Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...
Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...
Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong><br />
<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />
<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong><br />
<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong><br />
Petek Beyazova<br />
Elif Gezgin<br />
9<br />
Ocak 2012<br />
ISSN 1307-6493<br />
Nesrin Canpolat<br />
sosyoloji<br />
notları
SOSYOLOJİ NOTLARI<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
3 Aylık Yaygın <strong>Sosyoloji</strong> Dergisi<br />
İmtiyaz Sahibi<br />
<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
Cem K. Olgun<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong><br />
Bu sayıya katkıda bulunanlar:<br />
<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong><br />
<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong><br />
Elif Gezgin<br />
Petek Beyazova<br />
Nesrin Canpolat<br />
İletişim<br />
www.sosyolojinotlari.com<br />
sosyolojinotlari@gmail.com<br />
*Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz.<br />
*Yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu<br />
yazarlara aittir.<br />
*Derginin tüm hakları saklıdır.<br />
Sayı: 9<br />
Ocak-Şubat-Mart<br />
2012 Ankara<br />
İÇİNDEKİLER<br />
Bu Sayıda 2<br />
Michel Foucault’nun Düşüncesinde İktidar<br />
<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong> 3<br />
Durkheim’ın “Ahlak Eğitimi”<br />
Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme<br />
<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong> 10<br />
Joseph A. Schumpeter:<br />
Kapitalizm ve Süreksiz<br />
Devamcısı(?) Olarak Sosyalizm<br />
<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong> 16<br />
Sınıf ve Kimlik<br />
<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong> 29<br />
Bauhaus Geleneğine Bakış<br />
Petek Beyazova 33<br />
Simone De Beauvoır’da<br />
İkinci Cins ve Aşkınlık Kavramı<br />
Elif Gezgin 39<br />
İktidar Kavramını Halkla İlişkilere<br />
Uygulamak ve Halkla İlişkiler<br />
Şirketlerinin Halkla İlişkiler Yorumu<br />
Nesrin Canpolat 47
Bu Sayıda<br />
2<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Ocak ayında çıkması planlanan ancak yine geciktirdiğimiz dokuzuncu sayımızla okurlarımızı<br />
selamlıyoruz. Gecikmenin bağımsız/öğrenci dergilerinin kaderi olduğu düşüncesiyle kendimizi avutuyor ama<br />
yine de bir gün bu durumu değiştirmeyi umuyoruz.<br />
Yeni sayımız da daha önceki bazı sayılarımız gibi, belli bir gündemden ziyade çeşitli kavram ve<br />
kuramlar üzerine yapılmış çalışmalardan oluşuyor. Dergimizi elektronik ortama aktardığımız ikinci sayımız<br />
olan dokuzuncu sayının ardından, daha sonraki sayıların belli gündemler üzerine çıkması konusunda bir<br />
çalışma yapabilmeyi de umuyoruz. Dergimize okur veya yazar olarak katkı sağlayan herkesten bu konudaki<br />
önerilerini sosyolojinotlari@gmail.com adresine yazmalarını bekliyoruz.<br />
Bir sonraki sayımız, dergimizin beşinci yaşını doldurduğu sayı olacak. Arada verilen molaya rağmen<br />
bir şekilde bu birlikteliğin sürmesi bizler için çok anlamlı. Okur ve yazarlarımızın da katkılarıyla daha uzun<br />
yıllar üretebilmek, üretilenleri paylaşabilmek ümidindeyiz.<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong>
MICHEL FOUCAULT’NUN<br />
DÜŞÜNCESİNDE İKTİDAR<br />
<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong> �<br />
GİRİŞ<br />
Foucault, yaşadığı döneme her<br />
anlamıyla damga vurmuş bir düşün adamıdır.<br />
Teorisinin görkemi kadar içinde bulunduğu<br />
ve bizzat örgütlediği eylemliliklerle adından<br />
sıkça söz ettiren Foucault, iktidarın<br />
hazzetmediği bir düşünür olmuştur. Foucault<br />
da tam anlamıyla iktidardan uzak durmak<br />
istiyordu. Çünkü iktidarın yanında yer alan,<br />
nimetlerinden faydalanan kişi bir süre sonra<br />
eleştirel vasfını yitirecektir, yitirmese de bu<br />
nimetlerden faydalanamayacaktır. Bunun<br />
ayırdında olan Foucault, iktidara karşı,<br />
iktidardakilerin kendi tarihlerini yazmaya<br />
çalışmalarına inat ezilen, yok sayılan,<br />
ötekileştirilenlerin sesine kulak vermiş ve<br />
onların tarihini yazmaya çalışmıştır. Bunu<br />
yapmaya çalışırken oluşturduğu bütünlükçü<br />
teoride iktidarın ne olduğunu tarihsel süreç<br />
bağlamında ele alarak analiz etmiştir. Ayrıca<br />
tavır ve konum itibariyle (doğası gereği) sesi<br />
kesilenlerin yanında olması gereken<br />
entelektüelin niteliklerini ortaya koyarken<br />
zaman içerisinde değişime tabi olan<br />
entelektüel tipinin analizini de yapmıştır.<br />
Süreç içerisinde değişim gösteren<br />
entelektüelin devinim kazanmasında bizzat<br />
pratik anlamda rol oynayan Foucault,<br />
entelektüele yüklenen anlamlara yeni bir<br />
boyut kazandırmıştır. İktidara daha farklı bir<br />
perspektiften bakarak, çoğu çağdaşından<br />
farklı bir okuma yapan Foucault, klasik<br />
� Afyon Kocatepe Üniversitesi <strong>Sosyoloji</strong> Bölümü<br />
Yüksek Lisans Öğrencisi<br />
3<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
anlamda iktidarın cisimleşmiş hali olan<br />
devletle çok fazla ilgilenmemiş, spesifik<br />
anlamda birçok iktidarın varlığını vurgulamış<br />
ve bu iktidarların kimsenin tekelinde<br />
olmadığını belirtmiştir. Ayrıca iktidarın her<br />
yerdeliğini vurgulayan Foucault, direnişinde<br />
her yerde olacağını söylemiştir. Ancak bu<br />
direnişin nasıl verileceği yönündeki sorulara<br />
doyurucu cevaplar vermemesinden kaynaklı<br />
eleştirilmiştir. Ancak Foucault, kendisinden<br />
istenilen toplumsal anlamdaki peygamberlik<br />
rolünü oynamamış, oynamaya kalkıştığı<br />
anlarda da eleştirildiğini belirtmiştir. Her ne<br />
kadar eleştirilse de (özellikle psikiyatrlar<br />
tarafından) yaptığı tespit ve analizler oldukça<br />
geçerli olmakla beraber sessiz yığınların<br />
iktidar karşısında bir nevi soluk almalarına<br />
yardımcı olmuştur. Bu anlamda herhangi bir<br />
kalıba, herhangi bir ideolojiye sığdırılmaya<br />
çalışılmadan anlaşılmaya çalışılan Foucault,<br />
olanca büyüklüğüyle tekrar tekrar<br />
keşfedilmeyi beklemektedir.<br />
İKTİDAR VE UYUM<br />
Foucault‟ nun, iktidar üzerine analizi<br />
yalnızca belirli alanlarla sınırlı kalmamış,<br />
iktidarın her yerdeliğinden ve bir kişiye bağlı<br />
olmamasından bahsederek birçok düşünürün<br />
iktidar analizinden farklılaşmıştır. İktidar<br />
analizlerinin çoğunun kilitlendiği alan devlet<br />
olmuş ve analizler bu doğrultuda yapılmıştır.<br />
Ancak Foucault iktidarın cisimleşmiş şekli<br />
olan devletin yanı sıra devleti aşan iktidar<br />
değil iktidar örüntülerinden bahsetmiştir.
Ayrıca iktidarın tarihsel süreç içerisinde<br />
gösterdiği değişimi anlatan Foucault,<br />
iktidarın daha amorf bir hal aldığını ve<br />
yalnızca şiddet mekanizması üzerinden<br />
yürümediğini belirtir. İktidarın daha incelikli<br />
teknikler aracılığıyla egemenliği altında<br />
tuttuğu toplumdan bahseden Foucault‟ya<br />
göre verilen mücadelenin şekli de değişime<br />
uğramıştır.<br />
İktidar bir ilişki, bir eylem biçimidir.<br />
Ama bu, doğrudan doğruya başkaları<br />
üzerinde değil, başkalarının şimdiki ya da<br />
gelecekteki eylemleri üzerinde bir eylemdir.<br />
Bir ilişkinin iktidar ilişkisi olabilmesi için her<br />
iki tarafın da sonuna kadar eylemde<br />
bulunabilecek durumda olması ve bu ilişkide<br />
tüm bir tepki, cevap alanının var olması<br />
gerekir. Dolayısıyla iktidar bir eylemler<br />
kümesinin bir başka eylemler kümesi üstünde<br />
etkili olduğu bir bütünsel yapıdır. İktidar,<br />
davranışları ve davranışlarının mümkün<br />
sonuçlarına yönlenmektedir. Bu yüzden<br />
Foucault iktidarı, bireylerin ya da grupların<br />
(delilerin, hastaların, suçluların, çocukların,<br />
vb.) davranışlarının yönlendirilme biçimi,<br />
yani bir “yönetim” sorunu olarak tanımlıyor<br />
(Keskin, 2005; 21).<br />
Bizimki gibi bir toplumda<br />
sayısız iktidar ilişkisi toplumsal kitleye<br />
nüfuz eder, onu belirler, oluşturur;<br />
iktidar ilişkileri gerçek söylemin bir<br />
birikmesi, bir dolaşımı, bir işleyişi, bir<br />
üretimi olmaksızın ne işleyebilir, ne<br />
yerleşebilir ne de ayırt edilebilir. Bu<br />
iktidar içerisinde, bu iktidardan yola<br />
çıkarak ve bu iktidar yoluyla işleyen<br />
belirli bir gerçeklik ekonomisi olmadan<br />
iktidar uygulaması olmaz. İktidar<br />
tarafından hakikat üretimine bağlı<br />
kılınırız ve ancak hakikat üretimi<br />
yoluyla iktidar uygulayabiliriz. Bu her<br />
toplum için geçerli, ama sanırım bizim<br />
toplumumuzda iktidar, hukuk ve<br />
gerçeklik arasındaki bu ilişki çok ayrı<br />
bir biçimde düzenleniyor (Foucault,<br />
2003; 38).<br />
İktidar ve hakikatin beraber işlediğini<br />
belirten Foucault, iktidar ve hakikatin<br />
çatışmadığını söyler. Çünkü iktidar bizzat<br />
elinde bulundurduğu bilgilerle hakikat<br />
4<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
üretiminde bulunarak hakikat rejimleri<br />
oluşturur. Ancak Foucault günümüze kadar<br />
oluşturula gelmiş iktidar mekanizmalarının<br />
tarihsel süreç içerisinde şekillendiğini<br />
belirtmiştir. Bu anlamda modern devlet<br />
iktidarını Hıristiyanlığın ilk dönemleriyle<br />
bağdaştıran Foucault yeni ve eski iktidar<br />
biçimlerini karşılaştırmıştır.<br />
Modern Batı devletinin kökeni<br />
Hıristiyan kurumlarında olan eski bir iktidar<br />
tekniğini yeni bir siyasi biçim altında<br />
benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır.<br />
Bu iktidar tekniğini pastoral iktidar şeklinde<br />
adlandırabiliriz. Bu iktidar nihai amacı<br />
bireyin öbür dünyadaki selametini emniyet<br />
altına almak olan bir iktidar biçimidir. Bu<br />
iktidar salt emir veren konumundaki bir<br />
iktidar biçimi değildir. Bunun yanında,<br />
sürünün yaşamı ve sefaleti uğruna kendini<br />
feda etmeye hazır olmak zorundadır. Sadece<br />
bütün topluluğu değil; ayrıca özel olarak<br />
toplumdaki her bireyi ömrünün sonuna kadar<br />
gözeten bir iktidar biçimidir. Bu iktidar<br />
biçimi yalnızca bedene değil ruhlara da nüfuz<br />
eder. Kendine adayıcıdır, bireyselleştiricidir.<br />
Bunun yanında modern devlet iktidarını<br />
oluşturan temellerin pastoral iktidarını yeni<br />
bir biçim olarak sunabiliriz. Bu yeni iktidar<br />
biçiminde amaç artık insanları öteki<br />
dünyadaki selametlerine götürmek değil;<br />
daha çok aynı selameti bu dünyada<br />
sağlamaktı. Eski iktidar biçiminde düzen aile<br />
gibi kurumlar tarafından uygulanıyordu.<br />
Günümüzün iktidarında ise bu işlevi polis<br />
görüyor. 2<br />
Özellikle şekillendirilen ruhların<br />
denetiminin sağlanması çok kolay<br />
olmaktadır. Çünkü belirli bir prototip<br />
üzerinden sağlanan uyum kalıpları, belirli<br />
davranış kalıplarının kullanılmasını önceler.<br />
Bu da seslenilecek, yönetilecek bireylerin<br />
aynı potada eritilerek benzer kılınmasını<br />
sağlar. Benzer kılınan “insanlar”daki “lar”<br />
takısı düşürülerek insan genel adı altında<br />
toplanan kimseler “biz” olur. Ve ontolojik<br />
anlamda var, ancak bireysel farklılık bazında<br />
yok olurlar. Bu süreç eski çağlarda bu<br />
2 Ayrıntılı bilgi için Bknz. Michel Foucault(2005),<br />
Özne ve İktidar, sf: 65-66-67.
içimde sürerken şekil değiştirerek<br />
günümüzde de varlığını sürdürülebilir<br />
kılabilmiştir. Pastoral iktidarın süreç<br />
içerisinde değiştirdiği niteliği gözler önüne<br />
seren Foucault, pastoral iktidarın dinsel<br />
anlamlarından sıyrılarak daha dünyevi<br />
anlamlara büründüğünü söylemiştir. Bu<br />
değişen nitelik Batı toplumlarının içerisinden<br />
geçtikleri dönüşüm evreleriyle de ilgilidir.<br />
Aydınlanma sürecinden geçmiş olan Batı‟da<br />
dini söylemle bir hesaplaşma yaşanmış ve<br />
sekülerleşme topluma hakim olmuştur.<br />
Tanrısal hükümranlığın gökyüzüne<br />
gönderilmesi, dini referanslarla oluşturulacak<br />
bir iktidarın hükmünü geçersiz kılar. Bu<br />
anlamda yeni ve eski pastoral iktidar kalıpları<br />
temel referansları değişmeden seslenilecek<br />
çağa uygun hale getirilmişlerdir.<br />
DİSİPLİN<br />
Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek<br />
bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde<br />
değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine<br />
de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların<br />
yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve<br />
hiyerarşisidir. Spesifik ve bölgesel<br />
iktidarların ilk işlevi kesinlikle yasaklamak,<br />
engellemek, “yapmamalısın!” demek<br />
değildir. Bu yerel ve bölgesel iktidarların ilk,<br />
asıl ve sürekli işlevi, gerçekte, bir<br />
verimliliğin, bir yeteneğin üreticileri, bir<br />
ürünün üreticileri olmaktır. 17. ve 18.<br />
yüzyıllarda oluşmaya başlayan atölyelerdeki<br />
disiplin konusunda da aynı şeyi<br />
söyleyebiliriz. Korporatif nitelikteki küçük<br />
atölyelerin yerine işçisiyle birlikte bir dizi<br />
büyük atölye geçtiğinde hem birilerinin<br />
diğerlerinin davranışını gözetlemesi ve<br />
denetlemesi hem de iş bölümü gerekli hale<br />
geldi. Bu yeni atölye disiplinini keşfetme<br />
zorunluluğunun nedeni de iş bölümüydü.<br />
Ama tersine atölye disiplinin iş bölümünü<br />
sağlamanın koşulu olduğunu da<br />
söyleyebiliriz (Foucault, 2005a; 146-147).<br />
İktidar elbette yasaklıyor ve<br />
cezalandırıyordu. Ama bu iktidar<br />
biçimlerinin temel hedefi bireylerin<br />
etkinliklerini, güçlerini, yeteneklerini<br />
kısacası onların toplumun üretim<br />
aygıtında kullanılmasını sağlayacak<br />
5<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
her şeyi çoğaltmalarını sağlamak,<br />
çoğaltmaya zorlamaktı: Bireyleri<br />
terbiye etmek, en yararlı oldukları<br />
yerlere yerleştirmek, şu veya bu<br />
yeteneğe sahip olsunlar diye onları<br />
yetiştirmek; geçmişte bilinmeyen büyük<br />
disiplinlerin dayatıldığı 17. yüzyıldan<br />
beri orduda yapılmaya çalışılan da<br />
budur. Batılı ordular disiplinli değildi.<br />
Disipline edildiler. Aynı şekilde işçi<br />
sınıfı da, her hangi bir meskende<br />
oturmaya, ailelerini idare etmeye<br />
alıştırılan işçiler de terbiye edildi.<br />
Bireylerin üretimiyle, bireysel<br />
yeteneklerin üretimiyle, bireysel<br />
üretkenlik üretimiyle karşı karşıyayız.<br />
Bireylerin tüm bu disipline edilmesinin<br />
özü negatif değildi (Foucault, 2005;<br />
235).<br />
Foucault iktidarın, disiplini<br />
keşfederek toplumu en ufak ayrıntısına kadar<br />
denetleyip, yönlendirebildiğini belirtmiştir.<br />
Bu yönlendirme bir süre sonra gönüllü olarak<br />
benimseme ve hareket etme olarak şekil<br />
değiştirmiştir. İktidarın bu gönüllülüğü<br />
sağlaması özne yaratımı ve kimlik dayatımı<br />
olarak ortaya çıkmıştır. İktidarın yaratmış<br />
olduğu bireyler üzerinden işlemesi iktidarın<br />
uyguladığı işlemlerin maliyetini azaltacaktır.<br />
Hem de kendi sözünden dışarı çıkmayan<br />
uysal bireylerin yaratılmasını sağlayacaktır.<br />
Ayrıca yasaklama ve dışlama üzerinden<br />
yürütülmeyen bir iktidarın uygulamaya<br />
sokulması verimlilik ekseniyle çalışır.<br />
Birey iktidarın bir etmenidir ve aynı<br />
zamanda, bir etmeni olduğu ölçüde de onun<br />
aracısıdır: İktidar, oluşturduğu bireyden geçiş<br />
yapar (Foucault, 2003;43). İktidar, karşılıksız<br />
bir ilişki ağı üzerinden işlemez/işleyemez.<br />
İktidar yaptıklarına tepki verecek bireyler<br />
arar ve bu anlamda “özgür” bireyler<br />
üzerinden işlevlerini yerine getirir.<br />
Sonuç olarak şu söylenebilir:<br />
Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi<br />
sorunu bireyi devletten ve devletin<br />
kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil;<br />
kendimizi hem devletten hem de devletle<br />
ilintili olan bireyselleştirme türünden<br />
kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla<br />
dayatılmakta olan bu tür bireyselliği
eddederek yeni öznellik biçimlerine<br />
geçerlilik kazandırmak durumundayız.<br />
Dayatılan bu bireyselleştirmenin reddi ancak<br />
durumun ayırtına varmayla olur. İktidarın<br />
bireyselleştirme mekanizmalarına işlerlik<br />
kazandırarak hem uygulamasını kolaylaştırır<br />
hem de kimlik kazandırdığı bireyden<br />
kuşkulanmaz. Modern devletin devasa<br />
çaptaki iktidar algısı ve her şeyi bilme isteği<br />
açıktan bir totaliterlik değil daha<br />
flulaştırılmış bir modeli içerir.<br />
Genel kanı ve kabulün dışına<br />
çıkamama bir süre sonra otokontrol ve oto<br />
sansür mekanizmasının devreye girmesine<br />
yol açar. Oto sansür mekanizmasının varlığı<br />
bir süre sonra Russell‟ın deyimiyle<br />
“düşünmekten korkmaya değil<br />
düşünememeye yol açar”. Genel kanının<br />
tanımlayıp sınıflandırdığı (aslında<br />
dayatmayla oluşturulan) olaylardan<br />
uzaklaşmayan insanların damgalanması<br />
iktidar tarafından değil bizzat toplum<br />
tarafından yapılır. İktidarın işleyişinin geçtiği<br />
kalabalık kitleler “sapkın”, muhalif anlamda<br />
“hain” olarak gördükleri insanlarla bizzat<br />
ilgilenerek “icabına” bakarlar.<br />
Eğer bir kimlik belli bir deneyim<br />
kümesinin özne konumunu kabullenmekle<br />
ediniliyorsa, o kimliği bir insana doğrudan ya<br />
da dolaylı olarak dayatmak, o insanı o<br />
deneyimlerin öznesi haline getirmek yani<br />
özneleştirmek anlamına geliyor.<br />
Özneleştirmek ise tabi kılmak, boyun<br />
eğdirmek için kullanılan etkili, ekonomik ve<br />
güvenli bir araca dönüşüyor (Keskin, 2007;<br />
18). Eğer Foucault‟ nun ısrarla söylediği gibi<br />
öznellik, kimlik, bireysellik toplumsal<br />
anlamda temel bir sorun oluşturuyorsa;<br />
kimlik ve öznelliği kendimizi politik ve<br />
toplumsal etkilerin kapalı, derin ve doğal<br />
bileşkeleri olarak görmek tehlikeliyse, o<br />
zaman mevcut iktidarın dayatmış olduğu<br />
adlandırma ve hakikat örüntülerinin<br />
sorgulanması elzemdir. Bu yüzden Foucault<br />
insanların özneye dönüştürülmesinin tarihini<br />
aynı zamanda bir hakikat tarihi olarak da<br />
nitelendirmiştir (Keskin, 2007; 19).<br />
Foucault‟ya göre iktidar kendi<br />
işlerliğini bizzat birey üzerinden yaparak<br />
eskisi gibi bireyi gözetlemeyi ve kontrol<br />
6<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
altına almayı daha rahat yapar. Bu<br />
gözetleme, baskılama, kontrol altına alma<br />
süreci bir anda ortaya çıkmamıştır. İktidar<br />
kendisi için oluşturduğu „laboratuarlar‟<br />
sayesinde toplumun geneline yayılabilecek<br />
ön görüler elde etmiştir. Foucault bu<br />
öngörülerin toplumda karşılığı bulunarak<br />
yaratıldığını söyler. Normalizasyon süreci<br />
içerisinde oluşturulan dil kalıpları, normalanormal<br />
ayrımı yaparak toplumdaki insanları<br />
kategorize eder. Bu sınıflandırma çabası<br />
yerleştikten sonra benimsenen kalıplar<br />
sayesinde toplum daha rahat bir şekilde<br />
yönlendirilebilir.<br />
KAPATILMA<br />
Foucault, normal-anormal<br />
sınıflandırmasının zihinlerde aldığı yerden<br />
sonra uygulama alanının iktidardan topluma<br />
geçtiğini belirtir. Öyle ki sıfatlar bir süre<br />
sonra toplum tarafından verilir. Ayrıca<br />
anormal olarak belirlenen/damgalanan<br />
kapatılmalar, tecrit edilmeler iktidara ayrı bir<br />
yarar sağlar. 1656 yılında Paris‟te Hopital<br />
General(Genel Hastane) adlı bir kurum<br />
kurulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir süre<br />
içinde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir<br />
bölümü bu kurumda gözetim altına<br />
alınmıştır. Ancak Foucault‟ya göre Genel<br />
Hastane‟nin işleyişi ya da amacı bakımından<br />
hiçbir tıbbi düşünce ya da amaçla ilişkisi<br />
yoktur. Tersine bu kurum o dönemde<br />
Fransa‟da örgütlenmekte olan monarşi ve<br />
burjuva döneminin önemli bir parçası, hatta<br />
makamıdır. Üstelik aynı yıllarda bütün<br />
Avrupa‟da benzer gelişmeler meydana<br />
gelmiş, çeşitli ülkelerde nüfusun önemli bir<br />
kısmı sıkı resmi denetim altındaki<br />
kurumlarda kapatılmıştır. Kapatılanlar<br />
deliler, hastalar, eşçinseler, fakirler gibi farklı<br />
özellikler taşıyan kişilerin oluşturduğu<br />
karışık bir gruptur (Keskin, 2005b; 11-12).<br />
Bu insanların kapatılmasının nedenleri<br />
çoktur. Ancak hepsinin bir ortak özelliği<br />
vardır. Bu özellik kapitalist ekonominin<br />
belirlemiş olduğu kurallara uymamaları ya da<br />
uyamamalarıdır. Hal böyleyken bu durumdan<br />
delilerin kapatılması gerektiği sonucuna nasıl<br />
varılabilir? (Foucault, 2003; 45). O dönemde<br />
hiç ayrım yapmadan yaşlılar, sakatlar,
çalışamayanlar ya da çalışmak istemeyen<br />
kimseler, eşcinseller, akıl hastaları, müsrif<br />
babalar, hayırsız evlatlar kapatılıyordu; hepsi<br />
birden aynı yere kapatılıyordu (Foucault,<br />
2005b; 106). Ancak kapatılmayla birlikte<br />
bütün sorunlar bitmemiştir. Çünkü bu<br />
kapatılma ciddi bir külfet getirmiş, bu da<br />
iktidar tarafından pragmatik anlamda<br />
yorumlanarak kendi çıkarına uygun şekilde<br />
kullanılmıştır.<br />
Deli olarak adlandırılan kişilerin<br />
şahsında aynı kategorizasyona uğramış<br />
kişiler gelişi güzel kapatılmışlardır.<br />
Foucault‟ya göre bu büyük kapatılma<br />
sürecinin arkasında doğrudan doğruya<br />
ekonomik ve siyasi bir neden vardır: Büyük<br />
bir ihtimalle İspanyol ekonomisinde<br />
meydana gelen bir kriz sonucunda bütün Batı<br />
dünyasını etkisi altına alan ve ücretlerin<br />
düşmesine, işsizliğe, para kıtlığına neden<br />
olan ekonomik bir kriz. Foucault böylece<br />
kapatılmanın ikili bir işlev yerine getirdiğini<br />
söyler: “Böyle bir ekonomik kriz anında aç<br />
kalan işsiz ve aylak kesimin baş kaldırması<br />
tehlikesine karşı önlem almak ve kapatılmış<br />
olanların kriz geçtikten sonra ucuz ve<br />
kolayca denetlenebilir bir iş gücü olmasını<br />
sağlamak” (Keskin, 2005b; 12).<br />
Foucault’ya göre bu döneme<br />
kadar pratik anlamda hapishane diye<br />
bir kurum olmamıştır. Suçluların<br />
kapatıldığı hücreler kendi başına bir<br />
cezalandırma aracı değil, bir tür<br />
mahkeme bekleme odası olarak işlev<br />
görmüş; insanlar hücrelere başka bir<br />
şekilde cezalandırılmayı ya da<br />
özgürlüklerine kavuşmayı beklemek<br />
üzerine kapatılmıştır… Kapatılmaya<br />
Avrupa toplumları büyük isyanlarla<br />
tanıştığında başvurulmuştur. İsyanları<br />
bastırmak için bir ordu göndermek,<br />
insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi<br />
eski yöntemler, aynı zamanda büyük<br />
toprak sahiplerinin vergi toplamasını<br />
da engelleyen genel bir ekonomik<br />
felakete yol açacak önlemler haline<br />
geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir<br />
önlem ve cezalandırma tekniği olarak<br />
hapishaneye başvurulmuştur; çünkü<br />
hapishaneler nüfusun tehlikeli bir<br />
7<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
bölümünü feci ekonomik sonuçlara yol<br />
açmadan elemeye imkan tanımıştır<br />
(Keskin, 2005b; 13, Foucault, 2005b;<br />
105).<br />
İşlevselliğini bu yönde gösteren<br />
kapatılma bir süre sonra daha farklı işlevleri<br />
de yerine getirerek uysal bir toplumun<br />
oluşturulmasını sağlayacaktır. Kapatılmanın<br />
getirdiği maddi külfete rağmen iktidar<br />
kapatma pratiğinden vazgeçmemiştir. Çünkü<br />
kapatılanlar birer denek olarak<br />
kullanılmışlardır. Mahkumların bedenlerinde<br />
kullanılan iktidar sayesinde evcilleştirilmiş<br />
insanlar ortaya çıkmış bu da güçlü bir<br />
toplumsal denetimin toplum genelinde<br />
uygulanmasını sağlamıştır.<br />
Baskı sistemi olarak hapishaneler şu<br />
şey ileri sürülerek kuruldu: Hapishane,<br />
suçluların yeniden eğitim yeri olacaktı. Oysa<br />
kısa sürede hapishane sisteminin ilk<br />
zamanlarından itibaren bu sonuca<br />
götürmediği; ama doğruyu söylemek<br />
gerekirse, tamamen zıt sonuç verdiği fark<br />
edildi: Bireyin hapishanede kalma süresi<br />
arttıkça yeniden eğitilmiş olma hali azalıyor,<br />
suça eğilimi artıyordu. Sadece sıfır üretkenlik<br />
değil negatif üretkenlik. Sonuç olarak<br />
hapishane sisteminin normalde yok olması<br />
gerekiyordu ama yok olmadı ve devam etti.<br />
Bu karşı-üretkenliğe rağmen hapishaneler<br />
niçin ayakta kalmaktadır? Özellikle fiilen<br />
suça eğilimi olan kişiler ürettiğinden ve suça<br />
eğilimli olmanın bizim tanıdığımız<br />
toplumlarda belli bir ekonomik-siyasi<br />
yararlılığı olduğunda. Suça eğilimli olmanın<br />
ekonomik-siyasi yararlığını kolaylıkla ortaya<br />
koyabiliriz: Öncelikle ne kadar çok suça<br />
eğilimli insan olursa o kadar çok suç<br />
olacaktır; ne kadar çok suç olursa halk<br />
arasında korku o kadar çok artacak, polisiye<br />
kontrol sistemi o kadar kabul görür ve hatta<br />
arzulanır olacaktır… Foucault, suça eğilimin<br />
19. ve 20. yüzyılda grevleri kırmak, işçi<br />
sendikalarına sızmak, en saygınları ve en az<br />
saygınları olmak üzere siyasi parti liderlerine<br />
iş gücü ve koruma olarak hizmet etmek gibi<br />
bir dizi siyasi operasyona da hizmet ettiğini<br />
söyleyerek hapsetme ve mafyatik ilişkiler<br />
bağı arasındaki duruma göndermede<br />
bulunmuştur. Birisi hapishaneye girdiği
andan itibaren onu lekeli biri haline getiren<br />
bir mekanizma işlemeye başlıyordu; hapisten<br />
çıktığında yeniden suç işlemeye eğilimli biri<br />
olmaktan başka çaresi kalmıyordu. Onu bir<br />
muhabbet tellalı, polis ya da muhbir haline<br />
getiren sistemin içine zorunlu olarak<br />
düşüyordu. Hapishane<br />
profesyonelleştiriyordu (Foucault, 2007; 26).<br />
Suça eğilimliler, ekonomik ve siyasi topluma<br />
hizmet eder. Bu durum hastalar için de<br />
böyledir. İlaçla ilgili ürünlerin tüketimini,<br />
bundan geçinen tüm ekonomik, siyasi ve<br />
ahlaki sistemi düşünmek yeter. Bunlar çelişki<br />
değildir; geride kalan bir şey yoktur;<br />
makinede tek bir kırıntı bile kalmaz. Bu,<br />
sistemin mantığının parçasıdır (Foucault,<br />
2005, 177). İşte bu olgudan hareket eden<br />
Foucault bu kadar verimsizlik ve<br />
başarısızlığa rağmen söz konusu kurumlarda<br />
niçin ısrar edildiğini sorgular. Foucault‟ya<br />
göre kapatma pratiği üzerindeki bu ısrarın<br />
nedeni, kapatma pratiğinin güçlü bir<br />
toplumsal denetim sağlamak ve kapitalizmin<br />
ihtiyaç duyduğu işgücünü üretmek için<br />
görünürden çok daha ince ve etkili bir işlev<br />
yerine getirmesidir. Foucault‟ nun siyasi<br />
modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve 18.<br />
yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın başına tekabül<br />
eden dönem aynı zamanda kapitalizmin<br />
ihtiyaç duyduğu emek gücünün kaynağı olan<br />
insan bedeni ve bu bedenin sahip olduğu<br />
üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik<br />
ve siyasi müdahalelerin nesnesi haline<br />
geldiği dönemdir. Ancak bu emek gücünün<br />
fiilen üretken hale getirilebilmesi için<br />
kullanılan eski tekniklerin aşırı pahalı ve<br />
etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir<br />
teknik gerekmiştir. Bu yeni teknik<br />
Foucault‟ya göre kapitalist üretim biçiminin<br />
gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar<br />
tarafında benimsenip içselleştirilmesine ve<br />
gönüllü olarak uygulanmasına dayanır.<br />
PANOPTİKON VE OTO SANSÜR<br />
Disiplinci iktidarın kendini uygulama<br />
şekli Foucault‟ nun (Foucault, 2000; 316)<br />
Bentham‟ dan aldığı panoptikon sistemiyle<br />
olmuştur. „Disiplin‟ ne bir kurumla, ne de bir<br />
aygıtla özdeşleşebilir: o bir iktidar tipi,<br />
iktidarı icra etmenin bir tarzı olup, koskoca<br />
8<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
bir aletler, teknikler, usuller, uygulama<br />
düzeyleri ve hedefler bütününü içermektedir;<br />
o bir iktidar fiziği ya da anatomisidir, o bir<br />
teknolojidir. Ve „uzmanlaşmış‟ kurumlar<br />
tarafından veya ondan belli bir amaca<br />
ulaşmak üzere esas araç olarak yararlanan<br />
kurumlar veya iç iktidar mekanizmalarını<br />
güçlendirmenin aracı olarak kullanılan bu<br />
teknik ve usuller modern zamanlarla birlikte<br />
daha işlevsel bir hal almıştır.<br />
Panoptikon sistemi mimari bir<br />
sistem iken hapishanelerde<br />
kullanıldıktan sonra disipline etme,<br />
gözetleme amaçlarıyla topluma da<br />
uygulanmıştır. Panoptikon halka<br />
biçimli bir binadır, ortasında bir avlu<br />
ve avlunun ortasında bir kule vardır.<br />
Halka hem içeriye hem dışarıya bakan<br />
hücrelere bölünmüştür. Bu küçük<br />
hücrelerin her birinde, kurumun<br />
hedefine uygun olarak yazı yazmayı<br />
öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi,<br />
ıslah edilen bir mahkum, deliliği<br />
yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede<br />
bir gözetmen vardır. Her hücre hem<br />
içeriye hem de dışarıya baktığından<br />
gözetmenin bakışı tüm hücreyi kat<br />
edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur<br />
ve sonuç olarak bireyin yaptığı her şey<br />
bir gözetmenin bakışına açıktır; bu<br />
gözetmen kendisinin her şeyi<br />
görebileceği, buna karşılık kimsenin<br />
kendisini göremeyeceği şekilde<br />
panjurlar, yarı açık bölme pencereleri<br />
arasından gözlemde bulunur. Bentham’<br />
a göre, bu küçük ve harikulade mimari<br />
kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir.<br />
Panoptikon, aslında, bir toplum ve bir<br />
iktidar türünün ütopyasıdır<br />
(Foucault,2005b; 224).<br />
Panoptikonun büyük etkisi tutukluda,<br />
iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli<br />
ve sürekli bir görülebilirlik halini<br />
yaratmaktır. Bu sürekli görülebilirlik halinin<br />
verdiği mesajlar şöyle sıralanabilir: Gözetim<br />
altında tutmanın, eylemi itibariyle kesintili<br />
olsa bile sonuçları itibariyle sürekli olmasını<br />
sağlamak; bu mimari aygıtın, iktidarı icra<br />
edeninkinden bağımsız bir iktidar ilişkisini<br />
yaratan ve destekleyen bir makine olmasını
sağlamak; kısacası tutukluların bizzat<br />
kendilerinin de taşıyıcısı oldukları bir iktidar<br />
durumunun içine alınmalarını sağlamak<br />
(Foucault,2000; 297). Panoptikon‟da<br />
gözleyenler, gözlenenler tarafından<br />
görülmediklerini bildikleri gibi gözlenenler<br />
de gözlendiklerinin farkındadır. Bu<br />
farkındalık yapılacak davranışların<br />
kısıtlanmasına yani gözlenenin düşündüğünü<br />
yapamamasına yol açar. Düşünceye sınır<br />
konulması bir süre sonra kişinin kendine ait<br />
bir şeyi düşünmesini de engeller ve baskı<br />
kuranın dayatmış olduğu davranış kalıpları<br />
uygulanmaya başlar yani iktidarın disipline<br />
edici uygulanımı içselleştirilir. Foucault‟ nun<br />
da belirttiği üzere „panoptikon, aslında, bir<br />
toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır‟.<br />
Onun içindir ki panoptikon yalnızca<br />
hapishanede ya da akıl hastanesinde<br />
kullanılmakla kalmayacak toplum üzerinde<br />
de uygulanacaktır. Bireyler gözetlenerek<br />
iktidarın belirlemiş olduğu davranışlar ve<br />
düşüncelerin dışına çıkamayarak „aykırı‟<br />
hareketlerde bulunamayacaklardır.<br />
Hapishane ve akıl hastanesindekiler, disipline<br />
edici iktidarın ilk uygulamam alanıdır.<br />
Uygulama adım adım mikrodan makroya<br />
doğru uygulanmıştır.<br />
Toplumun büyük bir cam fanus içinde<br />
yaşıyormuşçasına, en ufak hareketinin dahi<br />
gözlendiği, denetlenip kontrol edilebildiği bir<br />
dönemden geçmekteyiz. İktidarların ağzının<br />
suyunu akıtacak derecede büyük bir denetim<br />
imkanı sunan mevcut durum, süreç içerisinde<br />
gelişerek, dönüşerek bu düzeye geldi.<br />
Orwell‟ ın 1984 adlı romanında resmettiği<br />
durumun flulaşmış şeklinin yaşanması,<br />
iktidarların kontrol altında tuttuğu alanlarda<br />
itirazların da cılız çıkmasına neden oluyor.<br />
Ancak Foucault‟ nun „bir yerde iktidar varsa<br />
direniş de olacaktır‟ mottosunun, gelişen<br />
teknolojinin de yardımıyla geçerliliğini<br />
sürdürmesi otoriter iktidarların en büyük<br />
„sorunu‟ olarak ortada durmaktadır.<br />
9<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
KAYNAKÇA<br />
FOUCAULT, Michel (2000) Hapishanenin<br />
Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, İmge Kitabevi,<br />
İstanbul.<br />
FOUCAULT, Michel (2003) Toplumu Savunmak<br />
Gerekir, çev: Şehsuvar Aktaş, 2. Baskı, YKY, İstanbul.<br />
FOUCAULT, Michel (2005) Entelektüelin Siyasi<br />
İşlevi, çev: Işık Ergüden- Osman Akınhay- Ferda Keskin, 2.<br />
Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />
FOUCAULT, Michel (2005a) Özne ve İktidar,<br />
çev: Işık Ergüden- Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
FOUCAULT, Michel (2005b) Büyük Kapatılma,<br />
çev: Işık Ergüden- Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
FOUCAULT, Michel (2007) İktidarın Gözü, çev:<br />
Işık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />
KESKİN, Ferda (2005) Ozne ve İktidar, (Michel<br />
Foucault, Özne ve İktidar İçin Sunuş), 2. Baskı, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
KESKİN, Ferda (2005b) Büyük Kapatılma,<br />
(Michel Foucault, Büyük Kapatılma İçin Sunuş), 2. Baskı,<br />
Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />
KESKİN, Ferda (2007) İktidarın Gözü, (Michel<br />
Foucault, İktidarın Gözü İçin Sunuş), 2. Baskı, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
MERQUIOR, J.G (1986) Foucault, çev: Nurettin<br />
El Hüseyni, Afa Yayınları, İstanbul.
DURKHEIM’IN “AHLAK EĞĠTĠMĠ”<br />
ADLI ESERĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME<br />
<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />
GĠRĠġ<br />
Klasik sosyoloji geleneğinin en önemli<br />
figürlerinden olup görüşleriyle halen birçok<br />
sosyoloji teorisini etkileyen Durkheim,<br />
sosyolojik araştırmaların alanını ve yöntemini<br />
ilk kez ortaya koyan sosyolog olarak kabul<br />
edilmektedir. Toplum tanımlaması, sosyal<br />
olguların yapısına ilişkin çözümlemeleri ve<br />
normal ile anormal durumlara ilişkin<br />
görüşleriyle tartışılan bir düşünürdür. İnsana<br />
ait hemen her durumun sosyal bir olgu olarak<br />
görülmesi gerektiğini dile getiren Durkheim<br />
bireysel ve psikolojik bir gerçeklik olarak<br />
kabul edilen “İntihar” üzerine yaptığı<br />
incelemede, intiharın esasında tamamen<br />
sosyolojik bir olgu olduğunu göstermiştir. 1<br />
Toplumun, kendisini oluşturan bireylerin<br />
toplamından farklı bir yapı olduğunu ve<br />
kendine özgü (sui generis) bir gerçekliği<br />
bulunduğunu iddia eden Durkheim, eserlerine<br />
genel bir perspektiften bakıldığında bir<br />
toplum düşünürü olmasının yanı sıra<br />
toplumun savunucusu bir düşünür olduğu da<br />
anlaşılacaktır. 2 Bilimin tarafsızlığı kendisi<br />
için çok önemli olsa da inceleme nesnesine<br />
yönelik hassasiyeti Durkheim’de gözle<br />
görünür bir gerçektir. Ortaya koyduğu<br />
eserlerde yapısal bütünlüğünü kaybetmiş<br />
toplumların karşılaşacağı kuralsızlık (anomi)<br />
1 Bu görüşü destekler yargılar Durkheim’in eserlerinde<br />
bulunabileceği gibi Coser de aynı düşünceyi paylaşır.<br />
(2008: 127)<br />
2 Örneğin Tiryakian Durkheim’in, sosyolojiyi sosyal<br />
koşulları düzeltmenin bir aracı şeklinde gördüğünü<br />
belirtir. (1997: 196)<br />
10<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
durumlarını ve bunun sonuçlarını<br />
göstermiştir. Fransa’nın yaşadığı ekonomik ve<br />
siyasal dönüşümün topluma nasıl<br />
uyarlanacağına cevap bulmaya çalışan<br />
Durkheim sosyolojiyi bu sorunlara cevap<br />
üretecek bir mekanizma olarak kullanmıştır.<br />
“İntihar”da toplumsal kuralsızlığın yaratacağı<br />
olumsuz durumları gözler önüne sermiş,<br />
“Toplumsal İşbölümü”nde ekonomik alanın<br />
korporasyonlar vasıtasıyla bir düzene<br />
kavuşturulabileceğini ileri sürmüş, “Ahlak<br />
Eğitimi” adlı eserinde de eğitim sisteminin<br />
toplumun yeni yapısal özelliklerine göre nasıl<br />
biçimlendirilebileceğini göstermeye<br />
çalışmıştır. Biz de bu çalışmada Durkheim’in<br />
“Ahlak Eğitimi” adlı eserini inceleyeceğiz.<br />
“Ahlak Eğitimi” adlı eseri<br />
betimlemeye çalışırken ilk olarak söz konusu<br />
eserin üzerine inşa edildiği temel kavramları<br />
ele alacağız. Bu kavramlar “toplum”, “ahlak”,<br />
“ahlak yasası” gibi genel nosyonlardır ve<br />
Durkheim’in tüm çalışmalarında bu<br />
kavramlar sıklıkla işlenir. Belirtilen<br />
kavramların tanımlanmasından sonra<br />
Durkheimcı eğitim anlayışının yapı taşları<br />
olan “disiplin, “gruba bağlılık” ve “irade<br />
özerkliği” ilkeleri açıklanmaya çalışılacaktır.<br />
Bu açıklamalar yapıldıktan sonra okulun ve<br />
öğretmen figürünün ana vazifeleri de ayrı bir<br />
bölümde incelenecektir.
1.“AHLAK EĞĠTĠMĠ”NDE<br />
TEMEL NOSYONLAR<br />
Durkheim, kendisini bu eseri yazmaya<br />
iten temel sebebi henüz eserin ilk sayfalarında<br />
dile getirir. Ona göre (2004: 20, 21) yaşanılan<br />
dönüşüm sebebiyle okullarda dini eğitim<br />
yerine laik bir eğitim anlayışı tercih<br />
edilmiştir. Yeni eğitim anlayışının geliştirmek<br />
istediği fikirsel ve ahlaki yapı laik ve rasyonel<br />
özellikler içermekte ve bireyleri ulusal<br />
kişiliğin kusursuz örneklerine dönüştürmeyi<br />
amaçlamaktadır. Belirtilen amaçlar<br />
Durkheim’e göre kabul edilmesi gereken yeni<br />
temel değerlerdir ve ahlak eğitiminin rasyonel<br />
bir temele dayanabileceği fikri postula olarak<br />
görülmelidir. Tüm bu yeni değerler kümesi<br />
kişisel tercihler değil ekonomik ve siyasal<br />
dönüşümün toplumsal alana yansımalarıdır.<br />
İşbölümünün artışına bağlı olarak insanın<br />
insana karşı sorumluluklarında da artış olmuş<br />
bu sebeple geçmişin aksine insan dünyasını<br />
dini kurallarla ve dine dayalı ahlaki<br />
yaptırımlarla düzenlemek imkansız hale<br />
gelmiştir; nitekim toplumlar geliştikçe ahlaki<br />
ile ilahi arasındaki bağ kopmuş, ilahi olan<br />
sadece günahla anılmaya, ahlaki olan da<br />
toplumsal veya kamusal ile karşılanmaya<br />
başlamıştır. (Durkheim, 2004: 23-24). İşte<br />
yeni pedagojik anlayış, belirtilen gelişmeler<br />
göz önünde bulundurularak oluşturulmuştur<br />
veya oluşturulmalıdır. Durkheim’e göre<br />
okullar genel eğitim sürecini düzenleyen birer<br />
çarktır ve yeni ahlaki değerlerin topluma<br />
benimsetilmesi için en önemli araçtır (2004:<br />
21). Yeni ahlaki değerler bireylere<br />
benimsetilirken dine özgü olanın yerine yeni<br />
değerler koymak gerekir, değersel alanın boş<br />
bırakılması bireylerin başıboş bırakılması<br />
anlamına gelir ki bu yukarıda da bahsedildiği<br />
gibi anomi (kuralsızlık) ortamının doğmasına<br />
yol açar. Ahlak rasyonel bir içerik kazanırken<br />
aşkınlığını yitirmemelidir, sadece değersel bir<br />
takım değişikliklere gidilmelidir.<br />
Durkheim’in eğitim anlayışını oluşturan ve<br />
ilerde detaylandıracağımız “disiplin”, “gruba<br />
bağlılık” ve “irade özerkliği” ilkeleri bu yeni<br />
değerlerin başında gelir. Biz bu durumu<br />
“Toplumsal İşbölümü”nde de görürüz.<br />
Taşraya özgü tarımsal faaliyetlere dayalı<br />
üretimden kente özgü sanayi üretimine geçişte<br />
11<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Durkheim toplumu bir arada tutacak yeni<br />
değersel kuvvetlere ya da örgütlere ihtiyaç<br />
olduğunu dile getirir (2006: 38). İşbölümü,<br />
korporasyonlar ve yeni çalışma ahlakı bu<br />
organların başında gelir. Ekonomik alanda<br />
olsun, eğitim alanında olsun toplumların<br />
yaşayabilmesi için davranışları ve tutumları<br />
düzenleyen toplumca kolektif biçimde<br />
benimsenmiş ve belli bir kutsallığa sahip bir<br />
yargılar bütünü olmak zorundadır (Durkheim,<br />
2006: 77). Okul, eğitim alanında modern<br />
toplumun rasyonalize edilmiş ahlaki<br />
değerlerinin bireylere kazandırıldığı yerdir.<br />
Nitekim “Ahlak Eğitimi” adlı eser ahlaki<br />
güçlerin nasıl rasyonalize edileceği sorusuna<br />
cevap aramaktadır.<br />
Durkheim’e göre (2004: 37-38)<br />
modern yaşamı düzenleyecek laik ve rasyonel<br />
değerlerin keşfi insanda ahlaki bir öz<br />
bulunduğunu iddia ederek yapılamaz; Ona<br />
göre ahlak bir olgudur ve ona diğer olgular<br />
gibi yaklaşılmalıdır; ahlak, davranışları<br />
düzenleyen kurallar sistemiyse söz konusu<br />
kurallar gerçek yaşamın içinde aranmalıdır.<br />
Burada baz alınacak kategori toplumsal<br />
düzendir. Ahlak da toplum gibi bireyin<br />
dışında ve üzerinde bir olgudur; ahlaki otorite,<br />
toplumun otoritesi gibi bize hakim olmasına<br />
kendi irademizle razı olduğumuz bir güçtür.<br />
İşte yeni ahlaki değerler bu rıza mekanizması<br />
göz önünde bulundurularak toplum içerisinde<br />
üretilir (Durkheim, 2004: 41-42-43;<br />
Durkheim, 1994: 49).<br />
Genel hatlarıyla “Ahlak Eğitimi”nin<br />
temel nosyonlarını bir araya getirmek<br />
gerekirse Durkheim için ahlakın toplum ile<br />
neredeyse aynı anlamı taşıdığını görürüz;<br />
ahlak yasası ise ahlak denilen gerçekliğin<br />
şematik bir karşılığıdır. Bu kavramları otorite,<br />
ahlaki düzen ve düzenlenmiş eylem<br />
kavramlarından bağımsız düşünemeyiz.<br />
Modern yaşamı düzenleyecek yeni değerlerin<br />
keşfi, ahlaki davranışların her zaman için<br />
düzenliliği ve istikrarı çağrıştırmasıyla<br />
beraber anlaşılmalıdır, yeni değerlerin<br />
oluşturacağı düzen ise eğitim ortamındaki<br />
otorite ile sağlanacaktır, bu otorite ise her<br />
zaman için bireylerin kendisine egemen<br />
olmasına izin verdiği türden bir otorite<br />
olacaktır. Yani insanlar ahlaki kuralların
otoritesine bu kurallara saygı duydukları için<br />
uyacaklardır yoksa bir zorlamayla<br />
karşılaştıkları için değil (2004: 45).<br />
2.“AHLAK EĞĠTĠMĠ”NĠN DAYANDIĞI<br />
TEMEL ĠLKELER<br />
Giriş bölümünün sonunda da<br />
belirtildiği gibi rasyonel ahlak eğitiminin<br />
temelini teşkil edecek üç temel ilke<br />
“Disiplin”, “Gruba Bağlılık” ve “İrade<br />
Özerkliği”dir. Şimdi bu üç öğeyi<br />
detaylandıralım.<br />
2.1.DĠSĠPLĠN<br />
Durkheim’e göre ahlakın zamana ve<br />
mekana göre değişmeyen iki temel özelliği<br />
vardır. Bunlardan birincisi ahlakın<br />
düzenleyicilik rolü, ikincisi de bireyleri<br />
bireylerin rızasıyla otoritesi altına almasıdır.<br />
Ahlaki disiplinin amacı da davranışları<br />
düzenlemektir (2004: 46-47). Düzenleyici bir<br />
ahlakı zorunlu kılan sebep bu düzenleyici güç<br />
olmadığında bireylerin arzu ve isteklerinin<br />
sınırsızlığının yarattığı kaotik ve kuralsız<br />
ortamdır. Ahlak kurallarının içerisine gizlenip<br />
gerekli ahlaki disiplini ortaya çıkartan otorite,<br />
ipin ucunu kaçırabilecek arzularımız ve<br />
gereksinimlerimizi aşırı uçlara gitmekten<br />
alıkoymakta ve ahlakı, düzenleyici gerçek bir<br />
güce dönüştürmektedir. Sınırlarından<br />
arındırılmış olma duygusu Durkheim’e göre<br />
(2004: 54) ahlaki disiplinin iradeler<br />
üzerindeki gücünü yitirmesine sebep olur;<br />
esasında bu sınırlarından arındırılma duygusu<br />
tam da bireye zarar verir çünkü insan yapısal<br />
olarak uyumlu ve düzenli bir toplumda<br />
yaşamayı arzular. Bireyler disiplini iki temel<br />
durum için ister: düzenli bir yaşam, kendine<br />
hakimiyet (Durkheim, 2004: 121-124).<br />
Eğitimin kişisel disiplin anlamında en kritik<br />
görevi de bireyin kendi arzu ve istekleri<br />
üzerindeki hakimiyetini sağlamasına yardımcı<br />
olmaktır. Bu durumu eğitim sürecine<br />
indirgeyecek olursak disiplin, sınırlandırma<br />
ve uyumlulaştırma mekanizmasıyla<br />
bütünleşerek çocuğun toplumun ölçülerine<br />
göre hareket etmesini sağlayacaktır. Nitekim<br />
Coser’e göre de (2008: 132) amaç bireysel<br />
enerjilerin toplumsal hedefler doğrultusunda<br />
gemlenmesidir. Durkheim için (2004: 61)<br />
12<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
eylem her zaman için toplumsal standartları<br />
baz almalıdır; çünkü bireysel amaçlara hizmet<br />
eden eylemlerin ahlaki değeri yoktur –daha<br />
önce de belirttiğimiz gibi ahlak tamamen<br />
toplumsal bir gerçekliktir. Durkheim’i<br />
disiplini böylesine ön plana taşımaya iten<br />
sebep toplumsal olanın gücüne yönelik<br />
gözlemleridir. Ona göre (2004: 72-73)<br />
toplumsallığın ve ahlaki kuralların otoriter<br />
yapısının bulunmadığı toplumlarda<br />
uyumsuzluk ve intihar olayları fazlalaşır. 3 Bu<br />
tespitin kendisi ahlak eğitiminde uyumluluk<br />
ve düzen üreten disiplinin önemini gösterir.<br />
“…bu sınırlar olmadığı ya da ahlak kuralları<br />
eylemlerimizi düzenleme gücünü yitirdikleri<br />
zaman toplumun intihar istatistiklerindeki<br />
grafik eğrilerinde ortaya çıkan büyük bir<br />
keder ve hayal kırıklığı yaşadığı<br />
görülmektedir. Toplum bireysel iradeler<br />
üzerinde sahip olması gereken normal çekim<br />
gücünü yitirdiği, bireyin kolektif amaçlardan<br />
koparak kişisel çıkarlara doğru yöneldiği<br />
durumlarda da aynı olayla karşılaşıldığı ve<br />
intihar sayısında bir artış olduğu<br />
görülmektedir.” (2004: 73)<br />
2.2.GRUBA BAĞLILIK<br />
Bireylerin üstünde ve dışında var olup,<br />
ampirik olarak gözlenebilen ve iradi açıdan<br />
bağımlı olduğumuz tek psikolojik ve ahlaki<br />
varlık toplum ise ahlaki eylemlerimizin ana<br />
amacı da yine toplum olmak zorundadır<br />
(Durkheim, 2004: 71). Durkheim’in insanın<br />
eylemlerini ahlaki anlamda gruba<br />
dayandırmasının gerekçesi bireyin topluma<br />
bağımlılığıdır. Yani birey kendi varlık sebebi<br />
olan topluma eylemleri ile katkıda bulunur.<br />
Eğitim sistemi içerisinde belli bir disiplin<br />
içinde yetişen çocuklar, kendilerini içinde<br />
bulundukları topluma bağlayan kuralları<br />
öğrenirler. Ahlaki eğitimin amacı bireyi<br />
topluluğa bağlamaktır (2004: 81). Topluluğa<br />
bağlanma biçimlerinin günümüzdeki<br />
versiyonları ise aileye, vatana ve tüm<br />
insanlığa ait olma duygusunun öğrenilmesidir.<br />
3 Durkheim’in burada bahsettiği intihar davranışı kendi<br />
intihar sınıflandırmasında “kuralsızlık intiharı” olarak<br />
adlandırdığı kategoriye yakın durmaktadır. (1986: 223-<br />
263)
Durkheim’e göre (2004: 82) okul vatan<br />
kavramını çocuğa yöntemli bir biçimde<br />
öğretip sevdirecek yegane ahlaki çevredir.<br />
Eğitim süreci içerisinde çocuklara<br />
kazandırılacak gruba bağlılık duygusu<br />
ilerleyen süreçte çocukta görev bilincinin<br />
gelişmesine kaynaklık edecektir. Gruba<br />
bağlılık duygusu Durkheim için iyi ve<br />
arzulanan, bizi kendine çeken bir amaç,<br />
gerçekleştirilmesi gereken bir ideal olarak<br />
toplumu çıkartır (2004: 92). Görev, bireye<br />
eylemlerinde toplumsal faydayı esas almasını<br />
öğütleyen bir nosyondur ve toplumsal olanın<br />
ön planda tutulması eyleyiciyi içinde yaşadığı<br />
topluluğa bağlamakta işlevseldir.<br />
Durkheim için disiplin ve gruba<br />
bağlılığın kusursuz biçimde bir araya gelmesi<br />
ideal toplumu ortaya çıkartır. Disiplinin<br />
(düzen ve kendine hakimiyetin) ve gruba<br />
bağlılığın (görev bilinci ve toplumsalın<br />
önceliğinin) özgür bir iradeyle kabulu ise<br />
rasyonel ahlakın zeminini oluşturan temel<br />
ilkelerinden birisidir.<br />
2.3.ĠRADE ÖZERKLĠĞĠ<br />
Durkheim eseri boyunca düzen,<br />
toplumsallık, otorite, disiplin, yapı, görev gibi<br />
kavramlara pek çok kez yer verir. Bu<br />
kavramlar sosyoloji literatürü içerisinde bireyi<br />
ikinci plana atan imalarla anılır; ancak irade<br />
özerkliğine yönelik vurgusu Durkheim’in<br />
eserinin içerisinde özellikle gözlemlenebilir.<br />
Durkheim’e göre (2004: 107),<br />
“davranışımızı belirleyen yasalar bize<br />
dışarıdan dayatılıyor, onları özgür bir şekilde<br />
benimsemiyorsak özgür sayılamayız. Ahlaki<br />
bilincin eylemin ahlaki boyutunu öznenin<br />
özerkliğine bağlama eğilimini yadsımak<br />
yerine ciddiye almak daha doğru bir yaklaşım<br />
olacaktır.”<br />
Durkheim için disiplin, düzen,<br />
toplumsala yönelik inanç ve otorite gibi<br />
nosyonların gerekliliğinin bilimsel keşfi ya da<br />
entelektüel farkındalığı iradi özerkliği<br />
geliştirir. İradi özerklik ahlak kurallarının<br />
doğasına hakim oldukça, ahlak ve toplum<br />
hakkındaki bilgimiz arttıkça gelişir. Kendi<br />
koyduğumuz kurallara, kuralların doğasına<br />
hakim oldukça saygı duyarız ve canı<br />
gönülden uyarız; çünkü kuralların var olma<br />
13<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
sebebini biliyoruzdur. Dolayısıyla körü<br />
körüne, sebebini bilmeden uyulan kuraldan<br />
ahlaki eylem çıkmaz. Durkheim’e göre<br />
bireyler kurallara onların nedenlerini<br />
bildikleri için uyar;<br />
“eğer belli ölçüde bizler şeylerin sonucuysak,<br />
bilim aracılığıyla bu şeyleri ve üzerimizdeki<br />
etkilerini anlayabiliriz. O zaman kendi<br />
kendimizin efendisi haline gelebiliriz.<br />
İradenin özgürleşmesini sağlayan şey insanın<br />
aklıdır.” (2004: 113)<br />
Durkheim’e göre ahlaklı bir şekilde<br />
davranmak için disiplinli olmak ve bir gruba<br />
bağlanmış olmak yeterli değildir. Kurala<br />
uyarken ve kolektif bir ideal uğruna<br />
çabalarken bilinçli de olmak durumundayız.<br />
Bir eylemi niçin gerçekleştirdiğimizi çok iyi<br />
bilmek zorundayız. İradi bir özerklikle<br />
davranmamızı sağlayan şey bahsettiğimiz<br />
bilinçliliktir. Kamusal bilinç dediğimiz şey<br />
bizden eylemlerimizin farkında olmamızı ve<br />
bu sayede bilinçli hareket etmemizi ister.<br />
Toplumun bizim üzerimizde uyguladığı bir<br />
takım talimatların bulunması kaçınılmaz bir<br />
durumsa bizim bu talimatlara kendi rızamızla<br />
uymamız olması gereken bir durumdur.<br />
Kurallara uyma bilinçli bir seçimse<br />
gerçekleştirilen eylem de ahlaki bir eylemdir.<br />
3.OKUL, ÖĞRETMEN VE ÇOCUK<br />
İşbölümünün gelişmediği mekanik<br />
dayanışmanın baskın olduğu toplumlarda<br />
düzenli ve bilinçli davranışların<br />
gözlemlenmesi nadirdir. Oysa günümüz<br />
sanayi medeniyetinde, yani Durkheim’in<br />
belirttiği üzere organik dayanışmanın yaygın<br />
olduğu toplumlarda, bireysel anlamda<br />
keyfiliğe fazla yer yoktur. Görevler ve<br />
davranışlar pek çok ayrıntıya kadar<br />
belirlenmiştir. Modern rasyonel eğitimin<br />
misyonu, çocukta çoğu zaman dengesiz ve<br />
anlık olan merak, arzu ve istek duygusunu<br />
belli bir düzen içerisine sokup istikrarlı hale<br />
getirmektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi<br />
disiplin, arzuların ve isteklerin gemlenip<br />
düzenlenmesine ve çocuğun aidiyet<br />
duygusunu tatmin edeceği bir gruba<br />
bağlanmasına gönderme yapar. Ahlak<br />
eğitiminde amaç çocuğun biçimsel anlamda<br />
davranışlarının düzenlenmesi olan “terbiye”
değil; çocuğu bilinçli ve iradi davranışlara<br />
yönlendirecek gerçek eğitimdir. Bu amacı<br />
gerçekleştirmek isteyen bir eğitimci çocuktaki<br />
iki temel özellikten yola çıkar.<br />
a.Çocuksu Gelenekselcilik<br />
b.Çocuğun Ġmaya-Emire KarĢı<br />
Duyarlılığı<br />
Durkheim’in çocuksu gelenekselcilik<br />
dediği durum çocuğun edindiği herhangi bir<br />
alışkanlığın bozulmasına yönelik gösterdiği<br />
dirençtir ve tepkidir. Durkheim’e göre çocuk,<br />
gelenekselcilik baz alınıp konuşulduğunda bir<br />
alışkanlık delisidir (2004: 125). Çok hareketli<br />
ve yerinde duramayan özellikler sergilese de<br />
çocuklar, Durkheim’e göre güçlü ve yoğun<br />
olarak nitelenebilecek yerleşik alışkanlıklara<br />
eğilimlidirler; dolayısıyla gelenekselci<br />
eğilimleri, çocuk üzerinde bir sonuç elde<br />
edebilmek için bir tür destek olarak<br />
kullanılabilir. Alışkanlığın çocuk üzerindeki<br />
etkisi, onun ruhsal yaşamdaki dengesizliğini<br />
düzeltmenin ve denetim altına almanın<br />
aracıdır. (2004: 128)<br />
Çocuğun imaya karşı duyarlılığı,<br />
onun, eğitiminde söz sahibi olan ailesinin ve<br />
öğretmeninin yönlendirmelerine karşı<br />
hassasiyetidir. Çocuk doğası itibariyle<br />
özellikle ilk gelişim dönemlerinde zihinsel<br />
açıdan pek yoğun olmadığından<br />
yönlendirmelere fazlasıyla açıktır. Yeni<br />
düşünceler pek önemli bir direnişle<br />
karşılaşmadan kolaylıkla çocuk tarafından<br />
benimsenir. Bu nedenle ilk çocukluk<br />
döneminde taklit davranışı yaygındır. Ayrıca<br />
ima eylemindeki emredicilik tonu, aile ile<br />
öğretmenin ahlaki ve entelektüel otoritesiyle<br />
birleşince önemli bir unsura dönüşür. (2004:<br />
130)<br />
Durkheim her iki özelliğin çocuk<br />
üzerindeki etkisini şöyle özetler:<br />
“Alışkanlığın çocuk üzerindeki etkisi<br />
sayesinde onu düzenli olmaya ikna edebilir,<br />
bundan hoşlanmasını sağlayabilir ve imaya<br />
açık bir varlık olması sebebiyle de, eğitim<br />
aracılığıyla çevresinde yer alan ve<br />
kendilerine boyun eğdiği ahlaki güçlerin<br />
bilincine varmasını belli bir düzeyde<br />
sağlayabiliriz.” (2004: 131)<br />
14<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Ancak unutulmamalıdır ki “çocuk büyüyüp,<br />
eğitim düzeyi yükseldikçe imaya karşı<br />
dirençli hale gelmektedir”. (2004: 130)<br />
Direnç mekanizması çok fazla<br />
gelişmeden ilk çocukluk ve okul döneminde<br />
çocuğa düzenli ve kendine hakim olabilen bir<br />
insan özelliği kazandırılabilir. Okul çocuğun<br />
davranışını önceden belirleyen bir kurallar<br />
sistemini içerdiği için gerekli disiplinin<br />
sağlanabileceği ilk yerdir. Dolayısıyla<br />
“çocuğa bir disiplin anlayışı aşılamanın yolu<br />
ona okulda disipline uymayı öğretmekle<br />
mümkün olabilir.” (2004: 135) Okul kendi<br />
oluşumunu ifade eden bir ahlak anlayışına<br />
sahip sınıflardan oluşur. Böylece bir sınıfta<br />
yer alan çocuk toplumun küçük bir kopyası<br />
olan sınıfta başkalarıyla bir arada, kurallar<br />
içerisinde, düzenli yaşamanın yollarını<br />
öğrenecektir. Sınıf da toplum gibi disiplin<br />
altına alınamazsa kalabalık bir insan<br />
grubundan farksız olur ve kendisinden<br />
beklenilen yararlı sonuçları veremez (2004:<br />
138-139) Tüm bu süreci yönlendirecek olan<br />
kişi öğretmendir ve çocuklar onun otoritesine<br />
tam da öğretmen olma vasfından dolayı saygı<br />
duyarlar; bu nedenle de imaya sonuna dek<br />
açıktırlar. Öğretmen kurala ne kadar saygı<br />
duyarsa ve kuralları ne kadar işler kılarsa<br />
çocuklar da aynı şekilde karşılık verirler; okul<br />
sisteminin işleyişi öğretmenin otoritesi ve<br />
disiplini ile sağlanabilir. (2004: 140-141)<br />
Kurallardan oluşan bir sınıf<br />
kurallardan oluşan bir toplumdan ne kadar<br />
farksızsa, sınıfta yaşanan hiçbir şey<br />
toplumdaki süreçlerden farklı değildir. Ceza<br />
mekanizması, kurallara saygı, ayıplama,<br />
kınama, sınıfa ait kutsallıklar gibi faktörler<br />
çocuğu toplumsal yaşama hazırlayan<br />
öğelerdir. Sınıf toplumun kendisidir.<br />
Okulun tıpkı toplum gibi belli kural<br />
ve yaptırımlardan oluşması düzen ve disipline<br />
göndermede bulunurken, paylaşımcı<br />
eğilimleri teşvik etmesi ve bencil çağrışımları<br />
ikinci plana atan uygulamalar içermesi<br />
çocukta gruba bağlılık duygusunun<br />
gelişmesini pekiştirir. Okul kültürü<br />
Durkheim’e göre egoistçe davranışlardan çok<br />
paylaşımcı davranışları geliştirmeye yönelik<br />
bir katkı sağlar (2004: 194). Çocuğun bilinci<br />
eğitim süreci içerisinde gelecekte içinde yer
alacağı toplumsal grupların genişliğini<br />
kapsayacak seviyeye çekilmelidir. Çocuk<br />
okulda, kolektif yaşamdan keyif alacak bir<br />
seviyeye getirilmelidir; çünkü okul da doğal<br />
bir grup, bir toplumdur (2004: 206). Ayrıca<br />
çocuğun gruba bağlılığını pekiştirmek için<br />
tarih bilincinin geliştirilmesine ve bu sayede<br />
vatan sevgisinin inşa edilmesine önem<br />
vermek gereklidir. (2004: 237)<br />
SONUÇ<br />
Durkheim’in eseri okulda disiplin ve<br />
gruba bağlılık faktörlerine değindikten sonra<br />
bir takım derslerin çocuk için önemine<br />
değinerek ilerlemektedir. Konumuz açısından<br />
fazla işlevsel olmayan bu detaylara<br />
girmemeyi tercih ettik.<br />
Eseri genel hatlarıyla<br />
düşündüğümüzde, Durkheim sosyolojisinin<br />
yapı taşlarının eğitim alanına aktarıldığını<br />
görürüz. Toplumsal düzen, otorite, anomi,<br />
toplumun kendine has (sui generis) bir<br />
gerçekliğinin olduğu vurgusu, ahlakın<br />
toplumsal bir olgu olduğu yargısı, kolektiflik,<br />
dayanışma (solidarite) gibi Durkheim<br />
sosyolojisine has kavramlar ve vurgular sıkça<br />
karşımıza çıkar. “Ahlak Eğitimi”<br />
Durkheim’in tüm diğer eserleri gibi çok farklı<br />
kişiliklere ve iradelere sahip bireylerin,<br />
karmaşıklaşmış ilişkilerin sergilendiği modern<br />
sanayi toplumunda ortak ahlaki değerler<br />
etrafında birleşebilme imkanını araştırır. Bu<br />
araştırmada yol gösterici işaretlerini bilim,<br />
olgusal hale getirilmiş toplumsal ahlak ve<br />
eğitim gibi kavramlardan alır. Tüm diğer<br />
eserleri gibi “Ahlak Eğitimi” de Aron’un<br />
(2000: 255-319) Durkheim’i tarif ettiği<br />
şekilde söylememiz gerekirse, dinsel ve<br />
ahlaki inançların homojenize edilmesine<br />
kendini adamış bir sosyologu ve onun<br />
sosyolojisini gözler önüne serer.<br />
15<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
KAYNAKÇA<br />
ARON, Raymond (2000) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncenin Evreleri,<br />
Çev. Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi, Ankara.<br />
COSER, Lewis A. (2008) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncenin Ustaları,<br />
Çev. Himmet Hülür, Serhat Toker, Ahmet Mazman, De Kİ<br />
Basım Yayım, Ankara.<br />
DURKHEIM, Emile (2004) Ahlak Eğitimi, Çev. Oğuz<br />
Adanır, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir<br />
DURKHEİM, Emile (2006) Toplumsal İşbölümü, Çev. Özer<br />
Ozankaya, Cem Yayınevi, İstanbul.<br />
DURKHEIM, Emile (1994) <strong>Sosyoloji</strong>k Metodun Kuralları,<br />
Çev. Enver Aytekin, Sosyal Yayınları, İstanbul.<br />
DURKHEIM, Emile (1986) İntihar, Çev. Özer Ozankaya,<br />
Türk Tarih Kurum Basımevi, Ankara.<br />
TIRYAKIAN, Edward E. (1997) <strong>Sosyoloji</strong>k Çözümlemenin<br />
Tarihi, Derleyen: Tom Bottomore, Robert Nisbet, Hazırlayan:<br />
Mete <strong>Tunç</strong>ay, Aydın Uğur, Çev. Ceylan Tokluoğlu, Ayraç<br />
Yayınları, Ankara.
JOSEPH A. SCHUMPETER:<br />
KAPİTALİZM VE SÜREKSİZ<br />
DEVAMCISI (?) OLARAK SOSYALİZM<br />
<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong> 1<br />
Giriş<br />
Bu yazı, Kapitalizm, Sosyalizm ve<br />
Demokrasi adlı yapıtı özelinde Schumpeter'in<br />
elit kuramını özetlemek, kapitalizm-sosyalizm<br />
karĢılaĢtırmasında yazarın sisteme ve<br />
seçkinlere dayalı gözlemlerinde yer alan<br />
tarihsel yaklaĢımı ön plana çıkartmak için<br />
hazırlandı. Schumpeter'in Marksizm<br />
eleĢtirisini de içeren incelemesi, sosyalizmi<br />
kapitalizmin baĢarıları sonucunda kurulacak<br />
bir sistem olarak öngörmesi anlamında da<br />
değer taĢımaktadır. Bu yorumu anlayabilmek<br />
için kitabın bazı bölümlerine daha fazla<br />
odaklanacağız. Böylece kapitalist üretim<br />
iliĢkilerinde ve sosyalizmdeki süreklilik<br />
içeren noktaları, olası kopuĢları Schumpeter'in<br />
gözünden aktarmaya çalıĢacağız. Sosyalizme<br />
giden yolu zorlayan yapısal, tarihsel süreçleri<br />
izleyen Schumpeter‟in kapitalist ve sosyalist<br />
toplumlarda elitlere yüklediği role özellikle<br />
değineceğiz. Buradan hareketle, kurucu bir<br />
kavram olan etik‟in sosyalist toplumdaki olası<br />
iĢlevi de çalıĢmada iĢlenecek.<br />
Marksizm Eleştirisi Üzerinden Kapitalizmi<br />
Anlamak<br />
Schumpeter, eserine Marksizm<br />
analiziyle baĢlar ve “MürĢit Marx” baĢlığıyla<br />
Marksizmin kendisini yeryüzünde cennet vaat<br />
eden bir din biçiminde sunmasına eleĢtiri<br />
getirir. Öyle ki baĢka bir bilimsel kuram<br />
kendisini ondan daha iyi açıklasa bile,<br />
Marksizmin dünya sorunlarına getirdiği bakıĢ<br />
ve sonucu kesin koyan ifade biçimi, ihtiraslı<br />
cümleleri, ithamları, çatıĢmacılığı onun daha<br />
fazla önemsenmesine neden olmuĢtur. 2 Marx'ı<br />
1 Yayıncı, okaybensoy@yahoo.com<br />
2 SCHUMPETER, J. A. (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974),<br />
16<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
anlamanın burjuva uygarlığının maddeci<br />
mekanik çağda yeni yapıtlar veremediği ve<br />
kültürel yoksunluk yaĢadığı bir dönemde eser<br />
verdiğini bilmekle mümkün olabileceğini<br />
belirtir. Marx, kültürel fakirlik ortamına<br />
doğduğu için, ekonomi politik eleĢtirisini ve<br />
sınıf kuramını, tarihsel materyalizmi<br />
kendinden önce gelen düĢünürlerin bilgi<br />
birikimi üzerine kurmuĢtur. Belki onun<br />
yerindekiler deneysel yöntemlerini<br />
sürdürseler, pozitivizmin kurallarını her<br />
sosyal olguya uyarlamaya çalıĢsalar, analitik<br />
bilgilerini 'toplumun kendisi' saysalar daha az<br />
baĢarı gösterirlerdi. Marx'ı Marx yapan,<br />
duygulara da hitap eden ve Ģanssızlar<br />
kitlesince duyulan hislerin teorik<br />
tercümanlığını üstlenen, kalbin isteklerini göz<br />
önünde tutan bir analizdir, 3 hoĢnutsuzlukların<br />
bir tür hümanist bileĢkesidir. Schumpeter,<br />
Marx'ın 'sınıf bilinci'ni yanlıĢ biçimde,<br />
tamamen toplumsal anlamıyla kullandığını,<br />
bunun da genelde yükselme ve küçük burjuva<br />
olmak isteyen iĢçi psikolojisini sarstığını ifade<br />
eder. O, basit anlamda bir mistisizme saparak<br />
iĢçilerin her ediminden bir sınıfsallık<br />
türetmemiĢtir fakat elde ettiği veriler iĢçi<br />
kitlelerinin aramadıkları amaçlara ulaĢmayı<br />
hedeflemiĢti. Bu anlamda Marx, sırf<br />
hedeflediğine ulaĢabilmek için incelediği<br />
uygarlıkların tarihsel özgünlüklerini es<br />
geçmemiĢ, kapitalist toplumda burjuvazi dahil<br />
her tarihsel olguya, figüre gereken değeri<br />
vermeye çalıĢmıĢ, ölüme mahkûm ettiği bir<br />
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları,<br />
3. Baskı, c. 1, s. 17<br />
3 age., s. 19.
sistemin tarihsel gerekliliğini teslim etmiĢtir. 4<br />
Marx'ın mürĢit tutumu, teorisinin<br />
hâlesi sayılırsa, Sosyolog Marx'ı izlemek,<br />
bilimsel çalıĢmalarına daha fazla eğilmeyi<br />
gerektirir. Marx'ta Alman ekolünün de verdiği<br />
bir açılımla felsefi düĢünme arka planı<br />
sağlamdı. Bu tavır, Hegelci diyalektiği<br />
reddinde de bir miktar izlenebileceği gibi,<br />
pozitif bilimleri metafiziğe tercih etmedi.<br />
Sosyal veriler ve maddi yaĢam süreçleri<br />
odağıydı. Sosyal veri Marx'ta geniĢ bir<br />
tarihsel perspektife oturdu. Tarihin ekonomik<br />
yorumu, insanların bilinçli ya da bilinçsiz<br />
tamamen ya da kısmen ekonomik sebeplerle<br />
hareket ettiklerini göstermez. Tersine,<br />
ekonomik olmayan sebeplerinin, rollerinin<br />
açıklanması sosyal gerçekliğin insanların<br />
bilinçlerinde yer almasını sağlayan dolaĢımın<br />
araĢtırılması teorinin önemli parçalarındandır.<br />
Marx, yalnızca kültürel verilerin geliĢim ve<br />
düĢüĢlerini açıklamaya yarayan ekonomik<br />
süreçleri açıkladı: Üretim biçimleri sosyal<br />
yapının ortaya çıkıĢını sağlamaktaysa bu<br />
hareketler uygarlığı meydana getirirdi. Ona<br />
göre, üretim biçimleri, kendi sosyal Ģartlarını<br />
ve yaĢam düzeylerini yaratırlardı. 5<br />
Schumpeter, tarihsel maddeciliğin temel<br />
argümanlarını sıraladıktan sonra örnekler<br />
üzerinden üretim biçimindeki bir değiĢimin<br />
sosyal Ģartları, yapıyı kendiliğinden<br />
değiĢtirmeyebileceğini anlatır. Bu<br />
otomatizasyon, her ne kadar Marksizmin<br />
Ģematik algısında 'kabul edilebilir' bir üstyapı<br />
değiĢkeni uyumsuzluğu olsa da, esasında bu<br />
tip sosyal verilerin fazlalığı altyapının<br />
sanıldığı kadar belirleyici olmayabileceğini<br />
gösterir. Schumpeter'in düz okumasından<br />
kaynaklanan bu Marksizm tespiti, ona göre<br />
üretim ve sosyal kurumlar arasında sanıldığı<br />
kadar kesin, çizgisel bir iliĢki olmadığını<br />
gösterebilir. Ġlerleyen sayfalarda proletarya ile<br />
burjuvaziyi karĢı karĢıya bırakmak adına<br />
Marx'ın üretim iliĢkilerinin, kültürü ve siyasi<br />
tarihi belirleyeceği savıyla sınıflariçi bir<br />
kültürün de kamplaĢmıĢ temelini atacağını,<br />
bunun sosyal sınıfları dar anlamda ele<br />
almaktan ve analitik bakıĢındaki zorunlu<br />
4 age., s. 21.<br />
5 age., s. 27.<br />
17<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
indirgemeciliğe saplanmaktan<br />
kaynaklandığını belirtir. Schumpeter'de Marx,<br />
kendi analizinin tuzaklarından dolayı kendi<br />
kendisinden kurtulamayan, temel ekonomi<br />
bilgisini Quesnay ve Ricardo'dan alan bir<br />
figür olarak gösterilir.<br />
Ricardo'dan temellendirdiği değer<br />
teorisi, mükemmel rekabet ve denge<br />
koĢuluyla, her malın değerinin bu malın<br />
içindeki emek miktarına bağlı olduğunu<br />
anlatır. ĠĢ miktarı, iĢ saati birimiyle ölçülür ve<br />
farklı nitelikteki iĢler zaman ortak paydasıyla<br />
tektip haline dönüĢtürülmeye çalıĢılır. Emeğin<br />
ekonomik değerin temeli olmadığı savına<br />
karĢılık, emeğin ürünün temeli olduğunu<br />
varsayan emek-değer teorisi ciddi bir cevap<br />
bulma sorunu yaĢayabilir, zira bu teori emeğin<br />
homojen ve tek üretim faktörü olması<br />
üzerinden kurgulanmıĢtır. 6 Ara sınıfların<br />
oluĢumu Schumpeter'e göre bu teoride ya pek<br />
incelenmemiĢ ya da proleterleĢme okumasını<br />
sekteye uğratacak bir gerçekle<br />
karĢılaĢıldığında görmezden gelinmiĢtir.<br />
Örneğin, üstün zekalılık, iĢ üretme<br />
kapasitelerindeki fark, tasarruf yoluyla<br />
kapitalistleĢme süreçlerine fazla eğilmediğini<br />
söylediği Marx'ın bu konuda can sıkıcı bir<br />
gerçeği bilerek ıskaladığını anlatır. Halbuki<br />
zeka ve enerji, sanayi üretimindeki iĢ<br />
pozisyonlarında baĢarıyı %90 civarında<br />
etkileyebilen, burjuvazinin doğal bir<br />
eğilimidir. 7 Yine Marx'ın görece az yer<br />
verdiği sermaye birikim biçimlerinden<br />
tasarrufu Schumpeter, klasiklerin kiĢisel<br />
tasarrufu sermaye birikiminden ayırmayan<br />
yanlıĢlarını gösterdiği için önemser, ancak<br />
Marx'ın teorisini de abartılı bulur.<br />
Schumpeter, sermaye birikimiyle tasarruf<br />
arasına konan Marx'taki ayrımı kabul eder<br />
ancak feodal dönemin sonundaki sermaye<br />
birikim süreçlerinde gözlemlenen giriĢimcinin<br />
el emeği, kiĢisel tasarrufu ve doğal zekasını<br />
da öne çıkarır. 8 Marksist teoriye göre; toplam<br />
sermayenin sabit bölümü, özellikle kapitalist<br />
sistemin karakteri gereği, geliĢen üretim<br />
yüzünden çoğalıyorsa sermaye veriminin<br />
6 age., ss. 48-53.<br />
7 age., s. 62.<br />
8 age., s. 37.
oranı da azalacaktır. 9 Sabit sermaye değiĢen<br />
sermayeden daha hızlı oranda artacak, ücretler<br />
artma eğilimi gösterdikleri takdirde iĢ<br />
saatlerinin miktarı azalacak ve artık-değer<br />
azalacak, kapitalizm emperyalizm aĢamasıyla<br />
kendi kendine sönümlenecekti. 10 Marksizm,<br />
koloniyalizmle bağlantılandırdığı ucuz<br />
hammadde ve iĢgücü akıĢını evrensel anlamda<br />
bir sınıfsal pencereden okumaya çalıĢır, fakat<br />
Schumpeter için koloniyal politikanın<br />
sebepleri, sosyal sınıflar mücadelesiyle iliĢkili<br />
değildir. Marksizm bu emperyal dönemi bir<br />
evrensellik iddiasıyla yorumlayarak sosyal<br />
sınıflar mücadelesinin izdüĢümünü<br />
koloniyalizmde ve beraberindeki krizlerde<br />
görme hatasına kapılmıĢtır. Kaldı ki tüm bu<br />
faktörler Marx'ta bir kriz ya da da yükseliĢ<br />
devrinin nedenleri-sonuçları üzerinden değil,<br />
kapitalizme içrek ve bir anlamda özsel bir<br />
zorlamayla kriz, belli kurguların belli<br />
sonuçları doğuracağı biçiminde 'mantıki<br />
yönden' 11 zorlanmıĢtır. ĠĢletme ve örgütlenme<br />
biçimlerinin, özelde bürokrasinin kitlelere<br />
açılımı sınıf perspektifi ya da genel bir<br />
kapitalizm okumasından çıkarsanmaya<br />
çalıĢılmıĢtır. Ne var ki bu yöntem, Marx'ın<br />
kendisinden önceki iktisatçılardan farklı<br />
olarak, ekonomi teorisinin ne Ģekilde tarihsel<br />
analiz niteliğine eriĢeceğini kabul eden,<br />
tarihsel etütlerin nasıl 'mantıki tarih' haline<br />
gelebileceğini gösteren ilk iktisatçı<br />
kimliğine 12 aykırı değildir.<br />
Schumpeter'de kapitalizm, dönemler<br />
halinde incelenecek sanayi devrimleriyle<br />
anlam kazanır. Tarihsel olarak Ġngiliz<br />
kraliçesinin giyebildiği çoraplar, farklı<br />
kalitelerde bir kitle üretimi yoluyla tüm gelir<br />
gruplarına satılabiliyor ve bu fabrika<br />
üretiminde çalıĢanı da aynı anda potansiyel<br />
bir müĢteri konumuna sokabiliyorsa, kapitalist<br />
geliĢmenin karakterini iĢte bu ürün<br />
çeĢitlemesi ve kitle üretiminde aramak<br />
gerekir. 13 1780-1790, 1840-1850, 1897-1911<br />
dönemlemesinde konjonktürel eğriler tespit<br />
eden Schumpeter, yeni üretim yöntemlerinin<br />
9 age., s. 61.<br />
10 age., s. 90.<br />
11 age., s. 76.<br />
12 age., s. 82.<br />
13 age., ss. 116-118.<br />
18<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
(makineli fabrika, kimyasal sentez vb.), örgüt<br />
modellerinin ve tüketim kalıplarının<br />
(elektrikli araç, otomobil vb.), yeni<br />
hammaddelerin (Plata yünü, Amerika<br />
pamuğu, Katanga bakırı vb.) ve yeni<br />
pazarların her bir devrede kapitalizmin<br />
iĢleyiĢini yeniden düzenlediğini ifade eder.<br />
Genel olarak kapitalist iĢletmelerin<br />
geliĢiminden ayrı seyir izleyen beĢ faktörü<br />
sıralar: Devletin rolü (özelde 1870-1914<br />
döneminde devlet müdahaleciliğinin oligopol<br />
piyasalara, güvenliğe, silah harcamalarına<br />
etkisi), altının kapitalist üretimde öncelik<br />
taĢıyan bir faktör olarak kullanılmamaya<br />
(1890'lar) baĢlanması, nüfus artıĢı, coğrafi<br />
keĢiflerin sermaye, hammadde ihtiyaçlarını ve<br />
Avrupa'da sınıflararası çatıĢmadan doğan<br />
gerginliği azaltması, teknik ilerlemeler. 14<br />
Tipik bir çiftliğin üretkenliği tarımda<br />
makineleĢmeyle ve sınai tarımla artmıĢ, enerji<br />
sektöründe su değirmeni yerini modern<br />
türbinlere bırakmıĢ, ulaĢtırmada posta<br />
arabalarının yerine uçaklar geçmiĢ, yeni<br />
ulusal ve dıĢ pazarlara geniĢ yelpazede<br />
ürünlerle açılınmıĢ, yoğun ve büyük<br />
iĢletmelerin seri üretimini denetleyecek yeni<br />
örgütlenme biçimleriyle kapitalist sistemin<br />
kâr odaklı yükseliĢi sürekli içeriden devrim<br />
yaratarak ilerlemiĢtir. Bu sistemi ilerleten güç,<br />
'yaratıcı yıkım' kavramıyla anılan kapitalist<br />
giriĢim, her giriĢimi de er geç kendisine<br />
benzetecektir. Bu yaratıcı yıkımın niteliği<br />
uzun erimli gözlemlenebilir bir karar süreci<br />
olup her geliĢme döneminin iç Ģartlarıyla<br />
birlikte değerlendirilebilmelidir. 15 Bu<br />
devrimler, her defasında gerçek gelirin akıĢını<br />
'derinleĢtiren' ve 'geniĢleten' bir çığ gibi<br />
tüketim maddelerini artırmakta, önceleri bazı<br />
sıkıntılara, iĢsizliklere neden olsalar bile refah<br />
artıĢını sağlamaktadır. Kitlelerin çeĢitli<br />
mallara kavuĢabilmesi problemi, kapitalist<br />
sistemin araçlarıyla üretildikçe<br />
çözümlenmiĢtir. 16 Her çağda kitlelerin<br />
tüketiminin arttığını, doların satın alma<br />
paritesinde yükselme görüldüğünü belirtir.<br />
1890'dan itibaren aynı maddelerin<br />
14 age., ss. 172-174.<br />
15 age., s. 141-142.<br />
16 age., s. 118-119.
fiyatlarındaki geliĢme, para birimiyle değil de<br />
malları satın alabilmek için gereken çalıĢma<br />
saati miktarıyla karĢılaĢtırılırsa geliĢmenin<br />
hızı, üründeki kalite artıĢı gibi konular<br />
Schumpeter'e göre olumludur. 17 1760-1940<br />
döneminde bir iĢçinin bütçesi yalnızca çeĢit<br />
ve mal bakımından büyümemiĢ, kalite<br />
bakımından da yükselmiĢtir. 18 Ne var ki bu<br />
genel değerlendirme, tıpkı Marx'ın devrevi<br />
krizleri açıklarken kullandığı genel kötümser<br />
yorumu bu kez iyiye çevirmekten öte bir<br />
anlam taĢımıyor. Marx'ın ekonomi analizini<br />
tarihsel perspektife oturtmasını öven<br />
Schumpeter'in, beraberinde devrevi kriz<br />
analizinde daha çok değer yüklü bir Marx<br />
portresi çizmesi ve artık-değer teorisini<br />
ekonomi bağlantısının ötesinde kendi<br />
kurgusuna göre bir sömürü sonucu çıkartması<br />
ona ne kadar bilimdıĢı görünüyorsa,<br />
Schumpeter'in bu devrevi analizi de yine 'her<br />
sanayi devriminin sonuçlarının uzun erimde<br />
kitlelere olumlu yayılacağı' yönünde bir öz<br />
barındırmaktadır.<br />
Schumpeter, belki de bu özselliği<br />
aĢmak adına kapitalist sistemin bazı tarihsel<br />
özgünlüklerini sıralamaktadır. Ġlk olarak<br />
burjuvazi, iĢ hayatındaki baĢarılarıyla ve<br />
hayatın tümünü ekonomik bir kazanç<br />
hedefiyle ördüğü için baĢarıya ve kâra<br />
odaklıdır. BaĢarının mükâfatının öncelikli<br />
olarak kâra yansımasını ister. Ayrıca iflas<br />
korkusu, her türlü cezai düzenlemenin önüne<br />
geçmiĢ olduğundan, birikim ve ilerleme<br />
düĢüncesi burjuvaziyi yeni örgütlenme<br />
modellerine, üretim tekniklerine zorlar.<br />
GiriĢimci sınıfa dahil olmanın 'baĢarılı olma'<br />
gibi bir kuralı olsa da burada sosyal çevreyle<br />
önceden iyi iliĢkiler kurmanın da Millsçi<br />
anlamda bir Ģans faktörünü doğurduğu<br />
belirtilir. ġans, idealist anlamda değil, daha<br />
çok kendi ilerleme kanallarını açma<br />
becerisiyle ifade edilir. Wright Mills'te üst<br />
yöneticiler için baĢarıda Ģans faktörü, aslında<br />
çok da muğlak bir kavram değildir. ġans,<br />
özellikle üst sosyal çevrelerin birbirleriyle<br />
yakın bağlar kurmaları ve yükselme gösteren<br />
bir yöneticinin baĢarılı olmasının kriteri<br />
17 age., s. 138.<br />
18 age., s. 140.<br />
19<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
olarak önüne konan üst yöneticilerden geçer<br />
not almasıdır. ġans, bu aĢamada üstatların<br />
yaptıklarını izlemek ve sosyal çevresinde yine<br />
üst düzeylerle iliĢkiye geçmekle ilgili bir<br />
durumdur. 19 Ancak Mills'te Ģans faktörünün<br />
Amerikan toplumunda farklı sınıflarda ve<br />
sosyal tabakalarda farklı elde edilme biçimleri<br />
belirtilse de Schumpeter Ģans faktörünü<br />
kabiliyetli olma ve bunu sosyal iliĢkilere<br />
dökebilme haliyle eĢler, Mills'ten daha kısa<br />
bir yol izleyerek yüksek gelir getiren mevkiye<br />
eriĢmenin aynı mevkide baĢarıya ulaĢmak<br />
olduğunu bildirir. 20<br />
Marx, gerçekte kapitalizmi açıklama<br />
gayretindeyken, tarihsel analize dayalı<br />
örneklerini bazen kapitalist verileri açıklarken<br />
kökensizlik gördüğü yerlerde önceki üretim<br />
biçimlerindeki geçiĢliliklere bağlamayı<br />
istemiĢtir. Kapitalist topluma giden yolun<br />
köklerini feodal dönemde (Asyatik üretim<br />
tarzı da bu üretim biçiminin kendisinden çok<br />
kapitalizm öncesi biçimleri anlamak için<br />
kullanılmıĢtı) ararken, kapitalizm analizine<br />
uymayan bazı verileri feodalizme dönüĢü<br />
sırasında orada bırakmıĢtır. Tarihte sosyal<br />
olgularda kiĢisel rolün önemi konusunda yine<br />
korsanlar ve yağma ekonomisi, ilerideki<br />
ticaret için birikime yol açmıĢtı. Bunun için<br />
üretim biçiminin zorlamasından çok o sosyal<br />
gruptaki, örneğin korsanların kiĢisel<br />
becerileriyle bu talanı gerçekleĢtirmeleri<br />
gerekmiĢti. 21 Marx, birçok açıdan Ricardo'dan<br />
beslense de onun kuramının üzerine<br />
eklemelerde bulunmuĢtur. Örneğin,<br />
sermayenin net geliriyle ilgili ayrımlar<br />
Marx'ın önceki baĢlıkta anıldığı üzere bir tür<br />
ezilmiĢlikleri birleĢtirme kaygısını içinde<br />
taĢıyarak ilerlemektedir. Ne var ki bu<br />
unsurdan da önemli olan, Marx'ın kuramında<br />
üretim biçimlerine bireysel edimlerden fazla<br />
yer vermesinin de bir nedeni oluĢturan, büyük<br />
Sistem'i okuma kaygısıdır. Burada Marx,<br />
bulgularını yegâne kurtuluĢ yolunun bilgi'si<br />
olarak sunmaya yakın bir didaktik anlatım<br />
kullanmakla beraber, asıl derdinin<br />
19 MILLS, John Wright (1974) (çev. OSKAY, Ünsal),<br />
İktidar Seçkinleri, Ankara: Bilgi Yayınları, s. 194.<br />
20 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 128.<br />
21 age., s. 40-41.
sloganlardan uzaklaĢmıĢ bir kapitalist<br />
mantığın açığa çıkarılması olduğunu vurgular.<br />
Burada patron sömürüsü ya da tek baĢına bir<br />
artı-değer sorunundan bahsetmek artık olası<br />
değildir, zira Marx'ın bireysel, örgütsel<br />
eylemlerden ziyade sistemik kavrayıĢa<br />
uzanmak adına tek tek özgüllüklere yukarıdan<br />
bakması bir yöntemsel sorun ve aynı zamanda<br />
siyasal seçim halini almıĢtır.<br />
Marx'a göre iĢgücü, potansiyel bir iĢ<br />
yükünü temsil etmektedir. Bu 'stok', kapitalist<br />
toplumda mal değerindedir, çünkü iĢ<br />
sözleĢmesi, köleden farklı olarak kiĢinin<br />
bedenini değil ama potansiyel iĢgüçlerini satın<br />
almıĢ olur. Schumpeter ise yine değer<br />
kuramından hareketle, tam rekabet<br />
durumunda emeğin gereken saat miktarına<br />
(iĢçiyi yetiĢtirme, giydirme, yedirme,<br />
barındırma için gereken süre) oranla ücret<br />
alacağını savunur ve potansiyel iĢ stokunun<br />
değerini piyasa kurallarının belirleyeceğini<br />
düĢünür. Burada Marx, ona göre iĢgücü<br />
analizinde iĢçinin tam da nasıl çalıĢmaya<br />
zorlandığını sosyal fikirlerden oluĢan bir<br />
dekor içinde popüler sloganlarla ifade<br />
etmiĢtir. 22 Halbuki iĢçi, iĢ potansiyelinin tam<br />
değerini almaktadır ancak daha fazla<br />
çalıĢtırılarak kapitalist tarafından üretim için<br />
harcanan iĢ saatine oranla daha kârlı biçimde<br />
satılan mallar üzerinden elde edilen ek kazanç<br />
da kapitaliste kâr olarak dönmektedir. Marx'ın<br />
kesinlik kurarak bağladığı emek-değer<br />
denkleminde emek değerinin emek üretimi<br />
için harcanan iĢ saatine orantılı olduğu ispat<br />
edilememiĢtir. Emek, değerin özü olduğuna<br />
göre, bütün metaların sahip olduğu değerin<br />
miktarı da onlarda bulunan emeğin miktarıyla<br />
ölçülür, fakat bu süre metayı meydana getiren<br />
bireyin ihtiyaç duyduğu belirli süre ya da<br />
emek zamanı değil, toplumsal bakımdan<br />
gerekli emek zamanıdır: “Değerin miktarı,<br />
ancak bir kullanım değerini üretmek için<br />
toplumsal bakımdan gerekli olan emek<br />
zamanıdır” (Kapital, c.1, s. 46) 23 . Kapitalist<br />
sistem, artık-değerin maliyet fiyatına<br />
22 age., s. 70.<br />
23 (akt.) VON BOHM-BAWERK, Eugen (2006) (çev.<br />
MADENCĠ, Can), Marx ve Marksist Sistemin Bitişi,<br />
Ankara: Liberte Yayınları, s. 7<br />
20<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
oranından oluĢan geçici kazançlar<br />
sağlamaktadır; Marx'ın yoğunlaĢma teorisini<br />
Schumpeter de reddetmez. Ne var ki Marx'ın<br />
değer ve artık-değer modeli tam rekabet ve<br />
denge koĢullarına göre tasarlanmıĢken,<br />
kendisinin kapitalizmin mecburi krizler<br />
yaĢayacağını ve bunun sistemin doğasına<br />
yabancı olmadığını vurgulaması, bu çeliĢkiyi<br />
saymazsak “kriz ve sömürü” nitelemesiyle<br />
olağan ve kriz dönemlerinde de sorunlu olan,<br />
iĢçinin hakkını gasp eden bir sistemin iki<br />
yönden de kötülemesini sağlayabilecektir. 24<br />
Elit Teori ve Kapitalizm-Sosyalizm<br />
Bağlantısı<br />
“İspatlamaya çalışacağım tez, kapitalizmin<br />
ekonomik bir bozgun sonucunda yıkılacağı<br />
değil, başarısının sosyal kurumlarını<br />
çürütmesi ve bu şekilde kaçınılmaz bir halde<br />
kendini yıkacak şartları hazırlaması ve kendi<br />
yerine sosyalizmin gelmesini sağlayışıdır.<br />
Vardığım sonuç, beni bu sonuca götüren<br />
düşünce silsilesi değil, hepsi Marksist olan<br />
sosyalist yazarların eriştikleri sonuçtan farklı<br />
değildir. Bununla birlikte bu sonuca katılmak<br />
için sosyalist olmak şart değildir.<br />
Sosyalizmi şiddetle tenkit etmek, ama aynı<br />
zamanda bu sistemin dünyaya hâkim<br />
olacağını tahmin etmek, görmek mümkündür.<br />
Bu sonuç, onu kabul edenleri zorunlu olarak<br />
sosyalist yapmaz.” 25<br />
Demokratik elit teori 26 içinde<br />
24<br />
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 59.<br />
25<br />
age., s. 108-109.<br />
26<br />
Elitlerin devletten ve öteki elit gruplardan göreli<br />
özerkliği bu teorinin merkezinde yer alır. Ġfade,<br />
örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler, yalnızca<br />
demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, aynı<br />
zamanda elit özerkliğinin yaratılmasında ve<br />
yaĢatılmasında rol oynayan temel etkenlerdendir.<br />
Gücün farklı elit gruplarında dağılması ve elitlerin<br />
özerk olmaları yalnızca demokrasiyi koruyup yaĢatmak<br />
için değil, despotik rejimlerin ortaya çıkmasını<br />
önlemek için de zorunludur. Gücün toplumda eĢitsiz<br />
dağıldığı gerçeğinden hareketle, demokratik elit<br />
teorisyenler, önemli olanın gücün eĢit dağılımı değil,<br />
güçlü bir konuma ulaĢılabilmesindeki fırsat eĢitliği<br />
olduğunu bildirirler. Tek merkezde veya elit grubunun<br />
elinde odaklaĢmıĢ siyasal güç; baskı, despotizm, siyasi<br />
kirlenme gibi tehlikeleri beraberinde getirir.
tanımlanabilecek Schumpeter, kapitalizmsosyalizm<br />
bağlantısını iki üretim biçiminin<br />
karĢılaĢtırmalı ekonomik analizinden çok<br />
örgütsel yapılarındaki farklılık ve/veya<br />
devamlılık üzerinden incelemekte, fakat<br />
analojiyi ön plana çıkaran bir tavır yerine<br />
sosyalizmin bürokratik kanallarının<br />
tamamıyla kendisine ait bir ilkeden<br />
doğmayacağını savunmaktadır. Örgütün,<br />
modern anlamda bürokrasiyle uyuĢan<br />
yapılanmasında Schumpeter‟in birincil iĢlev<br />
yüklediği yönetici elitler, gerek kapitalist,<br />
gerekse sosyalist üretim iliĢkilerinde<br />
demokratik siyasal yapının sürdürülmesinde<br />
karar verici, ilerletici mekanizma olarak yer<br />
edinirler. Bu açıdan örgüt sorunu; ölçek,<br />
nüfus, istatistik ve toplumsal‟ı kurma<br />
anlamında kapitalist düzende kamu-özel<br />
ayrıĢmasındaki muhasebe kayıt sistemi, emirkomuta<br />
zinciri, alıĢveriĢ dengesi ve tüketici<br />
geri bildirimi; sosyalist düzende ise yine bir<br />
yönetim sorunu açısından yeni bir iĢletme<br />
bilgisi 27 ve kendine ait „piyasa‟ yapılanması,<br />
fiyat ve tüketim biçimlerinin merkez<br />
komitesince saptandığı, kapitalist toplumun<br />
aksine alıĢveriĢ geri bildirimi üzerinden<br />
yürümeyen, fakat emir üzerinden iĢleyen ve<br />
kendisini biricikleĢtiren bürokrasi anlayıĢı<br />
(akt.)ARSLAN, D. Ali (2007), Elit <strong>Sosyoloji</strong>si, Phoenix<br />
Yayınları, Ankara, ss. 33-34, 40-41. Schumpeter de bu<br />
eĢitlik vurgusunu sosyalizm üzerinden tartıĢırken<br />
“…sosyalizmin eĢitlikçi olması gerekmez ancak<br />
sosyalist bir toplumun müsamaha ile karĢılamasını<br />
umduğumuz hiçbir gelir eĢitsizliği miktarının da<br />
kapitalist dönemsel (cyclique) fazlar ortalamasında<br />
hasıl eden yatırım oranını tutturabilmesi beklenemez”<br />
demektedir. SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ,<br />
Rasin) (1971), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi,<br />
Ġstanbul: Varlık Yayınları, c. 2, s. 35.<br />
27 Schumpeter'in Marx analizinde iĢletmeye verilen<br />
değer ayrı bir baĢlığı oluĢturur. Marx'ın kapitalistin,<br />
birey olarak yatırımına ve bunun sosyal psikolojik<br />
bağıntılarına gereken yeri vermediğini düĢünen<br />
Schumpeter, yine makro anlamda iĢletmeler topluluğu<br />
olarak kapitalist sistemde iĢletmeci-kapitalist ayrımına<br />
gitmektedir. ĠĢletme bilgisi‟ni kapitalist deneyime<br />
özgüleme olasılığı, sosyalist yeni rekabet fikrinin ve<br />
örgütün kâbusları olarak gözükür. Gerek kapitalistlerin<br />
sosyalist iĢletme ve piyasa algısının kapitalist piyasanın<br />
kötü ve durağan bir kopyası olacağına dair vurgusu,<br />
gerekse insanı tarihsel süreklilik içinde değiĢmezliğe<br />
boğan “insan doğası” anakronizmi Schumpeter‟in karĢı<br />
çıkacağı argümanlardandır.<br />
21<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
yoluyla çözülecektir.<br />
Bir yönetim sorunu olarak ortaya<br />
konan bürokrasi, özünde ne kapitalist ne de<br />
sosyalist toplumla milatlaĢabilir. O, modern<br />
dönemin bir tür yaratıcısı ve varlık nedeni<br />
olarak kendi peçesini demokratik rejimlere,<br />
üretim biçimleri her ne olursa olsun, ölçek ve<br />
istatistik, karar verme süreçleri, bir meĢruiyet<br />
krizi olarak oy kullanma faaliyetleri gibi<br />
görünümlerle açacaktır, toplumsal‟ı örecektir.<br />
'Modern' olanı belirleyen vurgu rasyonaliteyle<br />
yapılır. Modern öncesi insanla kapitalist aklın<br />
günlük yaĢamı rasyonelleĢtirdiği ve önceki<br />
insan modellerinden ayırdığı düĢüncesi<br />
Schumpeter'de belirgindir. “Kapitalizm öncesi<br />
inan kapitalist insandan daha az çıkarını<br />
düĢünmez fakat kapitalizm, harekette ve<br />
tutumda rasyonellik demektir. Kazanç ve<br />
gider hesaplaması, rasyonalite üzerinde<br />
etkisini gösterir, aritmetiğe özgü iĢletme<br />
mantığına ayrı bir iĢlev kazandırır. Bu mantık,<br />
bir defa ekonomik sektörde tanımlanıp<br />
kantitatif yer kazandı mı, felsefeden tıbba,<br />
estetikten hukuk ve değerlere kadar tüm<br />
alanlara etkisini gösterir. 28 Ekonomik<br />
etkinliğin daha aĢağı birim olarak görüldüğü<br />
feodalizmden farklı olarak kapitalizm, alanına<br />
tüm iradeleri çekmeyi bildi 29 , aynı zamanda<br />
bu iradelerin yaratıcı teknik adımlarını<br />
iĢletmelere aktarmalarıyla bilimle ekonomi<br />
arasındaki mesafeyi iyice daralttı. Ġradenin<br />
metafizik inançlardan; her çeĢit romantik ve<br />
mistik düĢüncelerden atılmasının nedeni ve<br />
sonucu olan “ruh rasyonalizasyonu”, yalnızca<br />
amaçlara eriĢebilmek için gereken yöntemleri<br />
değil, aynı zamanda bu amaçları yeniden<br />
düzenler. 30<br />
Örgüt, bürokrasi alt baĢlığıyla birlikte<br />
düĢünüldüğünde, demokratik kaos<br />
ortamlarının aĢılmasında ve rejime bir sınır<br />
çizilerek kuralların üst organlarca<br />
saptanmasında gerekli rolü oynayacaktır. Bu,<br />
öylesine bir tasarımdır ki gerek merkantil,<br />
gerekse sosyalist toplumların ihtiyaç duyacağı<br />
demokratik bir yönetimin hallince<br />
yürümesinde olmazsa olmaz biçimlendirme<br />
28 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c.1, s. 194.<br />
29 age., s. 196.<br />
30 age., s. 200.
faaliyetlerine imza atacaktır. Burada<br />
yönetilenler kapitalist ve/veya sosyalist<br />
demokrasiden dıĢlanmıĢ, yönetim aygıtından,<br />
katılımdan yalıtılmıĢ değildir. Ancak<br />
demokratik bir rejimin iĢleyebilmesi, genel<br />
karar alma mekanizmalarında elitlerin<br />
birbirleri arasındaki eĢgüdüme<br />
bağlanmaktadır. Halk, siyasal a(o)landa<br />
kendisine biçilen rolü oynayan karakterlere<br />
dönüĢtürülmez ancak onun yerine, örgütlerce<br />
karılan bir toplumda yapısal gerekliliklerin<br />
var ettiği bürokratik kanalların kararlarıyla<br />
demokrasiye tutunur.<br />
KuĢkusuz „bürokrasi‟ derken modern<br />
bir kavramdan bahsedip duruyoruz, ancak<br />
bürokrasinin bir kapitalist tahakküm aracına<br />
indirgenmesinin çok ötesinde bir ölçek sorunu<br />
olduğundan da yola çıkabilmeliyiz.<br />
Schumpeteryen bir gözle, bürokrasi ve onu da<br />
kapsayan örgüt, merkantil toplumdaki kamuözel<br />
ayrıĢmasında sektörel farklılıklar<br />
taĢıyacak olsa da temelde aynı modern<br />
örgütlenmenin demokratik toplum için<br />
zorunlu olan yanına iĢaret edeceklerdir. Bu,<br />
kâr güdüsüyle hareket eden ve iĢletmenin<br />
muhasebe kayıt girdilerinde rol alan, temel<br />
iĢletim mekanizmalarını belirleyen elitler için<br />
de, alt kademelerdeki uygulayıcılar için de<br />
kapsayıcı, gerçek anlamda temel ilkeleriyle<br />
toplumun kendisini yukarıdan kuran ve<br />
yönlendiren bir mekanizmanın kendisidir.<br />
Polanyici bir bakıĢla; bu “örgütsel yaĢam”,<br />
kapitalist toplumda, tıpkı kapitalist piyasa<br />
öncesinin, arkaikleĢtirilen biçimler‟in‟de de<br />
olduğu gibi mevcuttur, ancak onlardan farklı<br />
olarak, geçmiĢi bir bütün olarak kendi<br />
ilkelerine göre uyarlayarak, toplumdan<br />
uzaklaĢarak ve toplumun üzerinde yükselerek<br />
ona yabancılaĢır ve kendi iç krizleriyle<br />
boğuĢarak temel bir ilke olarak „yaĢamın<br />
nedeni, bireylerin statü simgesi‟ haline<br />
geliverir. Daha ötesinde “piyasa toplumu” 31<br />
olarak Polanyi‟nin not düĢtüğü,<br />
31 POLANYI, Karl (çev. BUĞRA, AyĢe) (2006), Büyük<br />
Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri,<br />
5. Baskı, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, s. 118;<br />
KOVANCI, Onur (2003), Kapitalizm, Yoksulluk ve<br />
Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz<br />
Yoksul Yasaları, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı<br />
Yayınları, ss. 34-48.<br />
22<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Schumpeter‟in de bürokrasinin kendisi olarak<br />
belirlediği „Ģey‟, doğası itibariyle belli bir<br />
süreklilik ve kopuĢ dinamikleriyle dönüĢür.<br />
Ancak, kendisini bir ilke üzerinden „evrensel<br />
toplumun bilgisi‟ diye kurması ve bunu yakın<br />
dönemi örnekleyen bir tarihsellik üzerinden<br />
sunması (çizgisel bir zaman akıĢı içinde<br />
değiĢmezlik olarak modern „insan insanın<br />
kurdudur‟ mottosu); istatistik ile nüfusu<br />
belirlemesi, kaynaklara bu kapitalist kâr<br />
güdüsü içinden bakması, onu daha da<br />
totaliterleĢtirir, devasa tutarlılığı karĢısında<br />
bizi cevap veremez hale getirir. Ġster istemez,<br />
kapitalist demokratik krizlerin gerek<br />
ekonomik, gerekse siyasal yönden<br />
aĢılabilmesinde elitlerin kilit rolü teslim edilir,<br />
ancak elitlerin toplumu kurması ile toplumun<br />
kendisi arasındaki açı farkı (tabla ile zemin<br />
arasındaki mesafeyi kapatan ve ona masa<br />
görünümü veren ayaklar da denebilir buna),<br />
elitlerin merceğinden bu ölçek ve nüfus<br />
bilgisi‟nin saptanmasıyla azaltılmaya çalıĢılır.<br />
Zahiri bilginin örgütün kendisi tarafından<br />
„toplumun ilkesi‟ sayılması ve toplumca<br />
onaylanması demokratik kapitalist sisteme<br />
içrek bir yönelim olabilir. Bu kriz sarmalı –<br />
demokratik idare için genel oy ilkesi ve nüfus<br />
bilgisinin örgüt bilgisiyle birleĢtirilmesi<br />
sonucu örgütsel kimyanın toplumsal fizikle<br />
uyumlaĢtırılması süreci- elitlere daha merkezi<br />
rol atfedilmesine, yukarıda bahsedilen açı<br />
farkının azaltılması için de kamu ve özel<br />
sektör elitlerine karar mekanizmalarında daha<br />
fazla özerklik tanınmasına yol açabilmelidir.<br />
Öyle ki örgüt -kapitalist manada özel ve<br />
kamuda ortak bir ilke olarak özerk elit- kendi<br />
içinde barındıracağı elitlerin „giriĢim‟e<br />
yönelik kabiliyetlerini sınırlamayacak, onlara<br />
daha özgün atılımlar ve hızlı karar verme<br />
süreçleri için kalıplarını dayatmayacaktır.<br />
Aksi halde, topluma dönük modern örgütsel<br />
yüzün, biçimlendirme ilkesinin elite de<br />
dönmesi; elitin toplumsallaĢtırıldıkça<br />
sıradanlaĢtırılması, toplum katına<br />
sıkıĢtırılması, indirilmesi esasında örgütün<br />
varlık nedenini sönümlendirebilecektir.<br />
Halk kitlelerinin tek baĢlarına sadece<br />
mevcut rejime yönelik öfkesini dağınık<br />
biçimde seslendirebileceğini fakat bunun bir<br />
siyasal içerik kazanarak o rejimin görece
dıĢından bir ideolojik tasarımla siyasal<br />
tepkiye dönüĢebilmesi için elit kitlenin gerekli<br />
olduğunu vurgulayan Schumpeter, 'aydın<br />
sosyolojisi' adını verdiği incelemesinde<br />
aydın'ın tarihsel izini sürer ve günümüzde<br />
onun belirleyici özelliğini farklı sınıfsal<br />
tabanlardan gelse de yine de kamuoyuna<br />
dönük bir rasyonaliteyle olaylara 'müdahil'<br />
olmasında bulur. Nüfus artıĢı, boĢ zamanın<br />
değerlendirilme biçimindeki değiĢim, gazete<br />
fiyatlarının düĢmesi, öğretim kapasitesinin<br />
geniĢlemesi elitlerin kiĢisel birikimini ve nicel<br />
artıĢını sağlamıĢ olmakla beraber, kendi<br />
mesleki formasyonunun dıĢında da rejime ve<br />
güncel olaylara tepkisini kamusal araçlarla<br />
duyurabilen bir kitle de Schumpeter<br />
tarafından elit diye adlandırılır. Elitlerin<br />
rejime karĢı eleĢtirileri onların varlık nedeni<br />
iken, bu tepkiyi dağınık biçimde dile getiren<br />
ve elit tepkisinden farklı kanaldan<br />
geliĢebilecek kesimlerin eğilimleri bir<br />
noktada birleĢebilir. Hatta toplumda uyanan<br />
bu tepki, elitlerin kamuoyuna açılmasının<br />
gerekçesi de olabilir. 32 Elit, benzer<br />
hassasiyetleri temsil edip karĢıtlıklar<br />
mücadelesini bir mücadele biçimine sokarsa,<br />
ona Ģekil verirse, kiĢisel tepkisini de<br />
kamusallaĢtırmıĢ olabilecektir. Bu açıdan<br />
elitin verebileceği tepki, ister istemez bir<br />
dayanağa muhtaç kalacak, bu da bir sınıfsal<br />
mücadeleyle iliĢkiye geçebilmesine olanak<br />
sağlayacaktır. Her ne kadar iĢçi hareketi elit<br />
etkisi olmadan çıkmıĢ ve onların demagojiye<br />
varan konuĢmalarına direnmiĢse de, büyük<br />
Ģirketler çağında ve kapitalizmin bu evresinde<br />
görece dağınık haldeki sendikal hareketi parti<br />
düzeyinde broĢür hazırlama, sekreterlik,<br />
müĢavirlik hizmetleriyle toparlayacak özne<br />
olarak elitlerle alt sınıfların iĢbirliğini sisteme<br />
karĢıt olanların konjonktürel zorunluluğu<br />
olarak görür. Ayrıca “Avrupa bürokrasisi”<br />
olarak adlandırdığı ve kapitalizm öncesi bir<br />
tarihsel nitelik atfettiği alan, sadece kamu<br />
görevlileriyle bağlantılı sayılmamakta,<br />
kapitalizm öncesi dönemdeki kökleri<br />
düĢünüldüğünde kamu görevlileriyle birlikte<br />
elitlerin de bu bürokratik alana müdahalesi<br />
32 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, ss. 231-<br />
233.<br />
23<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
mümkün görünmektedir. Amerika örneğinden<br />
hareketle, bürokrasiye salt kamu görevlilerin<br />
hakim olmasının bir devlet politikası olarak<br />
da engellenmesi ve elitlerin de buraya dahil<br />
olması sağlanmıĢtır. Bu not, demokratik elit<br />
teori içinde gösterdiğimiz Schumpeter'in<br />
elitlerin devlet bürokrasisine olası özerk<br />
etkilerini demokratik yönetim altında<br />
göstermeleri bakımından yararlı olabilir.<br />
Kaldı ki elitlerin bu iĢlevi, sosyalist topluma<br />
geçiĢte daha fazla anlam kazanacaktır. 33 Elite<br />
özgü “yaratıcı yıkıcılık” 34 kapitalist sistemde<br />
sermaye birikimini de eĢgüdümleyen bir<br />
örgütsel devrim yaratabilmiĢtir Schumpeter‟e<br />
göre: 35<br />
“Rejimin geliĢimci niteliği,<br />
nüfusun otomatik olarak artmasına,<br />
sermayenin aynı Ģekilde<br />
çoğalmasına ya da para<br />
sistemlerinin „kaprislerine‟ bağlı<br />
değildir. Bu faktörler, sebepleri<br />
değil, Ģartları teĢkil eder. Kapitalist<br />
mekanizmayı çalıĢtıran ve devam<br />
ettiren; yeni tüketim maddeleri,<br />
yeni üretim yöntemleri, yeni<br />
pazarlar, yeni endüstriyel<br />
örgütlenme tipleridir ve tüm bunlar<br />
kapitalist teĢebbüs tarafından<br />
yaratılmıĢlardır.”<br />
33 age., s. 235.<br />
34 Kapitalist geliĢme açısından örgüt merkezli bir analizi<br />
benimseyen Schumpeter, tarihsel analizi öne çıkaran C.<br />
W. Mills‟in eleĢtirisine hedef olur. Mills,<br />
Schumpeter‟in yeniliklerin ve buluĢların öncüsü<br />
durumundaki elitlerin örgütsel önderliğini, kapitalizmin<br />
temel ilerleticisi olarak okuyan tarihsel analizini<br />
„teknolojik ilerlemelerle mali güdümlemeleri birbirine<br />
karıĢtırmak‟ biçiminde yorumlar. Ona göre, asıl gerek<br />
duyulan Ģey, “uzmanlaĢmıĢ bilgi değil, milyonlara<br />
hükmedebilme yeteneğiyle birleĢmiĢ bir satıĢ tekniği;<br />
büyük bankalar aracılığıyla yatırım satıĢlarına<br />
geçilmesi ve Ģirketler hukuku ile hisse senedi iĢlerinden<br />
anlayan adamların bulunması, yetiĢtirilmesi olmuĢtur.”<br />
Mills, Schumpeter‟Ġn teknoloji bilgi‟sini öne alan<br />
teorisinde elitlere açtığı alanı daha üst bir baĢlık olan<br />
sanayileşme ile yorumlama niyetindedir: “SanayileĢme<br />
sürecinden zengin olanlar da zaten buluĢ sahibi ileri<br />
görüĢlüler veya sanayi yöneticileri değil, iĢin mali<br />
yanını finanse eden büyük sermayedarlardır.” MILLS,<br />
C. Wright (çev. OSKAY, Ünsal) (1974), İktidar<br />
Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 136.<br />
35 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 140.
Elitlere tanınan bu özerk karar alma ve<br />
düĢünme süreci, onların yönetmeyi bir<br />
toplumsallıkla dolayımlayarak „zorunlu<br />
olarak‟ toplum „adına‟ (Schumpeteryen<br />
anlamda topluma „rağmen‟ değil), toplum için<br />
bu „erdem‟e ulaĢmalarını da sağlayabilmiĢtir.<br />
Rejimin kamusallık hâlesini taçlandıran veya<br />
ötesine geçerek bizzat onun zeminini kuran<br />
„erdem‟ ilkesi, yönetme hakkının ve ödevinin<br />
pathos‟unu belirleyebilmektedir. Bunun,<br />
sosyalist toplumda daha dolayımsız bir biçime<br />
bürünüp etik ödevle birleĢerek aradaki<br />
kapitalist kâr ve statü odaklı (belli oranda<br />
meritokratik) yükselme fetiĢini geride<br />
bırakacağı düĢünülür. Ne var ki, etik manada<br />
toplumsal‟ı kuran ve her yoldaĢa görev<br />
yükleyen bu bürokratik süreç, kapitalist<br />
iĢbölümünün yerine geçecek sosyalist<br />
ilkelerle yeni bir bürokratik mekanizma<br />
kuracak olsa da, bu modern örgütlenmenin<br />
kendisini belli oranda kapitalizmde de<br />
biçimlendirmiĢ görünümlerini silemeyecek,<br />
yeni demokratik rejimin ilkeleriyle uyumlu<br />
olarak bu kez merkez komitesinin emirleriyle<br />
iĢleyecektir. Ne var ki, Schumpeter‟in<br />
öncelikle Weberyen analizin demir kafes bazlı<br />
izleyicisi ve kapitalist bürokratik algısının<br />
sosyalist toplumdaki bir taĢıyıcısı olmadığını<br />
not düĢmeliyim. Ona göre, kapitalist<br />
demokratik rejimin -ki merkantil toplumun az<br />
veya çok değiĢik bir alt formudur bu kapitalist<br />
sistem- kendi kendine dönüĢtürmek<br />
durumunda olduğu bu içrek kriz sarmalı,<br />
sosyalist sabaha uyanırken kendisini tamamen<br />
terk etmeyecek, demir kafesin farklı fakat<br />
yeni bir „etik‟ ve „gönüllü iĢbölümü‟<br />
anlayıĢına uyarlanacaktır. Daha ileri adım<br />
atarsak, sosyalist demokratik bürokrasinin<br />
karne esasına dayalı tüketim olgusunun<br />
bürokratik kanallar tarafından düzenleneceği,<br />
merkez komitesinin karne uygulamasında<br />
somutlaĢacak emirlerinin kapitalist piyasa<br />
iliĢkilerini yatay keserek bu müĢteri odaklı<br />
geri bildirim sürecini bürokratik modern<br />
örgütlenmenin sosyalist versiyonuyla farklı<br />
bir etik hedef doğrultusunda, özerk elitler<br />
eliyle öreceği varsayılmaktadır. AlıĢveriĢin<br />
geri bildirim ve tekrar piyasaya sunulacak<br />
malın içeriğini belirleyeceğini düĢleyen<br />
24<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
piyasa tasarımlı karar alma<br />
mekanizmalarından, yukarıda açıklandığı<br />
üzere, kendi ilkelerinin piyasayı kurduğuna ve<br />
yönettiğine, bu anlamda toplumdan<br />
yabancılaĢmak durumunda olduğuna inanılan<br />
krize mahkûm piyasadan, geri bildirimsiz ve<br />
karar verme merkezli bir örgüt tasarımına<br />
giriĢilir.<br />
Schumpeter‟in, özel sektörle sosyalist<br />
yönetimin bir yatırımdan bekledikleri sosyal<br />
fayda ve kâr ayrımının yanlıĢ yorumlandığı<br />
üzerine notu aydınlatıcıdır. Bazı yazarlarca,<br />
özel teĢebbüsün, yeni yatırım olanakları için<br />
gereken Ģartlar oluĢmazsa yeni tesis ve<br />
araçları düĢünmeyeceği ifade edilir. Mevcut<br />
tesis ve araçlar amorti edilinceye kadar yeni<br />
yöntemlere ilgi göstermeyeceği, oysa<br />
sosyalist yöneticinin sosyal faydayı düĢünerek<br />
eski yöntemi, maliyetleri düĢürebilen yeni<br />
yöntemle hemen değiĢtirebileceği öne<br />
sürülmüĢtür. Schumpeter ise özel giriĢimin<br />
kazanç amacıyla hareket ettiğinde ancak bir<br />
sosyalist idare kadar belirli bir binanın ya da<br />
makinenin değerini korumaya çalıĢacağını<br />
söyler. Özel giriĢimin bütün hedefi toplam<br />
aktifin net değerini en yüksek seviyeye<br />
getirmektir. Bunun anlamı, tüm yönetimlerin<br />
yeni üretim yöntemlerini ancak ileride bu<br />
yöntem yerine eski yöntemi kullandığında<br />
elde edebileceği kazançtan daha yüksek bir<br />
kazanç sağlayabileceği zaman<br />
uygulayabileceğidir. 36 Eski makinelerin<br />
kullanılması, yeni makinelerin sebep olacağı<br />
giderlerden tasarrufu büyük ölçüde sağlıyorsa,<br />
bunların kullanım değerleri kapitalist olduğu<br />
kadar sosyalist iĢletmeci için de daha uygun<br />
olabilir.<br />
Belli noktalarda yönetilenlere gözünü<br />
kapatırcasına baktığı düĢünülebilecek<br />
Schumpeter sosyolojisinin esasında bir<br />
kurumsal analizin sosyalist toplumdaki örgüt<br />
yoklamasını yaptığı az sonra anlaĢılabilir. Bu<br />
yoklamanın anlamı ve içeriği, kapitalist ya da<br />
daha geniĢ bir kümede merkantil toplumla<br />
basit eklektik bağlar kurması kaçınılmaz bir<br />
bürokratik ilerlemeciliktir, bir tür<br />
devamcılıktır, diye düĢünülebilir. Oysaki<br />
Schumpeter, Weber‟in örgütsel odaklanıĢına<br />
36 age., ss. 158-160.
daha fazla daldığı oranda bir yandan da<br />
örgütün teorik tasarımdan ziyade, zaten<br />
doğasında pratiği iĢletmeye dönük olan<br />
ilkesine bakıĢ atar. Kapitalizm, Sosyalizm ve<br />
Demokrasi‟de (özellikle 2. cildi Sosyalizm'de)<br />
ekonomik ve tarihsel verilerin el<br />
çabukluğuyla geçilmesini, güncele kurban<br />
edilmesini ve örgütselliğe atıfların pratik<br />
örnekler üzerinden iĢlenmekte diretilmesini<br />
biraz da buraya yormak gerekir. Bottomore<br />
ise Mosca, Pirenne, Pareto, Schumpeter<br />
karĢılaĢtırmasında bu yazarların hiçbirinin<br />
toplumdaki bireylerin ve elitlerin<br />
dolaĢımlarıyla ekonomik, sosyal, siyasal,<br />
kültürel sistemdeki değiĢmelerin ölçüsü<br />
arasında oranları da içeren bağlantı<br />
sunmamasını, ele aldıkları fenomenin eksiksiz<br />
ölçümünü vermemeleri nedeniyle kuramsal<br />
bir eksiklik kabul eder. Bireylerin sınıfsal<br />
konumlarını değiĢtirdiklerini -ki Marksizm<br />
etkisi toplumsal analiz anlamında olmasa bile<br />
bireysel değiĢimi sınıfla yorumlama<br />
anlamında bu yazarlarda etkisini gösterir- ya<br />
da seçkinler ile seçkin olmayanlar arasındaki<br />
değiĢmeleri gösterebilmiĢlerdir. Ancak bize en<br />
çok gereksinim duyduğumuz Ģeyi; seçkin<br />
kesim ya da üst sınıfın oran olarak ne<br />
kadarının toplumun alt katmanlarından<br />
alındığını ve alt katmanlardan<br />
yükselebilenlerin oranını<br />
açıklayamamıĢlardır. 37 Sosyalizmde örgütsel<br />
mekanizmaların ötesine geçilerek toplumun<br />
kendisinin de kurgulanması, Schumpeter'e<br />
göre, Polanyici manada, kapitalist „piyasa<br />
toplumu‟nun, toplumun kendisine<br />
yabancılaĢmasının uzun erimli büyük<br />
adımlarını takip etmek anlamına gelecektir.<br />
Sosyalist örgüt, kendisini kurar ve iĢleyiĢ<br />
mekanizmalarını saptarken, bunun bir toplum<br />
mühendisliğine evrilmemesine dikkat<br />
çekilmelidir. Schumpeter‟in reel sosyalizm<br />
eleĢtirisinde parıldayan ve kapitalist<br />
toplumsal tahayyüllerin önünde sonunda örgüt<br />
dolayımıyla toplum mühendisliğine varan<br />
çizgiselliğine karĢı duruĢu, sosyalist toplumda<br />
özellikle yeniden düĢünülmeli, elitlerin<br />
37 BOTTOMORE, B. TOM (çev. MUTLU, Erol)<br />
(1997), Seçkinler ve Toplum, 2. Baskı, Ankara:<br />
Gündoğan Yayınları, s. 58.<br />
25<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
öncülüğündeki karar mekanizması<br />
bürokrasinin toplumsal‟ı yaratması ve emiritaat<br />
zincirini kırması biçiminde<br />
iĢletilebilmelidir. ÇalıĢana örgütsel yapılar<br />
içinde uyması beklenen kuralları sosyal<br />
yaĢamda da tekrarlatmak, hazır kıta pozisyonu<br />
yüklemek, sosyalizmin bürokratik örgütsel<br />
algısının topluma yanlıĢ bir Ģekilde nüfuz<br />
ettirilmesi, büyük Örgüt‟ten arındırılmıĢ bir<br />
hayat kılcalının düĢünülememesi anlamına<br />
gelecektir. KuĢkusuz Weberyen demir kafes<br />
analizinin kötümserlik içinde yorumlanıĢı ve<br />
sosyalizmin de nihayetinde böyle bir modern<br />
„kapatılma‟ya mahkûm olacağı fikri, bizi<br />
Schumpeter‟in çarpık bir algılamasına<br />
götürebilir. Schumpeter, bu yüzden sadece ve<br />
sadece Weberyen analizin basit takipçisi ve<br />
zorunlu görülen sosyalist aĢamanın<br />
kapitalizmin bürokratik bir kopyası<br />
olduğundan ibaret izlenimini de uyandırabilir.<br />
Ne var ki, Schumpeter‟in örgütsel algısını<br />
toplumsal‟ın kuruluĢuna taĢımamaya, bu<br />
anlamda da elitlerin karar<br />
mekanizmalarındaki özerkliği sayesinde<br />
devlet‟in aĢırılıklarını törpülemeye dönük<br />
(sosyal liberalizm anlamında bir<br />
manikürcülük değil, daha içeriden ve tırnağı<br />
kopartmayı göze alarak onu iyileĢtireceğine<br />
inanan yıkıcı edim) giriĢimleri, Benthamcı<br />
modernizmi sosyalizmdeki gözetleme<br />
toplumundan ayrıĢtırma gayretlerini belirler.<br />
Ne yapmalı?nın pratiğe odaklanan ve Ģimdi<br />
Ģimdi Bloch‟ta kavramaya çabaladığım geniĢ<br />
ufuklu okumayı güncele feda etme<br />
durumunda kalma arasında bocalamadır belki<br />
de Schumpeter‟in sayıklamaları. Kapitalizm,<br />
Sosyalizm ve Demokrasi‟nin dertli, hafif çakır<br />
keyif gövdesi de gün ıĢıdıkça gözünü hafif<br />
kısarak yerinden doğrulur: Reel sosyalizm…<br />
Lenin‟in hız‟ı ve teorik arka planı(nı) heba<br />
etmese dahi pratik örgütsel tasarımlar uğruna<br />
bir nebze feda etmeye yaklaĢması, tam da<br />
sosyalistlerin bir Ģey ortaya koyamama,<br />
eleĢtirdikleriyle malul olma „halleri‟, örgütün<br />
pratiğe yönelme durumlarında ne yana<br />
düĢecekti? Beyn(i?) ve kol(u?) birbirinden o<br />
güne dek, uzun süreli iktidar anlamında,<br />
bağımsız 38 hareket eden ama siyasal<br />
38 Proletarya ve köylünün emek bilincinin kendisi için
tasarımlarda kendi kamusunu „düĢlemek‟ten<br />
öteye geçemeyen bir ideolojik ve etik kaygı,<br />
iktidar vakti çattığında eli ayağı birbirine<br />
dolaĢmasın diye mi örgüte bu kadar değer<br />
vermeye baĢlayacaktı? Böylesi bir etik kaygı,<br />
hız‟la bağlantı kurularak okunabilir mi?<br />
Nazizmin hız‟ını aĢarken tekrar kendini<br />
yakalamaya çabaladığı 39 anda kendi ahlakını<br />
kurma benmerkezciliği 40 , insanlık geçmiĢine<br />
sınıf anlamında bir iktidara dönüĢtürülmesi sürecinde<br />
„rekabet‟in kapitalist sözlükteki anlamlarından<br />
arındırılması, özelde örgütsel bir tasarımı gerekli<br />
kılmaktadır ki bu da hız‟ı ve eylemi Ģartladığı oranda<br />
teoriyi pratiğin koynuna sokacaktır. Bu bağlamda<br />
Lenin, sosyalist rejimde -burjuva aklının sosyalizmi<br />
yererken kullandığı sıkıcı, rutin, rekabetten uzak ve<br />
durağan kıĢla sistemi argümanlarının aksine- rekabetin<br />
sönümlenmeyeceğini fakat ilk kez rekabetin geniş ve<br />
kitlesel ölçekte örgütleneceğini haber veriyordu.<br />
(…)Çünkü sosyalizm; halkın çoğunluğunu,<br />
yetkinliklerini geliĢtirip kendilerinde o kadar bol olup<br />
da kapitalizmin ezip bastırdığı, boğup öldürdüğü<br />
yetenekleri sergileyebilecekleri emek alanına<br />
çekecektir. (…)ĠĢçilerin bu bağımsız giriĢkenliğini<br />
geliĢtirmek, genel olarak tüm emekçi ve sömürülen<br />
halkın bu yeteneğini mümkün olan en geniĢ Ģekilde<br />
yaratıcı örgütsel çalıĢmaya dönüĢtürmektir. LENIN, V.<br />
Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003), “Rekabet<br />
Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine<br />
Katılımı Üzerine, içinde, NK Yayınları, Ankara, ss. 63-<br />
71; (özgün metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-<br />
9 Ocak 1918.<br />
39 Nazi Almanyası‟nda Yahudilere karĢı yerel halkın<br />
linç giriĢimleri o denli artmıĢtı ki, bir yerden sonra<br />
partinin bu çıplak Ģiddete müdahale etmesi ve Ģiddeti<br />
kontrolü altına alarak yönetmesi, „mücadele‟ formuna<br />
sokması, Ģiddeti merkezileĢtirmesi gerekmiĢti. Kontrol<br />
edilemeyen güç, güç değildi.<br />
40 Burada üzerinde önemle durulması gereken, etik‟in<br />
kuruluĢu ve kitleye ulaĢtırılması sırasında izlenen<br />
yoldur. Bloch‟un sosyalizm eleĢtirisinde Nazilerin<br />
kitleyle kurduğu köprüyü ve ezilmiĢliklerin<br />
mobilizasyonunu sağlayan yöntemlerine dikkat<br />
çektiğini görüyoruz. Ona göre, Nazizmin baĢarısı<br />
“kendini kapitalizm içinde yurtsuz hisseden” insanların<br />
tepkilerini, “anti-kapitalist kıpırtıları” seferber etme<br />
yeteneğinde görülebilmelidir. Bora, Bloch‟un<br />
Erbschaft Dieser Zeit‟ta yurtsuzluk duygusuna,<br />
hoĢnutsuzluklara hitap ederek bunları karĢı-devrimci<br />
bir doğrultuda kıĢkırtmayı bilen Nazi üslubunu<br />
hatırlatır ve Nazilerin sadece olumsuz saiklere değil,<br />
insanların mevcut düzenin ötesine uzanan,<br />
tanımlayamadıkları, kavramsallaştıramadıkları ama<br />
tahayyül dünyalarındaki kadim ütopya öğeleriyle,<br />
dinsel imgelerle, Mesihçi izleklerle, mitolojilerle<br />
rezonans halindeki özlemlerine de hitap edebilmesini<br />
önemser. Naziler, uyguladıkları psiĢik Ģiddetle, bu<br />
26<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
karĢı sorumluluk duymayan arlanmamıĢ<br />
„özgürlüğü‟nden, sürat lüksünden mi<br />
kaynaklanıyordu acaba? Veya sosyalist etiğin<br />
ideolojik kurgusuna öncülük eden, istemese<br />
dahi onu boğazlayan bir geçmiĢe yönelme,<br />
geçmiĢe sorumluluk duyma, tarihe sahip<br />
çıktığı oranda ilerleyeceğine dair inanç‟ı ve<br />
buna göre kendine çizdiği ahlaki tasavvur mu<br />
benmerkezciliğini engelliyor? Tasavvur‟un<br />
tasarruf‟u belirleyebilmesi, tarih‟in hız‟ı<br />
kesmesi ve hız‟ın tarih‟e dönülmediği<br />
müddetçe etiği hızla kurabilmesi, tıpkı<br />
kapitalist ilkelerin toplumun kendisini bir<br />
„piyasa toplumu‟na dönüĢtürebilmesi gibi,<br />
insanlığa karĢı duyulan ahlaki sorumluluğun<br />
her adımda tarihselliğe boğularak geniĢçe<br />
okunması, sosyalizmin hız‟ını sınırladığı<br />
oranda ona hümanist bir „umut‟, Nazizme ise<br />
önüne, „iĢine‟, dolayısıyla örgütüne baktığı<br />
oranda bir ivme ve pragmatizm mi aĢılıyor?<br />
Nazizmin tutkunca kullandığı ve önüne<br />
katarak ilerlediği, sadece kendi ırkına özgü<br />
olduğu için anakronik ve görev odaklı etik<br />
tasarım, insanlık tarihine hapsolan sosyalist<br />
kendi yağında kavrulmacılıkla (yanarak ve<br />
çerçevesini tutturmaya çalıĢtığı için teoriye<br />
mahkûm kalan) „yarıĢ‟ edebilir mi?<br />
Belki de modern örgütlenmenin<br />
Schumpeter‟in andığı üzere, hem bir iç düzen<br />
(burada bürokratik organın kendi hücreleri)<br />
hem de bir kitle mobilizasyonu (tam<br />
anlamıyla bürokrasi ayak ise toplum eldir)<br />
yaratma „doğallığı‟ sosyalizmin kendi etik<br />
kaygısını da biçimlendirmiĢtir. KuĢkusuz bu<br />
„doğallık‟, „piyasa toplumu‟nun kendisini<br />
kurarken kullandığı sembolik, „ezeli ve ebedi<br />
piyasa‟ yanılsamasından öteye düĢebilir ve<br />
hoĢnutsuzluk ve özlemlere değen imgeleri<br />
“montajlayıp” -belki de anakronizmanın kendisini de<br />
dönüĢtürebilecek bir tahrifatla- kullanmıĢlardı.<br />
Komünistlerin, solun yenilgisinin esas nedeni,<br />
“mekanik bir entelektüalizme” düĢerek salt akla<br />
seslenmeleri, insanların kapitalizmin “ruhsuzlaĢtırıcı,<br />
gayrıinsanileĢtirici, mekanikleĢtirici” etkilerinden<br />
muzdarip yanlarını göz ardı etmeleriydi. Bloch‟un<br />
ifadesiyle; “Naziler aldatıcı konuştular –ama<br />
insanlarla. Komünistler tümüyle hakikatten konuştular<br />
-ama şeylerin hakikatinden.” (akt.) BORA, Tanıl<br />
(2007), “Peygamberâne ve „Geveze‟? Ernst Bloch ve<br />
EleĢtirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum ve<br />
Bilim, S. 110, s. 138.
hatta bununla övünebilir ama tehlikeli bir<br />
durakta beklemekte olduğu gerçeğini de göz<br />
önünde tutmalıdır.<br />
Bu geliĢmeler, kapitalizmin mutlak<br />
baĢarıları olmakla beraber, yenileme<br />
imkânlarının sınırlı olması, tekrar edilemeyen<br />
baĢarıların ilerleme odaklı üretim biçimi olan<br />
kapitalizmin sorunlu alanıdır. Kapitalist<br />
geliĢme yukarıda sayılan etmenlerden ötürü<br />
tesadüfi bir ilerleme kaydetmemiĢtir ancak<br />
bundan sonrası, ilerlemenin sınırları<br />
keĢfedildikçe kapitalizmin sonunu<br />
getirebilecek niteliktedir. Birçok iktisatçının<br />
özellikle cari yatırım hacminin azalmasının<br />
kapitalizmin son dönemlerinde büyük<br />
krizlerle karĢılaĢarak yıkılacağı öngörüsü,<br />
1930-40 devresi rakamlarına bakıldığında bu<br />
kadar kesin konuĢulmaması gerektiğini<br />
bildirmektedir. Ne var ki, aynı oranlar yatırım<br />
hacmindeki düĢüĢün kapitalizmin kısa vadede<br />
sorunlar yaĢasa bile uzun vadede bu sorunları<br />
aĢabileceği yönündeki bir iyimserlikle de<br />
yorumlanamaz. Bu açıdan Schumpeter,<br />
tesadüfî rakamların bir öngörünün içeriğini<br />
belirlememesi adına yakın gelecekteki<br />
kapitalizm beklentisini Ģöyle sıralar:<br />
“Kapitalist geliĢme, siyasi güç<br />
yoluyla, kapitalizme düĢman<br />
hukuki ve idari birtakım tedbirleri<br />
bir araya getirdi. Bu birleĢme<br />
daima artacak ve bir gün gelip<br />
kapitalist mekanizmanın iĢleyiĢini<br />
baltalayacaktır. Kapitalist<br />
mekanizmada kısıtlayıcı<br />
uygulamalar, fiyat kontrolleri ve<br />
katılığı mevcut sermaye<br />
değerlerini muhafaza endiĢesiyle<br />
yakından ilgilidir (s. 179).<br />
(...)Ancak kapitalizmin çökmesini<br />
yalnızca sermaye ünitesinin<br />
verimlilik derecesinin düĢmesinde<br />
arayanlar daha uzun zaman<br />
beklemeye mahkûmdurlar (s. 189).<br />
Kapitalist sistemi besleyen mallar<br />
için özel sektörün yatırım ve<br />
giriĢim Ģansı ekonomik<br />
sektörlerdeki doyma, nüfus artıĢ<br />
oranındaki azalma, yeni bölgeler,<br />
teknik yenilikler ve yeni güncel<br />
27<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
yatırımların daha çok kamu<br />
sektöründe görülmesi nedeniyle<br />
azalmaktadır. Nüfus artıĢ<br />
oranındaki azalma, herkesin<br />
ihtiyacı giderilmiĢ olsa bile, ancak<br />
ek nüfusun çıkmasıyla ek talep<br />
karĢılanabilecektir. Özel sektörün<br />
ortaya çıkabilecek açıklarını<br />
kapayamayacağı düĢüncesinden<br />
hareket edilirse, kamu finansmanı<br />
ihtiyacı ortaya çıkacak demektir.<br />
Bu ihtiyaç ise her çeĢit yatırım için<br />
mevcut olacaktır (s. 190).<br />
Arz yönünden de demografik<br />
geliĢme yüzdesindeki düĢüĢün<br />
üretimde de azalmaya neden<br />
olacağını söyleyebiliriz (ss. 180,<br />
181).”<br />
Kapitalist süreç, büyük iĢletmelerde<br />
kurumsal çerçevede burjuvazinin hâkimiyetini<br />
sorgular hale gelmiĢtir. Tek Ģahıs ya da aile<br />
mülkiyetine dayalı iĢletmeden ücretli<br />
yöneticiler, Ģef ve Ģef yardımcılarının ağırlık<br />
kazandığı yapılanmaya geçilmiĢtir.<br />
ĠĢletmelerde bir de büyük ve küçük<br />
aksiyonerler çalıĢmaktadır. Ġlk grup memur<br />
zihniyetine bürünmekte, aksiyonerlerin<br />
çıkarlarına uymamaktadırlar. Büyük<br />
aksiyonerler ise Ģirketle bağlantılarını sınırlı<br />
tutmakta, Ģirkete yön verecek atılımlara<br />
giriĢmemektedirler. Küçük aksiyonerler,<br />
düĢük bir gelir kaynağı olarak gördükleri<br />
Ģirkete sınırlı çalıĢma saatleri dıĢında emek<br />
harcamayı istememektedirler. Hisse<br />
senetlerine dayanan birçok Ģirketin geliri,<br />
ortaklarının yatırıma ve yeni yaratıcı kararlar<br />
almaya dönük hamlelerinin olmaması,<br />
çalıĢanlarının kurumsal iĢ akitlerini yaratıcılık<br />
sağlayan çalıĢmalar üzerinden yürütmemeleri<br />
nedeniyle sistemi kilitlemektedir. 41<br />
Schumpeter'in kapitalizmin<br />
geliĢiminde temel belirleyicilerden biri<br />
saydığı giriĢimcilik iĢlevi, ilerlemeyi temel<br />
ilke edinmiĢ bu sistemin sürekli bir durgunluk<br />
evresine girmesiyle zayıflayacaktır. GiriĢimci,<br />
kazanç ve faiz oranları azalacağından yeni<br />
41 age., s. 219-220.
yatırımlara yönelemeyecektir. Burjuvazi,<br />
geliĢemediği ve yıkıcı yaratıcılık iĢlevini yeni<br />
yatırımlar için kullanamadığı anda ticari<br />
iĢletmelerin idaresinde personellerin<br />
bürokratik iĢlemlere dönmesiyle farklılığını<br />
yitirecektir. Ġnsan enerjisi iĢ hayatından<br />
çekilecek, ekonomi dıĢı ve rutin eylemler faal,<br />
dinç zihinleri kendine çekmeye<br />
baĢlayacaklardır. Bu durumda sosyalizm,<br />
rasyonelleĢmiĢ aklın kâr güdüsüyle<br />
iĢletmelerde yönetim modelleri oluĢturma<br />
algısını terk etmesiyle sanki kendiliğinden<br />
gelecektir. Sistem bir kapitalist üretim<br />
iliĢkileri biçiminde sürse bile, giriĢimciliğin<br />
bir malı bulmanın ya da iĢletme için elveriĢli<br />
Ģartları yaratmanın ötesinde o iĢi<br />
'gerçekleĢtirmek' olan iĢlevi, diyalektik<br />
biçimde, teknik imkânların artmasıyla aykırı<br />
yeniliklerin getirilmesini zorlaĢtıracaktır.<br />
Teknik ilerleme, ısmarlama iĢ yapan, pratik<br />
sonuçlara ulaĢan uzmanların eline<br />
kalabilecektir. 42 Kısacası, kapitalist geliĢme<br />
sona erer veya tamamen otomatik hale gelirse,<br />
endüstriyel burjuvazinin desteği, sıradan idari<br />
iĢler için ödenen ücretlerle, bazı rant ve tekel<br />
kârlarıyla sınırlanacaktır. Dev endüstri,<br />
yalnızca orta büyüklükteki iĢletmeyi değil,<br />
müteĢebbisin gelirini ve varlık nedenini<br />
ortadan kaldıracaktır. 43<br />
42 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, ss. 204-<br />
207.<br />
43 age., s. 210.<br />
28<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Kaynakça<br />
ARSLAN, D. Ali (2007), Elit <strong>Sosyoloji</strong>si, Ankara: Phoenix<br />
Yayınları.<br />
BORA, Tanıl (2007), “Peygamberâne ve „Geveze‟? Ernst<br />
Bloch ve EleĢtirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum<br />
ve Bilim, S. 110, 2007.<br />
BOTTOMORE, B. TOM (çev. MUTLU, Erol) (1997),<br />
Seçkinler ve Toplum, 2. Baskı, Ankara: Gündoğan Yayınları.<br />
KOVANCI, Onur (2003), Kapitalizm, Yoksulluk ve<br />
Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz Yoksul<br />
Yasaları, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.<br />
LENIN, V. Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003),<br />
“Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine<br />
Katılımı Üzerine, içinde, Ankara: NK Yayınları; (özgün<br />
metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-9 Ocak 1918.<br />
MILLS, John Wright (1974) (çev. OSKAY, Ünsal), İktidar<br />
Seçkinleri, Ankara: Bilgi Yayınları.<br />
POLANYI, Karl (çev. BUĞRA, AyĢe) (2006), Büyük<br />
Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, 5.<br />
Baskı, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.<br />
SCHUMPETER, A. Joseph (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974),<br />
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Ġstanbul: Varlık<br />
Yayınları, 3. Baskı, c. 1.<br />
SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ, Rasin) (1971),<br />
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Ġstanbul: Varlık<br />
Yayınları, c. 2.<br />
VON BOHM-BAWERK, Eugen (2006) (çev. MADENCĠ,<br />
Can), Marx ve Marksist Sistemin Bitişi, Ankara: Liberte<br />
Yayınları.
SINIF VE KİMLİK<br />
<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong> 1<br />
Giriş<br />
Sınıfla ilgili tartışmalar sosyoloji<br />
literatüründe geniş bir yer tutar. İncelenen<br />
toplumdaki sınıfların hangi değişkenler<br />
temelinde ele alınacağı, birlikteliklerin ya da<br />
ayrışmaların hangi noktalardaki benzerlikler<br />
ya da farklılıklar üzerinden kendini gösterdiği<br />
hep tartışma yaratmış konulardır.<br />
Kimlik kavramı da aynı şekilde farklı<br />
yaklaşımlarla ele alınan önemli bir kavramdır.<br />
Bu kavramın ele alınışında da “aynı kimlik”<br />
ve “farklı kimlik” algısını yaratan etkenlerin<br />
neler olduğu farklı farklı düşünürler<br />
tarafından farklı şekillerde ele alınmıştır. Bu<br />
çalışmada sınıf ve kimlik kavramlarına dair<br />
dile getirilen farklı yorumlar ele alınmaya<br />
çalışılacak, aralarındaki farklar ve iç içe<br />
geçtikleri alanlar Gökalp, Bradley,<br />
Rutherford, Pietsch, Belek, Erbaş ve<br />
Coşkun’un çalışmaları üzerinden tespit<br />
edilmeye çalışılacaktır.<br />
Sınıf ve Yeni Sol<br />
Klasik sınıf anlayışı, Marx’ın<br />
temellerini attığı bir bilinçlilik halinden<br />
filizlenir ve sosyal varoluş, yani maddi<br />
deneyimler bu bilinci oluşturan etkinliklerdir.<br />
Bireyler gündelik hayattaki gözlemlenebilir<br />
gerçekliklerle bilinçlilik kazanırlar ve bu<br />
gerçeklikleri yaratan da üretim araçlarına<br />
sahipliktir. Ya da başka bir deyişle üretim<br />
araçlarını yönetenler, toplumdaki fikirleri de<br />
yönetmekte veya yönlendirmektedirler.<br />
1 Anadolu Üniversitesi <strong>Sosyoloji</strong> Bölümü Doktora<br />
Öğrencisi<br />
29<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Weberyan görüş ise kişilerin gündelik<br />
hayattaki pratiklerini ya da bilincini etkileyen<br />
faktörlerin maddi faktörlerle sınırlı olmadığını<br />
savunmaktadır (Bradley, 1996: 70-71).<br />
Weber’e göre cinsiyet, ırk, hiyerarşideki statü<br />
gibi etkenler ekonomik sınıf konumunu da<br />
belirleyen bir etkiye sahiptirler (Belek, 1999:<br />
215).<br />
Bu tanımlar, işçi mücadelesi içerisinde<br />
yaşanan bazı çatışmalarla gözlemlenebilir<br />
birer veri haline gelmişlerdir. Örneğin<br />
Rutherford, 1983’te katıldığı Komünist<br />
Parti’nin “bütün toplumsal ilişkileri sınıfın<br />
belirleyici varlığına indirgeyen dar bir<br />
ekonomik materyalizm tanımı”yla hareket<br />
ettiğinden söz eder (1998: 14). Bu tanım sol<br />
hareket içerisindeki bazı ayrımcılıkları da<br />
görünür hale getirmiştir. Marxist gelenek sınıf<br />
mücadelesini dar bir çerçevede, yani<br />
“sermaye sahibi sınıf” ve bu üretim sürecinde<br />
“çalışan yetenekli beyaz erkekler” başlıkları<br />
altında ele alarak eşitsizliğe maruz kalan<br />
başka insanları görememe yanılgısına<br />
düşmüştür (Bradley, 1996: 73).<br />
Sınıfın tanımlanmasında ortaya çıkan<br />
sorunlar sınıfın yeni boyutlarına yapılan<br />
vurgularla dile getirilmeye başlanmıştır.<br />
Örneğin mevcut orta sınıfın konumunun ne<br />
olacağı –ki bu orta sınıf sorununa Callinicos<br />
da dikkat çekmektedir (Belek, 1999: 231)-,<br />
yahut Poulantzas’ın yaptığı gibi üretken ve<br />
üretken olmayan emeğin ayrımının yapılması<br />
bu vurguların önde gelenlerindendir (Erbaş ve<br />
Coşkun, 2007: 8).
Poulantzas’ın yanı sıra Carchedi’nin<br />
üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar,<br />
artı değer sömürüsü yapanlar ve yapmayanlar,<br />
emek işlevlerini yerine getirenler ve sermaye<br />
işlevlerini yerine getirenler üzerinden yaptığı<br />
ayrım da bir başka tanım ya da ayrım olarak<br />
dikkat çekmektedir. Wright ise üretim<br />
araçlarının kontrolü, emekgücünün kontrolü<br />
ve yeni yatırımların/kaynakların kontrolü<br />
başlıkları üzerinden sınıfın yeni bir şemasını<br />
çıkarma çabasına girişmiştir (Belek, 1999:<br />
225-228).<br />
Ezilen sınıfın çeşitliliğine vurgu yapan<br />
ve tanımlama güçlüklerine dikkat çeken “yeni<br />
sol” yaşanan tek problemin sermaye sahibiyle<br />
çalışan erkekler arasında olmadığını gösterme<br />
çabasına girişti. Ev işgalleri, feminizm, cinsel<br />
politika gibi işçi haklarını savunan ve sol<br />
gruplarca da özen gösterilmeyen konular ön<br />
plana çıkarılmaya başlandı (Rutherford, 1998:<br />
15). Farklılık vurgusu yapan bu yeni<br />
hareketler uzun vadede, herkesin siyasi olarak<br />
bir hak talebiyle sesini yükseltmesini<br />
beraberinde getirdi.<br />
Kimlikler patlaması olarak<br />
adlandırılan bu durum farklılıkların dile<br />
getirilmesiyle ortaya çıkmış ve aynı zamanda<br />
farklılıkların çoğalmasını sağlamıştır (Gökalp,<br />
2004: 60). Sınıf birlikteliği ve dayanışmayı<br />
öncelerken, ortaya çıkan kimlikler farklılıkları<br />
vurgulayarak varlıklarını ispatlama yoluna<br />
gidiyorlardı. Bu kimlik patlaması ortamında<br />
sınıfı önceleyenlerin beklediği farklılıkların<br />
ortadan kalktığı homojen bir birliktelik pek<br />
mümkün görünmüyordu.<br />
Rutherford’a göre Komünist Parti ve<br />
yeni sol hareketler özelinde sol hareketin<br />
yaptığı yanlışlık devletçi politikanın dışına<br />
çıkamamaları ve kimliklerin de sınıf gibi sabit<br />
birer kategori olduğuna inanmalarıydı (1998:<br />
19). Yeni sol, başlarda Marxist çerçeveyi<br />
aşmayı başaramadı ve farklılıklar<br />
vurgulanarak yola çıkmış olsa da nihayetinde<br />
klasik homojenlik vurgusu sürdü. Yani halen<br />
sınıfın tüm farklılıklara rağmen bir bütün<br />
olduğu kabul ediliyor, herkesin bu bütünlükte<br />
birleşmesi isteniyordu.<br />
1984 madenci grevine kadınların<br />
verdiği destek sınıf ve cinsiyet ilgisine<br />
yönelik bazı değişikliklerin oluştuğunu<br />
30<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
düşündürse de (Bradley, 1996: 73) “grev<br />
dönemi, kendisinin ahlaki doğru olduğunu<br />
iddia eden bir sınıf politikasının egemenliği<br />
altındaydı”. Kadınların “çalışan sınıfın<br />
kadınları” adı altında greve verdiği destek<br />
övülse de öncelik “çalışan sınıf”ta kalmış,<br />
“kadın” hareketi destek görmemiştir. Arrighi,<br />
Wallerstein ve Hopkins’e göre örneğin kadın<br />
hareketinin bu yalnız kalmışlığı onun apolitik<br />
doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalist<br />
sistemden kaynaklı bir dışlanmışlık söz<br />
konusudur ancak örgütlenmedeki<br />
problemlerden ve eksikliklerden dolayı yeni<br />
toplumsal hareketler potansiyel güce sahip<br />
olsalar dahi gereken etkiyi gösterememişlerdir<br />
(Erbaş ve Coşkun, 2007: 15).<br />
Marxist temelli sınıf anlayışının farklı<br />
kimlikleri dışlamasıyla ilgili olarak<br />
Rutherford’un yaptığı bir diğer eleştiri de<br />
ekonominin belirleyiciliğine verilen önemle<br />
ilgilidir. Marx’ın “tarihi insanlar yapar ama<br />
kendi seçtiğimiz koşullar altında değil”<br />
sözünü hatırlatan Rutherford, bu sözü<br />
Althusser’e eleştiri mahiyetinde yeniden<br />
yorumlar ve “Ekonomi Hazretleri”nin nihai<br />
belirleyici olmadığını, koşulları etkileyen bir<br />
yapısı olduğunu, ancak bu yapının sonuca<br />
doğrudan etki etmediğini ifade eder<br />
(Rutherford, 2004: 18-20).<br />
Kimlik<br />
Artık yapılması gereken farklılıkların<br />
da hesaba katıldığı demokratik bir yaklaşımın<br />
geliştirilmesiydi. Bu durum kültürlerin<br />
kutsanmasını ve farklı kimliklerin varlığının<br />
tanınması taleplerini doğurdu.<br />
Farklılıkların vurgulanması yoluyla<br />
kimliklerin bir sorunsal haline gelmesi ise ilk<br />
olarak dilde kendisini göstermeye başladı.<br />
Derrida etkisi olarak da adlandırabileceğimiz<br />
bu durum bir kimliğin inşasının nasıl<br />
gerçekleştiğinin de açıklaması gibidir. Batı<br />
bilgi sistemlerinin yapı bozumu yoluyla<br />
hiyerarşik yapının nasıl gizlendiğini ortaya<br />
çıkarma çabasına girişen Derrida “bir<br />
kimliğin inşası inkar ettiğini dışlamasına<br />
dayanır” demektedir (Gökalp, 2004: 70).<br />
Merkez iktidarını meşrulaştırmak için,<br />
kendisini inkar edeni ötekileştirirken, her iki<br />
taraf da kendisini diğerinin elinden
çektiklerini anlatarak var etme yoluna gider<br />
(Pietsch, 2007: 345). Bu inkar yoluyla öteki<br />
anti-tez gibi sunulur ancak “Siyah Güzeldir”<br />
gibi özellikle güzelliği ve olumluluğu<br />
vurgulayan bazı söylemler bu ötekileştirici<br />
katı tavrı kırmayı başarır (Rutherford, 1998:<br />
23).<br />
Bu noktada kimliğe dair yapılmış iki<br />
temel tanımı ele alabiliriz. Gökalp’in<br />
Grossberg’den alıntıladığı bu iki kategoriden<br />
biri özcü yaklaşımdır. Buna göre kimlik verili,<br />
sabit bir gerçekliktir ve “bireyi oluşturan<br />
kendiliğinden var olan tözsel bir benlik olarak<br />
tanımlanır”. Diğer kategoriyi ise kimliğin inşa<br />
edilmiş olduğunu vurgulayan ve ağırlıklı<br />
olarak “Kültürel Çalışmalar” okulu tarafından<br />
işlenen kimlik tanımı oluşturur. Bu tanım<br />
kimliği sabit bir kategori ve tamamlanmış bir<br />
proje olarak görmez. Buna göre kimlik<br />
tarihsel süreç içerisinde sürekli değişim<br />
geçiren, yeniden üretilen ve “daima oluşum<br />
halinde” olan bir gerçekliktir (Gökalp, 2004:<br />
64).<br />
Kimlik, birden çok söylem ile inşa<br />
olmakta ve bireyler bu sayede birden çok<br />
kimliğe sahip olmaktadırlar. Bu kimliklerden<br />
birisine sahip olan birey diğerini her zaman<br />
dışlamak zorunda değildir (Gökalp, 2004: 67).<br />
Sözünü ettiğimiz bu çoğulcu ve inşacı kimlik<br />
anlayışına göre kimlikler yansız değildirler ve<br />
kendilerini meşrulaştırma çabası<br />
içerisindedirler. Bu çabalar çoğulcu bir kimlik<br />
anlayışı doğurarak sınıf merkezli dar bakış<br />
açısını geçersizleştirmiştlerdir (Gökalp, 2004:<br />
71).<br />
Demokrasiyi sivil toplum alanına<br />
sıkıştıran bu anlayış bu sefer de kimlik/fark<br />
söylemleri dışında kalan etkenleri göz ardı<br />
ettiği için eleştirilmeye başlanmıştır. Bir nevi<br />
sınıf temelli yaklaşımları eleştirenler, sınıf<br />
üzerinden teori geliştirenlerin düştüğü hataya<br />
düşmüşlerdir. Oysa sivil toplumun<br />
söylemlerini özgürce dile getirmesinin<br />
yanında sosyal adalet ve eşitlik gibi önemli<br />
dengelerin de kurulması gerekmekte, ancak az<br />
gelişmiş ülkelerde bu konuda ciddi sıkıntılar<br />
yaşanabilmektedir (Erbaş ve Coşkun, 2007:<br />
21). Farklılıkların kimliklerin savunusu<br />
yoluyla korunması çabasının önüne geçilemez<br />
çatışmaları tetiklemesi de söz konusudur.<br />
31<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Farklılığa vurgu yapan politikaların<br />
beklenenin aksine gerici ve ötekileştirici<br />
politikalar ürettiği görülmüştür (Erbaş ve<br />
Coşkun, 2007: 23). Pietsch ise sınıf<br />
politikasından kimlik politikasına geçişin<br />
“Aydınlanmanın evrenselleştiricilik projesini<br />
ortadan kaldırmak” anlamına geldiğini ve<br />
sivil toplumu yıpratacağını düşünmektedir<br />
(2007: 345).<br />
Gelinen noktada saldırganlığın ve<br />
ırkçılığın kendisini gösterdiği bir gerçektir.<br />
Çünkü, Hall’ün de uyardığı gibi, iktidar<br />
varlıkları ve bilhassa ulus-devlet kimlikleri<br />
düşüşe geçtiklerinde çevrelerindekileri de<br />
kendi yanlarında götürecek katı bir ırkçılığa<br />
bürünmektedirler. Özellikle milli kimliklerle<br />
ilgili yapılan eleştirilerin bu tip riskler içerdiği<br />
bir gerçektir (Gökalp, 2004: 62). Bu yüzden<br />
“bir iyileştirme ve onarma kültürü gerekli”<br />
hale gelmiştir (Rutherford, 1998: 27).<br />
Kimliklerin vaat ettiği demokratik ortamın<br />
sağlanamaması ve aksine ortaya çıkan şiddete<br />
dayalı kutuplaşmalar bazı çözüm önerilerini<br />
de beraberinde getirmiştir. Mungan’ın bu<br />
konudaki belirlemelerini Gökalp şu şekilde<br />
aktarmıştır:<br />
Önemli olan, bir kimliği<br />
“savunurken, aynı zamanda<br />
tarihsel bir kategori olan o<br />
kimliğin aşılması sürecinin<br />
mücadelesini de içermesidir.<br />
Kimlikler ancak o zaman<br />
hapishanemiz olmaktan çıkar”<br />
(2004: 75).<br />
Kimliğin aşılmasının kabulü demek,<br />
onun tarihsel olarak dinamik bir inşa<br />
olduğunun da kabul edilmesi anlamına gelir<br />
(Rutherford, 1998: 25).<br />
Kimlikle ilgili yapılan önemli bazı<br />
ayrımlara dikkat çekmek yerinde olacaktır. İlk<br />
olarak, psikologlarca üzerine çalışılan bireysel<br />
kimlik ve daha çok sosyologların çalışma<br />
alanı olan toplumsal (ya da kültürel kimlik)<br />
ayrımından söz edebiliriz.<br />
“Bireysel kimlik kendiliğin<br />
inşasına gönderme yapar:<br />
benzersiz birey olarak kendimiz
hakkındaki kendi hissimizdir,<br />
kendimizi nasıl algıladığımızdır ve<br />
diğerlerinin bizi nasıl gördüğü<br />
hakkındaki düşüncemizdir”<br />
(Bradley, 1996: 24).<br />
Toplumsal (ya da kültürel) kimlik<br />
ise:<br />
“Zaten var olan bir şey değildir;<br />
zaman, mekan, tarih ve kültürün<br />
ötesine geçer. Kültürel kimlikler<br />
bir yerlerden gelir, tarihleri vardır.<br />
Ama tarihsel olan her şey gibi,<br />
sürekli dönüşüme maruz kalırlar”<br />
(Hall’den akt. Gökalp, 2004: 68).<br />
Bu kimlikler yaşanmış ilişkilerin<br />
çeşitliliğinden türerler ve (eşitsizliklerde<br />
olduğu gibi) bireyleri etkilerler (Bradley,<br />
1996: 24).<br />
Toplumsal kimliğin alt başlıkları olan<br />
pasif kimlik, aktif kimlik ve politik kimlik<br />
ayrımı ise bireylerin eylemliliği noktasına<br />
odaklanmaktadır. Pasif kimlikler yaşanmış<br />
ilişkiler sonucu edinilen ancak herhangi bir<br />
eyleme dönüşmeyen kimlikler, aktif kimlikler<br />
ise bireylerin hakkında bilinçli oldukları ve<br />
eylemlerine zemin sağlayan kimliklerdir.<br />
Eylemlere sabit bir zemin bulunduğunda ve<br />
bireyler kendilerini bir kimliğin kavramlarıyla<br />
düşünüp tanımlamaya başladığında ise bu<br />
kimliğin artık politik bir kimliğe<br />
dönüştüğünden söz edebiliriz (Bradley, 1996:<br />
25-26).<br />
Sonuç: Sınıfın Yeni Konumu<br />
Peki kimlik tanımlarının bu denli<br />
çeşitlendiği ve sabit bir sınıfsal yapıdan<br />
ziyade dinamik bir kimlikler bütününün<br />
öncelendiği bu dönemde sınıf kavramı ne<br />
durumdadır? İncelediğimiz makalelerdeki<br />
ortak kanı ekonomik ilişkilere dayalı sınıf<br />
anlayışının da sosyal kategoriler setine dayalı<br />
sınıf analizinin de nihayete ermediğidir<br />
(Bradley, 1996: 79).<br />
Her ne kadar eleştiri süreci sınıf<br />
teorilerinin düşüşü ve yeni toplumsal<br />
hareketlerin yükselişine denk gelmiş olsa da<br />
“sınıf hala toplumsal dinamikleri kavramayı<br />
sağlayan toplumsal bir gerekliliktir..”<br />
(Rutherford, 1998: 10-11). Özellikle Erbaş ve<br />
32<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Coşkun bu konuda ümitli konuşmaktadırlar.<br />
Onlara göre, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi,<br />
sınıf teorilerinin düşüşünün ve yeni toplumsal<br />
hareketlerin yükselişinin “sınıfın varlığını<br />
maskelemiş olması onun gelecekte de böyle<br />
olacağı anlamına gelmemektedir” (2007: 22).<br />
Belek’e göre ise:<br />
Mesleki farklılıklardan ileri gelen<br />
gruplaşmalar varlığını<br />
sürdürmekte, hatta meslek, genel<br />
olarak bütün emek piyasası içinde<br />
beceri, yaratıcılık, talep edilirlik,<br />
pazarlık gücü, hareket yeteneği<br />
bakımlarından avantaj ya da<br />
dezavantajlar sağlayabilmektedir<br />
(1999: 214).<br />
Yapılması gereken sınıf analizlerinde<br />
toplum içerisindeki farklılaşmaların<br />
nedenlerini gözlemlemeye çalışmaktır. Bu<br />
nedenler salt ekonomik olmadığı gibi,<br />
tamamen ekonomi dışı da değildirler. Ezenezilen,<br />
sermayedar-çalışan, patron-işçi<br />
ikilikleri çok farklı alanlarda farklı isimlerle<br />
farklı iktidar mücadeleleri olduğunu inkar<br />
etmemizi gerektirmemektedir. Aynı şekilde<br />
farklı iktidar mücadelelerinin varlığı da<br />
ekonomi temelli mücadelelerin olmadığı<br />
anlamına gelmez. Bu konuda özellikle<br />
Rutherford’un belirlemeleri çok önemlidir<br />
çünkü hem cinsiyet hem de siyasi kimlik<br />
tercihlerinden dolayı yaşadığı tecrübeleri<br />
makalesinde ayrıntılı olarak dile getirmiştir.<br />
Kaynakça<br />
Belek, İlker (1999) “Postkapitalist” Paradigmalar,<br />
Sorun Yayınları, İstanbul<br />
Bradley, Harriet (1996) Fracturated Identity:<br />
Changing Patterns of Inequality, Polity Press<br />
Erbaş, Hayriye ve Coşkun, Mustafa Kemal (2007)<br />
Sınıf Kimliğinden Kültürel Kimliğe: Fark/Kimlik<br />
Politikalarının Yükselişi, Fark/Kimlik Sınıf içerisinde, Der.<br />
H. Erbaş vd., EOS Yayınevi, Ankara<br />
Gökalp, Emre (2004) Kimlik, Farklılık ve Kimlik<br />
Siyaseti, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,<br />
Cilt 1, Sayı 2, S. 59-78<br />
Pietsch, Carl (2007) Sınıf, Milliyetçilik ve Kimlik<br />
Politikaları, Fark/Kimlik Sınıf içerisinde, Der. H. Erbaş vd.,<br />
EOS Yayınevi, Ankara<br />
Rutherford, Jonathan (1998) Yuva Denilen yer:<br />
Kimlik ve Farklılığın Kültürel Politikaları, Kimlik, Topluluk,<br />
Kültür, Farklılık içerisinde, Sarmal Yayınları, S. 7-29
BAUHAUS GELENEĞĠNE BAKIġ<br />
Petek Beyazova *<br />
“İfade, kerameti kendinden menkul bir<br />
'deha'nın keyfi dışavurumları değil, her<br />
insanda paylaşılmış olarak bulunduğu<br />
farzedilen, 'doğal' bir güç olduğu<br />
anlaşılan 'dehanın' işlenerek,<br />
uğraşılarak ve düzenlenerek bir 'sanat<br />
eserine' dönüşmesidir.”<br />
Ulus Baker<br />
Gelenek ve Teori<br />
Birinci Dünya Savaşı'na giden yolda -<br />
ulus devletler çağı- tüketim alışkanlıklarının<br />
değiştiği dünyada üretim tarzları da değişime<br />
paralel olarak farklı çevrelerce başka<br />
söylemlerle kendilerini var etmeye çalıştı.<br />
Bauhaus'un doğuşunun izini burada bulmak<br />
mümkündür. Sanatı ve zanaatı baskı altında<br />
tutan siyasi güç, sanatçının görevi, üslubu gibi<br />
öznel meseleleri doğrudan üretim ilişkilerine<br />
bağlayarak tartışıyordu.<br />
1907'de kurulan Deutsche Werkbund<br />
adlı, üyelerinin çoğunluğunu sanatçı ve<br />
mühendislerin oluşturduğu dernek bu<br />
tartışmaların gündem oluşturduğu ilk yerdir.<br />
Derneğin üyelerinden Hermann Muthesius,<br />
demokrat Friedrich Naumann'la sanat<br />
politikası ve üretim hakkında benzer görüşleri<br />
paylaşıyordu. Devlet nezdinde sanat, tipler<br />
oluşturarak seri üretim ile ticari çıkarlar için<br />
sanatçıyı kısıtlayan, ulusal bir sağduyu ile<br />
kuşatan, zorlama bir üretim öneriyordu.<br />
Hermann Muthesius da 'Werkbund'un<br />
Gelecekteki Çalışmaları' adlı konuşmasında bu<br />
fikirleri alenen destekliyordu. Aynı oturumda<br />
Henry van Velde 1 sözü alarak şiddetli bir<br />
biçimde Muthesius'a karşı çıktı (Maciuika,<br />
2009: 38). Van Velde'nin sanatçının<br />
özgürlüğünü savunan konuşmasından sonra<br />
Werkbund katılımcıları bir anlamda taraflarını<br />
seçerek yorumlarda bulundular. Takriben<br />
birçok mektup, makale ve tartışmanın temel<br />
* Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,<br />
Sanat Tarihi Bölümü<br />
1 Art Nouveau'nun Belçika'daki öncülerinden.<br />
33<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
sorunu haline gelen bu meseleden Bauhaus'u<br />
oluşturacak düşünce ve üslup doğdu.<br />
1919'da Weimar'da Bauhaus<br />
Manifestosu kendini bir nesnel yapı olarak var<br />
etmeye başladı. Bu yapı, içinde tasarım eğitimi<br />
verilecek bir okul binasıydı. Açılış Walter<br />
Gropius'a atfedilse de düşünsel boyutta ilk<br />
adımları atan Van Velde ile de anılmaktadır. H.<br />
Muthesius, F. Naumann, Werkbund genel<br />
müdürü Enrst Jackh ve Werkbund'daki<br />
destekçilerinin; tipler yaratma/standardizasyon<br />
konusunda çalışmaları ve dayatmaları temelde<br />
Alman Kültür'ünü bir emperyal erk, temsilen<br />
bir stili, uluslar arası bir model haline getirmek<br />
üzerine şekillendiğinden, politikacılar<br />
tarafından milli duyguları perçinleyecek<br />
sözlerle savunulmuştur. Ancak terslik de<br />
şuradadır ki; üretim uzun vadede halkın<br />
refahını sağlayacak finansı ihracatla elde<br />
edecek, ancak satın alma gücü kısa vadede<br />
iyileşmeyen halk halen vergiler veya düşük<br />
gelir sebebiyle ihtiyacı olanı ya da çok daha<br />
kritik bir mesele olan, tasarımından dolayı<br />
beğendiği lükse sahip olamayacaktır.<br />
Bauhaus bu eksende toplumcu bir<br />
üretim tarzı önermektedir; kolay erişilebilir,<br />
ucuz, dayanıklı tasarım. Ancak politik açıdan<br />
değerlendirildiğinde Doğu'daki devrimlerden<br />
etkilendiği düşünülse de bir sosyalist<br />
ideolojiyle toplumcu değil, keza Nazi<br />
döneminde milliyetçi sağduyudan uzak ve<br />
ortaya çıktığı zamanın politikacıları gibi<br />
emperyal kaygıları olan bir tutumda da
değildir. Bu noktada sanatı siyasetten ayırmak<br />
çok mümkün olmuyor.<br />
Bauhaus yeniliğin inşasıdır. Modernizmin<br />
bu inşadaki rölü, evdeki en küçük nesneden<br />
başlayarak tüm eşyayı dönüştürmek ve bir<br />
yaşama biçimi yaratmak, bu değişimlerden<br />
alışılageldiği üzere sadece aristokrasinin değil,<br />
gittikçe bir tehdit olarak yükselen orta sınıfın<br />
da ulaşabileceği değerler biçmektir. Bu haliyle<br />
imlediği tek şey demokrasinin kendisidir. Bazı<br />
çalışmalarda gösterilen halkçı tarafı da başta<br />
Werkbund'da dile gelmiş ihracat çıkarları<br />
hususunda, aynı paradigmayı öngördüğünden<br />
tutarsız görünüyor. H. Muthesius<br />
standarlaştırma önerererek uluslar arası bir<br />
markalaşma öneriyorduysa, Bauhaus bir<br />
Alman stili iddiasıyla kültürel bir yayılma<br />
öngörür. Bu büyük planlar, ırak hegemonyalar<br />
bir biçimde aynı kulvardadır. Ama niyetlerin<br />
farklı olduğunu politikacılarla kimlerin kahve<br />
içtiğine bakarak anlayabildiğimiz gündelikiçgüdüsel<br />
noktadayız. Ve bu açıktır ki<br />
Muthesius cenahıyla Gropius cenahı birbirine<br />
üretim-tüketim öngörüleri konusunda<br />
Doğu'daki ve Batı'daki devrimler kadar zıttır.<br />
Bauhaus'un tasarım ve üretim tarzına bakarak<br />
bu gerçeğe ulaşılabilir.<br />
Şatafattan tamamen uzaklaşan, çekiciliğini<br />
sadeliğinden alan şey… İşlevselliği<br />
tasarımının önüne geçtiği gibi, bir süre sonra<br />
tasarım işlevselliğine uygun izler taşımaya<br />
başlar. Amaç gündelik hayatı kolaylaştıran, bir<br />
şey satın alındığında bir benzer diğer şeyi satın<br />
almanızı engelleyecek bir dayanıklılık ve en<br />
önemlisi aitlik, modern bir alman stiliyle<br />
modern bir Alman gibi hissetmeyi satmaktır.<br />
Bu durum günümüzde orta sınıfın<br />
alışkanlıklarının değişmesine benzetilebilir.<br />
Ekolojik bir makine satın alındığında, bir<br />
anlamda belli bir entelektüel elitin içinde<br />
hissedilerek alternatif bir şekilde yine aynı<br />
şirkete finansal, piyasaya ekonomik bir destek<br />
sağlanmış olunur. Bauhaus'un modernizmle,<br />
büyümeyle, üretimle ilişkisi bu doğrultudadır.<br />
Bauhaus bir tasarlama, dizayndan çok<br />
bir model yaratır. Bu model bakmaya<br />
alışagelinen en sıradan gündelik şeyi dahi<br />
estetize ederek, bir günün her evresinde, bir<br />
evin her odasında yalın, sindirilmiş bir stil<br />
haline gelmek ister. Bu yüzden estetik ile şeyi,<br />
34<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
sanat ile işlevselliği, soyut ile kesinliği<br />
buluşturan geometrik formdadır (Artun, 2009:<br />
189-190). Bu keskin formlar aynı zamanda<br />
Bauhaus derslerinde görmeyle ilgili bir eğitim<br />
tekniğinin formlarıdır. Bauhaus eşyayı yaşama<br />
ve eşyayı izleme arasında kurulan bir<br />
köprüdür. Bu köprünün hatları geometriktir.<br />
Eğitim ve Pratikler<br />
Bauhaus bir öğreti olarak<br />
değerlendirilirse, tam da bir pedagojik karşılık<br />
bulacaktır; 'öğrenen merkezli eğitim'.<br />
Bauhausçuların sanatçıya bakışaçısı bu konuda<br />
ipucu verebilir; yeteneksiz insan yoktur, her<br />
birey nasıl yapıldığını öğrendiğinde bir<br />
sanatçıya dönüşebilir. Bauhaus'ta genel<br />
öğretmen öğrenci/usta çırak ilişkisi bu bilincin<br />
üzerine kurulmuş olup zaman içindeki eğitmen<br />
figürlerine göre muhtelif pedagojik yöntemler<br />
geliştirmiştir. Paul Klee, Johannes Itten, Vasily<br />
Kandinsky, Josef Albers gibi isimler<br />
Bauhaus'un önemli eğitmenleri arasındadır.<br />
Temel Tasarım Eğitimi'nin yalnızca<br />
Bauhaus ekolüyle ilişkilendirilmesi haksızlık<br />
olacaktır. Avrupa'da sanat eğitiminin nerede<br />
başlayacağı, nasıl süreceği üzerine felsefi,<br />
pedagojik bir tartışma sürmektedir. Bauhaus'ta<br />
Temel Tasarım derslerine “Vorkurs”<br />
deniliyordu. Bu dersler öğrencilerin sanatla<br />
tanışma aşamasında aldıkları bir ön ders<br />
mahiyetindeydi. Temelde görsel algıyı<br />
geliştirmek için 'Gestalt İlkeleri'ni<br />
benimseyerek, parçadan bütüne varmayı<br />
öğretmeyi amaçlar ve düzen içindeki parçaları<br />
bir bütün halinde görüp yorumlardı.<br />
Bauhaus'un ilk senelerinde Johannes<br />
Itten pedagojisi etkindir. Yaklaşımı karakteri<br />
yüzünden mistik bulunur (Özkar, 2009: 136).<br />
Renklerle, soyutla olan ilişkisi ve ders<br />
başlarında yaptırdığı meditatif spor hareketleri<br />
yüzünden böyle nitelendirilmesi mümkündür.<br />
Bu mistisizmi elbette bireysel gelişimi<br />
savunduğu bir düzlemde, yaklaşımda kendini<br />
gösterir. Itten'in en önemli tekniği, resim<br />
düzleminde yaptığı çalışmalarla öğrenciye<br />
resmi, geometrik şekiller aracılığyla saptadığı<br />
anlamlarla öğretmektir. Bu teknikle soyut<br />
düşünmeyi öğretmeyi amaçlamaktadır. Aynı<br />
amaç Kandinsky'nin “ölüdoğa” denen<br />
resim/fotoğraf üzerindeki geometrik
soyutlamasında da vardır. Bu türden yöntemler<br />
direkt olarak bireyin algısına yönelik,<br />
metafizik kişisel öğrenme süreçleridir. Itten<br />
ayrıldıktan sonra Bauhaus, Walter Gropius'a<br />
mal edilebilecek pozitivist tavrını öne<br />
çıkarmıştır. Sınıf içinde yaratılan geometrik<br />
evrenlere bakış açısı biraz değişmiştir. Bireysel<br />
gelişim yerine, eser üzerinde çalışılan tekniğin<br />
anlatılması, paylaşılması, geliştirilmesi daha<br />
açık bir anlatımla iletişim ve aktarım önem<br />
kazanmıştır. Eserin, Itten döneminde üzerinde<br />
durulan algısal boyutu bir kenara bırakılmış,<br />
işlevselliği önem kazanmıştır. Bu noktada F.<br />
Fröbel'in 'hediye setleri'nden bahsedilebilir.<br />
Itten ve Gropius'un, iki farklı yaklaşımın<br />
oyuncağı olabilecek niteliktedir. Çocuklar için<br />
geliştirilmiş bu ahşap oyuncak bir ipe asılı<br />
olarak durur (boşlukta salınan), üç boyutlu ve<br />
geometriktir. Bu haliyle uzayda salınan cismi<br />
temsil eder. Temel geometrik biçimlerle,<br />
boşluğa inşa edilebilecek nesneyi öğreten<br />
yanıyla yapısalcı, çocukların farklı algılarla<br />
yaptıkları dizaynlar bakımından bireysel<br />
gelişimi destekleyen bir öğretme biçimidir.<br />
Benzer bir sistematik Bauhaus<br />
öğretmenlerinden Moholy-Nagy'nin 'Yedi<br />
Element'idir. Fiziksel dünyanın biyoteknik<br />
yapıtaşları, prizma, koni, şerit, küre, çubuk,<br />
burgu, küpten oluşan yedi element yine aynı<br />
şekilde kullanılan soyut dillerin, aynı zamanda<br />
düzen içindeki hatları saptamaya yarayacak<br />
görsel algının kuvvetlenmesiyle ilgili eğitimin<br />
parçasıydı.<br />
Bauhaus eğitimi eğitmenlerle<br />
adlandırılarak dönemlere ayrılabilirse de, aslen<br />
iki başlık var gibidir; öznel ve nesnel<br />
yaklaşım. Son zamanlarına doğru nesnel<br />
yaklaşım tarzı hüküm sürmüştür.<br />
Türkiye’de Bauhaus Etkileri<br />
Cumhuriyet Türkiyesi'nde modernizm<br />
entegrasyonu bir gereklilik halini almıştı.<br />
Bürokratlar, entelektüeller bir model arayışı<br />
içindeydiler. Savaş karışıklığı bir yanda<br />
yıktığını, diğer yanda yeni düzende kurulması<br />
gereken prensipler, ilkeler haline getirmişti. Bu<br />
noktada Bauhaus Türkiye için önemli bir<br />
modeldir. Tanzimat‟ın modernleşme<br />
nesnesiyle Cumhuriyet‟in modernleşme<br />
nesnesi oldukça farklıdır. Tanzimat bir tür<br />
35<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
burjuva yaratıp onun ihtiyaçları doğrultusunda<br />
modernleşirken, Cumhuriyet Bauhaus<br />
normlarına isterik bir şekilde ihtiyaç içindedir.<br />
Tanzimat'ta kendini Pera ve çevresi ile<br />
sınırlayan modern, Cumhuriyet'te tüm bir<br />
Anadolu'nun, özellikle köylünün modernidir.<br />
Bunu karşılayabilecek niteliği fütüristik<br />
tavrından gelir. Bauhaus'un kurguladığı bir<br />
gelecek inşasıdır. Cumhuriyetle beraber tam da<br />
yeni'nin yerelleştirilmesi, geçmişle bağların<br />
koparılması, endüstriyle sanatın birbirini<br />
destekleyen bir biçimde gündelik yaşamı<br />
kuşatması gerekmektedir. Bu türden özlemler<br />
metazori, dayatılmış bir dönüşüm süreci olarak<br />
görünebilir. Ancak bu gelişmeler 'tali (ikincil)<br />
sosyalizasyon': yani kurumsal ya da kurum<br />
temelli altdünyaların içselleştirilme sürecidir<br />
(Berger, Luckmann, 2008: 202). Toplumlar<br />
işbölümü, kent kuralları gibi benzeri<br />
anlaşmaların bilgi dağılımı içindedirler. Bu<br />
gündelik hayat kabullerinin sanat ve kültürdeki<br />
kabulleri de aynı şekilde anlaşmalarla yapılan,<br />
toplumların ikincil sosyalizasyon süreçleri<br />
olarak büyük resimde değerlendirilmelidir.<br />
Z. Y. Yaman bu ihtiyacı kavramsal<br />
anlamda oldukça net bir şekilde niteleyerek<br />
“makinenin estetiği” demektedir. Bauhaus'la<br />
beraber modern insan makineye alışmaktadır.<br />
Aynı çalışmasında Yaman, Türkiye'de<br />
Bauhaus'un Osmanlı'dan Cumhuriyet'e<br />
aydınlar ve sanatçılar tarafından nasıl<br />
içselleştirildiği konusunda Nazım Hikmet'in<br />
“Makinalaşmak” şiirini sembolik bir örnek<br />
olarak gösterir (Yaman, 2009: 204). Bu bir<br />
bakıma uzun bir süreci temsil etmekle<br />
mükelleftir; takip, sonra yandaşlık ve ardından<br />
entelektüel fikir birliğiyle destekleyecek<br />
nitelikte ürünler ortaya koymak. Benzer<br />
etkileşimi Bauhaus'un kendisi “Arts and Craft”<br />
ve diğer ülkelerdeki çağdaş benzer tasarım<br />
programlarından, ya da Henry Bergson gibi<br />
düşünürlerin yaklaşımlarından esinlenerek<br />
yaşamıştır. Dünyanın küçülmeye başladığı<br />
noktada, demokratik rejimlerin hükmünde<br />
hemen her coğrafyada modernizmin sanat<br />
temsili makine'nin kendisidir. O noktada din,<br />
ahlak, toplumsal gelenekler gibi hassasiyetlere<br />
bağlılığın esası yerine, modernizmin bu yeni<br />
insanı için konfor ve işlevsellik üreten
makinesine bağlılık her tür kutsallıktan ve<br />
kültten uzak gerçekçi bir sanat yorumudur.<br />
Köy Enstitüleri<br />
Erken Cumhuriyet Dönemi'nde<br />
köylerin kalkındırılması hususunda ilkin<br />
eğitim programlarında düzenlemeye<br />
gidilmiştir. Hedef köyü kalkındıracak, nitelikli,<br />
niteliği uzmanlığından değil birçok alanda iş<br />
görürlüğünden gelen bireyler yetiştirmektir.<br />
Emeği belli bir sistematikle, ama bireyin<br />
seçimleri doğrultusunda kanalize eden bir<br />
programdır. Bu programla öğrenciler temel<br />
sanat eğitimden geçmekte, yanısıra müzik,<br />
resim, tiyatro, halk oyunları, şiir yazımı,<br />
yontuculuk, spor, hatta etkili konuşma ve<br />
yabancı dil alanlarında eğitimler almaktadırlar.<br />
Her öğrencinin ilgi alanı ve yeteneği<br />
doğrultusunda gelişimleri gözlemlenerek<br />
saptanır, bu doğrultuda eğitim<br />
programlarımdan kendilerine en uygun olanı<br />
seçmeleri için yönlendirilirler. Köy<br />
Enstitüleri'nin Güzel Sanatlar ve Yapı ve El<br />
sanatları bölümleri direkt sanatla ilgilidir ama<br />
bu kolların birinde eğitim alan öğrenci bir<br />
diğer alanda da bilgi, beceri sahibi olur.<br />
Köy Enstitüleri'nin kurucusu ve<br />
kuramcısı olan İsmail Hakkı Tonguç<br />
Almanya'da bulunduğu sürelerde Bauhaus ve<br />
İş Okulu pedagojilerini incelemiş ve bu<br />
modelleri 'Yeni Cumhuriyet'in koşullarına göre<br />
yerelleştirerek bir eğitim programı haline<br />
getirmiştir. Tonguç'un Almanya'nın pedagojik<br />
reformu ile ilgili saptamaları şöyledir:<br />
“Tüm sanatlar bir çatı altında<br />
toplanıyordu. Resim, grafik,<br />
heykel, seramik, tekstil, vitray,<br />
ahşap ve metal üç boyutlu<br />
objelerin yapımı ve diğer<br />
çalışmalarla bir bütünlük<br />
içindeydi. Bu okul, endüstriye<br />
geçişte ürünlerin yozlaşmasını<br />
önlüyordu. Yalnız sanatçı olacaklar<br />
için değil, bütün halkın eğitimden<br />
geçmesi gerektiğine inanıyorlardı.<br />
Bu nedenle ilk ve ortaöğretimde<br />
sanat eğitimi önemli bir yer<br />
alıyordu.” (Ülkü, 2008: 42)<br />
36<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Bu saptamadan Bauhaus modelinin Köy<br />
Enstitüleri'yle ortak noktalarını keşfetmek,<br />
yeni düzenin ihtiyaçlarını saptamak<br />
mümkündür. Enstitüler tıpkı Bauhaus<br />
modelinde olduğu gibi sanat ve zanaatın<br />
birleşmesini, sanatçının zanaatçı ile kutsal<br />
ayrımının ortadan kalkmasını, özellikle<br />
üstünde durulması gereken ifadeyle<br />
“endüstriye geçişte ürünlerin yozlaşmasını”<br />
önlemesi gibi hassasiyetlerle modern dünyaya<br />
uyumu hedeflemiştir. Bir diğer etkileşim,<br />
öğretme şekliyle ilgilidir; ezberci eğitim terk<br />
edilmiş, iş aracılığıyla, yaparken öğrenme,<br />
zorunluluk yerine teşvik, kişiyi kendinden<br />
etkin hale getirmeyi amaçlayan davranış<br />
hakim kılınmıştır.<br />
Enstitülerin kurulmasında dönemin<br />
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in katkısı<br />
büyüktür. Hümanizmin toplumca<br />
içselleştirilmesini arzu ettiğinden Köy<br />
Enstitüleri, fikriyatını karşılayan nitelikte<br />
pedagojik bir program olmuştur. İlk program<br />
olan 1943 programı H. A. Yücel ve İ. Tonguç<br />
tarafından hazırlanmıştır. Dolayısıyla direkt<br />
olarak devletin elinde şekillenmiş bu<br />
programın Bauhaus'a en yakın sistematik<br />
olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1947'deki<br />
program, önceki programın uzantısı<br />
sayılabilecekse de çeşitli değişikliklerle daha<br />
akademik bir yapı oluşturulmuştur. “Öğrenen<br />
Merkezli Eğitim”den uzaklaşılmıştır. 1953'te<br />
ise Enstitülerin adı Öğretmen Okulları ve Köy<br />
Enstitüleri şeklinde değiştirilerek, içeriği<br />
tamamen 'işe, pratiğe yönelik eğitim'<br />
mantığıyla dönüştürülmüş ve asli özelliğinden<br />
uzaklaştırılmıştır.<br />
Bauhaus ve minvalindeki<br />
programlarının sanayi çağı Avrupası üretimine<br />
zemin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.<br />
Türkiye'nin yükselen yeni çağa ayak uydurma<br />
sürecinin hem hümanizmi hem makineyi<br />
temsil eden, demokrasi zamanının ihtiyaçlarını<br />
karşılayacak bu programlardan etkilenmesi<br />
kaçınılmazdır.<br />
1954'te kapatılan Enstitülerin kültürel<br />
mirasının korunmadığı açıkça ortadadır. Bu<br />
günkü eğitim sisteminde sürdürülen ya da ona<br />
atfedilen bir gelenek olmadığı gibi, dönemin<br />
enstitü binalarının çoğu, tarihini yansıtacak<br />
görünümden uzak, ya da harabe biçimindedir.
Türkiye tarihinde önemli ve tartışmalı bir<br />
gelenek olan Köy Enstitüleri bugünün temel<br />
eğitim olarak öngörülmüş tarih/sosyoloji<br />
derslerinde önemince ya da hiç<br />
tartışılmamaktadır.<br />
Ekole Bağlı Okullar<br />
Osmanlı'da Sanayi-i Nefise<br />
Mektebi'nin kuruluş nedeni yapısal ihtiyaçları<br />
karşılamaktı. Zaman içinde gelişen bu okul bir<br />
elit sanatı ve sanatçı tabakasını besliyordu.<br />
Osmanlı, Sanayi Devrimi sürecini<br />
içselleştirememiş olsa da etkisi altında kaldığı<br />
rüzgar onu batılı devletlerle aynı<br />
gereksinimleri duymaya zorluyordu. Yeni<br />
insanı yetiştirecek eğitim programlarına<br />
ihtiyacı vardı. Cumhuriyet döneminde bu<br />
ihtiyaç bir zorunluluk halini alınca Almanya ve<br />
çeşitli ülkelere gönderilen öğrenciler başka<br />
fikirlerle tanışmışlar ve birikimleri sayesinde,<br />
ülkelerine döndüklerinde eğitimin<br />
mühendisleri olmuşlardır. Bu öğrencilerden<br />
İsmail Hakkı Tonguç ilk akla gelen isimdir.<br />
Yine Gazi Eğitim Enstitüsü'ndeki Resim-İş<br />
Bölümü'nü kurmak için Bauhaus model kabul<br />
edilmiştir. Bu süreçte etkin rol oyanayan<br />
İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun da adını anmak<br />
gerekir. Bölüm 1932'de açılmıştır. Bu gün de<br />
varlığını sürdüren bölümün o günlerde yapı<br />
itibariyle Köy Enstitüleri'nin devamı<br />
niteliğinde olduğu saptanabilir.<br />
Bauhaus şeması, öğretmen öğrenci<br />
ilişkisinin henüz pek akademik olmayan,<br />
derslerin kuramsal olmaktan çok pratiğe<br />
dayandığı usta çırak ilişkisine benzemesi,<br />
sanatı gerçekçi ve işlevsel yönleriyle ele<br />
alması ve en önemlisi 'Temel Tasarım<br />
Eğitim'ini önermesi bakımından Türkiye'deki<br />
teknik ve güzel sanatlar eğitiminin nasıl<br />
olacağı sorusuna cevap vermiştir.<br />
Gecikmeli olarak açılan Devlet Tatbiki<br />
Güzel Sanatlar Yüksekokulu'nun kuruluşu<br />
Gazi Eğitim Enstitüsü (GE) öğretmenlerinin<br />
girişimleriyle 1957'de tamamlanır. Savaşın<br />
zorlayıcı ekonomik koşulları okulun açılışını<br />
biraz geciktirmiştir. Organizasyonunda<br />
danışmanlık yapması için, sonradan binanın<br />
kurulumunda da çalışacak olacak olan Prof.<br />
Schneck'ten yardım istenir. Schneck Bauhaus<br />
mimarı ve yöneticisi Mies van der Rohe'nin<br />
37<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
yanında iç mekan tasarımı yapmış bir<br />
mimardır. Tatbiki'yi, Bauhaus'un temel<br />
ilkelerini ısrarla benimsediği için GE Resim-İş<br />
Bölümü'ne göre geleneğe çok daha yakın bir<br />
okula dönüştürmüştür. Temel Tasarım Eğitimi<br />
önemsenmiş, özellikle serbest sanatların ve<br />
güzel sanatların geliştiği Tatbiki, Gazi gibi<br />
öğretmen yetiştirmeyi hedeflemekten çok,<br />
sanatçı yetiştiren bir kuruma<br />
dönüştürülmüştür. Bugün Marmara<br />
Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü olarak<br />
varlığını sürdürmekte, akademisyenlerinin<br />
makalelerinden Bauhausçu geleneğe sahip<br />
çıktıkları anlaşılmaktadır.<br />
5 Ekim 1951'de Birleşmiş Milletler'den<br />
konut politikası ve planlama konusunda<br />
yardım isteyen Türkiye'ye Prof. C. Abrams elçi<br />
olarak gönderilir. Abrams, Türkiye'deki<br />
mimarlık okullarının „Temel Tasarım<br />
İlkeleri‟ni göz ardı ederek mühendislik okulu<br />
olarak işlevselliklerini sürdürdüklerini rapor<br />
eder. Aynı zamanda bazı yetenekli mimarlar<br />
kendilerine uygun çalışma ortamı<br />
bulamamaktan şikayetçidirler (Uysal, 2009:<br />
378). Tam da böyle bir tabloda bu eksiklikleri<br />
karşılayacak, bir yandan da ekonomi,<br />
sosyoloji, hukuk öğreterek kenti modern<br />
insanın yasalarıyla donatacak bir üniversite<br />
kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlara<br />
cevap veren Orta Doğu Teknik Üniversitesi<br />
1956'da hazırlıkları tamamlanarak açılır.<br />
Amerika'nın desteği ile kurulmuş olsa da<br />
Mimarlık Bölümü Bauhaus ekolünden<br />
etkilenmiş ve bu doğrultuda gelişim<br />
göstermiştir. Temel Tasarım Eğitimi tam<br />
manasıyla ilk kez burada Mimarlık derslerinde<br />
benimsenmiş, uygulanmaya başlanmıştır.<br />
Bu önemli üç okul; temelleri,<br />
yatkınlıkları bakımından ayrışsalar da Bauhaus<br />
ilkelerini farklı sanat ve zanaat alanlarında<br />
içselleştirdiklerinin görülmesi bakımından<br />
önemli başat örneklerdir. Bunlar dışında<br />
Bauhaus model alınarak açılmış ya da eğitim<br />
programları bu ilkeler çerçevesinde<br />
dönüştürülmüş okullar arasında İzmir<br />
Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve<br />
Tasarım Fakültesi, İstanbul Devlet Güzel<br />
Sanatlar Akademisi, İTÜ Mimarlık Fakültesi<br />
sayılabilir. Bu isimlerin sıralanışında Bauhaus
eğitiminin çağdaş sanat eğitimindeki<br />
belirleyici rolü açıkça saptanabilir.<br />
Sonuç<br />
Bauhaus Sanayi Devrimi ile öngörülen<br />
üretim, tüketim alışkanlıklarının değişmesine<br />
paralel sanatın standardizasyonu yerine,<br />
nitelikli, ekonomik, kalıcı, dizaynda şatafattan<br />
uzak, sade, çokça geometrik hatlı meta, yapı,<br />
sanat üretimini benimsemiş, bu eksende<br />
makinenin gündelik hayata kabulünü sanat ve<br />
zanaati, bütenleşik bir yapıyla dönüştürerek,<br />
hayatın en küçük nesnesinden başlayıp şey'i,<br />
yapıyı, yaklaşımı estetize etmiştir. Bauhaus<br />
pratiklerinin toplandığı bu okulun pedagojik<br />
fikirlerinin etkisi de kıtalararası kabuller<br />
görmüş, demokrasinin yeniçağının eğitim,<br />
üretim ihtiyaçlarına tam karşılık verdiğinden,<br />
ana vatanında ve diğer ülkelerde aynı eğitim<br />
programını öngören çok sayıda okul açılmış ya<br />
da dönüştürülmüştür. Bu okullar aracılığıyla<br />
yetiştirilen öğretmenler, sanatçılar, elemanlar<br />
dolaylı olarak Bauhaus ekolünün gündelik<br />
hayata sindirilmesini sağlamışlardır.<br />
Endüstrileşmeyle beraber kendi modernlerini<br />
şekillendiren toplumlarda Bauhaus, bugünün<br />
demokrasisinde sanat, üretim, hatta tüketim<br />
alışkanlıklarını da etkileyerek son formunu<br />
almıştır.<br />
Modernin maddi, manevi hatlarına<br />
yakından bakıldığında Bauhaus bugün halen<br />
eşyanın üzerinde bir soyut etiket olarak<br />
görülebilir şekilde durmaktadır.<br />
38<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
KAYNAKÇA<br />
ARTUN, Ali (2009)“Geometrik Modernlik: Bauhaus<br />
Enternasyoneli ve Türkiye'de Sanat”, Bauhaus:<br />
Modernleşmenin Tasarımı, 1. bs., 183-199, İletişim<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
BERGER, L. Peter., LUCKMANN, T. (2008) Gerçekliğin<br />
Sosyal İnşası., çev: Vefa Saygın Öğütle, Paradigma<br />
Yayıncılık., İstanbul.<br />
MACIUIKA, John V. (2009) “Deutscher Werkbund ve Osmanlı<br />
İmparatorluğu: Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Tasarım<br />
Reformu, Ekonomi Politikası ve Dış Politika”, Bauhaus:<br />
Modernleşmenin Tasarımı, çev: Elçin Gen, 35-94, İletişim<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
ÖZKAR, Mine (2009) “Soyut Düşünme ve Yaparak Öğrenme:<br />
Temel Tasarım Eğitiminin Amerika'daki Başlangıçları”<br />
Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 135-151, İletişim<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
UYSAL, Yeşim (2009) “ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık<br />
Bölümü'nde 1956-1980 Yılları Arası Eğitim<br />
Sistemi”Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 375-392,<br />
İletişim Yayınları, İstanbul<br />
ÜLKÜ, Candan (2008) “Sanat Eğitimi, Sanat ve Köy<br />
Enstitüleri”, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi,<br />
Sayı.1<br />
YAMAN, Yasa, Zeynep (2009) “Bauhaus ve Söylemleştirilen İç<br />
Mekan Anlayışı: Yeni Yaşam, Yeni Dekorasyon, Yeni<br />
Mobilya”, Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 201-240,<br />
İletişim Yayınları, İstanbul
SIMONE DE BEAUVOIR’DA<br />
İKİNCİ CİNS VE AŞKINLIK KAVRAMI<br />
Elif Gezgin 1<br />
I. Giriş: İkinci Cins<br />
Sol eğilimli bir kamu entelektüeli olarak<br />
tanınan Beauvoir‟ın 1949 yılında yayınlanan<br />
bu eseri daha yayınlanır yayınlanmaz 22.000<br />
adet satmıştır. Bin sayfalık bu kitap Fransızca<br />
aslından Türkçe‟ye Bertan Onaran tarafından<br />
çevrilmiş ve Payel Yayınevi‟nce 3 cilde<br />
bölünerek basılmıştır. Eser ilk bakışta „İkinci<br />
Cins‟ yerine; „Genç Kızlık Çağı‟, „Evlilik<br />
Çağı‟ ve „Bağımsızlığa Doğru‟ adlı 3 ayrı cilt<br />
adıyla ve içeriğiyle karşılaştırıldığında göze<br />
bu başlıklardan daha ironik gelen kapak<br />
resimleriyle dikkat çeker. Ancak,<br />
kadınlarımıza daha iyi bir anne ya da daha<br />
başarılı bir eş olmayı salık veren sayısız<br />
sıradan kitaptan biri gibi görünen bu eserin<br />
gerçekte o dönemin feminist hareketlerine<br />
yön veren temel yapı taşlarından biri<br />
olduğunu anlamak için onu okumaya<br />
başlamak yeterli.<br />
Varoluşçu bakış açısının feminist<br />
mücadeleyle eklemlenmesinin ve kadının<br />
ötekiliği başlığı altında kapsamlı bir şekilde<br />
somutlaştırılmasının Simone de Beauvoir‟la<br />
gerçekleştiği söylenebilir. O, Sartre‟nin<br />
“İnsan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur”<br />
sözüne paralel biçimde feminizme meşhur<br />
“kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünü katar<br />
ve bu söz 1970‟lerde geliştirilen feminist<br />
çalışmaların anahtar kavramı olan „toplumsal<br />
cinsiyet‟in ve „biyolojik cinsiyet/toplumsal<br />
cinsiyet ayrımı‟nın temel ifadelerinden biri<br />
1 Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,<br />
<strong>Sosyoloji</strong> Bölümü, Doktora Öğrencisi.<br />
39<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
haline gelir. Beauvoir bu yolla erkek<br />
hegemonyasının neden ve sonucunun<br />
varoluşsal olduğuna dikkat çekmekte ve<br />
kadının ikincil konumunun onun bir penisten<br />
ziyade var olan patriarkal sistemde varlığını<br />
tanıyan bir konumdan yoksun olmasından<br />
kaynaklandığını öne sürmektedir.<br />
Beauvoir‟a göre kadın erkek eşitsizliği,<br />
kadın cinsiyetinin değil kadınlık durumunun<br />
getirisidir. Onun bunu bir durum olarak<br />
adlandırması, varoluşçu ve kurmacı bakış<br />
açılarının birbirinin içine geçtiği noktadır.<br />
Yani söz konusu durum hiç bir biyolojik<br />
temele dayanmaz. Kadınlar, özgür olma<br />
yetilerini sınırlandıran, inşa edilmiş, somut bir<br />
durumun içindedir. Beauvoir‟a göre kadının;<br />
erkeğin hâkimiyetini ele geçirip kimselere<br />
bırakmadığı o gerçekliğine karşın rastlantısal,<br />
erkeğin varlığına karşın hiçlik içeren ve<br />
erkeğin özne konumuna karşın ötekileşen<br />
konumunun değişmesi ve kadının bir<br />
cinsiyetle değil yalnızca insan olmayla ilişkili<br />
olan aşkınlığıyla toplumsal hayata dâhil<br />
olabilmesi, kadın kurtuluşu için şarttır.<br />
Bu çalışma, varoluşçu bakış açısının<br />
Beauvoir‟la İkinci Cins‟te ses bulan feminist<br />
bakışa nasıl yansıdığını ve (eserin çok kısa bir<br />
özetinden sonra) Beauvoir‟ın çalışmalarında<br />
merkezi bir rol oynayan aşkınlık kavramını<br />
ele almayı amaçlamaktadır.
II. ‘İkinci Cins’e Giden Yol: Feminizme<br />
Varoluşçu Bakış<br />
Varoluşçuluğun insanın öznel<br />
bütünlüğüyle ilgilenen bir yaşam felsefesi<br />
olarak ortaya çıktığı söylenebilir. „İnsan ne ise<br />
o değildir, ne olmuşsa odur‟ diyerek Sartre<br />
(ve aslında genel olarak varoluşçu bakış açısı)<br />
insan varoluşunun öznelliğini, onun<br />
tarihselliği ve sonluluğu içerisinde ele alır.<br />
Varoluşçuluk bu sebeple insanın, yüzyıllardır<br />
süregelen toplumsal kaoslar ve bu ortamda<br />
şekillenen kapitalist dünyanın tek-tipleştirme<br />
çabasının beraberinde getirdiği yabancılaşma<br />
durumuna karşı; kendi varlığının bilincinde<br />
olması ve onun önceliğini benimseyen bir<br />
birey olarak kendini gerçekleştirmesi 2<br />
gerektiğini öne sürer. Çünkü “„kafa<br />
eğitimimizin bir sonucu olarak bizler‟<br />
bireylerde onların ortaklaşa taşıdıkları,<br />
tiplerini gerçekleştirmekte kullandıkları<br />
şeyleri algılarız; kendimize özgü gözümüzden<br />
kaçar, onlara daha önceden edinmiş<br />
olduğumuz kategorilerle yaklaşırız ve<br />
bildiklerimiz gördüklerimize engel olur”<br />
(Foulquie, 1998: 39-40)<br />
Çok indirgemeci bir bakış açısıyla da olsa,<br />
genel olarak varoluşçu felsefenin; bireysellik,<br />
bir düzen eleştirisi olarak ona eşlik eden bir<br />
tür tek-tipleştirme düşmanlığı ve bireyin<br />
kendi aşkınlığına sahip olma özgürlüğüne<br />
odaklandığı söylenebilir. Bu bağlamda<br />
toplumsal düzende gitgide daha da<br />
belirginleşen benzerleşme, yığın olma eğilimi<br />
ve var olmak (ekonomik güç elde etmek) için<br />
bir kolektif düzen içerisine girme<br />
zorunluluğuna dikkat çeker. Zira özgür<br />
düşünce ve kişisel özelliklerin değerini<br />
kaybettiği toplumlarda “benliğin yitirilmesi<br />
genele uyum sağlama gerekliliğini<br />
arttırmıştır”(Fromm, 1996: 201). Yalnız insan<br />
var olma savaşında; ekonomik çöküntülerden,<br />
2 Abraham Maslow‟la kullanımı yaygınlaşan kendini<br />
gerçekleştirme kavramında, kişinin tam potansiyeline<br />
erişmeden önce karşılanması gereken bir ihtiyaçlar<br />
hiyerarşisi bulunduğunu iddia edilir ve bu ihtiyaçlar<br />
aşağıdan yukarıya doğru; fizyolojik, güvenlik, sevgi ve<br />
aidiyet, saygı ve statü ile son olarak kendini<br />
gerçekleştirme olarak sıralanır. Burada kişinin<br />
gerçekleştirilmemiş potansiyeli olduğu ön kabulünden<br />
yola çıkıldığı söylenebilir.<br />
40<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
sürekli değişkenlik gösteren maddi manevi<br />
değerlerden yorgun düşmüş, daha fazla<br />
güvende hissedebilmek içinse kitleleşme<br />
yoluna gitmiştir. Böyle bir ortamda insanlar<br />
hayatta kalıp ekonomik anlamda varlıklarını<br />
sürdürmek ile kişisel özgürlüklerine sahip<br />
çıkmak arasında seçim yapmak zorunda<br />
bırakılmışlardır.<br />
Özetle söz konusu koşullar karşısında<br />
ideal bir insanlık durumuna odaklanan bu<br />
bakış açısı; varoluşun özden önce geldiğine,<br />
kişinin kendine özgü bireysel özünü seçme<br />
yeterliliğine ve çevresinde olan biten şeylere<br />
hem etki edebileceğine hem de onlardan<br />
sorumlu olduğuna yönelik bir inancı<br />
yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir<br />
yaklaşımın, yüzyıllardan beri dünyada en<br />
temel eşitsizlik sorunu olagelen kadının<br />
ezilmesi sorunuyla eklemlenmesi çok da<br />
şaşırtıcı görünmemektedir.<br />
İkinci Cins’te Biyolojik Temelin Reddi<br />
Kadın sorununa varoluşçu bir bakışla<br />
yaklaşan Beauvoir, doğacı görüşleri ve var<br />
olan eşitsizliğin temeliyle ilgili yapılmaya<br />
çalışılan biyolojik açıklamaları tümden<br />
reddetmektedir. Çünkü varoluşçu felsefeye<br />
göre “bireyin ne olacağı onun bütün<br />
olanaklarını içeren yumurtada önceden<br />
belirlenmiş değildir. İnsan, özgür olduğu için<br />
bu olanaklar arasında bir seçme yapabilir.<br />
İnsanlığın özü özgürlük içinde askıdadır.”<br />
(Sartre‟den aktaran Foulquie, 1998: 60)<br />
Burada ilk bölümde bahsedilen<br />
varoluşçu bakış açısının insanı kendi<br />
sınırlılıklarından sorumlu tutan ve seçme<br />
özgürlüğüne odaklanan yaklaşımını yeniden<br />
görme fırsatı buluruz. “Varoluş özden önce<br />
gelir” (Sartre, 1996: 63) diyerek insan<br />
varoluşuna odaklanmak ve onun önceliğine<br />
inanmak; insana özgürlüğü kadar kendi özünü<br />
seçme zorunluluğu da getirmektedir. Çünkü<br />
bu görüşe göre “ilkin insan vardır; yani insan<br />
önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra<br />
tanımlanıp belirlenir; özünü ortaya<br />
çıkarır”(Sartre, 1996: 63). Bu bakış açısının<br />
kadının konumu göz önünde tutularak<br />
yeniden okunması ile onun toplum içindeki<br />
durumunun da bir inşa olduğu ve biyolojik<br />
temelin kadının ikincil konumu ile olan
ilgisizliği gözler önüne serilmektedir. Varoluş<br />
bir “edimse” (Foulquie, 1998: 144) ve<br />
alternatifler arasından seçimler yoluyla<br />
kendini oluşturmayı içeren yalnızca insana<br />
özgü bir ayrıcalıksa bu bizleri, kadının kendi<br />
bedeninin değil onu ikincil konumda<br />
hapseden her türlü patriarkal etkinin esiri<br />
olduğu sonucuna götürür.<br />
Var oluşundan ve seçimlerinden<br />
sorumlu ideal insanlık tanımından yola<br />
çıkarak, Beauvoir‟a göre erkeğin kadını öteki<br />
olarak dıştalamasının doğurduğu konumu<br />
doğrudan doğruya kadının insanlığını<br />
reddetmesi olarak yorumlayabiliriz. Bu<br />
bağlamda Beauvoir İkinci Cins‟te öncelikli<br />
olarak toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki bu<br />
derin dengesizliğin kaynağını analiz eder ve<br />
“kadın insanların” (female humans)<br />
toplumdaki ikincil konumlarını tartışır.<br />
Örneğin, döllenme sırasında ikincil konumda<br />
olduğu düşünülen kadın rolünün, aslında<br />
yumurtanın kendisiyle eşit güçte olabilecek en<br />
uygun spermi seçerek içine alan aktif bir rol<br />
olarak yeniden tanımlanması amacıyla bunu<br />
ispatlayan bazı bilimsel çalışma örnekleri<br />
verir ve biyolojik özcülükten alıntılarla kadın<br />
yumurtasının “pasifliği” ve erkek sperminin<br />
“aktifliği” gibi yerleşik bakış açılarının hiçbir<br />
biyolojik temele dayanmadığını gözler önüne<br />
sermeye çalışır.<br />
Sonuç olarak her bir yaklaşımın iki<br />
cinsiyet arasındaki farklılıkları ele<br />
alabildiğini; ancak hiç birinin kadının ikincil,<br />
aşağı rolde olmasının sebebi olamayacağını<br />
ve bunu iddia eden çalışmaların yalnızca<br />
kadının ezilmişliğini “kader” olarak<br />
adlandırmaya yarayan sistemci bakış<br />
açılarının ürünü ya da yardımcısı olduğunu<br />
ifade eder.<br />
“Ebedi Kadın” Kavramı ve Annelik<br />
Beauvoir “ebedi kadınlık” (eternal<br />
femine) mitini ele alırken kadının aleyhine<br />
işleyen ve insan bilincine yerleşen bu mitin,<br />
erkeğin kendi dünyaya geliş biçimiyle ilgili<br />
rahatsızlığından kaynaklanan bir temeli<br />
olduğunu öne sürer. Tarih boyunca hem<br />
tapınılan hem de kötülenen annelik<br />
kavramının, hayat verirken aynı anda ölümün<br />
de habercisi olan yapısını irdeledikten sonra<br />
41<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Beauvoir, analık kavramının -bu biyolojik<br />
gerçekliğin- içgüdüsel herhangi bir yanı<br />
olmadığını öne sürer. Ona göre “analık<br />
içgüdüsü diye bir şey yoktur, hiç değilse bu<br />
sözcük insan türüne uygulanamaz” (Beauvoir,<br />
1993: 145) Tıpkı kadının erkek karşısındaki<br />
“öteki” konumu gibi analık kavramı ve<br />
annenin çocuk karşısındaki tutumu da kadının<br />
toplumsal olarak bu kavramları benimseme ve<br />
bunlardan etkilenme biçimiyle paralellik<br />
göstermektedir; yani inşa edilmiştir.<br />
Beauvoir İkinci Cins‟te yaratılan<br />
mitler yoluyla ideal kadının kendisini erkeği<br />
ve ailesi için feda eden bir prototip olarak<br />
tanımladığını, bundan daha kötüsünün de<br />
kadının yaratılan bu mitleri kadın kelimesinin<br />
tanımı olarak içselleştirmesi halinde kendisini<br />
bu kalıbın dışında bir başka şekilde<br />
tanımlayamaması olduğunu ifade eder.<br />
Kadının bu mitleri içselleştirmesi onu yarım,<br />
edilgen, tanımlanan kadınlık durumdan dışarı<br />
adım attığı anda yeryüzündeki varlığını<br />
tamamıyla kaybeden, son derece içkin bir<br />
konuma hapseder. Beauvoir ötekilik<br />
durumunu pekiştiren en temel üstyapı<br />
kurumları olan evlilik ve anneliğin gönüllülük<br />
esasına dayalı olması gerektiğini ve bundan<br />
başka bir doğal temele sahip olmadığını<br />
düşünür ve bu kavramlara dair her tür<br />
duygunun yerini toplumsal bir dayatmaya<br />
bırakmış olduğunu iddia eder.<br />
Ezilmenin Toplumsal Tezahürleri Olarak<br />
Narsist, Aşık ya da Mistik Kadınlar<br />
Doğrulamalar (Justifications)<br />
bölümünde Beauvoir kadının kendisini daha<br />
da bağımlı hale getiren yanlarına değinir.<br />
Örneğin kendine hayran kadın, sandığının<br />
aksine fahişelik yapan kadından bile daha<br />
bağımlı haldedir. “Erkek güzelliği aşkınlığın<br />
belirtisidir, kadın güzelliğindeyse içkinliğin<br />
edilginliği vardır” (Beauvoir, 1969: 47)<br />
derken Beauvoir, erkeğin vücudunu<br />
arzulanacak bir nesne olarak görmediğinden<br />
bu imgeyle narsist bir ilişki kurmadığından,<br />
kadınınsa narsist kimliğinden dolayı aynada<br />
“kendini” gördüğünü sanmasından ve<br />
kendisini gönüllü bir biçimde bir nesne<br />
haline getirerek kendi içkinliğine daha da<br />
gömüldüğünden bahseder. “Tapılacak bir put
olmak isteyen Amerikan kadını, hayranlarının<br />
kölesi olur, yalnız erkek aracılığıyla ve onun<br />
için giyinip kuşanır, yaşar, soluk alır.<br />
Gerçekte, kendine hayran kadın, saray<br />
yosması kadar bağımlıdır.” (Beauvoir, 1969:<br />
64)<br />
Beauvoir için kadını kendi içkinliğine<br />
hapseden bir diğer faktör ise aşktır. Toplumun<br />
tanımladığı anlamda aşk, “kadın dünyası”na<br />
bırakılmış ve ona özgü bir kavramdır. Bilim,<br />
sanat, profesyonelleşme, kariyer ve somut<br />
dünyaya ait diğer her şey erkek<br />
tekelindeyken, aşk daima kadına özgü bir<br />
olgu olarak kalmış, ona atfedilmiştir. Bu<br />
elbette kadının özel alan, erkeğin kamusal<br />
alanla özdeşleştirildiği bir dünyada<br />
yadırganmadan kabul gören gerçeklerden<br />
biridir. Gerçek dünyaya ait olan her şeyin<br />
erkeğe ya da kadına değil, insana ait olması,<br />
özel ya da kamusal alana uygun yapıya sahip<br />
olmak gibi doğuştan gelen hiçbir temel<br />
özelliğin bulunmaması geçmişten bugüne<br />
feminist gruplar dışında göz ardı edilmeye<br />
devam etmiş, sorgulanmasına dahi gerek<br />
görülmemiştir. Burada Thomas Kuhn‟un<br />
paradigma kavramını kullanmak gerekirse,<br />
zaten hangi konuların “bilimsel” ya da<br />
araştırmaya değer olup olmadığını belirleyen<br />
erkek egemen bir bilim topluluğunun,<br />
gündemine kendi avantajına olan eşitsizlik<br />
sorunlarını dahil etmesi ve bu sorunu ele<br />
almak için mesai harcamasını beklemek fazla<br />
iyimser bir yaklaşım olurdu. Kaldı ki cinsiyet<br />
gözetmeksizin, her insanın varlığını<br />
anlamlandırmasının önkoşulu olan yaşam<br />
alanlarını ele geçiren erkek karşısında kadının<br />
sahip olduğu aşka da zaten hiç kimsenin<br />
ihtiyacı yoktur. Erkek kadını sürekli onu daha<br />
çok sevmeye, aşkına sahip çıkıp onu<br />
yaşatmaya ve ondan sorumlu olmaya<br />
zorlarken aslında buna ne ihtiyaç duyar ne de<br />
bundan zevk alır. Aksine bu onu sıkar,<br />
kadınıysa daha da ne yapacağını bilmez,<br />
şaşkın hale getirir. “Aşkın sayısız kadın<br />
kurbanı” (Beauvoir, 1969: 98) yaşamının<br />
daha önce ifade edilen tüm içkinleştirme<br />
evrelerinin ardından çoğu kez bir kurtuluş<br />
yolu olarak atıldığı bu türden bir aşkın içinde<br />
yaşamını daha da kötüleştiren ve onu<br />
ulaşması gereken aşkınlık durumundan daha<br />
42<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
da uzaklaştıran noktalara doğru sürüklenir<br />
gider. Oysa “kadın güçsüzlüğü değil,<br />
güçlülüğü içinde; kendinden kaçmak değil,<br />
kendini bulabilmek; var olmaktan istifade<br />
etmek değil, varlığını olumlamak üzere<br />
sevebildiği gün aşk, hem o hem de erkek için<br />
korkunç bir tehlike olmaktan çıkıp bir yaşam<br />
kaynağı haline gelecektir.” (Beauvoir, 1969:<br />
98). Bu satırlar birbirine bağımlı olmak<br />
yerine bağlı olmayı tercih eden, ilişkisini bu<br />
özgürlük ve karşılıklı aşkınlık sınırlarında<br />
yaşamaya çalışan Beauvoir‟ın Sartre‟la olan<br />
ilişkisinin bir yansıması ve idealleştirilmesi<br />
gibi görünür.<br />
Son olarak kendini dine ya da benzeri<br />
diğer doğaüstü güçlere veren kadın<br />
gerçeğinden yola çıkan Beauvoir, bu<br />
kadınların bazılarının tanrı aşkı ve onunla<br />
ilgili iç yaşantılarıyla yetindiğini,<br />
bazılarınınsa bu hislerini tüm dünyaya yayma<br />
isteğiyle eyleme geçtiğini ifade eder. Ancak<br />
bu duygu ve girişimler “olumlu bir eylemle<br />
insan toplumuna yansıtılmadıkça” (Beauvoir,<br />
1969: 109) tıpkı narsizm ve aşk gibi kadını<br />
kendi içkinliğinde daha da boğan, onu<br />
kandırmaca bir özgürlük ve efsaneler<br />
ortasında yine kendi öznelliğinde bir varlık<br />
olarak bırakan bir hal alacaktır. Tüm bu<br />
hallerde kadın, kendi “ötekiliği”ne hizmet<br />
eden suçun bir parçası olmaktan kurtulamaz.<br />
“Kadın”ın Toplumsal İnşası<br />
Bu noktaya kadar tartışılanlarla,<br />
kadınlık durumunun ve onun toplumsal<br />
hayata yansıyan pratiklerinin topyekûn inşa<br />
edilmiş bir görünüm sergilediği söylenebilir.<br />
Bu görüşe göre kadına yönelik tutumlar da<br />
kadının kendisi hakkında sahip olduğu<br />
duygular da fiziksel bir kaynaktan değil<br />
toplumsal yaşam biçimlerinden etkilenmekte,<br />
beslenmektedir. Bu bağlamda “insan kadın<br />
olarak doğmaz; biyolojik, ruhsal, ekonomik<br />
hiçbir yazgı toplumun içinde insan dişisinin<br />
takınmış olduğu çehreyi tanımlamaz;<br />
kadınlıkla nitelenen iğdış ile erkek arasındaki<br />
bu ara ürünü hazırlayıp ortaya çıkaran<br />
uygarlığın tümüdür.” (Aktaran Foulquie,<br />
1998: 56) diyerek Beauvoir bu inşanın failini<br />
de mağdurunu da ilan eder.
İkinci Cins‟in „Toplum içi Yaşayış‟<br />
adlı bölümünde Beauvoir, kadınlık<br />
durumunun inşasıyla ilgili bu somut<br />
gerçekleri göz önüne serme çabasındadır.<br />
Çocukluk, gençlik ve cinsel uyanma<br />
temalarına değinen yazar; bu gelişim çağlarını<br />
analiz ederek “Kadın doğulmaz, kadın<br />
olunur” sözünü daha somut bir temelde ve<br />
daha detaylı biçimde açıklamaya girişir.<br />
Kadının yetiştirilme sürecinin ayrıntılı bir<br />
tasviri bir genç kızın pasifliğe, bağımlılığa,<br />
tek tipliğe ve içkinliğe adım adım nasıl<br />
koşullandığını gözler önüne serer. Bu tür bir<br />
bakış açısından irdelendiğinde toplumdaki her<br />
güç, kadını özgün özelliklerinden yoksun<br />
bırakmak ve onu bir objeye çevirmek için bir<br />
araya gelmiş gibi bir izlenim bırakmaktadır.<br />
Yetişkinliğe geçen kadın için ise<br />
Beauvoir içselleştirilmiş “durumlar” ve<br />
rollerden bahseder. Burjuva kadının annelik,<br />
eşlik ve eğlence aracı olma rollerine değinir<br />
ve bu rollerin dışarıdan ne kadar hoş<br />
görünürse görünsün ve hangi ortamlarda<br />
gerçekleştiriliyor olursa olsun kadınları<br />
içkinliğe ve çok derin bir bıkkınlık hissine<br />
sürükleyeceğini iddia eder. Bu durum<br />
varoluşçu bakış açısının daha geniş kapsamda<br />
ele aldığı toplumsal yapılar içerisinde<br />
yığınlaşmak -bir bütünün parçası olmak-<br />
zorunda kalan bireyin yaşadığı bunalım<br />
haliyle paralellik gösterir. Burada bahsedilen<br />
ise söz konusu bunalım halinin iki farklı<br />
toplumsal grup olarak kadın ve erkek arasında<br />
yaşanan biçimi gibi görünmektedir. Beauvoir,<br />
kadının sözü geçen annelik ya da eşlik<br />
rollerini kabullenmeyen daha az geleneksel<br />
bir konumda olması durumunda bile<br />
toplumdaki varlığını sürdürmek için hayatı<br />
boyunca erkekler tarafından belirlenmiş pek<br />
çok emre ve kurala uymak zorunda kaldığına<br />
da dikkat çeker.<br />
Beauvoir, kadının fiziksel yaşam<br />
eğrisine olan bağlılığından bahsederek devam<br />
eder ve bunun sebebinin kadının “hala dişilik<br />
görevleri içerisinde hapsolmuş olduğunu”dan<br />
(Beauvoir, 1993 : 225) ileri geldiğini öne<br />
sürer. Bu bağlamda kadının olgunluktan<br />
yaşlılığa geçiş travmasının ne kadar derin<br />
olabileceğini şu çarpıcı sözlerle ifade eder:<br />
43<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Bu eğri erkeğinkinden çok daha<br />
sarsıntılı ve kopuktur. Kadın<br />
yaşamının tüm dönemleri durgun<br />
ve tekdüzedir; ama bir dönemden<br />
öbürüne geçişler tehlikeli bir<br />
hoyratlıktadır; erkeğinkinden daha<br />
etkili bunalımlara yol açarlar:<br />
ergenlik, cinsel yaşamın başlaması,<br />
yaşdönümü başlı başına birer<br />
bunalımdırlar. Erkek aralıksız<br />
yaşadığı halde, kadın, ansızın<br />
dişiliğinden yoksun kalır; genç<br />
sayılacak yaşta kendisini topluma<br />
ve kendisine karşı doğrulayan,<br />
mutlu kılmaya yarayan cinsel<br />
çekiciliğiyle doğruganlığını yitirir:<br />
gelecekten yoksundur, yetişkin bir<br />
insanın yaşamının aşağı yukarı<br />
yarısını yaşamak durumundadır<br />
artık (Beauvoir, 1993 : 226).<br />
Beauvoir‟e göre yeniden üretim<br />
kapasitesini kaybeden kadın, toplumun ona<br />
dayattığı öncül amacını ve dolayısıyla da<br />
kimliğini kaybeder. Bu bölümün sonunda<br />
genel olarak vardığı sonuç; kadının<br />
durumunun karakterinden kaynaklanmadığı,<br />
aksine kadının karakterinin ona dayatılan<br />
kadınlık durumunun bir sonucu olarak<br />
meydana geldiğidir. Kadının sıradan olması,<br />
başarısızlığı, tembelliği, pasifliği, kayıtsız hali<br />
onun ezilmesinin sebepleri değil, maruz<br />
kaldığı ezilmişliğin ve “ötekiliğinin” ortaya<br />
çıkardığı sonuçlardır. Böyle bir ortamda<br />
kadının kendi aşkınlığına ulaşması mümkün<br />
görünmemektedir çünkü ona göre bireysel<br />
özgürlük, insanlar kendilerini ezen bir düzen<br />
içinde yaşadıkları sürece asla<br />
yakalanamayacak bir şeydir. Dolayısıyla<br />
birbirinden böylesine kopuk ve eşitsiz iki<br />
grubun bulunduğu bir ortamda “evrensel<br />
ahlak da olanaksızdır” (Beauvoir, 1991: 63 ).<br />
Bu bize bir önceki bölümde değindiğimiz<br />
Thomas Kuhn‟un paradigma kavramını bir<br />
kez daha hatırlatır; zira belli bir grubun<br />
hegemonyasında varlığını sürdüren bir<br />
topluluğun değer ve bilgi birikimlerini<br />
sorgulamadan kabul etmek mümkün değildir.
“Öteki” Konumundaki Kadın<br />
Beauvoir‟a göre; eşitlik “kadın kişinin<br />
ve erkek kişinin insanlığı, kadın ya da erkek<br />
olarak varlığıyla çatışmadığı zaman vardır”<br />
(Öztürk, 2009). Oysa patriarkal sistemde<br />
kadın; kadın ve erkek cinsiyetlerinden (ki<br />
Butler ve bazı diğer feminist düşünürler, bu<br />
ikili çerçeveye dahi karşıdır) biri değil,<br />
yalnızca ötekidir. Yani kadın kadın değildir,<br />
kadın “erkek olmayan”dır. Dolayısıyla Hegel<br />
gerçekliğin zıt güçler arasındaki etkileşimle<br />
doğduğundan (Bkz: Kaynakça 1)<br />
bahsederken, aslında bir bakıma, erkeğin<br />
kendini özne ve özgür varlık olarak<br />
adlandırırken kadını ötekileştirdiği gerçeğini<br />
de yansıtmaktadır. Her bir özne için bir nesne<br />
gereklidir mantığını da anımsatan bu tür bir<br />
ilişki, öznellik üzerindeki erkek<br />
hegemonyasına da işaret etmektedir.<br />
Kadın, yüzyıllardır erkek<br />
hegemonyasıyla dönmekte olan dünyada ve<br />
erkeğin kendisini “ben” olarak tasarladığı<br />
hâkim düzenin belirlemiş olduğu konumuna<br />
boyun eğen, bağımlı ve “içkin” durumdadır.<br />
Erkeğin yüzyıllardır süregelen her türlü<br />
ayrıcalığının sebebi onun “insan olma<br />
eğiliminin erkeklik yazgısıyla<br />
çatışmaması”dır (Beauvoir, 1969: 116). Bu<br />
noktada insan olma eğilimiyle altı çizilen<br />
şeyin Beauvoir‟in feminist yaklaşımının<br />
temeline oturan aşkınlık kavramını açıkladığı<br />
söylenebilir.<br />
Erkeklik organıyla aşkınlık özdeş<br />
sayıldığı için, toplumsal ya da<br />
zihinsel başarılar ona erkekçe bir<br />
etki gücü sağlamaktadır. Varlığı<br />
birkaç parçaya bölünmemiştir.<br />
Oysa kadından, kadın olabilme<br />
üzerine kendini hem bir nesne hem<br />
de bir av haline getirmesi, yani<br />
yüce, egemen bir varlık olma<br />
hakkından vazgeçmesi<br />
istenmektedir. Erkeğin<br />
boyunduruğundan kurtulmuş<br />
kadının durumundaki başlıca<br />
çelişme budur. Varlığını<br />
sakatlamak istemediği için<br />
kadınlık rolünü benimsemeye<br />
44<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
yanaşmamaktadır. Oysa kadınlığı<br />
reddetmek de varlığını<br />
sakatlamaktadır. Erkek; cinsi erkek<br />
olan, insani bir varlıktı; kadın aynı<br />
biçimde cinselliği kabul etmiş<br />
insani bir varlık olduğu an erkeğe<br />
eşit, eksiksiz bir birey olabilir<br />
(Beauvoir, 1969: 116).<br />
Kadının içinde bulunduğu çelişik<br />
konumun özeti niteliğindeki bu paragrafla<br />
onun içinde bulunduğu pasif, içe dönük,<br />
durağan yani yazarın tabiri ile içkin yapısını<br />
yeniden görmüş oluruz. Kadının bu ortamdan;<br />
toplumdaki hastalıklı özgürlük ifadelerinden,<br />
tüm güvenlik ve rahatını feda ederek<br />
sıyrılması öyle zordur ki çoğu kadın bu<br />
güvenli ve tanıdık alandan uzaklaşmaktansa<br />
hayatlarını eş ve anne rolleriyle bu içkinlik<br />
içerisinde yaşamaya devam ederler. Kadının<br />
feragat ettiği hayata dair tüm etkinliklerin,<br />
ekonomik gücün, iş hayatının, -erkeğe ait<br />
görünen oysa sadece insana özgü olan tüm<br />
değer ve tutumların- cinsiyet gözetmeksizin<br />
hakça dağıtılmasıyla her insanın bağımsız,<br />
yetkin bir birey olarak kendini<br />
gerçekleştirebileceğine inanan Beauvoir;<br />
eserinin son bölümünde kadın kurtuluşunun<br />
ekonomik temellerine ve günlük yaşamda<br />
kadına engel teşkil eden diğer pratiklere<br />
değinerek eserini sonlandırır.<br />
III. ‘İkinci Cins’’te Aşkınlık Kavramı ve<br />
Üzerindeki Erkeksileştirme Yaftası<br />
Eserin tamamına hâkim olan aşkınlık<br />
kelimesi, Beauvoir‟ın kadının kurtuluşunun<br />
merkezine oturttuğu bir kavram olarak<br />
literatürde geniş yer bulmuştur. Ancak bazı<br />
düşünürler Beauvoir‟in bu kavramını<br />
maskülen bir çözümleme (Bkz.: Kaynakça 2)
olarak okumakta ve onun yapmaya çalıştığı<br />
şeyi feminizmi “maskülen varsayımlar içine<br />
yerleştirme” (Stones, 2008: 172) olarak<br />
görme eğilimindedirler. Bu bölümde<br />
Beauvoir‟ın bu görüşü ve aslında aynı anda,<br />
sahip olduğu gücü ortaya çıkarma<br />
gayretindeki kadını da erkeksileşme<br />
çabasındaki kadın olarak gören bakış açısını<br />
eleştirmek amaçlanmaktadır.<br />
Aşkınlık kavramının erkeksileşme<br />
olarak anılması, erkeklerin sahip oldukları<br />
tüm özgürlük ve „aşkınlık‟ hallerinin, onların<br />
doğuştan gelen özelliklerinin bir sonucu<br />
olarak görülmesi ve kadın dünyasıyla<br />
ilişkilendirilememesinden kaynaklanıyor<br />
olabilir. Oysa erkeklerin sahip oldukları<br />
özelliklerin, erkeksi ve onlara özgü olduğu,<br />
kadınların özgürleşmesi ve aşkınlığa<br />
ulaşabilmesi halinde sahip olacakları bu<br />
özellikleri erkeklerden “almış” olacakları,<br />
kadınların bu durumda erkeksileşmeye<br />
çalışıyor oldukları iddiası tarihsellikten<br />
oldukça yoksun görünmektedir. Oysa<br />
öncelikle üzerinde konuşulan bu aşkınlık<br />
durumunun ve onun “sahipleri” olan erkekler<br />
tarafından dünyamıza yansıtılan<br />
tezahürlerinin kime ve neye göre erkeksi<br />
olduğunu yeniden gözden geçirmek gerekiyor<br />
gibi gözükmektedir. Bu işe “erkeksi” olarak<br />
anılan her şeyin sorgulanması ve hangi<br />
kökenden ne tür tarihsel sebeplerle literatüre<br />
girdiğinin incelenmesiyle başlanabilir. Her<br />
şeyden önce, bir şeyin, onu ilk ele geçirene ait<br />
ve özgü olarak kabul edilemeyeceği için bu<br />
olguların da tümden erkeklere ait olduğunu<br />
kabul edemeyeceğimiz çıkarımına varılabilir;<br />
yani bir şeyi bir başka gruptan sonra elde<br />
eden –edebilen- kişiler o şeyin ikincil<br />
sahipleri ve taklitçileri olarak adlandırılamaz<br />
diyebiliriz. Dolayısıyla şahsi inancım<br />
toplumsal olguları olduğu gibi kabul etme<br />
yanılgısına, aşkınlık kavramını erkeksileşme<br />
çabası olarak adlandıran kişilerin de düşüyor<br />
olabilecekleri yönündedir.<br />
Erkek olma durumu, bugüne dek toplum<br />
tarafından herhangi bir müdahaleye<br />
uğramadığı ve evrensel bir aşkınlık tanımıyla<br />
neredeyse birebir örtüştüğü için erkeklerin mi<br />
aşkın olduğu, yoksa aşkınlık tanımının mı<br />
erkeklerin sahip oldukları toplumsal<br />
45<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
koşullarla örtüştüğü sorusu eleştirel bir bakış<br />
açısından yoksun çoğu kişi için cevapsız<br />
kalmıştır. Hatta maalesef, bu sorunun<br />
cevabının, sorgulanması gerekli bir olgu<br />
olarak görüldüğünü düşünmek dahi iyimser<br />
bir bakış açısı olabilir. Tarihsel bir bakış<br />
açısından uzak bir analiz bizleri kadının<br />
kurtuluşunun bir “erkek” gibi davranması ve<br />
onun gibi olabilmesi yoluyla elde<br />
edilebileceği çıkarımına götürebilir. Ancak<br />
biraz daha derine inildiğinde ve cinsiyet<br />
kavramının kendisi sorgulanmaya<br />
başlandığında görülecektir ki erkeklerin tekeli<br />
altında bulunan ve onları aşkın kılan her türlü<br />
özgürlük ve güç aslında sahip oldukları sosyal<br />
imtiyazların bir sonucudur. Tamamen tarihsel<br />
ve toplumsal koşullarla ilişkili sebeplerden<br />
ötürü meydana gelmiş olduğu konusunda<br />
hemfikir olduğumuz bu farklılıkların ortadan<br />
kaldırılması sürecini taklit olarak<br />
adlandırmanın, kadının „öteki‟ olarak<br />
görülmesine sebep olan sistemin kendisinden<br />
başka bir şeye fayda sağlamayacağını<br />
düşünüyorum. Kaldı ki kimlik kategorilerine<br />
doğuştan sahip olduğumuza bu kadar emin bir<br />
bakış açısının; erkeği merkeze alan ataerkil<br />
sistemin ürünü de olsa, kadını merkeze alan<br />
feminist eylemin ürünü de olsa, ne kadar<br />
kapsayıcı ve gerçekçi olabileceği de tartışılır.<br />
Judith Butler‟ın dediği gibi, “kimlik<br />
kategorilerini seferber etmenin her daim<br />
taşıdığı tehlikelerden biri, kimliğin kişinin<br />
muhalefet ettiği iktidarın bir aracı haline<br />
gelmesidir” (Butler, 2005: 32). Dolayısıyla,<br />
kadını erkeksi, erkeği kadınsı olarak anmak<br />
„kadın‟, „erkek‟ kategorileri ve onlara biçilen<br />
rollerin insan özgürlüğünü sınırladığı bir<br />
dünyanın dayandığı çerçeveleri güçlendirmeyi<br />
sürdürecek gibi gözükmektedir.
KAYNAKÇA<br />
Fromm, Eric (1996) Özgürlükten Kaçış, Çev.Şemsa Yeğin,<br />
Payel Yayıncılık, İstanbul.<br />
Beauvoir, Simone De (1993) İkinci Cins, Kadın: Evlilik Çağı,<br />
Çev. Bertan Onaran, Payel Yayıncılık, İstanbul.<br />
Beauvoir, Simone De (1969) İkinci Cins, Kadın:<br />
Bağımsızlığa Doğru, Çev. Bertan Onaran, Payel Yayıncılık,<br />
İstanbul.<br />
Beauvoir, Simone De (1991) Sade‟ı Yakmalı mı?<br />
Günümüzde Sağcı Fikirler , Çev. Cemal Süreyya, Broy<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Butler, Judith (2005) Cinsiyet Belası, Feminizm ve Kimliğin<br />
Altüst Edilmesi, Çev: Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul.<br />
Foulquie, Paul (1998) Varoluşçunun Varoluşu, Çev.Yakup<br />
Şahan, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul.<br />
Sartre, J.P. (1996) Varoluşçuluk, Çev. Asım Bezirci, Say<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Stones, Rob (2008) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncede İz Bırakanlar,<br />
Çev. Lülüfer Körükmez, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.<br />
Öztürk, Şeyda (2009) Sayı 58, Feminizim, Cogito, İstanbul.<br />
Online Kaynaklar<br />
1.Hegel Felsefe ve Diyalektik Yöntem<br />
http://www.genbilim.com/content/view/1201/90/ Erişim:<br />
11.11.2011 Saat: 16: 10<br />
2.Changfoot, Nadine. Transcendence in Simone de<br />
Beauvoir‟s Second Sex,<br />
http://psc.sagepub.com/content/35/4/391.abstract Erişim:<br />
11.11.2011 Saat: 21:48<br />
46<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong>
İKTİDAR KAVRAMINI HALKLA<br />
İLİŞKİLERE UYGULAMAK<br />
VE HALKLA İLİŞKİLER<br />
ŞİRKETLERİNİN HALKLA<br />
İLİŞKİLER YORUMU<br />
Nesrin Canpolat 1<br />
Giriş<br />
Halkla iliĢkiler ABD‟de organizasyon,<br />
inandırma ve pazarlama teorileri<br />
konseptlerinden bilimsel olarak<br />
yapılandırılmaya çalıĢılmıĢtır. Özellikle<br />
James Grunig‟in araĢtırmaları, Halkla<br />
ĠliĢkilerin ĠletiĢim Modelleri ve Durumsal<br />
Teori kabul görmektedir. Amerikan bilim<br />
adamları artan bir Ģekilde felsefi ve toplumsal<br />
yaklaĢımları da halkla iliĢkilerin teori<br />
oluĢumuna dahil etmektedirler. Avrupalı<br />
araĢtırmacılar ise halkla iliĢkilerdeki model ve<br />
teori oluĢumuna sosyoloji, politikoloji ve<br />
iletiĢim teorisinden gelen toplumsal<br />
yaklaĢımlarla bakmıĢlardır. Oyun teorisi<br />
(Murphy 1989), feminist teori (Creedon 1989),<br />
Marksist teori (Gandy 1982, Chomsky/Herman<br />
1988), Habermas‟ın konuĢma eylemi teorisi,<br />
halkla iliĢkilerin aleni olarak görüĢünü iletmek<br />
isteyen herkesin kullanacağı bir sistem olarak<br />
tanımlayan Ronnerberger (1977),<br />
Ronnerberger ve Rühl (1992)‟ün ve<br />
Foucaultcu bilgi/güç söylemi ıĢığında, halkla<br />
iliĢkiler eyleminin iletiĢim sürecinde ve<br />
toplumsal anlayıĢ oluĢturma süreçlerindeki<br />
rolünü söylem kontrolü temelinde açıklayan<br />
Dorer (1993)‟in çalıĢmaları bu bağlamda<br />
Amerika ve Avrupa‟da yapılan çalıĢmalara<br />
örnek olarak verilebilmektedir (Dorer, 1993).<br />
1 Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />
Doktora Öğrencisi, nesrincanpolat@hotmail. com<br />
47<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Ayrıca Public Relations Review Dergisi‟nin<br />
33. Sayısı (2007) halkla iliĢkilerin sosyal teori<br />
ve teorisyenlerin bakıĢ açısıyla<br />
değerlendirildiği çalıĢmalara ayrılmıĢtır. Bu<br />
çalıĢmalarda Arild Waeraas (2007) halkla<br />
iliĢkileri Max Weber‟in meĢruluk ve<br />
egemenlik bakıĢ açıları temelinde tartıĢırken;<br />
Oyvind Ihlen, halkla iliĢkileri Bourdieu‟nun<br />
sermaye formları ve alan teorisi bakımından<br />
ele almıĢtır. Günter Bentele ve Stefan<br />
Wehmeier de “<strong>Sosyoloji</strong>yi Halkla ĠliĢkilere<br />
Uygulamak” adlı çalıĢmalarında halkla<br />
iliĢkileri sosyolojik temelde incelemiĢlerdir.<br />
Bruce K. Berger (2005) ve Lee Edwards<br />
(2006) ‟ın kaleme aldıkları makaleler de<br />
önemlidir. Türkiye‟de ise bu anlamda halkla<br />
iliĢkileri felsefi ve toplumsal yaklaĢımları esas<br />
alarak inceleyen, halkla iliĢkiler için teori<br />
oluĢturan az sayıda makale ve kitap vardır.<br />
Akademik ilerleme için önümüzdeki dönemde<br />
farklı teorilere, metotlara ve alt yapılara<br />
ihtiyaç duyulmaktadır. Bilimi hedefine<br />
ulaĢtıran teorilerdir.<br />
Snizek ve Fuhrman‟a göre teorinin<br />
önemli üç özelliği vardır: Bir sistemin<br />
matematiksel iskeletinin çıkarılması,<br />
kavramların tanımı, bunların gözlem ve<br />
deneyimden gelen somut malzemeyle<br />
iliĢkilendirilmesi ve bir kurallar dizininin<br />
saptanmasıdır (Çöklü, 1996: 245). ÇalıĢmada<br />
teorilerin bu özelliklerinden yola çıkılarak ilk
etapta iktidarın, iktidar bakıĢ açılarının ve<br />
halkla iliĢkilerin sistematik bir takdimi<br />
yapılarak, gerek rıza yönetimi gerek de<br />
iletiĢim yönetimi biçiminde iktidar alanı<br />
olarak faaliyet gösterdiği ileri sürülen halkla<br />
iliĢkiler bu sistem üzerine kurularak, iktidarla<br />
anlamsal, iĢlevsel, araçsal buluĢma noktaları<br />
saptanacaktır. Bu çalıĢma konumlandıracağı<br />
düĢünceyi asimetrik ve simetrik iktidar<br />
temeline yerleĢtirmeyi hedeflemektedir. Bu iki<br />
bakıĢ açısı sosyolojide yer alan fonksiyonalist<br />
ve çatıĢmacı teoriler ıĢığında da<br />
incelenebilecek düĢüncelerdir. Asimetrik<br />
iktidar düĢüncesi, toplumu bir bütün olmaktan<br />
çok zıtlaĢan sınıfların zorunlu beraberliği<br />
olarak gören çatıĢmacı teorilerin bir uzantısı<br />
olarak nitelendirilebilecekken, simetrik iktidar<br />
da insanların birlikte yaĢamasını uzlaĢma ve<br />
bütünleĢmeye dayandıran fonksiyonalist<br />
teorilerin bir uzantısı olarak görülebilmektedir.<br />
Bunlar Grunig‟in halkla iliĢkiler davranıĢının<br />
iki bağımsız boyutu olarak tanımladığı<br />
asimetrik ve simetrik boyutla iliĢki<br />
kurulabilecek bakıĢ açılarıdır. Ġkinci aĢamada<br />
ise teorinin gözlem ve deneyimden gelen<br />
somut malzemeyle iliĢkilendirilmesi ve bir<br />
kurallar dizisininin saptanması noktasında,<br />
Grunig‟in halkla iliĢkiler davranıĢının iki<br />
bağımsız boyutu olarak tanımladığı asimetrik<br />
ve simetrik boyutla kurulan iktidarın iki<br />
noktası arasındaki iliĢki, literatür taraması ve<br />
Grunig ve Hunt‟ın öne sürdüğü halkla iliĢkiler<br />
modellerinin özelliklerinden yola çıkılarak<br />
hazırlanan anketle ortaya çıkarılmaya<br />
çalıĢılacaktır. ÇalıĢmada ele alınan iktidar,<br />
söylem, ideoloji gibi kavramlar ve fikirleri ele<br />
alınan teorisyenler tek tek külliyat<br />
oluĢturabilecek nitelikte kitap yazılma<br />
kapasitesine sahiptir. Bu açıdan çalıĢma,<br />
derinlemesine bir iktidar yada diğer<br />
kavramların ve teorisyenlerin çözümlemesi<br />
değil, oluĢturulacak halkla iliĢkiler teorisine<br />
zemin oluĢturma amacı gütmektedir.<br />
İktidar<br />
A‟nın meydana getirdiği sonuçları<br />
iktidar sayılacak Ģekilde anlamlı kılan nedir?<br />
Bu soruya verilecek yanıtlar geniĢ bir aralık<br />
içinde yer alır: kimilerine göre iktidarın asli<br />
unsuru bir istek veya arzunun<br />
48<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
gerçekleĢtirilmesidir. Kimine göre ise insanlar<br />
arası sosyal etkileĢimin her düzeyinde var<br />
olan, bir tarafın diğerini etkilemesi (Çam,<br />
1987: 87) anlamına gelen bir sosyal etkidir.<br />
Örneğin Stephen Moore‟a göre her türlü<br />
sosyal iliĢki bir tür güç nosyonunu içerirken;<br />
Heywood iktidarı arzu edilen yada<br />
amaçlanılan hedefe ulaĢma yeteneği olarak<br />
tanımlar (DelibaĢ veYiğit, 2005: 175-176).<br />
Ġktidarı karar verme sürecini etkileyebilme<br />
yeteneği olarak tanımlayan Lukes‟ın görüĢleri<br />
de bu bağlamda önemlidir. Buradan temelle<br />
„sosyal iliĢkilerin tümü belli bir anlamda<br />
iktidar olgusu içermektedir‟ saptaması<br />
yapılabilmektedir. Weber, iktidarın nerede ve<br />
neye dayalı olursa olsun, kendi istencini ve<br />
dirençleri aĢabilen bir olasılığı anlattığından<br />
söz eder. Weber‟e göre iktidar, toplumdaki<br />
aktörlerden herhangi birinin, gücünün kaynağı<br />
önemli olmaksızın, diğerlerine rağmen kendi<br />
iradesini gerçekleĢtirmesidir (Weber, 1995:<br />
90-92). Weber‟in iktidara bakıĢını<br />
Nietzsche‟nin baĢkalarının isteklerini aĢan<br />
kendi isteklerini gerçekleĢtirmeye çalıĢan güç<br />
istenci kavramı oluĢturmaktadır. Ġktidar<br />
kavramsallaĢtırmaları istenç, karar ve çıkar<br />
olmak üzere üç sorunsal temelinde<br />
tartıĢılmaktadır.<br />
Ġnsan eylemliliğinin baĢlıca öğesi<br />
olarak istenci öne süren istenç sorunsalı,<br />
Nietzsche‟den Weber‟e devam ederek iktidarı<br />
bireylerin diğerlerinin direncine rağmen<br />
istençlerini gerçekleĢtirme kapasitesi olarak<br />
tanımlamaya götürmüĢtür. Bu sorunsalda<br />
iktidar istencin gücüdür. Karar sorunsalı<br />
birey, küme, devlet gibi özneleri betimleyen<br />
A ve B‟nin A, B‟ye B‟nin iktidar<br />
uygulanmadığında yapmayacağı bir Ģey<br />
yaptırabiliyorsa A‟nın B üzerinde iktidar<br />
uyguladığı tezi üzerinden iĢlemektedir. Çıkar<br />
sorunsalında ise öznel ve nesnel çıkar ayrımı,<br />
toplumsal yapıların, eyleyenleri etkilemedeki<br />
gücünü vurgulamaktadır (Deveci, 1999: 23-<br />
26; Russell, 2004). Çünkü sistem insanların<br />
ne isteyeceğini belirleyerek, kiĢilerin ya da<br />
kümelerin gerçek çıkarlarına karĢı<br />
iĢlemektedir.<br />
Sosyal teori ve siyaset teorisinde,<br />
iktidarla ilgili birçok yorum yer alsa da,<br />
iktidar iki temel perspektif üzerinden
tartıĢılabilmektedir. Birincisinde iktidar,<br />
aktörün istediği Ģeylere diğerlerinin direncine<br />
rağmen ulaĢabilme kapasitesi, diğerinde ise<br />
kollektiviteye ait bir özelliktir (Giddens,<br />
2005: 211). Kısaca bir tarafın kudretinin<br />
ötekinin kudretinden fazla olduğu, bundan<br />
dolayı bu tarafın ötekinin kudretinin etkilerine<br />
karĢı koyabilme ve bu etkileri engellemesinin<br />
esas olduğu, diğer tarafta ise bir kısım insanın<br />
ötekilerinin pahasına kazanç sağlayacağını<br />
ima etmeyen, herkesin birden<br />
kazanabileceğini söyleyen anlayıĢ<br />
bulunmaktadır. Yukarıda söz edilen<br />
Weberyen bakıĢ açısı asimetrik olarak<br />
adlandırılan iktidar düĢüncesinin birinci<br />
perspektifini tanımlarken, Ġktidarı kolektif<br />
bakıĢ açısı olarak gören ikinci perspektif ise<br />
Arendt‟ın düĢüncelerinde cisimleĢmektedir.<br />
Arendt‟ta iktidar birlikte düĢünmek<br />
birlikte hareket etmekle ilgili, insanlar birlikte<br />
hareket ettiğinde var olacak bir kavramdır.<br />
Arendt‟a göre iktidarın her biri eyleyebilen ve<br />
yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar<br />
arasında gerçekleĢtiği koĢulu göz ardı<br />
edilmemelidir. Arendt‟a göre iktidar özel bir<br />
mülkiyet olamaz, iktidar insanlar birlikte<br />
hareket ettiklerinde meydana gelir ve insanlar<br />
dağıldıklarında kaybolmaktadır (Arendt,<br />
1994: 11; Brunkhorst, 2006). Bu iki<br />
perspektif toplumu bir bütün olmaktan çok<br />
zıtlaĢan sınıfların zorunlu beraberliği olarak<br />
gören çatıĢmacı teorilerle, çeĢitli sosyal<br />
farklılık ve eĢitsizliklere rağmen insanlar<br />
birlikte yaĢamaya devam ediyorsa uzlaĢma ve<br />
bütünleĢmenin temel olduğunu savunan<br />
fonksiyonalizm, struktüralizm yada sembolik<br />
etkileĢimcilik gibi teoriler temelinde de<br />
değerlendirilebilmektedir.<br />
Halkla İlişkiler<br />
Halkla iliĢkiler iki temel terimden<br />
oluĢmaktadır: halk ve iliĢkiler. Halk sözcüğü,<br />
iliĢkilerin doğası ve ideolojik<br />
biçimlendirmelerin meydana getirdiği farklı<br />
bağlamlarda, farklı anlamlara gelmektedir.<br />
Siyasal anlamda halk, ülke olarak betimlenen<br />
bir siyasal birimi oluĢturan insan kitleleri<br />
veya seçmenlerdir; Ekonomik çevrelerde ise<br />
halk, bir kurumun içinde çalıĢan kiĢilerden ve<br />
kurumların iliĢkide bulunduğu müĢterilerden,<br />
49<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
izleyicilerden, seyircilerden oluĢmaktadır.<br />
Ekonomik bağlamda halk, rasyonel olarak<br />
karar veren, seçim yapan kullanıcı ve tüketici<br />
kitlelerin varlığını gerektirmektedir. Diğer<br />
bağlamlarda halk, siyasal ve ekonomik<br />
güçlerin dıĢında, o güçlerle iliĢkide olan<br />
kuruluĢ ve kurumların hedefi olan kitlelerdir<br />
(Erdoğan, 2008: 13; ĠĢler, 2007). Bu<br />
düĢüncelerin yanında halk kavramı Ģirketler,<br />
kurumlar ya da hükümetler tarafından<br />
etkilenen ve etkileyen çeĢitli kitleler Ģeklinde<br />
karĢılıklı etki temelinde de tanımlanmaktadır.<br />
Halkı tüketiciler, müĢteriler,<br />
yatırımcılar, hissedarlar, bağıĢta bulunanlar,<br />
çalıĢanlar veya genel toplum olarak<br />
tanımlayan liberal görüĢ, konuyu etki<br />
bağlamında kabul etmektedir. Halkı oluĢturan<br />
insanlar, genel özellikleri olarak bir örgütteki<br />
veya bir husustaki menfaatlerinin farkında<br />
olup, konu hakkında diğer kiĢilerle iletiĢimde<br />
bulunup, eyleme geçmek için<br />
örgütlenebilmektedir (Karadeniz, 2009: 5).<br />
Halkla iliĢkilerdeki halk, kalabalık bir kitle ve<br />
bütün bireylerin toplamı olan genel topluluğu<br />
anlatmayan, kurumların veya örgütlerin<br />
iliĢkilerinde tanımladığı, okuyucular,<br />
dinleyiciler ve izleyiciler gibi somut<br />
birimlerdir. Bu somut birimler halkla<br />
iliĢkilerin potansiyel kitlesini oluĢturmaktadır.<br />
Ġnsanın olduğu, halk olarak<br />
tanımlandığı yada tanımlanmadığı her yerde<br />
insan grubunun kendi içinde ve insan grupları<br />
arasında her an süre giden bir halkla iliĢkiler<br />
mevcuttur. Bu faaliyetle gelen iliĢki mutlak<br />
bir kölelik veya bağımlılık karakterini<br />
taĢıyabileceği gibi son derece özgür bir<br />
karaktere de sahip olmaktadır (Erdoğan,<br />
2008). Bu bağlamda halkla iliĢkiler sürekli<br />
görülen bir olgudur. Ġnsanlar günlük<br />
iliĢkilerinde diğer insanlarla sürekli iletiĢim<br />
içindedir. Bu iletiĢim sırasında insanlar<br />
yüzyüze veya teknolojiyi kullanarak halkla<br />
iliĢkiler yapmaktadır. Elbette burada akla<br />
gelen ilk soru o zaman neden profesyonel<br />
halkla iliĢkilere ihtiyaç duyulmaktadır.<br />
Erdoğan‟a göre, piramitleri yaptıran gücün<br />
profesyonel halkla iliĢkiler uzmanlarına<br />
gereksinimi yoktur. Çünkü halkın rızası<br />
kölelikten, siyasal güçten ve teolojik<br />
mitlerden sağlanmaktadır (Erdoğan, 2002:
353; ĠĢler 2007). Halkın yönetim<br />
politikalarında etkili olamadığı bu sistemlerde<br />
profesyonel Ģirketlerin veya profesyonel<br />
bireylerin yürüttüğü bölümlerce hazırlanan<br />
planlı halkla iliĢkiler o dönemin yöneticileri<br />
için bir gereksinim değildir. Demokrasinin<br />
gerektirdiği vatandaĢ olma hakkının doğması,<br />
kamuoyunu yaratma ve rızayı imal etme<br />
sonucunu getirmiĢtir. Özellikle kendi halkla<br />
iliĢkilerinin üzerinde düĢünen ve bu iliĢkileri<br />
arzuyla katılımı sağlamak veya katılımı<br />
geliĢtirmek için planlı olarak düzenleme<br />
gereksinimi duyan, siyasal, ekonomik ve<br />
kültürel bir örgütlenme ağı profesyonel halkla<br />
iliĢkileri gerekli kılmıĢtır.<br />
Asna‟ya göre halkla iliĢkiler kuru bir<br />
propaganda bombardımanı değildir, verici ve<br />
alıcı kitle arasında karĢılıklı bir akım vardır,<br />
verici de bu akımdan yararlanmaktadır. Amaç<br />
ise karĢı kitleyi inandırabilmek,<br />
etkileyebilmek, onu bir eyleme (kampanyayı<br />
destekleme, oy verme, askere gitme, toto<br />
oynama, bir malı satın alma, Kızılay‟a yardım<br />
etme vb.) dürüst yollardan itebilmektir (Asna,<br />
1997:230; Asna, 1998:12). Diğer bir deyiĢle<br />
halkla iliĢkiler, halkı belli bir tutumu kabule<br />
ya da belirli bir uygulama yolunu izlemeye<br />
inandırma sanatıdır. Amerikan Halkla ĠliĢkiler<br />
Derneği‟nin (Public Relations Society of<br />
America-PRSA) 1982‟de yaptığı (aktaran<br />
ĠĢler, 2007) “halkla iliĢkiler, kamular ve<br />
kurumlar arasındaki karĢılıklı anlayıĢın<br />
geliĢmesine katkıda bulunarak karmaĢık ve<br />
çoğulcu toplumun hedeflerine ulaĢmasında ve<br />
iĢlevlerini gerçekleĢtirmesinde yardımcı olan<br />
bir kavramdır” tanımı bu bağlamda önemli<br />
görülmektedir.<br />
Halkla iliĢkiler belli tarz, yoğunluk ve<br />
yönde iliĢkileri yaratma, tutma, değiĢtirme<br />
veya geliĢtirme amaçlı profesyonel yönetim<br />
faliyetleridir. Kısaca halkla iliĢkiler<br />
profesyonel ve örgütlü bilinç yönetimi<br />
etkinliğidir. Önde gelen ajanslarda halkla<br />
iliĢkilerin öncelikli görevlerini kamuoyunu<br />
değiĢtirme, yaratma, kavramlarıyla tasvir<br />
etmektedir. Örneğin Burson Marsteller‟in iki<br />
üst düzey yöneticisi, halkla iliĢkiler<br />
kamuoyunu değiĢtirme, yaratma, güçlendirme<br />
veya üstesinden gelme sanatı ve bilimidir diye<br />
tanımlamaktadır. Ayrıca Falkheimer‟ın halkla<br />
50<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
iliĢkiler dinamik, ideolojik, geçici ve uzaysal<br />
olan bir iletiĢim sürecidir (Erdoğan, 2002:<br />
341, 390; Erdoğan 2008: 16; Falkheimer,<br />
2007;Hutton 2004: 5-6;) gibi tanımlamaları<br />
çalıĢma açısından yol gösterici olmaktadır.<br />
Halkla İlişkiler ve İktidar Bağlantısı<br />
Yukarıda ele alınan tanımlarda geçen<br />
kamuoyu tartıĢması baĢlatıcısı ve kamuoyu<br />
politikasının Ģekillendiricisi gibi yorumlar<br />
halkla iliĢkiler ve iktidar iliĢkisi hakkında pek<br />
çok ipucu vermektedir. Ayrıca Asna‟nın bir<br />
banka yöneticisinin, bir sendika baĢkanının,<br />
bir parti liderinin olduğu kadar bir genel<br />
müdürün, bir müsteĢarın, bir bakanın halkla<br />
iliĢkilerin ne olduğunu bilmesi, halkla iki<br />
yönlü bir bağlantının nasıl kurulacağını<br />
anlaması gerektiğini, yetiĢen yöneticilerin<br />
diplomalarını alırken kafalarında bu bilgilere<br />
de yer vermelerinin gelecekteki sosyal<br />
düzenin iĢleyiĢini güvence altına alacağı<br />
(Asna1978: 15) yönündeki söylemleri;<br />
Weber‟in “herhangi bir kurum yada<br />
organizasyonun kendisi hakkındaki özel bir<br />
söylence için destek elde etmelidir ve<br />
varolmada kendi hakkı için inanç<br />
geliĢtirmelidir” düĢüncesi (Waeraas, 2007)<br />
halkla iliĢkiler ve iktidar bağlantısıyla ilgili<br />
ipucu veren diğer yorumlardır. Çünkü halkla<br />
iliĢkiler kiĢi, kurum yada organizasyonun<br />
meĢruluk kazanmasının ve bu meĢruluğunun<br />
korunmasının bir yolu olarak görülmektedir.<br />
Diğer bir deyiĢle bu kurum yada<br />
organizasyonun var olmaya devam etmek için<br />
yeterli harici desteğe sahip olması ve bunu<br />
koruması demektir. Weber‟in meĢruluk<br />
kavramı kurum yada organizasyonların yeterli<br />
gönüllü harici destek yaratması ve bundan<br />
memnun olmasını anlatmaktadır. Özetle<br />
kurumların baĢarısı çevrelerinden gelen<br />
gönüllü uyuma bağlı bir unsurdur.<br />
Ayrıca Weber‟in bireyin<br />
karĢısındakinin neler yapabileceğini önceden<br />
görerek, buna istinaden karĢısındakinin<br />
davranıĢlarını manipüle edebilmesi ve buna<br />
göre kendi eyleminin yönünü çizmesini<br />
iktidarın göstergesi olarak betimlemesi bu<br />
bağlama uygun bir saptamadır. Ġktidarı karar<br />
verme sürecini etkileyebilme yeteneği olarak<br />
tanımlayan Lukes‟ın öne sürdüğü karar alma,
gündem oluĢturma ve düĢüncenin kontrolü<br />
gibi boyutlar da halkla iliĢkiler ve iktidar<br />
iliĢkisini güçlendiren ana hatlardır.<br />
Lukes‟ın öne sürdüğü karar alma<br />
boyutu kimin iĢini yürüttüğü, ne sıklıkla<br />
iĢlerini yürütebildikleri ve hangi konularda<br />
iĢlerini yürütebildikleri sorunlarıyla ilgilidir;<br />
gündem oluĢturma boyutu ise herhangi bir<br />
grupta, toplulukta yada toplumda gündemi<br />
oluĢturmak belli bir güce sahip olmayı<br />
tanımlamaktadır. Bacrach ve Baratz‟da<br />
“Ġktidarın Ġki Yüzü” adlı makalelerinde karar<br />
vermeyi/verdirmemeyi iktidarın ikinci boyutu<br />
olarak tanımlamaktadırlar. Lukes‟in ortaya<br />
attığı düĢüncenin kontrolü de iktidarı iliĢkiler<br />
üzerinden tanımlamaktadır (Lukes, 2006).<br />
Ġktidar kavramsallaĢtırmaları<br />
temelinde bu üç sorunsaldaki, iktidarın<br />
toplumsal eylem düzeyinde, aktörlerin<br />
davranıĢları, seçiĢleri ve etkileriyle oluĢtuğu<br />
tezi, çalıĢmanın odak noktasındaki toplumsal<br />
düzlemde var olmaya çalıĢan herhangi bir<br />
kurumun hedef kitleleriyle iletiĢimde<br />
kurdukları iliĢkinin ileti tasarımcısı, davranıĢ<br />
belirleyicisi olan halkla iliĢkiler uzmanlarının<br />
iktidar aktörü olarak değerlendirilebileceği<br />
yönünde argümanlar sunmaktadır. Bunun<br />
yanında karar alma, gündem oluĢturma ve<br />
düĢüncenin kontrolü gibi kıstaslar da halkla<br />
iliĢkilerin yabancı olduğu unsurlar değildir.<br />
Ayrıca iktidarın var olabilmek ve<br />
varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu<br />
bilgi, ideoloji, söylem, Ģiddet ve sermaye gibi<br />
araçlar halkla iliĢkilerin de vazgeçilmez<br />
araçlarındandır. Bilgi iktidarı hareket geçiren,<br />
onu üreten, güçlendiren, zayıflatan veya yok<br />
eden bir unsurdur. Bilgi güçte içkindir,<br />
eylemlerse birer strateji ve taktiktir. Bu<br />
bağlamda iktidar bilgi iliĢkisinin belirli<br />
hakikatlerin üretimi ve kabulu aracılığıyla<br />
iĢlediği düĢünüldüğünde halkla iliĢkilerin<br />
merkezi rolü ortaya çıkmaktadır (Leitch, ve<br />
Motion 2007: 265). Foucault‟ya göre iktidar<br />
söylemin üretimi, toplanması, dolaĢımı,<br />
çalıĢtırılması ile var olmaktadır. Söylemler<br />
olayları nasıl bir Ģekilde düĢünmeye<br />
baĢladığımızı ve olaylar hakkında nasıl<br />
konuĢacağımızı yönetme Ģeklini<br />
oluĢturmaktadır.<br />
51<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
Foucault‟nun söylem teorisinden yola<br />
çıkarak halkla iliĢkiler uygulayıcılarının kabul<br />
edilebilir cümleleri bütün diğerlerinin<br />
arasından ayırarak, belirli anlamları ve<br />
anlayıĢları savunur olduğunu çıkarsamak zor<br />
olmasa gerek (Bentele ve Wehmeier, 2007;<br />
Motion 2005: 506). Diğer bir deyiĢle halkla<br />
iliĢkiler uygulayıcıları baĢarılı söylem<br />
stratejileri uyguladıkları zaman, sonuçlanan<br />
tutarsız değiĢim hegemonyacı bir statü elde<br />
edebilmektedir. Ek olarak iktidar için ileri<br />
sürülen söylemin üretimi, birikimi, dolaĢımı,<br />
iĢleyiĢi olmadan, iktidar iliĢkileri<br />
yerleĢtirilemez, güçlendirilemez ve üretilemez<br />
saptaması, halkla iliĢkiler açısından da<br />
iĢlevseldir. . Halkla iliĢkilerin de en temel<br />
aracı söylemdir. Halkla iliĢkilerde söylemin<br />
üretimi (basın bültenlerinden, basın<br />
toplantılarına, basın makalelerine, kurum<br />
sözcülerinin konuĢma metinlerine…)<br />
birikimi, dolaĢımı, iĢleyiĢi olmadan<br />
yerleĢtirilemez, güçlendirilemez ve<br />
üretilemez. Ayrıca iktidarda var olan gücü<br />
kullanan, isteyen ve sahip olan ile tabi olan<br />
(üzerinde güç kullanılan, bu gücün<br />
kullanımından çıkar bekleyen…) gibi iki taraf<br />
unsuru, halkla iliĢkilerde de<br />
kurum/örgüt/organizasyon yada kiĢi ve hedef<br />
kitle, yada rollerin değiĢtiği, etkilenen ve<br />
etkileyen olmak üzere iki kitle Ģeklinde<br />
iĢlemektedir.<br />
Bourdieu‟ya göre dilin iĢlerinin kalbi<br />
olan gazetecilik, politikacılık, halkla iliĢkiler<br />
gibi mesleklerin uygulayıcıları çıkarları<br />
dönüĢtürerek yada önyargısız anlamlar içinde<br />
saklayarak ve keyfi güç iliĢkilerini<br />
meĢrulaĢtıran, sembolik üreticilerdir<br />
(Bourdieu, 1997; Edwards, 2006; Ihlen,<br />
2007). Bu tespitler halkla iliĢkiler ve iktidar<br />
bağlantısı açısından önemli yorumlardır.<br />
Halkla iliĢkiler ve iktidar bağlantısında<br />
halkla iliĢkilerin Ģiddetle olan iliĢkisini<br />
ideoloji üzerinden tartıĢarak ortaya çıkarmak<br />
mümkündür. Halkla iliĢkilerin tanımlama<br />
çabalarına yansıyan kayganlık ve soyutluk,<br />
ideolojinin kayganlığı ve soyutluğuyla denk<br />
düĢmekte, iki kavramda iletiĢim ortamında<br />
her yerde ve hiçbir yerde olarak<br />
görülmektedir. Ġyi niyeti sağlama, ikna etme,<br />
iki yönlü olma kavramları halkla iliĢkiler
tanımlarının önemli ve dikkate değer<br />
unsurlarıdır. Halkla iliĢkileri bu kavramlar<br />
nezdinde tanımlama çalıĢmaları, diğer bir<br />
deyiĢle bir kiĢi, kurum yada örgüt hakkında<br />
iyi niyetli olmaya ikna etme, ideolojinin harç<br />
olduğu sisteme uyum sağlamaya ikna<br />
çalıĢmaları olarak ele alınabilmektedir. Bu<br />
bağlamda halkla iliĢkiler ürüne, kuruma,<br />
bireye onların iyi niyeti hak edecek kadar iyi<br />
yararlı olduğuna ikna etme süreci, aslında çok<br />
daha büyük bir alana, sisteme rıza göstermeyi<br />
de üretmektedir. Althusser‟in devletin<br />
ideolojik ve baskı araçları olarak yaptığı<br />
ayrımın temelinde yatan rızanın varlığı da<br />
yokluğu da halkla iliĢkilerde baskı araçlarını<br />
ideolojik araçlara dönüĢtürme çabaları olarak<br />
görülmektedir. Ġdeoloji birey ile bireyin<br />
dünyası arasındaki iliĢkinin ifadesinden baĢka<br />
bir Ģey değilse bu durumun pazar<br />
ekonomisindeki karĢılığı da halkla iliĢkilerin<br />
dönüĢtürücü rolü olmaktadır (Yıldız, 2003:<br />
38). Ġktidarın buyurma biçiminde beliren<br />
konuĢması, genellikle ideolojik bir yüklem<br />
taĢımaktadır.<br />
Bu bağlamda ideolojik söylem de<br />
Ģiddet yüklü olabilmektedir. Diğer bir deyiĢle<br />
Ģiddetin, bir insanın yada toplumsal sınıfın<br />
diğerleri üzerinde, rızaları olmaksızın zor<br />
araçlarını kullanması olarak tanımlanan fiziki<br />
yönünün yanında Bourdieu ve Passeron gibi<br />
düĢünürlerin üzerinde durduğu yönü<br />
iĢleyebilmektedir. Yönetilen sınıflara belli<br />
düĢünce ve davranıĢ kalıplarının<br />
aĢılanmasının temelinde sınıflar arasındaki<br />
güç iliĢkileri yatmaktadır. Buradan hareketle,<br />
güç iliĢkilerinin gözardı edilerek kurulu<br />
düzenin meĢru olarak benimsetilmesini, ya da<br />
bir baĢka deyiĢle yönetilenlerin üzerinde,<br />
ideolojik egemenliğin kurulması simgesel<br />
Ģiddet olarak tanımlanmaktadır (KoçuĢağı<br />
1999: 28). Ġktidarın varlığını sürdürmesinde<br />
önemli bir araç olan sermaye halkla iliĢkiler<br />
içinde aynı öneme sahip bir olgudur. Ancak<br />
halkla iliĢkiler açısından daha detaylı analiz<br />
edilmesi gereken bir kavramdır.<br />
Klasik iktisadi düĢünce yapısı<br />
içerisinde sermaye, üretim sürecine katılan<br />
fiziki değerleri ifade ederken, daha sonraları<br />
üretime pozitif katkıda bulunan maddi ve<br />
manevi değerler sermaye kavramı içinde<br />
52<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
değerlendirilmeye baĢlamıĢtır. Örneğin<br />
bireylerin eğitim yoluyla elde ettikleri bilgi ve<br />
becerilerini tanımlayan beĢeri sermaye,<br />
kültürel sermaye, sosyal sermaye, fiziksel<br />
sermaye, simgesel sermaye gibi.<br />
Bourdieu‟nun sosyal sermaye tanımı<br />
incelendiğinde “Toplumsal sermaye, bir<br />
bireyin ya da bir grubun, kalıcı bir iliĢkiler<br />
ağına, az çok kurumlaĢmıĢ karĢılıklı tanıma<br />
ve tanınmalara sahip olması sayesinde elde<br />
ettiği gerçek ya da potansiyel kaynakların<br />
toplamıdır, yani böylesi bir ağın harekete<br />
geçirmeye olanak sağladığı sermaye ve<br />
güçlerin toplamıdır” (Aktan ve Çoban, 2008:<br />
7-8; ġan, 2006: 114-116) , ifadesi halkla<br />
iliĢkiler ve sermaye iliĢkisinin bu makale<br />
açısından önemli bağlantısını gözler önüne<br />
serecektir. Ayrıca simgesel sermaye olarak<br />
nitelenen, kiĢilerin günlük yaĢamlarında<br />
kimliklerini ortaya koymasına, güç iliĢkileri<br />
içine girmelerinde etkin rol oynamasına<br />
yardımcı olan, evi, arabası, mesleği, eğitimi,<br />
yaptığı spor, dansı, tatil biçimi, gibi yaĢam<br />
tarzını oluĢturan tüketim biçimleri (sosyal<br />
yaĢamı) (Özbilgin, 2006) de bu bağlamda<br />
dikkate değer unsurlar olmaktadır. Bunun<br />
yanında sermayenin dağıtılması sırasıyla<br />
konuĢma sanatı ile ilgili stratejilerin ve güç<br />
iliĢkilerinin bir ifadesidir. Halkla iliĢkiler<br />
uygulamaları da eğer onların ilgilerini<br />
izlemede çeĢitli alanlardaki örgütsel aktörlere<br />
yardım eden bir uygulama olarak ele alınırsa<br />
bu resmin içine uymaktadır .<br />
Asimetrik ve Simetrik İktidar Tartışmaları<br />
Açısından Halkla İlişkilerin Asimetrik ve<br />
Simetrik Boyutunun Analizi<br />
Halkla iliĢkiler davranıĢı iki bağımsız<br />
boyutu temel alarak değiĢkenlik gösterir.<br />
Bunlar tek yöne karĢı iki yön ve asimetriğe<br />
karĢı simetrik boyuttur. Grunig‟in halkla<br />
iliĢkiler alanında ortaya koyduğu tek ve çift<br />
yönlü asimetrik ve simetrik iletiĢim<br />
yönündeki düĢünceleri bu bağlamda<br />
önemlidir. Grunig asimetrik iletiĢimi tek ve<br />
çift yönlü olarak iki temelde incelemiĢtir. Tek<br />
yönlü asimetrik iletiĢimde kurumların<br />
verdikleri mesajlarda, kaynak ile hedef<br />
arasında bir özne-nesne durumu söz<br />
konusudur. Kaynak, hedefle iliĢki içine
girmeye çalıĢır; ancak ulaĢtığı kitlenin<br />
özelliklerini yeterince dikkate almadığı için,<br />
kaynakla hedef arasında arzu edilen bir<br />
etkileĢim kurulamaz. Bu uyumsuz ve<br />
düzensiz iletiĢim, tek yönlü asimetrik bir<br />
halkla iliĢkiler olarak kalmaktadır. Ġki yönlü<br />
asimetrik iletiĢim modelinde ise kaynak ve<br />
hedef aynı düzlemde değildir. Bu modelde<br />
uygulayıcılar, kamuoyunu, müĢterilerinin<br />
istekleri doğrultusunda davranıĢta bulunmaya<br />
ikna etmek için bilimsel araĢtırmalar<br />
yürütmektedir. Ġki yönlü asimetrik modelde<br />
uygulamacılar, araĢtırma yöntemleriyle,<br />
kurumun hedef kitlesinin tutum ve<br />
davranıĢlarında değiĢim yaratmayı hedeflerler<br />
(Tutar, 2009: 124-126).<br />
KiĢi, kurum ve devlet içindeki ve<br />
dıĢındaki iletiĢim ve bunların birbirleri<br />
arasındaki iletiĢimin doğası genelde, asimetrik<br />
söylemsel kategoriler olarak görülmektedir.<br />
Fairclough‟a göre söylemin kontrolüne sahip<br />
olmanın sağladığı güç, diğer alternatif<br />
uygulamalara (karĢıt olanlar dahil) , oranla<br />
daha baskın olan belirli ideolojik yatırımlar<br />
içeren belirli söylemsel uygulamaları<br />
destekleme gücü olarak görülmektedir<br />
(Fairclough, 1995: 2). Asimetrik anlamda<br />
halkla iliĢkilere yüklenen rol daha çok<br />
istenilen gerçekleri ve bunlar için takip<br />
edilecek eylem Ģekillerini övmek ve bununla<br />
üstü kapalı olarak, istenmeyen veya kabul<br />
edilmeyen diğer tarafa gönderme yapmaktır.<br />
Bu düĢünceye göre halkla iliĢkiler<br />
fonksiyonunun taslağı Ģu yöndedir: istenilen<br />
gerçeklerin övülmesi ve yayılması bir tarafta,<br />
istenilmeyen eylemlerin karĢısındaki olası<br />
yaptırımların afiĢe edilmesi diğer tarafta<br />
kalmaktadır. Burada çıkar dengeleme<br />
prosedürü olarak halkla iliĢkilerin ideali,<br />
gerçek bir denge değil, niyet edilen<br />
eylemlerin avantaj ve dezavantajlarını<br />
inandırıcı biçimde sunan bir olgu olarak<br />
ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyiĢle söz<br />
konusu olan gerçek denge ve gerçek iki yönlü<br />
etkileĢim değil, bilakis kitle iletiĢim<br />
teknolojisinin belirli gruplarca tek taraflı<br />
kullanılıp, kitlelerin düĢünceleri, istekleri ve<br />
fikirlerinin uyarlanmasına çalıĢma çabasıdır.<br />
Gücün prosedürler tarafından daha iyi kontrol<br />
edilebilmesi için birey konuĢmaya<br />
53<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
zorlanmaktadır. Teknoloji kaynakları ile<br />
halkla iliĢkiler kendini prosedürlerin (bilim,<br />
sosyal araĢtırma) bilgileri ile güçlendirerek bu<br />
yönlerde buna önemli katkılar sunmaktadır<br />
(Dorer ve Marschik, 1993).<br />
ĠletiĢimi simetrik ve asimetrik yapan<br />
onun baĢlangıç noktası ve geri bildirim<br />
Ģeklidir. Simetrik iletiĢim tarafların<br />
birbirleriyle eĢit düzlemde kurdukları<br />
iletiĢimdir. ĠletiĢim stratejik hedef kitlelerle<br />
kurum arasındaki karĢılıklı anlayıĢı eĢit bir<br />
düzlemde geliĢtirmeyi amaçlıyorsa bu<br />
simetrik iletiĢimi örneklemektedir. Simetrik<br />
iletiĢim, hedef kitleyi yönlendirmeye açık<br />
nesneler olarak görmek yerine, onlarla<br />
görüĢmeyi, onların bilgi ve görüĢlerine<br />
baĢvurmayı, ortak bir paydayı birlikte inĢa<br />
etmeyi amaçlamaktadır. Simetrik iletiĢim<br />
sadece etkilemeyi değil, etkileĢimi öngören<br />
bir iletiĢim Ģeklidir (Tutar, 2009: 115-120).<br />
Tek yönlü simetrik model, halkla iliĢkiler<br />
uygulayıcılarının kurumu hakkında gerçekçi<br />
ve doğru bilgi sağladığı Grunig‟in halkla<br />
iliĢkiler uygulayıcılarını meskendeki<br />
gazeteciler olarak tanımladıkları bir modeldir.<br />
Ġki yönlü simetrik model ise halkla iliĢkiler<br />
uygulayıcısının, bir kurum veya tüketici ve<br />
diğer örgütlü çıkarlar arasındaki müzakereyi<br />
ve uzlaĢmayı kolaylaĢtırmak için iletiĢim<br />
programları tasarladığı bir durumu<br />
betimlemektedir (Childers, 1989: 88). Özetle<br />
simetrik halkla iliĢkiler kuramı, diyalog,<br />
uzlaĢma ve paylaĢılan güç ile karakterize<br />
edilen iliĢkisel bir yönlenmeyi<br />
vurgulamaktadır (Berger, 2005).<br />
Simetrik teoride içkin olan, hedef kitle<br />
ile mesaj arasında bir tür benzeĢim daha da<br />
ideali özdeĢlik sağlamaktır. Kurumlar bunu<br />
kendi kamularına duydukları saygıya<br />
dayanarak yapmaktadır. Simetrik model,<br />
mükemmel halkla iliĢkiler için önemli bir<br />
temel olarak görülse de yıllar boyu eleĢtirilere<br />
maruz kalmıĢ bir olgudur. Van der Meaden ve<br />
Murphy gibi pek çok araĢtırmacı güçlü<br />
kurumların güçlerini bireylerle yada küçük<br />
gruplarla paylaĢmasını gerçekçi görmemiĢtir.<br />
Ancak bu düĢünürlere karĢı simetrik<br />
teorinin var alacağını savunan araĢtırmacılar<br />
da olmuĢ, görüĢlerine kanıt bazı olay<br />
örnekleri sunmuĢlardır. Tayvan‟da simetrik
modele iliĢkin çeĢitli çalıĢmalarından sonra<br />
Huang, simetrik dünya görüĢünün var<br />
olmakla kalmadığını, bunun yanında etkileri<br />
farklı kültürlere uygulanabilir, evrensel ve<br />
ahlaki ve etik beklentileri de karĢılayan bir<br />
olgu olduğunu öne sürmektedir. Wakefield‟e<br />
göre internet simetrik iletiĢimin gerekçesini<br />
güçlendirecektir. Friedman da bunlara koĢut<br />
fikirler ile sürmektedir. Fikirlerine kanıt<br />
olarak birçok hükümetin erken muhalefetine<br />
rağmen kara mayınlarına karĢı uluslar arası<br />
bir yasak konulmasını sağlamak amacıyla<br />
dünya çapında bin farklı insan hakları<br />
grubunu örgütlemekte elektronik postaları<br />
kullandığı için Nobel BarıĢ Ödülü alan Jody<br />
Williams örneğini sunmaktadır (Wakefield:<br />
2009: 103-105). Halkla iliĢkilerde, kamuoyu,<br />
sıkça diyalog yada iliĢkide eĢit katılımcılar<br />
olarak düĢünüldüğünde, bir kurumun ve onun<br />
kamuoyunun eĢit Ģartlarda karĢılanabileceğini<br />
ve fark edilen problemler için karĢılıklı<br />
faydalı sonuçlar geliĢtireceğini varsaymak<br />
mümkündür (Johansson, 2007: 279).<br />
Simetrik halkla iliĢkilerin olabilirliğine<br />
kanıt olarak kullanılan diğer durum Shannon<br />
ve Weaver, Laswell, Newcomb, Westley ve<br />
MacLean gibi iletiĢim kuramcılarının<br />
çalıĢmalarında ileri sürdüğü ne iletildiği ve<br />
neyin/kimin etkilendiği arasında<br />
çizgisel/doğrusal bir iliĢkinin varlığı ve bu<br />
doğrusal iliĢki aracılığıyla eylemlerimiz ve<br />
diğer insanların tepkileri arasında bir bağın<br />
kurulabilme olasılığıdır (Becerikli, 2002). Bu<br />
bakıĢ açısına göre diğer insanlardan arzulanan<br />
yanıtı alındığında etkili bir iletiĢim<br />
gerçekleĢtirilmiĢ olmaktadır. Simetrik halkla<br />
iliĢkilerin olabilirliğini ortaya koyan diğer<br />
kanıt, halkla iliĢkilerin araĢtırma, planlama,<br />
uygulama ve değerlendirme adı altında<br />
sıralanan dört aĢamalı sürecidir. Bu dört<br />
aĢamalı sürecin ilki hedef kitlenin istek ve<br />
beklentilerinin saptanarak, kurumun bu istek<br />
ve beklentileri karĢılama potansiyelinin<br />
oluĢturulmasına zemin hazırlayacak araĢtırma<br />
evresidir. Planlama aĢamasında ise bu süreç<br />
sonrasında toplanan bilgi etkili bir iletiĢim<br />
programına dönüĢtürülebilmektedir.<br />
Uygulamada ise bu program yürürlüğe<br />
konulmakta, kurumun mesajları hedef kitle<br />
tarafından alımlanmaktadır. Değerlendirme<br />
54<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
aĢamasında da hedef kitlenin üzerinde<br />
yaratılan etkiler ölçümlenerek yapılan<br />
programın etkisi ve taraflar arasındaki<br />
müzakere ve uzlaĢmanın derecesi ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
İktidar Kavramı ve İktidar Araçları<br />
Bağlamında Halkla İlişkiler Şirketlerinin<br />
Halkla İlişkiler Değerlendirmesi Üzerine<br />
Anket Çalışması<br />
Amaç ve Yöntem<br />
AraĢtırmanın evreni Türkiye Halkla<br />
ĠliĢkiler Derneği (TÜHĠD)‟nin internet<br />
sitesinde yer alan 46 halkla iliĢkiler Ģirketidir.<br />
Bu anket çalıĢması teorik alt yapıda<br />
vurgulanan iktidar kavramının halkla iliĢkiler<br />
fenomeniyle bağlantılandırılması aĢamasında<br />
uygulayıcıların bakıĢ açısını ortaya koymayı<br />
hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda<br />
Grunig ve Hunt‟ın ABD halkla iliĢkileri için<br />
ortaya attığı halkla iliĢkiler davranıĢının dört<br />
modelinin özellikleri temel alınarak 16<br />
sorudan oluĢan ( açık-yarı kapalı-kapalı uçlu)<br />
sorudan oluĢan anket formu hazırlanmıĢtır.<br />
Anketler örneklem grubu olarak alınan halkla<br />
iliĢkiler Ģirketlerine elektronik posta yolu ile<br />
gönderilmiĢ ve 14 Ģirketten geri dönüĢ<br />
alınmıĢtır. Verilerin analizinde SPSS 17. 0<br />
(Statistical Package for Social Sciences)<br />
programından yararlanılmıĢtır.<br />
Bulgular<br />
Anketi yanıtlayanların yüzde 78,6‟sı<br />
kadın yüzde 21,4‟ü erkektir. Ankete<br />
katılanların yaĢ ortalaması yüzde 35,7 elli yaĢ<br />
ve üzeri, yüzde 14,3 kırk altı-elli yaĢ, yüzde<br />
7,1‟i otuz altı-kırk yaĢ aralığındadır. Bu<br />
veriler ankete katılanların yaĢ ortalamasının<br />
ağırlıklı olarak (yüzde 57,1) 36 yaĢ ve üstü<br />
kiĢilerden oluĢtuğunu ortaya koymaktadır.<br />
Anketi yanıtlayanların yüzde 85,7‟si<br />
üniversite, yüzde 14,3‟ü ise master<br />
mezunlarından oluĢmaktadır. Halkla iliĢkiler<br />
faaliyeti yapan kurumların yüzde 50‟si halkla<br />
iliĢkiler Ģirketi, yüzde 42,9‟u iletiĢim<br />
danıĢmanlığı Ģirketi, yüzde 7,1‟i ise reklam ve<br />
halkla iliĢkiler Ģirketi adıyla çalıĢmalarını<br />
sürdürmektedir. Anketi yanıtlayanların<br />
kurumdaki pozisyonlarına bakıldığında yüzde
35,7‟sinin ajans baĢkanı, yüzde 7,1‟nin genel<br />
müdür, yüzde 14,3‟nün genel müdür<br />
yardımcısı, yüzde 21,4‟ünün müĢteri iliĢkileri<br />
koordinatörü, yüzde 21,4‟nün medya iliĢkileri<br />
koordinatörü olarak görev yaptığı<br />
görülmektedir. ÇalıĢtıkları görevdeki süreye<br />
iliĢkin olarak katılımcıların yüzde 14,3‟ü<br />
yirmi yıl üstü, yüzde 28,6‟sı on altı-yirmi yıl,<br />
yüzde 28,6‟sı on bir-on beĢ yıl, yüzde 21,4‟ü<br />
altı-on yıl Ģeklinde yanıt vermiĢtir.<br />
Halkla iliĢkilerin ne olduğu<br />
sorulduğunda, katılımcıların yüzde 35,7‟si<br />
karĢılıklı anlayıĢ oluĢturma, yüzde 14,3‟ü<br />
bilimsel analiz temelinde ikna, yüzde 14, 3‟ü<br />
etki bırakacak bilgi yayılımı, yüzde 14,3‟ü<br />
bilgilerin yayılımı, bilimsel analiz temelinde<br />
ikna ve karĢılık anlayıĢ oluĢturmanın içinde<br />
yer aldığı bir kavram olarak tanımlarken,<br />
yüzde 7,1‟i propaganda, yüzde 7,1‟i yönetim<br />
bilimi, yüzde 7,1‟i ise gerçek bilgilerin<br />
yayılması ve bilimsel analiz temelinde<br />
iknadan oluĢan tanımlar yapmıĢlardır.<br />
KiĢi, kurum yada örgütün amacı<br />
sorgulandığında katılımcıların yüzde 35,7‟si<br />
çevrenin kazanılması, yüzde 28,6‟sı çevre ile<br />
uyum, yüzde 14,3‟ü çevrenin kontrolü, yüzde<br />
14,3‟ü çevrenin kontrolü, çevrenin<br />
kazanılması ve çevre ile uyumun bir arada<br />
olduğu yönünde görüĢ bildirmiĢ, yüzde 7,1‟i<br />
ise çevrenin kazanılması ve çevreyle uyum<br />
amacının birlikte olduğu yanıtını vermiĢtir.<br />
Halkla iliĢkilerde iletiĢimin doğası<br />
üzerine düĢünceleri sorgulanan katılımcıların<br />
yüzde 92,9‟u çift yönlü dengeli etki, yüzde<br />
7,1‟i ise çift yönlü dengesiz etki bağlamında<br />
yanıtını vermiĢtir.<br />
Halkla iliĢkilerde kullanılan iletiĢim<br />
modeli ele alındığında katılımcıların yüzde<br />
78,6‟sı gruptan gruba geri bildirim, yüzde<br />
14,3‟ü kaynaktan alıcıya geri bildirim, yüzde<br />
7,1‟i ise duruma göre değiĢir fikrini öne<br />
sürmüĢtür.<br />
Katılımcıların hepsi araĢtırmanın<br />
önemli olduğunu belirtmiĢtir. Niçin araĢtırma<br />
yaptıkları sorgulandığında katılımcıların<br />
yüzde 35,7‟si hedef kitlenin düĢüncelerini<br />
öğrenme, yüzde 21, 4‟ü etkinlik yada program<br />
için davranıĢ stratejisini belirleme, yüzde<br />
14,3‟ü etkinlik öncesi ve sonrası tutumların<br />
kontrolü, karĢılıklı anlayıĢın<br />
55<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
değerlendirilmesi, hedef kitlenin<br />
düĢüncelerini öğrenme ve davranıĢ stratejisini<br />
belirlemenin bir arada olduğu düĢüncesini<br />
ortaya atmıĢ, yüzde 7,1‟i hedef kitlenin<br />
düĢüncelerini öğrenme ve davranıĢ stratejisini<br />
belirleme Ģeklinde yanıt vermiĢ, yüzde 7,1 ise<br />
bu soruyu yanıtsız bırakmıĢtır.<br />
Halkla iliĢkilerin rolü sorgulandığında<br />
katılımcıların yüzde 35,7‟sinin<br />
biçimlendirme, yüzde 14,3‟ünün danıĢma,<br />
yüzde 14,3‟ünün bilgilerin yayılması, yüzde<br />
14.3‟ünün danıĢma, aracılık ve bilgilerin<br />
yayılmasını kapsayan tümü, yüzde 7,1‟inin<br />
aracılık, yüzde 7,1‟inin biçimlendirme ve<br />
aracılık, yüzde 7,1‟inin bilgilerin yayılması ve<br />
biçimlendirme Ģeklinde yanıt verdiği ortaya<br />
çıkmıĢtır.<br />
Halkla iliĢkilerin araçları<br />
sorgulandığında katılımcıların yüzde<br />
35,7‟sinin bilgi ve söylem, yüzde 14,3‟ünün<br />
bilgi, yüzde 7,1‟inin bilgi ve ideoloji, yüzde<br />
7,1‟inin sermaye ve bilgi, yüzde 7,1‟inin<br />
söylem yanıtı verdikleri yüzde 28,6‟sının ise<br />
bu soruyu yanıtsız bıraktıkları görülmüĢtür.<br />
Halkla iliĢkilerde önemli olan görüĢ<br />
sorgulandığında katılımcıların yüzde<br />
42,9‟unun hedef kitlenin görüĢü, yüzde<br />
21,4‟ünün kurumun, hedef kitlenin ve halkla<br />
iliĢkiler uzmanının görüĢlerinin hep birlikte,<br />
yüzde 7,1‟inin kurumun görüĢleri, yüzde<br />
7,1‟inin halkla iliĢkiler uzmanının görüĢü,<br />
yüzde 7,1‟inin yapılacak etkinlik yada<br />
programa göre değiĢeceği yanıtını verdiği,<br />
yüzde 14,3‟ünün ise bu soruyu yanıtlamadığı<br />
ortaya çıkmıĢtır.<br />
Tartışma ve Sonuç<br />
Ġktidarla ilgili ileri sürülen, iktidarın<br />
asli unsuru bir istek veya arzunun<br />
gerçekleĢtirilmesidir; insanlar arası sosyal<br />
etkileĢimin her düzeyinde var olan, bir tarafın<br />
diğerini etkilemesi anlamına gelen bir sosyal<br />
etkidir; arzu edilen yada amaçlanılan hedefe<br />
ulaĢma yeteneğidir gibi tanımlar iktidarı<br />
halkla iliĢkiler ile iliĢkilendirecek argümanlar<br />
sunmaktadır. Ayrıca halkla iliĢkiler tanımları<br />
ele alındığında: halkla iliĢkiler halkı belli bir<br />
tutumu kabule yada belirli bir uygulama<br />
yolunu izlemeye inandırma sanatı;kamular ve<br />
kurumlar arasındaki karĢılıklı anlayıĢın
geliĢmesine katkıda bulunarak karmaĢık ve<br />
çoğulcu toplumun hedeflerine ulaĢmasında ve<br />
iĢlevlerini gerçekleĢtirmesinde yardımcı olan<br />
bir kavram; kamuoyunu değiĢtirme, yaratma,<br />
güçlendirme veya üstesinden gelme sanatı ve<br />
bilimidir gibi tanımlar bu bağlantı noktalarını<br />
gözler önüne sermektedir. Ayrıca Weber‟in<br />
bireyin karĢısındakinin neler yapabileceğini<br />
önceden görerek, buna istinaden<br />
karĢısındakinin davranıĢlarını manipüle<br />
edebilmesi ve buna göre kendi eyleminin<br />
yönünü çizmesini iktidarın göstergesi olarak<br />
betimlemesi de bu bağlamda ilginçtir. Diğer<br />
nokta ise iktidarın var olabilmek ve varlığını<br />
sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu bilgi,<br />
ideoloji, söylem, Ģiddet ve sermaye gibi<br />
araçların halkla iliĢkilerin de vazgeçilmez<br />
araçlarından olmasıdır.<br />
Sosyal teori ve siyaset teorisinde,<br />
iktidarla ilgili birçok yorum yer alsa da,<br />
iktidar kavramı iki temel bakıĢ açısı üzerinden<br />
tartıĢılmıĢtır. Aktörün istediği Ģeylere<br />
diğerlerinin direncine rağmen ulaĢabilme<br />
kapasitesi olarak değerlendirilen iktidar<br />
düĢüncesinin asimetrik yönü ve kollektiviteye<br />
ait bir özellik olarak tanımlanan simetrik<br />
ikinci yönü. Bu iki perspektif toplumu bir<br />
bütün olmaktan çok zıtlaĢan sınıfların zorunlu<br />
beraberliği olarak gören çatıĢmacı teorilerle,<br />
çeĢitli sosyal farklılık ve eĢitsizliklere rağmen<br />
insanlar birlikte yaĢamaya devam ediyorsa<br />
uzlaĢma ve bütünleĢmenin temel olduğunu<br />
savunan fonksiyonalizm, struktüralizm yada<br />
sembolik etkileĢimcilik gibi teorilerin<br />
uzantılarıdır. Grunig‟in halkla iliĢkiler<br />
alanında ortaya koyduğu tek ve çift yönlü<br />
asimetrik ve simetrik iletiĢim yönündeki<br />
düĢünceleri bu bağlamda önemlidir. ĠletiĢimi<br />
simetrik ve asimetrik yapan onun baĢlangıç<br />
noktası ve geri bildirim Ģeklidir. Asimetrik<br />
anlamda halkla iliĢkilere yüklenen rol daha<br />
çok istenilen gerçekleri ve bunlar için takip<br />
edilecek eylem Ģekillerini övmek ve bununla<br />
üstü kapalı olarak, istenmeyen veya kabul<br />
edilmeyen diğer tarafa gönderme yapmaktır.<br />
Simetrik bağlamda halkla iliĢkiler ise<br />
tarafların birbirleriyle eĢit düzlemde<br />
kurdukları iletiĢim üzerinden karĢılıklı<br />
anlayıĢın geliĢtirilmesi yönündedir. Özetle<br />
simetrik halkla iliĢkiler, diyalog, uzlaĢma ve<br />
56<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
paylaĢılan güç ile karakterize edilen iliĢkisel<br />
bir durumu betimler.<br />
Anket çalıĢmasında elde edilen veriler<br />
doğrultusunda halkla iliĢkilerin ne olduğu<br />
sorgulandığında iki taraflı kazancın hakim<br />
olduğu, iki yönlü ve simetrik halkla iliĢkiler<br />
için baĢlangıç noktası olabilecek karĢılıklı<br />
anlayıĢ oluĢturma düĢüncesinin ağırlıkla ifade<br />
edilmesi önemlidir. Kurumun halkla<br />
iliĢkilerdeki amacı sorgulandığında çevrenin<br />
kazanılması ve çevreyle uyum oranlarının<br />
yüksekliği halkla iliĢkiler Ģirketlerinin<br />
çalıĢmalarının simetrik iktidar davranıĢı<br />
doğrultusunda ilerlediği yönünde ipuçları<br />
vermektedir. Ayrıca halkla iliĢkilerde<br />
iletiĢimin doğası sorgulandığında yüzde<br />
92‟lere varan çift yönlü dengeli etki yanıtları<br />
ve kullanılan iletiĢim modelinde gruptan<br />
gruba iletiĢimin ağırlıklı olarak dillendirilmesi<br />
halkla iliĢkiler Ģirketlerinin simetrik temelde<br />
adımı benimsedikleri yönünde argümanlar<br />
sunmaktadır. Halkla iliĢkilerde iletiĢimin<br />
simetrik olduğunu kanıtlamak için kullanılan<br />
araĢtırmaların Ģirketlerce yoğunluklu olarak<br />
hedef kitlenin düĢüncelerini öğrenmek<br />
amacıyla yapılması bu bağlamda önemlidir.<br />
Halkla iliĢkilerin rolü sorgulandığında<br />
Ģirketlerin kendine biçimlendirme rolünü<br />
seçmesi Ģirketlerin yukarıda simetrik halkla<br />
iliĢkiler yönünde verdikleri yanıtlarla<br />
çeliĢmektedir. Bu yanıtlar halkla iliĢkilerin<br />
asimetrik temelde iktidar öznesi olabileceğini<br />
göstermektedir.<br />
Halkla iliĢkilerin araçları<br />
sorgulandığında, iktidarın var olabilmek ve<br />
varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu<br />
bilgi, ideoloji, söylem ve sermaye gibi<br />
araçların halkla iliĢkiler için de önemli olduğu<br />
varsayımı anket çalıĢması sonucunda da<br />
doğrulanmıĢtır. Bu sonuçlar iktidar<br />
uygulayıcısı ve aktörü olarak<br />
nitelendirilebilecek halkla iliĢkiler<br />
uygulayıcılarına ideal olan uzlaĢmacı,<br />
oydaĢmacı simetrik bir iktidar aktörü rolü<br />
vermektedir.
Kaynakça<br />
AKTAN, CoĢkun Can (2008) “Sosyal Sermaye” PĠ Dergisi,<br />
Sayı: 26, s. 4-13.<br />
ARENDT, Hannah (1994) Ġnsanlık Durumu Seçme Eserler1,<br />
ĠletiĢim Yayınevi, Ġstanbul.<br />
ASNA, M. Alaeddin (1978) Bankacılar için Halkla ĠliĢkiler,<br />
Türkiye Bankalar Birliği Yayını, Ankara.<br />
ASNA, Alaeddin (1997) Halkla ĠliĢkiler, Dünden Bugüne Bir<br />
Sanat-Meslek Öyküsü Ġstanbul: Sabah Kitapları, Ġstanbul.<br />
BECERĠKLĠ, Yıldırım Sema (2002) “Halkla İlişkiler<br />
Disiplinin Ve Tanımlarının Eleştirel Bir Yaklaşımla Analizi”<br />
ĠletiĢim, Gazi Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Dergisi, 12: 47-<br />
65.<br />
BENTELE, Günter ve Wehmeier Stefan (2007) “Applying<br />
Sociology To Public Relations” Public Relations Review 33:<br />
294-300.<br />
BERGER, Bruce K. (2005) “Power Over, Power With And<br />
Power To Relations: Critical Reflections On Public<br />
Relations, The Dominant Coalition, And Activism” Journal<br />
Of Public Relations Research, 17 (1) : 5-28.<br />
BOURDĠEU, Pierre (1997) Televizyon Üzerine, Çev. ,<br />
Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Yapıkredi Yayınları.<br />
BRUNKHORST, Hauke (2006) “The Productivity Of Power:<br />
Hannah Arendt’s Renewal Of The Classical Concept Of<br />
Politics” Revısta De Cıencıa Polıtıca, 26 (2) : 125-136.<br />
CHILDERS, Linda (1989) “James Grunig’s Asymetrical And<br />
Symetrical Models Of Public Relations” Ieee Transactıons<br />
On Professional Communication, 32 (2) : 86-93.<br />
ÇÖKLÜ, Y. E. (1996) Halkla ĠliĢkiler Teorisinin Temelleri.<br />
Ġstanbul Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Dergisi, 223-250.<br />
DELĠBAġ, Kayhan ve YĠĞĠT, Emin (2005) “Siyaset<br />
Kurumu” Kurumlara <strong>Sosyoloji</strong>k BakıĢ, (der. ) Sevinç Güçlü,<br />
Birey Yayıncılık, Ġstanbul.<br />
DEVECĠ, Cem (1999) “Foucault, İktidar<br />
Kavramsallaştırması Siyasal Boyutun Ayrıştırılamazlığı”<br />
Doğu Batı Dergisi, 9: 23-39.<br />
DORER, Johanna ve MARSCHĠK Matthias (1993)<br />
Kommunikation Und Macht. Public Relations -Eine<br />
Annäherung, Turia & Kant, Wien.<br />
EDWARDS, Lee (2006) “Rethinking Power İn Public<br />
Relations” Public Relations Review, 32: 229-231.<br />
ERDOĞAN, Ġrfan (2002) ĠletiĢimi Anlamak, Erk Yayınları,<br />
Ankara.<br />
ERDOĞAN, Ġrfan (2008) Teori Ve Pratikte Halkla ĠliĢkiler,<br />
2. Basım, Erk Yayınları, Ankara.<br />
FALKHEĠMER, Jesper (2007) “Anthony Giddens And Public<br />
Relations” Public Relations Review, 33: 287-293.<br />
GIDDENS, Anthony (2005) Sosyal Teorinin Temel<br />
Problemleri, Çev. Ümit Tatlıcan, Paradigma Yayıncılık,<br />
Ġstanbul.<br />
HUTTON, James G. (2004) “Halkla İlişkilerin Tanımı<br />
Boyutları Ve Sahası” Halkla ĠliĢkilerde Seçme Yazılar, (der.<br />
) Hanife, Güz, Sema Yıldırım. Becerikli, Alban Dağıtım,<br />
Ankara.<br />
IHLEN, Oyvind (2007) “Building On Bourdieu” Public<br />
Relations Review, 33: 269-274.<br />
ĠġLER, Esra. Keloğlu (2007) Halkla ĠliĢkiler, Gazi<br />
Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Basımevi, Ankara.<br />
JOHANSSON, Catrin (2007) “Goffman’s Sociology” Public<br />
Relations Review, 33: 275-280<br />
KARADENĠZ, Mustafa (2009) “Pazarlama Yönetiminde<br />
Halkla İlişkilerde Kullanılan Kavram Ve Tanımlamalar”<br />
Journal Of Naval Science And Engineering, 5 (1) : 1-16.<br />
KOÇUġAĞI, Gültekin (1999) “Toplumsal Şiddet Üzerine”<br />
http: //E-Kutuphane. Egitimsen. Org. Tr/Pdf/271. Pdf, (13<br />
Kasım 2009).<br />
57<br />
<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />
LUKES, Steven (2006) “Ġktidar Ve Otorite” <strong>Sosyoloji</strong>k<br />
Çözümleme Tarihi (der. ) Tom Bottomore Ve Robert Nisbet,<br />
Kırmızı Yayınları, Ġstanbul.<br />
MOTĠON, Judy ve LEĠTCH, Shirley (2007) “A Toolbox For<br />
Public Relations: The Oeuvre Of Michel Foucault” Public<br />
Relations Review, 33: 263-268.<br />
MOTĠON, Judy (2005) “Participative Public Relations”<br />
Public Relations Review 31: 505-512.<br />
RUSSEL, Bertrand (2004) Ġktidar, Çev. Göksel Zeybek, Ġlya<br />
Yayınevi, Ġzmir.<br />
ġAN, Mustafa Kemal (2006) “Bilgi Toplumuna Geçişte<br />
Sosyal Sermayenin Taşıdığı Önem Ve Türkiye Gerçeği” Ġzmit<br />
5. Uluslar arası Bilgi Ekonomi ve Yönetim Kongresi<br />
Bildiriler Kitabı, Cilt1 s. 113-140<br />
TUTAR, Hasan (2009) Örgütsel ĠletiĢim, 2. Basım, Seçkin<br />
Yayıncılık, Ankara.<br />
WAERAAS, Arild (2007) “The Re-Enchanment Of Social<br />
İnstitutions: Max Weber And Public Relations” Public<br />
Relations Review, 33: 281-286.<br />
WAKEFĠELD, Robert I. (2009) “Uluslar Arası Halkla<br />
ĠliĢkiler Teorisi, Ġnternet Ve Aktivizm: KiĢisel Bir DüĢünce”<br />
Halkla ĠliĢkiler Üzerine, Çev. , Pınar Özdemir, (der. ) Fatih<br />
Keskin Ve Pınar Özdemir, Dipnot Yayınları, Ankara.<br />
WEBER, Max (1995) Toplumsal Ve Ekonomik Örgütlenme<br />
Kuramı, Çev. , Özer Ozankaya, Ġmge Kitapevi, Ankara.<br />
YILDIZ, Nuran (2003) “Halkla İlişkilerin İdeolojik Yöntem<br />
Olarak İşleyişi” Amme Ġdaresi Dergisi, 5 (36) : 35-42.