07.05.2016 Views

Cinedergi 44

Binder44

Binder44

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Röportaj çılgınlığı<br />

n Aralık ve Ocak ayları Türk filmlerinin<br />

sinemaları doldurduğu zamanlar.<br />

Yanınızı dönüyorsunuz bir film, arkanıza<br />

bakıyorsunuz başka bir yerli yapım.<br />

Aralık ayında tam 10 tane Türk filmi<br />

seyredeceğiz. Böyle olunca biz de gündemi<br />

size taşıyabilmek için bir röportaj<br />

çılgınlığına tutulduk. Kimler yok ki? Bu<br />

yıl üç filmle sinemada kendini gösteren<br />

Türkü Turan’la “Celal Tan ve Onun Aşırı<br />

Acıklı Hikayesi” ile Musallat 2’yi konuştuk.<br />

Türk sinemasının en başarılı korku filmleri<br />

olan Musallat serisinin yaratıcıları<br />

yönetmen Alper Mestçi ve yapımcısı<br />

Banu Akdeniz bir diğer konuğumuz oldu.<br />

Entelköy Efeköy’e Karşı ile fırtına gibi<br />

esen Yüksel Aksu, Banu ile Murat’ın<br />

sorularını cevapladı. “Sen Kimsin” ile<br />

gelecek aylarda karşımıza çıkacak Tolga<br />

Çevik ile Nil konuştu. Mavi Pansiyon’un<br />

yönetmeni Necil Ülgen ve kızların kalbini<br />

çalan Tan Sağtürk de konuşmak<br />

için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçenler arasındaydı.<br />

Aşk ve Devrim filmi vizyona girdiğinde<br />

bayağı tartışılacak sanıyorum. Biz bu<br />

tartışmalar başlamadan F. Serkan Acar<br />

ile hemen sohbete koyulduk ve merak<br />

edeceğiniz soruları sorduk. Tabii sadece<br />

röportajlar yok bu sayımızda. Yazarlarımız<br />

müthiş dosyalar hazırladılar. Banu sadizmin<br />

ve gerilimin vücut bulmuş hali<br />

rehine filmlerini sizin için inceledi. Kaan<br />

Karsan, başarı hikayelerinin peşinden<br />

gitti. Zeynep Uslu öğretmenlere bir selam<br />

çaktı ve öğretmen filmlerini topladı.<br />

Bense Zamanın Ruhu köşesinde çok<br />

tartışmalı bir konuyu mercek altına aldım.<br />

Şerif Gören’in son filmi Ay Yükselirken<br />

Uyuyamam filmini seyrettikten sonra<br />

tecrübeli yönetmenlerimizin çektiği kötü<br />

filmleri topladım. Bunun sebebi üzerine<br />

biraz kafa yordum. Portre sayfalarımızda<br />

Robin Wright ve Guy Pearce’in bilinmedik<br />

yönlerini okuyabilirsiniz. Ali Ulvi yine<br />

Filmin Özü sayfalarında kısa özetlerle<br />

filmleri size tanıttı. Bu cep kritikleri bir<br />

devrim sayılabilir ve dergimizin en fonksiyonel<br />

sayfaları. Sekiz filmin içeriğini<br />

çabucak bu sayfalardan öğrenebilirsiniz.<br />

Martin Scorsese’nin fırtınalar kopartan<br />

son filmi Hugo’yu Alper’in kaleminden<br />

okuyacaksınız. Kritik sayfalarımızda Entelköy<br />

Efeköy’e Karşı, Dedemin İnsanları,<br />

Alacakaranlık Şafak Vakti 1, Musallat 2<br />

sizleri bekler. Episode köşesinde Zeynep<br />

Bonçe muhteşem bir toplama yapmış.<br />

Yabancı dizilerin tekmili birden hizmetinizde.<br />

Kerem Akça ise bu yoğun gündemde<br />

sinemaya gitmeye vakti kalmayanlar<br />

için DVD köşesinde harika filmler<br />

öneriyor. Daha sayamadığımız bir dolu<br />

özel köşe, kitap, müzik, haber var oğlu<br />

var. Size iyi okumalar...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

YAZARLAR<br />

Ali Ulvi Uyanık Murat Tolga Şen<br />

Kerem Akça Zeynep Uslu<br />

Alper Turgut<br />

Nil Özer<br />

Burak Yarkent Kaan Karsan<br />

Zeynep Bonçe Merve Genç


Yönetmen: William<br />

Brent Bell<br />

Senaryo: William<br />

Brent Bell<br />

Oyuncular: Simon<br />

Quarterman, Ionut<br />

Grama<br />

Konu: Yıllardan<br />

1989... Acil yardım<br />

hattına üç kişinin<br />

vahşi öldürüldüğüne<br />

dair bir cinayet ihbarı<br />

gelir. Telefonu açan<br />

Maria Rossi adındaki<br />

kadın cinayetleri kendisinin<br />

işlediğini itiraf<br />

etmektedir...


Yönetmen: Michael Sucsy<br />

Senaryo: Jason Katims, Abby Kohn<br />

Oyuncular: Rachel McAdams, Channing<br />

Tatum, Sam Neill<br />

Konu: Paige ve Leo’nun evlilikleri<br />

bir trafik kazası sonrası allak bullak<br />

olur. Çünkü Paige kazadan sonra<br />

hafızasını kaybetmiştir ve kocası<br />

Leo’yu hatırlamamaktadır. Yıllardır<br />

aşık olduğu karısının durumuyla<br />

ne yapacağını bilemeyen Leo’nun<br />

yapacağ tek bir şey vardır: karısının<br />

kalbini yeniden çalmak. İlk 50<br />

Öpücük filmiyle fikirsel bazda benzerlikleri<br />

olan film raomantik drama<br />

daha yakın bir türde duruyor.<br />

Yönetmen: Jean-Pierre<br />

Dardenne, Luc Dardenne<br />

Senaryo: Jean-Pierre Dardenne,<br />

Luc Dardenne<br />

Oyuncular: Cécile de France,<br />

Thomas Doret, Jérémie Renier<br />

Konu: Babasının bir yetimhaneye<br />

terk ettiği 12 yaşlarındaki<br />

Cyril’in hayatta tek bir amacı<br />

vardır, o da ne pahasına olursa<br />

olsun babasını bulmak. Babasını<br />

ararken tesadüfen kuaför salonu<br />

işleten Samantha ile tanışan<br />

Cyril, ondan koruyucu annesi<br />

olmasını ister. Babasına olan<br />

öfkesini Samantha ile geçirdiği<br />

haftasonlarında, kadının ona<br />

duyduğu sevgiyle dizginlemeye<br />

çalışan Cyril’in başı banliyö<br />

hayatıyla da derde girecektir.


Yönetmen: Alastair<br />

Fothergill, Mark Linfield<br />

Senaryo: Alastair Fothergill,<br />

Mark Linfield<br />

Yönetmen: RGerardo Naranjo<br />

Senaryo: Gerardo Naranjo<br />

Oyuncular: Stephanie Sigman, Noe Hernandez,<br />

Jessica Berlanga<br />

Konu: Lara, Meksikalı genç, güzel<br />

ve hırslı bir kadındır. Hayattaki en<br />

büyük ideali ise güzellik yarışmasında<br />

birinci gelmektir. Tesadüf eseri bir<br />

gece kulübünde narkotik polislerince<br />

işlenen bir katliama tanık olunca, hayallerine<br />

ulaşmasının yegane yolunun<br />

uyuşturucu şebekesiyle işbirliği yapmaktan<br />

geçtiğini anlar.<br />

Konu: Geçtiğimiz aylarda<br />

Maymunlar<br />

Cehennemi:Başlangıç’ı<br />

izlemiş ve oldukça<br />

beğenmiştik. Önümüzdeki<br />

aylarda ise henüz bebek<br />

bir şempanzenin<br />

ormandaki hayatını beyazperdeye<br />

taşıyan filmi<br />

izleme fırsatı bulacağız.<br />

Gerçeklere dayalı ve<br />

bir senaryo mantığında<br />

kurgulanan belgesel<br />

DisneyNature tarafından<br />

hazırlandı. Yapım, özellikle<br />

de hayvanseverlerin ve<br />

çocukların büyük ilgisini<br />

çekecek…


Yönetmen: Oren Moverman<br />

Senaryo: Oren Moverman, James Ellroy<br />

Oyuncular: Woody Harrelson, Ben Foster,<br />

Sigourney Weaver<br />

Konu: 1990ların Los Angelosında kötü polis<br />

memuru, yozlaşmış polislerin sonuncusu<br />

Dave Brown, ailesine bakmak için çok<br />

çalışmakta ve hayatını sürdürebilmek için<br />

çabalamaktadır. Woody Harrelson uzun<br />

zamandır hayranlarını tatmin etmekten<br />

uzak rollerde görülüyordu. Ancak Mickey<br />

Rourke’un “Wrestler” ile dönüşüne benzer<br />

bir performans bizi bekliyor. Rampart’ı,<br />

Behzat Ç.’nin Amerika versiyonu olarak<br />

tanımlamak da mümkün.


Yönetmen:<br />

Heitor Dhalia<br />

Senaryo: Allison Burnett<br />

Oyuncular: Amanda<br />

Seyfried, Jennifer Carpenter,<br />

Wes Bentley<br />

Konu: Kız kardeşi<br />

ortadan kaybolunca<br />

Jill, kendisini iki sene<br />

önce kaçıran seri katilin<br />

geri döndüğünü<br />

anlar. Fakat polis de<br />

dahil hiç kimseyi buna<br />

ikna edemez. Jill şimdi<br />

herkesi karşısına<br />

alarak, kız kardeşini<br />

kaçıran adamın peşine<br />

düşecektir...<br />

Yönetmen: Declan Donnellan,<br />

Nick Ormerod<br />

Senaryo: Rachel Bennette<br />

Oyuncular: Robert Pattinson,<br />

Uma Thurman,<br />

Kristin Scott Thomas<br />

Konu: Georges Duroy,<br />

sefaletten zengiliğe,<br />

kadınların bir araç<br />

olduğu sokaklardan,<br />

tutkulu güç birlikteliklerine<br />

giden yolu aşmaya<br />

çalışan akıllı ve çekici<br />

bir gençtir. Ve o yıllarda<br />

güç, hayatta kalmak için<br />

her şeydir.


n Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak Ege’de<br />

çekilen, komediyle sıvanmış, derdini ağrılı sancılı<br />

bir şekilde değil de güle oynaya anlatan bir filmdi!<br />

Evet bu 2005 yılında minimal patlamaya doğru<br />

giden sinemamızda tersine bir yoldu ve çok fazla<br />

eğlencelik kokuyordu! Yine de Yüksel Aksu’yla<br />

yaptığım röportajdan inanılmaz şekilde tatmin<br />

olmuştum.<br />

Yine aynı şey oldu Entelköy – Efeköy için de… Özel<br />

gösterimde herkesten önce izlediğim filmden öncelikle<br />

keyif aldığımı belirteyim. Biraz fazla didaktik<br />

bir dil içermesine, güldürmek için kimi yerlerde<br />

cinselliğe bastırmasına ve bazı yerler de anlamsız<br />

ve uçuk bir curcuna yaratmasına rağmen!<br />

Dondurmam Gaymak nasıl ki yok olan küçük esnafa<br />

ve onun değerlerine sahip çıkmaya çalışıyordu<br />

Entelköy – Efeköy’de aynı mantıkla yine yok<br />

olan, yok olmaya doğru hızla koşturan bir şeylerin<br />

peşinde yine! Bunu ters bir mantıkla anlatmaya<br />

çalışıyor, şehirde yaşayanların kırsal değerlere<br />

sahip çıkmaya çalıştığı, köylülerin ise ‘şeherli’ insan<br />

olma hevesinin absürtlüğüyle kendilerinden geçtiği<br />

bir anlatımı var. Köye yerleşen ‘bilinçli’ enteller tıpkı<br />

seksenli yıllarda çekilen filmlerdeki hippiler gibi.<br />

Tek farkları arı gibi çalışkan olmaları! Yani onlardan<br />

ayrılan birçok özellikleri olmasına rağmen yine<br />

bir ara Ediz Hun ile Türkan Şoray’ın oynadığı Tatlı<br />

Meleğim filmine dönüşecek, Muhtar Ali, kendini<br />

Katrin’e beğendirmek için entel kılığına girecek diye<br />

bekledim ama korktuğum başıma gelmedi! Herkes<br />

kendi inadını sürdürmek konusunda gayet ısrarcı<br />

davrandı!<br />

Filmde darbukasıyla bir nevi anlatıcı konumuna<br />

bürünen yönetmen Aksu, epizodlara ayırdığı filminde<br />

bize bir hikaye anlattığı ima etme yolunu<br />

seçiyor. Özüne dönmeye çalışan bir aşk hikayesi<br />

bu! Ege insanının hareketli yapısıyla birleşen film<br />

zaman zaman hikaye anlatma kısmını gerçeklere<br />

bağlıyor, anlatım birden ciddileşiyor. İşin içine<br />

bir konser organizasyonu, Alman Yeşiller Partisi<br />

Eşbaşkanı Claudia Roth giriyor ve film önümüzde<br />

genişledikçe genişliyor!<br />

Köylüleri fazlaca kurnaz gösteren Aksu, şehir<br />

hayatından kaçıp gelen entelleri pek bir yol gösterici<br />

resmediyor! Her entelin aklında bir süre sonra şehri<br />

terk edip küçük kasabalarda küçük hayatlar sürmek<br />

var! Eğer her terk edişin sonu bu kadar parlaksa<br />

kaçmanın vaktidir diye düşünüyor insan! Tabii olumlu<br />

bir tablo çiziyor film. Çünkü film bir olumlamaya<br />

doğru yol alıyor. Bir yerde köylülerle enteller<br />

canciğer kuzu sarma olacağı için bu beklentiyi de<br />

arttırıcı yönde ilerliyor!<br />

Filmdeki oyunculuklar filmin temposuna uygun<br />

olarak akıcı geldi bana. Muhtar Ali’yi oynayan Şahin<br />

Irmak’ı pek bir yakıştırdım o role. Büyük ihtimalle<br />

yurt dışında yaşadığı için bozuk Türkçeye konuşan<br />

Ayşe Bosse doğal güzellik açısından filme cuk<br />

oturmuş Muhtar Ali’nin sağ kolu rolündeki oyuncu<br />

daha doğrusu ilk sinema deneyimi belli ki, sular seller<br />

gibi yapmış rolünü! İşte bu benim en çok sevdiğim<br />

oyunculuk tarzı. Oynadığını bilmeden, kendi doğalını<br />

yaşama hali! Hatta filmin birkaç yerinde Nejat<br />

Yavaşaoğulları tutamamış kendisini gülmüş bu doğal<br />

ve üstün oyunculuk performansı karşısında!<br />

Sinemanın yavaşladığı, konuların tek bir sosyal<br />

mecraya sıkıştığı (onun da çözüme yönelik olduğu<br />

tartışılır) şu günlerde kaba bir güldürü anlayışıyla<br />

olsa da sosyal mesaj verme hali bana iyi geldi.<br />

Her şeyin doğallığından uzaklaştığı, iç karartıcı<br />

bir hale dönüştüğü günümüzde derdini mizahi bir<br />

tatta anlatarak, daha fazla insana ulaşma derdinin<br />

daha değerli olduğunu düşünüyorum. Sonuçta<br />

ortalık izlenmeyen filmler çöplüğüne dönecek<br />

yakında! Çevre adına yapılmış, söylenmiş her<br />

şeyin değerli olduğunu düşünüyorum artık! Bazen<br />

bunu nasıl yaptığının önemi yok! Entelköy – Efeköy<br />

eğlendirmeyi amaçlıyor ve bunu bazı anlarda iyi bir<br />

biçimde başarıyor.


n “Yazıya nasıl giriş yapmam gerektiğini uzunca<br />

düşündüm. Çünkü yazacağım film, yani;<br />

Musallat beni o kadar arada bıraktı ki, Olumlu<br />

yada tam tersi bir girişin, yazının geri kalanını<br />

da yönlendireceğinden korkuyorum. Fantastik<br />

ve korku sineması düşkünü olarak pozitif<br />

bir başlangıca karar verdim fakat bu demek<br />

değil ki ağaçtaki ham meyvaları görmezden<br />

geleceğiz…”<br />

2007′de gördüğüm ilk Musallat filminin<br />

Öteki Sinema için yaptığım kritiğine böyle<br />

girişmişim… Aradan geçen 4 yıldan sonra,<br />

benzer bir giriş yapmaktan çekinmiyorum.<br />

Alper Mestçi yine çok iyi bir film çekebilecekken<br />

yaptığı yanlış manevralar yüzünden Türk<br />

sinemasına bir korku başyapıtı sunmanın<br />

uzağına düşüyor.<br />

İnsanın 2 yaşından öncesini hatırlayamaması<br />

ve o yılların karanlığı üzerine bir film Musallat<br />

2… Elif (Türkü Turan) filmde kapkaranlık<br />

geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan bir<br />

ressamı canlandırıyor ve yaşadığı tüm<br />

sorunların aslında geçmişindeki büyük bir<br />

hatadan kaynaklandığını öğreniyor. Bu büyük<br />

hata korkunç ve çözülmesi mümkün olmayan<br />

bir büyü..<br />

Eğer Kanal-i-zasyon faciasını görmezden gelirsek,<br />

Alper Mestçi kötü bir yönetmen değil…<br />

Güçlü sekanslar çekebiliyor ama ortada uzun<br />

metraja yetecek iyi bir hikaye olmadığında<br />

yapılacak çok bir şey yok. İlk Musallat gibi bu<br />

film de 30 dakikadan daha fazlasına ihtiyaç<br />

duymayan bir hikayeden uzun metraj çıkarma<br />

çabasında… Bu da bir türlü giremeyen, girse<br />

de yürümeyen, sonuna doğru da ne olacağı<br />

çoktan belli sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor.<br />

Neyse ki arada iyi çekilmiş cin çarpma sahneleri<br />

falan var ve bunlar da benim gibi<br />

doğaüstü fenomenlere takıntılı birinin aklını<br />

almaya yetiyor!<br />

Abartılı müzik kullanımı ve Hasan Karacadağ filmlerini<br />

aratmayan bağırış çağırış, filme faydadan çok zarar<br />

veriyor. Cin figürü kendi başına ve sessizce korkuturken<br />

bu kadar çığlığa, çırpınışa ne gerek var? Bir kaç yıl<br />

önce izlediğimiz The Objective bu konuda gayet iyi bir<br />

örnek… Keşke Mestçi bu filmi görmüş ya da oradaki<br />

tarifleri kapmış olabilseydi. Ayrıca bazı özenti planları da<br />

anlamlandırmak mümkün değil. Bilirsiniz, korku filmlerinde<br />

objeler üzerinden detay çekimler yapılarak seyirci az<br />

sonra izleyeceği şiddete hazırlanır. Özellikle yeni yönetmenlerin<br />

çok sevdiği bir numaradır bu… Eğer kamera masada<br />

kanlı bir biftek parçasına zoom yapıyorsa, anlarsınız<br />

ki az sonra parçalanarak ölen birine rastlayacaksınız.<br />

Alper Mestçi bu numarayı hem yanlış anlamış hem de<br />

abartmış… Sürekli yemek göstererek vakit kaybediyor!<br />

Çilekli pasta yiyen kız, yumurta kıran anne, kemik yiyen<br />

köpek, tavuk yiyen kız arkadaş… Ardından gelen bir şey<br />

olsa anlayacağım ama… Şık görünmesine rağmen filmi<br />

yavaşlatmaktan başka işe yaramayan bir çaba.<br />

Filmdeki oyunculuk için çok bir şey söylenemez. Bizde<br />

henüz kimse bir korku filminde ne yapması gerektiğini<br />

bilmiyor. Hikaye de karakterlerden çok olaylarla ilgilendiği<br />

için kahramanlarımızın başına gelenlere ya da gelemeyenlere<br />

fazla üzüldüğümüzü söyleyemeyiz. Bu arada kötü<br />

büyücünün evi geçen yıl Van’da seyrettiğim İran yapımı<br />

korku filmi Aal‘da ki mekanlara çok benziyor. Bilinçli bir<br />

taklit olduğunu düşünmüyorum.<br />

Dükkan-ül hayal ekibinin plastik makyajları yine çok iyi…<br />

Dünya standartlarında iş çıkarmışlar, ellerine sağlık ama<br />

film öncesi gösterilen tanıtım fotoğraflarındaki tavuk elli kız<br />

gibi bir sürü efekt sahnesi filmden çıkarılmış!<br />

Uzun lafın kısası; Yer gök Musallat 2 billboardlarıyla doluyken<br />

ve ben dahil olmak üzere Türk seyircisi korku<br />

filmlerini bu kadar seviyorken film mutlaka iyi iş yapacaktır.<br />

Geçenlerde izlediğim Mühürlü Köşk zavallılığından<br />

çok daha iyi bir film olduğu şüphesiz ama Alper Mestçi<br />

Alacakaranlık hikayesi bozması ve nefesi ancak 30 dk<br />

yeten bir senaryodan daha fazlasına kavuştuğunda asıl<br />

filmi izleyecekmişiz gibi geliyor.


n Alacakaranlık serisi 2008 yılında ilk filmiyle sinemaya<br />

uyarlandığında romanın başarısını katladı<br />

ve büyük bir hayran kitlesi oluşturdu. İlk film için<br />

yazdığım kritiği tekrar okuduğumda görüyorum<br />

ki söylediklerimizde haklı çıktık. Filmin iki başrol<br />

oyuncusu Kristen Stewart ve Robert Pattinson için<br />

“Bu isimleri biz daha çok konuşuruz çünkü ikisi de<br />

çok başarılı oyuncular” demişiz. Özellikle perdedeki<br />

uyumları ve aralarındaki elektrik hayranlık<br />

uyandırıcıydı. Üstelik film ve uyarlandığı roman o<br />

kadar başarılıydı ki romantik vampir filmleri diye bir<br />

moda başlattılar. Televizyonların ilgi çeken dizisi<br />

True Blood bile bu filmlerin rüzgarından yola çıktı.<br />

Twilight ile dalga geçen ve yine çok seyredilen komediler<br />

bile yapıldı.<br />

2010 yapımı Biri Beni Isırdı bunların en bilineni.<br />

Kristen Stewart ve Robert Pattinson’un film<br />

dışındaki ilişkisi de ikilinin romantik etkisini artırdı.<br />

Bütün bu uyum ve başarı içinde sırasıyla 2008’de<br />

Alacakaranlık, 2009’da Alacakaranlık Efsanesi<br />

Yeni Ay, 2010’da Alacakaranlık Efsanesi Tutulma<br />

ve bu hafta Alacakaranlık Şafak Vakti 1 vizyona<br />

girdi. 2012’de de serinin son filmini seyredeceğiz.<br />

Bu son iki film aslında serinin bitiş kitabının ikiye<br />

bölünmüş hali. Bu haftaki filmin en büyük problemi<br />

de buradan geliyor. Kitap içindeki bütünlük<br />

böyle olunca parçalanmış. Şafak Vakti’nin bu ilk<br />

bölümü sanki hızlandırılmış bir anlatım gibi. Böyle<br />

olunca da karakterler inanılmaz karikatürize olmuş.<br />

Özellikle Robert Pattinson plastik bir kimlik olarak<br />

kalmış. Kitabı okumadıysanız veya daha önceki<br />

filmleri seyretmediyseniz “Bu kim, filmdeki etkisi ne”<br />

hatta “Ne kötü oyunculuk” diyebilirsiniz. Bu noktada<br />

filmin yönetmeni Bill Condon sorumluluk sahibi<br />

tabii. Halbuki Condon başarılı bir yönetmen ve<br />

senaryo yazarı. 2004 yılında Kinsey filmi çok önemli<br />

bir yönetmenlik örneğiydi. Ne yazık ki bu filmde<br />

başarılı değil. Filmin konusuna gelince sonunda<br />

Bella ile Edward evleniyorlar. Balayına çıkıyorlar ve<br />

ilk gece Bella hamile kalıyor. Bella insan haliyle vampir<br />

bir bebeğe hamile kalınca olaylar karışıyor. Bella’nın<br />

kurt adam sevgilisi Jacob ve kabilesi olaya karışıyor.<br />

Bu arada Jacob’u canlandıran Taylor Lautner filmin en<br />

başarılı performansına sahip. Kurt adamlar bebeğin insanlar<br />

için tehlike oluşturacağını söyleyip hem Bella’yı<br />

hem de bebeği öldürmek istiyorlar. Jacob buna karşı<br />

çıkıyor ve kabilesine isyan ediyor. Nefret ettiği vampir<br />

Cullen ailesini korumak için kendi canını tehlikeye<br />

atıyor. Bella doğum yaptığı anda ölmemesi için Edward<br />

tarafından ısırılıyor. Film burada bitiyor.<br />

2012 yılında vizyona girecek final bölümünün ise çok<br />

daha aksiyonlu geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz.<br />

Bütün hikaye için belki şu saptamayı da yapmak gerekir.<br />

Vampir, kurt adam ve aşk. Böyle bir bileşim nasıl<br />

bu kadar hayran kitlesi yarattı ve beğenildi. Dönemimiz<br />

o kadar kirli ki artık kimse kendini masum olarak<br />

göremiyor. Yaşanan katliamlar, ölen bebekler. Kapitalizmin<br />

vahşi yüzü hepimizin bir yerlerinden ortak olduğu<br />

suçlar. Herkes bu kadar masumluğunu kaybetmişken,<br />

saf romantik bir hikayeyi kimse içselleştiremiyor.<br />

İnsanlığından vazgeçen Bella ve vampir olduğu için<br />

sürekli acı çeken Edward hepimize ilginç ve yakın geliyor.<br />

Aşk vazgeçemediğimiz bir duygu. Bu kirlenmişlikte<br />

bile aşık olmanın bir yolunu bulmalıyız. Masum olmasak<br />

da o aşk masum kalabilmeli. Bu hikaye bize<br />

bunu veriyor. Masumiyet kalmadı ama aşk yaşıyor,<br />

karanlıklara saklanmak mecburiyetinde olsa bile...


n İşte yine, kağıt mendillerle sinema salonlarına<br />

seyirciyi dolduran bir Çağan Irmak filmi daha…<br />

Büyük ölçüde anılardan oluşmuş bir senaryo, güçlü<br />

oyuncuların eşliğinde, üstelik de muazzam mekanların<br />

kullanımıyla, seyirciyi alt üst etmeyi başarıyor.<br />

Ozan, Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşayan<br />

10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet<br />

Bey nedeniyle arkadaşları onunla “gavur” diye<br />

alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan,<br />

başta dedesi olmak üzere ailesine kızar “Biz Türküz.”<br />

diyerek onlara kafa tutar. Ozan’ın dedesi Mehmet<br />

Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba<br />

halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip,<br />

onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet<br />

Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte<br />

ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi<br />

yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış,<br />

mübadeleyle Girit’ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey’in<br />

en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları<br />

görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar<br />

olan şişeleri Ege’nin mavi sularına bırakmaktadır.<br />

Çağan Irmak ve sineması hakkında konuşacak<br />

çok şey var kuşkusuz… Onun, son dönem Türk<br />

sinemasının yapıtaşlarından olan önemli bir auteur<br />

haline geldiğini söylemek de yanlış olmayacak. Irmak,<br />

sinemasının gücünü, filmlerinde kullandığı biyografik<br />

öğelerden, başından geçen hikayelerden alıyor. Bunun<br />

yanı sıra, mizansen oluşturmadaki başarısı,<br />

güçlü oyuncu yönetimi, hiçbir zaman didaktik iticiliğe<br />

düşmeyen senaryoları, karakterlerin ağzından bir<br />

çırpıda dökülen akıcı diyalogları ile de anlatımına<br />

kuvvet katıyor. Seyirci izlediği filmdeki karakterlerden<br />

herhangi biriyle kendini özdeşleştirdiği zaman<br />

yönetmenin işi her zaman daha kolay olmuştur. Ki,<br />

Çağan Irmak bu formülü nasıl kullanacağını iyi biliyor.<br />

Yaşamın içinden seçtiği birçok karakter, seyirciyi<br />

de hemen filmin içine katıyor. Özdeşleştiği filmleri<br />

diğerlerine göre daha çabuk benimseyen/seven seyirci,<br />

Çağan Irmak filmlerine de çabuk tepki veriyor ve<br />

filmin ‘güzelliği’ fısıltı gazetesiyle hemen yayılıyor. Irmak<br />

bu filminde, son dönemlerin moda konusu ‘öteki’<br />

meselesine memleketin en batısından bakıyor. Toplumda,<br />

kendinden olmayan insanların nasıl bir anda karşı<br />

kıyıya atılmak istendiğini yalın bir dille anlatıyor. Aynı<br />

zamanda mübadele yılları ve 12 Eylül darbesi gibi Türkiye<br />

tarihine damga vuran dönüm noktalarını da işin içine<br />

katıyor. Kimi zaman gülümsetiyor, kimi zaman ağlatıyor;<br />

her zaman olduğu gibi ajitasyon çiğliğine düşmeden…<br />

Çetin Tekindor’un malum oyunculuğu hakkında yorum<br />

yapmaya gerek bile yok. Ama filmde oyunculuğu ile<br />

gözüme hemen çarpan bir diğer isim de Gökçe Bahadır<br />

oldu. Dizilerden tanıdığımız Bahadır, küçük Ozan’ın<br />

annesi rolünde birçok rol arkadaşını geride bırakmış.<br />

Umarım daha fazla sinema filminde yer alır. Filme dair<br />

en rahatsız olduğum nokta ise, Ozan’ı canlandıran<br />

küçük oyuncu… Durukan Çelikkaya, filmin belki de<br />

tek dezavantajı… Daha yetenekli ve rolün altından<br />

kalkabilecek bir çocuk oyuncu bulunabilirdi kanımca.<br />

Bir dedesi Selanik’ten bir dedesi Şanlıurfa’dan<br />

İstanbul’a göçmüş ve dedelerimin tabiriyle çok şanslı bir<br />

‘torun’ olarak, Çağan Irmak’ı ve dedesine duyduğu özlemi<br />

o kadar iyi anlıyorum ki… Çünkü tıpkı filmde olduğu<br />

gibi benim dedem de, 70 yaşından sonra felç kaldığı ve<br />

ata topraklarını son bir kez olsun görmeye gidemediği<br />

için kendi canına kıymayı seçmişti. Dedelerimize,<br />

büyüklerimize, atalarımıza, kısacası geçmişte ve<br />

şimdide ‘bizi biz yapan’, çevremizdeki herkese bir saygı<br />

duruşunda bulunan bu içten filmi sakın kaçırmayın…


n “Büyük usta Martin Scorsese’nin üç boyutlu<br />

çektiği “Hugo”ya karşı önyargılıydım, kısa bir<br />

süre önce Steven Spielberg’ün “Tenten” adlı<br />

filmini izlemiş ve sevememiştim. Ancak Hugo,<br />

hem 3D’ye olan önyargımı yıktı hem de ilk denemesinde<br />

turnayı gözünden vuran Scorsese’nin<br />

ezber bozan bir yönetmen olduğunu bana bir kez<br />

daha hatırlattı. Müthiş bir yapıt “Hugo”, kesinlikle<br />

bu yıl seyrettiğim en iyi film… Sinema büyüsünü<br />

yaratanlara, 7. sanatı kuranlara bundan güzel ve<br />

bundan özel bir saygı duruşunda bulunulamazdı.<br />

Hugo’ya gidin, çocuklarınızı da götürün, pişman<br />

olmayacaksınız.<br />

Tarsem Singh’in (geçtiğimiz günlerde onun da<br />

3D filmi ‘Ölümsüz’ –Immortals- gösterime girdi<br />

ancak pek başarılı bir yapım olduğu söylenemez)<br />

sinemanın isimsiz kahramanları dublörleri<br />

onurlandırmak için çektiği “Düşüş” (The Fall)<br />

filminden bu yana, Hugo kıvamında ve lezzetinde<br />

bir film izlememiştim. Üç boyutlu sinemada<br />

devrim yaratan “Avatar” ile bir kez daha<br />

dünya gişe rekoru kıran James Cameron dahi<br />

Hugo’nun bugüne dek çekilmiş en iyi 3D film<br />

olduğunu söylüyor. Evet, Scorsese bundan<br />

sonra hep üç boyutlu film çekecekmiş, “Taksi<br />

Şoförü”nden “Kızgın Boğa”ya, “Sıkı Dostlar”dan<br />

“Köstebek”e sinema tutkumuzu kökleştiren<br />

filmler çeken Oscar’lı Marty Usta’ya yakışır,<br />

elbette…<br />

Brian Selznick’in 2007 tarihli, ödüllü ve çoksatar<br />

romanı “The Invention of Hugo Cabret”den uyarlanan<br />

filmin senaryosunu John Logan kaleme<br />

aldı. Filmin belli başlı rollerinde Ben Kingsley ,<br />

Jude Law, Sacha Baron Cohen, Chloë Grace<br />

Moretz, Michael Pitt ve Christopher Lee var.<br />

Senaryo eksiksiz, müzik enfes, görüntü yönetimi<br />

kusursuz, oyuncular da yüksek performans sergiliyor.<br />

Tıkır tıkır işleyen, 127 dakikayı seyirciye hissettirmeyen,<br />

inanan, inandıran ve öyküye insanı çeken bir film<br />

olan Hugo, internetteki en büyük sinema veri tabanına<br />

karşılık gelen imdb sitesinin tarih boyunca çekilmiş en<br />

iyi 250 film listesine 7 sıradan giriş yaptı. Başka söze ne<br />

hacet…<br />

1861-1938 yılları arasında yaşamış, ilk eserini 1896<br />

yılında yaratmış ve tam 552 filme imza atmış Fransız dahi<br />

yönetmen Georges Méliés’i anlatıyor Hugo, unutulmayı,<br />

yeniden hatırlanmayı ve elbette vefayı da hikâyesine<br />

katarak… Paris, 1930′lar ve bir tren garı. Garda yolcular,<br />

çalışanlar ve orada hayata tutunanlar var. Yetim bir<br />

çocuk Hugo, garın büyük saatlerinin çalışmasının gayrı<br />

resmi sorumlusu o, bir müze yangınında yitirdiği babasını<br />

özlüyor, annesini ise hiç tanımamış. Garda yatıp kalkan<br />

orada yaşayan Hugo, garın bekçisine yakalanmadan eski<br />

nesil bir robotu çalıştırmak için parça topluyor. Ve kader<br />

onu artık oyuncakçı dükkânı işleten ve kimliğini saklayan<br />

büyük yönetmen ile Méliés karşılaştırıyor.


Yüksel Aksu Dondurmam<br />

Gaymak’tan sonra<br />

yine memleket meselelerine<br />

komik,<br />

organik ve<br />

içeriden bir<br />

bakış atıyor ve<br />

iyi de yapıyor…<br />

Uzun, gümbürtülü<br />

bir röportaj için<br />

buyurun!<br />

BANU BOZDEMİR / MURAT TOLGA ŞEN<br />

Dondurmam Gaymak ve keza bu<br />

filminde de bir şekilde yapımcı<br />

bulan bir yönetmensin. Bu konuda<br />

becerikli mi yoksa şanslı<br />

mı olduğunu söyleyebiliriz?<br />

İyi bir yapımcı bulmak da<br />

yönetmenliğin gerekliliklerinden<br />

biri. Bu benim seçimim. 80 tane<br />

yapımcının arasından sıyrıldık<br />

gittik.<br />

Vizyona girmeden, festivallere<br />

gitmeden ödül almış Entelköy –<br />

Efeköy. Bu nasıl oldu?<br />

Manisa Tarzanı festivali<br />

komitesi filmimizi ödüle değer<br />

buldu. Filmimiz absürd, ödül<br />

sistemimiz de absürd olabilir<br />

yani. Filmin en önemli önermesi<br />

doğaya sahip çıkalım. Termik<br />

santral üzerinden yürüttüğü bir<br />

çalışma ve tartışma üzerinden<br />

yürüyerek filmin niyetine binaen<br />

verilmiş ilk ödülümüzü aldık.<br />

İnşallah ilk ve son ödülümüz<br />

olmaz. (Gülüşmeler)


Bu ödüllendirme sisteminde nasıl görüyorsunuz şansınızı?<br />

Altın Portakal bu sene prömiyer yaptı galiba. Bir yerlerde yarışmış<br />

filmleri almadılar diye biliyorum. Manisa Tarzanı ödülü etkilerse yapacak<br />

bir şey yok. Bir de başka yerde yarışmasın, ilk bizde yarışsın<br />

gibi bir mantığı ben hiç doğru bulmuyorum ve dolayısıyla da vermeyi<br />

düşünmüyorum. O kadar film üretiliyor mu ya Türkiye’de, oraya<br />

katılma buraya katılma tarzında! Öyleyse de yapacak bir şey yok ama<br />

festivallerde bir şiraze kaybı var ondan eminin ama. Ödüllerin kime<br />

verildiğinden kaynaklanmıyor bu. Bence şu anda çok önemli bir<br />

sorun var. Bu benim çok canımı sıkıyor, üzülüyorum. Türk<br />

sineması kamuoyunu kaybetti.<br />

Biraz daha açarsan sanki aynı düşünce çıkacakmışız<br />

gibi… Halk için sinema yapmaktan uzaklaştı mı demek<br />

istiyorsun?<br />

Bu iş sinemanın başladığı günden beri var<br />

aslında. Festivallerde beğenilen filmler ve<br />

popüler filmler olmak üzere bir yarılma hep<br />

var. Asıl problem şu. Popüler algı ya da<br />

ortalama seyirci beğenisiyle kanaat<br />

önderi insanların beğenisi ve bir de<br />

sinefillerin beğenisi bunlar farklı<br />

kategoriler. Meslek erbabı ve<br />

sinefillerin beğenmesi spesifik<br />

ve uzmanlıkla ilgili şeyler,<br />

değerli bir şey. Tuvali yırtmak<br />

gibi bir şey bu. Lars Von<br />

Trier ne yapıyor Dogville’de.<br />

Bilindik bütün kalıp ve<br />

kodları yırtıyor ve bir şey<br />

söylüyor, Godard keza<br />

60’larda aynısını yapıyor.<br />

Buradaki problem bir<br />

tuvali yırtan da yok.<br />

Festivallerin konvansiyonel<br />

sinemasına<br />

döndü bu janr.<br />

Ve bu resmiyete<br />

dönüştü. Kimse<br />

tuval yırtmıyor<br />

herkes birbirine<br />

benzemeye ve<br />

marke etmeye<br />

başladı.


Mesela güzel örnekler çıktığı gibi, kötü taklitlerde<br />

çıkmaya başladı. Nuri Bilge’nin<br />

sineması bir kopuştur. Bir tuval yırtmaktır, bir<br />

değeri var. Fakat taklitlerinde bir kopuş yok.<br />

Türkiye’de festivallerdeki şey ise birbiriyle<br />

aynı janrlı filmlerin yarıştığı ve maalesef üç<br />

beş seyirci yapmış adamların alınmadığı ve<br />

alınmak istenmediği bir hale gelmeye başladı.<br />

Problem burada. Kamuoyu dediğim şu. Kendi<br />

sinemamda seyirci goygoyculuğu ya da<br />

şakşakçılığı yapmıyorum, yapsaydım starları,<br />

mankenleri oynatırdım. Hamasi milliyetçilik,<br />

hamasi devrimcilik olabilir onlara oynardım.<br />

Onun yerine ben kendimi anlattım ama nasıl<br />

seyredilirlikle ilgili de kafa yordum.<br />

Dondurmam Gaymak’ın o iddiasızlığı hoştu<br />

zaten…<br />

O iddiasızlık bir sürü de seyirci yaptı. Filmimi<br />

yaptım geri çekileyim demiyorum toptan perakendeci<br />

gibi kapı kapı dolaşıp filmimi seyredin<br />

diyorum. Bunda da ayıplanacak bir şey görmüyorum.<br />

Ayıp değil, çete kurmadım, adam<br />

dövmedim, hırsızlık yapmadım. Film yaptım,<br />

onun da değerli olduğunu düşünüyorum. ‘Eyy<br />

millet benim filmimi seyredin’ diyorum. Birçok<br />

arkadaşımız bu konuda ketüm davranıyorlar.<br />

Sinema dergisi anket yaptı, en iyi yüz Türk filmi<br />

diye. Eşkıya birinci oldu. Seyirci orada kalmış.<br />

Gelmiyorlar, Babam ve Oğlum kırdı onu bir ara.<br />

Biraz Dondurmam Gaymak kırdı. Beynelminel,<br />

Takva kırdı. Anlaşılır sinemayla düşmanlığı bir<br />

kere kaldıracağız. Bir kere jüri gerekçeli karar<br />

bildirecek, ışığı nasıl kullanmış, konuyu nasıl<br />

anlatmış?<br />

Genelde isimsiz oyuncularla çalışıyorsun. Ama<br />

yapımcıların derdi isimli oyunculardır ki filmi iş<br />

yapsın. Ama sen bunu kırdın, kırabildin. Bunu<br />

nasıl yapıyorsun?<br />

Uzun yıllar reyting yapmış dizilerde yönetmenlik<br />

yaptım. Seyirci nabzı, seyirci psikolojisi<br />

denen şeyi biraz öğrendiğimi düşünüyorum.<br />

Oralardan gelmiş bir melekem var. Uzun<br />

yıllar asistanlık yaptım, Yusuf Kurçenli’den<br />

Zeki Ökten’e kadar. Bir sürü arkadaşıma da<br />

asistanlık yaparak tecrübe kazandım. Bu<br />

dönemde de ciddi yapımcılarla, prodüksiyon<br />

asistanlarıyla çalıştım. Timur Savcı mesela<br />

en iyi yapımcılardan biri artık. Bir çevreyle<br />

geldik bugünlere. Muharrem Gülmez şimdiki<br />

yapımcım, beraber başladık sektöre. Dondurmam<br />

Gaymak’ta çok kapı aşındırdım bu biçimde<br />

yapabilmek için. Olmadı biraz bakanlıktan, biraz<br />

halktan biraz ordan burada. Filmi kıvırdık ve<br />

biraz iş yaptı. Bunda da onun referansı işimi<br />

kolaylaştırdı. Yine de birazcık dolaştım canım.<br />

(Gülüşmeler) Yine de beş yıl oldu. Ya satarda<br />

anlaşamadık ya da yapım yönteminde. Ben biraz<br />

daha bağımsız ve özgür yapabilmek için bir de<br />

daha iyi şartlar sundukları için Muharrem’i ve<br />

Taha Altaylı’yı seçtim.<br />

Çevreci bir film mümkün mü peki? Filmlerinde<br />

bir nevi mesajlar, öğretici kıvamlar<br />

yaratıyorsun. Dondurmam Gaymak’ta da öyleydi.<br />

Komediyle bunların daha mı kolay olacağını<br />

düşünüyorsun?


Komediyle daha zor olur, tam tersi. Ağdalı ve<br />

ağır filmlerle didaktik olmak daha kolaydır. Kahramanlar<br />

yaratırsın devrimci ya da toplumsal.<br />

Komedinin kutsal olduğuna inanıyorum, birine<br />

bir şey öğretmek gibi bir derdim yok. Ülkedeki<br />

problemleri görmeme rağmen bardağın dolu<br />

tarafına bakıyorum. Kürt – Türk çatışmasının<br />

olduğu yerde Türk –Kürt dayanışmasına<br />

bakıyorum, hayat felsefem de böyle. Olumsuzluklara<br />

değil, olumlu taraflara bakıyorum. Komedide<br />

güldüm mü gülmedim mi diye bakarsın,<br />

nettir yani. Termik santral orada bir dekor ama<br />

şunu söylüyorum topluma. Toprağına, havana,<br />

suyuna, bitkine sahip çıkmak bir vatanseverlik<br />

görevidir. Ucuz ve hamasi milliyetçilik yerine<br />

doğaya, çevreye sahip çıkalım diyor. Esas<br />

söylediği şey de hoşgörü. Entellerle danteller<br />

ya da ara kadro kasabalılar… Buradan giden<br />

anarşistler komün köyü kuruyorlar orada,<br />

köylülerle de termik çatışmaya giriyorlar.<br />

Köylüler maaşlı iş olarak bakarken diğerleri de<br />

doğa çevre söylemi üzerine yürüyorlar. Film<br />

şunu beceriyor. Entelektüeller sadece muhalefet<br />

yapıyor Türkiye’de. Mesela termik yapma.<br />

Yapmayalım da ben ne yapalım diye köylüye iki<br />

üç cümle kuramıyor ama benim filmim kuruyor.<br />

Organik tarım yap, sıfıra mal et, iki katı kar et<br />

diyor. Ekolojik turizm yap, evine barkına sahip<br />

çık. Uluslar arası kültür turizmine açıl.<br />

Kurnazlaşan köylüye bir eleştiri var o zaman?<br />

Dondurmam Gaymak’ta da vardı ama sevimliydiler…<br />

Fazlaca var hem de. Yok olan köylüye bir<br />

serzeniş var, köylü kalmadı. Ama sevimliler,<br />

kızamazsınız. Brecht’in etkisi biraz ben<br />

de çok fazladır. Kahraman da antikahraman<br />

da değil. Neyse o. Brecht’in dediği tam da<br />

özdeşleşecekken yabancılaştır.<br />

Öbür tarafa da, entellere de var mı peki bir<br />

eleştiri?<br />

İki tarafa da. Hem nalına, hem mılına. Eleştirip<br />

şöyle yapıyorum. Köylülerle entel dantel adamlar<br />

son derece güzel bir hayat kurabilirler.<br />

Farklılıklar zenginliğimizdir. Filmden çıkan<br />

en özet laf hoşgörü. Bir renkler toplamıyız ve<br />

bunu avantaja çevirmeliyiz diyor. Aslında hikaye<br />

basit. Mahalleni sevmezsen kasabanı, onu<br />

sevemezsen şehrini ülkeni sevemezsin demeye<br />

getiriyor. Yılmaz Güney bir bölücü olarak<br />

anılmasına rağmen o en büyük vatanseverdir.<br />

Ülkesinin sorunlarına kamerasını doğrultmuş bu<br />

uğurda ölmüş gitmiş adam ya. Deniz Gezmiş’te<br />

öyle. Bana sorarsan ben ülkemi çok seviyorum<br />

ve çok eleştiriyorum. Ülkemle problemlerim var.<br />

Sistemle yani. Sistemle ülkeyi karıştırıyor çoğu<br />

aydın. Eleştirmenin sebebi de kötülükten değil<br />

sevdiğim için.<br />

Kürt meselesine ilişkin bir film çekmek istersin<br />

ve nasıl?<br />

Çekerim. Kürtlerin hoyratça, komedi unsuru<br />

olarak kullanılmasını sevmiyorum. Hoyratça trajedi<br />

malzemesi olarak kullanılmasını da sevmiyorum.<br />

Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filmleri güzel<br />

bu anlamda. Hakir görmeden, aşağılamadan,<br />

daha içeriden bir kamerayla. Bir Züğürt Ağa<br />

belki biraz öyle. Bir tür Karagözlüştürlerek<br />

yapılan mizahı sevmiyorum. En son dağda<br />

Yörükleri çektim. Herkesle ilgili film çekebilirim.<br />

Trajikomik bir hikayem de var bu arada tabii.<br />

Türk sinemasında çok az yönetmenin başardığı<br />

şey. Hem eleştirmenin hem de sıradan seyircinin<br />

ilginse mazhar olabilmek zor bir şey.<br />

Çağan Irmak diyoruz ama onun da eleştirmenler<br />

arasında pek bir kıymeti yok. Yavuz Turgul gibi<br />

bir yönetmeni herkes seviyor. Bunu başarmak<br />

da bir meziyet.<br />

Yavuz Turgul benim şiarım. Özellikle seksenler<br />

ve doksanlar Yavuz Turgul’u. Özellikle<br />

Muhsin Bey benim için başyapıttır. İki<br />

tarafın da ilgisine mazhar olmak çok keyifli bir<br />

şey. Umarım onu başarmışımdır, daha emin<br />

değilim çünkü. Eleştirmenlerin bir bölümü hiç<br />

sevmedi Dondurmam Gaymak’ı. Herkese her<br />

şeyi beğendiremezsin. Onlar da homojen bir<br />

yapıdalar. Konjüktüre, seyir psikolojisine ve<br />

nasıl bir ortamda izlendiğine bağlı. Sinemacı<br />

olarak seyirci derdi olan birisiyim.<br />

Seyircisiz sinema yapmak mümkün mü?<br />

Mümkün, çok yapılmış. Bir önemi yok. Saygı<br />

duymak lazım. Tek yolun ve değerin seyircisizlik<br />

olmasına karşıyım. Yani sorun şu. Hiç<br />

seyirci yapmadı verelim ödülleri. Ya da çok<br />

seyirci yaptı düzeysiz bir film gibi denklemlere<br />

şiddetle itiraz ediyorum. Sonuçta bir film büyük<br />

emeklerle yapılıyor ve seyirciyle buluşması bir<br />

amaç olmalı. Gürül gürül sinema tartışmasının


yaşandığı bir coğrafyamız yok maalesef.<br />

Dizide çekiyorsunuz, şimdilerde bir sürü<br />

filme diziye beziyor eleştirisi gelmeye<br />

başladı. Dizilerin hakim dili sinemaya<br />

aktı. Bu filmi çekerken bunu düşündünüz<br />

mü?<br />

Diziye benzemek nasıl oluyor ben tam<br />

kavrayamadım. Evet açıklamalarınızdan<br />

anladığım kadarıyla böyle bir şey olabilir.<br />

Sinematografik olanlarda da başka ağır<br />

problemler var. Diziler aldı yürüdü, koca<br />

bir pazar oldu. Sinema hala endüstri<br />

olamadı. Sinema hala yönetmen ve<br />

kişisel çabalarla yürüyor. Sinemayı orijinal<br />

kılan müstakil teks olmasıdır. Benim<br />

şu an filmlerim biricik, tek. İstersem yüz<br />

bölüm dizi olur. Dondurmam Gaymak da<br />

dizi olarak çok istendi ama ben istemedim.<br />

Ben her iki sektöründen birbirinden<br />

öğreneği şey olduğunu düşünüyorum<br />

yine optimist bakıyorum. Çok sık plan<br />

kullanmaksa Almodovar’da çok plan<br />

kullanır, Oliver Stone’da. Bana göre<br />

Türkiye’de kavramlarda çok ciddi sorunlar<br />

var. Bütün deneyim ve tecrübelerin<br />

birbirini desteklemesi şart, yoksa kaos<br />

artacak. Hababam Sınıfı ya da Recep<br />

İvedik neden bu kadar seyirci yapıyor, ya<br />

da başka bir film neden seyirci yapmıyor<br />

üzerinden bakalım sürece. Ben Recep<br />

İvedik’e ‘ayy bu ne ya’ diyemem. Çünkü<br />

arkasında çok ciddi bir antropoloji var.<br />

Ezilen sıradan Türkün beyaz Türk’ten<br />

aldığı intikam hali var biraz da orada.<br />

Recep İvedik bir Karagözdür. Hacivat da<br />

metropolün kendisidir, beyaz Türklerdir.<br />

Hacivat kentli, Karagöz köylüdür.<br />

Hacivat yukarıda, karagöz aşağıda durur<br />

hep..<br />

Ben onun arkasındaki sosyal arkeolojiyi<br />

deşmek isterim. Demek ki seyircinin<br />

alt benliğinde bir yaban duruyor deyip<br />

sosyoloji yaparım, analiz ederim ama<br />

sinemacıysam ışığını, oyunculuktaki<br />

farsı ya da groteksi ya da senaryodaki<br />

bölük pörçüklüğü tartışırım. Recep<br />

İvedik’ten öğreneceğim çok şey Ertem<br />

Eğilmez’den olduğu gibi. Ama benim<br />

Semih Kaplanoğlu’ndan da öğrenecek<br />

çok şeyim var. Ama benim ülkemin<br />

sineması tartışılmıyor, bu can sıkıcı bir<br />

şey.<br />

Çok sinema konuştuk biraz filmden<br />

konuşalım. Oyunculukları nasıl yansıttın<br />

perdeye. Abartılı mı doğal mı olmasını<br />

istedin…<br />

Türkler abartılı yaşayan bir toplum.<br />

Gürültü, infial toplumu. Filmde de infialli<br />

ve coşkun yerler var. Benim sinemamda<br />

da Orta Avrupa sinemasından bakarsan<br />

abartılı denilebilir ama değil. Fars sahneler<br />

var. Onun dizaynını Mehmet Ali<br />

alabora yaptı komple. Burada daha çok<br />

yorulduk. Çünkü Dondurmam Gaymak’ta<br />

sadece Muğlalılar oynamıştı. Bu sefer<br />

hem köylüler ve Muğla halkı var hem<br />

Dondurmam Gaymak’tan tecrübe<br />

kazanmışlar var, hem de Şahin Irmak<br />

gibi oyuncular var. Almanya’da oyuncu<br />

ve mankenlikten gelen Ayşe Bosse var.<br />

Yüksel Yalova, Claude Roth, Salahattin<br />

Yıldız, Nejat Yavaşoğulları ve Mehmet<br />

Alabora gibi popüler figürler de var. Bir de<br />

turistler vardı. Yetmedi eşeklerimiz vardı.<br />

Doğal figürasyon. (Gülüşmeler) İstanbul<br />

dışında çekiyorsunuz genelde filmlerinizi,<br />

memnun musunuz?<br />

Memleketimde çekmekten memnunum.<br />

İstanbul içinde çok dizi çektim.<br />

Üçüncü filmden emin değilim, komple de<br />

sinemanın Özay Gönlüm’ü olmak istemiyorum.<br />

(gülüşmeler) Önemli değil aslında<br />

Angelopoulos da Atina’dan çıkmadı.<br />

Borges hiç Buenos Aires’ten çıkmadı.<br />

Biz biraz daha yerele sıkışıyoruz sanki,<br />

Angelopoulos sonuçta evrensel konulara<br />

imza atıyordu.<br />

Evet ilk film yerel ama evrenseldi. Bu<br />

da evrensel olup yerel olacak. Ekolojik<br />

anarşistler yerel bir yere yerleşip,<br />

yerelleşmeye çalışırken diğerlerini<br />

evrenselleştiriyorlar. Yani tersten bir durum<br />

var.<br />

Hangi tarafı daha çok kayırdınız? Yani<br />

oldu mu öyle bir şey?<br />

Kayırma denir mi bilmem ama köylülerin


gözünden entelektüellere baktım.<br />

Köylülerin evinde, kahvesinde<br />

dolaştı kamera ve onların akıl<br />

yürütmesi üzerinden entelektüellere<br />

baktık ama en son entellere gol<br />

attırdım. İlk kez Hacivat galip<br />

çıkacak. Köylü üzerinden entellere<br />

bakmak ve aşağılamak yüzyıllardır<br />

yapılan bir şey. 12 Eylül’ün<br />

kalıntısı bir de o. 12 Eylül okumuş<br />

yazmışlara entel dantel diyerek bir<br />

aşağılama kampanyası yürüttü.<br />

Entel dantel denilen hiç kimsenin<br />

otopark mafyacılığı yaptığını, çoluk<br />

çocuk dövdüğünü görmedim. Biraz<br />

depresif ve içe kapanık olabilirler<br />

ama çok iyi insanlardır. Bunlara<br />

yönelik toplumsal cehaletin devam<br />

ettiğini söylüyorum filmde de.<br />

Biraz tersine bir hal var o zaman.<br />

Bu seyirci kaybı olabilir mi?<br />

Filmlerimin çok izlenmesini<br />

istememe rağmen seyirci<br />

goygoyculuğu yapmam,<br />

yapmayacağım. Yapsaydım<br />

starları oynatırdım. Ben söylemek<br />

istediğimi söyleyeceğim ama bunun<br />

iyi anlaşılması ve izlenmesi<br />

için de gerekenleri yapacağım. Bir<br />

ütopya filmi bu. Hepimiz bir arada<br />

yaşayabiliriz filmi bu.<br />

Bu bir nevi isyan filmi o zaman…<br />

Evet isyan. Biz nereye gidiyoruz<br />

filmi. Cihangir’e niye mecbur<br />

kalayım ben ya. Ben Balat’ta da<br />

Kasımpaşa’da da oturmak istiyorum.<br />

Bu ne ayrımı böyle ya.<br />

Kapitalizmin bu ayrımından,<br />

kamplaştırmasından illet oluyorum.<br />

Enteller bir köyde tarım yapabilir,<br />

füze uçurmuyoruz sonuçta. İlla<br />

Bodrum’dan yazlık alınmak zorunda<br />

değil. Bir dağ köyünden bir<br />

ev de alınabilir. Geleneklerine sahip<br />

çıkarak da para kazanabileceğini<br />

öğretiyor. Asla depresyon yok. Komedi<br />

ve coşku var.


“Tenten’in Maceraları - The Adventures of Tintin” /<br />

Yönetmen: Steven Spielberg<br />

n Bizler Tenten’i geçen yüzyılda tanıyıp sevdik. Özellikle “Tintin et le<br />

lac aux requins”(1972) adlı animasyonda, esrarın renklerle uyumu,<br />

karakterlerin / olayların hareketlendirilmiş iki boyutluluğu, çizgilerin<br />

naifliği bizleri mutlu etti. Şimdi dijital teknoloji, ‘performans<br />

yakalama’, 3D devrede. Gizemli atmosferler, gösterişli sahneler ,<br />

her şey tamam. Ancak aksiyondaki baş döndürücü hız, Tenten’i ait<br />

olduğu yıllardan koparıyor, günümüz eğlencelerindeki bilgisayar<br />

cambazlıklarına hapsediyor. Seyredilmeyi fazlasıyla hak etse de,<br />

daha çok yeni yetmelere yönelik.


“Kule Soygunu - Tower Heist” / Yönetmen: Brett Ratner<br />

n Soygun suç mudur? Evet. Ancak kapitalist sistem içinde<br />

açıkça haksızlığa uğramış emekçiler haklarını aramak için<br />

soygun planlayıp uygularlarsa haktır! Tüm lezzetli Hollywood<br />

soygun filmlerinde soyguncuların yanında yer aldığınız için<br />

adrenaliniz giderek yükselir. Bu film, işte o eski tada günümüz<br />

problemlerine uygun bir sos ekliyor: Açıkgöz finans kurtlarına<br />

para kaptıranların intikamı! Dengeleri tamam, usta işi bir<br />

çalışma. Oyuncuların katkıları da değerini arttırmış.


“Almanya’ya Hoşgeldiniz - Almanya<br />

- Willkommen in Deutschland”<br />

Yönetmen: Yasemin Samdereli<br />

n Türkiye’den Almanya’ya emek<br />

göçünün 50. yıldönümünde bir<br />

aileden üç kuşağın öyküsünün , bu<br />

tür geniş zamana yayılan İtalyan<br />

ailelerinin hikayelerini anımsatır<br />

biçimde keyifle izlenmesinin sırrı:<br />

Zaman içinde ileri geri sıçramalarla<br />

dinamizm kazandırılmış öyküleme;<br />

gencinden yaşlısına tümü bir ‘sarılma<br />

hissi’ uyandıran oyuncu kadrosu; kültürel<br />

renkliliğin cömertçe yansıtıldığı<br />

sanat yönetimi; en önemlisi de<br />

yönetmenle ekip arasında oluşmuş<br />

sinerjinin seyirciye geçmesi. Sonuç:<br />

Bittiğinde, hüzünlendirdiği kadar<br />

mutlu eden bir güzellik.


“Alacakaranlık Efsanesi : Şafak Vakti - Bölüm 1 - The Twilight<br />

Saga: Breaking Dawn - Part 1” / Yönetmen: Bill Condon<br />

n ”Gods and Monsters”(1998) ile ‘ Uyarlama Senaryo’ Oscar<br />

ödülü kazanmış Bill Condon da, Bella Swan karakteriyle<br />

özdeşleşen ‘yeni yetme’ kız seyircinin, ‘soğuk’ beyaz vampir<br />

Edward ile ‘sıcak’ bronz kurt oğlan Jacob arasında hayaller<br />

kurmasına katkıda bulundu ya, pes! Hikayenin zaten cılkı çıkmış;<br />

üzerine çekilen tüm cila ise, bu sıkıcılığı gereksizce uzatırken<br />

daha iyi pazarlamaya yönelik. Artık hiç cazibesi kalmamış,<br />

tamamıyla ticari bir ürün.


“Tehlikeli İlişki - A Dangerous Method” /<br />

Yönetmen: David Cronenberg<br />

n Tehlike, ruhsal çözümlemede ‘cinsellik<br />

kuramının’ babası Sigmund Freud ile ondan 19 yaş<br />

genç olan, analitik psikolojinin kurucusu Carl Jung arasında<br />

ortaya çıkacak fikir ayrılıklarının / sürtüşmenin deney ya da oyun<br />

alanında , önce bir hasta daha sonra ilk kadın psikanalist olan Sabina<br />

Spielrein’ın olması! Yönetmen Cronenberg olur da, bu üç gerçek kişinin<br />

olası ilişkilerini cinselliğin derin karmaşası içinde didiklemez mi? Bu<br />

kez şoke edici değil, oldukça klasik bir anlatımla, önemli oyun yazarı<br />

Christopher Hampton’ın yoğun metnindeki her sözcüğün hakkını vermiş.<br />

Michael Fassbender (Jung) ve Viggo Mortensen (Freud) ise bitmesini<br />

istemediğiniz birer aktörlük gösterisi sunarken, anarşistliğiyle tanınan<br />

psikanalist Otto Gross rolünde kısa bir süre görünen Vincent<br />

Cassel’in rol çalmasına engel (!) olamamışlar. Sonuç:<br />

Damıtılmış bir sinema.


“İntikamın Bedeli - Seeking Justice” / Yönetmen:Roger Donaldson<br />

n “En sevdiğiniz insan saldırıya uğrayıp feci bir durumda yaşam savaşı<br />

verirken, adaletin tecellisini beklemek yerine ‘derhal intikam’ teklifini kabul<br />

edersiniz. Buraya kadar tamam, zaten sinemada bu mesele daha önce işlendi.<br />

Ancak, karısının intikamı uğruna gizli bir örgüte bulaşan öğretmen adamın<br />

‘kurtulmak için’ çabalaması inandırıcı olmayan bir aksiyona dönüşüyor ki,<br />

yönetmenin ustalığıyla bile yenilir yutulur değil! Her yıl en az iki film çeviren<br />

Nicolas Cage’in de, en sıradan işlerinden biri.


“Hediye Operasyonu - Arthur Christmas” /<br />

Yönetmen:Sarah Smith<br />

n ”Wallace & Gromit”in yaratıcısı, İngiliz Aardman Animasyon<br />

Stüdyosu’nun çalışmalarını takip edenler bu ortak yapımdaki<br />

temaları ve üslubu da sevecekler: Babadan oğla geçen Noel Baba<br />

görevlerini devretmenin tam da sırası gelmişken, dünyada hediyesi<br />

unutulmuş tek çocuğu mutlu etmek için zamanla yarışan tüm<br />

bir Noel Baba ailesi ile yüzlerce elfin, sevginin birleştirici gücüne<br />

yaptıkları vurgu, değerli bir yeni yıl mesajı. Evet, her Aralık’taki yeni<br />

yıl hikayelerinden biri, ancak geleceği bırakacağımız çocuklarımıza<br />

vereceğimiz anlamsız hediyelerden çok daha önemli.


“Zirveye Giden Yol - The Ides of March” /<br />

Yönetmen:George Clooney<br />

n Başkanlık seçimleri yolunda yarışan iki Demokrat Parti aday<br />

adayının kampanya beyin takımlarının son virajdaki müthiş<br />

stratejileri, sadakatle ihanetin birbirine karıştığı bir ‘nefes nefese’<br />

mücadele ortamında anlatılmış.Ama asıl, medya yönetme<br />

- yönlendirme uzmanı olan genç adamın yaşadığı ‘inanılmaz<br />

olaylar ve oyunlarla’ geçirdiği değişim öne çıkmış. Soru şu:<br />

Politikada yükselmek için insanlığınızı alçaltmanız şart mı?<br />

Yanıt, net olarak veriliyor. Sinemada zeka arayanlar için,<br />

sapasağlam bir hikaye ve tam bir oyunculuk ziyafeti.


Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı Acıklı Hikayesi ve Musallat<br />

2 filminin güzel oyuncusu Türkü Turan 2011 yılında üç<br />

filmle birden sinemalara konuk oluyor. Bu patlamanın<br />

sebeplerini ve hedeflerini konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Onu ilk önce Reha<br />

Erdem’in filmi Kosmos’da<br />

attığı çığlıklarla ve çizgi dışı<br />

güzelliğiyle filme anlam katan<br />

performansıyla tanıdık. Bu<br />

hafta vizyona giren Onur Ünlü<br />

filmi Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı<br />

Acıklı Hikayesi’nde de karşımıza<br />

çıkınca “Tamam” dedik “İşte sinemanın<br />

ayrıksı bir değeri.” Türkü Turan’ı bu iki<br />

film dışında korku filmi Musallat 2’de ve<br />

Toprağın Çocukları filminde de seyredeceğiz.<br />

Düz siyah saçları, çekik gözleri ve oynadığı<br />

role kendini adamasıyla gelecekte daha çok<br />

karşımıza çıkacağına inandığımız Turan’la sizin<br />

için konuştuk.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

Tabii ki Onur Ünlü. Onur Ünlü adını duyunca zaten<br />

senaryoyu daha okumadan kabul etmeye karar<br />

vermiştim. Fakat alışkanlık olarak senaryoyu<br />

okuyup onun da çok güzel olduğuna karar verdim.<br />

Senaryoda size farklı gelen şey neydi?<br />

Zaten Onur Ünlü’nün bütün senaryo ve filmlerinin<br />

ortak özelliği bizim gördüğümüz konulara<br />

görmediğimiz açıdan bakıyor olması. Celal Tan ve<br />

ailesinin aşırı acıklı hikâyesinde de aile kavramına<br />

hiç bakmadığımız taraftan bakmış. Biz aileyi hep<br />

güzel, birbirine sıkı sıkı sarılan, destek olan olumlu<br />

bir düşünce olarak kabul ediyoruz, Celal Tan ve<br />

ailesinde durum biraz daha farklı. Senaryo “Aile-<br />

mize sıkı sıkı sarılırken bir gariplik var mı, bir hata<br />

yapıyor muyuz, haksızlıkları da savunuyor muyuz”<br />

diye düşündürtüyor.<br />

Film bir taşra kasabasında geçse de ilişkiler<br />

olabildiği kadar şehirli…<br />

Orta sınıf ve üstü üzerine yapılan filmlerde ve dizilerde<br />

daha çok zengin aileler görüyoruz. Orta direk<br />

içinde olan aileleri pek görmüyoruz. İzlediğim filmler<br />

ve diziler açısından bu sosyolojik statüdeki bir<br />

aileyi görmek farklı geldi. O yüzden hoşuma gitti.<br />

Rolünüzü biraz tanıtabilir misiniz?<br />

Aslında ilginç bir karakteri canlandırıyorum. Bir<br />

öğrenciyim ve Selçuk Yöntem’in canlandırdığı<br />

Celal Tan karakteri benim okuduğum okulda bir<br />

anayasa profesörü. Başıma gelen bazı talihsiz<br />

olaylardan dolayı intihara kalkışıyorum ve o beni<br />

kurtarıyor. Celal Tan ile birbirimize âşık olup evleniyoruz.<br />

Filmin başından itibaren de ilişkimizin ve<br />

ailemizin başına talihsiz şeyler geliyor.<br />

Filmin kadrosu çok geniş, çok tecrübeli isimler var.<br />

Bir oyuncu için tecrübeli isimlerle rol paylaşmak<br />

gerçekten yararlı bir şey midir? Bu yarar nedir?<br />

Kesinlikle çok yararlı bir şey. Tansu zaten<br />

Türkiye’nin en iyi oyuncularından bir tanesi ve<br />

hocalık yapıyor. Hemen onun yakasına yapışıp<br />

ne yapacağım, nasıl oynayacağım konularında<br />

fikir alışverişleri yaptım. Bülent Emin Yarar<br />

provayı izlediğinde hemen ona koşup ne yapmam<br />

gerektiğini soruyordum aynı şekilde Selçuk<br />

Yöntem’den tavsiyeler alıyordum. Değişik fikirler<br />

alabileceğim, değişik bakış açılarına sahip birçok<br />

oyuncu olduğu için çok şanslıydım.


Oyunculuk olarak bir eğitiminiz var mı?<br />

Var ama şöyle, lisedeyken 2 sene bir atölyede çalışmaları izledim. 2-3<br />

sene önce Vahide Gördüm’ün 35,5 oyunculuk atölyesinde birinci sınıfı<br />

bitirdim.<br />

Alaylı oyuncuların, mekteplilere göre avantajları oluyor mu?<br />

Tabii ki. Çünkü sete hiçbir şey bilmeden çırılçıplak gidiyorsunuz ve<br />

her şeye aç oluyorsunuz. Çok iyi oyunculuk bilip de sete giden insanlar<br />

mesela kamerayla, ışığın nereden geldiğiyle, yönetmenin nasıl<br />

baktığıyla çok ilgilenmiyorlar. Daha çok oyunculuğa bakıyorlar ama<br />

yaptığımız iş aslında ışığını almaktan tutun, objektifin kaç olduğuna kadar<br />

değişen bir şey. Tabii insan yeni olunca ister istemez her şeye dikkat<br />

etmek zorunda kalıyor. Böylece bence daha iyi öğreniliyor. Profesyonellerle<br />

çalışınca da daha yararlı şeyler öğrenebiliyorsunuz. Hiçbir şey<br />

bilmiyorum, bir egom yok. Her şeye aç bir öğrenci şeklinde gittiğim için<br />

bir şeyler almam daha kolay oluyor.<br />

Reha Erdem, Onur Ünlü çok önemli yönetmenler. Onların yönettiği filmlerde<br />

rol almanızı neye bağlıyorsunuz?<br />

Gerçekten bilmiyorum ama Reha Erdem’in çok aradığı bir tip vardı, o<br />

tipe fiziksel olarak çok yakınmışım o yüzden beni seçti. Fakat Reha<br />

Erdem beni seçtikten sonra diğer insanlar da “Reha Erdem bu kızı<br />

seçtiyse bu kızda muhtemelen bir şey var” diye düşünüp beni tercih<br />

etmiş olabilirler. Sette çok pozitifimdir, çok çalışkanımdır ve piyasa<br />

küçük olduğu için bu çok hızlı duyulan bir durum. O yüzden sette<br />

sağlam duran, dikkatli, disiplinli oyuncular daha çok tercih edilir. Sanırım<br />

bu yüzden de tercih ediyorlar.<br />

Sizin dört filminiz var. Bunun üç tanesi 2011 yılında. Bu patlama nasıl<br />

oldu? Bir kariyer planlaması mıydı?<br />

Hayır diyemeyeceğim şeyler üst üste geldi. Ben böyle bir şey beklemiyordum.<br />

Toprağın Çocukları filmi bir yıl önceden belliydi zaten. Ali Adnan<br />

Özgür’le arkadaş olduk. Filmin senaryosu hazırlanırken de beraber<br />

çalıştık. Ben o dönem Çakıl Taşları’nda oynuyordum. Çakıl Taşları erken<br />

bitti. Birkaç dizide konuk oyunculuk yaptım ama filmlere hazırlanacak<br />

çok vaktim oldu. Ondan sonra Celal Tan geldi. Baktım tarihler uyuyor.<br />

Fakat sonra ‘Musallat 2’ geldi. Bir de Toprağın Çocukları ve Musallat’ta<br />

başrol oyuncusuyum. 30 gün boyunca aralıksız çalıştım, dolayısıyla ne<br />

yapacağımı bilemedim. Bu yoğunluğu kaldırabilir miyim diye düşündüm<br />

fakat çok güzel program ayarladılar ve üçbuçuk ayda üçünü de tertemiz<br />

bir biçimde bitirmiş oldum.<br />

Yönetmen olmak gibi bir isteğiniz var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?<br />

Aslında sosyoloji okuduğunuz zaman dünyadaki bütün sanatlara ucundan<br />

değiyor. Ben Türk sineması üzerine, sosyolojiyle sinemayı harmanlayan<br />

çok fazla tez, ödev yaptım. O yüzden zaten bu kulvarda koşmak<br />

istiyordum. Oyuncu olmayı o zaman beklemiyordum.<br />

Yavaş yavaş ısınıyorsunuz kamera arkasına?<br />

Aslında ben sette, özellikle Musallat filmi setinde ışık kamyonunun<br />

içindeki malzemelerin isimlerini ve ne işe yaradıklarını öğrenmekle<br />

başladım. Celal Tan’da ne yapılıyor, nasıl açılar kullanılıyor, ne his<br />

verilmek isteniyoru inceledim. Oynadığım dizide de bakıyorum şu an.


Bu yaz Toprağın Çocukları’nda gece ışığı yapmaya başlamıştım. Beni<br />

“Best girl” olarak jeneriğe yazacaklar sanırım. Boş zamanlarımda<br />

kamerayı kurcalamaktan, gece ışığı kurmaya kadar her şeye hakim olmaya,<br />

öğrenmeye başladım. Sağ olsunlar izin verdiler. Aslında bir nevi<br />

asistanlık yapıyorum.<br />

Bir senaryo çalışmanız var mı?<br />

Bir tane senaryom var ama şu an 10 sayfa. Senaryoya dökülmüş değil<br />

ama 10 sayfalık çok ilginç bir hikayem var. Çekilmesi de çok zor. Onu<br />

ben çekemezsem Onur çeksin isterim.<br />

Türk sinemasında kadın yönetmen sayısı çok az. 80 sonrasında 90’larda<br />

sinemada feminizm bir şekilde vardı. Fakat 90’ın ikinci yarısından<br />

itibaren, özellikle 2000’lerde kadın oyuncu olarak çok fazla ve yeni<br />

isim olmasına rağmen bu derdi paylaşan, o cesareti gösteren veya<br />

o faturayı ödemek için yola çıkan isim sayısı çok az. Bu konuda ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bunu zaten çok fazla dile getiriyorum. Reha Erdem’le veya Onur’la<br />

konuştuğum zaman da “Ne olur bir kadın hikâyesi çekin, kadın gözünden<br />

çekin” diye söylüyorum. Çünkü sinemada olan kadın karakterler de<br />

erkek gözünden kadınlar hep. Hatta kadın yönetmenler de erkek hikâyeleri<br />

çekiyorlar. Özellikle de sosyolojide okuduğum ve kadın dünyasını<br />

önemsediğim için benim çok takıldığım bir konu. Yazdığım hikâye kadın<br />

hikâyesi mesela. Özellikle de iyi hikâye yazan ve çeken insanlarla<br />

arkadaş oldukça kadın hikâyesi çekmeleri için baskı yapıyorum. Bizim<br />

jenerasyonumuz büyüdükçe, kendine güveni geldikçe kadın meseleleri<br />

olan senaryolar yazılacak ve filmler çekilecek.<br />

Toplumun kadına bakış açısı belli. Cesaret gerektiren rollerde oynayacak<br />

mısınız? Bunun faturasını ödemeye hazır mısınız?<br />

Eminim edeceğim. Mesela Beren Saat bunu yapıyor. Son iki dizisinde<br />

de oynadığı kadın karakter güçlü ve gerçekten kadın gözünden, kadın<br />

karakterler. Fatmagül’de tecavüze uğradığı için garip bakıyorlar. Türk<br />

toplumunda bu var. Senaryoyu gerçek zannediyoruz. Konuşulan<br />

şeylerden bunları duyuyorum ama her şeye rağmen cesaret edip o<br />

tarz karakterler canlandırmakta fayda var. Beren buna cesaret etti. O<br />

yüzden oynadığı karakterler açısından ona çok saygı duyuyorum. Bana<br />

da böyle bir şey gelirse, ben de cesaret etmek isterim.<br />

Sizin tipiniz aslında çok çizgi dışı. Bu durum sinema için çok güzel<br />

bir şey. Ancak bazen bunun dezavantajları da olabilir. Mesela Şerif<br />

Sezer’in de tipi çok değişik. Onunla konuştuğumda “Aslında tipimin<br />

farklılığı bana dezavantaj getirdi ve ben bunun faturasını ödedim”<br />

demişti.<br />

Aslında sinemada böyle bir sınır yok. Bu yaz 17 yaşında bir kızı, 27<br />

yaşında bir öğretmeni, edilgen bir kadın karakteri oynadım. Böyle<br />

küçük gösterip aslında yaşı büyük olmanın avantajı var. Fakat dizilerde<br />

bu öyle değil. Dizilerde biraz daha fiziksel olarak Türk toplumunun<br />

sevdiği, etine dolgun kadınlar tercih ediliyor. Dolayısıyla başrol, esas<br />

kadın rolleri, bütün diziyi kaldıracak roller bana çok gelmiyor. Gelse de<br />

benim çok hoşuma gitmeyen şeyler geldi. Fiziksel olarak zayıf olduğum<br />

için böyle rollerin gelmediği oluyor. Eskiden şikâyetçiydim ama artık


değilim. Bence yan karakterler de çok önemli.<br />

Güzel herhangi bir şey gelirse oynuyorum.<br />

Mesleğe televizyon dizileriyle başladınız. Yeni<br />

oyuncular için televizyon dizileriyle başlamak<br />

bazen oyunculuk anlamında bir sakatlık yaratabiliyor.<br />

Bunu nasıl geçmeyi planlıyorsunuz?<br />

Bu aslında biraz Faruk Teber sayesinde oldu.<br />

Faruk Teber alışılmış dizi yönetmenlerinin çok<br />

dışında bir adam ve beni kameranın karşısına<br />

ilk oturttuğunda ben hiçbir şey bilmiyordum.<br />

Çünkü her şey koşuşturma içinde çekildiği için<br />

dizilerde çok vakit olmuyor. Alt metin çalışması<br />

yapmak, uzun uzun rol üzerine çalışmak, sahne<br />

üzerinde konuşmak pek mümkün olmuyor<br />

ama Faruk Teber dört sahneyi bir gün içine<br />

yayarak bunların hepsini yaptı. Bana alt metnin<br />

ne olduğunu, çalışmanın, disiplinin nasıl bir<br />

şey olduğunu, karakterin nasıl çıkacağını uzun<br />

uzun anlattı ve çalıştık. Teber çok iyi bir yönetmen,<br />

diziyi sinema filmi gibi çektiği için sinema<br />

filmi oyuncusu gibi tecrübe edindim.<br />

Profesyonel bir oyuncu olarak ilk yönetmenlik tecrübesini<br />

yaşayan bir yönetmenle oynamak sizin<br />

için bir risk içeriyor mu?<br />

Kesinlikle taşımıyor. Ali Adnan Özgür’de bunu<br />

gördüm. Gerçekten ne yaptığını bilen birisi. Oturup<br />

konuştuğunuz zaman kafalarınız uyuşuyorsa, aynı<br />

yöne bakıyorsanız, filmle ilgili aynı şeyi istiyorsanız<br />

o film zaten güzel oluyor. Teknik aksaklıklar hepsinde<br />

olabilir. İsterse kötü gözüksün ama kafası<br />

çalışan, iyi hikayesi olan bütün yönetmenlerle<br />

çalışmalı bence insanlar.<br />

<strong>Cinedergi</strong> okuyucularına bir mesajınız var mı?<br />

Normalde sinemayı sanat filmi ve gişe filmi olarak<br />

ikiye ayırıyoruz. Aslında böyle bir şey yok. Herkesin<br />

izleyebileceği çok sağlam filmlerde yapılabiliyor<br />

ve bence Celal Tan bunun en iyi örneklerinden bir<br />

tanesi olacak. Hem alt yapısı çok sağlam, içinde<br />

gerçekten sanat olan bir film hem de herkesin<br />

anlayabileceği, sevebileceği bir gişe filmi de olacak.


n 1999 yılında başrollerini Hugh Grant ve Julia Roberts’in<br />

paylaştığı, Richard Curtis’in yazıp Roger Michell’in yönettiği<br />

“Notting Hill”, tüm zamanların en iyi aşk filmleri listesinden<br />

hiç çıkmayacağa benzer. Bu eşine az rastlanır romantik<br />

filmin müzikleri ve müzik koordinatörlüğü ise Trevor<br />

Jones’a ait. Filmin soundtrack’i birbirinden önemli<br />

isimlerin eserleriyle, sinemaseverleri coşkuya, heyecana,<br />

aşka ve huzura eriştiriyor, hala... Başucu albümlerinden<br />

biri olarak tanımlayabileceğimiz “Notting Hill OST”de, Elvis<br />

Costello’dan “She”, Shania Twain’den “You’ve Got A<br />

Way”, Steve Poltz’dan “Everything About You” ve tabi ki<br />

Al Green’den “Ain’t No Sunshine” öne çıkanlar arasında…


n İranlı yönetmen<br />

Bahman<br />

Ghobadi’nin yönettiği<br />

ve başrollerini<br />

Monica Bellucci,<br />

Yılmaz Erdoğan,<br />

Beren Saat, Belçim<br />

Bilgin’in paylaştığı<br />

‘Gergedan’ın Son<br />

Şiiri’ filmi ‘halk<br />

sansür’üne takıldı. Çekimlerde<br />

sevişme sahnelerinin<br />

olduğunu<br />

öğrenen Garipçe<br />

Köyü, ekibin evlerini<br />

kullanmalarına<br />

izin vermedi. Bunun<br />

üzerine ekiptekiler<br />

çevredekilerle<br />

görüşüp uygun bir<br />

ev buldu. Sevişme<br />

sahnelerinin çekimi<br />

esnasındaysa evin<br />

çevresindeki köylüler<br />

ekip tarafından<br />

uzaklaştırıldı.


n Courtney Love, başı sık sık belaya giren Lindsay<br />

Lohan’a akıl hocalığı yapacak. Şarkıcı Courtney Love,<br />

kendisi gibi başı sık sık belaya giren oyuncu Lindsay<br />

Lohan’a akıl hocalığı yapacak. “Geçmişte bana olduğu<br />

gibi Lindsay de dibe vurdu, ona yardım edeceğim”<br />

diyen Love’ın, tıpkı Lohan gibi uyuşturucu ve alkol<br />

sorunu olduğu biliniyor. Umarız her seansta oturup<br />

karşılıklı bir şişe bitirmezler…


n İç çamaşırı modeli Florence<br />

Brudenell-Bruce ‘Tatler’ dergisine<br />

poz verdi. İngiltere Veliaht<br />

Prensi Harry’nin eski sevgilisi, 25<br />

yaşındaki iç çamaşırı modeli Florence<br />

Brudenell-Bruce, ‘Tatler’ dergisine<br />

poz verdi. 2011’in başlarında<br />

iki ay boyunca flört ettiği Prens’ten<br />

ayrıldıktan sonra işleri açılan modelin<br />

şimdiki hedefi, Hollywood’a<br />

kapağı atmak.


n 19-29 Ocak tarihleri arasında<br />

düzenlenecek 2012 Sundance<br />

Film Festivali’nde, ilk kez bir<br />

Türk filmi Dünya Seçkisi’nin<br />

içinde. Raşit Çelikezer’in<br />

yönettiği ‘Can’ 14 filmlik bu<br />

seçkinin içinde kendine yer<br />

buldu. Amerika’dan 2059,<br />

dünyadan ise 1983 uzun<br />

metraj filmin başvurduğu<br />

festivalde 31 ülkeden 110<br />

film seyirciyle buluşacak. Bu<br />

filmler arasından 88’i dünya<br />

prömiyerlerini festival içinde<br />

gerçekleştirecek.<br />

n Steven Spielberg, son<br />

20 yılda çekilen filmleri<br />

izlemeyi tercih etmediğini<br />

söyledi. Oscar ödüllü<br />

Spielberg ‘sinemanın<br />

altın çağının 1950 ve<br />

60lar olduğunu’ dile getirdi.<br />

Spielberg, “Bir filme<br />

başlamadan önce birer<br />

klasik haline gelmiş Yedi<br />

Samuray, Çöl Aslanı,<br />

Arabistanlı Lawrence ve<br />

Şahane Hayat filmlerini<br />

izlerim. Eskiye gitmeyi<br />

severim. Sessiz filmleri de<br />

çok izlerim. Çünkü görselleri<br />

çok kuvvetlidir, açılar<br />

çok başarılıdır ve performanslar<br />

çok iyidir. Bana<br />

bir filme başlamak için<br />

gerekli enerjiyi verir” diye<br />

konuştu.


n The Gotham Awards, önceki<br />

gün düzenlenen törenle sahiplerini<br />

buldu. En İyi Film Ödülü’nü geçen<br />

hafta Türkiye’de de vizyona giren<br />

Terrence Malick’in Hayat Ağacı/<br />

The Tree of Life ve Milke Mills’in<br />

Beginners filmi paylaştı. Alexander<br />

Payne’in, George Clooney’nin rol<br />

aldığı ve Oscar’da iddialı olduğu<br />

yönünde yorumlar yapılan filmi<br />

The Descendants, üç kategoride<br />

aday olduğu ödüllerden eli boş<br />

döndü. The Descendants ’ın yerine,<br />

Mike Mills’in yönettiği Beginners,<br />

New York’ta düzenlenen ve<br />

sunuculuğunu Edie Falco ve Oliver<br />

Platt’ın üstlendiği törende, En İyi<br />

Toplu Performans Ödülü’ne değer<br />

görüldü.<br />

n Ünlü yaratıcı yönetmen<br />

David Lynch, savaş<br />

sonrasında bunalıma<br />

giren gazileri meditasyon<br />

öğretmeye teşvik ediyor.<br />

Psikolojik sorunlardan<br />

kurtulma adına meditasyon<br />

tekniklerinin büyük<br />

ölçüde işe yaradığını<br />

savunan usta yönetmen,<br />

savaş gazilerinin bu imkanlardan<br />

faydalanması<br />

için 1 milyon dolar<br />

tutarında bağış yaptı. Bu<br />

meblağdan özellikle de<br />

Irak ve Afganistan gazileri<br />

yararlanacak.


n Ata Demirer ve Müjde Ar, Aysel<br />

Gürel’e saygı albümüiçin stüdyoya<br />

girecek... Konservatuar mezunu olan ve<br />

Makara adına albüm çıkaran, Eyvah Eyvah<br />

filminde de şarkı söyleyen Demirer,<br />

‘Ayselim’ adlı albümde Müjde Ar’la<br />

birlikte düet yapacak. İkili “Yalnızca<br />

Sitem” ve “Gençlik Başımda Duman”<br />

şarkılarından birisini seslendirecek…<br />

Bakalım hem sinema hem de müzik<br />

camiasından konuyla ilgili nasıl yorumlar<br />

gelecek?<br />

n Bu yıl 6.si düzenlenen ,<br />

Kültürler arası Diyalog temalı<br />

kısa filmlerin yarıştığı JCI<br />

ISTANBUL CROSSROADS<br />

ULUSLARARASI KISA FİLM<br />

FESTİVALİ yarışma sonuçları<br />

11 Aralık 2011 Pazar gecesi<br />

Beykent Üniversitesi Taksim<br />

yerleşkesinde yapılacak<br />

galada açıklanacak. Ebru<br />

Akel, Hüseyin Kuzu, Yosi<br />

Mizrahi, Sadi Çilingir, Selim<br />

Demirdelen, Kıvanç<br />

Terzioğlu, Ali Arıkan ve Bülent<br />

Doruker’in jüri üyesi<br />

olarak yer aldığı festivale<br />

bu yıl 48’i Türkiye’den, 12’si<br />

yurtdışından olmak üzere<br />

toplam 60 kısa film başvurdu.<br />

Her yıl “Kültürler Arası Diyalog”<br />

temasını işleyen yarışma<br />

bölümünün ödülü Digital<br />

Film Academy’den toplam<br />

10,000TLlik eğitim bursu.<br />

Festival Resmi Sitesi : www.<br />

jciistanbulcrossroads.com


2. Malatya Film Festivali, Anadolu’nun kültür savaşının en önemli<br />

ayağı olmaya aday bir etkinlik. Doğu’da sinema sevgisinin<br />

büyümesine büyük etkisi olacağına inanıyoruz.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n 2. Malatya Uluslararası Film<br />

Festivali sona erdi. Anadolu’nun<br />

bu en yeni ulusal sinema festivali<br />

Türk sineması için önemli<br />

tespitler yapmamıza sebep<br />

oldu. Önce festivali kendi içinde<br />

değerlendirmeliyiz. Geçen yıl bu<br />

sıralar Malatya’da bir sinema festivali<br />

yapılacağını duyduğumuzda<br />

heyecanlanmıştık. Özellikle<br />

bunun Malatya Valiliği tarafından<br />

yapılması işi iyice ilginçleştirdi.<br />

Çünkü böyle bir uygulamayı<br />

fazla görmedik ülkemizde.<br />

Anadolu’daki çoğu festival buna<br />

Adana ve Antalya da dahil belediyelerin<br />

himayesinde yapılır.<br />

Böyle olunca kurumsallaşma ve<br />

devamlılık anlamında problemler<br />

yaşanır. Buna en iyi örnek<br />

Bursa Film Festivali’dir. Belediye<br />

başkanı değişince dört yıldır<br />

sürmekte olan başarılı bir festival<br />

bıçakla kesilmiş gibi yok oldu.<br />

Valilik ise iç dinamikler sayesinde<br />

devamlılığı olan bir kurumdur.<br />

Vali Ulvi Saran sinemayı seven<br />

bir yönetici aslında bu sevgiden<br />

biraz fazlası, tutkun diyebiliriz.<br />

Zaten bu yüzden de bu festival<br />

hayata geçmiş. Ulvi Saran’ın<br />

görev yeri değişebilir ama onun<br />

yerine gelen valinin bu festivali<br />

devam ettirmek isteyeceğini<br />

şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü<br />

bürokraside devamlılık önemlidir<br />

hatta bu bir ahlaktır. Onun<br />

için Malatya Film Festivali’nin<br />

geleceğini parlak görüyorum. İlk<br />

yıl festival bir konsept üzerine<br />

kurulmuştu. Kemal Sunal’ın<br />

anısına komedi filmleri ana<br />

odaktaydı ilk festivalde. Ama bu<br />

yıl Malatya ulusal ve uluslararası<br />

yarışma düzenlemeye karar<br />

verdi. Bu bir anlamda ileriye<br />

bir adım olarak kabul edilse de<br />

bence gözden geçirilmesi gereken<br />

bir karardı. Çünkü Türkiye’de<br />

bir çok festival var. Halbuki Türk<br />

simeması son dönemlerde üretim<br />

olarak gelişme kaydetse de bu<br />

kadar festivali besleyecek bir havuza<br />

sahip değil. Hele üretimlerin<br />

kalitesine bakarsak durumun<br />

daha da problemli olduğu<br />

görünüyor. Bu yıl Malatya da<br />

bunun sıkıntısını yaşadı. Toplam<br />

yedi filmin yarıştığı seçki, Adana<br />

ve Antalya’nın ödüllü filmlerinin<br />

tekrar kozlarını paylaştığı bir<br />

süreç oldu. Mar, Gelecek Uzun<br />

Sürer ve Eylül bu festivalde bir<br />

kez daha karşılaştı. Geriye kalan<br />

filmler ise daha önce birçok kez<br />

festivallere katılmış yani biraz da<br />

yokluktan kabul edilmiş filmlerdi.<br />

Bu sözlerim o filmlerin kalitesiyle<br />

ilişkilendirilmesin sadece<br />

yeni değillerdi. Kar Beyaz, Saklı<br />

Yüzler, Küçük Günahlar… Bir<br />

kere yedi film sayı olarak az.<br />

Bir de yeni üretimler olmadıkları


düşünülürse problem daha da<br />

açık görünür. Sonuçta ikincisi<br />

yapılan ama ilk kez yarışma bölümünün<br />

olduğu bir festival için bunu<br />

anlaşılabilecek bir durum olarak<br />

kabul edebiliriz. Ama önümüzdeki<br />

yılın seçkisinin daha kuvetli olması<br />

gerektiğini düşünüyoruz. Ödüller<br />

belli olduğunda Gelecek Uzun<br />

Sürer’in En İyi Film ve Yönetmen<br />

ödülü alarak baskın çıktığı bir<br />

yarışma oldu. Caner Erzincan’ın<br />

yönettiği Mar filminin ise Jüri Özel<br />

Ödülü, SİYAD (Sinema Yazarları<br />

Derneği) ödülü ve En İyi Erkek<br />

Oyuncu ödüllerini alarak Gelecek<br />

Uzun sürer’i takip ettiğini görüyoruz.<br />

Burada benim de yer aldığım<br />

SİYAD jürisinin ödülü verirken<br />

okuduğu gerekçeyi yazmak istiyorum,<br />

“SİYAD Jürisi, 2. Malatya<br />

Uluslararası Film Festivali Ulusal<br />

yarışması dahilinde gördüğü<br />

filmler içinde seyrettiği hiçbir<br />

yapıtı çok başarılı bulmamakla<br />

birlikte, ele aldığı konuya<br />

duyarlı yaklaşımı, moda olan<br />

öteki meselesine hiçbir biçimde<br />

yüz vermeyen anlayışı ve<br />

belli bir üslup yaratmanın ilk<br />

adımlarını tutarlılıkla atma inadı<br />

dolayısıyla, Caner Erzincan’ın<br />

Mar filmini ödüle değer<br />

bulmuştur.” Aslında bu gerekçede<br />

Türk sinemasının eleştirisinin özü<br />

yatmakta. Bu konuyu şimdilik<br />

kapatıp festivalin şehre katkısını<br />

da konuşmalıyız. Bu film festivalinin<br />

Malatya’da yapılması çok önemli.<br />

Anadolu’daki bir çok şehrimizin<br />

kültür sanat hayatının kısırlığı<br />

bir gerçek. Bu durumun en<br />

önemli çıkışlarından biridir festivaller.<br />

Malatya halkı festivalinin<br />

değerini bilmeli ve destek verip<br />

ondan yararlanmalı. Bu anlamda<br />

Malatya’daki üniversitelerin,<br />

belediyenin daha fazla festivali<br />

benimsemesi ve destek vermesi<br />

gerekir. Önümüzdeki yıl çok daha<br />

iyi bir festivalle karşılaşacağımızı<br />

umuyor emeği geçen herkese de<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Ödüllerin tam listesi:<br />

Ulusal Uzun En İyi Film:<br />

Gelecek Uzun Sürer<br />

Ulusal Uzun En İyi Yönetmen:<br />

Özcan Alper<br />

Ulusal Uzun En İyi Senaryo:<br />

Saklı Hayatlar-Haluk Ünal<br />

Ulusal Uzun En İyi Kadın<br />

Oyuncu: Salima Hamed<br />

Ulusal Uzun En İyi Erkek<br />

Oyuncu: Volga Sorgu<br />

Ulusal Uzun En İyi Özgün Müzik:<br />

Gelecek Uzun Sürer-Mustafa<br />

Biber<br />

Ulusal Uzun Jüri Özel Ödülü: Mar<br />

SİYAD Ödülü: Mar<br />

Uluslararası En İyi Film: Altıncı<br />

Kattaki Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Yönetmen:<br />

Philippe LeGuay / Altıncı Kattaki<br />

Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Senaryo: Parmak-<br />

Carina Catelli/ Parmak<br />

Uluslararası En İyi Kadın Oyuncu:<br />

Natalia Verbeke/Altıncı Kattaki<br />

Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Erkek Oyuncu:<br />

Fabian Vena/Parmak<br />

Uluslararası En İyi Müzik: Super<br />

Charango//Parmak<br />

En İyi Kısa Film: Ekmek<br />

Kısa Jüri Özel Ödülü: Toros<br />

Canavarı


NİL ÖZER<br />

n Ünlü yönetmen ve müzisyen Nezih<br />

Ünen’in ikinci filmi vizyona girdi. Romantik<br />

drama türündeki filmin başrollerini Yunus<br />

Güner, Fadik Sevin Atasoy, Tan Sağtürk,<br />

Veysel Diker, Pelin Acar ve Özlem Tekin<br />

paylaşıyor. Günümüz aşklarını nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz sorusuna yönetmen<br />

Nezih Ünen, ‘’ Yeni aşklarda insanlar<br />

ilişkilerinde huzur değil, çatışma arıyor’’<br />

diyor. Filmde yakışıklı, romantik Koray<br />

karekterini canlandıran Tan Sağtürk ile<br />

yönetmen Nezih Ünen’le keyifli bir söyleyişi<br />

yaptık.<br />

Mavi Pansiyon nasıl gelişti?<br />

Nezih Ünen: İlişkiler hakkında bir film<br />

çekmek istedim. İlişkiler son zamanlar<br />

ister istemez çok kafa yorduğum bir konu.<br />

Sonuçta mutlu olmak için yaşıyoruz. Daha<br />

genç insanlar için kafa karışıklığı yok, onlar<br />

zaten yeni aşk için doğup büyümüşler.<br />

Benim de içinde olduğum bir grup var ki<br />

bizler eski aşkı tanıdık, bir kısmımız hala<br />

o eski aşklarda, bir kısmımızsa yeni aşkı<br />

kavramış adapte olmuş bile. Bu filmde<br />

seyirciye keyifli anlar yaşatmak için hem de<br />

konunun ilişkilere odaklanması için pansiyonda<br />

bir araya gelmiş insanlardan oluşan<br />

bir hikaye yapmak istedim.<br />

Kabul etmenizdeki etkenler nelerdir?<br />

Tan Sağtürk: En önemlisi bir aşk filmi.<br />

Çocukluğumdan beri içinde hep aşk<br />

olan eserlerde canlandırma yapmak zorunda<br />

kaldım. Zorunda diyorum çünkü<br />

10 yaşında bir mesleğe başlıyorsunuz.<br />

Tekniğiniz değil yorumlamanız önemlidir.<br />

Hissediyor olmanız gerekir. Bugüne


kadar çok değişik aşklar yorumladım.<br />

Senaryoyu okuduktan sonra bugüne<br />

kadar yaptığım her şeyin çok dışında bir<br />

başka ilişki tipi vardı. İlk önce bu etkiledi<br />

daha sonrasında da kişiler. Nezih’in<br />

‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ filmi evet<br />

dememde çok etkili oldu. Benim için çok<br />

sağlam bir tohum ekilmiş oldu.<br />

Konusundan biraz bahseder misiniz?<br />

Nezih Ünen: Günümüz ilişkilerin<br />

değişiminden bahsetmek istedim. Eskisi<br />

gibi değil ilişkiler. Yeni aşkların filmi diyebiliriz.<br />

İnsanların ihtiyaçları ve beklentileri<br />

değişti. İlişkilerinde çatışma istiyorlar.<br />

Mesela Tan’ın (Sağtürk) canlandırdığı<br />

Koray karekteri, romantik, başarılı ideal<br />

bir erkek. Eğer 20 yıl önce çekseydik<br />

bu filmi Tan (Sağtürk) başrol olurdu.<br />

Günümüzde Fadik’in (Sevin Atasoy)<br />

canlandırdığı Bahar karekteri, daha serseri<br />

komplike olan Ahmet (Yusuf Güner)<br />

karekterini çekici buluyor. Burdan da şu<br />

anlaşılıyor ki günümüz ilişkilerinde insanlar<br />

huzur yerine çatışma arıyorlar.<br />

İlk profesyonel sinema tecrübeniz...<br />

Tan Sağtürk: Özgüvensizlik vardı<br />

bende. Mesleğim ve kariyerim<br />

açısından da hissedemediğim<br />

aslında çok da bilmediğim bir<br />

mecradır sinema konusu. Çok<br />

az örneklerde bulundum. O<br />

yüzden bir güven duygusu<br />

üzerine kurmak gerekiyordu<br />

Eski aşkları arıyor musunuz?<br />

Nezih Ünen: Valla bana<br />

sorarsanız ben hala<br />

eskilerdeyim. Benim<br />

için ilişkiler insanların


hikaye yazmak için ya da kendi hayatımı bir hikayeye<br />

dönüştürmek için ilişki aramıyorum. Bu durumu<br />

çok sağlıksız buluyorum. Biz bir plak almak<br />

için harçlık biriktirirdik, şimdi ellerinin altında şarkı<br />

sayısını bilmedikleri Mp3 ler var. İlişkileri de Mp3<br />

gibi artık. Değeri çok az. Benim için ilişkiler bir<br />

çabayla ulaşılan elde edildiği zaman kıymetlidir.<br />

Okul zamanında platonik olarak yaşadığım<br />

aşklarımın hiç birini unutmamışımdır. Günümüzde<br />

insanlar müziği, mekanları ve aşkları çok çabuk<br />

tüketiyorlar.<br />

Oyunuculuk kariyeriniz için neler söylemek isttersiniz?<br />

Tan Sağtürk: Sinemayla ilgili bir başlangıç olabilir.<br />

Bilemiyorum zaman gösterecektir, endişem ve<br />

ümitlerim yok bu konuda. Keyifle seyredip gurur<br />

duyacağımız bir yerde tutmak isteğindeyim.<br />

Peki Türkiye aşkı biliyor mu?<br />

Nezih Ünen: İyi bilen ülkelerden biri. Çok farklı kültürlerin<br />

bir arada yaşadığı bir ülkeye sahibiz. Aşk<br />

insanların en önemli ortak noktası. Filmde de üç<br />

ayrı kültürdeki ilişkileri görüyoruz ama birleştikleri<br />

nokta aşk Yaşadığımız olumsuzluklarla birbirimize<br />

duyduyumuz sevgi sayesinde üstesinden geliyoruz.<br />

Aşkı daha çok sevgi olarak görüyorum.<br />

Yeni aşkları yadırgıyor musunuz?<br />

Tan Sağtürk: Kolay değil reçetesini bulamamış<br />

olmak, çünkü formüller vardı uzun süreli ilişkiler<br />

vardı gıpta ile baktığımız. Birbirini gerçekten seven,<br />

saygı duyulan uzun ilişkilere özenle bakıyoruz.<br />

Korumak çok önemli bulamamakta çok acı verici<br />

bir şey. Evlendim, koruyabilirsek benim en değerli<br />

ilişkim olacak. Çocuğumun annesi ilişkimizi başka<br />

bir boyuta götürdü.<br />

Kadro nasıl bir araya geldi. Yazarken isimler belli<br />

miydi?<br />

Nezih Ünen: İlk başta kafamızda isimler vardı ama<br />

sinemada oluşana kadar isimler değişebiliyor. Yazarken<br />

tipler canlanıyordu, oyuncular canlanıyordu.<br />

Veysel Diker’in oynadığı karekteri kafamda<br />

ilk başta Haluk Bilginer olarak düşünmüştüm.<br />

Temasa bile geçmedik. Düşündüğüm gibi<br />

gelişmedi olaylar. Pelin acar sürpriz bir isim oldu.<br />

Yeteğini performansını hayretle karşıladım. Tan<br />

‘ın(Sağtürk) olmasını çok istedim çünkü onun<br />

pozitif enerjisine ihtiyacım vardı.<br />

Unutamadığınız aşk filmeri var mı tekrar tekrar<br />

seyrettiğiniz?


Tan Sağtürk: Klasik İtalyan sineması filmleri<br />

çok severim. Sophia Loren’in oynadığı filmlere<br />

bayılıyorum. Son dönem filmlerinden Avatar’da<br />

bence çok güzel bir aşk vardı. Adamlar sanatın tohumunu<br />

gömmüşler ve bundan da para kazanmayı<br />

bilmişler bence çok önemli bir şey.<br />

Çekerken sizi etkileyen bir an var mı?<br />

Nezih Ünen: Tan’ın Fadik’le bir dans sahnesi vardı<br />

ama önceden bir hazırlık yapmamıştık. Son günlerimizdi<br />

bir telaş içerisindeydik anlayacağınız.<br />

Tan ve Fadik kendi aralarında dans sahnesini<br />

çalışmışlar, gördüklerime çok şaşırdım, monitör<br />

başında çok duygulandım, etkilendim. Bu an’ı unutamam.<br />

Sizin aşkınız...<br />

Tan Sağtürk: İlk önce eşim. Evliliğimi korumak<br />

zorundayım. Kızım da çok önemli tabii ki ama ben<br />

evliliğimi koruyamazsam kurduğum bütün düzen<br />

bozulur.<br />

Biz sizi müzik adamı olarak tanıdık. Yönetmen Nezih<br />

Ünen’in hikayesini öğrenebilir miyiz?<br />

Nezih Ünen: Müzik sinemaya çok yakın, ortak çok<br />

yönleri var. Müzik yönetmenliği tabir edilen işi çok<br />

uzun zaman yaptım. Anadolu’nun Kayıp Şarkıları<br />

projesi ile her şeyi kendim yapmayı öğrendim.<br />

Kamera kullanmayı, montajı...Bir baktım ki sinemayla<br />

ilgili çok şey öğrenmişim. Bir yönetmenin<br />

söyleyecek sözü olması gerekiyor. Şu döneminde<br />

hayatımın anahtarını yakaladığım bir dönemdeyim.<br />

Yönetmenliğe kendi projelerinizle mi devam edeceksiniz?<br />

Nezih Ünen: Hayatımın şu noktasında<br />

yaşadıklarımdan dolayı anlatmak istediğim hikayelerim<br />

çok. Bu nedenle şu anda çekilmeye hazır<br />

birkaç projem beklemede. Önümüzdeki yaz bunlardan<br />

bir tanesini hayata geçireceğim. Böyle yaparsam<br />

insanlar gelir para kazanırım değil, muhakkak<br />

bunu anlatmalıyım derdinde olan bir yönetmenim.<br />

Mavi Pansiyon seyircide nasıl bir tat bırakacak?<br />

Nezih Ünen: Mavi Pansiyonu seyretmek için<br />

koltuğuna oturan seyirci en başta şunu garanti ediyorum<br />

çok keyifli bir film seyredecek. Seyrederken<br />

güzel yerlere gidecek. İlişkilerde de yeni aşkların<br />

yaşandığı bir ortamda kendini bulacak. İlişkilerin<br />

biçimi dışında baktığımız zaman zamanı olmayan<br />

ortamlara tanık olacak. Kadromuz çok iyi, müzikler<br />

şahane daha ne olsun...


KAAN KARSAN<br />

n Sinema bazen izleyenine güç verir,<br />

umut verir. Çıkan binbir zorluğa göğüs<br />

geren, yol üzerindeki engellere rağmen<br />

yılmayan gerçek ya da gerçek ötesi karaktelerin<br />

yuvası oluverir. Sinema, inancın,<br />

güvenin ve arzunun son tahlilde tebessüm<br />

ettiren yansıması ve dipten zirveye,<br />

yenilgiden başarıya giden yolların<br />

dilidir bazen. Bu ay vizyona girecek<br />

olan Moneyball’ın hatrına beyaz perdede sıkça<br />

karşımıza çıkan başarı öykülerinin genel bir derlemesini<br />

yapmaya heveslendik.<br />

The Pride of the Yankees (1942)<br />

Bizim kültürümüze fazla adapte olamamış bir<br />

spor dalı olan Baseball sporunun efsanevi isimlerinden<br />

Lou Gehrig’e odaklanan film sinemadaki<br />

başarı öykülerinin atalarından biri. Sam<br />

Wood’un filmi kendinden sonra defalarca benzerlerine<br />

rastlanılacak filmler için önemli bir prototip<br />

oluşturuyor. Genç yaşta ölen Lou Gehrig’in


aşarılarla dolu ancak kısa kariyerini son<br />

derece başarılı bir şekilde anlatan film,<br />

sinema tarihinde ayrı bir öneme sahip. Maalesef<br />

çok fazla tanıyamadığımız Lou Gehrig’i<br />

bize tanıtma konusunda harika bir iş çıkaran<br />

Gary Cooper ise her türlü övgüyü hak ediyor.<br />

Birçok dalda Oscar’a aday gösterilen ve<br />

en iyi kurgu Oscar’ını da kapıp götüren film,<br />

sinemada başarı öykülerinin nasıl yollardan<br />

geçtiğini görmek açısından da sinemaseverler<br />

için farklı bir önem teşkil ediyor.<br />

Rocky (1976)<br />

Sinemayla az buçuk ilgilenen herkesin tanıdığı<br />

boks fenomeni Rocky, gösterildiği dönem izleyicisine<br />

duygusunu öyle bir geçirmişti ki, sinema<br />

seyircisiyle tek yürek olmayı başarmıştı. Sylvester<br />

Stallone’nin kısa süre içerisinde gişe canavarı<br />

bir seriye dönüşen eseri en iyi film Oscar’ını da<br />

kapmıştı. Rocky kadar karşılaştığı rakipleri de<br />

ezberlenmiş ve kısa süre içerisinde sınırlı bir<br />

mitoloji yaratılmıştı. Rocky’nin yaptığı müthiş ün,<br />

yıllarca tartışılmış, filmin alt metinlerinde soğuk<br />

savaş göndermeleri aranmış hatta Rocky’nin<br />

yarattığı sempati ters istikamete çevirilmeye<br />

çalışmıştı; ancak filmin hayranları bu karakterle<br />

öyle bir duygusal bağ kurmuştu ki Rocky fenomenine<br />

zarar vermek imkansız görünüyordu.<br />

Sonuç olarak Rocky’nin öyküsü, sinema olduğu<br />

müddetçe her daim hatırlanılacak bir başarı hikayesiydi.<br />

Chariots of Fire (1981)<br />

Hugh Hudson’ın 1924 olimpiyatlarına katılan iki<br />

İngiliz atletin hikayesini anlattığı bol ödüllü azim<br />

filmi Chariots of Fire, günümüz olimpiyatlarının<br />

da gayriresmi tema müziğini medyaya<br />

kazandırmıştır. Filmin klasik “imkansız yoktur”<br />

söylemini sunmak ile birlikte sporun ruhunu<br />

layığıyla beyaz perdeye taşımakta başarılı olduğu<br />

pekala söylenebilir. İyi çekilmiş sahneleriyle,<br />

başarılı oyunculuklarıyla spor-başarı filmleri<br />

arasında kendine özel bir yer edinen film sınıfsal<br />

farklılıklara attığı eleştirel bakışla da mevzusunu<br />

derinleştirmeyi başarmıştır. Sporun ya da daha<br />

özel bir bakışla atletizmin yalnızca bir hedefe,<br />

bir ödüle doğru yapılan bir koşu olmadığını


söyleyen ve bu söyleminin altını doldurmakta<br />

da başarılı olan Chariots of Fire,<br />

listemizin en önemli filmlerinden biri.<br />

Forrest Gump (1994)<br />

Düşük IQ’suna<br />

rağmen kendisini<br />

sevdirmeyi,<br />

kalkıştığı her işte bir<br />

yerlere gelebilmeyi<br />

başaran müthiş<br />

bir karakter: Forrest<br />

Gump. Kimse<br />

onun uzun bir zaman<br />

dilimine yayılan<br />

öyküsünün başarı<br />

dolu ya da ilham<br />

verici olduğunu reddetmeyecektir.<br />

Robert Zemeckis’in bütün<br />

dünyaya sevdirmeye başardığı başarılı<br />

filmi hem sinemanın gördüğü en sevimli<br />

karakterlerden biri ile bizi tanıştırıyor<br />

hem de Tom Hanks’in ne kadar iyi bir<br />

oyuncu olduğuna vurgu yapıyordu. Forrest<br />

Gump’ın, aldığı tüm önemli Oscar’lar<br />

bir yana, yıllar içerisinde defalarca anılıp<br />

kendini yeniden izletmesi bile ne kadar<br />

iyi bir film olduğunun özeti niteliğinde<br />

aslında. Birçok repliğiyle akıllara kazınan<br />

ve eminim ki birçok insanın hayatına<br />

önemli etkisi olan film, izleyebileceğiniz<br />

en ilginç başarı öykülerinden biri belki de.<br />

Remember The Titans (2000)<br />

Amerikalılar için çok şey ifade eden;<br />

ancak okyanus ötesinde tadına çok da<br />

varılamayan bir spor olan Amerikan Futbolu,<br />

kuşkusuz başarıya ulaşan ekiplerin<br />

filmlerinde önemli bir role sahip. Gerçek<br />

bir hikayeden uyarlanan Remember The<br />

Titans ise bu sporla fazla ilgili olmayan<br />

bünyeleri bile sarıp sarmalayacak, ırkçılık<br />

konusunda bilindik ancak her daim etkileyici<br />

söylemleri olan eli yüzü düzgün bir<br />

filmdi. Zaten gösterildiği dönemde özellikle<br />

seyirci tarafından çok iyi karşılanmış<br />

ve seyirci dostu olmasının mükafatını<br />

da gişede almıştı. Denzel Washington’ın<br />

oyunculuğu için bile izlenmeyi hak eden<br />

bir film olan Remember The Titans, çok<br />

önemli bir film olmasa da “başarı öyküleri”<br />

denilince hatırlanmayacak filmlerden<br />

biri de değil.<br />

Seabiscuit (2003)<br />

İyi çekilmiş başarı öykülerine<br />

karşı bariz bir zaafı<br />

olan Akademi’nin de tam<br />

yedi Oscar adaylığı ile<br />

ödüllendirdiği Seabiscuit iyi<br />

bir film olmasının ötesinde,<br />

Pleasantville’den bu yana<br />

oldukça özlediğimiz Gary<br />

Ross’u tekrar sinema sahnesine<br />

çıkarmasından ötürü<br />

ayrı bir önem kazanıyordu.<br />

Laura Hillenbrand’ın gerçek<br />

bir hikayeden yola<br />

çıkarak yazdığı romandan Gary Ross’un kendi<br />

senaryosuyla uyarlanan film, efsanevi bir yarış<br />

atının başarı öyküsüne odaklanıyordu. Tıpkı diğer<br />

başarı filmleri gibi ilham vermesinin yanı sıra<br />

güzel çekilmiş yarış sahneleriyle ayrı bir dikkat<br />

çekiyordu. Filmden daha çok keyif almanın yolu<br />

ise “İstediğimiz her şeyi başarabiliriz” gibi beylik<br />

iletilerini çok fazla ciddiye almamaktan geçiyordu.<br />

Cinderella Man (2005)<br />

Bir yandan Amerika’nın<br />

büyük bunalımının<br />

sonuçlarına odaklanan diğer<br />

yandan ise Jim Braddock’un<br />

çaresizlikten umuda doğru<br />

olan yolculuğunu anlatan<br />

Ron Howard filmi, tipik başarı<br />

filmlerinin dokusuna bir de<br />

dönem arka planını katmakta<br />

oldukça başarılıydı. Boks<br />

filmleri arasında her ne kadar<br />

özel bir yere sahip olamayacak<br />

olsa da anlatımıyla<br />

ve oyunculuklarıyla oldukça sürükleyici ve can<br />

sıkmayan bir filmi Cinderella Man. Russell Crowe,<br />

Paul Giamatti ve Renee Zellweger gibi son derece<br />

yetenekli oyunculardan bolca yararlanan Ron<br />

Howard hem seyircinin hem de eleştirmenlerin<br />

beğenisini kazanmayı başarmıştı. “Gerçek bir<br />

hikayeden uyarlanmıştır” ibaresi ise, her filmde<br />

olduğu gibi bu filmin de duygusal kuvvetini arttıran<br />

cinstendi.<br />

There Will Be Blood (2007)<br />

Genelde spor filmi janrına kayan başarı öyküleri<br />

arasında Daniel Plainview’ın unutulmaz fakirlikten<br />

zenginliğe yolculuğunu gözardı etmek büyük<br />

hata olacaktır. Paul Thomas Anderson’ın hırs<br />

denilen kavramı tüyler ürperten bir sinemayla


görselleştirdiği “Kan Dökülecek” yalnızca<br />

geçtiğimiz on yılın en başarılı filmlerinden biri<br />

değil, aynı zamanda özgün bir yükseliş hikayesiydi.<br />

Daniel Day Lewis’in müthiş Daniel<br />

Planview kompozisyonu, oyunculuk namına<br />

dudak uçukatıyordu. Paul Thomas Anderson,<br />

öyküyü aslen bir başarı hikayesi formülü<br />

üzerine kurmamış olsa da Daniel Planview’in<br />

adım adım güçlenişini görmek her ne kadar<br />

diğer çoğu filmde olduğu gibi bir “kendini iyi<br />

hisset” tadı sunmasa da farklı bir haz veriyordu.<br />

“There Will Be Blood” bütünüyle bir<br />

başyapıttı.<br />

Invictus (2009)<br />

Sinemayla dolup taşan kariyerinin son<br />

demlerinde bile yorulmadan<br />

her sene yeni<br />

bir film sunan usta<br />

Clint Eastwood’un<br />

politik açıdan oldukça<br />

karmaşık bir durumda<br />

olan Güney Afrika’nın<br />

95 Rugby Dünya<br />

Kupası’nda ulaştığı<br />

başarıya odaklandığı<br />

kalburüstü filmi, bu<br />

başarı öyküsünün<br />

yanında döneme dair<br />

dikkat çekici politik tespitler<br />

de içeriyordu. Eastwood’un tıpkı çoğu<br />

filmi gibi oldukça başarılı bir şekilde kotardığı<br />

filmi, gerçek bir olayı anlatmasıyla etkisini<br />

iki katına çıkarıyor ve akıllarda yer etmeyi<br />

kesinlikle başarıyordu. Nelson Mandela’yı rol<br />

yapmasa bile oynayabilecek bir oyuncu olan<br />

Morgan Freeman ile takım kaptanını oynayan<br />

Matt Damon çok başarılılardı. Sonuç olarak ortada<br />

baştan sona keyifle izlenen, duygulandıran,<br />

ilham veren bir başarı filmi vardı.<br />

The Blind Side (2009)<br />

Sandra Bullock’a zannımca<br />

hak etmediği bir Oscar<br />

kazandıran ve herhangi<br />

bir azim filminden farkını<br />

göremediğim “The Blind<br />

Side”, Amerikan seyircisinin<br />

son yıllarda en<br />

sevdiği başarı öykülerinden<br />

biri oldu. Ötekileştirilen<br />

siyahi bir çocuğun<br />

anlayışlı bir aileyle beraber<br />

yaşamaya başlamasının sonucu<br />

olarak saklı yeteneklerini keşfetmesinden<br />

ve başarıya doğru yola çıkmasından hareketlenen<br />

film keyifli ve dokunaklı bir seyirlik olsa da<br />

duygusal seyircisinin zaaflarından yararlanmaya<br />

çalışmaktaydı. Gişede başarılı olan ve seyirci<br />

tarafından oldukça beğenilen film Amerikan<br />

futbolu hayranlarını cezbedebilecek bir öyküye<br />

sahipti. Sonuç olarak Michael Oher’in güncel<br />

hikayesi, son dönem başarı filmleri arasında en<br />

çok öne çıkanlardan birisiydi.<br />

The Social Network (2010)<br />

Mark Zuckerberg’in her<br />

daim güncel kalacakmış<br />

gibi gözüken başarı öyküsü<br />

David Fincher’ın ellerinde<br />

Aaron Sorkin’in yazdığı<br />

kusursuz senaryo ile birlikte<br />

çok yönlü bir yalnızlık<br />

öyküsüne dönüşse de<br />

genel hatlarıyla listemizin<br />

gerekliliklerini karşılıyor<br />

denebilir. Zuckerberg’in<br />

yarattığı her birimizin<br />

hayatından bir parçayı ele<br />

geçiren sosyal medya platformu<br />

Facebook’un internet alemindeki yükselişi<br />

birçok genci de köşeyi dönme hayalleriyle doldurdu.<br />

Halbuki Fincher’ın temas ettiği çok daha<br />

derin mevzular vardı filmin içerisinde. Hatta<br />

filmin, adına başarı denilen kavramın bazen oldukça<br />

nankör bir olgu olduğuna dikkat çektiği bile<br />

söylenebilir belki de. Her şeye rağmen bir yandan<br />

da temelinde sade bir başarı yolculuğunu<br />

da barındıran film, son yılların en dikkat çekici<br />

işlerinden biriydi.


Türkiye’nin 90’lı yıllar gençliğini anlatan ilk film<br />

olan Aşk ve Devrim’in yönetmeni F.Serkan Acar<br />

bu filmi Türk solunun son 30 yılını anlatmayı<br />

planladığı üçlemenin ilk adımı olarak görüyor.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türkiye sinemasında ilk defa 90’lı yıllar<br />

gençliğini anlatan Aşk ve Devrim’in yönetmen<br />

koltuğunda, Sonbahar filminin başarılı<br />

yapımcısı F. Serkan Acar oturuyor. Filmin<br />

başrollerinde Adana Altın Koza Film<br />

Festivali’nde Umut Veren En İyi Genç Erkek<br />

ve Genç Kadın Oyuncu ödüllerini filmde<br />

canlandırdıkları Kemal ve Leyla karakterleriyle<br />

kazanan Gün Koper ve Deniz Denker<br />

bulunuyor. Adana’da Jüri Özel Ödülü ve En<br />

İyi Sanat Yönetimi dallarında toplam dört<br />

ödül alan filmin yönetmeni F. Serkan Acar’la,<br />

16 Aralık’ta vizyona girmeden önce Aşk ve<br />

Devrim’i konuştuk<br />

Proje nasıl oluştu?<br />

Yapmak istediğim bir üçleme aslında. Türkiye<br />

solunun son 30 yılına yakın plan kamerayı<br />

tuttuğum bir süreç olacak bu. 80 sonrasından<br />

itibaren 2010’lu yıllara kadar üç film olacak.<br />

Filmlerin hepsi hazır aslında. İkinci filmden<br />

başlamayı düşünüyordum. Uzun Yürüyüş ismiyle<br />

bir gerilla kızın dönüşünü anlatacaktım.<br />

Türk solundan gerillaya katılmış bir kızın<br />

gerilladan ayrılıp hayata tekrar katılması ve<br />

yaşadıkları... Bu aslında bir Türk sorunu. Yani<br />

Kürt sorunu Türk sorunudur aslında. Bu 80’lerin<br />

sonu, tam bizim üniversiteye girdiğimiz<br />

dönemdeki devrimci gençler üzerinden<br />

Türkiye’nin sorununu anlatan, sosyalizmin<br />

yıkıldığı kirli savaşın başladığı bir dönem.<br />

Türkiye’de sol hareketlerin darbeden sonra<br />

çıkıp ne yapıp ettiklerine dair bir film projesiydi<br />

bu. Kafamda bir öykü vardı, Serkan’ın<br />

da (Turhan) birkaç öyküsü vardı. Onların<br />

içinden bunu, Aşk ve Devrim’i yazdık. İkinci<br />

film Uzun Yol, üçüncü film de Red olacak.<br />

O da 2010’lu yıllarda geçen bir anarşistin<br />

hikâyesi olacak. Sistemin göbeğinde<br />

yaşarken birden sistemle bütün bağlarını<br />

kopartan 40 yaşlarında bir adamın hikâyesi.<br />

Bunların hepsi Türkiye sol hareketinde<br />

aktif rol oynayan insanların hikayeleri. Aynı<br />

kahraman değil ama birbirinin özelliklerini<br />

taşıyan alegorik simgesel yanları var. Aşk<br />

yönüne dönecek olursak... Fonda dünyadaki<br />

değişimi anlatıyoruz. Bu dönemdeki bir<br />

gencin aşk ve devrimle tutku ilişkisi. Fakat<br />

biliyorsunuz her tutkunun içinde bir çelişki<br />

olur ve bu da insanı ihanete kadar götürür.<br />

Filmin aslında ana teması ihanet. Bütün<br />

dünyada olan, insanlığa da bir ihanet... Birincisi<br />

yanlışları da olsa ütopyanın çözülüşü,


ortadan kaldırılışı, insanların tamamen<br />

ütopyasız kalması. İkincisi<br />

düğümün Türkiye’deki çözülüşü.<br />

Üçüncüsü ise bireydeki, kişideki<br />

çözülüşü.<br />

“Solcular bugünün en büyük kapitalistleridir”<br />

diye bir söylem vardır.<br />

İhaneti böyle de mi algılamak lazım<br />

yoksa dediğiniz gibi hepsi midir?<br />

Böyle algılamamak lazım tabiî ki.<br />

İhanet bireysel bir edimdir. Bizim<br />

filmimizde de kimine göre ihanettir<br />

kimine göre değildir. Bu da ihaneti<br />

tartışmaya açan bir konudur. Ben<br />

filmin yönetmeni olarak bunu ihanet<br />

olarak görmüyorum. Oyuncuların<br />

bakışı bu. İranlı filozof Hafız’ın bir<br />

sözü vardır “Sen nasıl bakıyorsan<br />

dünya öyledir.” Bunu kimisi ihanet<br />

olarak görürken, kimisi de adamın<br />

yaptığının doğru olduğunu söyleyebilir.<br />

Filmde yaptığım en önemli<br />

şeylerden biri hiçbir karakteri<br />

idealize etmemek. 68-78-88 bu<br />

üç kuşağın arasındaki ilişkiyi<br />

de anlatıyor, kişilerin arasındaki<br />

meselelerden de bahsediyor. Bu<br />

kişilerin o zamanki duruma bakış<br />

açısını gösteriyor. Yani karakterlerde<br />

kahramanlık yaratmadım,<br />

idealize bir karakter yok. Tüm<br />

karakterler olduğu gibi, bütün<br />

açmazlarıyla yer alıyorlar.<br />

Sanki hiçbir yere ait olmamaktan<br />

kaynaklanan bir sorun var. 68-<br />

78 kuşağına ait olmamak ve 80<br />

sonrasında da ait olacak bir şey<br />

bulamamak. Biraz bunun etkisi<br />

olabilir mi söylediğiniz?<br />

Filmde bahsettiğimiz dönem<br />

80 sonralarında geçiyor. 20’li<br />

yaşların başında kişiler bunlar.<br />

80 aslında sadece darbe değildi,<br />

neo-liberal dalganın tüm dünyayı


etkisi altına aldığı ve en sonunda bir ütopyanın kapitalist<br />

dünya tarafından liberalizme ikame edildiği bir zamandı.<br />

İnsanların burada büyük bir kimlik karmaşası yaşaması çok<br />

normal. Ne kadar inançlı bir komünist de olsanız bundan<br />

kaçamazsınız çünkü izole bir toplumda yaşamıyorsunuz. Ben<br />

de mesela 1980 darbesinde 6 yaşındaydım İstanbul’a geldik.<br />

Ondan önce yasak olan bir sürü şeyin hepsinin serbest<br />

olduğu bir dönemdi. Sol anlatı içinde sizin büyük tecrübeleriniz,<br />

yöneldiği şey hep geçmişe referans verir. Bu anlamda<br />

bu film bu meselelerin etrafında gezinen bir film. Ama film<br />

genel ve basit olarak aşk ve devrimin Türkiye nesnelliğindeki<br />

imkânsızlığını konu ediyor.<br />

Kast size mi ait?<br />

Kast tamamen tanınmamış isimlerden oluşuyor. Bilindik isimler<br />

olarak Ayberk Pekcan ve küçük bir rolde Derya Durmaz<br />

var. Onun dışındakiler hep genç ve ilk kez kamera karşısına<br />

çıkmış isimler.<br />

Tercihiniz neden böyle oldu?<br />

İnandırıcılığa çok fazla önem veren bir insanım. Bir Sinem<br />

Kobal’ı ya da bir Nurgül Yeşilay’ı devrimci olarak oynatmam.<br />

Dört aylık bir kast dönemimiz oldu. Hepsi de tiyatro kökenli.<br />

Hepsi devlet konservatuarından oyuncular. Bir tek Canım<br />

Ailem dizisinde oynamış Deniz Denker var ama o da çok<br />

fazla bilindik bir yüz değil. Nefrin Tokyay var o da bir dramaturg<br />

yazarıdır aynı zamanda. Ferhan Şensoy’la daha önce<br />

oynamış. Bu ikinci filmi, ilk filmi Lütfi Akad’la yapmış.<br />

Filmin başka festivale katılma durumu var mı?<br />

Evet var. Yurtdışını da düşünüyoruz. San Sebastian’la<br />

görüşüyoruz ama henüz oradan bir sonuç gelmedi,<br />

umarım katılabilir. Açıkçası Avrupa festivallerinin filme ilgi<br />

göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’de bizim çok bildiğimiz<br />

ama devletin, sıradan yurttaşın terörist anarşist olarak<br />

algıladığı insanları ve onların devrimci ve insani olarak faaliyetlerini<br />

anlatan yaşamlarına odaklanan bir film. Devrimciler<br />

bugüne kadar yan öğe olarak yer alıyorlardı filmlerde. Televizyon<br />

dizilerinde de bu böyle. Hep esas mesele başkaydı.<br />

Şimdi onların çatışmalarıyla, meselelere bakışlarıyla, en<br />

azından böyle bir niyetle bir film yapıldı. Zorlayıcı bir tarafı<br />

da var. Adamların mücadele ettiğini gösteren bir film.<br />

Arkadaşlarımıza da izlettik, aldığımız eleştiriler de oldu. Filmin<br />

müziklerini Kemal Sahir Gürel yaptı. Baştan mırın kırın etti<br />

ama ikna ettim. Çünkü o dönemin, Grup Yorum’un ruhunu iyi<br />

bilen birisi. Bir de filmde çok fazla müzik yok zaten o dönemin<br />

sanatçılarından Ahmet Kaya, Ezginin Günlüğü, Edip<br />

Akbayram gibi isimler var. Radyodan gelen müzikler hep<br />

filmin müzikleri. O dönemin güncel yaşamını anlatan adam<br />

akıllı bir sinema filmi yok. Ben çok beğenmesem de Bahoz’u


(Fırtına) bir tek öyle gördüm. Aslında Fırtına’yla benim filmim<br />

arasında paralellikler var. Kazım’ın (Öz) filmi çok uzundu<br />

sarkıyordu ve çok mesele vardı. Ben merkeze tek bir şey<br />

alıp bir sendika direnişi üzerinden her şeyi anlatılıyorum.<br />

Sinemaya baktığımızda, hayatta bir yer kaplayan<br />

mevzuların bir şey ürettiğini görüyoruz, dediğiniz konularda<br />

üretim yapılmamasının nedeni nedir?<br />

Üretilmemesinin sebebi şuydu... Ben 68 kuşağını anlatan<br />

bir film yapmak için kendimi yetkin görmüyorum.<br />

Ama bunları yaşadığım, bildiğim için anlatabiliyorum. 78<br />

kuşağını ben şu şekilde anlatabilirim, bizim ağabeylerimiz<br />

o kuşağın adamlarıydı. Biz aslında onları kendimize rol<br />

model alarak devrimci olduk. 68 kuşağındakiler o zaman<br />

iyi ailelerin çocuklarıydı. 78’de Anadolu’dan da katılanlar<br />

oldu. Bizim kuşağımız 89 ise en parlayan zamanı oldu.<br />

Aleviler ve yoksul ailelerden gelen insanlardı çoğunluğu. Bu<br />

insanlar yargısız infaz edilirken kıyametin kopmamasının<br />

sebebi annelerinin babalarının elit noktalarda, yüksek yerlerde<br />

olmamasıydı. Görmezden gelindi bu insanlar. Aşk<br />

meselesi de filmde önemli bir yer tutuyor. Filmde iki aşk var<br />

aslında. Birisi bizim kahramanımızın aşkı ve bu film boyunca<br />

anlatılıyor ve bir de ağabeyinin anlattığı aşk hikayesi var.<br />

Kamera olarak ne kullandınız?<br />

Filmi Alexa ile çektim. Kopyasını Almanya’da basacağım.<br />

Görüntü kalitesi daha farklı olabilir diye düşünüyorum. Alexa<br />

dijital bir makine HD hem de.<br />

Bazı filmleri Canon’la çekiyorlar siz bununla ilgili ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Ben teknolojinin ilerlemesinin film üretimine faydası<br />

olduğunu düşünüyorum. Ama önemli olan içeriktir. Biraz da<br />

yaptığınız projenin niteliğiyle ilgili bir şey. Kullandığınız enstrümanlar<br />

anlattığınız konu bunlarla bağlantılı. Çünkü biçim<br />

ve içerik birbirini tamamlamalıdır. Bunlar birbirini tamamlayan<br />

süreçlerdir. Yani tek başına Panasonic 35 mm ile çekmek<br />

değil mesele. Ama yenilik yarattığını düşünüyorum filmlerde.<br />

Setiniz neredeydi ve çekimleri ne kadar sürdü?<br />

İstanbul’daydı ve altı hafta sürdü. Karadeniz’de ufak bir<br />

çekimimiz oldu.<br />

Filmin bütçesiyle ilgili ne söylersiniz?<br />

Tüm kopyalarıyla birlikte 900-1000 arası bir şey olacağını<br />

tahmin ediyorum.<br />

Yeni oyuncularla oynadınız ve bu filmle parlayacağını<br />

düşündüğünüz isimler var mı?<br />

Hepsinin dikkat çekeceğini düşünüyorum. Özellikle yan rollerde<br />

Bedir (Bedir) ve Serkan’ın (Tınmaz) çok iyi performans<br />

gösterdiğini düşünüyorum. Rollerinin az olmasına rağmen<br />

bence oyunculukları dikkat çekiciydi.


n Yeni diziler ne kadar genç<br />

ve çekici olursa olsun, eski<br />

alışkanlıklarımızı kolay kolay<br />

bırakamayız söz konusu diziler<br />

olduğunda. Senelerce haftada<br />

bir kez gördüğümüz, dertlerine<br />

ağladığımız, heyecanlarına<br />

ortak olduğumuz, esprilerine<br />

güldüğümüz bu kahramanlar,<br />

neredeyse çoğu arkadaşımızdan<br />

daha yakındır bize. Yine de<br />

hiçbir dostluğun sonsuza kadar<br />

süreceğinin garantisi yoktur. İlk<br />

hatalarını görmezden gelir, hatta<br />

onları bizim kadar sevmeyenlere<br />

karşı bahaneler uydururuz<br />

onların adına. İkinci hatalarını<br />

biz de itiraf etsek de, bırakmayız<br />

izlemeyi. Lakin üçüncü de bir<br />

de bakmışız o gün televizyonu<br />

açmayı unutmuşuz. Bu senenin<br />

kaybedilen ve yeniden kazanılan<br />

dostlarına gelirsek…<br />

İMAN GÜCÜYLE YENİDEN<br />

Dexter, geçen sezonunda çok<br />

izleyici kaybetti. Dördüncü sezon<br />

sonunda bitmesi gerektiğini<br />

yazmıştım hatta daha önce. Güçlü<br />

bir sezon ve mükemmel bir sezon<br />

finalinden sonra inandırıcılıktan<br />

uzak antipatik bir beşinci sezon<br />

ile hayranlarını hayal<br />

kırıklığına uğratmıştı. Senaristler<br />

de yaptıkları hatanın farkında<br />

olacaklar ki, toparlamak için en<br />

garantili numaraya başvurdular.<br />

Yuhanna’nın Vahiy’i... Doğru<br />

uygulanıldığı sürece her kurguda<br />

işe yarayan kıyamet göndermelerini,<br />

eski usûl bir seri katille ve<br />

onun saf çırağıyla harmanlayan<br />

dizi, araya Dexter’ın yapay ama<br />

izlemesi keyifli dini sorgularını<br />

da ekleyince, eski formunu<br />

yakalamış oldu. Daha önümüzde<br />

en az iki sezonu olan dizi,<br />

umarım hızından bir şey kaybetmez<br />

ve geçen sezon yaptığı<br />

hataları bir daha tekrarlamaz.<br />

TANRIYI BEKLERKEN…<br />

Supernatural özellikle dördüncü<br />

sezondan sonra içine girdiği<br />

teolojik senaryosuyla aniden<br />

yön değiştirip, basit bir fantastik<br />

dizi olmaktan, epik bir kurgu<br />

olmaya doğru ilerlemişti. Her<br />

sezonun oyun sonu canavarı<br />

bir öncekinden daha beterdi.<br />

Önce üst düzey bir iblisi alt eden<br />

kahramanlarımız, sonrasında


hem iblislerle, hem de en büyük meleklerle<br />

savaştılar. Üstüne ilk iblis olan<br />

Lilith’i öldürüp, Lucifer’ı yani şeytanı<br />

yendiler. Yanında da Baş Melek Michael’ı<br />

hapsettiler. Yani cennet ve cehennemin<br />

en üstün yaratıklarını zaten harcadı senaristler.<br />

Geriye dördüncü sezondan<br />

beri merak ettiğimiz tek bir soru kaldı.<br />

Tanrı nerede? Her Supernatural izleyicisinin<br />

beklediği son savaş buydu. Ama<br />

karşımıza onun yerine Vahiy’de sadece<br />

kıyamet elementlerinden biri olarak<br />

geçen Leviathan çıktı. Leviathanlar –dizide<br />

birden fazlalar- güçlü yaratıklar<br />

olmalarına rağmen bizi kesmediler. Bu<br />

sezon maalesef Dexter’ın bir önceki sezonu<br />

gibi bir geçiş sezonu olarak kalacak<br />

sanırım.<br />

ZOMBİLERİ DAHA ÇOK SEVMEK<br />

MÜMKÜNMÜŞ<br />

The Walking Dead geçen sezonun en<br />

başarılı dizilerinden biriydi. Şu an bu<br />

başarının sırrının sadece ve sadece<br />

Frank Darabont olduğunu görebiliyoruz. Dizi<br />

mantıksızlıklar yüzünden başları durmadan<br />

derde giren beceriksiz, sevimsiz, sinir bozucu<br />

karakterlerin başlarından geçen gereksiz<br />

olaylar dizisine dönüştü. Karakterlerin<br />

tamamı ölse zerre kadar üzülmeyeceğimi fark<br />

ettiğimde de, izlemeyi bıraktım zaten. Senaryo<br />

ve yapımcı ekibin durmadan basına yansıyan<br />

kavgaları ve çekişmeleri de yapımın temelden<br />

sarsıldığını ve yıkılmaya mahkum olduğunu<br />

kanıtlar nitelikte.<br />

USTALIK BUDUR<br />

Geçen senenin diğer bir bombası Boardwalk<br />

Empire’ın bu sezonunun ise fazlası var<br />

eksiği yok. Dizide adı geçen her karakterin<br />

altı sağlam temellere oturtulmaya ve yeri<br />

geldiğinde izleyici o karakterin beyninin en<br />

derin kıvrımlarında dolaştırılmaya devam<br />

ediyor. Bir anda bambaşka gözlerle izliyoruz<br />

uzun zamandır sadece görünüp kaybolan<br />

birini. Hala anlatılmaz yaşanır deneyimlerden<br />

biri Boardwalk Empire.<br />

KALAN SAĞLAR BİZİM Mİ?<br />

Dizilerden ayrılan kilit karakterler, her seferinde<br />

az ya da çok bir darbe vururlar diziye.<br />

Bu kaçınılmazdır. Lakin sanırım Misfits’in<br />

Nathan’ının gidişi kadar yaralamadı hiçbir<br />

veda izleyiciyi. Kiminle konuşsam dertli,<br />

kime sorsam kırgın… Nathan’ın gidişi dizinin<br />

gidişatını da değiştirdi. Bu yeni halini sevenler<br />

de var, sevmeyenler de. Ben sevenlerdenim<br />

ama kızgın olanları da anlayabiliyorum. İlk<br />

iki sezon, izlediği en komik diziyi izleyenler<br />

birden komik olmaktan ziyade karanlık bir<br />

diziyle karşılaştılar. Yeni karakterimiz Rudi ile<br />

Nathan’ın benzerlikleri su götürmez olsa da,<br />

Rudi’de Nathan’ın sevimliliği olmadığından,<br />

geriye sadece aşırı müstehcen bir kara mizah<br />

kalıyor. Yine de dizinin başından beri bir komedi<br />

dizisi olmadığını, güldüğünüz kadarının<br />

yanınıza kar kalması gerektiğini ve şimdi<br />

artık çok daha olgun bir diziyle karşı karşıya<br />

olduğunuzu düşünün ve bir şans daha verin<br />

Misfits’e.


MAYINLI BÖLGEDE YÜRÜMEYİ<br />

SEVEN DİZİ: FRİNGE<br />

Fringe ikinci sezonundan beri iptalle yüz<br />

yüze. Her sene hayranlarının hop oturup hop<br />

kalktığı dizi, bu sezon da iyi başlamadı reyting<br />

savaşına. Senaryo ise haddinden fazla<br />

güçlü bu sene. Zaten yeterince alternatif dünya<br />

izlemiş, her karakterin en az iki versiyonunu<br />

bilen kafası karışık izleyiciye, yepyeni iki dünya<br />

ve yepyeni iki set karakter daha tanıtan dizi,<br />

başından beri ortalama izleyiciyi hedeflemiyordu<br />

zaten. Derdi hep seyirciyi soru işaretleriyle<br />

baş başa bırakmak olan Fringe, bu sezon bunu<br />

biraz abarttı sanki. Hayranları açısından bu<br />

bir sorun olmasa da, ortalama izleyici git gide<br />

uzaklaşacak eğer senaryo acilen normale dönmezse.<br />

Alıştığımız herkesin gittiği yeni Fringe,<br />

kafasını boşaltmak için televizyon izleyenlere<br />

göre değil ve sanırım bu sezon üçüncü kez<br />

zıplayamayacak.<br />

KABAK TADI<br />

House sanırım hiç bitmeyecek. İzleyici sayısı<br />

da hiç değişmeyecek. Ne iyiye, ne de gözle<br />

görülür bir şekilde kötüye giden dizinin asıl<br />

finali beşinci sonun sonuydu bence. Orada<br />

bitmedi ya House, sanırım bir daha nerede biterse<br />

bitsin fark etmeyecek. Senaryoyu şairane<br />

bir şekilde çevirmedikleri sürece de izlense de<br />

izlenmese de bir fark yaratmayacak. Yine de<br />

hayatımızdan koparıp atmanın kolay olmadığı<br />

karakterlerden biri House. Kendisi gitmedikçe,<br />

hiçbirimiz onu kovamayacağız evimizden.<br />

Kabak tadı verenler bu kadar değil elbet. The<br />

Mentalist, Criminal Minds, Castle da biterse<br />

üzülmeyeceğimiz ancak bu sezon güçlü finallerle<br />

veda ederlerse hasretle anacağımız<br />

diziler arasında. Yoksa izleyici kendiliğinden<br />

uzaklaşacak ve değerlerinden çok şey<br />

kaybetmiş olarak bitecekler.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Şerif Gören’in son filmi Ay Büyürken Uyuyamam’ı<br />

seyrettikten sonra kafama şöyle bir soru takıldı.<br />

En iyi filmlerini 80’lerde veren tecrübeli yönetmenlerimizin<br />

son filmleri nasıl bu kadar kötü olabiliyor.<br />

Sadece Şerif Gören’in filmiyle ilgili değil bu<br />

söylediğim. 2008 yılında Erden Kıral’ın Vicdan filmini<br />

de, Ali Özgentürk’ün Yengeç Oyunu ve Görünmeyen<br />

filmlerini de, Yavuz Özkan’ın İlkbahar – Sonbahar<br />

filmini de, Tunç Başaran’ın Vesaire Vesaire<br />

filmini de seyrettiğimde hep aynı şeyi düşündüm.


Bu isimlerin her biri 1940’larda doğmuş. En<br />

iyi filmlerini de 80’lerde üretmişler. 60’lı yılları<br />

deviren isimler bu yönetmenler. Mesela Şerif<br />

Gören 1979 yılında Almanya Acı Vatan’ı çekip<br />

80’lerde Yol, Yılanların Öcü, Kurbağalar ve<br />

Katırcılar’ı çekti. 1993 yılında Amerikalı’dan<br />

sonra ise suskunluğa gömüldü. Çektiği dizilerle<br />

onun ismini duyduk. Ta ki bu hafta vizyona<br />

giren Ay Büyürken Uyuyamam filmine kadar.<br />

Erden Kıral ise 1979’da Bereketli Topraklar<br />

Üzerinde ile gönlümüze düştü. Ardından da<br />

1982’de Hakkari’de Bir Mevsim ile başarısını<br />

tekrarladı. 2005 yılında çektiği Yolda filmiyle de<br />

tartışmalar yarattı. Yılmaz Güney’in Yol filmini<br />

çekerken bizzat Güney tarafından el çektirildiği<br />

bu projenin bir hikayesi gibiydi Yolda. Sonra<br />

2008 yılında Vicdan ile karşımıza çıktı. 2008’de<br />

Vicdan için yaptığım kritiğe baktığımda şunları<br />

yazmışım, “Bu kadar parıltının altından ne yazık<br />

ki ham oyunculuklar, oturmamış karakterler<br />

çıkıyor. Adem’in Trenleri’nde müthiş performans<br />

gösteren, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında<br />

da benzer bir rolü başarıyla oynayan Yeşilçay<br />

nasıl böyle komik duruma düşüyor? Aralarında<br />

sadece Tülin Özen kendini kurtarabiliyor. Zaten<br />

öykü onun rolünün sonlanmasıyla iyice<br />

çekilmez hale geliyor.” Gelelim Ali Özgentürk’e.<br />

1981’de At ile hatırlarım ilk kez onu, 1986’da<br />

Bekçi 1987’de Su Da Yanar aklımda kalanlar.<br />

Son iki filmi ise beni büyük hüsrana uğrattı.<br />

2009’da Yengeç Oyunu ve Görünmeyen’i keşke<br />

seyretmeseydim. Yengeç Oyunu için yazdığım<br />

kritiğe “Bu yengeç geri geri yürüyor” diye<br />

başlık vermiş ve şu satırları yazmışım: “Ali<br />

Özgentürk’ün beş yıl sonra çektiği film, Yengeç<br />

Oyunu tam bir hayal kırıklığı. Osmanlı’da işlenen<br />

bir cinayetten yola çıkılarak toplum içinde<br />

kadının yerinin tartışıldığı film, kurgu hatalarıyla<br />

dolu. Filmde başta oyuncu yönetimi olmak<br />

üzere adeta her şey iflas etmiş.” Bu jenerasyonun<br />

bir diğer önemli ismi de Yavuz Özkan.<br />

1978 yılı yapımı Maden ve 1988 yapımı Umut<br />

Yarına Kaldı sevdiğim filmlerdir. 1989 yılında<br />

çektiği Büyük Yalnızlık ise tartışmalar yarattı,<br />

şarkı söylemeyen bir Sezen Aksu ve komedi<br />

yapmayan bir Ferhan Şensoy herkes tarafından<br />

garipsenmişti. Ama 2009’da gelen İlkbahar –<br />

Sonbahar gibi büyük bir düşüşü kimse beklemiyordu<br />

Özkan’dan. Sanıyorum Antalya’da<br />

festivalde seyrettik filmi. Herkesin öyle büyük<br />

beklentisi vardı ki salonda yer bulamamış<br />

Alper Turgut ile birlikte merdivenlere oturup<br />

seyretmiştik. Filmin yarısı olmadan millet terk


etmişti salonu. Bunu en iyi biz biliriz<br />

çünkü dediğim gibi tam kapının<br />

önünde merdivenlerde oturuyorduk.<br />

Tabii bu isimlerin en yaşlısı olan Tunç<br />

Başaran’dan da bahsetmemiz gerekir.<br />

1989 yılında Uçurtmayı Vurmasınlar,<br />

1991’de Uzun İnce Bir Yol, 1992’de<br />

Piano Piano Bacaksız Başaran’ın en<br />

sevdiğim filmleri. Daha sonra 2005’te<br />

Sinema Bir Mucize’dir geldi. 2008’de<br />

ise Vesaire Vesaire. Başaran bu filmleriyle<br />

diğerlerine göre daha az eleştiri<br />

aldı. Bunun sebebi ise filmlerinin<br />

konularının daha kişisel ve evrensel<br />

olmasından kaynaklanıyordu diye<br />

düşünüyorum. Vesaire Vesaire’de<br />

yaşı 50’ye dayanmış bir adamın kendinden<br />

çok küçük kızla olan ilişkisi,<br />

Sinema Bir Mucizedir’de ise Ülkü<br />

Tamer’in hikayelerinin derlenmesiyle<br />

oluşturulan film 1950<br />

yazının Antep’inde,<br />

11 yaşında sinema<br />

âşığı bir çocuğun<br />

sinema sahibi ile olan<br />

dostluğu çerçevesinde,<br />

Antepliler’in sinema<br />

sevgisini, bu sevginin<br />

onların hayatındaki<br />

yansımalarını<br />

anlatıyordu. Bence<br />

işin sırrı da burada.<br />

Bütün bu isimler Türk<br />

sinemasının en elit<br />

filmlerini çekmişler ama<br />

2000’lerde ürettikleriyle<br />

büyük düşüşler<br />

yaşamışlar. Saydığımız<br />

isimlerin hepsi 12<br />

Eylül darbesiyle<br />

başlayan bir toplumsal<br />

dönüşümün sonucu<br />

olan ve bu dönüşüme<br />

tepki duyan üretimleri<br />

hayata geçirmişler.<br />

Hem Türkiye hem de<br />

dünyanın genelinde<br />

özellikle 80’lerin sonunda ve 90’larda daha<br />

önce olmadığı kadar hızlı bir değişim oldu. Bu<br />

değişim hem toplumsal hem siyasal dengeleri<br />

olduğu gibi değiştirdi. 1960’larda yaşanan<br />

gençlik hareketlerinden çok daha temelden<br />

bir değişim getirdi. Her değişim daha doğruya<br />

evrilmez. Dünyanın genelinde yaşanan bu<br />

değişimin iyiye doğru olduğunu ben söyleyemiyorum.<br />

Ne yazık ki herşey daha kötüye<br />

doğru gidiyor. Yozlaşan bir değişim bu. Bu<br />

noktada zaten belirli yaşı devirmiş yönetmenlerimizin<br />

bu değişimi anlaması hatta kabullenmesi<br />

çok zor. Ne yazık ki çektikleri filmler ne<br />

sistemin kendisini yansıtıyor artık ne de yeni<br />

bir cevap sunuyor. Onların filmleriyle verdiği<br />

cevaplar problemlere ilaç olamıyor. Bu zor bir<br />

miras. Artık yanlışa düşen cevapların sahiplerine<br />

“Bir daha cevapla” diyoruz çektikleri yeni<br />

filmlerle. Halbuki onlar hep eskiyi çekiyorlar.<br />

Yanlış cevapları tekrarlıyorlar. Şerif Gören’in<br />

Ay Büyürken Uyumam filmi<br />

bunun en son örneği. Bu filmlerin<br />

acıklı hikayesinin sosyolojik<br />

dökümünü anlattık<br />

ama hala cevaplayamadığımız<br />

bir soru var. Tamam günü<br />

yakalayamıyorlar ama peki en<br />

basitinden bir filmin kurgusunu<br />

da mı yapamıyorlar? Oyuncu<br />

yönetmeyi de mi unuttular?<br />

Senaryodaki mantık silsilesini<br />

bu kadar önemsemez olabilirler<br />

mi? Bunlar bizim hala<br />

cevabını bulamadığımız sorular.<br />

Aşağıda, bahsettiğimiz<br />

filmlerin kısa konularını yazdık<br />

belki hatırlamak istersiniz...<br />

Ay Büyürken Uyuyamam - Şerif<br />

Gören<br />

Necati Cumalı’nın Ay Büyürken<br />

Uyuyamam, adlı kitabından,<br />

aynı isimle Şerif Gören<br />

tarafından uyarlanan hikayede:<br />

Uzaktan sakin ve huzur dolu,<br />

deniz kenarında bir Ege<br />

kasabası. Kasaba halkının<br />

yalnız bir anne ve iki kızı üzeri-


nde kurduğu mahalle baskısı.<br />

Hem güçlü hem de kurban bu üçlünün,<br />

çarkın dişlileri arasında kalmamak için<br />

verdikleri mücadele. Kasaba sakinlerinin<br />

rayından çıkmış ahlaki tutumları ve sosyal<br />

bir depreme doğru gidişleri. Kadın ,erkek,<br />

cinsellik, din ve psikolojik çarpanları olan bir<br />

denkleme, ahlak ve<br />

ahlaksızlığa, namus<br />

ve namussuzluğa<br />

provakatif bir bakış<br />

açısı.<br />

Vicdan – Erden<br />

Kıral<br />

Küçük bir kasabada<br />

yaşayıp,<br />

emeğiyle var olmaya<br />

çalışan üç<br />

kişinin arasında<br />

geçen tutkulu ve<br />

karmaşa içeren<br />

acımasız bir aşk<br />

hikâyesi. Aydanur hayatın ona sunduklarıyla<br />

da pek yetinmiyor, ‘yırtmak’ istiyor. Mahmut<br />

ise Aydanur ile karısı Songül arasında<br />

kalıyor. Ama belli ki Aydanur ağır basıyor<br />

yüreğinde. İkisinin yolu böylece bir pavyonda<br />

kesişiyor. Üçlü bir aşk üzerinden bir vicdanî<br />

hesaplaşmayı anlatıyor Vicdan.<br />

Görünmeyen – Ali<br />

Özgentürk<br />

Recep ve nişanlısı<br />

Ebru, yola<br />

çıktıklarında tek<br />

bildikleri, ufak bir<br />

aile ziyaretine gittikleridir.<br />

İkisi de<br />

farklı kültürlerden<br />

gelmektedirler.<br />

Ebru, İstanbullu bir<br />

ailenin kızı, Recep<br />

ise Anadolu’da dağ<br />

köyünde yaşayan<br />

bir ailenin oğludur. Sevgilerinin “görünmeyen”<br />

farklılıkları gün yüzüne çıkaracağı bu<br />

yolculuk ikisini de tedirgin ederken, tarih ve<br />

kader onlara bir sürpriz hazırlamıştır.<br />

İlkbahar Sonbahar - Yavuz Ökan<br />

Dünyanın gidişatından<br />

memnun olmayan 68<br />

kuşağından bir yönetmenin<br />

hayata müdahale<br />

etmeye karar<br />

verişini anlatan İlkbahar<br />

Sonbahar’ın senaryosu<br />

da Yavuz Özkan’a ait.<br />

Coşkulu bir manifesto<br />

yayınlayarak gençlere<br />

çağrı yapan yönetmen,<br />

“Kendinize ait<br />

bir hikâyeniz yoksa<br />

başkalarının hikâyelerinde<br />

yer alırsınız” diyerek<br />

macerayı başlatır.<br />

Filmin başrollerinde<br />

Alpay İzbırak, Yiğit Sertdemir, Sermet Yeşil yer<br />

alıyor. İlkbahar Sonbahar yönetmenin 14.filmi<br />

olma özelliğine de sahip.<br />

Vesaire Vesaire - Tunç Başaran<br />

Sağlığı bozulan ünlü yazar Arda Başar içinde<br />

bulunduğu koşullardan sıkılıp bir anda yaşadığı<br />

şehri değiştirme kararı alır. Nereye gideceği<br />

konusunda hiçbir fikri olmadan eşyalarını toplar<br />

ve kendisini güney sahillerimizden Marmaris’te<br />

bulur.. Bu küçük sahil kasabasında tesadüf<br />

sonucu peşpeşe tanıştığı sevimli bir köpek,<br />

genç bir kız ve bilge bir ayyaş Arda’nın hayatının<br />

akışını beklenmedik bir şekilde değiştirirler.<br />

Kahramanımıza<br />

ise bu yeni<br />

hayatına<br />

şaşkınlık içinde<br />

ayak uydurmak<br />

düşerken<br />

Arda’nın bu<br />

değişimine<br />

gizlice şahit<br />

olan sevimli<br />

komşusu<br />

Rıfkı’nın da<br />

hayatı en az<br />

onun kadar<br />

renklenmiştir.


n 1973 doğumlu olmanın güzel yanlarından biri<br />

de, şu an gırtlağımıza kadar gömüldüğümüz sanal<br />

alemden uzak bir çocukluk geçirmekti sanırım.<br />

Bilgisayar oyunlarının, internetin, facebook’un<br />

olmadığı, yarım ekmek arası domates/peynirden<br />

sonra çizgi roman okuyarak uyukladığımız nefis<br />

zamanlar… O yüzden belki de, 70′ler de doğanların<br />

çoğu okumayı çok sever ve dünya klasiklerini de en<br />

az bir defa okumuşlardır. Ben de öyle yapmıştım.<br />

Güliver’in Maceraları, Define Adası, İki Sene<br />

Okul tatili, Kaptan Grant’ın Çocukları gibi egzotik<br />

maceraların lezzeti hala damağımda. Fakat zoraki<br />

seyyahlık konusunda hiç bir eser Robinson Crusoe<br />

kadar etkileyici olmayı başaramamıştır. O kadar<br />

güzel anlatılıyordu ki Robinson’un maceraları, insan<br />

gönüllü olarak bu izolasyona katlanmak istiyordu.<br />

Robinson Crusoe‘nun pek çok farklı edisyonunu<br />

okudum. İlk okuduklarım yaşıma uygun, özet<br />

sayılabilecek bir yaklaşıma sahip ve son derece<br />

masum maceralar iken, romanın aslında karanlık<br />

bir öykü olduğunu ve pek çok ırkçı mesaj içerdiğini<br />

de gördüm yıllar içinde…<br />

Yazıldığı günden bu zamana kadar pek çok<br />

sanatçıyı etkilemiş ve epey yağmalanmış fikirlere<br />

sahip olan Robinson Crusoe romanı, 1964 yılında<br />

ünlü The War of the Worlds‘u da de çekmiş olan Byron<br />

Haskins tarafından sinemaya uyarlanmış. Fakat<br />

bu defa macera bambaşka bir fona taşınmış… İşte<br />

öteki sinema severlerin kayıtsız kalamayacağı bir<br />

eski zaman bilim kurgusu; Robinson Crusoe on<br />

Mars<br />

Kumandan Kit Draper ve Albay Dan McReady<br />

bir keşif görevi için uzay gemileriyle birlikte Mars<br />

yörüngesinde turlamaktadır. Kendilerine doğru<br />

gelen bir meteordan kaçmak için gerçekleştirdikleri<br />

manevra yüzünden gemiyi terk etmek zorunda


kalırlar ve ayrı kapsüllerde Mars’a iniş yaparlar.<br />

Mars’ın sıcaklığı insan yaşamına uygun olmakla<br />

birlikte hava insanın ancak çok kısa bir süre<br />

soluyabileceği kadar incedir. Kit Draper kısıtlı oksijeni<br />

ve yiyeceği ile bir hayatta kalma mücadelesi<br />

verirken bir yandan da takım arkadaşı McReady’i<br />

aramaktadır. Bir süre sonra korkunç gerçekle<br />

yüzyüze gelir. Mcready’nin kapsülü iniş sırasında<br />

parçalanmış ve Albay ölmüştür. Kit Draper bu<br />

yabancı gezegende yalnızlıktan çıldırmak üzere iken<br />

gezegeni sömüren bir ırkın köle olarak çalıştırdığı<br />

“Cuma” ile karşılaşır ve macera başlar…<br />

Filmin benim için en ilginç noktası ise şu oldu. Çok<br />

beğendiğim bir bilim kurgu olan, başrolünü Dennis<br />

Quaid’in oynadığı, Wolfgang Petersen mamülü<br />

Enemy Mine filmi, meğer bu filme kocaman bir<br />

gönderme içeriyormuş! Filmde “Drag” savaşcısı<br />

Jeriba’nın ırkını aynı şekilde köle olarak başka<br />

gezegenlerden maden toplamak için çalıştırıyorlardı<br />

ve Dennis Quaid’de onlara karşı mücadele veriyordu.<br />

Robinson Crusoe on Mars’da Cuma yabancı<br />

gemileri her gördüğünde “Enemy” diye bağırınca bağ<br />

kurulmuş oldu.<br />

Robinson Crusoe on Mars, izlediği herşeyi mantık<br />

süzgecinden geçiren günümüz izleyicisi için pek<br />

kabul edilir fikirler barındırmıyor aslında… Bilgi çağı<br />

toplumunun insanı, üzerinde tişörtle sadece 15


dakikada bir oksijen tüpünden bir nefes çekerek<br />

parkta gezer gibi Mars’da gezen Kit Draper’ı<br />

görünce hemen Wikipedia’ya girip Mars maddesinde<br />

yazan “Mars atmosferi %95 karbondioksit,<br />

%3 nitrojen, %1.6 argondan oluşmaktadır.” yazısı<br />

ile irkilecektir kuşkusuz. Ayrıca 2009 yılının izleyicisi<br />

için Facit’den bozma seyrüsefer cihazları ve siyah<br />

beyaz tüplü ekranlarla haberleşerek Mars’a gidebilmek<br />

pek olası gelmiyor.<br />

Ama tüm bunları eski zaman fantazyalarının<br />

hatırına bir kenara bırakacak olursanız oldukça<br />

keyifli ve naif bir 1.5 saat geçirebilirsiniz. Robinson<br />

Crusoe on Mars, yağmurlu bir günde ya da<br />

geceyarısından sonra seyretmek için doğru bir<br />

seçim olacaktır. Kit Draper rolündeki Paul Mantee,<br />

Uzay Robinson’u rolünün hakkını veriyor. Eski<br />

Mısırlıları andıran Cuma için aynı şeyi söylemek<br />

güç olsa da, filmin cırtlak uzay maymunu Mona<br />

onun açığını kapatıyor.<br />

Görsel efektler için ise bazı başarılı anlara karşı<br />

vasat diyebileceğim. Tabi o yılın şartlarına göre<br />

düşünerek. Uzay sekanslarında çizgi film kalitesindeki<br />

(hatta direk çizilmiş olan) efektler, Mars<br />

yüzeyinde iken daha durumu kurtarır bir haldeler.<br />

Meraklısına özel:<br />

Mars yüzeyinde geçen sahnelerin çoğu Kaliforniya<br />

Ölüm vadisindeki Zabriskie Point‘te filme çekilmiş…<br />

Marslıların uzay araçları Dünyalar Savaşı filminden<br />

olduğu gibi alınmış. Yapımcı George Pal,<br />

Byron Haskin‘e daha önce pek çok projede birlikte<br />

çalıştıkları için izin vermiş….<br />

Ölüm vadisindeki çekimler esnasında yasal koruma<br />

alanı içinde oldukları için ekibin herhangi bir bitki<br />

ya da canlıya dokunması kesinlikle yasaktı ve buna<br />

uyulup uyulmadığını denetleyen bir ordu mensubu<br />

hazır bekliyordu.<br />

Lobi kartından; “Bu film bilim-kurgusal özgünlüğü<br />

temsil ediyor ve günümüzün gerçekliğinden sadece<br />

bir adım ötede” (Demekki o zamanlar insanlar<br />

Marsa gidilip oradaki canlılarla karşılaşılacağına<br />

gerçekten inanıyorlarmış!)<br />

Robinson Crusoe: Invisible Galaxy adında bir devam<br />

filmi de planlanmış fakat beklenen gişe elde<br />

edilemeyince vazgeçilmiş.<br />

Filmdeki dişi maymun Mona aslında erkek!<br />

Robinson ve Cuma’nın hayatta kalabilmek için<br />

kullandıkları “hava hapları” (Air pills) aslında M&M<br />

çikolatası ve Mars bitkisi “Poi” diye yedikleri şey de<br />

bildiğimiz Pepperoni! (Ecnebi sucuğu)


Film Yapımı Temelleri - Yapım<br />

Charlotte Worthinghton<br />

n Film Yapımı Temelleri: Yapım, sinematv<br />

dünyasına dahil olmak isteyenler<br />

için gerekli olan temel bilgi ve becerileri<br />

belirleyerek, öğrenci ve yapımcı adaylarını<br />

kurmaca, belgesel ve magazin programı<br />

yapımcılığı dünyasıyla tanıştırıyor. Kitap,<br />

öğrenci yapımcının, yapım sürecini,<br />

geliştirme aşamasından yapım sonrası ve<br />

dağıtım aşamasına kadar kavraması ve<br />

yönetebilmesine yardımcı olmak amacıyla<br />

tasarlanmış bir şekilde yapımın farklı alanlarına<br />

geniş ve çaplı bir bakış açısı sunuyor.<br />

Türk Sineması’na Eleştirel Bakış<br />

Özgür Yılmazkol<br />

n Türk Sineması daha proje aşamasındayken<br />

aldığı ulusal ve uluslararası desteklerle farklı<br />

tür ve anlatı yapısına sahip filmlerin çekildiği bir<br />

süreci yaşar hale gelmiştir. Bu çalışmada 2000 ve<br />

sonrası Türk sineması on yıllık dönem; yönetmen,<br />

akım, anlatı, dil, oyuncu, biçim, senaryo, estetik<br />

ve tür bağlamında özellikle kültürel çalışmalar<br />

perspektifinden irdelenmiş, böylelikle söz konusu<br />

zaman diliminin ışığında Türk Sineması’nın genel<br />

profili çıkarılmaya çalışılmış.<br />

Okur Kitaplığı / 286 Syf.<br />

Literatür Yayınları / 176 Syf.


BANU BOZDEMİR<br />

n Rehin alınma üzerine bir dolu film var etrafta.<br />

Ama rehin alınmanın, zorla alıkonulmanın<br />

psikolojisi, baskısı ve bizde yarattığı derin<br />

sıkıntı üzerinden gidelim dedik. Benim en deriniyle<br />

daraldığım ve sonrasında bağlandığım<br />

filmlerden birisidir Funny Games. Hadi birini<br />

rehin aldın diyelim, hadi ellerini ayaklarını da<br />

bağladın diyelim ama sonrasında inceden inceye<br />

uygulanan o şiddet hali nedir diye sorası<br />

geliyor insanın! Rehin alınan insanların psikolojisinin<br />

peşindeyiz bu kez!<br />

Banu Bozdemir<br />

Funny Games / Ölümcül Oyunlar<br />

Bana Michael Haneke’yi sevdiren film diyebilirim.<br />

Anna, Georg ve küçük oğullarından<br />

oluşan aile yazlık evlerine giderler. Evlerine<br />

vardıklarında yerleşme telaşı başlar. Anna<br />

evdeki düzeni sağlamaya çalışırken, baba ve<br />

oğul yelkenli ile uğraşmaktadır. Tam bu sırada<br />

kapılarına beyaz eldivenli, golf kıyafetlerine<br />

benzer bir kostüm giyinmiş iki genç gelir. Temkinli<br />

yaklaşan Anna, Paul ve Peter isimli bu<br />

iki gencin komşu evlerine gelmiş misafirler<br />

olduğunu düşünür. Ancak gençler düşündükleri<br />

gibi değildir ve önce kibar yaklaşan Paul ve<br />

Peter bu üç kişilik küçük burjuva ailesini rehin<br />

alacaktır. İstekleri ne para, ne de maddi<br />

bir kazançtır. Onların tek amacı ölümcül bir<br />

oyun oynamaktır. Oyun bütün seyirciyi de<br />

kapsıyordu!<br />

Panik Odası / Panic Room<br />

Kocasından yeni boşanmış olan Meg Altman<br />

kızıyla birlikte yaşamak üzere, nafaka parasıyla<br />

eski bir ev satın alır. Meg, evi dolaşırken eski<br />

sahipleri tarafından garip bir oda yaptırılmış<br />

olduğunu fark eder. Oda, istenmeyen kişilerin<br />

giremeyeceği kadar sağlamdır, monitörlerle<br />

evin her tarafı görülebilmekte, dışarıya direkt<br />

telefon hattı bile bulunmaktadır. Ev halkı, acil<br />

bir durum olduğunda bu odada uzun zaman<br />

geçirebilmektedir. Bir gece üç soyguncu eve<br />

girerler. Meg ve kızı Sarah, tahmin ettiklerinden<br />

çok daha önce bu panik odasını kullanmak zorunda<br />

kalırlar. Fakat bu adamlar sıradan soyguncular<br />

değillerdir, sahip oldukları bilgi, durumu<br />

sanıldığından çok daha korkunç<br />

hale getirecektir. Filmde gerilimli rehin<br />

alınma durumunu sonuna kadar<br />

yaşıyoruz! David Fincher imzasını<br />

taşıyan film, gerilim dozu ve tarzıyla<br />

Hitchcock filmlerini andırıyor. Jodie<br />

Foster ise Kuzuların Sessizliği’nden<br />

beri en iyi rolünü sergiliyor.<br />

Uçuş Planı / Flight Plan<br />

Eşinin ölümünden sonra zor günler<br />

içeren Kyle Pratt kızı ile beraber bir<br />

yolculuğa çıkar. Son derece modern<br />

bir jet uçakta geçen bu yolculuk<br />

sırasında küçük kızı aniden kaybolur.<br />

Çıldırma noktasına gelen kadın<br />

kızını hiç bir yerde bulamaz. Üstelik<br />

hosteslerden bazıları seyahati boyunca<br />

yalnız olduğunu ve uçak listesinde kızının<br />

adına benzer bir kayıt olmadığını söylerler. Kyle<br />

gerçekten aklını mı kaçırmaktadır yoksa uçaktaki<br />

herkesin dahil olduğu bir komplo ile karşı<br />

karşıya mıdır? Genç kadının cevaplaması gereken<br />

kocaman bir soru işareti bütün gizemiyle<br />

onu beklemektedir. Hepimiz rehin alınmış gibi<br />

hissetmiştik ve Jodie Foster yine başrolde ve<br />

yine harkaydı!<br />

The Collector / Koleksiyoncu<br />

Kumar borcunu ödemek için, tesisatçı olarak<br />

çalıştığı evi soymaya karar veren Arkin, evde<br />

kimsenin olmadığını sandığı bir akşam eve<br />

girer. Fakat malikanede onu kötü bir<br />

sürpriz beklemektedir. Arkin soymak<br />

için zorla girdiği evde, ev halkını<br />

esir almış psikopat bir katille karşı<br />

karşıya kalmıştır. Yani avcıyken av<br />

konumuma geliyor ama film İşkence<br />

pornosu’ tadından özenle kaçınıyor.<br />

Ve biz de gerilimli bir rehin alma<br />

vakasının ortasında kalıyoruz. The<br />

Collector /Kelebek Koleksiyoncusu<br />

adıyla 1965 yılında vizyona giren<br />

filmin de farklı bir rehin alma duygusu<br />

vardı. Çevresi tarafından ezilen,<br />

asosyal bir banka çalışanıyken, eline<br />

geçen yüklü bir para ile şehir dışında<br />

büyük bir ev satın alıp tüm zamanını


kelebek koleksiyonuna ayıran Freddie Clegg,<br />

sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırır ve evinin<br />

bodrumuna kapatır. Amacı kızın kendisine<br />

bağlanmasını sağlamaktır. İkisi arasındaki tuhaf<br />

ilişki, sevgi-nefret çizgisinde ilerleyerek filme<br />

çarpıcı bir final hazırlar. Bu da koleksiyoncular<br />

üzerinden psikopati bir tat sunuyor bizlere!<br />

Gece Uçuşu / Red Eye<br />

Lisa Reisert uçak yolculuğundan nefret eden bir<br />

kadındır. Miami’ye yapmak zorunda kaldığı gece<br />

uçuşu sırasında terörün yanıbaşında olduğunu<br />

fark edecektir. Uçağın havalanışından kısa<br />

süre sonra Lisa’nın yanındaki koltukta oturan<br />

Jackson adlı bir<br />

adam, gayet nazik<br />

bir ses tonuyla bu<br />

yolculuğa çıkışının<br />

gerçek sebebini<br />

açıklar. Çok zengin<br />

bir işadamını<br />

öldürmekle<br />

görevlendirilmiş gizli<br />

ajandır. Lisa ise<br />

onun başarısının<br />

anahtarı olacaktır.<br />

Eğer işbirliği<br />

yapmayı kabul etmezse<br />

genç kadının<br />

babası bir suikastçi<br />

tarafından derhal<br />

öldürülecektir. Bu cinayet için Jackson’ın bir<br />

telefonu yeterli olacaktır. Yeryüzünden 10.000<br />

metre yüksekteki uçağın içinde tuzağa düşen<br />

Lisa’nın kaçacak yeri yoktur. Babasının hayatını<br />

ve kendi hayatını tehlikeye atmamak için çevreden<br />

yardım istemeye de cesaret edemez. Saniyeler<br />

hızla ilerlerken zamanın azaldığını bilmektedir.<br />

Çaresizlik içindedir. Kendisini rehin alan<br />

acımasız kişiyi alt etmenin ve olası bir cinayeti<br />

önlemenin yolunu bulmaya çalışır.<br />

Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? / My Son,<br />

My Son, What Have Ye Done<br />

Gerçek bir olaya dayanan, Wernwr Herzog’un<br />

yönettiği filmin kahramanı, sabah kahvesine<br />

gittikleri komşularının evinde, gözleri önünde,<br />

önce bir elindeki baseball sopasını gösterdiği<br />

komşudan kendisini bununla öldürmesini ister,<br />

sonra diğer elindeki eski kılıçla, son sözleri “my<br />

son, my son, what have ye done?” olan annesini<br />

biçer. Eve kapanıp, iki rehinesi olduğunu öne<br />

süren genç, -bu noktaya gelişi, geri dönüşlerle<br />

anlatılırken-<br />

Peru’da, rafting<br />

için uygun görünmeyen<br />

nehre girmeye<br />

hazırlanan<br />

arkadaşlarına<br />

(galiba) müslüman<br />

olacağını<br />

bildirir, oğlanların<br />

boğulmalarından<br />

sonra San Diego’ya<br />

döner, çok değiştiği<br />

konusunda herkes<br />

hemfikirdir.<br />

Ev<br />

Biri Bizi Gözetliyor?<br />

yarışması benzeri<br />

evlerden birinde<br />

yarışmacılar, hayallerine kavuşmak ve beklentilerini<br />

karşılamak amacıyla 100 gün bir evde<br />

yaşamayı kabul ederler. Ev yarışmacıları için<br />

sürprizlerle dolu bu süreç, hayatları boyunca<br />

unutamayacakları bir tecrübeye dönüşecektir.


Canlı yayın yolunda devam ederken, birdenbire<br />

Ev’e silahlı bir adam girer ve yarışmacıları<br />

rehin alır. Saldırganın amacı oyunun<br />

kurallarını değiştirmektir. Yarışmacılar içeride<br />

ecel terleri dökerken aynı zamanda tüm Türkiye<br />

de bu gerilim dolu saatlere canlı canlı tanık<br />

olacaktır.<br />

Günbatımından Şafağa / From Dusk Till Dawn<br />

Gecko biraderler, rüzgarı arkalarına alıp<br />

Meksika’nın özgür ortamına doğru bir<br />

yolculuğa çıkarlar. Texas’ta sıkı bir soygun<br />

yaptıklarından dolayı, ne olur ne olmaz diye<br />

bir rahip ve ailesini<br />

de yanlarında rehin<br />

olarak bulundururlar.<br />

Buluşma için bir Meksika<br />

barının kapısını<br />

aşındırdıklarında<br />

başlarına geleceklerden<br />

habersizdirler.<br />

Mekan<br />

kesinlikle vampirlerin<br />

içeri alınmadığı barlardan<br />

değildir! Quentin<br />

Tarantino’nun<br />

senaryosunu yazıp<br />

başrollerinden birine<br />

geçtiği film, Robert Rodriguez’in kariyerinin<br />

başındaki filmlerden.<br />

Ölüm Kitabı / Misery<br />

Paul Sheldon kolay okunan popüler romanlar<br />

yazarıdır. Artık kariyerinde bir<br />

dönüm noktasında olduğunu düşünür,<br />

seri maceralarını yazdığı karakteri Misery<br />

Chastain’in öldürüp diziyi bitirir. Paul taşrada<br />

geçirdiği bir araba kazasından yaralı kurtulur.<br />

Onu bulup evinde bakmaya başlayan Annie<br />

Wilkes, şans eseri Paul’un sadık okurlarından<br />

biridir ve kahramanı Misery Chastain’in de sıkı<br />

bir hayranıdır. Son kitabı okuyup Misery’nin<br />

ölümüyle şoke olan kadın öfkeye kapılır ve<br />

Paul’u ayağından feci şekilde yaralayarak<br />

onu yatağa hapseder. Hem bölge şerifi hem<br />

de menajeri umutsuzca Paul’ü ararken o,<br />

gardiyanı Annie’ye özel bir Misery macerası<br />

daha yazmak zorundadır. Harry ile Sally<br />

Tanışınca yönetmeni Rob Reiner’ın bu müthiş<br />

başarılı Stephen King uyarlaması, o zamana<br />

dek gölgede kalmış aktris Kathy Bates’i<br />

şöhretle tanıştırmakla kalmamış, onu Oscar’la<br />

da buluşturmuştu.<br />

Metrodan<br />

Kaçış / The Taking of Pelham 1 2 3<br />

Metrodan Kaçış”ta, Denzel Washington, sıradan<br />

günü cüretkar bir suçla, bir başka deyişle bir<br />

metro treninin kaçırılmasıyla kaosa dönüşen,<br />

New York şehri metro hareket memuru Garber’ı<br />

canlandırıyor. John Travolta ise baştan aşağı<br />

silahlı dört kişilik çetenin lideri ve beyni Ryder<br />

olarak, bir saat içinde yüklü bir fidye<br />

ödenmediği takdirde yolcuları öldürmekle<br />

tehdit eder.<br />

Ayaklarının<br />

altındaki gerilim<br />

artarken,<br />

Garber, Ryder’ı<br />

zekasıyla alt<br />

edip rehineleri<br />

kurtarabilmek<br />

için metro<br />

sistemi üzerine<br />

engin bilgisinden<br />

yararlanır.<br />

Ama Garber’ın<br />

çözemediği bir<br />

muamma vardır:<br />

Hırsızlar parayı<br />

alsalar bile, nasıl<br />

kaçabilirler ki?


n Dünya ortalamasında kısa<br />

film yarışmalarında en çok ödül<br />

kazanan eserlerin süreleri 7<br />

dakikadır. Ancak, Türkiye’deki<br />

kısa filmcilerin çoğu ideal kısa<br />

film süresinin 7-10 dakika<br />

olduğunu bilmesine rağmen<br />

buna uymayı tercih etmiyor. Süre<br />

konusunda 15 dakikanın altında<br />

akıllıca kotarılmış işler görmek<br />

pek mümkün değil. Daha çok<br />

15 dakika ve üstü, çoğu zaman<br />

ortalama 20 dakika, ara<br />

sıra da 25-30 dakikalık işlerle<br />

karşılaşıyoruz festivallerde ve<br />

katıldığımız yarışma jürilerinde.<br />

Son olarak Kasım ayında 23.sü<br />

düzenlenen ve Türkiye’nin en<br />

köklü kısa film festivali/yarışması<br />

olan İstanbul Uluslararası Kısa<br />

Film Festivali’nde jüri üyeliği<br />

yaptım. Hilmi Etikan’ın büyük<br />

bir özveriyle uzun yıllardır<br />

gerçekleştirdiği festivalin diğer<br />

jüri üyeleri arasında yönetmen<br />

Selim Güneş, sinema yazarı<br />

Banu Bozdemir, görüntü yönetmeni<br />

Feza Çaldıran, oyuncu<br />

Devin Özgür Çınar, yönetmen<br />

Mehmet Güleryüz, televizyon<br />

yapımcısı Binnur Feyizli, belgeselci<br />

Yasin Ali Türkeri vardı.<br />

İlk beş ismin kurmaca dalında<br />

değerlendirmede bulunduğu<br />

ortalama 250 filmin arasından<br />

28 tanesi gösterime hak<br />

kazandı. Açıkça söylemek gerekirse<br />

ilk kez fazla tartışmaların<br />

olmadığı bir jüriydi. Jürinin büyük<br />

çoğunluğu sonuçlarda hemfikirdi.<br />

Buradan yola çıkarak 2010-2011<br />

dönemi içerisinde Türkiye’de<br />

çekilen kısa filmler hakkında<br />

gözlemlerimi aktarmak istiyorum.<br />

Tabi bunu yaparken film<br />

isimleri kullanıp o filmleri çeken<br />

arkadaşları üzmek istemem.<br />

Dolayısıyla da sadece benim<br />

değil, diğer jüri üyelerinin de<br />

ortak kanılarını aktararak genel<br />

gözlemler sunacağım, daha iyiye<br />

hep beraber ulaşmak adına…<br />

Öncelikle yazımızın başlığında<br />

da olduğu gibi teknoloji konusunu<br />

açmakta yarar var. Zira 2000’lerin<br />

başına dek kısa film çekmek<br />

için zor bela kamera, ışık..vs. gibi<br />

teknik imkanlar bulan yönetmenler,<br />

şimdilerde ise, neredeyse 35<br />

mm tadında görüntüler sunan<br />

kameralar (ve hatta fotoğraf makineleri),<br />

eskisine nazaran daha<br />

portatif ve güçlü ışıklar, daha<br />

ucuz ses ekipmanları…vs. bulabiliyorlar.<br />

Peki ya sonuçlar? %80’i<br />

yetersiz… 30-40 yıldan bahsetmiyorum,<br />

sadece 10 yıl öncesindeki<br />

imkanların yanında ne büyük<br />

avantajlarının olduğunu bile bilmiyorlar.<br />

Edindikleri son model HD<br />

kameraları nereye koyacaklarına<br />

bir türlü karar veremeyen ve<br />

ağırlıkla standart dışına çıkmaktan<br />

korkan yönetmenler, hikayelerini ifade<br />

etmekte de yetersiz kalıyorlar.<br />

Kapalı mekanlarda ışıklandırma<br />

yaparken ya aşırıya kaçan (patlak<br />

diye tabir ettiğimiz) resimler ya da<br />

utanmasa grenlenecek! derece


karanlık görüntüler elde ediyorlar.<br />

Sese ise hiç girmeyelim… Ortam<br />

sesi almaktan ve bunu kullanmaktan<br />

bile aciz yönetmenlerin<br />

varlığı bizleri hayli şaşırtıyor.<br />

Gelelim biraz da filmlerin cast<br />

durumlarına. Eskisine nazaran<br />

daha az görülse de, eş dost<br />

akrabayı oynatma garipliği<br />

halen devam etmekte. Amatör<br />

oyuncuların varlığı bile filmi<br />

1-0 mağlup başlatıyor. Hele ki,<br />

normalde 35-40 yaşlarındaki<br />

şahısların canlandırması gereken<br />

rolleri, hala 20-25 yaş<br />

grubundakilerin canlandırdığını<br />

görünce dumur oluyoruz. Özellikle<br />

son yıllarda gözlenen (ve<br />

aslında zaten olması gereken)<br />

olumlu bir gelişme bile bazı<br />

filmlerin başarısını arttıramıyor<br />

maalesef; profesyonel oyuncu<br />

kullanmak… Çoğu konservatuar<br />

kökenli ünlü oyuncuların rol<br />

aldığı filmlere büyük umutlarla<br />

izlemeye girişip, ‘bu da mı gol<br />

değil be!’ düşünceleriyle baş<br />

başa kalmak bir hayli umut kırıcı<br />

oluyor. Zira genç yönetmenlerimiz<br />

bir şekilde filmlerinde<br />

oynamaya ikna ettikleri söz<br />

konusu isimleri yönetemeyince,<br />

onlara istedikleri doğrultuda rol<br />

veremeyince, sonuç hüsranla<br />

noktalanıyor. Çoğunlukla da<br />

bu kötü deneyimle karşılaşan<br />

oyuncu, bir sonraki kısa film<br />

teklifine oldukça temkinle<br />

yaklaşıyor. Bu durumu artıya<br />

çevirmek için sanırım çok daha<br />

iyi hazırlanmış bir set ve oyuncuyla<br />

baş başa uzun bir prova<br />

gerekiyor.<br />

Kısa filmin özü, parlak fikri en<br />

kısa yoldan yine parlak bir finale<br />

taşımaktır. Senaryo konusunda<br />

özgün işler çıkmıyor değil ancak<br />

yine bunların çoğu parlak<br />

fikirlerini hedefe ulaştıramıyorlar.<br />

Bir kısa filme yakışmayacak<br />

şekilde uzun ve ağdalı bir<br />

anlatım süreciyle örülen filmler,<br />

özgün fikirlerini de bu sayede<br />

kurban ediyorlar. Özene bezene<br />

çektikleri ama montajda<br />

atmaya bir türlü kıyamadıkları<br />

sahneler, filmlerinin de katili<br />

oluyor çoğunlukla. Yeri gelmişken<br />

rahatsız olunan bir durumu da<br />

dile getirmem gerek. Çoğu filmin<br />

başında<br />

-inanması<br />

güç bir şekilde- sanki bir uzun<br />

metraja başlıyor edasıyla jenerik<br />

mevcut. Oyuncuların adı,<br />

yönetmenin adı ve işi daha da<br />

ileri götürenlerde sesçisinden,<br />

ışıkçısına tüm ekibin adı yer<br />

alıyor. Hayretle izliyoruz…<br />

Tüm bu amatörlüklerin, aceleye<br />

getirmelerin kanımca iki sebebi<br />

var. Bu filmleri üretenlerin<br />

büyük bir çoğunluğu Sinema-<br />

Tv öğrencileri. Dolayısıyla da<br />

okudukları okullarda, hocaların<br />

verdikleri ödevler, ders geçme ya<br />

da bitirme projeleri (ki bunların<br />

en büyük amacı sinema yapmayı


öğretmektir/öğrenmektir) olarak çekilen eserler<br />

festivallere/yarışmalara gönderilince işler<br />

karışıyor. Çekiliş amacıyla ulaşılmak istenen<br />

amaç birbirinden fersah fersah uzakta. Hal<br />

böyleyken ödüle ulaşmak ya da beğeni toplamak<br />

ya da en azından festival seçkisine girmek<br />

oldukça zorlaşıyor. Nasıl olsa ders için bir kısa<br />

film çekmiştim, bunu neden bir yarışmaya göndermeyim<br />

ki? düşüncesi öğrenci arkadaşların<br />

en büyük yanılgısı. Bu arkadaşlar, böyle bir işe<br />

kalkışacaklarsa da, en azından filmi yeniden<br />

kurgulayıp, fazlalıkları atsınlar derim. Diğer<br />

önemli sebep de bu tarz noksan kısa film üreten<br />

arkadaşların amacının, kısa filmi bir sıçrama/<br />

öğrenme tahtası olarak görmesi. Uzun metraja,<br />

diziye, klipe, televizyona, reklama bir basamak<br />

olarak görmek ve bu doğrultuda antrenmanlar<br />

yapmak elbette ki yanlış değil. Yanlış olan, bu<br />

tarz çalışmalarla festivallerden olumlu sonuçlar<br />

elde edilebileceğini düşünmek. Zira zamanında<br />

yaptıkları işlerle her festivale damgasını vuran<br />

isimlerin çoğunun sektör içinde (Akademisyen,<br />

reklamcı, televizyoncu…vs.) yitip gittiğine şahit<br />

oluyoruz. (Sözüm yanlış anlaşılmasın, bu kayıplar<br />

kısa filmcilik adına kötü gelişmeler sadece…)<br />

Uzun lafın kısası, kısa film, kendine has<br />

bir felsefesi olan, özveri isteyen, kesinlikle baştan<br />

savma bir çalışma sistemini hak etmeyen bir<br />

sanat ürünüdür. Bu noktalara dikkat eden kısa<br />

filmci arkadaşların bu doğrultuda bir yaklaşımla<br />

çok daha iyi sonuçlar elde edebileceği ise aşikar.<br />

Tıpkı dünyada olduğu gibi…


ZEYNEP USLU<br />

n <strong>Cinedergi</strong>’ye yazmaya başladığımdan<br />

beri aklımda hep bir öğretmen filmleri<br />

dosyası oldu ama kasım ayı, öğretmenler<br />

günü dolayısıyla bu yazı için en uygun<br />

zamandı. Derginin sıkışıklığından dolayı<br />

bu dosyayı Aralık’a kaydırmak zorunda<br />

kaldık. Geç olsun güç olmasın diyelim<br />

ve dosyamıza geçelim. Öğretmenlerin<br />

hayatımızda ne kadar büyük bir etkisi<br />

olduğunu, tercihlerimizi, beğenilerimizi ve<br />

hatta ileride seçeceğimiz mesleği tetikleyen<br />

hayati unsurlar olduğunu fark etmeyiz<br />

çoğu zaman. Çoğumuzun, asla hatırlamak<br />

istemeyeceği öğretmen figürleri kadar, bir<br />

o kadar unutulmaz olan emektar, idealist<br />

öğretmen figürleri vardır. Belki de onları<br />

unutulmaz kılan, çağın ihtiyaçlarını her<br />

zaman bir adım geriden takip eden eğitim<br />

sisteminde, bir adım önde olma cesaretini<br />

göstermeleridir. Dahası, bugünkü modern<br />

eğitim anlayışındaki pek çok yeniliğin<br />

bile öğretmenlerin tek tek mücadeleleri<br />

ve ödedikleri bedeller karşılığı olmasıdır.<br />

“Ölü Ozanlar Derneği”ni bir sinema<br />

klasiği yapan, öğrencilerine ulaşmak<br />

için okul idaresi ve aileler de dahil olmak<br />

üzere bütün sınırları zorlayan pek çok<br />

gerçek öğretmen hikayesinden biri olma<br />

özelliğini taşımasıdır. Hababam Sınıfı,<br />

bizi güldüren sahneleri kadar Mahmut<br />

Hoca’nın tatlı sert mizacının ardında<br />

öğrencilerine olan koşulsuz sevgisiyle<br />

hafızalarımıza kazınır. İdealist öğretmen<br />

filmleri, konu itibariyle birbirine benzer<br />

görünse de, ortak çaba ve özverinin<br />

benzerliğidir bu. Gerçek olamayacak kadar<br />

idealist bu karakterler, kuşkusuz her<br />

insan gibi zaaflar taşırlar ve filmlerde onlara<br />

eşlik eden, sisteme uyumlu, duyarsız,<br />

kimi zaman öğrenci düşmanı diğer<br />

meslektaşları (bu da başka bir dosyanın<br />

konusudur) kadar gerçektirler.


İki Dil Bir Bavul / 2009<br />

İki Dil Bir Bavul, öğretmenliğe başladığı yıl,<br />

Doğu Anadolu’da bir Kürt köyüne atanan Türk<br />

bir öğretmenin karşılaştığı zorlukları ortaya koyan<br />

bir belgesel çalışma. Türkçe bilmeyen çocuklar,<br />

zor hayat şartları ve gurbet, yeni öğretmenin<br />

sabrını ve azmini sınayan herşey kameraya onun<br />

gözünden yansıyor. Orhan Eskiköy ve Özgür<br />

Doğan’ın yönetmenliği üstlendiği film, özellikle<br />

gönüllü bir öğretmen ve gönüllü bir köyün<br />

rızasıyla çekilmiş gerçek zamanlı bir belgesel<br />

olma özelliğiyle öne çıkıyor.<br />

Öğretmen / 1988<br />

Yönetmenliğini Kartal Tibet’in<br />

yaptığı filmde, Kemal Sunal, Hüsnü<br />

öğretmeni canlandırıyor. Hüsnü<br />

Öğretmen, idealist öğretmen motifine<br />

oldukça aşina olan sinemamızın<br />

dramatik karakterlerinden biri.<br />

Oldukça başarılı bir öğretmen olan<br />

Hüsnü öğretmen, ödüllendirilerek<br />

İstanbul’a atanır. Büyük hayallerle<br />

İstanbul’a göçen öğretmen ve ailesi<br />

daha ilk gün geçim sıkıntısıyla<br />

yüzleşir. Bir yandan okulda<br />

öğrencileriyle ilgilenmeye çalışan<br />

Hüsnü öğretmen, diğer yandan<br />

ailesini geçindirmek için işportacılık<br />

yapmak zorunda kalacaktır.<br />

Öğrencilerinin sevgisi ve desteğine<br />

rağmen, bu zor yaşam koşullarıyla<br />

baş etmek mümkün değildir.<br />

Koro ( Les Choristes) / 2004<br />

Koro, bir yetimhanede öğretmenlik<br />

yapmaya başlayan Clement<br />

Mathieu’nun buradaki asi ve gözden<br />

çıkarılmış öğrencilere ulaşmak<br />

için müziği kullanarak bir koro<br />

kurmasının hikayesi. Yine bir Fransız<br />

filmi olan 1946 yapımı “Bülbül<br />

Yuvası” filminin yeniden çevrimi olan<br />

film, müzik ve ses dallarında pek<br />

çok ödül almıştı. Koro’da dikkatimizi<br />

çeken özellik öğretiminimizin bir<br />

kahramandan çok sistemin akıl<br />

dışılığına karşı kendiliğinden bir<br />

çaba gösteren sıradan bir karakter<br />

olması.<br />

Karatahta ( Takhte Siah) / 2000<br />

Karatahta, Samira Makhmalbaf’ın<br />

henüz yirmi yaşında çektiği bir İran<br />

filmi. Halepçe katliamının hemen<br />

ardından yaşanan göç ortamında<br />

sırtlarında kara tahta köy köy<br />

dolaşan ancak ders verecek öğrenci<br />

bile bulamayan öğretmenler. Eğitim<br />

teferruatlaştığı bir ortamda çocuk<br />

işçiler. Makhmalbaf, oturuduğumuz<br />

yerden “eğitim şart” diyerek<br />

kurduğumuz buyurgan denklemi<br />

savaş ortamının parametreleriyle<br />

tersinden kurup suratımıza çarpıyor<br />

bu filminde.


Sınıf (Entre Les<br />

Murs) / 2008<br />

Fransız banliyölerinden<br />

birinde, farklı<br />

etnik köken ve<br />

inançtan gençlerin<br />

okuduğu<br />

bir okulda<br />

öğretmenlik yapan<br />

François ve<br />

sınıf öğretmeni<br />

olduğu sınıfla<br />

yaşadığı<br />

problemlerin<br />

anlatıldığı film, bir belgesel tadında,<br />

oldukça doğal ve sınırları zorlayıcı bir<br />

gerçekçiliğe sahip. . François, kimi zaman<br />

öfkesine yenilse, bazen çaresiz<br />

kalsa da öğrencilerine yardım etmek<br />

için çırpınıyor. Neredeyse tamamı, sınıf<br />

ortamında geçen film, dört duvar arasında<br />

Fransa’nın bir portresini çiziyor, ülkenin<br />

gerçeklerini ve çatışmalarını, sömürge<br />

sisteminin sonuçlarına varana kadar<br />

bir sınıfın ve okulun duvarları içinde<br />

tartışıyor.<br />

Özgürlük Yazarları<br />

( Freedom Writers) / 2007<br />

Öğretmenliğe yeni başlayan Erin Gruwell,<br />

büyük çoğunluğu çete mensubu<br />

olan gençlerin doluştuğu bir sınıfta<br />

öğretmenliğe başlar. İdealist bir babanın<br />

idealist kızı olan Gruwell’in hikayesini<br />

özgün kılan, öğrencilerin yaşamlarına dair<br />

verdiği ayrıntılar ve onların birbirlerine olan<br />

düşmanlıklarına karşı savaş açması. Siyahın<br />

çekik gözlüye, Latinin siyaha ve tabi herkesin<br />

beyaza düşman olduğu sınıfta, tarihin en<br />

büyük soykırımı ve sonuçları üzerinden empati<br />

sağlayan Gruwell’in otobiyografik kitabından<br />

uyarlanan filme adını veren Özgürlük Yazarları<br />

bir akım olarak pek çok okula yayılmış ve pek<br />

çok öğrenciye ulaşmış.<br />

Sakıncalı Düşünceler<br />

(Dangerous Minds) /<br />

1995<br />

Bu kez Michelle<br />

Pfeiffer’i iflah olmaz<br />

siyahi ve göçmen<br />

öğrencilere ulaşmaya<br />

çalışan öğretmen rolunde<br />

izlediğimiz film,<br />

idealist öğretmen<br />

filmlerinin öncülü<br />

sayılabilir. Bir kenar mahalle<br />

okulunda sorunlu<br />

öğrencilerin olduğu bir<br />

sınıfta öğretmenliğe<br />

başlayan Louanne Johnson, klasik yöntemlerin<br />

işe yaramadığını görecek ve kendi yöntemlerini<br />

üretmek zorunda kalacaktır.<br />

Muhteşem Munazaracılar (The Great Debaters) /<br />

2007<br />

Denzel Washington’un yönetmenliğini ve prof.<br />

Tolson rolünü üstlendiği film, yine gerçek bir<br />

öğretmen hikayesinden uyarlama. 1935 yılında,<br />

siyahların görece özgürlüklerine kavuşmaya<br />

başladığı bir<br />

dönemde, siyahi<br />

öğrencilerden<br />

oluşmuş bir<br />

grubu ülkenin<br />

en iyi münazara<br />

takımlarından<br />

biri haline getiren<br />

Prof. Tomson’un<br />

hikayesi, dönemin<br />

can alıcı gerçekleri<br />

ve siyahi<br />

öğrencilerin kendilerini<br />

ispat etme<br />

öyküleriyle iç içe<br />

ele alınıyor.


Musallat 2 cinlerin musallat olduğu insanların korkunç<br />

hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Alper Mestçi ve yapımcısı<br />

Banu Akdeniz cinlere inandıklarını söylediler…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Musallat 2 filmi vizyona girdi. Cinlerin insanlara musallat<br />

olmasından yola çıkan filmin yönetmeni Alper Mestçi ve<br />

korku filmlerinin güzel yapımcısı Banu Akdeniz sorularımızı<br />

cevapladı. Cinlere inandığını söyleyen ikili filmin oyuncularını<br />

ararken tanınmamış isimlerle çalıştıklarını söylediler. Kıvanç<br />

Tatlıtuğ gelse “Bedava oynayacağım” dese kabul etmem diyen<br />

ikili Tatlıtuğ ile romantik komedi çekilebilir dediler…<br />

İlk filmin ardından dört yıl ara vermenizin sebebi nedir?<br />

Alper Mestçi: Üç yıldır yapımcımız Banu (Akdeniz) çekelim<br />

diye söylüyor ama hep proje aşamasında kaldı. Bu sene iyice<br />

gaza getirdi beni.<br />

Banu Akdeniz: Aslında gaza getirdi değil. Ben Trabzonluyum<br />

ve Trabzon’a gittim. Uzun zamandan beri de Musallat 2’yi<br />

çekmeyi çok istiyordum. İlk filmden iki yıl sonra çekmek gibi<br />

bir isteğim vardı. Trabzon’da yaşlı bir kadından gerçek bir<br />

hikaye dinledim ve o hikaye beni çok etkiledi. O gece zaten<br />

uyuyamadım. Sonra Alper’i aradım dinlediklerimi anlattım.<br />

Alper de hikâyeyi beğendi. Oturdu senaryosunu yazdı. Zaten<br />

Alper’e inanılmaz güveniyorum. Montaja bile gitmedim. Her<br />

şeyi Alper’e teslim ettim. Gerçek bir hikayeyi yansıttık, büyülerle<br />

ilgili yapılan araştırmalara baktık. O şekilde oluşturduk<br />

filmimizi.<br />

Alper Mestçi: Filmin ismine gelirsek… Musallat bir durum belirtiyor.<br />

Her şeyi kapsayan güzel bir isim bulduk aslında. Cinlerin<br />

insanlara musallat olması kullanılan bir kavram. Filmde<br />

de aynı durum söz konusu. Biz cinlerin musallat olmasıyla<br />

ilgili yapacağımız her filme Musallat ismini koymaya devam<br />

edeceğiz. İlk filmde de bir musallat olma durumu vardı. Bu<br />

filmde de var. Bu yüzden film Musallat 2 olarak geçiyor.<br />

Fal baktırmayı filmin yapımcısı, yönetmeni, senaristi olarak<br />

yanlış mı buluyorsunuz?<br />

Alper Mestçi: Ben neticede fal baktıran birisi değilim. Öyle<br />

bir düşüncem yok. Oradaki sorun fal değil. Fal baktırmak<br />

daha masumane duruyor. Fala inanıyorsan büyücüye de<br />

gidebiliyorsun demektir. Bir falcıya gittiğinde “Bak bu dediği<br />

çıktı” diye düşünüyorsan o kadın sana “Gel büyü yapalım”<br />

dediğinde yaptırırsın.


Banu Akdeniz: Bir de her ne kadar,<br />

ben fala baktırıyorum ama<br />

inanmıyorum diyorsa da insanlar,<br />

tartışmasız falın etkisinde kalıyorlar.<br />

İlk basamak fal baktırmak, ikinci<br />

basamak hocaya gitmek, üçüncü<br />

basamak ise büyü.<br />

Alper Mestçi: Bir de korkunç olan<br />

bence büyünün yapılması değil,<br />

buna inanan insanların olması.<br />

Büyü yaptırırsın, işler veya işlemez.<br />

Ben büyücüyüm diyenlerin birçoğu<br />

sahtekâr zaten.<br />

Yurt dışında korku filmleri Kiliseler<br />

Birliği tarafından dini propaganda<br />

amacıyla kullanılır. Sizin filminizin<br />

Diyanet’le bir ilişkisi oldu mu?<br />

Banu Akdeniz: Direk Diyanet’le<br />

değil de İlahiyat Fakültesi’ndeki<br />

hocalarla görüştük. Musallat 2’yi<br />

inanılmaz desteklediler. Biz Alper’le<br />

çok ciddi bir şaşkınlık içerisinde<br />

kaldık. Adapazarı’nda bir beyefendiyle<br />

cinlerle ilgili görüştük.<br />

İsmini vermemizi istemedi. Yoksa<br />

ben finalde ona teşekkür edecektim.<br />

Bize çok katkısı oldu. Vermek<br />

istediğimiz mesaj onu çok mutlu<br />

etti. Bize birçok şey anlattı. Filmin<br />

açılış sahnesinde cinleri kullanarak<br />

bir define bulma olayı var. Hocayla<br />

biz bunu konuştuk. Cinleri kullanarak<br />

define aramaya çıkan insanlar<br />

özellikle de Anadolu’da bulunuyor.<br />

Bakara suresinde büyünün ne<br />

kadar kötü bir şey olduğunu anlatan<br />

bir ayet olduğunu söyledi ve filmin<br />

sonunda bunu koymamızı rica etti.<br />

Alper’e de mantıklı geldi, kafasına<br />

yattı. Kendisini de kırmak istemedik<br />

ve doğru bir şeye karar verdik.<br />

O beyefendi bize inanılmaz şeyler<br />

anlattı. Örneğin Mozart da cinleri<br />

kullanarak bazı bilgiler ediniyormuş.<br />

Bu dinlediklerimiz arasında en basit<br />

örnek.<br />

Bunlara inanıyor musunuz?<br />

Alper Mestçi: Valla ben bilinmeyen<br />

varlıklara inanıyorum. İsmini çok<br />

net koyamıyorum. Her kültürde bu<br />

değişiyor. İnsandan daha tuhaf bir şey<br />

yok. İnsan varsa her şey vardır diye<br />

bakıyorum ben olaya. Kişisel olarak<br />

cin, hayalet demiyorum ama bilinmeyen<br />

şeylerin var olduğuna inanıyorum.<br />

Bu bir tezat oluşturmuyor mu? Kuran-ı<br />

Kerim; bunlar günahtır bunlara<br />

inanmayın diyor. Bir akademisyen<br />

bunların olduğunu söylüyor.<br />

Alper Mestçi: Akademisyen inanmayın<br />

demiyor. Yaptırmayın diyor. Fala<br />

büyüye inanmayın derken, bunların<br />

olduğunu ama günah olduğunu<br />

söylüyor. Kur’an-ı Kerim’de de sihir<br />

olarak bahsediliyor. Sihir zaten<br />

İslam’ın kabul ettiği bir şey. Bu kitaba<br />

inanıyorsanız, buna da inanmak<br />

zorundasınız. Cinler de Kuran’da<br />

geçen bir şey. Hz Muhammed’in<br />

söylediği şey “Büyüye, fala<br />

inanıyorsanız bu kitaba inanmayın” ki<br />

bence bu söz çok ağır.<br />

Banu Akdeniz: Büyü tek başına bir<br />

büyücü tarafından değil cinlerden<br />

destek alınarak yapılır. Ben cinlerin<br />

varlığına, Kuran- ı Kerim’e, Allah’a,<br />

Peygamber Efendimize inanıyorum<br />

ve hep şunu söylüyorum “Allah’ım<br />

kötü insanlarla karşılaştırma.” Bu çok<br />

önemli bir şey. Gerçekten kötü niyete<br />

ve cinlere sahip bir hoca hayatınızı<br />

bitirebilir. Büyücüler ve hocalar, cinlerin<br />

desteğini almadan asla büyü<br />

yapamazlar.<br />

Alper Mestçi: Bir yardım alınıyor<br />

sonuçta. Aslında o büyülerde de<br />

birilerine sesleniliyor. Varlıktan yardım<br />

alınıyor. En azından İslam dinindeki<br />

büyülerde bu böyle. Vudu büyüsünde,<br />

Hıristiyanlıkta yapılan büyülerde<br />

de hayaletler, ruhlar var. Sonuçta<br />

kullanılan bir varlık her zaman var.<br />

Etik olarak bu söyledikleriniz nereye<br />

kadar doğru?<br />

Alper Mestçi: Sinema da etik olarak<br />

hiç doğru olmadı. Bir film ne kadar


gerçekse, seyirciye o kadar<br />

geçtiği için sinemanın kendisinde<br />

etik olarak bir sorun var. Sinema<br />

kurmaca bir şey. Dolayısıyla o<br />

sinema içinde bütün teknikleri<br />

kullanmak mubahtır. Bunu<br />

kullandığınız zaman, hakikaten<br />

gerçek bir hikayeyi nasıl<br />

kullanacağız diye düşünülüyor<br />

ama bence gerçek bir hikaye<br />

belgesel niteliğindedir. Gerçek<br />

bir hikayenin sinemada işi<br />

yoktur. Şu anda Hollywood’da<br />

korku filmlerinin yüzde 99’unda<br />

gerçekliği daha da artırmak için<br />

“Gerçek hikayeden uyarlamadır”<br />

yazıyor. İçinde hayal gücü tabii<br />

ki olacak. Biz de bir hikâyeden<br />

yola çıktık. Banu’ya anlatılan<br />

hikaye ne kadar gerçekse, bizim<br />

filmimiz de o kadar gerçek.<br />

Anlatılan, yaşanmış bir şey var.<br />

Siz seyirci olarak da buna inanmak<br />

zorundasınız. Filmi gerçek<br />

bir hikaye olarak seyrediyorsan,<br />

öyle seyretmek istiyorsan buna<br />

inanmak zorundasın. Fantezi var<br />

mı? Tabii ki var. Bizim filmimizde<br />

gerçek bir hikayedir yazmıyor.<br />

Biz bunu sağlamak için gerçek<br />

fotoğraflar kullandık. Gerçek bir<br />

hikayeden uyarlamadır yazısı<br />

artık bana inandırıcı gelmiyor.<br />

Türkiye’de dizi ekonomisinin<br />

sinema ekonomisinden çok daha<br />

kuvvetli olması bir şans mı?<br />

Banu Akdeniz: Dizide para<br />

kaybetme olasılığı olmadığı<br />

için oraya yükleniliyor. Sinema<br />

biraz daha az gelişiyor. Ama<br />

yeni jenerasyon yapımcılar<br />

inanılmaz yürekli ve gerçekten<br />

para harcıyorlar. Ben ne kadar<br />

para harcanırsa kalite o kadar<br />

artar diye düşünüyorum. İzleyici<br />

de artık bilinçlendiği için ona<br />

göre gidiyor sinemalara. Körü<br />

körüne sinemaya giden yok artık.<br />

Örneğin Dabbe 3 girse yapacağı<br />

gişe 50 bini geçmez.<br />

Kastı nasıl ayarladınız?<br />

Banu Akdeniz: Musallat için özellikle<br />

fazla tanınmamış oyuncuları<br />

tercih ettik. Çünkü korku filmi<br />

olduğu için inandırıcılığını kaybetmemesi<br />

gerekiyordu. Bizimki<br />

tamamen bir stratejiydi. Ben<br />

Türkü’yü bayağı düşündüm. Çünkü<br />

tanınmamış bir oyuncu değil.<br />

Sonra zararlı olmadığını düşündük<br />

ve Türkü’de karar kıldık. İyi ki de<br />

kılmışız. İnanılmaz kolay çalıştık hiç<br />

zorlanmadık, harika bir iş çıkardı.<br />

Zaten Musallat 2’de oynayan herkes<br />

(Tülay Bursa dışında) deli<br />

gibi korku filmi izleyicisi. Teklif<br />

götürdüğümüzde inanılmaz mutlu<br />

oldular, hiç düşünmeden evet<br />

dediler. Hiç biriyle oturup da para<br />

pazarlığı yapmadık. Herkes çok<br />

netti. “Biz Musallat 2’de olmalıyız”<br />

diye düşünüyorlardı. Bu bile benim<br />

için çok büyük mutluluk verici bir<br />

şey.<br />

Korku filminde oynamış oyuncu çok<br />

azdır. Yönetmen olarak istediğiniz<br />

sonucu alabildiniz mi?<br />

Banu Akdeniz: Kıvanç Tatlıtuğ’u bir<br />

korku filminde izleseniz ne kadar<br />

etkili olur ki. Ama tanımadığımız<br />

bir oyuncu izlediğimizde etki daha<br />

farklı olur. Bu da ayrı bir strateji.<br />

Alper Mestçi: Mesela beş genç dağ<br />

evine giderler, orada bir katil vardır.<br />

Kıvanç’la bu tarz bir gençlik korku<br />

filmi olabilir. Ama dini konulu bir film<br />

asla olmaz.<br />

Banu Akdeniz: İnsanlar sinema<br />

filminde Kıvanç’ı oynatmak için<br />

taklalar atıyorlar, bu çok net bir<br />

durum. Kıvanç gelip bize, ben para<br />

almadan Musallat 2’de oynamak istiyorum<br />

dese ben kabul etmezdim.<br />

Ama bir romantik komedi filmi çekecek<br />

olsam ilk gideceğim adamlardan<br />

biri de Kıvanç’tır.


Yüzündeki<br />

çizgilere rağmen<br />

kendine<br />

güvenini<br />

kaybetmeyen,<br />

güçlü kadın<br />

imajının en iyi<br />

örneklerinden<br />

Robin Wright<br />

bu ay Kazanma<br />

Sanatı ile<br />

beyazperdeye<br />

konuk olacak...


SERDAR AKBIYIK<br />

n Robin Wright’ı bütün dünya Forrest<br />

Gump’la tanıdı. Zaten kariyerindeki<br />

en büyük başarısını da bu<br />

filmdeki Jenny rolüyle elde etti ve<br />

Altın Küre’ye aday gösterildi.<br />

Robin Virginia Gayle Wright,<br />

1966’da Dallas-Texas’ta dünyaya<br />

geldi ve 14 yaşında modellik kariyerine<br />

başladı. Liseden sonra<br />

çıktığı Avrupa turundan ABD’ye<br />

dönüşünde oyunculuk üzerine<br />

yoğunlaştı. 1984’ten 1988’e kadar<br />

Santa Barbara dizisinde rol aldı ve<br />

üç kez Emmy’ye aday gösterildi.<br />

1986 yılında evlendiği Santa Barbara<br />

oyuncularından Dane Witherspoon<br />

ile 1988 yılında ayrıldı.<br />

Televizyonun yanısıra film<br />

dünyasına da adım atarak 1987’de<br />

başrollerinde Peter Falk ve Billy<br />

Crystal’in yer aldığı Rob Reiner’in<br />

The Princess Bride filminde<br />

oynadı.<br />

1990 yılında State of Grace filminin<br />

çekimlerinde tanıştığı ünlü aktör<br />

Sean Penn’le iki çocuğu olduktan<br />

bir kaç yıl sonra 1996 yılında evlendiler.<br />

2010 yılında ayrılana kadar<br />

Robin Wright, eşinin soyadını<br />

da taşıdı.<br />

Genelde yanlış anlaşılmış ve<br />

boşanmış kadınları canlandırdığı<br />

filmleriyle tanınan Robin Wright<br />

kendisine yapılan bir çok film<br />

teklifini geri çevirmesiyle de bilinir.<br />

Aralarında Robin Hood, Batman<br />

Forever’in de bulunduğu 20 kadar<br />

rolü reddetmiştir.


BANU BOZDEMİR<br />

n 5 Ekim 1967, İngiltere doğumlu<br />

Guy Pearce herhalde hepimizin<br />

aklında Momento / Akıl Defteri’yle<br />

yer etti.<br />

Bir başka özelliği de farklı rolleri<br />

canlandırmadaki ustalığı! İlk olarak<br />

adını bir travestiyi canlandırdığı<br />

“The Adventures of Priscilla,<br />

Queen of the Desert / Çöller<br />

Kraliçesi Priscilla ile duyurdu.<br />

Vizyona girdiği zaman gişeleri alt<br />

üst eden bu film, Avustralya film<br />

tarihinin en iyi 10 filmi arasında<br />

gösterildi ve bir Oscar, iki Altın<br />

Küre, iki BAFTA ve sayısız AFI<br />

Ödülü adaylığı aldı.<br />

Oynadığı farklı karakterlerden biri<br />

de, yazının girişinde bahsettiğim<br />

gerilim filmi “Memento” da (Akıl<br />

Defteri) canlandırdığı hafıza<br />

kaybına uğramış bir adam olan<br />

Leonard Shelby karakteridir.<br />

Ayrıca senaryosunu Nick Cave’in<br />

yazdığı IF Ödüllü film “The Proposition<br />

/ Kanlı Teklif ” filmidir.<br />

Aslında film kötüydü ama Pearce<br />

iyi iş çıkarmıştı bu filmde.<br />

Jean-Jacques Annaud tarafından<br />

çekilen Two Brothers, yazar Alexandre<br />

Dumas’ın romanından<br />

uyarlanan yüksek bütçeli film “The<br />

Count of Monte Cristo” (Monte<br />

Cristo Kontu), Edie Sedgwick’in,<br />

hayatını anlatan Edie, Zoraki Kral,<br />

Öldüren Cazibe adlı filmlerde de<br />

rol alan oyuncu bu ay İntikamın<br />

Bedeli filminde Nicolas Cage ile<br />

oynayacak…


‘Komedi Dükkanı’ ile sıkı bir hayran kitlesi edinen ekranın komiği Tolga<br />

Çevik, bu kez şansını beyazperdede deniyor. İlk sinema filminde<br />

Çevik’in rol arkadaşlarından biri de Pelin Körmükçü.<br />

NİL ÖZER<br />

n ÜYapımcılığını BKM’in üstlendiği,<br />

yönetmenliğini Ozan Açıktan’ın, senaryosunu<br />

ve başrolünde Tolga Çevik, Köksal Engür, Pelin<br />

Körmükçü, Toprak Sergen ve Zeynep Özder’in<br />

rol aldığı ‘Sen Kimsin’ in çekimlerini tamamladı.<br />

Filmde, Tekin adında bir dedektifi canlandıran<br />

Tolga Çevik ‘Hakikaten çok komik oldu, yapacak<br />

bir şey yok’ dedi.<br />

Hayalinize kavuştunuz mu?<br />

Ya galiba öyle oldu. Biz çok eğlendik. Sonuçları<br />

yönetmenimiz Ozan (Açıktan) haber veriyor<br />

‘’Tam istediğin gibi’’ diyor. Galiba çok az kaldı<br />

gerçekleşmesine. Seyirci yıllarca beklediğimiz<br />

komedi bu diyecek.<br />

Bize Tekin’den söz eder misiniz?<br />

Tekin tek başına kalmış bir tip. Bir de İsmail<br />

diye bir abisi var. Dedektif olduğunu düşünen<br />

bir gencimiz. Hayatta tek sıkıntısı bir şeyleri<br />

çözmek için kendi formülünü uygulamakta<br />

ısrarcı olması.<br />

Kadro nasıl oluştu?<br />

Komedi filminde kadro çok önemlidir. Ben,<br />

Necati Abi (Akpınar), yönetmenimiz ve senaristimizle<br />

karar verdik. Dramatik filmlerde konu<br />

önemlidir, kişiler değil. Ama komedide oyuncu<br />

emeği çok fazladır. Oyuncu arkadaşlarımızın tiyatro<br />

kökenli olmasına dikkat ettik. Çünkü oyuncunun<br />

hası oradan gelir. Ben “Çok güzel görünmeliyim”<br />

diyenle değil, “Anlatmak istediğimi<br />

çok güzel anlatmalıyım” diyenlerle çalışmaktan<br />

yanayım.<br />

Bu sezon iddialı Türk filmleri var...<br />

Biz çok iddalıyız. Bunu söyleyebilirim. Aylardır<br />

setteyiz, çevremle ilişkimi kestim. Önümüze<br />

yemek koyarlarsa ancak karnımızı doyurabilir<br />

haldeydik. Şimdi rahatladık, en kısa za-<br />

manda bu açığı kapayacağım. Önümüzdeki<br />

haftadan itibaren abilerimize, ablalarımıza vakit<br />

ayıracağım.<br />

Seyirci Behzat Ç. ve Recep İvedik’i pek sevdi,<br />

Tekin’i de bağrına basacak mı?<br />

Bağra basılacak bir adam yarattık. Tekin’i çok<br />

sevecekler, onda istedikleri her şey var. ‘’Ahh<br />

canım yazık, bunu alalım yanımıza’’ diyecekler.<br />

Hakikaten çok komik. Bakıyorum bakıyorum<br />

gerçekten çok komik. Yapacak bir şey yok.<br />

Peter Seller’in Pembe Panter’inden esinlenme<br />

var mı?<br />

Hayır, hayır asla yok. Ondan esinlenme olmasın<br />

diye elimden geleni yaptım. Pembe Panter çok<br />

ironik bir karakter, dedektif deyince insanın<br />

aklına o geliyor ama böyle düşünürsek dedektiflik<br />

üzerine bir şey yapamayız. Öyle görmek<br />

isteyeni engelleyemezsiniz ama matetematik<br />

olarak alakası yok.<br />

Başarılı olursa ‘Sen Kimsin’in devamı gelir mi?<br />

Böyle giderse olur. Ben de çok isterim. Bu<br />

konuda mütavazı olmayacağım çünkü eşim<br />

kızıyor.(Gülüyor)<br />

Televizyon sayfasını şimdilik kapattınız mı?<br />

Kesinlikle evet. Artık sinemada ve tiyatroda<br />

yüzmek istiyorum. Tek kişilik bir oyun,<br />

sonrasında büyük bir proje düşünüyorum.<br />

Kalabalık ve uğraştıracak bir iş.<br />

Pelin Körmükçü sizden ‘’Star olup starlığın<br />

farkında olmayan biri’’ diye söz ediyor...<br />

Ayy canım sağolsun. Starlığı sahnede yapma<br />

taraftarıyım, sokakta değil. Öyle havalı, havalı<br />

yürüyüşler bize göre değil. İşini yapıyorsa seyirci<br />

zaten sana star olduğunu gösterir. İlk önce<br />

aile babasıyım, sonra starsam evet starım. Bir<br />

araba aldım diye bu kelimeyi yakıştırıyorlar ama<br />

çalışıyorum da alıyorum değil mi?


n Dünya sinemasında her türden seyircinin en az 3-5<br />

filmine bayıldığı ender aktörlerden olan 55 yaşındaki<br />

Tom Hanks, birçok adaylığı, ödülleri ve de 2 Oscar’ı<br />

olan başarılı bir oyuncu. Kariyer konusunda Forrest<br />

gibi uzun soluklu koşarak birçok rakibini geride bırakan<br />

Hanks, Hollywood ormanında Chuck gibi hayatta kalmayı<br />

başardı. İlk bakışta utangaç gibi görünse de, konuştukça<br />

açılan, rahatladıkça coşan ünlü aktörün en büyük hobisi<br />

ise antika daktilo koleksiyonunu genişletmek. Rol<br />

aldığı her filminden genç oyuncuların büyük dersler<br />

çıkaracağını bilmek bile yetiyor bizlere…


İlk İzlenim: Sıradan, işini ve iş arkadaşlarını seven<br />

biri…<br />

Konuştukça: Hayat dolu, çalışkan, gözlemci…<br />

Artıları: Hayata tutunmak adına her yolu deneyen,<br />

mücadeleci bir ruhu var.<br />

Handikapları: Yok denecek kadar az…<br />

Yaşam Felsefesi: Ölmenin yeri ve zamanı değil!<br />

Hayattaki Düsturu: Kendin için değil, sevdiklerin<br />

için yaşa…<br />

Tanıyınca: Ansızın bir ıssız adaya düşen Chuck, tam<br />

bir survivor! Yalnızlık hissetmemek için bir toptan<br />

bile hayali arkadaş yaratacak kadar yaşamı seven<br />

biri. Issız bir adaya düşecek olursanız yanınıza<br />

almanız gereken 3 şeyden biri Chuck olmalı mutlaka.<br />

İlk İzlenim: Saf, sade, olağan.<br />

Konuştukça: İyi yürekli, aklı kıt ve tatminkar.<br />

Artıları: Çevresinde ondan daha hızlı koşan kimse<br />

yoktur.<br />

Handikapları: En büyük eksikliği IQ’su…<br />

Yaşam Felsefesi: Zeki biri değilim belki ama aşkın<br />

ne olduğunu iyi bilirim!<br />

Hayattaki Düsturu: Hayat bir kutu çikolata gibidir.<br />

Ne zaman bittiğini anlayamazsın bile…<br />

Tanıyınca: İyi yürekli kalbi, hız konusunda çevresindeki<br />

birçok insandan avantajlı ayakları ve aşka<br />

olan inancı, tüm eksiklerini örten bir perde gibi.<br />

Onunla tanışırsanız, ona sakın sokağın sonuna dek<br />

yarışalım mı demeyin. Kaybedersiniz…


n Muhalefet tarihinden dramatik bir<br />

hikaye daha beyaz perdeye aktarılıyor.<br />

Filmin yönetmenliğini Ömer Leventoğlu<br />

üstleniyor. Çekimleri 4 hafta sürecek<br />

olan filmde ana karakter Doktor Pınar’ı<br />

sinemanın genç yetenekleri arasında<br />

sayılan Ezgi Çelik oynuyor. Cannes’den<br />

ödüllü Nazmi Kırık’ın da Colombo lakaplı<br />

siyasi mahkumu oynadığı Mavi Ring’de;<br />

Kemal Ulusoy, Diyar Dersim, Giyasettin<br />

Şehir, Erdal Ceviz, Bilal Bulut, gibi<br />

oyuncular rol alıyor. Filmin asıl amacını<br />

ise “şiddetin ölçüsünden ziyade, insanın<br />

dayanabilme kapasitesine odaklanmak”<br />

diyen Leventoğlu, “Başlangıçta<br />

klasik ve sert bir hapishane hikâyesini<br />

andıran Mavi Ring’deki yolculuk, hiç bir<br />

şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini<br />

anlatmaktadır” diye konuşuyor.<br />

n Oyuncu Yeşim Ceren Bozoğlu, 2012’de 3<br />

farklı kadın olarak karşımıza çıkacak. Belçika,<br />

Fransa, Türkiye ortak yapımı ‘Gizli Yüzler’ ve<br />

İsmail Güneş’in yönettiği ‘Ateşin Düştüğü Yer’<br />

adlı birbirinden tamamen farklı iki film ve şu an<br />

açıklanmayan sürpriz bir tiyatro projesiyle yeni<br />

yılda izleyiciyle buluşacak.Dram ve gerilimin<br />

iç içe geçtiği Gizli Yüzler filminde şaşırtıcı bir<br />

rol üstlenen ve şehirli bir kadını canlandıran<br />

Bozoğlu, ‘Ateşin Düştüğü Yer’ filminde ise<br />

töre cinayetinin tam ortasında üç çocuklu,<br />

üstüne üstlük hamile bir kadını oynuyor.<br />

Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak<br />

çekilen film, Bozoğlu’nun psikolojik olarak çok<br />

zorlanmasına da neden oldu.


n Tamer Karadağlı’nın hem yönetip hem de<br />

başrolde yer aldığı ‘Süpertürk’ adlı sinema<br />

filminin çekimleri devam ediyor. Olağanüstü<br />

güçleri olan ‘Süpertürk’ün hikayesini esprili<br />

bir dille anlatan filmde, Tamer Karadağlı’yla<br />

birlikte Arzu Balkan, Suna Keskin, Atilla Arcan,<br />

Buket Dereoğlu, Necmi Yapıcı, Cem Emüler<br />

ve Murat Serezli de rol alıyor. Çengelli iğneyle<br />

tutturulmuş pelerini, göğsündeki yıldız arması,<br />

elindeki tespihi ve topuklarına bastığı siyah<br />

ayakkabısıyla Türkiye’ye özgü bir kahraman<br />

olan ‘Süpertürk’; 17 Şubat’ta vizyona girecek.<br />

Türklere özgü süper kahraman ‘Süpertürk’ filminin<br />

konusu şöyle: Uzayda patlayacak olan bir<br />

gezegenden dünyaya gönderilen iki kapsülden<br />

biri Amerika’ya, diğeri de Türkiye’nin Küçükköy<br />

kasabasındaki çocukları olmayan bir çiftin<br />

bahçesine düşer.<br />

n TTolga Çevik’in<br />

senaryosunu yazıp<br />

başrolünde oynadığı<br />

ilk sinema filminin<br />

adı ‘Hayırdır Tekin’<br />

iken ‘Sen Kimsin?’<br />

olarak değişti. Ozan Açıktan’ın yönetmenliğini<br />

üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda Çevik’in<br />

dışında Toprak Sergen, Zeynep Özder, Köksal<br />

Engür ve Pelin Körmükçü de yer alıyor. 24<br />

Şubat’ta vizyona girecek olan filmle ilgili yönetmenin<br />

küçük tüyoları… Filmimiz ‘Sen Kimsin?’<br />

vatana millete hayırlı olsun. Filmimizin kesin<br />

ismi ‘Sen Kimsin?’dir. Çünkü filmi gerçekten<br />

en iyi anlatan cümle budur. Bu senaryoyu yazarken<br />

en büyük takıntım yaş sınırıydı.<br />

n Mahsun Kırmızıgül’ün filmi ‘Güneşi Gördüm’<br />

ile sinemaya adım atan Hande Subaşı; yönetmen<br />

Çağan Irmak’ı çok başarılı buluyor ve<br />

ekliyor: “Gönlümde Çağan Irmak filmleri<br />

yatıyor.” Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Güneşi<br />

Gördüm’ filmiyle sinemaya adım atan,<br />

ardından da dizi oyunculuğu yapan Hande<br />

Subaşı “Oyunculuktan çok keyif alıyorum,<br />

kendimi bu alanda geliştirmeye çalışıyorum”<br />

diyerek kariyeri ile ilgili açıklamalarda<br />

bulunmuş ama bence kendini geliştirmezse bu<br />

işi pek da hakkıyla sürdüremeyecek!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!