01.05.2016 Views

Cinedergi 17

Binder17

Binder17

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Sezon başlıyor<br />

Evet sonunda Eylül geldi. Ve Eylül ile beraber<br />

Türk sineması da hareketlendi. Daha doğrusu<br />

icebergin ucu gözüktü. Bu yıl kesin sayı olmamakla<br />

beraber 70’ten fazla film vizyona girecek.<br />

Bu da demek ki neredeyse her hafta bir Türk<br />

filmi veya fazlası olacak. Eylül ayı içerisinde beş<br />

Türk filmi vizyon buluyor. 18 Eylül’de ilk filmimiz<br />

Çıngıraklı Top sinemalarda olacak. Biz de<br />

filmin yönetmeni Egemen Ertürk ile keyifli bir<br />

sohbet yaptık. Banu’nun (Bozdemir) sorularını<br />

cevaplayan Ertürk ilk filmi olmasına rağmen<br />

ne kadar iddialı olduğunu anlattı röportajında.<br />

Kasım ayında vizyona girecek olan Aşk Geliyorum<br />

Demez filminin ünlü oyuncusu Bergüzar<br />

Korel de röportaj vermek için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçen<br />

ünlülerden. Hiç kimseye söylemediği projelerini<br />

bize anlattı Korel. Ağustos ayı içerisinde Türk<br />

sineması büyük bir kayıp yaşadı. Milli Sinema’nın<br />

kurucularından Yücel Çakmaklı’yı kaybettik.<br />

Onun anısına hazırladığımız dosyada onu seven<br />

birçok ünlünün görüşlerini okuyacaksınız.<br />

Alper (Turgut) iznini yaptıktan sonra, ayağının<br />

tozuyla politik sinema dosyasıyla çok önemli<br />

bir inceleme yaptı. Klasiklerden günümüze<br />

hayatın vazgeçilmezi politikayı en önemli rengi<br />

olarak kullanan filmleri sizin için yazdı. Benim<br />

sayfasına bakarken bile korktuğum bir dosya<br />

ise Banu’dan geldi. Korku filmlerindeki çocuk<br />

karakterleri ve bunun sosyolojik yanını onun<br />

kaleminden zevkle okuyacağınızı düşünüyorum.<br />

Eylül ayına girerken ise beni çok mutlu eden<br />

bir gelişmeyi sizle paylaşıyorum. Yazı İşleri<br />

müdürümüz Fırat Sayıcı SİYAD-Sinema<br />

Yazarları Derneği’ne üye oldu. Zaten yıllardır<br />

bu mesleğin içinde olan arkadaşımızın bir de<br />

mesleğin tek derneği olan SİYAD’a üye olması<br />

beni çok mutlu etti. Böylece kadromuzda<br />

SİYAD üyesi olmayan tek kişi bile kalmadı.<br />

Daha önceki aylarda da Alper Turgut üye<br />

olmuştu. Bu kadro size hayatın her rengini<br />

sunabilecek bir dengeye sahip. Mesela<br />

Ali Ulvi Uyanık 18+ ile sansüre karşı açtığı<br />

savaşı bütün gücüyle sürdürüyor. Kimsenin<br />

söylemeye ve yazmaya cesaret edemediği<br />

şeyleri onun kaleminden okumaya zaten<br />

alışığız. Tabii askerdeki arkadaşımız Kerem<br />

Akça’yı da özlüyoruz ve üç dört ay sonra<br />

dönüp dosyalarını bize vermesini özlemle<br />

bekliyoruz. Kadromuzu size kısaca tanıttıktan<br />

sonra söyleyeceğimiz son söz şu olacak; Yeni<br />

döneme <strong>Cinedergi</strong> olarak hazırız. İnadımız<br />

inat sinemayı sizin için takip edeceğiz. Bütün<br />

haberleri, röportajları ve gelişmeleri, festivalleri<br />

bizden okuyacaksınız. Mesela 10 Ekim’de<br />

başlayacak olan Antalya Altın Portakal Film<br />

Festivali’ne tam kadro katılacağız. Bir sonraki<br />

ay düzenlenecek Bursa İpek Yolu Film<br />

Festivali’nin ise sponsoruyuz. Gündem bitmez,<br />

<strong>Cinedergi</strong> pes etmez. İyi okumalar…<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

İcra Kurulu Başkan Yardımcısı<br />

LEVENT GÜLTEKİN<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Webmaster<br />

Tayfun Salcı, Azad Purliyev<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe


SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sineması Doğu ve Batı arasında<br />

kimlik bunalımı yaşarken bu toprakların hikayesini<br />

yazan, film yapan ve Yeşilçam’a<br />

milli bir kimlik kazandıran Yücel Çakmaklı’yı<br />

kaybettik. 1970’lerde ürettiği filmlerle inançlı<br />

Anadolu insanının hikayeleri onun elinden<br />

sinemamıza taşındı. Yönetmenliğini yaptığı<br />

Birleşen Yollar, Minyeli Abdullah gibi filmlerle,<br />

Küçük Ağa, IV Murat, Kuruluş/Osmancık gibi<br />

dizilerle Milli sinemanın ayak seslerini bütün<br />

yurda duyurdu. Mesut Uçakan’ın dediği gibi<br />

onun peşinden giden sinemacılardan daha<br />

çok toplumun bütününün Çakmaklı’ya borcu<br />

var. Bütün bu davasına rağmen yumuşak<br />

huyu ve birleştirici tarzıyla da insanların<br />

içine kin ve nefret değil barış, huzur ve<br />

sevgi veren bir insandı. Türk sineması Yücel<br />

Çakmaklı’yı kaybederek bir yönetmeni<br />

değil kimliğinin bir parçasını kaybetti. Yücel<br />

Çakmaklı mesleğe1963 yılında, askerden<br />

döndükten sonra Yeni İstanbul Gazetesi’nde<br />

sinema yazıları yazarak başladı. Bir yandan<br />

da Erman Film Stüdyoları’nda yönetmen<br />

yardımcısı olarak çalıştı. 1968’e dek 50 kadar<br />

filmde Dr. Arşevir Alınak, Osman Seden,<br />

Orhan Aksoy gibi yönetmenlere yardımcılık<br />

yaptı. İlk filmi Kâbe Yolları’nı yönetti. 1969’da<br />

Elif Film şirketini kurdu. Milli sinema olarak<br />

adlandırılan akıma dayalı filmler çekti. 1975-<br />

1990 arası TRT bünyesinde çalışmalarına<br />

devam etti. Tarık Dursun K.’dan Denizin<br />

Kanı, Tarık Buğra’dan Küçük Ağa ve Kuruluş<br />

gibi, roman uyarlamalarından TV dizileri<br />

gerçekleştirdi. Necip Fazıl Kısakürek’in Bir<br />

Adam Yaratmak ve Turan Oflazoğlu’nun 4.<br />

Murad’ı gibi tiyatro eserlerinden TV oyunları<br />

yaptı. 10 Temmuz 2008’de Devlet Üstün<br />

Hizmet Madalyasına layık görüldü.<br />

Türk sineması Doğu ve Batı<br />

arasında kimlik bunalımı<br />

yaşarken bu toprakların<br />

değerlerini sinemaya<br />

taşıyan ve Yeşilçam’a milli<br />

bir kimlik kazandıran Yücel<br />

Çakmaklı’yı kaybettik.


Mesut Uçakan<br />

n Yücel Abinin bizden<br />

uzaklaştığına inanamıyorum.<br />

Onunla çok uzun bir<br />

beraberliğimiz oldu. Sinemada<br />

açtığı mücadelede beraber<br />

yürürken yaptığı işlerle olduğu<br />

kadar arkadaşlığı, insanlığıyla<br />

da bize yol gösterdi. Şimdiki<br />

nesil onun değerini anlayabilir<br />

mi bilmiyorum. Kozmopolit<br />

ve toplumun değerlerinden<br />

uzaklaştığımız hatta Marksist<br />

bir bakış açısıyla ona<br />

saldırdıkları bir dönemde,<br />

1970 yılında Birleşen Yolları<br />

çekti. Hem de zamanın en<br />

büyük starlarını oynatarak<br />

bunu başardı. Milli Sinema<br />

diye isimlendirdiği akımı<br />

sürüklemiştir. Bizim üstümüzde<br />

emeği büyüktür. Ama<br />

bize katkısından daha fazla<br />

bu topluma katkısı vardır.<br />

Toplum bunu yeterince<br />

anlayabilmiş midir bilmiyorum.<br />

Hastalandığında yoğun bakıma<br />

girerken bile benle konuşurken<br />

hep yeni projeler, mücadeleler<br />

peşindeydi. Azmi ve insanlığı<br />

İsmail Güneş<br />

örnek alınacak bir abimizdi.<br />

Kendisine en ağır saldırılar<br />

olduğu zaman bile kin tutmazdı.<br />

Çok birleştirici bir insandı. Yücel<br />

Çakmaklı’yı anlamadan,<br />

bilmeden Türk sinemasını anlamak<br />

mümkün değildir. Günümüzde<br />

onun daha iyi anlatılması<br />

gerektiğine inanıyorum. Onun<br />

filmlerinin, üretimlerinin televizyonda<br />

veya sinemada tekrar<br />

halkla buluşturulması gerekiyor.<br />

Bize çok şey verdi biz bunun<br />

karşılığını ona verebildik mi<br />

bilemiyorum. Onun vizyonuna<br />

sahip çıkmak için çok mücadele<br />

ettik ama o bayrağı eline<br />

almasaydı ne olurdu onu da<br />

bilmiyorum. Allah gani gani rahmet<br />

eylesin.<br />

Fevkalade üzüntülüyüz. En son ameliyat olduktan<br />

sonra bir kaç kez telefonda görüştük. Kendisini iyi<br />

hissediyordu. Sonra birden durum değişti. Benim<br />

için çok büyük kötü bir sürpriz oldu. O kadar yaşam<br />

doluydu ki hastalığına rağmen proje üretmeyi hiç<br />

bırakmadı. Hastane masraflarını karşılayamayınca Kültür<br />

Bakanlığı yardım etti. Bunun üzerine bana “Borçlu<br />

kalmayalım, iyileşince yeni projeler yapalım bakanlığa”<br />

dedi. Böyle bir insandı. Klasik sinemamıza milli ve<br />

manevi bir boyut getirdi. 50 film yaptıysa bunun kırk<br />

tanesi iyi gişe yaptı. Kendine özgü bir dili ve seyircisi<br />

vardı. O kutuplaşmaların olduğu dönemde ürettiği<br />

filmlerle sinemamızın apayrı bir rengi oldu. Daha ne<br />

söyleyeceğimi bilmiyorum. Çok üzgünüz. Sevenlerinin<br />

başı sağ olsun.


Hülya Koçyiğit<br />

Çok sevdiğim bir insanı kaybettim.<br />

En son Gaziantep’te<br />

görüşmüştük. Sağlıkla ilgili<br />

bir problemi yoktu.<br />

Uzun yıllar beraber çalıştık.<br />

O yıllarda yönetmen<br />

yardımcılığı yapardı. Bu kadar<br />

sevdiğim bir insanın cenazesine<br />

katılamayacağım için<br />

büyük ızdırap duyuyorum.<br />

Çok yakın bir arkadaşımı<br />

daha kaybettim onun cenazesi<br />

için şu an İzmir’e gidiyorum.<br />

Sevdiğimiz insanlar teker<br />

teker aramızdan ayrılıyor.<br />

Çakmaklı Türk sineması<br />

adına o kadar iyi örnekler<br />

verdi ki? TRT’ye yaptığı filmler,<br />

diziler Türk halkına mal<br />

olmuştur. Çok ahlaklı bir<br />

kişiydi. Saygılı ve mütevazi<br />

tavırlarıyla insanları kendine<br />

hayran bırakırdı. Allah rahmet<br />

eylesin.<br />

Çakmaklı’nın<br />

1972 Zehra<br />

f ilminin<br />

başrol<br />

oyuncusu<br />

Atilla Dorsay<br />

Sağ kesim<br />

sinemacıların<br />

en entelektüel<br />

isimlerinden<br />

birisini<br />

hatta birincisini<br />

kaybettik.<br />

Onun filmleri<br />

İslami sinema<br />

ile Atatürkçü<br />

kesim arasında belli bir diyalog arayan<br />

ve toplum gerçeklerine son derece<br />

uygun düşen filmlerdi. Çabaları ise<br />

en çok 1973 sonrasında CHP-MSP koalisyonunun<br />

sinemadaki iz düşümü<br />

gibiydi. Peşinden çok yönetmen geldi<br />

ama hiç biri ona yetişemedi.<br />

Çakmaklı’nın<br />

1989<br />

Minyeli Abdullah<br />

f ilminin<br />

başrol oyuncusu<br />

Perihan Savaş<br />

Çok üzgünüm. Çok<br />

iyi bir insandı. Onun<br />

yönetmenliğinde<br />

Minyeli Abdullah’ı<br />

çekmiştim. Ne yapmak<br />

istediğini bilen bir<br />

insandı. Erken yaşta<br />

vefat etti. Daha yapacak<br />

çok şeyi vardı.<br />

Çok güzel fikirleri<br />

vardı ama ekonomik<br />

koşullar yüzünden<br />

bunları yerine getiremedi.<br />

Sponsor bulmak<br />

gibi problemler yaşadı<br />

ve onun çok daha fazla<br />

üretebileceği filmlere<br />

sahip olamadık. Hepimizin<br />

başı sağ olsun.


Yönetmen: Jorge Blanco, Marcos Martinez,<br />

Javier Abad Senaryo: Joe Stillman<br />

Seslendirenler: Dwayne Johnson, Gary<br />

Oldman, John Cleese, Jessica Biel, Justin<br />

Long<br />

Konu: 1950’lerin yaşamında takılıp kalmış bir<br />

gezegen, aniden ortaya çıkan NASA astronotu<br />

Chuck sayesinde altüst olur. Chuck<br />

buraya adım atan ve yaşayan tek canlının<br />

kendi olduğunu düşünmektedir. Ancak<br />

gördükleri karşısında<br />

şaşkınlığa<br />

düşecektir.


Yönetmen: James Cameron<br />

Senaryo: James Cameron<br />

Oyuncular: Sigourney Weaver,<br />

Zoe Saldana, Michelle Rodriguez,<br />

Sam Worthington,<br />

Giovanni Ribisi<br />

Konu: Kıdemli savaş gazisi<br />

Jake, gelecek dünyasında<br />

Pandora adlı Na’vi’lerin<br />

yaşadığı başka bir gezegene<br />

getirilmiştir. Dünya’dan gelenler,<br />

bu gezengende kendi dillerine<br />

ve kültürlerine sahip olan<br />

insansı robotlar arasında kendilerini<br />

garip hissederler.<br />

Yönetmen: Kenny Ortega<br />

Senaryo: Kenny Ortega<br />

Oyuncular: Michael Jackson<br />

Konu: Yakınlarının tam desteği<br />

ile gerçekleştirilen yapım, Londra<br />

konserlerine hazırlanan Michael<br />

Jacson’ın yüzlerce saatlik<br />

provalarından ve kamera arkası<br />

çekimlerinden görüntüler içerecek.<br />

High Definition formatında,<br />

dijital ses kalitesi ile hazırlanacak<br />

filmin bazı sahneleri de 3 boyutlu<br />

olacak ve Jackson’ın yakın<br />

arkadaşları ile birlikte çalıştığı<br />

kişilerin röportajlarını da içerecek.<br />

This Is It Jackson’ın hayranlarına<br />

ve müzik severlere sanatçının<br />

sıradışı kamera arkası görüntülerini,<br />

kariyerini ve görülmeye değer<br />

sahne performansını sunacak.


Yönetmen: Duncan Jones<br />

Senaryo: Duncan Jones, Nathan Parker<br />

Oyuncular: Sam Rockwell, Matt Berry, Robin<br />

Chalk, Dominique McElligott<br />

Konu: Lunar Industries ay istasyonunda<br />

çalışan Sam Bell için hayat çok zor geçmektedir.<br />

Üç yıllık bir anlaşması olduğu için bu<br />

ıssız üsse alışmak zorundadır. Dünyayla herhangi<br />

bir bağlantısı yoktur ve eşiyle bağlantı<br />

kuramamaktadır. Zaman içinde arzuları ve<br />

hayalleri doğrultusunda halusinasyonlar görmeye<br />

başlar. Fakat bunların bazıları beraber<br />

çalıştığı robot tarafından hazırlanmakta ve her<br />

şey giderek birbirine karışmaktadır.<br />

Yönetmen: Mike Newell<br />

Senaryo: Carlo Bernard, Jordan<br />

Mechner<br />

Oyuncular: Jake Gyllenhaal,<br />

Ben Kingsley, Gemma Arterton,<br />

Alfred Molina


Konu: Haylaz bir prens istemeden<br />

de olsa gizemli bir<br />

prensesle güç birliği yapar.<br />

Birlikte, zamanı tersine çevirebilen<br />

Zamanın Kumları’nı<br />

açığa çıkarabilecek ve sahibinin<br />

dünyaya hükmetmesini<br />

sağlayabilecek olan eski bir<br />

hançeri korumak üzere karanlık<br />

güçlere karşı bir yarış içine<br />

girerler.<br />

Yönetmen: Martin Scorsese<br />

Senaryo: Laeta Kalogridis<br />

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo,<br />

Ben Kingsley, Michelle Williams<br />

Konu: Massachussets sahili açıklarındaki<br />

Zindan Adası’nda suç işlemiş akıl<br />

hastalarının tedavi edildiği bir psikiyatri<br />

hastanesi vardır. Teddy ve Chuck adlı<br />

iki polis müdürü, Rachel adlı bir katil<br />

hastanın esrarengiz şekilde kayboluşunu<br />

soruşturmak üzere görevlendirilmişlerdir.<br />

Şiddetli bir kasırga nedeniyle hastayı aramaya<br />

başlayan polislerin işi zorlaşır.


n Günışığı Temizleme Şirketi seyrettiğim en<br />

doğru bakış açısına sahip, gerçekçi ve kadın<br />

dünyasına odaklanmış yapım. Yönetmen<br />

Christine Jeffs ve senaryoyu yazan Megan<br />

Holley kadın olmanın duygusal avantajını<br />

sonuna kadar kullanmışlar. Kadroda da<br />

müthiş üç kadın oyuncu Amy Adams, Emily<br />

Blunt ve Mary Lynn Rajskub karşılıklı olarak<br />

döktürüyor. Oscar adayı Şüphe-Doubt ile<br />

herkesi kendine hayran bırakan Amy Adams<br />

son dönemin en karizmatik kadın oyuncusu.<br />

Romantik dönemin bir iz düşümü olan fiziği<br />

ve ifadesi ile oynadığı her role derin bir anlam<br />

katan Adams bu filmin temel taşı. Filmin<br />

bütün öyküsü ve kadın dünyasının savaşçı<br />

ruhu Adams’ın karakterinde vücut buluyor.<br />

Amy Adams’ın canlandırdığı bekar anne<br />

Rose uyumsuz kız kardeşi Norah (Emily<br />

Blunt) ile bir yaşam mücadelesi vermektedir.<br />

Küçük yaşlarında annelerinin intiharıyla<br />

yalnız kalan ikili babaları Joe’nun (Alan<br />

Arkin) hayalperest dünyasından gerçek<br />

hayatın zeminine çakılmakla gençliklerini<br />

geçirmişlerdir. Annesiz ve güvenilmez baba<br />

figürünün yarattığı pasif hayatta kalma<br />

mücadelesi iki kardeşi de kaybedenler<br />

içinde yer almasına sebep olmuştur. Amy<br />

Adams’ın canlandırdığı Rose karakterinin<br />

filmdeki etkisinin bu kadar büyük olmasının<br />

sebebi Adams’ın vücut dilinde taşıdığı<br />

kırılgan havayla öyküdeki karakter Rose’un<br />

hayata tutunmak için sergilediği içten içe<br />

gelen müthiş gücün yarattığı tezat aslında.<br />

Gençliği elinden kayarken lisedeki erkek<br />

arkadaşı olan ve bir başkasıyla evlenen<br />

Mac’e tutkuyla sarılması Rose’un gerçeklerle<br />

yüzleşmeme yoludur. Zaten kötü<br />

durumlarda kendi kendine söylediği “Ben<br />

güçlüyüm, ben güçlüyüm” nakaratı filmin sonunda “Ben<br />

kaybedenim”e döndüğü an Rose savaşı kazanmaya başlar.<br />

Çünkü onu zayıf bırakan yönleriyle o zaman yüzleşir. Her<br />

kadının yaşadığı bir ikilem. Yüzyılların verdiği muhtaç olma<br />

halinden çıkıp kendi ayaklarının üzerinde durma idealinin<br />

faturasını ödeme anı çok önemli ve filmde gerçekten vurucu<br />

bir şekilde veriliyor. Rose’un kardeşi Emily Blunt’da aynı<br />

Adams gibi son dönemin en sağlam kadın oyuncularından.<br />

2004 yılında Aşk Yazım-My Summer Of Love filminde<br />

seyrettiğimde müthiş bir oyuncuyla tanıştığımı hissettiğim<br />

Blunt geçen yıllar içinde biraz sallansa da sonunda kendi<br />

kabiliyetine uygun bir filmde karşımıza çıkıyor. Baba<br />

rolündeki Alan Arkin ise fazla söze gerek bırakmayacak<br />

şekilde bütün o oyunculuk mesleğinde geçirdiği yılların<br />

kendine bıraktığı en güzel renkleri filmde kullanmış. 2006<br />

yapımı Little Miss Sunshine’daki dedeyi oynayan Arkin bu<br />

filmin de ağır toplarından. Bu hafta vizyona giren Gün Işığı<br />

Temizleme Şirketi- Sunshine Cleaning ismiyle zaten Littli<br />

Miss Sunshine’a bir gönderme yapıyor. Yönetmen Christine<br />

Jeffs çok güçlü bir anlatıcı. Uzum zamandır film çevirmeyen<br />

yönetmenin bir önceki filmi 2003 yapımı Sylvia. Gwyneth<br />

Paltrow’un başrolünde oynadığı ve Sylvia Plath’ın hayatının<br />

anlatıldığı film de muhteşemdi.<br />

Baştan başa, saf bir kadın filmi Günışığı Temizleme Şirketi.<br />

Hiç bir kadının bu filmi kaçırmasını istemem. Kadınların<br />

modern toplumun gereği olarak geçirdiği değişimi anlama<br />

fırsatını kaçırmaması gereken erkeklerinde bu filmi seyretmesi<br />

gerekir. Günışığı Temizleme Şirketi’ni seyretmekten<br />

sinema adına mutluyum.


n Amerikalı gazeteci yazar Norman Cousins, insan,<br />

bir yanıt bulamadığı yerde korkuyu bulur der. Bilinmeyenden<br />

korkmak, tanınmayandan korkmak,<br />

daha önce karşılaşmadığımız bir yaratık ya da<br />

doğaüstü olaydan korkmak, insanoğlunun psikolojik<br />

olarak engelleyemeyeceği bir savunmasızlıktır.<br />

Korku içgüdüsü çoğu zaman hayatımızı yönlendirmekte.<br />

Bunun temelinde hayatta kalıp<br />

kalmayacağımızı ya da en azından kişisel olarak<br />

üzüntü çekip çekmeyeceğimizi bilememek yatar.<br />

İnsanoğlu herhangi bir tehditle karşılaştığında<br />

gardını alır; ya bu tehditi ortadan kaldırmak için<br />

karşısına dikilir ya da en az zararla kurtulmak için<br />

korkar ve kaçar. İşte bu psikolojik nedenselleri<br />

pusula alan “Kan Gölü” hedefi 12’den vurmakla<br />

kalmıyor, sinemadaki korku külliyatının ilk cildine<br />

girmeyi hak ediyor. Üstelik içinde hiç somut bir<br />

canavar/yaratık imgesi olmadan…<br />

Anaokulu öğretmeni Jenny ve sevgilisi Steve,<br />

romantik bir hafta sonu için orman içinde bulunan<br />

bir göl kenarına giderler. Fakat bu sakin<br />

ve huzurlu yerde ortaya çıkan 12-<strong>17</strong> yaş arası<br />

çocuklar kendilerini sevgililere kanıtlamak için güç<br />

gösterisine girişip şiddet uygulamaya başlarlar.<br />

Sıradan insanların hırslarına yenilerek ya da<br />

kendilerini savunmak adına nasıl birer psikopata<br />

dönüşebileceğini tökezlemeden anlatan yapım,<br />

aynı anda zamane gençlerinin psikolojik açılımlarını<br />

da ortaya koymaya çalışıyor. Filmin başrollerindeki<br />

sevgili çifti haklarını vererek canlandıran Kelly<br />

Reilly ve son olarak “Soysuzlar Çetesi”nde<br />

izlediğimiz Michael Fassbender’in altında kalmayan<br />

çocuklar, en az onlar kadar gerçekçi ve hikayeden<br />

koparmadan duygularını yansıtıyorlar. En son<br />

“Summers Town”la Türk seyircisinin karşısına çıkan<br />

Thomas Turugose’e, büyük bir rolü olmasa da<br />

özellikle dikkat derim. İnsanın bir şeye karşı korku<br />

duymasının açılımını yapan film bir yandan da ergenlik<br />

çağındaki günümüz gençlerinin psikolojik hatlarını<br />

çiziyor. Filmin yönetmen koltuğunda ise James Watkins<br />

var. İlk filmini çekmesine rağmen kamerasını ve<br />

ondan da önemlisi kalemini iyi kullanan Watkins, kısa<br />

sürede Hollywood’a transfer olursa şaşırmayın. Zira<br />

Hollywood bu tarz taze kanlarla güçten düşmüyor.<br />

Tamamen kontrolsüz ve derin bir ormanda geçen<br />

film, içinde seyirciyi psikolojik hamlelerle korkutmayı<br />

başaran, son dönemlerin en iyi yapımlarından.


n Tarantino her zaman yolu gözlenen ve<br />

şiddetle fazlasıyla bezeli yapımların bir numaralı<br />

adamı oldu. Soysuzlar beyazperdenin çokça<br />

kullandığı Nazi ve Yahudi ikileminden yola<br />

çıkıyor. Naziler bu kez Fransa’yı işgal etmiş durumdalar.<br />

Ve kendilerine başkaldıran ve kendilerine<br />

‘soysuzlar’ diyen bir çeteyi yok etmek için<br />

bayağı ciddi önlemlerle karşımıza çıkıyorlar!<br />

İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan<br />

film hem olumlu hem de olumsuz tepkiler<br />

aldı. Ama bu Tarantino’nun çok da umrunda<br />

değil. Sonuçta o seyircide farklı reaksiyonlar<br />

yaratan filmler çekme derdinde olduğunu<br />

tekrarlayıp duruyor. Sonuçta karşımızda bir<br />

baskı, savaş, vahşet vs… filmi var diyebiliriz<br />

ama espri anlayışının her dramatik sahnenin<br />

ortasına sıkılan kara komediye daha yakın<br />

olduğunu söylemeliyiz. Aslında dramatik ve<br />

bizi boğazımıza kadar sıkan Nazi faşizminin<br />

iliklerimize kadar işlediği filmlerden bir hayli<br />

sıkılmıştık. Arada bu tarz filmlere farklılık<br />

katılmaya çalışıldıysa da kazanan hep dram<br />

oldu. Cannes’da filme karşı gösterilen olumsuz<br />

tepkiler de bir savaşın, acılarının anılarına<br />

saygısızlık edildiği düşüncesiyle olabilir. Ama<br />

o kara komedi, o dil karmaşası, o işaret dili,<br />

Führer’in şaşkınlığı, Nazilerin egoları ve hikayenin<br />

fütursuzca akışı bir ‘intikam draması’nın<br />

içinde farklı duygular takınarak ilerlediğimizi<br />

gösterebilir bize…<br />

Tarantino bu film için bünyesinde uzun<br />

zamandır biriktirdiği bir şeyi attığını söylüyor.<br />

Yani bu filmde biriken bir şeye özgürlüğünü<br />

vermiş. Filmi diğer filmleriyle kıyasladığımızda<br />

yer yer Rezervuar Köpekleri’ni yakalıyoruz.<br />

Bir barda Almanca dolu repliklerle geçen<br />

bölümde, Rezervuar Köpeklerinin depo sahnesine<br />

öykünüyor sanki. Ucuz Roman havası<br />

ise bir sürü değişik hikayenin kendi yolunda gitmesiyle<br />

benzeşiyor. Ama burada birbirine bağlanan ama<br />

daha fazla dağılmış bir öykü tepeciği var. Türkçe’ye<br />

12 Kahraman Haydut diye çevrilen Dirty Dozen stili<br />

de oluşmuştu kafamızda Tarantino’nun böyle bir intikam<br />

timi oluşturduğunu öğrenince. Kendisi de öyle<br />

yazacağını düşünmüş ama sonra başka yerlere kaymış<br />

olay. Tıpkı Rezervuar Köpeklerinin bir soygun filmi<br />

olmasını hedeflediği gibi…<br />

Filmde müzik kullanımı bir hayli farklı ve başarılı.<br />

Sadece müzikleri dinlesek bir western filminin orta<br />

yerine düşmüş sanabiliriz kendimizi ama karşımızda<br />

bayağı bir savaş ve 1940’lı yıllar filmi var. Bu havayı<br />

çok sevdiğini söylediği yönetmen Sergio Leone’ye<br />

bağlayabiliriz belki…<br />

Filmde güzel bir başlangıç yapıyor Tarantino. Sahneleri<br />

uzatmaktan kaçınmıyor. Gözü dönmüş bir Nazi’yi filmin<br />

başında öyle bir yer ve konuma yerleştiriyor ki, işte o<br />

zaman bir kara komedinin içine çekildiğimizi anlıyoruz.<br />

Çünkü Nazi subayı komik denecek kadar takıntılı ve<br />

oyunbaz bir adam… Bu yüzden kurbanlarıyla kedi –<br />

fare oyunu uyarlaması yapıyor ama pek de başarılı<br />

olduğu söylenemez!<br />

Şiddet ilk bölümden itibaren başlamasa da, özellikle<br />

kafa yüzülen sahneler de (bir western göndermesi)<br />

ve herkesin patır patır yere dökülmesinde özgürce bir<br />

şiddet oluşturma durumu göze çarpıyor. Film sektörüne<br />

ve film yazarlarına yaptığı göndermelerle de bir hayli<br />

komik sahneler ortaya çıkıyor… Kısacası bu film için<br />

tepkiler ve beğeniler ardı ardına gelecek ama Tarantino<br />

yine dikkat çekmeyi başaracak!


NUTS<br />

ÇETİN CEVİZ<br />

n Barbara olan adını ‘kendine<br />

özgü’ olması için Barbra olarak<br />

değiştiren bu çok yönlü sanatçıyı<br />

anlatmak kitap boyutlarında<br />

olacağından, şarkıcı-besteci, yapımcı –<br />

yönetmen ve oyunculuk niteliklerinden<br />

oyunculuğuna ve de “Nuts”a dikkat çekmek<br />

istiyorum.<br />

Kuşkusuz, ödülleri, özellikle de şarkıcılık<br />

ödülleri bol… Akademi Ödülleri’nde ise<br />

yapımcı olarak bir , ‘En iyi Şarkı’da iki ve<br />

‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında da iki kez<br />

aday gösterilip, bunlardan ‘Şarkı’ (“A Star<br />

Is Born”dan “Evergreen” / 1976) ile ‘Kadın<br />

Oyuncu’(“Funny Girl”/1968) ödülünü birer<br />

kez kazandı ( Not: ‘Kadın Oyuncu’ Oscar<br />

heykelciği o yıl iki sanatçıya verildi; diğeri ,<br />

“The Lion in Winter” ile Katharine Hepburn).<br />

‘Komik kız’dan çöpçatan Dolly’e, “What’s<br />

Up, Doc?”dan “Funny Lady”e uzanan güldürü<br />

ve müzikallerle başladığı oyunculuk<br />

kariyerinde, giderek dramlara ağırlık vermeye<br />

başlayan 1942 New York doğumlu<br />

Barbra, Cumhuriyetçi politikaları eleştirmesi<br />

ve savaş karşıtlığı ile her daim aktif<br />

sanatçılardan biri oldu. 1987’de kendisi gibi<br />

muhalif, aykırı yönetmen Martin Ritt(1914-<br />

1990) ile “Nuts”da buluştu. Müşterisini<br />

öldürmekten yargılanan fahişe rolünde,<br />

geçmişinin deşildiği mahkeme sahnelerinde,<br />

‘avukat’ Richard Dreyfuss, ‘anne’ Maureen<br />

Stapleton ve ‘üvey baba’Karl Malden ile<br />

birlikte döktürdü.<br />

Suç failinin –bazen- asıl kurban<br />

olabileceğine dair tüyleri diken diken eden<br />

bu dramı izledikten sonra iyice anladım ki,<br />

“benim oyuncum” Barbra, saç tellerinden<br />

ayak tırnaklarına, komple bir artist!


District 9<br />

n İddia ediyorum, 2009 yılının<br />

en iyileri arasına ismini kolayca<br />

yazdırabilecek, hatta<br />

benim tarafımdan bakarsanız,<br />

uzun yıllar boyunca kolayca<br />

hafızanızda yer edebilecek,<br />

olağanüstü bir film. Filmi,<br />

diğerlerinden bir adım one<br />

çıkartacak faktör, sadece<br />

olağanüstü olması değil, aynı<br />

zamanda farklı olması ve bir anlamda<br />

duvarı yıkması…<br />

“Duvarı yıkmasi” lafını biraz<br />

açacak olursak;<br />

District 9 filminin çok orjinal<br />

bir senaryosu olduğunu,<br />

alışılagelmiş bir bilim-kurgu<br />

veya korku filminin yanında hiç<br />

alışık olmadığımız görsel efektler<br />

ve ses ile bezenip önümüze<br />

geldiğini ve bizi farklı dünyalara<br />

götürüp gerçekten düşündüren<br />

yapıda bir film olduğunu<br />

söyleyebiliriz..<br />

İzleyicileri yanında film<br />

studyolarının da bu filmi önlerine<br />

alıp uzun uzun düşünmeleri<br />

gerektiği fikrindeyim. Kaldı ki,<br />

District 9 filmi, film şirketleri<br />

için de değişik boyutlara farklı<br />

kapılar açabilir diye düşünüyorum.<br />

Çekimlerinin, ses ve görüntü efektlerinin<br />

yanında, senaryo olarak<br />

düşündüğünüzde muazzam ve daha<br />

önce hiç uygulanmamış bir değerle<br />

karşı karşıya kaldığınızı görebiliyorsunuz.<br />

Yanlız size bir uyarı; Filmin reklamlarını,<br />

özet görüntülerini izlemenizi kesinlikle<br />

tavsiye etmiyorum (Benim kesinlikle<br />

yapmadığım bir şeydir). Hayran<br />

kaldığım, Los Angeles sokaklarını<br />

süsleyen, ve bakmadan geçemediğim<br />

afişlerine rastlarsanız, filmi izlemeden<br />

onlara da bakmamanızı ve uzak<br />

durmanızı öneriyorum. Sebebi ise;<br />

filmin özet görüntülerinin size farklı<br />

bir intiba uyandırabileceği, ve sizi çok<br />

farklı bir beklenti içine sokabileceği<br />

kanaatinde olmam. Beni dinleyin, ve<br />

kesinlikle bunları yapmayın.<br />

Neill Blomkamp size, 22 yil önce<br />

uzaylıların yerleştikleri bir dünyanın<br />

kapılarını açıyor, hem de ardına kadar..<br />

Zaten asıl buyuleyici olan da bu değil<br />

mi?<br />

Soruyorum size;<br />

Uzaylıların dünyaya geldiği ve insanlığı<br />

tehdit ettiği kaç film seyrettiniz?


Veya<br />

Uzaylıların uzaktan dunyayı tehdit<br />

ettiği, teğet geçtiği, gelipgittiği<br />

kaç film seyrettiniz??<br />

İste bu filmi diğerlerinden<br />

ayıran ve bir değil birkaç adım<br />

one çıkaran ve benim bu filmi<br />

gerçekten sevmemi sağlayan<br />

bu.<br />

Hic yazılmamışla,<br />

hiç izlenmemişle, hiç<br />

okunmamışla karşı karşıya<br />

kalacağınız bir macera… İlginç<br />

değil mi?<br />

Dünya üzerindeki 7.6 milyar<br />

insanın, uğrasmak zorunda<br />

olduğu bir uzay gemisini<br />

düşünün… 22 yıl önce üzerinize<br />

kabus gibi çöktüğünü,<br />

ve içindeki yaratıkların artık<br />

sizlerin bir parçası olduğunu…<br />

Los Angeles’a gelmeden<br />

önce sadece hayranlıkla<br />

izlediğim, Los Angeles’a geldikten<br />

sonra sadece kısa bir<br />

dönem, deneme amaçlı<br />

uğrastığım dijital efekt işini<br />

en iyi bulduğum filmlerin<br />

başında geliyor bu film.<br />

İnsanlar tamamen gerçek,<br />

ama bütün uzaylılar dijital<br />

film şirketi tarafından<br />

özenle yapılmış ve belli<br />

üzerinde de bayağı bir<br />

çalışılmış.<br />

Film hakkında bu kadar<br />

detay verince, baş karakter<br />

Sharlto Copley hakkında<br />

da biraz bahsetmek istiyorum.<br />

Filmin genelinde<br />

büyüleyici bir performans<br />

sergilemiş. Bence film<br />

üzerinde Neill Blomkamp<br />

kadar hakkı var.<br />

Size bir tavsiye, Blomkamp<br />

ve Copley ikilisini dikkatle<br />

izleyin. Kısa zaman<br />

icersinde inanılmaz yerlere<br />

gelip, isimlerinden çok söz<br />

ettirecekler.


n Twilight hayranlarının<br />

beklediği sonunda oldu<br />

ve Kristen Steward ile<br />

Robert Pattison sonunda<br />

“neredeyse” öpüşürken<br />

yakalandılar. Kings of<br />

Leon konserini dizdize<br />

izleyen çift hala resmi<br />

bir açıklama yapmazken,<br />

onları birlikte görenlerin<br />

bu konuda bir<br />

şüphesi yok. Pattison’ın<br />

Kristen’in evinden<br />

çıkarken yakalanması,<br />

ikilinin birlikte çok fazla<br />

vakit geçirmesi ve çok<br />

samimi pozları bunu zaten<br />

kanıtlasa da Twilight serisi<br />

bitene kadar bu konuda<br />

bir itiraf gelmeyeceği belli.<br />

Zira ilişkilerini kabul ederlerse,<br />

filmler bitene kadar<br />

ayrılmayacaklarını da<br />

kabul etmeleri pazarlama<br />

açısından şart koşulmuş.<br />

Bu arada çifte çoktan<br />

Brangelina, Tomkat gibi bir<br />

isim bulundu; Robsten…


n Bazi düşünceler vardır, ve kafanızın<br />

uzerindeki her bir teli yolmak istemeniz<br />

için yeterlidir. İste 2004 yılında beyazperdeye<br />

taşınan “White Chicks” filmi de herhalde<br />

aklınıza getirdiğinizde, aynı duyguları<br />

yaşayabileceğiniz bir saçmalık.<br />

Wayans kardeşler Marlon ve Shawn’ın, FBI<br />

ajanı olarak çözmeleri gereken bir konuyu,<br />

zengin, sarışın ve beyaz iki kız olarak yapmak<br />

istemelerini konu alan bu film’in 2. bölümü<br />

yolda. Şu aşamada çalışmaların başladığı bu<br />

filmin ne zaman beyaz perdede gosterime girecegi<br />

bir muamma.. Ama kafalarina koydiklarini<br />

her zaman gerceklestiren bu ikilinin bunu<br />

da yapacagi şüphe goturmez bir gercek.<br />

Kimleri ilgilendirir bilmiyoruz ama biz yine de<br />

sizi haberdar etmek istedik.<br />

n Robert Downey Jr. ismi şu günlerde<br />

Vampir Lestat karakteri ile<br />

birlikte anılır oldu.<br />

Anne Rice’ın “The Vampire<br />

Chronicles”ını günümüze uyarlamak<br />

isteyen Universal Film Şirketinin,<br />

efsanevi “Lestat” karakteri için<br />

Downey Jr. ile görüştüğü söyleniyor.<br />

Lestat karakterini şimdiye kadar,<br />

1994 yılında “Interview<br />

with the Vampire” filmi ile Tom<br />

Cruise ve 2002 yılında “Queen<br />

of the Damned” filmi ile Stuart<br />

Townsend canlandırmıştı. 3. karakter<br />

icin Downey Jr’in isminin ön<br />

plana çıkması şimdiden otoriteleri<br />

heyecanlandırdı.


n Şu siralar DreamWroks’un hararetle üzerinde<br />

çalıştığı çizgi film “Oobermind” isminden çok<br />

ekibe katılan ve ekipten ayrılan oyuncularla adını<br />

duyurmaya devam ediyor.<br />

En son alınan bilgiye göre Brad Pitt, Jonah Hill,<br />

ve Will Farrell’ın ekibe katılmasıyla güçlenen<br />

oyuncu kadrosu, Robert Downey JR.’ın ekipten<br />

ayrılmasıyla bir sarsıntı yaşadı.<br />

Kötü karakter olarak ekibe katılan Will Farrell,<br />

kahramanımız Metro Man’i (Brad Pitt) ortadan<br />

kaldırdığı taktirde herşeyin daha guzel olacağını<br />

düşünür. Zamanla bu yapmak istediğinden<br />

sıkılır, vazgeçer, kendine yeni bir rakip aramaya<br />

başlar ve Titan’ı (Jonah Hill) kendine rakip<br />

olarak “ortadan kladırılacak kişi” olarak belirler.<br />

PİXAR filmlerine rakip olup olamayacağı<br />

tartışılan DreamWorks yapımı bu film 2010 yılı<br />

sonunda gösterime girecek.<br />

n Neil Blomkamp’in<br />

yönettiği “District 9”<br />

gösterime girdiği ilk<br />

haftada, yaptığı 37 milyon<br />

dolarlık hasılat ile ilk<br />

sıraya yerleşti. 30 milyon<br />

dolarlık bir bütçe ile<br />

çekilen ve yapımcılığını<br />

Peter Jackson’ın yaptığı<br />

film, eleştirmenlerden de<br />

tam not aldı.<br />

Gecen hafta ilk sırada yer<br />

alan “G.I. Joe” ise toplamda<br />

22.5 milyon hasılat ile,<br />

“District 9”un ardından<br />

ikinci sıraya geriledi.<br />

Romantic Bilim Kurgu<br />

yapımı “The Time Traveler’s<br />

Wife” ilk haftasında<br />

19.5 milyon dolarlık hasılat<br />

ile üçüncü sırada yer aldı.<br />

Dördüncü sırada 12.4<br />

milyon dolarlık hasılat ile<br />

“Julie & Julia”, ve beşinci<br />

sırada ise 7 milyon dolarlık<br />

hasılatı ile Disney’in “G-<br />

Force” filmleri yer aldılar.


n Cem Yılmaz’ın son filmi “Yahşi<br />

Batı”nın hikayesi tüm gizlilik önlemlerine<br />

rağmen bir magazin dergisinde<br />

yayınlandı. Şirket yetkililerini kızdıran<br />

ve film ekibinde köstebek aratan olay<br />

filmin tüm açıklarını ifşa etti. İşte filmin<br />

konusu… Aziz Bey (Cem Yılmaz) ile<br />

Lemi Bey (Ozan Güven), 19. yüzyılın<br />

sonlarında padişah tarafından görevlendirilerek<br />

Amerika’ya giderler.<br />

Yanlarına da hediye olarak verilmek<br />

üzere çok değerli bir elmas taş ve yüksek<br />

miktarda para vardır. İkili Amerika’ya<br />

varınca, gidecekleri yer için bir posta<br />

arabasına binerler. Posta arabası<br />

soyulur. Komik ikili, kaptırdıkları parayı<br />

tekrar toparlamak için<br />

ödül avcılığı işine girerler.<br />

n Bir zamanlar çok fazla esrar<br />

içtiğini ama artık bir baba olduğu<br />

için kullanmadığını açıklayan Brad<br />

Pitt’in, Howard Stern’in programında<br />

Inglorious Basterds’ın yönetmeni<br />

Quantin Tarantino’nun yaptığı<br />

açıklama ile ot içmeyi bıraktıysa da<br />

en fazla 13 ay önce bırakmış olduğu<br />

ortaya çıktı. Stern’ün filmle ilgili en<br />

havalı olayı sorması üzerine Tarantino<br />

“Brad, Fransa’daki evinde<br />

bana ot ikram etti. İçmek için piposu<br />

olup olmadığını sorduğumda ise<br />

dolaptan bir kola kutusu çıkarıp<br />

onu kullanmamı söyledi.” diye<br />

konuşarak yakışıklı aktörün çizmeye<br />

çalıştığı fedakar baba imajını zedeledi.


n SİYAD - Sinema Yazarları Derneği dört yeni üyesine merhaba dedi.<br />

cinedergi.com Yazı İşleri Müdürü Fırat Sayıcı, otekisinema.com<br />

yazarlarından Serdar Kökçeoğlu, filmbutik.net editörü Selin Sevinç ve<br />

Mostar Dergisi yazarlarından Elif Tunca derneğin yeni üyeleri oldu. Bu<br />

son üyeliklerle birlikte SİYAD’ın üye sayısı 84′e ulaştı. SİYAD üyelik<br />

başvurularını yılda üç kez -Nisan, Ağustos ve Aralık dönemlerindedeğerlendiriyor<br />

ve adaylara başvuru sonuçlarını bildiriyor. Yeni SİYAD<br />

üyelerini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.<br />

n Jude Law’ın New York’ta<br />

bir klüpte tanıştıktan sonra<br />

kısa bir ilişki yaşadığı<br />

Samantha Burke, ünlü<br />

aktörden bebek beklediğini<br />

belirttikten sonra Law’ın<br />

avukatı tarafından yapılan<br />

açıklamada bu bilgi<br />

doğrulandı. Burke’ün en<br />

yakın arkadaşı olduğunu<br />

iddia eden bir kadının<br />

“Jude Law, Samantha’yı<br />

hatırlayamadı bile”<br />

açıklaması ise olayın daha<br />

bir netlik kazanmasını<br />

sağladı. Arkadaşının<br />

açıklamasına göre Samantha<br />

fakir bir semtte yaşıyor<br />

ve tek başına bebeği<br />

nasıl büyüteceğini kara<br />

kara düşünüyor. Law’ın<br />

bebeği kabul etmesi ve her<br />

türlü yardımı yapacağını<br />

açıklaması üzerine genç<br />

anne adayının rahatladığı<br />

aşikar.


n The Desperate Housewives<br />

dizisinin seksi oyuncusu ve<br />

bir kozmetik firmasının reklam<br />

yüzü olan Eva Longoria Parker<br />

sahibi olduğu “Hollywood<br />

Beso” isimli restoranın iyi iş<br />

yapması üzerine yeni projeler<br />

için harekete geçti. Seksi latin<br />

güzeli, hedefinin ABD’deki<br />

tüm havaalanlarında “Besitos”<br />

isimli birer mini şube açarak<br />

restoranlar zinciri kurmak<br />

olduğunu söyledi. Bu yönde ilk<br />

adımı attığını da belirten Longoria<br />

Los Angeles havaalanı ile<br />

anlaşma imzaladığını açıkladı.


n Yapımcı Jerry Bruckheimer,<br />

hayvanların casusluk faaliyetlerinde<br />

kullanılmak üzere eğitildiği gizli bir hükümet<br />

programındaki son gelişmeleri ele alan komedi<br />

macera filmi “G-Force” ile ilk 3 boyutlu filmine<br />

imza atıyor. En gelişmiş casusluk ekipmanlarıyla<br />

donatılmış olan bu eğitimli kobay fareler,<br />

dünyanın kaderinin patilerinde olduğunu fark<br />

Yönetmenliğini Oscar ödüllü görsel efekt<br />

ustası Hoyt. H. Yeatman Jr.’ın yaptığı G-FORCE,<br />

seyircileri son derece hareketli bir maceraya<br />

sürüklerken dünyanın daha da büyük kahramanlara<br />

ihtiyacı olduğunu bir kere daha ispatlıyor.<br />

“Bilindik, hatta klasik konuları ele alıp, farklı bir<br />

yaklaşım getirdikten sonra olanları görmek çok<br />

ediyorlar. G-Force’un üyeleri kobay ajan Darwin<br />

(seslendiren SAM ROCKWELL), her koşulda<br />

başarıya ulaşmaya kararlı ekip lideri Blaster<br />

(seslendiren TRACY MORGAN), sürekli tavır<br />

takınan, her şeyin aşırısını ve Juarez’i seven<br />

silah uzmanı Blaster; dövüş sanatları uzmanı<br />

seksi Juarez (seslendiren PENÉLOPE CRUZ),<br />

ayrıca duvardaki sinek kadar rahat gizlenebilen<br />

istihbarat uzmanı Mooch ve bilgisayar ile<br />

bilgi teknolojisi uzmanı yıldız burunlu köstebek<br />

Speckles (seslendiren NICOLAS CAGE).<br />

Maceraları sırasında G-Force üyeleri hayvanlar<br />

aleminin diğer üyeleriyle de tanışır; evcil hayvan<br />

mağazasında kalakalmış olan Hurley (seslendiren<br />

Jon FAVREAU) ve sınırlar konusunda<br />

son derece takıntılı hamster Bucky (seslendiren<br />

STEVE BUSCEMI).<br />

eğlenceli.” diyor Bruckheimer. “Gizli ajanlarla<br />

ilgili filmler James Bond’dan çok daha öncesine<br />

dayanır. Hayvanların konuşturulduğu ve<br />

kişilik kazandırıldığı filmler de bir süredir mevcut.<br />

Ama aynı zamanda gizli ajan olan hayvanlarla<br />

ilgili, ayrıca bol aksiyonlu, üç boyutlu bir<br />

animasyon film hiç görmedik.”<br />

Aksiyon ve bilgisayar destekli animasyonu<br />

birleştiren bu ileri teknoloji filmde ayrıca, kötü<br />

kalpli sanayici Leonard Saber’i canlandıran<br />

Golden Globe ödüllü BILLY NIGHY, G-Force’u<br />

kapatmak isteyen Özel Ajan Kip Killian’ı<br />

canlandıran WILL ARNETT, G-Force’un babacan<br />

kurucusunu canlandıran ZACH GALIFIANAKIS,<br />

ekibin veterinerini canlandıran KELLI GARNER,<br />

Connor’ı canlandıran TYLET PATRICK JONES<br />

gibi gerçek oyuncular da yer alıyor.


G-FORCE’un idari yapımcıları Mike<br />

Stenson, Chad Oman, Duncan Henderson<br />

ve David P.I. James. Hoyt H. Yeatman Jr. ve<br />

David P.I. James’in bir hikayesinden esinlenilen<br />

filmin senaryosu The Wibberleys’e<br />

ait (Büyük Hazine: Sırlar Kitabı). Pat<br />

Sandston, Ted Elliot, Terry Rossio ve Ryota<br />

Kashiba, filmin ortak yapımcıları. Perde<br />

arkası yetenekler arasında görüntü yönetmeni<br />

Bojan Bazelli (Hairspray, Sihirbazın<br />

Çırağı), üretim tasarımcısı Deborah Evans<br />

(Rehine, Unutulmaz Titanlar), kostüm<br />

tasarımcısı Ellen Mirojnick (Deja Vu, Ölümcül<br />

Cazibe, Wall Street), kurgucular Jason<br />

Hellman (Devlet Düşmanı, Bad Boys II)<br />

ve Mark Goldblatt (Terminator 2: Kıyamet<br />

Günü’ndeki çalışmasıyla Oscar adayı,<br />

Armageddon), bestekar Trevor Rabin (Armageddon<br />

ve Büyük Hazine filmleri), görsel<br />

efekt dalında iki kere Oscar kazanan Scott<br />

Stokdyk (Spider Man, Spider Man 2), ve<br />

özel efekt koordinatörü Stan Parks (Görünmeyen<br />

Tehlike filmi için Oscar adayı, Deja<br />

Vu) yer alıyor.<br />

G-FORCE’U YAPMAK<br />

Film Fikri Anaokulundaki Kobaylardan Çıktı<br />

Hoyt H. Yeatman Jr. “Görsel açıdan<br />

çığır açacak yeni bir proje arıyordum. Bu<br />

fikrin çıkmasını sağlayan beş yaşındaki<br />

oğlum oldu. Anaokulundaki sınıfından bir<br />

kobay getirmişti. Onlarsan sanki üniforma<br />

ve askeri miğfer giymiş askerlermiş gibi<br />

bahsediyordu. Ben de “Bu ufaklıklardan<br />

bir gizli ajan örgütü kursak ya.” diye<br />

düşündüm. “Hepimiz güldük.’ diye devam<br />

ediyor Yeatman. ‘Sonra internette<br />

araştırınca kediler, yunuslar, köpekbalıkları<br />

ve böcekler dahil olmak üzere, Amerikan<br />

devleti tarafından eğitilerek gizli operasyonlarda<br />

kullanılan hayvanlarla ilgili<br />

çok ilginç hikyeler okudum. “Bebeklerin<br />

ağzından çıkan bu hikaye,’ diyor yapımcı<br />

Jerry Bruckheimer, “çok<br />

sıra dışıydı. Bu da bizim<br />

için uygundu; çünkü<br />

çok orijinaldi. En güzel<br />

tarafı da G-FORCE’daki<br />

hayali noktanın aslında<br />

bazı gerçek durumlarsan<br />

esinlenilmiş olması.<br />

Mayınları tespit eden<br />

yunuslardan kayıt cihazı<br />

taşıyan hamamböceklerine<br />

kadar, devletimiz ulusu korumak için<br />

hayvanların eğitildi pek çok gizli program başlatmıştı.<br />

Biz de bunu bir adım ileriye götürdük. Biliminsanları<br />

bu hayvanları sadece eğitmekle kalmayıp, onlarla<br />

iletişime geçmenin bir yolunu bulsaydı ne olurdu?”<br />

Kobayların hayvanlarının gizli ajan olması fikrini<br />

geliştiren yapımcılar, hepsi de işine son derece<br />

bağlı üç kobay, bir yıldız burunlu köstebek ve bir<br />

sinekten medyana gelen G-Force’u yarattı. “Herhangi<br />

bir anda, dünyanın kaderinin onların patilerinde<br />

olabileceğini biliyorlar.” diyor Bruckheimer.<br />

Ama filmin başarılı ve bir şekilde inandırıcı<br />

olması için, hayvanların da bir şekilde iletişimde<br />

olması gerekiyordu. Burada devreye, filmdeki G-<br />

Force’un arkasındaki dahi Dr. Ben Kendall giriyor.<br />

“Büyük icadı, yaptığı küğçük başlık. Bu sayede<br />

hayvanlar düzgün İngilizce konuşabiliyor. Kendi<br />

dünyalarında tıpı bizim gibi konuşabiliyorlar; ama insanlarla<br />

iletişime geçmek için bu başlıkları takmaları<br />

gerekiyor.” Dr. Kendall’ın gizli operasyonunda,<br />

G-Force’un görevlerinde yardımcı olan inanılmaz<br />

araçlar kullanılıyor.Motorlu sağlık topundan, gece<br />

görüşüne ve mini askeri PDA’lara kadar, G-Force’un<br />

dünyayı kurtarması için her şey mevcut. “Yüksekten<br />

atlamak için, düşük irtifalı yelken kanatları var.” diyor<br />

Yeatman. “Çatı tepelerine sıçramaları gerektiğinde<br />

roket yardımı alabiliyorlar. G-FORCE dünyasında<br />

kobayların çok acayip araçları var.”<br />

Kötü kalpli milayerder bir sanayicinin dünyayı yok<br />

etme planları ortaya çıkınca G-Force’un eğitimi ve<br />

ileri teknoloji casus araçları sınanmış oluyor. Görev<br />

çağırınca G-Force maceranın içine dalar.


Eylül geldi, yerli film bombardımanı da başladı. 2007’de<br />

çekilen ismi dolayısıyla benim özel markajımda olan<br />

Çıngıraklı Top’un yönetmeni Egemen Ertürk’le konuştuk.<br />

Körlerin hayatını anlatan film, Çıngıraklı Top’un peşinde<br />

koşan azimli insanları anlatıyor. Biraz duygusal biraz<br />

da komik… Filmin başrol oyuncusu Burak Önal da<br />

film hakkında görüşlerini kısaca bizimle paylaştı… Ve<br />

karşınızda Çıngıraklı Top…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Öncelikle ilk filmini çeken bir yönetmen olarak sizi tanıyalım…<br />

Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü mezunuyum. Mezun olduktan<br />

sonra uzun süre engellilerle çalıştım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi<br />

bünyesinde onlarla oyunlar sahneledim, eğitim verdim.<br />

Engellilerle çalışmak tesadüf müydü, yoksa sizin isteğiniz miydi?<br />

Benim isteğimdi. Ben daha öncede buna benzer şeyler yapmıştım.<br />

Çocuklarla çalışmıştım daha çok. Bu tarz şeyleri seviyorum.<br />

Yazmayı da seviyorum. Daha önce oyunlar da yazmıştım. Engellilerle<br />

çalıştığım dönemde onların futbol oynayışlarını gördüm. Ben<br />

çok fazla yönetmenlik yapmak istemiyordum ama beni bu yöne sevk<br />

ettiler.<br />

Nasıl bir sevkiyat oldu bu?<br />

En fazla Orhan Abi’nin (Oğuz) etkisi oldu. Ben onun çekmesini<br />

istiyordum. Ama o sen bu dünyayı herkesten daha iyi biliyorsun<br />

dedi. Ayrıca belediyede çalıştığım dönemde müdür olan bir kişi<br />

sonra milletvekili oldu. Görme engelli milletvekili Lokman Ayva. O<br />

çok entelektüel bir insandır. Onunla da konuştuğumuz bir projeydi<br />

aslında bu. Ben; ‘Görmüyorlar, topa vurmak için düşüyorlar, gülerek<br />

kalkıyorlar. Biz sapasağlam adamlar, nelerin arkasında neleri<br />

kaybediyoruz’ diye düşünüyordum. Böyle desteklerle ben bu işi<br />

sırtlandım.<br />

Filmde anlatılmak istenen ne tam olarak?<br />

Aslında körlerin sıkıntılarını anlattığımız bir durum yok. Körlerin<br />

sıkıntıları zaten belli. İnsanların onlara kör gibi davranıyor olması.<br />

Asıl sorun gören insanların neyi ne kadar gördüğü. Herkes bakıyor<br />

ama kimse bir şey görmüyor. Herkes reklam panolarının peşine<br />

takılmış, orada koşturup gidiyor. Hayat böyle, herkes tüketmeye<br />

yönelik hareket ediyor. İnsani değerler hafiflemiş durumda. Filmin<br />

anlattığı mesele de bu. Bizim için önemli olan nedir sorusunun<br />

peşindeyiz.<br />

Bir azim ve başarı hikayesi olduğunu söyleyebilir miyiz?


Evet. Neye gülmeli, neye gülmemeliyiz. Neye önem<br />

vermeli, neye vermemeliyiz gibi. Ama bunu da kimseyi<br />

rahatsız etmeden yapmaya çalıştık. Ajitasyon<br />

yok filmde. Çünkü körler acınacak bir dünyada<br />

yaşamıyorlar. Bu filmdeki körler kendileriyle barışık.<br />

Nasıl Metin Şentürk kendisiyle hafiften alay ederse,<br />

bizimkiler de kendi yaptıkları hatalara gülüp geçen,<br />

kendi çabalarıyla tutunmaya çalışan insanlar. Çok<br />

kahkaha atılacak bir film değil ama tebessüm ettirip<br />

arada duygulandıracak bir film var karşınızda. Ama<br />

asıl olan mücadele etmek, başarmak ve hayatın<br />

neyin üzerinde kurulu olduğunu göstermek.<br />

Filmi nasıl çektiniz, nasıl bir hazırlık süreci oldu?<br />

Aslında zor bir iş. 65 tane oyuncunun, yüzlerce<br />

figüranın olduğu kalabalık kadro, çok mekanı olan<br />

ağır bir film. Bir ilk film olarak ağır bir film. Büyük<br />

bir prodüksiyon gerekiyordu. Oyuncuların 18 tanesi<br />

kör rolü oynuyor. Kör rolü oynayacak oyuncularla<br />

çalıştım.<br />

Filmde körler de oynuyor mu?<br />

Birkaç tane var. Bundan da özellikle kaçındık.<br />

İnsanları rahatsız etmek istemediğimiz için. Bizim<br />

oyuncularımızı nasıl kör oynayacağını göstermek ve<br />

onları öyle anlatmak benim tercihimdi açıkçası. Bu<br />

filmde kör rollerini onlara oynatabilirdim ama tercih<br />

etmedim. Çünkü o zaman kontrol edemeyeceğimiz<br />

bir ajitasyon içinde olabilirdik. Türk halkı ne yazık<br />

ki böyle durumlara bakmak istemiyor, merhametli<br />

davranıp başını çeviriyor.<br />

Film bir iki yıllık bir gecikmeyle vizyonda… O<br />

arada neler yaşandı?<br />

Girmemesi benim tercihimdi. Dağıtım şirketiyle<br />

aramızda bir mutabakata varamadık. Biz ilk film<br />

sorunundan dolayı vizyon sorunu yaşamadık. Eurimages<br />

dolayısıyla Özen Film’le aramızda bir sözleşme<br />

vardı ama o hakkıyla yerine getirilemedi. O yüzden<br />

beklemesini uygun gördük. O arada bazı ince şeyleri<br />

de yapmaya çalıştık. Yeni şarkılar yapıldı vs...<br />

Çıngıraklı Top, gerçekte var olan bir şey değil mi?<br />

Evet, dünyada lig var. Kör futbolu diye geçiyor.<br />

İspanya’da federasyonları var. Onlar bizim ülkemizdeki<br />

gibi sıkıntılar içinde değiller. Bu federasyon<br />

İtalya’daki sayısal lotonun gelirlerini alıyor, o<br />

yüzden bayağı zenginler. Bizim çalıştığımız kulüp<br />

de var. İstanbul Görme Engelliler Spor Kulübü.<br />

Oranın futbolcularıyla da temasta bulunduk. Hatta<br />

oyuncularımızı da götürdük oraya. Gözlerini<br />

bağlayıp, körlerle futbol oynadılar.<br />

Oyuncularından özellikle körleri oynayan<br />

oyuncularından nasıl bir performans aldınız?<br />

Altı Nokta Körler Rehabilitasyon Derneği’nde uzun<br />

süre kaldık, kamp yaptık. Daha sonra ben deneyimlerimi<br />

de çok fazla aktarmaya çalıştım. Sette de<br />

bunların hepsine dikkat ettik. Çoğu da çok başarılı<br />

oldu.<br />

Filmde bir aşk hikayesi var mı bunca azmin ve<br />

başarının ortasında yeşeren?<br />

Evet, var. Filmde eski bir futbolcu var. Sakatlanmış<br />

ve futbol hayatı bitmiş. İçki ve kumara vermiş kendini.<br />

Başına fena belalar açıyor ve kaçacak bir yer<br />

ararken şans karşısına çıkıyor. Körler takımına bir<br />

antrenör aranıyor. Körler Derneği’nde de üniversitede<br />

asistan olan bir kızımız var. İpek Özkök oynuyor.<br />

O da gönüllü olarak onlara yardım ediyor. Derneğin<br />

gözü o. Antrenörle kızımız arasında önce kavgayla<br />

başlayan sonra aşka dönüşen bir ilişki oluyor.<br />

Filmi körlere izletme olanağınız teknik olarak var mı?<br />

Evet, onu da düşündük. Onlara özel bir gösterim<br />

yapacağız. Hatta ben kendi sesimle yapacağım.<br />

Çünkü onlar resmi görmüyorlar, onlara anlatmamız<br />

lazım resmi. Bu anlatılan resim de aynı çevirmenlerin<br />

kullandığı teknikle, körlere kulaklık dağıtılıyor.<br />

Dünyada bu iş sinemalarda yaygın ama maalesef<br />

ülkemizde uygulamaya geçmiş bir sinema yok.


Zihni Göktay ve İlyas Salman gibi deneyimli<br />

oyuncular da var filmde.<br />

Her yaştan oyuncumuz var. 10 yaşında kör<br />

rolü oynayan oyuncumuz da var. 65 – 70<br />

yaşında körü oynayan oyuncularımız da var.<br />

Aslında büyün takım on yaşındaki o çocuk<br />

için kuruluyor. O da arkadaşları gibi futbol<br />

oynamak istiyor.<br />

Bir mahalle futbol takımı havası da var<br />

sanki…<br />

Evet, biraz var. Biraz Blues Brothers havası<br />

da var. On yaşındaki çocuk da var takımda<br />

50 yaşındaki adam da.<br />

Erkeklerin ilgisini çeker mi bu film?<br />

Sonuçta bir futbol filmi…<br />

Biz samimi bir film yapmaya çalıştık. Öyle<br />

bir ayrımımız yok. Ama kadınlar bu filmi<br />

çok sevecekler, en az erkekler kadar…<br />

Bambaşka bir dünyayla karşılaşacaklar. Hiç<br />

körlerden oluşmuş bir futbol takımı izlediler<br />

mi? Topun içinde bir tane zil var. Bu bir derbi<br />

değil. Körler normalde çok iyi oynuyorlar.<br />

Ama ben oyuncularımı daha kötü oynatmaya<br />

çalıştım, gerçekçiliği bozmamak için. Seslerle<br />

hareket ediyorlar. Sonuçta simsiyah bir körlük<br />

durumu yok. Onların dereceleri var. Tek<br />

gözünüzü kapayın yüzde elli görmezsiniz. Belirli miktarda<br />

ışık ve görüntü gördüklerini söylüyorlar. Zifiri bir karanlık<br />

yok. Onunla ilgili filmde bir sürprizimiz var zaten.<br />

Festivallere katılmayı düşünüyor musunuz bu filmle?<br />

Evet düşünüyoruz. Başvuru yaptığımız festivaller var. Ama<br />

benim biraz kaygım var. Filmi tamamlamadan yapıyoruz<br />

biz bunları. Festivallerin zamanına yetişebilmek için<br />

DVD’ler yapıyoruz. Biz filmi negatif çektik. Özel bir konsept<br />

hazırladık bu filmle ilgili. Görenlerin dünyasını gri, körler<br />

dünyasını rengarenk yaptık. Ama bu negatifte daha çok belli<br />

oluyor. DVD’de kayba uğruyor. Sesler için biraz ilgi gösterdik.<br />

Çünkü sese bağlı bir film. Festivaller için özel ilgimiz<br />

yok ama vizyondan sonra daha belli olacak. İngiltere Futbol<br />

Filmleri Festivali’nden davet aldık, Selanik’ten ilgi var. Önce<br />

kaderini kendi ülkesi belirleyecek.<br />

Filmin müzikleri de ilgi çekecek gibi…<br />

Gripin grubuyla bir ortaklı yaptık bu filmde. Onlar bize<br />

destek verdiler, biz de onlara. Onlara güzel bir klip<br />

hazırladık. Gripin ve Emre Aydın düeti ‘Sensiz İstanbul’a<br />

Düşmanım’ parçasını da bize hediye ettiler. Filmin müzikleri<br />

bayağı güzel oldu. Kendim yapmadığım için başkalarının<br />

yaptıklarıyla ilgili güzel şeyler söyleyebilirim.<br />

Burak Önal (Filmin oyuncusu)<br />

Ben de Egemen (Ertürk) gibi Bilkent Tiyatro Bölümü mezunuyum.<br />

Eski arkadaşız. Bu filmde oynadığım için çok<br />

mutluyum. Zaten her oyuncu bir sinema filminde oynamak<br />

ister. Filmde bir zamanlar popüler bir olan futbolcuyu oynuyorum.<br />

Sonra sakatlanıp kendimi içki ve kumara veriyorum.<br />

Sonra körlerle yolun kesişiyor ve hayata tekrar tutunmam<br />

gerektiğini fark ediyorum. Bu bir kesişme noktası. Onların<br />

çabalarından çok etkileniyor. Körlere destek olan kadından<br />

da etkilenip bir toparlanma sürecine giriyor. Sonrasında<br />

hepsinin hayatı futbol ve bu etkileşim oluyor.<br />

Yönetmen arkadaşınız olunca tabii onunla daha farklı<br />

iletişiminiz oluyor. Başkasına kızması gerekirken, sinirini<br />

en yakınındakinden çıkarıyor. (gülüşmeler) Şaka bir yana<br />

bu tanışıklığın hem ona hem de bana artıları olmuştur diye<br />

düşünüyorum. Ben filmden ve yönetmenimden memnunum.<br />

Şu an TRT’de Bahar Dalları diye bir dizide oynuyorum. Ama<br />

sinema farklı. Bu işler emek isteyen işler. Umarım filmimiz<br />

izlenir. Her oyuncunun tek hayali vardır, tekrarlıyorum<br />

sinema filmi yapmak. Tiyatrodan para kazanamıyoruz o<br />

yüzden dizilerde oynuyoruz diyorlar. O da bizim mesleğimiz.<br />

Yapacağız tabii. Dizilerden para kazanırız ama sinema<br />

filmlerinde hiç para almadan da oynayabiliriz. Sinema filmi<br />

önemli bence. Katkıda bulunmak ve destek olmak lazım.<br />

Ben mutluyum.


ALPER TURGUT<br />

n Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin<br />

emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her<br />

zaman mümkün değildir. “Siyasi sinema”, her<br />

an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve<br />

yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve<br />

kalıcı bir zarafeti inşa etmek anlaşılacağı üzere<br />

hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal<br />

Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen<br />

ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’<br />

ne durumda ve yeni kuşak sinemacılar simge<br />

isim Yılmaz Güney’i aşabildi mi?” sorularını<br />

yöneltmiştik. Kimi Güney’in çıtasının daha<br />

da yükseklere taşındığını, kimi gerilediğimizi,<br />

kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri<br />

de Türkiye’de siyasi sinema diye bir şeyin<br />

olmadığını söyledi.<br />

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen<br />

bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut<br />

vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin<br />

perdeye aktarılması beklendi. Siyasi<br />

sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek<br />

bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur<br />

davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde<br />

hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik<br />

içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı<br />

ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”<br />

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız<br />

cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın<br />

edip apolitik kuşaklar yetişmesine neden oldu.<br />

Sanırım çoğumuz bu konuda aynı görüşü<br />

paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür...<br />

Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne<br />

getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı,<br />

sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu


amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini<br />

iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak,<br />

eleştirmek, önermek, savunmak mümkün değilken<br />

özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi<br />

yoktu. O koşullarda politik sinema büyük bir düş idi<br />

ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı,<br />

ister, istemez... Yaprak bile kımıldamayan yılların<br />

ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm<br />

toplumsal gevşemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete<br />

karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniş, ayağa<br />

kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peşi sıra<br />

geldi.<br />

Geleceğe umutla bakan, tartışma çeşitliliğinin<br />

arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın<br />

altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli<br />

apolitikleşme ilacının etkisinden kurtulduğumuzu öne<br />

sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el değmemiş nice<br />

olay ve kişinin bulunduğu bu ülkede konu sıkıntısı<br />

çekilmeyeceği yönünde... Demek ki, siyasi sinema<br />

adına adımlar atacak cesaret yavaş yerine geliyor.<br />

Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık...<br />

Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak<br />

denli özgürleşir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir.<br />

(Örneğin İspanya’da siyasi filmler festivali yapılıyor)<br />

Politik sinema demişken yelpazenin en geniş halini<br />

görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki<br />

dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiş filmleri<br />

baz alırsak; “Beşir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/<br />

Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50<br />

Ölü Adam”, “Il Divo”, “Ateş ve Citroen”, “Aleksandra”,<br />

“Firaaq”, “Bakış Açısı”... Liste uzayıp gidiyor.<br />

Mübalağa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi<br />

politika sosuna bulayan bu filmleri görünce<br />

gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse<br />

siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor,<br />

haliyle sinemacılar da derman arıyor.


Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan<br />

“Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri,<br />

Emile Zola’nın romanından devşirme<br />

pek meşhur “Tohum Yeşerince”, Fellini-<br />

Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma,<br />

Açık Şehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim<br />

Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç<br />

Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi<br />

“Çocukluğum”, “Benim Üniversitelerim”<br />

ve “Ekmeğimi Kazanırken”… Sonra Elia<br />

Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi<br />

kişiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF,<br />

Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son<br />

günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang),<br />

bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El<br />

Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi<br />

dillendiren “Nanking Katliamı” konulu<br />

yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri<br />

ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden<br />

“Gel ve Gör”... Sovyet sinemasından<br />

“Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”,<br />

“St. Petersburg’un Sonu”... Siyasetin sol<br />

yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın<br />

Şarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”... İspanya<br />

İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”,<br />

“Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat<br />

Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda<br />

çok güzel anlattı, SİYAD üyeliği gerçekleşen<br />

meslektaşımı kutluyorum)<br />

Bilcümle savaş filmlerini atlamayalım.<br />

Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na<br />

odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız.<br />

Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise<br />

belki de bunların en tazesi… Ya diğerleri;<br />

Milcho Manchevski’nin çemberin asla yuvarlak<br />

olmadığını ‘kelimeler’, ‘yüzler’ ve<br />

‘resimler’ ile haykırdığı muhteşem başyapıtı<br />

Yağmurdan Önce (Before the Rain), Balkan<br />

sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica’nın<br />

acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground)<br />

ve sonrasında Bir Mucizedir<br />

Yaşamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel<br />

Coixet’in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın<br />

şahsında savaşı resmettiği filmi Sözcüklerin<br />

Gizli Yaşamı (La Vida Secreta de las Palabras)<br />

ile Ahmed Imamovic’ten tabiri caizse<br />

‘ortaya karışık’ ve kısmen absürd bir deneme<br />

Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler...<br />

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve<br />

istisnasız devinen her yanımızda... Politika umuttur<br />

bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır<br />

ne yazık ki... Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye<br />

yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri değil<br />

asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza<br />

çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak,<br />

kotarmak, yaranmak bela iştir... Özetle<br />

emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, işgalin,<br />

CIA’nın, işkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin<br />

başrolü kaptığı bu yapımlara parantezler<br />

açmayı sürdüreceğiz. Politik sinemaya<br />

–bu kulvar oldukça geniştir- ileriki<br />

aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden<br />

vereceğimiz örneklerle<br />

dosyamızı şimdilik kapatalım.<br />

Not; Çıkış noktası politika<br />

olup, bir süre sonra<br />

raydan çıkanlar başka<br />

başka mecralara<br />

savrulan filmler de<br />

vardır. Siyasete<br />

uzak görünüp<br />

alt metinlerle<br />

en aşağılık<br />

ve ırkçı<br />

söylemlere


sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın<br />

filmler kuşkusuz önceliğimizdir.<br />

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı<br />

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin<br />

/ Battleship Potemkin) politik sinemanın,<br />

propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek<br />

olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin,<br />

ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı<br />

alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema<br />

Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise<br />

Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük<br />

Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere<br />

hediyesi olan dahi yönetmen<br />

Sergei M. Eisenstein, adı geçen<br />

başyapıtı tam 84 yıl önce<br />

çekti. İşte Stalin’in direktifiyle<br />

kotarılan Potemkin<br />

Zırhlısı, 1905’te<br />

içten içe çürümekte<br />

olan çarlık<br />

rejimine karşı<br />

ayaklanan<br />

kahraman<br />

denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci<br />

propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın<br />

20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur)<br />

esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve<br />

“Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin<br />

büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin<br />

Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay<br />

Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa<br />

yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma<br />

dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin<br />

vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın<br />

başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır.<br />

Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein<br />

bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.<br />

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim<br />

niteliği -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı,<br />

dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise<br />

Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen<br />

“Yurttaş Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles)<br />

önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırlar.<br />

Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek<br />

mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı<br />

ne yazık ki; Hitler’in sağ kolu, Nazi’lerin Halkı<br />

Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph<br />

Goebbels’i de derinden etkilemiştir; “Eşi benzeri<br />

olmayan şaheser. Bu filmi izleyen insan bir<br />

Bolşevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan<br />

beş parça şunlardır; “İnsanlar ve<br />

solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün<br />

çekişi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla<br />

randevu”... Özellikle Odessa merdivenlerinde<br />

yaşanan katliam bölümü, sinema<br />

tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan<br />

yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen<br />

hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler<br />

yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan<br />

şanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek<br />

çok ülkede yasaklandı, sansüre uğradı.<br />

Ve bundan beş yıl önce film, hummalı bir<br />

çalışmayla yeniden yapılandırıldı.<br />

Eisenstein’in bir diğer politik filmi<br />

de, Amerikalı gazeteci John Reed’in,<br />

“Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü<br />

romanından uyarlanan “Ekim” idi.<br />

“Yaşasın Meksika” ise Eisenstein’ın<br />

“bitmemiş başyapıt”ıdır


Evlatların için ağla ey Arjantin<br />

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial),<br />

siyasi sinemanın doruklarından... Naif,<br />

akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu...<br />

.<br />

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs<br />

talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer<br />

özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici<br />

ve bildik gerçek, hiç kuşkusuz ki; ötelenemeyen<br />

tüm acıların, tarifsiz yaraların<br />

ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur.<br />

Şili cehenneminde yitirilen insanlığın<br />

ortak değerleri Salvador Allende ve Victor<br />

Jara’ya birer selam çakalım ve asıl<br />

konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı<br />

bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976...<br />

Köşe başlarını tutan postallar, bütün<br />

renkleri boğan üniformalar ve caddelere<br />

kan ağlatan tank paletleri... Hain General<br />

Jorge Videla komutasındaki CIA<br />

güdümlü ordu, Başbakan İsabel Peron’u<br />

devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel<br />

Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo<br />

Peron’un üçüncü eşidir. İki kez<br />

başkanlık yapan eski asker Peron, bir<br />

dönem sekreterliğini de üstlenen İsabel<br />

ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata<br />

erken vedasının ardından evlenmiştir.<br />

Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor<br />

ve Olivia Newton-John’un seslendirdiği<br />

Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina”<br />

(Benim İçin Ağlama Arjantin) unutulabilir<br />

mi?<br />

Darbenin ardından Arjantin genelinde<br />

650 tutuklama merkezi oluşturulur ve<br />

30 bin kişi yaratılan bu hayâsız kan<br />

gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif<br />

bellediklerini, sonsuz işkencelerin<br />

ardından kargo uçakları ve helikoptere<br />

bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık<br />

bağlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa<br />

atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin<br />

gözyaşlarıyla izlediği Arjantin orijinli<br />

politik film “Olimpo Garajı” (Garage<br />

Olimpo / 1999) son soluğunu azgın<br />

dalgalara bırakanları anlatır. Benzer<br />

bir canavarlığın yaşandığı Şili’de suya<br />

atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve<br />

idealist bir kadın öğretmen için de bir<br />

türkü yakılır; “O, denizden geldi”...<br />

Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi<br />

değildir; hamile kadınları işkencede<br />

öldürüp, 500’ü aşkın bebeği evlatlık<br />

olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu<br />

çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek<br />

aileleri tarafından bulunabildiler. İşte<br />

tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine<br />

de metanetini bir kenara bırakma ancak<br />

hiç değilse bir kez olsun, en asil<br />

evlatların için ağla ey Arjantin.<br />

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni<br />

Alicia, ABD’li şirketlere danışmanlık<br />

yapan hukukçu kocası Roberto ve<br />

beş yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile<br />

huzur, güven ve zenginlik içerisinde<br />

yaşamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden<br />

gün be sıyrılmaktadır ve<br />

Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere<br />

döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir.<br />

Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis<br />

Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi.<br />

Siyasi filmler kategorisinden kısa bir<br />

sürede kült filmler listesine girebilen<br />

bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve<br />

yetkinliğe sahip bu yapıt, en iyi yabancı<br />

film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı.<br />

Filmin başrollerini Norma Aleandro,<br />

Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve<br />

Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce<br />

Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene<br />

12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın<br />

Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi<br />

Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital<br />

Kültür tarafından satılıyor)...<br />

Tutkulu bir kadın aşksız da<br />

yaşayamazdı<br />

“Rosa Luxemburg” (Die Geduld<br />

der Rosa Luxemburg) ise devrim<br />

hareketinin kuramcısı ve önderi bir


üyük kadının öyküsünü resmeden<br />

şiir gibi bir seyirlik Rosa Luxemburg,<br />

eski Çekoslovakya ve Batı Almanya<br />

ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu<br />

ve takdire şayan bir eser. Filmin<br />

yönetmeni ve senaristi Margarethe<br />

von Trotta... Başrolleri sırtlayanlar ise<br />

Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve<br />

Otto Sander... 2007’de gerçekleştirilen<br />

2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde<br />

gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini<br />

almanızı hararetle öneririm.<br />

Büyük şair Ahmed Arif’in “Suskun”<br />

adlı şiirinde selamladığı “Cihanın ilk<br />

umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası<br />

Spartaküs”ün” iki bin yıl sonraki<br />

takipçisidir Rosa Luxemburg... Spartaküs<br />

Birliği’ni birlikte kurduğu ve<br />

aynı kaderi paylaştığı yoldaşı ise Karl<br />

Liebknecht’dir.<br />

Polonya’da doğan, genç yaşında<br />

teorisyenliğe soyunan ve ardından evlenip<br />

Almanya’ya yerleşen “Kızıl Rosa”,<br />

her zaman bıçak sırtında yürüdü,<br />

cezaevlerine düşmek ve yakasını<br />

bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan<br />

alıkoyamadı. Clara Zetkin, August<br />

Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle<br />

ya dostluk kurdu ya da karşılarına<br />

dikildi. Lenin de, zaman zaman ters<br />

düştüğü Rosa için - her şeye rağmen<br />

- “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır”<br />

demiştir. Leo Jogies, Kostja Zetkin,<br />

Paul Levi, Hans Diefenbach... O, aşksız<br />

da yaşayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen<br />

kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm<br />

hareketinin büyük lideri Rosa<br />

Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla<br />

anıyoruz.<br />

Provoke edici bir seyirlik<br />

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduğu<br />

oranda sarsıcı, etkileyici, provoke<br />

edici ve akılda kalıcı bir seyirlik...<br />

İngiliz işgaline karşı Kuzey İrlanda’nın<br />

mazlum halkının onurlu ayaklanması<br />

ve devamında bu isyanı simgeleyen<br />

gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle<br />

sonlanan destansı öyküsü...<br />

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen<br />

Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50<br />

yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle<br />

alakası yok, sadece isim benzerliği)<br />

çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen<br />

ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde,<br />

babası Alman, annesi ise Kuzey<br />

İrlandalı olan yetenekli aktör Michael<br />

Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı<br />

Bobby Sands ile mükemmel bir iş<br />

çıkaran Fassbender’i sinemaseverler,<br />

“300” ve “Angel” adlı yapımlardan<br />

hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan<br />

Fassbender’i yakında Quentin<br />

Tarantino’nun son filmi “Inglourious<br />

Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer<br />

önemli rollerini ise Liam Cunningham,<br />

Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry<br />

Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da<br />

en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın<br />

Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden<br />

28 ödülle döndü.<br />

“Açlık grevi eyleminde yaşamını yitiren<br />

İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi<br />

ve İngiliz parlamentosu milletvekili<br />

Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan<br />

yapım, gıdasını politikadan alsa<br />

da kendisine bildik siyasi filmlerden<br />

ayrı duran bir kulvar seçmiş. İşkenceci<br />

sadist gardiyanlara ve zulme uğrayan siyasi<br />

mahkûmlara eşit oranda yaklaştığı<br />

için suçlanılabileceği ince bir çizgide<br />

yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon<br />

kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine<br />

geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz<br />

bir plan, işkence sahneleri, duvarları<br />

bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü,<br />

eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin<br />

“Demir Leydi” lakaplı Başbakanı Margaret<br />

Thatcher’ın metalik sesi... Açlık’ın<br />

hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici...<br />

Tek kelimeyle; kışkırtıcı... Sands ve


yoldaşları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde<br />

gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some<br />

Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar<br />

aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız<br />

Helen Mirren ve İrlandalı muhteşem aktris<br />

Fionnula Flanagan’ın büyüleyici<br />

oyunculukları unutulmazdı), işgal altında<br />

sokakları tutuşan ve yüreği içerdekilerle bir<br />

atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise<br />

neredeyse diyalogsuz bir şekilde korkuyu,<br />

yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı<br />

resmetmeyi deniyor.<br />

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der<br />

Baader Meinhof”<br />

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der<br />

Baader Meinhof Komplex), sol gösterip sağ<br />

vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine<br />

inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde<br />

sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF),<br />

Almanya’nın yakın tarihini (1967–1977’) sarsan<br />

ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün<br />

pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir.<br />

Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca,<br />

“kaldırım taşlarının altında kumsal var” diyen<br />

Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar...<br />

Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik<br />

sosyalizm düşü kurmakta, sokakların<br />

ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.<br />

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı<br />

Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği<br />

dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın<br />

2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini<br />

protesto eden gençler, polis şiddetine<br />

(İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız<br />

güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra<br />

RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas<br />

Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin,<br />

Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe,<br />

Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar.<br />

Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi<br />

ve becerikli Horst Herold ise peşlerine<br />

düşmekte gecikmez.<br />

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen<br />

Uli Edel’in devlet ideolojisinden yana taraf<br />

tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’<br />

demişti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan<br />

oluşan vahşiler çetesini daha uygun görmüş<br />

sanırım) gösterime girdiği her ülkede tartışma<br />

yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir<br />

kadın düşmanı yani bildiğiniz yarım akıllı bir<br />

maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde... Siyasi<br />

bir önderden ziyade mahallenin delisine<br />

dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan<br />

Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir<br />

ev kadını kılığında... Edel’e göre o, resmen<br />

saftorik ve sıradan bir maceracı... Örgütün<br />

kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun<br />

Ensslin ise –sıkı durun- teşhirci bir top<br />

modele çevrilmiş. İkinci kuşak RAF’çılardan<br />

Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise<br />

devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla<br />

basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.<br />

Eleştirilerimiz bitti mi? Ne gezer... Yoldaşına,<br />

“cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi<br />

sevişelim” diyen devrimci bir kadın militan.<br />

İçini boşalt, karikatürize et, kullanabildiğin<br />

kadar kullan ve at... İşte al sana yeniçağın<br />

ikon kültürü... Uzlaşmacılar, hinoğlu hinler,<br />

hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar...<br />

Çıplaklar kampı sevdalısı, rock<br />

yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin,<br />

bir tek “ille de birey, birey, birey” diye<br />

bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük<br />

laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek,<br />

filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş.<br />

Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini<br />

eğiten Filistinli direnişçiler de “hödük”<br />

mertebesindeler... İnançlarından kati suretle<br />

ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu<br />

şekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!<br />

Başrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu,<br />

Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaştığı<br />

Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne<br />

dek çekilmiş en pahalı Alman filmiymiş. Protesto<br />

gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı<br />

bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu...<br />

Tamam, görsellik 10 numara ancak<br />

film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı<br />

RAF’tır gibi bir ucubelik çıkıyor.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bazıları parlayan yıldızlarıyla beraber<br />

doğarlar. Katherine Hiegl işte böyle bir yıldız. 13<br />

yaşından itibaren model ajanslarının dikkatini<br />

çeken sarışın güzel kısa bir sürede sinemanın<br />

aranan yıldızlarından olmuş. Fakat 2000’lere<br />

geldiğinde bir kariyer planlaması yaparak sinemadan<br />

televizyonun sihirli dünyasına dalmayı<br />

kendisine daha uygun bulmuş.<br />

Roswell, The Twilight Zone son olarak ta Greys<br />

Anatomy’de Izzy rolüyle izleyicileri kendine<br />

hayran bırakmaya devam ediyor.<br />

Biz sinema kariyerine dönersek üçüncü filmi<br />

olan ve Gerrad Depardiu ile kamera karşısına<br />

geçtiği 1994 yapımı Kahraman Babam-My<br />

Father Hero’yu öncelikle konuşmalıyız. 14<br />

yaşında oynadığı filmde Depardiu’nun kızı<br />

rolünü canlandırdı. Uzun süredir görüşmediği<br />

Fransız babasıyla tatile çıkan fakat tatilcilerin<br />

babasını erkek arkadaşı sanmalarıyla olayların<br />

karmakarışık bir hal aldığı filmdeki rolüyle o kadar<br />

beğeni kazandı ki yaşına rağmen geleceğin<br />

en seksi oyuncusu nitelemelerine maruz kaldı.<br />

Hala o günleri hatırlarken “Hala bazı adamlar<br />

çıkıp geliyor ve diyor ki o filmde çok seksiydin.<br />

14 yaşındaydım tanrı aşkına!”<br />

Bu erken yaşta gelen başarı Heigle’ın biraz<br />

gözünü korkutmuş olmalı ki daha sonra televizyona<br />

döndü. Aslında Katherine Heigl’ın yedi<br />

yaşında yaşadığı bir dram bütün hayatı boyunca etkisi<br />

altında kalacağı hisleri içinde büyütmesine sebep<br />

olmuş. Erkek kardeşi Jason bir trafik kazası geçirip<br />

bitkisel hayata girmiş. Beyin ölümü gerçekleştiğinde<br />

ise aile hep beraber oturup bir karar varıp Jason’ın<br />

organlarını bağışlamışlar. Bütün bu süreç yedi yaşındaki<br />

Heigl’a yaşamanın ne kadar mucizevi bir şey olduğunu<br />

öğretmiş.<br />

Onun için neredeyse çocuk yıldız olan Heigle o günlerde<br />

yaşadığı bu şöhret ve güzellik bunalımından<br />

çok da dejenerasyona uğramadan kurtulmuş. Özellikle<br />

Heigl’ın son dönem filmleri ilgi çekiyor. Set Hogan<br />

ile başrolü oynadığı Knocked Up-Kaza Kurşunu ile<br />

yine dikkatleri üzerine çeken sarışın yıldız yakın zamanda<br />

aile hayatına bir çeki düzen vereceğini ve çok<br />

çocuklu bir ailenin özlemini çektiğini söyledi. Bu ay<br />

Robert Luketic’in yönettiği ve Gerard Butler ile başrolü<br />

paylaştığı Kadın Aklı, Erkek Aklı filmiyle karşımıza<br />

gelecek olan Katherine Heigl niçin son yıllarda FHM’nin<br />

Maxim dergisinin ve daha bir çok ünlü yayının yılın 100<br />

seksi listesinin vazgeçilmez ismi olduğunu kantlayacak.


İşte sinemanın farklı<br />

simalarından biri daha.<br />

Yüzünün temsil ettiği<br />

masum ve donuk ifadeyle,<br />

‘sonradan olacakların<br />

sorumlusu değilim’ der<br />

gibi bir hali varsa da tüm<br />

şüpheleri üstüne çekmek de<br />

üstüne yoktur.


BANU BOZDEMİR<br />

n 7 Mart 1971 doğumlu Amerikalı<br />

oyuncu Peter Sarsgaard başrol<br />

mertebesindeki rollere çok fazla<br />

erişemese de yardımcı erkek oyuncu<br />

dalında gayet başarılı. İzleyici<br />

bıraktığı tedirginlik halini sokak<br />

serserisiyken, katilken, uyuşturucu<br />

müptelası olmuşken de kullanır,<br />

eski bir dostu canlandırırken de…<br />

Ama güven verici olmadığını kesindir.<br />

O tekinsiz haliyle bile sinemanın<br />

en şirin suratlı kızlarından biri olan<br />

Maggie Gyllenhaal’ı tavlamayı<br />

başarmış, hatta evliliğe kadar uzanan<br />

yolda bir kız çocuk sahibi bile<br />

olmuşlardır.<br />

Garden State filminde bir mezar<br />

kazıcı olarak karşımıza çıkar.<br />

Hem film hem de Sarsgaard’ın<br />

performansı gayet başarılı. Saçları<br />

kazındığı için kendilerine ‘kavanozkafa’<br />

diyen bir grup askerin<br />

içinde de ön plandadır. Jarhead ile<br />

ilgili fikirleri söyle: ‘İsteseniz de<br />

istemeseniz de bu film, savaş karşıtı<br />

bir filmdir. Savaş yanlısı olmadığı<br />

gözle görülür şekilde ortada. Ancak<br />

savaş karşıtı yönünü ısrarlı şekilde<br />

vurgulamadığını düşünüyorum.<br />

Bence bu filmin asıl mesajı, o<br />

üniformaların altındakilerin genç<br />

çocuklar olduğudur.’ Çeşitli yorumlara<br />

açık tabii.<br />

Kinsey de biraz ağır topların<br />

arasında erise de, ona dönük<br />

meraklı bakışlardan tam not<br />

almayı başardı. İskelet Anahtar da<br />

karısının peşinden sürüklenen bir<br />

adam rolündeydi.<br />

Filmografisinde Erkekler Ağlamaz,<br />

K 19, Yargısız İnfaz, Uçuş Planı,<br />

Empire gibi filmler var. Kendisi<br />

bütün bu filmografi içinde acı<br />

çeken bir eşcinselden, tehlikeli<br />

bir adama, masum bir aşıktan<br />

arıza bir adama dönüşmüş, pek<br />

de altından kalkamayacağı rol<br />

olmadığını göstermiştir.<br />

Bu ay karşımıza Orphen / Evdeki<br />

Düşman rolündeki John Coleman<br />

olarak çıkacak… Konusu itibariyle<br />

ortamda ondan daha tedirgin edici<br />

bir ufaklık var ama Sarsgaard’a<br />

olan güvenimiz de tam…


Roma İmparatorluğu en şaşaalı günlerini<br />

yaşamaktadır. Arenalarda dövüşen gladyatörler<br />

halkın en büyük eğlence aktivitesidir.<br />

O günkü son dövüş, sadece topuğundan<br />

öldürülebilen Achilleus ile gelmiş geçmiş<br />

en iyi gladyatör olan Maximus arasındadır.<br />

Julius Sezar da, onur konuğu olarak şeref<br />

locasındadır. Davullar çalmaya başlar…<br />

Julius Sezar: (Ellerini kaldırarak bağırır)<br />

Dövüş başlasın!<br />

Arena Seyircisi: Aaaaşil! Aaaaşil!<br />

Achilles: Ulan, 4 aslan, 5 kaplan, 6 gladyatör<br />

öldürdük. Bi bırakın da final maçı<br />

öncesi soluklanalım. Ne adrenalin meraklısı<br />

adamlarmış lan şu Romalılar? (Sezar’a doğru<br />

el kol hareketi yaparak) Lan şerefsiz, bi<br />

tarafın yiyosa gel sen dövüş burada!<br />

Sezar, Achilles’un kendisine selam verdiğini<br />

sanıp gülümser ve ona el sallar. El pençe<br />

divan yanında duran Brütüs’ün verdiği şarabı<br />

kafasına diker. Derken, arenanın büyük<br />

kapısı açılır. Bir elinde kalkan, bir elinde<br />

kılıçla Maximus arenaya girer.<br />

Arena Seyircisi: Maxiiimus! Maxiiimus!<br />

Achilles: Ulan ne taraftarmış be<br />

arkadaş iki dakkada sattılar beni!<br />

Neyse, biz önümüzdeki maçlara<br />

bakalım. Daha Truva’yı ele geçirip<br />

Helen’in de bi de ben tadına<br />

bakıcam. Deyyus Paris’i de<br />

aradan çıkartırsam…<br />

Bu sırada Maximus yerden<br />

bir taş alıp<br />

Achilles’a atmıştır.<br />

Maximus: Hoop arkadaşım. Bekleme yapma.<br />

Ne kendi kendine konuşuyon. Akşam oldu. Hadi<br />

dövüşçeksen dövüş de bitirek şu işi.<br />

Achilles: (Kızarak koşmaya başlar) Ulan ben senin!<br />

Arena Seyircisi: Aaaaşil! Aaaaşil!<br />

Achilles koşa koşa Maximus’un yanına kadar gelir,<br />

havaya sıçrar, seyirciler nefeslerini tutar. Achilles tam<br />

kılıcını Maximus’un boynunun yanından kalbine sokacakken,<br />

Sezar geğirir…<br />

Sezar: Pardon!<br />

Brütüs: Yarasın efendimize!<br />

Achilles Sezar’a bakar.<br />

Arena Seyircisi: Seeezar! Seeezar!<br />

Achilles: Ohaaa! Konsantrasyonumun<br />

içine ettin be<br />

Sezar!<br />

Maximus fırsattan istifade<br />

ters takla atarak kaçar.<br />

Maximus: Deymesin<br />

yağlı boya! Ehehehe!<br />

Ne oldu lan,<br />

sarı!<br />

Achilles:


(Sinirlenmiştir) Bana sarı deme lan!<br />

Maximus: Niye len! Sinirine mi dokunuyor! (Bir<br />

sıçrayışta Achilles’un tepesine biner)<br />

Arena Seyircisi: Maxiiimus! Maxiiimus!<br />

Achilles kalkanıyla savunur ve Maximus’u altına alır.<br />

Arena Seyircisi: Aaaaşil! Aaaaşil!<br />

Yerde yatan Maximus sıkı bir tekmeyle Achielus’u<br />

uzağa fırlatır.<br />

Arena Seyircisi: Maxiiimus! Maxiiimus!<br />

Maximus: Ulan ne dönek seyirciymişsiniz be! İki dakika<br />

delikanlı olun…<br />

Arena Seyircisi: Aaaaşil! Aaaaşil!<br />

Maximus: Allah da belanızı versin! Başka bir şey demiyorum!<br />

Bir saate yakın dövüşen ve bir türlü<br />

yenişemeyen Maximus ve Achilles<br />

yorulmuştur. Seyirci bile artık tezahüratı<br />

kesmiştir. Bu durumdan sıkılan Sezar<br />

ayağa kalkar.<br />

Sezar: Anlaşılan bu böyle olmayacak.<br />

Ortamı biraz şenlendirelim.<br />

Arena Seyircisi: Seeezar! Seeezar!<br />

Sezar: Muhafızlar büyük kapıyı açın!<br />

Brütüs: (Sezar’ın kulağına fısıldayarak)<br />

Efendim yalnız küçük bir sorun var.<br />

Sezar: Neymiş o?<br />

Brütüs: Conan’ı bulamadık efendim.<br />

Sezar: Niyeymiş o?<br />

Brütüs: Efendim o artık Akilonya’ya kral<br />

olmuş.<br />

Sezar: Ulan bu devirde de önüne gelen<br />

kendini kral ilan ediyor anasını satayım. Ne<br />

yapacağız peki şimdi?<br />

Brütüs: Onun yerine reytingi daha yüksek<br />

birini getirttik.<br />

Sezar: Asterix deme sakın!<br />

Brütüs: Hayır hayır korkmayın hemen!<br />

Sezar: (Kızarır) Kimi getirdiniz oğlum,<br />

çıldırtma beni de söyle şunu!<br />

Brütüs: (Büyük kapıyı gösterir) Geliyor!<br />

Sezar: (Gözlerini kısarak büyük kapıya bakar,<br />

gözleri parlar, ağzı sulanır) Aferin len<br />

Brütüs, kedi olalı bir fare tuttun…<br />

Bu sırada Maximus ve Achilles ağızları<br />

açık bir şekilde kapıdan gelene<br />

bakmaktadırlar. Arenada zaman durmuş<br />

gibidir. Kimseden çıt çıkmamaktadır. Sonra<br />

birdenbire gaza gelip, tribün duvarlarına<br />

abanan arena seyircisi hiç bağırmadığı<br />

kadar güçlü bir şekilde tezahürata başlar…<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeyna! Zeeeeyna!<br />

Zeeeeyna!<br />

DEVAMI GELECEK AYDA!


Çocuklar beyazperdenin korku<br />

unsurları olmazmış gibi duruyor<br />

ama, masum hallerini çok çabuk<br />

yok ediyorlar. Ve sabit bakışlarla<br />

çok rahat bir biçimde üzerimize<br />

üzerimize geliyorlar. Hedefleri de<br />

genelde büyükler oluyor… Şimdi<br />

sinema tarihinin ‘tuhaf ve korkunç’<br />

çocuklarına göz atalım. En yakın<br />

örneğimiz de bu ay vizyona girecek<br />

olan Orphen / Evdeki Yabancı...<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Village of the Damned / Lanetliler Kasabası 1960<br />

yapımı orijinal filmin John Carpenter tarafından<br />

yeniden çekilmiş hali. Aynı gün hamile kalan kadınlar<br />

benzer çocuklar doğururlar. Büyüdükçe aralarında<br />

artan telepatik güçler, gizli güçlerin parmağını<br />

çocukların ‘lazer’li gözlerinden bize sunar. Children<br />

of the Corn / Korku Çocukları; Stephen King’in<br />

aynı adlı kısa öyküsü ilk olarak 1984’de sinemaya<br />

uyarlandı ve ardından bıktırıcı boyutta epey bir devam<br />

filmi geldi. Burada da kasabadaki çocukların<br />

birer şeytana dönüşmeleri ve büyükleri öldürmeleri<br />

anlatılıyor. Mısır tarlasında orakla dolaşan ve yüzümüze<br />

tuhaf bir alaycılık ve tehditle bakan çocuklar bir<br />

hayli ürkütücü gerçektende.<br />

Hide and Seek / Saklambaç, annesini kaybeden<br />

Emily ve hayali arkadaşı arasında geçiyor. Dakota<br />

Fannning tarafından canlandırılan Emily, hayali<br />

arkadaşının güdümünde birtakım şeyler çeviriyor.<br />

Masum duruşunun altından çıkanlara dikkat! The<br />

Sixth Sense, Altıncı His,<br />

sekiz yaşındaki Cole’u da aşan durumlara taşınıyor.<br />

Masumiyet timsali çocuk başına gelenlere akıl sır<br />

erdiremiyor, doğaüstü güçlerinin farkına varmasıyla<br />

da ‘tuhaf çocuklar’ kategorisindeki yerini inceden<br />

alıyor. Joel Osment masumane tavırlarıyla bir hayli


dikkat çekiyor. The Shining / Cinnet filmi bu<br />

listeye ikiz kızlardan dolayı giriyor. Boş otel<br />

koridorlarını daha da ürpertici hale getiren<br />

bu hayalet ikizler Jack’in küçük oğlunun<br />

peşinden bir dakika bile ayrılmıyorlar… A<br />

Nightmare on Elm Street’de de robalı elbiseli<br />

kızlarıyla Freddy’nin gelişini müjdeliyor ve<br />

korku sınırlarımız içine dahil oluveriyordu.<br />

The Devil’s Backbone / Şeytanın Belkemiği;<br />

1939 yılında İspanya iç savaşı sırasında bir<br />

yetimhanede geçiyor. Carlos hem savaş<br />

koşullarına hem de peşini bırakmayan hayalet<br />

çocuğa karşı temkinli olmak zorundadır.<br />

Carlos’u rahat bırakmayan hayalet görsel<br />

olarak zombi kıvamında ve olmadık durumlarda<br />

karşımıza çıkıyor! Filmin Pan’ın<br />

Labirenti filmine ilham olduğunu da belirtelim…<br />

Bu da yetimhaneden ilham alan bir<br />

film. The Orphanage / Yetimhane’de küçük<br />

kahramanımız Simon bir tuhaf olur. Habire<br />

garip bir yaratığı resmeder. Sonra ortadan<br />

kaybolur ve 30 yıl öncesinin olayları açığa<br />

çıkar. Bir de tuhaf maskeli bir çocuk…<br />

Korkulur mu korkulur! The Exorcist /<br />

Şeytan, bildiğimiz şeytan. Linda Blair’i öyle<br />

bir hallere soktu ki yıllar sonra bile merdivenden<br />

inişi, ters dönüşü ve o muhteşem<br />

sesiyle hala aklımızda. En korkunç ve tehlikeli<br />

çocuklardan diyebiliriz kendisi için…<br />

Salem’s Lot, 1979 tarihli ve tahmininiz üzere<br />

muhteşem Stephen King çocuklarından ilham<br />

alıyor. Vampirlik kasabaya bulaşıyor ve<br />

babasını pencerenin önünde masumca ve<br />

vampirce çağıran çocuk akıllara kazınıyor…<br />

Başka bir vampirli çocuk filmi de İnterview<br />

With The Vampire / Vampir’le Görüşme.<br />

Filmde bütün ünlüler ( Tom Cruise, Brad<br />

Pitt) vampir ve küçük şeker kızımız da maalesef<br />

öyle… Bir kontes edasıyla ortalıkta<br />

dolaşıyor ama kanı acıkınca uzun dişleriyle<br />

adeta beyazperdeye uzanıyor Claudia…<br />

Bu küçük vampire hayat veren de Kirsten<br />

Dunst’tan başkası değil… Sinemanın ilk<br />

kötü çocuğu unvanına sahip diyeceğimiz<br />

Rhoda, istediği şeyler olmayınca başlıyor<br />

öldürmeye. The Bad Seed 1956 yapımı bir<br />

film ve küçük kızı canlandıran Patty McCormack<br />

büyük yeteneğiyle göz kamaştırıyor.


Wicked Little Things / Madendeki Çocuklar, bir nevi zombi ve intikam filmi. Göçük altında<br />

kalan çocuklar intikam için şehre geri gelirler. Şehir halkı önlem paketi olarak onları<br />

hayvanlarla besler ve ama çocuklar intikam için gelmişlerdir sonuçta… Toplu haldeki<br />

zombi çocuklar pek bir acımasızlar… Tıpkı Romero imzası taşıyan Night<br />

of the Living Dead filminde olduğu gibi. Zombi ordusu hareket halindedir<br />

ve küçük bir kız çocuğu bir cesedi afiyetle mideye indirmektedir.<br />

Whisper / Ölüm Fısıltısı, yüklü bir fidye karşılığı kaçırılan ve<br />

şeytani güçleriyle fidyecilerin başına bela olan Max’i<br />

anlatıyor. Görüntü normal ama içinde bir farklılık var<br />

çocuğun… Godsend, 8 yaşında ölen Adam’ın<br />

DNA’larından yapılan bir çocuğun hayatı<br />

üzerine… Adam, normal bir çocuktur ama<br />

sekiz yaşına gelince kötülük içine fena<br />

halde bulaşır. Görüntüsü normal<br />

çocuklardan Adam ama<br />

DNA’sı bozuk sanırız…<br />

The Fair Haired Child<br />

de ayrı bir Godsend<br />

vakası. Baba<br />

çocuğun ölümüne<br />

sebep oluyor, anne<br />

oğlunu geri istiyor.<br />

Bir anlaşma<br />

yapılıyor ve ortaya<br />

çıkan şey tam bir<br />

ucube…<br />

Araya biraz<br />

Uzakdoğu sosu<br />

katarsak Ju-On<br />

the Grudge’dan<br />

bahsedebiliriz.<br />

Mavi suratlı ve<br />

çekik gözlü bu<br />

çocuk miyavlayarak<br />

ortamlarda<br />

karşımıza<br />

çıkar. Babası<br />

tarafından<br />

öldürülmesi de ayrı bir<br />

trajedi ama çocuk kendini<br />

ortamlarda göstermesini iyi biliyor.<br />

Ringu da saçlarıyla yüzü kapanan<br />

kızın, bozuk bir yürüyüşle üzerimize gelen<br />

görüntüsü pek bir korku salmıştı içimize. Kuyunun<br />

içindeki cesedinin yerini belli etmek için çabalayan küçük<br />

kız, o kadar ürkütücü olduğunu biliyor muydu acaba?<br />

1974 yapımı ve yeniden çevrimi It’s Alive’de hilkat garibesi gibi doğan


o bebek, ilaç deneylerinin korkutucu sonucu. O yüzden doğar doğmaz etrafta kim<br />

varsa atlıyor, parçalıyor. Ailesi bebeği yok etme konusunda tereddüt ediyor,<br />

bebek ortalığı biçmeye devam. Hafiften absürd ve komik… 1978 yapımı Halloween,<br />

serinin ilerleyen bölümlerinde deneyimli bir katil haline gelen Michale<br />

Myers’in mimi mini halini gösteriyor. Elinde koca ekmek bıçağı<br />

ve palyaço maskesiyle beyazperdeye koca bir imza attı Myers.<br />

Pet Sematary/ Hayvan Mezarlığı yine korku ustası King<br />

uyarlaması. Ve yine şirin bir çocuğun değişimi var. Ölünce<br />

tekrar canlanması inancıyla havyan mezarlığına gömülen<br />

Churc, geri gelir ama ‘canını seven kaçsın’<br />

tarzında. Elinde bıçaklı, şirin mi şirin bir çocuk<br />

var bu kez karşımızda. 1976 yapımı Carrie de<br />

King uyarlaması ve yine bir çocuktan ilham<br />

alıyor. Carry gizli güçlerini fark eden ve<br />

hafif sıyıran bir kız olarak karşımıza<br />

çıkıyor. Kafasından aşağı boca<br />

edilen domuz kanı, ortalığı kana<br />

bulayan fitil oluyor…<br />

1976 yapımı The Omen,<br />

devam filmleriyle şenlenen<br />

bir yapım. Damien, Şeytan’ın<br />

oğlu bir evlatlık. Kurbanları<br />

arasında genç dadısı ve merdivenlerden<br />

aşağı düşürdüğü<br />

annesi de var. Damien<br />

rolündeki Harvey Stephens<br />

gayet başarılı ve şirinlik<br />

konusunda diğerlerinden<br />

aşağı kalmıyor! The Good<br />

Son / İyi Evlat iki çocuğun<br />

hesaplaşması üzerine farklı<br />

bir film. İyi çocuk rollerinde<br />

görmeye alışık olduğumuz<br />

dönemin popüler çocuk oyuncusu<br />

Macaulay Culkin, çevresine<br />

korku saçan Henry rolünde gayet<br />

başarılı. Bu yazıya almaya biraz tereddüt<br />

ettiğim bir film Freaks / Ucubeler. 1932′de<br />

çekilen film kolsuz ve bacaksız insanlar, cüceler,<br />

siyam ikizleri, vs. gibi o dönemin sirklerinde gösteri<br />

işinin bir parçası olan gerçek hilkat garibelerine yer vermesi<br />

nedeniyle çeşitli tepkilerle karşılaşmış ve sansasyonel<br />

de olsa bir başarı kazanmıştı.<br />

Not: Sinemanın yüz ifadelerini pek bozmadan, ellerine bir bıçak<br />

tutuşturduğu çocukları bunlar… Çocukların ‘vicdan’ duygusu sınırlı<br />

olduğu için ellerine bir fırsat geçtiğinde bunu her şekilde kullanacaklarına<br />

inanırım…


Memoria del Saqueo<br />

Yağma Anıları,<br />

Arjantin’de, Latin<br />

Amerika’da ve<br />

dünyanın<br />

her yerinde başka bir<br />

dünyanın mümkün<br />

olduğu<br />

tartışmalarına<br />

bir katkı


SERDAR AKBIYIK<br />

n “Bu anlattıklarım yeni değil. Ülkemizin nasıl<br />

kan kaybettiğini, serpilen devlet işletmelerinin<br />

dışarıya nasıl satıldığını, politikacıların bunun<br />

için nasıl rüşvet aldıklarını, o yıllar boyunca<br />

gazete ve televizyonlardan da izleyebilirdiniz.<br />

Ama her şey karmaşık olduğu için, sahtekarlıkları<br />

bir araya getirmeyi ve iç yüzünü ortaya koymayı<br />

gerekli gördüm. Bunları iki saate sıkıştırabildim,<br />

aslında 20 saate ihtiyacım vardı. Ama iki saat<br />

içinde de insanlar olayları daha net görecek<br />

ve nasıl soyulduklarını ve nasıl aptal yerine<br />

konulduklarını anlayacaklardır.” Fernando Solanas<br />

küreselleşmenin Arjantin üzerindeki yıkıcı etkilerini<br />

incelediği Memoria del Saqueo (Yağma Anıları<br />

– Sosyal Soykırım), filmi ile yapmak istediklerini<br />

kısaca böyle anlatıyor.<br />

Yağma Anıları, Arjantin’de Ekim 2001 seçim<br />

sonuçları ile başlayıp, daha sonra düzenlenen tencere<br />

tavalı sokak gösterileri, krizin derinleşmesi,<br />

sıkıyönetimin ilanı ve nihayetinde 20 Aralık<br />

2001’de Devlet Başkanı De la Rua’nın istifasıyla<br />

sonuçlanan döneme heyecan dozu yüksek kısa bir<br />

bakış attıktan sonra aniden durup “Arjantin’de ne<br />

oldu? Bu kadar zengin bir ülkede nasıl oldu da bu<br />

kadar insan açlık çekti?” sorularını ortaya atıyor<br />

ve 70’li yıllara geri dönüyor.<br />

Türkiye’den de pek yabancı olmadığımız bir dö-


70’li yıllarda uluslararası finans piyasaları<br />

para içinde yüzüyorlardı. 1973 ve 1979<br />

yıllarında petrol fiyatlarında yaşanan şok<br />

Ortadoğu’daki petrol ülkelerinin kasalarını<br />

parayla doldurmuş, onlar da bu paraları<br />

Batı’daki büyük bankalara yatırmışlardı.<br />

Bankalar bu büyük miktardaki paralarla<br />

kısa zamanda kar getirecek şekilde yatırım<br />

yapmanın peşine düştüler. Özellikle Amerikan<br />

bankaları saldırgan bir borç verme<br />

politikası içine girdiler. Üçüncü<br />

Dünya ülkelerindeki girişimci ve<br />

hükümetleri büyük çaplı finansal<br />

yardımlarla gerçekleştirilecek<br />

büyük projeler ve büyük miktarlarda<br />

ithalata ikna etmek için bu<br />

ülkelere gittiler.<br />

Bu ülkelerin yüksek miktardaki<br />

borçları nasıl ödeyeceklerine,<br />

ödeyip ödeyemeyeceklerine ise<br />

hiç kafa yormadılar.<br />

Üçüncü Dünya ülkelerindeki<br />

Batı hayranı elitler, kredileri<br />

memnuniyetle kabul ettiler. Bu<br />

kredilerle Batılı yaşam tarzının<br />

tüketim ve lüks malları için<br />

ithal finansmanı da sağlanmış<br />

oldu. Paraların bir kısmı silaha<br />

giderken bir bölümü de yolsuzluk<br />

kuyularında kayboldu.<br />

Bugün biliyoruz ki o borç verme<br />

politikasının bir de siyasi arka planı var.<br />

John Perkins’in Zeitgeist’ın ikinci bölümünde<br />

ve Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları<br />

kitabında anlattığı gibi Amerikan yönetimi<br />

gelişmekte olan ülkeleri Amerikan<br />

bankalarına bağlayabilmek için yıllarca<br />

onları sistematik olarak borçlandırmak için<br />

çaba göstermişti.<br />

Ne diyordu John Perkins: Ekonomik tetikçiler,<br />

yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca<br />

dolar dolandıran yüksek ücretli<br />

profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD<br />

Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve<br />

diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından<br />

büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin<br />

tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç<br />

varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar.<br />

Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal<br />

raporlar, hileli seçimler, rüşvet,<br />

zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır.<br />

Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar<br />

eski olmasına rağmen, günümüzdeki<br />

küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu<br />

bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum;<br />

ben de bir ekonomik tetikçiydim.”<br />

80’li yıllarda Reagan dönemiyle birlikte faizler<br />

yüzde 6’lardan yüzde 20’lere tırmandı.<br />

Gelişmekte olan ülkelerin borçları sabit<br />

faize bağlanmadığı için borçları kısa zamanda<br />

iki, üç katına çıktı. Aynı dönemde<br />

dünya piyasalarında gelişmekte olan ülkelerin<br />

başlıca döviz kaynağı olan hammadde<br />

fiyatları düşmüştü. Hepsi de borç<br />

batağındaydı. Ne borçlarını ne de faizlerini<br />

ödeyebilecek durumdaydılar.<br />

1982 yılında ilk kez Meksika borçlarını<br />

ödeyemeyeceğini açıkladı onu diğerleri<br />

izledi. Dünya finans sistemi çöküşe<br />

geçmişti.<br />

Gelişmekte olan ülkelerin ve büyük<br />

bankaların iflas bayrağı çekmesini önlemek<br />

için IMF ve Dünya Bankası ödeyemeyecek<br />

durumdaki ülkelerin borçlarını


yeniden yapılandırdı. Ama borç dağları büyümeye devam etti<br />

ve alınan yeni kredilerle ancak borçların faizleri ödenebildi.<br />

Bunun üzerine IMF söz konusu ülkeleri “yapısal uyarlama<br />

programları” yapmaya zorladı. Basitçe ifade edersek, bu<br />

giderlerin düşürülüp gelirlerin yükseltilmesi demekti. Söz<br />

konusu ülkeler mümkün olduğu kadar fazla döviz elde edebilmek<br />

için tam anlamıyla ihraç ekonomilerine döndü.<br />

Yapısal uyarlamanın başka bir hedefi de neoliberal politikalar<br />

çerçevesinde devletin gücünün azaltılıp, özel ekonominin<br />

güçlendirilmesiydi. Piyasalar liberalleştirildi ve devlet<br />

Yağma Anıları, Arjantin’in son yıllarda<br />

yaşadıklarını gösterirken bir yandan<br />

da neoliberal politikalar peşindeki<br />

diğer ülkelerde yaşananların da kısa<br />

bir özetini sunuyor. Yolsuzluk ve<br />

özelleştirme sırasında ortadan kaybolan<br />

paraların izini sürerken diğer<br />

yandan da yoğun olarak Arjantin’deki<br />

sokak gösterilerini yansıtıyor.<br />

Solanas baştan sona kadar filme<br />

anlatıcı olarak müdahale etse de<br />

hiç yalnız değil. Hatta film fazlasıyla<br />

kalabalık. Kamera sürekli sokaklarda<br />

gösteri yapan insanların peşinde.<br />

Aslında bunu küreselleşme karşıtı<br />

bütün filmlerde izlemek mümkün.<br />

Çünkü onların umudu hala sokaklar.<br />

işletmeleri özelleştirildi.<br />

İç piyasa için üretilen tüketim malları ve gıda ürünleri, devletin<br />

eğitim, sağlık ve kamusal inşaat gibi alanlara yaptığı<br />

sosyal harcamalar önemli ölçüde kısıldı.<br />

80’li yılların yapısal uyarlama programları Üçüncü Dünya ülkeleri<br />

için sosyal ve ekonomik anlamda tam bir felaket oldu<br />

ve geride milyonlarca yoksul, aç insan bıraktı.<br />

O ve ondan sonraki nesiller az beslenerek eğitimsiz ve işsiz<br />

olarak büyüdü.<br />

Solanas’ın filminde konuşan doktorlardan birinin çok acı bir<br />

şekilde tespit ettiği gibi:<br />

“Bu çocuklar çöp yiyerek yaşıyor. Yetersiz beslenenlerin<br />

üçüncü neslinden hayatta kalanlar bu çocukları doğuruyor.<br />

Çok sayıda çocuk ölüyor. Yaşayanlar ise daha küçük, daha<br />

zayıf, beyin kapasiteleri daha az. Ama onlar da herkes gibi<br />

insan, duyguları var. Onları toplumun bir alt türü olarak<br />

görmek insanı isyan ettiriyor.”<br />

Siyasi Fimlerin Yönetmeni<br />

Fernando Solanas politik filmleriyle<br />

tanınan Arjantinli bir yönetmen.<br />

1936 yılında doğdu. İlk belgesel<br />

filmi La Hora De Los Hornos<br />

(Fırınların Saati) kısa sürede siyasi<br />

filmlerin klasikleri arasına<br />

girdi. 1976 - 1983 yılları arasında<br />

askeri diktatörlük döneminde<br />

Paris’te yaşadı. Ülkesine döndükten<br />

sonra bir yandan “Sur” gibi<br />

filmlerle diktötörlük dönemiyle<br />

hesaplaşırken, bir yandan da siyasete<br />

girdi. Dönemin Devlet Başkanı<br />

Carlos Menem ve hükümetine<br />

yönelik rüşvet suçlamalarının<br />

ardından 1991 yılında suikasta<br />

uğradı, bacağından altı kurşunla<br />

yaralandı. Frente del Sur partisini<br />

kurdu. 1993 - 1997 yılları arasında<br />

parlamento üyeliğinde bulundu,<br />

1995 yılında Devlet Başkanlığı’na<br />

adaylığını koydu. Daha sonra<br />

filmleriyle daha geniş kitlelere<br />

ulaşabileceği düşüncesiyle siyaseti<br />

bıraktı. Türkiye’de de gösterilen<br />

Memoria del Saqueo filmiyle 2004<br />

yılında Berlin Film Festivali’nde<br />

onur ödülü aldı.


Binbir Gece’nin Şehrazat’ı Bergüzar Korel yeni projesini açıkladı.<br />

İp cambazı olan dedesinin hikayesini sinemaya uyarlamak isteyen<br />

genç yıldız bu hedefi doğrulutusunda bütün projelerini iptal etti<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

Son dönemlerin en sevilen ve tartışılan ismi<br />

Bergüzar Korel. Binbir Gece dizisindeki Şehrazat<br />

rolü ile üç yıldır evlerimizin konuğu. Üstelik bir<br />

de dizideki rol arkadaşı Halit Ergenç ile duygusal<br />

bir ilişki yaşayıp evlenince tam bir Kül Kedisi hikayesi<br />

kahramanı oldu. Korel üstüne yapışan bu<br />

karakterin dışına çıkmak için bir şans yakaladı.<br />

Murat Şeker’in son filmi Aşk Geliyorum Demez<br />

filminin başrolünde Tolgahan Sayışman ile karşılıklı<br />

oynuyor. Fiziği ve oyunculuk gücüyle izleyicileri<br />

kendine hayran bırakan Korel’in hiç bilmediğiniz<br />

yüzünü, planlarını, hırslarını sizin için sorduk.<br />

Anne tarafından Girit göçmeni olduğunu söyleyen<br />

Korel dedesinin bir ip cambazı olduğunu ve onun<br />

hikayesini senaryolaştırmak istediğini söyledi. Yani<br />

güzel oyuncuyu artık sadece ekranda değil kamera<br />

arkasında da takip edeceğiz.<br />

Proje size nasıl geldi?<br />

Proje iki ay önce menajerim vasıtasıyla geldi.<br />

Murat Şeker’in romantik bir komedi çekeceğini ve<br />

benimle çalışmak istediğini söylediler. Görüşmenin<br />

mümkün olup olamayacağını sordular. Bende<br />

hemen görüşebileceğimi söyledim. Sonrasında<br />

Murat’la bir araya geldik. Murat filmi anlattı ve<br />

bana çok sıcak geldi film. Sonra senaryoyu aldım,<br />

görüşmeler devam etti ve kabul ettim.<br />

Murat Şeker’in bir özelliği var. En romantik filmleri<br />

o çekti. Bunun da bir etkisi oldu mu projeyi<br />

kabul etmeniz de?<br />

Murat, bence insan ve duygulara çok önem<br />

veren bir yönetmen. Hem setin içinde hem de<br />

çektiği filmlerde böyle olduğunu<br />

gördüm. Bence o eski Yeşilçam<br />

filmlerinin tadını şu yeni dönemde<br />

yakalayabilecek ender yönetmenlerden.<br />

Çünkü tamamıyla insanın<br />

duygularını beyaz perdeye<br />

geçirmek isteyen ve bunun üzerinde<br />

hiç oynamaya çalışmayan,<br />

yönetmen egoları olmayan bir<br />

rejisör. Yani onun için ışıktan ya<br />

da atmosferden çok oyuncusunun<br />

duygusu önemli. İyi ki bu filmin<br />

içindeyim diyorum açıkçası.<br />

Eski Yeşilçam filmlerini sever<br />

misiniz?<br />

Evet, çok. Kanallar fazlalaşmadan<br />

önce, hafta sonları okula gitmediğim<br />

zaman genelde Türk filmleri oynardı.<br />

Evde mutlaka Türk filmlerini izlerdik.<br />

Çünkü onları izlediğim zaman<br />

çoğu şeyden uzaklaşıyorum. O zaman<br />

çok anlamıyordum ama şimdi benim için<br />

tamamıyla bu dünyadan uzaklaşmak adına<br />

resmen bir terapi gibi. Aynı zamanda çok sıcak.<br />

Fazla şey öğreniyorum yani. “Bizim Aile”leri,<br />

“Neşeli Günler”i, “Hababam Sınıfı”nı ve bunun<br />

gibi birçok filmi kaç kere izledim bilmiyorum. Bazen<br />

arkadaşlarımızla eski filmlerin DVD’lerini alıp<br />

izlediğimizde çok olmuştur. Ben aslında yapı olarak<br />

da geçmişten çok kopamayan biriyim. Çok genç<br />

olmama rağmen geçmişi çok özlemle anan biriyim.<br />

Hayatım bir anda çok değiştiği için geçmişi çok<br />

özlüyorum.


Yeni üretilen filmlere baktığımız zaman<br />

Yeşilçam duygusunda olmayan, fazlasıyla<br />

gerçekçi bir tarz görülüyor. Bu gidişatı nasıl<br />

görüyorsunuz? Yapılanma anlamında bir<br />

başlangıçsızlık söz konusu değil mi?<br />

Beni en çok sinirlendiren şey “Aynı Türk filmi<br />

gibi” benzetmesi oluyor. Yani Yeşilçam filmlerini<br />

küçümsemeleri… Çünkü insan önce klasiği<br />

bilmeli ki yeni bir şeyler yapabilmeli. Ve bence<br />

yöntemsizliğin yöntem olduğu bir sinemayı ben<br />

sevmiyorum. Ve bu kadar zor günler geçirirken de<br />

ülke adına ve bir sürü sıkıntımız varken sinema<br />

salonuna gittiğimiz zaman ben biraz olsun kafam<br />

dağılsın istiyorum. Tabi ki her filmin yeri var. Çok<br />

mutlu oluyorum. Dışarıda başarılar kazanıyoruz,<br />

yeni sinemalar var, yeni bir anlayış başladı. Bu<br />

benim çok hoşuma gidiyor ama açıkçası eskiyi<br />

de özlüyorum. Murat’ın bu anlamda güzel bir şey<br />

başlattığını düşünüyorum. Çünkü ben Murat’la<br />

çalışmadan önce kendi kendime ‘neden bizde<br />

de herhangi bir ego ya da sanatsal bir kaygı<br />

gütmeden, normal bir hikâye çekilmiyor’ diyordum.<br />

Daha sonra “Babam ve Oğlum” çekildi, ben<br />

heyecanlandım. Daha sonra birkaç film daha<br />

yapıldı böyle. Sonra Murat’ın “Aşk Tutulması”<br />

filminin fragmanını gördüm. İzlemedim filmi, izleyemedim<br />

bir türlü ama “Ne kadar güzel ya” dedim,<br />

renkler ne kadar iç açıcı… Çok aydınlık bir filmdi.<br />

Ama tanımıyordum o zamanlar Murat Şeker’i. Sonra<br />

Murat’tan böyle bir teklif gelince heyecanlandım<br />

tabii. Bu filmde insanlar benden ya da rejiden çok<br />

büyük şeyler beklemesinler. Bu böyle çok tatlı, çok<br />

naif bir film. Yani burada ne oyuncu, ne de rejisör<br />

egosu var. Çok tatlı bir senaryomuz var, onu çekmeye<br />

çalışıyoruz.<br />

Rolünüzden biraz bahseder misiniz ve bu rolde<br />

sizi çeken neydi?<br />

Aslında rolüme baktığınız zaman yine eski Türk<br />

filmlerinden yola çıkarak şöyle anlatayım. Bir han<br />

ve han esnafı var. Bir de bu hanı satın almak<br />

isteyen bir müteahhit var. Bende bu müteahhittin<br />

yardımsever kızını oynuyorum. Çok zenginler fakat<br />

kız yaşadığı hayatın ve yerin çok farkında. Hiçbir<br />

zaman bunlardan uzak kalıp o mutlu azınlıklardan<br />

olmayı kabul etmemiş hayatı boyunca. İnsana,<br />

hayata ve doğaya önem veren bir kız. Doğayı<br />

ve hayvanları çok seviyor. Bunu kabul etmemin<br />

birinci sebebi roldeki kızın yaşının benim yaşıma<br />

çok yakın olması. Üç senenin sonunda, Şehrazat<br />

karakterinden sonra prensiplerime uygun olan ve<br />

benim şu ana kadar yaratmaya çalıştığım isme<br />

zarar vermeyecek bir roldü. Ben de kabul ettim.<br />

Çünkü üç senedir Şehrazat’tım ve oyuncu olduğum<br />

unutulmuştu. Ben de belki oyuncu olduğum tekrar<br />

hatırlanır ve neler yapabileceğimi gösteririm diye<br />

düşündüm.<br />

Normalde sinemada parlamak, sinemada isim<br />

yapmak size bir takım projeleri getirebiliyor. Ama<br />

dizide bir karakteri uzun süre canlandırıp o karakter<br />

size yapıştığı zaman etrafınızda sanki bir<br />

duvar örülüyor. Böyle bir durum mu var? Böyle<br />

bir sıkıntı yaşadınız mı?<br />

Aslında çok değil, bundan dört sene önce ben ilk<br />

“Kurtlar Vadisi Irak”la sinema seyircisiyle buluştum<br />

ve oynadığım karakter bir Arap kızıydı. Filmin<br />

galasına kadar kimse benim Türk olduğumu bilmiyordu.<br />

Filmin galasında Türk olduğumu öğrendiler ve o<br />

filmin sonunda güzel şeyler duydum. Yetenekli genç<br />

bir oyuncu adayıydım. Sonra dizi başladı yine geriye<br />

döndük. Fakat bu paranın, rekabetin ortasında biraz<br />

tek başıma kaldım Şehrazat rolüyle. Çünkü reyting<br />

denen bir şey var ve o reyting uğruna bütün değerler<br />

yok edilmeye hazır. Benim kaç yaşında olduğum,<br />

nasıl bir aileden, nasıl bir yaşantıdan geldiğimi kimse<br />

umursamadı. Ben de çok gençtim. Dolayısıyla her<br />

hafta insanların evine giriyorsunuz. İster istemez insanlar<br />

sizin bu karakter olduğunuzu düşünüyor. Tabi<br />

ki insanların bunu düşünmesi çok doğal ama bizim<br />

camiamızda da benim sadece Şehrazat olduğuma<br />

ve olabileceğime inanan insanların olması beni çok<br />

şaşırttı. Tabii ki teklifler geldi ama ya benim prensiplerime<br />

uymadı ya zamanı tutturamadık. Şehrazat<br />

rolüyle ünlendiğimi ve bundan başka rollerde<br />

oynayamadığımı zannettiler. Belki bir yerde yanlış<br />

yaptım, kendimi başka tanıttım, bilmiyorum. Ama<br />

üç sene boyunca dizide oynadım ve bundan çok<br />

mutluyum, Erol Avcı’nın işinde oynadığım, Kudret<br />

Sabancı’yla tanıştığım, birçok oyuncuyla karşılıklı<br />

oynadığım için mutluyum. Bu rol bana çok şey verdi,<br />

ama birçok şeyi de aldı götürdü. Bu da son zamanlarda<br />

dizi sektörünün çok fazla gelişmesi, insanların<br />

artık dizilerle yatıp kalkması ve bu reyting endişesi<br />

yüzünden sanırım. Ama mesela şimdi Murat’la<br />

çalışırken bunların hepsini unutuyorum, burada çok<br />

güzel geçiyor zaman.<br />

Tecrübenizin çoğu dizi oyunculuğu üzerine, bu


sizin oyunculuğunuzu nasıl<br />

etkiliyor? Bu anlamda bir<br />

rahatsızlık duyuyor musunuz,<br />

yoksa bir tazelenme söz konusu<br />

mu sizde?<br />

Disiplin anlamında ve işi ciddiye<br />

alma konusunda benim<br />

için hiçbirinin birbirinden farkı<br />

yok. Televizyonda ben üç sene<br />

boyunca çok kasılmışım onu<br />

anladım. Ezber çektiğimiz<br />

için çok daha rahat olmaya<br />

başladım. Ama tabi ki çok<br />

kapanmışım. Ben bu ayrımı<br />

yapabilecek kadar profesyonel<br />

görmüyorum kendimi ya<br />

da bunun ayrımına varacak<br />

kadar tecrübeli değilim. Çok<br />

film çekmem ve en azından<br />

bir dizide daha oynamam<br />

lazım. Ama dizi bir süre<br />

sonra memur oyunculuğa<br />

dönme riski çok yüksek bir<br />

iş. Haftanın dört beş günü<br />

aynı sete gidiyorsunuz,<br />

aynı mekandasınız, aynı<br />

makyajlar, aynı kostümlerle<br />

çalışıyorsunuz. Seyircinin<br />

beklediği, hep görmek istediği<br />

bir karakter var. Dolayısıyla<br />

çok fazla yeni şeyler ekleyemiyorsunuz<br />

ama sinema öyle<br />

değil tabii. Çok özgürsünüz.<br />

Burada da olabildiğince özgür<br />

bırakıyor beni Murat.<br />

Diğer meslektaşlarınız ile<br />

iletişiminiz nasıl? Oyunculuğu<br />

veya sinema üzerine üretiminizi<br />

tetikleyen ilişkilere girebiliyor<br />

musunuz?<br />

Bunu sormanız çok garip oldu aslında<br />

çünkü sabah bunun heyecanıyla<br />

uyandım. Benim dedem cambazmış,<br />

ip cambazı ve ben dedemin hikâyesini<br />

yapmak istiyorum. Anne tarafım Giritli.<br />

Çok küçüklüğümden beri hep hikâyelerini<br />

dinledim bizim aileden. Dedemin hayatı,<br />

annemlerin hayatı, bütün o kızların ayrı ayrı


hayatları çok iyi bir sinema filmi ya da iki sezonluk bir<br />

dizi olacak kadar entrika dolu bir hayat ve çok renkli.<br />

Sonra ben bir gün annemi aradım ‘Anne ben bu sene dizi<br />

yapmayacağım, filmden sonrada dinleneceğim. Gel biz<br />

seninle teybimizi alalım İzmir’deki akrabalarımızın yanına<br />

gidelim ya da buradaki akrabalarımıza bize hikâyelerini<br />

anlatsınlar bizde seninle gereken notları alalım. Nasıl olur?<br />

Kime gideriz?” dedim. Bu camianın içinde olmama rağmen<br />

bilmiyorum. Bu çok ütopik bir şey aslında. Ama evet, ben<br />

dedemin hikâyesini yapmak istiyorum. Hatta bu sabah<br />

bütün bunları düşündüm. O yüzden bu soru gelince çok<br />

şaşırdım. Yanlış anlaşılmasın ama benim bu camiadan<br />

normal hayatımda görüştüğüm çok insan yok. Ben çok fazla<br />

tanımıyorum insanları. Belki daha çok sosyalleşmek, daha<br />

çok beyin fırtınası yapmak gerekiyor, bilmiyorum ya da<br />

yalnız kalıp bir odaya girip yazmak gerekiyor. Ama bunun<br />

için de büyük bir cesaret gerekiyor. Bu sene bunu yapmak<br />

istiyorum. Böyle bir cesaret geldi şimdilik bana ama devamı<br />

gelir mi, gelmez mi, bilmiyorum.<br />

Senaryo yazmak, kendi kişisel hikâyelerinizi sinemaya<br />

yansıtmak… Bu anlamda Türkiye’deki sinemanın belki<br />

de eksik kalan, negatif olan kısmının bu olduğuna inanır<br />

mısınız? Gerçek yaşamdan uyarlanan öyküler çok az.<br />

Yetmişlerin sonunda sinemayı bitiren bir seks furyası<br />

başlamış. Babamın anlattığı kadarıyla biliyorum. Sinemada<br />

senede kaç film çekiliyor tam olarak bilmiyorum ama çok<br />

azı beni heyecanlandırıyor. Çünkü sinemaya gittiğimde<br />

karanlık bir film izlemek istemiyorum ben. Gerçek bir şeyler<br />

görmek istiyorum. Yani bir sürü şey yapılıyor, deneniyor ama<br />

kimse klasiğe girmiyor. Ben bunu anlayamıyorum. Sinemacı<br />

bir anne babanın çocuğu olduğum için belki bana çok<br />

kızacaklar ama sinemanın üretiminden umutlanıyorum fakat<br />

seyrettiğim örnekler beni heyecanlandırmıyor. Ben Ferzan<br />

Özpetek’in, Zeki Demirkubuz’un, Çağan Irmak’ın filmlerinde<br />

tabii ki oynamak isterim. Ben senaryoya inandığım sürece<br />

her filmde oynarım. Sinemada para hiçbir şekilde önemli<br />

değil benim için. Zaten biz hayatımızı geçindirmek için dizi<br />

yapıyoruz aynı özeni göstermeye çalışarak. Evet çok güzel<br />

şeyler yapılıyor ama beni heyecanlandıran çok az sayıda<br />

film var.<br />

Kadın oyuncu anlamında çok yeni ve çok başarılı isimler<br />

çıkıyor. Bu herhalde biraz da senaryodaki kadın<br />

rollerinin de fazlalaşmasından. Kadın karakterlerin Türk<br />

sinemasında baskın duruma geçmesi söz konusu mu?<br />

Böyle bir hissiyat var mı?<br />

Evet çok başarılı oyuncular var ama benim için Nurgül<br />

Yeşilçay’ın yeri çok ayrı. Bu kadar kadın oyuncunun olması<br />

ve bu rekabetin artması benim hoşuma gidiyor. Daha da


yenileri gelsin ve herkes iş yapsın istiyorum. Öyle bir mantığım var.<br />

Ama henüz çok dengeli bir rekabet olduğunu düşünmüyorum. Çünkü<br />

çok fazla reyting alan bir dizinin, çok güzel bir kadın oyuncusu eğer<br />

en iyi kadın oyuncular arasında gösteriliyorsa, ben buna katılmıyorum.<br />

Bu benim hoşuma gitmiyor. Sinemaya gidip de oyunculuğunu izlerken<br />

etkileniyorsam bir kadın oyuncudan, evet onu oturur tartışırım. Dizi<br />

oyunculuğu bir oyuncunun kabiliyetini tartmak adına çok yeterli gelmiyor<br />

bana. Ben kendime baktığım zaman kafa patlatıyorum. Kendi<br />

jenerasyonuma baktığım zamanda Beren, Tülin, Vildan, eminim hepsi<br />

kafa patlatıyorlardır. Bizim şöyle bir ayrımımız yok. Diziyi para için,<br />

sinemayı kendimizi tatmin etmek için, tiyatroyu da ah bir çıkabilsek<br />

gibi bir düşüncemiz olduğu için yaptığımızı zannetmiyorum. Tabii ki<br />

dizide de insan mesai harcıyor, düşünüyor, ama bir zaman sonra o<br />

memur oyunculuğa dönme riski çok fazla. Dolayısıyla kendinizi çok<br />

fazla yenileyemiyorsunuz. Sinemada bunu<br />

daha çok yapıyorsunuz. Dolayısıyla sinema<br />

bence bunu anlamak için daha doğru bir<br />

tercih.<br />

Murat Şeker’e neden romantik komedi<br />

üzerine gidiyorsunuz dediğimde, ben<br />

son romantiklerdenim dedi. Size bir dolu<br />

proje geliyordur ama siz ikinci filminiz<br />

olarak bunu tercih ettiniz. Bu anlamda<br />

siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?<br />

Senaryoyu okurken içim kıpır kıpır oldu<br />

ve çok masum geldi bana. Benim de<br />

şu anda öyle bir masumiyete ihtiyacım<br />

vardı açıkçası. Senaryonun o masumiyeti<br />

beni çok heyecanlandırdı. Bana geçen<br />

“Ferzan’ın, Zeki’nin filminde oynamak<br />

istemez misiniz?” diye bir soru geldi. Bende<br />

bilmiyorum dedim, ikisi arasındaki fark nedir<br />

ama ben her filmde oynarım. Senaryoyu<br />

sevdiğim sürece... Kendimi çok olmam gereken<br />

yerde ve çok ben gibi, kendimi ifade<br />

edebileceğimi hissediyorum. Mutluyum.<br />

Bir çocuk bekliyorsunuz. Bunun size çekimlerde<br />

ve duygusallık olarak bir etkisi<br />

oldu mu?<br />

Olmadı. Bir zorluk yaşamadım. Çünkü zor<br />

zamanlarım bittiğinde başladım bu filme.<br />

Üç ayım dolmuştu. Rahatlamıştım. Ama<br />

insanların olağan üstü dikkati ve ilgisi<br />

bana çok ilginç geliyor bazen. Bazen çok<br />

utanıyorum o kadar ilgiye alışık olmadığım<br />

için normalde. Fiziksel olarak bazen açlığa<br />

dayanamıyorum ya da çok çabuk yoruluyorum.<br />

Bunların dışında bir zorluğu olmadı.


n Bir adam. Evli ve iki çocuklu iken bir<br />

yıl önce evi terk etmiş; şimdi boşanmış,<br />

mutsuz. En yakın arkadaşı, uyuşturucu<br />

müptelalığı ve bunalımlarıyla yalpalayan<br />

bir tip. Ha, bir de baş barmen<br />

olduğu bara yeni alınan Fransız<br />

eşcinsel çocuk… Ama asıl, haftada<br />

bir gün, Çarşamba, öğleden sonra iki<br />

ile dört saatleri arasında, süzülürcesine<br />

gelip kapısını çalan ve neredeyse<br />

hiç konuşmadan en yalın biçimiyle,<br />

yapmacıksız, doya doya seks yaptığı<br />

evli kadın, yaşadığını anlama nedeni.<br />

Peki, ikisi arasındaki bu ‘giz’, adam için<br />

tutkuya dönüşmeye başlarsa? Ve zaten<br />

bir aşk ilişkisi uç vermeye başlamışsa?<br />

İşte, modern kentlerin kıyı köşelerinde<br />

her gün binlercesi yaşanan özel durumlardan<br />

biri daha; “Kraliçe Margot”nun<br />

riskleri seven yönetmeni Patrice Chereau<br />

için, açıklaması, anlaması, anlatması güç<br />

hatta çoğu zaman imkânsız cinsellik ve<br />

tutku ilişkisinde bir parantez açmak ve<br />

ailesel, çevresel, toplumsal rollerle de<br />

ilişkilendirmenin ipuçlarını vermek için ideal<br />

bir durum.<br />

“Benim Güzel Çamaşırhanem”den<br />

anımsayabileceğiniz yazar Hanif Kureishi’nin<br />

iki eserini temel alan yönetmen, sinemanın<br />

gördüğü en özgür(en doğal) seks sahnelerine<br />

yüklediği anlamlarla algılarınıza yöneliyor…<br />

Oynayamayacağı rollerden sıkılabilen<br />

ve cinselliği de dâhil hep dışa yönelik olan<br />

erkek türü ile aileyi bir arada tutmanın<br />

yükünü sırtlayan ‘içe dönük’ kadın türü<br />

arasındaki esas farkı, bu bilinmezliğin açmazı


“Mahremiyet -Intimacy”(2001)<br />

Yönetmen: Patrice Chereau<br />

Oyuncular: Mark<br />

Rylance(Jay), Kerry<br />

Fox(Claire), Timothy<br />

Spall(Andy), Marianne<br />

Faithfull(Betty)<br />

2.35:1 Geniş Ekran / İngilizce<br />

5.1 – Türkçe 2.0 / Dolby Digital<br />

/ 115 dakika.<br />

TEPE Filmcilik / esen SHOP<br />

olarak mükemmel anlatımıyla hissettiriyor.<br />

Yani, “Mahremiyet”, açıklamak<br />

değil hissettiği cinsel role göre ruhuyla<br />

yüzleşmek isteyenler için: Ve evlilikle<br />

ve ihanetle ve kendine bile itiraf edemedikleriyle<br />

yüzleşmek için de…<br />

“Intimacy”de, Mark Rylance - Kerry<br />

Fox ikilisinin, dramatik oyunculukları<br />

ve cesur sahnelerde gösterdikleri performanslar<br />

şaşırtıcı. Adeta, sinema<br />

oyunculuğunda yeni bir sayfa açıyorlar.<br />

Koca rolündeki Timothy Spall’in etkisi<br />

ise hafızalardan pek<br />

kolay çıkmaz. Berlin Film<br />

Festivali’nde, Patrice<br />

Chereau, hem Altın Ayı, hem<br />

de Mavi Melek ödüllerini<br />

alırken, En İyi Kadın Oyuncu<br />

kategorisinde Gümüş<br />

Ayı’nın sahibi de Kerry Fox<br />

oldu.<br />

Türkiye için sevindirici olan,<br />

DVD sürümünün, doğru<br />

bir kararla, 18+ ve kesiksiz<br />

biçimde raflarda yerini almış<br />

olması. Hep eleştiriyoruz;<br />

bu kez de alkışlayalım kararı<br />

veren alt kurulu.


n Murat Şeker’in yönettiği, Bergüzar<br />

Korel ve Tolgahan Sayışman’ın<br />

başrollerini paylaştığı filmin çekimlerine<br />

başlandı. Esnaf Ali’yle<br />

yardımsever ve zengin Gözde’nin<br />

arasında yaşananların anlatıldığı<br />

film romantik komedi kıvamında…<br />

Vizyonu 6 Kasım.<br />

n Senaryosunu<br />

İlksen Başarır<br />

ile Mert Fırat’ın<br />

yazdığı ve<br />

yönetmenliğini<br />

yine İlksen<br />

Başarır’ın<br />

üstlendiği<br />

“Kutu” filminin<br />

çekimleri<br />

tamamlandı.<br />

Saadet Işıl<br />

Aksoy, Mert Fırat, Emre Karayel,<br />

Lale Mansur’un rol aldığı<br />

filmde işitme engelli bir gencin<br />

çağrı merkezinde çalışan bir<br />

kıza aşık olması konu edilirken,<br />

aşkın engel tanımaması da<br />

şiirsel bir dille anlatılıyor.<br />

n Sevgilinizin her gün<br />

değişmesi ve her sabah başka<br />

biri ile uyanmak bir rüya mıdır?<br />

Yoksa bir kabusa<br />

dönüşebilir mi?<br />

Emre Altuğ’dan<br />

sadakat ve ilişkiler<br />

üzerine bir romantik<br />

komedi…<br />

Başrollerini Emre<br />

Altuğ, Birce Akalay,<br />

Zeynep Beşerler, Irmak Ünal ve<br />

Durul Bazan’ın paylaştığı film 18<br />

Eylül vizyonda.<br />

n Yedi Kocalı Hürmüz, 38 yıl aradan sonra yeniden Ezel Akay<br />

tarafından beyazperdeye uyarlanıyor. Hepimizin tanıdığı Hürmüz<br />

bilindiği gibi Osmanlının son dönemlerinde İstanbul yaşayan,<br />

aynı anda 7 kişiyle birlikte “yalandan” evlenen bir kadın. Daha<br />

önce Yılmaz Atadeniz ve Atıf Yılmaz tarafından beyazperdeye<br />

uyarlanan filmin kadrosunda Nurgül Yeşilçay, Gülse Birsel,<br />

Haluk Bilginer, Erkan Can, Memet Ali Alabora, Sarp Apak, Cengiz<br />

Küçükayvaz, Öner Erkan, Cem Karakaya, Ezel Akay, Müjdat<br />

Gezen, Erol Günaydın, Zihni Göktay ve Halit Akçatepe var. Vizyonu<br />

20 Kasım. Stüdyo yaratma olayı da ayrı bir şov.


n Cemal Hünal, Engin<br />

Altan Düzyatan, Gürgen<br />

Öz, Sedef Avcı, Sinem Kobal,<br />

Burcu Kara ve Begüm<br />

Kütük’ün oynadığı romantik<br />

komedi filminin yönetmeni<br />

Ketche. Çekimleri devam<br />

eden film aşkın, dostluğun,<br />

arkadaşlığın ve insanların<br />

içinde bulunduğu şehir<br />

yaşamının, hayattaki yerini<br />

vurgulayacak. Filmin<br />

havasının yabancı filmleri<br />

aratmadığını söyleniyor…<br />

n Murat Emir Eren ve Talip<br />

Ertürk kafa kafaya vermişler<br />

ve ülkemizin ilk zombi filmi<br />

için 24 Ağustos’u çekim<br />

günü ilan etmişler. Korku<br />

ve gülmecenin yan yana<br />

gideceği filmde Esra<br />

Ruşan, Ozan Ayhan, Rüya<br />

Önal, gibi genç oyuncuların<br />

yanı sıra ayrıca Taner<br />

Birsel gibi usta bir isim de<br />

var. Çekim mekanı Büyükada…<br />

Arkadaşlarımıza<br />

başarılar…<br />

n Levent Kırca’nın oynadığı<br />

Ateşin Düştüğü Yer adlı<br />

filmin çekimleri tamamlandı.<br />

Filmdeki hikayenin Uşak’ta<br />

geçtiğini, söyleyen Levent<br />

Kırca, ”Arabesk kültür içinde<br />

yaşam savaşı veren bir ailenin<br />

yaşadıkları anlatılıyor. Eskiden<br />

Anadolu’dan genç kızlar<br />

artist olmak için Yeşilçam’a<br />

gelirdi. Şimdi ise ajanslara<br />

başvuruyor. Film genel olarak<br />

bu temayı ele alıyor” dedi.<br />

n Maskeli Beşler filminin yazarı ve yönetmeni Murat Aslan’dan yeni<br />

bir komedi filmi. Filmin oyuncu kadrosunda Kadir İnanır ve Maskeli<br />

Beşler filminden bazı oyunculara da yer verileceği konuşuluyor.<br />

10 Ağustos’ta çekimlerine start alan filmin en dikkat çekici özelliği<br />

ise Türkiye’nin ilk “yerli” filmi olması. Türkiye’de ve 11 ülkede 27<br />

Kasım’da vizyona girecek.


n 1981 doğumlu güzel oyuncu, Leon’daki<br />

muhteşem Mathilda karakteriyle girdi<br />

dünyamıza ve gönlümüzü fethetti.<br />

Closer’daki Alice ile karşımıza artık<br />

büyümüş, olgun bir genç kadın olarak<br />

çıktı. Mathilda kadar hırslı, azimli ve saf<br />

duygularla mesleğini sürdüren Natalie<br />

Portman, Alice kadar dişiliğini ve tutkuyu<br />

kullanmayı beceriyor. İnsanın içine<br />

işleyen sıcaklığıyla en az Mathilda kadar<br />

şirin ve bir o kadar da Alice gibi alımlı.<br />

Cazibesini ve neşeli tavırlarını sete de<br />

yansıtan, çalışma arzusunu sorunlu olduğu<br />

zamanlarda bile kaybetmeyen, iyimser<br />

bir oyuncu Portman. “Star Wars” serisi,<br />

“Garden State”, “Paris Seni Seviyorum”,<br />

“V for Vandetta”, “The Other Boleyn Girl”,<br />

“Benim Aşk Pastam” gibi başarılı filmlere<br />

imza atan Natalie Portman, hala sinemaseverlerin<br />

gözde oyuncularından.


İlk İzlenim: Sevimli, ilgi çekmeye çalışan ve bu konuda<br />

oldukça acemi biri.<br />

Konuştukça: Savunmasız, güçsüz ve çaresiz…<br />

Artıları: Çabuk öğrenen, yetenekli, sadık ve azimli.<br />

Handikapları: Zaman zaman içinde kıvrandığı intikam<br />

aşkı, onu yanlış hamleler yapmaya zorluyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Ne yapacağıma karar verdim. Bir<br />

temizlikçi (kiralık katil) olacağım!<br />

Hayattaki Düsturu: İntikam, intikam, intikam!<br />

Tanıyınca: Öldürülen ailesinin, en çok da erkek<br />

kardeşinin kanını yerde koymamak için Leon’a<br />

sığınan küçük kız, çocukluğun tüm saflığını<br />

barındırıyor. Leon’a beslediği aşkı, karnına saplanan<br />

bir acı olarak tanımlayan Matilda, umudunu hiç<br />

yitirmeden intikam için çabalıyor.<br />

İlk İzlenim: Sıradan, sevimli, konuşkan, duyarlı…<br />

Konuştukça: Aşka ve sadakate önem veriyor.<br />

Artıları: İç ve dış güzelliği.<br />

Handikapları: İhanete uğrayınca kontrolünü kaybediyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Yalan istemiyorum. Doğruyu da<br />

söyleyemiyorum.<br />

Hayattaki Düsturu: Seni kimse benim kadar sevemez.<br />

Aşkım sana neden yetmiyor?<br />

Tanıyınca: Vücuduyla para kazanan Alice, her zaman<br />

iki arada bir derede kalmış. Aşka sonuna kadar<br />

inanan genç kız, ihanete dayanamıyor. Güzelliğini<br />

hiçbir zaman övünç meselesi yapmıyor, ruhunun<br />

artılarını insanlara sunuyor.


Eylül ayı diziseverler için yılbaşı sayılabilecek<br />

kıvamdadır. Mayıs ve Haziran aylarındaki<br />

dizi finallerinde yaşadığımız yarım kalmışlık<br />

hissiyatını yaz boyu takip ettiğimiz yeni<br />

sezonların haberleriyle atlatmaya çalışır, dedikodulara<br />

kulak kabartırız. Ve sonunda aylarca<br />

konuşup durduğumuz diziler başlar. Eylül,<br />

aynı zamanda da dizi Oscarları sayılan Emmy<br />

Ödül Töreni’nin de düzenlendiği aydır. Bu ay<br />

evlerimize kimler ellerinde ödülleriyle misafir<br />

olacak 20 Eylül’e kadar öğrenemeyeceğiz.<br />

Ama şimdilik kalbimizden geçenleri hayali<br />

Emmy’lerle şahlandırabiliriz.<br />

En iyi seslendirme:<br />

Her ne kadar Huff’taki performansından beri<br />

kendisini, konu ne olursa olsun ödüllere<br />

boğmak istesem de, The Simpsons’taki seslendirmeleri<br />

sonucunda aldığı üç Emmy’nin<br />

Hank Azaria’ya yettiğini ve Family Guy’ı seslendiren<br />

Seth McFarlane’in de aldığı iki Emmy’nin<br />

kafi olduğunu düşünüyor ve Emmy’yi Robot<br />

Chicken’daki performansıyla Seth Green’e veriyorum.<br />

En iyi sanat yönetmeni:<br />

Bones, Heroes ve True Blood adaylar<br />

arasındayken yine Mad Men’e ödül veren zihniyeti<br />

kınayacağımı belirtmem gerek. Zira geçen sene<br />

hakkından fazlasını alan Mad Men’in bu sene de<br />

yıldızlaşması kabul edilemez. Bu seneki ödül<br />

True Blood ile Cat Smith’in hakkıdır.<br />

Komedi dalında en iyi yönetmen:<br />

The Office ve 30 Rocks kafa karıştırsa da Flight<br />

of the Conchords gönüllerin şampiyonu olmaya<br />

devam eder. James Bobin ödülü evine götürür.<br />

En iyi orjinal şarkı:<br />

Flight of the Conchords’tan Brett ve Jemaine’in<br />

şarkısı Carol Brown’dan başkasının bu ödülü<br />

alması düşünülemez. Aynı zamanda Grammy<br />

sahibi olan bu ‘beceriksiz’ müzisyenleri ödülsüz<br />

gönderemeyiz.


Drama dalında en iyi erkek oyuncu:<br />

House M.D. ile Emmy’ye bol bol aday olmuş<br />

Hugh Laurie ile Dexter’da bize katilleri sevdiren<br />

aktör Michael C. Hall arasında seçim yapmak<br />

zorunda kalacak akademiye şimdiden kolaylıklar<br />

diliyorum. Seçim zor olsa da, bu kadar adaylığa<br />

karşılık artık Laurie’ye bir ödül vermek gerekir.<br />

Komedi dalında en iyi kadın oyuncu:<br />

Weeds’in biricik oyuncusu Marie Louise Parker<br />

evine ödülle dönmesi şart olanlardan.<br />

Komedi dalında en iyi yardımcı erkek oyuncu:<br />

How I Met Your Mother’dan Neil Patrick Harris’in<br />

dizide oynadığı karakter olan Barney Stinson’ın,<br />

diziyi geride bırakacak kadar güçlü olduğu<br />

düşünüldüğünde ödülün kime gideceği belli değil<br />

mi zaten?<br />

Drama dalında en iyi yardımcı erkek oyuncu:<br />

Her ne kadar başrol oyuncusu gibi olsa da<br />

Lost’taki Ben Linus karakteri ile Michael Emerson<br />

en iyi yardımcı oyuncu ödülünü alır.<br />

Drama dalında en iyi konuk oyuncu:<br />

NVPD Blue ile kalbimizde taht kuran Jimmy<br />

Smiths’in Dexter’a olan katkısı bir Emmy ile<br />

ödüllendirilmeli.<br />

En iyi komedi dizisi:<br />

Açık ara Weeds önde gitse de Flight of the<br />

Conchords, The Office ve How I Met Your<br />

Mother da akademiyi zorlar. Burada ise Weeds<br />

ödülünü alır.<br />

Drama dalında en iyi senaryo:<br />

Lost’un deha ürünü senaryosuyla<br />

karşılaştırınca bu hayali ödül töreninde Mad<br />

Men’in pek şansı yok.<br />

En iyi drama dizisi:<br />

And the Emmy goes to Dexter…<br />

Yeni sezon takip edilmesi elzem olan dizileri de<br />

böylece saymış olduk. Bunlara Fringe, Dollhouse,<br />

Heroes, Castle, Criminal Minds, Bones,<br />

Supernatural ve The Mentalist’i de eklersek<br />

yazın bittiğine sevinebiliriz bile.


10 Kasım 1928’de Roma’da doğan Ennio Morricone, 20. yüzyılın<br />

en tanınmış ve takdir görmüş film müzisyenlerindendir. 500’den<br />

fazla esere imza atan besteci, klasik müzikten rocka, elektronik<br />

müzikten caza kadar çok geniş bir yelpazenin içinde hünerlerini<br />

sergilemiştir. Çalışmalarının yalnızca üçte biri western<br />

tarzında olmasına rağmen, en çok bu işleriyle ün kazanmıştır.<br />

Morricone’nin kalabalık olmayan, rafine müzik tarzı bilhassa<br />

“İyi, Kötü, Çirkin” ve “Bir Zamanlar Amerika’da”, “Dokunulmazlar”,<br />

“1900 Efsanesi”, “Cinema Paradiso” ve “Malena” gibi<br />

örneklerde öne çıkmaktadır. Onlarca ödüle sahip besteci, usta işi<br />

çalışmalarını sürdürmekte...


Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor<br />

Memduh Ün<br />

n Bir yönetmenin filmlerine dair gerçekleri ve<br />

yaşadıklarını tüm çıplaklığı ve içtenliğiyle sunması<br />

pek sık rastlanan bir şey değildir. Türk sineması<br />

denince akla gelen isimlerden biri olan Memduh<br />

Ün sizleri sinemanın gerçek dünyasına davet<br />

ediyor. Üstelik karşınıza pek sık çıkmayan bir<br />

fırsatla, montajlanıp kurgulanmamış en yalın ve en<br />

gerçek haliyle. İşte onu yaratan isimlerden birinin<br />

gözünden gözünden Yeşilçam’ın asıl hali ...<br />

Kabalcı Yayınları / 435 Syf.<br />

ertekin akpınar<br />

10 Yönetmen ve Türk Sineması<br />

Yılmaz Güney Endişe filmini çekerken hangi<br />

olaylarla karşılaştı? Erden Kıral Türkiye’yi neden<br />

terk etti? Ali Özgentürk, Selvi Boylum Al Yazmalım’ın<br />

finalini nasıl değiştirdi? Ömer Kavur film çektiği<br />

mekanlara bir daha neden gitmedi? Ertekin Akpınar<br />

konuştuğu 10 yönetmenle birlikte tarihe ortaklık<br />

ederek sinema aşkının, diğer aşklar gibi mutluluğun<br />

yanında hüznü de barındıran bir macera olduğunu<br />

farklı bakış açılarıyla bizlere sunuyor. Yeniden<br />

basım olan bu kitapta yer alan, sinema dolu hayat<br />

tecrübelerini bu çok değerli 10 yönetmeninin kendi<br />

ağzından öğreneceğiz. Türk Sineması’na verdikleri<br />

katkıları görerek yönetmenlere minnet duyacağız.<br />

Hayal-et Yayınları / 272 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!