiğimiz<br />
ve tecrübe ettiğimiz bir film<br />
modelinin tekrarı hissiyatı<br />
yarattığından Dogville<br />
kadar başarılı olamadı.<br />
Dogville’de Nicole Kidman,<br />
Manderlay’de ise<br />
Bryce Dallas Howard’ın canlandırdığı karakterin aynı<br />
kişi oluşu ufak bir yabancılaşma yaşatsa da, tiyatro<br />
dekoruna artık alışan ve tercihleri artık yadırgamayan<br />
seyircinin tek merak ettiği unsur filmin içeriğiydi.<br />
Irkçılık ve bağımsızlık temalarını hedefine alan Trier,<br />
çok sevdiği sürprizli finali yine uygulamasına karşı<br />
gerek filmin bütününde gerekse finalinde Dogville’in<br />
etkileyiciliğini yakalamayı başaramıyordu. Kendisi de<br />
bunun farkına varmış olacak ki, üçlemenin son ayağı<br />
olan “Washington”u sürekli erteledi ve günümüzde bile<br />
bu film hala çekilmedi.<br />
Direktoren for det hele / The Boss of It All (2006)<br />
Manderlay’den sonra üçlemenin son ayağı olan<br />
Washington’u çekmekten vazgeçen Trier, muhtemelen<br />
“ne yapsam da yine ortalığı karıştırsam” diye<br />
düşünürken “Emret Patronum” adlı bir şirket komedisi<br />
ile geri dönmüştü. Trier ve komedi! Elbette bu komedi<br />
Trier’in hamleleriyle arıza bir komedi filmi olacaktı ve<br />
beklenen oldu. Trier, Dogme95 çekim tekniğini yine<br />
bırakmadı, üzerine “automavision” adını koyduğu bir<br />
teknikle kadrajların bir bilgisayar programı tarafından<br />
rasgele seçilmesi gibi tepki çekecek bir sistem<br />
kullandı, o da yetmedi ve<br />
yine kendisinin ürettiği “lookey”<br />
adlı bir metotla filme bilinçli<br />
olarak 5 ile 7 arasında<br />
değişen görsel hata yükleyerek<br />
izleyicinin bilmeceyi<br />
çözmesini istedi! İktidarların<br />
koltuk sevdasından patron –<br />
işçi ikilemine kadar uzanan<br />
kültürel bir kara komedi<br />
ortaya çıkaran Trier, kariyerindeki<br />
en enteresan filmlerinden<br />
birine imza atıyordu.
Antichrist (2009)<br />
Trier’in Tarkovsky’e<br />
adadığı “Antichrist”, Avrupa<br />
üçlemesindeki hipnotik<br />
etkiyi ve psikolojik gerilim<br />
ögelerini geri getiriyor,<br />
sinematografik olarak<br />
üçlemesindeki filmlerin<br />
rahatsız ediciliğini yüzle<br />
çarpıyordu. Şiddet ve cinsellik<br />
dozajını yükselten<br />
Trier, anlatısını epizotlara<br />
ayırıyor, etkileyici prolog<br />
ve epilog kısımlarını siyah-beyaz çekiyordu. Kadınla<br />
erkeğin varoluşsal savaşını cehennemi andıran<br />
bir atmosferde işleyen Trier, kadın düşmanı olarak<br />
lanse edilip Cannes Film Festivali’nde yuhalanınca<br />
kariyerinin en iyi filmini çektiğini iddia edip kendini<br />
dünyanın en iyi yönetmeni ilan ediyordu. Kim ne<br />
derse desin Antichrist, gore-slasher türüne kayan<br />
aykırı sahneleri, karakterlerini Adem ile Havva ekseninde<br />
konumlandıran dini ve mitolojik göndermeleri,<br />
konuşan bir tilki gibi garip sürreal sahneleri ile<br />
Trier’in en sıra dışı yapıtı olarak hafızalarda yer etti.<br />
Melancholia (2011)<br />
Antichrist ile<br />
Cannes’da yuhalanıp<br />
kadın düşmanı ve<br />
ahlaksız tanımlarıyla<br />
suçlanan Trier, iki yıl<br />
sonra bilimkurgu filmi<br />
Melancholia ile geri<br />
dönüyor ve basın<br />
toplantısında Hitler’i<br />
anladığını söyleyince<br />
yine ortalığı ayağa<br />
kaldırarak festivalden<br />
kovuluyordu. Kıyamet<br />
odaklı bir bilimkurgu<br />
atmosferi ekseninde aile üyelerinin bulunduğu<br />
bir düğünü fon olarak kullanan Trier, dini ve mitolojik<br />
referanslarını yine filmin içerisine sembolik<br />
şekillerde yerleştiriyordu. Idioterne’deki saf<br />
Dogme95 geleneğini Antichrist’ın sinematografiyle<br />
oynayan efekt odaklı yapısıyla birleştiren Trier, filmin<br />
finalinde kıyametin kopup kopmayacağını daha<br />
açılış sekansında göstererek izleyiciyi şaşırtıyordu.<br />
Nymphomaniac Volume 1 – Volume 2 (2013)<br />
Tartışmalar ve skandallarla dolu kariyerine devam<br />
eden Trier, son filmi Nymphomaniac ile 7 saatlik<br />
bir filme imza atarak ilgiyi tekrar üzerine çekti.<br />
Yapımcının baskıları nedeniyle zorla filmini 5,5<br />
saate indiren Trier, filmin daha fazla kısaltılmaması<br />
gerektiğini söylese de isteği dışında film 4 saate<br />
indirildi ve iki bölüm halinde gösterildi. Toplamda 240<br />
dakikalık süresiyle açık ara en uzun filmine imza<br />
atmak, Berlin Film Festivali’ne Cannes t-shirtüyle<br />
katılmak, filmin birçok sahnesini tanıtım amacıyla<br />
internette paylaşmak, filmdeki tüm karakterlerin orgazm<br />
halindeki yüz ifadelerini afiş olarak paylaşmak<br />
gibi hamlelerle yine aykırılık sınırlarını zorlamaya<br />
devam etti.<br />
Nymphomaniac Bölüm 1’de tüm filmlerinin<br />
toplamından çok daha fazla seks sahnesine imza<br />
atan Trier, bu sahneleri zeki bir mizah anlayışıyla<br />
ve farklı stil denemeleriyle harmanlayarak kurguyu<br />
daima canlı tutuyordu. Nemfomanyak bir kadının<br />
çocukluğundan günümüze kadar olan çok katmanlı<br />
hikayesini yine dini ve mitolojik referansları ekseninde<br />
ağırlıklı olarak mizahi bir dille sunuyordu.<br />
İkinci bölüm itibariyle bu mizahi dilini yavaş yavaş<br />
kaybetmeye başlayan film, hem Hristiyanlık üzerine<br />
felsefe üreten bir dizi diyalog silsilesine dönüşüyor,<br />
hem de ana teması olan seks bağımlılığından çıkıp<br />
mazoşizm, mafya gibi kavramlara girerek ana odak<br />
noktasını kaybediyordu. Cinsellik ve din üzerine<br />
bu kadar yoğun felsefe üreten filmin final sahnesiyle<br />
kötü ve ucuz bir fıkraya dönüşmesi ise Trier’e<br />
yakışmayan kolaycı bir çözüm yöntemiydi. Trier, belki<br />
de Antichrist ile üzerine yapışan “kadın düşmanı”<br />
yaftasını bu sefer erkeği suçlayarak bertaraf etmek<br />
istemişti, kim bilir?
Bizum Hoca’nın başrol oyuncusu Cezmi Baskın yapımcıların ve<br />
yönetmenlerin oyuncu seçiminde risk alması gerektiğini söyledi.<br />
Anne tarafından Karadenizli olduğunu söyleyen Baskın,<br />
Karadenizli komiktir ama aynı zamanda da ciddidir yorumunu yaptı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının belki de en sağlamtarafı karater<br />
oyuncuları. İşte bunlardan biri de Cezmi Baskın.<br />
Bakmayın onun çoğunlukla komedilerde yer<br />
aldığına. O hem düşündüren, hem duygulandıran<br />
hem de güldüren karakterlerin oyuncusu. Son filmi<br />
Bizum Hoca’da aynen böyle bir yapım. Güldürüyor<br />
ama çoğu yerde de düşündürüyor. İşte iyi bir<br />
taşlama olan Bizum Hoca ve Baskın’ın yorumları...<br />
Bu yıl birden fazla filmi olan nadir<br />
oyunculardansınız. Senaryo değerlendirmesinde<br />
nasıl bir yolu tercih ediyorsunuz?<br />
İlk önce rolün büyüğüne, küçüğüne bakmıyorum.<br />
“Ben bu rolde bir şey yapabilir miyim, bir şey yaratabilir<br />
miyim, bir yenilik yapabilir miyim, bir mesajı<br />
var mı senaryonun” diye bunlara bakıyorum. İkincisi<br />
iş diye bakıyorum. Küçük de rol olsa burada bir<br />
farklılık yaratabilir miyim, bir katkıda bulunabilir<br />
miyim diye bakıyorum. Bir de tabii meselesi olmalı.<br />
Bizum Hoca tür olarak komedi. Son dönemlerde<br />
çok fazla komedi filmi yapılıyor. Yüksek gişe<br />
yapan komedi filmlerinin çoğu absürt komedi.<br />
İçinde bir eleştirisi, siyasi metni olmayan hatta<br />
bundan özellikle uzak duran filmler. Buna karşılık<br />
Bizum Hoca bir siyasi duruşu olan, çevre doğa<br />
ilişkisine odaklanan HES yapısını eleştiren bir film.<br />
Kendi filminizden yola çıkarak komedinin Türk<br />
sinemasındakini yerini değerlendirebilir misiniz?<br />
Bu filmde bence attığımız taş ürküttüğümüz kuşa<br />
değecek. Hep söylediğimiz gibi komedi filmlerinin<br />
geniş kitlelere yayılan, durum komedisinden uzak,<br />
sadece söz ve insanların zavallılıklarına ya da<br />
aykırılıklarına odaklanan bir filmden ziyade du-<br />
rum içinde konuya odaklanan bir film. Öbür filmler<br />
yapısı gereği daha geniş kitlelere yayıldıkça nitelikleri<br />
seyreliyor. Daha geniş kitleler daha az mesajı olan<br />
filmler yapmaya çalışıyorlar, herkesi kucaklasın gişe<br />
yapsın diye. Bu filmin böyle bir derdi yoktu. Tabii ki<br />
gişe derdi var fakat bu gişe derdinin yanı sıra bir<br />
mesajı da olsun istendi. Örneğin demin söylediğiniz<br />
gibi HES’ler. Doğaya sahip çıkmak ve gerçek inançlı<br />
insanların da doğayla ilgili kaygıları olduğunu, namuslu<br />
doğru dürüst din adamlarının da bulunduğunu<br />
anlatan bir film olmasına çalışıldı. Terazinin kefeleri<br />
güzel dolduruldu gibi geliyor bana. Burada dünya<br />
görüşlerimiz, dünyaya bakış açılarımız farklı da olsa<br />
doğru insan, namuslu insandan yana tavır takınan<br />
benim gibi oyuncular bu filmde oynamakta bir sakınca<br />
görmedi.<br />
Filmde bir hoca var aslında resmi olarak hoca değil…<br />
Bir şey ekleyeyim bunun alternatifi olarak bir tane de<br />
gerçek hoca geliyor köye. Gerçek hoca geliyor ama<br />
perspektifi olmayan sadece tutucu bir bakış açısından<br />
seyreden dünyayı, dini kuralları daha ağır bastıran,<br />
daha sevimsiz, daha sert bir hoca karakteri geliyor.<br />
Bunun karşısında daha dünyayla, doğayla alışverişi<br />
olan iki tarz hocanın çelişkileri de gösteriliyor. Bu da<br />
filmin ayrı bir tarafı. Nasıl olmalıdır din adamı, ya da<br />
dinle ilgili insanlar, nasıl iletişim kurmalıdır insanlarla<br />
bunun da açılımı veriliyor filmde. Bu da önemli bence.<br />
Bir hocayı canlandırıyorsunuz ve bu doğa için eylemlerde<br />
bulunan bir hoca. Bunun da bir nevi ibadet<br />
olduğunu söylüyor. Bunu biraz açar mısınız?<br />
Şöyle diyor bizim hoca: Bu doğayı Allah yarattı ve<br />
bize verdi. Biz değerlerimiz içinde doğayı da korumakla<br />
yükümlüyüz, bu da bir nevi ibadettir. İnsanların
sağlığı, varlığı, mutluluğu için yaratılmış bir şeye biz de sahip çıkalım.<br />
Bu yobazlıktan, tutuculuktan uzak bir bakış açısı. Daha dünyevi bakıyor<br />
olaylara bizim hoca. Torunu için, arkadaşları için, köyü için, bölgesi için<br />
buna sahip çıkmak mutlaka gereklidir perspektifinden bakıyor.<br />
Bazı rollere hazırlanmak gerekir, bazı rollere hazırlanmak içinse oyuncunun<br />
kendi içindeki değerlere bakması yeterlidir. Bu rol için siz nasıl<br />
hazırlandınız?<br />
Bunların hepsi birbirini tamamlayan, birbirini kapsayan şeyler. Hiç<br />
tanımadığımız bir ortamı oynadığımız zaman mutlaka biraz incelemek,<br />
danışmak, tartışmak gereği duyuyorsunuz. Bu film için hazırlanırken<br />
bir kere bir avantajım vardı, annem Karadenizli bu yüzden dil problemini<br />
nispeten çözdüm. Oraya has söyleniş biçimlerini ben zaten<br />
büyüklerimden duymuştum. Zaten o kadar hazırlanmış bir senaryo<br />
vardı ki önümde… Bir torunu var. Torununu çok seviyor. Torununa<br />
uçurtma yapıyor, doğa ve insan sevgisini buralarda toplamış senaryo.<br />
Bunlar da hazır unsurlardı benim için. Sadece bunları görecek göz ve<br />
sezgi lazımdı rolün oluşumunda. Bir karısı varmış, karısı ölmüş, o kadar<br />
düzgün ve namuslu bir adam ki karısının üstüne başka bir kadın istemiyor.<br />
Yalnız bir adam. Ablası var. Ablası bunu devamlı evlendirmek istiyor,<br />
buna sürekli resimler getiriyor gösteriyor. Arıları var mesela. Arılarla<br />
konuşuyor, “Her şeyinizi hazırladım sizin, çiçekse çiçek, suysa su, niye<br />
bal yapmıyorsunuz” diyor. Burada da doğayla bir alışverişi var adamın.<br />
Adamı çağdaş bir evliya gibi almış.<br />
Karadeniz bölgesi Türk komedi kültürünün en önemli coğrafyalarından<br />
biri. Hazır bir komedisi var, Karadenizliyim dediğin zaman ardından<br />
komedi kendiliğinden geliyor. Fakat bu aynı zamanda sinemada klişeye<br />
düşme riski yaratıyor. Bu filmde böyle bir endişeniz oldu mu?<br />
Bu çok olağan bir şey. Ama Karadeniz insanını tanıyan birisi ki ben<br />
tanıyorum, onların sulu insanlar olmadığını çok iyi bilir. Bir kere egoları<br />
yüksek insanlardır. Çünkü iş hayatında ve bir sürü konuda gerçekten<br />
çok başarılı insanlardır. Ayrıca düşünce sistemleri nedendir bilinmez bir<br />
bilgisayar mantığıyla tepki gösteren insanlardır. Örnek vermek istiyorum<br />
bir Karadenizliye telefonla konuşurken “Ne yapıyorsun” dediğin<br />
zaman “Telefonla konuşuyorum ya” der. Onun düz bir mantığı vardır.<br />
Komedi de buradan çıkar zaten. Bir adres sorarsın ki bunu da filmde<br />
kullandık, yaşadığım için söylüyorum, bunları da ekledik “Amca Çıda<br />
köyünü biliyor musun” derler “Evet biliyorum” der ve yürür gider. Sana<br />
çıda köyünü tarif etmez. Yaşlısı, genci, çocuğu hepsi böyledir. Komedi<br />
buradan çıkıyor. Buradaki mantığı, buradaki inceliği kavradığınız zaman<br />
Karadeniz’den mizah çıkar. Bu filmde de bunları kullandık ve buradan<br />
da yola çıkarak sulu olmayan, zekâ ürünü komediler çıktı. Saftır, temizdir,<br />
dosdoğrudur, ikircik bilmeyen insanlardır Karadenizliler. İma bilmez,<br />
laf sokuşturmayı bilmez, düpedüz konuşur. Bazen düpedüz konuştuğu<br />
zaman bizim oturmuş kurallarımıza uymadığı için densiz gibi gelir. Bir<br />
komedi de buradan çıkar.<br />
Filmin yönetmeni Artvinli , senaristi Rizeli. Sümela’nın Şifresi gibi senaryolarla<br />
haşır neşir bir senarist. Siz anne tarafım Karadenizli diyorsunuz.<br />
Bütün bunların filminize ne gibi pozitif etkileri oldu?
Ekstra bir enerji koymak zorunda kalmadık filme. Rol yaparken, ya da<br />
çekerken filmi doğal akışına bıraktık, suyun cazibesi gibi su yolunu buldu.<br />
Bir jonglörün topla rahatlıkla oynaması gibi. Sen oynasam ben oynasam<br />
topa dikkat edersin. Jonglör takır, takır oynar biz böyle oynadık.<br />
Bu yıl iki filminiz var bildiğim kadarıyla, ikisi de eleştirel komedi<br />
diyebileceğimiz türde. Siz daram da oynayan bunun örneklerini de<br />
sergilemiş bir oyuncusunuz. Geçişi nasıl sağlıyorsunuz?<br />
Dram oyuncusu, komedi oyuncusu diye bir şey yoktur. Oyuncu diye<br />
bir unsur vardır. Özellikle Fransızlar buna comedien derler. Komedyen<br />
demek sadece komik işler yapan değil. Dramı da komediyi de<br />
rahatlıkla oynayan insana komedyen derler. Bir aktörün çok komedi<br />
filmi olur ama dram ya da daha ciddi filmlerde oynamayacağı anlamına<br />
gelmez. Eğer siz aktörseniz, duygularınıza hakimseniz, duygularınızı<br />
yönlendirebiliyorsanız, karakter tahlillerini iyi yapıyorsanız, durumu<br />
kavrayıp duruma karşı tepkilerinizi sanatsal bir şekilde gösterebiliyorsanız<br />
dram da oynayabilirsiniz, komedi de oynayabilirsiniz. Ama maalesef<br />
Türkiye’de böyle bir klişe, böyle bir yaftalama, böyle bir kategorizasyon<br />
var ve ben buna karşıyım. Buradan sizin kanalınızla yönetmenlere,<br />
yapımcılara, cast direktörlerine riske girmelerini, komedi filmlerinde<br />
oynuyor diye tanınan oyunculara risk alarak öbür tip roller verme cesaretini<br />
de göstermeleri gerektiğini söylüyorum.<br />
Türk sinemasındaki karakter oyuncularına gerektiği kadar değer verildiğini<br />
düşünüyor musunuz? Yeşilçam’ı da düşünerek soruyorum çünkü<br />
Yeşilçam’da da star sistemi vardı, şimdi star sistemi yok ama bence yine<br />
çarpık olan bazı noktalar var.<br />
Yeteri kadar önemsenmiyor çünkü rating’e, gişeye bakılıyor ve kolaya<br />
kaçılıyor. Örneklere bakıyorlar, bu adam ne oynadı şimdiye kadar, şöyle<br />
roller oynadı. O zaman hazır kıtadır bu, bunu alalım buraya monte edelim<br />
diye düşünüyorlar. Oysa tam tersini yapıp da yeni araştırmalara girseler<br />
büyük cevherler bulabileceklerine inanıyorum. Bugünlerde karakter oyuncusu<br />
dediğiniz ya da ciddi filmlerde ciddi roller oynayan insanlara komedi<br />
oynatın mesela. Ya da bizim gibi ağırlıklı komedi oynayan insanlara bir de<br />
öbür tür roller verin bakalım ki burada adam kendisini biraz zora soksun,<br />
efor sarf etsin. Sizin elinizde yönetmen diye bir unsur var “Kardeş bunu<br />
böyle oynama, suratını öyle yapma, şu duyguya şuradan gir” diyebilsin ve<br />
biraz efor sarf etsinler. Öyle yönetmenler tanırım ki ya aktörden korktukları<br />
için ya da kolaylarına geldiği için sadece ekranı düşündükleri için aktörle<br />
konuşmazlar bile. Aktöre yol göstermezler, aktörle tartışmazlar, aktörün<br />
sorularına cevap vermezler. Aktör soru soran insandır. “Ben neyim,<br />
nasılım, buradaki durumum ne, ben bu kadına bakıyorum ama seviyor<br />
muyum, nefret mi ediyorum” diye soran adamdır aktör. Bu sorulara cevap<br />
verecek donanımda bulunması lazım yönetmenin.<br />
Benim size sormadığım ama filmle ilgili sizin izleyicilere söylemek<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Filmi seyretmedim daha, senaryosunu biliyorum. Çekimler o kadar<br />
zikzaklı oluyor ki duygu süreçleriniz, aktörün grafiği sinemada çok zor.<br />
Tiyatroda başlıyorsunuz, bitiriyorsunuz.
En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını alan Cate Blanchett<br />
1. Elizabeth’i canlandırdığı iki filmle bu ödüle<br />
yaklaşmıştı ama Woody Allen’ın sihiri kraliçeyi<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinema dünyasının en parlak öğesi kadın oyuncular.<br />
Bu oyuncuların içinde bazıları var ki güzelliği kadar belki<br />
de daha fazla kabiliyetleriyle öne çıkıyorlar. Çok önemli<br />
kadın oyuncular var. Ama böyle kabiliyetini odağına alabileceklerimiz<br />
az. Cate Blanchett bunların başında geliyor.<br />
Onu her zaman Meryl Streep tarzında bir oyuncu<br />
olarak gördüm. Kaliteli ve üst sınıfın temsilcisi. Aslında<br />
bu görüşüm doğrultusunda Woody Allen’ın Mavi Yasemin<br />
filminde ki rolü de böyle bir kadın. Allen oyuncuların<br />
kendi auralarını çok iyi gözlemliyor ve harika kastlar<br />
oluşturuyor. Mavi Yasemin’deki kadını hiç kimse Blanchett<br />
kadar doğru içselleştiremezdi. Zaten bunun sonucunda<br />
ilk En İy Kadın Oyuncu Oscar’ına kavuştu. Tabii bir de<br />
Blanchett’in kendi gerçek yüzü var. Bu kadar dengeli bir<br />
kişiliğe sahip olmasının sebepleri onun özel yaşamında<br />
saklı. 1969 yılında doğan Blanchett Avusturalyalı. Daha 10<br />
yaşındayken babasını kalp krizinden kaybetmiş. Annesi<br />
bir daha hiç evlenmemiş ve kendisini çocuklarına adamış.<br />
Büyük annesinin yardımıyla aile ortamını devam ettirmişler.<br />
O oyunculuğa ilk önce tiyatro salonlarında başlamış.<br />
Daha gençken Avusturalya’da tiyatro dünyasının tanıdığı<br />
bir isim olmuş. Daha sonra Avusturalya’nın Hollywood’a<br />
açılımından o da yararlanmış. Blanchett’in en iyi arkadaşı<br />
vatandaşı Nicole Kidman. 1997 yılında senarist Andrew<br />
Upton ile evlenen oyuncu meslektaşlarının çoğunun tersine<br />
uzun süreli bir evliliği yaşamayı başarıyor. Üç çocuk sahibi<br />
Blanchett seçtiği projelerle sağlam bir hayatın ve kariyerin<br />
tuğlalarını yerine koyuyor. Başlığımızda ona boşuna kraliçe<br />
demedik. 1. Elizabeth’i iki kere canlandırdı. Daha sonra<br />
Yüzüklerin Efendisi serisinde Elflerin kraliçesi Galadriel<br />
oldu. Hollywood’un kraliçesi Katharine Hepburn’ü ondan iyi<br />
kim canlandırabilirdi ki? Aviator ile bunu kanıtladı. Tabii hep<br />
kraliçe değildi. Bazen erkek oldu. I am Not There fiminde<br />
Bob Dylan olunca herkesi şaşırttı ama Oscar adaylığını da<br />
kaptı. Böylece Oscar tarihine karşı cinsi oynayıp aday olabilen<br />
iki isimden biri oldu. Beyaz teni, sarı saçları, kemikli<br />
yapısı ve çizgi dışı güzelliğiyle bizim sinemamızın en etkileyici<br />
isimlerinden Blanchett.
BANU BOZDEMİR<br />
n 1951 yılında İsveç’te doğan irikıyım oyuncu en çok<br />
Karayip Korsanları’ndaki rolü ile tanınıyor. Ama Trier’in<br />
zaten has oyuncusu olarak son filmi Nymphomaniac /<br />
İtiraf’ta ‘dinleyen ve anlayan adam’ olarak akıllara kazınsa<br />
da yönetmenin farklı bir son algısına da kurban gitmekten<br />
kurtulamıyor.<br />
Tabii oyuncunun filmografisi çok eskilere dayanıyor,<br />
ama hatırda kalan oyunculuklarından bahsetmek de<br />
fayda var. Goya’s Ghosts filminde Goya’yı oynayarak,<br />
King Arthur’da Sakson kralı canlandırarak, Thor’da tuhaf<br />
Dr. Eric Selvig, Ronin de Gregor karakteriyle karşımıza<br />
çıkarak, oğlu Alexander’n gölgesinde kaldığı söylense de<br />
pek katılmadığım, severek izlediğimiz aktörlerden biridir!<br />
Onun dışında İnsomnia, Amistad, Dancer in the Dark,<br />
Dogville, Exorcist: The Beginning, Mamma Mia!, The<br />
Avengers, Melancholia, Frankie ve Alice gibi filmler de rol<br />
aldı. Bu ay karşımıza iki bölümde yayımlanacak olan Nymphomaniac<br />
ile çıkacak olan oyuncu Trier’in şaşırtıcılığına<br />
denk düşen bir performans sergiliyor. İyi seyirler
n Gelin Kaynana<br />
Seda’ya Gelin<br />
programı<br />
bugünkü yazımın<br />
ana konusu.<br />
Program gelin<br />
ve kaynanaların<br />
yarışması ve<br />
sorulan sorularda damadın cevabını tahmin edenin<br />
kazanması üzerine kurulu. Programın detaylarına<br />
geçmeden önce Türkiye televizyonlarındaki benzer<br />
formatların isimlerini geçirmek istiyorum.<br />
Program Beyaz Atlı Prens, Sahte Gelin, Bir Prens<br />
Aranıyor, Size Anne Diyebilir miyim?, Gelinim Olur<br />
musun?, Gönüllerde İkinci Bahar programlarının<br />
günümüzdeki yansımasından ibaret aslında.<br />
Format farklı olsa da sırtını dayadığı “şey” aynı:<br />
ataerkil düzen. Özel hayatın kamusal alanda ifşası<br />
bir yana yeniden üretilen toplumsal rollerin ve<br />
çatışmaların üzerinde durmak istiyorum.<br />
Programı izlerken aklımdan Deniz Kandiyoti’nin<br />
adını sıkça geçirdim. Erkekler ve ataerkil düzen<br />
tarafından hatları çizilen alan içerisindeki<br />
kadınların iktidar kavgasının anlatıldığı program,<br />
“ezeli ve ebedi” olarak anılan bir çatışmayı gözler<br />
önüne seriyordu: Gelin – Kaynana kavgası...<br />
Seda Sayan’ın alkışlar, göbek havaları ve nidalarla<br />
coşkulandırdığı yarışmanın sorularına kulak verin<br />
istiyorum. “Evine patronu yemeğe gelecekken<br />
damat eşinin mi, annesinin mi yemek yapmasını<br />
ister?”, “Annesi mi daha temizdir, karısı mı?”, “Annesi<br />
mi yoksa eşi mi diğerinin arkadasından daha<br />
çok konuşur?”... Tüm bu sorulara gelinler tabii ki<br />
kendilerinden yana, anneler ise kendileri lehine<br />
yanıtlar verdiler, arada kalan damat ise “eş” ve<br />
“oğul” rolleri arasında sıkışıp kaldığından ekranda<br />
komik görüntüler yer aldı. Tüm bu seçim<br />
anlarında ise arada “Hap koydum içine hap<br />
koydu, kaynana adını kuyruklu yılan koydum” ve<br />
“Dişleri gidik kaynana, oğlun çerez getirdi sensiz<br />
yedik kaynana” gibi güzide eserler çalınarak<br />
yarış kızıştırıldı.<br />
Gelinler ile annelerin “kadınlıklarının”<br />
yarıştırıldığı program kadına atfedilen toplumsal<br />
rollerin en iyi hangisi tarafından yerine<br />
getirildiği sorularıyla damadı arada bırakmaya<br />
yönelikti. Hatta kadınlarının eşlerinin çaylarına<br />
bile şeker atmalarıyla övündüğü dakikalarda<br />
anneler de çocuklarını aslan gibi yetiştirdiklerini<br />
anlatıyorlardı. Özetle erkeğe hizmet eden<br />
en iyi kölenin seçildiği programda damatlar<br />
bir dediği iki edilmeyen otoriteler olarak<br />
dokunulmazlıklarını koruyorlardı. Ataerkil<br />
düzenin yeniden üretildiği ve başta belirttiğim<br />
gibi erkeklerin kamusal alanda ispat ettiği eril<br />
otoriteyi onların izin verdiği ölçüde kadınlara<br />
armağan ettiği hane alanında iktidar yarışı<br />
halinde ekrana sunan anne ve gelinler biraz<br />
psikoloji ile ilgilenen, Lacan ve Freud’a
aşina olanların yüzünde alaycı bir gülümseme<br />
bırakıyordu.<br />
Deniz Kandiyoti’nin argümanlarına geri dönmek<br />
istiyorum zira gelin-kaynana çatışmasının<br />
varlığı ile ilgili açıklama onda, evin büyük<br />
kadınının da ataerkil otoriteye iştirakını anlatan<br />
Kandiyoti, ataerkil pazarlık ile kadınların yaş,<br />
doğurganlık gibi unsurlar ile diğer kadınlarla<br />
aralarında hiyerarşik bir ilişki oluşturduğundan<br />
bahseder: “Atasoylu geniş ailedeki kadının hayat<br />
döngüsünde genç bir kadın olarak yaşadığı<br />
zorluklar ve yoksunluklar, kendi gelinleri üzerinde<br />
denetim ve otoriteyle yer değiştirir. Menapoz<br />
yaşını geçmiş güçlü bir matriark, bu nedenle<br />
ataerkil madalyonunun öteki yüzüdür. Kadınların<br />
iktidarının döngüsel doğası ve yaşlı kadınların<br />
otoritesinin devralınacağı beklentisi, ataerkilliğin<br />
bu biçiminin kadınlar tarafından içselleştirilmesini<br />
destekler(…)Kadınlar, denetleyebilecekleri tek<br />
emek gücüne ve yaşlılık güvencesine ancak evli<br />
oğulları yoluyla ulaşabilirler. Oğullar kadınların<br />
en önemli dayanağı olduğu için, onların ömür<br />
boyu anneye bağlı kalmasını sağlamak sürekli<br />
bir zihinsel meşguliyet yaratır.”<br />
diye sorabiliyor veya “Kızlar kocalarınızı<br />
cezalandırmayın, başkaları kapar” sözleriyle<br />
erkeklerin “elde tutulması gerekenler” olduğu<br />
mesajını altını çize çize izleyiciye veriyor.<br />
Ben ise programı izlerken sinirden tırnaklarımı<br />
kemirerek ekrandaki kadınlar adına<br />
kadınlığımdan utanıyorum. İkincilliğin bu kadar<br />
içselleştirilmesine razı olamazken, program<br />
hediyesi olarak kadınlara verilen çamaşır makineleri<br />
ve yemek takımlarının alkışlanmasını<br />
izliyorum. Evde otoritesini birkaç saat içinde<br />
ispatlayan anneler veya gelinler sözde özgür<br />
alanlarına eşyalarını taşırken normalleştirdikleri,<br />
yeniden ürettikleri bu düzenin kendilerini daha<br />
da bağımlı ve esir kıldığını akıllarından geçirirler<br />
mi bilmem ama ben düşünüyorum...<br />
Tüm psikolojik yorumlar ve referans verilebilecek<br />
kompleksler dışında iktidar yarışı üzerinden bu<br />
şekilde açıklayabileceğimiz kayınvalide-gelin<br />
çekişmesi Seda Sayan’ın programı içerisinde<br />
memleketler üzerinden de kızıştırılıyordu. Gelinin<br />
memleketi ile kayınvalidenin memleketinin<br />
yemek kültürlerinin tartışılmasıyla birey özelinden<br />
çıkarılarak bir ile ve bölgeye hatta bölge kültürüne<br />
atfedilen yarış evinde oturarak programı<br />
izleyen gelin kaynanaların da kavgalarına sıklıkla<br />
sebep veriyordur eminim.Kadınların erkeğe<br />
hizmetlerinin geleneklerle meşrulaştırılarak<br />
ekrana sunulduğu bu yarışmalar özetle araerkil<br />
anlayışı yeniden üretiyor. Kadınlık ve erkekliğin<br />
toplum nezninde genellikle kabul gören<br />
çerçevelerini kalınlaştıran formatta Seda<br />
Sayan ise bu genellemeleri vurgulayan<br />
isim oluyor. “Gelin dediğin bunu yapar mı”
n Çağın en büyük ve en ölümcül hastalığı<br />
kanser ve uyuşturucu bağımlılığı<br />
üzerinden sistemin, bireyleri kolayca<br />
öldürmek yerine önce yeterince nasıl<br />
süründürdüğünü anlatan dizi başladığı<br />
2008 yılından bitişi 2013’ün sonuna kadar<br />
sayısız ödül ve tüm dünyadan milyonlarca<br />
seyirci kazandı. Popülaritesi henüz<br />
azalmayan ve hatta izlenme rekorları<br />
kırmaya devam eden yapım, bilimin iyilik<br />
için değil kötülük için çalıştırıldığında<br />
nasıl kazanca dönüştüğünü de anlatıyor.<br />
Zaten öyle olmuyor mu hep ve her yerde?<br />
Ayrıca Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünden,<br />
Copolla’nin Joseph Conrad’ın Heart of<br />
Darkness kitabından uyarlama Apocalyps<br />
Now’a oradan Brian De Palma’nın Scarface<br />
filmine dağılacak kadar fantastik,<br />
absürt, bilim kurgu ama yine de sonuna<br />
kadar gerçekçi bir hikayesi var. İç ve dış<br />
çatışmaları son derece güncel ve iyikötü<br />
aksiyona sebep olan her durumun<br />
bir açıklaması var. Yani Walter White ne<br />
yapıyorsa bir sebebi var! Var da var, yok<br />
yok bu dizide.<br />
Nietzche ‘nedenselliğin anlamı arttığı<br />
ölçüde ahlaklılığın alanının kapsamı daralır:<br />
Çünkü insan gerekli etkileri kavrayıp, bütün<br />
rastlantılardan ve buna ilişkin sonra olacaklardan<br />
ayırarak düşünmeyi öğrenince,<br />
şimdiye değin törelerin temeli olarak kabul<br />
edilen birçok fantastik nedenselliği tahrip<br />
eder’ der. 50 yaşında kimya öğretmeni<br />
Walter White (Bryan Cranston) ailesinin<br />
geçimini sağlayamadığı için araba<br />
yıkamacısında çalışmak zorundadır. Bir<br />
gün akciğer kanseri olduğunu öğrenir ve<br />
koltuk değneklerine bağlı yaşayan engelli<br />
oğlu ve hamile karısı için yüklü bir banka<br />
hesabı bırakmaya karar verir. Bir nevi Tony<br />
Montana’ya dönüşüm sürecini andıran<br />
değişimin çok haklı nedenleri her episode<br />
ile heyecanı arttırırken işler karıştıkça seyirci<br />
bir sonraki bölümü sabırsızlıkla bekler.<br />
Pek çok farklı türün iç içe eridiği anlatının<br />
epik kahramanı muhteşem bir performan-
sla kimi insanüstü durum ve pozisyonları bile geçerli<br />
kılar. Çünkü anlatının dili Walter White’ın her yaptığına<br />
haklılık kazandıran destansı öğeler taşıyan açılımlarla<br />
doludur.<br />
Her şeyden önce oyuncunun yüzü ve karakter öyle derin<br />
örtüşüyor ve yakışıyor ki dizinin yapımcıları Bryan<br />
Cranston seçiminin büyük katkısını şöyle açıklıyorlar;<br />
‘Rol aynı zamanda hem sempatik, hem nefret edilesi<br />
bir karakter olabilecek bir aktör gerektiriyor ve Bryan<br />
bunu yapabilecek tek aktör, bu hileyi yapabilecek tek<br />
kişi.’ Cranston’un birçok objeyi ve kıyafeti kendisinin<br />
seçtiği ve bolca doğaçlamayla karaktere artı sempati<br />
kazandırdığı bilinen bir gerçek, ve tabii oyuncunun rolü<br />
ne kadar içselleştirdiğinin küçük ispatları olarak da<br />
değerlendirilebilir elbette. Yine de neden Walter White<br />
bu kadar çok sevilmiş olabilir, onu diğer dizi karakterlerinden<br />
ayıran nedir gibi sorular kafa kurcalıyor?<br />
Fanları arasındaki tutkulu tartışmalar, buluşmalar ve<br />
yeniden tüm sezonları izleyip bir tür farklı akrabalık<br />
bağları kurulmasına neden olan anlaşılmaz formül nedir?<br />
Elbette gizem, gerilim ve dramanın denge ayarında<br />
senaryo neredeyse kusursuzdur. Teknik olarak<br />
sinema filmi kalitesinde ve çoğu kere üstünde görsellikler<br />
yakaladığı da açık ancak yine de Walter White’ı<br />
vazgeçilmez yapan nedir? Belki tek cümleyle özetlenebilir<br />
aslında; Walter White yaptığı rutin işlerden<br />
memnun olmayan, ailesinin ihtiyaçları nedeniyle pekte<br />
sevmediği ve hiç hak etmediği bir işte çalışan, onu<br />
zamanla ve çevresindeki tüm diğerleriyle yarıştıran<br />
bir sistemden kurtulamayan ve belki de Samsa kadar<br />
böcek gibi hisseden milyonlardan biridir. Walter<br />
açıktan ve örtük gürlemeler halinde varoluşçu sorular<br />
herkes gibi! Dizi insan varlığının ve yok oluşunun yani<br />
doğum ve ölüm saçmalığının ve çıkışsızlığının içinde
aşlar ve biter . Tüm bu süreçte farklı karakterler<br />
başka tonlarda varoluşçu göndermeler<br />
yapar. Karısının doğumu da kendi ölümü de<br />
izinsiz ve aniden girmiştir hayatlarına. Kendi<br />
doğumunu seçemeyen herkes gibi bir şekilde<br />
var olmaya çalışan insanoğlunun zavallı<br />
girdabında boğulmadan önce büyük dalgalar<br />
yaratmaya çalışır Walter ve başarır. Ölmeden<br />
iyice bir çırpınma, hakkıyla teslimiyet ve<br />
muhteşem bir isyan çıkarır.<br />
Evet buyurun Walter White’ın dayanılmaz cazibesinin<br />
sırlarına…<br />
• Özünde sevgi dolu bir eş, iyi bir bilim adamı<br />
ve ilgili bir babayken adeta ‘grand theft auto’<br />
ya da benzeri oyun kahramanlarına dönüşen<br />
karakter, izleyiciyi sık sık ters köşeye oturtup<br />
tüm tahminleri boşa çıkarmayı becerir.<br />
• En baştan iyilerin iyi, kötülerin kötü olduğu<br />
karakterler yerine kahramanın yolculuğunun<br />
ve bu yolculuk sırasındaki değişimin öyküsü<br />
verildiği için seyirciye içindeki şeytan ve melekler<br />
arasında kalınabileceğinin çatışmasını<br />
kusursuz bir inandırıcılıkta sunar.<br />
• Hayatın zorlu ve öngörülemez yolculuklarında<br />
en çok bilen bilim adamının da yine en çok<br />
yanılan olabileceğini gösterdiği için sevilir.<br />
Walter White’ın gelişmeleri kontrol edemeyip<br />
her duvara çarpışında, haklı yanılgıların<br />
yaşamın aslını oluşturduğu gerçeği seyirciye<br />
de çarpar. Yani evdeki hesap çarşıya uymaz.<br />
Aslında Andre Gide’nin dediği gibi ‘bilge kişi,<br />
her şeye şaşan kişidir.’ Walter şaşırır, seyirci<br />
şok olur.<br />
• Kimyager olarak hakkı olan ilgi, para<br />
ve saygıyı bulamadığı gibi oto yıkamacı<br />
da çalıştığı için alay konusu olan Walter,<br />
uyuşturucu işiyle kendisinin kıymetini bilmeyen<br />
sistemi zehirleyerek tüm ezilen ve yenilenlerin<br />
intikamını aldığı için keyifli bir katharsis<br />
sağlar. Alma mazlumun ahını çıkar aheste<br />
aheste dedirtir zevkle!<br />
• Elementlerin birleşiminden doğan değişim<br />
etkenlerin oluşmasıyla tamamen değişen<br />
insanların formülleri gibi haklılık ve geçerlilik<br />
kazandığı için seyirci herkese hak vererek<br />
iyi ve kötülere bağlanır. Böylece Breaking<br />
Bad hem iyiler hem kötüler için yeterince<br />
özdeşleşecek ve her özdeşleşilen karakteri<br />
aklayacak açıklamayı yapar. Şartlar böyle gerektirmese<br />
çalmazdım, vurmazdım, aldatmazdım,<br />
öldürmezdim, sevmezdim, nefret etmezdim<br />
diyen herkesin periyodik cetveldeki elementlerin<br />
olmadık bir araya gelmesinden kaynaklanan<br />
yaşam şartları var.<br />
• Walter özünde vicdanlı, dürüst ve temiz bir<br />
adam aslında. Ancak sistem önce hücrelerini<br />
virüsleyip kanserle yakalıyor, sonra yavaş<br />
yavaş kanunları ile sıkıştırıp ruhunu zehirliyor<br />
ve daha sonra sistemin kendisinden daha kötü<br />
olmayı başarınca da saygı duyuyor. Yani haklı<br />
ve iyi olan değil güçlü olan kazanıyor. Güçlünün<br />
dediği doğruya dönüşüyor. Her şeyin değişmesi,<br />
dönüşmesi hiçbir acının bile durağan ve ilelebet<br />
kalmayacağını da müjdeliyor. Kanser bile yetmiyor<br />
trajediye, katil olmakta kalıcı bir dert olmuyor,<br />
babasız kalacak doğmamış çocuğa sıra gelmiyor<br />
bile, felçli oğlanın dürüst isyanları duyulmuyor,<br />
sadık sevgilinin akıl almaz ihanetleri de oturup<br />
uzun uzun kahrolmaya yetmiyor. Çünkü dünya<br />
durmadan dönüyor. Her an yeni bir şey oluyor.<br />
Hayat oturup tek bir derde kapılıp kahrolmanıza<br />
izin vermiyor. İşte bu koşturma tam da bu yüzyılın<br />
fast-motion yaşam pratiklerine birebir denk<br />
düşüyor. Seyirci üzülmek için vakit bulamadığı o<br />
kadar çok dramatik an yaşıyor ki kendi hayatında<br />
da Walter’ı çok iyi ve derinden hissediyor.<br />
Özetle yaşam Walter’ı çizgiyi aşmaya zorlar ve<br />
çizgiyi aşınca artık tüm bastırılmış hisler volkanik<br />
bir öfke ile patlar. Kötü kader kötüleştikçe<br />
Walter’da kırılma noktalarını yıkarak fena dağıtır.<br />
Breaking Bad ismi ile cismi müsemma bir yapım<br />
olarak da bu anlama gelir zaten. Adı üstünde<br />
‘breaking bad’ işte ve Walter maharetiyle, zor<br />
oyunu bozmuştur. En azından kendisine yazılan<br />
kadere epeyi bir çizik atmış, feleğin tekerine çomak<br />
sokmuştur…
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Ekranların yeni Osmanlı hikayesi Bir Yusuf<br />
Masalı’nın genç oyuncuları Nur Erkul ve Ulaş<br />
İnan Torun, Cine Dergi’nin sorularını yanıtladı.<br />
Sıcak bir aile hikayesinin Osmanlı temasıyla<br />
izleyiciye sunulduğu dizinin başarısının anahtarı<br />
ise oyuncularına göre samimiyet...<br />
Sette ilk gün desem...<br />
Nur Erkul: Sakin tanışma, tanıma, alışma,<br />
öğrenme, öğretme ve sezme duyularımın<br />
zirvesinde bir gün olur. İlk kayıt anında biraz<br />
heyecanlanır sonra ipleri daha sıkı tutup<br />
kavrarım ve ilk günü güzel bir şekilde geçirmeye<br />
çalışırım.<br />
Ulaş İnan Torun: Benim için de heyecanlı ve<br />
karışıktır.<br />
“DİZİ YAŞAMADIĞIMIZ VE<br />
YAŞAYAMAYACAĞIMIZ BİR DÖNEMDE<br />
GEÇİYOR”<br />
Onca dizi içinde izleyici neden Bir Yusuf<br />
Masalı’na zaman ayırlamalı?<br />
Ulaş İnan Torun: Bir dönem dizisi olmasına<br />
rağmen hem seyirciye yakınlığı, hem<br />
gerçekçiliğiyle hem samimiyetiyle farklı bir dizi.<br />
Karakterler de hikaye de zaman zaman absürt<br />
durumlara bile girse samimi...<br />
Bir Yusuf Masalı hem bir dönem dizisi hem de<br />
sıcak bir aile hikayesi… Sizce nostaljik öğeler<br />
ve geçmişe duyulan özlem dizinin sevilmesinde<br />
etkili mi?<br />
Ulaş İnan Torun: Hiç yaşamadığımız ve<br />
yaşayamayacağımız bir zaman diliminde geçmesi<br />
. Şu anda öyle giyinsek ve konuşsak deli<br />
derler ama izlemek eğlenceli sanırım.<br />
Nur Erkul: Bizim dizimizde hem Osmanlı kültürünü<br />
yaşattığımız için hem de karakterleri<br />
samimi buldukları için tercih ediyor olmalılar.<br />
Ulaş, sizin için 6 Mantı ve ardından Bir Yusuf<br />
Masalı… Nur, Ali Ayşe’yi Seviyor’un ardından<br />
Bir Yusuf Masalı… Aile komedilerinde rol almak<br />
bilinçli bir seçim mi?<br />
Ulaş İnan Torun: Değil sadece denk geldi.<br />
Nur Erkul: Hayır tamamen denk geldi ayrıca<br />
aslında çok da birbirine yakın dizi konsepti ve<br />
karakterler değil... Ayşe’nin durum komedisi<br />
daha fazlaydı ama Maria’da öyle değil. Bir kere<br />
dönemin getirdiği bir ağırlık var hal hareket ve<br />
sözlerde dikkat etmek zorundasınız. Bilinçli bir<br />
seçim değil yani ben sadece yapmaya çalıştığım<br />
her işte ve karakterde yenilikleri yeni bir şeyler<br />
üretmeyi seviyorum. Daha önce hiç dönem<br />
işinde olmamıştım onu da tatmış oldum.<br />
“DİZİLERDE KİMLİK TEMSİLİYETİ YÜZEYSEL”<br />
Devşirme bir ailenin Macar kızının bir Türk genciyle<br />
olan aşk hikayesinin anlatıldığı bir dizide<br />
başroldesiniz. Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı<br />
dizinizde yer buluyor. Siz dizilerde farklı kimlik<br />
temsiliyetlerini nasıl buluyorsunuz?<br />
Ulaş İnan Torun: Açıkçası biraz yüzeysel buluyorum<br />
ya da öyle olmasa bile dizilerdeki bu durumun<br />
kimsenin fikrini değiştiremediğini görüyorum.<br />
Yoksa hala kimlik ve kültür yüzünden<br />
insanlar ölmezdi, eziyet çekmezdi... Ne diziler<br />
ne romanlar ne şiirler ne de filmler insanları her<br />
anlamdaki vahşet konusunda utandırmıyor, ne<br />
acı...<br />
“YAPTIĞIM TAKILARI MARİA TAKIYOR”<br />
Devşirme bir ailenin Macar kızının bir Türk genciyle<br />
olan aşk hikayesinin anlatıldığı bir dizide<br />
başroldesiniz. Maria’nın kültürel temsiliyeti sizi<br />
tatmin ediyor mu?<br />
Nur Erkul: Tabi ki tatmin ediyor, tatmin etmediği<br />
noktalarda yönetmenimizle müdahale edip bir<br />
şekilde işin içinden çıkıyoruz. Şimdi Maria’ya<br />
benim yaptığım takılardan getirdim. Kendi<br />
gerçeğimde yaptığımı Maria’ya yükledik.<br />
Odasında olduğu sahnelerde takı yapıyor Maria...<br />
Elbette konuların ve kişilerin karakterlerinin<br />
açılması biraz daha zaman istiyor.
Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı dizinizde yer<br />
buluyor. Siz dizilerde farklı kimlik ve kültürlerin<br />
temsiliyetlerini nasıl buluyorsunuz?<br />
Ulaş İnan Torun: Açıkçası biraz yüzeysel buluyorum<br />
ya da öyle olmasa bile dizilerdeki bu durumun<br />
kimsenin fikrini değiştiremediğini görüyorum.<br />
Yoksa hala kimlik ve kültür yüzünden<br />
insanlar ölmezdi, eziyet çekmezdi... Ne diziler<br />
ne romanlar ne şiirler ne de filmler insanları her<br />
anlamdaki vahşet konusunda utandırmıyor, ne<br />
acı...<br />
Kendi yaşamınızın bir senaryo olduğunu<br />
düşünseniz, şimdi o senaryonun neresindesiniz?<br />
Ulaş İnan Torun: “Tanrıları güldürmek istiyorsak,<br />
ona senaryolarımızdan bahsedebiliriz.“ bir<br />
filmden çalıntı.<br />
Nur Erkul: Hep hayatın en güzel yerindeyim<br />
şu an... Daha da olgunlaştığım istediklerimi<br />
gerçekleştirdiğim, hayattan karşılık alan bir yerindeyim<br />
sanırım 3. sezon...<br />
Peki bu senaryoyu izleyen biri olsanız, bir<br />
izleyici olarak “İnan” ve “Nur” hakkında ne<br />
düşünürdünüz?<br />
Nur Erkul: İyi yada kötü bir şey yaşadığında onu<br />
kendinde iyi hapseden göğüsleyen, yön verip<br />
yoluna devam eden, yolunu kendi çizen, çizgisine<br />
renkler katan, renklere anlam veren deli,<br />
içi içine sığmayan, çoşkulu, duygusal, mantıklı<br />
ve daha çok var seyirciler izlemeye devam etsin<br />
gerisi 4.sezonda...<br />
Ulaş İnan Torun: Severdim ben beni. Beni güldürürken<br />
aniden gözümü de doldururdu çünkü.<br />
Ulaş, Yusuf gibi mutfakta ilginç denemeleriniz<br />
var mı? Siz yemek yapar mısınız?<br />
Ulaş İnan Torun: Ben cidden iyi yemek yaparım.<br />
Denemekten bir tek mutfakta korkarım.
n 2013 Cannes Film Festivali’nde izlemeyi<br />
atlamadığım için çok ama çok memnun<br />
olduğum filmlerden biri Nebraska! Son zamanlarda<br />
bu denli yoğun ve sıcak duygularla<br />
çıkmamıştım bir sinema salonundan,<br />
diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum film<br />
bittiğinde..<br />
Alexander Payne, başarılı bir yönetmen.<br />
Filmleri, oyuncuları, kendisi, bir çok dalda<br />
ödül alıp duruyorlar yıllardır.Nebraska şimdi<br />
Oscar’lar için de birkaç dalda yarışıyor.<br />
Payne, hayatın gerçeklerini hafif mizahi bir<br />
dille anlatmayı seven bir yönetmen olarak<br />
karşımıza çıktı hep bence. Özellikle 2002<br />
yapımı Schmidt Hakkında adlı filmini anmak<br />
isterim, orada da konu benzerdir aslında;<br />
yaşlılık, kuşaktan kuşağa değişen fikirler,<br />
anlaşmazlıklar, maddi meseleler... Trajik bir<br />
konu olsa da mizah ile öyle güzel kavurmuştur<br />
ki yönetmen iki filmi de… Her iki film de<br />
yol hikayeleridir aynı zamanda bir açıdan<br />
baktığınızda.<br />
Nebraska’nın yönetmenin diğer<br />
yapımlarından bir farkı var ise o da filmin<br />
siyah beyaz oluşu. Bu da hikayede zaten varolan<br />
nostalji duygusunu besleyen bir durum<br />
yaratmış. Geniş planlarla başlıyor Nebraska,<br />
karlı bir otoyolun kenarında yürüyen epey<br />
yaşlı bir adamla açılıyor film. Polis farkediyor<br />
bu yaşlı adamı ve emniyete<br />
götürüyor, oğlunu arıyorlar<br />
alması için ve tanışıyoruz<br />
yavaş yavaş bu aileyle. 80’li yaşlarında olan<br />
Woody (bu performansıyla Cannes’da ödül alan<br />
Bruce Dern) posta kutularına gelen “1 milyon<br />
dolar kazanmış olabilirsiniz” başlıklı ilana inanıp,<br />
ödülünü almak üzere Nebraska’ya doğru yola<br />
çıkıyor. İki oğlundan küçük olan David ( Will<br />
Forte) ona bu ilanların sahte olduğunu anlatıp<br />
eve geri getirse de buna inanmayan ve ikna olmayan<br />
Woody, ne yapıp edip, oğlunu ikna ediyor<br />
ve birlikte Nebraska’ya doğru yola çıkıyorlar.<br />
Film, işte bu kısımlarda biraz yol hikayesine<br />
dönüyor diyebiliriz, baba oğul yolda az da olsa<br />
sohbet ediyorlar, pansiyonlarda kalıyorlar, barlarda<br />
içiyorlar. Oğlunun amacı aslında babasıyla<br />
vakit geçirmek ve onun gönlünü hoş etmek.<br />
Kendisi gerçekten “iyi, vicdanlı evlat” rolünü<br />
gayet başarıyla canlandırmış, izleyiciyi etkileyen<br />
bir karakter David.<br />
Nebraska’ya doğru yoldayken David babasını,<br />
eskiden yaşadığı kasabaya uğrayıp akrabalarla<br />
birkaç gün geçirmeye ikna ediyor, hem annesi<br />
ve ağabeyi de oraya geleceklerdir, herkes<br />
orada buluşacaktır. Bu buluşma iyi sonuçlar<br />
doğurmuyor, Woody çenesini tutamayıp milyon<br />
dolar kazandığını herkese yayınca klasik olarak<br />
pay istemek adına ortaya çıkan akrabalar, bor-
cunu öde diyen arkadaşlar ve türlü bela ile<br />
karşı karşıya buluyorlar kendilerini. Woody’nin<br />
tek isteği ise o parayla bir kamyonet ve daha<br />
önce kaybettiği ve yerine koymak istediği<br />
bir kompresördür. Geri kalan parasını ise<br />
çocuklarına bırakmaktır amacı, gençliğinde iyi<br />
niyeti hep suiistimal edilmiş, elinde avucunda<br />
bir şey kalmamıştır zira.<br />
Filmi en güçlü kılan şey şüphesiz oyunculuklar.<br />
Bruce Dern Cannes ödülünü sonuna kadar<br />
hakkederken, eşi rolündeki June Squibb ise<br />
hakkı yenenlerden oldu bence, harika bir performans<br />
sergilediğini düşünüyorum. Keşke<br />
Oscar’larda hakkı olsa diye de geçmedi değil<br />
içimden. Filmdeki doğallık, yani hikayenin<br />
akışı, oyunculuklar inanılır gibi değil, “too good<br />
to be true” denecek cinsten, adeta kamerayla<br />
kayda alınmış olduklarının farkında olmayan<br />
gerçek insanların gerçek yaşantısını izler<br />
gibiyiz. Filmin bir diğer artısı kesinlikle hikayedeki<br />
depresif ve mizahi yönlerin dengesi ve<br />
dozajı. Bir film beni ağlatmak ya da güldürmek<br />
konusunda ekstra çaba sarfetmiyorsa ve beni<br />
hem duygulandırıyor hem neşelendiriyorsa işte<br />
filmin kurduğu bu dengeye şapka çıkartırım.<br />
Yaşlılık, aile bağları, paranın insanları nasıl da<br />
değiştirişi, baba-oğul ilişkileri, zaman kavramı,<br />
hatalar, pişmanlıklar ve bu tarz melankolik<br />
öğelerin hepsini içeren bir senaryo, ancak bu<br />
kadar mizahi öğeyi de barındırabilirdi içinde<br />
ve beyazperdeye aktarıldığında insanı, o siyah<br />
beyazlığa rağmen boğmadan sonuna kadar<br />
ancak bu kadar keyifle izletebilirdi. David’in<br />
amcasının ikiz oğullarının insanı kahkahalara<br />
boğan performansları da gerçekten filmin balı<br />
kaymağı gibiydi.<br />
Sıkıcı ve durgun bir Orta Amerika kasabasını,<br />
Mark Orton imzalı harika western müzikler<br />
eşliğinde sıkıcılıktan kurtaran planlar, Nebraska<br />
adlı filmin genel dokusunu oluşturuyor<br />
ve Nebraska’yı son zamanlarda izlediğimiz<br />
filmlerden ayırıyor, biricik kılıyor bana kalırsa.<br />
Filmin en dokunaklı diyaloğu ise bence şuydu:<br />
Kadın: Babanız Alzheimer hastası mı?<br />
David: Hayır, sadece insanların her dediğine<br />
inanmak gibi bir huyu var.<br />
Kadın: Ah, çok kötüymüş.
n 2000’li yıllar bilim kurgu adına pek çok<br />
yeniliğin yaşandığı, çığır açan filmlerin boy<br />
gösterdiği yıllar olmuştur. Bununla birlikte<br />
80’lere damga vuran pek çok film de remake<br />
yani yeniden çevrim ile insanlara sunulmaya<br />
devam ediyordu. Tabii ki bu yeniden çevrimlerin<br />
temeli şirketlerin kazanç politikasıydı. Bununla<br />
beraber 80’lerde çığır açmış ve birer kült olarak<br />
kabul görmüş Terminator ve Robocop gibi filmler<br />
tozlu raflardan alınıp 2000’ler sosuyla insanlara<br />
servis edilmişti. İlk olarak Terminator’un<br />
devam filmi Terminator : Rise Of The Machines,<br />
2003 yılında seyirciyle buluştu. Film geniş<br />
bir fan kitlesi tarafından beğenilmedi. Bunun<br />
nedeni ise Terminator evreninin derinliğinin bu<br />
filmde yer almamasıydı. Film daha çok ticari<br />
ve James Cameron’un mirasının adıyla ekmek<br />
yeme peşinde gibiydi. Yeni ve etkileyici bir şey<br />
sunmamakla beraber filmin başrol oyuncusu<br />
Arnold Schwarzenegger bile filmi kurtarmaya<br />
yetmiyordu. Filmin 6 yıl aradan sonra çekilen<br />
devam filmi Terminator : Salvation (2009)’nın<br />
kaderi de pek farklı olmadı. Aslında bunun<br />
altında yatan 2 ana unsur var. Birincisi 80’lerin<br />
kültür-beğeni-algı dinamiklerinin 2000’lerde<br />
farklı bir yöne kaymış olması ikincisi ise bilim<br />
kurguda gelinen noktada insanların efektlere iyice<br />
doyduğu, efektten ziyade Matrix, Avatar gibi<br />
çarpıcı ve çığır açan filmlerde olan derinliğin<br />
yeniden çevrimlerde olmaması. Aslında kronolije<br />
bakarsak her şey yerli yerine oturuyor.<br />
80’ler dönemi görsel efekt ve döneme devrim<br />
gibi damgasını vuran siyasi-felsefi göndermeler,<br />
alt metinler, 2000’lerde ise yine bu aynı göndermeler<br />
yenilikçi bir bakışla sunulduğu için hala<br />
insanların ilgisini çekmekte. Terminator, Robocop<br />
gibi filmler 80’ler döneminde bu görevi ziyadesiyle<br />
yerine getirmiş, insanlara ‘nasıl bir gelecek<br />
var?’ sorusunu sorarak kendi içerisinde cevabı<br />
arıyordu. Ancak günümüzde eskiden çığır açmış<br />
bu filmlerin soruları genişleyerek sorulmaya<br />
devam ediyor. İşte o nedenle 80’lerde çekilmiş<br />
ve döneme damgasını vurmuş bilim kurgu filmlerin<br />
devamı niteliğindeki ya da yeniden çevrimi<br />
yapılan filmler papağan gibi zaten bildiğimiz bir<br />
şeyi tekrar etmekten ötesini yapmıyor. 2014’te<br />
vizyona giren Robocop ise maalesef 1987 yapımı<br />
orijinal filmi göklere çıkarmakla kalmamış, onun<br />
ne denli kült ve tekrar çekilemeyecek bir film<br />
olduğunun altını tekrar tekrar çizmiş.<br />
Ve Karşınızda 2014 Versiyonu İle Yeni Robocop<br />
2014’te vizyona giren Robocop aslında bildiğimiz<br />
bir hikayeyi bize bol görsel efekt ve biraz da aile<br />
duygusallığı ile sunuyor. Öyle ki bu güncellenmiş<br />
Robocop daha ilk sekansında bile klasik islamofobiyi<br />
gözümüze sokmaktan geri kalmıyor.<br />
80’lerdeki Rusya paranoyası günümüzde Irak ve<br />
Afganistan’da oldukça yoğun kayıplar veren, 11<br />
Eylül’ü yaşayan Amerika’da bu sefer İslamofobik<br />
şekilde lanse ediliyor. Tabii ki burada takılıp
kalmak manasız ancak filmin ilerleyen sürecinde<br />
bu açılış sekansının da manidar olduğunu<br />
kabullenmek gerek. Yakın bir gelecekte<br />
Uluslararası büyük bir şirket olan OmniCorp<br />
dış ülkelerde kendi ürettiği robotları ile ‘adaleti’<br />
getirmeyi amaçlıyor. Ve bunu can kaybı<br />
olmadan, hiçbir askeri kayıp verilmeden yapma<br />
amacıyla yola çıkarak altını çiziyor. Filmin açılış<br />
sekansındaki Tahran sahnesi ise oldukça ironik.<br />
Amerika’nın Afganistan ve Irak politikalarındaki<br />
başarısızlıkları bir yana filmde yine yakın<br />
zamanda bir tehdit olarak gördüğü İran’ın<br />
başkenti Tahran’a bu sefer ‘kendi yöntemiyle’<br />
bir adalet sistemi getirmeyi başarmışa benziyor.<br />
Filmin güncel yorumunda yine polis-mafya-siyaset-medya<br />
denklemi bizlere sunuluyor ancak<br />
bu sefer daha cılız bir anlatımla. Film 1987’deki<br />
versiyonuna oranla tabanda anlatılmak istenen<br />
şeyi o kadar görmezden geliyor ve aksiyona<br />
o kadar yükleniyor ki filmi bir yeniden<br />
çevrimden çok günümüz basit bir bilim kurguaksiyon<br />
olarak yorumlamamıza neden oluyor.<br />
OmniCorp’un yurt dışında başardığı bu robot<br />
polis projesi Amerika’da uygulanamıyor. Bunun<br />
nedeni ise şirketin senatoda yeterli desteği<br />
alamaması ve Amerikan halkının bu projeye<br />
soğuk bakması. Burada altı çizilen nokta<br />
Amerikan vatandaşlarının duygu mekanizması<br />
olmayan bir nesneye kendilerinin ya da daha<br />
önemlisi çocuklarının güvenliğini emanet edemeyecekleri…<br />
Senatodan bir türlü geçer oy<br />
alamayan OmniCorp dahiyane bir fikir ile insan<br />
ve robotu birleştirmeyi böylelikle içinde<br />
insan olan bir robota Amerikan halkının daha<br />
ılımlı yaklaşacağını düşünür. Başarılı bir polis<br />
memuru olan Alex Murphy, bir gece arabasına<br />
konan bir bomba sonucu ağır yaralanır. Hastaneye<br />
kaldırılan Alex Murphy’nin neredeyse<br />
tüm uzuvları iş görmez haldedir. Karısından bir<br />
tercih yapması istenir. Ya kocası yarı makine<br />
de olsa hayatta kalacaktır ya da tamamen bu<br />
hayattan göçecektir. Çocuğunu da düşünerek<br />
duygusal davranan Clara Murphy bu projeye<br />
izin verir. OmniCorp’un ortaya çıkarttığı bu robot<br />
filmde de altı çizildiği gibi ‘Amerikan’ın Yeni<br />
Adalet Düzeni’ olacaktı.<br />
Yeni Bir Şey Söylüyor Mu?<br />
Yukarıda da dediğimiz filmde tıpkı eski versiyondan<br />
aşina olduğumuz iyi polis-kötü polis<br />
rutininden tutun da mafya-siyaset-medya<br />
algısına kadar her şeyi görmemiz mümkün.<br />
Ancak bu konu o kadar üstün körü geçilmiş<br />
ki, bizler çoğu filmden bu denklemi biliyoruz.<br />
Ama bununla beraber 80’lerde bu denklem<br />
Amerika’da çok daha acımasız ve yoldan<br />
çıkmış bir haldeydi. İşte bu nedenle orijinal<br />
Robocop’un söyleyecek çok daha fazla şeyi<br />
vardı. Ronald Reagan yönetimindeki Amerika<br />
soğuk savaş yıllarındaydı. Devlet içerisinde<br />
dönen rüşvet skandalları, polis-mafya ilişkisi<br />
baş edilemeyecek düzeydeydi. Bununla beraber<br />
büyük özel şirketler devletle çalışarak<br />
pek çok kamu görevinde istihdam boşlukları<br />
oluşturuyordu. Daha ucuz işçi gücü daha çok<br />
iş mantığı ile şirketler acımasızca çekiçlerini<br />
vuruyorlardı. Bu karanlık dönemde polis<br />
yolsuzlukları, memurların toplu grevleri ve<br />
soğuk savaş döneminin de etkisiyle ekonomik<br />
bir belirsizlik hakimdi. 1987 yapımı Robocop<br />
Amerika’nın bu içine düştüğü kaosu medyanın<br />
şekillendirdiği ortamı, siyasi yozlaşmayı bize<br />
o zamanın şartlarını en açık şekilde sunarak<br />
veriyordu. İşte belki de yeniden çevrimin en<br />
büyük talihsizliği burada. Obama yönetimind-
eki kapital sistemin medyayı tamamen ele<br />
geçirmiş büyük şirket patronlarının varlığı,<br />
otokontrolü, kimin üstte kimin altta olacağını<br />
belirleyen bir takım lobiler, isimler, liderler<br />
zaten bilindik olduğu için derine inse bile o<br />
etkiyi yaratamayacaktı. Bu nedenle 2014 versiyon<br />
Robocop medyanın gücünü, siyasetle<br />
olan ilişkisini çok yüzeysel bir şekilde veriyor.<br />
Ara ara televizyonda arz-ı endam eden Samuel<br />
L. Jackson’ın canlandırdığı Pat Novak, aslında<br />
medyanın Amerika’yı, siyaseti, ticareti nasıl bir<br />
beyin yıkama algısıyla yönettiğini gösteriyor.<br />
Kendi çıkarları doğrultusunda siyasi olguları<br />
bile alt edebilecek bu güç, bireysel silahlanma,<br />
Amerika’nın dış politikası ve hatta savaşa<br />
olan eğilimi bile etkileyecek derecede. Orijinal<br />
filmde bu çok daha derinden verilse de 2014<br />
versiyonu bizlere hiç yan çizmeden açık bir<br />
şekilde bunu söylüyor. İlk filmdeki memurların<br />
grevi, politika ve şirketlerin iç yüzü bu noktada<br />
günümüzün de bilinen gerçekleriyle seyirciyi<br />
fazla düşünmeye sevk etmeden veriliyor.<br />
Oysa ki büyük şirketlerin polis departmanı gibi<br />
halkın güvenliğini sağlayan bir birime kadar<br />
girmesi, dahası sırf para uğruna pek çok insan<br />
hayatını tehlikeye atabilecek kararlar ‘verilmesini’<br />
sağlaması devletlerin şimdiki acı durumunu<br />
yansıtmakta. Bu 80’ler döneminde ekonomik<br />
sallantı ve savaş dedikodularıyla tavan yapmış<br />
bir durumdu. Şimdiki olay örgüsü sadece bir<br />
haber başlığı kadar yavan kalıyor.<br />
Amerika’nın kendini yerdiği mi övdüğü mü tamamen<br />
filmi izleyenin algısına kalmış bir durum.<br />
Bir yanda insan hayatı, refahı, ülke için her şey<br />
yapılabilir algısı ile bir yanda insan hayatı oyuncak<br />
değildir, makineler güvenilmezdir algısı, bir<br />
yanda tv’de büyük bir gururla saf değiştirmekten<br />
gram çekinmeyen ‘Amerika dünyanın lideridir’<br />
diyen ve Amerikan bayrağını gözümüze sokan<br />
bir haber sunucusu. Tüm bunları topladığımızda<br />
aslında sokak hep aynı çıkmaza giriyor. Dönemler<br />
değişse de devlet içindeki yapılanmalar, karteller,<br />
şirket patronları ve mafya daima bir şekilde iç içe<br />
olacak ve aslında ‘insana’ sunulan her şey rant<br />
ve çıkar için yapılacak. 2014 yorumu ile bizlere<br />
sunulan Robocop her ne kadar keyifli bir seyirlik<br />
vaat etse de yukarıda saydığımız, altı kalın bir<br />
şekilde çizilmesi gereken günümüz sorunlarına<br />
çarpıcı bir şekilde değinmiyor ve orijinalinin gölgesinde<br />
kalan normal bir bilim kurgu-aksiyondan<br />
öteye gidemiyor. Yine de nostalji yapmak isteyenler<br />
için kaçırılmayacak bir fırsat.
Yakın bir zamanda Soğuk filmi ile bir Uğur Yücem<br />
filmi daha seyretmenin zevkine varacağız. Biz de ünlü<br />
sanatçıya teybimizi uzattık. Bakın neler neler dedi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Uğur Yücel çok önemli bir isim sinemamız<br />
için. Perdede geçmiş bir hayat var ortada. İlk<br />
önce tiyatro ve sinemada oyuncu olarak sevilen<br />
bir isimdi. Şimdiyse kararlı, derdi olan<br />
bir yönetmen. Yazı Tura ile yönetmen olarak<br />
kendini kanıtlayan Yücel son olarak Benim<br />
Dünyam filmiyle uyarlama senaryoda da ne<br />
kadar başarılı olduğunu gösterdi. Bu yıl içinde<br />
de Soğuk filmiyle izleyiciyle buluşacak. Kars’ta<br />
Rus hayat kadınlarının dramına, kendi toplumuzdaki<br />
bu yaraya dikkatleri çeken yönetmenin<br />
bu konuda söyleyecek çok şeyi var.<br />
Sizi filmin senaryosunu yazmaya iten şey neydi?<br />
Yazı Tura zamanı hikayeyi yazdım. Trabzon’ da<br />
bir kafeye götürmüşlerdi. Rus kızlar konsomasyon<br />
yapıyordu. Oralı gençler kızların takma<br />
isimlerini ve (Telefon Sveta, Gullit Alya. Kız<br />
esmer, rasta saçlı ve rus’ tu.. vb...) Özelliklerini<br />
anlatıp eğleniyorlardı. Bir Olga vardı. Birini<br />
işaret ettiler, Maşa. İrina’ da var mı diyince abi<br />
sana ikisi yetmedi bir de İrina istedin dediler.<br />
Gülünüyordu. Kimseyi istediğim yok. Buna da<br />
şaşıyorlar... Fakat benim içim kan ağlıyor. İrina’<br />
da var abi o geç gelir buranın en güzeli dediler.<br />
Ankara’ dan filan müşterisi varmış. Cehov’ un<br />
Üç Kız Kardeş oyunu okulda okuduğum ve çok<br />
etkilendiğim sahnelemek istediğim bir oyundu.<br />
Trabzon’ da Üç Kız Kardeş konsomasyona<br />
düşmüştü. Olga-İrina- Maşa... Kederlendim. Bu<br />
hikayeye oturdum.<br />
Son dönemde rus veya ukraynalı hayat kadınları<br />
ve bu durumun Türk toplumunun üzerindeki<br />
etkisini konu alan birçok film seyrettik. Sinema<br />
yaratıcılarının bu etkiye odaklanmasının sebebi<br />
sizce nedir?<br />
Gece hayatının her zaman sinemasal bir ca-<br />
zibesi vardır. Bir de Türkiye’ de inanılması güç<br />
hikayeler yaşanmış. Yeterince anlatılamadığı<br />
düşüncesindeyim.<br />
Film Kars’ta geçiyor. Doğu bölgesinde film çekmenin<br />
en zor tarafı nedir?<br />
Eksi 38 hava gördük. Artık üşüme bitiyor. Kemiklerin<br />
ağrıyor. Direğe çıkıp ışık asıyordu ışık<br />
ekibi gece, o havada. Sinemacılar ruhsal havayı<br />
yakalayınca canavarlaşıyor. Gece dışarda en<br />
az 6 saat çalıştık böyle bir gece... Araba takip<br />
sahnesi... Muazzam bir ekipti. Hepsine şükran<br />
duyuyorum.<br />
Kastı hazırlarken nelere dikkat ettiniz? Özellikle<br />
yabancı oyuncuları seçerken kriteriniz neydi?<br />
Oyuncuları yıllar öncesinden seçtim. Daha önce<br />
çekim aşamasına gelinip ertelenen bir film bu.<br />
Yabancı oyunculardan ikisi Moskova’ da biri<br />
burada yaşıyor. Onlar da, yerli oyuncular da,<br />
arkadaşlarım. Kendimi anlatabileceğim insanlarla<br />
çalışıyorum. Ruhları yüksek, sinema sever,<br />
zeki ve iştahlı oyuncuları buluyorum.<br />
Benzer bir konu olan Sev Beni filminin Rus<br />
yönetmeni yaşananların sebebini iki ülke<br />
insanının yaşadığı toplumsal sevgisizliğin dışa<br />
vurumu olarak yorumlamıştı bu konuda ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Gariptir bir çok özellikleriyle ruslarla ortak<br />
hislerde olduğumu fark ettim yıllar önce. Ruhsal<br />
olarak ayağa kalktığım, kederde buluştuğum ve<br />
aynı yerden konustuğumu düşündüğüm insanlar.<br />
Edebiyatlarıyla beraber başladı bu yakınlık.<br />
Filmde Rus kızlardan yanaydım. Onların acısına<br />
yandım. Üzerinde konuşucak olursam senaryoya<br />
kayacak dilim. Millet bir seyretsin... Toplumsal<br />
sevgisizlik yorumuna da katılıyorum. Ama benim<br />
burada maço ve kıyıcı erkek dünyasıyla derdim<br />
var. Bu ruhtaki insanlar sadece kadın konusunda<br />
değil siyaseten de bu ülkeyi çok kötü durumlara<br />
getirdiler. Yani benim de, özgürlük tutkulu öteki
insanların da kanını döktüler. Bu adamları<br />
devlet üretti. Yalan yanlış tarihimizle ruhlarına<br />
ırkçılık, bütün ötekilere nefret aşıladılar<br />
çocukların. Sevgisiz acımasız gençler oldu<br />
bunlar. Yazı- Tura’ dan beri bu meselelerle<br />
cebelleşiyorum.<br />
Ülkemizde cinsel devrimin yaşanmaması ve<br />
hala tabu olması Avrupa’da ise çöken ekonomik<br />
sistem, daha önce yaşanmış olan<br />
cinsel devrim ve değişen değer yargılarıyla bu<br />
noktaya gelindiğini düşünürsek. Bu iki kültür<br />
arasındaki çatışmanın size ne anlam ifade<br />
ettiğini yorumlar mısınız?<br />
Haydi eğlenceli cevap vereyim. Beyaz Ruslar<br />
1920 lerde İstanbul’ a kaçtıklarında Beyoğlu<br />
bambaşka bir hale bürünmüş. Çiçek pasajını<br />
açmışlar, bistrolar, kabareler sokaklara neşe<br />
getirmiş. Büyük hocalar müzik ve dans dersleriyle<br />
sosyetede heyecan yaratmışlar. Baronlar,<br />
baronesler doluymuş kafeler... Yine<br />
büyük aşklar yaşamışlar türk erkekleriyle rus<br />
kadınlar, ama ancak ayrılık sayılabilecek kadar<br />
acılar yaşanmış... Ki o zamanlar iç hastalığına,<br />
vereme yol açacak denli olurmuş ayrılıklar.<br />
Düşünün biriyle görüşüyormuş tabiri bile bir<br />
kadının sonu olduğu zamanlar. Rus kadınları<br />
herşeyi değiştirebilir. En başta erkekleri.<br />
Çok alımlı, kişilikli ve açık sözlüler. Vaktiyle<br />
İstanbul’ u renklendirmişler bahar getirmişler.<br />
Benzerini Trabzon’ da görmüştüm. Erkekler<br />
masadaki kız tuvalete gidecek olduğunda<br />
ayağa kalkıyor ve geri döndüklerinde tekrar<br />
hafifce yerinden doğrularak masaya alıyorlardı<br />
kızları. Kalkıp romantik danslar ediyorlar, çiçek<br />
veriyorlardı. Ama 90 lı yıllardan bu yana büyük<br />
acılarla biten aşklar fazla... Çok trajik!<br />
Filmin görüntü yönetmenliğinin çok iyi<br />
olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle kapalı<br />
mekan çekimleri baskın filmde. Çatışmalar ve<br />
olay örgüsü aslında kapalı mekanda geçiyor.<br />
Sinemasal olarak bu sizin tercih ettiğiniz bir<br />
şey mi?<br />
Üşümeyelim diye öyle yaptık. Şaka! İklim itibariyle<br />
zaten insanlar pek dışarıda olamıyorlar.<br />
Kars’ ta akşam saat beşte hayat bitiyor kara<br />
kışta... Olaylar kapalı mekanlarda cereyan<br />
ediyor. Ama filmin ruhu ve hayatın yansıması<br />
doğrultusunda hareket etti kameramız...<br />
Görüntü Yönetmeni Emre Tanyıldız’ da eski<br />
arkadaşım. Yazı- Tura’ ya da kameraman olarak<br />
katılmış ve dikkatimi çekmişti. Alacakaranlık’ ta<br />
da çalıştık. Bu filmde de iyi iş çıkardı. Hevesli,<br />
meraklı, zeki ve zevkli bir arkadaşım.<br />
Yönetmenlik, senaryo, oyunculuk bunların her<br />
biri farklı farklı özellikler gerektiriyor. Siz her<br />
birini yaptınız ve hala da hem oyuncu hem<br />
yönetmen olarak üretiyorsunuz. Bir filmi yönetmek<br />
ve oyuncu olarak yer almak zorlayıcı bir<br />
durum değil mi?<br />
Çok zor. İkisi de bambaşka kafalar. İki yüzlü.<br />
Biraz da ruhu sallayan bir durum. Ben kamera<br />
arkasında daha mutlu oluyorum. Çocuk gibi sevinçli,<br />
zıplaya oynaya çekerim filmi. Bütün ekip<br />
de o havada olur. Oyunculuk aslında ruhuma<br />
yatkın bir yer değil. Bu da şaka değil.<br />
Türk sinemasında politik film dediğimizde hala<br />
80 darbesini ve etkilerini anlatan filmler görüyoruz.<br />
Halbuki Türkiye son 15 yıldır birçok siyasi<br />
çatışmaya ve dönüşüme şahit olmuş bir<br />
ülke sinemamızın bu konuda tepkisiz kaldığını<br />
düşünüyor musunuz? Sizce bunun sebebi nedir?<br />
Esas geçen yüzyılın başından bu güne yapılmış<br />
katliamların, kara devletin, faili meçhul cinayetlerin<br />
konu edilmemesi daha derin bir konu.<br />
Esas o karanlık yüzyıla bakılmıyor. Son yıllarda<br />
yaşananlar çok hafif kalır onların yanında.<br />
80’lerde ve 90’ın ikinci yarısına kadar<br />
sinemamızda feminizmin etkili olduğu filmler<br />
var. Bunların en önemlilierinden Teyzem<br />
filminde de yer aldınız. Yıl 2014 kadın oyunculuklar<br />
anlamında geriye adım atıldığını<br />
düşünüyormusunuz? Bir kadın oyuncunun<br />
tutucu olması bu toplumsal yapıda anlaşılır olsa<br />
bile sinema sanatı ve kadın hakları adına bunu<br />
nasıl değerlendirmek gerekir?<br />
Atıf Abi gitti kadın filmleri bitti. (Teyzem’ i Halit<br />
Refiğ yönetmişti. Büyük bir ihtimalle Atıf Abinin<br />
başka işi vardı.) Atıf Abi kadınları çok severdi<br />
ve dert edinirdi. Kadın başrollü filmler çok az.<br />
Dünyada da böyle. Soğuk’ da aslında Rus<br />
kızların yanısıra Şebnem ve Ezgi’ nin karakterlerini<br />
de düşündüğümüzde kadın trajesidir.<br />
Neyse okuma biçimi işaret etmeyeyim. Herkesin<br />
çıkardığı sonuç farklı olabiliyor. Ben bu duyguyla<br />
yaptım. Ama bazı yorumları şaşırarak okuyorum.
Yılın ilk film festivali olması sebebiyle takipçileri için büyük önem<br />
taşıyan !f İstanbul bu sene 13. kez düzenlendi. 13 yıldır Toronto’dan<br />
Venedik’e, Sundance’den Cannes’a, dünyanın önemli festivallerinde<br />
büyük ilgi görmüş filmlerin Türkiye galalarının yapıldığı festival, bu sene<br />
de merakla beklenen filmleri vizyondan önce seyircilerle buluşturdu.<br />
UTKU ÖGETÜRK<br />
n Çok daha fazla sayıda film seyretme<br />
planıyla yola çıkmış olsam da !f İstanbul<br />
benim için az ama öz bir programla<br />
tamamlandı. Ölmeden Michel Gondry’i<br />
çıplak gözle görmek, Bencil Dev ve Çocukluk<br />
gibi şimdiden senenin en iyileri arasında<br />
yer alacak iki filmi herkesten önce seyretmek,<br />
Derinin Altında ve Öteki gibi sıra dışı<br />
filmleri deneyimlemek ve tabii ki 31 Mayıs<br />
akşamını bize tekrar yaşatarak içimizdeki<br />
biber gazı aşkını ortaya çıkaracak belgesellerden<br />
haberdar olmak paha biçilemeyecek<br />
bir deneyimdi. Üstelik günler geçtikçe<br />
Salon 1’deki anlamsız “cızırtılara” ve 4’teki<br />
havasızlığa dahi alıştığımı söyleyebilirim.<br />
Genel olarak özellikle büyük şehirlerde<br />
yapılan uluslararası festivallerdeki filmlerin<br />
kalitesi her geçen sene artıyor. Özellikle<br />
İstanbul Film Festivali ve Filmekimi’yle<br />
çıta iyiden iyiye yükselirken bağımsız filmler<br />
festivali, !f de bu konuda bu iki festivalden<br />
aşağı kalmıyor. Bu seneki filmleri<br />
değerlendirirken öncelikle “Açılış Filmi”<br />
başlığıyla sunulan Sınırsızlar Kulübü (Dallas<br />
Buyers Club)’nden başlayalım. Cafe<br />
de Flore ve C.R.A.Z.Y ile beğeni çıtamızı<br />
bir hayli yükselten Jean-Marc Vallée’nin<br />
son filmi Sınırsızlar Kulübü, 1986 yılında<br />
HIV enfeksiyonu kapan Ron Woodroof’un<br />
yaşanmış hikayesini konu alıyor. Açıkçası<br />
Oscar Ödülleri’nde de oyuncu kategorilerinde<br />
ödüllendirilen filmin birçok açıdan<br />
abartıldığını düşünüyorum. En azından<br />
festival boyunca çok daha iyi filmler<br />
seyrettiğimizi açıkça söyleyebilirim. Bu<br />
filmlerden bir tanesi hatta en önde geleni
hiç kuşku yok ki bir Dostoyevski uyarlaması olan<br />
Öteki (The Double). İngiliz yönetmen Richard Ayoade<br />
tarafından beyazperdeye uyarlanan film, ne tam<br />
anlamıyla bir uyarlama ne de başlı başına özgün bir<br />
yapım. Ayaode Dostoyevski’nin eserinden beslenirken<br />
yarattığı distopyayı masalsı bir anlatıyla<br />
harmanlıyor.<br />
Oscar Wilde’ın Bencil Dev’inde çocukların<br />
bahçesinde oynamasına izin vermeyen<br />
bir bencil devin öyküsü anlatılır. İngiliz<br />
yönetmen Clio Barnard’ın aynı isimli bu<br />
filminde hikaye çok farklıyken dünyasına<br />
bahar gelmeyen dev değil, çocuklardır.<br />
Kanımca festivalin en iyi filmi olan Bencil<br />
Dev (The Selfish Giant)’in etkisinden<br />
çıkmak için üzerinden uzun süre geçmesi<br />
gerekiyor. Dünyasına bahar gelmeyen<br />
çocukların hikayesinin anlatıldığı bir<br />
diğer film ise Kısa Dönem 12 (Short Term<br />
12). Geleceği belli olmayan çocukların<br />
içinde bulunduğu belirsiz durumu incelikle<br />
işleyen Destin Cretton senenin en iyi<br />
bağımsızlarından birine imza atmış. Kısa<br />
Dönem 12 ile birlikte 2013 yılında senenin<br />
en iyi bağımsızlarından biri olarak<br />
gösterilen diğer film ise hiç kuşku yok ki<br />
Şuan Muhteşem (The Spectacular Now)’di.<br />
Kısa Dönem 12 kadar başarılı olmasa da<br />
senenin öne çıkan bağımsızlarından olan<br />
filmin gerçekçi anlatımı seyirciyi etkilemeyi<br />
başarıyor.<br />
Hiç kuşku yok ki !f İstanbul Uluslararası<br />
Film Festivali’nin en sıra dışı deneyimi<br />
Derinin Altında oldu. Özellikle ana akım<br />
sinemanın getirdiği alışkanlıklar sebebiyle<br />
birçok izleyici tarafından sıkıcı bulunabilecek<br />
Derinin Altında, son yıllarda<br />
beyazperdede yaşadığımız en sıra dışı<br />
deneyimlerden biri oldu. Hipnotize edici<br />
bir güzelliğe sahip olan film kısaca, bir<br />
uzaylının, kadın bedenine bürünerek<br />
“yalnız” erkekleri avlamasını konu alıyor<br />
diyebiliriz.<br />
Ülkemizde vizyona girmesi yasaklanan<br />
Lars von Trier’in son filmi İtiraf (Nymphomaniac)<br />
ise iki bölüm halinde gösterildi.<br />
Her ne kadar filmi iki bölüm olarak<br />
değerlendirmek yanlış da olsa ilk bölüm<br />
Trier’e yakışır, ikinci bölüm ise vasat<br />
olarak tanımlanabilir. Sonunda yarattığı<br />
hayal kırıklığı da cabası olurken her şeye<br />
rağmen filmi beyazperdede seyredebilen<br />
şanslı seyirciler bu ayrıcalığı tatmış oldu.
Altın Portakal SİYAD En İyi Uluslararası Film<br />
ödülünün sahibi Tuhaf Kedicik (The Little<br />
Strange Cat) en az ismi kadar tuhaf bir deneyim<br />
olurken isminde kedi geçen bir başka<br />
yapım, Balık ve Kedi (Mahi va Gorbeh) ise<br />
birçok sinemasever tarafından festivalin en iyi<br />
filmi olarak anılıyor.<br />
Geride bıraktığımız yıl 31 Mayıs akşamı<br />
başlayan Gezi Parkı eylemleri sebebiyle<br />
“Direniş” temasının hakim olduğu festival<br />
dünyanın dört bir yanında benzer olaylara<br />
sahip olan film ve belgesellere de seçkisinde<br />
yer verdi. Otoriteryan Rusya’da sisteme karşı<br />
eylemler düzenleyen “Pussy Riot” isimli feminst<br />
aktivist grubun üç üyesinin Putin’i ve<br />
kiliseyi hedef aldıkları gösteriler nedeniyle<br />
demir parmaklıklar arkasına gönderilişlerini<br />
beyazperdeye aktaran Pussy Riot: Bir<br />
Punk Duası yaşananların gerçek yüzünü<br />
gösterirken; Hüsnü Mübarek’in devrilip yerine<br />
önce askeri baskıcı rejimin, sonrasında ise<br />
ihtilalden faydalanarak iktidara gelen Müslüman<br />
Kardeşler’in faşist yönetiminin hikayesini<br />
anlatan Oscar adayı Meydan, yakın zamanda<br />
yaşadıklarımıza o kadar yakın bir anlatı sunuyor<br />
ki salondan ürpererek çıkıyorsunuz.<br />
Son olarak festivalin en güzel sürprizi Kapanış<br />
Filmi Çocukluk (Boyhood)’u atlamamak gerekiyor.<br />
Richard Linklater’ın 13 seneye yayarak<br />
çektiği film, bir çocuğun küçüklüğünden üniversiteye<br />
girene kadar ki macerasını konu alıyor.<br />
Toplamda dört ana oyuncuyla çekilen Boyhood,<br />
akıp giden yılları öyle güzel özetliyor ki seyirci bir<br />
yandan iç geçirirken bir yandan da film süresince<br />
bir çocuğun büyüme sürecini birebir tanık oluyor.<br />
Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen Gümüş<br />
Ayı ödülünü kucaklayan Linklater aldığı ödülü<br />
sonuna kadar hak ediyor.<br />
Çoğu filme kavuşabilmenin tek yolu olan festivaller<br />
için emeği geçen herkese teşekkür etmek<br />
gerekiyor. Umarım ki on dördüncü festivalde<br />
daha fazla film, daha fazla sinemasevere, çok<br />
daha fazla şehre ulaşır.<br />
Festivalin En İyi 10 Filmi<br />
1- Bencil Dev<br />
2- Boyhood<br />
3- Balık ve Kedi<br />
4- Derinin Altında<br />
5- The Double<br />
6- Short Term 12<br />
7- Meydan<br />
8- Filth<br />
9- Night Moves<br />
10- Nymphomaniac
Daire filminin<br />
yönetmeni Atıl<br />
İnanç ve başrol<br />
oyuncusu<br />
Nazan Kesal ile<br />
hem filmlerini<br />
hem de<br />
sinema<br />
sektörüdeki<br />
çarpıklıkları<br />
konuştuk...
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sineması ve gelişimini değerlendirmek adına yaptığımız<br />
röportajları çok önemsiyorum. Çünkü bu röportajların bazıları samimi<br />
ve çok doğru saptamaların paylaşıldığı işler oluyor. İşte Daire<br />
filminin yönetmeni Atıl İnanç’ın cevapları bu tür saptamalarla dolu.<br />
Başrol oyuncusu Nazan Kesal de benzer saptamalarda bulundu.<br />
İşte o cevaplar...<br />
Senaryo nasıl ortaya çıktı?<br />
Atıl İnanç: Daire’nin senaryosu kişisel gözlemden çıktı. Her hikayeciye<br />
ilham veren büyük edebiyat eserlerinin neredeyse<br />
tamamında, olay örgüsü, birincil düzlemdeki hikaye ne olursa olsun,<br />
hikayenin anlattığı zaman ve mekanın toplumsal anatomisini,<br />
hatta otopsisini okuyabilirsiniz. Bahsettiğim türde eserler detaylı bir<br />
siyasi-iktisat okumasına ışık tutarlar. O coğrafyada, o esnada kimler<br />
çıkıyor, kimler iniyor, varsıllık nasıl paylaşılmış, vs. ‘Değişen Türkiye’<br />
diye tanımlanan realite sadece belli bir siyasal görüşe ya da<br />
geçmişe sahip zümreyle hesaplaşmakla yetinmedi, bunun ötesinde<br />
kültürel olarak burjuvalaşmaya yakınsayan bireyleri, başlarının<br />
çaresine bakması için ormana bırakılan sokak köpekleri gibi bir<br />
başlarına bıraktı, yok saydı, adeta cezalandırdı. Türkiye’de yoklukla<br />
sınanan kesimler kentsoylular değildi geçmişte. Ama şimdi böyle<br />
bir olgu yaşanıyor. Eğitimini aldığı mesleği yaparak yaşamaktan<br />
başka bir çıkış yolu olmayan bu bireyler, belki mahcubiyetten, belki<br />
de serzenişte bulunacakları bir muhatap görememekten dolayı<br />
çok dile getirmedikleri ciddi bir varoluşsal kriz yaşıyorlar. Kesintisiz<br />
olarak büyüdüğü ifade edilen, giderek zenginleştiği anlatılan bir<br />
coğrafyanın gelecekle ilgili en az umut taşıyan bireyleri, paradoksal<br />
biçimde, iyi eğitim sahibi, üniversiteler, hatta masterlar bitirmiş<br />
bir zümre. Bu tespiti sızlanma olarak niteleyip, burun kıvıranlar<br />
olabilir. Ama biz, Balzac’ın ya da Gorki’nin anlattığı türde bir sınıf<br />
devrimi yaşamadık, yaşamıyoruz. Yani belli bir siyasi söylemin<br />
diline doladığı gibi, eski muktedir sınıfın, acımasızca sömürdüğü<br />
imtiyazları kaybetmesi falan değil yaşanmakta olan. Asilzade soyundan<br />
kalan vişne bahçelerini yitirdiği için kendi trajedisine dertlenen<br />
bir aileden bahsetmiyorum. Ya da tahtı kaybettiği için deliren<br />
bir Shakespeare kahramanı da ağıtlar yakmıyorum. Edebiyat<br />
geleneğinde günün koşullarına bağlı olarak Aristokrasi, Burjuvazi,<br />
Küçük burjuvazi ya da proletarya ahlakı didik didik edilegelmiştir.
Toplumun genel sorunları genelde mazlum olan<br />
sınıfın, arsız olan sınıfın kurbanı olarak temellendirilir.<br />
Hele de dramada, burjuva genellikle açgözlü<br />
bir Venedik taciri gibi resmedilegelmiştir. Bu genel<br />
tasvir, tarihsel perspektiften bakınca çok da yanlış<br />
olmayabilir. Ama kentli fabrikatör Hulusi Kentmen<br />
kötü, köy kökenli şöförü iyi gibi bir sığ bir sınıf popülizmi,<br />
komedi Del arte geleneğinde kalsın artık. 16.<br />
Yüzyılda köy köy dolaşıp, feodal köylüleri hırstan<br />
aklını kaybetmiş burjuva Pantalone ile güldüren tiyatro<br />
kumpanyaları sınıf stereotipleri üzerinden filmler<br />
yapılıyor. Fotokopinin fotokopisinin hayaleti, yeni<br />
gerçekçilik diye hala drama sanatını ipotek altında<br />
tutuyor. Ben kendi adıma ilgilenmek istemiyorum<br />
artık bu klişelerle. Oyuncuya ‘Parayı beklerken ellerini<br />
ovuştur’ demek kadar sahte geliyor bana. Daire’de<br />
‘O şımarık burjuvalar da neler neler yaptılar. Oh<br />
olsun.’ diye yüreğimize su serpemeyeceğimiz bireylerden<br />
bahsediyorum. Hikaye buradan çıktı.<br />
Senaryoyu okuduğunuzda sizi etkileyen şey ne<br />
oldu?<br />
Nazan Kesal: İyi bir senaryosu var Dairenin.Çok<br />
sevdim.Senaryonun karakterler üzerinden kurduğu<br />
çelişkiler den etkilendim diyebilirim.Çelişkilerin<br />
üzerine yine de bir dünya kurmaya çalışan Feramus<br />
la Betül inadına hayata tutunmaya çalışmaları ve<br />
birtürlü yaşamamayan aşkları.<br />
Bazı karakterlere özel olarak hazırlanmak gerekir.<br />
Mesela tarihi bir şahsiyet veya özürlü birisi ama bu<br />
filmdeki kadın ile benzerlikleriniz var mesela tiyatro.<br />
Böyle bir role oyuncu nasıl hazırlanır? Filmdeki karakter<br />
ile sizin aranızdaki çizgiyi nasıl çiziyorsunuz?<br />
Nazan Kesal: Betül ile mesleklerimiz aynı ama özel<br />
hayatlarımız farklı. Ben o değilim yani. Oyuncu hangi<br />
rolü oynarsa oynasın rolle arasına ince bir çizgi<br />
çekmeli ki kendine dönüş yapabilsin. Başka türlü<br />
çıkılmaz işin içinden. Betül ü çok severek oynadım.<br />
Onun dünyasını anlamak güzeldi.<br />
Filmin senaryosu gereği oyuncu kadrosunun olayı<br />
içselleştirmesi çok önemli. Filmdeki karakterler<br />
aslında zor karakterler. Cast seçiminde böyle bir<br />
değerlendirmeniz oldu mu? Cast’ı hazırlarken en çok<br />
nelere dikkat ettiniz?<br />
Atıl İnanç: Daire’de rol alan oyunculara da, çalışan<br />
ekibe de gerçekten çok müteşekkirim. Film bittikten<br />
sonra ekibin ve cast’ın nasıl kurulduğu üzerine<br />
efsane esanslı methiyeler yazılır, söylenir. İşin<br />
bu kısmı bana hep magazin gibi gelmiştir. Sevgilinizle<br />
nasıl tanıştığınızı televizyona çıkıp, herkese<br />
anlatmak gibi. Bu tür romantik hikayelemelerde<br />
anlatabileceğiniz kısım kadar, anlatmadığınız pek<br />
çok şey de vardır. Mahremdir çünkü. Kısacası her<br />
cast çalışması gibi sürmesi gerektiği kadar sürdü ve<br />
birbirimizi bulduk. Bundan önemlisi birlikte ürettiğimiz<br />
film. Ama cast seçimi konusunda çok genel bir şey<br />
paylaşabilirim; pek çok meslekte şişmiş, kontrolden<br />
çıkmış bir ego yaptığınız işe doğrudan zarar vermeyebilir.<br />
Oyunculukta öyle değil. O sihirin, başarı<br />
ve ilgiye kendini fazla kaptırınca ölen bir yanı var.<br />
Set ya da sahne denilen savaş alanında insanın en<br />
kırılgan ve çıplak halini ortaya çıkarıp, canlı tutmanız<br />
gerekiyor. Tevazuunun erdeminden, sempatikliğinden<br />
bahsetmiyorum, hayalîliğinden bahsediyorum. Cast<br />
sürecinde en çok dikkat ettiğim konuların başında bu<br />
geliyordu. Sadece birlikte arama, deneme arzusu,<br />
huzuru ve güveni sağladıkları için bile çalıştığım<br />
oyunculara borcumu ödeyemem. Yönetmen belki her<br />
hangi bir izleyici gibi izleyebilmeli oyuncusunu. Ben<br />
öyle bakmıyorum birlikte üretme sürecine. Duygusal<br />
bir bağ kuramazsam ilgimi, heyecanımı kaybediyo-
um. O yüzden oyuncunun karakteri nasıl oynayacağı<br />
kadar, hiç bir şey oynamadığında ne hissettirdiğine<br />
de önem veriyorum. Kimseyle ‘o çok şöyle ama iyi<br />
oyuncu’ diye bir duyguyla çalışmak istemiyorum. O<br />
‘ama’ bağlacı eninde sonunda pişman ediyor çünkü.<br />
Filmin içinden bir insan olarak değil dışardan<br />
baktığınızda, kapalı olan bir havalimanının işletilmesi<br />
ama tiyatronun kapatılması size ne hissettiriyor?<br />
Nazan Kesal: Senaryosu güçlü ,derdi olan bir film<br />
Daire. Son derece absürd bir durum havaalanına<br />
uçak inmemesi. Hantal işlemeyen bir bürokrasinin<br />
hayatta ki karşılıklarını da görüyoruz. Devletin<br />
kendi misyonunu bireyden bağımsız, insan hayatı<br />
için değil sadece kendi varlığını idame ettirmek için<br />
sürdürdüğünü görmek, absürd bir durum. İşleyen<br />
bir tiyatronun kapatılması ,boş bir havaalanını<br />
memurlarıyla çalışıyormuş gibi görünmesi komik ama<br />
bir o kadar da trajik.<br />
Filmi 2013 yılında Adana Film Festivali’nde seyrettim.<br />
Bu durumda çekimler, senaryo yazım aşamasını<br />
düşündüğümüzde 2011’lere kadar geri gitmek gerekir<br />
diye düşünüyorum. Türkiye gibi gündemi çok<br />
çabuk değişen hatta toplumsal yapısı bile değişen<br />
bir ülkede mesajların güncel kalmasını nasıl<br />
sağlayabilirsiniz? Bu değişime rağmen filminiz<br />
bugünlerde yaşananlara da çok denk düşüyor.<br />
Bunu nasıl yorumlarsınız?<br />
Atıl İnanç: İnsanoğlu aslında başka canlı türlerinden<br />
çok farklı değil. Yüzbinlerce yıl öncesinden<br />
bir kedi bulup gözlemlesek, nasıl ki sıradan bir<br />
cihangir kedisinden farklı yürümeyecek, farklı<br />
uyumayacaktır. İnsan da, kendisine yakıştırdığı<br />
kesintisiz gelişim, değişim mitine aykırı olarak<br />
aslında sayısız defalar kendi kendisini tekrar eden<br />
sınırlı bir arzu, amaç, anlam, duygu havuzundan<br />
beslenen bir canlı. Mitolojiler ya da kutsal kitaplarda<br />
ki pek çok şahsiyetin arzularını, hırslarını,<br />
hikayelerini irdelediğinizde ya kapı komşunuzu,<br />
ya ailenizden birisini, ya da kendinizi bulabiliyorsunuz.<br />
Aristo Poetica’da hikaye sayısının sınırlı<br />
olduğundan bahsediyor. Aslında daha vahimi karakter<br />
sayısı limitli. Geleneksel drama bunu zaten<br />
sistematik olarak uygulayagelmiş. Belki modern<br />
oyunculuk ekolleri 20. Yüzyıl boyunca bu önermeye<br />
karşı savaştı. Tipleme gerçeği yansıtmayan<br />
bir maskedir vs. diye. Ama bu felsefik bir argüman<br />
değil, teknik, metodolojik bir tanım. Sadece Shakespeare,<br />
Moliere ya da Dostoyevski değil, pek çok<br />
tarihi metni neredeyse birebir bugüne adapte etmek<br />
olası. İçinde evrensel bir çatışma, mücadele mutlaka<br />
barındırıyordur. (Antik Yunan tragedyalarında ki<br />
insan ile tanrılar arasındaki çatışmaları bile insan–<br />
insan arasında diye adapte etmek mümkün.) Kendi<br />
edebiyatımızdan da günümüze adapte edilen işler<br />
oldu. Televizyon izleyen birisi değilim, o yüzden hiç<br />
birini seyrettim diyemem. Uşaklıgil, Halid Karay,<br />
Nuri Güntekin, onlarca yıl sonra plazaların, lüks<br />
restaurantların, güncel siyasi olayların içine koyup,<br />
çekiyorsunuz, temel hiç bir sorunsal, çatışma<br />
aykırı kaçmıyor. Kaçmaması aslında çok istisnai<br />
bir durum değil bence. İnsan Sisifos laneti gibi<br />
sonsuza kadar aynı taşı tepeye taşıyıp, duruyor.<br />
Pre-historik bir fotokopiyiz sanırım. Daire’nin genel<br />
hikaye hattı dışında, günlük hava durumunu isabetli<br />
bir şekilde yakalaması ise göstergelerin projeksiyonu<br />
yapmakla ilgili sanırım. Her yazı eyleminde<br />
karakterlerin parabol fonksiyonunu bir biçimde<br />
çıkartıyorsunuz. Dünyanın gelişmelerinin de belli<br />
bir parabol grafiği var. Çizgiyi devam ettirip, vardığı<br />
yeri okumak gerekiyor sadece.
Filmlerimizde ve toplumda kadınların rolleri çok belirli<br />
kocasına aşık, çocukları için herşeyi yapan insan tiplemesi.<br />
Ama hayatta aşk, duygu, nefret ve zayıflık gibi gerçekler<br />
de var. Bunların kadınlar üzerinden sinemada yeterince<br />
anlatıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Nazan Kesal: Yaşamdaki kadın algısı neyse Türkiye<br />
sinemasın da senaryolarda gördüğümüz o aslında. Arada<br />
çıkarsa ezber bozan kadın rolleri (Betül) kaçırmıyorum. Bu<br />
dünya da cesur, pişman, korkak sevgisiz, yalnız kadınlar<br />
da yaşıyor. İnsana ait tüm duyguları kadınlar da yaşıyor,<br />
sadece erkekler değil. Sinemamız her yerde olduğu gibi<br />
egemen erkek algısından kurtulacak diye umud ediyorum.<br />
Türkiye’de şehirli, taşralı insan ayrımı var. Birçok filmde de<br />
bu işleniyor. Ama odakta aslında hep taşralı söz konusu.<br />
Şehire ayak uydurmaya çalışan taşralı, şehirden kasabasına<br />
dönen taşralı... Sizin filminizde ise alttan alta şehirlerde<br />
yaşayan herkesin aslında şehirli olmadığı hissediliyor.<br />
Devlet-vatandaş ilişkisinde sizin filminizin özelinde bunun ne<br />
kadar etkisi var?<br />
Atıl İnanç: Bu sefer çizgiyi ileri değil, geriye doğru takip<br />
ettiğimizde hep keskin tartışmalara yol açan, bir dizi nahoş,<br />
acı gerçeğe varabiliyoruz. Belli bir ülkenin gen haritası<br />
çıkartılıyor, sanki ertesi gün ulus devlet yıkılacakmış gibi<br />
bir tablo çıkıyor ortaya. Her kolektif mit bir kurgu, bir mutabakat,<br />
bir masal. Birazcık sorguladığınızda konvansiyon<br />
yerle bir oluyor. Irk, köken, sınıf gibi macro diskurlarda<br />
olduğu gibi daha mikroskobik tasarımlarda da aynı şey<br />
geçerli. Hayatım boyunca ‘bizim aile bilmem nerenin umumhanesinden’<br />
çıkmadır diye bir tasvir duymadım. Herkesin<br />
geçmişi ya uzak bir vilayetin ya da en kötüsü bir mezranın<br />
ileri gelen bir ailesine dayanır. Vakt-i zamanında dedelerin<br />
4-5 köyü vardır. Geçmişe aidiyet lekesizdir, şimdiki zamanın<br />
talihsizliklerini bile affettiren kadim bir yücelik yatar orada.<br />
Kefaret ve romantizm vardır. Bir genelleme yapılabilir mi<br />
emin değilim ama en azından benim tanıdığım, bildiğim,<br />
dinlediğim aile tarihlerinde kırkökenlilikten kentliliğe geçiş<br />
hikayeleri oldukça tatsız, çıkar çatışmalı, utanç verici, hatta<br />
adli bir dizi şarta ya da olguya dayanabiliyor. Kentli-Taşralı<br />
çatışma düzlemi tüm hikaye anlatım geleneklerinde birden<br />
çok önemli meseleyi çarpıştırabileceğiniz, muhasebesine<br />
oturabileceğiniz, hesaplaşabileceğiniz mümbit bir alan<br />
olmuştur. Bu varoluşsal ayrım Sosyo-politik paradigmanın<br />
yüzyıllar süren evrimi ile sürekli mutasyona uğramış, tam<br />
kemikleşir gibi olduğunda yeniden mutasyona uğramış.<br />
Ayrışma, ötekileşme uzun sürmüş, olgunlaşmış. Üretim,<br />
tüketim, yönetim rollerinde, çatışmalarında sınıfsal kimlikler<br />
ve aidiyetlere evrilmiş. Halbuki bizde ki kentsoylu-kırsoylu<br />
ayrımı çok çeşitli nedenlerden ötürü muadil bir diyalektiğe
sahip değil. Benzer keskinlikte bir geçmişe, derinliğe,<br />
nedenselliğe dayanmıyor. Arzu film geleneğinde ki komik<br />
karakterler gibi birinci ya da ikinci kuşak kentsoylularız<br />
bizler. Kentli köylüyle tarihsel, sınıfsal bir hesaplaşmaya<br />
giremiyor ki. En derinlikli hesaplaşma, dedelerinin birbirlerinin<br />
tarlalarını nasıl gasp ettiği üzerinden oluyor. Tek<br />
sınıflı toplumda varsıllık üzerinden sözde bir sınıf çatışması<br />
illüzyonu kurgulanıyor. Çete kültürünü ve yavan ideallerini<br />
temsil eden hiphop söylemleri gibi aşağılık bir düzlemde<br />
çatışmalar. Şu kadar arabam olsun, bu kadar kadınla birlikte<br />
olayım boyutunda sanal sınıfçılık. İnsanın en soylu ideallerinden<br />
birisi olageldi sınıfsız bir toplum yaratmak. Bireye hak<br />
ettiği onuru iade etmek. Tarihsel olarak bunun mücadelesini<br />
vermiş toplumlarda ortaya çıkan şey, sınıflı toplumdan daha<br />
asil ve onurlu bir tablo olamadı maalesef. Yüz arabalı malikanesinde<br />
dansöz oynatan dolar milyarderi Rus veya Çin<br />
köylüsüne çıkmamalıydı o mücadeleler.<br />
Filmdeki karakterlerde zıtlıklar göze çarpıyor. Mesela sizin<br />
karakteriniz bir tiyatrocuyken ölü yıkayarak hayatını devam<br />
ettirmek zorunda kalıyor. Fatih Al’ın canlandırdığı karakter<br />
içine kapanık bir karakterken devlet ile uğraşmak zorunda<br />
kalıyor. Bu zıtlıklar bize ne ifade etmeli? Size ne ifade ediyor?<br />
Nazan Kesal: Rollerin içine itildiği bu çelişkili durumlar aslın<br />
da gerçeği daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Aynadaki<br />
buğu gibi herşey flulaşmış insan yaşamları. Topyekün bir<br />
kaosun içinde yaşıyoruz. Filmde o çelişkilerin varlığı gerçeği<br />
netleştiriyor .<br />
Filminizin karakterlerinin özelinde tezatlıklar çok baskın.<br />
Mesela Nazan Kesal’in canlandırdığı karakter, bir tiyatrocu<br />
ama ölü yıkıyor hayatını devam ettirmek için. Fatih Al’ın<br />
karakteri içine kapanık bir karakterken devlet ile bir uğraş<br />
veriyor. Bu tezatlar sizin sinemaya bakışınızın bir yansıması<br />
mı?<br />
Atıl İnanç: Çelişki, tutarsızlık, kontrast elbette herkesin dikkatini<br />
çeken, dengesini bozan, gözüne takılan bir uyaran.<br />
Sıradan olandan ayrıştığı için hikaye anlatımının temel<br />
unsurlarından biri. Bir adım ötesinde paradoks yatıyor, eğer<br />
mantıksal bir paradoks kurgulamayı başarabilirseniz. Mantık<br />
kurallarıyla çelişen ama doğru olan bir argüman yaratabilirseniz...<br />
Hayatta en sevdiği insanın, en belalı düşmanı<br />
olduğunu keşfeden bir kahraman gibi. Kendisinin katili olan<br />
bir kurban gibi. Sadece gözümüze, beynimize ilginç geldiği<br />
için değil, içinde hayata karşılık gelen hakikatler ihtiva ettiği<br />
için takılıp, kalırız paradokslara. Bazen senaryolarda fazla<br />
zorlanmış olur paradoks bulma çabası. Daire’de ben karakterlerin<br />
bir seçimi olarak kullandım bu çelişkileri. Üzerinde<br />
hiç bir kontrole sahip olmadıkları talihlerinin başlarına
getirdiği tezatlardan ziyade, karakterlerin bile<br />
isteye yöneldikleri tutarsızlıkları yazdım. Zira bu<br />
da gerçeği yansıtan bir insani durum. İnsanlar<br />
çok hayalkırıklığına uğradıklarında kendi hayvani<br />
ego’larının sesini dinlememeyi, onunla kavga etmeyi<br />
seçebiliyorlar. İstisnai bir durum değil bu.<br />
Filminiz gişe filminden çok bağımsız bir yapım.<br />
Hem salon bulmak hem de izleyici endişesi bu tür<br />
film yapanları nasıl etkiliyor?<br />
Atıl İnanç: Bence bu tür zorluklar altın değerinde.<br />
Bunlardan sızlanmak, şikayet etmek de bir o<br />
kadar kıymetli; şikayet etmeyi kınamıyorum.<br />
Öte yandan yapısal olarak gerçek anlamda<br />
bağımsız film (ya da hikaye anlatımının her türü)<br />
yapan herkesin en büyük destekçisi bu zorluklar<br />
ve engeller. Bu noktada, yaptığım işlere<br />
destek verenler kadar köstek olanlara, zorluk<br />
çıkartanlara da büyük bir teşekkür borçluyum.<br />
Yergi, ayıplama, küçümseme, hakir görme de en<br />
az övgü kadar motive edici güçler. Belki daha da<br />
güçlü. Bir yerinizin kırılmasından korkuyorsanız,<br />
dağcılık yapmazsınız. Belki de içten içe o efsane<br />
düşüşü beklersiniz bütün tırmanışlarda.<br />
Yergi ya da kayıtsızlıktan çekinen de bu böyle bir<br />
üretim biçimini seçmez, seçmemeli. Belki biraz<br />
Daire’deki karakterlerin ruhumdaki yansıması gibi<br />
olacak ama bu yaman çelişki iyidir, yapıcıdır ve<br />
gereklidir. Çatışma anlatmak üzerine kurulu anlatı<br />
geleneğini, hiç çatışması, mücadelesi, kavgası<br />
olmayan, huzurlu hayatlar yaşayarak yapmak<br />
isteyenler bana daha tuhaf geliyor.<br />
Bağımsız filmlerin önündeki engellerden TV<br />
dizileri sayesinde kurtulmaya çalıştığınız söylenebilir<br />
mi? Yani sinemanın olanaksızlıkları yüzünden<br />
dizilere yönelmiş olabilir misiniz?<br />
Atıl İnanç: Dizi izleyen birisi değilim. En son dizi<br />
izlediğim dizi Gecenin Öbür Yüzü’ydü sanırım.<br />
Okan Uysaler’in çektiği bir dizi. 87-88 yılları galiba.<br />
TRT tek kanal. Çocukken herşeye bakıyor<br />
ve neye ilgi duyup, neye duymadığınızı hemen<br />
anlıyorsunuz. Dizi denilen şeyi hiç bir zaman<br />
anlamadım. Aynı karakterler çok uzunca bir süre<br />
incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz<br />
amaçlarına ulaşmak için gayet sıradan, günlük,<br />
ilginç olmayan mücadelelere giriyorlar. Milyonlarca<br />
insan haftada bir o karakterlerin karşısına geçip,<br />
fena halde tahmin edilebilir küçük kurnazlıklarını<br />
izliyor. Gerçekten kibirle söylemiyorum bunu.<br />
İlgimi çekse, ruhumda bir yansıması olsa bayıla bayıla<br />
izlerim. Bunalıyorum dizi karşısında. Bir İngiliz sözü<br />
vardır, ‘Sosis ve Kanunların nasıl yapıldığını görseniz,<br />
bir daha ikisine de elinizi süremezsiniz’ diye. Biraz da<br />
öyle bir tarafı var. Üretim süreci zorlu olsun şikayet etmem.<br />
Ama ağır sıklet boksörle 7 yaşında bir çocuğun<br />
dövüşünü izlemek gibi. İnsanlık dışı bir tarafı var. İki<br />
yıldır çekmiyorum.<br />
Bağımsız sinemanın dertleri ortada. Buna rağmen<br />
sizin kaliteli ve derdi olan filmlerde oynamakta ısrar<br />
ettiğiniz görünüyor. Bu “Daire” den çıkış yolu olarak ne<br />
görüyorsunuz?
Nazan Kesal: Şu ana kadar oynadığım hiç bir<br />
bağımsız filmden pişmanlık duymadım. Seçimlerimle<br />
var oldum şimdiye kadar. Sinema benim için<br />
sanat, bu yüzden işin eğlence tarafı seçimlerimin<br />
dışında kaldı. Kalıcı olanın iyi sinemanın peşinde<br />
koşmaya devam edeceğim. Paradan çok yaratıcılık<br />
sorunu var bağımsız sinemanın, senaryo sorunu<br />
var, en önemlisi de salon sorunu.<br />
Yeşilçam’da oyuncular magazin dergilerinin<br />
yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi, şimdiyse<br />
daha çok dizilerden geliyor. Bunun dezavantajları<br />
olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Nazan Kesal: Oyuncuların sinemada keşfedilmesi<br />
için sinemanın endüstri olması lazım. Oysa,<br />
endüstri olabilmiş alan dizi sektörü. Bana garip<br />
gelmiyor. Şimdi ki zaman da bu böyle. İyi oyuncu<br />
kendini her yerde gösteriyor aslın da.<br />
Türk sinemasında Yeşilçam döneminde oyuncular<br />
daha çok magazin dergilerinin yarışmalarından ve<br />
tiyatrodan gelirdi. Böyle bir kaynak vardı. Şimdiyse<br />
daha çok dizilerden oyuncular çıkmaya başladı. Bunun<br />
dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Atıl İnanç: En iyi tweet senaryosu yarışması<br />
gördüm geçenlerde. 140 tane harfe sığdırılmış<br />
‘senaryoları’ yarıştırıyorlar. Yazarlar da artık ‘en<br />
iyi rizotto nerede yenir?’ türünde köşe yazıları<br />
yazan blogculardan çıkıyor. DJ aplikasyonu<br />
tadında kompozisyon programları ile bilgisayarın<br />
yaptığı müziği kendisi bestelediğine inanan müzisyenler<br />
çağındayız. En son grammy’yi izledim,<br />
1980’li yıllardan kaset yayını sandım. Sahneye<br />
çıkartacakları bir tane yeni müzisyen yok. İki robot<br />
kıyafetli adam çıktı, bütün ödülleri aldılar. Gerçekte<br />
varlar mı, yoklar mı kendileri de emim değil her<br />
halde. İki üç tane de saksıya işeyen, dilini ayak<br />
parmaklarına değdiren ergen star var. Dizilerden<br />
oyuncu çıkmış, çok mu? Yakında cep telefonu<br />
aplikasyonundan doktor çıkacak, olsun o kadar.<br />
Moliere zamanında oyuncuların kilise mezarlıklara<br />
gömülmeleri yasakmış, o derece küçük görülen<br />
meslek. Şimdi herkes oyuncu olma tutkusuyla yanıp<br />
tutuşuyor. Mesele hangi meslekten veya kökenden<br />
geldiği meselesi değil, ne amaçla geldiği meselesi.<br />
Mesele başkaları tarafından sevilmek, hayran olunmak<br />
açlığı. Rönesans döneminde kendi portelerini<br />
yaptırmak için paralar döken yeni zenginler gibi,<br />
oyuncu olmak için üste para ödeyen insanlar var<br />
artık. Amaç sıkıntılı.<br />
2014, sinemamızın 100. Yılı ait olduğunuz sinema<br />
sektöründe bunun yeterince anlaşıldığını düşünüyor<br />
musunuz? Bu sizi nasıl etkiliyor?<br />
Atıl İnanç: Ateşi, tekerleği buluşumuzun,<br />
klavsen’i icat edişimizin, 2. Görecelilik kuramının<br />
yıldönümlerini kutlamadığımız gibi sinemanın<br />
da 100. Yılını kutlamayabiliriz, uykularım kaçmaz<br />
açıkçası. Benim açımdan şekilcilik ilginç<br />
ama önemsiz bir şey. Öte yandan sinemanın<br />
bulunuşunun 1000. sene-i devriyesini kutlayan bir<br />
kavimin hikayesini anlatmak ilginç olabilir.
n Taner Alp, medya sektöründe uzun yıllar görev alan,<br />
dinamik, işini bilen, gerek dünya görüşü, gerekse mesleki<br />
ahlakı yüzünden takdirimizi kazanmış bir arkadaşımız. Bir<br />
kısa film festivalinde tanışmıştık. Açıkçası onun kısa film<br />
ve belgeselle uğraştığını çok geç öğrendim. Hemen belgeselini<br />
yollamasını ve kendisiyle bir röportaj yapacağımı<br />
söyledim. Sağ olsun kırmadı beni. İstanbul’un meyhane<br />
kültürüyle ilgili bir belgesel olduğunu öğrenince bir kez<br />
daha heyecanlandım. Zira alkol sınırlamalarının gündemde<br />
olduğu bugünlerde önemli bir belgeseldi “Bütün<br />
Meyhaneleri İstanbul’un”… İnternette izlemeniz mümkün.<br />
Belgeselin kanımca en önemli vurgusu şuydu… Bir<br />
meyhane sahibi, geçmişte, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i,<br />
memleket insanımızın hep birlikte, hiçbir sorun olmadan<br />
hoş sohbetlerle kadeh tokuşturduğunu söylüyor. Şimdiler<br />
için ne kadar da gerekli, ne kadar özlenilesi…<br />
Biraz kendinizden bahseder misiniz? Neler yapıyorsunuz?<br />
10 yıldır İstanbul’da yaşayan bir Ankaralıyım. İletişim okudum.<br />
Mezuniyetten itibaren habercilik mesleğine girdim ve<br />
hala sürüyor. Ama bütün iletişimcilerin olduğu gibi benim<br />
de kısa film, senaryo ve belgesel projeleri hep kafamın bir<br />
köşesindeydi. Meslekle eş zamanlı olarak zaman zaman<br />
kafamdan geçen kimi işleri de hayata geçirme şansım ve<br />
gayretim oldu. Ancak İstanbul’da yaşamaya başladıktan<br />
sonra kafanızın içinde farklı bir bilinç akışı gelişiyor. Ortaya<br />
çıkan bütün işler bu kentin büyüsü ve siyasi ağırlığı neticesinde<br />
çıktı diyebilirim. Çektiğim tek belgesel de dahil.<br />
Kısa filmlerim var. Bazı festivallerde gösterildi. Beni tatmin<br />
eden ve yapmak istediğim işlerdi. Hayatımın çoğunu<br />
meşgul eden habercilik mesleği ise bu işler için gereken<br />
zamanı çok fazla bırakmasa da zaman zaman besleyen<br />
ve ilham veren bir faktör haline dönüştü.<br />
İyi bir belgesel nasıl olmalıdır sizce? Sizin için belgesel<br />
sinemanın tanımı nedir?<br />
İyi belgesel kişinin inandığı ve anlatmak istediği bir işe<br />
girişmesiyle ortaya çıkar bana göre. Sinemadaki gibi ticari<br />
düşünerek ya da sipariş üzerine değil gerçekten anlatmak<br />
istediğiniz için anlatırsınız. Başkaları da bilsin öğrensin<br />
diye. Zaten sizin o konuya verdiğiniz bu önem başkaları<br />
tarafından da fark edilince iş amacına ulaşır. Başlangıçta<br />
klasik yapıdaki belgesellerde belki yine ülkelerin, şehirlerin<br />
ve insanların hikayeleri anlatılıyordu ama bu günümüzde<br />
başka bir boyuta geçti. Bir şeyleri anlatırken bunu sinematografik<br />
tonda anlatmak bence etkiyi çoğaltıyor. Son<br />
dönemde yeniden bir sadeleşme hali yaygınlaşsa da<br />
belgeselin de sinema sanatının önemli bir parçası olduğu<br />
unutulmamalı. Belgesel sinemanın tanımına gelince,<br />
bana göre hayatın ve olayların sinemacılar gözüyle, bütün
çıplaklığıyla, estetik bir kurgu ve yapı içinde<br />
anlatılmasıdır.<br />
İstanbul’un meyhanelerini konu alan bir belgesel<br />
çekmek nasıl geldi aklınıza? Neyi hedeflediniz?<br />
“Bütün Meyhaneleri İstanbul’un” sadece<br />
İstanbul’daki meyhane kültürünün ve orada<br />
hayatlarını geçiren insanların yaşama bakışlarının<br />
bende bıraktığı etkinin sonucu olarak değil, aynı<br />
zamanda çocukluğumdan itibaren oluşan bir<br />
birikimin sonucunda çıktı aslında. Oraları gezdikçe,<br />
o mekanların zamana ayak uydurmaya<br />
çalışmadıklarını ve tarihi dokularını koruduklarını<br />
gördüm. 2 yıl boyunca İstanbul’un en eski meyhanelerinden<br />
bilgi ve belge topladım. Eski kitap ve<br />
kaynaklardan yararlandım. Gördükçe, okudukça<br />
daha çok merak ettim. Ve onları yakından tanıdım.<br />
Bazılarının artık yaşamıyor olduğunu keşfettim.<br />
Teknolojik gelişmelerin zayıf olduğu 80’lerle zirvede<br />
olduğu 2000’ler arasında yaşamış olmak<br />
ve her ikisinin de tadını çıkarabilmiş olmak,<br />
galiba yaşam tarzları ile geçmiş ve yeni kuşaklar<br />
arasındaki farkları görebilmenizi sağlıyor. Bunun<br />
içki ve eğlence kültürüyle ilgili yansımaları bu belgeselde<br />
açıkça görülüyor aslında. Bu doğrultuda<br />
meyhane sahipleri ve müdavimlere sorduğum<br />
sorular ve aldığım cevaplarla, meyhanelerin hala<br />
var olan özellikleriyle içki ve sohbet kültürünün<br />
geçirdiği değişimi anlatmaya çalıştım. Aynı zamanda<br />
da eski müdavimlerinin eski hayatlarına<br />
ışık tutmak istedim. Ama en çok da eski neslin<br />
sadece yaşamak için yaşadığı gerçeğine vurgu<br />
yapmaya. İçkili sohbetlerin eğlenceli ve özel günlerde<br />
her zaman başrolde olduğu bir çocukluğun<br />
ardından, İstanbul’u tanımam ve tarihi meyhanelerin<br />
hikayelerinin geçmişte farklı şehirlerde<br />
gördüğüm yaşam tarzlarıyla örtüştüğünü<br />
keşfetmem, beni bu belgeseli yapmaya iten en<br />
önemli nedenlerden. Yani bu belgesel benim için<br />
aslında kendi kişisel tarihime de bir saygı duruşu<br />
niteliğinde.<br />
Belgeseliniz oldukça klasik bir yapıda. Ancak<br />
hiçbir zaman sıkıcılığa düşmüyor. İstanbul’un<br />
nasıl hızla değiştiğini, eskiden kavgasız dövüşsüz<br />
birlikte nasıl geçindiğimizi, mahalle kültürünün<br />
ne demek olduğunu, meyhanelerin sadece kafa<br />
çekmeye ya da eğlenmeye gelmemek olduğunu<br />
anlatan tespitlere de sahip. Zorlandığınız noktalar<br />
oldu mu çekimler sırasında?<br />
Kesinlikle oldu. Meyhanelerde çekim yapmanın<br />
zorlukları çok fazla. Mekan sahiplerinin en büyük<br />
endişesi müşterilerin rahatsız olabileceği ihtimali<br />
oldu. Bu yüzden zaman zaman boş masaları çekerek<br />
görsel olarak ağırlığı mekanın ruhunu yansıtan<br />
duvarlara verdik. Bir de işin iletişim tarafı var. Gerek<br />
meyhane sahipleriyle gerekse müdavimlerle bu işi<br />
yaparken de onların dilinden konuşmaya çalıştık.<br />
Masalarına oturduk. Ve bu daha kolay iletişim<br />
kurmamızı da sağladı. Klasik yapıya gelince... Artık<br />
çoğu belgeselde metin ve seslendirme bulunmuyor.<br />
Ama bu bir moda haline geldi diye gerekliliğine<br />
rağmen bundan vazgeçmek olmazdı. Oradaki hikayeleri<br />
anlatmamız gerekiyordu. Bunun için de anlatan<br />
bir ses olmalıydı fonda. Sorunun ilk bölümüyle ilgili<br />
de şunu söyleyebilirim. Meyhanelerin hikayesini<br />
anlatmak için yola çıktım ama galiba hangi konuyu<br />
hangi eksende işlemeye çalışsanız da bazı ülke
gerçeklerinden kaçamıyorsunuz. Günümüzde<br />
insanların her şeye, birbirine ve yaşanan acılara<br />
bile siyasi gözle bakıyor olması, meyhane sahipleri<br />
için de geçmiş zamanları özleten bir durum haline<br />
gelmiş. Çünkü zamanla değişen sadece içki ve<br />
eğlence kültürü olmamış, aynı semtte yaşayan,<br />
aynı mekanda yan yana masalarda içki içen<br />
müşteriler arasındaki ilişkiler, uyum ve ahenk de<br />
bu değişimden nasibini almış.<br />
Festivallere katıldınız mı bu belgeselle?<br />
İzleyenlerden nasıl tepkiler aldı?<br />
Yurt içinde ve yurtdışında çok sayıda festivale<br />
katıldım belgeselle. Amacım belgeselin insanlara<br />
ulaşmasını sağlamaktı. Yani bir aracı gibi. Festival<br />
macerasının ardından belgeseli çevremdeki insanlarla<br />
paylaştım. İzleyen insanlardan edindiğim<br />
izlenim, keyifle izlenen, onları geçmişe yolculuğa<br />
çıkartan ve İstanbul’a farklı bir gözle bakmalarını<br />
sağlayan bir çalışma olduğu yönündeydi.<br />
Bazılarında ise meyhaneye gitme isteği uyandırdı.<br />
Belgeselinizi henüz izleyemeyenler nasıl<br />
ulaşabilirler? Nereden seyredebilirler?<br />
Bununla ilgili henüz yapabileceğim bir şey yok. Ancak<br />
artık benim için arşive dönüşen bir iş olduğu için<br />
bir video paylaşım sitesinde paylaşabilirim. Örneğin<br />
Vimeo’ya belgeselin adını yazınca izleyebilirler.<br />
Şu an neler yapıyorsunuz? Yeni projeler var mı?<br />
Şimdiye kadar gerçekleştirdiğimiz irili ufaklı tüm<br />
projeler zaman içinde düşünsel boyutta olan ama<br />
birden bire netleşen ve hayata geçen projeler oldu.<br />
Şu anda da böyle düşünceler var. Yeni bir belgesel<br />
ve kısa film düşüncesi var. Bir de zaman zaman<br />
bana heyecanlı bir yazma süreci yaşatan ve ne<br />
zaman hayata geçeceğini bilemediğim uzun metraj<br />
senaryolarım var.