10.05.2016 Views

Cinedergi 68

Binder68

Binder68

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>Cinedergi</strong> yazarları 100 yılın 10 yönetmenini seçti<br />

n Bu ay biraz geç çıkıyoruz. Bunun en<br />

büyük sebebi 3 Mart’ta Oscar ödül töreni<br />

olmasıydı. Haliyle böyle büyük bir organizasyonu<br />

görmeden geçemezdik. Aslında<br />

bu durum biraz elimizi de rahatlattı. Bu<br />

sayede Lars Von Trier’in Nemfomanyak<br />

filminin yasaklanmasına karşı da tepkimizi<br />

koyma şansımız oldu. Böylesine gündemi<br />

değişen bir ülke olamaz. Biz bir sinema<br />

dergisi olarak bu gündemi takip etmekte<br />

zorlanıyorsak gazetelerin, aktüel dergilerin<br />

allah yardımcısı olsun. Bu yılın başında<br />

söylemiştik. Türk sinemasının 100 yılında<br />

bu yılın değerini anlatan bir dosyayı derginizin<br />

içinde yıl sonuna kadar bulacaksınız.<br />

Bu ay da Türk sinemasının 100 yılının en<br />

önemli yönetmenlerini seçtik. Bu listeye<br />

girmeyen ve listedekiler kadar değerli birçok<br />

yönetmenimiz olduğunu biliyoruz. Ama 12<br />

yazarımızın oylarından çıkan liste en azından<br />

bu yönetmenlerimizin hakkını teslim ediyor.<br />

Bu ay neredeyse her hafta üç Türk filmi<br />

vizyon alıyor. Biz de elimizden geldiğince<br />

yeni filmlerin peşinden gittik. Bizum Hoca<br />

filmini Cezmi Baskın anlattı. Mavi Dalga’nın<br />

yönetmenleri Zeynep Dadak, Merve Kayan,<br />

başrol oyuncusu Ayris Alptekin ile sinemada<br />

ve toplumun içinde kadının problemlerini<br />

konuştuk. Soğuk filminin yönetmeni Uğur<br />

Yücel ile çok keyifli bir röportaj yaptık. 5<br />

Nisan’da başlayacak İstanbul Film Festivali<br />

Ulusal Jüri başkanı Derviş Zaim ile hem yeni<br />

görevini hem festival sinemacı ilişkisini masaya<br />

yatırdık. Geçen ay vizyona giren Daire<br />

filminin yönetmeni Atıl İnanç ve başrol oyuncusu<br />

Nazan Kesal ile ay içinde muhteşem<br />

bir röportaj yaptık. Röportaj o kadar tatmin<br />

edici oldu ki sizle buluşturmasak ayıp olurdu.<br />

Dosyalarımız da sizleri bekler. 300<br />

Spartalı’dan yola çıkarak Başak Epik filmleri<br />

yazdı. Melis son günlerin fenomen filmi<br />

Nebraska’yı coşturdu. Murat Kızılca Won Kar<br />

Wai’nin Grandmaster filminden yola çıkarak<br />

Ip Man filmlerini topladı. Utku Ögetürk ise<br />

herkesi terse yatırarak Oscar alamayan efsane<br />

filmleri yazdı. Olay yönetmen Lars Von<br />

Trier Halil İbrahim Sağlam’ın kaleminden size<br />

geliyor. Egemen Tokatlıoğlu hayal kırıklığı<br />

yaratan yeni Robocop’ı eskisiyle karşılaştırdı.<br />

Banu Bozdemir kapak konumuz da olan<br />

Nemfomanyak’ın sansür meselesini açtı. Ve<br />

radikal kalem Deniz Uğur, onun için birşey<br />

diyemeyeceğim yazısını mutlaka okuyun.<br />

Sadece yazının başlığını söyleyim size yeter<br />

sanıyorum: Yüzde elliyi evde zor tutuyoruz...<br />

Portre sayfalarımızda Cate Blanchett ve<br />

Stellan Skarsgaard var. Dizidergi köşemiz<br />

ise her ay daha da gelişiyor. Yabancı dizi<br />

köşemiz Episode artık Şenay Tanrıvermiş’e<br />

emanet. Gizem Merve Kaboğlu ise Seda<br />

Sayan’a takmış, bu arada Ulaş İnan Torul,<br />

Nur Erkul ile Bir Yusuf Masalı’nı konuşmuş.<br />

Fırat’ın Uzunun Kısası köşesi, Utku’nun İf<br />

değerlendirmesi, vizyonlar, pekyakındalar<br />

onlar bunlar hepsi dergide sizi bekler.<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

Alper Turgut<br />

Başak Bıçak<br />

Gizem Merve Kaboğlu<br />

Merve Genç<br />

Egemen Tokatlıoğlu<br />

Deniz Uğur<br />

YAZARLAR<br />

Fırat Sayıcı<br />

Malis Zararsız<br />

Murat Kızılca<br />

Utku Ögetürk<br />

Halil İbrahim Sağlam<br />

Şenay Tanrıvermiş


Türk sinemasının 100. Yılını anan,<br />

hatırlayan ve değerinin anlaşılması için<br />

üsteleyen dergimizin bu ay ki dosyası<br />

100 yılın en iyi 10 yönetmeni...<br />

n 100. yılımızın 10 yönetmenini<br />

seçmek gerçekten<br />

sor iş. Birdolu hak eden<br />

isim dışarıda kalıyor. Bu<br />

listelerde olmayan bütün<br />

yönetmenlerden özür dilerim.<br />

Ama bir sinema dergisi<br />

olarak bu tür çalışmaları<br />

yapmalıyız. Biz 2014<br />

yılında her ay sinemamızın<br />

100 yılının değerini ortaya<br />

koyan bir dosya yapmaya<br />

kararlıyız. Bu ay da sıra<br />

yönetmenlerimize geldi.<br />

Ben listemi yaparken hem<br />

yeşilçam dönemini hem de<br />

200 sonrası sinemamızın<br />

etkili isimlerinden karma<br />

bir liste yapmayı doğru<br />

buldum. Listedeki bir<br />

isim beni çok zorladı.<br />

Benim için Otobüs filmi<br />

Türk sinemasının en iyi<br />

yapımıdır. Yönetmen Tunç<br />

Okan o tek filmle benim<br />

her listemde yer alır. Ama<br />

dert tek filmde kalması<br />

tabii. Keşke Otobüs’teki<br />

sinemasal bakışın ifadesi<br />

olan daha çok film seyredebilseydik.<br />

Buyrun yönetmen<br />

listelerine.<br />

EN ÇOK OY ALAN 10 YÖNETMEN<br />

Metin Erksan 12<br />

Lütfi Ö. Akad 11<br />

Nuri Bilge Ceylan 10<br />

Atıf Yılmaz 9<br />

Yılmaz Güney 9<br />

Ertem Eğilmez 9<br />

Reha Erdem 9<br />

Yavuz Turgul 8<br />

Zeki Demirkubuz 8<br />

Ömer Kavur 6<br />

*Yandaki numaralar oy veren 12 yazarımızdan<br />

kaç kişinin adayı seçtiğini gösterir


Halit Refiğ<br />

Lütfi Ömer Akad<br />

Metin Erksan<br />

Ertem Eğilmez<br />

Yılmaz Güney<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Tunç Okan<br />

Reha Erdem<br />

Semih Kaplanoğlu<br />

Derviş Zaim<br />

Yılmaz Güney<br />

Lütfi Ömer Akad<br />

Metin Erksan<br />

Atıf Yılmaz<br />

Ertem Eğilmez<br />

Ömer Kavur<br />

Yavuz Turgul<br />

Reha Erdem<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Derviş Zaim<br />

Yılmaz Güney<br />

Metin Erksan<br />

Lütfi Ömer Akad<br />

Atıf Yılmaz<br />

Şerif Gören<br />

Ertem Eğilmez<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Ezel Akay<br />

Reha Erdem


n Listeyi oluştururken yönetmenlere<br />

üç yönden yaklaştım: Cumhuriyet<br />

dönemi Türkiye’sinin tarihine paralel,<br />

toplumsal değişim ve dönüşümleri<br />

şaşmaz bir zamanlamayla ‘okuyan’ ve<br />

sinemasına yansıtan, aynı zamanda<br />

geliştirdikleri yeni anlatı biçimleriyle<br />

tüm zamanların klasikleri arasına<br />

yerleşen filmleri çekenler...Karmaşık<br />

ve harikulade bir yaratık olan insanı<br />

tanımaya, anlamaya dönük cesur<br />

işlere imza atanlar...Tek bir filmiyle<br />

sinemamızda kalıcı, etkili, sağlam iz<br />

bırakanlar. Kuşkusuz, onlarca yönetmeni,<br />

nüanslarla dışarıda bırakmak<br />

zorunda olduğum bir liste oldu; ancak<br />

sinemamızı en geniş perspektifte<br />

yansıtmasına dikkat ettim.<br />

Atıf Yılmaz<br />

Halit Refiğ<br />

Levent Semerci<br />

Lütfi Ö. Akad<br />

Metin Erksan<br />

n 100 yıllık tarihimizin yönetmenleri<br />

arasında gezintiye<br />

çıkınca elbette kuşakları gözlemlemek<br />

şart hale geliyor.<br />

Muhsin Ertuğrul’un öncülüğü<br />

bir tarafa, Sinemacılar<br />

Kuşağı’nın en önemli figürleri<br />

Ömer Lütfi Akad ve Metin<br />

Erksan ilk bakışta akla gelecek isimler,<br />

onları da az farkla Halit Refiğ izliyor. Türk<br />

Yeni Dalgası’nda ise Yılmaz Güney’in<br />

getirdiği atılımı en iyi değerlendiren isim<br />

Ömer Kavur idi. 90’larda Yeni Yönetmenler<br />

Kuşağı’nın can simidi Reha Erdem ve Nuri<br />

Bilge Ceylan özellikle evrensel kriterler<br />

konusunda da değerli birer ‘auteur’ kimliği<br />

yarattılar. Bu ekolden Demirkubuz onların<br />

hemen arkasına yerleşirken, 2000’lerde<br />

özellikle ‘minimalist yönetmenler’in ikinci<br />

kuşağına girebilecek Semih Kaplanoğlu ve<br />

Tayfun Pirselimoğlu yavaş yavaş üzerine<br />

koyarak dikkat çekti. Onur Ünlü ve Taylan<br />

Kardeşler ise en belirgin farkı yaratan<br />

isimler oldu. Kısacası jenerasyonlara<br />

bakınca an itibarıyla 10 isimlik böyle bir<br />

hakkaniyetli liste oluştu.<br />

Muhsin Ertuğrul<br />

Ömer Lütfi Akad<br />

Metin Erksan<br />

Yılmaz Güney<br />

Ömer Kavur<br />

*Not: Liste yönetmenlerin doğum tarihine göre kronolojik düzenlenmiştir.


Nuri Bilge Ceylan<br />

Ömer Kavur<br />

Tunç Okan<br />

Yavuz Turgul<br />

Yılmaz Güney<br />

n Editörüm (Serdar<br />

Akbıyık) “en iyi 10”<br />

yönetmen listesi istiyor.<br />

Açıkçası benim için<br />

100 sayısı bile böyle bir<br />

listeyi kısır bırakacak<br />

çünkü sinemanın<br />

tarihi boyunca dünya<br />

sinemasında filmlerini<br />

çok sevdiğim bir<br />

sürü yönetmen var.<br />

Tek bir coğrafyanın sinemacılarını bilen, onlardan<br />

başkasını kıymetsiz bulan bir eleştirmen değilim,<br />

o yüzden kafamdakinin en daraltılmış hali olan bu<br />

“10 yönetmen” listesi için beni bağışlayın.<br />

Reha Erdem<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Semih Kaplanoğlu<br />

Onur Ünlü<br />

Metin Erksan,<br />

Ertem Eğilmez,<br />

Atıf Yılmaz,<br />

Lütfi Ömer Akad,<br />

Yavuz Turgul,<br />

Zeki Ökten,<br />

Tunç Okan,<br />

Zeki Demirkubuz,<br />

Nuri Bilge Ceylan,<br />

Derviş Zaim,


n Sinemamızın yüzüncü yılı sebebiyle<br />

seçtiğim 10 Türk yönetmenin<br />

tamamının Yeşilçam yıllarına ait<br />

olması günümüzde iyi bir yönetmen<br />

yok mu sorusunu akıllara<br />

getirebilir. Doğrudur; hala bir Metin<br />

Erksan, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz,<br />

Ertem Eğilmez vb. gibi hem iyi hem<br />

de her kesime hitap eden filmler<br />

çekemiyoruz. Nuri Bilge Ceylan<br />

ya da Zeki Demirkubuz elbette iyi<br />

yönetmenlerdir ancak belli bir kitleye<br />

hitap eden iyi filmler yapmak<br />

tek başına yeterli olmuyor bence.<br />

Dilerim bir gün Yeşilçam’ın da<br />

ötesine geçen filmler çekebiliriz.<br />

Sinema ancak halkın desteğiyle<br />

gelişebilir, unutmayalım.<br />

Metin Erksan<br />

Yılmaz Güney<br />

Atıf Yılmaz<br />

Ertem Eğilmez<br />

Lütfi Ömer Akad<br />

n <strong>Cinedergi</strong>’nin Türk Sineması’nın 100.<br />

yılı eylemleri devam ediyor. En İyi 20 Türk<br />

Filmi listesinden sonra sıra geldi bu filmleri<br />

yaratan isimlere. Karanlık bir salona doluşan<br />

seyircilere, birbirinden farklı bir dolu hikâye<br />

anlatıldı yüz yıl boyunca. Kimi anlatıcıları<br />

seyirci çok sevdi, baş tacı yaptı, kimilerine<br />

sırtını döndü belki. Kimileri yurt dışında da<br />

çok büyük övgülere mazhar oldu, bir kısmı<br />

görmezden gelindi. Velhasıl her yönetmen<br />

iyi ya da kötü bir iz bırakıp geçti ya da<br />

bırakmaya devam ediyor. Ben de hayatıma<br />

etki edenler arasından öne çıkan on tanesini<br />

sıraladım Yüz Yılın En İyi 10 Türk Yönetmeni<br />

listesini oluştururken. Önümüzdeki yıllarda<br />

böylesi listelere girmeyi hak edecek yeni<br />

yönetmenlerimizin de sinemamıza katkıda<br />

bulunması umuduyla…<br />

Metin Erksan<br />

Yılmaz Güney<br />

Lütfi Ö. Akad<br />

Zeki Ökten<br />

Ertem Eğilmez


Yavuz Turgul<br />

Şerif Gören<br />

Memduh Ün<br />

Halit Refiğ<br />

Zeki Ökten<br />

n En iyi Türk yönetmenler<br />

diye düşününce<br />

aslında önce “amaan,<br />

ne varsa eskilerde<br />

var, hep eski isimlerle<br />

doldururum listemi”<br />

diye düşündüm ama<br />

öyle olmadı pek, Zeki<br />

Demirkubuz, Reha<br />

Erdem gibi isimler<br />

bana göre gerçekten<br />

ümit verici yetenekler. İlk filmini çekmiş<br />

olup devamını henüz göremediğimiz<br />

yönetmenlerden de favorilerim var ama<br />

onların filmografileri biraz dolmadan bu<br />

listeye almak istemedim, mesela Erdem<br />

Tepegöz, Seren Yüce, Çiğdem Vitrinel, Ali<br />

İlhan, Caner Erzincan…Son olarak da ilk<br />

filmini çektikten sonra ikincisini hazırlarken<br />

kaybettiğimiz sevgili Ahmet Uluçay’ı rahmetle<br />

anmak istiyorum. Eminim yaşasaydı<br />

bizi yine çok sıcak, samimi ve doğal filmlerle<br />

gururlandıracaktı.<br />

Atıf Yılmaz<br />

Yavuz Turgul<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Reha Erdem<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Yılmaz Güney<br />

Ertem Eğilmez<br />

Çağan Irmak<br />

Yavuz Turgul<br />

Reha Erdem<br />

Ömer Kavur<br />

Metin Erksan<br />

Erden Kıral<br />

Ömer Lütfi Akad


n Türk Sineması geçen zamanla<br />

birlikte yönetmenlerin farklı bakış<br />

açısı, farklı değerlendirmeleri<br />

ile çeşitlenmeye başlamış bu<br />

çeşitlenme ile birlikte insan olgusunun<br />

ne kadar farklı pencerelerden<br />

yorumlanabildiğini ortaya<br />

koymuştur. Git gide açılan bu yelpaze<br />

ile sinemamız tür açısından, insana<br />

bakış, günümüz sorunlarını dile<br />

getiriş açısından da farklı yorumlamalara<br />

açık hale geliyor. Dünya sineması<br />

içerisinde gittikçe yükselen bir değer<br />

haline gelen sinemamızın 100. Yılını<br />

kutladığımız şu günlerde, olayların biraz<br />

daha farkında olmak, sinemamızın<br />

değerini biraz daha iyi anlamamız<br />

gerekiyor.<br />

Metin Erksan<br />

Ömer Lütfi Akad<br />

Halit Refiğ<br />

Şerif Gören<br />

Ömer Kavur<br />

n Sinema tarihimize göz attığımız zaman<br />

Türkiye Sineması’nın yükseliş gösterdiği<br />

dönemler kadar dibe vurduğu dönemleri<br />

de görmek mümkün. Bu doğrultuda<br />

yükselişe geçtiği dönemlerde cesur<br />

yönetmenlerimizin imza attığı başarılı<br />

işler sinemamızın gelişmesine büyük<br />

katkı sağlamış olsa da özellikle yakın<br />

dönemde film sayısındaki artış kalitenin<br />

artmasından ziyade düşmesine sebep<br />

oluyor. Lakin, geriye dönüp baktığımızda<br />

geçmişten günümüze çok büyük yönetmenlerin<br />

ülke sinemamız adına büyük<br />

izler bıraktığını görmek mümkün. Atıf<br />

Yılmaz’dan, Ertem Eğilmez’e, Metin<br />

Erksan’dan Yılmaz Güney’e unutulmaz<br />

yönetmenlerin genç yönetmenlere örnek<br />

olmasını dilerim.<br />

Atıf Yılmaz<br />

Derviş Zaim<br />

Ertem Eğilmez<br />

Metin Erksan<br />

Nuri Bilge Ceylan


Ertem Eğilmez<br />

Atıf Yılmaz<br />

Yavuz Turgul<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Reha Erdem<br />

n Türk sinemasının 100 yılı içerisinden en<br />

iyi 10 yönetmen seçmek elbette çok zor<br />

bir durum. 100 yılda sinemamıza katkısı<br />

büyük sayısız yönetmen mevcut fakat<br />

kimi yönetmenler var ki sinema tarihimizde<br />

dönüm noktaları oluşturmuştur,<br />

kimileri de hak ettiği değeri görememiştir.<br />

Herhangi bir sıralama yapmaksızın Türk<br />

sinemasının gelişimine en çok katkı<br />

sağladığını düşündüğüm 10 yönetmen<br />

listemi oluşturdum.<br />

Reha Erdem<br />

Zeki Ökten<br />

Yavuz Turgul<br />

Yılmaz Güney<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

Metin Erksan<br />

Zeki Demirkubuz<br />

Atıf Yılmaz<br />

Ömer Kavur<br />

Ömer Lütfi Akad<br />

Reha Erdem<br />

Halit Refiğ<br />

Ertem Göreç<br />

Duygu Sağıroğlu


Lars Von Trier’in toplam uzunluğu<br />

beş saati bulan Nymphomaniac / İtiraf<br />

filmini !f’ten ve vizyondan önce izleyiverdik<br />

ama oto-sansürlü halini.<br />

Biliyorsunuz vizyon ve festival bazen<br />

farklı işliyor. Festivalde sansürsüz<br />

izlediğimiz filmler vizyonda sansürleniyor<br />

ya da en üst sınırda +18 olarak<br />

vizyona giriyor. Ama İtiraf için oto sansürsüz<br />

girmek demek hiç vizyon yüzü<br />

görmemek demek olduğu için peşinen<br />

oto sansürlü kopyayı sokmuşlar filmin<br />

dağıtımcısı olan Özen ve Umut Sanat<br />

Filmcilik. Filmde ereksiyon görüntülerini<br />

buzlanmış bir halde izledik ama<br />

kadın cinsel organına yönelik herhangi<br />

bir buzlanma yoktu, sanırım o konuda<br />

bir sansür yok. O ayrı bir konu tabii<br />

ama dediğim gibi yapımcı buzlu ve buzlu<br />

olmayan versiyonlar hazırlamış ve<br />

onları ülkelerin durumuna, festivallerin<br />

algısına göre servis ediyor. Bu zaten<br />

başlı başına bir sansür yani oto sansür<br />

olarak görülen şey, sonrasında tamamen<br />

sansürü dayatıyor. Çünkü dayatılan algı<br />

Ben bu yazıyı yazdım ki, filme<br />

‘vizyona giremez kararı çıkmış…<br />

Alt kurul, üst kurula devretmiş<br />

oradan da ret cevabı çıkmış..<br />

Ben iyi niyetli bir yazı yazmışım<br />

halbuki, buzlandı ve vizyona<br />

öyle girecek diye!


sonucu yapımcılar olmasa bile dağıtımcılar filmlere<br />

oto sansür uygulayarak vizyona sokacak gibi<br />

görünüyor. Bu da bayağı büyük bir sorun!<br />

Cennetin Düşüşü…<br />

Haziran 2013’te Gezi Parkı’nda başlayıp tüm<br />

Türkiye’ye yayılan Gezi Direnişi’ni anlatan Cennetin<br />

Düşüşü belgeselinin yapımcısı Hakan Alak<br />

ile konuştum. Film bu ay vizyona girecekti ama<br />

vazgeçmişler. Aslında vizyona girse, gösterilse<br />

iyi olurdu. Bu durumda festivallere iş düşüyor,<br />

Mısır’dan gelen Meydan belgeseli süreci içinden<br />

çeken çok başarılı bir anlatım, o bu ay vizyonda.<br />

Mutlaka izleyin. Cennetin Düşüşü ise internet vs<br />

üzerinden dağıtıma girecek ve DVD’si çıkacakmış.<br />

Umarım çok pahalıya satılmaz da herkesin ruhuyla<br />

sahiplendiği o günler herkes tarafından izlenebilir.<br />

Adalet vurgusunu öne çıkaran Cennetin<br />

Düşüşü belgeselini, Asi Ruh ve Hile Yolu’nun da<br />

yönetmenliğini üstlenen Ersin Kana Yönetiyor.<br />

Belgeselin yapımcıları arasında Avukat Efkan<br />

Bolaç da var. Gazın içinde dakikalarca kalan kızın<br />

çığlıklarına dikkat!<br />

Sinema salonu mu sallanan yatak mı?<br />

Şimdi salonlardan, konforundan, eskisinden yenisinden<br />

konuşmayı çok severiz ya… Galiba kendini<br />

bu kadar yenilemesine, dekor değiştirmesine<br />

rağmen yenilenmeyen tek salon Cinemaximum<br />

Fitaş. Kendisini son yıllarda !f İstanbul nedeniyle<br />

çok fazla ziyaret eder olduj. Başik gibi sallanan<br />

koltuklarında adeta film izlemeyin de uyuyun<br />

der gibi muamele görüyoruz. Biraz daha sallansa<br />

arka koltuğa yatacak denli esnek olanları<br />

var. Bu durumda film izlerken kimi zaman<br />

sallanmaktan, kimi zaman altyazıya odaklanamamaktan<br />

film de heder oluyor. O yüzden @<br />

dirensinema köşemde seyircisini memnun edemeyen<br />

salonların da olmasını istiyorum. Aynı<br />

sorunu Beyoğlu Sineması’nda da yaşıyoruz<br />

ama onu sineye çekmesini de biliyoruz. Ama<br />

bir zincirin bir parçası olmuş Beyoğlu Cinemaximum<br />

Fitaş’a yakışmıyor gerçekten de<br />

böyle koltuklar!<br />

Mahsun Kırmızıgül son filmi Mucize’nin çekimlerini<br />

tamamlamış. Talat Bulut, Şenay Gürler<br />

ve Sinan Bengier gibi isimlerin olduğu filmle<br />

ilgili konuşma yasağı yemeleri de bir sansür<br />

değil mi? Düşünsenize bir filmde oynuyorsunuz<br />

ama tek kelime edemiyorsunuz.<br />

Neden? Çünkü sizinle sözleşme imzalanıyor,<br />

konuşmayacaksın deniyor ama siz filmin<br />

oyuncusu olarak lanse ediliyorsunuz . Bu bana<br />

garip geliyor hatta bir sürü oyuncunun bu<br />

konuyu çok fazla ciddiye aldığını görebiliyorum.<br />

Mahsun Kırmızıgül’ün tarzı da bu olsa gerek<br />

ne diyelim ama diren sinemalık bir mevzu<br />

olduğunu da düşünmeden edemiyorum!


Yönetmen: Marc Webb<br />

Senaryo: Stan Lee, Alex<br />

Kurtzman, Steve Ditko<br />

Oyuncular: Emma Stone,<br />

Jamie Foxx, Andrew Garfield,<br />

Paul Giamatti, Stan Lee<br />

Konu: 2012’de büyük sükse<br />

yapan İnanılmaz Örümcek<br />

Adam’ın devam filmi olan<br />

The Amazing Spider-Man<br />

2’de Peter Parker’ın işi hayli<br />

zor ve her günü yoğun. Zira<br />

Örümcek Adam olarak kötü<br />

adamların peşini bırakmıyor.<br />

Ama bir yandan da büyük<br />

aşkı Gwen’e zaman ayırmaya<br />

çalışıyor. Lise mezuniyeti ise<br />

henüz ufukta görünmüyor.


Yönetmen: Justin Chadwick<br />

Senaryo: William Nicholson<br />

Oyuncular: Idris Elba, Naomie Harris,<br />

Mark Elderkin, Robert Hobbs, Theo<br />

Landey<br />

Konu: Mandela, henüz genç bir hukuk<br />

öğrencisiyken, politikaya duyduğu<br />

büyük ilginin sonucunda Güney<br />

Afrika’da demokrasinin en önde gelen<br />

savaşçılarından biri olur. 1964 yılında<br />

çarptırıldığı hapis cezasıyla birlikte<br />

kontrol altına alınsa da 27 yılın ardından<br />

özgürlüğüne kavuştuğunda mücadelesine<br />

devam eder. 1993 yılında Nobel<br />

Barış Ödülü’ne layık görülen Mandela,<br />

bir yıl sonra ülkenin ilk siyahi başkanı<br />

olarak göreve gelir.<br />

Yönetmen: Gareth Evans<br />

Senaryo: Gareth Evans<br />

Oyuncular: Iko Uwais, Yayan Ruhian,<br />

Julie Estelle, Kazuki Kitamura,<br />

Ryuhei Matsuda<br />

Konu: Jakarta’nın şiddet ve suç<br />

dolu sokaklarına geri dönüyoruz!<br />

İlk filmdeki ‘baskın’ın ardından iki<br />

saat geçmiş ve Rama ailesini korumak<br />

için her şeyi riske atmıştır.<br />

Kurnazlığını ve savaş yeteneklerini<br />

kullanarak, polisin kovalamaya<br />

cesaret edemediği suç çetesinin<br />

içerisine sızmıştır. Ailesinin tamamen<br />

kurtulmasını sağlayacak olan<br />

şey ise bir kez daha kanlı savaşın<br />

ortasına atılmaktır. Bir kez daha<br />

yeni temaslarda bulunur ve polis<br />

departmanının içerisindeki<br />

yozlaşmayla karşılaşır.


Yönetmen: Anthony Russo, Joe Russo<br />

Senaryo: Christopher Markus, Ed Brubaker<br />

Oyuncular: Scarlett Johansson, Samuel L. Jackson,<br />

Chris Evans, Cobie Smulders, Sebastian<br />

Stan<br />

Konu: S.H.I.E.L.D. üyesi bir arkadaşı saldırıya<br />

uğrayınca Steve, dünyayı tehlikeye atan bir entrika<br />

ağının içine çekilir. Kara Dul (Black Widow)<br />

ile güçlerini birleştiren Kaptan Amerika, kendisini<br />

susturmak için gönderilen profesyonel katillerle<br />

savaşırken bir yandan da giderek genişleyen bir<br />

komployu ortaya çıkarmak için çabalamaktadır.<br />

Bu kötü niyetli oyunun foyası meydana çıkınca<br />

Kaptan Amerika ve Kara Dul yeni arkadaşları<br />

Falcon’dan yardım isterler.


Yönetmen: Darren Aronofsky<br />

Senaryo: Darren Aronofsky<br />

Oyuncular: Emma Watson, Russell<br />

Crowe, Anthony Hopkins,<br />

Jennifer Connelly, Logan Lerman<br />

Konu: Ölümcül bir sel felaketi<br />

dünyadaki tüm yaşamı<br />

tehdit ettiğinde Hz. Nuh<br />

Tanrı’dan aldığı kutsal bir emir<br />

doğrultusunda bir gemi inşa<br />

etmeye başlar. Bu devasa gemiye<br />

her canlı türünden örnekleri<br />

alarak insan ve canlı hayatının<br />

devamlılığını emniyet altına<br />

alacaktır. Öncelikli amaçlarından<br />

bir diğeri de eşi Naamah ile<br />

oğulları Ham, Shem ve arkadaşı<br />

Ila’nın hayatlarını kurtarmaktır.<br />

Yönetmen: Carlos Saldanha<br />

Senaryo: Carlos Saldanha<br />

Seslendirenler: Anne Hathaway, Jamie Foxx,<br />

Jesse Eisenberg, Leslie Mann, Jake T. Austin<br />

Konu: Rio 2′de, Blu, Jewel ve üç çocuğunu<br />

sihirli bir şehirde harika bir ev hayatı<br />

yaşarken buluyoruz. Jewel çocuklara gerçek<br />

kuşlar gibi yaşamayı öğretmeye karar<br />

verince, ailenin Amazonlara gitmesi konusunda<br />

ısrarcı olur. Blu yeni komşularına<br />

alışmaya çalışırken, Jewel’ı ve çocukları<br />

vahşi dünyanın ellerinde kaybetmekten<br />

korkmaktadır


Yönetmen: Jon S. Baird<br />

Senaryo: Jon S. Baird<br />

Oyuncular: James McAvoy, Imogen<br />

Poots, Brendan Gleeson, Jamie Bell, Alan<br />

Cumming<br />

Konu: Bipolar ve bağnaz yapılı bir<br />

uyuşturucu bağımlısı polis, kendi yoluna<br />

dair türlü manipulasyonlarla işlerini<br />

elinde tutmaya çalışır. Festival mevsimince<br />

promosyonunu güvence altına almaya<br />

gayret eder. Esas istediği ve amacı<br />

olan şey ise karısı ve kızını yeniden<br />

kazanabilmektir. Filmin yönetmeni<br />

Jon S. Baird. Senaryo yazarları olarak<br />

bakıldığında roman Irvine Welsh’e ait<br />

olup, senaryo yazarı Jon S. Baird. Oyuncular<br />

ise James McAvoy, Jamie Bell ve<br />

Jim Broadbent gibi isimler yer alıyor.<br />

Yönetmen:<br />

Mukunda Michael Dewil<br />

Senaryo:<br />

Mukunda Michael Dewil<br />

Oyuncular: Paul Walker,<br />

Kate Tilley, Leyla Haidarian,<br />

Gys De Villiers<br />

Konu: Gezgin bir yabancı,<br />

seyahate çıktığı şehirde<br />

bir araba kiralar. Fakat<br />

kimin olduğunu bilmediği<br />

bu araba yerel polisle<br />

başına büyük işler açacak,<br />

dahası yozlaşmış emniyet-güç<br />

ilişkilerini ortaya<br />

çıkartacaktır. Senaristliğini<br />

ve yönetmenliğini Mukunda<br />

Michael Dewil’ın üstlendiği<br />

gerilim türündeki filmin baş<br />

rolünde ise 2013 Aralık’ında<br />

hayatını kaybeden Paul<br />

Walker yer alıyor.


n Oscar filmleri sinemaları parsellemiş durumda,<br />

Türk filmleri ise komedilerle kendini gösteriyor bu<br />

dönemde. Eğer farklı bir film istiyorsanız ve özellikle<br />

bu farklılığı Türk filmlerinde yaşamayı tercih<br />

ediyorsanız Silsile tam size göre. BKM son dönemlerde<br />

en üretken şirket sinemamızda. Ama onlar da<br />

daha çok komedi filmleriyle kendilerini gösteriyorlar.<br />

Hükümet Kadın, Eyvah Eyvah veya Tolga Çelik’in<br />

filmleriyle izleyiciyi memnun ediyor BKM. Kelebeğin<br />

Rüyası, Sadece Sen gibi filmler de arada bir vizyona<br />

giriyor. Bu sefer ise daha önce rast gelmediğimiz bir<br />

tür filmi var karşımızda. Silsile açlığını çektiğimiz dört<br />

dörtlük bir suç filmi. Bu türün kuralları bellidir, özellikle<br />

Hollywood’ta çok başarılı örneklerini görürüz. Bu sefer<br />

de biz çekmişiz. Filmin yönetmeni Ozan Açıktan’ı<br />

Çok Film Hareketler Bunlar ve Sen Kimsin filmlerinden<br />

hatırlayabilirsiniz. İki komediden sonra bu sefer<br />

farklı bir yapıyla karşımızda. Kameraya hakim ve<br />

oyuncusunun albenisini ortaya koyabilen bir tarzı var.<br />

Filmde özellikle Nehir Erdoğan’ın bazı çekimleri var<br />

ki değme Hollywood filmlerine taş çıkartır. Tek dert bu<br />

başarıyı filmin geneline yayamamış. Bu da az üretmekten<br />

kaynaklanıyor olabilir. Yıllarca durup bir film<br />

çekerek bazı şeyler otomatiğe bağlanamıyor ne yazık<br />

ki. Türk sinemasının en büyük derdi gişe filmlerinin tür<br />

olarak renklenmesi ve bir sektörü besleyecek kadar<br />

sayı olarak artması. Bu film bu anlamda da değerli.<br />

Gişe filmi dediğimiz bir çok yapımdan daha başarılı<br />

bir üretim. Gelelim oyunculuklara Nehir Erdoğan<br />

fiziği, ifadesi ve oyunculuğuyla bu türe cuk oturmuş.<br />

Sinema perdesi güzel kadını sever, bu bir gerçek.<br />

Ama sadece güzel değil aynı zamanda kabiliyetli de<br />

olmalı oyuncularımız. Nehir Erdoğan bu anlamda bir<br />

çizgi tutturuyor filmde. Yapımın iki erkek oyuncusu<br />

için de konuşursak Tardu Flordun gerçekten bu filmde<br />

döktürüyor. Onun rol aldığı sahneleri zevkle seyrettim.<br />

Hele hastanede görevli bir polisle diyalogları<br />

ve vücut dilleri tam seyirlik. Filmin konusunu kısaca<br />

özetlersek, “Sıcak bir yaz gecesi Ece (Nehir Erdoğan)<br />

Amerika’dan yeni dönmüş olan Cenk’in (İlker Kaleli)<br />

kaldığı eve gider ve eskide kalmış bir aşk alevlenir.<br />

Yakın bir dost aldatılmak üzeredir. Bir anda sessiz<br />

ve karanlık evde bir hırsızlık girişimi olur ve ardından<br />

bir şuç işlenir. Bu suç olaya karışan bütün insanların<br />

hayatını değiştirecek olaylar silsilesini ateşler. Filmin<br />

çekimlerinden bahsettik biraz da mekanlardan bahsedelim.<br />

Karaköy hiç bu kadar güzel bir şekilde<br />

filmlerimizde yer almamıştı. Özellikle final sahnesine<br />

dikkat etmenizi istiyorum. Hepimizin hergün gelip<br />

geçtiği yollar perdede belirince yaşananların gerçeklik<br />

hissi çok daha vurucu oluyor. Sahnelerin müzikle de<br />

uyumu mükemmel. Son dönemde gördüğüm en iyi<br />

müzik çalışması bu filmdeydi Türk sineması adına.<br />

Kısacası bu filme gidilir.


n !f’te izledikten sonra ‘bize de lazım bir Meydan<br />

belgeseli’ demekten kendimi alamadım.<br />

Elbette bizde de gezi direnişini anlatan, o<br />

süreçten etkili kareler ve görüntüler çıkaran<br />

belgeseller yok değil. Ama Al Midan / Meydan<br />

Mısır’ın yaşadığı üç yıllık süreci o kadar net ve<br />

güzel resmediyor ki, bir başkaldırının yarattığı<br />

değişimin, özgürlük isteminin ve aynı zamanda<br />

bir kısırdöngüye dönüşen iktidar değişimlerinin<br />

insanlar üzerindeki etkisini anlatıyor. Gözünüzü<br />

kırpmadan izlediğiniz belgeselin üç yıllık<br />

süreci gibi üç ayağı da var. Mübarek rejiminden<br />

sıkılan ve Tahrir meydanını işgal eden<br />

halkın direnişi karşısında koltuğunu terk eden<br />

Mübarek’in yerine bu kez ordu devreye giriyor<br />

ama sonuç yine aynı… Ordu daha özgürlükçü<br />

gibi dururken baskılarını arttırıyor ve halkın<br />

istemediği Müslüman Kardeşlere devrediyor<br />

bayrağı. Başa geçen Mursi’nin de baskıladığı<br />

halk, özgürlük söylemlerini tekrar etmek zorunda<br />

kalıyor üç yıl boyunca… Değişen ama içerik<br />

olarak aynı kalan iktidarın boyunduruğunda<br />

ezilen haklı isyanını anlatıyor Meydan…<br />

Mısırlı aktivistler Ahmed, Magdy ve Khalid<br />

Abdalla bize üreci anlatan karakterler. Ahmed<br />

enerjik, olaylara dalan bir karakter, Magdy<br />

bizde ki Antikapitalist Müslümanlara denk<br />

düşüyor, aslında Müslüman Kardeşler üyesi<br />

ama direnişe gönülden destek veriyor. Ülkenin<br />

denetimi Müslüman Kardeşlerin eline geçince<br />

de bir hayli zorlanıyor.<br />

Khalid Abdalla ise ağırlıklı olarak Uçurtma<br />

Avcısı’ndan hatırladığımız bir oyuncu. O da<br />

meydanı terk etmeyen direnişçilerden. Meydan<br />

içeriği, talepleri, istekleri farklılık gösterse de<br />

halkın tek bir noktada, özgürlük noktasında<br />

birleştiğini gösteren başarılı bir belgesel. Özellikle<br />

de süreci çok içeriden, tarafsız bir gözle<br />

anlatması işin samimiyetini ortaya koyuyor.<br />

Halkın talepleri karşısında iktidarların ne kadar zalim<br />

olduğunu, insan hayatını hiçe saydığını gösteriyor ki,<br />

direnişçiler daha çok sosyal medya olanaklarıyla seslerini<br />

duyurmaya çalışıyorlar dünyaya ve bunda da<br />

başarılı oluyorlar. Geziye gelecek olursak bir darbe<br />

girişimi olarak algılandı hep, insanların yasaklamalar<br />

karşısında taleplerinin olacağı, tepki göstereceği nedense<br />

absürd , kötü ve yıkıcı bir durum olarak gösterildi.<br />

Evet biz de diktatörlükle yönetiliyoruz, karşımızda<br />

bizi anlamayan bir başbakanımız var. Bir yönetici<br />

vasfından uzak, yasaklarla ve yaptığı beton yapılarla<br />

varoluşunu kutlamaya çalışan sert, anlayışsız bir diktatör!<br />

İşte Mısır’da olan da bu.Kimsenin darbe istediği yok,<br />

öyle olsa askerin yönetimi ele geçirdiği noktada Mısırlı<br />

gençler de o saflara geçer ve yerlerini alırdı. Belgesel<br />

din olgusu üzerine de fazlaca gidiyor, Mursi’nin orduyla<br />

yaptığı anlaşmanın detayları, inananların yılgınlıkları<br />

ama iktidara karşı alamadıkları tavır gençlerin bu üç<br />

yıllık süreci fazlasıyla sırtlanmasını sağlamış. Belgesel<br />

çok güzel bir yerden bakıyor, kendisini anlamayan,<br />

yok sayan ve hiçleyen iktidarların oyununu yemiyor ve<br />

sonuna kadar mücadele edeceklerinin sinyalini veriyor.<br />

Çürüyen her şeyin üzerine tükürmeye devam etmenin<br />

vaktidir diyor. Belgesel o kadar akıcı, o kadar vurucu<br />

ki bir an olsun gözünüzü ayıramıyorsunuz perdeden…<br />

Ve içinizden ‘Her yer Teksim, her yer direniş’ diye<br />

fısıldıyorsunuz salonun karanlığında!


n Son Altın Koza filminde izlediğim ve hayran<br />

kaldığım “Köksüz” Türk aile yapısının güçlü<br />

bir panoramasını çizen, gerçekçi, iyi yazılmış,<br />

yönetilmiş, oynanmış bir filmdi. Çok geç vizyona<br />

giriyor olmasının büyük dezavantajı olduğu<br />

malum ama umarım iyi bir seyirci rakamına<br />

ulaşır. Zira geniş bir kitlenin izlemesi gerektiğini<br />

düşündüğümüz, çok önemli filmlerden biri…<br />

Bir kaybın ardından yeniden aile olmayı<br />

başaramayan, gün geçtikçe kendini yok eden 4<br />

karakterin kaybolma hikâyesi. Beklenmedik bir<br />

kayıpla sarsılan bir ailenin, bu kaybın ardından<br />

nasıl baş edeceklerini bilemedikleri yeni durumla<br />

karşı karşıya kalmaları, aile içindeki erk mücadelesi<br />

ve yetersizlik, kaçışlar, iletişimsizlik, suçluluk,<br />

bunun yarattığı öfke ve bunalım; aidiyet hissi ve bu<br />

hissin yoksunluğunun insanları sürüklediği uçlar<br />

üzerine bir film.<br />

Ayrım yapmadan Ahu Türkpençe, Lale Başar,<br />

Savaş Alp Başar, Melis Ebeler ve Sekvan<br />

Serinkaya’ın oyunculuklarının yanına ‘muhteşem’<br />

ibaresinin konulmasının gerektiğini düşünüyorum.<br />

Her biri gerçekçiliğin/inandırıcılığın tüm kozlarını<br />

yedirmiş yarattıkları karaktere. Senaryonun<br />

pürüzsüz yapısı ve Akçay’ın kadın dokunuşunun<br />

da etkisiyle şahlanan Köksüz, seyrine doyulmaz<br />

bir eser olarak çıkıyor seyircinin karşısına. Deniz<br />

Akçay, uzun yıllar televizyon sektöründe senaryolar<br />

yazmış biri. Ancak ilk uzun metraj filminde çıtayı<br />

yüksekten çatan Akçay, yetkin bir yönetmenlik<br />

örneği de sergileyerek Türk sineması adına sevindirici<br />

bir ilerlemeye imza atıyor. Kadın yönetmenlerin<br />

eksikliğini çeken sinemamız, Akçay gibi umut<br />

verici isimlere şahit oldukça, sinema yazarı olarak<br />

bizler de mutlu oluyoruz.<br />

Ataerkil sistemle güçlü bağlar kurmuş olan memleket<br />

ailelerimizin yapısını yalın bir dille anlatan, tokat<br />

gibi sonuçları göz önüne seren Seren Yüce’nin<br />

“Çoğunluk” filmini hatırlarsınız. ‘Baba’ figürünü öyle<br />

bir konumlandırıyordu ki, ‘ailenin direği’ kavramını<br />

nesilden nesle -olumsuz bir örnekleme ile- aktarma<br />

konusundaki başarısızlıklarımızı yüzümüze vuruyordu.<br />

“Köksüz” ise ‘baba’ figürü olmayan bir evin nasıl<br />

dağılacağını/dağıldığını anlatıyor. Sözlerim yanlış<br />

anlaşılmasın. Filmin derdi/mesajı ailede ‘baba’ olmazsa<br />

o aile dağılır değil kesinlikle.<br />

Ailenin temel fertlerinin bireysel güçsüzlüğünü<br />

babasızlığa bağlı görmüyor. Öyle bir durum söz konusu<br />

olsaydı “Gülağa” karakteri havada asılı kalırdı<br />

kanımca. Zira Gülağa, ailenin yeni kurtuluş noktası<br />

olabilirdi. Seyrettiğimiz ailenin hiçbir ferdi ‘aile’ye<br />

sahiplen(e)miyor. Herkes bir kaçış noktası aramakta.<br />

Kimsenin kimseye tahammülü yok. Başlarındaki<br />

‘baba’ göçüp gitmeseydi öbür diyara, durum böyle<br />

mi olurdu bilinmez ama, kişisel öfke ve tahammülsüzlükleri<br />

kendi sonlarını örüyor. Gündemdeki onca kalitesiz<br />

iş arasında nefes almak, Türk sinemasının son<br />

dönem en iyi örneklerinden birini görmek istiyorsanız<br />

“Köksüz”ü sakın kaçırmayın derim.


Oscar tarihinde<br />

birçok film,<br />

yönetmen veya<br />

oyuncunun hakkının<br />

yendiğini görmek<br />

mümkün. Her şeye<br />

rağmen bu tercihleri<br />

eleştirsek de gelin<br />

hakkı yenen filmlerden<br />

ziyade “Bu<br />

film nasıl Oscar<br />

alamaz?”<br />

dedirten filmlere<br />

göz atalım.


n 86. Oscar Ödülleri 2 Mart gecesi sahiplerini<br />

buldu. Steve McQueen’in son filmi 12 Yıllık Esaret<br />

(12 Years a Slave) yılın en iyi filmi olurken<br />

her zaman olduğu gibi tartışmaları da beraberinde<br />

getirdi. Zira Akademi üyelerinin kararları<br />

ve bu kararları dayandırdıkları gerekçeler<br />

senelerdir tartışılıyor. Kendi dinamikleri olan<br />

Akademi’nin verdiği ödüller tartışma konusu<br />

olduğu kadar, çoğu zaman da sinemaseverleri<br />

hayal kırıklığına uğratıyor. Her alanda olduğu<br />

gibi sinemaya da tamamen endüstriyel bir şov<br />

gözüyle bakan Amerikanların verdiği bu ödülleri<br />

çok ciddiye almamak gerekiyor. Ancak ne olursa<br />

olsun bu “Oscar”ın sinema açısından en prestijli<br />

ödül töreni olduğu gerçeğini değiştirmiyor.<br />

Bu sebeple çok ciddiye almasak da Oscar’ı<br />

görmezden gelmek de mümkün değil. Tüm bu<br />

verileri bir araya getirdiğimizde Oscar tarihinde<br />

birçok film, yönetmen veya oyuncunun hakkının<br />

yendiğini görmek mümkün. Her şeye rağmen<br />

bu tercihleri eleştirsek de gelin hakkı yenen<br />

filmlerden ziyade “Bu film nasıl Oscar alamaz?”<br />

dedirten filmlere göz atalım.<br />

Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) (1971)<br />

Zamansız bir gelecekte,<br />

İngiltere’de<br />

geçen olaylarda bir<br />

grup gencin içindeki<br />

şiddet duygusunu<br />

bastırmak için devletin<br />

geliştirdiği deneysel<br />

metot ve bu gençlerin<br />

verdikleri tepkiyi konu<br />

alan film Anthony<br />

Burgess’in aynı isimli<br />

eserinden beyazperdeye<br />

Stanley Kubrick<br />

tarafından uyarlandı.<br />

En az ideolojisiyle<br />

çığır açan kitap kadar derin etki bırakan sinema<br />

uyarlaması çekildiği dönemin çok ilerisinde<br />

bir yapım olarak göze çarpıyor. Bugün hala<br />

her izlenişte aynı etkiyi yaratan 1971 yapımı<br />

film o sene En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil<br />

4 dalda aday olduğu Akademi Ödülleri’nde<br />

sıfır çekerken En İyi Film Oscar’ına Philip<br />

D’Antoni’nin yönettiği The French Connection<br />

layık görüldü.<br />

Taksi Şoförü (Taxi Driver) (1977)<br />

Scorsese’nin yönettiği ve Vietnam Savaşı’nın<br />

izlerini silmeye çalışan<br />

bir taksi şoförünün<br />

normal hayata dönme<br />

çabasını konu alan<br />

Taksi Şoförü, Amerika<br />

Birleşik Devletleri<br />

Kongre Kütüphanesi<br />

tarafından “kültürel,<br />

tarihi ve estetik olarak<br />

önemli” filmler arasına<br />

seçilerek ABD Ulusal<br />

Film Arşivi’nde muhafaza<br />

edilmesine karar<br />

verilmiş ancak bir<br />

Oscar heykelciği çok görülmüştür.<br />

Fil Adam (The Elephant Man) (1980)<br />

David Lynch’in biyografik draması Fil Adam<br />

da Oscar’dan eli boş dönen filmlerden. Üstelik<br />

birçok major kategoride favori gösterilmiş<br />

olmasına rağmen aday gösterildiği sekiz kategoriden<br />

de ödül alamayarak Oscar tarihinin<br />

unutulmaz hayal kırıklıklarından birine imza attı.<br />

Victoria dönemi İngilteresi’nde ender görülen<br />

bir hastalık yüzünden<br />

ileri derecede<br />

fiziksel bozukluklara<br />

sahip olan John<br />

Merrick’in “Fil Adam”<br />

lakabıyla sirklerde,<br />

sokak gösterilerinde<br />

bir hayvan gibi<br />

kullanılmasını konu<br />

alan filmin aday<br />

olduğu sene ödüle<br />

Ordinary People layık<br />

görüldü.


Kızgın Boğa (Raging Bull) (1980)<br />

Defalarca Oscar<br />

adayı olmuş olmasına<br />

rağmen sadece bir kez<br />

The Departed ile ödülü<br />

kucaklayan Martin<br />

Scorsese’nin yönetmen<br />

kategorisinde ilk<br />

adaylığı Raging Bull<br />

ile olmuştu. Kariyerine<br />

başladığı ilk yıllardan<br />

itibaren Fransız Yeni<br />

Dalgası’ndan etkilenen,<br />

özellikle Godard’ın<br />

tekniklerini kendine<br />

örnek alan Scorsese,<br />

Hollywood’u yeniden tetikleyen jenerasyona<br />

öncülük etmiş olsa da Akademi üyeleri<br />

tarafından çoğu zaman görmezden gelinmiştir.<br />

Sinema tarihinin en iyi spor filmlerinden biri<br />

olan Kızgın Boğa, Oscar’ı The Elephant Man gibi<br />

Ordinary People’a kaptırdı.<br />

Esaretin Bedeli (The<br />

Shawshank Redemption)<br />

(1994)<br />

Başta IMDB olmak<br />

üzere birçok internet<br />

sitesinin kullanıcı<br />

oylarıyla belirlediği<br />

sinema tarihinin en iyi<br />

filmleri listesinin zirvesine<br />

oturan Esaretin Bedeli<br />

ilginçtir ki 7 dalda<br />

Oscar adayı olmasına<br />

rağmen bir tek ödül<br />

dahi kazanamamıştır.<br />

Stephen King’in kısa hikayesinden Frank Darabont<br />

tarafından beyazperdeye uyarlanan film<br />

sinema tarihinin pek tabii ki en iyi filmi değil, ancak<br />

Oscar kazanamamış olması hayal kırıklığı.<br />

Fargo (1996)<br />

Sinemanın dahi kardeşleri Ethan ve Joel<br />

Coen’in en iyi filmlerinden Fargo, En İyi Film


kategorisinde henüz beş filmin<br />

aday gösterildiği dönemde<br />

heykelciği İngiliz Hasta’ya kaptırdı.<br />

Bir Coen kardeşler başyapıtı<br />

diyebileceğimiz filmin Oscar’ı olup<br />

olmaması mesele değil; ancak<br />

böyle bir filmin ödüllendirilmemiş<br />

olması yazıya başlarken<br />

kullandığım “Bu film nasıl Oscar<br />

alamaz?” cümlesini kullanmak için<br />

biçilmiş kaftan.<br />

Piyanist (The Pianist) (2003)<br />

2. Dünya Savaşı’nın<br />

sebep olduğu yıkımı<br />

Polonyalı bir piyanistin<br />

gözünden<br />

anlatan 150 dakikalık<br />

film, hem Adrien<br />

Brody’ye hem de<br />

filmin yönetmeni<br />

Roman Polanski’ye<br />

ilk Oscarlarını<br />

kazandırdı. Lakin,<br />

genel olarak çok<br />

iyi filmlerin olmadığı bir yarış<br />

olmasına rağmen Piyanist ne<br />

yazıktır En İyi Film kategorisinde<br />

ödüllendirilmedi ve bu listede kendisine<br />

yer buldu.<br />

Başlangıç (Inception) (2010)<br />

Sinema sanatının ne kadar sınırsız<br />

ve ne kadar evrensel olduğunu<br />

bir kez daha kanıtlayan Başlangıç<br />

En İyi Film dahil 8 dalda aday<br />

olduğu Akademi Ödülleri’nden<br />

dört ödülle dönmeyi başarsa da En<br />

İyi Film ödülüne o sene anlamsız<br />

şekilde The King’s Speech layık<br />

görülmüştü. Zira Sosyal Ağ,<br />

Dövüşçü ve Siyah Kuğu gibi<br />

birbirinden başarılı filmler varken<br />

ödülü The King’s Speech gibi<br />

vasat üstü bir filme kaptırmak<br />

Christopher Nolan için büyük hayal<br />

kırıklığı yaratmış olsa gerek.


İstanbul Film Festivali Ulusal Jüri başkanı Derviş Zaim<br />

verilen görevi memnuniyetle kabul ettiğini ama bunun<br />

riskli bir iş olduğunu söyledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Derviş Zaim çok önemsediğimiz bir yönetmen,<br />

yazar ve düşünür. Onunla yaptığım her röportaj<br />

Türkiye’nin kilitlendiği noktalara çok doğru bir<br />

yerde duran bir insanın gönderdiği mesajlarla dolu.<br />

Türk sinemasının bütün aksaklıklarının biryerden<br />

dokunduğu bir sinema adamı olmasına rağmen<br />

sakinliğini koruyup pes etmemesi ise en önemli<br />

özelliği. Kendisinin de dediği gibi Türkiye’deki<br />

festival düzeninin yıprattığı bir isim olsa bile bu yıl<br />

İstanbul Film Festivali’nin Ulusal jüri başkanlığını<br />

kabul etti. Çünkü teslim olmayan bir tavrı var. İşte<br />

Derviş Zaim’in sinemacı kişiliği, filmleri ve festivallerle<br />

ilişkisi.<br />

İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma jüri<br />

başkanısınız. Bunun sizin için ne anlam ifade<br />

ettiğini söyler misiniz?<br />

Daha önce Ankara’da jüri başkanı olmuştum,<br />

Adana’da da jüri başkanı olmuştum, İstanbul’dan<br />

arkadaşlar uzun süreden beri böyle bir nezaket<br />

gösterip beni davet ediyorlardı. Bu sene ya Balık’ı<br />

verecektim ya da jüri başkanı olacaktım. Bu sene<br />

jüri başkanlığını kabul ettim. Sorumluluk gerektiren<br />

bir şey. Estetik anlamda fermente olma ihtimali<br />

olan toplumlar vardır, gerçi bütün dünya şu<br />

anda bunu aşmış vaziyette. Artık fermantasyon,<br />

oturmuşluk o kadar bahsedilebilecek şeyler gibi<br />

gelmiyor bana. Aksine tam bir toz bulutu var, neyin<br />

nerede olduğu belli olmuyor. Bu Batılı ülkelerde<br />

bile böyle, bizde haydi haydi böyle. Bizde haydi<br />

haydi böyle olmasının sebeplerinden bir tanesi de<br />

estetik ya da kültürel referans sistemlerinin tam<br />

anlamıyla oturmamış olmasından. Böyle olunca<br />

her festivalden sonra Oscar’a gidecek filmlerin<br />

seçiminde, SİYAD seçimlerinde, Yeşilçam filmleri<br />

ödüllerinde hep “O filmin hakkıydı, bu filmin<br />

hakkıydı” gibilerden gürültüler olur, bu gürültüler<br />

gereğinden daha fazla uzatılır, gereğinden daha fazla<br />

önemsenir, insanlar gerekli gereksiz birbirlerine bilenirler.<br />

Dolayısıyla böyle bir ortamda jüri başkanlığı<br />

şapkasını giymek aslında bir risk çünkü siz bilseniz<br />

de bilmeseniz de kendinize bir sürü düşman edinirsiniz.<br />

Ama bir yerde birilerinin de bu işe kalkışması<br />

gerekiyor. Çünkü eğer farklı işleri değerlendirme<br />

ihtimali ortada yoksa ya da “Benim beğendiğim filmler<br />

bunlardır” demezseniz dünya boşluk kabul etmez<br />

o boşluk başkaları tarafından doldurulur. Ben<br />

geçmişte festivallerden çektim “Niçin öyleydi de<br />

böyleydi” gibilerden. Ama hiçbir zaman ağzımı açıp<br />

da sesimi çıkarmadığım sonuçlar benim de karşıma<br />

geldi. Normaldir bunlar saygı göstermek lazım. Jüriyi<br />

kabul edersen sonuçlara başından itibaren saygı<br />

duyacaksın demektir. Ben de öyle yaptım geçmişte<br />

hoşuma gitmeyen sonuçlar karşıma gelmiş olsa bile.<br />

Ama daha farklı bir değerlendirme biçiminin, kafa<br />

yorma yönteminin muhtemel olduğunu da göstermek<br />

gerekiyor. Bu yüzden kabul ettim.<br />

Festivallerde filmleri yarıştırma olayını ne kadar<br />

doğru buluyorsunuz? Jüri değiştikçe o filmlerin<br />

değerlendirilmesi de değişiyor, kişiye bağlı bir<br />

değerlendirme. Bunu ne kadar doğru buluyorsunuz?<br />

Birbiriyle çok farklı, temaları aynı olmayan, stilleri çok<br />

farklı 20 tane, 15 tane filmi bir araya getirip onları atlar<br />

gibi bir çizgiye koyup yarıştırmaya çalışmak hakkaniyetli<br />

değil. Çünkü onları tartacak, standart, objektif bir<br />

terazi yok. Son derece sübjektif kararlar veriyoruz.<br />

O 15 günün arasında kendimize yakın olduğunu<br />

düşündüğümüz birkaç film oluyor onları daha öne<br />

çıkarıyoruz. Bütün dünyada bu tartışılıyor. Filmleri<br />

yarıştırmak çok da doğru değil. Bazı festivaller var<br />

yarışması yok sadece gösteriyor. Bir iki tane düşük<br />

profilli yarışma yaparsa onları yapıyor ama “Bende<br />

yarışma yoktur” diyor. Bunun riskli tarafları var festivaller<br />

açısından. Eğer yarışmanız yoksa medyada<br />

yer bulabilme şansınız az oluyor, kırmızı halı şansınız


az oluyor, ödül töreni şansınız<br />

olmadığı için medyada bulunma<br />

ve sonraki dönemlerde finans ve<br />

sponsor bulma şansınız az oluyor.<br />

Dolayısıyla yumurta mı tavuk mu<br />

meselesine gelip dayanıyor. İşte bu<br />

ince dengede ayakta kalabilecek<br />

koşulları oluşturmaya çalışmak<br />

lazım. Birinin, bir vakfın, kurumun,<br />

çılgın birinin çıkıp “Yarışmaları<br />

kaldırıyorum, yarışmalar hiç umurumda<br />

değil, burada ancak düzgün<br />

filmler gösterilir, burada 10 tane<br />

filmin gösterilmesi için gereken<br />

parayı ben veriyorum, 11 tane film<br />

olmayacak, bunlar senenin en iyi 10<br />

filmi olacak, burada yarışma olmayacak”<br />

demesi ve öyle devam etmesi<br />

lazım.<br />

İstanbul Film Festivali geçmişte<br />

yabancı, bağımsız filmlerin<br />

izlenebileceği bir festivalken son 10<br />

yılda Türk filmlerinin ağırlığını, festivalin<br />

odağının Türk filmlerine doğru<br />

kaydığını görüyoruz. Bu doğru bir<br />

yapılanma mı sizce?<br />

Ülkemizde ayakta kalabilecek, uzun<br />

dönemi düşünerek söylüyorum,<br />

bir festivalin kendisine orta ölçekte<br />

hedefler koyması lazım şöyle ki…<br />

Festivaller festivali kavramıyla<br />

festival yapmak eğer profesyonel<br />

bir kadronuz ve geleneğiniz<br />

varsa kolaydır. Dünya festivallerinden<br />

film seçecek bir mekanizma<br />

kurarsınız, o dünya festivallerinin<br />

kalburüstü filmleri sizin festivaline<br />

akar orada onları gösterirsiniz,<br />

İstanbul halkı da bundan mutlu olur,<br />

sponsorlarınız da mutlu olur. Ama<br />

dünya klasmanında orta ölçeğin<br />

daha üstüne çıkamazsınız. Dünya<br />

klasmanında orta ölçeğinde üzerine<br />

çıkabilmek için bir festivalin bu<br />

yaşadığımız coğrafyada orta ve<br />

uzun dönemde keşif yapılabilen bir<br />

platform haline kendisini getirmesi<br />

gerekir. Buraya geldiğiniz zaman,<br />

İstanbul’a, Adana’ya, Antalya’ya<br />

geldiğiniz zaman sadece Türkiye’nin<br />

değil Ortadoğu’nun, Kafkaslar’ın ve<br />

Balkanlar’ın kimi ülkelerinin yeni ürünlerini<br />

görebilirsiniz gibi bir imaj oturtursan<br />

ilk 15’e, ilk 20’ye girersin. İstanbul<br />

Film Festivali fark etti ki yabancı konuklar<br />

Türk sinemasını keşfetmek için buraya<br />

geliyor. Dolayısıyla “Benim yarışta<br />

Adana ve Antalya’da geride kalmamın<br />

herhangi bir sebebi var mı, yok. Hatta<br />

organizasyona ve profesyonelliğe<br />

bakılırsa ben kurumsallaşma anlamında<br />

onlardan çok daha iyiyim. Dolayısıyla<br />

niye bu yarışta saldırmam gereken<br />

yer bu olduğu halde onlardan geri<br />

kalayım” argümanı üzerine onlar da<br />

cephanelerini farklılaştırmaya çalıştılar<br />

bunda da haklıdırlar. Bu söylediğim<br />

şeyi gerçekleştiren festival sıyrılıp<br />

gidecek. Çünkü Adana ya da Antalya<br />

rakamlarının büyüklüğü ile gündemdeler<br />

şu an. Yani bir kurumsallaşma yok.<br />

Belediyenin iki dudağının arasından<br />

çıkacak lafa bağlı bir, diyorlar ki “Biz<br />

Türk sinemasının eski Yeşilçam’ını<br />

temsil ediyoruz.” Artık o dönemlerde<br />

yavaş yavaş erozyona uğramak üzere<br />

ya da bitecek. Ancak kendilerini bir keşif<br />

platformu haline getirmeleri durumunda<br />

uzun dönemde yaşayabilecek bir çerçeve<br />

haline dönüşebilir. Uzun, orta<br />

dönemde makro hedefleri gözetmeyen<br />

bir festivalin uzun döneme yayılma<br />

ihtimali yok. Adana daha öne çıktı, niçin<br />

daha öne çıktı. Profesyonelleşmeyi<br />

ve kurumsallaşmayı daha iyi becerme<br />

ihtimali olan bir ekibe verildiği için, onlar<br />

da dış dünyaya daha açık oldukları<br />

için göreceli olarak Antalya’nın önüne<br />

geçtiler. Ama Antalya geçmişini düşünür<br />

“En köklü festival benim, para bende”<br />

derse ama bunu da makro hedeflerle<br />

birleştirirse uzun dönemde tekrar<br />

önemli bir yer haline gelebilir. Şu andaki<br />

koşullar söz konusu olduğunda<br />

Antalya A takımı Türk yönetmenlerin<br />

olmadığı, daha yeni başlayanların boy


gösterdiği, birinci, ikinci filmini yapan<br />

çocukların daha çok boy gösterdiği bir<br />

yer haline dönüşme eğilimi gösteriyor.<br />

Şartnamelerine getirdikleri bir yeni<br />

madde nedeniyle bu duruma getirildiler.<br />

Bu hoşlarına gidiyor mu, böyle devam<br />

etmesini mi istiyorlar bilemiyoruz.<br />

İstanbul Film Festivali’nde filmler için<br />

gösterim belgesi isteniyor, bu belgenin<br />

istenmesi demek filmlerin hepsinin Kültür<br />

Bakanlığı’nın denetiminden geçmesi demek.<br />

Halbuki festival izleyici baskısının<br />

uzağında filmlerin de gösterildiği bir<br />

dünya. Böyle bakınca bir sansür tehlikesi<br />

söz konusu, siz ne düşünüyorsunuz?<br />

Bu konuyla ilgili beni uyardıkları bir<br />

şey vardı ama çok hakim değilim.<br />

Anlattığınız gibiyse tabii ki bunun<br />

sakıncaları var. Ben filanca filmi sansürsüz<br />

izlemek isterim, festival de bunun<br />

kalesidir, bu kalenin düşmesini elbette<br />

istemem, bunun için mücadele etmek<br />

lazım.<br />

Balık filminin konusunu okuduğunuz<br />

zaman Devir’le aslında odak olarak çok<br />

benzer olduğu görülüyor, insan ve çevre<br />

ilişkisi. Sinemanıza baktığımızda artık<br />

proje bazlı olarak yürüdüğünüzü görüyoruz.<br />

Böyle bir filmografinin bölmelere ayrılıyor<br />

olmaya başlaması, sanki bu yöne doğru<br />

bir eğilim göstermesi neyi ifade ediyor?<br />

Demek ki böyle bir potansiyel var, bunlar<br />

çıkacak zamanı mı bekliyorlarmış<br />

demek mi lazım, eğer böyle dersek<br />

galiba fazla yanılmayız. Ama şaka bir<br />

tarafa bunun bir zenginlik olduğunu<br />

düşünüyorum. Çünkü bazı yönetmenler<br />

vardır temalarını belirlerler er ya da geç<br />

biçimlerini de aşağı yukarı belirler ve<br />

o biçim ve tema üzerine yürüyüşlerine<br />

devam ederler. Akademisyenler ve<br />

eleştirmenler de böyle bir görünümden<br />

memnun olurlar çünkü yazabilecekleri<br />

şey nettir adamın biçimi belli, teması<br />

belli, her defasında bizi uğraştırmıyor,<br />

Allah başımızdan eksik etmesin derler.<br />

Üstelik yönetmen biraz da eli yüzü<br />

düzgün işler yapıyorsa ve buna devam<br />

ediyorsa o değerli bir yere oturtulur.<br />

Bu saygı duyulması gereken bir<br />

durum. Ben farklı şeyleri denemekten,<br />

farklı şeylere girmekten, onlara ilişkin<br />

iş yapmaktan ve daha sonra başka bir<br />

kompartımana geçmekten mutluyum<br />

çünkü bu başka bir zenginliğe işaret<br />

ediyor.<br />

Tabii ki evrensel bir konu insan<br />

ve doğa ilişkisi fakat seyrettiğim<br />

Devir filmi üzerinden konuşursak<br />

anlatımınız bir birikim istiyor. Birikimli<br />

bir seyircinin algılayabileceği<br />

bir yapı var. Halbuki izleyici profilini<br />

biliyoruz. Türk sinemasında en fazla<br />

seyredilen film Düğün Dernek, hemen<br />

onun arkasından da Fundamentals.<br />

İzleyiciye istediğiniz mesajları<br />

verebildiğinizi düşünüyor musunuz?<br />

Burada Devir filminin kendine has<br />

özelliklerini de hesaba katmamız<br />

gerekiyor. Devir filminde daha önce<br />

köyünden dışarıya pek az adım atmış,<br />

tek askerlik için adım atmış, köyünden<br />

hiç çıkmamış üç tane çobanı oynattım.<br />

Bunların seyirci nezninde bir arzu<br />

nesnesi olarak cezbediciliği profesyonel<br />

oyuncular söz konusu olduğunda<br />

komedi karakterleri söz konusu<br />

olduğunda o kadar yüksek değildir.<br />

Sadece üç tane çobanı izlemeye niye<br />

gitsin sorusu o filme yapışacaktır,<br />

bu da seyirci potansiyelini başından<br />

beri belirler. Ama o filme adım atan, o<br />

filmi izleyen birçok sıradan insan da<br />

kendisinden bir şey bulma ihtimalinin<br />

olduğunu gösterimlerde bizzat deneyimledi.<br />

Dolayısıyla burada mesele<br />

insanların sinema salonuna adım<br />

atmasını sağlamaya çalışmak biçiminde<br />

ifade edilebilir. Ama bu çağda<br />

benim yaptığım tarzda işlerin seyirci<br />

tarafından talep ediliyor olması için<br />

daha başka pazarlama taktiklerini de<br />

bulmak gerekiyor artık. Bu filmlerin<br />

anlamlandırılması konusunda belli bir<br />

birikimin gerekip gerekmediği


sorusunu da konuşalım. Eğer Hermes’i biliyorsanız, Ahmet Yaşar<br />

Ocak’taki senkretik inançları biliyorsanız, bunların ardında nasıl tarihsel<br />

olarak rol oynadıklarını biliyorsanız Devir filmine daha farklı bakma, onlardan<br />

zevk alma ihtimaliniz olabilir. Ama bunları söylediğim zaman bir<br />

başka şeyi de gündeme getirmek istiyorum. Benim daha önce yaptığım<br />

filmlerde olduğu gibi burada da birikimi çok fazla olmayan seyirci düz bir<br />

biçimde filmi izlerse de kendine göre başı, sonu, ortası belli bir çizgiyi<br />

yakalayıp bunlardan zevk alabiliyor. Sadece üst düzey bir birikim o filmleri<br />

izleyip, onlardan zevk almak için şart değil. Burada metin merkezli<br />

bir odaklanmadan bahsettiğimi, onu yeğlediğimi söylemem gerekiyor.<br />

Yazar merkezli, ya da yönetmen merkezli bir film okumayı tercih etmiyorum.<br />

Yani ben beni anlamanız için çok şey bilmeniz lazım gibilerden bir<br />

şeyi iddia etmiyorum. Metin oradadır, bu metni yorumlayabilmek birçok<br />

seyircinin birikimi ölçüsünde mümkündür, Devir onu izleyen seyirci kadar<br />

var olmaktadır. Dolayısıyla ilkokul mezunu bir adam Devir’e baktığı<br />

zaman kendine göre bir şey görür, doktora yapmış bir adam kendine<br />

göre başka bir şey görür bu da o metnin zenginliğine delalet eder, böyle<br />

görmek gerekiyor. Sadece ve sadece o metnin derinliğine vukuf olabilmek<br />

için çok başka bir bilgiden geçmiş olmak filmleri izlemek için şart<br />

değil diye düşünüyorum.<br />

Mutlaka ama vermek istediğiniz mesajların alınıyor olması da sizin için<br />

bir kişisel tatmin oluşturur.<br />

Bazen benim aklıma bile gelmeyen şeyleri filmlerime dair söyledikleri<br />

oluyor. Ne güzel bulmuş diye düşünüyorum. Ben bunu yazayım bir<br />

kenara da bir yerde kullanırım dediğim de oluyor. Sadece benim onlara<br />

gösterdiğim şekilde filmi okumaları gerekmez. Hiç aklıma gelmeyen<br />

şekilde okuyanlar da mümkündür, okuyanlar da oluyor zaten. Tez yazan<br />

çocuklar var getiriyorlar bir argümanda bulunuyorlar. Hiç benim aklıma<br />

böyle bir şey gelmemişti diye düşünüyorum ama bunları onların yüzüne<br />

söylemek de ayıp oluyor.<br />

İnsan tezatlardan oluşan bir canlı, özellikle insan-doğa ilişkisi söz konusu<br />

olduğunda bu tezatlar daha fazla barizleşiyor. Hepimiz doğayı<br />

katlediyoruz ama ağaçlar olduğu için böyle bir kafede oturmayı tercih<br />

ediyoruz. Filmlerinizde bu tezatlar ne kadar yer alıyor? Filmlerinizi<br />

düşündüğümüzde bu tezatlar sizi etkiledi mi?<br />

Kuşkusuz. Bir sürü tezat var birinci derecede, ikinci derecede, daha<br />

az öneme sahip tezatlar da filmlerin içine yediriliyor, saniyelerin,<br />

sekansların içerisine. Doğa ve insan ilişkisi de bunlardan nasibini alıyor.<br />

İnsan doğaya, ona hükmetmek, onu elde etmek için saldırdığı anda<br />

aslında bindiği dalı kesmeye başlıyor, kendi sonunu hazırlıyor ve bu<br />

böyle giderse ivmelenecek. Bunu hepimiz biliyoruz ama sanatın görevlerinden<br />

bir tanesi de çok iyi bildiğimiz şeyleri başka bir görüşle, başka<br />

bir perspektifle bize sunmaktır ki insan bunu hissedebilsin ve ona göre<br />

tavır alabilsin. Sanatın gücü buradan kaynaklanıyor yoksa bizim yapmaya<br />

çalıştığımız şeyi yapmaya çalışan haber programları, doktora<br />

tezleri, gazete haberleri elbette var ama sanat onların yaptığını insanın<br />

yüreğini ve ruhunu aklıyla birlikte ayağa kaldırıp onu etkileyebilecek,<br />

belki de tavır değiştirmesine, ya da bazı soruları sormasına neden ola-


ilecek hale getirilmesini sağlar. Önemi budur sanatın, benim yapmaya<br />

çalıştığım şey de bu. Tabii bunu yaparken de dramatizasyonla yapmak<br />

zorundayız, bu da zıtlıklara başvurmaktır.<br />

Sizin filmlerinizin en önemli özelliklerinden biri de çekildiği yerin<br />

neredeyse bir karakter gibi filme etki ediyor olması. Balık’ta Uluabat<br />

Gölü’nde çekimler yaptınız. Orayı nasıl buldunuz? Filmlerinizdeki yer<br />

seçimleri herhalde büyük araştırmalar sonucunda yapılıyor.<br />

Balık’ın senaryosu çok farklıydı. Karadeniz’de balıkçı teknelerinde<br />

çekilmesi gereken bir tekst söz konusuydu. Balıkçı gemilerinde çekmeye<br />

kalkıştığımız zaman başımıza gelebilecekleri erken fark ettik. Tam<br />

zamanında bir U dönüşü yaptık. Sonra mekan arama süreci devam etti.<br />

Balık’ın mekan arama süreci sırasında şerden bir hayır çıktı. Ben her<br />

zaman bundan 5 sene sonra, 10 sene sonra yapacağım filmler için de<br />

notlar tutarım, dosyalar tutarım, mekanlar bakarım, onları bir kenara<br />

yazarım. Bursa yakınlarında bir köyde leylek şenliği düzenleneceğini<br />

öğrenmiştim gazeteden atladım oraya gittim. Gittim ama köyde hiç<br />

kimsecikler yok. Köylü tarihi yanlış vermiş basına, basın da onu olduğu<br />

gibi yazmış. Ben köye gittim, muhtarı buldum. Muhtar “Özür dileriz abi,<br />

gel çay iç” dedi. Ben de çayımı içtim sonra sinirlerim tepemde atladım<br />

arabaya “Geri gidelim” dedim. Geri giderken yolda Ağlayan Çınar diye<br />

bir tabela gördüm. Vakit vardı, canım sıkkındı “Bir bakalım şuraya”<br />

dedim. İndik, 5 kilometre gittik, Uluabat Gölü’ne geldik, yani Gölyazı’ya<br />

geldik. Dedim ki “Mekân bu.” Bir tesadüften, bir çan sıkıcı olaydan sonra<br />

ben orayı buldum. Ve tabii mekânın kendisi senaryoyu yeniden biçimlendirdi<br />

daha sonra. Yeniden çok büyük ölçüde değişti.<br />

Mekândan oyunculara geçelim. Oyuncular ilginç isimler. Sanem Hanım<br />

(Çelik) oynuyor. Uzun zamandır Türkiye’de değil ve onu uzun zamandır<br />

beyazperdede görmedik. Cast çalışması nasıl oluştu?<br />

Bülent Bey (İnal) İstanbul’daydı, zamanı da uygundu senaryoyu verdim,<br />

oturduk konuştuk, nasıl çalışmak istediğimi anlattım, onun fikirlerini<br />

sordum, el sıkıştık. Sanem Hanım’la da daha önce Filler ve Çimen’de<br />

birlikte çalışmamızın getirdiği bir yakınlık söz konusuydu, Amerika’ya<br />

telefon ettim, senaryoyu yollayacağımı söyledim, yolladım, okudu, beni<br />

aradı, nasıl bir film tahayyül ettiğimi anlatmaya çalıştım, “Geliyorum”<br />

dedi, atladı geldi. Bir hafta sonra da çekimlere başladık.<br />

Daha önceki projeniz üç filmden oluşuyordu. İnsan ve doğa ilişkisi<br />

o kadar geniş kapsamlı ki iki tanede kalır mı, nasıl devam etmeyi<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bundan sonra da yapacağım filmde insan ve doğa ilişkisi gene<br />

merkezde olacak ama şehirde geçen bir hikaye olacak. Ama az önce<br />

de dediğim gibi geleneksel sanatlardan yararlanarak bu sanatları günümüzde<br />

nasıl sinemaya tercüme edebiliriz düşüncesinden hareketle<br />

yaptığım filmler vardı. Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler’di<br />

bunlar. Buralardaki temalar şu ya da bu şekilde parantezi kapatılıp<br />

bitmiş şeyler değiller. O temalar, orada gördüğünüz bazı şeyler bundan<br />

sonra yapmayı düşündüğüm başka kompartımanlardaki, bölmelerdeki<br />

filmlere de şu ya da bu şekilde akabilir. Onlardan izler görebilirsiniz.<br />

Belki de bu daha iyi. Bir tren var, o trenin gittiği bir yön var ama o trenin


farklı kompartımanları var, ara ara bu<br />

kompartımanlardan destek alabiliyoruz. Bazı yolcular,<br />

ya da bazı eşyalar filanca kompartımandan<br />

falanca kompartımana götürülebiliyor.<br />

Kompartıman farklı ama bazı eşyalar tanıdık<br />

olabiliyor. Trenin yönü gene var, temalarımız, stilimiz…<br />

Böyle bir model peşinde olduğum model.<br />

Sizin bir de yazarlık yönünüz var. Yazarlık ve<br />

yönetmenlik çok farklı alanlar, yazarlığınızın<br />

yönetmenliğinize ne kadar etkisi oluyor?<br />

Yazdığınız zaman sisteminizi kurmanız biraz<br />

daha kolaylaşır. Ya da yönetmenin yazarıyla<br />

birbirini çok anlayacak simbiyotik bir ilişkiye<br />

girmesi lazım. Bir yönetmenin yönetmen olabilmesi<br />

için kendisine ait işaretler sistemini kurması<br />

gerekir ve o işaretler sistemini ekibine anlatabilecek<br />

kapasitesinin olması gerekir, para bulacak<br />

kapasitesinin olması gerekir. Bazılarının para bulacak<br />

kapasitesi vardır da işaretler sistemi yoktur<br />

oradan çökerler. Kendine ait işaretler sistemi ile<br />

sadece görsel bir dünya kastedilmez. Aynı zamanda<br />

adamın ahlaki dünyasını da oluşturması<br />

gerekir. Ben dünyaya nasıl bakıyorum, dünyaya<br />

baktığım zaman neyi murat ediyorum, beni<br />

rahatsız eden şeyler ne, bu benim kurduğum<br />

görsel, işitsel dünyayı nasıl oluşturacak, nasıl<br />

biçimlendirecek ve inşa edecek. Dolayısıyla<br />

bir yönetmenin kendisine ait işaretler sistemini<br />

kurarken çok ince eleyip sık dokuması temeli<br />

ta başından alarak bina etmesi gerekir. Bu da<br />

şu ya da bu şekilde, yaratım, yaratıcı, benim<br />

yaratıcılığımın kaynakları nelerdir gibi sorularla<br />

içten içe bilinçli ya da bilinçsiz boğuşması<br />

anlamına gelir. Nereye gidiyoruz, yaratıcılık<br />

sürecinin başına, bu da yazmak inşa etmek<br />

demek. Dolayısıyla ancak yazabilen bir adam<br />

kendisine ait sistemi tutarlı ve bütünsel denebilecek<br />

biçimde kurabilir. Aksi takdirde sürekli<br />

tökezleyen, bir yerlerden patlayan yamalı bohça<br />

gibi bir filmografisi olur, bunu önleyebilmenin yolu<br />

da ağzından çıkanı kulağı duyabilecek şekilde<br />

meselesi neyse onu ta başından itibaren ele<br />

alıp onun üzerine bütün sistemini inşa etmekten<br />

geçer. Bu da yazmak adını verdiğimiz süreçle iç<br />

içe geçmesi gereken bir süreçtir. Böyle olursa bir<br />

dünya oluşturulabilir.<br />

Bu yıl Türk sinemasının 100’üncü yılı. Ama bununla<br />

ilgili hiçbir şey görmüyoruz. Ne filmlerde<br />

buna bir atıf var, ne bir organizasyon var, ne de benim<br />

konuştuğum yönetmen ve oyuncuların 100’üncü yılla<br />

ilgili kişisel olarak kendi kendilerine bir muhakeme<br />

yaptıklarını görmüş değilim. 100’üncü yıl Türk sineması<br />

için ne ifade etmeli ve şu anda ne ifade ediyor?<br />

İstanbul Film Festivali’nde böyle bir bölüm olacağını<br />

duydum. Muhtemelen başka festivallerde de olacaktır.<br />

Kültür Bakanlığı bir şeyler hazırlıyormuş. Beğenelim ya<br />

da beğenmeyelim bunlar yine sübjektif listeler olacaktır.<br />

Gene ortalıklarda en iyi 10, en iyi 100 saçmalıklar<br />

dolaşacaktır. Bunları biz bize yapalım ama bunun yanı<br />

sıra dışarıda da görünürlüğümüzü artıracak şekilde<br />

bunların organizasyonunu düzenlemekte yarar var.<br />

Kültür Bakanlığı’nın da böyle hazırlıklar içerisinde<br />

olduğuna dair duyumlarımız var. Bu duyumların ciddiyet<br />

içerisinde gerçekliğe kavuşmasını isteriz. Kimin


seçtiği, nasıl seçtiği belli olmayan bir listeyle,<br />

gene dostlar alışverişte görsün misali festivallerde<br />

gösteriliyorsa bunlar bunun Türk sinemasına<br />

bir yararı olur ama fazla olmayacaktır. Muteber<br />

denebilecek yerlerde, festivallerde, galerilerde,<br />

sanat kültür merkezlerinde Türk sinemasının<br />

görünürlüğünü artıracak şekilde ciddi metinlerle<br />

desteklenen yazıların yazılması gerekir.<br />

Sizin için 100’üncü yıl olması ne ifade ediyor?<br />

Bin yıl, elli yıl, yüz yıl gibi şeylerin yararı şudur,<br />

geriye dönüp odanızı toplamanızı sağlayacak motivasyonu<br />

sağlama ihtimalleri vardır. Yoksa 49’uncu<br />

yılla 1001’inci yıl arasında siz kendinize çeki<br />

düzen verecek motivasyonları göstermiyorsanız<br />

bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ancak odanıza,<br />

çevrenize çeki düzen verip “Ben neyim, ben neyi<br />

murat ediyorum, ben nerede eksik yaptım, benim<br />

güçlü noktalarım nedir, zayıf noktalarım nedir”<br />

gibi muhasebelere yol açıyorsa bunlar benim için<br />

değerlidir. Yoksa dostlar alışverişte görsün, atalım<br />

havai fişekleri, ertesi sabah ortalıkta bir sürü pislik…<br />

Ne oldu, ne anladık? “Çok alkışladılar bizi, çok<br />

eğlendik.” Ne oldu ertesi günü. Bu tip yıldönümlerinin<br />

kendimize çeki düzen verebilme, düzenlemeler<br />

yapabilme, yüz yılda biz ne yaptık, neyde geride<br />

kaldık neyi ileri götürdük, eksikliklerimiz nedir,<br />

başkaları yapıyor da biz niye yapamıyoruz, ya da<br />

başkalarından daha iyi yaptığımız şeyler ne muhasebesini<br />

serinkanlı olarak yapabilecek imkan<br />

tanıması benim için önemlidir. Bazen sakalımız<br />

olduğu için dinleniyoruz, bazen sakalımızı kesiyoruz<br />

bizi dinlemiyorlar. Bu yıl da aynısı olacak.


DENİZ UĞUR<br />

n Çok değerli sanatsever dostlar; Bu ülkedeki 22<br />

yıllık sanat tecrübeme ve yaptığım gözlemlere/<br />

yaşadığım olaylara dayanarak soracağım sorulara<br />

ayırdım bu yazımı… Cevaplarını da kendim<br />

verdim, aralarında katılmadıklarınız olursa<br />

tartışalım, söyleşelim isterim. Sanata faydalı<br />

eylemlerdir bunlar. Yaratıcı sanatçılık dediğimiz<br />

şey her kula nasip olmaz, bir kere bunu açıka<br />

söyleyelim. Doğuştan yetenek gerektiği gibi bir<br />

de bunun üzerine belirli bir formasyon edinmek,<br />

harbi eğitim almak, donanım kazanmak gerekir.<br />

Mesela oyunculuk “kaşı gözü, boyu posu<br />

yerinde, iyi de rol kesiyor, aman da kameraya<br />

pek yakışıyor” denilip geçilebilecek kadar basit<br />

bir mesele değildir. Yönetmenlik, senaryo<br />

yazarlığı filan da “nabza göre şerbet dağıtmasını<br />

çok iyi biliyor, ne numara çekse kırıp geçiriyor”<br />

denilecek kadar bayağı meslekler değildir,<br />

olmamalıdır. Meseleye böyle bakıldığı sürece<br />

Türkiye’den asla bir Penelope Cruz, bir Ang Lee<br />

çıkmayacaktır. Ama bu yazıda hedeflediğim daha<br />

iddialı bir vurgu var: Penelope Cruz Türkiye’de<br />

oyunculuk yapamaz. Tükenmişlik sendromuna<br />

yakalanması değil bir hafta, üç gün bile sürmez.<br />

Niye mi? Evrensel anlamda gerçek bir oyuncunun<br />

(ya da kendini böyle hisseden birinin) televizyon<br />

denilen aptal kutusuna çıkmak için ölüp<br />

bittiğini sanmıyorsunuz diye tahmin ediyorum.<br />

Türkiye’de bir oyuncu neden TV dizilerinde oynar<br />

sizce? Vitrinde olmak, bilinirliğini arttırmak,<br />

geniş kitlelere yüzünü tanıtıp oyunculuk maharetini<br />

gösterebilmek ve tabii ki iyi para kazanmak<br />

için. (Dünyanın başka ülkelerinde tiyatro/sinema<br />

oyuncuları öyle iyi para kazanmaktadır ki, kendilerine<br />

Emmy ödüllü TV dizilerinden gelen tekliflere<br />

burun kıvırabilmektedirler.) Bir oyuncunun<br />

niye iyi para kazanması lazımdır? Çok yer gezip<br />

görmesi, çok insan gözlemlemesi, çok izlemesi,<br />

çok dinlemesi, çok okuması, kendine çok iyi<br />

bakması, yıldızlaşıp bir adım daha ileri gitmek<br />

için marka konumlandırması yapması, kendine<br />

“kariyer planlamacısı” menajer ve PR danışmanı<br />

edinmesi, haklarını savunmak için iyi bir<br />

avukat ve mümkünse güvenilir bir muhasebeci/mali<br />

müşavir tutması gerektiği<br />

ve tüm bunlar (Türkiye’de çok zor<br />

bulunduğu gibi) çok masraflı işler olduğu<br />

için. Türk oyuncularının yüksek kaşeleri<br />

herkesin gözüne batıyor ya, bunun için<br />

not ettim bunları. En yüksek kaşeleri alan<br />

Türk oyuncuları bile setlerde mesleklerini<br />

hangi koşullarda icra etmeye<br />

çalışmaktadır? Uykusuzlukla, yorgunluk<br />

ve stresle, hijyenik olmayan ortamlarda<br />

çalışmaktan, yazın sıcaktan/kışın<br />

soğuktan sağlığını yitirme, trafik kazası<br />

geçirme/gıda zehirlenmesi yaşama<br />

risklerini taşıyarak. (Kendi gözlerim ve<br />

tanıdığım birçok yıldız oyuncu daha<br />

bunlara şahit olmuştur, hatta bunları<br />

birebir yaşamışızdır) Gelelim kamera<br />

arkasına… Ang Lee Türkiye şartlarında<br />

film çekemez. Niye mi? Diyelim ki<br />

yetenekli, proje üretebilen bir yönetmensiniz<br />

ve elinizde müthiş bir hikaye var.<br />

Hedeflediğiniz gibi realize edebilirseniz<br />

hem dünyada ses getirecek, hem de gişe<br />

yapacak, size daha nice güzel projeler<br />

gerçekleştirmenin yolunu açacak. Buyrun<br />

Türkiye’de realize edin bakalım…<br />

Önce para bulmanız lazım. Eğer kişisel<br />

ilişkilerinizden kaynaklanan bir kayırılma<br />

(torpil) durumunuz yoksa, ya da herhangi<br />

bir lobiden (!) beslenmiyorsanız hiçbir<br />

zaman projenin hakkını verecek şekilde<br />

realize olması için gereken yeterli parayı<br />

bulamazsınız. Daha azını (şanslıysanız)<br />

bulabilirsiniz. Ne yaparsınız? Vakit nakittir<br />

diyerek zamandan kısarsınız. Gavurun<br />

altı ayda çektiği filmi siz birkaç haftada<br />

çekmek zorunda kalırsınız. Sağlığını<br />

düşünmeyen, ultra çalışkan ve zeki biriyseniz<br />

çekmek istediğiniz planların yüzde<br />

ellisini (belki) çekip yetiştirebilirsiniz. Ne<br />

yaparsınız? Çalışmak istediğiniz oyuncular<br />

ya parayı veren mercii tarafından


yeterince ünlü bulunmadığı için,<br />

ya da kaşeleri yüksek geldiği<br />

için istediğiniz kadronun ancak<br />

yüzde ellisini kurabilir ve<br />

beklediğiniz performansın ancak<br />

yüzde ellisini alabilirsiniz.<br />

Ne yaparsınız? İstediğiniz etkiyi<br />

yaratmak için gerekli olan<br />

teknik malzemelerden kısarsınız.<br />

Mesela oyuncuların etrafında<br />

360 derece döne döne çekmek<br />

istediğiniz sahneyi o gün sette<br />

steadicam olmadığı için tripodla<br />

çekmek zorunda kalabilirsiniz.<br />

Ne yaparsınız? İstediğiniz atmosferi<br />

yaratabileceğiniz<br />

mekanların kirası yüksek olduğu için<br />

giremediğinizden ucuz mekanlarda,<br />

planladığınızdan farklı açılar, farklı<br />

mercekler ve dar kadrajlarla çeşitli<br />

hilelere başvurup sahneleri kurtarmaya<br />

çalışırsınız. Ne yaparsınız? Post prodüksiyon<br />

aşamasında istediğiniz montaj<br />

yönetmenini kaşesi yüksek olduğu için<br />

getirtemezsiniz, istediğiniz efektleri<br />

pahalı olduğu için yaptıramazsınız, hatta<br />

bazı koşullarda filminizin son halini ancak<br />

vizyona girdiğinde izleyebilirsiniz.<br />

Parayı veren düdüğü çalar lafı vardır<br />

ya? Bu aslında tüm dünyada geçerlidir,<br />

ancak buralardaki zihniyetle bu bile<br />

gerçekleşmez. Sonuçta çıkan iş, hedeflenenden<br />

çok fazla fire vereceği için,<br />

parayı veren mercii de düdük çalamaz,<br />

ancak hava alır. Tercihe göre, bir bardak<br />

soğuk su da içebilir. Türkiye’de “düşük<br />

algı seviyesine hitap eden basit hikayeler<br />

yazalım, aman daha sade, daha da<br />

minimal olalım, şartların yetersizliğini<br />

bu bizim tercih ettiğimiz bir tarzmış gibi<br />

yansıtmaya çalışalım” telkinlerini işite<br />

işite helak olma ihtimaliniz çok yüksektir.<br />

“Bu bir şaka olmalı” diyorsunuz, değil<br />

mi? Değil. Türkiye’de bugüne kadar<br />

henüz doğru düzgün bir araba kazası<br />

sahnesi bile çekilebilmiş değil. Kimse<br />

kimseyi kandırmasın. Onlarca ultra lüks<br />

otele, AVM’ye aklanmak istenen paralar<br />

akıtılıyor, park-bahçe her yer çiçekten<br />

geçilmiyor sanıyorum… Ama “gerçek”<br />

sanatın ilerlemesi istenmiyor. İşte bu<br />

yüzden, sanatseverler ve eleştirmenler<br />

olarak Türkiye’deki yaratıcı sanatçılarınıza<br />

sahip çıkmanızı öneririm. Sanatçı denilen<br />

şey (eğer samimiyse) kırılgandır,<br />

duygusaldır. Elinizdeki bu insanlar da<br />

“illallah” deyip sektörü bırakırsa (sonuçta<br />

kimse köle değildir ve çaresiz de değildir<br />

ama işte bir gaflet anında içlerine sanat<br />

aşkı düşüvermiştir) kimi izleyecek, kimi<br />

eleştireceksiniz? Meslek de zevk de elden<br />

gider vallahi. Eğri oturalım, doğru<br />

konuşalım. Aydınların/kendini aydın hissedenlerin<br />

dikkatine: Yüzde elliyi sektörde<br />

zor tutuyoruz, haberiniz olsun.


n Köken olarak Gılgamış’tan ya da Homeros’un<br />

İlyada ve Odysseia’sinin destansı şiir tarzından<br />

gelen ve daha çok kahramanlık olaylarını anlatan<br />

bir edebi tür olan epik, sinemada farklı<br />

türleri bir araya getiren bir film kategorisi<br />

olarak ifade edilebilir. Tarihi karakterler, hikâyeler,<br />

efsaneler, mitolojik olaylar ve dinsel nitelikli<br />

öykülerden beslenen epik sinema zaman<br />

içerisinde, savaş, tarihi, dini, romantik ve bilimkurgu<br />

ya da fantastik gibi alt türlere de ayrıldı<br />

ve genel itibariyle dev bütçeli yapımları ifade<br />

etmeye başladı.<br />

Büyük ölçekli aksiyon sahneleri, gösterişli<br />

dekor tasarımları, kostümler, müzikler ve mekânlarla<br />

donatılmış epik filmler içerik olarak<br />

uzun bir zaman dilimini kapsarlar ve bu sebeple<br />

daha çok savaşlar, toplumsal olaylar ve tarihi<br />

karakterleri odak noktalarına alırlar. Son dönemlerde<br />

fantastik ve bilimkurgu epik sinemada<br />

ağırlık kazanmaya başlasa da esas olarak çıkış<br />

noktası tarihsel konulardır. Türün ilk örneği<br />

olarak kabul edilebilecek ve aynı zamanda<br />

sinema tarihinin ilk gişe rekortmeni 1912 İtalyan<br />

yapımı Quo Vadis’ten bu yana çekilen pek çok<br />

büyük bütçeli film bu türe dâhil edilse de, ben<br />

daha çok tarihi-epik türünü merkeze aldım fakat<br />

fantastik epik olarak nitelendirebileceğimiz bazı<br />

filmleri de listeye eklemeden geçemedim.<br />

Filmlere gelince; İtalyan film endüstrisinin ilk<br />

örneklerinden biri olan Cabiria (1914), aynı zamanda<br />

epik sinemanın da önemli örneklerinden.<br />

Antik Roma tarihçisi Titus Livius’un dünyaca<br />

ünlü yapıtından esinlenilerek siyah beyaz ve sessiz<br />

olarak çekilen Cabiria, Pön Savaşları’nı konu<br />

alıyor.<br />

Cabiria’dan bir yıl sonra çekilen ve Ku Klux<br />

Klan’a yaklaşımı sebebiyle eleştirilere maruz<br />

kalan ancak The Birth of a Nation, Amerika’nın<br />

ilk uzun metraj tarihi filmi olma özelliğini taşıyor.<br />

Quo Vadis ve Cabiria’dan oldukça etkilenen The<br />

Birth of a Nation’ın yönetmen koltuğunda, D. W.<br />

Griffth oturuyor; filmin odağına ise Amerikan İç<br />

savaşı alınmış.<br />

Epik sinemanın sessiz dönem baş yapıtlarından<br />

Intolerance, 1916 yılında yine D. W. Griffth<br />

direktörlüğünde çekilen bir<br />

yapım. Büyük bir bütçeyle<br />

çekilip gişede başarısızlığa<br />

uğraması, Intolerance’ın<br />

sinema tarihinin en önemli<br />

epik filmleri arasında yerini<br />

almasını elbette engellemedi.<br />

Intolerance’da,<br />

farklı dönemlerde, birbirine<br />

paralel dört hikâye üzerinden<br />

hoşgörüsüzlük teması<br />

işleniyor.<br />

Napoleon Bonaparte’ın<br />

Konsül ve İmparator<br />

olmasına kadarki sürecin anlatıldığı 1927<br />

Fransız yapımı Napoleon, sessiz dönem epik<br />

sinemanın önemli filmlerindendir. Oldukça uzun<br />

bir sürede, altı bölümde anlatılan film, Abel<br />

Gance’ın kullandığı teknikler açısından da öncü<br />

yapımlardan biri olarak kabul edilir.<br />

10 dalda kazandığı Oscar ödülü ve hâsılat rekoru<br />

ile Gone with the Wind sadece epik türün değil,<br />

sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri<br />

sayılır. Vivien Leigh ve Clark Gable’ın unutulmaz<br />

performanslarıyla Amerikan İç Savaşı sırasında<br />

yaşananları konu alan film, en büyük epik dramlardan<br />

biri olarak kabul ediliyor.


1953 yapımı olan ve<br />

başrollerinde Marlon<br />

Brando, Louis Calhern<br />

gibi isimleri bulunduran<br />

Julius Caesar,<br />

yönetmenliğini Joseph<br />

L. Mankievicz’in<br />

yaptığı siyah beyaz<br />

film. Shakespeare’in<br />

ünlü eserinden uyarlanan<br />

Julius Caesar,<br />

yazarın en iyi<br />

uyarlamalarından biri<br />

olarak görülmesinin<br />

yanında, sanat yönetimiyle de Oscar’a layık<br />

görülmüştür.<br />

Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın en iyi<br />

filmlerinden biri olarak gösterilen Seven<br />

Samurai, 16. yüzyıl Japonya’sında geçen bir<br />

siyah beyaz dönem filmidir. Oscar ödüllü film,<br />

kendisinden sonra gelen birçok yapıma esin<br />

kaynağı olan önemli bir epik eserdir.<br />

Büyük İskender’in hayatını konu alan Alexander<br />

the Great’in, diğer yapımlara baktığımızda<br />

ortalama bir düzeyde kalsa da listede olması<br />

gerektiğini düşünüyorum. Gelmiş geçmiş<br />

biri haline gelerek kendisinden<br />

sonra çekilen<br />

ve türe ait pek çok filmi<br />

etkiledi.<br />

Romalı gladyatör<br />

Spartacus’ün mücadelesini<br />

anlatıldığı 1960<br />

yapımı Spartacus ise,<br />

yine her anıyla Stanley<br />

Kubrick’in ellerinden<br />

çıktığını kanıtlayan bir<br />

epik şaheser...<br />

Kirk Douglas’ın<br />

başarılı performansıyla izlediğimiz bu<br />

büyük bütçeli yapım, 4 dalda Oscar<br />

kazanmayı başarmıştır.<br />

Charlton Heston ve Sophia Loren’in<br />

başrolünü paylaştıkları El Cid, epik<br />

türün bir diğer önemli filmi olarak listeye<br />

dahil olan yapımlardan. Anthony<br />

Mann yönetmenliğinde çekilen film,<br />

İspanyol halk kahramanı Rodrigo<br />

Diaz’ın (El Cid) Emeviler’e karşı verdiği<br />

mücadeleyi anlatıyor.<br />

İngiliz asker ve casus Thomas Edward<br />

Lawrence’ın, Osmanlı İmparatorluğu’na<br />

en büyük film setlerinden birine sahip olan<br />

The Ten Commandments (1956) ise, epik<br />

sinemanın en görkemli ve ihtişamlı örneklerinden<br />

sayılıyor. Daha önce sessiz olarak,<br />

yine Cecile de Mille tarafından çekilen film,<br />

zamanının ötesinde görsel efektleriyle Oscar’a<br />

hak kazanmış.<br />

Epik sinema denilince akla ilk gelen<br />

örneklerden biri hiç kuşkusuz 1959 tarihli Ben-<br />

Hur’dur. Lewis Wallace’ın meşhur romanından<br />

uyarlanan filmin yönetmenliğini William Wyler<br />

yaptı; film epik sinemanın başyapıtlarından<br />

karşı Arap ayaklanmasındaki<br />

görevi esnasında başından<br />

geçenlerin anlatıldığı Lawrence<br />

of Arabia, 7 Oscar’lı<br />

harika bir epik sinema<br />

örneğidir. Yönetmenliğini<br />

David Lean’in yaptığı film,<br />

Peter O’Toole’un unutulmaz<br />

performansıyla sinema<br />

tarihinin en önemli filmleri<br />

arasında sayılmaktadır.<br />

Lawrence of Arabia ile aynı


yıl çekilen diğer önemli<br />

epik filmler ise bu türün<br />

aranılan yüzlerinden<br />

olan Charlton Heston’ın<br />

başrolünde oynadığı 55<br />

Days of Peking ile Elizabeth<br />

Taylor, Richard Burton,<br />

Rex Harrison gibi<br />

oyuncuları kadrosunda<br />

barındıran Cleopatra’dır.<br />

Yapımı 3 yıl süren Cleopatra,<br />

görkemli<br />

sahneleriyle<br />

epik türün mihenk taşlarından<br />

sayılabilir.<br />

Thomas Mann’ın El Cid’den<br />

sonra çektiği bir diğer epik örnek<br />

The Fall of the Roman Empire<br />

(1964), Sophia Loren, Stephen<br />

Boyd, Alec Guinnes gibi isimleri<br />

barındıran oyuncu kadrosu ve<br />

tüm görselliğine rağmen yeterli<br />

ilgiyi görmedi. Ondan bir yıl<br />

sonra çekilen Doctor Zhivago<br />

bu kez romanın tamamını beyazperdeye<br />

yansıtmak istercesine 427 dakika olarak…<br />

Süresi yüzünden izleyicisini zorlasa da, iyi<br />

bir film ve uyarlama olması sebebiyle türün<br />

örnekleri arasına adını yazdırmayı başarıyor.<br />

Her ne kadar tarihi epik türünü yazının<br />

odağına alsam da, fantastik epik olarak nitelendirilebilecek<br />

iki filmi listeye eklemeden<br />

olmazdı. İlki 1981 yapımı Kral Arthur efsanesini<br />

beyazperdeye taşıyan John Boorman’ın<br />

Excalibur’u, diğeri ise J. R. R. Tolkien’in<br />

dünyaca ünlü eserinden uyarlanan The<br />

Lord of the Rings üçlemesi… Peter Jackson<br />

tarafından uyarlanan üçleme, görselliği ve<br />

ihtişamı ile epik sinemanın en önemli filmleri<br />

arasına adını altın harflerle yazdırdı. Bu<br />

muazzam üçlemenin son filmi The Lord of<br />

The Rings: The Return of the King, Ben Hur<br />

ve Titanic ile birlikte aday olduğu bütün dallarda<br />

(11) Oscar’ı kazanan nadir filmlerden<br />

biri oldu.<br />

Son dönem epik örneklerine gelince… Mel<br />

Gibson’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı,<br />

İskoç şövalye William Wallace’ın hayatından<br />

esinlenilerek çekilen Bravehearth (1995),<br />

ise, Rusya’da Bolşevik İhtilali<br />

sırasında ve sonrasında<br />

yaşananları konu alan müthiş<br />

epik örnek olarak ortaya çıktı.<br />

David Lean’in yönetmenliğini<br />

yaptığı film aynı zamanda 5<br />

dalda Oscar ödüllü.<br />

Tolstoy’un ölümsüz eseri<br />

Savaş ve Barış, çokça sinemaya<br />

uyarlanmış bir edebiyat<br />

ürünüdür. Audrey Hepburn’lü<br />

1956 yapımından sonra<br />

1966’da yeniden çekildi ancak<br />

Riddley Scott’ın unutulmaz filmi Gladiator<br />

(2000), Çin’li yönetmen Zhang Yimou’nun<br />

Hero’su (2002) ve İlyada destanından yola<br />

çıkılarak Truva savaşının anlatıldığı Troy<br />

(2004) yakın zamanların en iyi epik filmleri<br />

arasında gösterilebilir.<br />

Bu filmlerin dışında pek çok savaş filmi,<br />

tarihi epik kategorisine eklenebilir ve liste<br />

fazlasıyla uzatılabilirdi. Ama bana göre en<br />

temiz şekli bu haliydi. Bu noktada bana<br />

yardımcı olan ve fikir veren Murat Tolga Şen<br />

ile Serdar Durdu’ya da teşekkürler…


Bu ayın önemli filmlerinden Mavi Dalga’nın yönetmenleri Zeynep<br />

Dadak, Merve Kayan ve başrol oyuncusu Ayris Alptekin ile<br />

konuştuk. Yönetmenlerin dediği gibi birbirlerinin yoluna taş<br />

koyan değil birleştikçe güçlenen kadınlarla karşılaştık...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında kadın meselesi her zaman<br />

kafamda dönen sorudur. Bu aslında sadece<br />

sinemamızın değil toplumumuzun bir göstergesidir.<br />

Bir toplum kendini, refahını insanlarının özgürlüğü,<br />

eşitliği ve mutluluğu üzerinden ancak ifade edebilir.<br />

Benim için sosyal adalet toplumdaki kadın ve<br />

erkeğin eşitliği üzerinden ancak anlaşılabilir. Bu<br />

anlamda sinemayla yaşayan bir insan olarak her<br />

zaman sinemamızdaki kadın unsurunu önemsedim<br />

ve dert ettim. Bir çok kadın yönetmenimiz ve<br />

kadının içinde var olduğu filmimiz var. Ama toplumdaki<br />

rolleri kabul eden, sınırlamaları zorlamayan,<br />

kendi kimliğini erkeğin sıkıştırdığı yerlerde bulmaya<br />

çalışan karakterlerden bıktım. Sinema öncü olmalı,<br />

sinema cesur olmalı, sinemadaki kadın toplumun<br />

içinde olmadığı kadar yaratıcı ve ısrarcı olmalı.<br />

Erkekten bağımsız kimliğini, cinselliğini, özlemlerini<br />

ifade edebilmeli. Bu anlamda Mavi Dalga<br />

filmini Antalya film festivalinde seyrettiğimde demin<br />

söylediklerimin peşinden giden kadınları gördüm.<br />

Filmin yönetmenleri Zeynep Dadak, Merve Kayan<br />

ve başrol oyuncusu Ayris Alptekin’le konuşmak<br />

benim için önmliydi. Özellikle Ayris Alptekin’in naif<br />

gözüken ifadesinin altındaki belli belirsiz öfke ve bu<br />

öfkenin tetiklediği kısa ama önemli cevaplar bu röportaj<br />

benim için değerli kıldı. Yönetmenlerden yeni<br />

filmler Ayris’ten de dertlerini ona en uygun gelen<br />

şekilde ifade edebileceği üretimler bekliyorum.<br />

Sizi bu senaryoyu yazmaya iten şey neydi?<br />

Zeynep Dadak: Bir filmi hayal etmeye<br />

başladığımızda kendi deneyimlerimizden yola<br />

çıkıyoruz ama o deneyimleri bire bir senaryoya<br />

aktaracağımız bir olaylar ağı değil de bir tür dünyaya<br />

bakış açısı sağlayan pencere gibi düşünüyoruz.<br />

Mavi Dalga’da da küçük şehirlerde büyümüş iki<br />

kadın olarak, o şehirlerde büyüme deneyiminin nasıl<br />

bir şey olduğuna dair konuşmaya başladık kendi<br />

aramızda. Ondan sonra yavaş yavaş nasıl karakterler<br />

olabileceğini hayal etmeye başladık. Bir taraftan bu<br />

karakterin nasıl müzik dinleyeceğinden, nasıl bir ailesi<br />

olacağını, ne okuyacağını, yaşadığı yerin sokaklarını<br />

hayal etmeye o anlamda görsel, işitsel dünyayı dramatik<br />

dünyayla hep birlikte örerek kurabileceğimiz bir<br />

film yaratmaya başladık.<br />

Yönetmenlik bir ego işi; filmde iki yönetmen olarak<br />

çalışmak bir ego çatışmasına neden olmadı mı? Bu<br />

birliktelik nasıl doğdu?<br />

Merve Kayan: Bir sanat eseri ortaya çıkarmak tabii<br />

ki eninde sonunda kişisel bir yere dokunan bir şey<br />

ama yönetmenliğin egoyla ilgili olduğuna kesinlikle<br />

inanmıyorum. O kadar geniş bir alan ki bunu bir ego<br />

haline getirmek o listenin başında yer almıyor en<br />

azından bizim gibi birlikte üretmeye alışmış ve bundan<br />

keyif alan insanlar için. İki kişi bir filmi yönetmek,<br />

bir filmi yazmak kendi egonuzun başka biriyle çatıştığı<br />

bir şeyden çok daha fazla bir tür ortak ego yaratabilmek<br />

belki de. Ve o egoda illa insanları ezmek ve<br />

otorite kurmak üzerinden olmak zorunda değil. Daha<br />

çok yaratmaya çalıştığınız şeye birilerini ikna etmek<br />

ve birlikte yaratmak üzerine olan bir şey. Ama tabii ki<br />

son söz yönetmenin olmak zorunda, hadi çıktık yola,<br />

herkes bir şey söylesin film yapalım diye bir şey yok.<br />

İnsanlar tek başlarına da farklı şekillerde çalışıyorlar.


Bazıları oturup gerçekten içinden bir şeyler çıkaran<br />

şeyin kendi egosu olduğuna inanabilir. Zeynep için<br />

de benim için de bizim için en kişisel olanın karara<br />

dönüşmesiyle alakalı bir şey değil film yapmak. Onun<br />

için bir şeyin üzerinde konuşup gerçekten anlatmak<br />

istediğimiz hikâyeye en iyi ne hizmet edecekse onda<br />

karar kılmak zaten başlı başına kollaboratif bir şey.<br />

Zeynep Dabak: Tabii ki dünyada yaygın olan tek<br />

başına yönetmenlik yapmak. Çoğu yönetmenin aslında<br />

müthiş yardımcıları var belki kendilerinin bir sürü<br />

kararı vermesine bile gerek kalmıyor. Hitchcock’la ilgili<br />

konuşulan poster tasarımcısı olmasaydı, ya da Bernard<br />

Herrmann’ın müzikleri olmasaydı, şu asistanı<br />

olmasaydı, ya da karısı olmasaydı bunları yazamazdı<br />

gibi… O yüzden öyle baktığınızda bir büyük egonun<br />

altında toplanmış işler bütünü gibi görülebiliyor ama<br />

bizim daha ideolojik bir yerden de o görünmeyen<br />

mekanizmaları açmak ve oradan nasıl ortak ego çıkar,<br />

zaman zaman iki kere yutkunup, bazen çok yapmak<br />

istemediğin şeyi söyleyip diğerinden nasıl tepki<br />

alacağını görmek, böylece bir şeyi iki kere düşünmek…<br />

O kadar çok katmanı olan bir şey ki bunun kendisi bize<br />

film yapmak kadar heyecanlı gelen bir şey.<br />

Filmin konusu önemli çünkü bizde ergen dünyasını<br />

onun doğallığı içinde anlatan film yoktur. Ergen<br />

dünyasını belirli konumlar içinde kullanan filmler vardır.<br />

Bir cast problemi var aslında. Oyuncuları nasıl seçtiniz?<br />

Merve Kayan: Bizim şansımız senaryonun erken<br />

aşamalarında hatta senaryo ortada yokken treatment<br />

aşamasında cast direktörümüz Ezgi Baltaş’la çalıştık,<br />

onun bu projenin ne kadar önemli bir parçası olduğunun<br />

farkındaydık. Her ne kadar bir genç kadın karakterin<br />

hikayesini anlatmak istesek de bir yandan da bunu<br />

onun etrafındaki arkadaş grubunun üzerinden anlatmak<br />

istiyorduk. Bunun için de ideal olanın başka birçok<br />

yönetmenin yaptığı gibi farklı farklı yerlerden oyuncuları<br />

toplamak ve onlarla sıfırdan çalışmak yerine, bir grup<br />

olsa da onları biz filmin içine alabilsek gibi bir hayalimiz<br />

vardı. Ezgi de bizi Galata Perform’da birlikte oyun<br />

sahneleyen, yazan bir grup gençle tanıştırdı. Biz film<br />

çekimine çok yakın bir ana kadar onların filmde olup<br />

olmaması konusundan çok da emin değildik açıkçası.<br />

Zeynep Dabak: Ayris’ten (Alptekin) emindik de aynı grubu<br />

taşımalı mıyız, bu kadar zamandır birlikte çalışmak<br />

bir tür ezber hissi yaratır mı gibi çekincelerimiz vardı<br />

ama sonra o grup dinamiğini filme de taşımak istedik.<br />

Senaryoyu okuduğunuz zaman rolünüzde sizi etkileyen<br />

şey ne oldu, ikincisi arkadaşlarınızla aranızdaki daha<br />

önceki tecrübeleriniz filme etki etti mi?<br />

Ayris Alptekin: Setten yaklaşık bir ay öncesine<br />

kadar bizim elimizde son draft vardı. Olay örgüsü<br />

hakkında tabii ki bir fikrimiz vardı ama metni biz<br />

bir, bir buçuk ay önce okuduk. Üç sene öncesine<br />

dayanan bir çalışma disiplini olduğu için ve audition<br />

gibi bir şey söz konusu olmadığından kendimizi<br />

zaten işin bir parçası olarak hissediyorduk.<br />

Oyuncu olarak zaten birlikte bir şeyler üreten,<br />

birlikte büyüyen beş arkadaş olarak bir deneyim<br />

paylaşımı, senaryo yazımına dair çalışmalar<br />

yapıyorduk. O yüzden her zaman filmin içine<br />

dahildik. Senaryoyu okuduğumda ben “Bunun<br />

içinde olmalıyım” gibi bir mesafe yoktu, zaten<br />

içindeydim, oyuncu olarak var olmasam da ben<br />

filmin bir parçası olarak hissedebilirdim.<br />

Bazı roller vardır hazırlanmak gerekir ama bu<br />

filmdeki gibi roller çok da sizdendir, oyuncunun


sinema dili açısından biraz kafası karışabilir, bu<br />

dengeyi nasıl sağladınız?<br />

Ayris Alptekin: Merve ile Zeynep’e de sıkça sorulan<br />

bir soru otobiyografik öğelerin olup olmadığı.<br />

Tıpkı Merve ile Zeynep’in pozisyonu gibi bizim<br />

pozisyonumuz için de aynı şey geçerli. Neticede<br />

Deniz’in karakterinin içinde Ayris’ten parçaların<br />

olduğunu reddetmek yanlış olur. Ama Deniz’in Ayris<br />

olduğunu söylemek ve bunun bir role hazırlanmayı<br />

zorlaştıran ya da kolaylaştıran bir şey olduğu<br />

genellemesini yapmak da biraz yüzeysel olur. Tabii<br />

ki benim içimden bazı parçalar vardı Deniz karakterine<br />

ait, role hazırlanmak açısından evet çok fazla<br />

konuştuk ama bir yandan da hiç konuşmamıştık.<br />

Bir oyuncu olarak analiz etme süreci bir günde, o<br />

da set zamanında Balıkesir’de üç, dört saatlik bir<br />

şeydi. Zaten o kadar çok içindeydim ve senaryoyu<br />

okumadığım için tabii ki benim kafamda da bir<br />

Deniz karakteri var ve o Deniz karakterini tahayyül<br />

ederken aslında benim için oyunculuk kısmında da bir<br />

şeyler oturmuştu.<br />

“Kadın yönetmen” tanımını cinsiyetçi bir yaklaşım<br />

olarak görenler de oluyor ancak sizin filminize<br />

baktığımızda bir erkek yönetmenin belki de<br />

algılayamayacağı özelliklere sahip olduğunu görüyoruz.<br />

Filmin bir kadın filmi olarak nitelendirebileceğini<br />

herhalde düşünmüşsünüzdür.<br />

Zeynep Dabak: Kadın duyarlılığı denen şey, bir<br />

kadının duygusal dünyayı daha iyi anlatabilmesi gibi<br />

şeyler toplumsal olarak insanların üzerine giydirilen<br />

bir şey. Kadının sanki gücü yalnız oradadır, “Onun<br />

dışında bir şey yapamaz ama onu layığıyla yapmış”<br />

çok söylenen bir şey. Bu nasıl insanlar olduğumuzla<br />

ilişkili. Bizim örnek aldığımız çok fazla erkek yönetmen<br />

var. Hep söylerim Mike Leigh. Onun kadar<br />

duygu dünyasını ince analiz eden, o dünyadaki bin bir<br />

katmanı gösteren yönetmen çok azdır. Güçlü bir kadın<br />

karakter yaratmak istemek başka bir şey, “Öyle bir<br />

film yapalım ki bu film bittiğinde bu karakter kadınların<br />

gücünü göstersin gibi” bir idealist cümle kurmak<br />

başka bir şey. Bir yönetmen ikincisini yaparak yola<br />

çıkamaz, bir yönetmen bir karakter yaratır, o karakteri<br />

öyle bir şekillendirir ki o karakter en politik yanlış<br />

şeyleri yapsa bile sonuçta ortaya güçlü bir kadın çıkar.<br />

Bizim yapmak istediğimiz böyle bir şey. Ayris’in de dahil<br />

olduğu çevremizde ilham aldığımız arkadaşlarımız,<br />

sanatçı ya da olmayan bir çok kadına bakmak, nasıl<br />

bir dünya hayal ettiğimizi düşünmek o gücü karaktere<br />

ve onun dünyasına verdi diye düşünüyoruz.<br />

Merve Kayan: Bir de senaryoyu yazarken daha sonra<br />

bize ne soracaklar gibi şeylerden uzak durmak çok<br />

önemli. Kendimizi ve hikâyeyi korumak anlamında.<br />

Zeynep’in dediği gibi bu meseleleri içselleştirip<br />

sonra anlattığın hikâyenin altına onların doğal olarak<br />

döşenmesi ideal olan. Yoksa başlı başına bir filmin<br />

matematiğini izlerken onu fark etmeyecek şekilde<br />

kurmak çok zor bir şey bir de onun üzerine bu noktalarda<br />

burada ne doğru oldu, ne yanlış oldu, istediğimiz<br />

yere gidiyor mu gitmiyor mu diye düşünmek iyice bu<br />

kimyayı alt üst ederdi. Onun için biraz daha akışına<br />

bırakıp ara ara, zaten iki kişi yazdığınızda bu biraz<br />

doğal olarak olan bir şey. Bir şeyleri yazıp hep üzerine<br />

konuşuyorsunuz. Belki tek başına kendi kafasında<br />

yapması senaristin o kadar kolay olmayabilir.<br />

Zeynep Dabak: Biz hiçbir zaman kadın yönetmen<br />

denmesinden gocunmayız. Filmimizde yaptığımız


şey ve karakterler de toplamda geriye<br />

dönüp baktığımızda, birbirinin yoluna taş<br />

koyan değil birlikte durdukça güçlenen<br />

ve üretebilen kadınlar. Setimizde de,<br />

öncesinde sonrasında da, oyuncu kadromuzda<br />

da hakikaten çok ilham verici bir<br />

ruh vardı. Tabii ki yönetmeniz ama eğer<br />

biz kadınlara güç veren bir şey yapabiliyorsak<br />

bu dünyanın içerisinden bu çok<br />

güzel olur.<br />

Rolünüzü içselleştirirken bu<br />

konuştuklarımızın üzerinizde etkisi oldu<br />

mu?<br />

Ayris Alptekin: Kadın olmanın bilinciyle<br />

hareket etmek bir kırılganlık mı yoksa bir<br />

güç mü yaratıyor, ya da onu yok saymak<br />

mı daha kırılgan veya daha güçlü kılıyor?<br />

Tam olarak cevabını bulamadım. Deniz<br />

karakteri ergenlikte ve bir kimlik arayışı<br />

var, sadece ergenlikle de ilgili değil bu.<br />

Bir kadınsın bedeninle veya zihninle bir<br />

arayış halindesin ama her zaman bana<br />

kişisel olan şey daha güçlü geldiği için<br />

aslında sadece varoluş mücadelesi vermenin<br />

içinde de o kadınlıkla ilgili bilinç<br />

var, aynı zamanda kadın olmakla ilgili<br />

mücadelenin içinde de varoluş mücadelesi<br />

var. Her şey birbirinin içinde o kadar<br />

karışık ki, Deniz’in kafasında olduğu gibi.<br />

Zeynep Dabak: Gerçekten Ayris’in<br />

söylediği gibi. Hiç konuşmamıştık üzerine<br />

sağlaması gibi oldu. Onun kendiliğinden<br />

olması lazım. Öbür türlü bir mesele<br />

sineması, içi dolu olmayan bir mesele<br />

sineması yapıyorsunuz ama zaten<br />

meseleniz varsa ve yaparken o mesele<br />

kendi kendine bir yerden çıkıyorsa o zaman<br />

daha güçlü oluyor.<br />

Merve Kayan: Zeynep ve ben her gün<br />

aramızda kadın olmak üzerinden birçok<br />

farklı muhabbet yapıyoruz. Her gün farklı<br />

farklı şekillerde kadın olmanın ne demek<br />

olduğunu zaten sorgulayan insanlarız.<br />

Bunun da yaptığımız şeyin içinde<br />

olmasına şaşırmamak lazım.<br />

Filminizi tür olarak nereye koyuyorsunuz?<br />

Gençlik ve dram değil de daha çok politik<br />

bir film gibi.<br />

Zeynep Dabak: Geçen gün bir izleyicimiz<br />

“Gençleri sömürmeyen bir politik<br />

gençlik hikâyesi” dedi. Hoşumuza<br />

gitti. Hakikaten bir dünyaya bakarken<br />

dünyaya ne kadar mesafeden<br />

bakacağınız çok önemli. Biz o anlamda<br />

baktığımız bir yeri yargılayarak<br />

anlatmak değil de o dünyayı biraz<br />

açıp insanların o dünyayı<br />

yargılayacaklarsa kendi yargılarıyla<br />

baş başa kalmalarını sağlamak hep<br />

daha önemli bizim için. O anlamda bir<br />

yere koyabilirsiniz.<br />

Gençlik politikanın kendini en fazla<br />

gösterdiği yaş. İnsan daha heyecanlı<br />

olabiliyor, tepkilerini daha rahat ortaya<br />

koyabiliyor. Sonuçta elinizde<br />

bir senaryo var ama sizin de politik<br />

duruşunuzla ilgili mi bu rol?<br />

Ayris Alptekin: Benim ya da benim<br />

arkadaşlarımın temsiliyeti yok. Sinemada<br />

beni en çok heyecanlandıran<br />

şey temsiliyetini görmek seni yalnız<br />

hissettirmiyor, bu çok rahatlatıcı ve<br />

heyecan verici bir şey. Kötü bir şey<br />

yapmıyorum, kötü bir insan değilim,<br />

tek değilim, prototip olsa da sana benzeyen<br />

birini görmek seni çok mutlu<br />

ediyor. Deniz aslında çok fazla temsiliyeti<br />

olmayan bir karakter. Bu kadar<br />

klişe bir şeyi hiç klişeye başvurmadan<br />

anlatmak da çok önemli.<br />

Bu soruyu kadın yönetmenlere hep<br />

soruyorum; Türk sinemasında 80’ler<br />

ve 90’ların ikinci yarısına kadar Türk<br />

sinemasında feminizmin etkileri<br />

olduğunu görürüz, 2014’teyiz 2000<br />

sonrası sinemada en azından ben<br />

kendi adıma bu konuda geriye bir<br />

adım atıldığını düşünüyorum. Bu konuda<br />

sizin yorumunuz nedir?<br />

Zeynep Dadak: Benim aklıma hemen<br />

Bilge Olgaç geldi mesela. 1970<br />

Linç mesela, tamamı bir erkek hapishanesinde<br />

geçen bir film, Bilge<br />

Olgaç’ın adını kimsenin bilmemesinin,<br />

Yeşilçam’ın içerisinde çok<br />

önemli bir yönetmen olmasına karşın


erkek dünyasının içerisinde hiç kadın<br />

olmamasının sembolü gibi gelir. Uzun<br />

yıllar bir kadın yönetmen ve kadın temsili<br />

yokluğu var. Hep aynı şekilde anlatılan<br />

streotip kadınlar var. 80 sonrasında<br />

özellikle Atıf Yılmaz’la başlayan ve<br />

Müjde Ar gibi oyuncuların da katkısıyla<br />

açılan bir sinema var ama bir taraftan bir<br />

tür kolektif kadın üretimi anlamında çok<br />

fazla bir şey göremiyoruz o dönemde.<br />

Son dönemde çok önemsediğim Belmin<br />

Söylemez’in Şimdiki Zaman’ı, tartışmalı<br />

bir filmdi Berna Baş’ın Zefir’i… Hakikaten<br />

iç gıcıklayan, “Ya bu nasıl bir<br />

kadın” diye insanlara sorduran, daha<br />

nüanslı kadınlar yaratabilen yönetmenlerin<br />

olduğunu düşünüyorum. O<br />

anlamda belki bir kapanma değil bir<br />

açılma arifesindeyiz. Ama evet 90’ların<br />

özellikle ikinci yarısından sonra tamamen<br />

suskun kadınlar dönemi var. Hiçbir<br />

şekilde konuşmayan, görsel temsil hakkı<br />

alsa bile gerçekten ya dilsiz olan, ya da<br />

susturulan, konuşamayan kadınların<br />

olduğu bir gerçek. Hayatta böyle olduğu<br />

için filmlerde böyle kadınlar var diyelim<br />

ama bir taraftan sinemanın gerçek<br />

hayatı değiştirme gücünü de unutmamak<br />

lazım.<br />

Merve Kayan: İlla orada gerçeği<br />

yansıtma kaygısı herhalde sinemayı<br />

bütün farklı yerlerinde dünyanın çok<br />

istemediğimiz yerlere götürebilir.<br />

Çünkü sinemanın zaten gücü var olanı<br />

yansıtmanın ötesinde orada neyin<br />

hayalinin kurulduğunu da biraz perdeye<br />

yansıtmak. Sadece kadınların<br />

yaptığı filmlere, ya da kadın karakterlere<br />

bakmanın ötesinde erkek<br />

kadınların etrafından kadınların ne<br />

yaptığına bakmanın önemli olduğunu<br />

düşünüyorum. Suskunluk meselesi yine<br />

erkek karakterlerin etrafındaki kadınların<br />

suskunluğu, o da bayağı önemli bir şey.<br />

Zeynep Dabak: O anlamda “erkeklere<br />

ne oluyor”a da bakmak lazım. Aklıma<br />

o kadar çok film geliyor ki; bütün bir<br />

Yılmaz Güney sinemasından tutun da<br />

Tunç Okan’ın Otobüs’üne, oradan<br />

Zeki Demirkubuz’a… Orada zaten<br />

kocaman halledilememiş erkeklik<br />

meselesi var. Dolayısıyla bunun<br />

kendisi de kadınlara bakmak için<br />

zaten yeterince önemli bir yol.<br />

Sinemada oyuncu olmanın bir<br />

takım bedelleri olabilir, özellikle<br />

Türkiye gibi bir yerde. Bu konuda<br />

ne düşünüyorsunuz, bu bedeli göze<br />

alabiliyor musunuz?<br />

Ayris Alptekin: Aslında düşündüğüm<br />

zaman alamıyorum. Türkiye’de<br />

oyunculuk mesleğiyle alakalı bir<br />

şey. Şöhret olmanın oyunculuk<br />

mesleğiyle ilgili çok önemli bir<br />

problem olduğunu düşünüyorum.<br />

Şu an oyunculuk mesleği oyuncu<br />

olarak insanın varoluşuna çok<br />

yıpratıcı bir noktada duruyor. Dizi<br />

oyuncuları, sinema oyuncuları,<br />

tiyatro oyuncuları hepsi zarar verici<br />

süreçler ve insanın var olan kimliği<br />

ile var olması gereken kimliği<br />

arasında o kadar uçurumlar var ki<br />

o yüzden oyunculuk mesleği başlı<br />

başına zor bir meslek.<br />

Bundan sonra oyunculuğa devam<br />

etme düşünceniz var mı, bu filmden<br />

ne tecrübe edindiniz?<br />

Ayris Alptekin: Bu çok hayati<br />

bir karar. Oyunculukla ilgili bir<br />

düşüncem yoktu. Oyunculuk<br />

sınavlarına girmedim, istediğim bir<br />

bölüm vardı sadece onu denemek<br />

istedim, böyle bir şey tahayyül etmedim.<br />

Ama bir şekilde hayat bana<br />

böyle bir kapı açtı. Neticede hayatın<br />

insana getirdiği şanslar ve kapılar<br />

var. Bunları reddetmek de başka<br />

problemler yaratabilir. O yüzden ben<br />

her zaman hayatın bana sunduğu<br />

şeyleri en azından durup düşünmek<br />

isteyen bir insanım. Sinema beni<br />

çok heyecanlandıran bir şey. İçinde<br />

oyuncu olarak üretim halinde olmak<br />

ya da yönetmen olarak bir şeyi<br />

yoktan var etmek… Sinemayla ilgili


her şey beni çok heyecanlandırıyor. Bu yüzden<br />

sinemanın bir parçası olmayı her zaman isterim.<br />

Babanız tanınmış birisi (Yaşar Alptekin). Oyunculuk<br />

maceranızda etkisi olduğunu düşünüyor musun?<br />

Oyunculuğa karşı bu güvensizliğinizde onun da<br />

etkisi olabilir mi?<br />

Ayris Alptekin: Tabii ki vardır. Ben tiyatroda oyunculuk<br />

yapmayı istediğimde babam sanki başka<br />

bir meslek yapıyormuş gibi düşünüyordum. Sanki<br />

babamın yaptığı başka bir şeymiş gibi, ergenliğin<br />

getirdiği o asilik, dünyaya bakış açısında karşı<br />

duruş olduğu için… Tabii ki bunun etkisi olduğunu<br />

düşünüyorum ama babam olduğu için çok da<br />

dışarıdan bakamıyorum.<br />

Türkiye’de kısa film sinemacı olmak için, yurt dışında<br />

ise sinemacı olunduğu için çekiliyor. Sizin de kısa<br />

filmleriniz var, bu görüşle nasıl savaşacaksınız?<br />

Zeynep Dabak: Dünyada bir tek biz değiliz bunu<br />

yapan. Ayris’in ergenlikle ilgili söylediği şey gibi,<br />

insanın yalnız olmadığını görmesi önemli. Türkiye’de<br />

de Hüseyin Karabey geliyor aklıma, başka formatlarda<br />

üretmeye devam eden bir sinemacı olarak,<br />

Belmin Söylemez geliyor… Yani böyle yönetmenler<br />

var. Tabii ki bir insan uzun metraj çekebilmesi<br />

için deneyimi olması lazım. Bir yerlere siz projenizi<br />

anlatmak için gittiğinizde, Kültür Bakanlığı’ndan senaryo<br />

desteği ararken başvurduğunuz yerlere kadar,<br />

tabii ki size kısa metrajınızı soracaklar. Çünkü sizin<br />

ne yaptığınızı görmek istiyorlar. O anlamda böyle<br />

bir deneyim elbette önemli. Onlar bir adımdır, bir<br />

insanın kısa film ya da başka şeyler denemesi, bir<br />

set nasıl yönetilir bunu deneyimlemesi lazım uzun<br />

metraj setine çıkmadan önce. İkimizde setlerde uzun<br />

yıllar çok çeşitli pozisyonlarda çalıştık. Ama uzun<br />

metraj ulaşılacak en son noktadır, uzun metraj bir<br />

kere yaptın mı hep uzun metraj yapacaksın diye bir<br />

şey yok. İnsanın uzun metraj daha iyi filmler yapabilmesi<br />

için hep dönüp başka şeylerle olan ilişkisine<br />

bakması gerekiyor. Yoksa belki de bazen izlediğimiz<br />

auteur yönetmenlerde bile “Şunu 15 dakika yapsam<br />

ne şahane film olurmuş” dediğimiz bir sürü film<br />

olmasının sebebi belki böyle bir şey. Keşke onu öyle<br />

hiyerarşik olarak bir yere koymasa da arada bir tane<br />

güzel fikrini 15 dakika film yapsa sonra dönse üç<br />

sene sonra şahane yeni bir uzun metraj yapsa.<br />

Merve Kayan: Bir de insanın kendini geliştirmesi illa<br />

başkalarının işleri üzerinden olmak zorunda değil.<br />

Tabii ki bir sürü şey okuyoruz, izliyoruz ama arada<br />

başka şeyler yaparak da kendi yaptıklarımızdan<br />

ilham almak önemli. Onun için formatlar arası gidiş<br />

geliş önemli. Agnes Varda çok sevdiğimiz bir yönetmen.<br />

Hayatı boyunca genelde bir kurmaca, bir belgesel,<br />

arada kısa film çekerek devam etmiş, arada<br />

enstalasyonlar yapmış bir yönetmen. Aslında yaptığı<br />

şey galeride de olsa, internette de olsa hep sinema.<br />

Benim size sormadığım ama izleyicinin bilmesini<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Zeynep Dabak: Biz bu filmde gerçekten altını çizip<br />

“Bu dünyaya böyle bakın, bu size şöyle bir mesaj<br />

veriyor, bu karakter böyledir” gibi bir şey yapmak<br />

istemedik. O anlamda izleyicinin kendisine bir yer<br />

bulabileceğini, kendisini rahat bırakırsa bir yer<br />

bulabileceğini düşünüyoruz.


Dövüş sanatları ustası<br />

Ip Man’in hayatından bir<br />

kesiti anlatan The<br />

Grandmaster vesilesiyle,<br />

son zamanlarda iyice<br />

popülerleşen Ip Man<br />

filmlerine bir göz<br />

atalım istedik.<br />

n Büyük usta Wong Kar<br />

Wai’nin son filmi The Grandmaster<br />

(Büyük Usta), Mart<br />

ayının ilk haftası gösterime<br />

giriyor. Dövüş sanatları ustası Ip<br />

Man’in hayatından bir kesiti anlatan<br />

The Grandmaster vesilesiyle, son<br />

zamanlarda iyice popülerleşen Ip Man<br />

filmlerine bir göz atalım istedik.<br />

Ip Man olarak telaffuz edilen Yip Man (ya<br />

da Yip Kai-man), Çinli bir dövüş sanatları<br />

ustasıdır. Aralarında Bruce Lee’nin de<br />

olduğu birçok öğrenci yetiştirmiştir ki<br />

bunlardan birçoğu daha sonra kendi dövüş<br />

okullarını açmıştır. 1893 doğumlu dövüş ustası,<br />

Wing Chun dövüş sanatındaki yetkinliği ile<br />

tanınır. 1972 yılında, dünyaca meşhur öğrencisi<br />

Bruce Lee’den sadece birkaç ay önce, gırtlak kanserinden<br />

vefat etmiştir.<br />

Önce içinden Ip Man geçen filmleri sıralayalım, sonra<br />

her birini kısaca tanıtmaya çalışalım.<br />

• Dragon: The Bruce Lee Story (1993)<br />

• Ip Man (2008)<br />

• Ip Man 2: Legend of the Grandmaster (2010)<br />

• The Legend Is Born: Ip Man (2010)<br />

• Ip Man: The Final Fight (2013)<br />

• The Grandmaster (2013)


Dragon:<br />

The Bruce Lee Story (1993)<br />

Yönetmen: Rob L. Cohen<br />

Oyuncular: Jason Scott<br />

Lee, Lauren Holly, Robert<br />

Wagner, Luoyong Wang<br />

Robert Clouse’nin “Bruce<br />

Lee: The Biography”<br />

ve Lee’nin karısı Linda<br />

Lee Cadwell’in “Bruce<br />

Lee: The Man Only I Knew” isimli kitaplarından<br />

faydalanılarak çekilen ve Bruce Lee’nin hayatını<br />

konu alan biyografik filmde, çok kısıtlı da olsa Ip<br />

Man’i görmek mümkün. Dragon: The Bruce Lee<br />

Story, ana akım kulvarından dışarı taşmayan<br />

yapısına rağmen, Bruce Lee’nin hayatı<br />

hakkında çekilmiş eğlenceli bir seyirlik.<br />

İzlemeyenlere tavsiye edilir.


Ip Man (2008)<br />

Yönetmen: Wilson Yip<br />

Oyuncular: Donnie Yen, Simon Yam, Siu-Wong Fan, Lynn<br />

Hung<br />

Daha çok aksiyon filmleri ile tanınan Wilson Yip’in<br />

yönettiği Ip Man, 1930’larda memleketi Foshan kentine<br />

geri dönen Ip Man’in yaşamına ve özellikle Japon İşgali<br />

sırasında yaşananlara odaklanıyor. Ip Man’i meşhur<br />

dövüş filmleri aktörü Donnie Yen canlandırıyor. Filmin<br />

bir kısmı gerçek olaylara dayansa da, filmde yaşanan<br />

olayların büyük bir kısmının kurgu olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Donnie Yen’in varlığından ötürü dövüş koreografilerinin<br />

bir hayli öne çıkması şaşırtıcı değil. Hem<br />

seyirciden, hem de eleştirmenlerden olumlu eleştiriler<br />

alan film, gayet sağlam bir gişe yaptı. Daha gösterime<br />

girmeden ikincisinin çekileceği duyurulmuştu zaten ama<br />

büyük gişe başarısı, devam filminin yoluna kırmızı halılar<br />

serilmesini sağladı. Ülkemizde bu ay vizyona girecek The<br />

Grandmaster ile de ilintili ilginç bir detayı aktarmakta<br />

fayda var. Ip Man’in çekimleri Mart 2008’de başladı ve<br />

filmin isminin “Grandmaster Ip Man” olacağı duyuruldu.<br />

Aynı tarihlerde Wong Kar Wai de The Grandmaster’ın<br />

hazırlıkları ile uğraşıyordu. İki yapım şirketi arasında isim<br />

benzerliği nedeniyle bir anlaşmazlık vuku buldu ancak<br />

Ip Man’in yapımcılarının geri adım atarak filmin ismini<br />

değiştirmesiyle iş tatlıya bağlandı. Ip Man aynı sene<br />

içinde vizyona girerken, Wong Kar Wai’nin filmi yapım<br />

aşamasındaki problemler nedeniyle 2013’e kadar sarktı.<br />

Ip Man 2: Legend of the Grandmaster (2010)<br />

Yönetmen: Wilson Yip<br />

Oyuncular: Donnie Yen, Xiaoming Huang, Sammo Hung<br />

Kam-Bo, Lynn Hung, Darren Shahlavi, Simon Yam<br />

Ip Man’in devam filmi Ip Man 2, henüz proje<br />

aşamasındayken, Ip Man’in en meşhur öğrencisi Bruce<br />

Lee ile olan ilişkisine odaklanmak niyetindeydi. Ancak bu<br />

hayalleri Lee’nin yasal varisleri ile anlaşamadıklarından<br />

dolayı gerçekleşemedi. Bunun üzerine Ip Man’in Hong<br />

Kong’a taşındıktan sonraki sürece yoğunlaşan Ip Man<br />

2, ilk filmin kaldığı yerden devam ediyor. 1950’li yılların<br />

başında Japon İşgali’nden kurtulan Hong Kong, tekrar<br />

İngiltere’nin sömürgesi haline gelmiştir. (Japon İşgali<br />

1941-1945, İngiltere Sömürgesi 1842-1941/1945-1997)<br />

Buradan hareketle İngiltere özelinden Batı’nın dövüş<br />

sanatlarına bakış açısını merkeze koyan Ip Man 2, bir<br />

yandan da Batılıların Uzakdoğu halklarını küçük görmesine<br />

hamasi bir dille isyan etmeye girişir. Wilson Yip,<br />

aynı ilk filmde olduğu gibi gene yönetmenlik koltuğunda<br />

otururken, Ip Man’i de gene Donnie Yen canlandırıyor. Ip


Man 2, aynı ilk film gibi, gişede büyük başarı kazandı<br />

ve yapımcılarının yüzünü güldürdü. Ip Man 3 ismiyle<br />

üçüncü bir film daha çekileceği duyurulmasına rağmen,<br />

bu konu hakkında kesinleşmiş bir bilgi bulunmuyor.<br />

Yalnız Donnie Yen, verdiği röportajlardan birinde, bir<br />

daha Ip Man’i canlandırmayacağını kesin bir dille ifade<br />

etmişti.<br />

The Legend Is Born: Ip Man (2010)<br />

Yönetmen: Herman Yau<br />

Oyuncular: Yu-Hang To, Huang Yi, Biao Yuen, Siu-Wong<br />

Fan, Sammo Hung Kam-Bo, Bernice Liu<br />

Aynı Ip Man serisindeki filmler gibi The Legend Is<br />

Born da bir kısmı gerçek olaylara dayanan yarı biyografik<br />

bir film. Diğer seri ile bir bağlantısı olmamasına<br />

rağmen, bazı oyuncular her iki serinin kadrosunda<br />

da yer alıyor ve bu durum filmlerin birbirine girip iyice<br />

kafaların karışmasına yol açıyor. Ip Man’i Yu-Hang<br />

To’nun canlandırdığı filmin yönetmenliğini Herman<br />

Yau üstleniyor. Yau, birbirinden farklı türlerde uçuk<br />

kaçık birçok deli işi yapımdan sorumlu, uçlarda gezinmeyi<br />

seven bir sinemacı. Özellikle 90’lı yıllarda, favori<br />

oyuncusu Anthony Wong’un başrolde olduğu, sıradışı,<br />

mücevher değerindeki bir avuç aşırılıktan dolayı ekstrem<br />

sinema sevenlerin favori yönetmenlerinden biri.<br />

The Legend Is Born, Ip Man’in ilk gençlik yıllarına odaklanarak,<br />

Wing Chun dövüş sanatında ustalaşma sürecini<br />

ön plana çıkartıyor. Burada da Japonya ve İngiltere<br />

üzerinden milliyetçi duyguları kabartan hikâyelerin<br />

eşlik ettiği film, hamasi bir dille Ip Man’i yüceltmekten<br />

sakınmıyor. (Aynen Ip Man ve Ip Man 2’nun yaptığı<br />

gibi.) Gerçi bu durum, sadece Ip Man filmlerine özgü<br />

değil. Çin ve Hong Kong yapımı filmlerin birçoğunda<br />

benzer yaklaşımlara rast gelmek olası. Çin ve Hong<br />

Kong’un yakın tarihine baktığımızda bu yaklaşımın sebeplerini<br />

daha rahat anlayabilmek mümkün. Son bir not<br />

olarak Ip Man’in oğlu Ip Chun’un kısa bir rol ile filmde<br />

göründüğünü ekleyelim.<br />

Ip Man: The Final Fight (2013)<br />

Yönetmen: Herman Yau<br />

Oyuncular: Anthony Wong, Gillian Chung, Jordan<br />

Chan, Eric Tsang<br />

Yau’nun favori oyuncusu Anthony Wong’un Ip Man’e<br />

can verdiği The Final Fight’ta, dövüş sanatları ustasının<br />

hayatının son dönemi anlatılıyor. Diğer Ip Man filmlerine<br />

nazaran, gerçek olaylara daha sadık kalan The Final<br />

Fight, dövüş koreografileri ile de dikkat çekiyor. Hamaset<br />

konusunda ise bahsi geçen diğer filmlerden hiç de<br />

aşağıda kalmıyor.


The Grandmaster’a gelene kadar çekilen Ip<br />

Man filmlerinin ortak özelliğinin, öncelikle<br />

aksiyon dozu yüksek dövüş sahnelerini öne<br />

çıkarmak olduğu rahatça görülebilir. Kendilerine<br />

tarihten gerçek bir kişilik bulan yapımcılar,<br />

onu allayıp pullayıp yarı gerçek, yarı fantezi<br />

maceralara sürüklemiş, izleyicinin ilgisini<br />

çekecek, milliyetçi duyguları yükselten dövüş<br />

sahneleri ile de kimi zaman Japonya’ya, kimi<br />

zaman da Batı’ya gerekli dersi(!) vermiştir.<br />

The Grandmaster (2013)<br />

Yönetmen: Wong Kar Wai<br />

Oyuncular: Tony Chiu Wai Leung, Ziyi Zhang,<br />

Hye-kyo Song, Cung Le, Chen Chang<br />

Grandmaster, Wai’nin filmografisindeki filmler<br />

arasında en yüksek bütçeye sahip olanı. Bir<br />

nevi Hollywood’un stüdyo filmleri havasını<br />

yakalamaya çalışan, büyük bütçeli gişe<br />

canavarlarına benzetilebilir. Fakat onlar gibi<br />

ruhsuz olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Wai,<br />

gerekli yerlerde kendine has dokunuşlarını<br />

gerçekleştirerek, The Grandmaster’ı da bir<br />

Wong Kar Wai filmi haline dönüştürmeyi becermekte<br />

çok zorlanmıyor.<br />

Wai’nin favori oyuncularından Tony Leung’un<br />

Ip Man’e can verdiği film, 63. Berlin Film<br />

Festivali’nin açılış filmi olmasının yanı sıra,<br />

bu sene Hong Kong’u temsilen 2014 En İyi<br />

Yabancı Film Oscar adayı olarak yarışmaya<br />

Gelelim sinemanın büyük ustalarından Wong<br />

Kar Wai’nin Ip Man filmine; önceki paragraflarda<br />

üstünkörü bahsettiğimiz yapım<br />

aşamasındaki (Leung’un kolunun kırılması<br />

ve bütçe sıkıntıları gibi) problemler nedeniyle<br />

4-5 sene gecikmeli de olsa tamamlayabildiği<br />

The Grandmaster, muadillerinden farklı bir<br />

yerde duruyor. Aslına bakarsanız, Wai’nin<br />

filmografisinde de farklı bir yerde durduğu<br />

rahatlıkla söylenebilir. Diğer Ip Man filmlerine<br />

göre daha artsy (sanatsal) kalan The<br />

hak kazandı. Son 9 film arasına kalmayı<br />

başarmasına rağmen, son 5 film arasına giremedi.<br />

Sonuç itibariyle eğer Uzakdoğu dövüş filmlerine<br />

meraklı iseniz Ip Man filmlerinin her<br />

biri ilginizi çekmeye yetecek kadar potansiyel<br />

barındırıyor. En azından her birinin dövüş<br />

sahnelerinin özene bezene tasarlanmış koreografiler<br />

eşliğinde hazırlandığını ve türe gönül<br />

vermeyen sinemaseverleri bile etkileyecek<br />

kuvvette olduğunu belirtmek gerek.


n Sinemanın arıza yönetmeni Lars von Trier, her daim<br />

tartışmalar yaratan, şiddeti ve cinselliği en net şekliyle gözler<br />

önüne seren, yıllar geçmesine rağmen hala konuşulmaya<br />

devam eden filmlere imza attı. Avrupa üçlemesindeki farklı<br />

sinemasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı fakat<br />

asıl olarak 1995’de Cannes Film Festivali’nde “yeni bir<br />

akım başlatıyoruz” diyerek elindeki Dogme95 manifestosu<br />

kağıtlarını havaya fırlatıp ortadan kaybolmasıyla sansasyonlar<br />

yaratacak filmlere imza atan çılgın bir yönetmen<br />

olacağına dair fitili ateşlemişti. O günden bu yana Dogme95<br />

olgusunu her ne kadar manifestosunun kurallarına hiçbir<br />

zaman tam olarak bağlı kalamasa da filmlerinde hep kullandı.<br />

Kimilerince deli, kimilerince sapık olarak nitelendirildi, dahiyane<br />

diyenler de oldu, kadın düşmanı diyenler de, ırkçı<br />

diyenler de… Geçtiğimiz yıl Cannes’da “Hitler’i anlıyorum”<br />

demesi ve bunun üzerine festivalden kovulması, bu yıl ise<br />

üzerinde “Persona non grata / İstenmeyen adam” yazılı bir<br />

t-shirtle Berlin Film Festivali’ne katılması tartışmaları tekrar<br />

alevlendirdi. Trier’in ilgi çekmeye çalışarak filmini pazarlamak<br />

istediğini iddia edenler kadar buna ihtiyacı olmadığını,<br />

çılgın kişiliği gereği gayet doğal davrandığını savunanlar da<br />

oldu. Kimileri çok sevdi, kimileri nefret etti ama bir şekilde<br />

“Trier sineması” tüm sinefillerin üzerine tartışmaktan keyif<br />

aldığı bir filmografi oldu.<br />

Trier’in Berlin’de tartışmalar yaratan son filmi Nymphomaniac,<br />

Şubat ayında ülkemizde !f İstanbul kapsamında iki bölüm<br />

halinde gösterildi. 14 Mart’ta birinci bölümü, 21 Mart’ta ise<br />

ikinci bölümü Türkiye’de vizyona girecekken sansür ku-


ulu tarafından uygun bulunmayıp ülkemizde gösteriminin<br />

yasaklanması tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bunun üzerine<br />

İstanbul Film Festivali Nisan ayında fili festivalde tekrar gösterme<br />

kararı aldı. 7 saatlik süresi önce 5,5 saate, ardından<br />

4 saate indirilen ve ikiye bölünen Nymphomaniac vesilesiyle<br />

Trier’in tartışmalı filmografisini<br />

baştan sona ele almak<br />

kaçınılmaz oldu. Gelin beraber<br />

Trier’in bugüne kadarki filmografisine<br />

ve dönüşümüne tanıklık<br />

edelim.<br />

Element of Crime (1984)<br />

Lars von Trier’in ilk filmi olma<br />

özelliğini taşıyan “Suç Unsuru”,<br />

aynı zamanda kariyerine üçlemeyle<br />

başlayacak bir yönetmenin<br />

gelişini müjdeliyordu. Avrupa<br />

üçlemesinin ilk ayağı olan film,<br />

suç-polisiye türünün kalıplarını<br />

aykırı bir şekilde yeniden düzenliyor,<br />

hayalle gerçek arasında<br />

seyreden bilinçaltı tabanlı bir kurgu<br />

yaratıyordu. Kafkaesk bir yapı<br />

içerisinde Avrupa eleştirisine<br />

soyunan Trier, rahatsız edici<br />

baskınlıktaki sarı-kahve-turuncu<br />

renkleri arasında seyreden renk<br />

skalasının etkisiyle hipnoz etkisi


yaratan kasvetli ve<br />

gizemli bir atmosfer inşa<br />

ederek ilginç bir yönetmen<br />

olacağının sinyallerini<br />

vermeye başlıyordu.<br />

Epidemic (1987)<br />

Avrupa üçlemesinin ikinci<br />

halkası olan filmde Trier,<br />

gerçek hayatın kurgusal<br />

düzlemiyle sinema kurgusunu<br />

birleştirip birbiri<br />

içine geçen iki hikaye<br />

oluşturuyordu. Bazen paralel ilerleyen, bazen ise<br />

birbiriyle hiç alakası olmayan bu hikayeler psikoanalitik<br />

ögelerle doluydu ve dışavurumcu bir etki<br />

taşıyordu. Suç Unsuru’ndaki hipnoz ve bilinçaltı<br />

ögelerine yine başvuran Trier, yarattığı kabus atmosferi<br />

ekseninde sinematografik gerçekliği sorgulatan<br />

çarpıcı bir idealizm eleştirisine imza atıyordu.<br />

Trier’in filmde bizzat rol alıp söylediği şu kelimeler<br />

ileride filmografisinin ne kadar sert olacağını gözler<br />

önüne seriyordu. “Film dediğin ayakkabının içine<br />

kaçan taş gibi olmalıdır!”<br />

Europa (1991)<br />

Trier, üçlemesinin adıyla<br />

aynı adı taşıyan “Avrupa”<br />

ile bu sefer siyah-beyaz<br />

bir filme imza atıyor,<br />

kurgunun gidişatına göre<br />

bazı sahneleri renklendirerek<br />

teknik anlamda<br />

yine yenilikçi bir işe<br />

imza atıyordu. 2. Dünya<br />

Savaşı sonrasında geçen<br />

hikaye, siyasi ve toplumsal<br />

mesaj kaygılı Rus<br />

filmlerini anımsatıyordu.<br />

Trier, anlatı tekniklerine işleyen hipnotik etkisini<br />

yine hissettirmesine rağmen bu sefer saykodelik bir<br />

psikolojik gerilimden ziyade mizahi yönünü de ortaya<br />

çıkaran bir melodrama imza atarak şaşırtmaya<br />

devam ediyor ve üçlemesini sonlandırıyordu.<br />

Breaking the Waves (1996)<br />

Avrupa üçlemesinden sonra çok farklı bir filmografiye<br />

girişen Trier, “Dalgaları Aşmak” ile en uzun<br />

filmine imza atıyordu (159<br />

dk). Üçlemesinin vazgeçilmezi<br />

olan hipnoz, bilinçaltı<br />

ve psikolojik gerilim etkisini<br />

bir kenara bırakıyor,<br />

sabit kameradan ve çeşitli<br />

aydınlatma tekniklerinden<br />

vazgeçiyordu. Breaking<br />

the Waves, din, inanç,<br />

cinsellik, fedakarlık, günah<br />

ve merhamet olgularını<br />

sorgulayan oldukça yalın<br />

ama bir o kadar dramatik<br />

ve etkileyici bir aşk filmiydi. Trier, artık sonraki filmlerinin<br />

vazgeçilmezi olan hareketli kameraya geçiyor,<br />

kamera ve kurgu kurallarını umursamıyor, cinsellik<br />

ve Hristiyanlık bağlamında felsefe üretmeye devam<br />

ediyordu. Bu geçiş süreci Breaking the Waves ile<br />

Cannes’da “Grand Prix” almasıyla güzel başlasa da<br />

Trier için aykırılık çanları çalmaya başlayacak ve<br />

Dogme manifestosu, tartışmalar, skandallar derken<br />

Cannes’da Antichrist ile yuhalanmasına, Melancholia<br />

ile de festivalden kovulmasına varacak bir süreci<br />

tetikleyecekti.<br />

Idioterne / The Idiots (1998)<br />

“Dogme95” manifestosunun<br />

1995’te açıklanmasına<br />

rağmen ortada hala bir<br />

Dogme filmi olmaması<br />

“filmi olmayan akım”<br />

şeklinde eleştirilere ve<br />

esprilere neden olmaya<br />

başlamıştı. Trier ise manifestodan<br />

üç yıl sonra ilk<br />

iki Dogme filminden biri<br />

olan (ilki Vinterberg’in aynı<br />

tarihli Festen’i) Idioterne’ye<br />

imza atmıştı ama manifestonun<br />

10 kuralından ikisini<br />

yıkmak zorunda kalmıştı.<br />

Stüdyo filmlerine ve blockbuster anlayışına bir<br />

başkaldırı niteliğinde sade ve gerçekçi bir filme imza<br />

atan Trier, gerçek cinsel birleşme sahnelerine imza<br />

atınca pornografi suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı.<br />

Deli taklidi yapan bir grup insanın hikayesini anlatan<br />

film, toplumsal baskıları ve tabuları eleştiriyor, finalinde<br />

de çarpıcı bir dramatik yapı oluşturuyordu.


Dancer in the Dark<br />

(2000)<br />

Trier’in bu sefer filminde<br />

ünlü bir müzisyen olan<br />

Björk’ü oynatmasına<br />

ve yine Dogme95 çekim<br />

tekniği ekseninde<br />

oldukça dramatik bir<br />

öykü anlatmasına karşı<br />

bunu müzikal sahnelerle<br />

desteklemesi<br />

şok etkisi yaratıyordu.<br />

Kuşkusuz, bir müzikal<br />

hiç bu kadar garip olmamıştı! Birey ve toplum<br />

ilişkisini irdeleyen film ahlak, suç, güven, masumiyet,<br />

adalet kavramları üzerinde duruyor<br />

ve içinde yaşadığımız adaletsiz, çarpık düzene<br />

Amerika üzerinden eleştiri oklarını yönelten<br />

bir trajedi sunuyordu. Trier’in diğer filmleriyle<br />

kıyasladığımızda meselesini ve tavrını en dolaysız<br />

şekilde ortaya koyan filmi olan “Karanlıkta Dans”,<br />

ağlattıran bir Trier filmi olarak kayıtlara geçti.<br />

Dogville (2003)<br />

Trier, geçmişteki<br />

Avrupa üçlemesinin<br />

ardından bu sefer<br />

“Fırsatlar Ülkesi–<br />

Amerika” üçlemesinin<br />

ilk ayağına Dogville<br />

ile çarpıcı bir şekilde<br />

imza atıyordu. Trier<br />

sineması için bir<br />

dönüm ve zirve noktası<br />

niteliğindeki Dogville,<br />

178 dakikalık süresiyle<br />

Trier’in en uzun filmiydi. Sanat yönetiminin<br />

neredeyse sıfırlandığı, zaman ve mekan olgusunu<br />

yok eden, yabancılaştırmada doruk noktasına<br />

çıkan Brechtyen tiyatro yaklaşımı, Dogme95<br />

çekim stiliyle birleşince ortaya devrimci bir film<br />

modeli çıkıyordu. Ahlak kavramı üzerinden insan<br />

doğasının sistematiğini gözler önüne seren film,<br />

haksızlığın, sömürülmüşlüğün ve ahlaksızlığın<br />

neden olduğu intikam duygusunu körükleyen<br />

finaliyle tokat etkisi yaratıyor ve güçlü bir katharsis<br />

hissiyatı yaşatıyordu. Öyle ki, filmin finalinde<br />

Tom’un Grace’e söylediği şu sözcük hafızalara<br />

kazınıyordu: “Senin örneğin benimkini ezdi geçti!”<br />

Manderlay (2005)<br />

Dogville’in biçimsel olarak<br />

izleyiciyi şoke eden tüm<br />

yenilikçi tercihlerinin bir<br />

kopyasının vuku bulduğu<br />

Manderlay, zaten bildiğimiz<br />

ve tecrübe ettiğimiz bir film<br />

modelinin tekrarı hissiyatı<br />

yarattığından Dogville<br />

kadar başarılı olamadı.<br />

Dogville’de Nicole Kidman,<br />

Manderlay’de ise<br />

Bryce Dallas Howard’ın canlandırdığı karakterin aynı<br />

kişi oluşu ufak bir yabancılaşma yaşatsa da, tiyatro<br />

dekoruna artık alışan ve tercihleri artık yadırgamayan<br />

seyircinin tek merak ettiği unsur filmin içeriğiydi.<br />

Irkçılık ve bağımsızlık temalarını hedefine alan Trier,<br />

çok sevdiği sürprizli finali yine uygulamasına karşı<br />

gerek filmin bütününde gerekse finalinde Dogville’in<br />

etkileyiciliğini yakalamayı başaramıyordu. Kendisi de<br />

bunun farkına varmış olacak ki, üçlemenin son ayağı<br />

olan “Washington”u sürekli erteledi ve günümüzde bile<br />

bu film hala çekilmedi.<br />

Direktoren for det hele / The Boss of It All (2006)<br />

Manderlay’den sonra üçlemenin son ayağı olan<br />

Washington’u çekmekten vazgeçen Trier, muhtemelen<br />

“ne yapsam da yine ortalığı karıştırsam” diye<br />

düşünürken “Emret Patronum” adlı bir şirket komedisi<br />

ile geri dönmüştü. Trier ve komedi! Elbette bu komedi<br />

Trier’in hamleleriyle arıza bir komedi filmi olacaktı ve<br />

beklenen oldu. Trier, Dogme95 çekim tekniğini yine<br />

bırakmadı, üzerine “automavision” adını koyduğu bir<br />

teknikle kadrajların bir bilgisayar programı tarafından<br />

rasgele seçilmesi gibi tepki çekecek bir sistem<br />

kullandı, o da yetmedi ve<br />

yine kendisinin ürettiği “lookey”<br />

adlı bir metotla filme bilinçli<br />

olarak 5 ile 7 arasında<br />

değişen görsel hata yükleyerek<br />

izleyicinin bilmeceyi<br />

çözmesini istedi! İktidarların<br />

koltuk sevdasından patron –<br />

işçi ikilemine kadar uzanan<br />

kültürel bir kara komedi<br />

ortaya çıkaran Trier, kariyerindeki<br />

en enteresan filmlerinden<br />

birine imza atıyordu.


Antichrist (2009)<br />

Trier’in Tarkovsky’e<br />

adadığı “Antichrist”, Avrupa<br />

üçlemesindeki hipnotik<br />

etkiyi ve psikolojik gerilim<br />

ögelerini geri getiriyor,<br />

sinematografik olarak<br />

üçlemesindeki filmlerin<br />

rahatsız ediciliğini yüzle<br />

çarpıyordu. Şiddet ve cinsellik<br />

dozajını yükselten<br />

Trier, anlatısını epizotlara<br />

ayırıyor, etkileyici prolog<br />

ve epilog kısımlarını siyah-beyaz çekiyordu. Kadınla<br />

erkeğin varoluşsal savaşını cehennemi andıran<br />

bir atmosferde işleyen Trier, kadın düşmanı olarak<br />

lanse edilip Cannes Film Festivali’nde yuhalanınca<br />

kariyerinin en iyi filmini çektiğini iddia edip kendini<br />

dünyanın en iyi yönetmeni ilan ediyordu. Kim ne<br />

derse desin Antichrist, gore-slasher türüne kayan<br />

aykırı sahneleri, karakterlerini Adem ile Havva ekseninde<br />

konumlandıran dini ve mitolojik göndermeleri,<br />

konuşan bir tilki gibi garip sürreal sahneleri ile<br />

Trier’in en sıra dışı yapıtı olarak hafızalarda yer etti.<br />

Melancholia (2011)<br />

Antichrist ile<br />

Cannes’da yuhalanıp<br />

kadın düşmanı ve<br />

ahlaksız tanımlarıyla<br />

suçlanan Trier, iki yıl<br />

sonra bilimkurgu filmi<br />

Melancholia ile geri<br />

dönüyor ve basın<br />

toplantısında Hitler’i<br />

anladığını söyleyince<br />

yine ortalığı ayağa<br />

kaldırarak festivalden<br />

kovuluyordu. Kıyamet<br />

odaklı bir bilimkurgu<br />

atmosferi ekseninde aile üyelerinin bulunduğu<br />

bir düğünü fon olarak kullanan Trier, dini ve mitolojik<br />

referanslarını yine filmin içerisine sembolik<br />

şekillerde yerleştiriyordu. Idioterne’deki saf<br />

Dogme95 geleneğini Antichrist’ın sinematografiyle<br />

oynayan efekt odaklı yapısıyla birleştiren Trier, filmin<br />

finalinde kıyametin kopup kopmayacağını daha<br />

açılış sekansında göstererek izleyiciyi şaşırtıyordu.<br />

Nymphomaniac Volume 1 – Volume 2 (2013)<br />

Tartışmalar ve skandallarla dolu kariyerine devam<br />

eden Trier, son filmi Nymphomaniac ile 7 saatlik<br />

bir filme imza atarak ilgiyi tekrar üzerine çekti.<br />

Yapımcının baskıları nedeniyle zorla filmini 5,5<br />

saate indiren Trier, filmin daha fazla kısaltılmaması<br />

gerektiğini söylese de isteği dışında film 4 saate<br />

indirildi ve iki bölüm halinde gösterildi. Toplamda 240<br />

dakikalık süresiyle açık ara en uzun filmine imza<br />

atmak, Berlin Film Festivali’ne Cannes t-shirtüyle<br />

katılmak, filmin birçok sahnesini tanıtım amacıyla<br />

internette paylaşmak, filmdeki tüm karakterlerin orgazm<br />

halindeki yüz ifadelerini afiş olarak paylaşmak<br />

gibi hamlelerle yine aykırılık sınırlarını zorlamaya<br />

devam etti.<br />

Nymphomaniac Bölüm 1’de tüm filmlerinin<br />

toplamından çok daha fazla seks sahnesine imza<br />

atan Trier, bu sahneleri zeki bir mizah anlayışıyla<br />

ve farklı stil denemeleriyle harmanlayarak kurguyu<br />

daima canlı tutuyordu. Nemfomanyak bir kadının<br />

çocukluğundan günümüze kadar olan çok katmanlı<br />

hikayesini yine dini ve mitolojik referansları ekseninde<br />

ağırlıklı olarak mizahi bir dille sunuyordu.<br />

İkinci bölüm itibariyle bu mizahi dilini yavaş yavaş<br />

kaybetmeye başlayan film, hem Hristiyanlık üzerine<br />

felsefe üreten bir dizi diyalog silsilesine dönüşüyor,<br />

hem de ana teması olan seks bağımlılığından çıkıp<br />

mazoşizm, mafya gibi kavramlara girerek ana odak<br />

noktasını kaybediyordu. Cinsellik ve din üzerine<br />

bu kadar yoğun felsefe üreten filmin final sahnesiyle<br />

kötü ve ucuz bir fıkraya dönüşmesi ise Trier’e<br />

yakışmayan kolaycı bir çözüm yöntemiydi. Trier, belki<br />

de Antichrist ile üzerine yapışan “kadın düşmanı”<br />

yaftasını bu sefer erkeği suçlayarak bertaraf etmek<br />

istemişti, kim bilir?


Bizum Hoca’nın başrol oyuncusu Cezmi Baskın yapımcıların ve<br />

yönetmenlerin oyuncu seçiminde risk alması gerektiğini söyledi.<br />

Anne tarafından Karadenizli olduğunu söyleyen Baskın,<br />

Karadenizli komiktir ama aynı zamanda da ciddidir yorumunu yaptı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının belki de en sağlamtarafı karater<br />

oyuncuları. İşte bunlardan biri de Cezmi Baskın.<br />

Bakmayın onun çoğunlukla komedilerde yer<br />

aldığına. O hem düşündüren, hem duygulandıran<br />

hem de güldüren karakterlerin oyuncusu. Son filmi<br />

Bizum Hoca’da aynen böyle bir yapım. Güldürüyor<br />

ama çoğu yerde de düşündürüyor. İşte iyi bir<br />

taşlama olan Bizum Hoca ve Baskın’ın yorumları...<br />

Bu yıl birden fazla filmi olan nadir<br />

oyunculardansınız. Senaryo değerlendirmesinde<br />

nasıl bir yolu tercih ediyorsunuz?<br />

İlk önce rolün büyüğüne, küçüğüne bakmıyorum.<br />

“Ben bu rolde bir şey yapabilir miyim, bir şey yaratabilir<br />

miyim, bir yenilik yapabilir miyim, bir mesajı<br />

var mı senaryonun” diye bunlara bakıyorum. İkincisi<br />

iş diye bakıyorum. Küçük de rol olsa burada bir<br />

farklılık yaratabilir miyim, bir katkıda bulunabilir<br />

miyim diye bakıyorum. Bir de tabii meselesi olmalı.<br />

Bizum Hoca tür olarak komedi. Son dönemlerde<br />

çok fazla komedi filmi yapılıyor. Yüksek gişe<br />

yapan komedi filmlerinin çoğu absürt komedi.<br />

İçinde bir eleştirisi, siyasi metni olmayan hatta<br />

bundan özellikle uzak duran filmler. Buna karşılık<br />

Bizum Hoca bir siyasi duruşu olan, çevre doğa<br />

ilişkisine odaklanan HES yapısını eleştiren bir film.<br />

Kendi filminizden yola çıkarak komedinin Türk<br />

sinemasındakini yerini değerlendirebilir misiniz?<br />

Bu filmde bence attığımız taş ürküttüğümüz kuşa<br />

değecek. Hep söylediğimiz gibi komedi filmlerinin<br />

geniş kitlelere yayılan, durum komedisinden uzak,<br />

sadece söz ve insanların zavallılıklarına ya da<br />

aykırılıklarına odaklanan bir filmden ziyade du-<br />

rum içinde konuya odaklanan bir film. Öbür filmler<br />

yapısı gereği daha geniş kitlelere yayıldıkça nitelikleri<br />

seyreliyor. Daha geniş kitleler daha az mesajı olan<br />

filmler yapmaya çalışıyorlar, herkesi kucaklasın gişe<br />

yapsın diye. Bu filmin böyle bir derdi yoktu. Tabii ki<br />

gişe derdi var fakat bu gişe derdinin yanı sıra bir<br />

mesajı da olsun istendi. Örneğin demin söylediğiniz<br />

gibi HES’ler. Doğaya sahip çıkmak ve gerçek inançlı<br />

insanların da doğayla ilgili kaygıları olduğunu, namuslu<br />

doğru dürüst din adamlarının da bulunduğunu<br />

anlatan bir film olmasına çalışıldı. Terazinin kefeleri<br />

güzel dolduruldu gibi geliyor bana. Burada dünya<br />

görüşlerimiz, dünyaya bakış açılarımız farklı da olsa<br />

doğru insan, namuslu insandan yana tavır takınan<br />

benim gibi oyuncular bu filmde oynamakta bir sakınca<br />

görmedi.<br />

Filmde bir hoca var aslında resmi olarak hoca değil…<br />

Bir şey ekleyeyim bunun alternatifi olarak bir tane de<br />

gerçek hoca geliyor köye. Gerçek hoca geliyor ama<br />

perspektifi olmayan sadece tutucu bir bakış açısından<br />

seyreden dünyayı, dini kuralları daha ağır bastıran,<br />

daha sevimsiz, daha sert bir hoca karakteri geliyor.<br />

Bunun karşısında daha dünyayla, doğayla alışverişi<br />

olan iki tarz hocanın çelişkileri de gösteriliyor. Bu da<br />

filmin ayrı bir tarafı. Nasıl olmalıdır din adamı, ya da<br />

dinle ilgili insanlar, nasıl iletişim kurmalıdır insanlarla<br />

bunun da açılımı veriliyor filmde. Bu da önemli bence.<br />

Bir hocayı canlandırıyorsunuz ve bu doğa için eylemlerde<br />

bulunan bir hoca. Bunun da bir nevi ibadet<br />

olduğunu söylüyor. Bunu biraz açar mısınız?<br />

Şöyle diyor bizim hoca: Bu doğayı Allah yarattı ve<br />

bize verdi. Biz değerlerimiz içinde doğayı da korumakla<br />

yükümlüyüz, bu da bir nevi ibadettir. İnsanların


sağlığı, varlığı, mutluluğu için yaratılmış bir şeye biz de sahip çıkalım.<br />

Bu yobazlıktan, tutuculuktan uzak bir bakış açısı. Daha dünyevi bakıyor<br />

olaylara bizim hoca. Torunu için, arkadaşları için, köyü için, bölgesi için<br />

buna sahip çıkmak mutlaka gereklidir perspektifinden bakıyor.<br />

Bazı rollere hazırlanmak gerekir, bazı rollere hazırlanmak içinse oyuncunun<br />

kendi içindeki değerlere bakması yeterlidir. Bu rol için siz nasıl<br />

hazırlandınız?<br />

Bunların hepsi birbirini tamamlayan, birbirini kapsayan şeyler. Hiç<br />

tanımadığımız bir ortamı oynadığımız zaman mutlaka biraz incelemek,<br />

danışmak, tartışmak gereği duyuyorsunuz. Bu film için hazırlanırken<br />

bir kere bir avantajım vardı, annem Karadenizli bu yüzden dil problemini<br />

nispeten çözdüm. Oraya has söyleniş biçimlerini ben zaten<br />

büyüklerimden duymuştum. Zaten o kadar hazırlanmış bir senaryo<br />

vardı ki önümde… Bir torunu var. Torununu çok seviyor. Torununa<br />

uçurtma yapıyor, doğa ve insan sevgisini buralarda toplamış senaryo.<br />

Bunlar da hazır unsurlardı benim için. Sadece bunları görecek göz ve<br />

sezgi lazımdı rolün oluşumunda. Bir karısı varmış, karısı ölmüş, o kadar<br />

düzgün ve namuslu bir adam ki karısının üstüne başka bir kadın istemiyor.<br />

Yalnız bir adam. Ablası var. Ablası bunu devamlı evlendirmek istiyor,<br />

buna sürekli resimler getiriyor gösteriyor. Arıları var mesela. Arılarla<br />

konuşuyor, “Her şeyinizi hazırladım sizin, çiçekse çiçek, suysa su, niye<br />

bal yapmıyorsunuz” diyor. Burada da doğayla bir alışverişi var adamın.<br />

Adamı çağdaş bir evliya gibi almış.<br />

Karadeniz bölgesi Türk komedi kültürünün en önemli coğrafyalarından<br />

biri. Hazır bir komedisi var, Karadenizliyim dediğin zaman ardından<br />

komedi kendiliğinden geliyor. Fakat bu aynı zamanda sinemada klişeye<br />

düşme riski yaratıyor. Bu filmde böyle bir endişeniz oldu mu?<br />

Bu çok olağan bir şey. Ama Karadeniz insanını tanıyan birisi ki ben<br />

tanıyorum, onların sulu insanlar olmadığını çok iyi bilir. Bir kere egoları<br />

yüksek insanlardır. Çünkü iş hayatında ve bir sürü konuda gerçekten<br />

çok başarılı insanlardır. Ayrıca düşünce sistemleri nedendir bilinmez bir<br />

bilgisayar mantığıyla tepki gösteren insanlardır. Örnek vermek istiyorum<br />

bir Karadenizliye telefonla konuşurken “Ne yapıyorsun” dediğin<br />

zaman “Telefonla konuşuyorum ya” der. Onun düz bir mantığı vardır.<br />

Komedi de buradan çıkar zaten. Bir adres sorarsın ki bunu da filmde<br />

kullandık, yaşadığım için söylüyorum, bunları da ekledik “Amca Çıda<br />

köyünü biliyor musun” derler “Evet biliyorum” der ve yürür gider. Sana<br />

çıda köyünü tarif etmez. Yaşlısı, genci, çocuğu hepsi böyledir. Komedi<br />

buradan çıkıyor. Buradaki mantığı, buradaki inceliği kavradığınız zaman<br />

Karadeniz’den mizah çıkar. Bu filmde de bunları kullandık ve buradan<br />

da yola çıkarak sulu olmayan, zekâ ürünü komediler çıktı. Saftır, temizdir,<br />

dosdoğrudur, ikircik bilmeyen insanlardır Karadenizliler. İma bilmez,<br />

laf sokuşturmayı bilmez, düpedüz konuşur. Bazen düpedüz konuştuğu<br />

zaman bizim oturmuş kurallarımıza uymadığı için densiz gibi gelir. Bir<br />

komedi de buradan çıkar.<br />

Filmin yönetmeni Artvinli , senaristi Rizeli. Sümela’nın Şifresi gibi senaryolarla<br />

haşır neşir bir senarist. Siz anne tarafım Karadenizli diyorsunuz.<br />

Bütün bunların filminize ne gibi pozitif etkileri oldu?


Ekstra bir enerji koymak zorunda kalmadık filme. Rol yaparken, ya da<br />

çekerken filmi doğal akışına bıraktık, suyun cazibesi gibi su yolunu buldu.<br />

Bir jonglörün topla rahatlıkla oynaması gibi. Sen oynasam ben oynasam<br />

topa dikkat edersin. Jonglör takır, takır oynar biz böyle oynadık.<br />

Bu yıl iki filminiz var bildiğim kadarıyla, ikisi de eleştirel komedi<br />

diyebileceğimiz türde. Siz daram da oynayan bunun örneklerini de<br />

sergilemiş bir oyuncusunuz. Geçişi nasıl sağlıyorsunuz?<br />

Dram oyuncusu, komedi oyuncusu diye bir şey yoktur. Oyuncu diye<br />

bir unsur vardır. Özellikle Fransızlar buna comedien derler. Komedyen<br />

demek sadece komik işler yapan değil. Dramı da komediyi de<br />

rahatlıkla oynayan insana komedyen derler. Bir aktörün çok komedi<br />

filmi olur ama dram ya da daha ciddi filmlerde oynamayacağı anlamına<br />

gelmez. Eğer siz aktörseniz, duygularınıza hakimseniz, duygularınızı<br />

yönlendirebiliyorsanız, karakter tahlillerini iyi yapıyorsanız, durumu<br />

kavrayıp duruma karşı tepkilerinizi sanatsal bir şekilde gösterebiliyorsanız<br />

dram da oynayabilirsiniz, komedi de oynayabilirsiniz. Ama maalesef<br />

Türkiye’de böyle bir klişe, böyle bir yaftalama, böyle bir kategorizasyon<br />

var ve ben buna karşıyım. Buradan sizin kanalınızla yönetmenlere,<br />

yapımcılara, cast direktörlerine riske girmelerini, komedi filmlerinde<br />

oynuyor diye tanınan oyunculara risk alarak öbür tip roller verme cesaretini<br />

de göstermeleri gerektiğini söylüyorum.<br />

Türk sinemasındaki karakter oyuncularına gerektiği kadar değer verildiğini<br />

düşünüyor musunuz? Yeşilçam’ı da düşünerek soruyorum çünkü<br />

Yeşilçam’da da star sistemi vardı, şimdi star sistemi yok ama bence yine<br />

çarpık olan bazı noktalar var.<br />

Yeteri kadar önemsenmiyor çünkü rating’e, gişeye bakılıyor ve kolaya<br />

kaçılıyor. Örneklere bakıyorlar, bu adam ne oynadı şimdiye kadar, şöyle<br />

roller oynadı. O zaman hazır kıtadır bu, bunu alalım buraya monte edelim<br />

diye düşünüyorlar. Oysa tam tersini yapıp da yeni araştırmalara girseler<br />

büyük cevherler bulabileceklerine inanıyorum. Bugünlerde karakter oyuncusu<br />

dediğiniz ya da ciddi filmlerde ciddi roller oynayan insanlara komedi<br />

oynatın mesela. Ya da bizim gibi ağırlıklı komedi oynayan insanlara bir de<br />

öbür tür roller verin bakalım ki burada adam kendisini biraz zora soksun,<br />

efor sarf etsin. Sizin elinizde yönetmen diye bir unsur var “Kardeş bunu<br />

böyle oynama, suratını öyle yapma, şu duyguya şuradan gir” diyebilsin ve<br />

biraz efor sarf etsinler. Öyle yönetmenler tanırım ki ya aktörden korktukları<br />

için ya da kolaylarına geldiği için sadece ekranı düşündükleri için aktörle<br />

konuşmazlar bile. Aktöre yol göstermezler, aktörle tartışmazlar, aktörün<br />

sorularına cevap vermezler. Aktör soru soran insandır. “Ben neyim,<br />

nasılım, buradaki durumum ne, ben bu kadına bakıyorum ama seviyor<br />

muyum, nefret mi ediyorum” diye soran adamdır aktör. Bu sorulara cevap<br />

verecek donanımda bulunması lazım yönetmenin.<br />

Benim size sormadığım ama filmle ilgili sizin izleyicilere söylemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Filmi seyretmedim daha, senaryosunu biliyorum. Çekimler o kadar<br />

zikzaklı oluyor ki duygu süreçleriniz, aktörün grafiği sinemada çok zor.<br />

Tiyatroda başlıyorsunuz, bitiriyorsunuz.


En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını alan Cate Blanchett<br />

1. Elizabeth’i canlandırdığı iki filmle bu ödüle<br />

yaklaşmıştı ama Woody Allen’ın sihiri kraliçeyi<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinema dünyasının en parlak öğesi kadın oyuncular.<br />

Bu oyuncuların içinde bazıları var ki güzelliği kadar belki<br />

de daha fazla kabiliyetleriyle öne çıkıyorlar. Çok önemli<br />

kadın oyuncular var. Ama böyle kabiliyetini odağına alabileceklerimiz<br />

az. Cate Blanchett bunların başında geliyor.<br />

Onu her zaman Meryl Streep tarzında bir oyuncu<br />

olarak gördüm. Kaliteli ve üst sınıfın temsilcisi. Aslında<br />

bu görüşüm doğrultusunda Woody Allen’ın Mavi Yasemin<br />

filminde ki rolü de böyle bir kadın. Allen oyuncuların<br />

kendi auralarını çok iyi gözlemliyor ve harika kastlar<br />

oluşturuyor. Mavi Yasemin’deki kadını hiç kimse Blanchett<br />

kadar doğru içselleştiremezdi. Zaten bunun sonucunda<br />

ilk En İy Kadın Oyuncu Oscar’ına kavuştu. Tabii bir de<br />

Blanchett’in kendi gerçek yüzü var. Bu kadar dengeli bir<br />

kişiliğe sahip olmasının sebepleri onun özel yaşamında<br />

saklı. 1969 yılında doğan Blanchett Avusturalyalı. Daha 10<br />

yaşındayken babasını kalp krizinden kaybetmiş. Annesi<br />

bir daha hiç evlenmemiş ve kendisini çocuklarına adamış.<br />

Büyük annesinin yardımıyla aile ortamını devam ettirmişler.<br />

O oyunculuğa ilk önce tiyatro salonlarında başlamış.<br />

Daha gençken Avusturalya’da tiyatro dünyasının tanıdığı<br />

bir isim olmuş. Daha sonra Avusturalya’nın Hollywood’a<br />

açılımından o da yararlanmış. Blanchett’in en iyi arkadaşı<br />

vatandaşı Nicole Kidman. 1997 yılında senarist Andrew<br />

Upton ile evlenen oyuncu meslektaşlarının çoğunun tersine<br />

uzun süreli bir evliliği yaşamayı başarıyor. Üç çocuk sahibi<br />

Blanchett seçtiği projelerle sağlam bir hayatın ve kariyerin<br />

tuğlalarını yerine koyuyor. Başlığımızda ona boşuna kraliçe<br />

demedik. 1. Elizabeth’i iki kere canlandırdı. Daha sonra<br />

Yüzüklerin Efendisi serisinde Elflerin kraliçesi Galadriel<br />

oldu. Hollywood’un kraliçesi Katharine Hepburn’ü ondan iyi<br />

kim canlandırabilirdi ki? Aviator ile bunu kanıtladı. Tabii hep<br />

kraliçe değildi. Bazen erkek oldu. I am Not There fiminde<br />

Bob Dylan olunca herkesi şaşırttı ama Oscar adaylığını da<br />

kaptı. Böylece Oscar tarihine karşı cinsi oynayıp aday olabilen<br />

iki isimden biri oldu. Beyaz teni, sarı saçları, kemikli<br />

yapısı ve çizgi dışı güzelliğiyle bizim sinemamızın en etkileyici<br />

isimlerinden Blanchett.


BANU BOZDEMİR<br />

n 1951 yılında İsveç’te doğan irikıyım oyuncu en çok<br />

Karayip Korsanları’ndaki rolü ile tanınıyor. Ama Trier’in<br />

zaten has oyuncusu olarak son filmi Nymphomaniac /<br />

İtiraf’ta ‘dinleyen ve anlayan adam’ olarak akıllara kazınsa<br />

da yönetmenin farklı bir son algısına da kurban gitmekten<br />

kurtulamıyor.<br />

Tabii oyuncunun filmografisi çok eskilere dayanıyor,<br />

ama hatırda kalan oyunculuklarından bahsetmek de<br />

fayda var. Goya’s Ghosts filminde Goya’yı oynayarak,<br />

King Arthur’da Sakson kralı canlandırarak, Thor’da tuhaf<br />

Dr. Eric Selvig, Ronin de Gregor karakteriyle karşımıza<br />

çıkarak, oğlu Alexander’n gölgesinde kaldığı söylense de<br />

pek katılmadığım, severek izlediğimiz aktörlerden biridir!<br />

Onun dışında İnsomnia, Amistad, Dancer in the Dark,<br />

Dogville, Exorcist: The Beginning, Mamma Mia!, The<br />

Avengers, Melancholia, Frankie ve Alice gibi filmler de rol<br />

aldı. Bu ay karşımıza iki bölümde yayımlanacak olan Nymphomaniac<br />

ile çıkacak olan oyuncu Trier’in şaşırtıcılığına<br />

denk düşen bir performans sergiliyor. İyi seyirler


n Gelin Kaynana<br />

Seda’ya Gelin<br />

programı<br />

bugünkü yazımın<br />

ana konusu.<br />

Program gelin<br />

ve kaynanaların<br />

yarışması ve<br />

sorulan sorularda damadın cevabını tahmin edenin<br />

kazanması üzerine kurulu. Programın detaylarına<br />

geçmeden önce Türkiye televizyonlarındaki benzer<br />

formatların isimlerini geçirmek istiyorum.<br />

Program Beyaz Atlı Prens, Sahte Gelin, Bir Prens<br />

Aranıyor, Size Anne Diyebilir miyim?, Gelinim Olur<br />

musun?, Gönüllerde İkinci Bahar programlarının<br />

günümüzdeki yansımasından ibaret aslında.<br />

Format farklı olsa da sırtını dayadığı “şey” aynı:<br />

ataerkil düzen. Özel hayatın kamusal alanda ifşası<br />

bir yana yeniden üretilen toplumsal rollerin ve<br />

çatışmaların üzerinde durmak istiyorum.<br />

Programı izlerken aklımdan Deniz Kandiyoti’nin<br />

adını sıkça geçirdim. Erkekler ve ataerkil düzen<br />

tarafından hatları çizilen alan içerisindeki<br />

kadınların iktidar kavgasının anlatıldığı program,<br />

“ezeli ve ebedi” olarak anılan bir çatışmayı gözler<br />

önüne seriyordu: Gelin – Kaynana kavgası...<br />

Seda Sayan’ın alkışlar, göbek havaları ve nidalarla<br />

coşkulandırdığı yarışmanın sorularına kulak verin<br />

istiyorum. “Evine patronu yemeğe gelecekken<br />

damat eşinin mi, annesinin mi yemek yapmasını<br />

ister?”, “Annesi mi daha temizdir, karısı mı?”, “Annesi<br />

mi yoksa eşi mi diğerinin arkadasından daha<br />

çok konuşur?”... Tüm bu sorulara gelinler tabii ki<br />

kendilerinden yana, anneler ise kendileri lehine<br />

yanıtlar verdiler, arada kalan damat ise “eş” ve<br />

“oğul” rolleri arasında sıkışıp kaldığından ekranda<br />

komik görüntüler yer aldı. Tüm bu seçim<br />

anlarında ise arada “Hap koydum içine hap<br />

koydu, kaynana adını kuyruklu yılan koydum” ve<br />

“Dişleri gidik kaynana, oğlun çerez getirdi sensiz<br />

yedik kaynana” gibi güzide eserler çalınarak<br />

yarış kızıştırıldı.<br />

Gelinler ile annelerin “kadınlıklarının”<br />

yarıştırıldığı program kadına atfedilen toplumsal<br />

rollerin en iyi hangisi tarafından yerine<br />

getirildiği sorularıyla damadı arada bırakmaya<br />

yönelikti. Hatta kadınlarının eşlerinin çaylarına<br />

bile şeker atmalarıyla övündüğü dakikalarda<br />

anneler de çocuklarını aslan gibi yetiştirdiklerini<br />

anlatıyorlardı. Özetle erkeğe hizmet eden<br />

en iyi kölenin seçildiği programda damatlar<br />

bir dediği iki edilmeyen otoriteler olarak<br />

dokunulmazlıklarını koruyorlardı. Ataerkil<br />

düzenin yeniden üretildiği ve başta belirttiğim<br />

gibi erkeklerin kamusal alanda ispat ettiği eril<br />

otoriteyi onların izin verdiği ölçüde kadınlara<br />

armağan ettiği hane alanında iktidar yarışı<br />

halinde ekrana sunan anne ve gelinler biraz<br />

psikoloji ile ilgilenen, Lacan ve Freud’a


aşina olanların yüzünde alaycı bir gülümseme<br />

bırakıyordu.<br />

Deniz Kandiyoti’nin argümanlarına geri dönmek<br />

istiyorum zira gelin-kaynana çatışmasının<br />

varlığı ile ilgili açıklama onda, evin büyük<br />

kadınının da ataerkil otoriteye iştirakını anlatan<br />

Kandiyoti, ataerkil pazarlık ile kadınların yaş,<br />

doğurganlık gibi unsurlar ile diğer kadınlarla<br />

aralarında hiyerarşik bir ilişki oluşturduğundan<br />

bahseder: “Atasoylu geniş ailedeki kadının hayat<br />

döngüsünde genç bir kadın olarak yaşadığı<br />

zorluklar ve yoksunluklar, kendi gelinleri üzerinde<br />

denetim ve otoriteyle yer değiştirir. Menapoz<br />

yaşını geçmiş güçlü bir matriark, bu nedenle<br />

ataerkil madalyonunun öteki yüzüdür. Kadınların<br />

iktidarının döngüsel doğası ve yaşlı kadınların<br />

otoritesinin devralınacağı beklentisi, ataerkilliğin<br />

bu biçiminin kadınlar tarafından içselleştirilmesini<br />

destekler(…)Kadınlar, denetleyebilecekleri tek<br />

emek gücüne ve yaşlılık güvencesine ancak evli<br />

oğulları yoluyla ulaşabilirler. Oğullar kadınların<br />

en önemli dayanağı olduğu için, onların ömür<br />

boyu anneye bağlı kalmasını sağlamak sürekli<br />

bir zihinsel meşguliyet yaratır.”<br />

diye sorabiliyor veya “Kızlar kocalarınızı<br />

cezalandırmayın, başkaları kapar” sözleriyle<br />

erkeklerin “elde tutulması gerekenler” olduğu<br />

mesajını altını çize çize izleyiciye veriyor.<br />

Ben ise programı izlerken sinirden tırnaklarımı<br />

kemirerek ekrandaki kadınlar adına<br />

kadınlığımdan utanıyorum. İkincilliğin bu kadar<br />

içselleştirilmesine razı olamazken, program<br />

hediyesi olarak kadınlara verilen çamaşır makineleri<br />

ve yemek takımlarının alkışlanmasını<br />

izliyorum. Evde otoritesini birkaç saat içinde<br />

ispatlayan anneler veya gelinler sözde özgür<br />

alanlarına eşyalarını taşırken normalleştirdikleri,<br />

yeniden ürettikleri bu düzenin kendilerini daha<br />

da bağımlı ve esir kıldığını akıllarından geçirirler<br />

mi bilmem ama ben düşünüyorum...<br />

Tüm psikolojik yorumlar ve referans verilebilecek<br />

kompleksler dışında iktidar yarışı üzerinden bu<br />

şekilde açıklayabileceğimiz kayınvalide-gelin<br />

çekişmesi Seda Sayan’ın programı içerisinde<br />

memleketler üzerinden de kızıştırılıyordu. Gelinin<br />

memleketi ile kayınvalidenin memleketinin<br />

yemek kültürlerinin tartışılmasıyla birey özelinden<br />

çıkarılarak bir ile ve bölgeye hatta bölge kültürüne<br />

atfedilen yarış evinde oturarak programı<br />

izleyen gelin kaynanaların da kavgalarına sıklıkla<br />

sebep veriyordur eminim.Kadınların erkeğe<br />

hizmetlerinin geleneklerle meşrulaştırılarak<br />

ekrana sunulduğu bu yarışmalar özetle araerkil<br />

anlayışı yeniden üretiyor. Kadınlık ve erkekliğin<br />

toplum nezninde genellikle kabul gören<br />

çerçevelerini kalınlaştıran formatta Seda<br />

Sayan ise bu genellemeleri vurgulayan<br />

isim oluyor. “Gelin dediğin bunu yapar mı”


n Çağın en büyük ve en ölümcül hastalığı<br />

kanser ve uyuşturucu bağımlılığı<br />

üzerinden sistemin, bireyleri kolayca<br />

öldürmek yerine önce yeterince nasıl<br />

süründürdüğünü anlatan dizi başladığı<br />

2008 yılından bitişi 2013’ün sonuna kadar<br />

sayısız ödül ve tüm dünyadan milyonlarca<br />

seyirci kazandı. Popülaritesi henüz<br />

azalmayan ve hatta izlenme rekorları<br />

kırmaya devam eden yapım, bilimin iyilik<br />

için değil kötülük için çalıştırıldığında<br />

nasıl kazanca dönüştüğünü de anlatıyor.<br />

Zaten öyle olmuyor mu hep ve her yerde?<br />

Ayrıca Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünden,<br />

Copolla’nin Joseph Conrad’ın Heart of<br />

Darkness kitabından uyarlama Apocalyps<br />

Now’a oradan Brian De Palma’nın Scarface<br />

filmine dağılacak kadar fantastik,<br />

absürt, bilim kurgu ama yine de sonuna<br />

kadar gerçekçi bir hikayesi var. İç ve dış<br />

çatışmaları son derece güncel ve iyikötü<br />

aksiyona sebep olan her durumun<br />

bir açıklaması var. Yani Walter White ne<br />

yapıyorsa bir sebebi var! Var da var, yok<br />

yok bu dizide.<br />

Nietzche ‘nedenselliğin anlamı arttığı<br />

ölçüde ahlaklılığın alanının kapsamı daralır:<br />

Çünkü insan gerekli etkileri kavrayıp, bütün<br />

rastlantılardan ve buna ilişkin sonra olacaklardan<br />

ayırarak düşünmeyi öğrenince,<br />

şimdiye değin törelerin temeli olarak kabul<br />

edilen birçok fantastik nedenselliği tahrip<br />

eder’ der. 50 yaşında kimya öğretmeni<br />

Walter White (Bryan Cranston) ailesinin<br />

geçimini sağlayamadığı için araba<br />

yıkamacısında çalışmak zorundadır. Bir<br />

gün akciğer kanseri olduğunu öğrenir ve<br />

koltuk değneklerine bağlı yaşayan engelli<br />

oğlu ve hamile karısı için yüklü bir banka<br />

hesabı bırakmaya karar verir. Bir nevi Tony<br />

Montana’ya dönüşüm sürecini andıran<br />

değişimin çok haklı nedenleri her episode<br />

ile heyecanı arttırırken işler karıştıkça seyirci<br />

bir sonraki bölümü sabırsızlıkla bekler.<br />

Pek çok farklı türün iç içe eridiği anlatının<br />

epik kahramanı muhteşem bir performan-


sla kimi insanüstü durum ve pozisyonları bile geçerli<br />

kılar. Çünkü anlatının dili Walter White’ın her yaptığına<br />

haklılık kazandıran destansı öğeler taşıyan açılımlarla<br />

doludur.<br />

Her şeyden önce oyuncunun yüzü ve karakter öyle derin<br />

örtüşüyor ve yakışıyor ki dizinin yapımcıları Bryan<br />

Cranston seçiminin büyük katkısını şöyle açıklıyorlar;<br />

‘Rol aynı zamanda hem sempatik, hem nefret edilesi<br />

bir karakter olabilecek bir aktör gerektiriyor ve Bryan<br />

bunu yapabilecek tek aktör, bu hileyi yapabilecek tek<br />

kişi.’ Cranston’un birçok objeyi ve kıyafeti kendisinin<br />

seçtiği ve bolca doğaçlamayla karaktere artı sempati<br />

kazandırdığı bilinen bir gerçek, ve tabii oyuncunun rolü<br />

ne kadar içselleştirdiğinin küçük ispatları olarak da<br />

değerlendirilebilir elbette. Yine de neden Walter White<br />

bu kadar çok sevilmiş olabilir, onu diğer dizi karakterlerinden<br />

ayıran nedir gibi sorular kafa kurcalıyor?<br />

Fanları arasındaki tutkulu tartışmalar, buluşmalar ve<br />

yeniden tüm sezonları izleyip bir tür farklı akrabalık<br />

bağları kurulmasına neden olan anlaşılmaz formül nedir?<br />

Elbette gizem, gerilim ve dramanın denge ayarında<br />

senaryo neredeyse kusursuzdur. Teknik olarak<br />

sinema filmi kalitesinde ve çoğu kere üstünde görsellikler<br />

yakaladığı da açık ancak yine de Walter White’ı<br />

vazgeçilmez yapan nedir? Belki tek cümleyle özetlenebilir<br />

aslında; Walter White yaptığı rutin işlerden<br />

memnun olmayan, ailesinin ihtiyaçları nedeniyle pekte<br />

sevmediği ve hiç hak etmediği bir işte çalışan, onu<br />

zamanla ve çevresindeki tüm diğerleriyle yarıştıran<br />

bir sistemden kurtulamayan ve belki de Samsa kadar<br />

böcek gibi hisseden milyonlardan biridir. Walter<br />

açıktan ve örtük gürlemeler halinde varoluşçu sorular<br />

herkes gibi! Dizi insan varlığının ve yok oluşunun yani<br />

doğum ve ölüm saçmalığının ve çıkışsızlığının içinde


aşlar ve biter . Tüm bu süreçte farklı karakterler<br />

başka tonlarda varoluşçu göndermeler<br />

yapar. Karısının doğumu da kendi ölümü de<br />

izinsiz ve aniden girmiştir hayatlarına. Kendi<br />

doğumunu seçemeyen herkes gibi bir şekilde<br />

var olmaya çalışan insanoğlunun zavallı<br />

girdabında boğulmadan önce büyük dalgalar<br />

yaratmaya çalışır Walter ve başarır. Ölmeden<br />

iyice bir çırpınma, hakkıyla teslimiyet ve<br />

muhteşem bir isyan çıkarır.<br />

Evet buyurun Walter White’ın dayanılmaz cazibesinin<br />

sırlarına…<br />

• Özünde sevgi dolu bir eş, iyi bir bilim adamı<br />

ve ilgili bir babayken adeta ‘grand theft auto’<br />

ya da benzeri oyun kahramanlarına dönüşen<br />

karakter, izleyiciyi sık sık ters köşeye oturtup<br />

tüm tahminleri boşa çıkarmayı becerir.<br />

• En baştan iyilerin iyi, kötülerin kötü olduğu<br />

karakterler yerine kahramanın yolculuğunun<br />

ve bu yolculuk sırasındaki değişimin öyküsü<br />

verildiği için seyirciye içindeki şeytan ve melekler<br />

arasında kalınabileceğinin çatışmasını<br />

kusursuz bir inandırıcılıkta sunar.<br />

• Hayatın zorlu ve öngörülemez yolculuklarında<br />

en çok bilen bilim adamının da yine en çok<br />

yanılan olabileceğini gösterdiği için sevilir.<br />

Walter White’ın gelişmeleri kontrol edemeyip<br />

her duvara çarpışında, haklı yanılgıların<br />

yaşamın aslını oluşturduğu gerçeği seyirciye<br />

de çarpar. Yani evdeki hesap çarşıya uymaz.<br />

Aslında Andre Gide’nin dediği gibi ‘bilge kişi,<br />

her şeye şaşan kişidir.’ Walter şaşırır, seyirci<br />

şok olur.<br />

• Kimyager olarak hakkı olan ilgi, para<br />

ve saygıyı bulamadığı gibi oto yıkamacı<br />

da çalıştığı için alay konusu olan Walter,<br />

uyuşturucu işiyle kendisinin kıymetini bilmeyen<br />

sistemi zehirleyerek tüm ezilen ve yenilenlerin<br />

intikamını aldığı için keyifli bir katharsis<br />

sağlar. Alma mazlumun ahını çıkar aheste<br />

aheste dedirtir zevkle!<br />

• Elementlerin birleşiminden doğan değişim<br />

etkenlerin oluşmasıyla tamamen değişen<br />

insanların formülleri gibi haklılık ve geçerlilik<br />

kazandığı için seyirci herkese hak vererek<br />

iyi ve kötülere bağlanır. Böylece Breaking<br />

Bad hem iyiler hem kötüler için yeterince<br />

özdeşleşecek ve her özdeşleşilen karakteri<br />

aklayacak açıklamayı yapar. Şartlar böyle gerektirmese<br />

çalmazdım, vurmazdım, aldatmazdım,<br />

öldürmezdim, sevmezdim, nefret etmezdim<br />

diyen herkesin periyodik cetveldeki elementlerin<br />

olmadık bir araya gelmesinden kaynaklanan<br />

yaşam şartları var.<br />

• Walter özünde vicdanlı, dürüst ve temiz bir<br />

adam aslında. Ancak sistem önce hücrelerini<br />

virüsleyip kanserle yakalıyor, sonra yavaş<br />

yavaş kanunları ile sıkıştırıp ruhunu zehirliyor<br />

ve daha sonra sistemin kendisinden daha kötü<br />

olmayı başarınca da saygı duyuyor. Yani haklı<br />

ve iyi olan değil güçlü olan kazanıyor. Güçlünün<br />

dediği doğruya dönüşüyor. Her şeyin değişmesi,<br />

dönüşmesi hiçbir acının bile durağan ve ilelebet<br />

kalmayacağını da müjdeliyor. Kanser bile yetmiyor<br />

trajediye, katil olmakta kalıcı bir dert olmuyor,<br />

babasız kalacak doğmamış çocuğa sıra gelmiyor<br />

bile, felçli oğlanın dürüst isyanları duyulmuyor,<br />

sadık sevgilinin akıl almaz ihanetleri de oturup<br />

uzun uzun kahrolmaya yetmiyor. Çünkü dünya<br />

durmadan dönüyor. Her an yeni bir şey oluyor.<br />

Hayat oturup tek bir derde kapılıp kahrolmanıza<br />

izin vermiyor. İşte bu koşturma tam da bu yüzyılın<br />

fast-motion yaşam pratiklerine birebir denk<br />

düşüyor. Seyirci üzülmek için vakit bulamadığı o<br />

kadar çok dramatik an yaşıyor ki kendi hayatında<br />

da Walter’ı çok iyi ve derinden hissediyor.<br />

Özetle yaşam Walter’ı çizgiyi aşmaya zorlar ve<br />

çizgiyi aşınca artık tüm bastırılmış hisler volkanik<br />

bir öfke ile patlar. Kötü kader kötüleştikçe<br />

Walter’da kırılma noktalarını yıkarak fena dağıtır.<br />

Breaking Bad ismi ile cismi müsemma bir yapım<br />

olarak da bu anlama gelir zaten. Adı üstünde<br />

‘breaking bad’ işte ve Walter maharetiyle, zor<br />

oyunu bozmuştur. En azından kendisine yazılan<br />

kadere epeyi bir çizik atmış, feleğin tekerine çomak<br />

sokmuştur…


GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Ekranların yeni Osmanlı hikayesi Bir Yusuf<br />

Masalı’nın genç oyuncuları Nur Erkul ve Ulaş<br />

İnan Torun, Cine Dergi’nin sorularını yanıtladı.<br />

Sıcak bir aile hikayesinin Osmanlı temasıyla<br />

izleyiciye sunulduğu dizinin başarısının anahtarı<br />

ise oyuncularına göre samimiyet...<br />

Sette ilk gün desem...<br />

Nur Erkul: Sakin tanışma, tanıma, alışma,<br />

öğrenme, öğretme ve sezme duyularımın<br />

zirvesinde bir gün olur. İlk kayıt anında biraz<br />

heyecanlanır sonra ipleri daha sıkı tutup<br />

kavrarım ve ilk günü güzel bir şekilde geçirmeye<br />

çalışırım.<br />

Ulaş İnan Torun: Benim için de heyecanlı ve<br />

karışıktır.<br />

“DİZİ YAŞAMADIĞIMIZ VE<br />

YAŞAYAMAYACAĞIMIZ BİR DÖNEMDE<br />

GEÇİYOR”<br />

Onca dizi içinde izleyici neden Bir Yusuf<br />

Masalı’na zaman ayırlamalı?<br />

Ulaş İnan Torun: Bir dönem dizisi olmasına<br />

rağmen hem seyirciye yakınlığı, hem<br />

gerçekçiliğiyle hem samimiyetiyle farklı bir dizi.<br />

Karakterler de hikaye de zaman zaman absürt<br />

durumlara bile girse samimi...<br />

Bir Yusuf Masalı hem bir dönem dizisi hem de<br />

sıcak bir aile hikayesi… Sizce nostaljik öğeler<br />

ve geçmişe duyulan özlem dizinin sevilmesinde<br />

etkili mi?<br />

Ulaş İnan Torun: Hiç yaşamadığımız ve<br />

yaşayamayacağımız bir zaman diliminde geçmesi<br />

. Şu anda öyle giyinsek ve konuşsak deli<br />

derler ama izlemek eğlenceli sanırım.<br />

Nur Erkul: Bizim dizimizde hem Osmanlı kültürünü<br />

yaşattığımız için hem de karakterleri<br />

samimi buldukları için tercih ediyor olmalılar.<br />

Ulaş, sizin için 6 Mantı ve ardından Bir Yusuf<br />

Masalı… Nur, Ali Ayşe’yi Seviyor’un ardından<br />

Bir Yusuf Masalı… Aile komedilerinde rol almak<br />

bilinçli bir seçim mi?<br />

Ulaş İnan Torun: Değil sadece denk geldi.<br />

Nur Erkul: Hayır tamamen denk geldi ayrıca<br />

aslında çok da birbirine yakın dizi konsepti ve<br />

karakterler değil... Ayşe’nin durum komedisi<br />

daha fazlaydı ama Maria’da öyle değil. Bir kere<br />

dönemin getirdiği bir ağırlık var hal hareket ve<br />

sözlerde dikkat etmek zorundasınız. Bilinçli bir<br />

seçim değil yani ben sadece yapmaya çalıştığım<br />

her işte ve karakterde yenilikleri yeni bir şeyler<br />

üretmeyi seviyorum. Daha önce hiç dönem<br />

işinde olmamıştım onu da tatmış oldum.<br />

“DİZİLERDE KİMLİK TEMSİLİYETİ YÜZEYSEL”<br />

Devşirme bir ailenin Macar kızının bir Türk genciyle<br />

olan aşk hikayesinin anlatıldığı bir dizide<br />

başroldesiniz. Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı<br />

dizinizde yer buluyor. Siz dizilerde farklı kimlik<br />

temsiliyetlerini nasıl buluyorsunuz?<br />

Ulaş İnan Torun: Açıkçası biraz yüzeysel buluyorum<br />

ya da öyle olmasa bile dizilerdeki bu durumun<br />

kimsenin fikrini değiştiremediğini görüyorum.<br />

Yoksa hala kimlik ve kültür yüzünden<br />

insanlar ölmezdi, eziyet çekmezdi... Ne diziler<br />

ne romanlar ne şiirler ne de filmler insanları her<br />

anlamdaki vahşet konusunda utandırmıyor, ne<br />

acı...<br />

“YAPTIĞIM TAKILARI MARİA TAKIYOR”<br />

Devşirme bir ailenin Macar kızının bir Türk genciyle<br />

olan aşk hikayesinin anlatıldığı bir dizide<br />

başroldesiniz. Maria’nın kültürel temsiliyeti sizi<br />

tatmin ediyor mu?<br />

Nur Erkul: Tabi ki tatmin ediyor, tatmin etmediği<br />

noktalarda yönetmenimizle müdahale edip bir<br />

şekilde işin içinden çıkıyoruz. Şimdi Maria’ya<br />

benim yaptığım takılardan getirdim. Kendi<br />

gerçeğimde yaptığımı Maria’ya yükledik.<br />

Odasında olduğu sahnelerde takı yapıyor Maria...<br />

Elbette konuların ve kişilerin karakterlerinin<br />

açılması biraz daha zaman istiyor.


Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı dizinizde yer<br />

buluyor. Siz dizilerde farklı kimlik ve kültürlerin<br />

temsiliyetlerini nasıl buluyorsunuz?<br />

Ulaş İnan Torun: Açıkçası biraz yüzeysel buluyorum<br />

ya da öyle olmasa bile dizilerdeki bu durumun<br />

kimsenin fikrini değiştiremediğini görüyorum.<br />

Yoksa hala kimlik ve kültür yüzünden<br />

insanlar ölmezdi, eziyet çekmezdi... Ne diziler<br />

ne romanlar ne şiirler ne de filmler insanları her<br />

anlamdaki vahşet konusunda utandırmıyor, ne<br />

acı...<br />

Kendi yaşamınızın bir senaryo olduğunu<br />

düşünseniz, şimdi o senaryonun neresindesiniz?<br />

Ulaş İnan Torun: “Tanrıları güldürmek istiyorsak,<br />

ona senaryolarımızdan bahsedebiliriz.“ bir<br />

filmden çalıntı.<br />

Nur Erkul: Hep hayatın en güzel yerindeyim<br />

şu an... Daha da olgunlaştığım istediklerimi<br />

gerçekleştirdiğim, hayattan karşılık alan bir yerindeyim<br />

sanırım 3. sezon...<br />

Peki bu senaryoyu izleyen biri olsanız, bir<br />

izleyici olarak “İnan” ve “Nur” hakkında ne<br />

düşünürdünüz?<br />

Nur Erkul: İyi yada kötü bir şey yaşadığında onu<br />

kendinde iyi hapseden göğüsleyen, yön verip<br />

yoluna devam eden, yolunu kendi çizen, çizgisine<br />

renkler katan, renklere anlam veren deli,<br />

içi içine sığmayan, çoşkulu, duygusal, mantıklı<br />

ve daha çok var seyirciler izlemeye devam etsin<br />

gerisi 4.sezonda...<br />

Ulaş İnan Torun: Severdim ben beni. Beni güldürürken<br />

aniden gözümü de doldururdu çünkü.<br />

Ulaş, Yusuf gibi mutfakta ilginç denemeleriniz<br />

var mı? Siz yemek yapar mısınız?<br />

Ulaş İnan Torun: Ben cidden iyi yemek yaparım.<br />

Denemekten bir tek mutfakta korkarım.


n 2013 Cannes Film Festivali’nde izlemeyi<br />

atlamadığım için çok ama çok memnun<br />

olduğum filmlerden biri Nebraska! Son zamanlarda<br />

bu denli yoğun ve sıcak duygularla<br />

çıkmamıştım bir sinema salonundan,<br />

diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum film<br />

bittiğinde..<br />

Alexander Payne, başarılı bir yönetmen.<br />

Filmleri, oyuncuları, kendisi, bir çok dalda<br />

ödül alıp duruyorlar yıllardır.Nebraska şimdi<br />

Oscar’lar için de birkaç dalda yarışıyor.<br />

Payne, hayatın gerçeklerini hafif mizahi bir<br />

dille anlatmayı seven bir yönetmen olarak<br />

karşımıza çıktı hep bence. Özellikle 2002<br />

yapımı Schmidt Hakkında adlı filmini anmak<br />

isterim, orada da konu benzerdir aslında;<br />

yaşlılık, kuşaktan kuşağa değişen fikirler,<br />

anlaşmazlıklar, maddi meseleler... Trajik bir<br />

konu olsa da mizah ile öyle güzel kavurmuştur<br />

ki yönetmen iki filmi de… Her iki film de<br />

yol hikayeleridir aynı zamanda bir açıdan<br />

baktığınızda.<br />

Nebraska’nın yönetmenin diğer<br />

yapımlarından bir farkı var ise o da filmin<br />

siyah beyaz oluşu. Bu da hikayede zaten varolan<br />

nostalji duygusunu besleyen bir durum<br />

yaratmış. Geniş planlarla başlıyor Nebraska,<br />

karlı bir otoyolun kenarında yürüyen epey<br />

yaşlı bir adamla açılıyor film. Polis farkediyor<br />

bu yaşlı adamı ve emniyete<br />

götürüyor, oğlunu arıyorlar<br />

alması için ve tanışıyoruz<br />

yavaş yavaş bu aileyle. 80’li yaşlarında olan<br />

Woody (bu performansıyla Cannes’da ödül alan<br />

Bruce Dern) posta kutularına gelen “1 milyon<br />

dolar kazanmış olabilirsiniz” başlıklı ilana inanıp,<br />

ödülünü almak üzere Nebraska’ya doğru yola<br />

çıkıyor. İki oğlundan küçük olan David ( Will<br />

Forte) ona bu ilanların sahte olduğunu anlatıp<br />

eve geri getirse de buna inanmayan ve ikna olmayan<br />

Woody, ne yapıp edip, oğlunu ikna ediyor<br />

ve birlikte Nebraska’ya doğru yola çıkıyorlar.<br />

Film, işte bu kısımlarda biraz yol hikayesine<br />

dönüyor diyebiliriz, baba oğul yolda az da olsa<br />

sohbet ediyorlar, pansiyonlarda kalıyorlar, barlarda<br />

içiyorlar. Oğlunun amacı aslında babasıyla<br />

vakit geçirmek ve onun gönlünü hoş etmek.<br />

Kendisi gerçekten “iyi, vicdanlı evlat” rolünü<br />

gayet başarıyla canlandırmış, izleyiciyi etkileyen<br />

bir karakter David.<br />

Nebraska’ya doğru yoldayken David babasını,<br />

eskiden yaşadığı kasabaya uğrayıp akrabalarla<br />

birkaç gün geçirmeye ikna ediyor, hem annesi<br />

ve ağabeyi de oraya geleceklerdir, herkes<br />

orada buluşacaktır. Bu buluşma iyi sonuçlar<br />

doğurmuyor, Woody çenesini tutamayıp milyon<br />

dolar kazandığını herkese yayınca klasik olarak<br />

pay istemek adına ortaya çıkan akrabalar, bor-


cunu öde diyen arkadaşlar ve türlü bela ile<br />

karşı karşıya buluyorlar kendilerini. Woody’nin<br />

tek isteği ise o parayla bir kamyonet ve daha<br />

önce kaybettiği ve yerine koymak istediği<br />

bir kompresördür. Geri kalan parasını ise<br />

çocuklarına bırakmaktır amacı, gençliğinde iyi<br />

niyeti hep suiistimal edilmiş, elinde avucunda<br />

bir şey kalmamıştır zira.<br />

Filmi en güçlü kılan şey şüphesiz oyunculuklar.<br />

Bruce Dern Cannes ödülünü sonuna kadar<br />

hakkederken, eşi rolündeki June Squibb ise<br />

hakkı yenenlerden oldu bence, harika bir performans<br />

sergilediğini düşünüyorum. Keşke<br />

Oscar’larda hakkı olsa diye de geçmedi değil<br />

içimden. Filmdeki doğallık, yani hikayenin<br />

akışı, oyunculuklar inanılır gibi değil, “too good<br />

to be true” denecek cinsten, adeta kamerayla<br />

kayda alınmış olduklarının farkında olmayan<br />

gerçek insanların gerçek yaşantısını izler<br />

gibiyiz. Filmin bir diğer artısı kesinlikle hikayedeki<br />

depresif ve mizahi yönlerin dengesi ve<br />

dozajı. Bir film beni ağlatmak ya da güldürmek<br />

konusunda ekstra çaba sarfetmiyorsa ve beni<br />

hem duygulandırıyor hem neşelendiriyorsa işte<br />

filmin kurduğu bu dengeye şapka çıkartırım.<br />

Yaşlılık, aile bağları, paranın insanları nasıl da<br />

değiştirişi, baba-oğul ilişkileri, zaman kavramı,<br />

hatalar, pişmanlıklar ve bu tarz melankolik<br />

öğelerin hepsini içeren bir senaryo, ancak bu<br />

kadar mizahi öğeyi de barındırabilirdi içinde<br />

ve beyazperdeye aktarıldığında insanı, o siyah<br />

beyazlığa rağmen boğmadan sonuna kadar<br />

ancak bu kadar keyifle izletebilirdi. David’in<br />

amcasının ikiz oğullarının insanı kahkahalara<br />

boğan performansları da gerçekten filmin balı<br />

kaymağı gibiydi.<br />

Sıkıcı ve durgun bir Orta Amerika kasabasını,<br />

Mark Orton imzalı harika western müzikler<br />

eşliğinde sıkıcılıktan kurtaran planlar, Nebraska<br />

adlı filmin genel dokusunu oluşturuyor<br />

ve Nebraska’yı son zamanlarda izlediğimiz<br />

filmlerden ayırıyor, biricik kılıyor bana kalırsa.<br />

Filmin en dokunaklı diyaloğu ise bence şuydu:<br />

Kadın: Babanız Alzheimer hastası mı?<br />

David: Hayır, sadece insanların her dediğine<br />

inanmak gibi bir huyu var.<br />

Kadın: Ah, çok kötüymüş.


n 2000’li yıllar bilim kurgu adına pek çok<br />

yeniliğin yaşandığı, çığır açan filmlerin boy<br />

gösterdiği yıllar olmuştur. Bununla birlikte<br />

80’lere damga vuran pek çok film de remake<br />

yani yeniden çevrim ile insanlara sunulmaya<br />

devam ediyordu. Tabii ki bu yeniden çevrimlerin<br />

temeli şirketlerin kazanç politikasıydı. Bununla<br />

beraber 80’lerde çığır açmış ve birer kült olarak<br />

kabul görmüş Terminator ve Robocop gibi filmler<br />

tozlu raflardan alınıp 2000’ler sosuyla insanlara<br />

servis edilmişti. İlk olarak Terminator’un<br />

devam filmi Terminator : Rise Of The Machines,<br />

2003 yılında seyirciyle buluştu. Film geniş<br />

bir fan kitlesi tarafından beğenilmedi. Bunun<br />

nedeni ise Terminator evreninin derinliğinin bu<br />

filmde yer almamasıydı. Film daha çok ticari<br />

ve James Cameron’un mirasının adıyla ekmek<br />

yeme peşinde gibiydi. Yeni ve etkileyici bir şey<br />

sunmamakla beraber filmin başrol oyuncusu<br />

Arnold Schwarzenegger bile filmi kurtarmaya<br />

yetmiyordu. Filmin 6 yıl aradan sonra çekilen<br />

devam filmi Terminator : Salvation (2009)’nın<br />

kaderi de pek farklı olmadı. Aslında bunun<br />

altında yatan 2 ana unsur var. Birincisi 80’lerin<br />

kültür-beğeni-algı dinamiklerinin 2000’lerde<br />

farklı bir yöne kaymış olması ikincisi ise bilim<br />

kurguda gelinen noktada insanların efektlere iyice<br />

doyduğu, efektten ziyade Matrix, Avatar gibi<br />

çarpıcı ve çığır açan filmlerde olan derinliğin<br />

yeniden çevrimlerde olmaması. Aslında kronolije<br />

bakarsak her şey yerli yerine oturuyor.<br />

80’ler dönemi görsel efekt ve döneme devrim<br />

gibi damgasını vuran siyasi-felsefi göndermeler,<br />

alt metinler, 2000’lerde ise yine bu aynı göndermeler<br />

yenilikçi bir bakışla sunulduğu için hala<br />

insanların ilgisini çekmekte. Terminator, Robocop<br />

gibi filmler 80’ler döneminde bu görevi ziyadesiyle<br />

yerine getirmiş, insanlara ‘nasıl bir gelecek<br />

var?’ sorusunu sorarak kendi içerisinde cevabı<br />

arıyordu. Ancak günümüzde eskiden çığır açmış<br />

bu filmlerin soruları genişleyerek sorulmaya<br />

devam ediyor. İşte o nedenle 80’lerde çekilmiş<br />

ve döneme damgasını vurmuş bilim kurgu filmlerin<br />

devamı niteliğindeki ya da yeniden çevrimi<br />

yapılan filmler papağan gibi zaten bildiğimiz bir<br />

şeyi tekrar etmekten ötesini yapmıyor. 2014’te<br />

vizyona giren Robocop ise maalesef 1987 yapımı<br />

orijinal filmi göklere çıkarmakla kalmamış, onun<br />

ne denli kült ve tekrar çekilemeyecek bir film<br />

olduğunun altını tekrar tekrar çizmiş.<br />

Ve Karşınızda 2014 Versiyonu İle Yeni Robocop<br />

2014’te vizyona giren Robocop aslında bildiğimiz<br />

bir hikayeyi bize bol görsel efekt ve biraz da aile<br />

duygusallığı ile sunuyor. Öyle ki bu güncellenmiş<br />

Robocop daha ilk sekansında bile klasik islamofobiyi<br />

gözümüze sokmaktan geri kalmıyor.<br />

80’lerdeki Rusya paranoyası günümüzde Irak ve<br />

Afganistan’da oldukça yoğun kayıplar veren, 11<br />

Eylül’ü yaşayan Amerika’da bu sefer İslamofobik<br />

şekilde lanse ediliyor. Tabii ki burada takılıp


kalmak manasız ancak filmin ilerleyen sürecinde<br />

bu açılış sekansının da manidar olduğunu<br />

kabullenmek gerek. Yakın bir gelecekte<br />

Uluslararası büyük bir şirket olan OmniCorp<br />

dış ülkelerde kendi ürettiği robotları ile ‘adaleti’<br />

getirmeyi amaçlıyor. Ve bunu can kaybı<br />

olmadan, hiçbir askeri kayıp verilmeden yapma<br />

amacıyla yola çıkarak altını çiziyor. Filmin açılış<br />

sekansındaki Tahran sahnesi ise oldukça ironik.<br />

Amerika’nın Afganistan ve Irak politikalarındaki<br />

başarısızlıkları bir yana filmde yine yakın<br />

zamanda bir tehdit olarak gördüğü İran’ın<br />

başkenti Tahran’a bu sefer ‘kendi yöntemiyle’<br />

bir adalet sistemi getirmeyi başarmışa benziyor.<br />

Filmin güncel yorumunda yine polis-mafya-siyaset-medya<br />

denklemi bizlere sunuluyor ancak<br />

bu sefer daha cılız bir anlatımla. Film 1987’deki<br />

versiyonuna oranla tabanda anlatılmak istenen<br />

şeyi o kadar görmezden geliyor ve aksiyona<br />

o kadar yükleniyor ki filmi bir yeniden<br />

çevrimden çok günümüz basit bir bilim kurguaksiyon<br />

olarak yorumlamamıza neden oluyor.<br />

OmniCorp’un yurt dışında başardığı bu robot<br />

polis projesi Amerika’da uygulanamıyor. Bunun<br />

nedeni ise şirketin senatoda yeterli desteği<br />

alamaması ve Amerikan halkının bu projeye<br />

soğuk bakması. Burada altı çizilen nokta<br />

Amerikan vatandaşlarının duygu mekanizması<br />

olmayan bir nesneye kendilerinin ya da daha<br />

önemlisi çocuklarının güvenliğini emanet edemeyecekleri…<br />

Senatodan bir türlü geçer oy<br />

alamayan OmniCorp dahiyane bir fikir ile insan<br />

ve robotu birleştirmeyi böylelikle içinde<br />

insan olan bir robota Amerikan halkının daha<br />

ılımlı yaklaşacağını düşünür. Başarılı bir polis<br />

memuru olan Alex Murphy, bir gece arabasına<br />

konan bir bomba sonucu ağır yaralanır. Hastaneye<br />

kaldırılan Alex Murphy’nin neredeyse<br />

tüm uzuvları iş görmez haldedir. Karısından bir<br />

tercih yapması istenir. Ya kocası yarı makine<br />

de olsa hayatta kalacaktır ya da tamamen bu<br />

hayattan göçecektir. Çocuğunu da düşünerek<br />

duygusal davranan Clara Murphy bu projeye<br />

izin verir. OmniCorp’un ortaya çıkarttığı bu robot<br />

filmde de altı çizildiği gibi ‘Amerikan’ın Yeni<br />

Adalet Düzeni’ olacaktı.<br />

Yeni Bir Şey Söylüyor Mu?<br />

Yukarıda da dediğimiz filmde tıpkı eski versiyondan<br />

aşina olduğumuz iyi polis-kötü polis<br />

rutininden tutun da mafya-siyaset-medya<br />

algısına kadar her şeyi görmemiz mümkün.<br />

Ancak bu konu o kadar üstün körü geçilmiş<br />

ki, bizler çoğu filmden bu denklemi biliyoruz.<br />

Ama bununla beraber 80’lerde bu denklem<br />

Amerika’da çok daha acımasız ve yoldan<br />

çıkmış bir haldeydi. İşte bu nedenle orijinal<br />

Robocop’un söyleyecek çok daha fazla şeyi<br />

vardı. Ronald Reagan yönetimindeki Amerika<br />

soğuk savaş yıllarındaydı. Devlet içerisinde<br />

dönen rüşvet skandalları, polis-mafya ilişkisi<br />

baş edilemeyecek düzeydeydi. Bununla beraber<br />

büyük özel şirketler devletle çalışarak<br />

pek çok kamu görevinde istihdam boşlukları<br />

oluşturuyordu. Daha ucuz işçi gücü daha çok<br />

iş mantığı ile şirketler acımasızca çekiçlerini<br />

vuruyorlardı. Bu karanlık dönemde polis<br />

yolsuzlukları, memurların toplu grevleri ve<br />

soğuk savaş döneminin de etkisiyle ekonomik<br />

bir belirsizlik hakimdi. 1987 yapımı Robocop<br />

Amerika’nın bu içine düştüğü kaosu medyanın<br />

şekillendirdiği ortamı, siyasi yozlaşmayı bize<br />

o zamanın şartlarını en açık şekilde sunarak<br />

veriyordu. İşte belki de yeniden çevrimin en<br />

büyük talihsizliği burada. Obama yönetimind-


eki kapital sistemin medyayı tamamen ele<br />

geçirmiş büyük şirket patronlarının varlığı,<br />

otokontrolü, kimin üstte kimin altta olacağını<br />

belirleyen bir takım lobiler, isimler, liderler<br />

zaten bilindik olduğu için derine inse bile o<br />

etkiyi yaratamayacaktı. Bu nedenle 2014 versiyon<br />

Robocop medyanın gücünü, siyasetle<br />

olan ilişkisini çok yüzeysel bir şekilde veriyor.<br />

Ara ara televizyonda arz-ı endam eden Samuel<br />

L. Jackson’ın canlandırdığı Pat Novak, aslında<br />

medyanın Amerika’yı, siyaseti, ticareti nasıl bir<br />

beyin yıkama algısıyla yönettiğini gösteriyor.<br />

Kendi çıkarları doğrultusunda siyasi olguları<br />

bile alt edebilecek bu güç, bireysel silahlanma,<br />

Amerika’nın dış politikası ve hatta savaşa<br />

olan eğilimi bile etkileyecek derecede. Orijinal<br />

filmde bu çok daha derinden verilse de 2014<br />

versiyonu bizlere hiç yan çizmeden açık bir<br />

şekilde bunu söylüyor. İlk filmdeki memurların<br />

grevi, politika ve şirketlerin iç yüzü bu noktada<br />

günümüzün de bilinen gerçekleriyle seyirciyi<br />

fazla düşünmeye sevk etmeden veriliyor.<br />

Oysa ki büyük şirketlerin polis departmanı gibi<br />

halkın güvenliğini sağlayan bir birime kadar<br />

girmesi, dahası sırf para uğruna pek çok insan<br />

hayatını tehlikeye atabilecek kararlar ‘verilmesini’<br />

sağlaması devletlerin şimdiki acı durumunu<br />

yansıtmakta. Bu 80’ler döneminde ekonomik<br />

sallantı ve savaş dedikodularıyla tavan yapmış<br />

bir durumdu. Şimdiki olay örgüsü sadece bir<br />

haber başlığı kadar yavan kalıyor.<br />

Amerika’nın kendini yerdiği mi övdüğü mü tamamen<br />

filmi izleyenin algısına kalmış bir durum.<br />

Bir yanda insan hayatı, refahı, ülke için her şey<br />

yapılabilir algısı ile bir yanda insan hayatı oyuncak<br />

değildir, makineler güvenilmezdir algısı, bir<br />

yanda tv’de büyük bir gururla saf değiştirmekten<br />

gram çekinmeyen ‘Amerika dünyanın lideridir’<br />

diyen ve Amerikan bayrağını gözümüze sokan<br />

bir haber sunucusu. Tüm bunları topladığımızda<br />

aslında sokak hep aynı çıkmaza giriyor. Dönemler<br />

değişse de devlet içindeki yapılanmalar, karteller,<br />

şirket patronları ve mafya daima bir şekilde iç içe<br />

olacak ve aslında ‘insana’ sunulan her şey rant<br />

ve çıkar için yapılacak. 2014 yorumu ile bizlere<br />

sunulan Robocop her ne kadar keyifli bir seyirlik<br />

vaat etse de yukarıda saydığımız, altı kalın bir<br />

şekilde çizilmesi gereken günümüz sorunlarına<br />

çarpıcı bir şekilde değinmiyor ve orijinalinin gölgesinde<br />

kalan normal bir bilim kurgu-aksiyondan<br />

öteye gidemiyor. Yine de nostalji yapmak isteyenler<br />

için kaçırılmayacak bir fırsat.


Yakın bir zamanda Soğuk filmi ile bir Uğur Yücem<br />

filmi daha seyretmenin zevkine varacağız. Biz de ünlü<br />

sanatçıya teybimizi uzattık. Bakın neler neler dedi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Uğur Yücel çok önemli bir isim sinemamız<br />

için. Perdede geçmiş bir hayat var ortada. İlk<br />

önce tiyatro ve sinemada oyuncu olarak sevilen<br />

bir isimdi. Şimdiyse kararlı, derdi olan<br />

bir yönetmen. Yazı Tura ile yönetmen olarak<br />

kendini kanıtlayan Yücel son olarak Benim<br />

Dünyam filmiyle uyarlama senaryoda da ne<br />

kadar başarılı olduğunu gösterdi. Bu yıl içinde<br />

de Soğuk filmiyle izleyiciyle buluşacak. Kars’ta<br />

Rus hayat kadınlarının dramına, kendi toplumuzdaki<br />

bu yaraya dikkatleri çeken yönetmenin<br />

bu konuda söyleyecek çok şeyi var.<br />

Sizi filmin senaryosunu yazmaya iten şey neydi?<br />

Yazı Tura zamanı hikayeyi yazdım. Trabzon’ da<br />

bir kafeye götürmüşlerdi. Rus kızlar konsomasyon<br />

yapıyordu. Oralı gençler kızların takma<br />

isimlerini ve (Telefon Sveta, Gullit Alya. Kız<br />

esmer, rasta saçlı ve rus’ tu.. vb...) Özelliklerini<br />

anlatıp eğleniyorlardı. Bir Olga vardı. Birini<br />

işaret ettiler, Maşa. İrina’ da var mı diyince abi<br />

sana ikisi yetmedi bir de İrina istedin dediler.<br />

Gülünüyordu. Kimseyi istediğim yok. Buna da<br />

şaşıyorlar... Fakat benim içim kan ağlıyor. İrina’<br />

da var abi o geç gelir buranın en güzeli dediler.<br />

Ankara’ dan filan müşterisi varmış. Cehov’ un<br />

Üç Kız Kardeş oyunu okulda okuduğum ve çok<br />

etkilendiğim sahnelemek istediğim bir oyundu.<br />

Trabzon’ da Üç Kız Kardeş konsomasyona<br />

düşmüştü. Olga-İrina- Maşa... Kederlendim. Bu<br />

hikayeye oturdum.<br />

Son dönemde rus veya ukraynalı hayat kadınları<br />

ve bu durumun Türk toplumunun üzerindeki<br />

etkisini konu alan birçok film seyrettik. Sinema<br />

yaratıcılarının bu etkiye odaklanmasının sebebi<br />

sizce nedir?<br />

Gece hayatının her zaman sinemasal bir ca-<br />

zibesi vardır. Bir de Türkiye’ de inanılması güç<br />

hikayeler yaşanmış. Yeterince anlatılamadığı<br />

düşüncesindeyim.<br />

Film Kars’ta geçiyor. Doğu bölgesinde film çekmenin<br />

en zor tarafı nedir?<br />

Eksi 38 hava gördük. Artık üşüme bitiyor. Kemiklerin<br />

ağrıyor. Direğe çıkıp ışık asıyordu ışık<br />

ekibi gece, o havada. Sinemacılar ruhsal havayı<br />

yakalayınca canavarlaşıyor. Gece dışarda en<br />

az 6 saat çalıştık böyle bir gece... Araba takip<br />

sahnesi... Muazzam bir ekipti. Hepsine şükran<br />

duyuyorum.<br />

Kastı hazırlarken nelere dikkat ettiniz? Özellikle<br />

yabancı oyuncuları seçerken kriteriniz neydi?<br />

Oyuncuları yıllar öncesinden seçtim. Daha önce<br />

çekim aşamasına gelinip ertelenen bir film bu.<br />

Yabancı oyunculardan ikisi Moskova’ da biri<br />

burada yaşıyor. Onlar da, yerli oyuncular da,<br />

arkadaşlarım. Kendimi anlatabileceğim insanlarla<br />

çalışıyorum. Ruhları yüksek, sinema sever,<br />

zeki ve iştahlı oyuncuları buluyorum.<br />

Benzer bir konu olan Sev Beni filminin Rus<br />

yönetmeni yaşananların sebebini iki ülke<br />

insanının yaşadığı toplumsal sevgisizliğin dışa<br />

vurumu olarak yorumlamıştı bu konuda ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Gariptir bir çok özellikleriyle ruslarla ortak<br />

hislerde olduğumu fark ettim yıllar önce. Ruhsal<br />

olarak ayağa kalktığım, kederde buluştuğum ve<br />

aynı yerden konustuğumu düşündüğüm insanlar.<br />

Edebiyatlarıyla beraber başladı bu yakınlık.<br />

Filmde Rus kızlardan yanaydım. Onların acısına<br />

yandım. Üzerinde konuşucak olursam senaryoya<br />

kayacak dilim. Millet bir seyretsin... Toplumsal<br />

sevgisizlik yorumuna da katılıyorum. Ama benim<br />

burada maço ve kıyıcı erkek dünyasıyla derdim<br />

var. Bu ruhtaki insanlar sadece kadın konusunda<br />

değil siyaseten de bu ülkeyi çok kötü durumlara<br />

getirdiler. Yani benim de, özgürlük tutkulu öteki


insanların da kanını döktüler. Bu adamları<br />

devlet üretti. Yalan yanlış tarihimizle ruhlarına<br />

ırkçılık, bütün ötekilere nefret aşıladılar<br />

çocukların. Sevgisiz acımasız gençler oldu<br />

bunlar. Yazı- Tura’ dan beri bu meselelerle<br />

cebelleşiyorum.<br />

Ülkemizde cinsel devrimin yaşanmaması ve<br />

hala tabu olması Avrupa’da ise çöken ekonomik<br />

sistem, daha önce yaşanmış olan<br />

cinsel devrim ve değişen değer yargılarıyla bu<br />

noktaya gelindiğini düşünürsek. Bu iki kültür<br />

arasındaki çatışmanın size ne anlam ifade<br />

ettiğini yorumlar mısınız?<br />

Haydi eğlenceli cevap vereyim. Beyaz Ruslar<br />

1920 lerde İstanbul’ a kaçtıklarında Beyoğlu<br />

bambaşka bir hale bürünmüş. Çiçek pasajını<br />

açmışlar, bistrolar, kabareler sokaklara neşe<br />

getirmiş. Büyük hocalar müzik ve dans dersleriyle<br />

sosyetede heyecan yaratmışlar. Baronlar,<br />

baronesler doluymuş kafeler... Yine<br />

büyük aşklar yaşamışlar türk erkekleriyle rus<br />

kadınlar, ama ancak ayrılık sayılabilecek kadar<br />

acılar yaşanmış... Ki o zamanlar iç hastalığına,<br />

vereme yol açacak denli olurmuş ayrılıklar.<br />

Düşünün biriyle görüşüyormuş tabiri bile bir<br />

kadının sonu olduğu zamanlar. Rus kadınları<br />

herşeyi değiştirebilir. En başta erkekleri.<br />

Çok alımlı, kişilikli ve açık sözlüler. Vaktiyle<br />

İstanbul’ u renklendirmişler bahar getirmişler.<br />

Benzerini Trabzon’ da görmüştüm. Erkekler<br />

masadaki kız tuvalete gidecek olduğunda<br />

ayağa kalkıyor ve geri döndüklerinde tekrar<br />

hafifce yerinden doğrularak masaya alıyorlardı<br />

kızları. Kalkıp romantik danslar ediyorlar, çiçek<br />

veriyorlardı. Ama 90 lı yıllardan bu yana büyük<br />

acılarla biten aşklar fazla... Çok trajik!<br />

Filmin görüntü yönetmenliğinin çok iyi<br />

olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle kapalı<br />

mekan çekimleri baskın filmde. Çatışmalar ve<br />

olay örgüsü aslında kapalı mekanda geçiyor.<br />

Sinemasal olarak bu sizin tercih ettiğiniz bir<br />

şey mi?<br />

Üşümeyelim diye öyle yaptık. Şaka! İklim itibariyle<br />

zaten insanlar pek dışarıda olamıyorlar.<br />

Kars’ ta akşam saat beşte hayat bitiyor kara<br />

kışta... Olaylar kapalı mekanlarda cereyan<br />

ediyor. Ama filmin ruhu ve hayatın yansıması<br />

doğrultusunda hareket etti kameramız...<br />

Görüntü Yönetmeni Emre Tanyıldız’ da eski<br />

arkadaşım. Yazı- Tura’ ya da kameraman olarak<br />

katılmış ve dikkatimi çekmişti. Alacakaranlık’ ta<br />

da çalıştık. Bu filmde de iyi iş çıkardı. Hevesli,<br />

meraklı, zeki ve zevkli bir arkadaşım.<br />

Yönetmenlik, senaryo, oyunculuk bunların her<br />

biri farklı farklı özellikler gerektiriyor. Siz her<br />

birini yaptınız ve hala da hem oyuncu hem<br />

yönetmen olarak üretiyorsunuz. Bir filmi yönetmek<br />

ve oyuncu olarak yer almak zorlayıcı bir<br />

durum değil mi?<br />

Çok zor. İkisi de bambaşka kafalar. İki yüzlü.<br />

Biraz da ruhu sallayan bir durum. Ben kamera<br />

arkasında daha mutlu oluyorum. Çocuk gibi sevinçli,<br />

zıplaya oynaya çekerim filmi. Bütün ekip<br />

de o havada olur. Oyunculuk aslında ruhuma<br />

yatkın bir yer değil. Bu da şaka değil.<br />

Türk sinemasında politik film dediğimizde hala<br />

80 darbesini ve etkilerini anlatan filmler görüyoruz.<br />

Halbuki Türkiye son 15 yıldır birçok siyasi<br />

çatışmaya ve dönüşüme şahit olmuş bir<br />

ülke sinemamızın bu konuda tepkisiz kaldığını<br />

düşünüyor musunuz? Sizce bunun sebebi nedir?<br />

Esas geçen yüzyılın başından bu güne yapılmış<br />

katliamların, kara devletin, faili meçhul cinayetlerin<br />

konu edilmemesi daha derin bir konu.<br />

Esas o karanlık yüzyıla bakılmıyor. Son yıllarda<br />

yaşananlar çok hafif kalır onların yanında.<br />

80’lerde ve 90’ın ikinci yarısına kadar<br />

sinemamızda feminizmin etkili olduğu filmler<br />

var. Bunların en önemlilierinden Teyzem<br />

filminde de yer aldınız. Yıl 2014 kadın oyunculuklar<br />

anlamında geriye adım atıldığını<br />

düşünüyormusunuz? Bir kadın oyuncunun<br />

tutucu olması bu toplumsal yapıda anlaşılır olsa<br />

bile sinema sanatı ve kadın hakları adına bunu<br />

nasıl değerlendirmek gerekir?<br />

Atıf Abi gitti kadın filmleri bitti. (Teyzem’ i Halit<br />

Refiğ yönetmişti. Büyük bir ihtimalle Atıf Abinin<br />

başka işi vardı.) Atıf Abi kadınları çok severdi<br />

ve dert edinirdi. Kadın başrollü filmler çok az.<br />

Dünyada da böyle. Soğuk’ da aslında Rus<br />

kızların yanısıra Şebnem ve Ezgi’ nin karakterlerini<br />

de düşündüğümüzde kadın trajesidir.<br />

Neyse okuma biçimi işaret etmeyeyim. Herkesin<br />

çıkardığı sonuç farklı olabiliyor. Ben bu duyguyla<br />

yaptım. Ama bazı yorumları şaşırarak okuyorum.


Yılın ilk film festivali olması sebebiyle takipçileri için büyük önem<br />

taşıyan !f İstanbul bu sene 13. kez düzenlendi. 13 yıldır Toronto’dan<br />

Venedik’e, Sundance’den Cannes’a, dünyanın önemli festivallerinde<br />

büyük ilgi görmüş filmlerin Türkiye galalarının yapıldığı festival, bu sene<br />

de merakla beklenen filmleri vizyondan önce seyircilerle buluşturdu.<br />

UTKU ÖGETÜRK<br />

n Çok daha fazla sayıda film seyretme<br />

planıyla yola çıkmış olsam da !f İstanbul<br />

benim için az ama öz bir programla<br />

tamamlandı. Ölmeden Michel Gondry’i<br />

çıplak gözle görmek, Bencil Dev ve Çocukluk<br />

gibi şimdiden senenin en iyileri arasında<br />

yer alacak iki filmi herkesten önce seyretmek,<br />

Derinin Altında ve Öteki gibi sıra dışı<br />

filmleri deneyimlemek ve tabii ki 31 Mayıs<br />

akşamını bize tekrar yaşatarak içimizdeki<br />

biber gazı aşkını ortaya çıkaracak belgesellerden<br />

haberdar olmak paha biçilemeyecek<br />

bir deneyimdi. Üstelik günler geçtikçe<br />

Salon 1’deki anlamsız “cızırtılara” ve 4’teki<br />

havasızlığa dahi alıştığımı söyleyebilirim.<br />

Genel olarak özellikle büyük şehirlerde<br />

yapılan uluslararası festivallerdeki filmlerin<br />

kalitesi her geçen sene artıyor. Özellikle<br />

İstanbul Film Festivali ve Filmekimi’yle<br />

çıta iyiden iyiye yükselirken bağımsız filmler<br />

festivali, !f de bu konuda bu iki festivalden<br />

aşağı kalmıyor. Bu seneki filmleri<br />

değerlendirirken öncelikle “Açılış Filmi”<br />

başlığıyla sunulan Sınırsızlar Kulübü (Dallas<br />

Buyers Club)’nden başlayalım. Cafe<br />

de Flore ve C.R.A.Z.Y ile beğeni çıtamızı<br />

bir hayli yükselten Jean-Marc Vallée’nin<br />

son filmi Sınırsızlar Kulübü, 1986 yılında<br />

HIV enfeksiyonu kapan Ron Woodroof’un<br />

yaşanmış hikayesini konu alıyor. Açıkçası<br />

Oscar Ödülleri’nde de oyuncu kategorilerinde<br />

ödüllendirilen filmin birçok açıdan<br />

abartıldığını düşünüyorum. En azından<br />

festival boyunca çok daha iyi filmler<br />

seyrettiğimizi açıkça söyleyebilirim. Bu<br />

filmlerden bir tanesi hatta en önde geleni


hiç kuşku yok ki bir Dostoyevski uyarlaması olan<br />

Öteki (The Double). İngiliz yönetmen Richard Ayoade<br />

tarafından beyazperdeye uyarlanan film, ne tam<br />

anlamıyla bir uyarlama ne de başlı başına özgün bir<br />

yapım. Ayaode Dostoyevski’nin eserinden beslenirken<br />

yarattığı distopyayı masalsı bir anlatıyla<br />

harmanlıyor.<br />

Oscar Wilde’ın Bencil Dev’inde çocukların<br />

bahçesinde oynamasına izin vermeyen<br />

bir bencil devin öyküsü anlatılır. İngiliz<br />

yönetmen Clio Barnard’ın aynı isimli bu<br />

filminde hikaye çok farklıyken dünyasına<br />

bahar gelmeyen dev değil, çocuklardır.<br />

Kanımca festivalin en iyi filmi olan Bencil<br />

Dev (The Selfish Giant)’in etkisinden<br />

çıkmak için üzerinden uzun süre geçmesi<br />

gerekiyor. Dünyasına bahar gelmeyen<br />

çocukların hikayesinin anlatıldığı bir<br />

diğer film ise Kısa Dönem 12 (Short Term<br />

12). Geleceği belli olmayan çocukların<br />

içinde bulunduğu belirsiz durumu incelikle<br />

işleyen Destin Cretton senenin en iyi<br />

bağımsızlarından birine imza atmış. Kısa<br />

Dönem 12 ile birlikte 2013 yılında senenin<br />

en iyi bağımsızlarından biri olarak<br />

gösterilen diğer film ise hiç kuşku yok ki<br />

Şuan Muhteşem (The Spectacular Now)’di.<br />

Kısa Dönem 12 kadar başarılı olmasa da<br />

senenin öne çıkan bağımsızlarından olan<br />

filmin gerçekçi anlatımı seyirciyi etkilemeyi<br />

başarıyor.<br />

Hiç kuşku yok ki !f İstanbul Uluslararası<br />

Film Festivali’nin en sıra dışı deneyimi<br />

Derinin Altında oldu. Özellikle ana akım<br />

sinemanın getirdiği alışkanlıklar sebebiyle<br />

birçok izleyici tarafından sıkıcı bulunabilecek<br />

Derinin Altında, son yıllarda<br />

beyazperdede yaşadığımız en sıra dışı<br />

deneyimlerden biri oldu. Hipnotize edici<br />

bir güzelliğe sahip olan film kısaca, bir<br />

uzaylının, kadın bedenine bürünerek<br />

“yalnız” erkekleri avlamasını konu alıyor<br />

diyebiliriz.<br />

Ülkemizde vizyona girmesi yasaklanan<br />

Lars von Trier’in son filmi İtiraf (Nymphomaniac)<br />

ise iki bölüm halinde gösterildi.<br />

Her ne kadar filmi iki bölüm olarak<br />

değerlendirmek yanlış da olsa ilk bölüm<br />

Trier’e yakışır, ikinci bölüm ise vasat<br />

olarak tanımlanabilir. Sonunda yarattığı<br />

hayal kırıklığı da cabası olurken her şeye<br />

rağmen filmi beyazperdede seyredebilen<br />

şanslı seyirciler bu ayrıcalığı tatmış oldu.


Altın Portakal SİYAD En İyi Uluslararası Film<br />

ödülünün sahibi Tuhaf Kedicik (The Little<br />

Strange Cat) en az ismi kadar tuhaf bir deneyim<br />

olurken isminde kedi geçen bir başka<br />

yapım, Balık ve Kedi (Mahi va Gorbeh) ise<br />

birçok sinemasever tarafından festivalin en iyi<br />

filmi olarak anılıyor.<br />

Geride bıraktığımız yıl 31 Mayıs akşamı<br />

başlayan Gezi Parkı eylemleri sebebiyle<br />

“Direniş” temasının hakim olduğu festival<br />

dünyanın dört bir yanında benzer olaylara<br />

sahip olan film ve belgesellere de seçkisinde<br />

yer verdi. Otoriteryan Rusya’da sisteme karşı<br />

eylemler düzenleyen “Pussy Riot” isimli feminst<br />

aktivist grubun üç üyesinin Putin’i ve<br />

kiliseyi hedef aldıkları gösteriler nedeniyle<br />

demir parmaklıklar arkasına gönderilişlerini<br />

beyazperdeye aktaran Pussy Riot: Bir<br />

Punk Duası yaşananların gerçek yüzünü<br />

gösterirken; Hüsnü Mübarek’in devrilip yerine<br />

önce askeri baskıcı rejimin, sonrasında ise<br />

ihtilalden faydalanarak iktidara gelen Müslüman<br />

Kardeşler’in faşist yönetiminin hikayesini<br />

anlatan Oscar adayı Meydan, yakın zamanda<br />

yaşadıklarımıza o kadar yakın bir anlatı sunuyor<br />

ki salondan ürpererek çıkıyorsunuz.<br />

Son olarak festivalin en güzel sürprizi Kapanış<br />

Filmi Çocukluk (Boyhood)’u atlamamak gerekiyor.<br />

Richard Linklater’ın 13 seneye yayarak<br />

çektiği film, bir çocuğun küçüklüğünden üniversiteye<br />

girene kadar ki macerasını konu alıyor.<br />

Toplamda dört ana oyuncuyla çekilen Boyhood,<br />

akıp giden yılları öyle güzel özetliyor ki seyirci bir<br />

yandan iç geçirirken bir yandan da film süresince<br />

bir çocuğun büyüme sürecini birebir tanık oluyor.<br />

Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen Gümüş<br />

Ayı ödülünü kucaklayan Linklater aldığı ödülü<br />

sonuna kadar hak ediyor.<br />

Çoğu filme kavuşabilmenin tek yolu olan festivaller<br />

için emeği geçen herkese teşekkür etmek<br />

gerekiyor. Umarım ki on dördüncü festivalde<br />

daha fazla film, daha fazla sinemasevere, çok<br />

daha fazla şehre ulaşır.<br />

Festivalin En İyi 10 Filmi<br />

1- Bencil Dev<br />

2- Boyhood<br />

3- Balık ve Kedi<br />

4- Derinin Altında<br />

5- The Double<br />

6- Short Term 12<br />

7- Meydan<br />

8- Filth<br />

9- Night Moves<br />

10- Nymphomaniac


Daire filminin<br />

yönetmeni Atıl<br />

İnanç ve başrol<br />

oyuncusu<br />

Nazan Kesal ile<br />

hem filmlerini<br />

hem de<br />

sinema<br />

sektörüdeki<br />

çarpıklıkları<br />

konuştuk...


SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sineması ve gelişimini değerlendirmek adına yaptığımız<br />

röportajları çok önemsiyorum. Çünkü bu röportajların bazıları samimi<br />

ve çok doğru saptamaların paylaşıldığı işler oluyor. İşte Daire<br />

filminin yönetmeni Atıl İnanç’ın cevapları bu tür saptamalarla dolu.<br />

Başrol oyuncusu Nazan Kesal de benzer saptamalarda bulundu.<br />

İşte o cevaplar...<br />

Senaryo nasıl ortaya çıktı?<br />

Atıl İnanç: Daire’nin senaryosu kişisel gözlemden çıktı. Her hikayeciye<br />

ilham veren büyük edebiyat eserlerinin neredeyse<br />

tamamında, olay örgüsü, birincil düzlemdeki hikaye ne olursa olsun,<br />

hikayenin anlattığı zaman ve mekanın toplumsal anatomisini,<br />

hatta otopsisini okuyabilirsiniz. Bahsettiğim türde eserler detaylı bir<br />

siyasi-iktisat okumasına ışık tutarlar. O coğrafyada, o esnada kimler<br />

çıkıyor, kimler iniyor, varsıllık nasıl paylaşılmış, vs. ‘Değişen Türkiye’<br />

diye tanımlanan realite sadece belli bir siyasal görüşe ya da<br />

geçmişe sahip zümreyle hesaplaşmakla yetinmedi, bunun ötesinde<br />

kültürel olarak burjuvalaşmaya yakınsayan bireyleri, başlarının<br />

çaresine bakması için ormana bırakılan sokak köpekleri gibi bir<br />

başlarına bıraktı, yok saydı, adeta cezalandırdı. Türkiye’de yoklukla<br />

sınanan kesimler kentsoylular değildi geçmişte. Ama şimdi böyle<br />

bir olgu yaşanıyor. Eğitimini aldığı mesleği yaparak yaşamaktan<br />

başka bir çıkış yolu olmayan bu bireyler, belki mahcubiyetten, belki<br />

de serzenişte bulunacakları bir muhatap görememekten dolayı<br />

çok dile getirmedikleri ciddi bir varoluşsal kriz yaşıyorlar. Kesintisiz<br />

olarak büyüdüğü ifade edilen, giderek zenginleştiği anlatılan bir<br />

coğrafyanın gelecekle ilgili en az umut taşıyan bireyleri, paradoksal<br />

biçimde, iyi eğitim sahibi, üniversiteler, hatta masterlar bitirmiş<br />

bir zümre. Bu tespiti sızlanma olarak niteleyip, burun kıvıranlar<br />

olabilir. Ama biz, Balzac’ın ya da Gorki’nin anlattığı türde bir sınıf<br />

devrimi yaşamadık, yaşamıyoruz. Yani belli bir siyasi söylemin<br />

diline doladığı gibi, eski muktedir sınıfın, acımasızca sömürdüğü<br />

imtiyazları kaybetmesi falan değil yaşanmakta olan. Asilzade soyundan<br />

kalan vişne bahçelerini yitirdiği için kendi trajedisine dertlenen<br />

bir aileden bahsetmiyorum. Ya da tahtı kaybettiği için deliren<br />

bir Shakespeare kahramanı da ağıtlar yakmıyorum. Edebiyat<br />

geleneğinde günün koşullarına bağlı olarak Aristokrasi, Burjuvazi,<br />

Küçük burjuvazi ya da proletarya ahlakı didik didik edilegelmiştir.


Toplumun genel sorunları genelde mazlum olan<br />

sınıfın, arsız olan sınıfın kurbanı olarak temellendirilir.<br />

Hele de dramada, burjuva genellikle açgözlü<br />

bir Venedik taciri gibi resmedilegelmiştir. Bu genel<br />

tasvir, tarihsel perspektiften bakınca çok da yanlış<br />

olmayabilir. Ama kentli fabrikatör Hulusi Kentmen<br />

kötü, köy kökenli şöförü iyi gibi bir sığ bir sınıf popülizmi,<br />

komedi Del arte geleneğinde kalsın artık. 16.<br />

Yüzyılda köy köy dolaşıp, feodal köylüleri hırstan<br />

aklını kaybetmiş burjuva Pantalone ile güldüren tiyatro<br />

kumpanyaları sınıf stereotipleri üzerinden filmler<br />

yapılıyor. Fotokopinin fotokopisinin hayaleti, yeni<br />

gerçekçilik diye hala drama sanatını ipotek altında<br />

tutuyor. Ben kendi adıma ilgilenmek istemiyorum<br />

artık bu klişelerle. Oyuncuya ‘Parayı beklerken ellerini<br />

ovuştur’ demek kadar sahte geliyor bana. Daire’de<br />

‘O şımarık burjuvalar da neler neler yaptılar. Oh<br />

olsun.’ diye yüreğimize su serpemeyeceğimiz bireylerden<br />

bahsediyorum. Hikaye buradan çıktı.<br />

Senaryoyu okuduğunuzda sizi etkileyen şey ne<br />

oldu?<br />

Nazan Kesal: İyi bir senaryosu var Dairenin.Çok<br />

sevdim.Senaryonun karakterler üzerinden kurduğu<br />

çelişkiler den etkilendim diyebilirim.Çelişkilerin<br />

üzerine yine de bir dünya kurmaya çalışan Feramus<br />

la Betül inadına hayata tutunmaya çalışmaları ve<br />

birtürlü yaşamamayan aşkları.<br />

Bazı karakterlere özel olarak hazırlanmak gerekir.<br />

Mesela tarihi bir şahsiyet veya özürlü birisi ama bu<br />

filmdeki kadın ile benzerlikleriniz var mesela tiyatro.<br />

Böyle bir role oyuncu nasıl hazırlanır? Filmdeki karakter<br />

ile sizin aranızdaki çizgiyi nasıl çiziyorsunuz?<br />

Nazan Kesal: Betül ile mesleklerimiz aynı ama özel<br />

hayatlarımız farklı. Ben o değilim yani. Oyuncu hangi<br />

rolü oynarsa oynasın rolle arasına ince bir çizgi<br />

çekmeli ki kendine dönüş yapabilsin. Başka türlü<br />

çıkılmaz işin içinden. Betül ü çok severek oynadım.<br />

Onun dünyasını anlamak güzeldi.<br />

Filmin senaryosu gereği oyuncu kadrosunun olayı<br />

içselleştirmesi çok önemli. Filmdeki karakterler<br />

aslında zor karakterler. Cast seçiminde böyle bir<br />

değerlendirmeniz oldu mu? Cast’ı hazırlarken en çok<br />

nelere dikkat ettiniz?<br />

Atıl İnanç: Daire’de rol alan oyunculara da, çalışan<br />

ekibe de gerçekten çok müteşekkirim. Film bittikten<br />

sonra ekibin ve cast’ın nasıl kurulduğu üzerine<br />

efsane esanslı methiyeler yazılır, söylenir. İşin<br />

bu kısmı bana hep magazin gibi gelmiştir. Sevgilinizle<br />

nasıl tanıştığınızı televizyona çıkıp, herkese<br />

anlatmak gibi. Bu tür romantik hikayelemelerde<br />

anlatabileceğiniz kısım kadar, anlatmadığınız pek<br />

çok şey de vardır. Mahremdir çünkü. Kısacası her<br />

cast çalışması gibi sürmesi gerektiği kadar sürdü ve<br />

birbirimizi bulduk. Bundan önemlisi birlikte ürettiğimiz<br />

film. Ama cast seçimi konusunda çok genel bir şey<br />

paylaşabilirim; pek çok meslekte şişmiş, kontrolden<br />

çıkmış bir ego yaptığınız işe doğrudan zarar vermeyebilir.<br />

Oyunculukta öyle değil. O sihirin, başarı<br />

ve ilgiye kendini fazla kaptırınca ölen bir yanı var.<br />

Set ya da sahne denilen savaş alanında insanın en<br />

kırılgan ve çıplak halini ortaya çıkarıp, canlı tutmanız<br />

gerekiyor. Tevazuunun erdeminden, sempatikliğinden<br />

bahsetmiyorum, hayalîliğinden bahsediyorum. Cast<br />

sürecinde en çok dikkat ettiğim konuların başında bu<br />

geliyordu. Sadece birlikte arama, deneme arzusu,<br />

huzuru ve güveni sağladıkları için bile çalıştığım<br />

oyunculara borcumu ödeyemem. Yönetmen belki her<br />

hangi bir izleyici gibi izleyebilmeli oyuncusunu. Ben<br />

öyle bakmıyorum birlikte üretme sürecine. Duygusal<br />

bir bağ kuramazsam ilgimi, heyecanımı kaybediyo-


um. O yüzden oyuncunun karakteri nasıl oynayacağı<br />

kadar, hiç bir şey oynamadığında ne hissettirdiğine<br />

de önem veriyorum. Kimseyle ‘o çok şöyle ama iyi<br />

oyuncu’ diye bir duyguyla çalışmak istemiyorum. O<br />

‘ama’ bağlacı eninde sonunda pişman ediyor çünkü.<br />

Filmin içinden bir insan olarak değil dışardan<br />

baktığınızda, kapalı olan bir havalimanının işletilmesi<br />

ama tiyatronun kapatılması size ne hissettiriyor?<br />

Nazan Kesal: Senaryosu güçlü ,derdi olan bir film<br />

Daire. Son derece absürd bir durum havaalanına<br />

uçak inmemesi. Hantal işlemeyen bir bürokrasinin<br />

hayatta ki karşılıklarını da görüyoruz. Devletin<br />

kendi misyonunu bireyden bağımsız, insan hayatı<br />

için değil sadece kendi varlığını idame ettirmek için<br />

sürdürdüğünü görmek, absürd bir durum. İşleyen<br />

bir tiyatronun kapatılması ,boş bir havaalanını<br />

memurlarıyla çalışıyormuş gibi görünmesi komik ama<br />

bir o kadar da trajik.<br />

Filmi 2013 yılında Adana Film Festivali’nde seyrettim.<br />

Bu durumda çekimler, senaryo yazım aşamasını<br />

düşündüğümüzde 2011’lere kadar geri gitmek gerekir<br />

diye düşünüyorum. Türkiye gibi gündemi çok<br />

çabuk değişen hatta toplumsal yapısı bile değişen<br />

bir ülkede mesajların güncel kalmasını nasıl<br />

sağlayabilirsiniz? Bu değişime rağmen filminiz<br />

bugünlerde yaşananlara da çok denk düşüyor.<br />

Bunu nasıl yorumlarsınız?<br />

Atıl İnanç: İnsanoğlu aslında başka canlı türlerinden<br />

çok farklı değil. Yüzbinlerce yıl öncesinden<br />

bir kedi bulup gözlemlesek, nasıl ki sıradan bir<br />

cihangir kedisinden farklı yürümeyecek, farklı<br />

uyumayacaktır. İnsan da, kendisine yakıştırdığı<br />

kesintisiz gelişim, değişim mitine aykırı olarak<br />

aslında sayısız defalar kendi kendisini tekrar eden<br />

sınırlı bir arzu, amaç, anlam, duygu havuzundan<br />

beslenen bir canlı. Mitolojiler ya da kutsal kitaplarda<br />

ki pek çok şahsiyetin arzularını, hırslarını,<br />

hikayelerini irdelediğinizde ya kapı komşunuzu,<br />

ya ailenizden birisini, ya da kendinizi bulabiliyorsunuz.<br />

Aristo Poetica’da hikaye sayısının sınırlı<br />

olduğundan bahsediyor. Aslında daha vahimi karakter<br />

sayısı limitli. Geleneksel drama bunu zaten<br />

sistematik olarak uygulayagelmiş. Belki modern<br />

oyunculuk ekolleri 20. Yüzyıl boyunca bu önermeye<br />

karşı savaştı. Tipleme gerçeği yansıtmayan<br />

bir maskedir vs. diye. Ama bu felsefik bir argüman<br />

değil, teknik, metodolojik bir tanım. Sadece Shakespeare,<br />

Moliere ya da Dostoyevski değil, pek çok<br />

tarihi metni neredeyse birebir bugüne adapte etmek<br />

olası. İçinde evrensel bir çatışma, mücadele mutlaka<br />

barındırıyordur. (Antik Yunan tragedyalarında ki<br />

insan ile tanrılar arasındaki çatışmaları bile insan–<br />

insan arasında diye adapte etmek mümkün.) Kendi<br />

edebiyatımızdan da günümüze adapte edilen işler<br />

oldu. Televizyon izleyen birisi değilim, o yüzden hiç<br />

birini seyrettim diyemem. Uşaklıgil, Halid Karay,<br />

Nuri Güntekin, onlarca yıl sonra plazaların, lüks<br />

restaurantların, güncel siyasi olayların içine koyup,<br />

çekiyorsunuz, temel hiç bir sorunsal, çatışma<br />

aykırı kaçmıyor. Kaçmaması aslında çok istisnai<br />

bir durum değil bence. İnsan Sisifos laneti gibi<br />

sonsuza kadar aynı taşı tepeye taşıyıp, duruyor.<br />

Pre-historik bir fotokopiyiz sanırım. Daire’nin genel<br />

hikaye hattı dışında, günlük hava durumunu isabetli<br />

bir şekilde yakalaması ise göstergelerin projeksiyonu<br />

yapmakla ilgili sanırım. Her yazı eyleminde<br />

karakterlerin parabol fonksiyonunu bir biçimde<br />

çıkartıyorsunuz. Dünyanın gelişmelerinin de belli<br />

bir parabol grafiği var. Çizgiyi devam ettirip, vardığı<br />

yeri okumak gerekiyor sadece.


Filmlerimizde ve toplumda kadınların rolleri çok belirli<br />

kocasına aşık, çocukları için herşeyi yapan insan tiplemesi.<br />

Ama hayatta aşk, duygu, nefret ve zayıflık gibi gerçekler<br />

de var. Bunların kadınlar üzerinden sinemada yeterince<br />

anlatıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Nazan Kesal: Yaşamdaki kadın algısı neyse Türkiye<br />

sinemasın da senaryolarda gördüğümüz o aslında. Arada<br />

çıkarsa ezber bozan kadın rolleri (Betül) kaçırmıyorum. Bu<br />

dünya da cesur, pişman, korkak sevgisiz, yalnız kadınlar<br />

da yaşıyor. İnsana ait tüm duyguları kadınlar da yaşıyor,<br />

sadece erkekler değil. Sinemamız her yerde olduğu gibi<br />

egemen erkek algısından kurtulacak diye umud ediyorum.<br />

Türkiye’de şehirli, taşralı insan ayrımı var. Birçok filmde de<br />

bu işleniyor. Ama odakta aslında hep taşralı söz konusu.<br />

Şehire ayak uydurmaya çalışan taşralı, şehirden kasabasına<br />

dönen taşralı... Sizin filminizde ise alttan alta şehirlerde<br />

yaşayan herkesin aslında şehirli olmadığı hissediliyor.<br />

Devlet-vatandaş ilişkisinde sizin filminizin özelinde bunun ne<br />

kadar etkisi var?<br />

Atıl İnanç: Bu sefer çizgiyi ileri değil, geriye doğru takip<br />

ettiğimizde hep keskin tartışmalara yol açan, bir dizi nahoş,<br />

acı gerçeğe varabiliyoruz. Belli bir ülkenin gen haritası<br />

çıkartılıyor, sanki ertesi gün ulus devlet yıkılacakmış gibi<br />

bir tablo çıkıyor ortaya. Her kolektif mit bir kurgu, bir mutabakat,<br />

bir masal. Birazcık sorguladığınızda konvansiyon<br />

yerle bir oluyor. Irk, köken, sınıf gibi macro diskurlarda<br />

olduğu gibi daha mikroskobik tasarımlarda da aynı şey<br />

geçerli. Hayatım boyunca ‘bizim aile bilmem nerenin umumhanesinden’<br />

çıkmadır diye bir tasvir duymadım. Herkesin<br />

geçmişi ya uzak bir vilayetin ya da en kötüsü bir mezranın<br />

ileri gelen bir ailesine dayanır. Vakt-i zamanında dedelerin<br />

4-5 köyü vardır. Geçmişe aidiyet lekesizdir, şimdiki zamanın<br />

talihsizliklerini bile affettiren kadim bir yücelik yatar orada.<br />

Kefaret ve romantizm vardır. Bir genelleme yapılabilir mi<br />

emin değilim ama en azından benim tanıdığım, bildiğim,<br />

dinlediğim aile tarihlerinde kırkökenlilikten kentliliğe geçiş<br />

hikayeleri oldukça tatsız, çıkar çatışmalı, utanç verici, hatta<br />

adli bir dizi şarta ya da olguya dayanabiliyor. Kentli-Taşralı<br />

çatışma düzlemi tüm hikaye anlatım geleneklerinde birden<br />

çok önemli meseleyi çarpıştırabileceğiniz, muhasebesine<br />

oturabileceğiniz, hesaplaşabileceğiniz mümbit bir alan<br />

olmuştur. Bu varoluşsal ayrım Sosyo-politik paradigmanın<br />

yüzyıllar süren evrimi ile sürekli mutasyona uğramış, tam<br />

kemikleşir gibi olduğunda yeniden mutasyona uğramış.<br />

Ayrışma, ötekileşme uzun sürmüş, olgunlaşmış. Üretim,<br />

tüketim, yönetim rollerinde, çatışmalarında sınıfsal kimlikler<br />

ve aidiyetlere evrilmiş. Halbuki bizde ki kentsoylu-kırsoylu<br />

ayrımı çok çeşitli nedenlerden ötürü muadil bir diyalektiğe


sahip değil. Benzer keskinlikte bir geçmişe, derinliğe,<br />

nedenselliğe dayanmıyor. Arzu film geleneğinde ki komik<br />

karakterler gibi birinci ya da ikinci kuşak kentsoylularız<br />

bizler. Kentli köylüyle tarihsel, sınıfsal bir hesaplaşmaya<br />

giremiyor ki. En derinlikli hesaplaşma, dedelerinin birbirlerinin<br />

tarlalarını nasıl gasp ettiği üzerinden oluyor. Tek<br />

sınıflı toplumda varsıllık üzerinden sözde bir sınıf çatışması<br />

illüzyonu kurgulanıyor. Çete kültürünü ve yavan ideallerini<br />

temsil eden hiphop söylemleri gibi aşağılık bir düzlemde<br />

çatışmalar. Şu kadar arabam olsun, bu kadar kadınla birlikte<br />

olayım boyutunda sanal sınıfçılık. İnsanın en soylu ideallerinden<br />

birisi olageldi sınıfsız bir toplum yaratmak. Bireye hak<br />

ettiği onuru iade etmek. Tarihsel olarak bunun mücadelesini<br />

vermiş toplumlarda ortaya çıkan şey, sınıflı toplumdan daha<br />

asil ve onurlu bir tablo olamadı maalesef. Yüz arabalı malikanesinde<br />

dansöz oynatan dolar milyarderi Rus veya Çin<br />

köylüsüne çıkmamalıydı o mücadeleler.<br />

Filmdeki karakterlerde zıtlıklar göze çarpıyor. Mesela sizin<br />

karakteriniz bir tiyatrocuyken ölü yıkayarak hayatını devam<br />

ettirmek zorunda kalıyor. Fatih Al’ın canlandırdığı karakter<br />

içine kapanık bir karakterken devlet ile uğraşmak zorunda<br />

kalıyor. Bu zıtlıklar bize ne ifade etmeli? Size ne ifade ediyor?<br />

Nazan Kesal: Rollerin içine itildiği bu çelişkili durumlar aslın<br />

da gerçeği daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Aynadaki<br />

buğu gibi herşey flulaşmış insan yaşamları. Topyekün bir<br />

kaosun içinde yaşıyoruz. Filmde o çelişkilerin varlığı gerçeği<br />

netleştiriyor .<br />

Filminizin karakterlerinin özelinde tezatlıklar çok baskın.<br />

Mesela Nazan Kesal’in canlandırdığı karakter, bir tiyatrocu<br />

ama ölü yıkıyor hayatını devam ettirmek için. Fatih Al’ın<br />

karakteri içine kapanık bir karakterken devlet ile bir uğraş<br />

veriyor. Bu tezatlar sizin sinemaya bakışınızın bir yansıması<br />

mı?<br />

Atıl İnanç: Çelişki, tutarsızlık, kontrast elbette herkesin dikkatini<br />

çeken, dengesini bozan, gözüne takılan bir uyaran.<br />

Sıradan olandan ayrıştığı için hikaye anlatımının temel<br />

unsurlarından biri. Bir adım ötesinde paradoks yatıyor, eğer<br />

mantıksal bir paradoks kurgulamayı başarabilirseniz. Mantık<br />

kurallarıyla çelişen ama doğru olan bir argüman yaratabilirseniz...<br />

Hayatta en sevdiği insanın, en belalı düşmanı<br />

olduğunu keşfeden bir kahraman gibi. Kendisinin katili olan<br />

bir kurban gibi. Sadece gözümüze, beynimize ilginç geldiği<br />

için değil, içinde hayata karşılık gelen hakikatler ihtiva ettiği<br />

için takılıp, kalırız paradokslara. Bazen senaryolarda fazla<br />

zorlanmış olur paradoks bulma çabası. Daire’de ben karakterlerin<br />

bir seçimi olarak kullandım bu çelişkileri. Üzerinde<br />

hiç bir kontrole sahip olmadıkları talihlerinin başlarına


getirdiği tezatlardan ziyade, karakterlerin bile<br />

isteye yöneldikleri tutarsızlıkları yazdım. Zira bu<br />

da gerçeği yansıtan bir insani durum. İnsanlar<br />

çok hayalkırıklığına uğradıklarında kendi hayvani<br />

ego’larının sesini dinlememeyi, onunla kavga etmeyi<br />

seçebiliyorlar. İstisnai bir durum değil bu.<br />

Filminiz gişe filminden çok bağımsız bir yapım.<br />

Hem salon bulmak hem de izleyici endişesi bu tür<br />

film yapanları nasıl etkiliyor?<br />

Atıl İnanç: Bence bu tür zorluklar altın değerinde.<br />

Bunlardan sızlanmak, şikayet etmek de bir o<br />

kadar kıymetli; şikayet etmeyi kınamıyorum.<br />

Öte yandan yapısal olarak gerçek anlamda<br />

bağımsız film (ya da hikaye anlatımının her türü)<br />

yapan herkesin en büyük destekçisi bu zorluklar<br />

ve engeller. Bu noktada, yaptığım işlere<br />

destek verenler kadar köstek olanlara, zorluk<br />

çıkartanlara da büyük bir teşekkür borçluyum.<br />

Yergi, ayıplama, küçümseme, hakir görme de en<br />

az övgü kadar motive edici güçler. Belki daha da<br />

güçlü. Bir yerinizin kırılmasından korkuyorsanız,<br />

dağcılık yapmazsınız. Belki de içten içe o efsane<br />

düşüşü beklersiniz bütün tırmanışlarda.<br />

Yergi ya da kayıtsızlıktan çekinen de bu böyle bir<br />

üretim biçimini seçmez, seçmemeli. Belki biraz<br />

Daire’deki karakterlerin ruhumdaki yansıması gibi<br />

olacak ama bu yaman çelişki iyidir, yapıcıdır ve<br />

gereklidir. Çatışma anlatmak üzerine kurulu anlatı<br />

geleneğini, hiç çatışması, mücadelesi, kavgası<br />

olmayan, huzurlu hayatlar yaşayarak yapmak<br />

isteyenler bana daha tuhaf geliyor.<br />

Bağımsız filmlerin önündeki engellerden TV<br />

dizileri sayesinde kurtulmaya çalıştığınız söylenebilir<br />

mi? Yani sinemanın olanaksızlıkları yüzünden<br />

dizilere yönelmiş olabilir misiniz?<br />

Atıl İnanç: Dizi izleyen birisi değilim. En son dizi<br />

izlediğim dizi Gecenin Öbür Yüzü’ydü sanırım.<br />

Okan Uysaler’in çektiği bir dizi. 87-88 yılları galiba.<br />

TRT tek kanal. Çocukken herşeye bakıyor<br />

ve neye ilgi duyup, neye duymadığınızı hemen<br />

anlıyorsunuz. Dizi denilen şeyi hiç bir zaman<br />

anlamadım. Aynı karakterler çok uzunca bir süre<br />

incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz<br />

amaçlarına ulaşmak için gayet sıradan, günlük,<br />

ilginç olmayan mücadelelere giriyorlar. Milyonlarca<br />

insan haftada bir o karakterlerin karşısına geçip,<br />

fena halde tahmin edilebilir küçük kurnazlıklarını<br />

izliyor. Gerçekten kibirle söylemiyorum bunu.<br />

İlgimi çekse, ruhumda bir yansıması olsa bayıla bayıla<br />

izlerim. Bunalıyorum dizi karşısında. Bir İngiliz sözü<br />

vardır, ‘Sosis ve Kanunların nasıl yapıldığını görseniz,<br />

bir daha ikisine de elinizi süremezsiniz’ diye. Biraz da<br />

öyle bir tarafı var. Üretim süreci zorlu olsun şikayet etmem.<br />

Ama ağır sıklet boksörle 7 yaşında bir çocuğun<br />

dövüşünü izlemek gibi. İnsanlık dışı bir tarafı var. İki<br />

yıldır çekmiyorum.<br />

Bağımsız sinemanın dertleri ortada. Buna rağmen<br />

sizin kaliteli ve derdi olan filmlerde oynamakta ısrar<br />

ettiğiniz görünüyor. Bu “Daire” den çıkış yolu olarak ne<br />

görüyorsunuz?


Nazan Kesal: Şu ana kadar oynadığım hiç bir<br />

bağımsız filmden pişmanlık duymadım. Seçimlerimle<br />

var oldum şimdiye kadar. Sinema benim için<br />

sanat, bu yüzden işin eğlence tarafı seçimlerimin<br />

dışında kaldı. Kalıcı olanın iyi sinemanın peşinde<br />

koşmaya devam edeceğim. Paradan çok yaratıcılık<br />

sorunu var bağımsız sinemanın, senaryo sorunu<br />

var, en önemlisi de salon sorunu.<br />

Yeşilçam’da oyuncular magazin dergilerinin<br />

yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi, şimdiyse<br />

daha çok dizilerden geliyor. Bunun dezavantajları<br />

olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Nazan Kesal: Oyuncuların sinemada keşfedilmesi<br />

için sinemanın endüstri olması lazım. Oysa,<br />

endüstri olabilmiş alan dizi sektörü. Bana garip<br />

gelmiyor. Şimdi ki zaman da bu böyle. İyi oyuncu<br />

kendini her yerde gösteriyor aslın da.<br />

Türk sinemasında Yeşilçam döneminde oyuncular<br />

daha çok magazin dergilerinin yarışmalarından ve<br />

tiyatrodan gelirdi. Böyle bir kaynak vardı. Şimdiyse<br />

daha çok dizilerden oyuncular çıkmaya başladı. Bunun<br />

dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Atıl İnanç: En iyi tweet senaryosu yarışması<br />

gördüm geçenlerde. 140 tane harfe sığdırılmış<br />

‘senaryoları’ yarıştırıyorlar. Yazarlar da artık ‘en<br />

iyi rizotto nerede yenir?’ türünde köşe yazıları<br />

yazan blogculardan çıkıyor. DJ aplikasyonu<br />

tadında kompozisyon programları ile bilgisayarın<br />

yaptığı müziği kendisi bestelediğine inanan müzisyenler<br />

çağındayız. En son grammy’yi izledim,<br />

1980’li yıllardan kaset yayını sandım. Sahneye<br />

çıkartacakları bir tane yeni müzisyen yok. İki robot<br />

kıyafetli adam çıktı, bütün ödülleri aldılar. Gerçekte<br />

varlar mı, yoklar mı kendileri de emim değil her<br />

halde. İki üç tane de saksıya işeyen, dilini ayak<br />

parmaklarına değdiren ergen star var. Dizilerden<br />

oyuncu çıkmış, çok mu? Yakında cep telefonu<br />

aplikasyonundan doktor çıkacak, olsun o kadar.<br />

Moliere zamanında oyuncuların kilise mezarlıklara<br />

gömülmeleri yasakmış, o derece küçük görülen<br />

meslek. Şimdi herkes oyuncu olma tutkusuyla yanıp<br />

tutuşuyor. Mesele hangi meslekten veya kökenden<br />

geldiği meselesi değil, ne amaçla geldiği meselesi.<br />

Mesele başkaları tarafından sevilmek, hayran olunmak<br />

açlığı. Rönesans döneminde kendi portelerini<br />

yaptırmak için paralar döken yeni zenginler gibi,<br />

oyuncu olmak için üste para ödeyen insanlar var<br />

artık. Amaç sıkıntılı.<br />

2014, sinemamızın 100. Yılı ait olduğunuz sinema<br />

sektöründe bunun yeterince anlaşıldığını düşünüyor<br />

musunuz? Bu sizi nasıl etkiliyor?<br />

Atıl İnanç: Ateşi, tekerleği buluşumuzun,<br />

klavsen’i icat edişimizin, 2. Görecelilik kuramının<br />

yıldönümlerini kutlamadığımız gibi sinemanın<br />

da 100. Yılını kutlamayabiliriz, uykularım kaçmaz<br />

açıkçası. Benim açımdan şekilcilik ilginç<br />

ama önemsiz bir şey. Öte yandan sinemanın<br />

bulunuşunun 1000. sene-i devriyesini kutlayan bir<br />

kavimin hikayesini anlatmak ilginç olabilir.


n Taner Alp, medya sektöründe uzun yıllar görev alan,<br />

dinamik, işini bilen, gerek dünya görüşü, gerekse mesleki<br />

ahlakı yüzünden takdirimizi kazanmış bir arkadaşımız. Bir<br />

kısa film festivalinde tanışmıştık. Açıkçası onun kısa film<br />

ve belgeselle uğraştığını çok geç öğrendim. Hemen belgeselini<br />

yollamasını ve kendisiyle bir röportaj yapacağımı<br />

söyledim. Sağ olsun kırmadı beni. İstanbul’un meyhane<br />

kültürüyle ilgili bir belgesel olduğunu öğrenince bir kez<br />

daha heyecanlandım. Zira alkol sınırlamalarının gündemde<br />

olduğu bugünlerde önemli bir belgeseldi “Bütün<br />

Meyhaneleri İstanbul’un”… İnternette izlemeniz mümkün.<br />

Belgeselin kanımca en önemli vurgusu şuydu… Bir<br />

meyhane sahibi, geçmişte, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i,<br />

memleket insanımızın hep birlikte, hiçbir sorun olmadan<br />

hoş sohbetlerle kadeh tokuşturduğunu söylüyor. Şimdiler<br />

için ne kadar da gerekli, ne kadar özlenilesi…<br />

Biraz kendinizden bahseder misiniz? Neler yapıyorsunuz?<br />

10 yıldır İstanbul’da yaşayan bir Ankaralıyım. İletişim okudum.<br />

Mezuniyetten itibaren habercilik mesleğine girdim ve<br />

hala sürüyor. Ama bütün iletişimcilerin olduğu gibi benim<br />

de kısa film, senaryo ve belgesel projeleri hep kafamın bir<br />

köşesindeydi. Meslekle eş zamanlı olarak zaman zaman<br />

kafamdan geçen kimi işleri de hayata geçirme şansım ve<br />

gayretim oldu. Ancak İstanbul’da yaşamaya başladıktan<br />

sonra kafanızın içinde farklı bir bilinç akışı gelişiyor. Ortaya<br />

çıkan bütün işler bu kentin büyüsü ve siyasi ağırlığı neticesinde<br />

çıktı diyebilirim. Çektiğim tek belgesel de dahil.<br />

Kısa filmlerim var. Bazı festivallerde gösterildi. Beni tatmin<br />

eden ve yapmak istediğim işlerdi. Hayatımın çoğunu<br />

meşgul eden habercilik mesleği ise bu işler için gereken<br />

zamanı çok fazla bırakmasa da zaman zaman besleyen<br />

ve ilham veren bir faktör haline dönüştü.<br />

İyi bir belgesel nasıl olmalıdır sizce? Sizin için belgesel<br />

sinemanın tanımı nedir?<br />

İyi belgesel kişinin inandığı ve anlatmak istediği bir işe<br />

girişmesiyle ortaya çıkar bana göre. Sinemadaki gibi ticari<br />

düşünerek ya da sipariş üzerine değil gerçekten anlatmak<br />

istediğiniz için anlatırsınız. Başkaları da bilsin öğrensin<br />

diye. Zaten sizin o konuya verdiğiniz bu önem başkaları<br />

tarafından da fark edilince iş amacına ulaşır. Başlangıçta<br />

klasik yapıdaki belgesellerde belki yine ülkelerin, şehirlerin<br />

ve insanların hikayeleri anlatılıyordu ama bu günümüzde<br />

başka bir boyuta geçti. Bir şeyleri anlatırken bunu sinematografik<br />

tonda anlatmak bence etkiyi çoğaltıyor. Son<br />

dönemde yeniden bir sadeleşme hali yaygınlaşsa da<br />

belgeselin de sinema sanatının önemli bir parçası olduğu<br />

unutulmamalı. Belgesel sinemanın tanımına gelince,<br />

bana göre hayatın ve olayların sinemacılar gözüyle, bütün


çıplaklığıyla, estetik bir kurgu ve yapı içinde<br />

anlatılmasıdır.<br />

İstanbul’un meyhanelerini konu alan bir belgesel<br />

çekmek nasıl geldi aklınıza? Neyi hedeflediniz?<br />

“Bütün Meyhaneleri İstanbul’un” sadece<br />

İstanbul’daki meyhane kültürünün ve orada<br />

hayatlarını geçiren insanların yaşama bakışlarının<br />

bende bıraktığı etkinin sonucu olarak değil, aynı<br />

zamanda çocukluğumdan itibaren oluşan bir<br />

birikimin sonucunda çıktı aslında. Oraları gezdikçe,<br />

o mekanların zamana ayak uydurmaya<br />

çalışmadıklarını ve tarihi dokularını koruduklarını<br />

gördüm. 2 yıl boyunca İstanbul’un en eski meyhanelerinden<br />

bilgi ve belge topladım. Eski kitap ve<br />

kaynaklardan yararlandım. Gördükçe, okudukça<br />

daha çok merak ettim. Ve onları yakından tanıdım.<br />

Bazılarının artık yaşamıyor olduğunu keşfettim.<br />

Teknolojik gelişmelerin zayıf olduğu 80’lerle zirvede<br />

olduğu 2000’ler arasında yaşamış olmak<br />

ve her ikisinin de tadını çıkarabilmiş olmak,<br />

galiba yaşam tarzları ile geçmiş ve yeni kuşaklar<br />

arasındaki farkları görebilmenizi sağlıyor. Bunun<br />

içki ve eğlence kültürüyle ilgili yansımaları bu belgeselde<br />

açıkça görülüyor aslında. Bu doğrultuda<br />

meyhane sahipleri ve müdavimlere sorduğum<br />

sorular ve aldığım cevaplarla, meyhanelerin hala<br />

var olan özellikleriyle içki ve sohbet kültürünün<br />

geçirdiği değişimi anlatmaya çalıştım. Aynı zamanda<br />

da eski müdavimlerinin eski hayatlarına<br />

ışık tutmak istedim. Ama en çok da eski neslin<br />

sadece yaşamak için yaşadığı gerçeğine vurgu<br />

yapmaya. İçkili sohbetlerin eğlenceli ve özel günlerde<br />

her zaman başrolde olduğu bir çocukluğun<br />

ardından, İstanbul’u tanımam ve tarihi meyhanelerin<br />

hikayelerinin geçmişte farklı şehirlerde<br />

gördüğüm yaşam tarzlarıyla örtüştüğünü<br />

keşfetmem, beni bu belgeseli yapmaya iten en<br />

önemli nedenlerden. Yani bu belgesel benim için<br />

aslında kendi kişisel tarihime de bir saygı duruşu<br />

niteliğinde.<br />

Belgeseliniz oldukça klasik bir yapıda. Ancak<br />

hiçbir zaman sıkıcılığa düşmüyor. İstanbul’un<br />

nasıl hızla değiştiğini, eskiden kavgasız dövüşsüz<br />

birlikte nasıl geçindiğimizi, mahalle kültürünün<br />

ne demek olduğunu, meyhanelerin sadece kafa<br />

çekmeye ya da eğlenmeye gelmemek olduğunu<br />

anlatan tespitlere de sahip. Zorlandığınız noktalar<br />

oldu mu çekimler sırasında?<br />

Kesinlikle oldu. Meyhanelerde çekim yapmanın<br />

zorlukları çok fazla. Mekan sahiplerinin en büyük<br />

endişesi müşterilerin rahatsız olabileceği ihtimali<br />

oldu. Bu yüzden zaman zaman boş masaları çekerek<br />

görsel olarak ağırlığı mekanın ruhunu yansıtan<br />

duvarlara verdik. Bir de işin iletişim tarafı var. Gerek<br />

meyhane sahipleriyle gerekse müdavimlerle bu işi<br />

yaparken de onların dilinden konuşmaya çalıştık.<br />

Masalarına oturduk. Ve bu daha kolay iletişim<br />

kurmamızı da sağladı. Klasik yapıya gelince... Artık<br />

çoğu belgeselde metin ve seslendirme bulunmuyor.<br />

Ama bu bir moda haline geldi diye gerekliliğine<br />

rağmen bundan vazgeçmek olmazdı. Oradaki hikayeleri<br />

anlatmamız gerekiyordu. Bunun için de anlatan<br />

bir ses olmalıydı fonda. Sorunun ilk bölümüyle ilgili<br />

de şunu söyleyebilirim. Meyhanelerin hikayesini<br />

anlatmak için yola çıktım ama galiba hangi konuyu<br />

hangi eksende işlemeye çalışsanız da bazı ülke


gerçeklerinden kaçamıyorsunuz. Günümüzde<br />

insanların her şeye, birbirine ve yaşanan acılara<br />

bile siyasi gözle bakıyor olması, meyhane sahipleri<br />

için de geçmiş zamanları özleten bir durum haline<br />

gelmiş. Çünkü zamanla değişen sadece içki ve<br />

eğlence kültürü olmamış, aynı semtte yaşayan,<br />

aynı mekanda yan yana masalarda içki içen<br />

müşteriler arasındaki ilişkiler, uyum ve ahenk de<br />

bu değişimden nasibini almış.<br />

Festivallere katıldınız mı bu belgeselle?<br />

İzleyenlerden nasıl tepkiler aldı?<br />

Yurt içinde ve yurtdışında çok sayıda festivale<br />

katıldım belgeselle. Amacım belgeselin insanlara<br />

ulaşmasını sağlamaktı. Yani bir aracı gibi. Festival<br />

macerasının ardından belgeseli çevremdeki insanlarla<br />

paylaştım. İzleyen insanlardan edindiğim<br />

izlenim, keyifle izlenen, onları geçmişe yolculuğa<br />

çıkartan ve İstanbul’a farklı bir gözle bakmalarını<br />

sağlayan bir çalışma olduğu yönündeydi.<br />

Bazılarında ise meyhaneye gitme isteği uyandırdı.<br />

Belgeselinizi henüz izleyemeyenler nasıl<br />

ulaşabilirler? Nereden seyredebilirler?<br />

Bununla ilgili henüz yapabileceğim bir şey yok. Ancak<br />

artık benim için arşive dönüşen bir iş olduğu için<br />

bir video paylaşım sitesinde paylaşabilirim. Örneğin<br />

Vimeo’ya belgeselin adını yazınca izleyebilirler.<br />

Şu an neler yapıyorsunuz? Yeni projeler var mı?<br />

Şimdiye kadar gerçekleştirdiğimiz irili ufaklı tüm<br />

projeler zaman içinde düşünsel boyutta olan ama<br />

birden bire netleşen ve hayata geçen projeler oldu.<br />

Şu anda da böyle düşünceler var. Yeni bir belgesel<br />

ve kısa film düşüncesi var. Bir de zaman zaman<br />

bana heyecanlı bir yazma süreci yaşatan ve ne<br />

zaman hayata geçeceğini bilemediğim uzun metraj<br />

senaryolarım var.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!