03.05.2016 Views

Cinedergi 26

Binder26

Binder26

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>Cinedergi</strong> sunar: Juliette Binoche<br />

n Haziran geldi sıcacık güneş, üşümüş bütün<br />

kemikleri ısıtıcak. Masmavi denizin soğuk<br />

sularında kulaç atarken ayın 25’ine daha çok var<br />

deyip rahatlayacağım. Çünkü sizi tatmin eden<br />

bir dergi çıkarma baskısı bizim en büyük kabusumuz<br />

oldu. İyi ki de oldu yoksa nasıl Juliette<br />

Binoche gibi bir dünya yıldızının röportajını bu<br />

dergide bulabilirdiniz ki? Cannes’da bizim için<br />

bu röportajı yapan Ece Güçer Reynouard’ya,<br />

Ardan Zentürk’e ve Star Gazetesi yönetimine<br />

teşekkür ederim. Binoche için ben ne söyleyebilirim<br />

ki, onun değeri ortada zaten. Ama röportaj<br />

için birkaç şey söylemeliyim. Yıllardır<br />

röportaj yapıyorum. Türkiye’deki bütün ünlü<br />

sinemacılarla ve birkaç yurtdışından isimle de<br />

söyleşim oldu. Ama inanın bu kadar kendini<br />

açan, hiçbirşeyi saklamadan geçmişini ifade<br />

eden ismi az gördüm. Binoche ünlü olmadan<br />

önce nasıl kasiyerlik yaptığını, o dönemde<br />

İtalyan sevgilisinin kendisine nasıl yardım<br />

ettiğini, Sufilik ile nasıl tanıştığını ve daha bir<br />

çok şeyi bu röportajda açıkça dile getiriyor.<br />

Röportajın sinema izleyicisini ilgilendirdiğinden<br />

daha çok bizim genç yetenekler açısından<br />

önemli olduğunu söylemeliyim. Mesela dergimizdeki<br />

bir diğer röportaj Damla Sönmez’e<br />

ait. Son dönemde en yetenekli ve geleceği parlak<br />

kadın oyuncu adayım Damla, özellikle onun<br />

gibi isimlerin bu röportajı dikkatli okumasını<br />

tavsiye ederim. Banu da ilginç bir sohbete imza<br />

atmış. Haziran ayında vizyona girecek oyan OFF<br />

Karadeniz filminin yönetmeni Nur Dolay soruları<br />

cevaplıyor. Açıkçası o da sıradışı bir röportaj.<br />

Bu isimler yetmezmiş gibi ABD’de bizim için çok<br />

önemli haberlere ve inceleme yazılarına imza<br />

atan Burak Yarkent İrem Altuğ’u yakalamış ve<br />

Los Angeles’ta harika bir sohbet yapmış. Bütün<br />

genç yıldızlarımızın oyunculuk eğitiminde niye<br />

ABD’yi tercih ettiğini ve Türk sineması endüstrisi<br />

ile yurt dışındaki tezatları konuşmuşlar. Fırat<br />

Sayıcı Sex and The City’den yola çıkarak moda<br />

filmlerini bir dosyada toplamış. Banu ise yine<br />

sosyolojik ve siyasal alt metinler barındıran bir<br />

dosyaya imza atmış. Costa Gavras’ın Cennet<br />

Batıda filminden ilham alarak göç ve göçmen<br />

filmlerini gözlem altına almış. Ali Ulvi İşte O An<br />

köşesinde Airport filmini, Seray Şahiner Teşrifatçı<br />

köşesinde Yaşamaya Değer filmini, Burak Yarkent<br />

Hollywood köşesinde Prince of Percia filmini<br />

kendi tarzlarıyla değerlendiriyorlar. Zeynep Bonçe<br />

ise geçen ay okunma rekoru kıran bizim dizilerin<br />

ipliğini pazara çıkardığı Episode köşesinde<br />

bu sefer Türk komedi dizilerinin ağlanacak halini<br />

yazıyor. Kerem Akça bu piyasanın tartışmasız<br />

en iyi DVD köşesini bizim için yapmaya devam<br />

ediyor. Bunun yanında Fırat’ın Rolleriyle<br />

Yaşayanları, Banu’nun Sindrella’sı, Alper<br />

Turgut’un da içinde bulunduğu kalemlerden<br />

film eleştirileri, hiç bir yerde okuyamayacağınız<br />

haberler bölümü dergi çıktığından beri sizlere<br />

ulaşmaya devam ediyor. Bir kenara çekilip<br />

kurduğumuz bu derginin büyümesini seyretmek<br />

gerçekten büyük bir haz veriyor insana. Tabii belki<br />

de en büyük teşekkürü bizi bu noktaya getiren<br />

siz okuyuculara borçluyuz. Hepinize teşekkürler...<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Webmaster<br />

Tayfun Salcı<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Seray Şahiner<br />

Cansu Üsküp


Konu: 12 yaşındaki Dre<br />

Parker, yaşadığı Detroit’te<br />

mutlu bir hayat sürmekteyken,<br />

annesinin işleri<br />

nedeniyle Çin’e taşınmak<br />

zorunda kalır. Çin’deki<br />

yaşama uyum sağlayan Dre,<br />

sınıf arkadaşı Mei Ying’e<br />

aşık olur. Aslında birbirlerine<br />

karşı hissettikleri<br />

karşılıklıdır, ama aradaki<br />

kültürel farklılık bu dostluğu<br />

zora sokar. Bu da yetmezmiş<br />

gibi, okulun karate yıldızı<br />

Chang belalısı haline gelir.<br />

Dre, bir Kung Fu ustası olan<br />

Mr. Han’la tanışır ve iyi bir<br />

dövüşçü olmak için onun<br />

yardımını ister. Mr. Han ise<br />

bu sporun dövüş ve şiddet<br />

için değil, olgunluk ve<br />

kontrole için kullanıldığını<br />

gösterecektir.<br />

Yönetmen: Harald Zwart<br />

Senaryo: Michael Soccio<br />

Oyuncular: Jaden Smith, Jackie<br />

Chan, Taraji P. Henson


Yönetmen: Marilyn Agrelo<br />

Senaryo: Michael Ellis<br />

Oyuncular: Jessica Alba, J.K. Simmons,<br />

Chris Messina, Bailee Madison<br />

Konu: Çocukluğunda babasının<br />

hastalığını unutmak için matematiğe<br />

sığınan Mona Gray, bir matematik<br />

dahisi olup çıkmıştır. Hayatta<br />

karşılaştığı herşeyi matematik yoluyla<br />

anlamaya çalışan Mona, bu kez<br />

yalnızlığını unutmak için matematiğe<br />

sarılmaktadır. Ancak herşey bir<br />

ilkokulda matematik öğretmenliğine<br />

başlaması ile değişir. Öğretmenlik<br />

konusunda elde etmeye başladığı<br />

deneyimle kendisini yeniden<br />

keşfeden Mona, öğrencisi olan<br />

çocukların sorunları ile ilgilenmeye<br />

başlar. Çocuklarla kurduğu iletişim,<br />

Mona’nın aşka, çocukluğa ve bütün<br />

olarak hayata dair bakışını değiştirir.<br />

Yönetmen: WeDavid Cronenberg<br />

Senaryo: Derek Haas,<br />

Michael Brandt<br />

Oyuncular: Tom Cruise,<br />

Denzel Washington<br />

Konu: Matarese adını taşıyan gizli<br />

ve son derece tehlikeli bir yeraltı<br />

grubu (aynı zamanda bir seçkinler<br />

kulübü) dünyayı ele geçirme<br />

planları yapmakta ve iki dev gücü<br />

tehdit eden bir güç konumuna<br />

gelmektedir. Üstelik çoktan Amerika<br />

ve Sovyetlerin içine sızmıştır.<br />

Dolayısıyla düşmanlar işbirliği<br />

yapmaya başladığında, dünyayı<br />

kurtarmak gibi bir amaçla yola<br />

çıksalar da, kendi ülkelerinin de<br />

hedefi haline gelirler.


Yönetmen: AJean - Pierre Jeunet<br />

Senaryo: Jean-Pierre Jeunet, Guillaume Laurant<br />

Oyuncular: Dany Boon, Andre Dussollier, Nicolas<br />

Marie, Jean - Pierre Marielle<br />

Konu: Bazil yetim bir evsizdir. Neyse ki<br />

yalnız değildir. Birbirinden farklı ve uyumsuz<br />

arkadaşları onu yalnız bırakmamaktadır: Remington,<br />

Calculator, Buster, Slammer, Elastic<br />

Girl, Tiny Pete ve Mama Chow.Kendi hayal<br />

dünyasında yaşayan Bazil, günlerden bir gün<br />

silah fabrikası ile karşılaşır. Bambaşka bir<br />

hayat sürebilecekken, daha hayatının başında<br />

yalnız kalmasına sebep olan silahlardan intikam<br />

almasının vakti gelmiştir.<br />

Yönetmen:<br />

Nicholas Stoller<br />

Senaryo: Jason<br />

Segel, Nicholas<br />

Stoller<br />

Oyuncular: Katy<br />

Perry, Christina<br />

Aguilera, Rose<br />

Byrne, Pink,<br />

Jonah Hill


Konu: Yeni kurulmuş<br />

bir plak şirketi efsanevi<br />

rock solisti Aldous<br />

Snow’u, Los Angeles’ta<br />

konser vermesi için<br />

iknaya çalışmaktadır.<br />

Bir tür dönüş konseri<br />

olacak bu etkinlikte<br />

rock yıldızı gelmeye<br />

istekli değildir. Dahası<br />

plak şirketinin yalnızca<br />

iki günü kalmıştır.<br />

Yönetmen: Vladimir Perisic<br />

Senaryo: Alice Winocour,<br />

Vladimir Perisic<br />

Oyuncular: Boris Isakovic,<br />

Miroslav Stevanovic, Relja Popovic<br />

Konu: Savaşın insanlıktan çıkarıcı<br />

etkisi, yönetmen Perisic’in ilk uzun<br />

metrajlı filminde gözler önüne seren<br />

Film Balkanlar’da, terk edilmiş bir çiftlikte<br />

yirmi yaşındaki bir askerin güneşin<br />

altındaki bitmek tükenmek bilmeyen<br />

bekleyişini ve acımasızca ilk cinayetini<br />

işleyişini dokunaklı bir üslupla anlatıyor.


Yönetmen:Zean Wellins, Glen Keane<br />

Senaryo: Dean Wellins, Mark Kennedy<br />

Seslendirenler: Mandy Moore, Kristin<br />

Chenoweth, Matthew Gray Gubler,<br />

David Schwimmer<br />

Konu: Bu ölümsüz peri masalı; fakir<br />

bir çiftin yeni doğan kız evlatlarını<br />

yaşlı bir cadıya vermek zorunda<br />

kalmaları ile başlar. Cadı ile komşu<br />

olan çiftin erkeği, parasızlık ve<br />

annenin sürekli bu komşunun<br />

bahçesindeki marulları aşermesi sebebiyle<br />

bir gün cadının bahçesinden<br />

marul çalar; ancak ikinci kez çalarken<br />

yakalanır. Cadının büyü yapmasından<br />

çekinen baba, doğan kızını ona vermeyi<br />

kabul eder. Cadı doğumdan<br />

sonra kız çocuğunu alarak ona<br />

aslında bahçedeki marulların türünün<br />

adı olan Rapunzel ismini verir.<br />

Yönetmen: Alexis Alexiou<br />

Senaryo: Alexis Alexiou<br />

Oyuncular: Yorgos Kakanakis, Serafita<br />

Grigoriadou, Dafni Labroyanni, Argiris<br />

Thanasoulas<br />

Konu: Iason ve Penelope bir arkadaş<br />

yemeğinde tanışıp, birbirlerinden<br />

hoşlanır ve aşık olurlar. Bir süre<br />

sonra birlikte yaşamaya başlarlar. Ancak<br />

zamanla Iason’un davranışları<br />

tuhaflaşmaya başlar. Şizofrenik tavırlar<br />

sergileyen Iason, Penelope’un kendisini<br />

aldattığını sanmaktadır. Gittikçe<br />

panik atakları ilerleyen Iason kendine ve<br />

çevresine zarar vermeye başlar.


n Elm Sokağı korku sinemasının babalarından<br />

biri. Bu haftanın daha fazla korku soslu yeniden<br />

çevrmi ise 1984’tekinin tıpkısının aynısı,<br />

yani biraz da korkuncu… Wes Craven’in<br />

çocukluk arkadaşından ilham alarak ismini<br />

koyduğu, tipini de çocukluk korkusu bir adamdan<br />

esinlenerek yarattığı Freddy Kruger<br />

kötü adamlar arasında has bir yere sahip.<br />

Ama işin içine yeniden çevrimler konusunda<br />

sınır tanımayan ve debelendiği üretim krizinde<br />

günü kurtarmaya çalışan Hollywood düşünce<br />

filmin ne tadı kalmış ne de tuzu… Bilindiği<br />

gibi 1984 yapımı film başarı konusunda kendi<br />

çapında bir çığır açınca ardından altı tane<br />

daha kardeşinin gelmesi kaçınılmaz oldu,<br />

etraf küçük küçük Kruger’larla doldu. ‘1-2,<br />

Freddy senin için geldi’ melodisiyle çocukların<br />

içine işleyen, rüyalarında bile çocukları rahat<br />

bırakmayan bu yaratık bıçaklı eli ve yanık<br />

yüzüyle hayatımızın ortasında hatta en güzel<br />

rüyalarımızın içinde bitiverdi. İlgi görmesi<br />

kaçınılmazdı ve Elm Sokağı’da Kabus böylece<br />

başlamış oldu. ‘3-4 Kapını sıkı sıkı ört’<br />

devam filminin çığırtkanlığına soyundu ve<br />

hemen ertesi yıl kabusa ‘Freddy’nin İntikamı’<br />

eklemlendi. Yönetmen koltuğunda bu kez<br />

Jack Sholder oturuyordu ve Kruger rüyalardan<br />

çıkarak beden ele geçirme sapkınlığına<br />

soyundu… 1987’de çekilen üçüncüde Craven<br />

senaryoyu yazıyor ve yemin billah oturmuyor<br />

yine yönetmen koltuğuna. Bu kez Chuck Russell<br />

var koltukta. İkinci filmi es geçip birinciyle<br />

uyumlanıyor bu film. Bu kez bu korku salan<br />

yaratığın geçmişine eğiliyor film ve bu belayla<br />

başa çıkma yöntemlerini aratıyor insanlara…<br />

‘5.6 Yakala haçını’ ve dördüncü de bir rüya<br />

ustası… Wes Craven iyice uzaklaşıyor filmden<br />

ama Freddy tekrar ortaya çıkıyor, beşinci<br />

de ‘Hayal Çocuk’ oluyor ve bu kez anne karnındaki bir<br />

bebeğin rüyalarını kullanıyor Freddy ve seriye bir şey<br />

katamadan altıncıya yani ‘Son Kabus’a bırakıyor yerini…<br />

Serinin son filmi olması temennisiyle çekiliyor ve Wes<br />

Craven etkisi taşıyor az biraz… Freddy kasabada genç<br />

nüfusa dair bir iz bırakmamış, diğer kasabalara geçsem<br />

mi diye düşünmektedir. ‘7-8 Yatağa erken gireriz’ derken<br />

film 1994’te Yeni Kabus’la yeniden karşımıza geldi. Wes<br />

Craven eğer bir kapanış olacaksa bunu ben yaparım dedi<br />

ve muhteşeme yakın bir final yaptı, eski oyuncular da<br />

toplandı ve Craven filmini serileştirerek çarçur eden diğer<br />

filmlere de göndermesini yaptı bu filmle. Seri kapandı bitti,<br />

gitti, Freddy tarih oldu, rüylarımız neşeyle doldu derken<br />

2003 yılında Freddy Jason’a Karşı çıktı geldi ve tamamen<br />

gişeye oynadı. Gençler Freddy’ı hatırlamadıkları<br />

için ölüler diyarından Jason’u kullandı bu kez bizim<br />

tırmalayan katil. İki kötü gençlerin burnundan getirdi, bize<br />

de iki kötüyü aynı anda izleme fırsatı sunuldu. ‘9-10, Artık<br />

uykuya son’ haline gelmişken, 1984 yılındaki ilk filmin<br />

tıpkısının aynısıyla karşı karşıyayız…Kabus yeniden mi<br />

başlıyor acaba dedirten ama zerre kadar tatmin etmeyen<br />

bu yapım daha fazla korku dedirten haliyle biraz farklı<br />

bir olduğunu göstermeye çalışıyor. Wes Craven yarattığı<br />

bu korku adamının herkesin ellerinde heba olmasına<br />

anlaşılan çok üzülüyor. Bu yeniden çevrim konusunda<br />

da memnuniyetsizliğini belli ediyor, en azından ‘bana bir<br />

danışsalardı’ diyor haklı olarak… Ama eski Freddy Robert<br />

Englund katılmıyor bu fikre, yeni nesil tanısın bu seriyi diyor.<br />

Ama yeniden çevrim o kadar fazla Hollywood kokuyor<br />

ki, eski atmosferi istiyoruz demekten başka çaremiz yok.<br />

Sanki Freddy bile eski Freddy değil, korkmadım ben!!! Bu<br />

kez yönetmen koltuğunda Samuel Bayer var, yeni Freddy<br />

ise Jackie Earle Haley… Klasik korku oldu mu size hiçbir<br />

yenilik vaat etmeyen, çoğunlukla tatmin etmeyen Hollywood<br />

korku… Eski korkulara selam demek isteyenler<br />

izlemeyi deneyebilir!


n Günümüzün animasyonları sinemanın hem<br />

teknik hem de sanatsal anlamda devrimlerinin<br />

yaşandığı ilk üretimler. Üç boyutlu teknoloji yaygın<br />

olarak en önce animasyonlarda kullanıldı. Artık<br />

bütün animasyonlar üç boyutlu. Bunun dışında<br />

senaryo anlamında da müthiş yaratıcı ve derinlikli,<br />

hikâyelere sahipler. Buz Çağı, Madagaskar, Up,<br />

Kayıp Balık Nemo gibi filmler çocuklar için olduğu<br />

kadar büyüklerin de zevkle izlediği yapımlar. Peki,<br />

büyüklerin bu kadar zevk almasının sebebi nedir<br />

son dönem animasyonlardan. Çünkü animasyonlar<br />

konularını çocukların duygularından daha çok<br />

yetişkinlerin dünyasından alıyor. Aşk, arkadaşlık,<br />

evlilik, kıskançlık gibi konular animasyonların<br />

öykülerinin odağında yer alıyor. Bu filmlere en<br />

iyi örnek de Shrek’in dördüncü filmi Shrek: Sonsuza<br />

Dek Mutlu… 2001 yılında Shrek sevdiği<br />

kadını ejderhanın elinden kurtardığında müthiş bir<br />

macera başladı. Uzak Ülke’nin prensesi olan Fiona<br />

gündüz insan gece devdi. Aşkı bulduğu adamla<br />

öpüştüğünde lanet ortadan kalkacak ve Fiona<br />

özgürlüğüne kavuşacaktı. Fakat Yeşil dev Shrek,<br />

Fiona’yı öptüğü zaman prensesin lanetinin insan<br />

olmasından kaynaklandığı görüldü. Yani Fiona<br />

insanlığından kurtulup dev oldu. İşte bu ters öykü<br />

Shrek’in asıl büyüsünü oluşturdu. İnsanlar zayıf,<br />

kıskanç ve güce tapan yaratıklar olarak resmedildi<br />

ki bu biraz da günümüz toplumunun eleştirisiydi.<br />

Sonra Shrek ve Fiona’nın evlenmelerine çocuk<br />

sahibi olmalarına tanık olduk. Fiona’nın ailesinin<br />

Shrek’i nasıl zorlanarak kabul ettikleri başka bir filmin<br />

hikâyesi oldu. Sonunda geldik Shrek’in etrafını<br />

saran evlilik hayatında yaşadığı monotonluğa. Her<br />

sabah aynı şekilde uyanan, kahvaltı eden, aynı<br />

gazeteyi okuyan, tatil günlerini aynı kişilerle geçiren<br />

Shrek bunalıma girer. Üstelik aile hayatı onun<br />

bütün heyecanlarını öldürmüştür. O artık köylülerin<br />

korktuğu dev değildir. Kendini milletin maskarası<br />

olarak görür. Baskı dayanılmaz boyutlara ulaşınca bir<br />

günlüğüne hayatını değiştirmek için kötü niyetli Rumpelstiltskin<br />

ile anlaşma imzalar ve hikâye çatallaşır.<br />

Burada müthiş göndermeler var. Günümüzde evli<br />

erkeklerin düştüğü orta yaş krizi Shrek’in kaybettiği<br />

dev imajına denk düşer. İş, çocuklar, evin sorumluluğu,<br />

kadının ekonomik katkısı erkeğin iktidarını tartışılır<br />

hale getirir. Bir de gençliğin verdiği fizik gücü azalmaya<br />

başlayınca şüpheler bu adamın önüne dev gibi dikilir.<br />

Shrek’te kendinden büyük bu devle uğraşacaktır. Modern<br />

toplumdaki olgunluk çağına yaklaşan her erkeğin<br />

krizi Shrek sayesinde bu animasyonda işleniyor. Tabii<br />

bütün bu krizden aile yapısını olumlayan bir ders<br />

çıkaran film. Hollywood’un klasik yapısının bir devamı<br />

niteliğinde. Hollywood endüstrisi kendi toplumunun<br />

iç dinamiklerini yönlendirme görevini özellikle aile<br />

yapısını koruma amaçlı üretimleriyle devam ettiriyor.<br />

İster animasyon, ister bilimkurgu veya başka bir türde<br />

üretilen filmler ile sürekli yüceltilen aile yapısı suni<br />

bir ders olarak karşımızda. Modern toplumun gerçek<br />

dertlerine içi boşaltılmış bu tür göndermeler canımızı<br />

sıksa da, en azından animasyon filmler için “Çizgi film<br />

işte” deme özgürlüğünden yararlanarak bu uzaktan kumanda<br />

etkisinden uzak kalmaya çalışıyoruz. Zaten bu<br />

tür zorlamalar tam ters etki yapıyor ve aile kavramının<br />

içini boşaltıyor. Bunun dışında Shrek bu filmle ortayaşa<br />

gelmiş her erkeğin bir yanına dokunmayı başarıyor.


n “Çift kutuplu dünya, doğu bloğu, batının emperyalistleri<br />

ve soğuk savaş... Her iki tarafa<br />

da sızan usta casuslar, füze krizi ve uzay<br />

macerası... Glasnost ve Perestroyka... Ardından<br />

74 yıllık Sovyet deneyinin çöküşü, tek efendi<br />

konumuna gelen ABD’nin bitmek tükenmek<br />

bilmeyen pervasızlığı... “Elveda” (L’affaire Farewell),<br />

Sovyetler Birliği, Fransa ve ABD arasında<br />

yaşanan ajan krizini masaya yatıran, gerilimi<br />

hep yedeğinde tutan ve dramla harmanlanan bir<br />

siyasi film. Elveda, ilk olarak 29. Uluslararası<br />

İstanbul Film Festivali’nin Dünya Festivalleri<br />

kuşağında gösterilmişti. KGB üzerinden SSCB’ye<br />

dolaylı yüklenmek gibi bir yükümlülük hissetse<br />

de Elveda’nın, vasatı aşan bir yapım olduğunu<br />

gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Eli yüzü düzgün<br />

bir politik sinema denemesine, epeydir hasret<br />

kalmıştık. Elveda, 11 Haziran’da vizyona giriyor.<br />

Kaçırmayın. Elveda, Serguei Kostine’in “Bonjour<br />

Farewell” adlı kitabından uyarlandı. Filmin senaristi<br />

ve yönetmeni Christian Carion. 2005 tarihli<br />

güzelim “Ateşkes”in (Joyeux Noël) ardından<br />

Fransız yönetmen Carion’un artık çekeceği<br />

her filmi izleme kararı almıştım. Elveda’nın<br />

başrollerini; romantik tiplemelerin bildik delikanlısı<br />

Guillaume Canet (Pierre Froment), pek meşhur<br />

yönetmen Emir Kusturica (Sergei Gregoriev) ile<br />

Alexandra Maria Lara (Jessica Froment), Ingeborga<br />

Dapkunaite (Natasha) ve her rolün adamı<br />

Willem Dafoe (Feeney) üstleniyorlar. Filmde<br />

Diane Kruger’in de ufak bir rolü var. Unutmadan,<br />

François Mitterrand (Phillippe Magnan) ile Ronald<br />

Reagan (Fred Ward) tiplemeleri, bir hayli<br />

karikatürize, bu belki de yönetmenin seçimi<br />

ancak göze battığı da bir gerçek. Yapım, politik<br />

manevralara, aileyi, aşkı, aldanmayı, aldatmayı<br />

ve kişisel ihtirasları da katık ediyor. Komünizmin<br />

yeniden soluklanması gerektiğini düşünen<br />

Fransız hayranı bir uzman KGB şef ajanı, amatör<br />

ve gönüllü bir casus ile dostluk kuruyor.<br />

Ve bu işbirliği, kısa sürede dünyanın dengesini<br />

değiştiriyor.<br />

Evet, Lenin ve Stalin’in, yoğun bir emekle Marksist bir<br />

temelde inşa ettiği yapı, ardılların aymazlığı yüzünden<br />

çatırdamaya başlamıştı. Sosyalizmden kopuş ve<br />

bürokratik hantallığa meylediş idi bu... Ve bu ihanet,<br />

kapitalizmin zafer çığlıklarını beraberinde getirecekti. <strong>26</strong><br />

Aralık 1991 günü Sovyetler Birliği bayrağı, Kremlin’deki<br />

gönderinden indirildi. Dünyanın yüzölçümü en büyük<br />

ülkesi bir anda dağılıverdi. Film bizi, Sovyetlerin<br />

dağılmasından 10 yıl öncesine 1981’e geri götürüyor.<br />

Artık Soğuk Savaş’ın en ateşli dönemi başlamıştır.<br />

KGB Albayı Grigoriev, Leonid Brejnev’in Sovyetler<br />

Birliği Komünist Partisi genel sekreterliği sırasında,<br />

sisteme olan inancını kaybeder ve tüm dünyayı tek<br />

başına değiştirme kararı alır. Karısına ve oğluna, mutlu<br />

bir gelecek armağan etmek isteyen bu adamın gözü<br />

karadır. Moskova’da çalışan Fransız mühendis Pierre<br />

ile bağlantı kuran Grigoriev, çok gizli belgeleri ona teslim<br />

eder. Hem Fransa hem de ABD, yaşamsal öneme<br />

haiz bu dokümanlara balıklama atlarlar. Kaynaktan<br />

iki yıl boyunca bilgi akar, Fransız Gizli Servisi, operasyona<br />

“Farewell” kod adını verir. SSCB dara düşerken<br />

düşmanları sevinir. Üstelik gaza gelen eski aktör Ronald<br />

Reagan, Yıldız Savaşları projesini açıklar. KGB, geç de<br />

olsa uyanır, artık hem Grigoriev hem de Pierre, tehlike<br />

ve tehdit altındadırlar.<br />

Son sözü de biz söyleyelim. Ama önce sorumuzu<br />

soralım. Çift kutupluyken dünya daha mı çok tehlike<br />

altındaydı, yoksa ABD’nin dünyanın jandarmalığını<br />

yaptığı günümüzde mi? Yanıt veya kanıt peşinde<br />

değiliz. Bilen biliyor, gören görüyor. Ve elbette, yıkılan<br />

sosyalizm değildir, sadece bir deney başarısızlığa<br />

uğramıştır. Çünkü sosyalizm, insanlığın biricik umududur<br />

ve biliriz ki; umutlar asla tükenmezler. Tüm aklı evvellere<br />

inat, emperyalizm ve kapitalizm bile bu gerçeğin<br />

farkındadır. Hem Lenin ne demişti; “Biz bu eserin<br />

yapımına başladık. Ne kadar zamanda, ne zaman,<br />

hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar,<br />

bunun öze ilişkin bir önemi yok. Önemli olan buzun<br />

kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır.” Evet,<br />

buz çoktan kırılmıştır.


n Herkesin hayatında kahramanları vardır. Bazen<br />

bir aile büyüğü, bazen tanınmış bir kişi, zaman<br />

zaman da hayali bir yoldaş… Usta yönetmen<br />

Ken Loach’ın çoğu zaman tercih ettiği gibi<br />

küçük hayatları anlattığı, sondan bir önceki filmi<br />

“Hayata Çalım At”, sıradan bir posta memurunun,<br />

çıkmazlara girdiği noktada, en sevdiği futbolcu olan<br />

Eric Cantona’nın hayali arkadaşlığına sığınmasını<br />

anlatıyor. Komedi ve dram argümanlarını dozajında<br />

kullanarak seyirciyi avucunda tutmayı başaran<br />

filmin kısaca konusu şöyle… Manchester’lı postacı<br />

Eric, karısı onu terk ettikten sonra haşarı üvey<br />

çocuklarıyla başa çıkamayan, panik atak krizleri<br />

geçiren, üstüne üstlük otuz yıldır görüşmediği,<br />

kızının annesi Lily’ye bile yeniden açılamayan çaresiz<br />

bir adamdır. İşte böyle anlarda, sarıldığı özel bir<br />

arkadaşı vardır: Her akşam ona görünen ve trompet<br />

çalan futbol dehası, filozof Eric Cantona...<br />

1997 yılında Manchester United’da futbolu bırakan<br />

Fransız forveti Cantona, adaşı olan postacı Eric’e<br />

yol gösteren, sorunlarını çözmesinde yardımcı<br />

olan, ancak bunu çoğu zaman Eric’in kendisinin<br />

yapmasını sağlayan bir karakter olarak karşımıza<br />

çıkıyor. Yeri gelmişken belirtelim, Eric Cantona gerçek<br />

hayatında da sadece bir futbolcu değil. Sanata<br />

ve özellikle de sinemaya karşı düzenli bir tutkusu var<br />

Cantona’nın. Çeşitli sinema ve televizyon filmlerinde,<br />

dizilerde 1995 yılından bu yana rol almış. Üstüne<br />

üstlük 2002 yılında da, Charles Bukowksi’nin kısa<br />

bir öyküsünü de kısa film olarak yöneterek, kamera<br />

arkasına geçmiş. Filmi seyrederken Cantona’nın<br />

göstermiş olduğu profesyonel rahatlığın sebebini belki<br />

şimdi daha rahat anlayacaksınız.<br />

Postacı Eric’i canlandıran Steve Evets, İngiltere’nin<br />

tanınmış ekran yüzlerinden biri. İçinde bulunduğu<br />

depresif hayatı, seyirciye aktarmasındaki başarı, onun<br />

ne kadar güçlü bir oyuncu olduğunu da kanıtlıyor.<br />

Ken Loach’ın filmi için oldukça ideal bir seçim olan<br />

Evets, hem görünüm, hem de karakter olarak beklentileri<br />

karşılamış. Ken Loach usta, İngilizler için bir<br />

yaşam biçimi haline gelen futbolu, senaryonun ana<br />

dallarından biri haline getirmeyi tercih etmiş. Bu<br />

sayede de, özellikle erkeklerin dünyasını, dayanışma<br />

ruhunu daha net bir şekilde ortaya koymuş. Futbol<br />

fanatizminin doruklarını da derinliğini de su yüzüne<br />

çıkaran yan karakterler bir hayli özenli ve pürüzsüz<br />

kotarılmış. Her ne kadar Loach filmografisinde bir<br />

başyapıt olamayacaksa da, Loach, futbol ve tabi ki<br />

Cantona hayranlarının mutlaka izlemesi gereken bir<br />

film “Hayata Çalım At”.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bazı insanlar vardır ki sanatlarıyla<br />

büyürler. Kendi hayatları ise ürettiklerinin<br />

yanında hep tezat kalır. Bunun en büyük<br />

sebebi ise hayatla geçinememeleridir.<br />

Bu tür insanlar toplumu etkiler. İşte Dennis<br />

Hopper benim için böyle bir isimdi.<br />

Toplumun genelinde çok ses getirmese<br />

bile sanatsal değer olarak en üstlerde<br />

yer alan filmlerin adamıdır o. Mesela<br />

Mavi Kadife. 1986 yılında Blue Velvet’I<br />

seyrettiğimde de, 1979’da Kıyamet’te<br />

de beni hep derinden etkileyen isimdi.<br />

Onun oyunculuğundaki isyan, öfke ve<br />

en önemlisi güvenilmezlik hayata bakış<br />

açısının bir yansımasıydı. Bu kadar öfkeli<br />

bir insandan etkilenmemek mümkün mü?<br />

Hayata karşı mutlu kalabilen insan, özellikle<br />

sanatçı benim gözümde en azından<br />

şüphelidir. Dennis Hopper ise dünyaya<br />

karşı duyduğu öfkeyle gerçekliği<br />

tartışılmaz bir isimdi. Onun kariyerinin<br />

en önemli filmi Easy Rider tabii ki. Ama<br />

dediğim gibi benim için o Mavi Kadife,<br />

Kıyamet ve Rumble Fish’ti. 1983 yılında<br />

Rumble Fish’te yeni yeni ismini duyuran<br />

Matt Dillon’ın babası rolünde yine bir<br />

kaybedeni oynamıştı. Mickey Rourke ve<br />

Matt Dillon kadeştirler, babaları Dennis<br />

Hopper ise bir alkolik. Belki yaşım itibariyle<br />

baba oğul ilişkisi anlamında beni çok<br />

etkilemişti. Dennis Hopper bu anlamda<br />

hayatımın bir parçası oldu. Diğer rolleriyle<br />

de aynı etkiyi uyandırdı. O benim<br />

kaybedenimdi. Belki anlamsızca bir


dolu filmde oynadı. Saydığım iyi filmlerinin<br />

dışında bir dolu popüler ve ucuz filmlerde<br />

de rol aldı. Ama gözümde bu filmler ondan<br />

hiç bir şey kaybettirmedi. O filmlerle<br />

aslında düzenle dalgasını geçti. Entelektüel<br />

zırvalıklarla, hayatın sanal önemiyle<br />

dalgasını geçti. Yaşadığımız hayatın aslında<br />

önemsizliğini ve değersizliğini tanımladı<br />

hep. Bu yazıyı yazarken Ali Ulvi’nin Siyad<br />

Grup’a attığı kısa maile gözüm çarptı, “Demek<br />

sanatçı olmak ve “ölümsüzlük” böyle<br />

birşey...Ve özgürlük savunucusu olmak<br />

, nasıl da önemli! Bu arada, “diğer taraf”<br />

da çok zenginleşmeye başladı.” Çok<br />

doğru satırlar bu yazıın içinde olmasını<br />

istedim. Halbuki son dönemde Hopper<br />

ile ilgili gazetelerde neler okuduk?<br />

Çocuklarıyla miras davaları, eşinin<br />

tablolarını çaldığı gazetelerde yer aldı.<br />

Onun gerçek kişiliği canlandırdığı<br />

serseri karakterlerde yatıyordu. Bizim<br />

kaybettiğimiz gazete küpürlerindeki<br />

Dennis Hopper değil. Veya Speed’teki,<br />

Oyum Kime’deki Dennis Hopper değil.<br />

Bizim kaybettiğimiz Siyam Balığı’ndaki<br />

o alkolik baba…


Var olmanın dayanılmaz « ağırlığı »<br />

ve oyunculuk... Dünya çapında ün<br />

salmış entelektüel bir oyuncunun iç<br />

alemi, sadece exclusive olarak<br />

<strong>Cinedergi</strong> okuyucuları için…<br />

ECE GÜCER REYNAOUD<br />

n Bu seneki Cannes Film Festivali’nde<br />

kariyeri boyunca ödüle doymayan Juliette<br />

Binoche, En Iyi Kadın Oyuncu Altın<br />

Palmiye odülüne layık gorüldü. İngiliz<br />

Hasta ile 1997 yılında en iyi yardımcı<br />

kadın oyuncu Oscar’ını alan 46 yaşındaki<br />

ünlü oyuncu, İranlı yönetmen Abbas<br />

Kiarostami’nin tamamıyle İtalya’nın bir<br />

Toscan kasabasında çekilen Copie Conforme<br />

(Tasdikli Kopya) filminde aşkı yakalamaya<br />

çalışan bir Fransız sanat galerisi<br />

sorumlusunu oynuyor.<br />

Büyük oyuncu henüz Türk sinemasıyla<br />

haşır neşir olamamanın üzüntüsü<br />

içersinde ama röportaj sırasında Sufi<br />

felsefesine yakınlığını ifade etmesi belki<br />

bir gun bir Semih Kaplanoğlu projesinde<br />

yer alır dedirtir cinsten. Kim Bilir ?<br />

Var olmanın dayanılmaz « ağırlığı »<br />

ve oyunculuk, … Dunya çapında ün<br />

salmış entellektüel bir oyuncunun iç<br />

alemi, sadece exclusive olarak <strong>Cinedergi</strong><br />

Okuyucuları için…<br />

Oynadığınız bu isimsiz kadın rolünde<br />

hep bir umut ve sevgi perspektifi arayışı<br />

var sanki, tıpkı Gena Rowlands’in Opening<br />

Night filmindeki gibi, …<br />

Kanımca, oynadığım kadın sevginin<br />

aciliyeti içersinde. O, adamın duyguları<br />

ve heyecanlarını iteklemeye çalışıyor,<br />

neredeyse adama “hadi bu kadar<br />

kayıtsız kalma, birşeyler yapmalısın”<br />

der gibi, ama gorünen o ki adamın<br />

pek umurunda değil. Bence kadın pek<br />

de başarılı olamıyor, ama o adam da<br />

sonunda oynaması gereken aşk oyununu<br />

oynuyor, bunu oynamaya hazır<br />

aslında. Bir filmin varlığı, tamamıyla<br />

onun yorumlanmasıyla ilgili bir şey.<br />

Ona bir takım düşüncelerini yansıtarak<br />

hayat veriyor, insanlar. İşte böylelikle<br />

bir sanat eseri yapıldığında asla bitmiş<br />

olduğunu söyleyemeyiz, o sanat eseri<br />

insanların hayal gücünde oluşumuna<br />

devam ediyor.<br />

Filmde dendiği gibi, gerçekten bir sanat<br />

eserinin kopyası aslından daha değerli<br />

ya da aslı kadar değerli olabilir mi, buna<br />

inanıyor musunuz ?


Hangi kopyadan bahsettiğinize bağlı. Bir şeyi kopya<br />

ettiğinizde onu yeniden yaratıyorsunuz aslında. Sinema zaten<br />

hayatın kopyasıdır, hayatın yoğunluğu içersine bir güç<br />

seçmektir. Belki de sinema hayattan bile daha güçlüdür.<br />

Film çekilirken, rolü oynarken orada oluşan şartlar, her<br />

şey tepenize inip sizi baştan aşağı giydirebiliyor. O anki<br />

oyunculuk hadisesine aldanmalarınızı, hatıralarınızı, hayal<br />

gücünüzü katıyorsunuz, sonuçta. Tıpkı içinizde oluşan<br />

bir çağrı gibi, içinizden rolü oynamak için enerji gelsin<br />

veya gelmesin, bu size ait olan bir şey değil. Belki o anki<br />

kaderiniz, şansınız, orada oluşan olaylar, bunu nasıl<br />

adlandırabileceğimi bilemiyorum, Içinizde o an oluşan<br />

şeyler, o kadar yoğun olabiliyor ki, bir nevi hayatın konsantresi<br />

üzerinizde. Ben bundan güç alarak oynuyorum.<br />

Neden illa ki Abbas Kiarostami ile bu kadar çok çalışmak<br />

istediniz ?<br />

Onun filmlerini çok seviyorum. Ben onun siyah beyaz<br />

çocuklarla ilgili filmlerini gördüğümde coşku ve heyecan<br />

duyguları beni sarıyor. Onun filmlerinde sevdiğim şey,<br />

doğayı , daha çok insan doğasını bu kadar güzel filme<br />

çekmeyi bilmesi. Filmlerindeki görüntüler, vizyon, bana<br />

gerçek hayatın yansımaları gibi geliyor. Onun filmlerini<br />

seyrettiğimde,kendi içimde sanki kendimle daha yakın<br />

oluyorum. Aslına bakarsanız benim hayalim hep yaratıcı<br />

yönetmenlerle çalışmaktı. Hollywood’da film yapıp ünlü ve<br />

zengin olmaya çabalamak degildi. Riskli oyunculuk seçimleri<br />

ise tam bana göre. Degişik kitlelere seslenmek onları<br />

keşfetmek için çabalıyorum, Bu benim hayat ve sanat<br />

anlayışımdan daha fazla haz duymamı sağlıyor.<br />

Filmdeki karakteriniz duygusal açıdan cömert. Her ne<br />

kadar erkeğin karşısında yenik gozükse de, bazen aslında<br />

ona göre üstün gözüküyor, sanki adam sadece kendisi için<br />

yaşıyor, daha dopdolu bir kadın,…<br />

Ondan çıkan bütün bu enerji aslında bir şeyleri kendine


doğru çekme çabasının ne kadar zor<br />

olduğunu gosteriyor. Yine de içindeki güçten<br />

destek alıyor. Belki de biz kadınlar erkekler<br />

tarafından böylesi bir yolun başına konulduk.<br />

Belki de bu annelik iç güdüsünden ötürü<br />

duygularımızla daha içiçeyiz, duygularımız<br />

oldukça riskli de olabiliyor tabii ki. Filmdeki<br />

erkek ise ailesine sırtını dönmüş, sonuç<br />

itibariyle bu bir rol, kadınsa sürekli konuşkan<br />

derdini bir şekilde dile getirmeye uğraşıyor.<br />

Hep ona bir kanca atmaya, ondan bir şeyler<br />

çıkarmaya didiniyor.<br />

Filmdeki bu içi sürekli kıpır kıpır kadın karakteri<br />

gibi olma ihtimaliniz var mı ?<br />

Neden olmasın. İçimde ve dışımda o kadar<br />

ateş var ki ! (Kahkahayi basiyor) bazi insanlar<br />

bununla doğuyor yapılacak bir şey yok.<br />

Bu kadar takdir görmüş uluslarası kariyerinizin<br />

yolculuğunda size yardımcı ve ya destek<br />

olan birileri oldu mu ?<br />

Bir zamanlar yolun başında genç bir aktrisken,<br />

param yoktu tabii ki, sanatsal anlamda<br />

kimse de destek olmadı. Alabildiğim tek<br />

destekse o zamanki italyan sevgilimden geliyordu.<br />

Bana karşı gerçekten çok cömertti.<br />

Zor zamanlardı, aktris olarak bin bir güçlükle<br />

çabalıyordum. Sonunda ev eşyaları satan bir<br />

mağazada kasiyer olarak iş buldum. Bir gün<br />

Godard’ın filmine oyuncu olarak alındığımda<br />

artık çalıştığım mağazayla vedalaşma vakti<br />

gelmişti. Mağaza müdürü beni, oyuncu<br />

olmanın ne kadar belirsiz bir şey olduğunu<br />

söylerek ikna etmeye çalıştı. Ben de ona,<br />

“her şey için sağolun, ama bu benim hayalim,<br />

gitmeliyim”, deyip çektim, gittim.<br />

Bir çok defa oyunculuğu bırakmayı<br />

istemişsiniz galiba ?<br />

Evet bir çok defa, özellikle Pont-Neuf Aşıkları<br />

filmini çekerken her şeyi bırakmak istedim.<br />

Oyuncu olmak bazen çok zor bir şey, daha<br />

kolay bir iş ile meşkul olmak isterdim.<br />

Ama sonuçta karekteriniz daha güçlü çıktı, …<br />

Bu aslında farkında olmadan kendimle<br />

imzaladığım bir öz güven kontratıydı, ben<br />

de sonuna kadar gittim. Kendi direncimle<br />

basbaşaydım. Sonuçta ne kadar oyuncu<br />

olma isteğime karşı direnebilirdim ve ya<br />

kendime güvenebilirdim ? Bu böyle bir şey.<br />

Sonuçta bir çok tatminkarlık duygusu var tabii.<br />

Bu da yolunuzun bir parçası. Bir ara her şeyi<br />

kenara itip yeniden drama dersleri almaya gittim.<br />

Oradaki hocam bana, “tamam istediğin dersi<br />

yeniden gözden geçiririz, ama unutma ki senin<br />

yapacağın iş bu. Senin için sanatçı olmak bitmiş<br />

bir şey değil, kendine çeki düzen verdiğinde<br />

hemen oyunculuğa geri dön” diye telkinde bulundu.<br />

Ben de onu dinledim ve oyunculuğa geri<br />

döndüm.<br />

Şöyle bir kariyerinizin başlarına bakıldığında<br />

üzerinize oturmuş bir “aşk işlerinde ağır işçi”<br />

gibi bir takım roller göze çarpıyor. Bir yerde bu


tip rollere bayıldığınızı okumuştum, neden bu tarz<br />

roller sizin için biçilmiş kaftan olabilir ?<br />

Bu benim için duyguların derinliklerine bir<br />

keşif seyahati gibi, beni öylesine sarıyor ki, ...<br />

Ben oyunculuğu daha çok felsefi bir deneyim<br />

olarak yaşıyorum. Hani şu kağıt üzerinde yazılı<br />

şeyler, bütün bunlar bir karakterin bende vücut<br />

bulmasına yarıyor. O karakter de aslında siz ve<br />

hayatınız var, onunla gizli bir anlaşma içersine<br />

giriyorsunuz. Benim için, sadece felsefi manalı<br />

fikirler edinmek değil sorun. Bunun ben de tepeden<br />

tırnağa vücut bulması için ugraşmak benim<br />

için tutku dolu bir şey. Sadece teori ve fikirler<br />

yok yani. Bir de bunları hayata geçirmek lazım.<br />

İlerleyen yaşınıza rağmen hala doğal<br />

güzelliğinizi koruyorsunuz, oysa ki sizin<br />

yaşınızdaki bir çok Hollywood sanatçısı<br />

çoktan yüzlerine Botox enjekte ettirdi bile,<br />

…<br />

Eğer yüzüme Botox enjekte ettirseydim,<br />

bir daha oyunculuk yapamazdım. Yüz<br />

mimiklerimi oynatamazdım. Doğallıktan<br />

bahsederken, kanımca Botox kullanımı,<br />

sanki doğal bir manzarayı mahvetmeye benziyor.<br />

Tıpkı şu gördüğümüz manzaraya Botox<br />

enjekte etmişsiniz, ona bir daha ne kum<br />

deriz ne de deniz, bana da bir daha oyuncu<br />

denemez boylelikle.<br />

Bildiğim kadarıyla sufizmle ilgilisiniz ?<br />

Sufizme olan ilginiz nasiıl doğdu ? Sizi bu<br />

büyük İslam felsefesinde çeken ne ?<br />

Şiire olan merakım beni birdenbire sufizme<br />

çekti. Birgün Mevlana’yı keşfettim, bana ilham<br />

kaynağı oldu. Mevlana’nın felsefesinde<br />

Hristiyanlığa ve Taoizm’e yakın bulgular edindim.<br />

Bütün bu dini öğeleri özümsemek o<br />

kadar güzel ki. Mevlana’nın yazıları gerçekten<br />

büyüleyici, ilham verici ve hiç bir fikri tepeden<br />

kabul ettirmeye çalışmıyor. Mevlana<br />

içsel bir seyahate güzel bir davetiye.<br />

Sufizme olan bu ilginiz Kiarostami ile<br />

yakınlaşmanıza yardımci oldu mu ?<br />

Evet, elbette ! Abbas zaten bir de başlı<br />

başına bir şair.<br />

Aynı zamanda o da sizin gibi resim konusunda<br />

kabiliyetli. Bu aralar resim<br />

çalışmalarınız nasıl gidiyor ?<br />

En başta otoportreler yapmıştım daha sonra<br />

birlikte çalıştığım yönetmenlerin resmini<br />

yapmaya başladım, bunu şiirlerle donatıp<br />

bir kitap hazırladım. Dolayısıyla mesleğimle<br />

ilgili özel bir yaklaşımdı, benimkisi. Geçen<br />

seneki Akram Khan’la hazırladığımız dans<br />

gösterisi ile ilgili olarak bir resim serisi<br />

çalışmasına girmek istedim ama biraz nefes<br />

almaya ihtiyacım var, belli olmaz belki<br />

yaparım.<br />

Son sorum, özel bir soru : eğer sinemanın<br />

ne olduğunu resmeden bir an, bir kaç saniye<br />

olsaydı bu sizin için ne olurdu ?<br />

Hayatım olurdu.


n Geçen hafta içimizi acıtan Megan<br />

Fox, Transformers ayrılığı,<br />

ismi geçen güzeller ile birlikte<br />

yerini yeni yeni umutlara bıraktı.<br />

Megan Fox’un bıraktığı yerin<br />

dolmayacağını söyleyen bir<br />

grup, güzel oyuncunun yerine<br />

düşünülen Victoria’s Secret modeli<br />

Rosie Huntington Whiteley<br />

ismini duyunca adeta çılgına<br />

dönüp, sessiz bir şekilde gelecek<br />

cevabı beklemeye başladılar.<br />

Filme yakın bir ağızdan alınan<br />

bilgiye gore, Shia LaBeouf’un Sam<br />

Witwicky karakterinin yeni aşk<br />

merkezi bu güzel olacak. Rosie<br />

Huntington Whiteley’in oyunculuk<br />

geçmişine bakacak olursak, oyunculukla<br />

en yakın ilişkisinin erkek<br />

arkadaşı, Transporter filmlerinden<br />

de tanıdığımız Jason Statham<br />

olduğunu görürüz.. Filmin vizyon<br />

tarihi Temmuz 2011.


in karşısına çıkacak. Şu aşamada “kötü adam”<br />

sayısının fazlalığının göze çarptığı filmde, “Inglorious<br />

Basterds” filminden tanıdığımiz, en iyi yardımcı<br />

oyuncu Oscar odülü sahibi Christoph Waltz Cardinal<br />

Richelieu rolüyle karşımıza çıkacak. Orlando<br />

Bloom ile birlikte Mads Mikkelsen’in de “kötü<br />

adam” olarak rol alacağı film “acaba bir film için<br />

gerekli olan kötü adam sayısı ne olmalı” sorusunu<br />

akıllara getiriyor.<br />

n Yapımcılar, yönetmenliğini Paul W.S. Anderson’un<br />

üstleneceği “3 Silahşörler” filmi için Orlando Bloom<br />

ile anlaşma sağladı. Yalnız herkesin merakla<br />

birbirine sorduğu “ünlü oyuncu acaba hangi silahşör<br />

rolünü oynayacak” sorusu cevabını pek istenilen<br />

şekilde bulmadı.. Logan Lerman, Ray Stevenson,<br />

Luke Evans, and Matthew Macfadyen gibi tanınmış<br />

simalarla silahşör rolleri için anlaşıldığı filmde, Orlando<br />

Bloom, Buckingham Dük’ü rolünde izleyicilen<br />

Dominikli bir aileden gelen<br />

yakışıklı Amerikan Beysbol<br />

oyuncusu Alex Rodriguez<br />

için ünlü Hollywood aktrisleri<br />

sıraya girdi. Bir sporcu olarak<br />

tanınan Rodriguez, şimdilerde<br />

Hollywood’un hızlı playboyları<br />

arasında sayılıyor. Bir dönem<br />

Madonna ve Kate Hudson<br />

ile birlikte olan ünlü futbolcu<br />

şimdilerde Cameron Diaz’la<br />

birlikte. Bu hızla giderse<br />

şöhretler kaldırımına Alex Rodriguez<br />

için de bir yıldız konulacak.


n Daha önce Angelina Jolie<br />

ve Johnny Depp’in beraber<br />

oynayacakları filmin çekimlerinde<br />

sorunlar yaşanacağını<br />

duyurmuştuk. İki baskın ve ünlü<br />

oyuncunun rol aldığı “Turist” filminin<br />

setinde soğuk nefret rüzgarları<br />

esiyor. In Touch Weekly dergisinin<br />

haberine göre, Jolie başlarda ilgi<br />

çekici bulduğu Depp’in bakımsız<br />

olduğunu düşünüyor ve sete geç<br />

gelmesinden rahatsızlık duyuyor.<br />

Depp ise ‘kontrol manyağı’ olarak<br />

gördüğü Angelina’ya karşı mesafeli.<br />

Depp’in rol arkadaşı ‘gergin’ ve ‘benmerkezci’<br />

bulduğu söyleniyor.


n 1962 yapımı James Bond serilerinin ilk filmi olan<br />

Dr. No ‘daki Bond Kızı Honey Ryder rolüyle gönlümüzü<br />

fetheden ünlü aktris Ursula Andress, 74<br />

yaşında olmasına rağmen Cannes Film Festivali’nde<br />

bir yıldız gibi parladı. Eski Bond kızı, hala eskisi gibi<br />

bir vücuda sahip olduğunu göstermek için giydiği<br />

derin göğüs dekolteli bluz, pantolon ve üzerine aldığı<br />

spor bir ceket ile muhteşem görünüyordu.<br />

n Yaklaşık $30 milyonluk bir bütçeyle çekilip,<br />

bütün dünyada $100 milyon gibi bir hasılat yapan<br />

2007 yılı yapımı Hitman filmi, beklentilerin çok<br />

altında rakamlara ulaşmış, bilgisayar oyunlarından<br />

esinlenerek yapılmış diğer filmlerin akibetine<br />

uğrayıp, hayalkırıklığı yaratmıştı. FOX Studyoları<br />

bu hayalkırıklığının sebebinin filmin yönetmeni<br />

olduğunu düşünmüş ki, filmin<br />

ikincisinin çekimleri icin İspanyol<br />

yönetmen Daniel Benmayor ile<br />

anlaşmışlar. İlk filmdeki oyuncu<br />

performansından beklediği<br />

verimi alan yapımcılar başrol<br />

için Timothy Olyphant isminde<br />

hemfikir olmuşlar. Benyamor<br />

İspanya’da genelde reklam filmleri<br />

yöneten bir isim.<br />

n Charlie Kaufman’ın senaryoda değişiklik yapacağını<br />

açıklamasının ardından Gary Oldman’ın da filmin 2. bölümü<br />

olan “The Kaboom of Doom” filmi için sözleşme imzalaması,<br />

akıllara daha ne gibi sürprizler olacak acaba sorusunu<br />

getirdi. Kaufman’ın senaryo üzerinde ne tür değişiklikler<br />

yapacaşı şu anda kocaman bir sır, yalnız Oldman’ın filmde<br />

“Peacock” karakterini oynayacağını ve asıl gerçek ortaya<br />

çıkana kadarJack Black’ın Po karakterinin kötü karakterleri<br />

yakalamasına yardım edecek bir karakter olarak filme dahil<br />

olacağını biliyoruz. İlk filmdeki ekibin korunacağını açıklayan<br />

yapımcı şirket, Oldman’ı kadroya dahil ederek büyük bir iş<br />

başarmış ve bekleyenlerini heyecanlandırmış gibi görünüyor.<br />

Jennifer Yuh Nelson’un yönetmenliğini üstendiği Kung Fu<br />

Panda 2, 2011 yılı Haziran ayında vizyona girecek.


n Christoph Nolan hakkında söylenebilecek<br />

tek şey, sizin aklınızın ucununa bile<br />

getiremeyeceğiniz bir dunyayı düşünüp, o<br />

dunyanın içinde yaşayabilecek hayal gücüne<br />

sahip olabilmesi.. Inception filmi de aynı yukarıda<br />

bahsettiğimiz tarz, Nolan’ın kafasında oluşan<br />

hayal dünyasında geçen bir hikaye. Hakkında<br />

hergün farklı bilgiler aldığımız filmin poster<br />

calışmaları geçtiğimiz hafta yetkililer tarafından<br />

basına tanıtıldı. Sherlock Holmes filmi gibi bu filmde<br />

de karakterler için ayrı ayrı poster calısması yapılmış<br />

olması, ve karakteri tanıtıcı başlıklar kullanılması<br />

posterlerin en fazla ilgi çeken yanı. Filmin büyüleyici<br />

kısa görüntülerinin yanında, basınla tanıştırılan ilginç<br />

posterleri, 2010 yılına damga vuracak muhteşem bir<br />

filmin geldiği yönünde..<br />

n Amerikalı aktör John<br />

Travolta’nın köpekleri<br />

havalimanında meydana<br />

gelen trafik kazası sonucu<br />

öldü. Kazanın ünlü aktör ve<br />

ailesinin uçaktan indikten<br />

sonra apronda ilerlerken bir<br />

havaalanı aracının köpeklerine<br />

çarpmasıyla meydana<br />

geldi.<br />

Hatırlanacağı üzere John<br />

Travolta’nın 16 yaşındaki<br />

oğlu Jett, geçen yıl “Kawasaki<br />

Sendromu”na yenik düşüp,<br />

hayatını kaybetmişti.


n Transformers serilerinin güzel yıldızı<br />

Megan Fox, hiç bilinmeyen yönlerine dair<br />

açıklamalarda bulundu. Bir restoranda<br />

gittiğinde bir milyon kişinin ağzına soktuğu<br />

çatalı, üzerinde bakterilerin olduğunu bile<br />

bile kullanamayacağını söyleyen Fox, bu<br />

takıntılarının hastalık derecesinde olduğunu<br />

belirtti. Daha birçok ilginç özelliğini açıklayan<br />

Megan Fox, açlıktan ölmemek için kendisi<br />

için bir şeyler pişirebileceğini, daha da ilginci<br />

bir hafta yemek yemeden durabileceğini de<br />

sözlerine ekledi.<br />

n T.C. Üsküp Büyükelçiliği<br />

Kültür ve Tanıtma Müşavirliği<br />

tarafından organize edilen ve<br />

TİKA Üsküp Koordinatörlüğü,<br />

Yunus Emre Üsküp Türk<br />

Kültür Merkezi, Ramstore<br />

ve Premium Film tarafından<br />

desteklenen 2. Türk Filmleri<br />

Haftası <strong>26</strong> Mayıs’ta<br />

Makedonya’da “Aşk Geliyorum<br />

Demez” filmiyle başlıyor. Türk<br />

Sineması’nın son dönem yapımlarını<br />

yansıtmayı ve sinema sanatı yoluyla<br />

Türkiye’yi Makedonya’da tanıtmayı amaçlayan<br />

Film Haftası kapsamında ‘’Devrim<br />

Arabaları’’, Reha Erdem’in filmi<br />

‘’Beş Vakit’’, Semih Kaplanoğlu’nun<br />

‘’Yusuf Üçlemesi’’nin ilk filmi ‘’Yumurta’’,<br />

Makedonyalı Türk aktörlerden<br />

Ertan Şaban’ın da<br />

başrolünü paylaştığı ‘’Başka<br />

Semtin Çocukları’’ festivalde<br />

gösterilecek yapıtlar arasında.


Bu ay<br />

vizyona giren<br />

“Sex And The<br />

City 2”den<br />

yola çıkarak<br />

sinema<br />

tarihinde kısa<br />

bir moda<br />

yolculuğuna<br />

çıkarmak<br />

istedik sizleri


FIRAT SAYICI<br />

n Genel olarak her anlamda, tarz, yol<br />

olarak adlandırabileceğimiz moda<br />

sözcüğünün tanım kapsamı, “giyimin,<br />

davranışların vb., özellikle seçkin veya<br />

seçkin olmak için yapılanan bir toplum<br />

tarafından geleneksel kullanımı”<br />

olarak genişletilebilir. Ancak moda<br />

denince herkesin aklına ilk gelen şey,<br />

giyim-kuşam ekolündeki yeniliklerdir.<br />

Özellikle de kadınların kendilerini<br />

takip etme zorunluluğunda hissettikleri<br />

moda kavramı, sinemaya bir çok<br />

kez malzeme oldu. Bazı filmler moda<br />

ekseninde hikayeler anlatırken, “Annie<br />

Hall”, “Ucuz Roman”, “Rezarvuar<br />

Köpekleri”, “Grease”, “Ve Tanrı Kadını<br />

Yarattı”, “Tatlı Hayat” gibi filmler ise<br />

modanın şekillenmesinde, ya da en<br />

azından tazelenmesinde öncü oldular.<br />

Bu ay vizyona giren “Sex And The City<br />

2”den yola çıkarak sinema tarihinde<br />

kısa bir moda yolculuğuna çıkarmak<br />

istedik sizleri.<br />

SEX AND THE CITY (2008)<br />

Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall,<br />

Cynthia Nixon, Kristin Davis’in<br />

başrollerinde oynadığı<br />

Michael Patrick King’in<br />

yönettiği “Sex and the City”<br />

uzun yıllar boyu kadınların<br />

en sevdiği televizyon dizisi<br />

oldu. Hal böyleyken, bu<br />

başarının rüzgarından yararlanmak<br />

isteyen yapımcılar<br />

kolları sıvadılar ve serinin ilk<br />

filmini 2008’de vizyona soktular.<br />

Dört kadın üzerinden<br />

derdini anlatan film, dizinin<br />

fanatiklerini pek memnun<br />

edemese de, en azından<br />

projenin ruhu korunduğu için<br />

kayda değer olarak görüldü.


GIA (1998)<br />

Amerika’nın ilk süper top modeli Gia Marie<br />

Carangi’nin hayatını anlatan film, aynı zamanda<br />

Angeline Jolie’ye 1998 yılında en iyi<br />

kadın oyuncu dalında Altın Küre kazandırmıştır.<br />

Jolie’nin bir ropörtajında, “canladırırken kendime<br />

en yakın hissettiğim rol Gia’dır” dediği<br />

filmin yönetmeni Michael Cristofer, diğer başrol<br />

oyuncusu ise Lost dizisindeki Juliet olarak<br />

hatırlayabileceğimiz Elizabeth Mitchell’dir.<br />

Moda sektörünün vitrinleri olarak sayılan<br />

modellerin hayatından ilginç kesitler sunan<br />

filmin şüphesiz ki en çekici sahnesi, Angelina<br />

Jolie’nin bir fotoğraf çekimi sırasında<br />

sergilediği erotik performanstır.<br />

BLOW UP (1996)<br />

Dünya sinema tarihine damga vuran yönetmenlerden<br />

olan Michelangelo Antonioni<br />

ustanın 66 yılında çektiği “Blow Up”, moda<br />

fotoğrafçılığıyla hayatını kazanan bir adamın,<br />

istemeden bir cinayete şahit olmasını<br />

anlatıyordu. David Hemmings, Vanessa Redgrave,<br />

Sarah Miles ve Jane Birkin gibi isimlerin<br />

rol aldığı filmlerin unutulmazları arasında ise<br />

fotoğraf sanatçısı Thomas’ın stüdyoda Jane’in<br />

fotoğraflarını çekme ve iletişim kurma çabasını<br />

içeren sahneler yer almakta.<br />

LAGERFELD SIRLARI (2007)<br />

Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de de vizyona<br />

giren yetkin bir modacıyı anlatan belgesel,<br />

Lagerfeld’in sırlarını gün yüzüne çıkarmaya<br />

çabalıyordu. 150 saatlik çekimin sonunda, Karl<br />

Lagerfeld’in hayatını paylaşan Marconi, bir<br />

elbisenin hazırlanışını, söyleşileri, fotoğrafçılık<br />

ve resim çalışmalarını, sanat kitapları koleksiyonunu,<br />

Chanel’i, Fendi’yi, Lagerfeld Galeri’yi,<br />

dünyanın en güzel kızlarını, aktrislerini, dünyaca<br />

ünlü yıldızları yani kısaca yıldızın günlük<br />

hayatını bir yönetmen gözüyle seyirciye<br />

aktarıyordu.<br />

ŞEYTAN MARKA GİYER (2006)<br />

Meryl Streep ve Anne Hathaway’i patron çırak<br />

ilişkisinde seyirciye sunan film, hem moda hem<br />

de yayıncılık sektörünün inceliklerinden de<br />

bahsediyordu. Runway Dergisi’nin korku salan<br />

görmüş geçirmiş editörü Miranda Priestly,<br />

modadan anlamayan bir asistanı işe almak<br />

zorunda kalır. Andy, her ne kadar sektörde yeni


ve deneyimsiz olsa da, tutkuları sayesinde<br />

istediğini elde etmeyi başaracaktır. Lauren<br />

Weisberger’in kitabından uyarlanan filmde,<br />

usta oyuncu Meryl Streep, Miranda Priestly<br />

rolü ile yine oldukça güçlü bir performans<br />

sergilemişti. Sex and the City gibi çok izlenen<br />

televizyon dizilerinin yönetmeni olan David<br />

Frankel, modayı bir gereksinim olarak senaryonun<br />

ana hatlarından biri haline getirmişti.<br />

COCO CHANEL & IGOR STRAVINSKY<br />

Audrey Tatou’nun rol aldığı “Coco Chanel’den<br />

Önce” filmiyle neredeyse aynı dönemlerde<br />

çekilen ve vizyona giren “Coco Chanel & Igor<br />

Stravinsky”, usta modacı Chanel’in hayatının<br />

bir kesitini sunuyordu bizlere. Igor Stravinsky<br />

ile yaşadığı derin ve hüzünlü aşkı anlatan<br />

yapım, Chanel’in kişiliğini ve iş hayatında<br />

gösterdiği titizliği de gözler önüne seriyordu.<br />

Chris Greenhalgh’ın 2002 yılında yazdığı Coco<br />

& Igor adlı romanından senaryolaştırılan yapım,<br />

2009 Cannes Film Festivali’nin de kapanış filmi<br />

olmuştu. Anna Mouglalis ve Mads Mikkelsen’in<br />

başrolü paylaştıkları “Coco Chanel & Igor<br />

Stravinsky”yi Jan Kaunen yönetti.<br />

TIFFANY’DE KAHVALTI (1961)<br />

Modayı sinemaya, sinemayı modaya taşıyan<br />

yegane filmlerden biri kuşkusuz ki “Tiffany’de<br />

Kahvaltı”. Dünyalar güzeli Audrey Hepburn’un<br />

giydiği kıyafetler, modanın özellikle de<br />

kadınlar açısından ne denli önemli bir kavram<br />

olduğunu bir kez daha kanıtladı. Amerikalı<br />

yazar Capote’nin en meşhur kitabından Blake<br />

Edwards’ın sinemaya uyarladığı “Tiffany’de<br />

Kahvaltı”, zengin erkeklere para karşılığı eskortluk<br />

yapan Holly Golighty’i konu alıyor.<br />

HAZIR GİYİM (1961)<br />

Ünlü yönetmen Robert Altman’ın elinden<br />

çıkma ve tamamen moda odaklı “Hazır Giyim”<br />

olağanüstü bir kadroya sahipti. Sophia Loren,<br />

Marcello Mastroianni, Jean-Pierre Cassel, Kim<br />

Basinger, Chiara Mastroianni, Rupert Everett,<br />

Lili Taylor, Forest Whitaker, Julia Roberts,<br />

Tim Robbins, Lauren Bacall, Danny Aiello gibi<br />

isimlerin rol aldığı filmin sonu büyük bir süprizle<br />

bitiyor ve “Moda bazen çıplaklıktır!” tezini<br />

savunuluyordu. Mankenlerin finalde podyuma<br />

çırılçıplak çıkmaları kuşkusuz ki salonlardaki<br />

seyirciyi de şoke etmişti.


Komedi dizileri, skeçler, Türkleştirilen yabancı diziler… Türk halkı<br />

nelere gülüyor? Neleri benimsiyor? Neleri, neden yadırgıyor? Türk<br />

seyircisi gerçekten bu kadar kötü esprileri hak ediyor mu?<br />

n Geçen ay girdiğimiz yerli dizi dünyasında biraz<br />

daha dolaşalım.<br />

Sezon sonu yaklaşıyor. Gerek yerli, gerek yabancı<br />

diziler birer tatile girerken, yurtdışı örnekleriyle<br />

yerli diziler arasındaki en önemli farklardan biri<br />

daha su yüzüne çıkıyor. Sezon finali… Sezon finali,<br />

bir dizinin –başına iptal gibi bir talihsizlik gelmediği<br />

sürece- pilotla birlikte en önemli bölümlerindendir.<br />

Konular birer birer bağlanır, sonraki sezonun<br />

anlaşması yapılmışsa, devam sinyalleri ile araya biraz<br />

da meraklandırıcı unsurlar katılır. Oysaki bizde<br />

bunun tam tersi geçerli. Zaten bağlanacak çok fazla<br />

konu olmadığından, elimizdeki yegane hikaye de<br />

iyice arapsaçına döndürülüp, aklımızda cevaptan<br />

çok, soru bırakarak tatile giren yerli diziler, maalesef<br />

sezon finali konusunda sınıfta kalıyor. Birçok<br />

yabancı dizinin sezon finalleri, dizi iptale giderse<br />

ve bir sonraki sezon yayınlanmazsa diye<br />

adeta final niteliğinde olurken, bizde buna<br />

pek de önem verildiğini düşünmüyorum.<br />

Aslında nasıl olması gerektiğini formüle etmek<br />

çok da zor değil. Adı zaten üstünde olan<br />

sezon finali, az da olsa final niteliği taşıması<br />

gerekirken, pilot bölüm gibi bol soru işaretli<br />

yapılıyor. Halbuki, bu formül çoğunlukla her<br />

bölüm başka hikaye işleyen, fondaki hikayesi<br />

öne çok çıkmayan polisiye dizilerde kullanılır,<br />

dramlarda değil.<br />

Gelelim bu ay asıl irdeleyeceğimiz konuya.<br />

Komedi dizileri… Komedi konusunda Türkiye<br />

oldukça talepkâr bir ülke. Zira dram ve komedi,<br />

gerek sinemada, gerekse televizyonda


en çok uygulanan tür. Macera, fantastik, korku<br />

örnekleriyle de karşılaşıyoruz ama komedi<br />

ve dramla karşılaştırıldığında ne kadar az<br />

olduğunu görebiliyoruz. Bu bağlamda da dram<br />

ve komedi, Türk yapımlarının başarılı olması<br />

gereken türler. Ama nedense, tutmuş işlerin<br />

üstünden prim yapmaya yönelik kopyalar<br />

yapılmaya ve bunlar da izleyiciyi büyülemeye<br />

devam ediyor. Bu da izleyicinin kahkaha<br />

kaynaklarının yerinde saydığını, aynı espriye<br />

defalarca gülebilecek kadar tepkisiz olduğunu<br />

kanıtlıyor. Peki seyirci ne kadar suçlu? Televizyonun<br />

en büyük dilemmalarından biri olan,<br />

izleyiciye istediğini vermek mi, daha fazlasını<br />

vererek onu yukarıya çekmek mi, sorusu bir<br />

kez daha karşımıza çıkıyor burada. Zamanında<br />

tutmuş bir dizi olan “Çiçek Taksi”yi evirip çevirip,<br />

daha da basitleştirip, seviyenin eksilerde<br />

seyrettiği bir espri anlayışıyla bezeyen “Akasya<br />

Durağı” bunun en iyi örneklerinden. İnsan<br />

izlerken “Ne gerek vardı?” sorusunu sormadan<br />

edemiyor.<br />

Gerçi abartıyı Türk izleyicisinin ne kadar<br />

sevdiğini anlamak için aslında macera-dram<br />

türündeki “Adanalı”ya bakmak bile yeterli.<br />

Alakasız bir türün içinde Lezize Teyze kadar<br />

absürt bir karakterin ne işi olduğunun cevabını<br />

hala bulmuş değilim. Burada yapılan, komedi<br />

unsurları katmak değil; esprinin dozunu<br />

kaçırmaktır.


İzleyicinin “Olacak O kadar”dan beri sevdiği diğer<br />

bir komedi türü da skeçler… “Çok Güzel Hareketler<br />

Bunlar”, “Haneler” gibi skeçlerden oluşan şovları<br />

beğenerek izlemeye devam eden izleyiciyi bu alanda<br />

memnun etmek o kadar kolay ki aslında.<br />

Komik olmasına bile gerek yok yapılan işin.<br />

Skeçlerin bir zamanlar asıl misyonu olan eleştirel<br />

bakış ise tamamen değişmiş, topluma ayak uydurarak<br />

apolitikleşmiş durumda. Bu da ortaya içi boş<br />

şovlar çıkarıyor. Yakın zamanda çok popüler olan<br />

doğaçlama tiyatro egzersizi kıvamındaki seyirci ile<br />

etkileşimli şovların zamanında türeyen, “Anında<br />

Görüntü Show” -ki bu süreci başlatan şovdur-,<br />

“Laf Ebeleri” ve “Çok Güzel Hareketler Bunlar”ın<br />

arasından geriye bir tek ÇGHB’ın kalması skeçlere<br />

olan düşkünlüğümüzün kanıtı gibi.<br />

Bir de yabancı dizi adaptasyonları var tabi.<br />

Çoğunlukla komedi dalında yapılsa da, dram<br />

örnekleri de mevcut olan bu yurtdışından<br />

alınıp uyarlanan diziler hakkındaki sert<br />

eleştirilere katılmıyorum. Bu, dünyanın her<br />

yerinde uygulanan bir sistem. Hatta BBC<br />

dizileri, aynı dilde olmasına rağmen Amerikan<br />

televizyonları tarafından tekrar çekiliyor.<br />

Bkz; Coupling, Office, The Eleventh Hour…<br />

Bunun sebebi ise özellikle komedi dizilerinde<br />

kültürün önemi. Bir ülkeye espri anlayışının,<br />

kültürel yapısının dışına çıkan bir komedi<br />

dizisini sevdirmeniz çok zor. Bu sebeple<br />

uyarlamalar dilden çok, kültür uyarlamaları<br />

olarak çekilmeye devam ediyor. Bizde de bunun<br />

başarılı uygulamaları olmadı değil. Örnek<br />

vermek gerekirse, bazı bölümler zorlama olsa<br />

da “Dadı” bence başarılı bir uyarlama idi.


Toplumu yakaladığı sürece uyarlama; olması<br />

gereken bir tür.<br />

Bir de bunların dışında kalan “1 Kadın 1<br />

Erkek” durumu var. Ne toplumu yakalayan,<br />

ne de -bence- komik olan bu dizinin tutma<br />

sebeplerinin başında bel altı espriler ve cesur<br />

replikler geldiğini düşünüyorum. Demek ki<br />

izleyicinin aslında sınırı ve kesin çizgileri<br />

yok. Yadırganıp, dışlanma ihtimali çok daha<br />

fazlayken, sevilen bu dizi, TV işinin ne kadar<br />

şansa dayalı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.<br />

Dizinin sevilmesinin altında yatan diğer<br />

bir sebep ise Türk izleyicisinin çok sevdiği<br />

doğaçlamalar. Ne yazık ki, doğaçlamayı,<br />

doğal oyunculukla karıştıran izleyiciye göre<br />

Türk erkek ve kadınını daha iyi çizebilen bir<br />

şov yok. Oysaki oyunculuğun doğal olması<br />

ile senaryonun gerçekçi ya da doğal olması<br />

bambaşka şeyler.<br />

Gelelim iyi işlere… “Geniş Aile”, kanımca son<br />

yılların en keyifli, en zekice yazılmış dizilerinden<br />

biri. İlk izlediğimde, “Kaygısızlar” tadını aldığım,<br />

zeka ürünü esprileri ile insanı kahkahadan<br />

kırabilen bir dizi. Bir yandan okuyan, izleyen,<br />

gündemi takip eden izleyicinin anlayabileceği esprileri<br />

sıralarken, diğer izleyicilerinin o esprileri<br />

anlayıp anlamamasına aldırmadan, onu da mutlu<br />

edecek unsurları diziye katarak her kesimden<br />

seyirciyi toplamayı başarıyor. Komşu kızı, kahve<br />

kültürü, mahalle muhabbetleri gırla giderken,<br />

“Yüzüklerin Efendisi” göndermesi yapmayı da<br />

ihmal etmiyor. Absürtlüğü dozunda, dramatik<br />

sahneleri ise tam kıvamında…<br />

Bu gibi iyi örneklerin azlığı karşısında, televizyonu<br />

çöplük olmaktan çıkaran bu tarz işler<br />

çoğunlukta olsa da, sadece övgülerle bezeli<br />

yazılar yazabilsek ne kadar güzel olurdu diye<br />

düşünmeden edemiyor insan.


Off Karadeniz adından da anlaşılacağı gibi tam<br />

bir Karadeniz filmi… Gazetecilik yapan ve belgeseller<br />

çeken Nur Dolay’ın lk uzun metrajlı filmi Of<br />

Karadeniz İzmir’den yola çıkıyor ve Karadeniz’in<br />

muhteşem doğasının içine atlıyor. Filmde<br />

Karadeniz’le ilgili her şey var. Nur Dolay’la film<br />

çekmenin zorlukları ve keyfi üzerine konuştuk…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Öncelikle biraz kendinizden<br />

söz eder misiniz?<br />

Robert Kolej mezunuyum.<br />

Daha sonra Amerika’da<br />

sosyoloji, Fransız Basın<br />

Enstitüsü’nde gazetecilik ve<br />

Sorbonne’da siyaset bilimleri<br />

okudum. Uzun yıllar gazeteci<br />

olarak dünyayı dolaştım ve<br />

Fransız basınında le Monde<br />

Diplomatique, yine Le Monde<br />

grubuna bağlı Courrier International,<br />

Radio France International<br />

gibi yerlerde çalıştım…<br />

Türkiye’de ise Cumhuriyet<br />

ve Birgün’de yazdım. Latin<br />

Amerika ve Kafkasya üzerine<br />

kitaplarım var. Ayrıca 10 yıl<br />

Fransız televizyonunun Thalassa<br />

adlı programı için deniz<br />

ve jeopolitika konularında belgesel<br />

filmler yaptım. Off Karadeniz<br />

ilk uzun metraj kurgu<br />

filmim.<br />

Filmin oluşum hikayesini<br />

sizden dinleyebilir miyiz?<br />

İlkin yapmak istediğim başka<br />

bir proje vardı: Orkinos. Ege’de<br />

uluslararası bir prodüksiyon<br />

olacaktı. Fakat sualtı çekimleri<br />

içerdiği için maliyeti yüksekti.<br />

O nedenle bunu daha sonraya<br />

erteledik ve daha kolay,<br />

daha küçük bütçeli bir proje<br />

olabileceğini sandığım Off<br />

Karadeniz’e yöneldim. Ama<br />

sonuçta öbürünü çekseymişiz<br />

belki daha kolay olacaktı,<br />

çünkü Off Karadeniz’in senaryosunu<br />

yazarken işin maddi<br />

yanını pek düşünmeden<br />

özgürce kafamın istediği gibi<br />

yazmışım, sonradan bir de<br />

baktım müthiş külfetli bir yanı<br />

var. Neredeyse her plan ayrı<br />

bir mekanda geçiyor. Çekim<br />

için öngördüğümüz zaman<br />

da zaten 4 hafta gibi kısa bir<br />

süreydi. İlk mekanımız olan<br />

Kuşadası ve İzmir’den Of’a<br />

mesafe yaklaşık 1500 km.<br />

Ama Karadeniz’e gidip Of’da<br />

da bitmiyor iş. Rize, İkizdere,<br />

Çamlıhemşin, Ardeşen, hatta<br />

Gürcistan sınırına kadar uzuyor<br />

mekanlar. Batum’da bile bir<br />

kaç sahne vardı, ama orada<br />

bir kaç ön çekim yaptıktan<br />

sonra bu bölümleri iptal ettik.


Ayrıca küçük rollerin çokluğu, figüran<br />

bolluğu gibi ek zorluklar vardı.<br />

Filmde Karadeniz bölgesinin hangi özellikleri<br />

ön plana çıkıyor?<br />

Çay bahçeleri, dereler, yaylalar, eski ahşap<br />

evler, müzikler, horonlar, kolbastı, yöresel<br />

yemekler, kısacası Karadeniz’in tüm özellikleri<br />

var. Tabi bir de Karadeniz insanının<br />

farklı mantalitesini yansıtmaya çalıştık<br />

filmde. Ama sonuçta folklor ve bildik Temel<br />

hikayelerine indirgemedik. Filmin verdiği<br />

ince mesajlar da var. Özellikle önyargıları<br />

yıkmayı amaçlıyor. İzmirliler hafif meşrep,<br />

Oflular bağnaz ve suça yatkın, kadınlar eksik<br />

etek, Laz aklı kaz aklı gibi kimi yerleşmiş<br />

düşüncelerle ince bir alay sözkonusu filmde.<br />

Torpil yapma, mahkemelerin bağımsızlığı,<br />

ben karışmayım başkası uğraşsın gibi kimi<br />

toplumsal hastalıklarımıza dokundurmalar<br />

var.<br />

Filmin ‘çevreci’ olması dikkat çekici? Biraz<br />

bundan bahseder misiniz?<br />

Ben önceden beri yaptığım belgesellerde<br />

de konulara çevresel açıdan bir<br />

bakışla yaklaştım. Çevre üzerine değildi<br />

çalışmalarım, ama çevre sorunları her konuda<br />

kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Kurgu filme geçince de bunları özellikle<br />

ön plana çıkaran filmler yapmaya karar<br />

verdim. Karadeniz çok ağır tahribata<br />

uğramış bir bölgemiz. Film o sekiz şeritli<br />

korkunç otoyolun saçmalığını göstererek<br />

başlıyor. Bu yolun kent içinde insanları<br />

deniz kıyısına geçebilmek için bile ne kadar<br />

güç duruma düşürdüğünü komik bir şekilde<br />

gösteriyoruz. Kentler zaten birer beton<br />

tarlasına dönmüş. Aslında bu Türkiye’nin<br />

her bölgesinde öyle, ama Karadeniz’de yer<br />

kıtlığı nedeniyle diğer bölgelerden daha da<br />

yoğun bir betonlaşma söz konusu. Derelerde<br />

birbiri ardına hidroelektrik santralları<br />

yapılıyor, önçekimler için gittiğimizde kendimizi<br />

İkizdere’de bir baraj karşıtı mitingde<br />

bulduk ve ‘’İkizdere özgür aksın’’ diye<br />

köylülerle birlikte bağırarak yürüdük. Bu<br />

mitingden bir sahneyi filme koydum. Ayrıca<br />

bir de çöp sorunu var. Of yakınlarında bir<br />

ormanın ortasında açılan kocaman bir çukura<br />

kamyon kamyon çöp ve kimyasal atıklar<br />

taşınıyor. Bu korkunç bir katliam. Ve halkın<br />

bir kısmı isyan halinde. Ben de haliyle isyan<br />

ettim ve o nedenle bir komedinin hafifliği<br />

içine serpiştirilmiş parçacıklar halinde de<br />

olsa bu katliamın altını çizmek istedim.<br />

Son zamanlarda Karadeniz doğasının farkıyla<br />

çok fazla ilgi çekiyor… Sinemaya görsel<br />

olarak çok şey katıyor. Bu konuda siz neler<br />

söylersiniz?<br />

Evet, bütün çevre saldırılarına rağmen Karadeniz<br />

hala vahşi bir doğal güzelliğe sahip.<br />

Çarpıcı rölyefleriyle son derece fotojenik<br />

bir bölge. Ben dünyanın hemen hemen her<br />

tarafını dolaştım, ama Karadeniz’deki kadar<br />

yeşilin farklı tonlarının birarada olduğu yer az<br />

gördüm. Aslında Türkiye’nin her yerinde çok<br />

fotojenik mekanlar bulabilirsiniz, ama kameralar<br />

Karadeniz’e yeni yeni uzandığı için daha<br />

da ilginç görünüyor.<br />

Başrolde neden yabancı bir oyuncu oynuyor?<br />

Başrol oyuncumuz Melissa Papel, babası<br />

Fransız annesi Türk olduğu için çok da<br />

yabancı sayılmaz. Paris’de doğup büyümesine<br />

rağmen Türkçesi birçok safkan Türk’den<br />

daha düzgün. Rolünü de iyi anlayıp öğrendi.<br />

Bütün gerçek profesyoneller gibi kaprisi<br />

olmayan, işini hakkıyla yapmaya çalışan<br />

bir oyuncu . Uluslararası projelere alışkın.<br />

Ama ekipteki tek yabancı o değildi. Film seti<br />

Türkçe dışında Gürcüce, Azerice, Farsça,<br />

Fransızca, Rusca ve Lazca konuşulan bir<br />

Babil Kulesine benziyordu.<br />

Filme ‘romantik komedi’ diyebilir miyiz?<br />

Romantik komedi değil, bu türden nefret<br />

ederim. Daha çok sosyal yergiler<br />

içeren bir film diyebiliriz. Bütün toplumsal<br />

hastalıklarımıza göndermeler yapan, kendi<br />

kendimize küçük iğneler batıran bir film.<br />

Kardeniz kadını erkekten çok daha fazla<br />

çalışır, filmde bunun gibi sosyal, ekonomik<br />

ne gibi değinmeler var?<br />

Aslında Karadeniz’de kadın çalışırken<br />

erkek kahvede oturmuyor, o da başka işle<br />

uğraşıyor. Daha çok ticaret, inşaat, fırıncılık..<br />

Pek çoğu zaten gurbette. Son derece


çalışkan, dinamik, enerji dolu bir toplum.<br />

Bir karış boş toprak göremezsiniz<br />

orada. İnsanın ayakta zor durabildiği<br />

sarp yamaçlar, yol kıyıları yetmez gibi<br />

evlerin damlarına bile toprak atıp mısır,<br />

domates, fasulye ekiyorlar. Ama kadının<br />

işi korkunç ağır, bu en önemli Karadeniz<br />

gerçeklerinden biri. Her gün sırtında<br />

ağır yüklerle sarp patikalardan, çamurlu<br />

yollardan çıkıp iniyorlar ve bütün hayatı<br />

yüklenmiş gibiler, ona karşın yine de<br />

kadına bakış açısı ‘’eksik etek’’ lafında<br />

özetleniyor. Eğer kadın hakim gibi<br />

erkek işi olarak algılanan bir mertebeye<br />

çıkabilmişse, o artık sanki kadınlıktan<br />

erkekliğe terfi etmiş gibi görünüyor.<br />

Aslında kadınların durumu garip bir<br />

ikilem gösteriyor. Hem çok yük altındalar,<br />

hem de müthiş bir güç sahibi olabiliyorlar.<br />

Ailede hakim durumdalar ve nerede<br />

olurlarsa olsunlar laflarını hiç esirgemiyorlar,<br />

bağırıp çağırıp erkeklere bir güzel<br />

hadlerini bildiriyorlar. Amazonlar’ın<br />

yaşamış olduğu bir bölge ne de olsa.<br />

Sonuçta onlardan bir şeyler bugüne dek<br />

kalmış galiba. Filmde Pehlivan Hatice<br />

tiplemesiyle biraz da bu ikilemi göstermeye<br />

çalıştık. Bu arada yaşadığımız bir<br />

olay da bu durumun somut bir örneği<br />

oldu sanki. Filme ilk başladığım İzmir’li<br />

kadın oyuncuyla çalışmaya devam edemedim,<br />

çünkü eşi bir hafta çekimden<br />

sonra izin vermedi. Oysa ki ileri görüşlü,<br />

çevre davalarında öne çıkan bir avukat<br />

arkadaştı kendisi. Ama karısının öne<br />

çıkmasına tahammül edemedi.<br />

Onunla çekilen bölümler ne oldu peki?<br />

Attım. Bir haftalık çekim boşa gitti.<br />

Sonra İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan birini<br />

önerdiler. Nurhayat Boz. Fotoğraflarına<br />

bakınca uygun görünüyordu. Ve<br />

şansımıza, son derece profesyonel ve<br />

rolünü çok çabuk ezberleyen bir oyuncu<br />

çıktı karşımıza. Aynı durum kızın sevgilisi<br />

Laz genci için de söz konusu<br />

oldu. İstanbul’dan bir genç oyuncuyla<br />

anlaşmıştık.


Ama süre uzun geldi. Onun yerine son anda<br />

bir başkasını bulduk. Ardeşenli gerçek bir<br />

Laz. Hiç oyunculuk deneyimi yok, ama kamera<br />

karşısında çok rahattı ve rolünü de çok çabuk<br />

öğrendi.<br />

Diğer oyuncular ve rollerinden de kısaca bahsedebilir<br />

miyiz? :<br />

Baba rolünü yine İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan<br />

bir oyuncu oynadı. Kısacası İzmir’li aileyi<br />

canlandıran üç kişi profesyonel oyuncu,<br />

diğer roller Karadeniz’deki amatör oyuncular<br />

veya hayatlarında hiç kamera karşısına<br />

geçmemiş halktan insanlar tarafından<br />

oynanıyor. Oyuncuların çoğunu yöreden<br />

seçmemin bir nedeni de Karadeniz’de konuyu<br />

hazırlarken bana ora halkının yaptığı uyarılar<br />

oldu. ‘’Şive çok önemli’’ diyorlardı. İstanbul’lu<br />

oyuncuların şiveyi kötü taklit etmelerini,<br />

uyduruk bir dili Karadeniz aksanı gibi göstermelerini<br />

kabul edemiyorlar ve bunu kendileriyle<br />

alay etmek gibi görüyorlar. Zaten<br />

Karadeniz aksanı diye tek bir aksan da yok.<br />

Yanyana iki yerin şivesi bile birbirinden farklı.<br />

Oyuncularımız tabi ki bu şiveleri sonradan<br />

yapmacık bir şekilde öğrenmiş değiller, kendi<br />

doğal aksanları.<br />

Amatör oyuncularla çalışmanın zorlukları oldu<br />

mu?<br />

Bu oyuncuları yönetmek çok zor olmadı, çünkü<br />

Karadenizliler genellikle doğuştan aktörler.<br />

Çoğu günlük yaşamlarında bir tiyatro sahnesinde<br />

oynar gibi. Ayrıca amatör oyuncularla<br />

çalışmak daha da ilginç. Fazla starlaşmış, fazla<br />

tanınan oyuncular genellikle kendileri olmaktan<br />

kurtulamıyorlar bir türlü. Hangi karakteri oynarlarsa<br />

oynasınlar, o karakter değil de kendi kimlikleri<br />

öne çıkıyor. Ama biz hiç beklemediğimiz<br />

başka bir zorlukla karşılaştık. Halktan insanları<br />

birarada tutabilme zorluğu. Bir gün gelirlerse<br />

öbür gün kaybolabiliyorlar. Ya çay toplamaya<br />

gidiyorlar, ya başka bir işleri oluyor, ya dağdaki<br />

köyüne çıkıyor, orada telefonları da çekmiyor,<br />

devamlılığın önemini bilmiyorlar tabi. Kendileriyle<br />

sözleşme bile yapsam, işe gelmedi diye her<br />

birine dava açacak değilim, açsam ne olacak<br />

zaten.<br />

Film yurt dışında vizyona girecek mi?<br />

Film yurtdışında da vizyona girecek. Cannes<br />

Film Festivali marketindeydi, orada epeyce<br />

değişik ülkeyle temasımız oldu. Sanıyorum önümüzdeki<br />

sonbaharda Fransa başta olmak üzere<br />

bu ülkelerin sinemalarında görülebilecek.


n Bir gün bir film seyrettim ve hayatım<br />

değişmedi… Ama yoğun bir tanıdıklık duygusunun<br />

içine düştüm: Muriel Barbery’nin<br />

“L’Elégance du Hérrison” “Kirpinin Zarafeti”<br />

adlı romanından uyarlanan “Le Herrison”-<br />

(“Kirpi”- Film adı Türkçeleştirirken, biraz<br />

metafor düşmanlığı yapılmış,) “Yaşamaya<br />

Değer” adlı filmden bahsediyorum.<br />

Yönetmenliğini ve senaristliğini Mona<br />

Achache’nin yaptığı film, Paris’te yaşayan<br />

varlıklı bir ailenin kızı olan 11 yaşındaki<br />

Paloma’nın, hayatı ve çevresini sorgulama<br />

sürecini anlatıyor. Paloma, arayışını evdeki<br />

kamerayla çektiği filme aktarıyor; kahramanın öznel<br />

gözüyle, film yönetmeninin tanrı gözünü eş zamanlı<br />

olarak gördüğümüz ustalıklı bir çatı inşa edilmiş.<br />

Baştan söyleyelim, Paloma, had safhada zeki ve iç<br />

dünyası oldukça zengin bir kız; kendi filmine başlama<br />

sebebini şöyle anlatıyor:<br />

“Bütün bu şans ve berekete rağmen farkındayım ki<br />

gittiğim yolun sonu bir akvaryum, öyle bir dünya<br />

ki bütün yetişkinler araba camına çarpan sinekler<br />

gibi. Bu akvaryum, bana göre değil, kararımı verdim.<br />

Bu senemi doldurduğumda, 12. yaş günümde, 16<br />

Haziran’da, tam 165 gün sonra kendimi öldüreceğim.<br />

Kendimi öldürmem, bunu çürüyen bir sebze gibi<br />

yapacağım anlamına gelmiyor. Öldüğünüzde önemli<br />

olan, ölümün kendisi değil, o anda ne yaptığınız.<br />

Taniguchi’nin mangasında, kahramanlar Everest’e<br />

tırmanırken ölmüşlerdi. Benim Everest’im de işte<br />

bu: Bir film yapmak, hayatın neden saçma olduğunu


anlatan bir film… Başkalarının ve bizim hayatımızın. Eğer hiçbir<br />

şeyin anlamı yoksa bununla başa çıkmanın bir yolu olmalı…”<br />

Paloma; sosyal sınıf kavramının farkında, ikamet ettikleri<br />

apartmanı “zenginlerin yaşadığı bir apartman” olarak tanımlıyor:<br />

“Ailem zengin, dolayısıyla ablam ve ben de zenginiz”… Annesinin<br />

hayat algısını “Evin kedisi dışarı çıkmasın, kapıcı içeri<br />

girmesin” olarak tercüme ediyor. “Mazoşizm konusunda dinlerle<br />

yarışabilecek tek rakip herhalde psikanalizdir” cümlesini bir avazda<br />

kurabiliyor. (Hala 11 yaşında!) Psikanaliste giderek geçirdiği<br />

10. yılı şampanya patlatarak kutlamaya hazırlanan annesi, kabine<br />

değişikliğine kurban bir bakan olan babası ve annesinden az<br />

nevrotik babasından çok zeki olmayı hayat amacı haline getiren<br />

ablasını kapsayan, seçmediği bir ailenin onaylamadığı algısı içinde<br />

yaşamaktadır. Ama ölüm sürecini kendi seçmek ister.<br />

Film, genel olarak Paloma’nın oldukça keyifli(!) intihar günlüğü<br />

aksında akıyor. Zira kızımızın, kamerasıyla çevresindekilerin


sığlığını ve içinde yüzdükleri halde fark etmedikleri<br />

ironik halleri belgelemeden ölmeye niyeti<br />

yok. “Yaşamaya Değer”de ana aksa paralel<br />

olarak komşuların hayat hikâyeleri de ustalıkla<br />

örülmüş. Paloma’nın kamerası ve baktığını didik<br />

didik eden gözlerinden tüm apartman sakinleri<br />

nasibini alıyor.<br />

Apartman sakinleri içinde, “sakinlik” lafının gerçek<br />

manada hakkını veren, apartmanda yaşayan<br />

diğer kişilere göre konumunu “komşu” değil<br />

yalnızca “kapıcı” olarak nitelendiren Renée’nin<br />

hikayesi, Paloma’nınkiyle paralel işlenmiş.<br />

54 yaşındaki Renée 27 yıldır bu apartmanda<br />

kapıcılık yapmaktadır. Kendini, “Dul, kısa<br />

boylu ve şişman” olarak tanımlıyor. Sınırlarını<br />

kabullendiği hayatını, el alışkanlıklarına göre<br />

yaşıyor.<br />

Hikaye, “bu hayat yaşamaya yahut ölmeye<br />

değer mi?”den ziyade, kendine ait bir<br />

dünyası olmak üzerine kurulmuş. Renée’nin de<br />

Paloma’nın da durumunda, Adam Mickievicz’in<br />

“huzuru evinde bulamamıştı çünkü evinde huzur<br />

yoktu” dizelerini çağrıştıran bir yan var.<br />

Paloma ve Renée birbirlerini kendine ait bir<br />

odası olmakla övüyor. İkisi de insanlardan gizledikleri<br />

birer evren kurarak kendilerine nefes<br />

alanı yaratmaya çalışıyor ve insanların gizli<br />

dünyalarına girmeye çalışmalarından şikâyetçi.<br />

Paloma’nın odası, günlük tutar gibi duvarlara<br />

kendi süreçlerini bezediği resimleri, kasetleri,<br />

kitaplarıyla adeta bir evren. Renée ise, evinin<br />

arka odasında herkesten gizlediği rafları tıka<br />

basa kitap dolu bir okuma odası oluşturmuş,<br />

ancak oraya kapandığında kendini iyi hissediyor.<br />

Şimdiye kadar fark edileceği üzere, Wirginia<br />

Woolf’un “Kendine ait bir oda” şiarının<br />

altı sıkça çizilmiş- sırf bu bile benim için filmi<br />

makbul kılmaya yeterli. “Yaşamaya Değer”de,<br />

sığınak yaratmak, bir hayat yaratmakla eş değer<br />

bulunuyor.<br />

Paloma, çocuk olmasının ve ailesinin sosyal<br />

statüsünün de verdiği imkanlarla bir sığınağı<br />

olduğunun altını çizip, küçük yaşta iç zenginliği<br />

ve kulak dolgunluğuyla edindiği hikmetleri her<br />

fırsatta etrafına saçarken; Renée, insanların<br />

kafasındaki “kapıcı” profiline uymazsa işini<br />

kaybedeceği endişesiyle kendini de bir sığınağı<br />

olduğu bilgisini de saklıyor: “İnsanlar beni sevmez<br />

ama bana katlanırlar, çünkü onların gözünde<br />

tipik bir kapıcı örneğiyim. Çirkin, şişman, asık<br />

suratlı, kedisi fasulye kokusu sinmiş koltuklarda<br />

uyuklarken kendisi de televizyon izlediği koltuğa<br />

yapışmış halde pinekleyen bir kapıcı.”<br />

Paloma’nın meraklı eli Renée’nin evindeki sığınak<br />

kapısının kulpunu indiriyor ve Paloma o güne<br />

kadar sadece kapıcıları olarak gördüğü Renee’nin,<br />

kitaplardan oluşturduğu dünyasına giriyor...<br />

Ardından hem Paloma’nın hem Renée’nin hayatı,<br />

apartmana yeni taşınan Japon iş adamı Kakuro<br />

Ozu’yla tanışmalarıyla değişiyor.<br />

Yeni komşu Kakuro Ozu, Japon sinemasından<br />

Rus edebiyatına pek çok alanda geniş bir birikimi<br />

olan Renée’nin kapısını çalıyor, aralarında<br />

ikisinin de hayran olduğu Tolstoy üzerine, küçük<br />

bir diyalog geçiyor, Kakuro Ozu, Renee’yi ilk<br />

bakışta keşfediyor ve aşka meyilli bir arkadaşlık<br />

başlıyor…<br />

Kakuro ve Paloma, Renee’yi kendi yöntemleriyle<br />

araştırıyor. Paloma Kakuro Azu’ya Renée’de<br />

bir kirpinin zarafeti olduğunu söylüyor: dışardan<br />

dikenlerle zırhlı, tam bir kale, ama içinde kirpiler<br />

kadar doğrudan bir rafinelik var. Onlar haksız<br />

yere duyarsız, uyuşuk görülen, şiddetle yalnız ve<br />

korkunç bir şekilde zarif hayvanlar….<br />

Bu bir, “bir film seyrettim ve hayatım değişti”<br />

filmi değil, ama insanı yoğun bir tanıdıklık duygusuna<br />

çağırıyor, kahramanlarla özdeşlik kurma<br />

alanında oldukça davetkar. “Yaşamaya Değer”,<br />

empati tohumlarını (özellikle kadı seyirciyle) bol<br />

bereket savurmuş. İnsan Paloma’yı görünce “aynı<br />

benim çocukluğum!” demeden edemiyor, aynı<br />

bizim çocukluğumuz değildir muhtemelen. Ama<br />

beşer, şaşar, kendini kayırır … 11 yaşında dünyayı<br />

akıllara zarar bir analitik algıyla didikleyen Paloma,<br />

seyrederken insanda geçmişini restore<br />

ederek; hayat ve sınıf kavramı konusunda daha<br />

o yaşında oldukça parlak saptamaları olan bu<br />

kızla hemen tanıdık olma isteği yaratıyor: Bu kızı<br />

bir yerlerden, mümkünse kendi çocukluğundan<br />

hatırlama isteği, evet dünya adil bir yer değil ama,<br />

ben bunu “zaten” daha çocukken anlamıştım<br />

deme dürtüsü: Büyüyüp dünyayı kurtaramadık,<br />

bari çocukluğumuzu elden geçirip hayatı ta o zamandan<br />

anlamış olalım! (mı?)<br />

Renée’ye gelince, umut kıvılcımlarının harlanarak<br />

olimpiyat meşalesine dönüştüğü nokta


urası:Kapıcı dairesinin, dar kanatları boşlukta pek<br />

ferah açılan kapısı, seyircinin de içine su serpiyor.<br />

Film, Renée aksında bir aşamadan sonra finaline<br />

kadar diyor ki: ey kadınlar, yalnız, asosyal, çirkin ve<br />

şişman olabilirsiniz. Bazı sabahlar uyandığınızda nefesiniz<br />

bir mamutunki gibi kokabilir. Sosyal statünüz<br />

saygı görmenizi sağlamayabilir, belki yıllarca önemsiz<br />

biri olarak addedilip etrafınızdakilerce fark edilmediniz.<br />

Amaaa… Eğer kendi dünyanız varsa, bir<br />

gün kapınızı, Hem Tolstoy’a hakim hem sizin için<br />

yemek yapacak, hem film kültürü yüksek, hem sosyal<br />

statüyü önemsemeyen, hem sizi anlamaya<br />

çalışan hem huysuzluklarınızı tolere edecek bir adam<br />

çalabilir. Bkz: Kakuro Ozu. Hayallerdeki sevgilinin<br />

kapınızı çalması an meselesi… Şıklığının altını çizmeyecek<br />

kadar zarif bir adam bu üstelik. Onunla, ne<br />

olmak isterseniz o olabilirsiniz. Adam hem paltonuzu<br />

tutuyor, hem tuvalette Mozart dinliyor. Üstelik şık bir<br />

sofrada şöpürdeterek yemek yiyecek kadar da rahat<br />

ediyorsunuz yanında….<br />

Eee, ne demişler, sinema bir mucizedir, aslında<br />

sinemanın vaad ettiği bir mucizedir. Filmin sonuna<br />

doğru filmden katharsise ulaşmış, bütün duygularım<br />

sağılmış olarak çıkacağım hissine kapılıp içimden<br />

söylenmeye başladım: Sinemada geçirdiğim iki<br />

mutlu saatin bedelini; filmden çıktığımda, sokakta<br />

akan hayatın ot gibi gelmesi olarak ödediğim çok film<br />

izlemiştim. Çok şükür, senarist ahlaklı davranmış,<br />

bir son dakika golüyle seyircinin ayağını boşa<br />

düşürmüş; “…ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar”<br />

cümlesini kurmaktan geri durmuş.<br />

Senaryoda en sağlam çizilen karakterler Renée ve<br />

Paloma. Paloma’nın burjuva aile bireyleri ise ince<br />

nüanslarla fakat fazla detaya girilmeden biraz tipleme<br />

bazında yansıtılmış. Sınıf kavramını iğneli bir dille<br />

sorgulayan filmde elleri dize vurdurtacak kahkahalar<br />

atmıyoruz ama çok keskin bir mizah duygusu var.<br />

Ayrıca Paloma’nın hayal dünyası verilirken kullanılan<br />

illüstrasyonlar çok etkileyici.<br />

Filmde Josiane Balasko, Garance Le Guillermic,<br />

Togo Igawa, Anne Brochet, Ariane Ascaride,<br />

Wladimir Yordanoff ve Sarah Lepicard’ın rol alıyor.<br />

“Yaşamaya Değer”,<br />

mümkün mertebe kafa karıştırıyor, soru soruyor,<br />

umut veriyor, türlü çözümler öneriyor ama mutlak<br />

mutlu son vaadi verip seyirciyi kandırmıyor: gerçekçi,<br />

hayalperest ve ahlaklı. Velhasılkelam; izlenmeye<br />

değer…


1970 / George Seaton<br />

n Yoğun kar yağışının zaman zaman şiddetlenerek<br />

seferleri aksattığı gece havalanan yolcu uçağında,<br />

bir yaşlıca yolcunun çantasında bomba düzeneği<br />

bulunmaktadır. Amacı, başarısız iş yaşamının bedelini<br />

yoksulluk olarak ödettiği karısına, bu patlamadaki<br />

ölümünün ardından sigorta poliçesindeki yüklü<br />

miktarı bırakmaktır. Ancak bir dizi gelişme sonucu<br />

durum fark edilir; adam ön tarafa kaçar ve talihsiz<br />

bir müdahale sonucu tuvalete girip bombayı patlatır.<br />

O an, gövdede açılan delik sonucu iç basıncı düşen<br />

kabin içindekilerin hızla uçuşarak dışarıdaki hava<br />

tarafından emildiği andır!<br />

Felaket filmlerinin yetmişli yıllarda gözde olmasının<br />

başlangıcında, bir havalimanı içinde yer alan çok<br />

sayıda karakter, aralarındaki ilişkiler ve zengin olay<br />

örgüsüyle, Arthur Hailey’in bu çok satan romanının<br />

uyarlaması büyük ilgi görmüştü. Film, ‘En İyi Film’<br />

de dâhil 10 dalda Oscar adayı olup, sadece, ‘kaçak<br />

yolcu’ rolündeki tatlı ihtiyar Helen Hayes’e ‘En İyi<br />

Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü kazandırdı.


Bornova Bornova filmiyle<br />

fırtınalar estiren Damla<br />

Sönmez en sonunda Genç<br />

Cadı Ödülü’nü de aldı.<br />

İşte genç cadımız Damla<br />

Sönmez’in bilinmeyenleri…


SERDAR AKBIYIK<br />

n Uçan Süpürge Film Festivali’nde<br />

Genç Cadı Ödülü’nü alan Damla<br />

Sönmez dev adımlarla geliyor. İlk<br />

filmi olan Bornova Bornova ile<br />

Antalya’dan Yardımcı Kadın Oyuncu,<br />

Uçan süpürge’de Genç Cadı,<br />

Sadri Alışık Ödülleri’nde Umut<br />

Veren Oyuncu Ödülleri’nin sahibi<br />

olan Sönmez daha ilk filmindeki<br />

performansıyla kendini kanıtladı.<br />

Üstelik bu ödüllerin dışında art<br />

arda sinema filmleri çekti. Önümüzdeki<br />

aylarda Sönmez’i İsmail<br />

Hacıoğlu ile başrolü paylaştığı<br />

Çakal ve Kösem Sultan’ın hayatını<br />

canlandırdığı Mahpeyker: Kösem<br />

Sultan filmlerinde izleyeceğiz.<br />

Gelecek 10 yılın en önemli<br />

kadın oyuncularından olacağına<br />

inandığım Sönmez oyunculuk<br />

eğitimine yurt dışında aldığı kurslarla<br />

da katkıda bulunuyor. Tam bir<br />

küçük cadı geliyor. Sinemamızdaki<br />

büyüsünü seyretmek de bize zevk<br />

veriyor. İşte sinemamızın yeni<br />

küçük cadısı Damla Sönmez…<br />

Bornova Bornova filminde<br />

canlandırdığın Özlem karakteriyle<br />

bir ödül daha aldın. Ucan Süpürge<br />

Film Festivali’nde sana verilen<br />

Genç Cadı Ödülü’nü nasıl yorumluyorsun?<br />

Ben aslında festivale gidemedim ve<br />

filmleri izleyemedim. Ama haberlerini<br />

hep takip etmeye çalıştım ne<br />

yapıldığını öğrenmeye çalıştım.<br />

Uçan Süpürge çok önemli bir festival,<br />

bu kadar çok destek aldığını<br />

görmek de çok güzel. Böyle bir<br />

ödül almak çok mutluluk verici.<br />

Bu ödül diğerlerinden farklı. Genç<br />

Cadı Ödülü’nü almamın tek sebebi<br />

filmde gösterdiğim performans<br />

değil. Bornova Bornova filmindeki<br />

karakter de aslında ödüle<br />

layık görüldü. Tek başıma değil<br />

canlandırdığım karakter Özlem’le<br />

beraber aldım bu ödülü. O yüzden<br />

çok daha farklı, önemli bir ödül<br />

benim için.<br />

Peki, bu ödülü sana tam olarak ne<br />

için verdiklerini düşünüyorsun?<br />

Özlem karakteri anlaşılmaya<br />

çalışılması gereken bir kız<br />

aslında. Femme fatale olarak<br />

ünlenebilecek bir kadın Özlem.<br />

Ama bence femme fatale değil.<br />

Eğer filmin senaryosu klasik bir<br />

akışa sahip olsaydı Özlem ya<br />

dansöz ya şarkıcı olurdu, ya da<br />

kötü yola düşerdi. Ama bunlara<br />

başvurmuyor. Kendi ayaklarının<br />

üzerinde durabilmek için cinayet<br />

bile işleyebiliyor.<br />

Türk sinemasındaki kadın rollerinde<br />

bir cinsiyet ayrımcılığı görüyor<br />

musun?<br />

Türk sineması değil tüm dünyada<br />

çok sık görülen bir şey bu zaten.<br />

Genel algı bu şekilde. Çok aşırı<br />

feministler de otoriteye karşı<br />

gelerek otoriteyi kabul etmiş<br />

oluyor zaten. Aldığım ödülün<br />

gerekçesinde de yazıyor aslında.<br />

Erkeklerin dünyasında erkekmiş<br />

gibi yer almaya çalıştı ama bir<br />

yandan da kadınlığını kaybetmedi.<br />

Bornova Bornova ile ilk olarak<br />

Antalya’da Yardımcı Kadın Oyuncu<br />

Ödülü’nü almıştın, o günden<br />

bu güne neler değişti?<br />

Daha çok bilinçlendim. Artık<br />

her şeye çok farklı bir yerden<br />

bakıyorum. Bornova Bornova


enim kişisel gelişimim açısından bana<br />

çok fayda sağlayan bir işti. Çok farklı<br />

açıdan bakabiliyorum. Mesela insanın<br />

kendini eleştirebilmesi lazım… Bu özelliği<br />

belki lisede edinmemiz lazımdı ama<br />

ben buna sahip değildim. Ödül sonrası<br />

yaşadığım dönemde kendime daha fazla<br />

eleştirel bakabilmeye başladım. Bunun<br />

dışında öğrenci olduğum için hala finallerime<br />

gidip geliyorum, ders çalışıyorum,<br />

sahne çalışıyorum. Her şey aynı akışında<br />

devam ediyor aslında. Hakikatten sözü<br />

olan, bir şey anlatmaya çalışan, zekice<br />

düşünülmüş filmlerde oynamak istedim.<br />

Zaten her oyuncunun isteği budur.<br />

Anladığım, anlatabileceğim filmlerde<br />

oynamak istedim. Projeleri okuyup<br />

değerlendirme açısından daha fazla kendime<br />

güvendim, seçme<br />

özgürlüğüm oluştu.<br />

Ödül sonrası yaptığın işlere baktığımız<br />

zaman bir ivme kazandığın gözüküyor. İki<br />

tane sinema filmin vizyon alacak bu yıl<br />

sanıyorum?<br />

Şansın rolü var ama çok çalışmakta<br />

önemli. Aynı zamanda doğru yerde olmak,<br />

çalıştığın insanların da doğru yerde<br />

olmasıyla da ilgili. Çakal’ın vizyonu 2010<br />

Eylül olarak görünüyor. Kösem Sultan ise<br />

yine bu yıl vizyona girmek zorunda çünkü<br />

2010 İstanbul Kültür Başkenti projesi. Bir<br />

tanesi eylül bir tanesi ekim sonu, kasım<br />

başı olarak görünüyor. Kösem Sultan’ı<br />

şubatta çekmeye başladık mart sonunda<br />

bitti. Fakat üç boyutlu çalışmalar efektler<br />

çok fazla olduğu için montajla paralel<br />

olarak gidiyor. Çakal ise çok güzel bir<br />

iş... Erhan Kozel’in yönettiği ilk uzun<br />

metraj filmi. İsmail Hacıoğlu, Erkan Can,<br />

Çetin Altay, Uğur Polat gibi çok güçlü


isimler var filmde. Yine tek kadın<br />

karakteri benim filmin. Orada<br />

hikâye İsmail’in oynadığı karakter<br />

üzerine şekilleniyor. Yokluktan,<br />

amaçsızlıktan cahillikten<br />

doğan duyguların bir çocuğun<br />

üzerinde yarattığı buhran. Kösem<br />

Sultan projesi ortaya çıkınca<br />

çok fazla panik oldum. Bir sürü<br />

kaynak aldım. Hatta çok kafam<br />

karıştı çünkü yabancı kaynaklar<br />

ile Türk kaynaklar arasında çok<br />

farklılıklar var Kösem Sultanla<br />

ilgili. Bir yerde çocukken saraya<br />

getiriliyor, bir yerde genç kızken<br />

geliyor. Bizim versiyonumuzda<br />

çocukken saraydaki zanaatkâr bir<br />

ailenin yanına getiriliyor. Ondan<br />

sonra orada fark edilip hareme<br />

alınıyor. Gerçekten yaşamış bir<br />

kadını canlandırmak çok farklı.<br />

Siz hissediyorsunuz, enerjisi hala<br />

mevcut orada. Platoda çektik ama<br />

Topkapı Sarayı’nda dış çekimlerimiz<br />

vardı. O kostümlerle orada<br />

olmak çok fazla heyecan verici<br />

bir şeydi. Öyle bir hazırlık dönemi<br />

geçirdim. Senarist ve yapımcımız<br />

olan Avni Özgürel ve Kösem<br />

Sultan’ın olgunluk dönemini<br />

canlandıran Selda Akkor ile bütün<br />

sultanlardan bahsettik, nasıl<br />

gelmiş, neler olmuş diye. Avni<br />

Ağabey sete geldi, sürekli fikir alış<br />

verişi yapabildik. Umarım altından<br />

kalkabilmişizdir.<br />

Bu filmlere baktığım zaman<br />

canlandırdığın karakterlerin hepsinin<br />

de çok güçlü kadın karakterler<br />

olduğunu görüyorum. Bu tür<br />

rollerin üst üste sana gelmesini<br />

neye bağlıyorsun?<br />

Bilmiyorum aslında bunu<br />

yapımcılara, yönetmenlere sormak<br />

lazım. Ben de merak ettim şu an,<br />

sorabilirim. Hiç bir fikrim yok ama<br />

şanslı hissediyorum kendimi.


Üniversite kaçıncı sınıftasın?<br />

3. sınıfım. Fransa’ya gittiğim için bir sene<br />

kaybım oldu.<br />

Fransa’ya neden gittin ?<br />

Sen Josef’te okudum. Lisede Fransız üniversitelerine<br />

başvuruyorduk. Ben de başvurdum<br />

ve kabulüm geldi. Tiyatro<br />

bölümü seçmiştim ama<br />

kuramsal bir bölümdü o akademisyenlik<br />

yapılıyordu.<br />

Oyunculuk derslerimiz<br />

yoktu. Fransa’ya üniversite<br />

okumaya gittim aslında<br />

ama kalmadım bir senenin<br />

sonunda geri döndüm.<br />

Yeni oyuncular mutlaka<br />

yurt dışında eğitim<br />

alıp Amerika’da bir<br />

deneyim yaşamak istiyorlar.<br />

Sanıyorum sende<br />

ABD’ye gidiyorsun. Bu<br />

sadece eğitim için mi<br />

yoksa Hollywood’un nasıl<br />

olduğunu, olayların orada<br />

nasıl işlediğini görmek için<br />

mi?<br />

Nasıl gittiğini görme isteği<br />

de var. Ben işimi çok seviyorum.<br />

Benim için Türkiye<br />

ya da Amerika ikisi<br />

arasında bir fark yok. Nerede iyiyse nerede<br />

oyunculuğuma katkım olacaksa ben orada<br />

çalışmak istiyorum. Mesela üniversite birinci<br />

sınıftayken Londra’ya gittim, bir ay kadar<br />

kaldım. Oyunlar izledim, workshopa katıldım,<br />

yurtdışı çok ayrı bir vizyon açıyor. Herkesin<br />

dünya algısı farklı. Bu sırf yurt dışında değil,<br />

Bursa’yla İstanbul arasında da böyle ve biz<br />

insanla ilgili bir iş yapıyoruz. Sırf profesyonel<br />

anlamda sahnede ya da kamera önünde<br />

olanları görmek değil, sokakta insanlar ne<br />

yapıyor bunları görmekte çok önemli.<br />

Oyunculuk artık senin için bir meslek, ailenin<br />

sana desteği nasıl bu konuda?<br />

Ailem her zaman benim arkamda, çok şanslı<br />

olduğumuz düşünüyorum bu yüzden. Tabi<br />

Fransa’ya giderken, oradan döndükten<br />

sonra tekrardan burada konservatuara<br />

gireceğimi duyduklarında acaba farklı<br />

bir bölüm mü okusan dediler ama benim<br />

küçüklükten beri bunu ne kadar çok<br />

istediğimi biliyorlar. Ne annem ne babam<br />

hiç karşı çıkmadılar. Babalar genelde<br />

daha çok karşıdırlar ama<br />

babamın öyle bir tepkisi<br />

varsa bile bana hiç belli<br />

etmedi, hiç yansıtmadı. Hep<br />

yanımda oldular. Mesela<br />

gelen senaryoları biz<br />

oturur babamla konuşuruz.<br />

Babamın bilgisine çok güvenirim<br />

ben. Mesela Bornova<br />

Bornova filminde babamın<br />

da yaşadığı çok şeyler var<br />

80’lerde. Babam mimar ama<br />

ODTÜ’de sosyoloji okurken<br />

birinci sınıfta İstanbul’a<br />

kaçıyor Mimar Sinan’da<br />

okuyor, çok şey yaşamış o<br />

da. Bunlardan yararlanmaya<br />

çalışıyorum. Her zamanda<br />

arkamdalar, keşke herkes<br />

bu kadar şanslı olsa.<br />

Peki, bu noktada<br />

yaptıklarına bakıyorum<br />

ve çok da dizilerde<br />

oynamayı tercih ettiğini<br />

düşünmüyorum. Televizyona nasıl<br />

yaklaşıyorsun?<br />

Bir dizinin senaryosu, hikâyesi sizi<br />

heyecanlandırıyorsa onu yaparsınız<br />

ve mutluda olursunuz. Televizyon sektörünün<br />

maalesef bu çalışma saatleri beni<br />

rahatsız ediyor. Biz oyuncuyuz sahnemizi<br />

çekip gidebiliyoruz ama set ekibi sürekli<br />

orada, çok fazla çalışıyorlar. Sadece üç<br />

saat uyuyup devam eden insanlar biliyorum.<br />

Bundan sonra neler yapacaksın?<br />

Konuşulan bir dizi projesi var. New York<br />

Film Akademi’ye gidiyorum, temmuzda<br />

döneceğim, kısa süreli bir workshopa<br />

gidiyorum. Döndükten sonra son sınıfım<br />

var, dizi olursa diziye başlayacağım.


Bu yazıda göç eden,<br />

mülteci olarak yollara<br />

düşen ve bilmedikleri<br />

ülkelerde yurt kuran<br />

filmleri ele aldık…


BANU BOZDEMİR<br />

n Sinemada yollara düşme hali isteyerek ve<br />

istemeyerek cereyan eder. İnsanlar çeşitli<br />

hallerde yollara düşerler ama bazen bir yere<br />

sığınmak, kötü koşullardan kaçmak ve bilmedikleri<br />

bir yeri yurt edinmek düşüncesi de<br />

yollara çıkmak için bir sebeptir. Bu yazıda<br />

göç eden, mülteci olarak yollara düşen ve<br />

bilmedikleri ülkelerde yurt kuran filmleri ele<br />

aldık… Politik ve sosyal yanları olan bu filmler<br />

‘yol’ filmlerinden zorunluluk halinden dolayı<br />

ayrılıyor. Türk sinemasında 60’ların sonu 70’lerin<br />

ortasında bu filmlere fazlaca yer verilmiş,<br />

hatta göç etmenin acısıyla birçok aile dağılmış,<br />

birçok yürek yanmıştı. Türkan Şoray’ın<br />

yönettiği Dönüş bu acılı filmlere bir örnektir,<br />

Tunç Okan’ın Otobüs filmi kaçak işçi olarak<br />

İsveç’e giden bir avuç insanın psikolojierini<br />

çarpıcı bir biçimde ortaya serer. Almanya Acı<br />

Vatan, Kırkmetre Kara Almanya, Polizei, Berlin<br />

in Berlin, Gurbetçiler, Yanlış Cennete Elveda,<br />

Sarı Mercedes, ve Baba ülkemizde dış göç<br />

üzerine çekilen filmlerden…<br />

Bu ay vizyona girecek ve bu dosyanın fikir<br />

babası olan Costa Gavras imzalı Cennet<br />

Batıda / Eden is West Avrupa’da yasadışı göçmen<br />

olarak yaşayan genç Elias’ın hikâyesini<br />

anlatıyor. Kaçak olarak Fransa’ya giden bir<br />

gemiye binen Elias tıpkı İlyada’da olduğu gibi<br />

Ege Denizi’nden başlar yolculuğa, Cennet ve<br />

Cehennem denemeleri (tatil köyü) onu Paris’e<br />

ulaştırır sonunda… Bu filmden yola çıkarak<br />

ülkelerinden uzaklaşan, ülkelerini özleyen, yeni<br />

yaşamlarını kuran ya da kuramayan filmleri ele<br />

aldık… Daha çok doğudan batıya yapılan göçler<br />

var ama tersine göç örnekleri de mevcut…<br />

Halit Refiğ imzalı Gurbet Kuşları 1964 yapımı bir<br />

film. Bir iç göç hikayesi, Maraş’tan İstanbul’a<br />

gelen bir ailenin trajik hikayesi, var olma<br />

dayanışması. Elde avuçta ne varsa bu koca<br />

şehre yedirerek tekrar Maraş’a dönen ailenin<br />

yitik hikayesi, etkili bir göç filmi.<br />

Mahsun Kırmızıgül imzalı Güneşi Gördüm de<br />

yıllar sonra İstanbul’a yapılan zorunlu göçü<br />

anlatıyor. Doğudan, yaşadıkları topraklardan<br />

koparılan insanlar İstanbul’un kalabalığı ve


karmaşasında dağılıp gider, acı ve hüzün eksik<br />

olmaz hayatlarından.<br />

Radoslav<br />

Spassov imzalı<br />

Çalıntı Gözler,<br />

1980’lerin<br />

sonunda,<br />

Bulgaristan’da<br />

Türklere yapılan<br />

dayatmaların<br />

doruğa çıktığı<br />

dönemde Türk<br />

Öğretmen Ayten<br />

ile Bulgar<br />

askeri Ivan ‘ın<br />

aşk hikayesini<br />

anlatıyor.<br />

Baskılar sonucu<br />

onbinlerce Türk<br />

göç ediyor ama Ayten doğduğu toprakları terk<br />

etmiyor, bu da filmi diğerlerinden az da olsa<br />

ayırıyor.<br />

Geçen haftalarda<br />

vizyona<br />

giren Nesli<br />

Çölgeçen’in<br />

Denizden<br />

Gelen’i ise<br />

trajedisi ve<br />

öyküsüyle<br />

tam bir mülteci<br />

göç filmi.<br />

Türkiye’nin<br />

mülteci geçiş<br />

noktası olması,<br />

insanların bilinmeyene<br />

yolculuk<br />

yapması,<br />

umut ve umutsuzluk<br />

çemberini aynı anda kırmaları bu filmi<br />

de bu kategoriye sokuyor. Reis Çelik imzalı<br />

Mülteci ise doğudan Almanya’ya uzanan bir<br />

kaçış öyküsü. Hayatı alt üst olan bir adamın<br />

yurt dışına kaçması, mülteci kampına sığınması<br />

ve zor günler yaşaması, bıraktığı topraklarda<br />

kalsaydı daha mı iyi olurdu acaba sorusunu<br />

sordurtuyor…<br />

Michael Winterbottom’un In This World / Bu<br />

Dünyada<br />

Jamal ve<br />

Enayatullah’ın<br />

daha iyi bir<br />

gelecek için<br />

doğudan<br />

batıya uzanan<br />

yolculuklarını<br />

anlatıyor.<br />

Aralarındaki<br />

sosyal farklılık<br />

yollarda kaybolur,<br />

Pakistan,<br />

İran<br />

üzerinden<br />

Türkiye’ye<br />

girerler, İstabul<br />

önlerinde yeni bir dünya olarak açılır. Kimi zaman<br />

ülkemizin de ‘batı’ olarak algılandığı filmlerden.<br />

Philippe<br />

Loiret imzalı<br />

Welcome /<br />

Hoş geldin<br />

Fransa’nın<br />

kuzeyindeki<br />

Calais kentinde<br />

yaşayan ve<br />

Manş Denizini<br />

yüzerek geçmeye<br />

çalışan<br />

kaçak bir Iraklı<br />

Kürt göçmen<br />

gencin hayatını<br />

anlatıyor.<br />

Gencin bu<br />

kadar azimli<br />

olmasının ardında İngiltere’de yaşayan sevgilisi<br />

Mina’ya ulaşma isteği yatıyor. Filmde Türk<br />

oyuncular da yer almıştı.<br />

Umuda Yolculuk Xavier Koller yönetiminde<br />

Maraş’tan İsviçre sınırına uzanan bir göç<br />

öyküsü. Meryem ve Haydar’ın çocuklarıyla<br />

İsviçre’de mutlu ve refah bir hayat kurma<br />

hevesleri İsviçre’nin Alp soğuklarına takılacak<br />

ve trajediyle sonuçlanacaktır.<br />

Yakın zamanlı yerli bir film olan Umut Adası<br />

Türkiye’den İngiltere’ye kaçak yollarla giden bir


grup insanın yaşadığı dram üzerine. Geminin<br />

içinde iç hesaplaşmalara da fazlaca değinen<br />

filmde herkesin hayali farklıdır. Ama gerçekler<br />

çok daha farklıdır!<br />

Uzak Ufuklar bu türün bir hayli başarılı<br />

örneklerinden. Ron Howard imzalı film, tarihi<br />

fonlarda geçen bir aşk ve mücadele öyküsü.<br />

Toprak sahibi olmanın üst düzey olduğu<br />

zamanlarda, toprak sahibiyle anlaşmazlığa<br />

düşen Joseph<br />

Dolley, adamın<br />

kızını da alıp yollara<br />

düşer, ülkeyi<br />

terk eder. Ama<br />

yeni topraklar da<br />

özgürlük ve umut<br />

vaat etmez pek…<br />

Fassbinder’in<br />

Korku Ruhu<br />

Kemirir filmi Faslı Ali’nin çalışmak için geldiği<br />

Almanya’da yaşadığı zorlukları anlatır. Ali<br />

orada 60 yaşlarındaki Emmi ile evlenince göçmenlere<br />

sıcak bakmayan insanlar tarafından<br />

dışlanırlar. Yönetmen Emmi ve Ali üzerinden<br />

sert bir toplum eleştirisi yapar aynı zamanda.<br />

Dardenne Kardeşlerin La Promisse / Vaat<br />

filmi Belçika’ya kaçak yollardan gelen göçmenleri<br />

kullanan bir baba ve oğulu anlatıyor.<br />

Belçika’nın zenginliği işçilerin sefilliğini ve<br />

ezilmişliğini daha da görünür kılıyor. İçinde bir<br />

çocuk olması bir yerlerde umut barındırmayı<br />

da kolaylaştırıyor, vicdan azabı üzerinden<br />

giden bir film.<br />

James L. Brooks’un Spanglish filmi daha iyi<br />

şartlar için Los Angeles’a göç eden çocuklu<br />

bir kadının yaşadıkları üzerine. Flor bakıcı<br />

olarak işe başlar ve olaylar bodoslama bir<br />

şekilde arkasından gelir. Dil problemi, kızının<br />

ergen sorunları ve kalbinde yeşermeye<br />

başlayan aşk…<br />

Fatih Akın’ın Solino’su da göçmenlik<br />

izi taşıyan filmlerden. İtalyan bir ailenin<br />

Almanya’da kurdukları bir yaşam üzerinden<br />

anlatılan filmde Rosa’nın ülke özlemi dinmek<br />

bilmez, Romano açtıkları pizza dükkanında<br />

mutludur, oğullar da sosyal ortamın ve<br />

özgürlüğün tadını çıkarmaya hevesli… Ama<br />

ülke özlemi derinlerde hep saklı kalır, film<br />

etnik gerilimler ve göç<br />

üzerinden bakar yeni<br />

hayatlara…<br />

Hüseyin Karabey<br />

imzalı Gitmek tersine<br />

bir gidişten ilham<br />

alıyor. Herkesin<br />

Irak’tan kaçmaya<br />

çalıştığı bir zamanda<br />

Ayça Irak’a sevgilisine<br />

ulaşmak için yollara<br />

düşer. Amacı sevdiği<br />

adamı sağ salim<br />

bulmaktır…<br />

Çizgi romandan uyarlanan<br />

Persepolis’te ülkesinin zorlu koşullarını<br />

terk eden bir kadını anlatıyor. Tahranlı farklı<br />

kız Merjane İran – Irak savaşı yüzünden ailesi<br />

tarafından Avusturya’ya gönderilir. Vatan hasreti<br />

ağır basar, tekrar döner ama yapamaz. Bu kez zor<br />

bir kararla Fransa’ya döner. Aklı ülkesinde kalır,<br />

zorunlu bir göçtür onun ki, ama umutlu olmaya<br />

kararlıdır da aynı zamanda…<br />

Bu Türkçe adıyla pek bir gülümseten Göçenler,<br />

Göçmenler, Göçürenler, Ne Varsa Götürenler / Immigrants<br />

Amerikan rüyası üzerinden Amerika’ya<br />

kapak atmaya çalışanları anlatıyor komik ve animasyon<br />

tarzında. Sosisli yemeye gitmiyorlarsa<br />

bir hayat kurmaya gidiyorlardır ve göçmenlerin<br />

yaşadığı bir apartmana yerleşirler. Sonra gelsin<br />

rüyalar, gitsin gerçekler…<br />

Marc Forster imzalı Uçurtma Avcısı bir ihanet,<br />

bir göç ve vicdan filmi sayılabilir. Taliban rejiinden<br />

kaçan Amir Amerika’ya göç eder<br />

ama çocukluğuna dair bir anı hiç aklından<br />

çıkmaz. En yakın arkadaşına yaptığı ihanet,<br />

onun öldürüldüğü haberiyle depreşir, hemen<br />

Afganistan’a döner, çocukluk arkadaşının başı<br />

dette olan küçük oğlunu bulmak için… Göçle<br />

beraber vicdanı sorgulayan filmlerden…<br />

Bahman Ghobadi’nin etkili filmi Kaplumbağalar<br />

da Uçar / Turtles Can Fly Türkiye – İran<br />

sınırındaki bir Kürt mülteci kampında yaşananları<br />

anlatıyor. Irak ile Amerika arasındaki savaş<br />

başlamak üzeredir ve çocukların yaşadığı bir<br />

kampa uzanır kamera. Farklı yaşamlar altında<br />

mutluluk oyunu oynayan çocuklar umut ve umutsuzluk<br />

arasında sıkışır çoğu zaman…


n Dün gibi aklımda..<br />

14-15 yaşlarında evinde Apple Macintosh<br />

bilgisayarı olan şanslı insanlardan biriydim. Bırakın<br />

sıradan bilgisayarı, evinde Apple Macintosh olan,<br />

belki de sayıları bir elin parmağını geçmeyecek<br />

insanlardandım…<br />

Haftanın belirli günlerinde bize, bana grafik tasarım<br />

eğitimi vermek için gelen, herbiri büyük medya<br />

gruplarında çalışan, kendi alanlarında çok bilgili,<br />

profesyonel, çizer ağabeylerimin bana bıraktıkları<br />

ödevler haricinde, bilgisayarda oyun oynamak en<br />

büyük zevkimdi… Tabii babamdan vakit bulduğum<br />

zamanlarda..<br />

O dönem evimizde olan 3-5 oyundan bir tanesi de<br />

“Prince of Persia” oyunuydu, ve hayatımda hemen<br />

hemen Photoshop kadar yeri vardı.<br />

Benim hatırladığım “Prince of Persia” oyunu,<br />

zamanımızın oyunundan çok daha farklı tabii ama<br />

yine de taş parçalarının aralarında ateş üzerinden<br />

atlayarak ierleyen, yeri geldiğinde sallanarak<br />

aşağıya sarkıp sihirli hareketlerle büyük tahta<br />

kapıları açıp bir diğer bölüme atlayan prens aynı…<br />

Yalnız oyun karakterini beyaz perdeye<br />

uyarladığınızda göz ardı edemeyeceğiniz bazı<br />

gerçekler var. Bunlardan ilki, konusunu bu tür video<br />

oyunlarından almış filmlerin, beyaz perdede başarı<br />

yakalama oranı tarihte her zaman muamma olarak<br />

kalmış olması. Bu tür filmlerin izleyici sayısı, bilgisayar<br />

oyununu sevip de, sevdiği oyunun<br />

kahramanını canlı olarak, hoplayıp zıplarken<br />

görebilme isteğiyle yanıp tutuşan, bilgisayar<br />

oyunu seven kitle içinde sıkışıp<br />

kalmış ve bundan öteye gidememiş.<br />

Bu tezin rakamsal değerleri de<br />

Max Payne, Hitman, veya Silent<br />

Hill gibi filmler hakkında<br />

rakamlar incelendiğinde<br />

kolayca görülecektir.<br />

Filmde benim dikkatimi<br />

çeken, Prens<br />

Dastan rolündeki<br />

Jake Gyllenhaal’in<br />

muhteşem<br />

performansı oldu.<br />

Bu performans,<br />

ta ki bu filmi<br />

izleyene kadar<br />

aklımın bir<br />

köşesinde<br />

kalan<br />

“Brokeback<br />

Mountain”


filminin “kırık” kovboy karakterini bir daha geri gelmeyecek<br />

şekilde silmeme yardımcı oldu diyebilirim.<br />

Bir dönem ismi “Transformers” filminin yeni bölümü için,<br />

Megan Fox’un yerine geçen Gemma Arterton ise, rolüne 2<br />

beden küçük gelmiş ve filmin zayıf halkası olmuş. Güzel<br />

oyuncunun bu tür büyük yapımlarda oynayabilmesi için<br />

biraz daha pişmesi gerek diye düşünüyorum.<br />

Benim çok değer verdiğim, ve en iyi 10 oyuncu arasında<br />

rahatlıkla ismini telaffuz edebileceğim Ben Kingsley ise<br />

bu filmde biraz hayalkırıklığı yaratmış. Belli ki oynadığı<br />

karakterin hafif pasif kalması nedeniyle zor anlar<br />

yaşamış. Belki de filmi yazan ekipten kaynaklanan bir<br />

problem sonucu Ben Kingsley gibi bir isim sadece filmin<br />

posterinde yazılması için kullanılmış.Keşke o muazzam<br />

oyunculuğundan da faydalanabilselerdi…Boaz<br />

Yakin, Daug Miro, ve Carlo Bernard filmi beyaz perdeye<br />

uyarlamışlar, hikaye ise ilgilenenlerin de bildiği gibi<br />

Jordan Mechner’e ait.Filmi yönetme görevi, The Good<br />

Father (1985), Dance with a Stranger (1985), Pushing<br />

Tin (1999) , Harry Potter and the Goblet of<br />

Fire (2005), The Adventures of Young Indiana<br />

Jones: The Perils of Cubid (2007) gibi<br />

filmlerin başarılı yönetmeni Mike Newell’e<br />

verilmiş. Ne kadar isabetli bir karar<br />

verildiğini, filmi izledikten sonra siz de<br />

göreceksiniz..<br />

Filmin geneline baktığımızda ise,<br />

dur durak bilmeyen bir macera, son<br />

dakikasına kadar heyecanla izlenebilecek<br />

bir film olduğunu rahatlıkla<br />

söyleyebilir, ilgilenenlerin mutlaka<br />

izlemesini tavsiye ederim.<br />

Coğu kişi, yapısı itibariyle bu<br />

filmi “Clash of the Titans” ile<br />

karşılaştırıyor… Belki konuya<br />

biraz duygusal yaklaşıyor,<br />

ve eski dostumla sizin de<br />

tanışmanızı istiyor olabilirim,<br />

beni mazur görün<br />

ama kişisel fikrim bu<br />

filmin çok daha iyi bir<br />

film olduğu yönünde.<br />

İyi seyirler


SERDAR AKBIYIK<br />

n H23 Kasım 1992’de doğan Miley Cyrus’un<br />

efsanevi yükselişi, “Hannah Montana”<br />

dizisinin 2006 Mart ayındaki sansasyonel<br />

açılış gecesinin ardından başladı. 5.4 milyon<br />

izleyici ile rating rekoru kıran dizinin<br />

hemen sonrasında Miley Cyrus izleyicinin<br />

kalbini kazandı. Dizide portresini çizdiği<br />

ve ikinci kimliği haline gelen Hannah<br />

Montana ve Miley Stewart karakterlerinin<br />

popülaritesi hızla artarken<br />

Miley Cyrus’un popülerliği de<br />

doruğa çıktı. Disney bu işleri çok<br />

iyi biliyor. Birçok ünlü yıldızın<br />

kariyerine Disney’de başladığı<br />

bir gerçek. Ama


Miley Cyrus gibi sağlam adımlarla ilerleyen<br />

oyuncu sayısı Disney’de bile az. Babası<br />

ve annesi de şov dünyasından. Farklı bir<br />

duygusal dünyaya doğan Miley’nin asıl<br />

ismi Destiny Hope. Kader ve Ümit gibi<br />

iki isme sahip olan oyuncu daha bebekken<br />

o kadar gülermiş ki ailesi ona Miley<br />

demeye başlamış. 2009 yılında Hannah<br />

Montana filminde nasıl bir parlaklığa sahip<br />

olduğunu Türk izleyicisi de gördü.<br />

Oyuncu olduğu kadar müzik dünyasında<br />

da kendini kanıtlayan Miley bu anlamda<br />

babası country şarkıcısı Billy Ray Cyrus’un<br />

peşinden gittiğini söyleyebiliriz. Filmlerinin<br />

ve dizilerinin dışında çıkardığı albümler de<br />

dikkat çekicidir. Miley ilk soundtrack albümünün<br />

çıkmasından 8 ay sonra Cyrus<br />

Hannah Montana 2: Meet Miley Cyrus adlı çift<br />

albümü çıkarır. Haziran ayında vizyona girecek<br />

olan Last Song filminin soundtrack’ında da<br />

iki şarkısı bulunuyor güzel yıldızın. Hannah<br />

oyunculuk ve müzik dışında bir de kitap yazar.<br />

Kendi biyografisini yazdığı kitabın adı “Miles<br />

To Go”. Tabii daha 17 yaşındaki bir kızın otobiyografisinden<br />

ne çıkacağı da tartışma götürür.<br />

Tam bir Amerikan mucizesi olan Miles’ın bir<br />

de özlü sözleri var. Mesela “Pembe sadece<br />

bir renk değildir bir yaşam biçimidir”. Vay vay<br />

vay Miley sen neymişsin. Tabii bu arada kara<br />

sevdalara da düştü Miley Cyrus. Onun jenerasyonundan<br />

ve yine bir Disney üretimi olan<br />

Jonas Brothers’tan Nick ile büyük aşk yaşar<br />

ama terk edilir. Miley bir üzülür ki sormayın<br />

hemen ardından çıkardığı albümünde bir<br />

şarkıyı Nick’e ithaf eder. Bu kara aşklar dramatik<br />

yapısı daha güçlü olan Last Song filminde<br />

canlandırdığı karakteri yorumlamasında işe<br />

yaramıştır herhalde. ABD’nin pembe kızı ve<br />

yeni Lolita Miley Cyrus’un son filmi açıkçası<br />

tam bir klişe. Gülen kız ağlatmaya çalışacak<br />

ama ne ağlayabileceksiniz ne güleceksiniz<br />

Last Song’u seyrettiğinizde.


Ihlamurlar Altında dizisiyle dikkat çeken İrem Altuğ içini<br />

<strong>Cinedergi</strong>’ye döktü. Amerika’da yaşayan güzel yıldız<br />

Türk film endüstrisindeki çalışma şartlarından yakındı…<br />

BURAK YARKENT<br />

n Çok klişe olacak ama biz önce<br />

sizi tanımak istiyoruz…<br />

Ben oyunculuğa 1988 yılında<br />

reklamlarda oynayarak başladım,<br />

aynı dönemde İstanbul Kültür<br />

Oyuncuları grubuna katılıp<br />

hem oyunculuk dersleri aldım<br />

hem de yaklaşık 6 sene çocuk<br />

şenliklerinde ve gençlik günlerinde<br />

çeşitli oyunlarla sahneye cıktım.<br />

Liseden sonra Mimar Sinan Üniversitesi<br />

Devlet Konservatuarı’nı<br />

kazandım, 2 sene okuduktan<br />

sonra bir yaz Amerika’ya geldim ve<br />

eğitimimi burada devam ettirecek<br />

bir fırsat çıkınca San Fransico’da<br />

kaldım. Amerika’da çeşitli bağımsız<br />

yapım kısa ve uzun metraj filmlerde<br />

rol aldım, bir sene de küçük<br />

bir tiyatro grubuyla çalıştım. Türkiye<br />

den teklif gelince İstanbul’a<br />

döndum, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir<br />

adli dizide oynadım, ardından<br />

tekrar Amerika’ya gittim. Son<br />

yıllarda Eve Giden Yol 1914, Kirpi,<br />

Melekler ve Kumarbazlar sinema<br />

filmlerinde ve Ihlamurlar Altında<br />

ile Vazgeç Gönlüm dizilerinde rol<br />

aldım.


Türkiye’de devam ettirdiğin<br />

konservatuar eğitimini bırakıp,<br />

eğitimini sürdürmek için<br />

Amerika’ya gittiğini biliyoruz…<br />

Tercihin neden Amerika oldu?<br />

Evet, hep yurt dışında eğitim<br />

almak istemiştim ama maddi<br />

olarak durumum buna uygun<br />

değildi. 2000 yılının yazında bir<br />

gençlik çalışma programıyla<br />

San Francisco’ya gittim ve<br />

kısa zamanda para biriktirip<br />

üniversiteye başvurdum,<br />

okuldan kabul edilince de San<br />

Francisco da kalıp, eğitimimi<br />

devam ettirmeye karar verdim.<br />

Kısacası önceden yapılmış bir<br />

plan, tercih veya verilmiş bir<br />

karar değildi, tamamen şans<br />

diyebilirim. Amerika’da oyunculuk<br />

okumak çok daha farklı<br />

ve verimi olur diye düşündüm,<br />

önüme böyle bir fırsat çıktığında<br />

da değerlendirmek için fazla<br />

düşünmedim. Elbette çok kolay<br />

olmadı, bir yandan yabancı bir<br />

şehre ve kültüre ayak uydurmak,<br />

diğer yandan çalışmak ve<br />

eğitimimi sürdürmek beni bir<br />

hayli yordu. Çok yoğun ama bir<br />

o kadar da eğlenceli ve macera<br />

dolu bir dönemdi.<br />

Eğitimini tamamladıktan sonra<br />

neden orada kalıp, şansını denemedin?<br />

Aslında planlarım Los Angeles’a<br />

taşınmak üzereydi, ancak önce<br />

o yazı İtalya’da ablamın yanında<br />

geçirip İtalyanca öğrenmeye<br />

ayırmıştım. Tam da Roma ya yeni<br />

gitmişken İstanbul’dan bir dizi<br />

teklifi geldi. Senaryoyu, oyuncu<br />

kadrosunu ve dizinin konusunu<br />

beğenince denemek için İstanbul<br />

a geldim. Çekimler tahmin edilenden<br />

daha uzun sürdü ben<br />

de yaklaşık 7 ay İstanbul da<br />

kaldım. Dizi bittiğinde ise tuhaf<br />

bir kararsızlık yasadım. Los Angeles<br />

biraz gözümde büyüdü<br />

diyebilirim, sanırım İstanbul’da<br />

arkadaşlarımla ailemle zaman<br />

geçirmek, doğup büyüdüğüm<br />

kentte oyunculuk yapmak beni<br />

çok mutlu etti. Sonra New York’a<br />

taşındım. Yaklaşık bir yıl New<br />

York’ta oyunculuk atölyelerine<br />

katılıp, kısa filmlerde oynadım.<br />

Sonra yine bir teklif üzerine<br />

İstanbul’a geldim. Mekanlar<br />

çok da fark etmiyor aslında,<br />

benim için önemli olan mutlu<br />

ve huzurlu olmak, bir de verimli<br />

olduğumu hissetmek. Hala


sık sık Amerika’ya gidiyorum, oradaki bağlantılarımı<br />

koparmamaya, ortak projeler üretmeye çalışıyorum,<br />

yarın bir teklif gelse Amerika’da ya da başka bir ülkede<br />

yaşayabilirim.<br />

Amerika’daki İrem ile Türkiye’deki İrem arasında ne<br />

fark var?<br />

Amerika’daki İrem biraz daha yalnız, daha girişken<br />

ve daha özgür… Eminim yurt dışında yaşayan herkes<br />

bir parça böyle hissediyordur, ne kadar uzun<br />

yıllar yasamış olsam da hala kendimi turist gibi<br />

hissediyorum, herkesin gözünde yabancı olduğumun<br />

farkındayım ve bu hoşuma gidiyor.<br />

Bir projede rol alman için belli kriterlerin var mı? Bu<br />

proje büyük bütçeli bir Hollywood projesi de olsa,<br />

kendi kriterlerin geçerli olur mu?<br />

Anlamlı olmasını istiyorum. Bir<br />

anlamı ve bir değeri olmalı. Hikâyeyi<br />

okuduğumda bir parçası olmak istemem<br />

için, önce benim anlamam ve hikâyenin<br />

söylediğiyle hemfikir olmam lazım. Hollywood<br />

projesi de olsa ki bu terim çok da<br />

hoşuma gitmiyor, inanmadığım bir fikre<br />

dahil olmam.<br />

Hollywood film endüstrisinden bir şeyi<br />

alıp, oturup Türk film endüstrisine eklemek<br />

elinde olsa, neyi eklersin? Veya<br />

sence Hollywood film endüstrisinde olup<br />

da Türk film endüstrisinde olmayan ne?<br />

Çalışma disiplinini eklemek isterdim.<br />

Doğru bir sendika sistemi getirip<br />

insanların maddi ve manevi olarak<br />

mağdur olmalarını önlemek, daha sistemli<br />

bir şekilde çalışmalarını sağlamak<br />

isterdim.<br />

Amerika’da bir projede rol aldın mı?<br />

Aldıysan içeriden, almadıysan dışarıdan<br />

gördüğün kadarıyla bize biraz iki taraf<br />

arasındaki çalışma farklılıklarından bahseder<br />

misin?<br />

Amerika’da yılların getirdiği oturmuş bir<br />

düzen var, herkes işini nasıl yapması<br />

gerektiğini çok iyi biliyor. Ön hazırlıkta<br />

da, çekim aşamasında da muazzam bir<br />

disiplin var. En düşük bütçeli kısa filmde<br />

bile, herkesin yeri belli ve çıkabilecek aksililikler<br />

önceden tahmin edilip önleniyor.<br />

Çok daha hızlı ve verimli çalışılıyor.<br />

Büyük bütçeli bir Hollywood filminde oynamak,<br />

ilersi için düşündüğün bir proje<br />

mi? Veya hayatımda Hollywood olmasa<br />

da olur mu diyorsunuz?<br />

Ben sinemayı çok seviyorum, seyirci<br />

olarak da oyuncu olarak da sinemanın<br />

çok büyük bir yeri var hayatımda. Bu<br />

yüzden sinema hep hayatımın bir parçası<br />

olacak. Şimdi bu kadar sevdiğim bir sanat<br />

dalını nerede yaptığım değil, ne için<br />

yaptığım önemli. Elbette büyük bütçeli<br />

bir filmde de oynamak isterim ama daha<br />

önemlisi inandığım ve gurur duyduğum<br />

projelerde yer almak.<br />

Mesleğinin sevdiğin ve sevmediğin<br />

yanları neler?


Sevmediğim yani belirsizlik. Çoğu zaman<br />

doğru insanlara ulaşmakla, doğru projeleri<br />

beklemekle geçiyor, bu yüzden bir belirsizlik<br />

söz konusu, çok sabırlı ve yetkin olmak<br />

lazım. Sevdiğim yanlarını anlatmakla<br />

bitiremem. Bir role hazırlanmak çok zevkli,<br />

hikâyeyi okuyup anlamak, karakterin muhakemesini<br />

yapmak, onun gibi düşünmeye,<br />

onun gibi yaşamaya çalışmak, bu süreçte<br />

yeni insanlarla tanışıp, yeni şeyler öğrenmek<br />

inanılmaz derecede keyifli. Sonra bütün<br />

bunları hayata geçirmek ve sonunda oturup<br />

izleyebilmek… Ben her seferinde büyük bir<br />

heyecanla başlıyorum. Kendimi izlerken bile<br />

o heyecanı hissediyorum.<br />

İdeallerin neler? Mesela Hollywood ideallerin<br />

arasında mı?<br />

İdealim; benim gibi düşünen, bu işi benim kadar<br />

seven, mesleğine saygılı insanlarla bir araya<br />

gelip ortak projeler oluşturmak. Hollywood<br />

ideallerim arasında olmalı diye düşünmedim<br />

hiç. Amerika’da yaşarken de bağımsız sinema<br />

çok daha çekici geldi bana. Söyleyecek bir<br />

cümlesi, anlatacak bir gerçekliği olan insanlarla<br />

tanışmaya çalıştım. Onların ürettiklerini kendime<br />

daha yakin hissediyorum.<br />

Hiç “keşke…” dedin mi?<br />

Dedim. Hala da diyorum ama öyle şekilleniyor ki<br />

hayat, keşke dediğim şeylere zaman dahil olunca<br />

iyi ki dedirtiyor.


Rolüne, havasına, havama göre zaman zaman yakışıklı<br />

bulduğum zaman da zaman da sıradanlığını gözümde<br />

büyüttüğüm Colin Farrell’e geldi sıra...<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Rolüne, havasına, havama göre zaman<br />

zaman yakışıklı bulduğum zaman da zaman<br />

da sıradanlığını gözümde büyüttüğüm bu<br />

kaşlı gözlü oyuncu 1976 doğumlu, nereye<br />

gidersem gideyim ondan bir parçayı yanımda<br />

taşıyorum diyecek kadar da İrlandalı… Lakabı<br />

da Bad Boy olacak kadar havalı!<br />

Babasının futbolcu olması onu da 90’ların<br />

başında kaleci olmaya yöneltse de bir drama<br />

okulu olan The Gaiety School of Acting’e<br />

girişiyle hayat kariyeri yön değiştirdi. Mini<br />

televizyon dizi denemelerinden sonra sinema<br />

önüne menüsü geniş bir mutfak gibi geldi.<br />

Tim Roth’un ilk yönetmenlik denemesi<br />

onun da içinde bir ilk oldu The War Zone’la<br />

sonrasında Ordinary Decent Criminal’le sinemaya<br />

atlamış oldu… Çıkış filmi 2000 yapımı<br />

Joel Schumacher imzalı Tigerland olurken,<br />

American Outlaws ise onun için bir nevi<br />

Hollywood’a geçiş bileti oldu.<br />

Araya küçük bir es atarsak, o güzel gözlerinin<br />

bir türlü düzenli uyku moduna geçemediğini<br />

yani çocukluktan beri kronik uykusuzluk<br />

çektiğini söyleyebiliriz. Yine gözlerden gidersek<br />

en sevdiği kitabın ‘Nietzsche Ağladığında’<br />

olduğu da söylentiler arasında..<br />

Harts War’da her ne kadar yardımcı oyuncu<br />

olsa da başrol kıvamında başarılıydı, Telefon<br />

Kulbesi’nde ise senaryonun farkıyla<br />

ilgi odağını arttırdı… Sonrasında çığırından<br />

çıkıp her filme dadandığını ve yönetmenler<br />

tarafından tipine bakılmaksızın her role<br />

yakıştırıldığını söyleyebiliriz. Steven Spielberg<br />

imzalı Azınlık Raporu’nda, sonrasında<br />

S.W.A.T da rol aldı. İrlanda yapımı<br />

düşük bütçeli Yanlış Hesap’ta rol alması,<br />

bunu hemen de büyük İmparator Büyük<br />

İskender’den önce yapması Farrell’in sempatisini<br />

yükseltti… Çizgi roman uyarlaması<br />

Daredevil, Çaylak (En büyük idolü olan<br />

Al Pacino’nun çaylağı olma şansı) ve<br />

Dünyanın Sonundaki Ev (duygusallığın<br />

had safhası) de rol aldıktan sonra gönül<br />

rahatlığıyla ‘İskender’in tahtına oturdu,<br />

tarihe yön veren bu hırslı adama can<br />

verdi ama film gönül tahtımızda pek fazla<br />

kalamadı! 2005 yılında Terrence Malick ile<br />

Amerika’yı tekrardan keşfe soyundular. Dur<br />

durak bilmeden büyük yapımların aranılan<br />

ismi olan Farrell bu kez Michael Mann<br />

ile Miami’ye uzandı, Aşk’a Sor’da Selma<br />

Hayek’le güzel bir uyum yakaladı, bir sonraki<br />

filmi Cassandra’nın Rüyası’nda Woody<br />

Allen’ın ağına takılmaktan kurtulamadı,<br />

Zafer ve Gurur’la yine hızlandı, In Bruges<br />

da kötü film kurbanı oldu, Crazy Heart da<br />

değer bilen popüler şarkıcı, Dr Parnassus<br />

da Heath Ledger’a saygı amacıyla Tony3<br />

oldu yani daldan dala konan bir oyuncu<br />

olduğunu gösterdi.. Bu ay karşımıza Ondine<br />

filminde bir balıkçı olarak çıkacak, denizde<br />

bulduğu kız belki de denizkızı olacak. Peki<br />

aşk olacak mı? Her daim…


n HKendisini beyazperdede izlerken<br />

içimizin yağlarını eriten, dingin<br />

oyunculuğuyla yüksek performanslara<br />

imza atan Emma Thompson,<br />

tıpkı Nanny McPhee gibi sürprizlerle<br />

dolu, büyülü bir karakter. Rol aldığı<br />

filmlerin setlerinde gösterdiği büyülü<br />

tavrı her daim set ekibini rahatlatmakta,<br />

işleri yoluna koymakta. Karen<br />

gibi kalender bir kişilik olan Thompson<br />

ikili ilişkilerinde hep yapıcı<br />

taraf olmuş. Başta iki adet Oscar<br />

heykelciği olmak üzere,<br />

birçok ödül ve adaylığın<br />

sahibi olan Emma<br />

Thompson, kuşkusuz<br />

ki içinde bulunduğu<br />

her projenin çıtasını<br />

yükseltmeye devam<br />

edecek.


İlk İzlenim: Çirkin, itici…<br />

Konuştukça: Gizemli, büyüleyici, iş bitirici…<br />

Artıları: Herkesi yola getirmek için kullandığı ve kimseye<br />

bir zararı dokunmayan sihirli güçlere sahip.<br />

Handikapları: Seyrek de olsa çocukların masumiyetine<br />

hızla kanabiliyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Yaramaz bir çocuk varsa, beni<br />

çağırın!<br />

Hayattaki Düsturu: Tatlı dille yapamadığını sihirle<br />

çözersin…<br />

Tanıyınca: Dul ebeveynlerin aradığı ilaç, yaramaz<br />

çocukların korkulu rüyası… Kötü bir cadıya benzeyen<br />

dış görünüşünün altında meleklerinkinden farksız<br />

bir kalbi var. Tanıdıkça aslında ne kadar yardımsever<br />

biri olduğunu anlayacak, çocuklarla başınız belaya<br />

girince de yanınızda olmasını dileyeceksiniz.<br />

İlk İzlenim: Sıradan ve olgun bir aile kadını…<br />

Konuştukça: Düşünceli, seviyeli, ailesine ve kocasına<br />

düşkün…<br />

Artıları: Sadakate önem vermesi, birleştirici,<br />

bağdaştırıcı ve en önemlisi affedici bir yapıda olması…<br />

Handikapları: İnsanlara ve özellikle de yakınlarına<br />

karşı beslediği saf ve aşırı sevgi bazen gerçekleri<br />

görmesini engelliyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Aile her şeydir…<br />

Hayattaki Düsturu: Yıkıcı olma yapıcı ol, affetmek<br />

büyüklüktür!<br />

Tanıyınca: Mutlu bir hayatı var. En büyük hayal<br />

kırıklığını, eşinin kendisini aldattığını öğrenince<br />

yaşıyor. Ancak görmüş geçirmiş kişiliği ve affedici<br />

tarafı, eşini büyük bir hatanın eşiğinden döndürüyor.


SAYIM ÇINAR<br />

n Aşkın herkes tarafından bir<br />

tanımlaması vardır. “Başka<br />

Dilde Aşk” da hiçbir klişeye<br />

sığınmadan aşka kendi diliyle<br />

yaklaşan bir film. İşitme engelli<br />

yakışıklı bir gençle güzel<br />

bir kız arasındaki duygusal<br />

ilişkiyi anlatan film, son zamanlarda<br />

izlediğim en iyi Türk<br />

filmlerinden biri. Geçenlerde<br />

Yeşilçam Ödülleri sahiplerini<br />

bulunca çok heyecanlandım,<br />

çünkü filmdeki performansını<br />

çok beğendiğim Mert Fırat en<br />

iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.<br />

Ödül sonrasında keyifli bir<br />

söyleşi yaptığım Mert Fırat’la<br />

bir de <strong>Cinedergi</strong> okurları için<br />

buluştuk. Halen Kapalıçarşı<br />

adlı TV dizisinde de oynayan<br />

Fırat, senaryosunda kendi<br />

imzasının da bulunduğu<br />

filmini, rol arkadaşı Lale<br />

Mansur’u, bu yaz çekimlerine<br />

başlayacağı yeni projesini<br />

ve hayata dair düşüncelerini<br />

bizlerle paylaştı.<br />

Geleneksel Yeşilçam<br />

Ödülleri’nde en iyi erkek<br />

oyuncu ödülünü alınca çok<br />

sevindim Mertçim. Benim bu<br />

filmle hastalıklı bir ilişkim<br />

olduğunu biliyorsun. Bu<br />

filmde seni bu kadar aşka<br />

yaklaştıran ne oldu?<br />

Bu filmde anlatılan aşkın<br />

gerektirdiği mücadele, ikisinin<br />

de aileleri ve çevreleri<br />

tarafından yalnız bırakılarak<br />

birbirlerine daha çok sarılmaları<br />

ve yaşadıkları dünyaya karşı<br />

duruşları beni daha çok<br />

inandırdı.<br />

Türk sinemasında daha fazla yer<br />

almalısın. Yeni projelerinden,<br />

yeni sinema projelerinden bahseder<br />

misin?<br />

Yine İlksen’le birlikte senaryosunu<br />

yazdığımız “Atlıkarınca”<br />

var, bu yaz onu çekeceğiz bir<br />

aksilik olmazsa. Şu aralar onun<br />

çalışmalarını yapıyoruz.<br />

Sinemaseverleri kalbinden<br />

vurmayı başardın. ”Başka Dilde<br />

Aşk”a nasıl dahil oldun?<br />

Kafamda bir hikaye vardı,<br />

İlksen’e anlattığımda, bunu<br />

yazsana çok güzel bir film olabilir<br />

dedi. Sonra birlikte çalışmaya<br />

ve yazmaya karar verdik. Senaryo<br />

ilerledikçe, İlksen, Onur’u,<br />

hikayeyi çok iyi bildiğim ve<br />

senaryo yazım aşamasında da<br />

tüm araştırmalara katıldığım için<br />

benim oynamamı istedi.<br />

“Başka Dilde Aşk” filmindeki<br />

işitme engelli Onur’u çok başarılı<br />

bir şekilde oynuyorsun. Lale<br />

Mansur annen rolündeydi. Sence<br />

Lale Mansur nasıl bir oyuncu?<br />

Öncelikle harika bir insan ve çok<br />

iyi bir oyuncu, bu işi çok severek<br />

yapıyor. Çok seçici, bu yüzden<br />

sevdiği projelerde yer aldığı<br />

için çok çalışkan. Ayrıca çok


mütevazı ve pozitif bir enerjisi var.<br />

Zaman zaman televizyon dizilerinde<br />

de oynuyorsunuz. Hem dizi<br />

oyuncusu hem de sinema oyuncusu<br />

olmanın püf noktaları nelerdir?<br />

İkisinin de sırrı herhalde çok<br />

çalışmak ve işini ciddiye almak.<br />

Medyaya nasıl bakıyorsunuz?<br />

Medyada işini doğru yapan köşe<br />

yazarları sana kimleri hatırlatıyor?<br />

Objektif yazarlar, sinema ve televizyon<br />

dünyasına büyük bir katkı<br />

sağlıyor ve seyirciyi doğru şekilde<br />

bilinçlendirip yönlendiriyor.<br />

Oyunculuk serüvenini anlatır<br />

mısın biraz? Bu noktaya nasıl<br />

geldin, nerelerde okudun?<br />

Ortaokulda bize skeçler yazdırıp<br />

oynatan bir hocamız vardı, o<br />

zamandan beri oyuncu olmak<br />

istediğimi biliyordum ama ailem<br />

en başta istemedi çok fazla. Ben<br />

de önce İsveç’te radyo televizyon<br />

okudum, sonra Ankara’ya dönüp<br />

Ankara Üniversitesi DTCF’de tiyatro<br />

eğitimi aldım.<br />

Aşkın herkes tarafından bir<br />

tanımlaması vardır. “Başka Dilde<br />

Aşk” da hiçbir klişeye sığınmadan<br />

aşka kendi diliyle yaklaşmaya<br />

çalışıyor. Aşk denildiğinde aklına<br />

hangi filmler geliyor?<br />

İlk aklıma gelen Won Kar Wai’ın In<br />

the Mood for Love ve When Harry<br />

Meet Sally.<br />

İnsanın duygularını abartması,<br />

tanrısal olma çabasını nasıl<br />

değerlendiriyorsun? Aşk insanı<br />

komik duruma da düşürebiliyor,<br />

değil mi?<br />

İnsan gerçekten aşık olduğunda<br />

hiçbir şey umurunda olmuyor ve<br />

karşısındakini memnun etmek<br />

için her şeyi yapabiliyor, tam da<br />

bu noktada kendini güçlü hissediyor.<br />

İnsanın gözünün hiçbir şey<br />

görmemesi de tabii ki hatalara<br />

neden olup kendini komik duruma<br />

düşürebiliyor.<br />

Aşık olamayan insanların<br />

çokluğuna, herkesi bir nesne gibi<br />

algılayan, iştahlı çok eşlilerin kötü<br />

olmalarına ne diyorsun?<br />

Tüketim toplumunun bir sonucu<br />

aşık olamamak bence. Her şeyi<br />

öğüten sistem gün gelip birbirlerini<br />

sevdiklerini düşünen insanları da<br />

öğütebiliyor.<br />

Kadın dergilerinin sizinle yaptığı<br />

söyleşileri okuduktan sonra çok<br />

eğlendim. Kadınlar sizi ne kadar<br />

anlıyor?<br />

Bir kadının bir erkeği anlaması<br />

o kadar zor değil bence önemli<br />

olan erkeklerin kadınları ne kadar<br />

anladığı ve tanıdığı.<br />

Mert Fırat’ın sakin tarafı kuzeyden<br />

mi geliyor? Kuzey rüzgarlarını<br />

özlüyor musunuz?<br />

Olgunlaşmamda mutlaka bir<br />

faydası olmuştur, galiba biraz da<br />

yapı meselesi.<br />

Son olarak yaşadığımız ülke sizi<br />

neyi anımsatıyor? Son yıllarda<br />

17.000 içki satan dükkanın<br />

kapatılmasına ne diyorsunuz?<br />

Yaşadığım ülkenin çok önemli bir<br />

süreçten geçtiğini düşünüyorum.<br />

Dünyada her alanda, bir devlet<br />

yönetiminde de en önemli şey<br />

başkalarının özgürlük alanlarına<br />

saygı duymak. Yasakların<br />

koyulması yasaklananları her zaman<br />

daha cazip kılıyor.


Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ve Türkiye’nin en<br />

önemli sinema etkinliklerinden Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali,<br />

bu yıl 7-13 Haziran 2010 tarihleri arasında 17. kez düzenleniyor<br />

n Festival kapsamında her yıl olduğu gibi Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci<br />

Filmleri Yarışması, Akdeniz Ülkeleri Kısa<br />

Film Yarışması düzenlenecek. Dünyaca ünlü<br />

Yunanistanlı yönetmen Theo Angelopoulos, festivalin<br />

‘Onur Konuğu’ olarak Adana’da olacak.<br />

Festivalin geleneksel Yaşam Boyu Onur Ödülleri<br />

ise Müjde Ar ile Sinema Yazarları Derneği<br />

(SİYAD) Onursal Başkanı Atilla Dorsay’a takdim<br />

edilecek.<br />

Festivalde Türkiye’de ve dünyada üretilen çeşitli<br />

kısa film ve belgeseller ile uzun metraj filmler<br />

de özel gösterim bölümleriyle sinemaseverlerle<br />

buluşturmaya hazırlanılıyor. Festivalde ‘Dünya<br />

Sineması’, ‘Filistin Barışa Hasret’ ve ‘FIPRESCI<br />

Keşifleri - Eleştirmenlerin Gözünden Kaçmaz’<br />

gibi başlıklar altında filmler gösterime sunulacak.<br />

Dünya Sinemasının devi Adana’da…<br />

Sadece Avrupa sinemasının değil, dünya<br />

sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden<br />

biri olarak kabul edilen<br />

yönetmen Theo Angelopoulos,<br />

17. Uluslararası<br />

Adana Altın Koza Film<br />

Festivali’nin ‘Onur<br />

Konuğu’ olarak Adana’da<br />

olacak. Theo Angelopoulos,<br />

bu kapsamda<br />

önceden Altın Koza’ya<br />

mesajını da gönderdi.<br />

Haziran ayında bir hafta<br />

boyunca Adana’da olacak<br />

yönetmen mesajında, film<br />

festivalleri gibi kültürel<br />

etkinliklerin ülkelerarası<br />

dostluk ve iletişimin<br />

gelişmesinde çok önemli etkilerinin olduğunu<br />

vurguladı. Zamanının ustası yönetmenin her<br />

biri başyapıt düzeyindeki filmleri ‘Kitera’ya<br />

Yolculuk’ (1984), ‘Arıcı’ (1986), ‘Sisli Manzaralar’<br />

(1988), ‘Leyleğin Geciken Adımı’ (1991),<br />

‘Ulis’in Bakışı’ (1995), ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’<br />

(1998) ile ‘Ağlayan Çayır’ (2004) isimli filmlerinden<br />

oluşan seçki Angelopoulos’un Adana’da<br />

gerçekleştirilen ilk toplu gösterimi olacak.<br />

Angelopoulos sinemasıyla ilgili söyleşi ve<br />

fotoğraf sergisi<br />

Ünlü yönetmen Angelopoulos, 10 Haziran<br />

2010 Perşembe günü ise ‘Angelopoulos<br />

Sineması’ konulu bir söyleşiyle sinemaseverlerle<br />

buluşacak. Büyükşehir Belediyesi Tiyatro<br />

Salonu’nda saat 16.00’da başlayacak söyleşiye<br />

Angelopoulos’un yanı sıra, yazar, yönetmen ve<br />

senarist Füruzan, Angelopoulos’un ‘1936 Günleri’,<br />

‘Büyük İskender’, ‘Leyleğin Geciken Adımı’<br />

ve ‘Ulis’in Bakışı’ gibi filmlerinin senaryolarını<br />

kaleme alan Yunan yazar ve senarist Petros<br />

Markaris, film eleştirmeni Dimitris Haritos ve<br />

sinema yazarı kimliğinin yanı sıra 2003 yılında<br />

Theo Angelopoulos sineması üzerine ‘Theo’nun<br />

Bakışı’ isimli bir belgesel film de yapmış olan<br />

Necati Sönmez katılacak. Festival kapsamında<br />

adına bir katalog çıkarılacak olan ünlü yönetmenin<br />

setlerinden çekilen fotoğraflardan oluşan<br />

bir sergi de festival süresince 75. Yıl Sanat<br />

Galerisi’nde gezilebilecek.<br />

Onur Ödülleri Müjde Ar ve Atilla Dorsay’ın<br />

Festivalin geleneksel ‘Yaşam Boyu Onur Ödülleri’<br />

bu yıl Türk sinemasının dev ismi Müjde Ar<br />

ile sinema yazarı Atilla Dorsay’a takdim edilecek.<br />

Bölüm kapsamında Müjde Ar’ın önemli filmlerin-


den oluşan bir seçki, izleyiciyle buluşacak.<br />

Yine Atilla Dorsay’ın çektiği fotoğraflardan<br />

oluşan bir sergi de, festival boyunca Adana<br />

Kültür Sanat Merkezi’nde (Tarihi Kız Lisesi<br />

Binası) gezilebilecek.<br />

Ulusal uzun metraj jürisi ve filmleri<br />

Son yıllarda Türk Sineması’nın iyi yönetmenlerden<br />

biri olarak kabul edilen Reha<br />

Erdem’in başkanlığında görev yapacak jüri<br />

üyeleri şöyle: yazar Buket Uzuner, görüntü<br />

yönetmeni Erdal Kahraman, sinema yazarı<br />

Erkan Aktuğ, oyuncu Fikret Kuşkan, senarist<br />

– yönetmen Işıl Özgentürk, yönetmen<br />

Pelin Esmer, oyuncu Saadet Işıl Aksoy ve<br />

müzisyen Selim Atakan.<br />

Son bir yıl içinde üretilen Türk filmlerinin<br />

katılabildiği yarışmaya bu yıl, 9’u yapım<br />

aşamasını henüz tamamlamış olmak<br />

üzere tam 40 film başvurdu. Bunlardan<br />

12’si, ‘Değerlendirme Kurulu’nun yaptığı<br />

çalışma sonucu jüri önüne çıkmaya değer<br />

görüldü.Yarışmada Semih Kaplanoğlu’nun<br />

‘Bal’, Onur Ünlü’nün ‘Beş Şehir’, Seyfi<br />

Teoman’ın ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’,<br />

Atıl İnaç’ın ‘Büyük Oyun’, Nesli Çölgeçen’in<br />

‘Denizden Gelen’, Hakan Algül’ün ‘Eyvah<br />

Eyvah’, Savaş Baykal’ın ‘Kanatsız<br />

Taklalar’, Selim Demirdelen’in ‘Kavşak’,<br />

Zeki Demirkubuz’un ‘Kıskanmak’, Levent<br />

Semerci’nin ‘Nefes / Vatan Sağolsun’,<br />

Melik Saraçoğlu ile Hakkı Kurtuluş’un<br />

‘Orada’ ve Ümit Ünal’ın ‘Ses’ isimli filmleri<br />

yer alacak. Yarışma kapsamında ‘En İyi<br />

Film Ödülü’ne 250.000 TL., ‘Yılmaz Güney<br />

Ödülü’ne 50.000 TL., Adana İzleyici (Halk)<br />

Jürisi Ödülü’ne 50.000 TL., ‘En İyi Yönetmen<br />

Ödülü’ne 50.000 TL., ‘En İyi Görüntü<br />

Yönetmeni’ ödülüne 15.000 TL., ‘En İyi Senaryo<br />

Ödülü’ne 15.000 TL. ve ‘En İyi Müzik<br />

Ödülü’ne ise 15.000 TL. para ödülü verilecek.<br />

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması


kapsamında verilecek ödüller, 12 Haziran 2010<br />

Cumartesi günü yapılacak Büyük Ödül Töreni<br />

ile sahiplerini bulacak.<br />

Reha Erdem sineması üzerine…<br />

Yönetmenin ‘A Ay’ (1988), ‘Kaç Para Kaç’<br />

(1999), ‘Korkuyorum Anne’ (2004), ‘5 Vakit’<br />

(2006), ‘Hayat Var’ (2008) ve ‘Kosmos’ (2009)<br />

isimli filmleri ‘Reha Erdem Retrospektifi’<br />

başlığı altında sinema salonlarında gösterilecek.<br />

Ünlü yönetmen ayrıca 11 Haziran<br />

2010 Cuma günü, Büyükşehir Belediyesi<br />

Tiyatro Salonu’nda saat 14.00’da ‘Reha Erdem<br />

Sineması’ konulu bir oturumla sinemaseverlerle<br />

buluşacak. Moderatörlüğünü Esin<br />

Küçüktepepınar’ın yapacağı oturumun diğer<br />

katılımcıları ise, sinema yazarı Murat Özer<br />

ve oyuncu Sermet Yeşil ile oyuncu Elit İşcan<br />

olacak.<br />

Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması<br />

Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması,<br />

öğrenimlerine Türkiye’deki Güzel Sanatlar<br />

ve İletişim Fakülteleri’nin sinema televizyon<br />

bölümlerinde devam eden öğrencilerin deneysel,<br />

belgesel, kurmaca ve canlandırma dalında<br />

ürettikleri filmlerin çekişmesine sahne olacak.<br />

Sinema yazarı Banu Bozdemir, yönetmen<br />

Murat Şeker ve belgesel yönetmeni Mustafa<br />

Ünlü’den oluşan ön jürinin belirlediği filmler,<br />

jüri üyeleri, animasyon yönetmeni Ersin<br />

Ersoy, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki,<br />

sinema yazarı Fırat Yücel, oyuncu Mert Fırat


ve yönetmen İnan Temelkuran tarafından<br />

değerlendirilecek. .<br />

Akdeniz ülkeleri Kısa Film Yarışması<br />

Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ise,<br />

Akdeniz Havzası’nda yeralan ülkelerdeki<br />

kısa filmcileri bir araya getirecek. Filmler,<br />

Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’nda<br />

olduğu gibi deneysel, belgesel, kurmaca<br />

ve canlandırma olmak üzere dört<br />

dalda yarışacak.Yarışmaya yaklaşık 320<br />

film başvurdu. Şu ana kadar belirlenen<br />

jüri üyeleri ise şu isimlerden oluşuyor:<br />

Theo Angelopoulos, İtalya - RIFF Roma<br />

Independent Film Festivali Başkanı Fabrizio<br />

Ferrari, İtalya’dan Luciano Rispoli,<br />

Yunanistan’daki Greece Film Center’dan<br />

Paola Starakis ve oyuncu Vildan Atasever.<br />

Kısa Film Seçkisi<br />

‘Altın Koza Kısa Film Seçkisi’nde yer<br />

alacak filmler belirlendi. 45 kısa filmin<br />

başvurduğu bölüme, 8 eser kabul edildi.<br />

Toplam 45 kısa filmin başvurduğu<br />

bölümde, yapılan ön değerlendirme<br />

sonucu Dilek Çolak’ın ‘Bolivya Topraksız<br />

Kır İşçileri Hareketi’, Seren Gel ve Fırat<br />

Yavuz’un ‘Dut Zamanı’, Tunç Şahin’in<br />

‘Hamam’, Tufan Şimşekcan’ın ‘Kafe’,<br />

Didem Şahin’in ‘Lady Muhtar’, Ceylan<br />

Özgün Özçelik’in ‘Onlar Birbirlerini Sevdiler<br />

Ama…’, Neslihan Siligür’ün ‘Siyah’<br />

ve Emin Külekçi’nin ‘Yazgı’ isimli filmleri<br />

kabul edildi. Filmler, 7 – 13 Haziran<br />

tarihleri arasında Adana Kültür Sanat<br />

Merkezi (Tarihi Kız Lisesi Binası)’nde<br />

izlenebilecek.<br />

FIPRESCI ve usta yönetmenler…<br />

17. Uluslararası Adana Altın Koza Film<br />

Festivali dünya çapında bir ilke imza<br />

atıyor: Dünya Film Eleştirmenleri Federasyonu<br />

- FIPRESCI’nin daha kariyerlerinin<br />

başındayken ödül vererek keşfettiği ya<br />

da dünyaya lanse ettiği, bugünün usta<br />

yönetmenlerinin filmlerinden oluşan bir<br />

program hazırlandı. FIPRESCI, 2010 genel<br />

kurulunda ödüllü filmlerinden oluşan<br />

programlar oluşturma kararı almıştı, Altın<br />

Koza bu kararın ilk uygulandığı festival<br />

olacak.<br />

Program kapsamında Ken Loach’un<br />

üçüncü filmi Family Life / Aile Hayatı 1971<br />

yılında Berlinale’de, Michael Haneke’nin<br />

ikinci filmi Benny’s Video / Benny’nin<br />

Videosu 1992 yılında Viennale’de, Bent<br />

Hamer’in ilk filmi Eggs / Yumurtalar 1995<br />

yılında Toronto Film Festivali’nde, Emir<br />

Kusturica’nın ilk filmi Do You Rememer<br />

Dolly Bell ? / Dolly Bell’i Anımsıyor<br />

musun? 1981 yılında Venedik Film<br />

Festivali’nde FIPRESCI Ödülü’ne değer<br />

görülmüştü. Her biri bugün birer modern<br />

klasik sayılan, yönetmenleri ise çoktan<br />

dünya sinemasının ustaları arasına giren<br />

bu filmler topluca Adana’da izlenebilecek.<br />

Filistin: Barışa Hasret<br />

Adana Altın Koza Film Festivali bu yıl<br />

Akdeniz’in barışa ve özgürlüğe hasret<br />

ülkesi Filistin’i anlatan filmlerden bir<br />

seçki sunuyor. Barışa Hasret Filistin adlı<br />

bölüm, son yıllarda, Filistinli sinemacılar<br />

tarafından anlatılan dokunaklı insan<br />

öyküleri ve başka ülkelerden duyarlı<br />

yönetmenlerin Filistin’de çektiği belgesellerden<br />

oluşuyor. İsrail saldırısı sonrası<br />

hala dumanı tüten Gazze’den portreler<br />

sunan Ayşin - Gazze’de Hala Hayat Var<br />

/ Aisheen - Still Alive in Gaza ve dozerle<br />

ezilerek öldürülen barış eylemcisi Rachel<br />

Corrie’yi anlatan Rachel’in Türkiye’deki<br />

ilk gösterimleri Adana’da yapılacak.<br />

Senaryo ve Kısa Film Atölyesi<br />

Festival kapsamında ünlü senarist ve<br />

yönetmen Işıl Özgentürk de Adana<br />

Sinema Derneği’yle ortaklaşa bir atölye<br />

çalışması gerçekleştirecek. Özgentürk<br />

tarafından verilecek ‘Kısa Film Atölyesi’<br />

sonunda katılımcıların çekeceği kısa<br />

film, festival kapsamında izleyiciyle<br />

buluşacak.


n Bilmedik şehirlere doğru yollara düşmek<br />

en sevdiğim şeylerden birisi… Bu kez<br />

bahtımıza Elazığ çıktı… Hakkında fazlaca<br />

bir şey bilmediğimiz, belki de harita da yerini<br />

gösterirken zorlanacağımız şehirlerden..<br />

Önyargılarımızı silecek kadar modern ve yeni<br />

bir şehir izlenimi, ilçesi Palu’yla birlikte tarihsel<br />

özlemimizi de giderdi… Erzincan çoraklığın<br />

ortasında yeşermeye çalışan hatta bunu<br />

başarmış bir şehir, Palu ve diğer ilçelerde öyle…<br />

Biz de bu yıl üçüncüsü yapılan Çayda Çıra Film<br />

ve Sanat Festivali için oralardaydık… Dört gün<br />

süren etkinlikte film gösterimleri yapıldı, kısa<br />

filmler yarıştı, filmlerin oyuncu ve yönetmenleri<br />

ellerinden geldiğince Elazığ’da olmaya çalıştı…<br />

Çayda Çıra sonuçta yerel bir festival. Ben bu<br />

seneye kadar Elazığ’da bir festival olduğunu<br />

bilmiyordum yani ilk iki seneyi kaçırmışım… Bu<br />

sene filmin basın tanıtımını yapan arkadaşımız<br />

Filiz Öcal sayesinde haberimiz oldu. Kalktık gittik…<br />

Halkın ‘ünlü’ görme isteği, hatta küçük bir<br />

kızın bana gelip ‘sen ünlü müsün’ diye sorması,<br />

daha çok biz basın mensuplarıyla sınırlı kalsa<br />

da, Saadet Işıl Aksoy, Betül Demir, Yılmaz Atadeniz<br />

Serdal, Suzan ve Serkan Genç kardeşlerin<br />

ve en son gün de Kemal Sunal Özel Ödülü’nü<br />

almak üzere gelen Ata Demirer’in katılımıyla<br />

ortam biraz hareketlendi. Bu arada Yılmaz Atadeniz<br />

de Onur Ödülü aldı. Yılmaz Atadeniz lobi<br />

sohbetlerimizde engin deneyimleriyle bizi bir<br />

hayli aydınlattı bu arada.<br />

Festivalde Vavien, Kara Köpekler Havlarken,<br />

Orada, Başka Dilde Aşk, Deli Deli Olma, İki Dil<br />

Bir Bavul, Uzak İhtimal, Acı, Usta, Kakosi, Gelecekten<br />

Bir Gün, 11’e 10 Kala, Romantik Komedi<br />

ve Büyük Oyun olmak üzere toplam 14 film<br />

gösterildi. Festivalde diğer festivaller gibi uzun<br />

metraj yarışması yoktu. Bu bir anlamda iyiydi,<br />

çünkü aynı filmlerin onlarca kere yarışması


fikri biraz sıkıcı olmaya başladı. Çünkü<br />

festivallerin sayısı arttıkça, bir filmin<br />

needeyse 7-8 kere yarışma ve bazen<br />

üç kere ödül imkanı oluyor. Bu da bana<br />

biraz fazla zorlama geliyor…<br />

Kısa Metraj bölümü ödüllüydü.<br />

İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı<br />

adlı belgesel ödül kazandı. Diğer filmler<br />

nasıldı bilmiyorum ama benim tercihim<br />

eminim ki başka bir film olurdu.<br />

Kısa metrajların ödülle desteklenmesi<br />

daha anlamlı geliyor bana. Sonuçta<br />

öğrencilere yeni fimler çekmeleri için<br />

destek olunması güzel… Daha özgün<br />

filmler bekliyoruz ama…<br />

Bu arada mahkumlara Büyük Oyun film<br />

gösterildi, filmin oyuncuları filmden<br />

sonra söyleşi yaptılar… Fotoğraf ve afiş sergileri,<br />

geziler… Bu arada Elazığ’da dikili bir ağacım<br />

hatta üç tane dikili ağacım var. Hatıra Ormanı<br />

kapsamında diktik…<br />

Festivaller yapıldığı yerin yerel ruhunu fazlasıyla<br />

yansıtıyor dedik… Ben genelde kendi adıma<br />

organizasyon eksikliklerine pek takılmam, bir<br />

yerlere geç gitmeye, aynı yemeği yemeğe, kötü<br />

odaya vs… Elazığ’da yerel ruhunu kullanan festivallerden<br />

birisi. Yapılacak olan bir iki etkinlik nedensiz<br />

iptal edilince biraz üzüldük ama sonunda<br />

kendi ‘serbest zaman’ımızı yaratmayı da bildik…<br />

Daha çok genç bir festival Çayda Çıra, zamanla<br />

oturacak gibi görünüyor. Belki daha fazla film,<br />

daha fazla konuk, daha fazla etkinlik olacak…<br />

Festival ruh olarak şehre daha fazla yayılacak..<br />

Umarım olur…


n Avustralya’nın ünlü yönetmenlerinden<br />

Reinhard Schwabenitzkys,<br />

Marmaris’in Selimiye Köyü’nde,<br />

başrollerini Oğuz Galeli, Haydar Zorlu<br />

ve Pınar Erincin’in oynadığı ‘Türk<br />

Gelini’ isimli sinema filmi çekiyor.<br />

Avusturyalı yönetmen, “Türk insanının<br />

gerçek yüzünü Avrupalılar’a göstermek<br />

istiyorum” dedi. Filmde bir Türk genci<br />

ile yabancı bir kızın aşkı anlatılıyor.<br />

n Korkutucu varlıkların insanlara yaşattıkları<br />

kabus dolu dakikaları ve kaotik ortamları<br />

aratan bir film daha çekiliyor. Ayla kocası Serkan<br />

ile mutlu bir çifttir. Ayla 11 yaşında öteki<br />

alemden gelen bir varlığın musallat olması<br />

ile kabus dolu bir 3 gün yaşamıştır. Sonra bu<br />

kabusa herkes ortak olur. Gülseven Yılmaz,<br />

Özgür Özberk ve Kayra Simur başrolde…<br />

Arkın Aktaç’ın yönettiği film 24 Eylül’de vizyonda<br />

olacak. Bol korkular!<br />

n D Productions’ın<br />

yapımcılığında<br />

geçtiğimiz yıl<br />

başlayan “Haneler”<br />

beyazperdeye<br />

taşınıyor. Programın<br />

en beğenilen karakterleri<br />

Yaban ve Pınar’ın<br />

aşkı önümüzdeki yıl<br />

sinemalarda olacak.<br />

Fırat Doğruloğlu<br />

(Yaban) ve Boncuk<br />

Yılmaz’ın (Pınar)<br />

başrolleri oynayacağı<br />

film için oyuncu<br />

arayışları devam<br />

ediyor. Filmin çekimi<br />

2011’de…


n Başka Dilde Aşk filminin yönetmeni<br />

İlksen Başarır ve oyuncusu Mert Fırat<br />

yeni bir filme başladı. Atlıkarınca<br />

isimli filmde ensesti açıkça gözler<br />

önüne sermeyeceklerini ancak ortaya<br />

çıkan psikolojiyi ele alacaklarını<br />

belirten Fırat, “Bir aile üzerinden<br />

konuyu anlatacağız. Bu konu hassas<br />

diye toplumda tabu haline getiriliyor<br />

ve üzeri kapatılıyor. Biz bu konunun<br />

kapatılmasından, tartışılmamasından<br />

son derece rahatsızız. Bu tavrın, geri<br />

çekilmenin bir çeşit suç ortaklığını<br />

olduğunu düşünüyoruz. Çıkış<br />

noktamız bu” diyor.<br />

n Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği Av<br />

Mevsimi filminin çekimleri devam ediyor.<br />

Filmde Şener Şen, Cem Yılmaz, Çetin Tekindor,<br />

Melisa Sözen ve Okan Yalabık gibi<br />

oyuncular var. Bir cinayet araştırması<br />

sırasında hayatları değişen 3 polis’in hikayesi<br />

anlatıldığı polisiye-dram türünde bir<br />

film. Filmde Cem Yılmaz bir kahvehane<br />

ortamında Kazım Koyuncu’nun bir şarkısını<br />

seslendirecekmiş! Filmin vizyonu sonbahar.<br />

n YAğrı’nın senaryosu Los<br />

Angeles’ta yaşayan Ertuğ<br />

Tüfekçioğlu ve New York doğumlu<br />

Türk aktör Alex Demir tarafından<br />

yazılmış. Hikayede bir müzisyenin,<br />

büyük amcasının yıllar evvel<br />

kaybettiği aşkı Jeyran’ı bulmak<br />

için Amerika’ya gidişi anlatılıyor.<br />

Bir Ermeni olan Jeyran’ı Los<br />

Angeles diasporasının içinde<br />

ararken Yılmaz’un başına gelenler,<br />

iki deneyimli sinemacının<br />

Los Angeles’ta bir Türk olarak<br />

yaşadıkları gerçek olaylardan esinlenerek<br />

anlatılmış.<br />

n Derviş Zaim, Kıbrıs’ta çektiği<br />

yeni filmi ‘’Gölgeler ve Suretler’’in<br />

çekimlerini tamamladı. 1963 Kıbrıs<br />

olaylarını genç bir kızın gözünden<br />

yansıtmayı hedefleyen film, bu<br />

dönemde ‘Ada’da olup bitene ışık<br />

tutacak. ‘’Gölgeler ve Suretler’’,<br />

1963’te Kıbrıs’ta başlayan olaylar<br />

sırasında bir Karagöz oynatıcısı<br />

olan babasından ayrı düşen<br />

genç kızın geçirdiği dönüşüm ve<br />

olgunlaşma sürecini anlatıyor.<br />

Filmde Osman Alkaş, Settar<br />

Tanrıöğen, Erol Refikoğlu, Buğra<br />

Gülsoy, Hazar Ergüçlü gibi oyuncular<br />

rol alıyor.


n Mayıs ayında ilk kez<br />

İstanbul’da konser veren üç<br />

Grammy ödüllü usta müzisyen<br />

ve aktör Harry Connick Jr. 11<br />

Eylül 1967 Amerika doğumlu.<br />

“Kopya Cinayetler”, “Kurtuluş<br />

Günü”, “Umut Dalgaları”,<br />

“Böcek” ve “Not: Seni Seviyorum”<br />

gibi filmlerde karşımıza<br />

oyuncu olarak da çıkan başarılı<br />

müzisyen aslen çok başarılı<br />

bir piyano virtüözü ve besteci.<br />

Billy Cristal ve Meg Ryan’ın<br />

başrolleri paylaştığı “Harry<br />

Sally ile Tanışınca” filminin<br />

soundtrack çalışmasıyla film<br />

müzikleri yapmaya<br />

başlayan Connick Jr, hem<br />

çağımızın önde gelen<br />

bestecilerinden hem de<br />

Hollywood’un aranılan<br />

müzisyenlerinden<br />

biri olarak<br />

kabul görüyor.


Filim Bir Adam: Ertem Eğilmez<br />

Cem Pekman<br />

n Ertem Eğilmez, Türk sinemasının en renkli ve<br />

verimli yönetmenlerinden birisidir; aynı zamanda,<br />

Arzu Film’le birikte ortaya koyduğu çalışmalarla<br />

sinema tarihinde kendine özgü bir yer edinmiştir.<br />

Eğilmez üstelik sinemaya bir alaylı olarak girmiştir.<br />

Önce yayıncılık yapmış, Çağlayan Yayınevi’yle<br />

renkli bir performans sergiledikten sonar sinemaya<br />

atılmış ve bu alanda Tarık Akan’dan Şener Şen’e,<br />

Hababam Sınıfı’ndan Arabesk’e, her biri kendi<br />

alanında fenomen haline gelen işlere ve yaratımlara<br />

imza atmıştır. Cem Pekman’ın ciddi bir akademik<br />

derleme olarak hazırladığı bu kitap, “Filim Bir Adam:<br />

Ertem Eğilmez” başlıklı çalışma, Türk sinema tarihi<br />

literatüründe önemli bir başvuru kaynağı olacaktır.<br />

Agora Kitaplığı / 280 Syf.<br />

Sinemekan (Sinemada Mimarlık)<br />

Açalya Allmer<br />

n İSessiz dönemden dijital teknolojiye, fantastik<br />

filmlerden bilim-kurguya uzanan geniş bir<br />

yelpazede, filmlerin tasarlanmış ve tasarlanmamış<br />

mekânlarını irdeleyen bu özgün derlemede,<br />

farklı yıllar ve yönetmenlere ait 11 sinema<br />

yapıtı mekânsal açıdan inceleniyor: Metropolis<br />

(Fritz Lang), Dayım (Jacques Tati), Bıçak Sırtı<br />

(RidleyScott), Dogville (Lars von Trier), Ucuz<br />

Roman (Quentin Tarantino), Batman (Tim Burton),<br />

John Malcovich Olmak (SpikeJonze), İsyan (Kurt<br />

Wimmer), Aşkın Gücü (Vincent Ward), Dalgıç ve<br />

Kelebek (Julian Schnabel), Sevimli Canavarlar<br />

(David Silverman, Pete Docter, Lee Unkrich).<br />

Varlık Yayınları / 152 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!