07.12.2012 Views

Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...

Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...

Barış Tunç İsa Demir Okay Bensoy Cihad Özsöz - Sosyoloji Notları ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong><br />

<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />

<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong><br />

<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong><br />

Petek Beyazova<br />

Elif Gezgin<br />

9<br />

Ocak 2012<br />

ISSN 1307-6493<br />

Nesrin Canpolat<br />

sosyoloji<br />

notları


SOSYOLOJİ NOTLARI<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

3 Aylık Yaygın <strong>Sosyoloji</strong> Dergisi<br />

İmtiyaz Sahibi<br />

<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

Cem K. Olgun<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong><br />

Bu sayıya katkıda bulunanlar:<br />

<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong><br />

<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong><br />

Elif Gezgin<br />

Petek Beyazova<br />

Nesrin Canpolat<br />

İletişim<br />

www.sosyolojinotlari.com<br />

sosyolojinotlari@gmail.com<br />

*Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz.<br />

*Yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu<br />

yazarlara aittir.<br />

*Derginin tüm hakları saklıdır.<br />

Sayı: 9<br />

Ocak-Şubat-Mart<br />

2012 Ankara<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Bu Sayıda 2<br />

Michel Foucault’nun Düşüncesinde İktidar<br />

<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong> 3<br />

Durkheim’ın “Ahlak Eğitimi”<br />

Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme<br />

<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong> 10<br />

Joseph A. Schumpeter:<br />

Kapitalizm ve Süreksiz<br />

Devamcısı(?) Olarak Sosyalizm<br />

<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong> 16<br />

Sınıf ve Kimlik<br />

<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong> 29<br />

Bauhaus Geleneğine Bakış<br />

Petek Beyazova 33<br />

Simone De Beauvoır’da<br />

İkinci Cins ve Aşkınlık Kavramı<br />

Elif Gezgin 39<br />

İktidar Kavramını Halkla İlişkilere<br />

Uygulamak ve Halkla İlişkiler<br />

Şirketlerinin Halkla İlişkiler Yorumu<br />

Nesrin Canpolat 47


Bu Sayıda<br />

2<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Ocak ayında çıkması planlanan ancak yine geciktirdiğimiz dokuzuncu sayımızla okurlarımızı<br />

selamlıyoruz. Gecikmenin bağımsız/öğrenci dergilerinin kaderi olduğu düşüncesiyle kendimizi avutuyor ama<br />

yine de bir gün bu durumu değiştirmeyi umuyoruz.<br />

Yeni sayımız da daha önceki bazı sayılarımız gibi, belli bir gündemden ziyade çeşitli kavram ve<br />

kuramlar üzerine yapılmış çalışmalardan oluşuyor. Dergimizi elektronik ortama aktardığımız ikinci sayımız<br />

olan dokuzuncu sayının ardından, daha sonraki sayıların belli gündemler üzerine çıkması konusunda bir<br />

çalışma yapabilmeyi de umuyoruz. Dergimize okur veya yazar olarak katkı sağlayan herkesten bu konudaki<br />

önerilerini sosyolojinotlari@gmail.com adresine yazmalarını bekliyoruz.<br />

Bir sonraki sayımız, dergimizin beşinci yaşını doldurduğu sayı olacak. Arada verilen molaya rağmen<br />

bir şekilde bu birlikteliğin sürmesi bizler için çok anlamlı. Okur ve yazarlarımızın da katkılarıyla daha uzun<br />

yıllar üretebilmek, üretilenleri paylaşabilmek ümidindeyiz.<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong>


MICHEL FOUCAULT’NUN<br />

DÜŞÜNCESİNDE İKTİDAR<br />

<strong>Barış</strong> <strong>Tunç</strong> �<br />

GİRİŞ<br />

Foucault, yaşadığı döneme her<br />

anlamıyla damga vurmuş bir düşün adamıdır.<br />

Teorisinin görkemi kadar içinde bulunduğu<br />

ve bizzat örgütlediği eylemliliklerle adından<br />

sıkça söz ettiren Foucault, iktidarın<br />

hazzetmediği bir düşünür olmuştur. Foucault<br />

da tam anlamıyla iktidardan uzak durmak<br />

istiyordu. Çünkü iktidarın yanında yer alan,<br />

nimetlerinden faydalanan kişi bir süre sonra<br />

eleştirel vasfını yitirecektir, yitirmese de bu<br />

nimetlerden faydalanamayacaktır. Bunun<br />

ayırdında olan Foucault, iktidara karşı,<br />

iktidardakilerin kendi tarihlerini yazmaya<br />

çalışmalarına inat ezilen, yok sayılan,<br />

ötekileştirilenlerin sesine kulak vermiş ve<br />

onların tarihini yazmaya çalışmıştır. Bunu<br />

yapmaya çalışırken oluşturduğu bütünlükçü<br />

teoride iktidarın ne olduğunu tarihsel süreç<br />

bağlamında ele alarak analiz etmiştir. Ayrıca<br />

tavır ve konum itibariyle (doğası gereği) sesi<br />

kesilenlerin yanında olması gereken<br />

entelektüelin niteliklerini ortaya koyarken<br />

zaman içerisinde değişime tabi olan<br />

entelektüel tipinin analizini de yapmıştır.<br />

Süreç içerisinde değişim gösteren<br />

entelektüelin devinim kazanmasında bizzat<br />

pratik anlamda rol oynayan Foucault,<br />

entelektüele yüklenen anlamlara yeni bir<br />

boyut kazandırmıştır. İktidara daha farklı bir<br />

perspektiften bakarak, çoğu çağdaşından<br />

farklı bir okuma yapan Foucault, klasik<br />

� Afyon Kocatepe Üniversitesi <strong>Sosyoloji</strong> Bölümü<br />

Yüksek Lisans Öğrencisi<br />

3<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

anlamda iktidarın cisimleşmiş hali olan<br />

devletle çok fazla ilgilenmemiş, spesifik<br />

anlamda birçok iktidarın varlığını vurgulamış<br />

ve bu iktidarların kimsenin tekelinde<br />

olmadığını belirtmiştir. Ayrıca iktidarın her<br />

yerdeliğini vurgulayan Foucault, direnişinde<br />

her yerde olacağını söylemiştir. Ancak bu<br />

direnişin nasıl verileceği yönündeki sorulara<br />

doyurucu cevaplar vermemesinden kaynaklı<br />

eleştirilmiştir. Ancak Foucault, kendisinden<br />

istenilen toplumsal anlamdaki peygamberlik<br />

rolünü oynamamış, oynamaya kalkıştığı<br />

anlarda da eleştirildiğini belirtmiştir. Her ne<br />

kadar eleştirilse de (özellikle psikiyatrlar<br />

tarafından) yaptığı tespit ve analizler oldukça<br />

geçerli olmakla beraber sessiz yığınların<br />

iktidar karşısında bir nevi soluk almalarına<br />

yardımcı olmuştur. Bu anlamda herhangi bir<br />

kalıba, herhangi bir ideolojiye sığdırılmaya<br />

çalışılmadan anlaşılmaya çalışılan Foucault,<br />

olanca büyüklüğüyle tekrar tekrar<br />

keşfedilmeyi beklemektedir.<br />

İKTİDAR VE UYUM<br />

Foucault‟ nun, iktidar üzerine analizi<br />

yalnızca belirli alanlarla sınırlı kalmamış,<br />

iktidarın her yerdeliğinden ve bir kişiye bağlı<br />

olmamasından bahsederek birçok düşünürün<br />

iktidar analizinden farklılaşmıştır. İktidar<br />

analizlerinin çoğunun kilitlendiği alan devlet<br />

olmuş ve analizler bu doğrultuda yapılmıştır.<br />

Ancak Foucault iktidarın cisimleşmiş şekli<br />

olan devletin yanı sıra devleti aşan iktidar<br />

değil iktidar örüntülerinden bahsetmiştir.


Ayrıca iktidarın tarihsel süreç içerisinde<br />

gösterdiği değişimi anlatan Foucault,<br />

iktidarın daha amorf bir hal aldığını ve<br />

yalnızca şiddet mekanizması üzerinden<br />

yürümediğini belirtir. İktidarın daha incelikli<br />

teknikler aracılığıyla egemenliği altında<br />

tuttuğu toplumdan bahseden Foucault‟ya<br />

göre verilen mücadelenin şekli de değişime<br />

uğramıştır.<br />

İktidar bir ilişki, bir eylem biçimidir.<br />

Ama bu, doğrudan doğruya başkaları<br />

üzerinde değil, başkalarının şimdiki ya da<br />

gelecekteki eylemleri üzerinde bir eylemdir.<br />

Bir ilişkinin iktidar ilişkisi olabilmesi için her<br />

iki tarafın da sonuna kadar eylemde<br />

bulunabilecek durumda olması ve bu ilişkide<br />

tüm bir tepki, cevap alanının var olması<br />

gerekir. Dolayısıyla iktidar bir eylemler<br />

kümesinin bir başka eylemler kümesi üstünde<br />

etkili olduğu bir bütünsel yapıdır. İktidar,<br />

davranışları ve davranışlarının mümkün<br />

sonuçlarına yönlenmektedir. Bu yüzden<br />

Foucault iktidarı, bireylerin ya da grupların<br />

(delilerin, hastaların, suçluların, çocukların,<br />

vb.) davranışlarının yönlendirilme biçimi,<br />

yani bir “yönetim” sorunu olarak tanımlıyor<br />

(Keskin, 2005; 21).<br />

Bizimki gibi bir toplumda<br />

sayısız iktidar ilişkisi toplumsal kitleye<br />

nüfuz eder, onu belirler, oluşturur;<br />

iktidar ilişkileri gerçek söylemin bir<br />

birikmesi, bir dolaşımı, bir işleyişi, bir<br />

üretimi olmaksızın ne işleyebilir, ne<br />

yerleşebilir ne de ayırt edilebilir. Bu<br />

iktidar içerisinde, bu iktidardan yola<br />

çıkarak ve bu iktidar yoluyla işleyen<br />

belirli bir gerçeklik ekonomisi olmadan<br />

iktidar uygulaması olmaz. İktidar<br />

tarafından hakikat üretimine bağlı<br />

kılınırız ve ancak hakikat üretimi<br />

yoluyla iktidar uygulayabiliriz. Bu her<br />

toplum için geçerli, ama sanırım bizim<br />

toplumumuzda iktidar, hukuk ve<br />

gerçeklik arasındaki bu ilişki çok ayrı<br />

bir biçimde düzenleniyor (Foucault,<br />

2003; 38).<br />

İktidar ve hakikatin beraber işlediğini<br />

belirten Foucault, iktidar ve hakikatin<br />

çatışmadığını söyler. Çünkü iktidar bizzat<br />

elinde bulundurduğu bilgilerle hakikat<br />

4<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

üretiminde bulunarak hakikat rejimleri<br />

oluşturur. Ancak Foucault günümüze kadar<br />

oluşturula gelmiş iktidar mekanizmalarının<br />

tarihsel süreç içerisinde şekillendiğini<br />

belirtmiştir. Bu anlamda modern devlet<br />

iktidarını Hıristiyanlığın ilk dönemleriyle<br />

bağdaştıran Foucault yeni ve eski iktidar<br />

biçimlerini karşılaştırmıştır.<br />

Modern Batı devletinin kökeni<br />

Hıristiyan kurumlarında olan eski bir iktidar<br />

tekniğini yeni bir siyasi biçim altında<br />

benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Bu iktidar tekniğini pastoral iktidar şeklinde<br />

adlandırabiliriz. Bu iktidar nihai amacı<br />

bireyin öbür dünyadaki selametini emniyet<br />

altına almak olan bir iktidar biçimidir. Bu<br />

iktidar salt emir veren konumundaki bir<br />

iktidar biçimi değildir. Bunun yanında,<br />

sürünün yaşamı ve sefaleti uğruna kendini<br />

feda etmeye hazır olmak zorundadır. Sadece<br />

bütün topluluğu değil; ayrıca özel olarak<br />

toplumdaki her bireyi ömrünün sonuna kadar<br />

gözeten bir iktidar biçimidir. Bu iktidar<br />

biçimi yalnızca bedene değil ruhlara da nüfuz<br />

eder. Kendine adayıcıdır, bireyselleştiricidir.<br />

Bunun yanında modern devlet iktidarını<br />

oluşturan temellerin pastoral iktidarını yeni<br />

bir biçim olarak sunabiliriz. Bu yeni iktidar<br />

biçiminde amaç artık insanları öteki<br />

dünyadaki selametlerine götürmek değil;<br />

daha çok aynı selameti bu dünyada<br />

sağlamaktı. Eski iktidar biçiminde düzen aile<br />

gibi kurumlar tarafından uygulanıyordu.<br />

Günümüzün iktidarında ise bu işlevi polis<br />

görüyor. 2<br />

Özellikle şekillendirilen ruhların<br />

denetiminin sağlanması çok kolay<br />

olmaktadır. Çünkü belirli bir prototip<br />

üzerinden sağlanan uyum kalıpları, belirli<br />

davranış kalıplarının kullanılmasını önceler.<br />

Bu da seslenilecek, yönetilecek bireylerin<br />

aynı potada eritilerek benzer kılınmasını<br />

sağlar. Benzer kılınan “insanlar”daki “lar”<br />

takısı düşürülerek insan genel adı altında<br />

toplanan kimseler “biz” olur. Ve ontolojik<br />

anlamda var, ancak bireysel farklılık bazında<br />

yok olurlar. Bu süreç eski çağlarda bu<br />

2 Ayrıntılı bilgi için Bknz. Michel Foucault(2005),<br />

Özne ve İktidar, sf: 65-66-67.


içimde sürerken şekil değiştirerek<br />

günümüzde de varlığını sürdürülebilir<br />

kılabilmiştir. Pastoral iktidarın süreç<br />

içerisinde değiştirdiği niteliği gözler önüne<br />

seren Foucault, pastoral iktidarın dinsel<br />

anlamlarından sıyrılarak daha dünyevi<br />

anlamlara büründüğünü söylemiştir. Bu<br />

değişen nitelik Batı toplumlarının içerisinden<br />

geçtikleri dönüşüm evreleriyle de ilgilidir.<br />

Aydınlanma sürecinden geçmiş olan Batı‟da<br />

dini söylemle bir hesaplaşma yaşanmış ve<br />

sekülerleşme topluma hakim olmuştur.<br />

Tanrısal hükümranlığın gökyüzüne<br />

gönderilmesi, dini referanslarla oluşturulacak<br />

bir iktidarın hükmünü geçersiz kılar. Bu<br />

anlamda yeni ve eski pastoral iktidar kalıpları<br />

temel referansları değişmeden seslenilecek<br />

çağa uygun hale getirilmişlerdir.<br />

DİSİPLİN<br />

Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek<br />

bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde<br />

değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine<br />

de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların<br />

yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve<br />

hiyerarşisidir. Spesifik ve bölgesel<br />

iktidarların ilk işlevi kesinlikle yasaklamak,<br />

engellemek, “yapmamalısın!” demek<br />

değildir. Bu yerel ve bölgesel iktidarların ilk,<br />

asıl ve sürekli işlevi, gerçekte, bir<br />

verimliliğin, bir yeteneğin üreticileri, bir<br />

ürünün üreticileri olmaktır. 17. ve 18.<br />

yüzyıllarda oluşmaya başlayan atölyelerdeki<br />

disiplin konusunda da aynı şeyi<br />

söyleyebiliriz. Korporatif nitelikteki küçük<br />

atölyelerin yerine işçisiyle birlikte bir dizi<br />

büyük atölye geçtiğinde hem birilerinin<br />

diğerlerinin davranışını gözetlemesi ve<br />

denetlemesi hem de iş bölümü gerekli hale<br />

geldi. Bu yeni atölye disiplinini keşfetme<br />

zorunluluğunun nedeni de iş bölümüydü.<br />

Ama tersine atölye disiplinin iş bölümünü<br />

sağlamanın koşulu olduğunu da<br />

söyleyebiliriz (Foucault, 2005a; 146-147).<br />

İktidar elbette yasaklıyor ve<br />

cezalandırıyordu. Ama bu iktidar<br />

biçimlerinin temel hedefi bireylerin<br />

etkinliklerini, güçlerini, yeteneklerini<br />

kısacası onların toplumun üretim<br />

aygıtında kullanılmasını sağlayacak<br />

5<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

her şeyi çoğaltmalarını sağlamak,<br />

çoğaltmaya zorlamaktı: Bireyleri<br />

terbiye etmek, en yararlı oldukları<br />

yerlere yerleştirmek, şu veya bu<br />

yeteneğe sahip olsunlar diye onları<br />

yetiştirmek; geçmişte bilinmeyen büyük<br />

disiplinlerin dayatıldığı 17. yüzyıldan<br />

beri orduda yapılmaya çalışılan da<br />

budur. Batılı ordular disiplinli değildi.<br />

Disipline edildiler. Aynı şekilde işçi<br />

sınıfı da, her hangi bir meskende<br />

oturmaya, ailelerini idare etmeye<br />

alıştırılan işçiler de terbiye edildi.<br />

Bireylerin üretimiyle, bireysel<br />

yeteneklerin üretimiyle, bireysel<br />

üretkenlik üretimiyle karşı karşıyayız.<br />

Bireylerin tüm bu disipline edilmesinin<br />

özü negatif değildi (Foucault, 2005;<br />

235).<br />

Foucault iktidarın, disiplini<br />

keşfederek toplumu en ufak ayrıntısına kadar<br />

denetleyip, yönlendirebildiğini belirtmiştir.<br />

Bu yönlendirme bir süre sonra gönüllü olarak<br />

benimseme ve hareket etme olarak şekil<br />

değiştirmiştir. İktidarın bu gönüllülüğü<br />

sağlaması özne yaratımı ve kimlik dayatımı<br />

olarak ortaya çıkmıştır. İktidarın yaratmış<br />

olduğu bireyler üzerinden işlemesi iktidarın<br />

uyguladığı işlemlerin maliyetini azaltacaktır.<br />

Hem de kendi sözünden dışarı çıkmayan<br />

uysal bireylerin yaratılmasını sağlayacaktır.<br />

Ayrıca yasaklama ve dışlama üzerinden<br />

yürütülmeyen bir iktidarın uygulamaya<br />

sokulması verimlilik ekseniyle çalışır.<br />

Birey iktidarın bir etmenidir ve aynı<br />

zamanda, bir etmeni olduğu ölçüde de onun<br />

aracısıdır: İktidar, oluşturduğu bireyden geçiş<br />

yapar (Foucault, 2003;43). İktidar, karşılıksız<br />

bir ilişki ağı üzerinden işlemez/işleyemez.<br />

İktidar yaptıklarına tepki verecek bireyler<br />

arar ve bu anlamda “özgür” bireyler<br />

üzerinden işlevlerini yerine getirir.<br />

Sonuç olarak şu söylenebilir:<br />

Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi<br />

sorunu bireyi devletten ve devletin<br />

kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil;<br />

kendimizi hem devletten hem de devletle<br />

ilintili olan bireyselleştirme türünden<br />

kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla<br />

dayatılmakta olan bu tür bireyselliği


eddederek yeni öznellik biçimlerine<br />

geçerlilik kazandırmak durumundayız.<br />

Dayatılan bu bireyselleştirmenin reddi ancak<br />

durumun ayırtına varmayla olur. İktidarın<br />

bireyselleştirme mekanizmalarına işlerlik<br />

kazandırarak hem uygulamasını kolaylaştırır<br />

hem de kimlik kazandırdığı bireyden<br />

kuşkulanmaz. Modern devletin devasa<br />

çaptaki iktidar algısı ve her şeyi bilme isteği<br />

açıktan bir totaliterlik değil daha<br />

flulaştırılmış bir modeli içerir.<br />

Genel kanı ve kabulün dışına<br />

çıkamama bir süre sonra otokontrol ve oto<br />

sansür mekanizmasının devreye girmesine<br />

yol açar. Oto sansür mekanizmasının varlığı<br />

bir süre sonra Russell‟ın deyimiyle<br />

“düşünmekten korkmaya değil<br />

düşünememeye yol açar”. Genel kanının<br />

tanımlayıp sınıflandırdığı (aslında<br />

dayatmayla oluşturulan) olaylardan<br />

uzaklaşmayan insanların damgalanması<br />

iktidar tarafından değil bizzat toplum<br />

tarafından yapılır. İktidarın işleyişinin geçtiği<br />

kalabalık kitleler “sapkın”, muhalif anlamda<br />

“hain” olarak gördükleri insanlarla bizzat<br />

ilgilenerek “icabına” bakarlar.<br />

Eğer bir kimlik belli bir deneyim<br />

kümesinin özne konumunu kabullenmekle<br />

ediniliyorsa, o kimliği bir insana doğrudan ya<br />

da dolaylı olarak dayatmak, o insanı o<br />

deneyimlerin öznesi haline getirmek yani<br />

özneleştirmek anlamına geliyor.<br />

Özneleştirmek ise tabi kılmak, boyun<br />

eğdirmek için kullanılan etkili, ekonomik ve<br />

güvenli bir araca dönüşüyor (Keskin, 2007;<br />

18). Eğer Foucault‟ nun ısrarla söylediği gibi<br />

öznellik, kimlik, bireysellik toplumsal<br />

anlamda temel bir sorun oluşturuyorsa;<br />

kimlik ve öznelliği kendimizi politik ve<br />

toplumsal etkilerin kapalı, derin ve doğal<br />

bileşkeleri olarak görmek tehlikeliyse, o<br />

zaman mevcut iktidarın dayatmış olduğu<br />

adlandırma ve hakikat örüntülerinin<br />

sorgulanması elzemdir. Bu yüzden Foucault<br />

insanların özneye dönüştürülmesinin tarihini<br />

aynı zamanda bir hakikat tarihi olarak da<br />

nitelendirmiştir (Keskin, 2007; 19).<br />

Foucault‟ya göre iktidar kendi<br />

işlerliğini bizzat birey üzerinden yaparak<br />

eskisi gibi bireyi gözetlemeyi ve kontrol<br />

6<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

altına almayı daha rahat yapar. Bu<br />

gözetleme, baskılama, kontrol altına alma<br />

süreci bir anda ortaya çıkmamıştır. İktidar<br />

kendisi için oluşturduğu „laboratuarlar‟<br />

sayesinde toplumun geneline yayılabilecek<br />

ön görüler elde etmiştir. Foucault bu<br />

öngörülerin toplumda karşılığı bulunarak<br />

yaratıldığını söyler. Normalizasyon süreci<br />

içerisinde oluşturulan dil kalıpları, normalanormal<br />

ayrımı yaparak toplumdaki insanları<br />

kategorize eder. Bu sınıflandırma çabası<br />

yerleştikten sonra benimsenen kalıplar<br />

sayesinde toplum daha rahat bir şekilde<br />

yönlendirilebilir.<br />

KAPATILMA<br />

Foucault, normal-anormal<br />

sınıflandırmasının zihinlerde aldığı yerden<br />

sonra uygulama alanının iktidardan topluma<br />

geçtiğini belirtir. Öyle ki sıfatlar bir süre<br />

sonra toplum tarafından verilir. Ayrıca<br />

anormal olarak belirlenen/damgalanan<br />

kapatılmalar, tecrit edilmeler iktidara ayrı bir<br />

yarar sağlar. 1656 yılında Paris‟te Hopital<br />

General(Genel Hastane) adlı bir kurum<br />

kurulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir süre<br />

içinde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir<br />

bölümü bu kurumda gözetim altına<br />

alınmıştır. Ancak Foucault‟ya göre Genel<br />

Hastane‟nin işleyişi ya da amacı bakımından<br />

hiçbir tıbbi düşünce ya da amaçla ilişkisi<br />

yoktur. Tersine bu kurum o dönemde<br />

Fransa‟da örgütlenmekte olan monarşi ve<br />

burjuva döneminin önemli bir parçası, hatta<br />

makamıdır. Üstelik aynı yıllarda bütün<br />

Avrupa‟da benzer gelişmeler meydana<br />

gelmiş, çeşitli ülkelerde nüfusun önemli bir<br />

kısmı sıkı resmi denetim altındaki<br />

kurumlarda kapatılmıştır. Kapatılanlar<br />

deliler, hastalar, eşçinseler, fakirler gibi farklı<br />

özellikler taşıyan kişilerin oluşturduğu<br />

karışık bir gruptur (Keskin, 2005b; 11-12).<br />

Bu insanların kapatılmasının nedenleri<br />

çoktur. Ancak hepsinin bir ortak özelliği<br />

vardır. Bu özellik kapitalist ekonominin<br />

belirlemiş olduğu kurallara uymamaları ya da<br />

uyamamalarıdır. Hal böyleyken bu durumdan<br />

delilerin kapatılması gerektiği sonucuna nasıl<br />

varılabilir? (Foucault, 2003; 45). O dönemde<br />

hiç ayrım yapmadan yaşlılar, sakatlar,


çalışamayanlar ya da çalışmak istemeyen<br />

kimseler, eşcinseller, akıl hastaları, müsrif<br />

babalar, hayırsız evlatlar kapatılıyordu; hepsi<br />

birden aynı yere kapatılıyordu (Foucault,<br />

2005b; 106). Ancak kapatılmayla birlikte<br />

bütün sorunlar bitmemiştir. Çünkü bu<br />

kapatılma ciddi bir külfet getirmiş, bu da<br />

iktidar tarafından pragmatik anlamda<br />

yorumlanarak kendi çıkarına uygun şekilde<br />

kullanılmıştır.<br />

Deli olarak adlandırılan kişilerin<br />

şahsında aynı kategorizasyona uğramış<br />

kişiler gelişi güzel kapatılmışlardır.<br />

Foucault‟ya göre bu büyük kapatılma<br />

sürecinin arkasında doğrudan doğruya<br />

ekonomik ve siyasi bir neden vardır: Büyük<br />

bir ihtimalle İspanyol ekonomisinde<br />

meydana gelen bir kriz sonucunda bütün Batı<br />

dünyasını etkisi altına alan ve ücretlerin<br />

düşmesine, işsizliğe, para kıtlığına neden<br />

olan ekonomik bir kriz. Foucault böylece<br />

kapatılmanın ikili bir işlev yerine getirdiğini<br />

söyler: “Böyle bir ekonomik kriz anında aç<br />

kalan işsiz ve aylak kesimin baş kaldırması<br />

tehlikesine karşı önlem almak ve kapatılmış<br />

olanların kriz geçtikten sonra ucuz ve<br />

kolayca denetlenebilir bir iş gücü olmasını<br />

sağlamak” (Keskin, 2005b; 12).<br />

Foucault’ya göre bu döneme<br />

kadar pratik anlamda hapishane diye<br />

bir kurum olmamıştır. Suçluların<br />

kapatıldığı hücreler kendi başına bir<br />

cezalandırma aracı değil, bir tür<br />

mahkeme bekleme odası olarak işlev<br />

görmüş; insanlar hücrelere başka bir<br />

şekilde cezalandırılmayı ya da<br />

özgürlüklerine kavuşmayı beklemek<br />

üzerine kapatılmıştır… Kapatılmaya<br />

Avrupa toplumları büyük isyanlarla<br />

tanıştığında başvurulmuştur. İsyanları<br />

bastırmak için bir ordu göndermek,<br />

insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi<br />

eski yöntemler, aynı zamanda büyük<br />

toprak sahiplerinin vergi toplamasını<br />

da engelleyen genel bir ekonomik<br />

felakete yol açacak önlemler haline<br />

geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir<br />

önlem ve cezalandırma tekniği olarak<br />

hapishaneye başvurulmuştur; çünkü<br />

hapishaneler nüfusun tehlikeli bir<br />

7<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

bölümünü feci ekonomik sonuçlara yol<br />

açmadan elemeye imkan tanımıştır<br />

(Keskin, 2005b; 13, Foucault, 2005b;<br />

105).<br />

İşlevselliğini bu yönde gösteren<br />

kapatılma bir süre sonra daha farklı işlevleri<br />

de yerine getirerek uysal bir toplumun<br />

oluşturulmasını sağlayacaktır. Kapatılmanın<br />

getirdiği maddi külfete rağmen iktidar<br />

kapatma pratiğinden vazgeçmemiştir. Çünkü<br />

kapatılanlar birer denek olarak<br />

kullanılmışlardır. Mahkumların bedenlerinde<br />

kullanılan iktidar sayesinde evcilleştirilmiş<br />

insanlar ortaya çıkmış bu da güçlü bir<br />

toplumsal denetimin toplum genelinde<br />

uygulanmasını sağlamıştır.<br />

Baskı sistemi olarak hapishaneler şu<br />

şey ileri sürülerek kuruldu: Hapishane,<br />

suçluların yeniden eğitim yeri olacaktı. Oysa<br />

kısa sürede hapishane sisteminin ilk<br />

zamanlarından itibaren bu sonuca<br />

götürmediği; ama doğruyu söylemek<br />

gerekirse, tamamen zıt sonuç verdiği fark<br />

edildi: Bireyin hapishanede kalma süresi<br />

arttıkça yeniden eğitilmiş olma hali azalıyor,<br />

suça eğilimi artıyordu. Sadece sıfır üretkenlik<br />

değil negatif üretkenlik. Sonuç olarak<br />

hapishane sisteminin normalde yok olması<br />

gerekiyordu ama yok olmadı ve devam etti.<br />

Bu karşı-üretkenliğe rağmen hapishaneler<br />

niçin ayakta kalmaktadır? Özellikle fiilen<br />

suça eğilimi olan kişiler ürettiğinden ve suça<br />

eğilimli olmanın bizim tanıdığımız<br />

toplumlarda belli bir ekonomik-siyasi<br />

yararlılığı olduğunda. Suça eğilimli olmanın<br />

ekonomik-siyasi yararlığını kolaylıkla ortaya<br />

koyabiliriz: Öncelikle ne kadar çok suça<br />

eğilimli insan olursa o kadar çok suç<br />

olacaktır; ne kadar çok suç olursa halk<br />

arasında korku o kadar çok artacak, polisiye<br />

kontrol sistemi o kadar kabul görür ve hatta<br />

arzulanır olacaktır… Foucault, suça eğilimin<br />

19. ve 20. yüzyılda grevleri kırmak, işçi<br />

sendikalarına sızmak, en saygınları ve en az<br />

saygınları olmak üzere siyasi parti liderlerine<br />

iş gücü ve koruma olarak hizmet etmek gibi<br />

bir dizi siyasi operasyona da hizmet ettiğini<br />

söyleyerek hapsetme ve mafyatik ilişkiler<br />

bağı arasındaki duruma göndermede<br />

bulunmuştur. Birisi hapishaneye girdiği


andan itibaren onu lekeli biri haline getiren<br />

bir mekanizma işlemeye başlıyordu; hapisten<br />

çıktığında yeniden suç işlemeye eğilimli biri<br />

olmaktan başka çaresi kalmıyordu. Onu bir<br />

muhabbet tellalı, polis ya da muhbir haline<br />

getiren sistemin içine zorunlu olarak<br />

düşüyordu. Hapishane<br />

profesyonelleştiriyordu (Foucault, 2007; 26).<br />

Suça eğilimliler, ekonomik ve siyasi topluma<br />

hizmet eder. Bu durum hastalar için de<br />

böyledir. İlaçla ilgili ürünlerin tüketimini,<br />

bundan geçinen tüm ekonomik, siyasi ve<br />

ahlaki sistemi düşünmek yeter. Bunlar çelişki<br />

değildir; geride kalan bir şey yoktur;<br />

makinede tek bir kırıntı bile kalmaz. Bu,<br />

sistemin mantığının parçasıdır (Foucault,<br />

2005, 177). İşte bu olgudan hareket eden<br />

Foucault bu kadar verimsizlik ve<br />

başarısızlığa rağmen söz konusu kurumlarda<br />

niçin ısrar edildiğini sorgular. Foucault‟ya<br />

göre kapatma pratiği üzerindeki bu ısrarın<br />

nedeni, kapatma pratiğinin güçlü bir<br />

toplumsal denetim sağlamak ve kapitalizmin<br />

ihtiyaç duyduğu işgücünü üretmek için<br />

görünürden çok daha ince ve etkili bir işlev<br />

yerine getirmesidir. Foucault‟ nun siyasi<br />

modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve 18.<br />

yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın başına tekabül<br />

eden dönem aynı zamanda kapitalizmin<br />

ihtiyaç duyduğu emek gücünün kaynağı olan<br />

insan bedeni ve bu bedenin sahip olduğu<br />

üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik<br />

ve siyasi müdahalelerin nesnesi haline<br />

geldiği dönemdir. Ancak bu emek gücünün<br />

fiilen üretken hale getirilebilmesi için<br />

kullanılan eski tekniklerin aşırı pahalı ve<br />

etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir<br />

teknik gerekmiştir. Bu yeni teknik<br />

Foucault‟ya göre kapitalist üretim biçiminin<br />

gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar<br />

tarafında benimsenip içselleştirilmesine ve<br />

gönüllü olarak uygulanmasına dayanır.<br />

PANOPTİKON VE OTO SANSÜR<br />

Disiplinci iktidarın kendini uygulama<br />

şekli Foucault‟ nun (Foucault, 2000; 316)<br />

Bentham‟ dan aldığı panoptikon sistemiyle<br />

olmuştur. „Disiplin‟ ne bir kurumla, ne de bir<br />

aygıtla özdeşleşebilir: o bir iktidar tipi,<br />

iktidarı icra etmenin bir tarzı olup, koskoca<br />

8<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

bir aletler, teknikler, usuller, uygulama<br />

düzeyleri ve hedefler bütününü içermektedir;<br />

o bir iktidar fiziği ya da anatomisidir, o bir<br />

teknolojidir. Ve „uzmanlaşmış‟ kurumlar<br />

tarafından veya ondan belli bir amaca<br />

ulaşmak üzere esas araç olarak yararlanan<br />

kurumlar veya iç iktidar mekanizmalarını<br />

güçlendirmenin aracı olarak kullanılan bu<br />

teknik ve usuller modern zamanlarla birlikte<br />

daha işlevsel bir hal almıştır.<br />

Panoptikon sistemi mimari bir<br />

sistem iken hapishanelerde<br />

kullanıldıktan sonra disipline etme,<br />

gözetleme amaçlarıyla topluma da<br />

uygulanmıştır. Panoptikon halka<br />

biçimli bir binadır, ortasında bir avlu<br />

ve avlunun ortasında bir kule vardır.<br />

Halka hem içeriye hem dışarıya bakan<br />

hücrelere bölünmüştür. Bu küçük<br />

hücrelerin her birinde, kurumun<br />

hedefine uygun olarak yazı yazmayı<br />

öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi,<br />

ıslah edilen bir mahkum, deliliği<br />

yaşayan bir deli vardır. Merkezi kulede<br />

bir gözetmen vardır. Her hücre hem<br />

içeriye hem de dışarıya baktığından<br />

gözetmenin bakışı tüm hücreyi kat<br />

edebilir; hiçbir karanlık nokta yoktur<br />

ve sonuç olarak bireyin yaptığı her şey<br />

bir gözetmenin bakışına açıktır; bu<br />

gözetmen kendisinin her şeyi<br />

görebileceği, buna karşılık kimsenin<br />

kendisini göremeyeceği şekilde<br />

panjurlar, yarı açık bölme pencereleri<br />

arasından gözlemde bulunur. Bentham’<br />

a göre, bu küçük ve harikulade mimari<br />

kurnazlığı bir dizi kurum kullanabilir.<br />

Panoptikon, aslında, bir toplum ve bir<br />

iktidar türünün ütopyasıdır<br />

(Foucault,2005b; 224).<br />

Panoptikonun büyük etkisi tutukluda,<br />

iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli<br />

ve sürekli bir görülebilirlik halini<br />

yaratmaktır. Bu sürekli görülebilirlik halinin<br />

verdiği mesajlar şöyle sıralanabilir: Gözetim<br />

altında tutmanın, eylemi itibariyle kesintili<br />

olsa bile sonuçları itibariyle sürekli olmasını<br />

sağlamak; bu mimari aygıtın, iktidarı icra<br />

edeninkinden bağımsız bir iktidar ilişkisini<br />

yaratan ve destekleyen bir makine olmasını


sağlamak; kısacası tutukluların bizzat<br />

kendilerinin de taşıyıcısı oldukları bir iktidar<br />

durumunun içine alınmalarını sağlamak<br />

(Foucault,2000; 297). Panoptikon‟da<br />

gözleyenler, gözlenenler tarafından<br />

görülmediklerini bildikleri gibi gözlenenler<br />

de gözlendiklerinin farkındadır. Bu<br />

farkındalık yapılacak davranışların<br />

kısıtlanmasına yani gözlenenin düşündüğünü<br />

yapamamasına yol açar. Düşünceye sınır<br />

konulması bir süre sonra kişinin kendine ait<br />

bir şeyi düşünmesini de engeller ve baskı<br />

kuranın dayatmış olduğu davranış kalıpları<br />

uygulanmaya başlar yani iktidarın disipline<br />

edici uygulanımı içselleştirilir. Foucault‟ nun<br />

da belirttiği üzere „panoptikon, aslında, bir<br />

toplum ve bir iktidar türünün ütopyasıdır‟.<br />

Onun içindir ki panoptikon yalnızca<br />

hapishanede ya da akıl hastanesinde<br />

kullanılmakla kalmayacak toplum üzerinde<br />

de uygulanacaktır. Bireyler gözetlenerek<br />

iktidarın belirlemiş olduğu davranışlar ve<br />

düşüncelerin dışına çıkamayarak „aykırı‟<br />

hareketlerde bulunamayacaklardır.<br />

Hapishane ve akıl hastanesindekiler, disipline<br />

edici iktidarın ilk uygulamam alanıdır.<br />

Uygulama adım adım mikrodan makroya<br />

doğru uygulanmıştır.<br />

Toplumun büyük bir cam fanus içinde<br />

yaşıyormuşçasına, en ufak hareketinin dahi<br />

gözlendiği, denetlenip kontrol edilebildiği bir<br />

dönemden geçmekteyiz. İktidarların ağzının<br />

suyunu akıtacak derecede büyük bir denetim<br />

imkanı sunan mevcut durum, süreç içerisinde<br />

gelişerek, dönüşerek bu düzeye geldi.<br />

Orwell‟ ın 1984 adlı romanında resmettiği<br />

durumun flulaşmış şeklinin yaşanması,<br />

iktidarların kontrol altında tuttuğu alanlarda<br />

itirazların da cılız çıkmasına neden oluyor.<br />

Ancak Foucault‟ nun „bir yerde iktidar varsa<br />

direniş de olacaktır‟ mottosunun, gelişen<br />

teknolojinin de yardımıyla geçerliliğini<br />

sürdürmesi otoriter iktidarların en büyük<br />

„sorunu‟ olarak ortada durmaktadır.<br />

9<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

KAYNAKÇA<br />

FOUCAULT, Michel (2000) Hapishanenin<br />

Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Baskı, İmge Kitabevi,<br />

İstanbul.<br />

FOUCAULT, Michel (2003) Toplumu Savunmak<br />

Gerekir, çev: Şehsuvar Aktaş, 2. Baskı, YKY, İstanbul.<br />

FOUCAULT, Michel (2005) Entelektüelin Siyasi<br />

İşlevi, çev: Işık Ergüden- Osman Akınhay- Ferda Keskin, 2.<br />

Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />

FOUCAULT, Michel (2005a) Özne ve İktidar,<br />

çev: Işık Ergüden- Osman Akınhay, 2. Baskı, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

FOUCAULT, Michel (2005b) Büyük Kapatılma,<br />

çev: Işık Ergüden- Ferda Keskin, 2. Baskı, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

FOUCAULT, Michel (2007) İktidarın Gözü, çev:<br />

Işık Ergüden, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />

KESKİN, Ferda (2005) Ozne ve İktidar, (Michel<br />

Foucault, Özne ve İktidar İçin Sunuş), 2. Baskı, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

KESKİN, Ferda (2005b) Büyük Kapatılma,<br />

(Michel Foucault, Büyük Kapatılma İçin Sunuş), 2. Baskı,<br />

Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />

KESKİN, Ferda (2007) İktidarın Gözü, (Michel<br />

Foucault, İktidarın Gözü İçin Sunuş), 2. Baskı, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

MERQUIOR, J.G (1986) Foucault, çev: Nurettin<br />

El Hüseyni, Afa Yayınları, İstanbul.


DURKHEIM’IN “AHLAK EĞĠTĠMĠ”<br />

ADLI ESERĠ ÜZERĠNE BĠR ĠNCELEME<br />

<strong>İsa</strong> <strong>Demir</strong><br />

GĠRĠġ<br />

Klasik sosyoloji geleneğinin en önemli<br />

figürlerinden olup görüşleriyle halen birçok<br />

sosyoloji teorisini etkileyen Durkheim,<br />

sosyolojik araştırmaların alanını ve yöntemini<br />

ilk kez ortaya koyan sosyolog olarak kabul<br />

edilmektedir. Toplum tanımlaması, sosyal<br />

olguların yapısına ilişkin çözümlemeleri ve<br />

normal ile anormal durumlara ilişkin<br />

görüşleriyle tartışılan bir düşünürdür. İnsana<br />

ait hemen her durumun sosyal bir olgu olarak<br />

görülmesi gerektiğini dile getiren Durkheim<br />

bireysel ve psikolojik bir gerçeklik olarak<br />

kabul edilen “İntihar” üzerine yaptığı<br />

incelemede, intiharın esasında tamamen<br />

sosyolojik bir olgu olduğunu göstermiştir. 1<br />

Toplumun, kendisini oluşturan bireylerin<br />

toplamından farklı bir yapı olduğunu ve<br />

kendine özgü (sui generis) bir gerçekliği<br />

bulunduğunu iddia eden Durkheim, eserlerine<br />

genel bir perspektiften bakıldığında bir<br />

toplum düşünürü olmasının yanı sıra<br />

toplumun savunucusu bir düşünür olduğu da<br />

anlaşılacaktır. 2 Bilimin tarafsızlığı kendisi<br />

için çok önemli olsa da inceleme nesnesine<br />

yönelik hassasiyeti Durkheim’de gözle<br />

görünür bir gerçektir. Ortaya koyduğu<br />

eserlerde yapısal bütünlüğünü kaybetmiş<br />

toplumların karşılaşacağı kuralsızlık (anomi)<br />

1 Bu görüşü destekler yargılar Durkheim’in eserlerinde<br />

bulunabileceği gibi Coser de aynı düşünceyi paylaşır.<br />

(2008: 127)<br />

2 Örneğin Tiryakian Durkheim’in, sosyolojiyi sosyal<br />

koşulları düzeltmenin bir aracı şeklinde gördüğünü<br />

belirtir. (1997: 196)<br />

10<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

durumlarını ve bunun sonuçlarını<br />

göstermiştir. Fransa’nın yaşadığı ekonomik ve<br />

siyasal dönüşümün topluma nasıl<br />

uyarlanacağına cevap bulmaya çalışan<br />

Durkheim sosyolojiyi bu sorunlara cevap<br />

üretecek bir mekanizma olarak kullanmıştır.<br />

“İntihar”da toplumsal kuralsızlığın yaratacağı<br />

olumsuz durumları gözler önüne sermiş,<br />

“Toplumsal İşbölümü”nde ekonomik alanın<br />

korporasyonlar vasıtasıyla bir düzene<br />

kavuşturulabileceğini ileri sürmüş, “Ahlak<br />

Eğitimi” adlı eserinde de eğitim sisteminin<br />

toplumun yeni yapısal özelliklerine göre nasıl<br />

biçimlendirilebileceğini göstermeye<br />

çalışmıştır. Biz de bu çalışmada Durkheim’in<br />

“Ahlak Eğitimi” adlı eserini inceleyeceğiz.<br />

“Ahlak Eğitimi” adlı eseri<br />

betimlemeye çalışırken ilk olarak söz konusu<br />

eserin üzerine inşa edildiği temel kavramları<br />

ele alacağız. Bu kavramlar “toplum”, “ahlak”,<br />

“ahlak yasası” gibi genel nosyonlardır ve<br />

Durkheim’in tüm çalışmalarında bu<br />

kavramlar sıklıkla işlenir. Belirtilen<br />

kavramların tanımlanmasından sonra<br />

Durkheimcı eğitim anlayışının yapı taşları<br />

olan “disiplin, “gruba bağlılık” ve “irade<br />

özerkliği” ilkeleri açıklanmaya çalışılacaktır.<br />

Bu açıklamalar yapıldıktan sonra okulun ve<br />

öğretmen figürünün ana vazifeleri de ayrı bir<br />

bölümde incelenecektir.


1.“AHLAK EĞĠTĠMĠ”NDE<br />

TEMEL NOSYONLAR<br />

Durkheim, kendisini bu eseri yazmaya<br />

iten temel sebebi henüz eserin ilk sayfalarında<br />

dile getirir. Ona göre (2004: 20, 21) yaşanılan<br />

dönüşüm sebebiyle okullarda dini eğitim<br />

yerine laik bir eğitim anlayışı tercih<br />

edilmiştir. Yeni eğitim anlayışının geliştirmek<br />

istediği fikirsel ve ahlaki yapı laik ve rasyonel<br />

özellikler içermekte ve bireyleri ulusal<br />

kişiliğin kusursuz örneklerine dönüştürmeyi<br />

amaçlamaktadır. Belirtilen amaçlar<br />

Durkheim’e göre kabul edilmesi gereken yeni<br />

temel değerlerdir ve ahlak eğitiminin rasyonel<br />

bir temele dayanabileceği fikri postula olarak<br />

görülmelidir. Tüm bu yeni değerler kümesi<br />

kişisel tercihler değil ekonomik ve siyasal<br />

dönüşümün toplumsal alana yansımalarıdır.<br />

İşbölümünün artışına bağlı olarak insanın<br />

insana karşı sorumluluklarında da artış olmuş<br />

bu sebeple geçmişin aksine insan dünyasını<br />

dini kurallarla ve dine dayalı ahlaki<br />

yaptırımlarla düzenlemek imkansız hale<br />

gelmiştir; nitekim toplumlar geliştikçe ahlaki<br />

ile ilahi arasındaki bağ kopmuş, ilahi olan<br />

sadece günahla anılmaya, ahlaki olan da<br />

toplumsal veya kamusal ile karşılanmaya<br />

başlamıştır. (Durkheim, 2004: 23-24). İşte<br />

yeni pedagojik anlayış, belirtilen gelişmeler<br />

göz önünde bulundurularak oluşturulmuştur<br />

veya oluşturulmalıdır. Durkheim’e göre<br />

okullar genel eğitim sürecini düzenleyen birer<br />

çarktır ve yeni ahlaki değerlerin topluma<br />

benimsetilmesi için en önemli araçtır (2004:<br />

21). Yeni ahlaki değerler bireylere<br />

benimsetilirken dine özgü olanın yerine yeni<br />

değerler koymak gerekir, değersel alanın boş<br />

bırakılması bireylerin başıboş bırakılması<br />

anlamına gelir ki bu yukarıda da bahsedildiği<br />

gibi anomi (kuralsızlık) ortamının doğmasına<br />

yol açar. Ahlak rasyonel bir içerik kazanırken<br />

aşkınlığını yitirmemelidir, sadece değersel bir<br />

takım değişikliklere gidilmelidir.<br />

Durkheim’in eğitim anlayışını oluşturan ve<br />

ilerde detaylandıracağımız “disiplin”, “gruba<br />

bağlılık” ve “irade özerkliği” ilkeleri bu yeni<br />

değerlerin başında gelir. Biz bu durumu<br />

“Toplumsal İşbölümü”nde de görürüz.<br />

Taşraya özgü tarımsal faaliyetlere dayalı<br />

üretimden kente özgü sanayi üretimine geçişte<br />

11<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Durkheim toplumu bir arada tutacak yeni<br />

değersel kuvvetlere ya da örgütlere ihtiyaç<br />

olduğunu dile getirir (2006: 38). İşbölümü,<br />

korporasyonlar ve yeni çalışma ahlakı bu<br />

organların başında gelir. Ekonomik alanda<br />

olsun, eğitim alanında olsun toplumların<br />

yaşayabilmesi için davranışları ve tutumları<br />

düzenleyen toplumca kolektif biçimde<br />

benimsenmiş ve belli bir kutsallığa sahip bir<br />

yargılar bütünü olmak zorundadır (Durkheim,<br />

2006: 77). Okul, eğitim alanında modern<br />

toplumun rasyonalize edilmiş ahlaki<br />

değerlerinin bireylere kazandırıldığı yerdir.<br />

Nitekim “Ahlak Eğitimi” adlı eser ahlaki<br />

güçlerin nasıl rasyonalize edileceği sorusuna<br />

cevap aramaktadır.<br />

Durkheim’e göre (2004: 37-38)<br />

modern yaşamı düzenleyecek laik ve rasyonel<br />

değerlerin keşfi insanda ahlaki bir öz<br />

bulunduğunu iddia ederek yapılamaz; Ona<br />

göre ahlak bir olgudur ve ona diğer olgular<br />

gibi yaklaşılmalıdır; ahlak, davranışları<br />

düzenleyen kurallar sistemiyse söz konusu<br />

kurallar gerçek yaşamın içinde aranmalıdır.<br />

Burada baz alınacak kategori toplumsal<br />

düzendir. Ahlak da toplum gibi bireyin<br />

dışında ve üzerinde bir olgudur; ahlaki otorite,<br />

toplumun otoritesi gibi bize hakim olmasına<br />

kendi irademizle razı olduğumuz bir güçtür.<br />

İşte yeni ahlaki değerler bu rıza mekanizması<br />

göz önünde bulundurularak toplum içerisinde<br />

üretilir (Durkheim, 2004: 41-42-43;<br />

Durkheim, 1994: 49).<br />

Genel hatlarıyla “Ahlak Eğitimi”nin<br />

temel nosyonlarını bir araya getirmek<br />

gerekirse Durkheim için ahlakın toplum ile<br />

neredeyse aynı anlamı taşıdığını görürüz;<br />

ahlak yasası ise ahlak denilen gerçekliğin<br />

şematik bir karşılığıdır. Bu kavramları otorite,<br />

ahlaki düzen ve düzenlenmiş eylem<br />

kavramlarından bağımsız düşünemeyiz.<br />

Modern yaşamı düzenleyecek yeni değerlerin<br />

keşfi, ahlaki davranışların her zaman için<br />

düzenliliği ve istikrarı çağrıştırmasıyla<br />

beraber anlaşılmalıdır, yeni değerlerin<br />

oluşturacağı düzen ise eğitim ortamındaki<br />

otorite ile sağlanacaktır, bu otorite ise her<br />

zaman için bireylerin kendisine egemen<br />

olmasına izin verdiği türden bir otorite<br />

olacaktır. Yani insanlar ahlaki kuralların


otoritesine bu kurallara saygı duydukları için<br />

uyacaklardır yoksa bir zorlamayla<br />

karşılaştıkları için değil (2004: 45).<br />

2.“AHLAK EĞĠTĠMĠ”NĠN DAYANDIĞI<br />

TEMEL ĠLKELER<br />

Giriş bölümünün sonunda da<br />

belirtildiği gibi rasyonel ahlak eğitiminin<br />

temelini teşkil edecek üç temel ilke<br />

“Disiplin”, “Gruba Bağlılık” ve “İrade<br />

Özerkliği”dir. Şimdi bu üç öğeyi<br />

detaylandıralım.<br />

2.1.DĠSĠPLĠN<br />

Durkheim’e göre ahlakın zamana ve<br />

mekana göre değişmeyen iki temel özelliği<br />

vardır. Bunlardan birincisi ahlakın<br />

düzenleyicilik rolü, ikincisi de bireyleri<br />

bireylerin rızasıyla otoritesi altına almasıdır.<br />

Ahlaki disiplinin amacı da davranışları<br />

düzenlemektir (2004: 46-47). Düzenleyici bir<br />

ahlakı zorunlu kılan sebep bu düzenleyici güç<br />

olmadığında bireylerin arzu ve isteklerinin<br />

sınırsızlığının yarattığı kaotik ve kuralsız<br />

ortamdır. Ahlak kurallarının içerisine gizlenip<br />

gerekli ahlaki disiplini ortaya çıkartan otorite,<br />

ipin ucunu kaçırabilecek arzularımız ve<br />

gereksinimlerimizi aşırı uçlara gitmekten<br />

alıkoymakta ve ahlakı, düzenleyici gerçek bir<br />

güce dönüştürmektedir. Sınırlarından<br />

arındırılmış olma duygusu Durkheim’e göre<br />

(2004: 54) ahlaki disiplinin iradeler<br />

üzerindeki gücünü yitirmesine sebep olur;<br />

esasında bu sınırlarından arındırılma duygusu<br />

tam da bireye zarar verir çünkü insan yapısal<br />

olarak uyumlu ve düzenli bir toplumda<br />

yaşamayı arzular. Bireyler disiplini iki temel<br />

durum için ister: düzenli bir yaşam, kendine<br />

hakimiyet (Durkheim, 2004: 121-124).<br />

Eğitimin kişisel disiplin anlamında en kritik<br />

görevi de bireyin kendi arzu ve istekleri<br />

üzerindeki hakimiyetini sağlamasına yardımcı<br />

olmaktır. Bu durumu eğitim sürecine<br />

indirgeyecek olursak disiplin, sınırlandırma<br />

ve uyumlulaştırma mekanizmasıyla<br />

bütünleşerek çocuğun toplumun ölçülerine<br />

göre hareket etmesini sağlayacaktır. Nitekim<br />

Coser’e göre de (2008: 132) amaç bireysel<br />

enerjilerin toplumsal hedefler doğrultusunda<br />

gemlenmesidir. Durkheim için (2004: 61)<br />

12<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

eylem her zaman için toplumsal standartları<br />

baz almalıdır; çünkü bireysel amaçlara hizmet<br />

eden eylemlerin ahlaki değeri yoktur –daha<br />

önce de belirttiğimiz gibi ahlak tamamen<br />

toplumsal bir gerçekliktir. Durkheim’i<br />

disiplini böylesine ön plana taşımaya iten<br />

sebep toplumsal olanın gücüne yönelik<br />

gözlemleridir. Ona göre (2004: 72-73)<br />

toplumsallığın ve ahlaki kuralların otoriter<br />

yapısının bulunmadığı toplumlarda<br />

uyumsuzluk ve intihar olayları fazlalaşır. 3 Bu<br />

tespitin kendisi ahlak eğitiminde uyumluluk<br />

ve düzen üreten disiplinin önemini gösterir.<br />

“…bu sınırlar olmadığı ya da ahlak kuralları<br />

eylemlerimizi düzenleme gücünü yitirdikleri<br />

zaman toplumun intihar istatistiklerindeki<br />

grafik eğrilerinde ortaya çıkan büyük bir<br />

keder ve hayal kırıklığı yaşadığı<br />

görülmektedir. Toplum bireysel iradeler<br />

üzerinde sahip olması gereken normal çekim<br />

gücünü yitirdiği, bireyin kolektif amaçlardan<br />

koparak kişisel çıkarlara doğru yöneldiği<br />

durumlarda da aynı olayla karşılaşıldığı ve<br />

intihar sayısında bir artış olduğu<br />

görülmektedir.” (2004: 73)<br />

2.2.GRUBA BAĞLILIK<br />

Bireylerin üstünde ve dışında var olup,<br />

ampirik olarak gözlenebilen ve iradi açıdan<br />

bağımlı olduğumuz tek psikolojik ve ahlaki<br />

varlık toplum ise ahlaki eylemlerimizin ana<br />

amacı da yine toplum olmak zorundadır<br />

(Durkheim, 2004: 71). Durkheim’in insanın<br />

eylemlerini ahlaki anlamda gruba<br />

dayandırmasının gerekçesi bireyin topluma<br />

bağımlılığıdır. Yani birey kendi varlık sebebi<br />

olan topluma eylemleri ile katkıda bulunur.<br />

Eğitim sistemi içerisinde belli bir disiplin<br />

içinde yetişen çocuklar, kendilerini içinde<br />

bulundukları topluma bağlayan kuralları<br />

öğrenirler. Ahlaki eğitimin amacı bireyi<br />

topluluğa bağlamaktır (2004: 81). Topluluğa<br />

bağlanma biçimlerinin günümüzdeki<br />

versiyonları ise aileye, vatana ve tüm<br />

insanlığa ait olma duygusunun öğrenilmesidir.<br />

3 Durkheim’in burada bahsettiği intihar davranışı kendi<br />

intihar sınıflandırmasında “kuralsızlık intiharı” olarak<br />

adlandırdığı kategoriye yakın durmaktadır. (1986: 223-<br />

263)


Durkheim’e göre (2004: 82) okul vatan<br />

kavramını çocuğa yöntemli bir biçimde<br />

öğretip sevdirecek yegane ahlaki çevredir.<br />

Eğitim süreci içerisinde çocuklara<br />

kazandırılacak gruba bağlılık duygusu<br />

ilerleyen süreçte çocukta görev bilincinin<br />

gelişmesine kaynaklık edecektir. Gruba<br />

bağlılık duygusu Durkheim için iyi ve<br />

arzulanan, bizi kendine çeken bir amaç,<br />

gerçekleştirilmesi gereken bir ideal olarak<br />

toplumu çıkartır (2004: 92). Görev, bireye<br />

eylemlerinde toplumsal faydayı esas almasını<br />

öğütleyen bir nosyondur ve toplumsal olanın<br />

ön planda tutulması eyleyiciyi içinde yaşadığı<br />

topluluğa bağlamakta işlevseldir.<br />

Durkheim için disiplin ve gruba<br />

bağlılığın kusursuz biçimde bir araya gelmesi<br />

ideal toplumu ortaya çıkartır. Disiplinin<br />

(düzen ve kendine hakimiyetin) ve gruba<br />

bağlılığın (görev bilinci ve toplumsalın<br />

önceliğinin) özgür bir iradeyle kabulu ise<br />

rasyonel ahlakın zeminini oluşturan temel<br />

ilkelerinden birisidir.<br />

2.3.ĠRADE ÖZERKLĠĞĠ<br />

Durkheim eseri boyunca düzen,<br />

toplumsallık, otorite, disiplin, yapı, görev gibi<br />

kavramlara pek çok kez yer verir. Bu<br />

kavramlar sosyoloji literatürü içerisinde bireyi<br />

ikinci plana atan imalarla anılır; ancak irade<br />

özerkliğine yönelik vurgusu Durkheim’in<br />

eserinin içerisinde özellikle gözlemlenebilir.<br />

Durkheim’e göre (2004: 107),<br />

“davranışımızı belirleyen yasalar bize<br />

dışarıdan dayatılıyor, onları özgür bir şekilde<br />

benimsemiyorsak özgür sayılamayız. Ahlaki<br />

bilincin eylemin ahlaki boyutunu öznenin<br />

özerkliğine bağlama eğilimini yadsımak<br />

yerine ciddiye almak daha doğru bir yaklaşım<br />

olacaktır.”<br />

Durkheim için disiplin, düzen,<br />

toplumsala yönelik inanç ve otorite gibi<br />

nosyonların gerekliliğinin bilimsel keşfi ya da<br />

entelektüel farkındalığı iradi özerkliği<br />

geliştirir. İradi özerklik ahlak kurallarının<br />

doğasına hakim oldukça, ahlak ve toplum<br />

hakkındaki bilgimiz arttıkça gelişir. Kendi<br />

koyduğumuz kurallara, kuralların doğasına<br />

hakim oldukça saygı duyarız ve canı<br />

gönülden uyarız; çünkü kuralların var olma<br />

13<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

sebebini biliyoruzdur. Dolayısıyla körü<br />

körüne, sebebini bilmeden uyulan kuraldan<br />

ahlaki eylem çıkmaz. Durkheim’e göre<br />

bireyler kurallara onların nedenlerini<br />

bildikleri için uyar;<br />

“eğer belli ölçüde bizler şeylerin sonucuysak,<br />

bilim aracılığıyla bu şeyleri ve üzerimizdeki<br />

etkilerini anlayabiliriz. O zaman kendi<br />

kendimizin efendisi haline gelebiliriz.<br />

İradenin özgürleşmesini sağlayan şey insanın<br />

aklıdır.” (2004: 113)<br />

Durkheim’e göre ahlaklı bir şekilde<br />

davranmak için disiplinli olmak ve bir gruba<br />

bağlanmış olmak yeterli değildir. Kurala<br />

uyarken ve kolektif bir ideal uğruna<br />

çabalarken bilinçli de olmak durumundayız.<br />

Bir eylemi niçin gerçekleştirdiğimizi çok iyi<br />

bilmek zorundayız. İradi bir özerklikle<br />

davranmamızı sağlayan şey bahsettiğimiz<br />

bilinçliliktir. Kamusal bilinç dediğimiz şey<br />

bizden eylemlerimizin farkında olmamızı ve<br />

bu sayede bilinçli hareket etmemizi ister.<br />

Toplumun bizim üzerimizde uyguladığı bir<br />

takım talimatların bulunması kaçınılmaz bir<br />

durumsa bizim bu talimatlara kendi rızamızla<br />

uymamız olması gereken bir durumdur.<br />

Kurallara uyma bilinçli bir seçimse<br />

gerçekleştirilen eylem de ahlaki bir eylemdir.<br />

3.OKUL, ÖĞRETMEN VE ÇOCUK<br />

İşbölümünün gelişmediği mekanik<br />

dayanışmanın baskın olduğu toplumlarda<br />

düzenli ve bilinçli davranışların<br />

gözlemlenmesi nadirdir. Oysa günümüz<br />

sanayi medeniyetinde, yani Durkheim’in<br />

belirttiği üzere organik dayanışmanın yaygın<br />

olduğu toplumlarda, bireysel anlamda<br />

keyfiliğe fazla yer yoktur. Görevler ve<br />

davranışlar pek çok ayrıntıya kadar<br />

belirlenmiştir. Modern rasyonel eğitimin<br />

misyonu, çocukta çoğu zaman dengesiz ve<br />

anlık olan merak, arzu ve istek duygusunu<br />

belli bir düzen içerisine sokup istikrarlı hale<br />

getirmektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi<br />

disiplin, arzuların ve isteklerin gemlenip<br />

düzenlenmesine ve çocuğun aidiyet<br />

duygusunu tatmin edeceği bir gruba<br />

bağlanmasına gönderme yapar. Ahlak<br />

eğitiminde amaç çocuğun biçimsel anlamda<br />

davranışlarının düzenlenmesi olan “terbiye”


değil; çocuğu bilinçli ve iradi davranışlara<br />

yönlendirecek gerçek eğitimdir. Bu amacı<br />

gerçekleştirmek isteyen bir eğitimci çocuktaki<br />

iki temel özellikten yola çıkar.<br />

a.Çocuksu Gelenekselcilik<br />

b.Çocuğun Ġmaya-Emire KarĢı<br />

Duyarlılığı<br />

Durkheim’in çocuksu gelenekselcilik<br />

dediği durum çocuğun edindiği herhangi bir<br />

alışkanlığın bozulmasına yönelik gösterdiği<br />

dirençtir ve tepkidir. Durkheim’e göre çocuk,<br />

gelenekselcilik baz alınıp konuşulduğunda bir<br />

alışkanlık delisidir (2004: 125). Çok hareketli<br />

ve yerinde duramayan özellikler sergilese de<br />

çocuklar, Durkheim’e göre güçlü ve yoğun<br />

olarak nitelenebilecek yerleşik alışkanlıklara<br />

eğilimlidirler; dolayısıyla gelenekselci<br />

eğilimleri, çocuk üzerinde bir sonuç elde<br />

edebilmek için bir tür destek olarak<br />

kullanılabilir. Alışkanlığın çocuk üzerindeki<br />

etkisi, onun ruhsal yaşamdaki dengesizliğini<br />

düzeltmenin ve denetim altına almanın<br />

aracıdır. (2004: 128)<br />

Çocuğun imaya karşı duyarlılığı,<br />

onun, eğitiminde söz sahibi olan ailesinin ve<br />

öğretmeninin yönlendirmelerine karşı<br />

hassasiyetidir. Çocuk doğası itibariyle<br />

özellikle ilk gelişim dönemlerinde zihinsel<br />

açıdan pek yoğun olmadığından<br />

yönlendirmelere fazlasıyla açıktır. Yeni<br />

düşünceler pek önemli bir direnişle<br />

karşılaşmadan kolaylıkla çocuk tarafından<br />

benimsenir. Bu nedenle ilk çocukluk<br />

döneminde taklit davranışı yaygındır. Ayrıca<br />

ima eylemindeki emredicilik tonu, aile ile<br />

öğretmenin ahlaki ve entelektüel otoritesiyle<br />

birleşince önemli bir unsura dönüşür. (2004:<br />

130)<br />

Durkheim her iki özelliğin çocuk<br />

üzerindeki etkisini şöyle özetler:<br />

“Alışkanlığın çocuk üzerindeki etkisi<br />

sayesinde onu düzenli olmaya ikna edebilir,<br />

bundan hoşlanmasını sağlayabilir ve imaya<br />

açık bir varlık olması sebebiyle de, eğitim<br />

aracılığıyla çevresinde yer alan ve<br />

kendilerine boyun eğdiği ahlaki güçlerin<br />

bilincine varmasını belli bir düzeyde<br />

sağlayabiliriz.” (2004: 131)<br />

14<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Ancak unutulmamalıdır ki “çocuk büyüyüp,<br />

eğitim düzeyi yükseldikçe imaya karşı<br />

dirençli hale gelmektedir”. (2004: 130)<br />

Direnç mekanizması çok fazla<br />

gelişmeden ilk çocukluk ve okul döneminde<br />

çocuğa düzenli ve kendine hakim olabilen bir<br />

insan özelliği kazandırılabilir. Okul çocuğun<br />

davranışını önceden belirleyen bir kurallar<br />

sistemini içerdiği için gerekli disiplinin<br />

sağlanabileceği ilk yerdir. Dolayısıyla<br />

“çocuğa bir disiplin anlayışı aşılamanın yolu<br />

ona okulda disipline uymayı öğretmekle<br />

mümkün olabilir.” (2004: 135) Okul kendi<br />

oluşumunu ifade eden bir ahlak anlayışına<br />

sahip sınıflardan oluşur. Böylece bir sınıfta<br />

yer alan çocuk toplumun küçük bir kopyası<br />

olan sınıfta başkalarıyla bir arada, kurallar<br />

içerisinde, düzenli yaşamanın yollarını<br />

öğrenecektir. Sınıf da toplum gibi disiplin<br />

altına alınamazsa kalabalık bir insan<br />

grubundan farksız olur ve kendisinden<br />

beklenilen yararlı sonuçları veremez (2004:<br />

138-139) Tüm bu süreci yönlendirecek olan<br />

kişi öğretmendir ve çocuklar onun otoritesine<br />

tam da öğretmen olma vasfından dolayı saygı<br />

duyarlar; bu nedenle de imaya sonuna dek<br />

açıktırlar. Öğretmen kurala ne kadar saygı<br />

duyarsa ve kuralları ne kadar işler kılarsa<br />

çocuklar da aynı şekilde karşılık verirler; okul<br />

sisteminin işleyişi öğretmenin otoritesi ve<br />

disiplini ile sağlanabilir. (2004: 140-141)<br />

Kurallardan oluşan bir sınıf<br />

kurallardan oluşan bir toplumdan ne kadar<br />

farksızsa, sınıfta yaşanan hiçbir şey<br />

toplumdaki süreçlerden farklı değildir. Ceza<br />

mekanizması, kurallara saygı, ayıplama,<br />

kınama, sınıfa ait kutsallıklar gibi faktörler<br />

çocuğu toplumsal yaşama hazırlayan<br />

öğelerdir. Sınıf toplumun kendisidir.<br />

Okulun tıpkı toplum gibi belli kural<br />

ve yaptırımlardan oluşması düzen ve disipline<br />

göndermede bulunurken, paylaşımcı<br />

eğilimleri teşvik etmesi ve bencil çağrışımları<br />

ikinci plana atan uygulamalar içermesi<br />

çocukta gruba bağlılık duygusunun<br />

gelişmesini pekiştirir. Okul kültürü<br />

Durkheim’e göre egoistçe davranışlardan çok<br />

paylaşımcı davranışları geliştirmeye yönelik<br />

bir katkı sağlar (2004: 194). Çocuğun bilinci<br />

eğitim süreci içerisinde gelecekte içinde yer


alacağı toplumsal grupların genişliğini<br />

kapsayacak seviyeye çekilmelidir. Çocuk<br />

okulda, kolektif yaşamdan keyif alacak bir<br />

seviyeye getirilmelidir; çünkü okul da doğal<br />

bir grup, bir toplumdur (2004: 206). Ayrıca<br />

çocuğun gruba bağlılığını pekiştirmek için<br />

tarih bilincinin geliştirilmesine ve bu sayede<br />

vatan sevgisinin inşa edilmesine önem<br />

vermek gereklidir. (2004: 237)<br />

SONUÇ<br />

Durkheim’in eseri okulda disiplin ve<br />

gruba bağlılık faktörlerine değindikten sonra<br />

bir takım derslerin çocuk için önemine<br />

değinerek ilerlemektedir. Konumuz açısından<br />

fazla işlevsel olmayan bu detaylara<br />

girmemeyi tercih ettik.<br />

Eseri genel hatlarıyla<br />

düşündüğümüzde, Durkheim sosyolojisinin<br />

yapı taşlarının eğitim alanına aktarıldığını<br />

görürüz. Toplumsal düzen, otorite, anomi,<br />

toplumun kendine has (sui generis) bir<br />

gerçekliğinin olduğu vurgusu, ahlakın<br />

toplumsal bir olgu olduğu yargısı, kolektiflik,<br />

dayanışma (solidarite) gibi Durkheim<br />

sosyolojisine has kavramlar ve vurgular sıkça<br />

karşımıza çıkar. “Ahlak Eğitimi”<br />

Durkheim’in tüm diğer eserleri gibi çok farklı<br />

kişiliklere ve iradelere sahip bireylerin,<br />

karmaşıklaşmış ilişkilerin sergilendiği modern<br />

sanayi toplumunda ortak ahlaki değerler<br />

etrafında birleşebilme imkanını araştırır. Bu<br />

araştırmada yol gösterici işaretlerini bilim,<br />

olgusal hale getirilmiş toplumsal ahlak ve<br />

eğitim gibi kavramlardan alır. Tüm diğer<br />

eserleri gibi “Ahlak Eğitimi” de Aron’un<br />

(2000: 255-319) Durkheim’i tarif ettiği<br />

şekilde söylememiz gerekirse, dinsel ve<br />

ahlaki inançların homojenize edilmesine<br />

kendini adamış bir sosyologu ve onun<br />

sosyolojisini gözler önüne serer.<br />

15<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

KAYNAKÇA<br />

ARON, Raymond (2000) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncenin Evreleri,<br />

Çev. Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi, Ankara.<br />

COSER, Lewis A. (2008) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncenin Ustaları,<br />

Çev. Himmet Hülür, Serhat Toker, Ahmet Mazman, De Kİ<br />

Basım Yayım, Ankara.<br />

DURKHEIM, Emile (2004) Ahlak Eğitimi, Çev. Oğuz<br />

Adanır, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir<br />

DURKHEİM, Emile (2006) Toplumsal İşbölümü, Çev. Özer<br />

Ozankaya, Cem Yayınevi, İstanbul.<br />

DURKHEIM, Emile (1994) <strong>Sosyoloji</strong>k Metodun Kuralları,<br />

Çev. Enver Aytekin, Sosyal Yayınları, İstanbul.<br />

DURKHEIM, Emile (1986) İntihar, Çev. Özer Ozankaya,<br />

Türk Tarih Kurum Basımevi, Ankara.<br />

TIRYAKIAN, Edward E. (1997) <strong>Sosyoloji</strong>k Çözümlemenin<br />

Tarihi, Derleyen: Tom Bottomore, Robert Nisbet, Hazırlayan:<br />

Mete <strong>Tunç</strong>ay, Aydın Uğur, Çev. Ceylan Tokluoğlu, Ayraç<br />

Yayınları, Ankara.


JOSEPH A. SCHUMPETER:<br />

KAPİTALİZM VE SÜREKSİZ<br />

DEVAMCISI (?) OLARAK SOSYALİZM<br />

<strong>Okay</strong> <strong>Bensoy</strong> 1<br />

Giriş<br />

Bu yazı, Kapitalizm, Sosyalizm ve<br />

Demokrasi adlı yapıtı özelinde Schumpeter'in<br />

elit kuramını özetlemek, kapitalizm-sosyalizm<br />

karĢılaĢtırmasında yazarın sisteme ve<br />

seçkinlere dayalı gözlemlerinde yer alan<br />

tarihsel yaklaĢımı ön plana çıkartmak için<br />

hazırlandı. Schumpeter'in Marksizm<br />

eleĢtirisini de içeren incelemesi, sosyalizmi<br />

kapitalizmin baĢarıları sonucunda kurulacak<br />

bir sistem olarak öngörmesi anlamında da<br />

değer taĢımaktadır. Bu yorumu anlayabilmek<br />

için kitabın bazı bölümlerine daha fazla<br />

odaklanacağız. Böylece kapitalist üretim<br />

iliĢkilerinde ve sosyalizmdeki süreklilik<br />

içeren noktaları, olası kopuĢları Schumpeter'in<br />

gözünden aktarmaya çalıĢacağız. Sosyalizme<br />

giden yolu zorlayan yapısal, tarihsel süreçleri<br />

izleyen Schumpeter‟in kapitalist ve sosyalist<br />

toplumlarda elitlere yüklediği role özellikle<br />

değineceğiz. Buradan hareketle, kurucu bir<br />

kavram olan etik‟in sosyalist toplumdaki olası<br />

iĢlevi de çalıĢmada iĢlenecek.<br />

Marksizm Eleştirisi Üzerinden Kapitalizmi<br />

Anlamak<br />

Schumpeter, eserine Marksizm<br />

analiziyle baĢlar ve “MürĢit Marx” baĢlığıyla<br />

Marksizmin kendisini yeryüzünde cennet vaat<br />

eden bir din biçiminde sunmasına eleĢtiri<br />

getirir. Öyle ki baĢka bir bilimsel kuram<br />

kendisini ondan daha iyi açıklasa bile,<br />

Marksizmin dünya sorunlarına getirdiği bakıĢ<br />

ve sonucu kesin koyan ifade biçimi, ihtiraslı<br />

cümleleri, ithamları, çatıĢmacılığı onun daha<br />

fazla önemsenmesine neden olmuĢtur. 2 Marx'ı<br />

1 Yayıncı, okaybensoy@yahoo.com<br />

2 SCHUMPETER, J. A. (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974),<br />

16<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

anlamanın burjuva uygarlığının maddeci<br />

mekanik çağda yeni yapıtlar veremediği ve<br />

kültürel yoksunluk yaĢadığı bir dönemde eser<br />

verdiğini bilmekle mümkün olabileceğini<br />

belirtir. Marx, kültürel fakirlik ortamına<br />

doğduğu için, ekonomi politik eleĢtirisini ve<br />

sınıf kuramını, tarihsel materyalizmi<br />

kendinden önce gelen düĢünürlerin bilgi<br />

birikimi üzerine kurmuĢtur. Belki onun<br />

yerindekiler deneysel yöntemlerini<br />

sürdürseler, pozitivizmin kurallarını her<br />

sosyal olguya uyarlamaya çalıĢsalar, analitik<br />

bilgilerini 'toplumun kendisi' saysalar daha az<br />

baĢarı gösterirlerdi. Marx'ı Marx yapan,<br />

duygulara da hitap eden ve Ģanssızlar<br />

kitlesince duyulan hislerin teorik<br />

tercümanlığını üstlenen, kalbin isteklerini göz<br />

önünde tutan bir analizdir, 3 hoĢnutsuzlukların<br />

bir tür hümanist bileĢkesidir. Schumpeter,<br />

Marx'ın 'sınıf bilinci'ni yanlıĢ biçimde,<br />

tamamen toplumsal anlamıyla kullandığını,<br />

bunun da genelde yükselme ve küçük burjuva<br />

olmak isteyen iĢçi psikolojisini sarstığını ifade<br />

eder. O, basit anlamda bir mistisizme saparak<br />

iĢçilerin her ediminden bir sınıfsallık<br />

türetmemiĢtir fakat elde ettiği veriler iĢçi<br />

kitlelerinin aramadıkları amaçlara ulaĢmayı<br />

hedeflemiĢti. Bu anlamda Marx, sırf<br />

hedeflediğine ulaĢabilmek için incelediği<br />

uygarlıkların tarihsel özgünlüklerini es<br />

geçmemiĢ, kapitalist toplumda burjuvazi dahil<br />

her tarihsel olguya, figüre gereken değeri<br />

vermeye çalıĢmıĢ, ölüme mahkûm ettiği bir<br />

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları,<br />

3. Baskı, c. 1, s. 17<br />

3 age., s. 19.


sistemin tarihsel gerekliliğini teslim etmiĢtir. 4<br />

Marx'ın mürĢit tutumu, teorisinin<br />

hâlesi sayılırsa, Sosyolog Marx'ı izlemek,<br />

bilimsel çalıĢmalarına daha fazla eğilmeyi<br />

gerektirir. Marx'ta Alman ekolünün de verdiği<br />

bir açılımla felsefi düĢünme arka planı<br />

sağlamdı. Bu tavır, Hegelci diyalektiği<br />

reddinde de bir miktar izlenebileceği gibi,<br />

pozitif bilimleri metafiziğe tercih etmedi.<br />

Sosyal veriler ve maddi yaĢam süreçleri<br />

odağıydı. Sosyal veri Marx'ta geniĢ bir<br />

tarihsel perspektife oturdu. Tarihin ekonomik<br />

yorumu, insanların bilinçli ya da bilinçsiz<br />

tamamen ya da kısmen ekonomik sebeplerle<br />

hareket ettiklerini göstermez. Tersine,<br />

ekonomik olmayan sebeplerinin, rollerinin<br />

açıklanması sosyal gerçekliğin insanların<br />

bilinçlerinde yer almasını sağlayan dolaĢımın<br />

araĢtırılması teorinin önemli parçalarındandır.<br />

Marx, yalnızca kültürel verilerin geliĢim ve<br />

düĢüĢlerini açıklamaya yarayan ekonomik<br />

süreçleri açıkladı: Üretim biçimleri sosyal<br />

yapının ortaya çıkıĢını sağlamaktaysa bu<br />

hareketler uygarlığı meydana getirirdi. Ona<br />

göre, üretim biçimleri, kendi sosyal Ģartlarını<br />

ve yaĢam düzeylerini yaratırlardı. 5<br />

Schumpeter, tarihsel maddeciliğin temel<br />

argümanlarını sıraladıktan sonra örnekler<br />

üzerinden üretim biçimindeki bir değiĢimin<br />

sosyal Ģartları, yapıyı kendiliğinden<br />

değiĢtirmeyebileceğini anlatır. Bu<br />

otomatizasyon, her ne kadar Marksizmin<br />

Ģematik algısında 'kabul edilebilir' bir üstyapı<br />

değiĢkeni uyumsuzluğu olsa da, esasında bu<br />

tip sosyal verilerin fazlalığı altyapının<br />

sanıldığı kadar belirleyici olmayabileceğini<br />

gösterir. Schumpeter'in düz okumasından<br />

kaynaklanan bu Marksizm tespiti, ona göre<br />

üretim ve sosyal kurumlar arasında sanıldığı<br />

kadar kesin, çizgisel bir iliĢki olmadığını<br />

gösterebilir. Ġlerleyen sayfalarda proletarya ile<br />

burjuvaziyi karĢı karĢıya bırakmak adına<br />

Marx'ın üretim iliĢkilerinin, kültürü ve siyasi<br />

tarihi belirleyeceği savıyla sınıflariçi bir<br />

kültürün de kamplaĢmıĢ temelini atacağını,<br />

bunun sosyal sınıfları dar anlamda ele<br />

almaktan ve analitik bakıĢındaki zorunlu<br />

4 age., s. 21.<br />

5 age., s. 27.<br />

17<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

indirgemeciliğe saplanmaktan<br />

kaynaklandığını belirtir. Schumpeter'de Marx,<br />

kendi analizinin tuzaklarından dolayı kendi<br />

kendisinden kurtulamayan, temel ekonomi<br />

bilgisini Quesnay ve Ricardo'dan alan bir<br />

figür olarak gösterilir.<br />

Ricardo'dan temellendirdiği değer<br />

teorisi, mükemmel rekabet ve denge<br />

koĢuluyla, her malın değerinin bu malın<br />

içindeki emek miktarına bağlı olduğunu<br />

anlatır. ĠĢ miktarı, iĢ saati birimiyle ölçülür ve<br />

farklı nitelikteki iĢler zaman ortak paydasıyla<br />

tektip haline dönüĢtürülmeye çalıĢılır. Emeğin<br />

ekonomik değerin temeli olmadığı savına<br />

karĢılık, emeğin ürünün temeli olduğunu<br />

varsayan emek-değer teorisi ciddi bir cevap<br />

bulma sorunu yaĢayabilir, zira bu teori emeğin<br />

homojen ve tek üretim faktörü olması<br />

üzerinden kurgulanmıĢtır. 6 Ara sınıfların<br />

oluĢumu Schumpeter'e göre bu teoride ya pek<br />

incelenmemiĢ ya da proleterleĢme okumasını<br />

sekteye uğratacak bir gerçekle<br />

karĢılaĢıldığında görmezden gelinmiĢtir.<br />

Örneğin, üstün zekalılık, iĢ üretme<br />

kapasitelerindeki fark, tasarruf yoluyla<br />

kapitalistleĢme süreçlerine fazla eğilmediğini<br />

söylediği Marx'ın bu konuda can sıkıcı bir<br />

gerçeği bilerek ıskaladığını anlatır. Halbuki<br />

zeka ve enerji, sanayi üretimindeki iĢ<br />

pozisyonlarında baĢarıyı %90 civarında<br />

etkileyebilen, burjuvazinin doğal bir<br />

eğilimidir. 7 Yine Marx'ın görece az yer<br />

verdiği sermaye birikim biçimlerinden<br />

tasarrufu Schumpeter, klasiklerin kiĢisel<br />

tasarrufu sermaye birikiminden ayırmayan<br />

yanlıĢlarını gösterdiği için önemser, ancak<br />

Marx'ın teorisini de abartılı bulur.<br />

Schumpeter, sermaye birikimiyle tasarruf<br />

arasına konan Marx'taki ayrımı kabul eder<br />

ancak feodal dönemin sonundaki sermaye<br />

birikim süreçlerinde gözlemlenen giriĢimcinin<br />

el emeği, kiĢisel tasarrufu ve doğal zekasını<br />

da öne çıkarır. 8 Marksist teoriye göre; toplam<br />

sermayenin sabit bölümü, özellikle kapitalist<br />

sistemin karakteri gereği, geliĢen üretim<br />

yüzünden çoğalıyorsa sermaye veriminin<br />

6 age., ss. 48-53.<br />

7 age., s. 62.<br />

8 age., s. 37.


oranı da azalacaktır. 9 Sabit sermaye değiĢen<br />

sermayeden daha hızlı oranda artacak, ücretler<br />

artma eğilimi gösterdikleri takdirde iĢ<br />

saatlerinin miktarı azalacak ve artık-değer<br />

azalacak, kapitalizm emperyalizm aĢamasıyla<br />

kendi kendine sönümlenecekti. 10 Marksizm,<br />

koloniyalizmle bağlantılandırdığı ucuz<br />

hammadde ve iĢgücü akıĢını evrensel anlamda<br />

bir sınıfsal pencereden okumaya çalıĢır, fakat<br />

Schumpeter için koloniyal politikanın<br />

sebepleri, sosyal sınıflar mücadelesiyle iliĢkili<br />

değildir. Marksizm bu emperyal dönemi bir<br />

evrensellik iddiasıyla yorumlayarak sosyal<br />

sınıflar mücadelesinin izdüĢümünü<br />

koloniyalizmde ve beraberindeki krizlerde<br />

görme hatasına kapılmıĢtır. Kaldı ki tüm bu<br />

faktörler Marx'ta bir kriz ya da da yükseliĢ<br />

devrinin nedenleri-sonuçları üzerinden değil,<br />

kapitalizme içrek ve bir anlamda özsel bir<br />

zorlamayla kriz, belli kurguların belli<br />

sonuçları doğuracağı biçiminde 'mantıki<br />

yönden' 11 zorlanmıĢtır. ĠĢletme ve örgütlenme<br />

biçimlerinin, özelde bürokrasinin kitlelere<br />

açılımı sınıf perspektifi ya da genel bir<br />

kapitalizm okumasından çıkarsanmaya<br />

çalıĢılmıĢtır. Ne var ki bu yöntem, Marx'ın<br />

kendisinden önceki iktisatçılardan farklı<br />

olarak, ekonomi teorisinin ne Ģekilde tarihsel<br />

analiz niteliğine eriĢeceğini kabul eden,<br />

tarihsel etütlerin nasıl 'mantıki tarih' haline<br />

gelebileceğini gösteren ilk iktisatçı<br />

kimliğine 12 aykırı değildir.<br />

Schumpeter'de kapitalizm, dönemler<br />

halinde incelenecek sanayi devrimleriyle<br />

anlam kazanır. Tarihsel olarak Ġngiliz<br />

kraliçesinin giyebildiği çoraplar, farklı<br />

kalitelerde bir kitle üretimi yoluyla tüm gelir<br />

gruplarına satılabiliyor ve bu fabrika<br />

üretiminde çalıĢanı da aynı anda potansiyel<br />

bir müĢteri konumuna sokabiliyorsa, kapitalist<br />

geliĢmenin karakterini iĢte bu ürün<br />

çeĢitlemesi ve kitle üretiminde aramak<br />

gerekir. 13 1780-1790, 1840-1850, 1897-1911<br />

dönemlemesinde konjonktürel eğriler tespit<br />

eden Schumpeter, yeni üretim yöntemlerinin<br />

9 age., s. 61.<br />

10 age., s. 90.<br />

11 age., s. 76.<br />

12 age., s. 82.<br />

13 age., ss. 116-118.<br />

18<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

(makineli fabrika, kimyasal sentez vb.), örgüt<br />

modellerinin ve tüketim kalıplarının<br />

(elektrikli araç, otomobil vb.), yeni<br />

hammaddelerin (Plata yünü, Amerika<br />

pamuğu, Katanga bakırı vb.) ve yeni<br />

pazarların her bir devrede kapitalizmin<br />

iĢleyiĢini yeniden düzenlediğini ifade eder.<br />

Genel olarak kapitalist iĢletmelerin<br />

geliĢiminden ayrı seyir izleyen beĢ faktörü<br />

sıralar: Devletin rolü (özelde 1870-1914<br />

döneminde devlet müdahaleciliğinin oligopol<br />

piyasalara, güvenliğe, silah harcamalarına<br />

etkisi), altının kapitalist üretimde öncelik<br />

taĢıyan bir faktör olarak kullanılmamaya<br />

(1890'lar) baĢlanması, nüfus artıĢı, coğrafi<br />

keĢiflerin sermaye, hammadde ihtiyaçlarını ve<br />

Avrupa'da sınıflararası çatıĢmadan doğan<br />

gerginliği azaltması, teknik ilerlemeler. 14<br />

Tipik bir çiftliğin üretkenliği tarımda<br />

makineleĢmeyle ve sınai tarımla artmıĢ, enerji<br />

sektöründe su değirmeni yerini modern<br />

türbinlere bırakmıĢ, ulaĢtırmada posta<br />

arabalarının yerine uçaklar geçmiĢ, yeni<br />

ulusal ve dıĢ pazarlara geniĢ yelpazede<br />

ürünlerle açılınmıĢ, yoğun ve büyük<br />

iĢletmelerin seri üretimini denetleyecek yeni<br />

örgütlenme biçimleriyle kapitalist sistemin<br />

kâr odaklı yükseliĢi sürekli içeriden devrim<br />

yaratarak ilerlemiĢtir. Bu sistemi ilerleten güç,<br />

'yaratıcı yıkım' kavramıyla anılan kapitalist<br />

giriĢim, her giriĢimi de er geç kendisine<br />

benzetecektir. Bu yaratıcı yıkımın niteliği<br />

uzun erimli gözlemlenebilir bir karar süreci<br />

olup her geliĢme döneminin iç Ģartlarıyla<br />

birlikte değerlendirilebilmelidir. 15 Bu<br />

devrimler, her defasında gerçek gelirin akıĢını<br />

'derinleĢtiren' ve 'geniĢleten' bir çığ gibi<br />

tüketim maddelerini artırmakta, önceleri bazı<br />

sıkıntılara, iĢsizliklere neden olsalar bile refah<br />

artıĢını sağlamaktadır. Kitlelerin çeĢitli<br />

mallara kavuĢabilmesi problemi, kapitalist<br />

sistemin araçlarıyla üretildikçe<br />

çözümlenmiĢtir. 16 Her çağda kitlelerin<br />

tüketiminin arttığını, doların satın alma<br />

paritesinde yükselme görüldüğünü belirtir.<br />

1890'dan itibaren aynı maddelerin<br />

14 age., ss. 172-174.<br />

15 age., s. 141-142.<br />

16 age., s. 118-119.


fiyatlarındaki geliĢme, para birimiyle değil de<br />

malları satın alabilmek için gereken çalıĢma<br />

saati miktarıyla karĢılaĢtırılırsa geliĢmenin<br />

hızı, üründeki kalite artıĢı gibi konular<br />

Schumpeter'e göre olumludur. 17 1760-1940<br />

döneminde bir iĢçinin bütçesi yalnızca çeĢit<br />

ve mal bakımından büyümemiĢ, kalite<br />

bakımından da yükselmiĢtir. 18 Ne var ki bu<br />

genel değerlendirme, tıpkı Marx'ın devrevi<br />

krizleri açıklarken kullandığı genel kötümser<br />

yorumu bu kez iyiye çevirmekten öte bir<br />

anlam taĢımıyor. Marx'ın ekonomi analizini<br />

tarihsel perspektife oturtmasını öven<br />

Schumpeter'in, beraberinde devrevi kriz<br />

analizinde daha çok değer yüklü bir Marx<br />

portresi çizmesi ve artık-değer teorisini<br />

ekonomi bağlantısının ötesinde kendi<br />

kurgusuna göre bir sömürü sonucu çıkartması<br />

ona ne kadar bilimdıĢı görünüyorsa,<br />

Schumpeter'in bu devrevi analizi de yine 'her<br />

sanayi devriminin sonuçlarının uzun erimde<br />

kitlelere olumlu yayılacağı' yönünde bir öz<br />

barındırmaktadır.<br />

Schumpeter, belki de bu özselliği<br />

aĢmak adına kapitalist sistemin bazı tarihsel<br />

özgünlüklerini sıralamaktadır. Ġlk olarak<br />

burjuvazi, iĢ hayatındaki baĢarılarıyla ve<br />

hayatın tümünü ekonomik bir kazanç<br />

hedefiyle ördüğü için baĢarıya ve kâra<br />

odaklıdır. BaĢarının mükâfatının öncelikli<br />

olarak kâra yansımasını ister. Ayrıca iflas<br />

korkusu, her türlü cezai düzenlemenin önüne<br />

geçmiĢ olduğundan, birikim ve ilerleme<br />

düĢüncesi burjuvaziyi yeni örgütlenme<br />

modellerine, üretim tekniklerine zorlar.<br />

GiriĢimci sınıfa dahil olmanın 'baĢarılı olma'<br />

gibi bir kuralı olsa da burada sosyal çevreyle<br />

önceden iyi iliĢkiler kurmanın da Millsçi<br />

anlamda bir Ģans faktörünü doğurduğu<br />

belirtilir. ġans, idealist anlamda değil, daha<br />

çok kendi ilerleme kanallarını açma<br />

becerisiyle ifade edilir. Wright Mills'te üst<br />

yöneticiler için baĢarıda Ģans faktörü, aslında<br />

çok da muğlak bir kavram değildir. ġans,<br />

özellikle üst sosyal çevrelerin birbirleriyle<br />

yakın bağlar kurmaları ve yükselme gösteren<br />

bir yöneticinin baĢarılı olmasının kriteri<br />

17 age., s. 138.<br />

18 age., s. 140.<br />

19<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

olarak önüne konan üst yöneticilerden geçer<br />

not almasıdır. ġans, bu aĢamada üstatların<br />

yaptıklarını izlemek ve sosyal çevresinde yine<br />

üst düzeylerle iliĢkiye geçmekle ilgili bir<br />

durumdur. 19 Ancak Mills'te Ģans faktörünün<br />

Amerikan toplumunda farklı sınıflarda ve<br />

sosyal tabakalarda farklı elde edilme biçimleri<br />

belirtilse de Schumpeter Ģans faktörünü<br />

kabiliyetli olma ve bunu sosyal iliĢkilere<br />

dökebilme haliyle eĢler, Mills'ten daha kısa<br />

bir yol izleyerek yüksek gelir getiren mevkiye<br />

eriĢmenin aynı mevkide baĢarıya ulaĢmak<br />

olduğunu bildirir. 20<br />

Marx, gerçekte kapitalizmi açıklama<br />

gayretindeyken, tarihsel analize dayalı<br />

örneklerini bazen kapitalist verileri açıklarken<br />

kökensizlik gördüğü yerlerde önceki üretim<br />

biçimlerindeki geçiĢliliklere bağlamayı<br />

istemiĢtir. Kapitalist topluma giden yolun<br />

köklerini feodal dönemde (Asyatik üretim<br />

tarzı da bu üretim biçiminin kendisinden çok<br />

kapitalizm öncesi biçimleri anlamak için<br />

kullanılmıĢtı) ararken, kapitalizm analizine<br />

uymayan bazı verileri feodalizme dönüĢü<br />

sırasında orada bırakmıĢtır. Tarihte sosyal<br />

olgularda kiĢisel rolün önemi konusunda yine<br />

korsanlar ve yağma ekonomisi, ilerideki<br />

ticaret için birikime yol açmıĢtı. Bunun için<br />

üretim biçiminin zorlamasından çok o sosyal<br />

gruptaki, örneğin korsanların kiĢisel<br />

becerileriyle bu talanı gerçekleĢtirmeleri<br />

gerekmiĢti. 21 Marx, birçok açıdan Ricardo'dan<br />

beslense de onun kuramının üzerine<br />

eklemelerde bulunmuĢtur. Örneğin,<br />

sermayenin net geliriyle ilgili ayrımlar<br />

Marx'ın önceki baĢlıkta anıldığı üzere bir tür<br />

ezilmiĢlikleri birleĢtirme kaygısını içinde<br />

taĢıyarak ilerlemektedir. Ne var ki bu<br />

unsurdan da önemli olan, Marx'ın kuramında<br />

üretim biçimlerine bireysel edimlerden fazla<br />

yer vermesinin de bir nedeni oluĢturan, büyük<br />

Sistem'i okuma kaygısıdır. Burada Marx,<br />

bulgularını yegâne kurtuluĢ yolunun bilgi'si<br />

olarak sunmaya yakın bir didaktik anlatım<br />

kullanmakla beraber, asıl derdinin<br />

19 MILLS, John Wright (1974) (çev. OSKAY, Ünsal),<br />

İktidar Seçkinleri, Ankara: Bilgi Yayınları, s. 194.<br />

20 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 128.<br />

21 age., s. 40-41.


sloganlardan uzaklaĢmıĢ bir kapitalist<br />

mantığın açığa çıkarılması olduğunu vurgular.<br />

Burada patron sömürüsü ya da tek baĢına bir<br />

artı-değer sorunundan bahsetmek artık olası<br />

değildir, zira Marx'ın bireysel, örgütsel<br />

eylemlerden ziyade sistemik kavrayıĢa<br />

uzanmak adına tek tek özgüllüklere yukarıdan<br />

bakması bir yöntemsel sorun ve aynı zamanda<br />

siyasal seçim halini almıĢtır.<br />

Marx'a göre iĢgücü, potansiyel bir iĢ<br />

yükünü temsil etmektedir. Bu 'stok', kapitalist<br />

toplumda mal değerindedir, çünkü iĢ<br />

sözleĢmesi, köleden farklı olarak kiĢinin<br />

bedenini değil ama potansiyel iĢgüçlerini satın<br />

almıĢ olur. Schumpeter ise yine değer<br />

kuramından hareketle, tam rekabet<br />

durumunda emeğin gereken saat miktarına<br />

(iĢçiyi yetiĢtirme, giydirme, yedirme,<br />

barındırma için gereken süre) oranla ücret<br />

alacağını savunur ve potansiyel iĢ stokunun<br />

değerini piyasa kurallarının belirleyeceğini<br />

düĢünür. Burada Marx, ona göre iĢgücü<br />

analizinde iĢçinin tam da nasıl çalıĢmaya<br />

zorlandığını sosyal fikirlerden oluĢan bir<br />

dekor içinde popüler sloganlarla ifade<br />

etmiĢtir. 22 Halbuki iĢçi, iĢ potansiyelinin tam<br />

değerini almaktadır ancak daha fazla<br />

çalıĢtırılarak kapitalist tarafından üretim için<br />

harcanan iĢ saatine oranla daha kârlı biçimde<br />

satılan mallar üzerinden elde edilen ek kazanç<br />

da kapitaliste kâr olarak dönmektedir. Marx'ın<br />

kesinlik kurarak bağladığı emek-değer<br />

denkleminde emek değerinin emek üretimi<br />

için harcanan iĢ saatine orantılı olduğu ispat<br />

edilememiĢtir. Emek, değerin özü olduğuna<br />

göre, bütün metaların sahip olduğu değerin<br />

miktarı da onlarda bulunan emeğin miktarıyla<br />

ölçülür, fakat bu süre metayı meydana getiren<br />

bireyin ihtiyaç duyduğu belirli süre ya da<br />

emek zamanı değil, toplumsal bakımdan<br />

gerekli emek zamanıdır: “Değerin miktarı,<br />

ancak bir kullanım değerini üretmek için<br />

toplumsal bakımdan gerekli olan emek<br />

zamanıdır” (Kapital, c.1, s. 46) 23 . Kapitalist<br />

sistem, artık-değerin maliyet fiyatına<br />

22 age., s. 70.<br />

23 (akt.) VON BOHM-BAWERK, Eugen (2006) (çev.<br />

MADENCĠ, Can), Marx ve Marksist Sistemin Bitişi,<br />

Ankara: Liberte Yayınları, s. 7<br />

20<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

oranından oluĢan geçici kazançlar<br />

sağlamaktadır; Marx'ın yoğunlaĢma teorisini<br />

Schumpeter de reddetmez. Ne var ki Marx'ın<br />

değer ve artık-değer modeli tam rekabet ve<br />

denge koĢullarına göre tasarlanmıĢken,<br />

kendisinin kapitalizmin mecburi krizler<br />

yaĢayacağını ve bunun sistemin doğasına<br />

yabancı olmadığını vurgulaması, bu çeliĢkiyi<br />

saymazsak “kriz ve sömürü” nitelemesiyle<br />

olağan ve kriz dönemlerinde de sorunlu olan,<br />

iĢçinin hakkını gasp eden bir sistemin iki<br />

yönden de kötülemesini sağlayabilecektir. 24<br />

Elit Teori ve Kapitalizm-Sosyalizm<br />

Bağlantısı<br />

“İspatlamaya çalışacağım tez, kapitalizmin<br />

ekonomik bir bozgun sonucunda yıkılacağı<br />

değil, başarısının sosyal kurumlarını<br />

çürütmesi ve bu şekilde kaçınılmaz bir halde<br />

kendini yıkacak şartları hazırlaması ve kendi<br />

yerine sosyalizmin gelmesini sağlayışıdır.<br />

Vardığım sonuç, beni bu sonuca götüren<br />

düşünce silsilesi değil, hepsi Marksist olan<br />

sosyalist yazarların eriştikleri sonuçtan farklı<br />

değildir. Bununla birlikte bu sonuca katılmak<br />

için sosyalist olmak şart değildir.<br />

Sosyalizmi şiddetle tenkit etmek, ama aynı<br />

zamanda bu sistemin dünyaya hâkim<br />

olacağını tahmin etmek, görmek mümkündür.<br />

Bu sonuç, onu kabul edenleri zorunlu olarak<br />

sosyalist yapmaz.” 25<br />

Demokratik elit teori 26 içinde<br />

24<br />

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 59.<br />

25<br />

age., s. 108-109.<br />

26<br />

Elitlerin devletten ve öteki elit gruplardan göreli<br />

özerkliği bu teorinin merkezinde yer alır. Ġfade,<br />

örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler, yalnızca<br />

demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, aynı<br />

zamanda elit özerkliğinin yaratılmasında ve<br />

yaĢatılmasında rol oynayan temel etkenlerdendir.<br />

Gücün farklı elit gruplarında dağılması ve elitlerin<br />

özerk olmaları yalnızca demokrasiyi koruyup yaĢatmak<br />

için değil, despotik rejimlerin ortaya çıkmasını<br />

önlemek için de zorunludur. Gücün toplumda eĢitsiz<br />

dağıldığı gerçeğinden hareketle, demokratik elit<br />

teorisyenler, önemli olanın gücün eĢit dağılımı değil,<br />

güçlü bir konuma ulaĢılabilmesindeki fırsat eĢitliği<br />

olduğunu bildirirler. Tek merkezde veya elit grubunun<br />

elinde odaklaĢmıĢ siyasal güç; baskı, despotizm, siyasi<br />

kirlenme gibi tehlikeleri beraberinde getirir.


tanımlanabilecek Schumpeter, kapitalizmsosyalizm<br />

bağlantısını iki üretim biçiminin<br />

karĢılaĢtırmalı ekonomik analizinden çok<br />

örgütsel yapılarındaki farklılık ve/veya<br />

devamlılık üzerinden incelemekte, fakat<br />

analojiyi ön plana çıkaran bir tavır yerine<br />

sosyalizmin bürokratik kanallarının<br />

tamamıyla kendisine ait bir ilkeden<br />

doğmayacağını savunmaktadır. Örgütün,<br />

modern anlamda bürokrasiyle uyuĢan<br />

yapılanmasında Schumpeter‟in birincil iĢlev<br />

yüklediği yönetici elitler, gerek kapitalist,<br />

gerekse sosyalist üretim iliĢkilerinde<br />

demokratik siyasal yapının sürdürülmesinde<br />

karar verici, ilerletici mekanizma olarak yer<br />

edinirler. Bu açıdan örgüt sorunu; ölçek,<br />

nüfus, istatistik ve toplumsal‟ı kurma<br />

anlamında kapitalist düzende kamu-özel<br />

ayrıĢmasındaki muhasebe kayıt sistemi, emirkomuta<br />

zinciri, alıĢveriĢ dengesi ve tüketici<br />

geri bildirimi; sosyalist düzende ise yine bir<br />

yönetim sorunu açısından yeni bir iĢletme<br />

bilgisi 27 ve kendine ait „piyasa‟ yapılanması,<br />

fiyat ve tüketim biçimlerinin merkez<br />

komitesince saptandığı, kapitalist toplumun<br />

aksine alıĢveriĢ geri bildirimi üzerinden<br />

yürümeyen, fakat emir üzerinden iĢleyen ve<br />

kendisini biricikleĢtiren bürokrasi anlayıĢı<br />

(akt.)ARSLAN, D. Ali (2007), Elit <strong>Sosyoloji</strong>si, Phoenix<br />

Yayınları, Ankara, ss. 33-34, 40-41. Schumpeter de bu<br />

eĢitlik vurgusunu sosyalizm üzerinden tartıĢırken<br />

“…sosyalizmin eĢitlikçi olması gerekmez ancak<br />

sosyalist bir toplumun müsamaha ile karĢılamasını<br />

umduğumuz hiçbir gelir eĢitsizliği miktarının da<br />

kapitalist dönemsel (cyclique) fazlar ortalamasında<br />

hasıl eden yatırım oranını tutturabilmesi beklenemez”<br />

demektedir. SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ,<br />

Rasin) (1971), Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi,<br />

Ġstanbul: Varlık Yayınları, c. 2, s. 35.<br />

27 Schumpeter'in Marx analizinde iĢletmeye verilen<br />

değer ayrı bir baĢlığı oluĢturur. Marx'ın kapitalistin,<br />

birey olarak yatırımına ve bunun sosyal psikolojik<br />

bağıntılarına gereken yeri vermediğini düĢünen<br />

Schumpeter, yine makro anlamda iĢletmeler topluluğu<br />

olarak kapitalist sistemde iĢletmeci-kapitalist ayrımına<br />

gitmektedir. ĠĢletme bilgisi‟ni kapitalist deneyime<br />

özgüleme olasılığı, sosyalist yeni rekabet fikrinin ve<br />

örgütün kâbusları olarak gözükür. Gerek kapitalistlerin<br />

sosyalist iĢletme ve piyasa algısının kapitalist piyasanın<br />

kötü ve durağan bir kopyası olacağına dair vurgusu,<br />

gerekse insanı tarihsel süreklilik içinde değiĢmezliğe<br />

boğan “insan doğası” anakronizmi Schumpeter‟in karĢı<br />

çıkacağı argümanlardandır.<br />

21<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

yoluyla çözülecektir.<br />

Bir yönetim sorunu olarak ortaya<br />

konan bürokrasi, özünde ne kapitalist ne de<br />

sosyalist toplumla milatlaĢabilir. O, modern<br />

dönemin bir tür yaratıcısı ve varlık nedeni<br />

olarak kendi peçesini demokratik rejimlere,<br />

üretim biçimleri her ne olursa olsun, ölçek ve<br />

istatistik, karar verme süreçleri, bir meĢruiyet<br />

krizi olarak oy kullanma faaliyetleri gibi<br />

görünümlerle açacaktır, toplumsal‟ı örecektir.<br />

'Modern' olanı belirleyen vurgu rasyonaliteyle<br />

yapılır. Modern öncesi insanla kapitalist aklın<br />

günlük yaĢamı rasyonelleĢtirdiği ve önceki<br />

insan modellerinden ayırdığı düĢüncesi<br />

Schumpeter'de belirgindir. “Kapitalizm öncesi<br />

inan kapitalist insandan daha az çıkarını<br />

düĢünmez fakat kapitalizm, harekette ve<br />

tutumda rasyonellik demektir. Kazanç ve<br />

gider hesaplaması, rasyonalite üzerinde<br />

etkisini gösterir, aritmetiğe özgü iĢletme<br />

mantığına ayrı bir iĢlev kazandırır. Bu mantık,<br />

bir defa ekonomik sektörde tanımlanıp<br />

kantitatif yer kazandı mı, felsefeden tıbba,<br />

estetikten hukuk ve değerlere kadar tüm<br />

alanlara etkisini gösterir. 28 Ekonomik<br />

etkinliğin daha aĢağı birim olarak görüldüğü<br />

feodalizmden farklı olarak kapitalizm, alanına<br />

tüm iradeleri çekmeyi bildi 29 , aynı zamanda<br />

bu iradelerin yaratıcı teknik adımlarını<br />

iĢletmelere aktarmalarıyla bilimle ekonomi<br />

arasındaki mesafeyi iyice daralttı. Ġradenin<br />

metafizik inançlardan; her çeĢit romantik ve<br />

mistik düĢüncelerden atılmasının nedeni ve<br />

sonucu olan “ruh rasyonalizasyonu”, yalnızca<br />

amaçlara eriĢebilmek için gereken yöntemleri<br />

değil, aynı zamanda bu amaçları yeniden<br />

düzenler. 30<br />

Örgüt, bürokrasi alt baĢlığıyla birlikte<br />

düĢünüldüğünde, demokratik kaos<br />

ortamlarının aĢılmasında ve rejime bir sınır<br />

çizilerek kuralların üst organlarca<br />

saptanmasında gerekli rolü oynayacaktır. Bu,<br />

öylesine bir tasarımdır ki gerek merkantil,<br />

gerekse sosyalist toplumların ihtiyaç duyacağı<br />

demokratik bir yönetimin hallince<br />

yürümesinde olmazsa olmaz biçimlendirme<br />

28 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c.1, s. 194.<br />

29 age., s. 196.<br />

30 age., s. 200.


faaliyetlerine imza atacaktır. Burada<br />

yönetilenler kapitalist ve/veya sosyalist<br />

demokrasiden dıĢlanmıĢ, yönetim aygıtından,<br />

katılımdan yalıtılmıĢ değildir. Ancak<br />

demokratik bir rejimin iĢleyebilmesi, genel<br />

karar alma mekanizmalarında elitlerin<br />

birbirleri arasındaki eĢgüdüme<br />

bağlanmaktadır. Halk, siyasal a(o)landa<br />

kendisine biçilen rolü oynayan karakterlere<br />

dönüĢtürülmez ancak onun yerine, örgütlerce<br />

karılan bir toplumda yapısal gerekliliklerin<br />

var ettiği bürokratik kanalların kararlarıyla<br />

demokrasiye tutunur.<br />

KuĢkusuz „bürokrasi‟ derken modern<br />

bir kavramdan bahsedip duruyoruz, ancak<br />

bürokrasinin bir kapitalist tahakküm aracına<br />

indirgenmesinin çok ötesinde bir ölçek sorunu<br />

olduğundan da yola çıkabilmeliyiz.<br />

Schumpeteryen bir gözle, bürokrasi ve onu da<br />

kapsayan örgüt, merkantil toplumdaki kamuözel<br />

ayrıĢmasında sektörel farklılıklar<br />

taĢıyacak olsa da temelde aynı modern<br />

örgütlenmenin demokratik toplum için<br />

zorunlu olan yanına iĢaret edeceklerdir. Bu,<br />

kâr güdüsüyle hareket eden ve iĢletmenin<br />

muhasebe kayıt girdilerinde rol alan, temel<br />

iĢletim mekanizmalarını belirleyen elitler için<br />

de, alt kademelerdeki uygulayıcılar için de<br />

kapsayıcı, gerçek anlamda temel ilkeleriyle<br />

toplumun kendisini yukarıdan kuran ve<br />

yönlendiren bir mekanizmanın kendisidir.<br />

Polanyici bir bakıĢla; bu “örgütsel yaĢam”,<br />

kapitalist toplumda, tıpkı kapitalist piyasa<br />

öncesinin, arkaikleĢtirilen biçimler‟in‟de de<br />

olduğu gibi mevcuttur, ancak onlardan farklı<br />

olarak, geçmiĢi bir bütün olarak kendi<br />

ilkelerine göre uyarlayarak, toplumdan<br />

uzaklaĢarak ve toplumun üzerinde yükselerek<br />

ona yabancılaĢır ve kendi iç krizleriyle<br />

boğuĢarak temel bir ilke olarak „yaĢamın<br />

nedeni, bireylerin statü simgesi‟ haline<br />

geliverir. Daha ötesinde “piyasa toplumu” 31<br />

olarak Polanyi‟nin not düĢtüğü,<br />

31 POLANYI, Karl (çev. BUĞRA, AyĢe) (2006), Büyük<br />

Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri,<br />

5. Baskı, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları, s. 118;<br />

KOVANCI, Onur (2003), Kapitalizm, Yoksulluk ve<br />

Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz<br />

Yoksul Yasaları, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı<br />

Yayınları, ss. 34-48.<br />

22<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Schumpeter‟in de bürokrasinin kendisi olarak<br />

belirlediği „Ģey‟, doğası itibariyle belli bir<br />

süreklilik ve kopuĢ dinamikleriyle dönüĢür.<br />

Ancak, kendisini bir ilke üzerinden „evrensel<br />

toplumun bilgisi‟ diye kurması ve bunu yakın<br />

dönemi örnekleyen bir tarihsellik üzerinden<br />

sunması (çizgisel bir zaman akıĢı içinde<br />

değiĢmezlik olarak modern „insan insanın<br />

kurdudur‟ mottosu); istatistik ile nüfusu<br />

belirlemesi, kaynaklara bu kapitalist kâr<br />

güdüsü içinden bakması, onu daha da<br />

totaliterleĢtirir, devasa tutarlılığı karĢısında<br />

bizi cevap veremez hale getirir. Ġster istemez,<br />

kapitalist demokratik krizlerin gerek<br />

ekonomik, gerekse siyasal yönden<br />

aĢılabilmesinde elitlerin kilit rolü teslim edilir,<br />

ancak elitlerin toplumu kurması ile toplumun<br />

kendisi arasındaki açı farkı (tabla ile zemin<br />

arasındaki mesafeyi kapatan ve ona masa<br />

görünümü veren ayaklar da denebilir buna),<br />

elitlerin merceğinden bu ölçek ve nüfus<br />

bilgisi‟nin saptanmasıyla azaltılmaya çalıĢılır.<br />

Zahiri bilginin örgütün kendisi tarafından<br />

„toplumun ilkesi‟ sayılması ve toplumca<br />

onaylanması demokratik kapitalist sisteme<br />

içrek bir yönelim olabilir. Bu kriz sarmalı –<br />

demokratik idare için genel oy ilkesi ve nüfus<br />

bilgisinin örgüt bilgisiyle birleĢtirilmesi<br />

sonucu örgütsel kimyanın toplumsal fizikle<br />

uyumlaĢtırılması süreci- elitlere daha merkezi<br />

rol atfedilmesine, yukarıda bahsedilen açı<br />

farkının azaltılması için de kamu ve özel<br />

sektör elitlerine karar mekanizmalarında daha<br />

fazla özerklik tanınmasına yol açabilmelidir.<br />

Öyle ki örgüt -kapitalist manada özel ve<br />

kamuda ortak bir ilke olarak özerk elit- kendi<br />

içinde barındıracağı elitlerin „giriĢim‟e<br />

yönelik kabiliyetlerini sınırlamayacak, onlara<br />

daha özgün atılımlar ve hızlı karar verme<br />

süreçleri için kalıplarını dayatmayacaktır.<br />

Aksi halde, topluma dönük modern örgütsel<br />

yüzün, biçimlendirme ilkesinin elite de<br />

dönmesi; elitin toplumsallaĢtırıldıkça<br />

sıradanlaĢtırılması, toplum katına<br />

sıkıĢtırılması, indirilmesi esasında örgütün<br />

varlık nedenini sönümlendirebilecektir.<br />

Halk kitlelerinin tek baĢlarına sadece<br />

mevcut rejime yönelik öfkesini dağınık<br />

biçimde seslendirebileceğini fakat bunun bir<br />

siyasal içerik kazanarak o rejimin görece


dıĢından bir ideolojik tasarımla siyasal<br />

tepkiye dönüĢebilmesi için elit kitlenin gerekli<br />

olduğunu vurgulayan Schumpeter, 'aydın<br />

sosyolojisi' adını verdiği incelemesinde<br />

aydın'ın tarihsel izini sürer ve günümüzde<br />

onun belirleyici özelliğini farklı sınıfsal<br />

tabanlardan gelse de yine de kamuoyuna<br />

dönük bir rasyonaliteyle olaylara 'müdahil'<br />

olmasında bulur. Nüfus artıĢı, boĢ zamanın<br />

değerlendirilme biçimindeki değiĢim, gazete<br />

fiyatlarının düĢmesi, öğretim kapasitesinin<br />

geniĢlemesi elitlerin kiĢisel birikimini ve nicel<br />

artıĢını sağlamıĢ olmakla beraber, kendi<br />

mesleki formasyonunun dıĢında da rejime ve<br />

güncel olaylara tepkisini kamusal araçlarla<br />

duyurabilen bir kitle de Schumpeter<br />

tarafından elit diye adlandırılır. Elitlerin<br />

rejime karĢı eleĢtirileri onların varlık nedeni<br />

iken, bu tepkiyi dağınık biçimde dile getiren<br />

ve elit tepkisinden farklı kanaldan<br />

geliĢebilecek kesimlerin eğilimleri bir<br />

noktada birleĢebilir. Hatta toplumda uyanan<br />

bu tepki, elitlerin kamuoyuna açılmasının<br />

gerekçesi de olabilir. 32 Elit, benzer<br />

hassasiyetleri temsil edip karĢıtlıklar<br />

mücadelesini bir mücadele biçimine sokarsa,<br />

ona Ģekil verirse, kiĢisel tepkisini de<br />

kamusallaĢtırmıĢ olabilecektir. Bu açıdan<br />

elitin verebileceği tepki, ister istemez bir<br />

dayanağa muhtaç kalacak, bu da bir sınıfsal<br />

mücadeleyle iliĢkiye geçebilmesine olanak<br />

sağlayacaktır. Her ne kadar iĢçi hareketi elit<br />

etkisi olmadan çıkmıĢ ve onların demagojiye<br />

varan konuĢmalarına direnmiĢse de, büyük<br />

Ģirketler çağında ve kapitalizmin bu evresinde<br />

görece dağınık haldeki sendikal hareketi parti<br />

düzeyinde broĢür hazırlama, sekreterlik,<br />

müĢavirlik hizmetleriyle toparlayacak özne<br />

olarak elitlerle alt sınıfların iĢbirliğini sisteme<br />

karĢıt olanların konjonktürel zorunluluğu<br />

olarak görür. Ayrıca “Avrupa bürokrasisi”<br />

olarak adlandırdığı ve kapitalizm öncesi bir<br />

tarihsel nitelik atfettiği alan, sadece kamu<br />

görevlileriyle bağlantılı sayılmamakta,<br />

kapitalizm öncesi dönemdeki kökleri<br />

düĢünüldüğünde kamu görevlileriyle birlikte<br />

elitlerin de bu bürokratik alana müdahalesi<br />

32 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, ss. 231-<br />

233.<br />

23<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

mümkün görünmektedir. Amerika örneğinden<br />

hareketle, bürokrasiye salt kamu görevlilerin<br />

hakim olmasının bir devlet politikası olarak<br />

da engellenmesi ve elitlerin de buraya dahil<br />

olması sağlanmıĢtır. Bu not, demokratik elit<br />

teori içinde gösterdiğimiz Schumpeter'in<br />

elitlerin devlet bürokrasisine olası özerk<br />

etkilerini demokratik yönetim altında<br />

göstermeleri bakımından yararlı olabilir.<br />

Kaldı ki elitlerin bu iĢlevi, sosyalist topluma<br />

geçiĢte daha fazla anlam kazanacaktır. 33 Elite<br />

özgü “yaratıcı yıkıcılık” 34 kapitalist sistemde<br />

sermaye birikimini de eĢgüdümleyen bir<br />

örgütsel devrim yaratabilmiĢtir Schumpeter‟e<br />

göre: 35<br />

“Rejimin geliĢimci niteliği,<br />

nüfusun otomatik olarak artmasına,<br />

sermayenin aynı Ģekilde<br />

çoğalmasına ya da para<br />

sistemlerinin „kaprislerine‟ bağlı<br />

değildir. Bu faktörler, sebepleri<br />

değil, Ģartları teĢkil eder. Kapitalist<br />

mekanizmayı çalıĢtıran ve devam<br />

ettiren; yeni tüketim maddeleri,<br />

yeni üretim yöntemleri, yeni<br />

pazarlar, yeni endüstriyel<br />

örgütlenme tipleridir ve tüm bunlar<br />

kapitalist teĢebbüs tarafından<br />

yaratılmıĢlardır.”<br />

33 age., s. 235.<br />

34 Kapitalist geliĢme açısından örgüt merkezli bir analizi<br />

benimseyen Schumpeter, tarihsel analizi öne çıkaran C.<br />

W. Mills‟in eleĢtirisine hedef olur. Mills,<br />

Schumpeter‟in yeniliklerin ve buluĢların öncüsü<br />

durumundaki elitlerin örgütsel önderliğini, kapitalizmin<br />

temel ilerleticisi olarak okuyan tarihsel analizini<br />

„teknolojik ilerlemelerle mali güdümlemeleri birbirine<br />

karıĢtırmak‟ biçiminde yorumlar. Ona göre, asıl gerek<br />

duyulan Ģey, “uzmanlaĢmıĢ bilgi değil, milyonlara<br />

hükmedebilme yeteneğiyle birleĢmiĢ bir satıĢ tekniği;<br />

büyük bankalar aracılığıyla yatırım satıĢlarına<br />

geçilmesi ve Ģirketler hukuku ile hisse senedi iĢlerinden<br />

anlayan adamların bulunması, yetiĢtirilmesi olmuĢtur.”<br />

Mills, Schumpeter‟Ġn teknoloji bilgi‟sini öne alan<br />

teorisinde elitlere açtığı alanı daha üst bir baĢlık olan<br />

sanayileşme ile yorumlama niyetindedir: “SanayileĢme<br />

sürecinden zengin olanlar da zaten buluĢ sahibi ileri<br />

görüĢlüler veya sanayi yöneticileri değil, iĢin mali<br />

yanını finanse eden büyük sermayedarlardır.” MILLS,<br />

C. Wright (çev. OSKAY, Ünsal) (1974), İktidar<br />

Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 136.<br />

35 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, s. 140.


Elitlere tanınan bu özerk karar alma ve<br />

düĢünme süreci, onların yönetmeyi bir<br />

toplumsallıkla dolayımlayarak „zorunlu<br />

olarak‟ toplum „adına‟ (Schumpeteryen<br />

anlamda topluma „rağmen‟ değil), toplum için<br />

bu „erdem‟e ulaĢmalarını da sağlayabilmiĢtir.<br />

Rejimin kamusallık hâlesini taçlandıran veya<br />

ötesine geçerek bizzat onun zeminini kuran<br />

„erdem‟ ilkesi, yönetme hakkının ve ödevinin<br />

pathos‟unu belirleyebilmektedir. Bunun,<br />

sosyalist toplumda daha dolayımsız bir biçime<br />

bürünüp etik ödevle birleĢerek aradaki<br />

kapitalist kâr ve statü odaklı (belli oranda<br />

meritokratik) yükselme fetiĢini geride<br />

bırakacağı düĢünülür. Ne var ki, etik manada<br />

toplumsal‟ı kuran ve her yoldaĢa görev<br />

yükleyen bu bürokratik süreç, kapitalist<br />

iĢbölümünün yerine geçecek sosyalist<br />

ilkelerle yeni bir bürokratik mekanizma<br />

kuracak olsa da, bu modern örgütlenmenin<br />

kendisini belli oranda kapitalizmde de<br />

biçimlendirmiĢ görünümlerini silemeyecek,<br />

yeni demokratik rejimin ilkeleriyle uyumlu<br />

olarak bu kez merkez komitesinin emirleriyle<br />

iĢleyecektir. Ne var ki, Schumpeter‟in<br />

öncelikle Weberyen analizin demir kafes bazlı<br />

izleyicisi ve kapitalist bürokratik algısının<br />

sosyalist toplumdaki bir taĢıyıcısı olmadığını<br />

not düĢmeliyim. Ona göre, kapitalist<br />

demokratik rejimin -ki merkantil toplumun az<br />

veya çok değiĢik bir alt formudur bu kapitalist<br />

sistem- kendi kendine dönüĢtürmek<br />

durumunda olduğu bu içrek kriz sarmalı,<br />

sosyalist sabaha uyanırken kendisini tamamen<br />

terk etmeyecek, demir kafesin farklı fakat<br />

yeni bir „etik‟ ve „gönüllü iĢbölümü‟<br />

anlayıĢına uyarlanacaktır. Daha ileri adım<br />

atarsak, sosyalist demokratik bürokrasinin<br />

karne esasına dayalı tüketim olgusunun<br />

bürokratik kanallar tarafından düzenleneceği,<br />

merkez komitesinin karne uygulamasında<br />

somutlaĢacak emirlerinin kapitalist piyasa<br />

iliĢkilerini yatay keserek bu müĢteri odaklı<br />

geri bildirim sürecini bürokratik modern<br />

örgütlenmenin sosyalist versiyonuyla farklı<br />

bir etik hedef doğrultusunda, özerk elitler<br />

eliyle öreceği varsayılmaktadır. AlıĢveriĢin<br />

geri bildirim ve tekrar piyasaya sunulacak<br />

malın içeriğini belirleyeceğini düĢleyen<br />

24<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

piyasa tasarımlı karar alma<br />

mekanizmalarından, yukarıda açıklandığı<br />

üzere, kendi ilkelerinin piyasayı kurduğuna ve<br />

yönettiğine, bu anlamda toplumdan<br />

yabancılaĢmak durumunda olduğuna inanılan<br />

krize mahkûm piyasadan, geri bildirimsiz ve<br />

karar verme merkezli bir örgüt tasarımına<br />

giriĢilir.<br />

Schumpeter‟in, özel sektörle sosyalist<br />

yönetimin bir yatırımdan bekledikleri sosyal<br />

fayda ve kâr ayrımının yanlıĢ yorumlandığı<br />

üzerine notu aydınlatıcıdır. Bazı yazarlarca,<br />

özel teĢebbüsün, yeni yatırım olanakları için<br />

gereken Ģartlar oluĢmazsa yeni tesis ve<br />

araçları düĢünmeyeceği ifade edilir. Mevcut<br />

tesis ve araçlar amorti edilinceye kadar yeni<br />

yöntemlere ilgi göstermeyeceği, oysa<br />

sosyalist yöneticinin sosyal faydayı düĢünerek<br />

eski yöntemi, maliyetleri düĢürebilen yeni<br />

yöntemle hemen değiĢtirebileceği öne<br />

sürülmüĢtür. Schumpeter ise özel giriĢimin<br />

kazanç amacıyla hareket ettiğinde ancak bir<br />

sosyalist idare kadar belirli bir binanın ya da<br />

makinenin değerini korumaya çalıĢacağını<br />

söyler. Özel giriĢimin bütün hedefi toplam<br />

aktifin net değerini en yüksek seviyeye<br />

getirmektir. Bunun anlamı, tüm yönetimlerin<br />

yeni üretim yöntemlerini ancak ileride bu<br />

yöntem yerine eski yöntemi kullandığında<br />

elde edebileceği kazançtan daha yüksek bir<br />

kazanç sağlayabileceği zaman<br />

uygulayabileceğidir. 36 Eski makinelerin<br />

kullanılması, yeni makinelerin sebep olacağı<br />

giderlerden tasarrufu büyük ölçüde sağlıyorsa,<br />

bunların kullanım değerleri kapitalist olduğu<br />

kadar sosyalist iĢletmeci için de daha uygun<br />

olabilir.<br />

Belli noktalarda yönetilenlere gözünü<br />

kapatırcasına baktığı düĢünülebilecek<br />

Schumpeter sosyolojisinin esasında bir<br />

kurumsal analizin sosyalist toplumdaki örgüt<br />

yoklamasını yaptığı az sonra anlaĢılabilir. Bu<br />

yoklamanın anlamı ve içeriği, kapitalist ya da<br />

daha geniĢ bir kümede merkantil toplumla<br />

basit eklektik bağlar kurması kaçınılmaz bir<br />

bürokratik ilerlemeciliktir, bir tür<br />

devamcılıktır, diye düĢünülebilir. Oysaki<br />

Schumpeter, Weber‟in örgütsel odaklanıĢına<br />

36 age., ss. 158-160.


daha fazla daldığı oranda bir yandan da<br />

örgütün teorik tasarımdan ziyade, zaten<br />

doğasında pratiği iĢletmeye dönük olan<br />

ilkesine bakıĢ atar. Kapitalizm, Sosyalizm ve<br />

Demokrasi‟de (özellikle 2. cildi Sosyalizm'de)<br />

ekonomik ve tarihsel verilerin el<br />

çabukluğuyla geçilmesini, güncele kurban<br />

edilmesini ve örgütselliğe atıfların pratik<br />

örnekler üzerinden iĢlenmekte diretilmesini<br />

biraz da buraya yormak gerekir. Bottomore<br />

ise Mosca, Pirenne, Pareto, Schumpeter<br />

karĢılaĢtırmasında bu yazarların hiçbirinin<br />

toplumdaki bireylerin ve elitlerin<br />

dolaĢımlarıyla ekonomik, sosyal, siyasal,<br />

kültürel sistemdeki değiĢmelerin ölçüsü<br />

arasında oranları da içeren bağlantı<br />

sunmamasını, ele aldıkları fenomenin eksiksiz<br />

ölçümünü vermemeleri nedeniyle kuramsal<br />

bir eksiklik kabul eder. Bireylerin sınıfsal<br />

konumlarını değiĢtirdiklerini -ki Marksizm<br />

etkisi toplumsal analiz anlamında olmasa bile<br />

bireysel değiĢimi sınıfla yorumlama<br />

anlamında bu yazarlarda etkisini gösterir- ya<br />

da seçkinler ile seçkin olmayanlar arasındaki<br />

değiĢmeleri gösterebilmiĢlerdir. Ancak bize en<br />

çok gereksinim duyduğumuz Ģeyi; seçkin<br />

kesim ya da üst sınıfın oran olarak ne<br />

kadarının toplumun alt katmanlarından<br />

alındığını ve alt katmanlardan<br />

yükselebilenlerin oranını<br />

açıklayamamıĢlardır. 37 Sosyalizmde örgütsel<br />

mekanizmaların ötesine geçilerek toplumun<br />

kendisinin de kurgulanması, Schumpeter'e<br />

göre, Polanyici manada, kapitalist „piyasa<br />

toplumu‟nun, toplumun kendisine<br />

yabancılaĢmasının uzun erimli büyük<br />

adımlarını takip etmek anlamına gelecektir.<br />

Sosyalist örgüt, kendisini kurar ve iĢleyiĢ<br />

mekanizmalarını saptarken, bunun bir toplum<br />

mühendisliğine evrilmemesine dikkat<br />

çekilmelidir. Schumpeter‟in reel sosyalizm<br />

eleĢtirisinde parıldayan ve kapitalist<br />

toplumsal tahayyüllerin önünde sonunda örgüt<br />

dolayımıyla toplum mühendisliğine varan<br />

çizgiselliğine karĢı duruĢu, sosyalist toplumda<br />

özellikle yeniden düĢünülmeli, elitlerin<br />

37 BOTTOMORE, B. TOM (çev. MUTLU, Erol)<br />

(1997), Seçkinler ve Toplum, 2. Baskı, Ankara:<br />

Gündoğan Yayınları, s. 58.<br />

25<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

öncülüğündeki karar mekanizması<br />

bürokrasinin toplumsal‟ı yaratması ve emiritaat<br />

zincirini kırması biçiminde<br />

iĢletilebilmelidir. ÇalıĢana örgütsel yapılar<br />

içinde uyması beklenen kuralları sosyal<br />

yaĢamda da tekrarlatmak, hazır kıta pozisyonu<br />

yüklemek, sosyalizmin bürokratik örgütsel<br />

algısının topluma yanlıĢ bir Ģekilde nüfuz<br />

ettirilmesi, büyük Örgüt‟ten arındırılmıĢ bir<br />

hayat kılcalının düĢünülememesi anlamına<br />

gelecektir. KuĢkusuz Weberyen demir kafes<br />

analizinin kötümserlik içinde yorumlanıĢı ve<br />

sosyalizmin de nihayetinde böyle bir modern<br />

„kapatılma‟ya mahkûm olacağı fikri, bizi<br />

Schumpeter‟in çarpık bir algılamasına<br />

götürebilir. Schumpeter, bu yüzden sadece ve<br />

sadece Weberyen analizin basit takipçisi ve<br />

zorunlu görülen sosyalist aĢamanın<br />

kapitalizmin bürokratik bir kopyası<br />

olduğundan ibaret izlenimini de uyandırabilir.<br />

Ne var ki, Schumpeter‟in örgütsel algısını<br />

toplumsal‟ın kuruluĢuna taĢımamaya, bu<br />

anlamda da elitlerin karar<br />

mekanizmalarındaki özerkliği sayesinde<br />

devlet‟in aĢırılıklarını törpülemeye dönük<br />

(sosyal liberalizm anlamında bir<br />

manikürcülük değil, daha içeriden ve tırnağı<br />

kopartmayı göze alarak onu iyileĢtireceğine<br />

inanan yıkıcı edim) giriĢimleri, Benthamcı<br />

modernizmi sosyalizmdeki gözetleme<br />

toplumundan ayrıĢtırma gayretlerini belirler.<br />

Ne yapmalı?nın pratiğe odaklanan ve Ģimdi<br />

Ģimdi Bloch‟ta kavramaya çabaladığım geniĢ<br />

ufuklu okumayı güncele feda etme<br />

durumunda kalma arasında bocalamadır belki<br />

de Schumpeter‟in sayıklamaları. Kapitalizm,<br />

Sosyalizm ve Demokrasi‟nin dertli, hafif çakır<br />

keyif gövdesi de gün ıĢıdıkça gözünü hafif<br />

kısarak yerinden doğrulur: Reel sosyalizm…<br />

Lenin‟in hız‟ı ve teorik arka planı(nı) heba<br />

etmese dahi pratik örgütsel tasarımlar uğruna<br />

bir nebze feda etmeye yaklaĢması, tam da<br />

sosyalistlerin bir Ģey ortaya koyamama,<br />

eleĢtirdikleriyle malul olma „halleri‟, örgütün<br />

pratiğe yönelme durumlarında ne yana<br />

düĢecekti? Beyn(i?) ve kol(u?) birbirinden o<br />

güne dek, uzun süreli iktidar anlamında,<br />

bağımsız 38 hareket eden ama siyasal<br />

38 Proletarya ve köylünün emek bilincinin kendisi için


tasarımlarda kendi kamusunu „düĢlemek‟ten<br />

öteye geçemeyen bir ideolojik ve etik kaygı,<br />

iktidar vakti çattığında eli ayağı birbirine<br />

dolaĢmasın diye mi örgüte bu kadar değer<br />

vermeye baĢlayacaktı? Böylesi bir etik kaygı,<br />

hız‟la bağlantı kurularak okunabilir mi?<br />

Nazizmin hız‟ını aĢarken tekrar kendini<br />

yakalamaya çabaladığı 39 anda kendi ahlakını<br />

kurma benmerkezciliği 40 , insanlık geçmiĢine<br />

sınıf anlamında bir iktidara dönüĢtürülmesi sürecinde<br />

„rekabet‟in kapitalist sözlükteki anlamlarından<br />

arındırılması, özelde örgütsel bir tasarımı gerekli<br />

kılmaktadır ki bu da hız‟ı ve eylemi Ģartladığı oranda<br />

teoriyi pratiğin koynuna sokacaktır. Bu bağlamda<br />

Lenin, sosyalist rejimde -burjuva aklının sosyalizmi<br />

yererken kullandığı sıkıcı, rutin, rekabetten uzak ve<br />

durağan kıĢla sistemi argümanlarının aksine- rekabetin<br />

sönümlenmeyeceğini fakat ilk kez rekabetin geniş ve<br />

kitlesel ölçekte örgütleneceğini haber veriyordu.<br />

(…)Çünkü sosyalizm; halkın çoğunluğunu,<br />

yetkinliklerini geliĢtirip kendilerinde o kadar bol olup<br />

da kapitalizmin ezip bastırdığı, boğup öldürdüğü<br />

yetenekleri sergileyebilecekleri emek alanına<br />

çekecektir. (…)ĠĢçilerin bu bağımsız giriĢkenliğini<br />

geliĢtirmek, genel olarak tüm emekçi ve sömürülen<br />

halkın bu yeteneğini mümkün olan en geniĢ Ģekilde<br />

yaratıcı örgütsel çalıĢmaya dönüĢtürmektir. LENIN, V.<br />

Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003), “Rekabet<br />

Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine<br />

Katılımı Üzerine, içinde, NK Yayınları, Ankara, ss. 63-<br />

71; (özgün metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-<br />

9 Ocak 1918.<br />

39 Nazi Almanyası‟nda Yahudilere karĢı yerel halkın<br />

linç giriĢimleri o denli artmıĢtı ki, bir yerden sonra<br />

partinin bu çıplak Ģiddete müdahale etmesi ve Ģiddeti<br />

kontrolü altına alarak yönetmesi, „mücadele‟ formuna<br />

sokması, Ģiddeti merkezileĢtirmesi gerekmiĢti. Kontrol<br />

edilemeyen güç, güç değildi.<br />

40 Burada üzerinde önemle durulması gereken, etik‟in<br />

kuruluĢu ve kitleye ulaĢtırılması sırasında izlenen<br />

yoldur. Bloch‟un sosyalizm eleĢtirisinde Nazilerin<br />

kitleyle kurduğu köprüyü ve ezilmiĢliklerin<br />

mobilizasyonunu sağlayan yöntemlerine dikkat<br />

çektiğini görüyoruz. Ona göre, Nazizmin baĢarısı<br />

“kendini kapitalizm içinde yurtsuz hisseden” insanların<br />

tepkilerini, “anti-kapitalist kıpırtıları” seferber etme<br />

yeteneğinde görülebilmelidir. Bora, Bloch‟un<br />

Erbschaft Dieser Zeit‟ta yurtsuzluk duygusuna,<br />

hoĢnutsuzluklara hitap ederek bunları karĢı-devrimci<br />

bir doğrultuda kıĢkırtmayı bilen Nazi üslubunu<br />

hatırlatır ve Nazilerin sadece olumsuz saiklere değil,<br />

insanların mevcut düzenin ötesine uzanan,<br />

tanımlayamadıkları, kavramsallaştıramadıkları ama<br />

tahayyül dünyalarındaki kadim ütopya öğeleriyle,<br />

dinsel imgelerle, Mesihçi izleklerle, mitolojilerle<br />

rezonans halindeki özlemlerine de hitap edebilmesini<br />

önemser. Naziler, uyguladıkları psiĢik Ģiddetle, bu<br />

26<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

karĢı sorumluluk duymayan arlanmamıĢ<br />

„özgürlüğü‟nden, sürat lüksünden mi<br />

kaynaklanıyordu acaba? Veya sosyalist etiğin<br />

ideolojik kurgusuna öncülük eden, istemese<br />

dahi onu boğazlayan bir geçmiĢe yönelme,<br />

geçmiĢe sorumluluk duyma, tarihe sahip<br />

çıktığı oranda ilerleyeceğine dair inanç‟ı ve<br />

buna göre kendine çizdiği ahlaki tasavvur mu<br />

benmerkezciliğini engelliyor? Tasavvur‟un<br />

tasarruf‟u belirleyebilmesi, tarih‟in hız‟ı<br />

kesmesi ve hız‟ın tarih‟e dönülmediği<br />

müddetçe etiği hızla kurabilmesi, tıpkı<br />

kapitalist ilkelerin toplumun kendisini bir<br />

„piyasa toplumu‟na dönüĢtürebilmesi gibi,<br />

insanlığa karĢı duyulan ahlaki sorumluluğun<br />

her adımda tarihselliğe boğularak geniĢçe<br />

okunması, sosyalizmin hız‟ını sınırladığı<br />

oranda ona hümanist bir „umut‟, Nazizme ise<br />

önüne, „iĢine‟, dolayısıyla örgütüne baktığı<br />

oranda bir ivme ve pragmatizm mi aĢılıyor?<br />

Nazizmin tutkunca kullandığı ve önüne<br />

katarak ilerlediği, sadece kendi ırkına özgü<br />

olduğu için anakronik ve görev odaklı etik<br />

tasarım, insanlık tarihine hapsolan sosyalist<br />

kendi yağında kavrulmacılıkla (yanarak ve<br />

çerçevesini tutturmaya çalıĢtığı için teoriye<br />

mahkûm kalan) „yarıĢ‟ edebilir mi?<br />

Belki de modern örgütlenmenin<br />

Schumpeter‟in andığı üzere, hem bir iç düzen<br />

(burada bürokratik organın kendi hücreleri)<br />

hem de bir kitle mobilizasyonu (tam<br />

anlamıyla bürokrasi ayak ise toplum eldir)<br />

yaratma „doğallığı‟ sosyalizmin kendi etik<br />

kaygısını da biçimlendirmiĢtir. KuĢkusuz bu<br />

„doğallık‟, „piyasa toplumu‟nun kendisini<br />

kurarken kullandığı sembolik, „ezeli ve ebedi<br />

piyasa‟ yanılsamasından öteye düĢebilir ve<br />

hoĢnutsuzluk ve özlemlere değen imgeleri<br />

“montajlayıp” -belki de anakronizmanın kendisini de<br />

dönüĢtürebilecek bir tahrifatla- kullanmıĢlardı.<br />

Komünistlerin, solun yenilgisinin esas nedeni,<br />

“mekanik bir entelektüalizme” düĢerek salt akla<br />

seslenmeleri, insanların kapitalizmin “ruhsuzlaĢtırıcı,<br />

gayrıinsanileĢtirici, mekanikleĢtirici” etkilerinden<br />

muzdarip yanlarını göz ardı etmeleriydi. Bloch‟un<br />

ifadesiyle; “Naziler aldatıcı konuştular –ama<br />

insanlarla. Komünistler tümüyle hakikatten konuştular<br />

-ama şeylerin hakikatinden.” (akt.) BORA, Tanıl<br />

(2007), “Peygamberâne ve „Geveze‟? Ernst Bloch ve<br />

EleĢtirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum ve<br />

Bilim, S. 110, s. 138.


hatta bununla övünebilir ama tehlikeli bir<br />

durakta beklemekte olduğu gerçeğini de göz<br />

önünde tutmalıdır.<br />

Bu geliĢmeler, kapitalizmin mutlak<br />

baĢarıları olmakla beraber, yenileme<br />

imkânlarının sınırlı olması, tekrar edilemeyen<br />

baĢarıların ilerleme odaklı üretim biçimi olan<br />

kapitalizmin sorunlu alanıdır. Kapitalist<br />

geliĢme yukarıda sayılan etmenlerden ötürü<br />

tesadüfi bir ilerleme kaydetmemiĢtir ancak<br />

bundan sonrası, ilerlemenin sınırları<br />

keĢfedildikçe kapitalizmin sonunu<br />

getirebilecek niteliktedir. Birçok iktisatçının<br />

özellikle cari yatırım hacminin azalmasının<br />

kapitalizmin son dönemlerinde büyük<br />

krizlerle karĢılaĢarak yıkılacağı öngörüsü,<br />

1930-40 devresi rakamlarına bakıldığında bu<br />

kadar kesin konuĢulmaması gerektiğini<br />

bildirmektedir. Ne var ki, aynı oranlar yatırım<br />

hacmindeki düĢüĢün kapitalizmin kısa vadede<br />

sorunlar yaĢasa bile uzun vadede bu sorunları<br />

aĢabileceği yönündeki bir iyimserlikle de<br />

yorumlanamaz. Bu açıdan Schumpeter,<br />

tesadüfî rakamların bir öngörünün içeriğini<br />

belirlememesi adına yakın gelecekteki<br />

kapitalizm beklentisini Ģöyle sıralar:<br />

“Kapitalist geliĢme, siyasi güç<br />

yoluyla, kapitalizme düĢman<br />

hukuki ve idari birtakım tedbirleri<br />

bir araya getirdi. Bu birleĢme<br />

daima artacak ve bir gün gelip<br />

kapitalist mekanizmanın iĢleyiĢini<br />

baltalayacaktır. Kapitalist<br />

mekanizmada kısıtlayıcı<br />

uygulamalar, fiyat kontrolleri ve<br />

katılığı mevcut sermaye<br />

değerlerini muhafaza endiĢesiyle<br />

yakından ilgilidir (s. 179).<br />

(...)Ancak kapitalizmin çökmesini<br />

yalnızca sermaye ünitesinin<br />

verimlilik derecesinin düĢmesinde<br />

arayanlar daha uzun zaman<br />

beklemeye mahkûmdurlar (s. 189).<br />

Kapitalist sistemi besleyen mallar<br />

için özel sektörün yatırım ve<br />

giriĢim Ģansı ekonomik<br />

sektörlerdeki doyma, nüfus artıĢ<br />

oranındaki azalma, yeni bölgeler,<br />

teknik yenilikler ve yeni güncel<br />

27<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

yatırımların daha çok kamu<br />

sektöründe görülmesi nedeniyle<br />

azalmaktadır. Nüfus artıĢ<br />

oranındaki azalma, herkesin<br />

ihtiyacı giderilmiĢ olsa bile, ancak<br />

ek nüfusun çıkmasıyla ek talep<br />

karĢılanabilecektir. Özel sektörün<br />

ortaya çıkabilecek açıklarını<br />

kapayamayacağı düĢüncesinden<br />

hareket edilirse, kamu finansmanı<br />

ihtiyacı ortaya çıkacak demektir.<br />

Bu ihtiyaç ise her çeĢit yatırım için<br />

mevcut olacaktır (s. 190).<br />

Arz yönünden de demografik<br />

geliĢme yüzdesindeki düĢüĢün<br />

üretimde de azalmaya neden<br />

olacağını söyleyebiliriz (ss. 180,<br />

181).”<br />

Kapitalist süreç, büyük iĢletmelerde<br />

kurumsal çerçevede burjuvazinin hâkimiyetini<br />

sorgular hale gelmiĢtir. Tek Ģahıs ya da aile<br />

mülkiyetine dayalı iĢletmeden ücretli<br />

yöneticiler, Ģef ve Ģef yardımcılarının ağırlık<br />

kazandığı yapılanmaya geçilmiĢtir.<br />

ĠĢletmelerde bir de büyük ve küçük<br />

aksiyonerler çalıĢmaktadır. Ġlk grup memur<br />

zihniyetine bürünmekte, aksiyonerlerin<br />

çıkarlarına uymamaktadırlar. Büyük<br />

aksiyonerler ise Ģirketle bağlantılarını sınırlı<br />

tutmakta, Ģirkete yön verecek atılımlara<br />

giriĢmemektedirler. Küçük aksiyonerler,<br />

düĢük bir gelir kaynağı olarak gördükleri<br />

Ģirkete sınırlı çalıĢma saatleri dıĢında emek<br />

harcamayı istememektedirler. Hisse<br />

senetlerine dayanan birçok Ģirketin geliri,<br />

ortaklarının yatırıma ve yeni yaratıcı kararlar<br />

almaya dönük hamlelerinin olmaması,<br />

çalıĢanlarının kurumsal iĢ akitlerini yaratıcılık<br />

sağlayan çalıĢmalar üzerinden yürütmemeleri<br />

nedeniyle sistemi kilitlemektedir. 41<br />

Schumpeter'in kapitalizmin<br />

geliĢiminde temel belirleyicilerden biri<br />

saydığı giriĢimcilik iĢlevi, ilerlemeyi temel<br />

ilke edinmiĢ bu sistemin sürekli bir durgunluk<br />

evresine girmesiyle zayıflayacaktır. GiriĢimci,<br />

kazanç ve faiz oranları azalacağından yeni<br />

41 age., s. 219-220.


yatırımlara yönelemeyecektir. Burjuvazi,<br />

geliĢemediği ve yıkıcı yaratıcılık iĢlevini yeni<br />

yatırımlar için kullanamadığı anda ticari<br />

iĢletmelerin idaresinde personellerin<br />

bürokratik iĢlemlere dönmesiyle farklılığını<br />

yitirecektir. Ġnsan enerjisi iĢ hayatından<br />

çekilecek, ekonomi dıĢı ve rutin eylemler faal,<br />

dinç zihinleri kendine çekmeye<br />

baĢlayacaklardır. Bu durumda sosyalizm,<br />

rasyonelleĢmiĢ aklın kâr güdüsüyle<br />

iĢletmelerde yönetim modelleri oluĢturma<br />

algısını terk etmesiyle sanki kendiliğinden<br />

gelecektir. Sistem bir kapitalist üretim<br />

iliĢkileri biçiminde sürse bile, giriĢimciliğin<br />

bir malı bulmanın ya da iĢletme için elveriĢli<br />

Ģartları yaratmanın ötesinde o iĢi<br />

'gerçekleĢtirmek' olan iĢlevi, diyalektik<br />

biçimde, teknik imkânların artmasıyla aykırı<br />

yeniliklerin getirilmesini zorlaĢtıracaktır.<br />

Teknik ilerleme, ısmarlama iĢ yapan, pratik<br />

sonuçlara ulaĢan uzmanların eline<br />

kalabilecektir. 42 Kısacası, kapitalist geliĢme<br />

sona erer veya tamamen otomatik hale gelirse,<br />

endüstriyel burjuvazinin desteği, sıradan idari<br />

iĢler için ödenen ücretlerle, bazı rant ve tekel<br />

kârlarıyla sınırlanacaktır. Dev endüstri,<br />

yalnızca orta büyüklükteki iĢletmeyi değil,<br />

müteĢebbisin gelirini ve varlık nedenini<br />

ortadan kaldıracaktır. 43<br />

42 Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, c. 1, ss. 204-<br />

207.<br />

43 age., s. 210.<br />

28<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Kaynakça<br />

ARSLAN, D. Ali (2007), Elit <strong>Sosyoloji</strong>si, Ankara: Phoenix<br />

Yayınları.<br />

BORA, Tanıl (2007), “Peygamberâne ve „Geveze‟? Ernst<br />

Bloch ve EleĢtirel Teori: Akrabalıklar ve mesafeler”, Toplum<br />

ve Bilim, S. 110, 2007.<br />

BOTTOMORE, B. TOM (çev. MUTLU, Erol) (1997),<br />

Seçkinler ve Toplum, 2. Baskı, Ankara: Gündoğan Yayınları.<br />

KOVANCI, Onur (2003), Kapitalizm, Yoksulluk ve<br />

Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz Yoksul<br />

Yasaları, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.<br />

LENIN, V. Ilyiç (çev: ÇULHAOĞLU, Metin) (2003),<br />

“Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?”, Halkın Devlet Yönetimine<br />

Katılımı Üzerine, içinde, Ankara: NK Yayınları; (özgün<br />

metin), Toplu Eserler, c. 26, ss. 404-415, 6-9 Ocak 1918.<br />

MILLS, John Wright (1974) (çev. OSKAY, Ünsal), İktidar<br />

Seçkinleri, Ankara: Bilgi Yayınları.<br />

POLANYI, Karl (çev. BUĞRA, AyĢe) (2006), Büyük<br />

Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, 5.<br />

Baskı, Ġstanbul: ĠletiĢim Yayınları.<br />

SCHUMPETER, A. Joseph (çev. AKOĞLU, Tunay) (1974),<br />

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Ġstanbul: Varlık<br />

Yayınları, 3. Baskı, c. 1.<br />

SCHUMPETER, A. Joseph (çev: TINAZ, Rasin) (1971),<br />

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Ġstanbul: Varlık<br />

Yayınları, c. 2.<br />

VON BOHM-BAWERK, Eugen (2006) (çev. MADENCĠ,<br />

Can), Marx ve Marksist Sistemin Bitişi, Ankara: Liberte<br />

Yayınları.


SINIF VE KİMLİK<br />

<strong>Cihad</strong> <strong>Özsöz</strong> 1<br />

Giriş<br />

Sınıfla ilgili tartışmalar sosyoloji<br />

literatüründe geniş bir yer tutar. İncelenen<br />

toplumdaki sınıfların hangi değişkenler<br />

temelinde ele alınacağı, birlikteliklerin ya da<br />

ayrışmaların hangi noktalardaki benzerlikler<br />

ya da farklılıklar üzerinden kendini gösterdiği<br />

hep tartışma yaratmış konulardır.<br />

Kimlik kavramı da aynı şekilde farklı<br />

yaklaşımlarla ele alınan önemli bir kavramdır.<br />

Bu kavramın ele alınışında da “aynı kimlik”<br />

ve “farklı kimlik” algısını yaratan etkenlerin<br />

neler olduğu farklı farklı düşünürler<br />

tarafından farklı şekillerde ele alınmıştır. Bu<br />

çalışmada sınıf ve kimlik kavramlarına dair<br />

dile getirilen farklı yorumlar ele alınmaya<br />

çalışılacak, aralarındaki farklar ve iç içe<br />

geçtikleri alanlar Gökalp, Bradley,<br />

Rutherford, Pietsch, Belek, Erbaş ve<br />

Coşkun’un çalışmaları üzerinden tespit<br />

edilmeye çalışılacaktır.<br />

Sınıf ve Yeni Sol<br />

Klasik sınıf anlayışı, Marx’ın<br />

temellerini attığı bir bilinçlilik halinden<br />

filizlenir ve sosyal varoluş, yani maddi<br />

deneyimler bu bilinci oluşturan etkinliklerdir.<br />

Bireyler gündelik hayattaki gözlemlenebilir<br />

gerçekliklerle bilinçlilik kazanırlar ve bu<br />

gerçeklikleri yaratan da üretim araçlarına<br />

sahipliktir. Ya da başka bir deyişle üretim<br />

araçlarını yönetenler, toplumdaki fikirleri de<br />

yönetmekte veya yönlendirmektedirler.<br />

1 Anadolu Üniversitesi <strong>Sosyoloji</strong> Bölümü Doktora<br />

Öğrencisi<br />

29<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Weberyan görüş ise kişilerin gündelik<br />

hayattaki pratiklerini ya da bilincini etkileyen<br />

faktörlerin maddi faktörlerle sınırlı olmadığını<br />

savunmaktadır (Bradley, 1996: 70-71).<br />

Weber’e göre cinsiyet, ırk, hiyerarşideki statü<br />

gibi etkenler ekonomik sınıf konumunu da<br />

belirleyen bir etkiye sahiptirler (Belek, 1999:<br />

215).<br />

Bu tanımlar, işçi mücadelesi içerisinde<br />

yaşanan bazı çatışmalarla gözlemlenebilir<br />

birer veri haline gelmişlerdir. Örneğin<br />

Rutherford, 1983’te katıldığı Komünist<br />

Parti’nin “bütün toplumsal ilişkileri sınıfın<br />

belirleyici varlığına indirgeyen dar bir<br />

ekonomik materyalizm tanımı”yla hareket<br />

ettiğinden söz eder (1998: 14). Bu tanım sol<br />

hareket içerisindeki bazı ayrımcılıkları da<br />

görünür hale getirmiştir. Marxist gelenek sınıf<br />

mücadelesini dar bir çerçevede, yani<br />

“sermaye sahibi sınıf” ve bu üretim sürecinde<br />

“çalışan yetenekli beyaz erkekler” başlıkları<br />

altında ele alarak eşitsizliğe maruz kalan<br />

başka insanları görememe yanılgısına<br />

düşmüştür (Bradley, 1996: 73).<br />

Sınıfın tanımlanmasında ortaya çıkan<br />

sorunlar sınıfın yeni boyutlarına yapılan<br />

vurgularla dile getirilmeye başlanmıştır.<br />

Örneğin mevcut orta sınıfın konumunun ne<br />

olacağı –ki bu orta sınıf sorununa Callinicos<br />

da dikkat çekmektedir (Belek, 1999: 231)-,<br />

yahut Poulantzas’ın yaptığı gibi üretken ve<br />

üretken olmayan emeğin ayrımının yapılması<br />

bu vurguların önde gelenlerindendir (Erbaş ve<br />

Coşkun, 2007: 8).


Poulantzas’ın yanı sıra Carchedi’nin<br />

üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar,<br />

artı değer sömürüsü yapanlar ve yapmayanlar,<br />

emek işlevlerini yerine getirenler ve sermaye<br />

işlevlerini yerine getirenler üzerinden yaptığı<br />

ayrım da bir başka tanım ya da ayrım olarak<br />

dikkat çekmektedir. Wright ise üretim<br />

araçlarının kontrolü, emekgücünün kontrolü<br />

ve yeni yatırımların/kaynakların kontrolü<br />

başlıkları üzerinden sınıfın yeni bir şemasını<br />

çıkarma çabasına girişmiştir (Belek, 1999:<br />

225-228).<br />

Ezilen sınıfın çeşitliliğine vurgu yapan<br />

ve tanımlama güçlüklerine dikkat çeken “yeni<br />

sol” yaşanan tek problemin sermaye sahibiyle<br />

çalışan erkekler arasında olmadığını gösterme<br />

çabasına girişti. Ev işgalleri, feminizm, cinsel<br />

politika gibi işçi haklarını savunan ve sol<br />

gruplarca da özen gösterilmeyen konular ön<br />

plana çıkarılmaya başlandı (Rutherford, 1998:<br />

15). Farklılık vurgusu yapan bu yeni<br />

hareketler uzun vadede, herkesin siyasi olarak<br />

bir hak talebiyle sesini yükseltmesini<br />

beraberinde getirdi.<br />

Kimlikler patlaması olarak<br />

adlandırılan bu durum farklılıkların dile<br />

getirilmesiyle ortaya çıkmış ve aynı zamanda<br />

farklılıkların çoğalmasını sağlamıştır (Gökalp,<br />

2004: 60). Sınıf birlikteliği ve dayanışmayı<br />

öncelerken, ortaya çıkan kimlikler farklılıkları<br />

vurgulayarak varlıklarını ispatlama yoluna<br />

gidiyorlardı. Bu kimlik patlaması ortamında<br />

sınıfı önceleyenlerin beklediği farklılıkların<br />

ortadan kalktığı homojen bir birliktelik pek<br />

mümkün görünmüyordu.<br />

Rutherford’a göre Komünist Parti ve<br />

yeni sol hareketler özelinde sol hareketin<br />

yaptığı yanlışlık devletçi politikanın dışına<br />

çıkamamaları ve kimliklerin de sınıf gibi sabit<br />

birer kategori olduğuna inanmalarıydı (1998:<br />

19). Yeni sol, başlarda Marxist çerçeveyi<br />

aşmayı başaramadı ve farklılıklar<br />

vurgulanarak yola çıkmış olsa da nihayetinde<br />

klasik homojenlik vurgusu sürdü. Yani halen<br />

sınıfın tüm farklılıklara rağmen bir bütün<br />

olduğu kabul ediliyor, herkesin bu bütünlükte<br />

birleşmesi isteniyordu.<br />

1984 madenci grevine kadınların<br />

verdiği destek sınıf ve cinsiyet ilgisine<br />

yönelik bazı değişikliklerin oluştuğunu<br />

30<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

düşündürse de (Bradley, 1996: 73) “grev<br />

dönemi, kendisinin ahlaki doğru olduğunu<br />

iddia eden bir sınıf politikasının egemenliği<br />

altındaydı”. Kadınların “çalışan sınıfın<br />

kadınları” adı altında greve verdiği destek<br />

övülse de öncelik “çalışan sınıf”ta kalmış,<br />

“kadın” hareketi destek görmemiştir. Arrighi,<br />

Wallerstein ve Hopkins’e göre örneğin kadın<br />

hareketinin bu yalnız kalmışlığı onun apolitik<br />

doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalist<br />

sistemden kaynaklı bir dışlanmışlık söz<br />

konusudur ancak örgütlenmedeki<br />

problemlerden ve eksikliklerden dolayı yeni<br />

toplumsal hareketler potansiyel güce sahip<br />

olsalar dahi gereken etkiyi gösterememişlerdir<br />

(Erbaş ve Coşkun, 2007: 15).<br />

Marxist temelli sınıf anlayışının farklı<br />

kimlikleri dışlamasıyla ilgili olarak<br />

Rutherford’un yaptığı bir diğer eleştiri de<br />

ekonominin belirleyiciliğine verilen önemle<br />

ilgilidir. Marx’ın “tarihi insanlar yapar ama<br />

kendi seçtiğimiz koşullar altında değil”<br />

sözünü hatırlatan Rutherford, bu sözü<br />

Althusser’e eleştiri mahiyetinde yeniden<br />

yorumlar ve “Ekonomi Hazretleri”nin nihai<br />

belirleyici olmadığını, koşulları etkileyen bir<br />

yapısı olduğunu, ancak bu yapının sonuca<br />

doğrudan etki etmediğini ifade eder<br />

(Rutherford, 2004: 18-20).<br />

Kimlik<br />

Artık yapılması gereken farklılıkların<br />

da hesaba katıldığı demokratik bir yaklaşımın<br />

geliştirilmesiydi. Bu durum kültürlerin<br />

kutsanmasını ve farklı kimliklerin varlığının<br />

tanınması taleplerini doğurdu.<br />

Farklılıkların vurgulanması yoluyla<br />

kimliklerin bir sorunsal haline gelmesi ise ilk<br />

olarak dilde kendisini göstermeye başladı.<br />

Derrida etkisi olarak da adlandırabileceğimiz<br />

bu durum bir kimliğin inşasının nasıl<br />

gerçekleştiğinin de açıklaması gibidir. Batı<br />

bilgi sistemlerinin yapı bozumu yoluyla<br />

hiyerarşik yapının nasıl gizlendiğini ortaya<br />

çıkarma çabasına girişen Derrida “bir<br />

kimliğin inşası inkar ettiğini dışlamasına<br />

dayanır” demektedir (Gökalp, 2004: 70).<br />

Merkez iktidarını meşrulaştırmak için,<br />

kendisini inkar edeni ötekileştirirken, her iki<br />

taraf da kendisini diğerinin elinden


çektiklerini anlatarak var etme yoluna gider<br />

(Pietsch, 2007: 345). Bu inkar yoluyla öteki<br />

anti-tez gibi sunulur ancak “Siyah Güzeldir”<br />

gibi özellikle güzelliği ve olumluluğu<br />

vurgulayan bazı söylemler bu ötekileştirici<br />

katı tavrı kırmayı başarır (Rutherford, 1998:<br />

23).<br />

Bu noktada kimliğe dair yapılmış iki<br />

temel tanımı ele alabiliriz. Gökalp’in<br />

Grossberg’den alıntıladığı bu iki kategoriden<br />

biri özcü yaklaşımdır. Buna göre kimlik verili,<br />

sabit bir gerçekliktir ve “bireyi oluşturan<br />

kendiliğinden var olan tözsel bir benlik olarak<br />

tanımlanır”. Diğer kategoriyi ise kimliğin inşa<br />

edilmiş olduğunu vurgulayan ve ağırlıklı<br />

olarak “Kültürel Çalışmalar” okulu tarafından<br />

işlenen kimlik tanımı oluşturur. Bu tanım<br />

kimliği sabit bir kategori ve tamamlanmış bir<br />

proje olarak görmez. Buna göre kimlik<br />

tarihsel süreç içerisinde sürekli değişim<br />

geçiren, yeniden üretilen ve “daima oluşum<br />

halinde” olan bir gerçekliktir (Gökalp, 2004:<br />

64).<br />

Kimlik, birden çok söylem ile inşa<br />

olmakta ve bireyler bu sayede birden çok<br />

kimliğe sahip olmaktadırlar. Bu kimliklerden<br />

birisine sahip olan birey diğerini her zaman<br />

dışlamak zorunda değildir (Gökalp, 2004: 67).<br />

Sözünü ettiğimiz bu çoğulcu ve inşacı kimlik<br />

anlayışına göre kimlikler yansız değildirler ve<br />

kendilerini meşrulaştırma çabası<br />

içerisindedirler. Bu çabalar çoğulcu bir kimlik<br />

anlayışı doğurarak sınıf merkezli dar bakış<br />

açısını geçersizleştirmiştlerdir (Gökalp, 2004:<br />

71).<br />

Demokrasiyi sivil toplum alanına<br />

sıkıştıran bu anlayış bu sefer de kimlik/fark<br />

söylemleri dışında kalan etkenleri göz ardı<br />

ettiği için eleştirilmeye başlanmıştır. Bir nevi<br />

sınıf temelli yaklaşımları eleştirenler, sınıf<br />

üzerinden teori geliştirenlerin düştüğü hataya<br />

düşmüşlerdir. Oysa sivil toplumun<br />

söylemlerini özgürce dile getirmesinin<br />

yanında sosyal adalet ve eşitlik gibi önemli<br />

dengelerin de kurulması gerekmekte, ancak az<br />

gelişmiş ülkelerde bu konuda ciddi sıkıntılar<br />

yaşanabilmektedir (Erbaş ve Coşkun, 2007:<br />

21). Farklılıkların kimliklerin savunusu<br />

yoluyla korunması çabasının önüne geçilemez<br />

çatışmaları tetiklemesi de söz konusudur.<br />

31<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Farklılığa vurgu yapan politikaların<br />

beklenenin aksine gerici ve ötekileştirici<br />

politikalar ürettiği görülmüştür (Erbaş ve<br />

Coşkun, 2007: 23). Pietsch ise sınıf<br />

politikasından kimlik politikasına geçişin<br />

“Aydınlanmanın evrenselleştiricilik projesini<br />

ortadan kaldırmak” anlamına geldiğini ve<br />

sivil toplumu yıpratacağını düşünmektedir<br />

(2007: 345).<br />

Gelinen noktada saldırganlığın ve<br />

ırkçılığın kendisini gösterdiği bir gerçektir.<br />

Çünkü, Hall’ün de uyardığı gibi, iktidar<br />

varlıkları ve bilhassa ulus-devlet kimlikleri<br />

düşüşe geçtiklerinde çevrelerindekileri de<br />

kendi yanlarında götürecek katı bir ırkçılığa<br />

bürünmektedirler. Özellikle milli kimliklerle<br />

ilgili yapılan eleştirilerin bu tip riskler içerdiği<br />

bir gerçektir (Gökalp, 2004: 62). Bu yüzden<br />

“bir iyileştirme ve onarma kültürü gerekli”<br />

hale gelmiştir (Rutherford, 1998: 27).<br />

Kimliklerin vaat ettiği demokratik ortamın<br />

sağlanamaması ve aksine ortaya çıkan şiddete<br />

dayalı kutuplaşmalar bazı çözüm önerilerini<br />

de beraberinde getirmiştir. Mungan’ın bu<br />

konudaki belirlemelerini Gökalp şu şekilde<br />

aktarmıştır:<br />

Önemli olan, bir kimliği<br />

“savunurken, aynı zamanda<br />

tarihsel bir kategori olan o<br />

kimliğin aşılması sürecinin<br />

mücadelesini de içermesidir.<br />

Kimlikler ancak o zaman<br />

hapishanemiz olmaktan çıkar”<br />

(2004: 75).<br />

Kimliğin aşılmasının kabulü demek,<br />

onun tarihsel olarak dinamik bir inşa<br />

olduğunun da kabul edilmesi anlamına gelir<br />

(Rutherford, 1998: 25).<br />

Kimlikle ilgili yapılan önemli bazı<br />

ayrımlara dikkat çekmek yerinde olacaktır. İlk<br />

olarak, psikologlarca üzerine çalışılan bireysel<br />

kimlik ve daha çok sosyologların çalışma<br />

alanı olan toplumsal (ya da kültürel kimlik)<br />

ayrımından söz edebiliriz.<br />

“Bireysel kimlik kendiliğin<br />

inşasına gönderme yapar:<br />

benzersiz birey olarak kendimiz


hakkındaki kendi hissimizdir,<br />

kendimizi nasıl algıladığımızdır ve<br />

diğerlerinin bizi nasıl gördüğü<br />

hakkındaki düşüncemizdir”<br />

(Bradley, 1996: 24).<br />

Toplumsal (ya da kültürel) kimlik<br />

ise:<br />

“Zaten var olan bir şey değildir;<br />

zaman, mekan, tarih ve kültürün<br />

ötesine geçer. Kültürel kimlikler<br />

bir yerlerden gelir, tarihleri vardır.<br />

Ama tarihsel olan her şey gibi,<br />

sürekli dönüşüme maruz kalırlar”<br />

(Hall’den akt. Gökalp, 2004: 68).<br />

Bu kimlikler yaşanmış ilişkilerin<br />

çeşitliliğinden türerler ve (eşitsizliklerde<br />

olduğu gibi) bireyleri etkilerler (Bradley,<br />

1996: 24).<br />

Toplumsal kimliğin alt başlıkları olan<br />

pasif kimlik, aktif kimlik ve politik kimlik<br />

ayrımı ise bireylerin eylemliliği noktasına<br />

odaklanmaktadır. Pasif kimlikler yaşanmış<br />

ilişkiler sonucu edinilen ancak herhangi bir<br />

eyleme dönüşmeyen kimlikler, aktif kimlikler<br />

ise bireylerin hakkında bilinçli oldukları ve<br />

eylemlerine zemin sağlayan kimliklerdir.<br />

Eylemlere sabit bir zemin bulunduğunda ve<br />

bireyler kendilerini bir kimliğin kavramlarıyla<br />

düşünüp tanımlamaya başladığında ise bu<br />

kimliğin artık politik bir kimliğe<br />

dönüştüğünden söz edebiliriz (Bradley, 1996:<br />

25-26).<br />

Sonuç: Sınıfın Yeni Konumu<br />

Peki kimlik tanımlarının bu denli<br />

çeşitlendiği ve sabit bir sınıfsal yapıdan<br />

ziyade dinamik bir kimlikler bütününün<br />

öncelendiği bu dönemde sınıf kavramı ne<br />

durumdadır? İncelediğimiz makalelerdeki<br />

ortak kanı ekonomik ilişkilere dayalı sınıf<br />

anlayışının da sosyal kategoriler setine dayalı<br />

sınıf analizinin de nihayete ermediğidir<br />

(Bradley, 1996: 79).<br />

Her ne kadar eleştiri süreci sınıf<br />

teorilerinin düşüşü ve yeni toplumsal<br />

hareketlerin yükselişine denk gelmiş olsa da<br />

“sınıf hala toplumsal dinamikleri kavramayı<br />

sağlayan toplumsal bir gerekliliktir..”<br />

(Rutherford, 1998: 10-11). Özellikle Erbaş ve<br />

32<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Coşkun bu konuda ümitli konuşmaktadırlar.<br />

Onlara göre, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi,<br />

sınıf teorilerinin düşüşünün ve yeni toplumsal<br />

hareketlerin yükselişinin “sınıfın varlığını<br />

maskelemiş olması onun gelecekte de böyle<br />

olacağı anlamına gelmemektedir” (2007: 22).<br />

Belek’e göre ise:<br />

Mesleki farklılıklardan ileri gelen<br />

gruplaşmalar varlığını<br />

sürdürmekte, hatta meslek, genel<br />

olarak bütün emek piyasası içinde<br />

beceri, yaratıcılık, talep edilirlik,<br />

pazarlık gücü, hareket yeteneği<br />

bakımlarından avantaj ya da<br />

dezavantajlar sağlayabilmektedir<br />

(1999: 214).<br />

Yapılması gereken sınıf analizlerinde<br />

toplum içerisindeki farklılaşmaların<br />

nedenlerini gözlemlemeye çalışmaktır. Bu<br />

nedenler salt ekonomik olmadığı gibi,<br />

tamamen ekonomi dışı da değildirler. Ezenezilen,<br />

sermayedar-çalışan, patron-işçi<br />

ikilikleri çok farklı alanlarda farklı isimlerle<br />

farklı iktidar mücadeleleri olduğunu inkar<br />

etmemizi gerektirmemektedir. Aynı şekilde<br />

farklı iktidar mücadelelerinin varlığı da<br />

ekonomi temelli mücadelelerin olmadığı<br />

anlamına gelmez. Bu konuda özellikle<br />

Rutherford’un belirlemeleri çok önemlidir<br />

çünkü hem cinsiyet hem de siyasi kimlik<br />

tercihlerinden dolayı yaşadığı tecrübeleri<br />

makalesinde ayrıntılı olarak dile getirmiştir.<br />

Kaynakça<br />

Belek, İlker (1999) “Postkapitalist” Paradigmalar,<br />

Sorun Yayınları, İstanbul<br />

Bradley, Harriet (1996) Fracturated Identity:<br />

Changing Patterns of Inequality, Polity Press<br />

Erbaş, Hayriye ve Coşkun, Mustafa Kemal (2007)<br />

Sınıf Kimliğinden Kültürel Kimliğe: Fark/Kimlik<br />

Politikalarının Yükselişi, Fark/Kimlik Sınıf içerisinde, Der.<br />

H. Erbaş vd., EOS Yayınevi, Ankara<br />

Gökalp, Emre (2004) Kimlik, Farklılık ve Kimlik<br />

Siyaseti, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,<br />

Cilt 1, Sayı 2, S. 59-78<br />

Pietsch, Carl (2007) Sınıf, Milliyetçilik ve Kimlik<br />

Politikaları, Fark/Kimlik Sınıf içerisinde, Der. H. Erbaş vd.,<br />

EOS Yayınevi, Ankara<br />

Rutherford, Jonathan (1998) Yuva Denilen yer:<br />

Kimlik ve Farklılığın Kültürel Politikaları, Kimlik, Topluluk,<br />

Kültür, Farklılık içerisinde, Sarmal Yayınları, S. 7-29


BAUHAUS GELENEĞĠNE BAKIġ<br />

Petek Beyazova *<br />

“İfade, kerameti kendinden menkul bir<br />

'deha'nın keyfi dışavurumları değil, her<br />

insanda paylaşılmış olarak bulunduğu<br />

farzedilen, 'doğal' bir güç olduğu<br />

anlaşılan 'dehanın' işlenerek,<br />

uğraşılarak ve düzenlenerek bir 'sanat<br />

eserine' dönüşmesidir.”<br />

Ulus Baker<br />

Gelenek ve Teori<br />

Birinci Dünya Savaşı'na giden yolda -<br />

ulus devletler çağı- tüketim alışkanlıklarının<br />

değiştiği dünyada üretim tarzları da değişime<br />

paralel olarak farklı çevrelerce başka<br />

söylemlerle kendilerini var etmeye çalıştı.<br />

Bauhaus'un doğuşunun izini burada bulmak<br />

mümkündür. Sanatı ve zanaatı baskı altında<br />

tutan siyasi güç, sanatçının görevi, üslubu gibi<br />

öznel meseleleri doğrudan üretim ilişkilerine<br />

bağlayarak tartışıyordu.<br />

1907'de kurulan Deutsche Werkbund<br />

adlı, üyelerinin çoğunluğunu sanatçı ve<br />

mühendislerin oluşturduğu dernek bu<br />

tartışmaların gündem oluşturduğu ilk yerdir.<br />

Derneğin üyelerinden Hermann Muthesius,<br />

demokrat Friedrich Naumann'la sanat<br />

politikası ve üretim hakkında benzer görüşleri<br />

paylaşıyordu. Devlet nezdinde sanat, tipler<br />

oluşturarak seri üretim ile ticari çıkarlar için<br />

sanatçıyı kısıtlayan, ulusal bir sağduyu ile<br />

kuşatan, zorlama bir üretim öneriyordu.<br />

Hermann Muthesius da 'Werkbund'un<br />

Gelecekteki Çalışmaları' adlı konuşmasında bu<br />

fikirleri alenen destekliyordu. Aynı oturumda<br />

Henry van Velde 1 sözü alarak şiddetli bir<br />

biçimde Muthesius'a karşı çıktı (Maciuika,<br />

2009: 38). Van Velde'nin sanatçının<br />

özgürlüğünü savunan konuşmasından sonra<br />

Werkbund katılımcıları bir anlamda taraflarını<br />

seçerek yorumlarda bulundular. Takriben<br />

birçok mektup, makale ve tartışmanın temel<br />

* Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,<br />

Sanat Tarihi Bölümü<br />

1 Art Nouveau'nun Belçika'daki öncülerinden.<br />

33<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

sorunu haline gelen bu meseleden Bauhaus'u<br />

oluşturacak düşünce ve üslup doğdu.<br />

1919'da Weimar'da Bauhaus<br />

Manifestosu kendini bir nesnel yapı olarak var<br />

etmeye başladı. Bu yapı, içinde tasarım eğitimi<br />

verilecek bir okul binasıydı. Açılış Walter<br />

Gropius'a atfedilse de düşünsel boyutta ilk<br />

adımları atan Van Velde ile de anılmaktadır. H.<br />

Muthesius, F. Naumann, Werkbund genel<br />

müdürü Enrst Jackh ve Werkbund'daki<br />

destekçilerinin; tipler yaratma/standardizasyon<br />

konusunda çalışmaları ve dayatmaları temelde<br />

Alman Kültür'ünü bir emperyal erk, temsilen<br />

bir stili, uluslar arası bir model haline getirmek<br />

üzerine şekillendiğinden, politikacılar<br />

tarafından milli duyguları perçinleyecek<br />

sözlerle savunulmuştur. Ancak terslik de<br />

şuradadır ki; üretim uzun vadede halkın<br />

refahını sağlayacak finansı ihracatla elde<br />

edecek, ancak satın alma gücü kısa vadede<br />

iyileşmeyen halk halen vergiler veya düşük<br />

gelir sebebiyle ihtiyacı olanı ya da çok daha<br />

kritik bir mesele olan, tasarımından dolayı<br />

beğendiği lükse sahip olamayacaktır.<br />

Bauhaus bu eksende toplumcu bir<br />

üretim tarzı önermektedir; kolay erişilebilir,<br />

ucuz, dayanıklı tasarım. Ancak politik açıdan<br />

değerlendirildiğinde Doğu'daki devrimlerden<br />

etkilendiği düşünülse de bir sosyalist<br />

ideolojiyle toplumcu değil, keza Nazi<br />

döneminde milliyetçi sağduyudan uzak ve<br />

ortaya çıktığı zamanın politikacıları gibi<br />

emperyal kaygıları olan bir tutumda da


değildir. Bu noktada sanatı siyasetten ayırmak<br />

çok mümkün olmuyor.<br />

Bauhaus yeniliğin inşasıdır. Modernizmin<br />

bu inşadaki rölü, evdeki en küçük nesneden<br />

başlayarak tüm eşyayı dönüştürmek ve bir<br />

yaşama biçimi yaratmak, bu değişimlerden<br />

alışılageldiği üzere sadece aristokrasinin değil,<br />

gittikçe bir tehdit olarak yükselen orta sınıfın<br />

da ulaşabileceği değerler biçmektir. Bu haliyle<br />

imlediği tek şey demokrasinin kendisidir. Bazı<br />

çalışmalarda gösterilen halkçı tarafı da başta<br />

Werkbund'da dile gelmiş ihracat çıkarları<br />

hususunda, aynı paradigmayı öngördüğünden<br />

tutarsız görünüyor. H. Muthesius<br />

standarlaştırma önerererek uluslar arası bir<br />

markalaşma öneriyorduysa, Bauhaus bir<br />

Alman stili iddiasıyla kültürel bir yayılma<br />

öngörür. Bu büyük planlar, ırak hegemonyalar<br />

bir biçimde aynı kulvardadır. Ama niyetlerin<br />

farklı olduğunu politikacılarla kimlerin kahve<br />

içtiğine bakarak anlayabildiğimiz gündelikiçgüdüsel<br />

noktadayız. Ve bu açıktır ki<br />

Muthesius cenahıyla Gropius cenahı birbirine<br />

üretim-tüketim öngörüleri konusunda<br />

Doğu'daki ve Batı'daki devrimler kadar zıttır.<br />

Bauhaus'un tasarım ve üretim tarzına bakarak<br />

bu gerçeğe ulaşılabilir.<br />

Şatafattan tamamen uzaklaşan, çekiciliğini<br />

sadeliğinden alan şey… İşlevselliği<br />

tasarımının önüne geçtiği gibi, bir süre sonra<br />

tasarım işlevselliğine uygun izler taşımaya<br />

başlar. Amaç gündelik hayatı kolaylaştıran, bir<br />

şey satın alındığında bir benzer diğer şeyi satın<br />

almanızı engelleyecek bir dayanıklılık ve en<br />

önemlisi aitlik, modern bir alman stiliyle<br />

modern bir Alman gibi hissetmeyi satmaktır.<br />

Bu durum günümüzde orta sınıfın<br />

alışkanlıklarının değişmesine benzetilebilir.<br />

Ekolojik bir makine satın alındığında, bir<br />

anlamda belli bir entelektüel elitin içinde<br />

hissedilerek alternatif bir şekilde yine aynı<br />

şirkete finansal, piyasaya ekonomik bir destek<br />

sağlanmış olunur. Bauhaus'un modernizmle,<br />

büyümeyle, üretimle ilişkisi bu doğrultudadır.<br />

Bauhaus bir tasarlama, dizayndan çok<br />

bir model yaratır. Bu model bakmaya<br />

alışagelinen en sıradan gündelik şeyi dahi<br />

estetize ederek, bir günün her evresinde, bir<br />

evin her odasında yalın, sindirilmiş bir stil<br />

haline gelmek ister. Bu yüzden estetik ile şeyi,<br />

34<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

sanat ile işlevselliği, soyut ile kesinliği<br />

buluşturan geometrik formdadır (Artun, 2009:<br />

189-190). Bu keskin formlar aynı zamanda<br />

Bauhaus derslerinde görmeyle ilgili bir eğitim<br />

tekniğinin formlarıdır. Bauhaus eşyayı yaşama<br />

ve eşyayı izleme arasında kurulan bir<br />

köprüdür. Bu köprünün hatları geometriktir.<br />

Eğitim ve Pratikler<br />

Bauhaus bir öğreti olarak<br />

değerlendirilirse, tam da bir pedagojik karşılık<br />

bulacaktır; 'öğrenen merkezli eğitim'.<br />

Bauhausçuların sanatçıya bakışaçısı bu konuda<br />

ipucu verebilir; yeteneksiz insan yoktur, her<br />

birey nasıl yapıldığını öğrendiğinde bir<br />

sanatçıya dönüşebilir. Bauhaus'ta genel<br />

öğretmen öğrenci/usta çırak ilişkisi bu bilincin<br />

üzerine kurulmuş olup zaman içindeki eğitmen<br />

figürlerine göre muhtelif pedagojik yöntemler<br />

geliştirmiştir. Paul Klee, Johannes Itten, Vasily<br />

Kandinsky, Josef Albers gibi isimler<br />

Bauhaus'un önemli eğitmenleri arasındadır.<br />

Temel Tasarım Eğitimi'nin yalnızca<br />

Bauhaus ekolüyle ilişkilendirilmesi haksızlık<br />

olacaktır. Avrupa'da sanat eğitiminin nerede<br />

başlayacağı, nasıl süreceği üzerine felsefi,<br />

pedagojik bir tartışma sürmektedir. Bauhaus'ta<br />

Temel Tasarım derslerine “Vorkurs”<br />

deniliyordu. Bu dersler öğrencilerin sanatla<br />

tanışma aşamasında aldıkları bir ön ders<br />

mahiyetindeydi. Temelde görsel algıyı<br />

geliştirmek için 'Gestalt İlkeleri'ni<br />

benimseyerek, parçadan bütüne varmayı<br />

öğretmeyi amaçlar ve düzen içindeki parçaları<br />

bir bütün halinde görüp yorumlardı.<br />

Bauhaus'un ilk senelerinde Johannes<br />

Itten pedagojisi etkindir. Yaklaşımı karakteri<br />

yüzünden mistik bulunur (Özkar, 2009: 136).<br />

Renklerle, soyutla olan ilişkisi ve ders<br />

başlarında yaptırdığı meditatif spor hareketleri<br />

yüzünden böyle nitelendirilmesi mümkündür.<br />

Bu mistisizmi elbette bireysel gelişimi<br />

savunduğu bir düzlemde, yaklaşımda kendini<br />

gösterir. Itten'in en önemli tekniği, resim<br />

düzleminde yaptığı çalışmalarla öğrenciye<br />

resmi, geometrik şekiller aracılığyla saptadığı<br />

anlamlarla öğretmektir. Bu teknikle soyut<br />

düşünmeyi öğretmeyi amaçlamaktadır. Aynı<br />

amaç Kandinsky'nin “ölüdoğa” denen<br />

resim/fotoğraf üzerindeki geometrik


soyutlamasında da vardır. Bu türden yöntemler<br />

direkt olarak bireyin algısına yönelik,<br />

metafizik kişisel öğrenme süreçleridir. Itten<br />

ayrıldıktan sonra Bauhaus, Walter Gropius'a<br />

mal edilebilecek pozitivist tavrını öne<br />

çıkarmıştır. Sınıf içinde yaratılan geometrik<br />

evrenlere bakış açısı biraz değişmiştir. Bireysel<br />

gelişim yerine, eser üzerinde çalışılan tekniğin<br />

anlatılması, paylaşılması, geliştirilmesi daha<br />

açık bir anlatımla iletişim ve aktarım önem<br />

kazanmıştır. Eserin, Itten döneminde üzerinde<br />

durulan algısal boyutu bir kenara bırakılmış,<br />

işlevselliği önem kazanmıştır. Bu noktada F.<br />

Fröbel'in 'hediye setleri'nden bahsedilebilir.<br />

Itten ve Gropius'un, iki farklı yaklaşımın<br />

oyuncağı olabilecek niteliktedir. Çocuklar için<br />

geliştirilmiş bu ahşap oyuncak bir ipe asılı<br />

olarak durur (boşlukta salınan), üç boyutlu ve<br />

geometriktir. Bu haliyle uzayda salınan cismi<br />

temsil eder. Temel geometrik biçimlerle,<br />

boşluğa inşa edilebilecek nesneyi öğreten<br />

yanıyla yapısalcı, çocukların farklı algılarla<br />

yaptıkları dizaynlar bakımından bireysel<br />

gelişimi destekleyen bir öğretme biçimidir.<br />

Benzer bir sistematik Bauhaus<br />

öğretmenlerinden Moholy-Nagy'nin 'Yedi<br />

Element'idir. Fiziksel dünyanın biyoteknik<br />

yapıtaşları, prizma, koni, şerit, küre, çubuk,<br />

burgu, küpten oluşan yedi element yine aynı<br />

şekilde kullanılan soyut dillerin, aynı zamanda<br />

düzen içindeki hatları saptamaya yarayacak<br />

görsel algının kuvvetlenmesiyle ilgili eğitimin<br />

parçasıydı.<br />

Bauhaus eğitimi eğitmenlerle<br />

adlandırılarak dönemlere ayrılabilirse de, aslen<br />

iki başlık var gibidir; öznel ve nesnel<br />

yaklaşım. Son zamanlarına doğru nesnel<br />

yaklaşım tarzı hüküm sürmüştür.<br />

Türkiye’de Bauhaus Etkileri<br />

Cumhuriyet Türkiyesi'nde modernizm<br />

entegrasyonu bir gereklilik halini almıştı.<br />

Bürokratlar, entelektüeller bir model arayışı<br />

içindeydiler. Savaş karışıklığı bir yanda<br />

yıktığını, diğer yanda yeni düzende kurulması<br />

gereken prensipler, ilkeler haline getirmişti. Bu<br />

noktada Bauhaus Türkiye için önemli bir<br />

modeldir. Tanzimat‟ın modernleşme<br />

nesnesiyle Cumhuriyet‟in modernleşme<br />

nesnesi oldukça farklıdır. Tanzimat bir tür<br />

35<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

burjuva yaratıp onun ihtiyaçları doğrultusunda<br />

modernleşirken, Cumhuriyet Bauhaus<br />

normlarına isterik bir şekilde ihtiyaç içindedir.<br />

Tanzimat'ta kendini Pera ve çevresi ile<br />

sınırlayan modern, Cumhuriyet'te tüm bir<br />

Anadolu'nun, özellikle köylünün modernidir.<br />

Bunu karşılayabilecek niteliği fütüristik<br />

tavrından gelir. Bauhaus'un kurguladığı bir<br />

gelecek inşasıdır. Cumhuriyetle beraber tam da<br />

yeni'nin yerelleştirilmesi, geçmişle bağların<br />

koparılması, endüstriyle sanatın birbirini<br />

destekleyen bir biçimde gündelik yaşamı<br />

kuşatması gerekmektedir. Bu türden özlemler<br />

metazori, dayatılmış bir dönüşüm süreci olarak<br />

görünebilir. Ancak bu gelişmeler 'tali (ikincil)<br />

sosyalizasyon': yani kurumsal ya da kurum<br />

temelli altdünyaların içselleştirilme sürecidir<br />

(Berger, Luckmann, 2008: 202). Toplumlar<br />

işbölümü, kent kuralları gibi benzeri<br />

anlaşmaların bilgi dağılımı içindedirler. Bu<br />

gündelik hayat kabullerinin sanat ve kültürdeki<br />

kabulleri de aynı şekilde anlaşmalarla yapılan,<br />

toplumların ikincil sosyalizasyon süreçleri<br />

olarak büyük resimde değerlendirilmelidir.<br />

Z. Y. Yaman bu ihtiyacı kavramsal<br />

anlamda oldukça net bir şekilde niteleyerek<br />

“makinenin estetiği” demektedir. Bauhaus'la<br />

beraber modern insan makineye alışmaktadır.<br />

Aynı çalışmasında Yaman, Türkiye'de<br />

Bauhaus'un Osmanlı'dan Cumhuriyet'e<br />

aydınlar ve sanatçılar tarafından nasıl<br />

içselleştirildiği konusunda Nazım Hikmet'in<br />

“Makinalaşmak” şiirini sembolik bir örnek<br />

olarak gösterir (Yaman, 2009: 204). Bu bir<br />

bakıma uzun bir süreci temsil etmekle<br />

mükelleftir; takip, sonra yandaşlık ve ardından<br />

entelektüel fikir birliğiyle destekleyecek<br />

nitelikte ürünler ortaya koymak. Benzer<br />

etkileşimi Bauhaus'un kendisi “Arts and Craft”<br />

ve diğer ülkelerdeki çağdaş benzer tasarım<br />

programlarından, ya da Henry Bergson gibi<br />

düşünürlerin yaklaşımlarından esinlenerek<br />

yaşamıştır. Dünyanın küçülmeye başladığı<br />

noktada, demokratik rejimlerin hükmünde<br />

hemen her coğrafyada modernizmin sanat<br />

temsili makine'nin kendisidir. O noktada din,<br />

ahlak, toplumsal gelenekler gibi hassasiyetlere<br />

bağlılığın esası yerine, modernizmin bu yeni<br />

insanı için konfor ve işlevsellik üreten


makinesine bağlılık her tür kutsallıktan ve<br />

kültten uzak gerçekçi bir sanat yorumudur.<br />

Köy Enstitüleri<br />

Erken Cumhuriyet Dönemi'nde<br />

köylerin kalkındırılması hususunda ilkin<br />

eğitim programlarında düzenlemeye<br />

gidilmiştir. Hedef köyü kalkındıracak, nitelikli,<br />

niteliği uzmanlığından değil birçok alanda iş<br />

görürlüğünden gelen bireyler yetiştirmektir.<br />

Emeği belli bir sistematikle, ama bireyin<br />

seçimleri doğrultusunda kanalize eden bir<br />

programdır. Bu programla öğrenciler temel<br />

sanat eğitimden geçmekte, yanısıra müzik,<br />

resim, tiyatro, halk oyunları, şiir yazımı,<br />

yontuculuk, spor, hatta etkili konuşma ve<br />

yabancı dil alanlarında eğitimler almaktadırlar.<br />

Her öğrencinin ilgi alanı ve yeteneği<br />

doğrultusunda gelişimleri gözlemlenerek<br />

saptanır, bu doğrultuda eğitim<br />

programlarımdan kendilerine en uygun olanı<br />

seçmeleri için yönlendirilirler. Köy<br />

Enstitüleri'nin Güzel Sanatlar ve Yapı ve El<br />

sanatları bölümleri direkt sanatla ilgilidir ama<br />

bu kolların birinde eğitim alan öğrenci bir<br />

diğer alanda da bilgi, beceri sahibi olur.<br />

Köy Enstitüleri'nin kurucusu ve<br />

kuramcısı olan İsmail Hakkı Tonguç<br />

Almanya'da bulunduğu sürelerde Bauhaus ve<br />

İş Okulu pedagojilerini incelemiş ve bu<br />

modelleri 'Yeni Cumhuriyet'in koşullarına göre<br />

yerelleştirerek bir eğitim programı haline<br />

getirmiştir. Tonguç'un Almanya'nın pedagojik<br />

reformu ile ilgili saptamaları şöyledir:<br />

“Tüm sanatlar bir çatı altında<br />

toplanıyordu. Resim, grafik,<br />

heykel, seramik, tekstil, vitray,<br />

ahşap ve metal üç boyutlu<br />

objelerin yapımı ve diğer<br />

çalışmalarla bir bütünlük<br />

içindeydi. Bu okul, endüstriye<br />

geçişte ürünlerin yozlaşmasını<br />

önlüyordu. Yalnız sanatçı olacaklar<br />

için değil, bütün halkın eğitimden<br />

geçmesi gerektiğine inanıyorlardı.<br />

Bu nedenle ilk ve ortaöğretimde<br />

sanat eğitimi önemli bir yer<br />

alıyordu.” (Ülkü, 2008: 42)<br />

36<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Bu saptamadan Bauhaus modelinin Köy<br />

Enstitüleri'yle ortak noktalarını keşfetmek,<br />

yeni düzenin ihtiyaçlarını saptamak<br />

mümkündür. Enstitüler tıpkı Bauhaus<br />

modelinde olduğu gibi sanat ve zanaatın<br />

birleşmesini, sanatçının zanaatçı ile kutsal<br />

ayrımının ortadan kalkmasını, özellikle<br />

üstünde durulması gereken ifadeyle<br />

“endüstriye geçişte ürünlerin yozlaşmasını”<br />

önlemesi gibi hassasiyetlerle modern dünyaya<br />

uyumu hedeflemiştir. Bir diğer etkileşim,<br />

öğretme şekliyle ilgilidir; ezberci eğitim terk<br />

edilmiş, iş aracılığıyla, yaparken öğrenme,<br />

zorunluluk yerine teşvik, kişiyi kendinden<br />

etkin hale getirmeyi amaçlayan davranış<br />

hakim kılınmıştır.<br />

Enstitülerin kurulmasında dönemin<br />

Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in katkısı<br />

büyüktür. Hümanizmin toplumca<br />

içselleştirilmesini arzu ettiğinden Köy<br />

Enstitüleri, fikriyatını karşılayan nitelikte<br />

pedagojik bir program olmuştur. İlk program<br />

olan 1943 programı H. A. Yücel ve İ. Tonguç<br />

tarafından hazırlanmıştır. Dolayısıyla direkt<br />

olarak devletin elinde şekillenmiş bu<br />

programın Bauhaus'a en yakın sistematik<br />

olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1947'deki<br />

program, önceki programın uzantısı<br />

sayılabilecekse de çeşitli değişikliklerle daha<br />

akademik bir yapı oluşturulmuştur. “Öğrenen<br />

Merkezli Eğitim”den uzaklaşılmıştır. 1953'te<br />

ise Enstitülerin adı Öğretmen Okulları ve Köy<br />

Enstitüleri şeklinde değiştirilerek, içeriği<br />

tamamen 'işe, pratiğe yönelik eğitim'<br />

mantığıyla dönüştürülmüş ve asli özelliğinden<br />

uzaklaştırılmıştır.<br />

Bauhaus ve minvalindeki<br />

programlarının sanayi çağı Avrupası üretimine<br />

zemin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.<br />

Türkiye'nin yükselen yeni çağa ayak uydurma<br />

sürecinin hem hümanizmi hem makineyi<br />

temsil eden, demokrasi zamanının ihtiyaçlarını<br />

karşılayacak bu programlardan etkilenmesi<br />

kaçınılmazdır.<br />

1954'te kapatılan Enstitülerin kültürel<br />

mirasının korunmadığı açıkça ortadadır. Bu<br />

günkü eğitim sisteminde sürdürülen ya da ona<br />

atfedilen bir gelenek olmadığı gibi, dönemin<br />

enstitü binalarının çoğu, tarihini yansıtacak<br />

görünümden uzak, ya da harabe biçimindedir.


Türkiye tarihinde önemli ve tartışmalı bir<br />

gelenek olan Köy Enstitüleri bugünün temel<br />

eğitim olarak öngörülmüş tarih/sosyoloji<br />

derslerinde önemince ya da hiç<br />

tartışılmamaktadır.<br />

Ekole Bağlı Okullar<br />

Osmanlı'da Sanayi-i Nefise<br />

Mektebi'nin kuruluş nedeni yapısal ihtiyaçları<br />

karşılamaktı. Zaman içinde gelişen bu okul bir<br />

elit sanatı ve sanatçı tabakasını besliyordu.<br />

Osmanlı, Sanayi Devrimi sürecini<br />

içselleştirememiş olsa da etkisi altında kaldığı<br />

rüzgar onu batılı devletlerle aynı<br />

gereksinimleri duymaya zorluyordu. Yeni<br />

insanı yetiştirecek eğitim programlarına<br />

ihtiyacı vardı. Cumhuriyet döneminde bu<br />

ihtiyaç bir zorunluluk halini alınca Almanya ve<br />

çeşitli ülkelere gönderilen öğrenciler başka<br />

fikirlerle tanışmışlar ve birikimleri sayesinde,<br />

ülkelerine döndüklerinde eğitimin<br />

mühendisleri olmuşlardır. Bu öğrencilerden<br />

İsmail Hakkı Tonguç ilk akla gelen isimdir.<br />

Yine Gazi Eğitim Enstitüsü'ndeki Resim-İş<br />

Bölümü'nü kurmak için Bauhaus model kabul<br />

edilmiştir. Bu süreçte etkin rol oyanayan<br />

İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun da adını anmak<br />

gerekir. Bölüm 1932'de açılmıştır. Bu gün de<br />

varlığını sürdüren bölümün o günlerde yapı<br />

itibariyle Köy Enstitüleri'nin devamı<br />

niteliğinde olduğu saptanabilir.<br />

Bauhaus şeması, öğretmen öğrenci<br />

ilişkisinin henüz pek akademik olmayan,<br />

derslerin kuramsal olmaktan çok pratiğe<br />

dayandığı usta çırak ilişkisine benzemesi,<br />

sanatı gerçekçi ve işlevsel yönleriyle ele<br />

alması ve en önemlisi 'Temel Tasarım<br />

Eğitim'ini önermesi bakımından Türkiye'deki<br />

teknik ve güzel sanatlar eğitiminin nasıl<br />

olacağı sorusuna cevap vermiştir.<br />

Gecikmeli olarak açılan Devlet Tatbiki<br />

Güzel Sanatlar Yüksekokulu'nun kuruluşu<br />

Gazi Eğitim Enstitüsü (GE) öğretmenlerinin<br />

girişimleriyle 1957'de tamamlanır. Savaşın<br />

zorlayıcı ekonomik koşulları okulun açılışını<br />

biraz geciktirmiştir. Organizasyonunda<br />

danışmanlık yapması için, sonradan binanın<br />

kurulumunda da çalışacak olacak olan Prof.<br />

Schneck'ten yardım istenir. Schneck Bauhaus<br />

mimarı ve yöneticisi Mies van der Rohe'nin<br />

37<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

yanında iç mekan tasarımı yapmış bir<br />

mimardır. Tatbiki'yi, Bauhaus'un temel<br />

ilkelerini ısrarla benimsediği için GE Resim-İş<br />

Bölümü'ne göre geleneğe çok daha yakın bir<br />

okula dönüştürmüştür. Temel Tasarım Eğitimi<br />

önemsenmiş, özellikle serbest sanatların ve<br />

güzel sanatların geliştiği Tatbiki, Gazi gibi<br />

öğretmen yetiştirmeyi hedeflemekten çok,<br />

sanatçı yetiştiren bir kuruma<br />

dönüştürülmüştür. Bugün Marmara<br />

Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü olarak<br />

varlığını sürdürmekte, akademisyenlerinin<br />

makalelerinden Bauhausçu geleneğe sahip<br />

çıktıkları anlaşılmaktadır.<br />

5 Ekim 1951'de Birleşmiş Milletler'den<br />

konut politikası ve planlama konusunda<br />

yardım isteyen Türkiye'ye Prof. C. Abrams elçi<br />

olarak gönderilir. Abrams, Türkiye'deki<br />

mimarlık okullarının „Temel Tasarım<br />

İlkeleri‟ni göz ardı ederek mühendislik okulu<br />

olarak işlevselliklerini sürdürdüklerini rapor<br />

eder. Aynı zamanda bazı yetenekli mimarlar<br />

kendilerine uygun çalışma ortamı<br />

bulamamaktan şikayetçidirler (Uysal, 2009:<br />

378). Tam da böyle bir tabloda bu eksiklikleri<br />

karşılayacak, bir yandan da ekonomi,<br />

sosyoloji, hukuk öğreterek kenti modern<br />

insanın yasalarıyla donatacak bir üniversite<br />

kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlara<br />

cevap veren Orta Doğu Teknik Üniversitesi<br />

1956'da hazırlıkları tamamlanarak açılır.<br />

Amerika'nın desteği ile kurulmuş olsa da<br />

Mimarlık Bölümü Bauhaus ekolünden<br />

etkilenmiş ve bu doğrultuda gelişim<br />

göstermiştir. Temel Tasarım Eğitimi tam<br />

manasıyla ilk kez burada Mimarlık derslerinde<br />

benimsenmiş, uygulanmaya başlanmıştır.<br />

Bu önemli üç okul; temelleri,<br />

yatkınlıkları bakımından ayrışsalar da Bauhaus<br />

ilkelerini farklı sanat ve zanaat alanlarında<br />

içselleştirdiklerinin görülmesi bakımından<br />

önemli başat örneklerdir. Bunlar dışında<br />

Bauhaus model alınarak açılmış ya da eğitim<br />

programları bu ilkeler çerçevesinde<br />

dönüştürülmüş okullar arasında İzmir<br />

Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve<br />

Tasarım Fakültesi, İstanbul Devlet Güzel<br />

Sanatlar Akademisi, İTÜ Mimarlık Fakültesi<br />

sayılabilir. Bu isimlerin sıralanışında Bauhaus


eğitiminin çağdaş sanat eğitimindeki<br />

belirleyici rolü açıkça saptanabilir.<br />

Sonuç<br />

Bauhaus Sanayi Devrimi ile öngörülen<br />

üretim, tüketim alışkanlıklarının değişmesine<br />

paralel sanatın standardizasyonu yerine,<br />

nitelikli, ekonomik, kalıcı, dizaynda şatafattan<br />

uzak, sade, çokça geometrik hatlı meta, yapı,<br />

sanat üretimini benimsemiş, bu eksende<br />

makinenin gündelik hayata kabulünü sanat ve<br />

zanaati, bütenleşik bir yapıyla dönüştürerek,<br />

hayatın en küçük nesnesinden başlayıp şey'i,<br />

yapıyı, yaklaşımı estetize etmiştir. Bauhaus<br />

pratiklerinin toplandığı bu okulun pedagojik<br />

fikirlerinin etkisi de kıtalararası kabuller<br />

görmüş, demokrasinin yeniçağının eğitim,<br />

üretim ihtiyaçlarına tam karşılık verdiğinden,<br />

ana vatanında ve diğer ülkelerde aynı eğitim<br />

programını öngören çok sayıda okul açılmış ya<br />

da dönüştürülmüştür. Bu okullar aracılığıyla<br />

yetiştirilen öğretmenler, sanatçılar, elemanlar<br />

dolaylı olarak Bauhaus ekolünün gündelik<br />

hayata sindirilmesini sağlamışlardır.<br />

Endüstrileşmeyle beraber kendi modernlerini<br />

şekillendiren toplumlarda Bauhaus, bugünün<br />

demokrasisinde sanat, üretim, hatta tüketim<br />

alışkanlıklarını da etkileyerek son formunu<br />

almıştır.<br />

Modernin maddi, manevi hatlarına<br />

yakından bakıldığında Bauhaus bugün halen<br />

eşyanın üzerinde bir soyut etiket olarak<br />

görülebilir şekilde durmaktadır.<br />

38<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

KAYNAKÇA<br />

ARTUN, Ali (2009)“Geometrik Modernlik: Bauhaus<br />

Enternasyoneli ve Türkiye'de Sanat”, Bauhaus:<br />

Modernleşmenin Tasarımı, 1. bs., 183-199, İletişim<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

BERGER, L. Peter., LUCKMANN, T. (2008) Gerçekliğin<br />

Sosyal İnşası., çev: Vefa Saygın Öğütle, Paradigma<br />

Yayıncılık., İstanbul.<br />

MACIUIKA, John V. (2009) “Deutscher Werkbund ve Osmanlı<br />

İmparatorluğu: Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Tasarım<br />

Reformu, Ekonomi Politikası ve Dış Politika”, Bauhaus:<br />

Modernleşmenin Tasarımı, çev: Elçin Gen, 35-94, İletişim<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

ÖZKAR, Mine (2009) “Soyut Düşünme ve Yaparak Öğrenme:<br />

Temel Tasarım Eğitiminin Amerika'daki Başlangıçları”<br />

Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 135-151, İletişim<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

UYSAL, Yeşim (2009) “ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık<br />

Bölümü'nde 1956-1980 Yılları Arası Eğitim<br />

Sistemi”Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 375-392,<br />

İletişim Yayınları, İstanbul<br />

ÜLKÜ, Candan (2008) “Sanat Eğitimi, Sanat ve Köy<br />

Enstitüleri”, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi,<br />

Sayı.1<br />

YAMAN, Yasa, Zeynep (2009) “Bauhaus ve Söylemleştirilen İç<br />

Mekan Anlayışı: Yeni Yaşam, Yeni Dekorasyon, Yeni<br />

Mobilya”, Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, 201-240,<br />

İletişim Yayınları, İstanbul


SIMONE DE BEAUVOIR’DA<br />

İKİNCİ CİNS VE AŞKINLIK KAVRAMI<br />

Elif Gezgin 1<br />

I. Giriş: İkinci Cins<br />

Sol eğilimli bir kamu entelektüeli olarak<br />

tanınan Beauvoir‟ın 1949 yılında yayınlanan<br />

bu eseri daha yayınlanır yayınlanmaz 22.000<br />

adet satmıştır. Bin sayfalık bu kitap Fransızca<br />

aslından Türkçe‟ye Bertan Onaran tarafından<br />

çevrilmiş ve Payel Yayınevi‟nce 3 cilde<br />

bölünerek basılmıştır. Eser ilk bakışta „İkinci<br />

Cins‟ yerine; „Genç Kızlık Çağı‟, „Evlilik<br />

Çağı‟ ve „Bağımsızlığa Doğru‟ adlı 3 ayrı cilt<br />

adıyla ve içeriğiyle karşılaştırıldığında göze<br />

bu başlıklardan daha ironik gelen kapak<br />

resimleriyle dikkat çeker. Ancak,<br />

kadınlarımıza daha iyi bir anne ya da daha<br />

başarılı bir eş olmayı salık veren sayısız<br />

sıradan kitaptan biri gibi görünen bu eserin<br />

gerçekte o dönemin feminist hareketlerine<br />

yön veren temel yapı taşlarından biri<br />

olduğunu anlamak için onu okumaya<br />

başlamak yeterli.<br />

Varoluşçu bakış açısının feminist<br />

mücadeleyle eklemlenmesinin ve kadının<br />

ötekiliği başlığı altında kapsamlı bir şekilde<br />

somutlaştırılmasının Simone de Beauvoir‟la<br />

gerçekleştiği söylenebilir. O, Sartre‟nin<br />

“İnsan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur”<br />

sözüne paralel biçimde feminizme meşhur<br />

“kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünü katar<br />

ve bu söz 1970‟lerde geliştirilen feminist<br />

çalışmaların anahtar kavramı olan „toplumsal<br />

cinsiyet‟in ve „biyolojik cinsiyet/toplumsal<br />

cinsiyet ayrımı‟nın temel ifadelerinden biri<br />

1 Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,<br />

<strong>Sosyoloji</strong> Bölümü, Doktora Öğrencisi.<br />

39<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

haline gelir. Beauvoir bu yolla erkek<br />

hegemonyasının neden ve sonucunun<br />

varoluşsal olduğuna dikkat çekmekte ve<br />

kadının ikincil konumunun onun bir penisten<br />

ziyade var olan patriarkal sistemde varlığını<br />

tanıyan bir konumdan yoksun olmasından<br />

kaynaklandığını öne sürmektedir.<br />

Beauvoir‟a göre kadın erkek eşitsizliği,<br />

kadın cinsiyetinin değil kadınlık durumunun<br />

getirisidir. Onun bunu bir durum olarak<br />

adlandırması, varoluşçu ve kurmacı bakış<br />

açılarının birbirinin içine geçtiği noktadır.<br />

Yani söz konusu durum hiç bir biyolojik<br />

temele dayanmaz. Kadınlar, özgür olma<br />

yetilerini sınırlandıran, inşa edilmiş, somut bir<br />

durumun içindedir. Beauvoir‟a göre kadının;<br />

erkeğin hâkimiyetini ele geçirip kimselere<br />

bırakmadığı o gerçekliğine karşın rastlantısal,<br />

erkeğin varlığına karşın hiçlik içeren ve<br />

erkeğin özne konumuna karşın ötekileşen<br />

konumunun değişmesi ve kadının bir<br />

cinsiyetle değil yalnızca insan olmayla ilişkili<br />

olan aşkınlığıyla toplumsal hayata dâhil<br />

olabilmesi, kadın kurtuluşu için şarttır.<br />

Bu çalışma, varoluşçu bakış açısının<br />

Beauvoir‟la İkinci Cins‟te ses bulan feminist<br />

bakışa nasıl yansıdığını ve (eserin çok kısa bir<br />

özetinden sonra) Beauvoir‟ın çalışmalarında<br />

merkezi bir rol oynayan aşkınlık kavramını<br />

ele almayı amaçlamaktadır.


II. ‘İkinci Cins’e Giden Yol: Feminizme<br />

Varoluşçu Bakış<br />

Varoluşçuluğun insanın öznel<br />

bütünlüğüyle ilgilenen bir yaşam felsefesi<br />

olarak ortaya çıktığı söylenebilir. „İnsan ne ise<br />

o değildir, ne olmuşsa odur‟ diyerek Sartre<br />

(ve aslında genel olarak varoluşçu bakış açısı)<br />

insan varoluşunun öznelliğini, onun<br />

tarihselliği ve sonluluğu içerisinde ele alır.<br />

Varoluşçuluk bu sebeple insanın, yüzyıllardır<br />

süregelen toplumsal kaoslar ve bu ortamda<br />

şekillenen kapitalist dünyanın tek-tipleştirme<br />

çabasının beraberinde getirdiği yabancılaşma<br />

durumuna karşı; kendi varlığının bilincinde<br />

olması ve onun önceliğini benimseyen bir<br />

birey olarak kendini gerçekleştirmesi 2<br />

gerektiğini öne sürer. Çünkü “„kafa<br />

eğitimimizin bir sonucu olarak bizler‟<br />

bireylerde onların ortaklaşa taşıdıkları,<br />

tiplerini gerçekleştirmekte kullandıkları<br />

şeyleri algılarız; kendimize özgü gözümüzden<br />

kaçar, onlara daha önceden edinmiş<br />

olduğumuz kategorilerle yaklaşırız ve<br />

bildiklerimiz gördüklerimize engel olur”<br />

(Foulquie, 1998: 39-40)<br />

Çok indirgemeci bir bakış açısıyla da olsa,<br />

genel olarak varoluşçu felsefenin; bireysellik,<br />

bir düzen eleştirisi olarak ona eşlik eden bir<br />

tür tek-tipleştirme düşmanlığı ve bireyin<br />

kendi aşkınlığına sahip olma özgürlüğüne<br />

odaklandığı söylenebilir. Bu bağlamda<br />

toplumsal düzende gitgide daha da<br />

belirginleşen benzerleşme, yığın olma eğilimi<br />

ve var olmak (ekonomik güç elde etmek) için<br />

bir kolektif düzen içerisine girme<br />

zorunluluğuna dikkat çeker. Zira özgür<br />

düşünce ve kişisel özelliklerin değerini<br />

kaybettiği toplumlarda “benliğin yitirilmesi<br />

genele uyum sağlama gerekliliğini<br />

arttırmıştır”(Fromm, 1996: 201). Yalnız insan<br />

var olma savaşında; ekonomik çöküntülerden,<br />

2 Abraham Maslow‟la kullanımı yaygınlaşan kendini<br />

gerçekleştirme kavramında, kişinin tam potansiyeline<br />

erişmeden önce karşılanması gereken bir ihtiyaçlar<br />

hiyerarşisi bulunduğunu iddia edilir ve bu ihtiyaçlar<br />

aşağıdan yukarıya doğru; fizyolojik, güvenlik, sevgi ve<br />

aidiyet, saygı ve statü ile son olarak kendini<br />

gerçekleştirme olarak sıralanır. Burada kişinin<br />

gerçekleştirilmemiş potansiyeli olduğu ön kabulünden<br />

yola çıkıldığı söylenebilir.<br />

40<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

sürekli değişkenlik gösteren maddi manevi<br />

değerlerden yorgun düşmüş, daha fazla<br />

güvende hissedebilmek içinse kitleleşme<br />

yoluna gitmiştir. Böyle bir ortamda insanlar<br />

hayatta kalıp ekonomik anlamda varlıklarını<br />

sürdürmek ile kişisel özgürlüklerine sahip<br />

çıkmak arasında seçim yapmak zorunda<br />

bırakılmışlardır.<br />

Özetle söz konusu koşullar karşısında<br />

ideal bir insanlık durumuna odaklanan bu<br />

bakış açısı; varoluşun özden önce geldiğine,<br />

kişinin kendine özgü bireysel özünü seçme<br />

yeterliliğine ve çevresinde olan biten şeylere<br />

hem etki edebileceğine hem de onlardan<br />

sorumlu olduğuna yönelik bir inancı<br />

yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir<br />

yaklaşımın, yüzyıllardan beri dünyada en<br />

temel eşitsizlik sorunu olagelen kadının<br />

ezilmesi sorunuyla eklemlenmesi çok da<br />

şaşırtıcı görünmemektedir.<br />

İkinci Cins’te Biyolojik Temelin Reddi<br />

Kadın sorununa varoluşçu bir bakışla<br />

yaklaşan Beauvoir, doğacı görüşleri ve var<br />

olan eşitsizliğin temeliyle ilgili yapılmaya<br />

çalışılan biyolojik açıklamaları tümden<br />

reddetmektedir. Çünkü varoluşçu felsefeye<br />

göre “bireyin ne olacağı onun bütün<br />

olanaklarını içeren yumurtada önceden<br />

belirlenmiş değildir. İnsan, özgür olduğu için<br />

bu olanaklar arasında bir seçme yapabilir.<br />

İnsanlığın özü özgürlük içinde askıdadır.”<br />

(Sartre‟den aktaran Foulquie, 1998: 60)<br />

Burada ilk bölümde bahsedilen<br />

varoluşçu bakış açısının insanı kendi<br />

sınırlılıklarından sorumlu tutan ve seçme<br />

özgürlüğüne odaklanan yaklaşımını yeniden<br />

görme fırsatı buluruz. “Varoluş özden önce<br />

gelir” (Sartre, 1996: 63) diyerek insan<br />

varoluşuna odaklanmak ve onun önceliğine<br />

inanmak; insana özgürlüğü kadar kendi özünü<br />

seçme zorunluluğu da getirmektedir. Çünkü<br />

bu görüşe göre “ilkin insan vardır; yani insan<br />

önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra<br />

tanımlanıp belirlenir; özünü ortaya<br />

çıkarır”(Sartre, 1996: 63). Bu bakış açısının<br />

kadının konumu göz önünde tutularak<br />

yeniden okunması ile onun toplum içindeki<br />

durumunun da bir inşa olduğu ve biyolojik<br />

temelin kadının ikincil konumu ile olan


ilgisizliği gözler önüne serilmektedir. Varoluş<br />

bir “edimse” (Foulquie, 1998: 144) ve<br />

alternatifler arasından seçimler yoluyla<br />

kendini oluşturmayı içeren yalnızca insana<br />

özgü bir ayrıcalıksa bu bizleri, kadının kendi<br />

bedeninin değil onu ikincil konumda<br />

hapseden her türlü patriarkal etkinin esiri<br />

olduğu sonucuna götürür.<br />

Var oluşundan ve seçimlerinden<br />

sorumlu ideal insanlık tanımından yola<br />

çıkarak, Beauvoir‟a göre erkeğin kadını öteki<br />

olarak dıştalamasının doğurduğu konumu<br />

doğrudan doğruya kadının insanlığını<br />

reddetmesi olarak yorumlayabiliriz. Bu<br />

bağlamda Beauvoir İkinci Cins‟te öncelikli<br />

olarak toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki bu<br />

derin dengesizliğin kaynağını analiz eder ve<br />

“kadın insanların” (female humans)<br />

toplumdaki ikincil konumlarını tartışır.<br />

Örneğin, döllenme sırasında ikincil konumda<br />

olduğu düşünülen kadın rolünün, aslında<br />

yumurtanın kendisiyle eşit güçte olabilecek en<br />

uygun spermi seçerek içine alan aktif bir rol<br />

olarak yeniden tanımlanması amacıyla bunu<br />

ispatlayan bazı bilimsel çalışma örnekleri<br />

verir ve biyolojik özcülükten alıntılarla kadın<br />

yumurtasının “pasifliği” ve erkek sperminin<br />

“aktifliği” gibi yerleşik bakış açılarının hiçbir<br />

biyolojik temele dayanmadığını gözler önüne<br />

sermeye çalışır.<br />

Sonuç olarak her bir yaklaşımın iki<br />

cinsiyet arasındaki farklılıkları ele<br />

alabildiğini; ancak hiç birinin kadının ikincil,<br />

aşağı rolde olmasının sebebi olamayacağını<br />

ve bunu iddia eden çalışmaların yalnızca<br />

kadının ezilmişliğini “kader” olarak<br />

adlandırmaya yarayan sistemci bakış<br />

açılarının ürünü ya da yardımcısı olduğunu<br />

ifade eder.<br />

“Ebedi Kadın” Kavramı ve Annelik<br />

Beauvoir “ebedi kadınlık” (eternal<br />

femine) mitini ele alırken kadının aleyhine<br />

işleyen ve insan bilincine yerleşen bu mitin,<br />

erkeğin kendi dünyaya geliş biçimiyle ilgili<br />

rahatsızlığından kaynaklanan bir temeli<br />

olduğunu öne sürer. Tarih boyunca hem<br />

tapınılan hem de kötülenen annelik<br />

kavramının, hayat verirken aynı anda ölümün<br />

de habercisi olan yapısını irdeledikten sonra<br />

41<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Beauvoir, analık kavramının -bu biyolojik<br />

gerçekliğin- içgüdüsel herhangi bir yanı<br />

olmadığını öne sürer. Ona göre “analık<br />

içgüdüsü diye bir şey yoktur, hiç değilse bu<br />

sözcük insan türüne uygulanamaz” (Beauvoir,<br />

1993: 145) Tıpkı kadının erkek karşısındaki<br />

“öteki” konumu gibi analık kavramı ve<br />

annenin çocuk karşısındaki tutumu da kadının<br />

toplumsal olarak bu kavramları benimseme ve<br />

bunlardan etkilenme biçimiyle paralellik<br />

göstermektedir; yani inşa edilmiştir.<br />

Beauvoir İkinci Cins‟te yaratılan<br />

mitler yoluyla ideal kadının kendisini erkeği<br />

ve ailesi için feda eden bir prototip olarak<br />

tanımladığını, bundan daha kötüsünün de<br />

kadının yaratılan bu mitleri kadın kelimesinin<br />

tanımı olarak içselleştirmesi halinde kendisini<br />

bu kalıbın dışında bir başka şekilde<br />

tanımlayamaması olduğunu ifade eder.<br />

Kadının bu mitleri içselleştirmesi onu yarım,<br />

edilgen, tanımlanan kadınlık durumdan dışarı<br />

adım attığı anda yeryüzündeki varlığını<br />

tamamıyla kaybeden, son derece içkin bir<br />

konuma hapseder. Beauvoir ötekilik<br />

durumunu pekiştiren en temel üstyapı<br />

kurumları olan evlilik ve anneliğin gönüllülük<br />

esasına dayalı olması gerektiğini ve bundan<br />

başka bir doğal temele sahip olmadığını<br />

düşünür ve bu kavramlara dair her tür<br />

duygunun yerini toplumsal bir dayatmaya<br />

bırakmış olduğunu iddia eder.<br />

Ezilmenin Toplumsal Tezahürleri Olarak<br />

Narsist, Aşık ya da Mistik Kadınlar<br />

Doğrulamalar (Justifications)<br />

bölümünde Beauvoir kadının kendisini daha<br />

da bağımlı hale getiren yanlarına değinir.<br />

Örneğin kendine hayran kadın, sandığının<br />

aksine fahişelik yapan kadından bile daha<br />

bağımlı haldedir. “Erkek güzelliği aşkınlığın<br />

belirtisidir, kadın güzelliğindeyse içkinliğin<br />

edilginliği vardır” (Beauvoir, 1969: 47)<br />

derken Beauvoir, erkeğin vücudunu<br />

arzulanacak bir nesne olarak görmediğinden<br />

bu imgeyle narsist bir ilişki kurmadığından,<br />

kadınınsa narsist kimliğinden dolayı aynada<br />

“kendini” gördüğünü sanmasından ve<br />

kendisini gönüllü bir biçimde bir nesne<br />

haline getirerek kendi içkinliğine daha da<br />

gömüldüğünden bahseder. “Tapılacak bir put


olmak isteyen Amerikan kadını, hayranlarının<br />

kölesi olur, yalnız erkek aracılığıyla ve onun<br />

için giyinip kuşanır, yaşar, soluk alır.<br />

Gerçekte, kendine hayran kadın, saray<br />

yosması kadar bağımlıdır.” (Beauvoir, 1969:<br />

64)<br />

Beauvoir için kadını kendi içkinliğine<br />

hapseden bir diğer faktör ise aşktır. Toplumun<br />

tanımladığı anlamda aşk, “kadın dünyası”na<br />

bırakılmış ve ona özgü bir kavramdır. Bilim,<br />

sanat, profesyonelleşme, kariyer ve somut<br />

dünyaya ait diğer her şey erkek<br />

tekelindeyken, aşk daima kadına özgü bir<br />

olgu olarak kalmış, ona atfedilmiştir. Bu<br />

elbette kadının özel alan, erkeğin kamusal<br />

alanla özdeşleştirildiği bir dünyada<br />

yadırganmadan kabul gören gerçeklerden<br />

biridir. Gerçek dünyaya ait olan her şeyin<br />

erkeğe ya da kadına değil, insana ait olması,<br />

özel ya da kamusal alana uygun yapıya sahip<br />

olmak gibi doğuştan gelen hiçbir temel<br />

özelliğin bulunmaması geçmişten bugüne<br />

feminist gruplar dışında göz ardı edilmeye<br />

devam etmiş, sorgulanmasına dahi gerek<br />

görülmemiştir. Burada Thomas Kuhn‟un<br />

paradigma kavramını kullanmak gerekirse,<br />

zaten hangi konuların “bilimsel” ya da<br />

araştırmaya değer olup olmadığını belirleyen<br />

erkek egemen bir bilim topluluğunun,<br />

gündemine kendi avantajına olan eşitsizlik<br />

sorunlarını dahil etmesi ve bu sorunu ele<br />

almak için mesai harcamasını beklemek fazla<br />

iyimser bir yaklaşım olurdu. Kaldı ki cinsiyet<br />

gözetmeksizin, her insanın varlığını<br />

anlamlandırmasının önkoşulu olan yaşam<br />

alanlarını ele geçiren erkek karşısında kadının<br />

sahip olduğu aşka da zaten hiç kimsenin<br />

ihtiyacı yoktur. Erkek kadını sürekli onu daha<br />

çok sevmeye, aşkına sahip çıkıp onu<br />

yaşatmaya ve ondan sorumlu olmaya<br />

zorlarken aslında buna ne ihtiyaç duyar ne de<br />

bundan zevk alır. Aksine bu onu sıkar,<br />

kadınıysa daha da ne yapacağını bilmez,<br />

şaşkın hale getirir. “Aşkın sayısız kadın<br />

kurbanı” (Beauvoir, 1969: 98) yaşamının<br />

daha önce ifade edilen tüm içkinleştirme<br />

evrelerinin ardından çoğu kez bir kurtuluş<br />

yolu olarak atıldığı bu türden bir aşkın içinde<br />

yaşamını daha da kötüleştiren ve onu<br />

ulaşması gereken aşkınlık durumundan daha<br />

42<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

da uzaklaştıran noktalara doğru sürüklenir<br />

gider. Oysa “kadın güçsüzlüğü değil,<br />

güçlülüğü içinde; kendinden kaçmak değil,<br />

kendini bulabilmek; var olmaktan istifade<br />

etmek değil, varlığını olumlamak üzere<br />

sevebildiği gün aşk, hem o hem de erkek için<br />

korkunç bir tehlike olmaktan çıkıp bir yaşam<br />

kaynağı haline gelecektir.” (Beauvoir, 1969:<br />

98). Bu satırlar birbirine bağımlı olmak<br />

yerine bağlı olmayı tercih eden, ilişkisini bu<br />

özgürlük ve karşılıklı aşkınlık sınırlarında<br />

yaşamaya çalışan Beauvoir‟ın Sartre‟la olan<br />

ilişkisinin bir yansıması ve idealleştirilmesi<br />

gibi görünür.<br />

Son olarak kendini dine ya da benzeri<br />

diğer doğaüstü güçlere veren kadın<br />

gerçeğinden yola çıkan Beauvoir, bu<br />

kadınların bazılarının tanrı aşkı ve onunla<br />

ilgili iç yaşantılarıyla yetindiğini,<br />

bazılarınınsa bu hislerini tüm dünyaya yayma<br />

isteğiyle eyleme geçtiğini ifade eder. Ancak<br />

bu duygu ve girişimler “olumlu bir eylemle<br />

insan toplumuna yansıtılmadıkça” (Beauvoir,<br />

1969: 109) tıpkı narsizm ve aşk gibi kadını<br />

kendi içkinliğinde daha da boğan, onu<br />

kandırmaca bir özgürlük ve efsaneler<br />

ortasında yine kendi öznelliğinde bir varlık<br />

olarak bırakan bir hal alacaktır. Tüm bu<br />

hallerde kadın, kendi “ötekiliği”ne hizmet<br />

eden suçun bir parçası olmaktan kurtulamaz.<br />

“Kadın”ın Toplumsal İnşası<br />

Bu noktaya kadar tartışılanlarla,<br />

kadınlık durumunun ve onun toplumsal<br />

hayata yansıyan pratiklerinin topyekûn inşa<br />

edilmiş bir görünüm sergilediği söylenebilir.<br />

Bu görüşe göre kadına yönelik tutumlar da<br />

kadının kendisi hakkında sahip olduğu<br />

duygular da fiziksel bir kaynaktan değil<br />

toplumsal yaşam biçimlerinden etkilenmekte,<br />

beslenmektedir. Bu bağlamda “insan kadın<br />

olarak doğmaz; biyolojik, ruhsal, ekonomik<br />

hiçbir yazgı toplumun içinde insan dişisinin<br />

takınmış olduğu çehreyi tanımlamaz;<br />

kadınlıkla nitelenen iğdış ile erkek arasındaki<br />

bu ara ürünü hazırlayıp ortaya çıkaran<br />

uygarlığın tümüdür.” (Aktaran Foulquie,<br />

1998: 56) diyerek Beauvoir bu inşanın failini<br />

de mağdurunu da ilan eder.


İkinci Cins‟in „Toplum içi Yaşayış‟<br />

adlı bölümünde Beauvoir, kadınlık<br />

durumunun inşasıyla ilgili bu somut<br />

gerçekleri göz önüne serme çabasındadır.<br />

Çocukluk, gençlik ve cinsel uyanma<br />

temalarına değinen yazar; bu gelişim çağlarını<br />

analiz ederek “Kadın doğulmaz, kadın<br />

olunur” sözünü daha somut bir temelde ve<br />

daha detaylı biçimde açıklamaya girişir.<br />

Kadının yetiştirilme sürecinin ayrıntılı bir<br />

tasviri bir genç kızın pasifliğe, bağımlılığa,<br />

tek tipliğe ve içkinliğe adım adım nasıl<br />

koşullandığını gözler önüne serer. Bu tür bir<br />

bakış açısından irdelendiğinde toplumdaki her<br />

güç, kadını özgün özelliklerinden yoksun<br />

bırakmak ve onu bir objeye çevirmek için bir<br />

araya gelmiş gibi bir izlenim bırakmaktadır.<br />

Yetişkinliğe geçen kadın için ise<br />

Beauvoir içselleştirilmiş “durumlar” ve<br />

rollerden bahseder. Burjuva kadının annelik,<br />

eşlik ve eğlence aracı olma rollerine değinir<br />

ve bu rollerin dışarıdan ne kadar hoş<br />

görünürse görünsün ve hangi ortamlarda<br />

gerçekleştiriliyor olursa olsun kadınları<br />

içkinliğe ve çok derin bir bıkkınlık hissine<br />

sürükleyeceğini iddia eder. Bu durum<br />

varoluşçu bakış açısının daha geniş kapsamda<br />

ele aldığı toplumsal yapılar içerisinde<br />

yığınlaşmak -bir bütünün parçası olmak-<br />

zorunda kalan bireyin yaşadığı bunalım<br />

haliyle paralellik gösterir. Burada bahsedilen<br />

ise söz konusu bunalım halinin iki farklı<br />

toplumsal grup olarak kadın ve erkek arasında<br />

yaşanan biçimi gibi görünmektedir. Beauvoir,<br />

kadının sözü geçen annelik ya da eşlik<br />

rollerini kabullenmeyen daha az geleneksel<br />

bir konumda olması durumunda bile<br />

toplumdaki varlığını sürdürmek için hayatı<br />

boyunca erkekler tarafından belirlenmiş pek<br />

çok emre ve kurala uymak zorunda kaldığına<br />

da dikkat çeker.<br />

Beauvoir, kadının fiziksel yaşam<br />

eğrisine olan bağlılığından bahsederek devam<br />

eder ve bunun sebebinin kadının “hala dişilik<br />

görevleri içerisinde hapsolmuş olduğunu”dan<br />

(Beauvoir, 1993 : 225) ileri geldiğini öne<br />

sürer. Bu bağlamda kadının olgunluktan<br />

yaşlılığa geçiş travmasının ne kadar derin<br />

olabileceğini şu çarpıcı sözlerle ifade eder:<br />

43<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Bu eğri erkeğinkinden çok daha<br />

sarsıntılı ve kopuktur. Kadın<br />

yaşamının tüm dönemleri durgun<br />

ve tekdüzedir; ama bir dönemden<br />

öbürüne geçişler tehlikeli bir<br />

hoyratlıktadır; erkeğinkinden daha<br />

etkili bunalımlara yol açarlar:<br />

ergenlik, cinsel yaşamın başlaması,<br />

yaşdönümü başlı başına birer<br />

bunalımdırlar. Erkek aralıksız<br />

yaşadığı halde, kadın, ansızın<br />

dişiliğinden yoksun kalır; genç<br />

sayılacak yaşta kendisini topluma<br />

ve kendisine karşı doğrulayan,<br />

mutlu kılmaya yarayan cinsel<br />

çekiciliğiyle doğruganlığını yitirir:<br />

gelecekten yoksundur, yetişkin bir<br />

insanın yaşamının aşağı yukarı<br />

yarısını yaşamak durumundadır<br />

artık (Beauvoir, 1993 : 226).<br />

Beauvoir‟e göre yeniden üretim<br />

kapasitesini kaybeden kadın, toplumun ona<br />

dayattığı öncül amacını ve dolayısıyla da<br />

kimliğini kaybeder. Bu bölümün sonunda<br />

genel olarak vardığı sonuç; kadının<br />

durumunun karakterinden kaynaklanmadığı,<br />

aksine kadının karakterinin ona dayatılan<br />

kadınlık durumunun bir sonucu olarak<br />

meydana geldiğidir. Kadının sıradan olması,<br />

başarısızlığı, tembelliği, pasifliği, kayıtsız hali<br />

onun ezilmesinin sebepleri değil, maruz<br />

kaldığı ezilmişliğin ve “ötekiliğinin” ortaya<br />

çıkardığı sonuçlardır. Böyle bir ortamda<br />

kadının kendi aşkınlığına ulaşması mümkün<br />

görünmemektedir çünkü ona göre bireysel<br />

özgürlük, insanlar kendilerini ezen bir düzen<br />

içinde yaşadıkları sürece asla<br />

yakalanamayacak bir şeydir. Dolayısıyla<br />

birbirinden böylesine kopuk ve eşitsiz iki<br />

grubun bulunduğu bir ortamda “evrensel<br />

ahlak da olanaksızdır” (Beauvoir, 1991: 63 ).<br />

Bu bize bir önceki bölümde değindiğimiz<br />

Thomas Kuhn‟un paradigma kavramını bir<br />

kez daha hatırlatır; zira belli bir grubun<br />

hegemonyasında varlığını sürdüren bir<br />

topluluğun değer ve bilgi birikimlerini<br />

sorgulamadan kabul etmek mümkün değildir.


“Öteki” Konumundaki Kadın<br />

Beauvoir‟a göre; eşitlik “kadın kişinin<br />

ve erkek kişinin insanlığı, kadın ya da erkek<br />

olarak varlığıyla çatışmadığı zaman vardır”<br />

(Öztürk, 2009). Oysa patriarkal sistemde<br />

kadın; kadın ve erkek cinsiyetlerinden (ki<br />

Butler ve bazı diğer feminist düşünürler, bu<br />

ikili çerçeveye dahi karşıdır) biri değil,<br />

yalnızca ötekidir. Yani kadın kadın değildir,<br />

kadın “erkek olmayan”dır. Dolayısıyla Hegel<br />

gerçekliğin zıt güçler arasındaki etkileşimle<br />

doğduğundan (Bkz: Kaynakça 1)<br />

bahsederken, aslında bir bakıma, erkeğin<br />

kendini özne ve özgür varlık olarak<br />

adlandırırken kadını ötekileştirdiği gerçeğini<br />

de yansıtmaktadır. Her bir özne için bir nesne<br />

gereklidir mantığını da anımsatan bu tür bir<br />

ilişki, öznellik üzerindeki erkek<br />

hegemonyasına da işaret etmektedir.<br />

Kadın, yüzyıllardır erkek<br />

hegemonyasıyla dönmekte olan dünyada ve<br />

erkeğin kendisini “ben” olarak tasarladığı<br />

hâkim düzenin belirlemiş olduğu konumuna<br />

boyun eğen, bağımlı ve “içkin” durumdadır.<br />

Erkeğin yüzyıllardır süregelen her türlü<br />

ayrıcalığının sebebi onun “insan olma<br />

eğiliminin erkeklik yazgısıyla<br />

çatışmaması”dır (Beauvoir, 1969: 116). Bu<br />

noktada insan olma eğilimiyle altı çizilen<br />

şeyin Beauvoir‟in feminist yaklaşımının<br />

temeline oturan aşkınlık kavramını açıkladığı<br />

söylenebilir.<br />

Erkeklik organıyla aşkınlık özdeş<br />

sayıldığı için, toplumsal ya da<br />

zihinsel başarılar ona erkekçe bir<br />

etki gücü sağlamaktadır. Varlığı<br />

birkaç parçaya bölünmemiştir.<br />

Oysa kadından, kadın olabilme<br />

üzerine kendini hem bir nesne hem<br />

de bir av haline getirmesi, yani<br />

yüce, egemen bir varlık olma<br />

hakkından vazgeçmesi<br />

istenmektedir. Erkeğin<br />

boyunduruğundan kurtulmuş<br />

kadının durumundaki başlıca<br />

çelişme budur. Varlığını<br />

sakatlamak istemediği için<br />

kadınlık rolünü benimsemeye<br />

44<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

yanaşmamaktadır. Oysa kadınlığı<br />

reddetmek de varlığını<br />

sakatlamaktadır. Erkek; cinsi erkek<br />

olan, insani bir varlıktı; kadın aynı<br />

biçimde cinselliği kabul etmiş<br />

insani bir varlık olduğu an erkeğe<br />

eşit, eksiksiz bir birey olabilir<br />

(Beauvoir, 1969: 116).<br />

Kadının içinde bulunduğu çelişik<br />

konumun özeti niteliğindeki bu paragrafla<br />

onun içinde bulunduğu pasif, içe dönük,<br />

durağan yani yazarın tabiri ile içkin yapısını<br />

yeniden görmüş oluruz. Kadının bu ortamdan;<br />

toplumdaki hastalıklı özgürlük ifadelerinden,<br />

tüm güvenlik ve rahatını feda ederek<br />

sıyrılması öyle zordur ki çoğu kadın bu<br />

güvenli ve tanıdık alandan uzaklaşmaktansa<br />

hayatlarını eş ve anne rolleriyle bu içkinlik<br />

içerisinde yaşamaya devam ederler. Kadının<br />

feragat ettiği hayata dair tüm etkinliklerin,<br />

ekonomik gücün, iş hayatının, -erkeğe ait<br />

görünen oysa sadece insana özgü olan tüm<br />

değer ve tutumların- cinsiyet gözetmeksizin<br />

hakça dağıtılmasıyla her insanın bağımsız,<br />

yetkin bir birey olarak kendini<br />

gerçekleştirebileceğine inanan Beauvoir;<br />

eserinin son bölümünde kadın kurtuluşunun<br />

ekonomik temellerine ve günlük yaşamda<br />

kadına engel teşkil eden diğer pratiklere<br />

değinerek eserini sonlandırır.<br />

III. ‘İkinci Cins’’te Aşkınlık Kavramı ve<br />

Üzerindeki Erkeksileştirme Yaftası<br />

Eserin tamamına hâkim olan aşkınlık<br />

kelimesi, Beauvoir‟ın kadının kurtuluşunun<br />

merkezine oturttuğu bir kavram olarak<br />

literatürde geniş yer bulmuştur. Ancak bazı<br />

düşünürler Beauvoir‟in bu kavramını<br />

maskülen bir çözümleme (Bkz.: Kaynakça 2)


olarak okumakta ve onun yapmaya çalıştığı<br />

şeyi feminizmi “maskülen varsayımlar içine<br />

yerleştirme” (Stones, 2008: 172) olarak<br />

görme eğilimindedirler. Bu bölümde<br />

Beauvoir‟ın bu görüşü ve aslında aynı anda,<br />

sahip olduğu gücü ortaya çıkarma<br />

gayretindeki kadını da erkeksileşme<br />

çabasındaki kadın olarak gören bakış açısını<br />

eleştirmek amaçlanmaktadır.<br />

Aşkınlık kavramının erkeksileşme<br />

olarak anılması, erkeklerin sahip oldukları<br />

tüm özgürlük ve „aşkınlık‟ hallerinin, onların<br />

doğuştan gelen özelliklerinin bir sonucu<br />

olarak görülmesi ve kadın dünyasıyla<br />

ilişkilendirilememesinden kaynaklanıyor<br />

olabilir. Oysa erkeklerin sahip oldukları<br />

özelliklerin, erkeksi ve onlara özgü olduğu,<br />

kadınların özgürleşmesi ve aşkınlığa<br />

ulaşabilmesi halinde sahip olacakları bu<br />

özellikleri erkeklerden “almış” olacakları,<br />

kadınların bu durumda erkeksileşmeye<br />

çalışıyor oldukları iddiası tarihsellikten<br />

oldukça yoksun görünmektedir. Oysa<br />

öncelikle üzerinde konuşulan bu aşkınlık<br />

durumunun ve onun “sahipleri” olan erkekler<br />

tarafından dünyamıza yansıtılan<br />

tezahürlerinin kime ve neye göre erkeksi<br />

olduğunu yeniden gözden geçirmek gerekiyor<br />

gibi gözükmektedir. Bu işe “erkeksi” olarak<br />

anılan her şeyin sorgulanması ve hangi<br />

kökenden ne tür tarihsel sebeplerle literatüre<br />

girdiğinin incelenmesiyle başlanabilir. Her<br />

şeyden önce, bir şeyin, onu ilk ele geçirene ait<br />

ve özgü olarak kabul edilemeyeceği için bu<br />

olguların da tümden erkeklere ait olduğunu<br />

kabul edemeyeceğimiz çıkarımına varılabilir;<br />

yani bir şeyi bir başka gruptan sonra elde<br />

eden –edebilen- kişiler o şeyin ikincil<br />

sahipleri ve taklitçileri olarak adlandırılamaz<br />

diyebiliriz. Dolayısıyla şahsi inancım<br />

toplumsal olguları olduğu gibi kabul etme<br />

yanılgısına, aşkınlık kavramını erkeksileşme<br />

çabası olarak adlandıran kişilerin de düşüyor<br />

olabilecekleri yönündedir.<br />

Erkek olma durumu, bugüne dek toplum<br />

tarafından herhangi bir müdahaleye<br />

uğramadığı ve evrensel bir aşkınlık tanımıyla<br />

neredeyse birebir örtüştüğü için erkeklerin mi<br />

aşkın olduğu, yoksa aşkınlık tanımının mı<br />

erkeklerin sahip oldukları toplumsal<br />

45<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

koşullarla örtüştüğü sorusu eleştirel bir bakış<br />

açısından yoksun çoğu kişi için cevapsız<br />

kalmıştır. Hatta maalesef, bu sorunun<br />

cevabının, sorgulanması gerekli bir olgu<br />

olarak görüldüğünü düşünmek dahi iyimser<br />

bir bakış açısı olabilir. Tarihsel bir bakış<br />

açısından uzak bir analiz bizleri kadının<br />

kurtuluşunun bir “erkek” gibi davranması ve<br />

onun gibi olabilmesi yoluyla elde<br />

edilebileceği çıkarımına götürebilir. Ancak<br />

biraz daha derine inildiğinde ve cinsiyet<br />

kavramının kendisi sorgulanmaya<br />

başlandığında görülecektir ki erkeklerin tekeli<br />

altında bulunan ve onları aşkın kılan her türlü<br />

özgürlük ve güç aslında sahip oldukları sosyal<br />

imtiyazların bir sonucudur. Tamamen tarihsel<br />

ve toplumsal koşullarla ilişkili sebeplerden<br />

ötürü meydana gelmiş olduğu konusunda<br />

hemfikir olduğumuz bu farklılıkların ortadan<br />

kaldırılması sürecini taklit olarak<br />

adlandırmanın, kadının „öteki‟ olarak<br />

görülmesine sebep olan sistemin kendisinden<br />

başka bir şeye fayda sağlamayacağını<br />

düşünüyorum. Kaldı ki kimlik kategorilerine<br />

doğuştan sahip olduğumuza bu kadar emin bir<br />

bakış açısının; erkeği merkeze alan ataerkil<br />

sistemin ürünü de olsa, kadını merkeze alan<br />

feminist eylemin ürünü de olsa, ne kadar<br />

kapsayıcı ve gerçekçi olabileceği de tartışılır.<br />

Judith Butler‟ın dediği gibi, “kimlik<br />

kategorilerini seferber etmenin her daim<br />

taşıdığı tehlikelerden biri, kimliğin kişinin<br />

muhalefet ettiği iktidarın bir aracı haline<br />

gelmesidir” (Butler, 2005: 32). Dolayısıyla,<br />

kadını erkeksi, erkeği kadınsı olarak anmak<br />

„kadın‟, „erkek‟ kategorileri ve onlara biçilen<br />

rollerin insan özgürlüğünü sınırladığı bir<br />

dünyanın dayandığı çerçeveleri güçlendirmeyi<br />

sürdürecek gibi gözükmektedir.


KAYNAKÇA<br />

Fromm, Eric (1996) Özgürlükten Kaçış, Çev.Şemsa Yeğin,<br />

Payel Yayıncılık, İstanbul.<br />

Beauvoir, Simone De (1993) İkinci Cins, Kadın: Evlilik Çağı,<br />

Çev. Bertan Onaran, Payel Yayıncılık, İstanbul.<br />

Beauvoir, Simone De (1969) İkinci Cins, Kadın:<br />

Bağımsızlığa Doğru, Çev. Bertan Onaran, Payel Yayıncılık,<br />

İstanbul.<br />

Beauvoir, Simone De (1991) Sade‟ı Yakmalı mı?<br />

Günümüzde Sağcı Fikirler , Çev. Cemal Süreyya, Broy<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

Butler, Judith (2005) Cinsiyet Belası, Feminizm ve Kimliğin<br />

Altüst Edilmesi, Çev: Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul.<br />

Foulquie, Paul (1998) Varoluşçunun Varoluşu, Çev.Yakup<br />

Şahan, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul.<br />

Sartre, J.P. (1996) Varoluşçuluk, Çev. Asım Bezirci, Say<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

Stones, Rob (2008) <strong>Sosyoloji</strong>k Düşüncede İz Bırakanlar,<br />

Çev. Lülüfer Körükmez, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.<br />

Öztürk, Şeyda (2009) Sayı 58, Feminizim, Cogito, İstanbul.<br />

Online Kaynaklar<br />

1.Hegel Felsefe ve Diyalektik Yöntem<br />

http://www.genbilim.com/content/view/1201/90/ Erişim:<br />

11.11.2011 Saat: 16: 10<br />

2.Changfoot, Nadine. Transcendence in Simone de<br />

Beauvoir‟s Second Sex,<br />

http://psc.sagepub.com/content/35/4/391.abstract Erişim:<br />

11.11.2011 Saat: 21:48<br />

46<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong>


İKTİDAR KAVRAMINI HALKLA<br />

İLİŞKİLERE UYGULAMAK<br />

VE HALKLA İLİŞKİLER<br />

ŞİRKETLERİNİN HALKLA<br />

İLİŞKİLER YORUMU<br />

Nesrin Canpolat 1<br />

Giriş<br />

Halkla iliĢkiler ABD‟de organizasyon,<br />

inandırma ve pazarlama teorileri<br />

konseptlerinden bilimsel olarak<br />

yapılandırılmaya çalıĢılmıĢtır. Özellikle<br />

James Grunig‟in araĢtırmaları, Halkla<br />

ĠliĢkilerin ĠletiĢim Modelleri ve Durumsal<br />

Teori kabul görmektedir. Amerikan bilim<br />

adamları artan bir Ģekilde felsefi ve toplumsal<br />

yaklaĢımları da halkla iliĢkilerin teori<br />

oluĢumuna dahil etmektedirler. Avrupalı<br />

araĢtırmacılar ise halkla iliĢkilerdeki model ve<br />

teori oluĢumuna sosyoloji, politikoloji ve<br />

iletiĢim teorisinden gelen toplumsal<br />

yaklaĢımlarla bakmıĢlardır. Oyun teorisi<br />

(Murphy 1989), feminist teori (Creedon 1989),<br />

Marksist teori (Gandy 1982, Chomsky/Herman<br />

1988), Habermas‟ın konuĢma eylemi teorisi,<br />

halkla iliĢkilerin aleni olarak görüĢünü iletmek<br />

isteyen herkesin kullanacağı bir sistem olarak<br />

tanımlayan Ronnerberger (1977),<br />

Ronnerberger ve Rühl (1992)‟ün ve<br />

Foucaultcu bilgi/güç söylemi ıĢığında, halkla<br />

iliĢkiler eyleminin iletiĢim sürecinde ve<br />

toplumsal anlayıĢ oluĢturma süreçlerindeki<br />

rolünü söylem kontrolü temelinde açıklayan<br />

Dorer (1993)‟in çalıĢmaları bu bağlamda<br />

Amerika ve Avrupa‟da yapılan çalıĢmalara<br />

örnek olarak verilebilmektedir (Dorer, 1993).<br />

1 Ġstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />

Doktora Öğrencisi, nesrincanpolat@hotmail. com<br />

47<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Ayrıca Public Relations Review Dergisi‟nin<br />

33. Sayısı (2007) halkla iliĢkilerin sosyal teori<br />

ve teorisyenlerin bakıĢ açısıyla<br />

değerlendirildiği çalıĢmalara ayrılmıĢtır. Bu<br />

çalıĢmalarda Arild Waeraas (2007) halkla<br />

iliĢkileri Max Weber‟in meĢruluk ve<br />

egemenlik bakıĢ açıları temelinde tartıĢırken;<br />

Oyvind Ihlen, halkla iliĢkileri Bourdieu‟nun<br />

sermaye formları ve alan teorisi bakımından<br />

ele almıĢtır. Günter Bentele ve Stefan<br />

Wehmeier de “<strong>Sosyoloji</strong>yi Halkla ĠliĢkilere<br />

Uygulamak” adlı çalıĢmalarında halkla<br />

iliĢkileri sosyolojik temelde incelemiĢlerdir.<br />

Bruce K. Berger (2005) ve Lee Edwards<br />

(2006) ‟ın kaleme aldıkları makaleler de<br />

önemlidir. Türkiye‟de ise bu anlamda halkla<br />

iliĢkileri felsefi ve toplumsal yaklaĢımları esas<br />

alarak inceleyen, halkla iliĢkiler için teori<br />

oluĢturan az sayıda makale ve kitap vardır.<br />

Akademik ilerleme için önümüzdeki dönemde<br />

farklı teorilere, metotlara ve alt yapılara<br />

ihtiyaç duyulmaktadır. Bilimi hedefine<br />

ulaĢtıran teorilerdir.<br />

Snizek ve Fuhrman‟a göre teorinin<br />

önemli üç özelliği vardır: Bir sistemin<br />

matematiksel iskeletinin çıkarılması,<br />

kavramların tanımı, bunların gözlem ve<br />

deneyimden gelen somut malzemeyle<br />

iliĢkilendirilmesi ve bir kurallar dizininin<br />

saptanmasıdır (Çöklü, 1996: 245). ÇalıĢmada<br />

teorilerin bu özelliklerinden yola çıkılarak ilk


etapta iktidarın, iktidar bakıĢ açılarının ve<br />

halkla iliĢkilerin sistematik bir takdimi<br />

yapılarak, gerek rıza yönetimi gerek de<br />

iletiĢim yönetimi biçiminde iktidar alanı<br />

olarak faaliyet gösterdiği ileri sürülen halkla<br />

iliĢkiler bu sistem üzerine kurularak, iktidarla<br />

anlamsal, iĢlevsel, araçsal buluĢma noktaları<br />

saptanacaktır. Bu çalıĢma konumlandıracağı<br />

düĢünceyi asimetrik ve simetrik iktidar<br />

temeline yerleĢtirmeyi hedeflemektedir. Bu iki<br />

bakıĢ açısı sosyolojide yer alan fonksiyonalist<br />

ve çatıĢmacı teoriler ıĢığında da<br />

incelenebilecek düĢüncelerdir. Asimetrik<br />

iktidar düĢüncesi, toplumu bir bütün olmaktan<br />

çok zıtlaĢan sınıfların zorunlu beraberliği<br />

olarak gören çatıĢmacı teorilerin bir uzantısı<br />

olarak nitelendirilebilecekken, simetrik iktidar<br />

da insanların birlikte yaĢamasını uzlaĢma ve<br />

bütünleĢmeye dayandıran fonksiyonalist<br />

teorilerin bir uzantısı olarak görülebilmektedir.<br />

Bunlar Grunig‟in halkla iliĢkiler davranıĢının<br />

iki bağımsız boyutu olarak tanımladığı<br />

asimetrik ve simetrik boyutla iliĢki<br />

kurulabilecek bakıĢ açılarıdır. Ġkinci aĢamada<br />

ise teorinin gözlem ve deneyimden gelen<br />

somut malzemeyle iliĢkilendirilmesi ve bir<br />

kurallar dizisininin saptanması noktasında,<br />

Grunig‟in halkla iliĢkiler davranıĢının iki<br />

bağımsız boyutu olarak tanımladığı asimetrik<br />

ve simetrik boyutla kurulan iktidarın iki<br />

noktası arasındaki iliĢki, literatür taraması ve<br />

Grunig ve Hunt‟ın öne sürdüğü halkla iliĢkiler<br />

modellerinin özelliklerinden yola çıkılarak<br />

hazırlanan anketle ortaya çıkarılmaya<br />

çalıĢılacaktır. ÇalıĢmada ele alınan iktidar,<br />

söylem, ideoloji gibi kavramlar ve fikirleri ele<br />

alınan teorisyenler tek tek külliyat<br />

oluĢturabilecek nitelikte kitap yazılma<br />

kapasitesine sahiptir. Bu açıdan çalıĢma,<br />

derinlemesine bir iktidar yada diğer<br />

kavramların ve teorisyenlerin çözümlemesi<br />

değil, oluĢturulacak halkla iliĢkiler teorisine<br />

zemin oluĢturma amacı gütmektedir.<br />

İktidar<br />

A‟nın meydana getirdiği sonuçları<br />

iktidar sayılacak Ģekilde anlamlı kılan nedir?<br />

Bu soruya verilecek yanıtlar geniĢ bir aralık<br />

içinde yer alır: kimilerine göre iktidarın asli<br />

unsuru bir istek veya arzunun<br />

48<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

gerçekleĢtirilmesidir. Kimine göre ise insanlar<br />

arası sosyal etkileĢimin her düzeyinde var<br />

olan, bir tarafın diğerini etkilemesi (Çam,<br />

1987: 87) anlamına gelen bir sosyal etkidir.<br />

Örneğin Stephen Moore‟a göre her türlü<br />

sosyal iliĢki bir tür güç nosyonunu içerirken;<br />

Heywood iktidarı arzu edilen yada<br />

amaçlanılan hedefe ulaĢma yeteneği olarak<br />

tanımlar (DelibaĢ veYiğit, 2005: 175-176).<br />

Ġktidarı karar verme sürecini etkileyebilme<br />

yeteneği olarak tanımlayan Lukes‟ın görüĢleri<br />

de bu bağlamda önemlidir. Buradan temelle<br />

„sosyal iliĢkilerin tümü belli bir anlamda<br />

iktidar olgusu içermektedir‟ saptaması<br />

yapılabilmektedir. Weber, iktidarın nerede ve<br />

neye dayalı olursa olsun, kendi istencini ve<br />

dirençleri aĢabilen bir olasılığı anlattığından<br />

söz eder. Weber‟e göre iktidar, toplumdaki<br />

aktörlerden herhangi birinin, gücünün kaynağı<br />

önemli olmaksızın, diğerlerine rağmen kendi<br />

iradesini gerçekleĢtirmesidir (Weber, 1995:<br />

90-92). Weber‟in iktidara bakıĢını<br />

Nietzsche‟nin baĢkalarının isteklerini aĢan<br />

kendi isteklerini gerçekleĢtirmeye çalıĢan güç<br />

istenci kavramı oluĢturmaktadır. Ġktidar<br />

kavramsallaĢtırmaları istenç, karar ve çıkar<br />

olmak üzere üç sorunsal temelinde<br />

tartıĢılmaktadır.<br />

Ġnsan eylemliliğinin baĢlıca öğesi<br />

olarak istenci öne süren istenç sorunsalı,<br />

Nietzsche‟den Weber‟e devam ederek iktidarı<br />

bireylerin diğerlerinin direncine rağmen<br />

istençlerini gerçekleĢtirme kapasitesi olarak<br />

tanımlamaya götürmüĢtür. Bu sorunsalda<br />

iktidar istencin gücüdür. Karar sorunsalı<br />

birey, küme, devlet gibi özneleri betimleyen<br />

A ve B‟nin A, B‟ye B‟nin iktidar<br />

uygulanmadığında yapmayacağı bir Ģey<br />

yaptırabiliyorsa A‟nın B üzerinde iktidar<br />

uyguladığı tezi üzerinden iĢlemektedir. Çıkar<br />

sorunsalında ise öznel ve nesnel çıkar ayrımı,<br />

toplumsal yapıların, eyleyenleri etkilemedeki<br />

gücünü vurgulamaktadır (Deveci, 1999: 23-<br />

26; Russell, 2004). Çünkü sistem insanların<br />

ne isteyeceğini belirleyerek, kiĢilerin ya da<br />

kümelerin gerçek çıkarlarına karĢı<br />

iĢlemektedir.<br />

Sosyal teori ve siyaset teorisinde,<br />

iktidarla ilgili birçok yorum yer alsa da,<br />

iktidar iki temel perspektif üzerinden


tartıĢılabilmektedir. Birincisinde iktidar,<br />

aktörün istediği Ģeylere diğerlerinin direncine<br />

rağmen ulaĢabilme kapasitesi, diğerinde ise<br />

kollektiviteye ait bir özelliktir (Giddens,<br />

2005: 211). Kısaca bir tarafın kudretinin<br />

ötekinin kudretinden fazla olduğu, bundan<br />

dolayı bu tarafın ötekinin kudretinin etkilerine<br />

karĢı koyabilme ve bu etkileri engellemesinin<br />

esas olduğu, diğer tarafta ise bir kısım insanın<br />

ötekilerinin pahasına kazanç sağlayacağını<br />

ima etmeyen, herkesin birden<br />

kazanabileceğini söyleyen anlayıĢ<br />

bulunmaktadır. Yukarıda söz edilen<br />

Weberyen bakıĢ açısı asimetrik olarak<br />

adlandırılan iktidar düĢüncesinin birinci<br />

perspektifini tanımlarken, Ġktidarı kolektif<br />

bakıĢ açısı olarak gören ikinci perspektif ise<br />

Arendt‟ın düĢüncelerinde cisimleĢmektedir.<br />

Arendt‟ta iktidar birlikte düĢünmek<br />

birlikte hareket etmekle ilgili, insanlar birlikte<br />

hareket ettiğinde var olacak bir kavramdır.<br />

Arendt‟a göre iktidarın her biri eyleyebilen ve<br />

yeni bir Ģey baĢlatabilen çoğul insanlar<br />

arasında gerçekleĢtiği koĢulu göz ardı<br />

edilmemelidir. Arendt‟a göre iktidar özel bir<br />

mülkiyet olamaz, iktidar insanlar birlikte<br />

hareket ettiklerinde meydana gelir ve insanlar<br />

dağıldıklarında kaybolmaktadır (Arendt,<br />

1994: 11; Brunkhorst, 2006). Bu iki<br />

perspektif toplumu bir bütün olmaktan çok<br />

zıtlaĢan sınıfların zorunlu beraberliği olarak<br />

gören çatıĢmacı teorilerle, çeĢitli sosyal<br />

farklılık ve eĢitsizliklere rağmen insanlar<br />

birlikte yaĢamaya devam ediyorsa uzlaĢma ve<br />

bütünleĢmenin temel olduğunu savunan<br />

fonksiyonalizm, struktüralizm yada sembolik<br />

etkileĢimcilik gibi teoriler temelinde de<br />

değerlendirilebilmektedir.<br />

Halkla İlişkiler<br />

Halkla iliĢkiler iki temel terimden<br />

oluĢmaktadır: halk ve iliĢkiler. Halk sözcüğü,<br />

iliĢkilerin doğası ve ideolojik<br />

biçimlendirmelerin meydana getirdiği farklı<br />

bağlamlarda, farklı anlamlara gelmektedir.<br />

Siyasal anlamda halk, ülke olarak betimlenen<br />

bir siyasal birimi oluĢturan insan kitleleri<br />

veya seçmenlerdir; Ekonomik çevrelerde ise<br />

halk, bir kurumun içinde çalıĢan kiĢilerden ve<br />

kurumların iliĢkide bulunduğu müĢterilerden,<br />

49<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

izleyicilerden, seyircilerden oluĢmaktadır.<br />

Ekonomik bağlamda halk, rasyonel olarak<br />

karar veren, seçim yapan kullanıcı ve tüketici<br />

kitlelerin varlığını gerektirmektedir. Diğer<br />

bağlamlarda halk, siyasal ve ekonomik<br />

güçlerin dıĢında, o güçlerle iliĢkide olan<br />

kuruluĢ ve kurumların hedefi olan kitlelerdir<br />

(Erdoğan, 2008: 13; ĠĢler, 2007). Bu<br />

düĢüncelerin yanında halk kavramı Ģirketler,<br />

kurumlar ya da hükümetler tarafından<br />

etkilenen ve etkileyen çeĢitli kitleler Ģeklinde<br />

karĢılıklı etki temelinde de tanımlanmaktadır.<br />

Halkı tüketiciler, müĢteriler,<br />

yatırımcılar, hissedarlar, bağıĢta bulunanlar,<br />

çalıĢanlar veya genel toplum olarak<br />

tanımlayan liberal görüĢ, konuyu etki<br />

bağlamında kabul etmektedir. Halkı oluĢturan<br />

insanlar, genel özellikleri olarak bir örgütteki<br />

veya bir husustaki menfaatlerinin farkında<br />

olup, konu hakkında diğer kiĢilerle iletiĢimde<br />

bulunup, eyleme geçmek için<br />

örgütlenebilmektedir (Karadeniz, 2009: 5).<br />

Halkla iliĢkilerdeki halk, kalabalık bir kitle ve<br />

bütün bireylerin toplamı olan genel topluluğu<br />

anlatmayan, kurumların veya örgütlerin<br />

iliĢkilerinde tanımladığı, okuyucular,<br />

dinleyiciler ve izleyiciler gibi somut<br />

birimlerdir. Bu somut birimler halkla<br />

iliĢkilerin potansiyel kitlesini oluĢturmaktadır.<br />

Ġnsanın olduğu, halk olarak<br />

tanımlandığı yada tanımlanmadığı her yerde<br />

insan grubunun kendi içinde ve insan grupları<br />

arasında her an süre giden bir halkla iliĢkiler<br />

mevcuttur. Bu faaliyetle gelen iliĢki mutlak<br />

bir kölelik veya bağımlılık karakterini<br />

taĢıyabileceği gibi son derece özgür bir<br />

karaktere de sahip olmaktadır (Erdoğan,<br />

2008). Bu bağlamda halkla iliĢkiler sürekli<br />

görülen bir olgudur. Ġnsanlar günlük<br />

iliĢkilerinde diğer insanlarla sürekli iletiĢim<br />

içindedir. Bu iletiĢim sırasında insanlar<br />

yüzyüze veya teknolojiyi kullanarak halkla<br />

iliĢkiler yapmaktadır. Elbette burada akla<br />

gelen ilk soru o zaman neden profesyonel<br />

halkla iliĢkilere ihtiyaç duyulmaktadır.<br />

Erdoğan‟a göre, piramitleri yaptıran gücün<br />

profesyonel halkla iliĢkiler uzmanlarına<br />

gereksinimi yoktur. Çünkü halkın rızası<br />

kölelikten, siyasal güçten ve teolojik<br />

mitlerden sağlanmaktadır (Erdoğan, 2002:


353; ĠĢler 2007). Halkın yönetim<br />

politikalarında etkili olamadığı bu sistemlerde<br />

profesyonel Ģirketlerin veya profesyonel<br />

bireylerin yürüttüğü bölümlerce hazırlanan<br />

planlı halkla iliĢkiler o dönemin yöneticileri<br />

için bir gereksinim değildir. Demokrasinin<br />

gerektirdiği vatandaĢ olma hakkının doğması,<br />

kamuoyunu yaratma ve rızayı imal etme<br />

sonucunu getirmiĢtir. Özellikle kendi halkla<br />

iliĢkilerinin üzerinde düĢünen ve bu iliĢkileri<br />

arzuyla katılımı sağlamak veya katılımı<br />

geliĢtirmek için planlı olarak düzenleme<br />

gereksinimi duyan, siyasal, ekonomik ve<br />

kültürel bir örgütlenme ağı profesyonel halkla<br />

iliĢkileri gerekli kılmıĢtır.<br />

Asna‟ya göre halkla iliĢkiler kuru bir<br />

propaganda bombardımanı değildir, verici ve<br />

alıcı kitle arasında karĢılıklı bir akım vardır,<br />

verici de bu akımdan yararlanmaktadır. Amaç<br />

ise karĢı kitleyi inandırabilmek,<br />

etkileyebilmek, onu bir eyleme (kampanyayı<br />

destekleme, oy verme, askere gitme, toto<br />

oynama, bir malı satın alma, Kızılay‟a yardım<br />

etme vb.) dürüst yollardan itebilmektir (Asna,<br />

1997:230; Asna, 1998:12). Diğer bir deyiĢle<br />

halkla iliĢkiler, halkı belli bir tutumu kabule<br />

ya da belirli bir uygulama yolunu izlemeye<br />

inandırma sanatıdır. Amerikan Halkla ĠliĢkiler<br />

Derneği‟nin (Public Relations Society of<br />

America-PRSA) 1982‟de yaptığı (aktaran<br />

ĠĢler, 2007) “halkla iliĢkiler, kamular ve<br />

kurumlar arasındaki karĢılıklı anlayıĢın<br />

geliĢmesine katkıda bulunarak karmaĢık ve<br />

çoğulcu toplumun hedeflerine ulaĢmasında ve<br />

iĢlevlerini gerçekleĢtirmesinde yardımcı olan<br />

bir kavramdır” tanımı bu bağlamda önemli<br />

görülmektedir.<br />

Halkla iliĢkiler belli tarz, yoğunluk ve<br />

yönde iliĢkileri yaratma, tutma, değiĢtirme<br />

veya geliĢtirme amaçlı profesyonel yönetim<br />

faliyetleridir. Kısaca halkla iliĢkiler<br />

profesyonel ve örgütlü bilinç yönetimi<br />

etkinliğidir. Önde gelen ajanslarda halkla<br />

iliĢkilerin öncelikli görevlerini kamuoyunu<br />

değiĢtirme, yaratma, kavramlarıyla tasvir<br />

etmektedir. Örneğin Burson Marsteller‟in iki<br />

üst düzey yöneticisi, halkla iliĢkiler<br />

kamuoyunu değiĢtirme, yaratma, güçlendirme<br />

veya üstesinden gelme sanatı ve bilimidir diye<br />

tanımlamaktadır. Ayrıca Falkheimer‟ın halkla<br />

50<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

iliĢkiler dinamik, ideolojik, geçici ve uzaysal<br />

olan bir iletiĢim sürecidir (Erdoğan, 2002:<br />

341, 390; Erdoğan 2008: 16; Falkheimer,<br />

2007;Hutton 2004: 5-6;) gibi tanımlamaları<br />

çalıĢma açısından yol gösterici olmaktadır.<br />

Halkla İlişkiler ve İktidar Bağlantısı<br />

Yukarıda ele alınan tanımlarda geçen<br />

kamuoyu tartıĢması baĢlatıcısı ve kamuoyu<br />

politikasının Ģekillendiricisi gibi yorumlar<br />

halkla iliĢkiler ve iktidar iliĢkisi hakkında pek<br />

çok ipucu vermektedir. Ayrıca Asna‟nın bir<br />

banka yöneticisinin, bir sendika baĢkanının,<br />

bir parti liderinin olduğu kadar bir genel<br />

müdürün, bir müsteĢarın, bir bakanın halkla<br />

iliĢkilerin ne olduğunu bilmesi, halkla iki<br />

yönlü bir bağlantının nasıl kurulacağını<br />

anlaması gerektiğini, yetiĢen yöneticilerin<br />

diplomalarını alırken kafalarında bu bilgilere<br />

de yer vermelerinin gelecekteki sosyal<br />

düzenin iĢleyiĢini güvence altına alacağı<br />

(Asna1978: 15) yönündeki söylemleri;<br />

Weber‟in “herhangi bir kurum yada<br />

organizasyonun kendisi hakkındaki özel bir<br />

söylence için destek elde etmelidir ve<br />

varolmada kendi hakkı için inanç<br />

geliĢtirmelidir” düĢüncesi (Waeraas, 2007)<br />

halkla iliĢkiler ve iktidar bağlantısıyla ilgili<br />

ipucu veren diğer yorumlardır. Çünkü halkla<br />

iliĢkiler kiĢi, kurum yada organizasyonun<br />

meĢruluk kazanmasının ve bu meĢruluğunun<br />

korunmasının bir yolu olarak görülmektedir.<br />

Diğer bir deyiĢle bu kurum yada<br />

organizasyonun var olmaya devam etmek için<br />

yeterli harici desteğe sahip olması ve bunu<br />

koruması demektir. Weber‟in meĢruluk<br />

kavramı kurum yada organizasyonların yeterli<br />

gönüllü harici destek yaratması ve bundan<br />

memnun olmasını anlatmaktadır. Özetle<br />

kurumların baĢarısı çevrelerinden gelen<br />

gönüllü uyuma bağlı bir unsurdur.<br />

Ayrıca Weber‟in bireyin<br />

karĢısındakinin neler yapabileceğini önceden<br />

görerek, buna istinaden karĢısındakinin<br />

davranıĢlarını manipüle edebilmesi ve buna<br />

göre kendi eyleminin yönünü çizmesini<br />

iktidarın göstergesi olarak betimlemesi bu<br />

bağlama uygun bir saptamadır. Ġktidarı karar<br />

verme sürecini etkileyebilme yeteneği olarak<br />

tanımlayan Lukes‟ın öne sürdüğü karar alma,


gündem oluĢturma ve düĢüncenin kontrolü<br />

gibi boyutlar da halkla iliĢkiler ve iktidar<br />

iliĢkisini güçlendiren ana hatlardır.<br />

Lukes‟ın öne sürdüğü karar alma<br />

boyutu kimin iĢini yürüttüğü, ne sıklıkla<br />

iĢlerini yürütebildikleri ve hangi konularda<br />

iĢlerini yürütebildikleri sorunlarıyla ilgilidir;<br />

gündem oluĢturma boyutu ise herhangi bir<br />

grupta, toplulukta yada toplumda gündemi<br />

oluĢturmak belli bir güce sahip olmayı<br />

tanımlamaktadır. Bacrach ve Baratz‟da<br />

“Ġktidarın Ġki Yüzü” adlı makalelerinde karar<br />

vermeyi/verdirmemeyi iktidarın ikinci boyutu<br />

olarak tanımlamaktadırlar. Lukes‟in ortaya<br />

attığı düĢüncenin kontrolü de iktidarı iliĢkiler<br />

üzerinden tanımlamaktadır (Lukes, 2006).<br />

Ġktidar kavramsallaĢtırmaları<br />

temelinde bu üç sorunsaldaki, iktidarın<br />

toplumsal eylem düzeyinde, aktörlerin<br />

davranıĢları, seçiĢleri ve etkileriyle oluĢtuğu<br />

tezi, çalıĢmanın odak noktasındaki toplumsal<br />

düzlemde var olmaya çalıĢan herhangi bir<br />

kurumun hedef kitleleriyle iletiĢimde<br />

kurdukları iliĢkinin ileti tasarımcısı, davranıĢ<br />

belirleyicisi olan halkla iliĢkiler uzmanlarının<br />

iktidar aktörü olarak değerlendirilebileceği<br />

yönünde argümanlar sunmaktadır. Bunun<br />

yanında karar alma, gündem oluĢturma ve<br />

düĢüncenin kontrolü gibi kıstaslar da halkla<br />

iliĢkilerin yabancı olduğu unsurlar değildir.<br />

Ayrıca iktidarın var olabilmek ve<br />

varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu<br />

bilgi, ideoloji, söylem, Ģiddet ve sermaye gibi<br />

araçlar halkla iliĢkilerin de vazgeçilmez<br />

araçlarındandır. Bilgi iktidarı hareket geçiren,<br />

onu üreten, güçlendiren, zayıflatan veya yok<br />

eden bir unsurdur. Bilgi güçte içkindir,<br />

eylemlerse birer strateji ve taktiktir. Bu<br />

bağlamda iktidar bilgi iliĢkisinin belirli<br />

hakikatlerin üretimi ve kabulu aracılığıyla<br />

iĢlediği düĢünüldüğünde halkla iliĢkilerin<br />

merkezi rolü ortaya çıkmaktadır (Leitch, ve<br />

Motion 2007: 265). Foucault‟ya göre iktidar<br />

söylemin üretimi, toplanması, dolaĢımı,<br />

çalıĢtırılması ile var olmaktadır. Söylemler<br />

olayları nasıl bir Ģekilde düĢünmeye<br />

baĢladığımızı ve olaylar hakkında nasıl<br />

konuĢacağımızı yönetme Ģeklini<br />

oluĢturmaktadır.<br />

51<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

Foucault‟nun söylem teorisinden yola<br />

çıkarak halkla iliĢkiler uygulayıcılarının kabul<br />

edilebilir cümleleri bütün diğerlerinin<br />

arasından ayırarak, belirli anlamları ve<br />

anlayıĢları savunur olduğunu çıkarsamak zor<br />

olmasa gerek (Bentele ve Wehmeier, 2007;<br />

Motion 2005: 506). Diğer bir deyiĢle halkla<br />

iliĢkiler uygulayıcıları baĢarılı söylem<br />

stratejileri uyguladıkları zaman, sonuçlanan<br />

tutarsız değiĢim hegemonyacı bir statü elde<br />

edebilmektedir. Ek olarak iktidar için ileri<br />

sürülen söylemin üretimi, birikimi, dolaĢımı,<br />

iĢleyiĢi olmadan, iktidar iliĢkileri<br />

yerleĢtirilemez, güçlendirilemez ve üretilemez<br />

saptaması, halkla iliĢkiler açısından da<br />

iĢlevseldir. . Halkla iliĢkilerin de en temel<br />

aracı söylemdir. Halkla iliĢkilerde söylemin<br />

üretimi (basın bültenlerinden, basın<br />

toplantılarına, basın makalelerine, kurum<br />

sözcülerinin konuĢma metinlerine…)<br />

birikimi, dolaĢımı, iĢleyiĢi olmadan<br />

yerleĢtirilemez, güçlendirilemez ve<br />

üretilemez. Ayrıca iktidarda var olan gücü<br />

kullanan, isteyen ve sahip olan ile tabi olan<br />

(üzerinde güç kullanılan, bu gücün<br />

kullanımından çıkar bekleyen…) gibi iki taraf<br />

unsuru, halkla iliĢkilerde de<br />

kurum/örgüt/organizasyon yada kiĢi ve hedef<br />

kitle, yada rollerin değiĢtiği, etkilenen ve<br />

etkileyen olmak üzere iki kitle Ģeklinde<br />

iĢlemektedir.<br />

Bourdieu‟ya göre dilin iĢlerinin kalbi<br />

olan gazetecilik, politikacılık, halkla iliĢkiler<br />

gibi mesleklerin uygulayıcıları çıkarları<br />

dönüĢtürerek yada önyargısız anlamlar içinde<br />

saklayarak ve keyfi güç iliĢkilerini<br />

meĢrulaĢtıran, sembolik üreticilerdir<br />

(Bourdieu, 1997; Edwards, 2006; Ihlen,<br />

2007). Bu tespitler halkla iliĢkiler ve iktidar<br />

bağlantısı açısından önemli yorumlardır.<br />

Halkla iliĢkiler ve iktidar bağlantısında<br />

halkla iliĢkilerin Ģiddetle olan iliĢkisini<br />

ideoloji üzerinden tartıĢarak ortaya çıkarmak<br />

mümkündür. Halkla iliĢkilerin tanımlama<br />

çabalarına yansıyan kayganlık ve soyutluk,<br />

ideolojinin kayganlığı ve soyutluğuyla denk<br />

düĢmekte, iki kavramda iletiĢim ortamında<br />

her yerde ve hiçbir yerde olarak<br />

görülmektedir. Ġyi niyeti sağlama, ikna etme,<br />

iki yönlü olma kavramları halkla iliĢkiler


tanımlarının önemli ve dikkate değer<br />

unsurlarıdır. Halkla iliĢkileri bu kavramlar<br />

nezdinde tanımlama çalıĢmaları, diğer bir<br />

deyiĢle bir kiĢi, kurum yada örgüt hakkında<br />

iyi niyetli olmaya ikna etme, ideolojinin harç<br />

olduğu sisteme uyum sağlamaya ikna<br />

çalıĢmaları olarak ele alınabilmektedir. Bu<br />

bağlamda halkla iliĢkiler ürüne, kuruma,<br />

bireye onların iyi niyeti hak edecek kadar iyi<br />

yararlı olduğuna ikna etme süreci, aslında çok<br />

daha büyük bir alana, sisteme rıza göstermeyi<br />

de üretmektedir. Althusser‟in devletin<br />

ideolojik ve baskı araçları olarak yaptığı<br />

ayrımın temelinde yatan rızanın varlığı da<br />

yokluğu da halkla iliĢkilerde baskı araçlarını<br />

ideolojik araçlara dönüĢtürme çabaları olarak<br />

görülmektedir. Ġdeoloji birey ile bireyin<br />

dünyası arasındaki iliĢkinin ifadesinden baĢka<br />

bir Ģey değilse bu durumun pazar<br />

ekonomisindeki karĢılığı da halkla iliĢkilerin<br />

dönüĢtürücü rolü olmaktadır (Yıldız, 2003:<br />

38). Ġktidarın buyurma biçiminde beliren<br />

konuĢması, genellikle ideolojik bir yüklem<br />

taĢımaktadır.<br />

Bu bağlamda ideolojik söylem de<br />

Ģiddet yüklü olabilmektedir. Diğer bir deyiĢle<br />

Ģiddetin, bir insanın yada toplumsal sınıfın<br />

diğerleri üzerinde, rızaları olmaksızın zor<br />

araçlarını kullanması olarak tanımlanan fiziki<br />

yönünün yanında Bourdieu ve Passeron gibi<br />

düĢünürlerin üzerinde durduğu yönü<br />

iĢleyebilmektedir. Yönetilen sınıflara belli<br />

düĢünce ve davranıĢ kalıplarının<br />

aĢılanmasının temelinde sınıflar arasındaki<br />

güç iliĢkileri yatmaktadır. Buradan hareketle,<br />

güç iliĢkilerinin gözardı edilerek kurulu<br />

düzenin meĢru olarak benimsetilmesini, ya da<br />

bir baĢka deyiĢle yönetilenlerin üzerinde,<br />

ideolojik egemenliğin kurulması simgesel<br />

Ģiddet olarak tanımlanmaktadır (KoçuĢağı<br />

1999: 28). Ġktidarın varlığını sürdürmesinde<br />

önemli bir araç olan sermaye halkla iliĢkiler<br />

içinde aynı öneme sahip bir olgudur. Ancak<br />

halkla iliĢkiler açısından daha detaylı analiz<br />

edilmesi gereken bir kavramdır.<br />

Klasik iktisadi düĢünce yapısı<br />

içerisinde sermaye, üretim sürecine katılan<br />

fiziki değerleri ifade ederken, daha sonraları<br />

üretime pozitif katkıda bulunan maddi ve<br />

manevi değerler sermaye kavramı içinde<br />

52<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

değerlendirilmeye baĢlamıĢtır. Örneğin<br />

bireylerin eğitim yoluyla elde ettikleri bilgi ve<br />

becerilerini tanımlayan beĢeri sermaye,<br />

kültürel sermaye, sosyal sermaye, fiziksel<br />

sermaye, simgesel sermaye gibi.<br />

Bourdieu‟nun sosyal sermaye tanımı<br />

incelendiğinde “Toplumsal sermaye, bir<br />

bireyin ya da bir grubun, kalıcı bir iliĢkiler<br />

ağına, az çok kurumlaĢmıĢ karĢılıklı tanıma<br />

ve tanınmalara sahip olması sayesinde elde<br />

ettiği gerçek ya da potansiyel kaynakların<br />

toplamıdır, yani böylesi bir ağın harekete<br />

geçirmeye olanak sağladığı sermaye ve<br />

güçlerin toplamıdır” (Aktan ve Çoban, 2008:<br />

7-8; ġan, 2006: 114-116) , ifadesi halkla<br />

iliĢkiler ve sermaye iliĢkisinin bu makale<br />

açısından önemli bağlantısını gözler önüne<br />

serecektir. Ayrıca simgesel sermaye olarak<br />

nitelenen, kiĢilerin günlük yaĢamlarında<br />

kimliklerini ortaya koymasına, güç iliĢkileri<br />

içine girmelerinde etkin rol oynamasına<br />

yardımcı olan, evi, arabası, mesleği, eğitimi,<br />

yaptığı spor, dansı, tatil biçimi, gibi yaĢam<br />

tarzını oluĢturan tüketim biçimleri (sosyal<br />

yaĢamı) (Özbilgin, 2006) de bu bağlamda<br />

dikkate değer unsurlar olmaktadır. Bunun<br />

yanında sermayenin dağıtılması sırasıyla<br />

konuĢma sanatı ile ilgili stratejilerin ve güç<br />

iliĢkilerinin bir ifadesidir. Halkla iliĢkiler<br />

uygulamaları da eğer onların ilgilerini<br />

izlemede çeĢitli alanlardaki örgütsel aktörlere<br />

yardım eden bir uygulama olarak ele alınırsa<br />

bu resmin içine uymaktadır .<br />

Asimetrik ve Simetrik İktidar Tartışmaları<br />

Açısından Halkla İlişkilerin Asimetrik ve<br />

Simetrik Boyutunun Analizi<br />

Halkla iliĢkiler davranıĢı iki bağımsız<br />

boyutu temel alarak değiĢkenlik gösterir.<br />

Bunlar tek yöne karĢı iki yön ve asimetriğe<br />

karĢı simetrik boyuttur. Grunig‟in halkla<br />

iliĢkiler alanında ortaya koyduğu tek ve çift<br />

yönlü asimetrik ve simetrik iletiĢim<br />

yönündeki düĢünceleri bu bağlamda<br />

önemlidir. Grunig asimetrik iletiĢimi tek ve<br />

çift yönlü olarak iki temelde incelemiĢtir. Tek<br />

yönlü asimetrik iletiĢimde kurumların<br />

verdikleri mesajlarda, kaynak ile hedef<br />

arasında bir özne-nesne durumu söz<br />

konusudur. Kaynak, hedefle iliĢki içine


girmeye çalıĢır; ancak ulaĢtığı kitlenin<br />

özelliklerini yeterince dikkate almadığı için,<br />

kaynakla hedef arasında arzu edilen bir<br />

etkileĢim kurulamaz. Bu uyumsuz ve<br />

düzensiz iletiĢim, tek yönlü asimetrik bir<br />

halkla iliĢkiler olarak kalmaktadır. Ġki yönlü<br />

asimetrik iletiĢim modelinde ise kaynak ve<br />

hedef aynı düzlemde değildir. Bu modelde<br />

uygulayıcılar, kamuoyunu, müĢterilerinin<br />

istekleri doğrultusunda davranıĢta bulunmaya<br />

ikna etmek için bilimsel araĢtırmalar<br />

yürütmektedir. Ġki yönlü asimetrik modelde<br />

uygulamacılar, araĢtırma yöntemleriyle,<br />

kurumun hedef kitlesinin tutum ve<br />

davranıĢlarında değiĢim yaratmayı hedeflerler<br />

(Tutar, 2009: 124-126).<br />

KiĢi, kurum ve devlet içindeki ve<br />

dıĢındaki iletiĢim ve bunların birbirleri<br />

arasındaki iletiĢimin doğası genelde, asimetrik<br />

söylemsel kategoriler olarak görülmektedir.<br />

Fairclough‟a göre söylemin kontrolüne sahip<br />

olmanın sağladığı güç, diğer alternatif<br />

uygulamalara (karĢıt olanlar dahil) , oranla<br />

daha baskın olan belirli ideolojik yatırımlar<br />

içeren belirli söylemsel uygulamaları<br />

destekleme gücü olarak görülmektedir<br />

(Fairclough, 1995: 2). Asimetrik anlamda<br />

halkla iliĢkilere yüklenen rol daha çok<br />

istenilen gerçekleri ve bunlar için takip<br />

edilecek eylem Ģekillerini övmek ve bununla<br />

üstü kapalı olarak, istenmeyen veya kabul<br />

edilmeyen diğer tarafa gönderme yapmaktır.<br />

Bu düĢünceye göre halkla iliĢkiler<br />

fonksiyonunun taslağı Ģu yöndedir: istenilen<br />

gerçeklerin övülmesi ve yayılması bir tarafta,<br />

istenilmeyen eylemlerin karĢısındaki olası<br />

yaptırımların afiĢe edilmesi diğer tarafta<br />

kalmaktadır. Burada çıkar dengeleme<br />

prosedürü olarak halkla iliĢkilerin ideali,<br />

gerçek bir denge değil, niyet edilen<br />

eylemlerin avantaj ve dezavantajlarını<br />

inandırıcı biçimde sunan bir olgu olarak<br />

ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyiĢle söz<br />

konusu olan gerçek denge ve gerçek iki yönlü<br />

etkileĢim değil, bilakis kitle iletiĢim<br />

teknolojisinin belirli gruplarca tek taraflı<br />

kullanılıp, kitlelerin düĢünceleri, istekleri ve<br />

fikirlerinin uyarlanmasına çalıĢma çabasıdır.<br />

Gücün prosedürler tarafından daha iyi kontrol<br />

edilebilmesi için birey konuĢmaya<br />

53<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

zorlanmaktadır. Teknoloji kaynakları ile<br />

halkla iliĢkiler kendini prosedürlerin (bilim,<br />

sosyal araĢtırma) bilgileri ile güçlendirerek bu<br />

yönlerde buna önemli katkılar sunmaktadır<br />

(Dorer ve Marschik, 1993).<br />

ĠletiĢimi simetrik ve asimetrik yapan<br />

onun baĢlangıç noktası ve geri bildirim<br />

Ģeklidir. Simetrik iletiĢim tarafların<br />

birbirleriyle eĢit düzlemde kurdukları<br />

iletiĢimdir. ĠletiĢim stratejik hedef kitlelerle<br />

kurum arasındaki karĢılıklı anlayıĢı eĢit bir<br />

düzlemde geliĢtirmeyi amaçlıyorsa bu<br />

simetrik iletiĢimi örneklemektedir. Simetrik<br />

iletiĢim, hedef kitleyi yönlendirmeye açık<br />

nesneler olarak görmek yerine, onlarla<br />

görüĢmeyi, onların bilgi ve görüĢlerine<br />

baĢvurmayı, ortak bir paydayı birlikte inĢa<br />

etmeyi amaçlamaktadır. Simetrik iletiĢim<br />

sadece etkilemeyi değil, etkileĢimi öngören<br />

bir iletiĢim Ģeklidir (Tutar, 2009: 115-120).<br />

Tek yönlü simetrik model, halkla iliĢkiler<br />

uygulayıcılarının kurumu hakkında gerçekçi<br />

ve doğru bilgi sağladığı Grunig‟in halkla<br />

iliĢkiler uygulayıcılarını meskendeki<br />

gazeteciler olarak tanımladıkları bir modeldir.<br />

Ġki yönlü simetrik model ise halkla iliĢkiler<br />

uygulayıcısının, bir kurum veya tüketici ve<br />

diğer örgütlü çıkarlar arasındaki müzakereyi<br />

ve uzlaĢmayı kolaylaĢtırmak için iletiĢim<br />

programları tasarladığı bir durumu<br />

betimlemektedir (Childers, 1989: 88). Özetle<br />

simetrik halkla iliĢkiler kuramı, diyalog,<br />

uzlaĢma ve paylaĢılan güç ile karakterize<br />

edilen iliĢkisel bir yönlenmeyi<br />

vurgulamaktadır (Berger, 2005).<br />

Simetrik teoride içkin olan, hedef kitle<br />

ile mesaj arasında bir tür benzeĢim daha da<br />

ideali özdeĢlik sağlamaktır. Kurumlar bunu<br />

kendi kamularına duydukları saygıya<br />

dayanarak yapmaktadır. Simetrik model,<br />

mükemmel halkla iliĢkiler için önemli bir<br />

temel olarak görülse de yıllar boyu eleĢtirilere<br />

maruz kalmıĢ bir olgudur. Van der Meaden ve<br />

Murphy gibi pek çok araĢtırmacı güçlü<br />

kurumların güçlerini bireylerle yada küçük<br />

gruplarla paylaĢmasını gerçekçi görmemiĢtir.<br />

Ancak bu düĢünürlere karĢı simetrik<br />

teorinin var alacağını savunan araĢtırmacılar<br />

da olmuĢ, görüĢlerine kanıt bazı olay<br />

örnekleri sunmuĢlardır. Tayvan‟da simetrik


modele iliĢkin çeĢitli çalıĢmalarından sonra<br />

Huang, simetrik dünya görüĢünün var<br />

olmakla kalmadığını, bunun yanında etkileri<br />

farklı kültürlere uygulanabilir, evrensel ve<br />

ahlaki ve etik beklentileri de karĢılayan bir<br />

olgu olduğunu öne sürmektedir. Wakefield‟e<br />

göre internet simetrik iletiĢimin gerekçesini<br />

güçlendirecektir. Friedman da bunlara koĢut<br />

fikirler ile sürmektedir. Fikirlerine kanıt<br />

olarak birçok hükümetin erken muhalefetine<br />

rağmen kara mayınlarına karĢı uluslar arası<br />

bir yasak konulmasını sağlamak amacıyla<br />

dünya çapında bin farklı insan hakları<br />

grubunu örgütlemekte elektronik postaları<br />

kullandığı için Nobel BarıĢ Ödülü alan Jody<br />

Williams örneğini sunmaktadır (Wakefield:<br />

2009: 103-105). Halkla iliĢkilerde, kamuoyu,<br />

sıkça diyalog yada iliĢkide eĢit katılımcılar<br />

olarak düĢünüldüğünde, bir kurumun ve onun<br />

kamuoyunun eĢit Ģartlarda karĢılanabileceğini<br />

ve fark edilen problemler için karĢılıklı<br />

faydalı sonuçlar geliĢtireceğini varsaymak<br />

mümkündür (Johansson, 2007: 279).<br />

Simetrik halkla iliĢkilerin olabilirliğine<br />

kanıt olarak kullanılan diğer durum Shannon<br />

ve Weaver, Laswell, Newcomb, Westley ve<br />

MacLean gibi iletiĢim kuramcılarının<br />

çalıĢmalarında ileri sürdüğü ne iletildiği ve<br />

neyin/kimin etkilendiği arasında<br />

çizgisel/doğrusal bir iliĢkinin varlığı ve bu<br />

doğrusal iliĢki aracılığıyla eylemlerimiz ve<br />

diğer insanların tepkileri arasında bir bağın<br />

kurulabilme olasılığıdır (Becerikli, 2002). Bu<br />

bakıĢ açısına göre diğer insanlardan arzulanan<br />

yanıtı alındığında etkili bir iletiĢim<br />

gerçekleĢtirilmiĢ olmaktadır. Simetrik halkla<br />

iliĢkilerin olabilirliğini ortaya koyan diğer<br />

kanıt, halkla iliĢkilerin araĢtırma, planlama,<br />

uygulama ve değerlendirme adı altında<br />

sıralanan dört aĢamalı sürecidir. Bu dört<br />

aĢamalı sürecin ilki hedef kitlenin istek ve<br />

beklentilerinin saptanarak, kurumun bu istek<br />

ve beklentileri karĢılama potansiyelinin<br />

oluĢturulmasına zemin hazırlayacak araĢtırma<br />

evresidir. Planlama aĢamasında ise bu süreç<br />

sonrasında toplanan bilgi etkili bir iletiĢim<br />

programına dönüĢtürülebilmektedir.<br />

Uygulamada ise bu program yürürlüğe<br />

konulmakta, kurumun mesajları hedef kitle<br />

tarafından alımlanmaktadır. Değerlendirme<br />

54<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

aĢamasında da hedef kitlenin üzerinde<br />

yaratılan etkiler ölçümlenerek yapılan<br />

programın etkisi ve taraflar arasındaki<br />

müzakere ve uzlaĢmanın derecesi ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

İktidar Kavramı ve İktidar Araçları<br />

Bağlamında Halkla İlişkiler Şirketlerinin<br />

Halkla İlişkiler Değerlendirmesi Üzerine<br />

Anket Çalışması<br />

Amaç ve Yöntem<br />

AraĢtırmanın evreni Türkiye Halkla<br />

ĠliĢkiler Derneği (TÜHĠD)‟nin internet<br />

sitesinde yer alan 46 halkla iliĢkiler Ģirketidir.<br />

Bu anket çalıĢması teorik alt yapıda<br />

vurgulanan iktidar kavramının halkla iliĢkiler<br />

fenomeniyle bağlantılandırılması aĢamasında<br />

uygulayıcıların bakıĢ açısını ortaya koymayı<br />

hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda<br />

Grunig ve Hunt‟ın ABD halkla iliĢkileri için<br />

ortaya attığı halkla iliĢkiler davranıĢının dört<br />

modelinin özellikleri temel alınarak 16<br />

sorudan oluĢan ( açık-yarı kapalı-kapalı uçlu)<br />

sorudan oluĢan anket formu hazırlanmıĢtır.<br />

Anketler örneklem grubu olarak alınan halkla<br />

iliĢkiler Ģirketlerine elektronik posta yolu ile<br />

gönderilmiĢ ve 14 Ģirketten geri dönüĢ<br />

alınmıĢtır. Verilerin analizinde SPSS 17. 0<br />

(Statistical Package for Social Sciences)<br />

programından yararlanılmıĢtır.<br />

Bulgular<br />

Anketi yanıtlayanların yüzde 78,6‟sı<br />

kadın yüzde 21,4‟ü erkektir. Ankete<br />

katılanların yaĢ ortalaması yüzde 35,7 elli yaĢ<br />

ve üzeri, yüzde 14,3 kırk altı-elli yaĢ, yüzde<br />

7,1‟i otuz altı-kırk yaĢ aralığındadır. Bu<br />

veriler ankete katılanların yaĢ ortalamasının<br />

ağırlıklı olarak (yüzde 57,1) 36 yaĢ ve üstü<br />

kiĢilerden oluĢtuğunu ortaya koymaktadır.<br />

Anketi yanıtlayanların yüzde 85,7‟si<br />

üniversite, yüzde 14,3‟ü ise master<br />

mezunlarından oluĢmaktadır. Halkla iliĢkiler<br />

faaliyeti yapan kurumların yüzde 50‟si halkla<br />

iliĢkiler Ģirketi, yüzde 42,9‟u iletiĢim<br />

danıĢmanlığı Ģirketi, yüzde 7,1‟i ise reklam ve<br />

halkla iliĢkiler Ģirketi adıyla çalıĢmalarını<br />

sürdürmektedir. Anketi yanıtlayanların<br />

kurumdaki pozisyonlarına bakıldığında yüzde


35,7‟sinin ajans baĢkanı, yüzde 7,1‟nin genel<br />

müdür, yüzde 14,3‟nün genel müdür<br />

yardımcısı, yüzde 21,4‟ünün müĢteri iliĢkileri<br />

koordinatörü, yüzde 21,4‟nün medya iliĢkileri<br />

koordinatörü olarak görev yaptığı<br />

görülmektedir. ÇalıĢtıkları görevdeki süreye<br />

iliĢkin olarak katılımcıların yüzde 14,3‟ü<br />

yirmi yıl üstü, yüzde 28,6‟sı on altı-yirmi yıl,<br />

yüzde 28,6‟sı on bir-on beĢ yıl, yüzde 21,4‟ü<br />

altı-on yıl Ģeklinde yanıt vermiĢtir.<br />

Halkla iliĢkilerin ne olduğu<br />

sorulduğunda, katılımcıların yüzde 35,7‟si<br />

karĢılıklı anlayıĢ oluĢturma, yüzde 14,3‟ü<br />

bilimsel analiz temelinde ikna, yüzde 14, 3‟ü<br />

etki bırakacak bilgi yayılımı, yüzde 14,3‟ü<br />

bilgilerin yayılımı, bilimsel analiz temelinde<br />

ikna ve karĢılık anlayıĢ oluĢturmanın içinde<br />

yer aldığı bir kavram olarak tanımlarken,<br />

yüzde 7,1‟i propaganda, yüzde 7,1‟i yönetim<br />

bilimi, yüzde 7,1‟i ise gerçek bilgilerin<br />

yayılması ve bilimsel analiz temelinde<br />

iknadan oluĢan tanımlar yapmıĢlardır.<br />

KiĢi, kurum yada örgütün amacı<br />

sorgulandığında katılımcıların yüzde 35,7‟si<br />

çevrenin kazanılması, yüzde 28,6‟sı çevre ile<br />

uyum, yüzde 14,3‟ü çevrenin kontrolü, yüzde<br />

14,3‟ü çevrenin kontrolü, çevrenin<br />

kazanılması ve çevre ile uyumun bir arada<br />

olduğu yönünde görüĢ bildirmiĢ, yüzde 7,1‟i<br />

ise çevrenin kazanılması ve çevreyle uyum<br />

amacının birlikte olduğu yanıtını vermiĢtir.<br />

Halkla iliĢkilerde iletiĢimin doğası<br />

üzerine düĢünceleri sorgulanan katılımcıların<br />

yüzde 92,9‟u çift yönlü dengeli etki, yüzde<br />

7,1‟i ise çift yönlü dengesiz etki bağlamında<br />

yanıtını vermiĢtir.<br />

Halkla iliĢkilerde kullanılan iletiĢim<br />

modeli ele alındığında katılımcıların yüzde<br />

78,6‟sı gruptan gruba geri bildirim, yüzde<br />

14,3‟ü kaynaktan alıcıya geri bildirim, yüzde<br />

7,1‟i ise duruma göre değiĢir fikrini öne<br />

sürmüĢtür.<br />

Katılımcıların hepsi araĢtırmanın<br />

önemli olduğunu belirtmiĢtir. Niçin araĢtırma<br />

yaptıkları sorgulandığında katılımcıların<br />

yüzde 35,7‟si hedef kitlenin düĢüncelerini<br />

öğrenme, yüzde 21, 4‟ü etkinlik yada program<br />

için davranıĢ stratejisini belirleme, yüzde<br />

14,3‟ü etkinlik öncesi ve sonrası tutumların<br />

kontrolü, karĢılıklı anlayıĢın<br />

55<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

değerlendirilmesi, hedef kitlenin<br />

düĢüncelerini öğrenme ve davranıĢ stratejisini<br />

belirlemenin bir arada olduğu düĢüncesini<br />

ortaya atmıĢ, yüzde 7,1‟i hedef kitlenin<br />

düĢüncelerini öğrenme ve davranıĢ stratejisini<br />

belirleme Ģeklinde yanıt vermiĢ, yüzde 7,1 ise<br />

bu soruyu yanıtsız bırakmıĢtır.<br />

Halkla iliĢkilerin rolü sorgulandığında<br />

katılımcıların yüzde 35,7‟sinin<br />

biçimlendirme, yüzde 14,3‟ünün danıĢma,<br />

yüzde 14,3‟ünün bilgilerin yayılması, yüzde<br />

14.3‟ünün danıĢma, aracılık ve bilgilerin<br />

yayılmasını kapsayan tümü, yüzde 7,1‟inin<br />

aracılık, yüzde 7,1‟inin biçimlendirme ve<br />

aracılık, yüzde 7,1‟inin bilgilerin yayılması ve<br />

biçimlendirme Ģeklinde yanıt verdiği ortaya<br />

çıkmıĢtır.<br />

Halkla iliĢkilerin araçları<br />

sorgulandığında katılımcıların yüzde<br />

35,7‟sinin bilgi ve söylem, yüzde 14,3‟ünün<br />

bilgi, yüzde 7,1‟inin bilgi ve ideoloji, yüzde<br />

7,1‟inin sermaye ve bilgi, yüzde 7,1‟inin<br />

söylem yanıtı verdikleri yüzde 28,6‟sının ise<br />

bu soruyu yanıtsız bıraktıkları görülmüĢtür.<br />

Halkla iliĢkilerde önemli olan görüĢ<br />

sorgulandığında katılımcıların yüzde<br />

42,9‟unun hedef kitlenin görüĢü, yüzde<br />

21,4‟ünün kurumun, hedef kitlenin ve halkla<br />

iliĢkiler uzmanının görüĢlerinin hep birlikte,<br />

yüzde 7,1‟inin kurumun görüĢleri, yüzde<br />

7,1‟inin halkla iliĢkiler uzmanının görüĢü,<br />

yüzde 7,1‟inin yapılacak etkinlik yada<br />

programa göre değiĢeceği yanıtını verdiği,<br />

yüzde 14,3‟ünün ise bu soruyu yanıtlamadığı<br />

ortaya çıkmıĢtır.<br />

Tartışma ve Sonuç<br />

Ġktidarla ilgili ileri sürülen, iktidarın<br />

asli unsuru bir istek veya arzunun<br />

gerçekleĢtirilmesidir; insanlar arası sosyal<br />

etkileĢimin her düzeyinde var olan, bir tarafın<br />

diğerini etkilemesi anlamına gelen bir sosyal<br />

etkidir; arzu edilen yada amaçlanılan hedefe<br />

ulaĢma yeteneğidir gibi tanımlar iktidarı<br />

halkla iliĢkiler ile iliĢkilendirecek argümanlar<br />

sunmaktadır. Ayrıca halkla iliĢkiler tanımları<br />

ele alındığında: halkla iliĢkiler halkı belli bir<br />

tutumu kabule yada belirli bir uygulama<br />

yolunu izlemeye inandırma sanatı;kamular ve<br />

kurumlar arasındaki karĢılıklı anlayıĢın


geliĢmesine katkıda bulunarak karmaĢık ve<br />

çoğulcu toplumun hedeflerine ulaĢmasında ve<br />

iĢlevlerini gerçekleĢtirmesinde yardımcı olan<br />

bir kavram; kamuoyunu değiĢtirme, yaratma,<br />

güçlendirme veya üstesinden gelme sanatı ve<br />

bilimidir gibi tanımlar bu bağlantı noktalarını<br />

gözler önüne sermektedir. Ayrıca Weber‟in<br />

bireyin karĢısındakinin neler yapabileceğini<br />

önceden görerek, buna istinaden<br />

karĢısındakinin davranıĢlarını manipüle<br />

edebilmesi ve buna göre kendi eyleminin<br />

yönünü çizmesini iktidarın göstergesi olarak<br />

betimlemesi de bu bağlamda ilginçtir. Diğer<br />

nokta ise iktidarın var olabilmek ve varlığını<br />

sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu bilgi,<br />

ideoloji, söylem, Ģiddet ve sermaye gibi<br />

araçların halkla iliĢkilerin de vazgeçilmez<br />

araçlarından olmasıdır.<br />

Sosyal teori ve siyaset teorisinde,<br />

iktidarla ilgili birçok yorum yer alsa da,<br />

iktidar kavramı iki temel bakıĢ açısı üzerinden<br />

tartıĢılmıĢtır. Aktörün istediği Ģeylere<br />

diğerlerinin direncine rağmen ulaĢabilme<br />

kapasitesi olarak değerlendirilen iktidar<br />

düĢüncesinin asimetrik yönü ve kollektiviteye<br />

ait bir özellik olarak tanımlanan simetrik<br />

ikinci yönü. Bu iki perspektif toplumu bir<br />

bütün olmaktan çok zıtlaĢan sınıfların zorunlu<br />

beraberliği olarak gören çatıĢmacı teorilerle,<br />

çeĢitli sosyal farklılık ve eĢitsizliklere rağmen<br />

insanlar birlikte yaĢamaya devam ediyorsa<br />

uzlaĢma ve bütünleĢmenin temel olduğunu<br />

savunan fonksiyonalizm, struktüralizm yada<br />

sembolik etkileĢimcilik gibi teorilerin<br />

uzantılarıdır. Grunig‟in halkla iliĢkiler<br />

alanında ortaya koyduğu tek ve çift yönlü<br />

asimetrik ve simetrik iletiĢim yönündeki<br />

düĢünceleri bu bağlamda önemlidir. ĠletiĢimi<br />

simetrik ve asimetrik yapan onun baĢlangıç<br />

noktası ve geri bildirim Ģeklidir. Asimetrik<br />

anlamda halkla iliĢkilere yüklenen rol daha<br />

çok istenilen gerçekleri ve bunlar için takip<br />

edilecek eylem Ģekillerini övmek ve bununla<br />

üstü kapalı olarak, istenmeyen veya kabul<br />

edilmeyen diğer tarafa gönderme yapmaktır.<br />

Simetrik bağlamda halkla iliĢkiler ise<br />

tarafların birbirleriyle eĢit düzlemde<br />

kurdukları iletiĢim üzerinden karĢılıklı<br />

anlayıĢın geliĢtirilmesi yönündedir. Özetle<br />

simetrik halkla iliĢkiler, diyalog, uzlaĢma ve<br />

56<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

paylaĢılan güç ile karakterize edilen iliĢkisel<br />

bir durumu betimler.<br />

Anket çalıĢmasında elde edilen veriler<br />

doğrultusunda halkla iliĢkilerin ne olduğu<br />

sorgulandığında iki taraflı kazancın hakim<br />

olduğu, iki yönlü ve simetrik halkla iliĢkiler<br />

için baĢlangıç noktası olabilecek karĢılıklı<br />

anlayıĢ oluĢturma düĢüncesinin ağırlıkla ifade<br />

edilmesi önemlidir. Kurumun halkla<br />

iliĢkilerdeki amacı sorgulandığında çevrenin<br />

kazanılması ve çevreyle uyum oranlarının<br />

yüksekliği halkla iliĢkiler Ģirketlerinin<br />

çalıĢmalarının simetrik iktidar davranıĢı<br />

doğrultusunda ilerlediği yönünde ipuçları<br />

vermektedir. Ayrıca halkla iliĢkilerde<br />

iletiĢimin doğası sorgulandığında yüzde<br />

92‟lere varan çift yönlü dengeli etki yanıtları<br />

ve kullanılan iletiĢim modelinde gruptan<br />

gruba iletiĢimin ağırlıklı olarak dillendirilmesi<br />

halkla iliĢkiler Ģirketlerinin simetrik temelde<br />

adımı benimsedikleri yönünde argümanlar<br />

sunmaktadır. Halkla iliĢkilerde iletiĢimin<br />

simetrik olduğunu kanıtlamak için kullanılan<br />

araĢtırmaların Ģirketlerce yoğunluklu olarak<br />

hedef kitlenin düĢüncelerini öğrenmek<br />

amacıyla yapılması bu bağlamda önemlidir.<br />

Halkla iliĢkilerin rolü sorgulandığında<br />

Ģirketlerin kendine biçimlendirme rolünü<br />

seçmesi Ģirketlerin yukarıda simetrik halkla<br />

iliĢkiler yönünde verdikleri yanıtlarla<br />

çeliĢmektedir. Bu yanıtlar halkla iliĢkilerin<br />

asimetrik temelde iktidar öznesi olabileceğini<br />

göstermektedir.<br />

Halkla iliĢkilerin araçları<br />

sorgulandığında, iktidarın var olabilmek ve<br />

varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu<br />

bilgi, ideoloji, söylem ve sermaye gibi<br />

araçların halkla iliĢkiler için de önemli olduğu<br />

varsayımı anket çalıĢması sonucunda da<br />

doğrulanmıĢtır. Bu sonuçlar iktidar<br />

uygulayıcısı ve aktörü olarak<br />

nitelendirilebilecek halkla iliĢkiler<br />

uygulayıcılarına ideal olan uzlaĢmacı,<br />

oydaĢmacı simetrik bir iktidar aktörü rolü<br />

vermektedir.


Kaynakça<br />

AKTAN, CoĢkun Can (2008) “Sosyal Sermaye” PĠ Dergisi,<br />

Sayı: 26, s. 4-13.<br />

ARENDT, Hannah (1994) Ġnsanlık Durumu Seçme Eserler1,<br />

ĠletiĢim Yayınevi, Ġstanbul.<br />

ASNA, M. Alaeddin (1978) Bankacılar için Halkla ĠliĢkiler,<br />

Türkiye Bankalar Birliği Yayını, Ankara.<br />

ASNA, Alaeddin (1997) Halkla ĠliĢkiler, Dünden Bugüne Bir<br />

Sanat-Meslek Öyküsü Ġstanbul: Sabah Kitapları, Ġstanbul.<br />

BECERĠKLĠ, Yıldırım Sema (2002) “Halkla İlişkiler<br />

Disiplinin Ve Tanımlarının Eleştirel Bir Yaklaşımla Analizi”<br />

ĠletiĢim, Gazi Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Dergisi, 12: 47-<br />

65.<br />

BENTELE, Günter ve Wehmeier Stefan (2007) “Applying<br />

Sociology To Public Relations” Public Relations Review 33:<br />

294-300.<br />

BERGER, Bruce K. (2005) “Power Over, Power With And<br />

Power To Relations: Critical Reflections On Public<br />

Relations, The Dominant Coalition, And Activism” Journal<br />

Of Public Relations Research, 17 (1) : 5-28.<br />

BOURDĠEU, Pierre (1997) Televizyon Üzerine, Çev. ,<br />

Turhan Ilgaz, Ġstanbul: Yapıkredi Yayınları.<br />

BRUNKHORST, Hauke (2006) “The Productivity Of Power:<br />

Hannah Arendt’s Renewal Of The Classical Concept Of<br />

Politics” Revısta De Cıencıa Polıtıca, 26 (2) : 125-136.<br />

CHILDERS, Linda (1989) “James Grunig’s Asymetrical And<br />

Symetrical Models Of Public Relations” Ieee Transactıons<br />

On Professional Communication, 32 (2) : 86-93.<br />

ÇÖKLÜ, Y. E. (1996) Halkla ĠliĢkiler Teorisinin Temelleri.<br />

Ġstanbul Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Dergisi, 223-250.<br />

DELĠBAġ, Kayhan ve YĠĞĠT, Emin (2005) “Siyaset<br />

Kurumu” Kurumlara <strong>Sosyoloji</strong>k BakıĢ, (der. ) Sevinç Güçlü,<br />

Birey Yayıncılık, Ġstanbul.<br />

DEVECĠ, Cem (1999) “Foucault, İktidar<br />

Kavramsallaştırması Siyasal Boyutun Ayrıştırılamazlığı”<br />

Doğu Batı Dergisi, 9: 23-39.<br />

DORER, Johanna ve MARSCHĠK Matthias (1993)<br />

Kommunikation Und Macht. Public Relations -Eine<br />

Annäherung, Turia & Kant, Wien.<br />

EDWARDS, Lee (2006) “Rethinking Power İn Public<br />

Relations” Public Relations Review, 32: 229-231.<br />

ERDOĞAN, Ġrfan (2002) ĠletiĢimi Anlamak, Erk Yayınları,<br />

Ankara.<br />

ERDOĞAN, Ġrfan (2008) Teori Ve Pratikte Halkla ĠliĢkiler,<br />

2. Basım, Erk Yayınları, Ankara.<br />

FALKHEĠMER, Jesper (2007) “Anthony Giddens And Public<br />

Relations” Public Relations Review, 33: 287-293.<br />

GIDDENS, Anthony (2005) Sosyal Teorinin Temel<br />

Problemleri, Çev. Ümit Tatlıcan, Paradigma Yayıncılık,<br />

Ġstanbul.<br />

HUTTON, James G. (2004) “Halkla İlişkilerin Tanımı<br />

Boyutları Ve Sahası” Halkla ĠliĢkilerde Seçme Yazılar, (der.<br />

) Hanife, Güz, Sema Yıldırım. Becerikli, Alban Dağıtım,<br />

Ankara.<br />

IHLEN, Oyvind (2007) “Building On Bourdieu” Public<br />

Relations Review, 33: 269-274.<br />

ĠġLER, Esra. Keloğlu (2007) Halkla ĠliĢkiler, Gazi<br />

Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi Basımevi, Ankara.<br />

JOHANSSON, Catrin (2007) “Goffman’s Sociology” Public<br />

Relations Review, 33: 275-280<br />

KARADENĠZ, Mustafa (2009) “Pazarlama Yönetiminde<br />

Halkla İlişkilerde Kullanılan Kavram Ve Tanımlamalar”<br />

Journal Of Naval Science And Engineering, 5 (1) : 1-16.<br />

KOÇUġAĞI, Gültekin (1999) “Toplumsal Şiddet Üzerine”<br />

http: //E-Kutuphane. Egitimsen. Org. Tr/Pdf/271. Pdf, (13<br />

Kasım 2009).<br />

57<br />

<strong>Sosyoloji</strong> <strong>Notları</strong><br />

LUKES, Steven (2006) “Ġktidar Ve Otorite” <strong>Sosyoloji</strong>k<br />

Çözümleme Tarihi (der. ) Tom Bottomore Ve Robert Nisbet,<br />

Kırmızı Yayınları, Ġstanbul.<br />

MOTĠON, Judy ve LEĠTCH, Shirley (2007) “A Toolbox For<br />

Public Relations: The Oeuvre Of Michel Foucault” Public<br />

Relations Review, 33: 263-268.<br />

MOTĠON, Judy (2005) “Participative Public Relations”<br />

Public Relations Review 31: 505-512.<br />

RUSSEL, Bertrand (2004) Ġktidar, Çev. Göksel Zeybek, Ġlya<br />

Yayınevi, Ġzmir.<br />

ġAN, Mustafa Kemal (2006) “Bilgi Toplumuna Geçişte<br />

Sosyal Sermayenin Taşıdığı Önem Ve Türkiye Gerçeği” Ġzmit<br />

5. Uluslar arası Bilgi Ekonomi ve Yönetim Kongresi<br />

Bildiriler Kitabı, Cilt1 s. 113-140<br />

TUTAR, Hasan (2009) Örgütsel ĠletiĢim, 2. Basım, Seçkin<br />

Yayıncılık, Ankara.<br />

WAERAAS, Arild (2007) “The Re-Enchanment Of Social<br />

İnstitutions: Max Weber And Public Relations” Public<br />

Relations Review, 33: 281-286.<br />

WAKEFĠELD, Robert I. (2009) “Uluslar Arası Halkla<br />

ĠliĢkiler Teorisi, Ġnternet Ve Aktivizm: KiĢisel Bir DüĢünce”<br />

Halkla ĠliĢkiler Üzerine, Çev. , Pınar Özdemir, (der. ) Fatih<br />

Keskin Ve Pınar Özdemir, Dipnot Yayınları, Ankara.<br />

WEBER, Max (1995) Toplumsal Ve Ekonomik Örgütlenme<br />

Kuramı, Çev. , Özer Ozankaya, Ġmge Kitapevi, Ankara.<br />

YILDIZ, Nuran (2003) “Halkla İlişkilerin İdeolojik Yöntem<br />

Olarak İşleyişi” Amme Ġdaresi Dergisi, 5 (36) : 35-42.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!