12.07.2015 Views

• • • • •

• • • • •

• • • • •

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

YENi ÜMiTProf. Dr. Suat YILDIRIM *Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Canan kİBir Melekti, UçtuHalkımız Canan Hoca’yı muhteşem bir katılımlaaslî vatanına teşyi etti. Bu öyle bir uğurlamaidi ki, Ahmet Turan Alkan gibi bir edibimize‘Canan’ın Cenazesinde’ başlıklı makaleyi yazdırdı:‘Kimse hareket etmediği hâlde yüzlerceelin binlerce parmağından aldığı küçük dokunuşlarla tabuteller üzerinde uçar gibi, kayar gibi, yüzer gibi hareket ediyor.’tasvirini yaptırttı. Milletimiz onun kadrini sadece seng-imusallâda bilmedi. Hayatında da onu takdir etti. Fakat cenazenamazında on bin kadar mümin toplu şehadetlerinifezaya yükselterek bu takdiri daha görkemli bir tarzda dilegetirdi. İlâhiyat Fakültesi’nin içi, üst mahfilleri ve avlusu tamamendolduğu gibi cemaatin bir kısmı Fakülte bahçesinede taştı. Bu camide galiba ilk defa, cenazeyi mihraba yakınbir yere taşıyarak namazını edaya mecbur kaldık.Herkesten önce Başbakanımız Sayın R. Tayyip Erdoğan,cenaze merasiminden önceki akşam vefat haberi üzerinehocamızın faziletini özetleyen yazılı bir açıklama ile,milletimizi temsilen taziyette bulundu. CumhurbaşkanımızSayın Abdullah Gül ertesi gün telefonla başsağlığı diledi.Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, âdeta bütünİstanbul adına cenaze namazında hazır bulundu. Çünküo, takdir edilip edilmediğine bakmaksızın, ömrünü ilme,irfana vermesinin yanında, İslâm’ın güzelliklerini toplumayaymaya çalıştı. Davet edildiği her hayırlı toplantıya icabetederek katkıda bulundu. Halkımız da onun kadrini bildiğinigösterdi. Milletine tercüman olan bir yönetimin olması negüzel bir şey! Mesele sevilen bir akademisyenin büyük bir teveccühemazhar olup olmaması değil. Önemli olan, İbrahimCanan Bey gibi zâtların ilimlerinin ve hizmetlerinin toplumdamakes bulması ve bu teveccühün, böyle bir kabulün birgöstergesi olmasıdır.Zeki, çalışkan, zamanını çok iyi değerlendirenbir insandı. Bu konudakititizliği kütüphanelerimize 'İslâm'daZaman Tanzimi' adlı çok yararlı birkitap kazandırdı.Onun beklenmedik vefatı, hayatla ölüm arasında mesafeninolmadığını, bir ânda insanın âhirete geçebileceğigerçeğini göstermekle, insanlara etkili bir hatırlatmada bulundu.Bir perde aralayıp âhirete geçmiş oluyorsunuz, hepsibu kadar! Âni ölümü, şu yönden de bir hayır ihtiva ediyor:Canan Hoca yetmiş yaşına rağmen, kendisini âdeta otuzundahissediyordu. Öylesine dinç, hayat dolu, zengin bir programıolan biri idi. Ama bu program şahsı veya ailesi ile ilgilideğildi. Gevşeme, yaşlanma şöyle dursun, ‘yoruldum, birazdinleneyim’ arzusu bile yanına yanaşamadan emanetini teslimedip göklere uçtu. Bana öyle geliyor ki berzah alemindede, bir şekilde faaliyetine devam etmektedir. Nahiv ilmi öğrenirkenvefat eden bir medrese talebesine kabirde Münkerve Nekir gelip: “Men Rabbüke?” (Rabbin kim?) diye sorunca:“Men” mübteda, “Rabbüke” ise onun haberidir. Sormakistiyorsanız bari daha zor bir süal sorunuz” diye cevap verdiğisöylenir. Hükmen şehid olan o talebe, hayatının devametmekte olduğunu bildiğinden böylece o melekleri tebessümettirdiği gibi, yorulmaz bir ilim tâlibi olan İbrahim Canan’ında benzeri bir tecellîye mazhar olarak rahmet-i ilâhiyyeyi tebessümegetirmesi uzak bir ihtimal değildir.Zeki, çalışkan, zamanını çok iyi değerlendiren bir insandı.Bu konudaki titizliği kütüphanelerimize İslâm’daZaman Tanzimi adlı çok yararlı bir kitap kazandırdı. ‘Vakit5


nakittir’ atasözünü eksik bulur, ‘vakitle nakit kazanılır, amanakit kaybedilen vakti geri getiremez’ derdi. Sabırlı, azimli,ümit dolu idi. Dindarlar aleyhindeki 28 Şubat süreci denilenbaskı dönemi onu şu düşünceye sevk etti: Bu olay, sadeceTürkiye’deki bazı yetkililerin işi değil. Sürecin, görünmeyentarafında, ülkemizin Müslüman kimliği ile ilerlemesine karşıolan bazı dış mihrakler rol almaktadır. Onlar milletimizin;devletiyle, ordusuyla, adliyesiyle arasını bozma hesaplarıile, bu mekanizmalar içinde yer alan bazı kişilerin vehimleriniharekete geçirip, çeşitli vesveselerle onlara yanlışlıklaryaptırmaktadırlar. Oysa milletimiz tarihinde bu kurumlarlakarşılıklı güven içinde olarak yükselmişti. Geride böyle büyükbir plân olduğundan Müslümanların daha zor şartlarada hazırlıklı olmaları lâzım. Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadîs-işerîflere dayanarak o zor şartlarda Müslümanların dinî değerlerininasıl muhafaza edebileceklerine dair işaretler aramayabaşladı. Onun önemli prensiplerinden biri de şu idi:İnsanlara kudsî kaynaklara dayanarak yol göstermek gerekir.Şahsî otoritemizden çıkan öneriler şahsımızın gücü kadar işyapar. Kudsî kaynaklardan delil göstermezsek insanımız ‘Buadam kafadan atıyor.’ şeklinde değerlendirir ve onları yerinegetirme hususunda içinde bir yaptırım gücü bulmaz’. Buyoğunlaşması Aile İçi Eğitim adlı pek önemli bir kitap kazanmamızavesile oldu. Yunus Sûresi’nin 87. âyetinden yolaçıkarak en şiddetli baskılar altında bile aile ocağının bir hayatmerkezi olarak nasıl bir eğitim tezgâhı hâlinde işleyebileceğiniâyetler, hadîsler ve tarihî örneklerle ortaya koydu.Âyet ve hadîslere (nakle) bağlı kalarak dinî nasları makulyorumlara kavuşturmak, böylece Müslümanların çağdaşpoblemlerine bu kaynaklardan çözümler bulmaya çalışmak,onun hayatının başlıca gayesi oldu. Gerçekten, bu plânı uygulamadadikkate değer bir maharet gösterdi. Onun içindirki kırktan fazla kitabı, çok sayıda makale, konferans vebildirilerinin tamamı yayımlandı. Rafta kalacak çalışmalaryapmadı. Hayatla, aktüel konularla yakından ilgilendiği için,yazdıkları toplumumuzda karşılık buldu. Kitapları defalarcabasıldı. Tükenenlerin eksikliği kendini hissettirdiğinden basımlarıyenilendi, kitap piyasasında devamlı bulunan kitaplardanoldu. Kütüb-i Sitte Tercümesi 1988’den itibaren üçyüz bin nüshadan fazla basıldı. Birçok Müslüman Türk’ünbaşlıca kaynak eserleri arasında yerini aldı. Bu eser Abdurrahmanİbn Deyba’nın (Ö.1537) Teysiru’l-Vusul adlı eserinintercüme ve açıklamasıdır. Kitap tekrarlar çıkarıldıktansonra en muteber altı kitapta yer alan 5.651 hadîs ihtivaetmektedir. İbrahim Canan bu hadîsleri tercüme etmekleyetinmeyip onları çağdaş Türk okuyucusunun anlayacağı şekildeaçıklamıştır. Böylece 18 ciltlik bir Hadis Ansiklopedisimeydana gelmiştir.Onun başta gelen feyiz kaynağı, dinamiği BediüzzamanSaid Nursi ve onun Risale-i Nur Külliyatı’dır. Lise öğrencisiiken tanıdığı bu Külliyata, hayatının sonuna kadar, elliyıldan fazla bir zaman vefa gösterdi. Okuyarak, okutarak bueserlerden insanları yararlandırmaya çalıştı. Onun bu tutumunda,vefanın çok ötesinde, çok önemli bir sebep aramakgerekirdi. Bu Müceddidin, ülkemiz, hattâ bütün Müslümanlarve insanlık için, Kur’ân’dan kaynaklanan kurtarıcı fikirlerivardı. Bu satırların yazarı olarak Vefatının 49. YılındaBediüzzaman’la Helâlleşme (Zaman Gaz. 23 Mart 2009)adlı âcizane makalemde dile getirdiğim ihtiyaç, milletimizinekseriyetindeki kolektif bir duygu olması itibariyle, aynı yıliçinde, en yüksek temsil makamı tarafından dile getirildi. TürkiyeCumhuriyeti’nde ilk defa bir başbakan: “Bediüzzamanolmazsa Türkiyenin mâneviyatı eksik kalır.” dedi. 85 senelikbir zulme son verme ihtiyacını, âdeta milletimiz adına ikrarederek Sayın Erdoğan tarihî bir görev yaptı. Cumhuriyetkurulmadan önce, başkanlığını Mustafa Kemal (Atatürk)’ünyaptığı TBMM, İstiklâl Savaşını desteklemesi sebebiyle 9 Kasım1922’de onu Ankara’ya davet etmiş, Mecliste resmî karşılamamerasimi yapılmış, Kürsüye davet edilerek konuşmayaptırılmıştı. (Bu tarihi taşıyan Meclis Tutanaklarına bakılabilir).İbrahim Canan Risale-i Nur hakkında İslâm ÂlemininAna Meselelerine Bediüzzaman’dan Çözümler başlıklı müstakilbir inceleme yayımladı. Fakat hemen bütün eserlerinde,Bediüzzaman’dan öğrendiği Kur’ânî ve Nebevî bakışınparıltıları görünür. Üstadının “Fihriste-i Efkârımdır” adlı 23Mart 1909 tarihli makalesinde özetlediği tecdit programınıBediüzzaman’ın Fikri Programı Üzerine Bir Analiz kitabındatahlil edip açıkladı. Mesele, İbrahim Canan’ın bir meşrebe takılmasınaindirgenirse çok büyük bir yanlışlık yapılır. Sadecekitap ismine bakarak bu hataya düşenler olabilir. Ama kitabıokuduktan sonra diyecekleri varsa, bunlar elbette tartışılabilir.Nitekim Nursi’nin eserlerini de önyargısız okuyanlar,onun fikrî değerini takdir etmekten geri kalmamaktadır.Bütün Türkiye’de hattâ dış ülkelerin de birçoğunda tanınanİbrahim Canan, pek sade yaşayan, öyle mütevazı, çevresindekilerleilgilenen, mütebessim bir insan idi ki, kendisiniilk defa görenleri onun bu yapısı hayrete düşürür, ardındanbu his, hayranlığa dönüşürdü. Onunla elli yıl süren arkadaşlığımdaondan incinmedim ve onu incitmedim. PeygamberEfendimiz’in (asm) tavsiyesini uygulama iştiyakı, Cenâb-ıAllah’ın Canan ailesine yedi çocuk lutf etmesine vesile oldu.Bunların hepsini İmam-Hatip liselerinden mezun ettirereküniversitelerde okuttu. Fedakâr, dirayetli bir öğretmen olan–fakat öğretmenliğini kendi çocuklarına has kılmaya mecburkalan- eşi ile beraber, onları güzel bir şekilde yetiştirdi. Birakademi ve matbaa gibi işleyen bu evde anne ve çocuklar,6


eserlerin dizgi, tashih gibi aşamalarında da hep pay sahibi oldular.İbrahim Bey onların bu faziletlerini çeşitli yerlerde dilegetirmiş, meselâ ‘Aile İçi Eğitim’ gibi kitaplarının önsözlerindeyazı ile tescil etmişti. Aile içi iletişim ve sohbetin önemini hemeserlerinde vurgulamış, hem de hayatında uygulamıştı.Ömrünü hadîsleri öğrenmeye, anlatmaya ve tatbike vermişbu zât, İslâmî alandaki hizmetleri bütün Türkiye’ye vedünyaya yayılmış olan Fethullah Gülen Hoca Efendi’yi gözdenuzak tutamazdı. Uzak tutma şöyle dursun, onun ilmi vehizmeti hakkında kalbi büyük bir takdirle dolu idi. FethullahGülen’in Sünnet Anlayışı adlı bir kitapla, onun Hadîs ilmindekivukufunu, hadîsleri nasıl işlevsel (fonksiyonel) kıldığınıortaya koydu. Bu dostunu senelerce bekledikten sonra dönmediğinigörünce vefatından iki ay kadar önce Amerika’ya gidiponu ziyaret etmiş, orada on beş gün kalmıştı. Amerika’nınbazı şehirlerinde konferanslar ve sohbetler yapmış, döndüktensonra: “Hoca Efendi’nin oradaki hizmetlerini işiterek onlarhakkında bir fikir edinmiştim. Ama işleri yerinde görünce,tasavvurumun çok ötesinde güzel işler yapıldığını gördüm.”demişti. Başka bir arkadaşa şu temennisini ifade etmiş: ‘Benyabancı dil olarak Fransızca ile ömrümü geçirdim. Ama dünyaile iletişim kurmak için İngilizce gerekli imiş. Onun içinbu dili öğrenmeye başlamak istiyorum.” On seneden fazla birzamandır görüşemediği Fethullah Gülen’e farkında olmaksızın,sevk-i ilâhî ile sanki bir veda için gitmiş oldu. Sayın FethullahGülen, kendi eserlerini hadîs ilmi açısından inceleyenkitabından ötürü, ona bir teşekkür mektubu yazmak ister.Mektubunda şu iç mücadelesini dile getirir: "Yazsam, hakkımdakitakdir ifadelerini kabul etmiş olacaktım. Yazmasamnankörlük yapmış olacaktım. Ama sonunda nankörlük etmemekiçin yazmaya karar verdim” deyip, kendi hazm-ı nefs vetevazuunu, Prof. Canan’ın ise faziletinin derecesini özetleyengüzel bir mektup gönderir. Vefatından yirmi gün kadar önceRamazan bayramında ziyaret ettiğimde evinde bu mektububeraber okumuştuk.Makale için öngörülen hacim sınırını aşmak üzere iken,bazı güzelliklere vesile olacağını düşündüğüm birkaç hatırasınıdeğerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Yaklaşık on ikiyıl önce İbrahim Bey, bir toplantıya katılmak üzere, ailesiyleAnkara’ya gitmişti. Özel arabasıyla gece yolculuğu yapıyordu.Gece yarısından sonra Bolu Dağı Kaynaşlı civarında kazavâki olmuş, bariyere vurmuş. Allah’ın lütfu ile canlarına zarargelmemiş. Bir otobüsle, hanımı ile yanındaki çocuklarınıAnkara’ya gönderip kendisi arabanın yanında çekici beklemiş.Arabayı gönderdikten sonra bir otobüsle Ankara’ya, doğrucatoplantı yerine yetişmiş. Toplantı sonunda durumdan haberdarolan arkadaşları hayrette kalmış. Bunca badireyi geçirdiktensonra, sadmenin tesiri ve az da olsa zedelenmesine rağmenbeklendiği yere vaktinde gelmiş. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan:“İbrahim Canan Hocamız, lisan-ı hâliyle o gün bize unutulmazbir ders verdi.” diye bunu bana anlatmıştı.Âhirete veya dünyaya faydası olmayan malayani işlerdenve konuşmalardan vaktini çok kıskanırdı. Hattâ bunun daötesinde hayatın bitmek bilmeyen gerekleri, çocukların giyim,okul işleri, taksit, vergi ödemeleri, hastaneleri dolaşma,kitap basım ve yayınını takip etme, eşya alım ve tamirlerigibi, aile reisinin geniş zaman harcamasına sebep olan durumlarkendisini, tahmin edilemeyecek kadar üzerdi. Birgün bunlardan hayli bunaldığı bir ânda kendisine dedim ki:“Bunlardan sıkılmamız, bu işleri hayatın dışında düşünmemizdenileri geliyor. Sırf ilim ve hizmet için çalışmak gerekirken,bunlar ayağımıza takılıp bizi uğraştırıyorlar, diye kendikendimizi yiyoruz. Oysa bunları hayatın dışında görmeyip,hayatımızın ayrılmaz parçaları düşünürsek daha rahat ederiz”.Güya kendimi ve onu teselli için söylediğim bu söz,o esnada kendisini bayağı rahatlattı. Ama sonra bu bakışıciddiye alıp almadığını pek bilmiyorum.İbrahim Bey hakkında karaladığım bu yazımın, en önemligördüğüm kısmını sona bıraktım. Onun çok önem verdiğibir “Aile Vakfı” projesi vardı. Projesini ayrıntılı hâle getirmiş,birkaç yerde sunumunu yapmıştı. Gençleri aile kurmaya hazırlama,onlara sorumluluk şuurunu aşılama, hayatın gayesinianlatma, mesken seçimi, evlerin fizikî nitelikleri, aile içindeeşlerin birbirlerine ve çocuklarına davranışlarını iyileştirme,büyükanne ve büyük babanın konumları, aile bağlarını güçlendirecekhususlar, ailenin öğretmekle sorumlu olduğu şeyler,çocukları hayata hazırlama, eşler arası ihtilafta yapılmasıgerekenler vb. şeyleri kapsayan bu projeyi mahdut yerlerdeaçılan kurslar hâlinde değil, en küçük yerleşim birimlerinekadar yayılan pek geniş bir ağ hâlinde düşünüyordu. Bununuygulanması güçlü bir finans, geniş ve liyakatli bir kadro gerektiriyordu.Ama tatbik edilemeyecek bir proje değildi. Bukonuda faydalı olabileceğini umduğum birkaç kişiye, kendisiniteşvik edip konuyu sunmasını sağladım. Dinleyenler sonunda“Güzel, fakat diğer işlerimizin yanında böyle bir yükü üstlenmemizçok zor.” anlamında sözler söylediler. “Küçük çaptabir pilot uygulama ile başlatalım.” diyen oldu. Buna da razıolup bir başlangıç yaptı. Katılanlar iyi sonuç alıp takdirlerinibildirdiler. Ama mârifeti geliştiren bir iltifat olmayınca, vakıfibtidaya geçmedi. Bu işi gerçekleştirebilecek kadronun, “diğerişlerinin yanında bunu da yüklenme” imkânı bulabileceklerigünlerin geleceğini ümid edelim. Vefatla kapanmayan üç hayırkapısından hepsinde eserler bırakan bu güzel insanı Rabbimizrahmetine gark etsin ve bu önemli projesinin hayata geçirilmesinide rahmetiyle lutfetsin.* Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğrt. Üyesi.syildirim@yeniumit.com.tr7


YENi ÜMiTDoç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ *Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Bizim dünyamızın muasır ülkeler seviyesine ulaşamaması ve bir türlübeklenen rönesansı gerçekleştirememesi, ülkenin coğrafî konumundan,imkânların eksikliğinden, insanımızın kabiliyetsizliğinden değil; yenilenmeesprisinin kavranamayışından, düşünce eksikliğinden, ilim aşkının, hakikataşkının yerini, şablonculuğun almasından kaynaklanmaktadır.Tarihteki büyük değişimlerin birçoğu İlâhî vahiyile şekillenmiştir. Vahiy, insanın elindentutup yol göstermiş ve yeni bir hamle gücüaşılamıştır. Vahiyle bağların koparıldığı zaman dilimlerindeise ya kaba kuvvet hükmetmiş veya insanoğluaklın gölgesinde yol almaya çalışmıştır. Akıl, hakikatitek yönlü olarak kavradığından felsefenin hâkim olduğuçağlar, insanoğluna saadet getirmemiştir. Vahiybir kutupta akıl bir kutupta gibi görünse de, gerçekteinsan benliği İlâhî olanla çatışmaya çalışmıştır yüzyıllar boyunca. Yeryüzü ile gökyüzü arasındadır rekabet.İnsanın dünyevî arzularını gaye hâline getirmesive âhireti unutması ve bilerek, isteyerek dünyevî olanıtercih etmesidir gerçek problem.İnsanlık tarihinde aklın, vahyin gölgesine sığındığıaltın çağlar yaşandığı gibi, aklın tek başına hakikatibulmak için büyük gayret sarf ettiği, cidarlarını zorladığıdönemler de olmuştur. Antik Yunan ve Rönesansdönemleri insanlık tarihinde akıl ve felsefeninhükmettiği zaman dilimleri olarak yerini almıştır. Hürdüşüncenin önünün açılması, bilgi ve sanatın değerkazanmasıyla bu dönemlerde tek yönlü de olsa önemliatılımlar yaşanmıştır. Ancak metafiziği ihmal etmiş veruh ufkundan yoksun bu atılımlar, insanlık için mutlulukyerine acı ve keder getirmiştir.Geçmişte vahyin aydınlığında yaşanmış altın çağlarda olmuştur. Bu altın çağların en parlaklarından biriside İslâm’ın ilk üç asrında yaşanmıştır. Batılı bazı yazarların“İslâm Rönesans’ı” diye andıkları bu dönemle BatıRönesans’ı arasında karşılaştırmalar yapılabilir. Ancakgelecekte –Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile- inşâ edilmesi düşünülenİslâm Rönesans’ı ile Batı Rönesans’ının karşı-8


laştırılması aynı hataların tekrarlanmaması ve farkların açıkbir şekilde ortaya konulması açısından kanaatimizce dahaönemlidir. Bu makalede muhterem Fethullah Gülen’inümit ettiği gelecekteki İslâm Rönesans’ına ilişkin görüşleriBatı Rönesans’ı ile karşılaştırılarak ele alınacaktır.RönesansAntik Yunan, akıl ve felsefe ile Roma ise kuvvet ve zorbalıkile temayüz etmiştir. Her ikisinin ortak noktası iseinsanı, kuvveti, zevk ve sefahati merkeze almalarıdır. Onlarınruhu 1330 ile 1630 yüzyılları arasında Avrupa’da âdetayeniden canlanmış ve daha sonrakilerin Rönesans diyeadlandırdıkları bir hareket başlamıştır. Rönesans, yenidendoğuş anlamındadır. Kelimenin çağrıştırdığı mânâdan daanlaşılacağı üzere bu hareketle geçmişte yaşanmış parlakbir dönemin yeniden doğuşu ve yeni bir kültürün ortayaçıkarılması hedeflenmiştir.Modern Batı’nın temellerinin atıldığı Rönesans ile Avrupaorta çağı arasındaki en önemli fark, her iki dönemininsan telâkkilerindedir. Rönesans ile birlikte insan merkezcilikyani hümanist düşünce güçlenmiş; insanın ilâhîolanla bağı koparılarak yalnızca dünya hayatındaki mutluluğuön plâna çıkarılmıştır. Bunun neticesinde irade veaksiyon önem kazanmıştır. Modern Avrupa kültürününtemeli olan bu insan tipinin yeniden doğuşu, Rönesans’ınen karakteristik yanlarından birisidir. Hattâ bazı tarihçiler,Rönesans’ı bir dönem olarak değil bir zihniyet değişimive yeni bir insan ve toplumun doğuşu olarak değerlendirmişlerdir.Onlara göre Rönesans’la birlikte burjuva sınıfıortaya çıkmış, bir mânâda yeni bir insan ve toplum doğmuştur.Yine bu dönemin özelliklerinden birisi de Batı’da hesaplamaruhunun gelişmesi; kâinatı ölçme ve kontrol etmearzusunun güçlenmesidir. Bunun neticesinde, gözlem vedeneycilik ön plâna çıkmış, akılcılık ve eleştiri düşüncesigelişmiştir. Müslümanların kullanıp geliştirdiği sayı sistemive matematik alınmış, Müslüman ilim adamlarının deneyve gözleme dayalı araştırma metotları benimsenmiştir.Daha önceden Batı’ya intikal etmiş olan pusula, usturlâpve saat gibi mekanik âletlerin geliştirilmesi neticesinde astronomi,denizcilik ve mekanik alanında yeni keşiflerin önüaçılmıştır.Şehirlerin kalabalıklaşıp ticaretin büyümesi, hesaba duyulanihtiyacı artırmış; Müslümanlardan öğrenilen sayı sistemiile muhasebe kayıtlarının daha kolay tutulması ticaretikolaylaştırmıştır. Bütün bunların sonucunda sayma ve hesaplamaönem kazanmıştır. Halk için yazılmış matematikve hesap kitaplarının basılıp çoğaltılmasıyla birlikte de buyeni temayüller halkın düşünce biçimini değiştirmiştir.Allah Teâlâ, insanlara dünya ve ukbâ mutluluğunukazanmaları için peygamberler göndermiştir.Peygamberler (aleyhimüsselâm)ile birlikte dünya tarihinde hem maddîhem de mânevî alanda büyük değişimlerve yenilenmeler yaşanmıştır. İslâm’ın gelişiile birlikte insanlık tarihinde o âna kadargerçekleşen gelişme ikiye katlanmıştır.Rönesans döneminde bilgi önem kazanmış, matbaanınbulunması ile birlikte de bilginin geniş kitlelere yayılmasımümkün olmuştur. Bunlara bağlı olarak dil ve edebiyattafarklılıklar ortaya çıkmış; dil ile gerçeklik arasındaki ilişkisorgulanmaya başlanmıştır. Reform hareketleri sonucundaİncil Almancaya tercüme edilmiş, böylece mahallîdiller önem kazanmış, bilgi kilisenin ve din adamlarınıntekelinden çıkmıştır. Kâğıt ve matbaanın yaygınlaşması veLâtince dışındaki dillerin önem kazanması ile birlikte çeşitlidillerde eserler yayımlanmaya başlamış, okuma-yazmayaygınlaşmış ve bilgi halka mâl olmuştur.Rönesans düşüncesi, sanat eserlerinde yenilenme vebazı sanat eserlerinin taklitlerinin yapılması ve çoğaltılmasıile birlikte önce İtalya’daki şehir devletlerinde başlamış,daha sonra hızla bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Rönesansdüşüncesinin başlangıçta resim, heykel ve mimarî gibisanat eserlerinde ortaya çıkması bu düşüncenin temeldemadde eksenli olduğunun bir göstergesidir. Maddî refahıntemini ve eşyaya şekil verme düşüncesine bağlı geliştiğiiçin Rönesans akımı, fizik âlemi, tabiatı, şehirleri ve insanıhep maddî yönleri itibarıyla ele almıştır. Rönesans’ı bilimalanında gerçekleşen büyük dönüşüm ve endüstri devrimiizlemiştir. Böylece Batı dünyasının temelleri hep maddeeksenli olarak gelişmiştir. Modern Batı’nın hayat felsefesinderefah ana gaye olmuş; iktisadî kalkınmayı temin içinher yol denenmiş; bu uğurda başka ülkeler sömürge hâlinegetirilmiştir. Zenginliğin artması ile birlikte ilim düşüncesiinkişaf etmiş, teknik ilerleme temin edilerek, modernizminhâkimiyeti perçinlenmiştir.İslâm’ın Altın ÇağlarıAllah Teâlâ, insanlara dünya ve ukbâ mutluluğunu kazanmalarıiçin peygamberler göndermiştir. Peygamberler(aleyhimüsselâm) ile birlikte dünya tarihinde hem maddîhem de mânevî alanda büyük değişimler ve yenilenmeleryaşanmıştır. İslâm’ın gelişi ile birlikte insanlık tarihinde o9


âna kadar gerçekleşen gelişme ikiye katlanmıştır. SaadetAsrı diye adlandırılan bu dönemde, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ıKerîm ile kâinatın, insanın ve hayatın hakikatini açıklamış;insanlara eşya ve hâdiseleri gerçek anlamlarıyla anlayıp yorumlamayollarını göstermiştir. İnsan, hem bedeni hem deruhu ile bir bütün olarak muhatap alınarak fıtrata uygunbir medeniyet inşasının yolları açılmıştır. Kur’ân’ın yazılması,cem edilmesi, çoğaltılması ve öğretilmesi esnasındabirçok sahabi yazıyı, kitap mefhumunu ve yazılı metinlerinnasıl çoğaltılacağını ve yorumlanacağını öğrenmiştir. İlim,toplumun belirli bir kesimi ile sınırlı kalmamış, toplumâdeta yeni indirilen âyet ve sûreleri öğrenmek için seferberolmuştur.Müslümanlar fetih hareketleri ile birlikte çevreye açılıncailim zihniyetlerini, kurdukları şehirlere yansıtmışlardır.Şehirlere hem ibadet hem de ilim merkezi olacak mescitlerinşâ etmişlerdir. Yeni kurulan Kûfe gibi İslâm şehirlerindekicamilerin her bir köşesinde hattâ her bir direğin dibindeilim halkaları kurulmuş; toplumun her kesiminin derslerekatılıp istifadesi hedeflenmiştir. İnsanlara ilim ve öğrenmeaşkı aşılanmış; her fert ilmî faaliyetlere iştirak etmiştir.Böylece kabiliyetler inkişaf etmiş, ilim talebinde içtimaî birheyecan yakalanmıştır. Devlet başkanlarının da büyük biraşkla katıldıkları bu ilim faaliyetleri toplumun nazarında okadar itibar kazanmıştır ki ünlü Abbasi Halifesi Harun er-Reşid evine gelip el-Muvattâ adlı kitabını kendisine okumasıiçin İmam Mâlik Hazretleri’ne (ö. 179/795) ricadabulunduğunda İmam Mâlik, “İlim ayağa gitmez, ilmin yanınagidilir.” diyerek sultanın isteğini kabul etmemiştir.Müslümanlar farklı kültür coğrafyalarından öğrendikleribilgileri kısa zamanda özümseyip, benimsemişlerdir.Lakin hiçbir teknik âleti ve kültür mirasını olduğu gibikabul etmemişlerdir. Batılı bir araştırmacı Müslüman ilimadamlarının öğrenme aşkını, “Onlar, hayrete şâyân bir tarafsızlıklave hiçbir otoritenin cazibesine kapılmadan veyaondan çekinmeden, elde ettikleri yabancı bilgilerin neticeleriniderhâl kontrole başlayıp hatalarını düzelttiktensonra bunların üzerine yeni inşaata koyuldular.” sözleriyledile getirmiştir. Meselâ hicrî 156 yılında Bağdat’a gelenHintli bir matematikçiden Hint sayılarını ve astronomisiniöğrenen Müslümanlar, matematiği ve astronomiyi hızlageliştirmişlerdir. Namaz vakitlerinin düzenlenmesi, aylarıntespiti, kıble yönünün araştırılması zarureti, vergi miktarlarınıve miras paylarını doğru ve pratik hesaplama arzusuMüslümanların kısa zamanda astronomi ve matematikteilerlemelerini temin etmiş; saat, pusula ve usturlap gibigünlük hayatlarında kullanabilecekleri aletlerin keşfini vegeliştirilmesini hızlandırmıştır.İlk üç asırda İslâm dünyasında bilginin derlenmesi vesistemli hâle getirilmesi yolunda atılan adımlar neticesindehicrî ikinci ve üçüncü yüzyıldan itibaren farklı ilim branşlarıinkişaf etmiştir. Fıkıh, hadîs, tefsir, tasavvuf ve kelâmgibi İslâmî ilimlerin farklı dallarındaki temel eserlerin enönemlileri 3. ve 4. yüzyıllarda kaleme alınmıştır. Hattâ 3.ve 5. yüzyıllar arasında telif edilen matematik, kimya, tıp,astronomi ve kültür tarihine yönelik eserler daha sonrakiyüzyıllarda Doğulu ve Batılı ilim adamlarına yüzyıllar boyuncaışık tutmuştur.Bizim Dünyamıza DoğruMuhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, gelecekte gerçekleşeceğiniumut ettiği altın çağı, Ruhumuzun HeykeliniDikerken ve Kendi Dünyamıza Doğru adlı kitapları baştaolmak üzere diğer eserlerinde anlatmış ve gelecekteki bu aydınlıkdönemi “Bizim Rönesansımız” şeklinde nitelendirmiştir.Bu ifade ile o, muhtemelen tarihî seyri içinde farklıcoğrafyalarda ortaya çıkmış değişim ve yeniden yapılanmadönemlerinin karşılaştırılması zaruretine ve gelecekteki altınçağların bize ait renk ve desenleri taşıyan farklı bir dönemolacağına işaret etmiştir. “Geçmişte hep çağının çokçok önünde yürümüş bizim dünyamız, geçici bir aradansonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağları hareketegeçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesans’ı gerçekleştirebilir.”diyerek, hicrî ilk üç asırdaki altın dönemlerden sonrabizim ikinci Rönesans’ımızın da ileride gerçekleşeceğineolan itimadını dile getirmiştir. Ancak bu kolay bir hedefdeğildir. Zîrâ o, dünya çapında bir yenilenmeyi hedefleyenen kapsamlı bir ulu Rönesans’ı ümit etmektedir. Böyle birhedefin gerçekleşmesi için köklü ve büyük değişimler gerekmektedir.İslâm’ın ruh ve mânâsını duyarak, varlığın yenidenyorumlanması ve tasavvufun engin lâhûtî iklimindenhareketle evrensel metafiziğe ulaşılması; İslâmî muhâsebeve murâkabeden insana değerler üstü değer kazandıranteyakkuz ve temkin derinliğinin kazanılması ile ancak buRönesans gerçekleşecektir. Hocaefendi’nin üzerinde durduğuhususları ana başlıklarıyla şöyle sınıflandırmak mümkündür:1- Kendi Kaynaklarımızdan BeslenmeKendi kaynaklarımızdan beslenme kimliğimizi korumaadına son derece önemli olduğu gibi velûdiyeti sürdürmeadına da önemlidir. Melez düşüncelerin doğurganlığınısürdürmesi mümkün değildir. Hocaefendi için referansve beslenme kaynaklarına sadakat âdeta gaye-i hayaldir.“Kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi,bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim.” sözleriyle,bu hissiyatını dile getirmiştir. Kendi kaynaklarımızınyeni bir medeniyet inşâı adına yeterli olduğuna yürekten10


inanır; “Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve imansistemimizin içinde vardır; elverir ki o kaynağı ve o ruhuilk zenginliğiyle kavrayabilelim.” sözleriyle bu inancınıdile getirir. Kendi kaynaklarımızdan nasıl besleneceğimizide “Biz de kendi mazi, kendi mânâ köklerimize sığınarak,örneklerimizi zamanın bulandıramadığı lâhûtîliğin enginliklerindenalmalıyız” sözleriyle dile getirir ve idealindekikahramanı “kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasınıbilen” sözüyle resmeder. Batı, Rönesans döneminde İslâmdünyasından ve diğer kültür havzalarından birçok şey almıştır,ama esasta dayandığı iki ana temel Roma ve antikYunan medeniyetleridir. Farklı kültürlerden aldığı her bilgiyibu iki potanın içine atıp eritip tanınmaz hâle getirmişve kendine göre yeni bir şekil vermiştir.Yeni tekevvünün tarihî tecrübe üzerinde serpilip gelişeceğini,“Tarihimizin bidâyetinden günümüze kadar gelenevliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn çizgisi ve ruhâniyetleriüzerinde serpilip gelişeceğini ümit ettiğimiz gayretlerimiz,ikinci bir Rönesans hareketinin başlangıcı olacaktır.” sözleriyledile getirir. İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ınınkudsî kaynaklarımız, tarihin altın dilimlerindeki örnekşahsiyetler, kendi ilim disiplinlerimiz ve şiir ve edebiyatgibi kendi kültürel birikimimiz üzerinde yükseleceğini,“Bu yeni tekevvün, bizim kendi târihî değerlerimizden,kendi medeniyet, kendi kültürümüzden ve kendi romantizmimizdendoğacaktır.” şeklinde ifade eder. Ancak o,tarihin basit bir tekrarını değil, tarihî tecrübenin yenidenüretilmesi gerektiğini vurgular. “Tarihe mirasçı olmak demek,geçmişin bilinen-bilinmeyen, büyük-küçük bütünbirikimine, bu birikimi nemâlandırmaya, yeni terkiplermeydana getirmeye, sonra da bütün bunları gerçek malsahibi olan gelecek nesillere intikal ettirmeye vâris olmakdemektir.” sözleriyle, tarihî birikimin nasıl değerlendirilmesigerektiğini dile getirir.2- Evrensel MetafizikBatı Rönesans’ı ile bizim Rönesans’ımız arasındaki entemel farklardan birisi de metafizik düşüncedir. Batı düşüncesiruhu ihmal etmiş, fizik ötesini yok saymıştır. Herşeyi bir şeye bağlayan ve eşya ve hâdiselere bütüncül bakmayıtemin eden metafizik buud eksik kaldığında kâinatıve hayatı anlamlandırmak mümkün değildir. Metafizik düşünce,bize her şeyi kuşatıcı bir bakış açısı ve yeni terkipleryapma imkânı sunacaktır. Bu sebeple o, tarihî birikimimizive geçmişteki örnek şahsiyetlerin “zamanları ve mekânlarısaran aşk u şevkini, çağımızın usûl, üslûp ve metodlarıylaharman yaparak, Kur’ân’ın devirleri aşan ve eskimeyen ruhuna,dolayısıyla da evrensel bir metafiziğe ulaşmak” gerektiğinivurgular.Metafizik düşüncenin temel özelliği ilhama açık olmaktır.Yalnızca akıl ve mantık değil aynı zamanda vahiyve ilham yeni metafiziğin temelleri olacaktır. İnsan, kâinatve topyekün hâdiseler gerçek sahiplerinin referansı çerçevesindedeğerlendirilmeli ve varlığın mâverâsı iyi okunmalıdır.Bir yandan varlık analitik bir mülâhaza ile ele alınmalıöte yandan varlık ötesi gerçekler tutarlı bir şekilde değerlendirilmelidir.Kur’ân, kâinat ve insanın benlik sırları kavranmadanhakikati bir bütün olarak anlamak ve evrensel bir metafiziğeulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple varlığı tamkavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce, hem ilmî araştırmaçifte usûlunün kabul edilmesi gerekmektedir. Kalbve kafa arasındaki tıkanıklıkların açılması ile birlikte insanenfüsünde ilham ve düşünce koridorları meydana gelebilecektir.3- İlim ve Araştırma AşkıHocaefendi; İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ının“Akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek”le mümkünolduğunu gençlerimizin “ilimle, fikirle kaynaşıp bütünleşmesinisağlayıp mutlaka kendi yenilenmemizi (Rönesans)tahakkuk ettirmeliyiz.” şeklinde ifade eder. Varlığın özüneulaşmak, oradan fizik ötesine bir pencere açmak ilimlerinnihaî gayesidir. İmanın insana kazandırdıklarını anlatırkeninanan insanı, “Varlığı ve varlığın perde arkasını elli bindefa kurcalar; elli bin defa eşya ve hâdiseleri imbikten geçirir;her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarınıaraştırır.” sözleriyle tasvir eder.İlimlerin gelişmesi insanlardaki araştırma aşkının inkişafınabağlıdır. Toplumun her kesiminin ilme yönelmesiyeni yetişecek gençleri ilim ve araştırma hususunda şevklendirecektir.Günümüzde ulu dirilişin gerçekleşmesi gönüllerinaşkla coşup şevkle köpürmesine bağlıdır. “Zira aşkolmadan, neticesi itibarıyla kalıcı hiçbir hamle ve hareketigerçekleştirmek mümkün değildir.” Toplumun topyekünilme yönelmesi ilim ve araştırma aşkını körükleyeceği gibiruhlarda uyandırılacak heyecanlar da insanımızın şevkiniartıracaktır. Zîrâ aksiyon ve hareket önce ruhta başlar.İnsan ruhundaki ilâhî aşk, hareketin sınırsız ve sırlı güçkaynağıdır. Bu sebeple Hocaefendi, “İlk hareket, ruhunhareketidir.” demiştir. Ruh dünyasında başlayan hareket veaksiyon düşüncenin derinleşmesini, hayata yansımasını teminettiği gibi kişinin yeniden kendine dönüp tefekkürdederinleşmesini sağlar. Böylece kişi, kısır döngü ve taklittenkurtulup kendi düşünce ufuklarımız istikametinde aktifhâle gelir. Düşünce ve aksiyon insanı “Hareketten düşünceye,düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahatkullanmasını bilen bir hamle insanıdır.” İnsanın yaratılış11


gayesidir hareket. Bu sebeple bütün insanî kemalât hareketve aksiyona bağlanmıştır.4- Hür Düşünce ve EleştiriModern ilimler yeniden gözden geçirilmelidir. Zîrâmodern ilimler birçoğu itibarıyla tıkanmış ve kendini yenilemeimkânını kaybetmiştir. Hür düşünce, sürekli araştırmave doğurgan eleştirilerle ilimler yeni baştan ele alınmalıdır.Ancak bu zor vazife için her şeyden önce hakikataşkıyla yanan ve hür düşünebilen insanlara ihtiyaç vardır.Hocaefendi: “Pek çok yanlarıyla çürümüş ve demode olmuşbugünkü skolâstik düşünce sistemlerinden ruhumuzukurtarmak için en azından Descartes gibi ‘hür olmayandüşünce düşünce sayılmaz’ diyebilmeliydik.” sözleriyle,hür düşünce ve eleştirinin vazgeçilmezliğini ortaya koyarve “Hür olabilme, hürriyeti duyabilme insan iradesininönemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirlikapısıdır.” der.Allah’ın halifesi olma unvanıyla eşyaya müdahale edecekcins kafalar, çelik iradeli ve hür düşünceli insanlar, ilimleriİslâmî düşünce menşûrundan geçirerek yeniden temsil veifade etmelidir. Zîrâ kâinatı yaratan Allah Celle Celâluhu,kâinatın ve hayatın sırlarını Kur’ân ile açıklamıştır. “Bugünher şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme veilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanançizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilenengin sinelere ihtiyaç var.” ifadesi, işte bu münasebetiortaya koymakta ve tefekkür metodunu göstermektedir.Hocaefendi’nin üzerinde durduğu ancak fazla açmadığıhususlardan birisi de “riyazî düşünce”dir. Riyazî düşünce,kâinatta var olan nizam ve ölçüyü keşfedecek sistemli vemantıklı düşünebilme, aşırılıklardan sakınma ve fantezi arayışıiçinde olmama şeklinde anlaşılabilir. Riyazî düşünceninbir yanı da düşünceyi mücerret ifade edebilme ve olaylararasında bağlantı kurabilme kabiliyetidir. İlim ve fennin gelişmesiaçısından bu düşünce metoduna ihtiyaç bulunduğugibi aynı zamanda insanı ve hayatı doğru yorumlayabilmeaçısından da riyazî, yani matematiğe dayalı düşünceye ihtiyaçvardır. Zîrâ “Matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanınbirbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir.O, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibiyollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hattâ düşünülmesitaşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerinigösterir ve bizi ideallerimizle buluşturur.”Hâsılı, dünya tarihindeki bütün büyük dönüşümlerinsandaki değişimle başlamıştır. Zihin ve gönül dünyasınındeğişimi ile birlikte insanın hayata ve kâinata bakışıda değişmiştir. İnsan çevresini kendi düşünceleri ve inancıekseninde kurabilmek için, içinde yaşadığı kültür ortamınıdönüştürmelidir. Çevre kültürlerden ya da geçmiştenkendisine intikal eden bilgi birikimini süzgeçten geçirmeli,sonra da kendi dokusuna uygun bilgileri aktif bir şekildeözümseyip dönüştürebilmelidir. Bilginin özümsenip,sahiplenilebilmesi ise, düşünce sistemimize adapte edilmesineve tevhid eksenli yorumlanmasına bağlıdır. Herşeyin menşeini Cenâb-ı Hakk’a bağlayıp, varlığı yaratılışgayesine uygun idrak edip yorumlama ile birlikte bilgininmahiyeti değişecek; eşya yeni bir buud kazanıp âdeta canlanacakve anlamlı hâle gelecektir.İlim düşüncesi ve fikir hürriyeti toplumun her kesimineulaştırılmalıdır. Geçmişte ferdî dehaların üzerindeyükselen ilimler, bugün tek tek insanların çalışmaları ileilerletilemeyecek seviyede genişlemiş ve karmaşıklaşmıştır.Topluluk şuuru ile herkesin işin bir tarafından tutması ileancak ciddi ve ufuk açıcı araştırmalar gerçekleştirilebilir.Ayrıca toplumun ilme yönelmesi ve değer vermesi, kabiliyetliinsanların himmetlerini ilmî araştırmalara yönlendirmesinevesile olacaktır. “Gerçek, sahih ve kalıcı vilâdetler”ilim ve araştırma aşkının toplumun her kesimine yerleşmesiile mümkün olabilir. Sürekli metafizik gerilim içinde,sürekli beyin fırtınaları yaşayarak, doğurgan tartışmalarınönü açılmalı ve gelecekteki Rönesans’ımızı kuracak temelesaslar üretilmelidir.Geleceğin aydınlık günlerine doğru yürürken hayatınbazı alanlarında gerçekleşen kısmî başarılarla yetinmekdoğru değildir. Her şeyin yeniden gözden geçirilip, yeni kalıplaradökülüp ilimlerin önü açılmalıdır. Temel klâsik ilimlerimizdahi en azından yeni terkiplerle sunularak, insanlarher alanda yenilik ruhuyla coşturulmalıdır. Elde edilen başarılarlayetinmeden hep daha ilerisi ve kalıcı olanın peşindeolmak Rönesans düşüncemizin temel dinamiği olmalıdır.Hocaefendi’nin sözleriyle ifade edecek olursak; “Cenâb-ıHak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin.Tâ ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım,doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvindönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adınayıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığınçok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirdegeleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz.”* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesiatekines@yeniumit.com.trKaynaklarBuhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmi’u’s-sahîh, İstanbul 1315.M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir 2005.----------, Çağ ve Nesil Serisi.İbn Asâkir, Keşfu’l-mugattâ fî fadli’l-Muvattâ, Kahire 1954.Peter Burke, Avrupa’da Rönesans, çev. Uygar Abacı, İstanbul 2003.Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Tezkiretu’l-huffâz, Haydarâbâd 1956.Züheyr b. Harb, Kitâbu’l-İlm, nşr. Salih Tuğ, İstanbul 1984.12


YENi ÜMiTProf. Dr. Ali Rafet ÖZKAN*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Yeni din görünümlü hareketler, genellikle 20.yüzyılda ortaya çıkan dinî cereyanları ifadeetmektedir. Bunların büyük çoğunluğu HıristiyanBatı’da, bilhassa ABD’de ortaya çıkmaktadır.Öyle ki, ABD günümüzde âdeta bir “dinlermarketi” hâline dönüşmüştür. Ayrıca dünyanın çeşitlibölgelerinde de yeni dinî hareketler ortaya çıkmaktadır.1950’li yıllardan sonra ortaya çıkan bu türhareketlerin çoğunun hedef kitlesi gençler olduğuiçin bu kabîl dinî hareketler, “gençlik dinleri” olarakda tanımlanmaktadır.“Gençlik dinleri” ifadesi ilk olarak 1974 yılında kullanılmayabaşlanmıştır. 15 ila 25 yaş arasındaki insanlarıkendilerine hedef aldıkları için bunlar “gençlik dinleri”veya “gençlik tarikatları” şeklinde isimlendirilmektedirler.Bu kitle, ağırlıklı olarak lise ve üniversite çağındakigençlere yönelik faaliyet yürütmektedir. New Age (YeniÇağ), Satanizm, Scientoloji ve Moonculuk ve Uzakdoğumenşeli olan Hare Krishna, Ananda Marga, TransandantalMeditasyon, Divine Light Mission, BrahmaKumaris ve Osho Hareketi bunlardandır. 2000’li yıllardanitibaren bu akımlar ülkemizdeki faaliyetlerinihızlandırmıştır. Bu akımların tamamına yakını, yoga vemeditasyon uygulamakta, reenkarnasyona (ruh göçü)inanmaktadır. Bilhassa yoga ve meditasyon, bu yenidinî hareketlerce kendilerini tanıtıcı araç olarak kullanılarak,bu uygulamalar âdeta çağdaşlığın, ilericiliğingerekleri olarak takdim edilmektedir.Bu grupların kendilerini yeni bir sistem ve dinolarak takdim etmelerinin geri plânında büyük13


dünyevî, siyasî ve ekonomik beklentiler de yatmaktadır.Onların önemli ölçüde bu emellerine ulaştıklarını söylemekmümkündür. Çünkü onlar, içinde yaşadığımız modernçağda ve bilhassa Batı ülkelerinde ve Türkiye’de maalesefaydın bilinen, tahsilli insanlardan çok sayıda gönüllütaraftarlar elde edebilmişlerdir.Yeni dinî hareketlerin ortaya çıkışında çeşitli faktörleretkili olmaktadır. Bu grupların oluşumunda doğrudan etkiliolduğunu düşündüğümüz sebepler şunlardır.1- SekülerleşmeOnyedinci yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık, devameden bir sekülerleşme sürecini yaşamaktadır. Bu durum,dinlerin cemaat rollerine mezhebî tesirler yapmaktadır.Sekülerleşme, aydınlanmanın bir parçası olarak kabul edilmektedir.Aslında aydınlanma her alanda olduğu gibi Hıristiyanlıktadinî alanda da kendini göstermiştir.Dünyevîleşme insanların dinî özlemlerini söndürememiştir.İnsanlar, tarikatlar içerisinde yeni arayışlar içinegirmiştir. Kiliseyi hükümsüz gören ve akıldışı yorumlarıreddeden modern insanlar, yeni öğretilere inanmaya başlamıştır.Bunun için de insanlar “post-modern” (modernötesi) kavramını icat etmiştir.Saha uzmanlarına göre ihtidacı (hidayetçi), devrimci veiçe dönük olarak tanımlanan mezheplerin hepsi, içinde yaşadıklarıtoplumun değerlerinden tamamen farklı anlayışlarısavunmalarına rağmen, manipülasyonist (yönlendirici) dinîhareketler mevcut seküler kültüre daha fazla uyum sağlarlar.Bu hareketlerin, kendi mensuplarına vermeye çalıştıklarışey, hayat için alternatif değerler sunmanın dışında, toplumdagenelde pek çok kişinin ortak arzusu olan hedefler içinyarı egzotik (gizemli) araçlar sunmasıdır. İçe dönük kapalımezhepler fertteki sevgi ve fedakârlık duygularını artırandeğerlere, grup bağlılığına ve birincil ilişkilere önem verensevgi cemaatlerini temsil ettikleri hâlde, manipülasyonisthareketler bunun tam tersi bir tutum sergilemektedir. Bugruplar ilgi alanları açısından kendileri nihaî bir hedef değil,daha ziyade birer araçtır. Bu tür grupların toplantıları da bircemaatin tamamını ilgilendiren bir toplantı niteliği taşımaz.Aksine o, dünya ile başa çıkabilmek için aynı ortak yöntemleribenimsemiş, aynı zihniyet ve eğitim seviyesine sahipinsanların toplantısını çağrıştırır. Bunlar, kendilerine görekurtuluşa ulaşabilecekleri yöntemlerinin olduğunu savunurlar.Onların kurtuluş anlayışı büyük dinlerinkinden farklıdır.Çünkü bu tür gruplar uzun ömür, mutluluk, sağlıklı hayatve başarı ve hattâ ölümsüzlük, Kur’ânî ifadeyle firavunluğukurtuluş olarak değerlendirmektedirler. Onlar, taraftarlarınıkısa yoldan kurtuluşa ulaştıracağını iddia ettikleri birtakımreçeteler de sunarlar. Öğretilerini çoğunlukla metafizik birdille takdim etmekle birlikte, benimsedikleri yöntemleri dinîterminoloji ile ifade etmeyi pek fazla tercih etmezler. Çünküonlar dünyevîleşmiş hareketlerdir ve maksatları büyük orandaseküler ve hazcı (hedonoist) karakterlidir. Bunlar, bazende büyük dünya dinlerinin “boyunduruğundan” insanlarıkurtarmayı “kurtuluş” olarak tanımlarlar. Ancak müntesipleriniçağdaş köleler hâline getirmelerini kurtuluşa engelgörmezler. Fakat bu tür grupların üyelerinin bunu görememesiçok ilginçtir. İçine düştükleri durumu fark ettiklerindeise çoğu zaman onlar için çok geçtir ve dâhil oldukları yenidinî hareketlerden kolayca kurtulabilmeleri de çoğu zamanmümkün olmaz. Böyle durumlarda intiharı çözüm olarakdüşünenler her zaman olagelmiştir.2- SübjektivizmBu gruplar nezdinde din lezzet (haz) meselesi olmuştur.Fertler ne hissettiklerini sorgulamaya başlamış, özelbir “ben”in (sübjektivizmin) dikkat çekici üstünlüğü (yükselişi)fark edilmiştir. Tarikatlar ve yeni dinî cereyanlar dakendilerini bu sübjektivizme, yani “ben”e bağlamışlardır.Böylece insanların benlik duyguları öne çıkartılarak, ilâhlıkmakamına yükselebilecekleri fikri aşılanmaya çalışılmıştır.Bu gruplardan bazısı fikirlerinin kabulü noktasında etkiliolmuş, müntesiplerini yoga, meditasyon vb. birtakım teknikler,terapi ve özel eğitim sonucunda tanrı olabileceklerineikna etmiştir. Scientoloji, Osho ve Satanizm gibi hareketleribuna örnek göstermek mümkündür.3- Kayıtsızlıkİçinde yaşadığımız çağda birçok insan dine karşı lâkayttır.Onlar açısından kimin neye inandığı önemli değildir. Bu,kayıtsızlık “indifferentizm” olarak isimlendirilmektedir. Buumursamaz kişilikler doldurulabilir boş testiye benzetilmektedir.Bundan dolayı olsa gerek, bu din görünümlü organizasyonlarbu durumdaki insanların boşluğunu doldurmakiçin çabalamaktadırlar. Bunların özünü emmekte, aynı dinîve dünyevî sahaların hem fikirlerini hem de hükümlerinipropaganda aracı olarak kullanmaktadırlar.4- AşınmışlıkYazılı olmayan piyasa ekonomisinde, “her şey satılıktır”kuralı geçerlidir. Gerçekte olması şartıyla satmak ve satınalmak mümkündür. Aynı şekilde bu anlayışa göre din deaşınmaya maruzdur. Bazı gruplar birbirleriyle rekabet içerisindedir.İnananlar da müşteri olarak değerlendirilmektedir.Pek çok yeni dinî grup da bu düşüncede olduğu içinkendi alacaklılarına gerçek satıcılar olarak talip olmaktadır.Yeni dinî akımların bu yaklaşımı, yani yazılı olmayan piyasaekonomisinin kuralını, çok iyi uygulaması karşısındakiliseler çok geri kalmaktadır.5- BireycilikGünümüzün yeni dinî akımlarında bireycilik, insanınhem kendi benliğine hem de topluma zarar veren bir ya-14


pıya büründürülmüştür. Batı topluluklarında ferdiyetçilikbelirgin bir şekilde yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu, kültürünAmerikanlaşmasının bir neticesi olarak da değerlendirilmektedir.“Amerika rüyası”, her yerde olduğu gibi Avrupaiçin de geçerlidir.Batı medenîleşmesinde (sivilleşmesinde) din, daimaiyi yahut kötü lezzetlerin veya ferdî hayat tasavvurlarınınözel keyfiyeti olmuştur. Bu da sivilleşme ve bir kültürüngenel hayat anlayışında gelişen insan anlayışından kaynaklanmaktadır.İnsan tasavvuru, ferdiyetçiliğinin konumunubelirlemektedir. Ancak bunda davranış modellerinin gizliliğive etik temeller de vardır. Esasen Batı kültürü, Yahudi-Hıristiyanlığın insan tasavvuru üzerine kurulmuştur vebuna sıkı sıkıya bağlıdır. Buradaki “Batı” kavramı, Hıristiyanlığınşekillendiği Avrupa kültür dairesi için kullanılmaktadır.Bu kültür dairesi kolonileşerek gelişmiş ve Amerikakıtasını da içerisine almıştır. Bilhassa Kuzey Amerika,“Batı” kavramının içinde mütalâa edilmektedir.6- HazcılıkHazcılık (hedonizm), en genel anlamda hazzı “enyüksek iyi” olarak gören öğretiler bütünüdür. Hedonizm:insanın bütün yapıp etmelerinde, bütün eylemlerinde başvurabileceğitek ölçünün “acıdan kaçıp hazza ulaşmaya çabalamak”olduğunu öne süren dünya görüşü; hayatın, varolmanın gerçek anlamını “haz”da bulan bakış açısıdır.Batı’da din, yalnızca özel bir mesele değildir. Aynı zamandao, yaygınlaşarak gelişen hedonizmi isteyip istememektirde. Çünkü haz ve eğlence, yoğun gayretlerle inananları dakuşatmaktadır. Bilhassa gençler bu hazcı grupların ağınadüşmekten kurtulamamaktadırlar. Ülkemizde de hazcılıkkanalıyla taraftar toplayan, lüks otellerde sınırsız ve bütünahlâkî kuralları bir tarafa atarak eğlence partileri düzenleyerekayin yapan gruplar, zaman zaman tv programlarınakonu olmaktadır. Mesela “Raelyenler” olarak isimlendirilenhazcı grubu ülkemiz insanı, gizli kamera çekimli televizyonhaberleri vasıtasıyla tanımıştır. En azından böyle gruplarınTürkiye’deki varlıklarından haberdar olmuştur.Osho Hareketi’nin kurucusu Rajneesh ChandraMohan’a göre; mutluluk hedeftir ve o bir hedonisttir.Tanrı ise hedonizmin zirvesidir (hâşâ). Bunun için (hedonizminvaat ettiği zevki, hazzı, heyecanı elde edebilmekiçin), insanlar ailelerini terk etmelidir. Evini terk eden kişiAsram’daki Osho merkezine katılabilir. Ailesini terk edenkişi tarikat merkezinin şartlarına iştirak etmiş olmaktadır.Asram, komün hayatın merkezi konumundadır ve aile hayatınınterk edilmesinde merkezi bir role sahiptir.5 yıldızlı lüks otellerde toplu gayri ahlaki ayinleriyleve eğlence partileriyle üye kazanan bazı tarikatlar ki “Solaryenleri”buna örnek verebiliriz, bunlar, zevki, sefayı vekeyfi ilk sahnelere koyarken, toplu intiharları ise sahneninson perdesine saklamaktadırlar. Sınırsız haz ve eğlenceylekendinden geçen tarikat taraftarları, yeterince hareketiniçine girdiklerinde, onları toplu intiharlar gibi dramatikölüm sahneleri de bekleyebilmektedir. Brahma Kumarisisimli tarikatın psikologu Bayan Heide Fittkau tarafındangerçekleştirilen ve 33 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaybunun en canlı örneğidir. Bunun çok canlı başka örnekleride vardır. Toplu intiharlardan en meşhuru 1978 yılındaABD’de Guayana’nın Urwald şehrinde yaşanmıştır.“People’s Temple” (İnsanların Mabedi) isimli tarikat üyelerinden918 kişi topluca intihar etmiştir. 1985 EylülündeFilipinlerdeki bir tabiat dini tarikatının 68 üyesi aynı andaintihar etmiştir. Bu olaydan iki yıl sonra Ağustos 1987’deGüney Kore’de bir fabrikanın çatısında intihar eden 33işçinin cesedi bulunmuştur. 1993 yılında ABD’de DavidKoresh 86 üyesiyle birlikte topluca intihar etmiştir. 5 Eylül1994’de Fransız “Güneş Mabedi Tarikatı” (Ordre TempleSolaire) üyesi 53 kişi İsviçre’de topluca intihar etmiştir.Yine aynı tarikat mensuplarından bazıları 1995 Aralık’ıve 1997 Mart’ında kolektif bir şuurla aynı anda toplucaintihar etmişlerdir. 1997 Mart’ının başlarında Amerika’da“Heaven’s Gate” (Cennet Kapısı) tarikatının 39 üyesi toplucaintihar etmiştir.Dünyanın dehşet ve hayretle tanık olduğu toplu intiharolaylarının en sonuncusu 2000 yılında Uganda’da yaşanmıştır.17 Mart 2000’de Uganda’da Manangu isimli köyde500’den fazla kişi aynı anda topluca kendilerini yakarakintihar etmiştir. Bu kolektif intihar olayında 78’den fazlaçocuk hayatını kaybetmiştir.Her zevkin ve eğlencenin bir bedeli vardır. Bu gruplaraiştirak eden kişiler büyük miktarda maddî bedelin yanındaahlâkî, mânevî ve hatta hayatî bedeller de ödemektedir.Bilhassa intiharı özendiren grupların üyelerinin bir kısmı,ölüm hazzını hissedebilmek için intihar etmektedir. Ancakgençlerin tercih ettiği bu intihar olayını yalnızca haz duygusuylasınırlandırmak doğru olmaz. Bilhassa zararlı dinîcereyan olarak isimlendirilen gruplara iştirak eden gençler,içine düştükleri açmaz ve çıkmazdan kurtulabilmek için deölümü bir çözüm olarak görebilmektedir. Hulâsa sadecemasumane zevk ve eğlence tatmak için ilk adımların atıldığı,sonra da bağımlısı hâline gelinen gruplardan ayrılışlardaüye olurkenki kolaylık görülmemektedir. Yani insanlaristese de iştirak ettiği sözüm ona dinî hareketten bağlarınıkoparamamaktadır. Sınırsız hürriyet ve eğlence arzusuylaiştirak eden taraftarlar, bir müddet sonra girdikleri grubunve grup liderinin kölesi olduğunu fark etmektedirler. Çıkışyolu bulamayan bazı üyeler çözümü, ölümde ve intihardabulmaktadır.15


7- Küreselleşme/GloballeşmeKüreselleşme, “modernizasyon sürecinin bir parçasıolarak, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğindeki gelişmelerve Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra, tek kutupludünyada zuhur eden kültürel sistem, dünyanın somut birbiçimde tek bir bütün olarak yapılaşması sürecine verilenaddır” şeklinde tanımlanmaktadır.Globalleşme, 21. yüzyılın büyülü sözcüğü olmuştur. Herşeyden önce telekomünikasyon ve iktisadî açıdan dünyanınsınırları çok daralmıştır. Bütün dünya büyük bir pazara dönmüştür.İnsanların ve servetlerin olduğu yerlerde ekonomikyığılmalar olmuştur. Küreselleşme yalnızca ekonomik alandadeğil pek çok sahada olmuştur. Bilhassa dinî alandaki küreselleşmedeortaya çıkan tarikatlar ve dinî akımlar ferdîliğindallanıp budaklanmasını arzulamaktadır.İçtimâî olayların doğrudan veya dolaylı olarak birbiriylekarşılıklı ilişki içinde olduğunu öne süren sosyolojik varsayımçerçevesinde, dinin de küreselleşme sürecini tecrübeettiğini ve onunla etkileşim içinde olduğunu vurgulayarak,bunun sosyal bilimlerdeki araştırmaları ateşlediğini vurgulayabiliriz.Küreselleşmeyle birlikte yeni dinî hareketlerdeve komünal dinî yapılanmaların sayısında bir artış olduğugörülmektedir. Ferdiyetçilik ve rasyonel trendlerin oluşturduğumodernleşmenin, dinin mahiyetini ve moderndünyadaki yerini değiştirdiği bilinmektedir. Buna karşılıkpost-modernizmin dini, büyük ölçüde ferde endekslenmişinançların bir bölümünde makullüğünü yitirmiş olarak, yenidurumuyla topluma geri döndüğünden bahsedilebilir.8- ÇoğulculukÇoğulculuk (Pluralizm), 20. yüzyılın başlarında İngilizliberal düşünürlerince geliştirilen siyaset öğretisinin adıdır.Söz konusu öğretiye göre topluma, devletin veya belli birsınıfın tek başına egemen olmaması için, iktidarın olabildiğinceçok toplum katmanlarına yayılması gerekmektedir.Siyasî çoğulculuğa paralel olarak dinî çoğulculuk dagelişmiştir. Esasen çoğulculuk, demokratik topluluklarınbir alâmetidir. Ancak özellikle 1970’lı yıllardan itibarençeşitli büyük dinlerin içerisinden doğan ve kendini yenibir din gibi takdim eden dinî hareketlerin yaygınlaşmasıylabirlikte bu kavramın kapsamı genişlemiştir.9- Hızlı DeğişimBugün biz, değişen ve çok renkli bir dünyada yaşıyoruz.Bu değişim, bilimde, teknolojide, ekonomide, politikada,eğitimde ve dinde olmak üzere hayatımızın her alanındacereyan etmektedir. 15 yıl önce hiç bilinmeyen ürünler piyasalardasatılmakta, yakın zamana kadar imkânsız olarakdüşünülen birçok ameliyat teknolojik âletlerin yardımıylayapılmakta ve insanlar birtakım amansız hastalıklarınpençesinden kurtarılabilmektedir. Bu kadar hızlı akışınarağmen günümüzün teknolojisi, belki de yarının antikasıdurumuna düşebilecektir. Ayrıca bu hızlı değişimin birneticesi olarak da son 10 yıl içerisinde dünyadaki birçokülkenin sınırları değişmiş ve politikalar ekonomilere yenikdüşmeye başlamıştır. Güçlü ülkeler, zengin yeraltı ve petrolkaynaklarına sahip olan güçsüz ülkelere sudan bahanelerlesavaş açmakta ve bu ülkelerin masum insanları emsaligörülmemiş sıkıntılara maruz kalabilmektedir. Günümüzinsanları olarak bizler, içerisinde bilgi ve gücün içten irtibatlıolduğu “post-modern”, “post-yapısalcı”, “postendüstriyel”ve “post-tarihsel” bir dönemin içinde bulunmaktayız.Yeni dinî hareketler genellikle benzer özelliklere sahiptirler.Bu gruplar, mutlak hakikati getirdiğine veya modernçağın aydınlatıcısı olduğuna inandıkları bir üstadın etrafındatoplanarak, sıkı bir bağla birbirlerine bağlanmak suretiylegüçlü bir cemaat oluşturmaktadırlar. Hareketlerinde;“kutsal üstat”, “kurtuluş reçetesi” ve “kurtulmuş aile”,“Kıyametin yaklaştığı beklentisi”, “ateizm”, “senkretizmve eklektizm” ve “yeni bir dünya dini ve düzeni” gibi pekçok özellik müşterektir.Bu din görünümlü hareketlerin zirvesinde sınırsız otoriteile donanmış karizmatik bir lider bulunmaktadır. Bulider, karizmatik yapısıyla insanları etkileme gücüne sahiptirve güya taraftarlarının kurtuluş reçetesini elinde bulundurmaktadır.Bazı gruplarda bu karizmatik lider, “mehdi”veya “Mesih” kimliğine bürünmüş şahsiyetler olarak karşımızaçıkmaktadırlar. Dinî grupların yaşayan liderlerinin,yeni bir dünya düzeni ve yeni bir dünya dini kuracağına veinsanlığın bütün problemlerini çözeceğine inanılmaktadır.İnsanüstü güçleri de dâhil olmak üzere sayılmayacak kadarolumlu özellikleri üzerinde taşıdığına inanılan bu lideresonsuz tazim gösterilmektedir. Kutsal üstadın içinde yaşanılançağın “hidayet reçetesi”ni getirecek kişi olduğunainanılmaktadır. Bu grup mensuplarınca hidayet reçetesi,“yegâne yol” olarak kabul edilmektedir. Onun dışında birkurtuluş ve hidayet imkânı yoktur.Bu tür gruplarda genelde “cemaat” kavramı yerine“aile” ifadesi tercih edilir. Çünkü aile çok daha sıcak vesamimi gelmektedir. Ferdîliğin doruğa ulaştığı ve ferdîhayatın daha ağır bastığı Batı toplumlarında gerçek ailegörüntüsüne bürünen grupların çok daha etkili olmasımuhtemeldir. Zira bunlar, içinde yaşadıkları toplumlarıneksikliklerini çok iyi etüt ederek yeni sistemler geliştirmektedirler.Taraftarlarına aile ortamı hazırlama çabaları bunlardanbiridir. Nitekim Moonculuk, “Birleşik aile” olarakda bilinir ve kendisini öyle takdim eder. Önceleri “TanrınınÇocukları” (Children of God) olarak tanıtan David Benggrubu ise, son zamanlarda kendilerini tanımlamak için16


“sevgi ailesi” ifadesini tercih etmektedir. Bu grupların pekçoğunda kıyametin yaklaştığı beklentisi vardır.SonuçSonuç olarak ifade etmek gerekirse yeni dinî hareketler;“Ben kimim?”, “Neden bu dünyaya geldim?”, “Bu dünyadakigörevim nedir?”, “İnsanlar niçin ölüyor ve ölümdensonraki hayat nedir?” vb. gibi normal insanî arayışlarınve soruların cevaplarını bulduğunu iddia ederek insanlarayaklaşmaktadır. İnsanların özellikle bu hayata dair bütünbeklentilerini karşılayabilecekleri donanıma sahip olduklarıiddiasıyla bilhassa boşluktaki insanları entelektüel bilgi,taktik ve tekniklerle etkilemektedirler.Geniş kitleleri etkileyememelerine rağmen bu tür gruplarıntoplumlar üzerinde çok büyük olumsuz etkileri sözkonusudur. Her şeyden önce onlar, başta Hıristiyanlık olmaküzere dünyanın en büyük beş dinini inkâr etmekle,dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu karşılarına almışolmaktadırlar. Dolayısıyla toplumsal barış açısından ciddibir tehdit oluşturduklarını söylemek mümkündür. Her nekadar dinî çoğulculuk anlayışları bunu tolare etmeye çalışsada, dünya genelinde yaygın bir hoşgörü oluşturmak oldukçazordur. Ayrıca bu tür dinî cereyanlar, insanların her türlüsınırlandırmalardan, baskılardan, kısıtlamalardan ve hattaegemen dinlerin boyunduruğundan kurtulması gerektiğinisavunmaktadırlar. Bu temel çağrı ve iddialarına rağmen onlar,kendi mensuplarının iradelerini kendi tekellerine almaktave âdeta insanları kendilerine köle hâline getirmektedirler.Bu gruplar; taraftarlarını kendilerine bağımlı durumave hattâ köle hâline getirebilmek için beyin yıkama, ferdîve grup terapileri, psiko-terapiler, uyuşturucu bağımlılığınıyaygınlaştırma, gençliğin karşı cinse olan zaafındanyararlanma ve eğlenceyi teşvik etme gibi yöntemlerdenyararlanmaktadırlar. Bu hareketler, gruptan ayrılanlarınsonunun hüsran olacağı telkinleriyle taraftarları üzerindepsikolojik baskı ve terör uygulamaktadır. Dolayısıyla buyeni din görünümlü organizasyonlara mensup olan kişiler,kolayca gruptan ayrılamamaktadırlar. Şu veya bu sebepledâhil oldukları grubu terk etmek isteyen kişiler, kendilerineverilen korku, şartlanma ve beyin yıkamaların etkisiyleağır psikolojik travmalar yaşamaktadırlar. Satanizmörneğinde olduğu gibi çıkış yolu bulamayan ve psikolojikproblemlerinin üstesinden gelemeyenlerin intiharı çözümve kurtuluş olarak seçmeleri devreye girmektedir.Bu tür grupları geleneksel dinlerden ayıran önemli birözellik ise, taraftarlarını cemaatin bir üyesi olmaktan ziyade,müşteri olarak görmeleri ve onları maddeten, mânen,ruhen ve hattâ bedenen sömürmeleridir. Dolayısıyla bugruplar, taraftarlarını malî zarara uğratmakta, ahlâken sömürmekte;siyasî hilelerin yanında psikolojik teröre başvurmaktave kendilerine yönelik eleştirilere de baskı taktikleriuygulamaktadırlar. Bazı gruplarda evlilik dışı ilişkilerinyaygınlaşması için aile kurumunun yok edilerek, komünhayatın yaygınlaşmasına çalışılmaktadır.Her türlü baskıdan, sınırlamadan, semavî dinlerin boyunduruğundaninsanları kurtararak hürriyetlerine kavuşturacağıiddiasıyla ortaya çıkan yeni din görünümlü gruplarınçoğu, taraftarlarını maddeten ve mânen kendilerinebağımlı modern köleler hâline getirmektedir. Başlangıçtakendilerine sınırsız hürriyet vaat edilen bu grupların müntesipleribüyük miktarda maddî bedel ödemelerinin yanındaahlâkî, mânevî ve hattâ hayatî bedeller de ödemekdurumunda kalabilmektedir.* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrtm. Üyesirozkan@yeniumit.com.trKaynakça- Bodur, Hüsnü Ezber, “Küreselleşmenin Dini Boyutu ve Türk ToplumuÜzerindeki Yansımalarının Bir Değerlendirmesi”, Dini Araştırmalar,Cilt 6, Sayı 17, Eylül-Aralık 2003, s. 49,51.- Bohn , Nicolette, Kleines Lexikon der “Sekten”, Pyschogruppen undStrukturvertiriebe, Militzke Verlag Reihe, Leipzig 2005., s.7.- Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul2000, s. 431.- Finke, Andreas & Pöhlmann, Mathias, Kompas Sekten und ReligiöseWeltanschauungen (Ein Lexikon), Gütersloher Verlagshaus, Gütersloh2004, s. 70.- Haack , Friedrich-Wilhelm, Europas neue Religion Sekten-Gurus-Satankult, Verlag Herder, Freiburg 1993, s. 78–80.- _____, Jugendreligionen, Ursachen Trends Reaktionen, 2. Auflage,Münchener Reihe Verlag, München 1980, s. 23.- Özkan, Ali Rafet, Kıyamet Tarikatları, Yeni Dini Hareketler, IQ KültürSanat Yayıncılık, İstanbul 2006, s.49.- _____, “Seküler Dindarlık Biçimleri: Yeni Dini Hareketler”, Sekülerleşmeve Dini Canlanma, Uluslara Arası Dinler Tarihi Derneği IHRR Sempozyumu,22–23 Ekim 2007, Ankara.- Robertson, Ronald, “Globalization, politics and religion”, The channingface of religion, ed. James A. Beckford and Thomas Luckman, Sage,London 1989, s. 10–23.- Rummel, H., “ Heilgeschtalten (Neue Religionen)”, Lexikon Der ReligionenFenomene-Geschichte- Ideen, Heraus gegeben von Hans Wandenfels,2. Auflage, Herder Verlag, Freiburg 1995, s. 279.- Sarıkçıoğlu , Ekrem; “Yeni Dinî Akımlar”, Dinler Tarihi Araştırmaları IISempozyum:20–21 Kasım 1998 Konya, Dinler Tarihi Derneği Yayınları,Ankara 2000, s. 81. (81–87).- Sarp Erk Ulaş Felsefe Sözlüğü, A. Baki Güçlü- Erkan Uzun-Serkan Uzun-Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2002, s. 647.- Schlang , Stefan, “Neureligionen, weltweit”, Lexikon neureligiöser Gruppen,Szenen und Weltanschauungen Orientierungen im religiösen Pluralismus,Herausgegeben von Harald Baer, Hans - Gasper, Joachim Müler, JohannesSinabell, Verlah Herder, Freiburg im Breisgau 2005, s. 891.- Schulze-Berndt , Hermann, Basis Wissen Sekte, Kulte, Weltanschauungen,Gütersloher Verlaghaus, Gütersloh 2003, s. 10-21.- Thomas, Robins, “The beach is washing away: Controversial religion andthe sociology of religion”, Sociological Analysis (1983) 44: 207–214;Batı’da Din Çalışmaları, Derleyen ve Çeviren Ömer Mahir Alper, MetropolYayınları, İstanbul 2002, s. 171–171.- Wilson, Bryan, Dini Mezhepler, çevirenler, Ali İhsan Yitik- A. Bülent Ünal,İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s.171.17


YENi ÜMiTDr. Muhsin Toprak*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye, 5. Mehmet Reşadzamanında kurulmuş ancak Sultan Vahideddindöneminde hayata geçmiştir. Darü’l-Hikmet ilk kurulduğunda, Süleymaniye Medresesikelâm müderrislerinden Arapgirli Hüseyin Avni,tefsir hocalarından Bergamalı Cevdet, ilm-i nefs veahlâk müderrisi Mehmet Şevketî, mantık müderrislerindenElmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Haleb mebusuŞeyh Beşir, Şam ulemasından Şeyh Bedreddin,Haydarî-zade İbrahim, Amasya Müftüsü MustafaTevfik ve Bediüzzaman Said Nursî aza olarak tayinedilmişlerdi. Kurumun resmî açılışı ise ŞeyhulislâmMusa Kâzım ve Meclis-i Meşayih reisi Saffet Efendilerinkatılımıyla Miladî takvimde 25 Ağustos 1918Devlet-iAliyye’nin siyasîbakımdan çalkantılı veBatı hayranlığının devletmüesseselerinin her kademesinderevaçta olduğu birzamanda imanı, ahlâkı ve gençliğikorumak bu teşkilâtın baştagelen vazifelerinden biri olmuştur.18


tarihine tekabül eden Hicrî 4 Zilkade 1336/Rumî 12Ağustos 1334 tarihinde yapılmıştır. Açılışta ferdî vicdanlargibi toplumun da bir vicdanı olduğu ve bunukorumak gerektiği, Darü’l-Hikmet’in temel vazifesininde birtakım içtimaî-mânevî hastalıklara çareler arayaraktoplum vicdanını korumak olduğu ifade edilmiştir.Bu teşkilât, Osmanlı’nın son döneminde İslâmâleminde ortaya çıkan dinî problemlere çözümler üretmekve fikrî saldırılara karşı İslâm düşüncesini savunmakgayesiyle kurulmuştur. Günümüzde Diyanet teşkilâtıbünyesindeki Din İşleri Yüksek Kurulu benzeri bir görevyürütmekteydi. Ancak Darü’l-Hikmet’in yetkileri, Dinİşleri Yüksek Kurulu’ndan daha geniş idi. Zîrâ bu kurum,hakka, ahlâka ve dine uymayan her şeye resmen müdahaleimkânına sahip bulunuyordu. Bu kurum, halkın dinîmüşkillerini ilmî bir metotla çözmek üzere çeşitli neşriyatyapmakta, içerden ve dışardan yönelen fikrî tehlikelerekarşı halkımızı aydınlatmak için beyannameler yayımlamaktaydı.Müslümanların sorularına komisyonlarda görüşülerekcevap verildiği gibi yabancıların sorularına daresmen cevap veriliyordu. Bu teşkilât son derece önemlivazifeler yaptığından diğer vilâyet ve kazalarda birer şubesininkurulmasına da çalışılmıştır. Devlet-i Aliyye’ninsiyasî bakımdan çalkantılı ve Batı hayranlığının devletmüesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamandaimanı, ahlâkı ve gençliği korumak bu teşkilâtınbaşta gelen vazifelerinden biri olmuştur. Bu doğrultudaDarü’l-Hikmeti'l-İslâmiyye toplumda görülen içtimaîhastalıklarla alâkalı birçok karar almış, beyannameler yayımlamıştır.Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’te yapılantoplantılara katıldığı ve bazı toplantı tutanaklarında imzasıolduğu da belgelerde gözükmektedir.Darü’l-Hikmet bir reis ve dokuz azadan teşekkülediyordu. Bu zâtların tayinleri gelişi güzel olmadığıgibi, burada vazife yapacakların teşkilâtın içinde bulunanüç komisyondan birine (fıkıh, ahlâk ve kelâm)girebilecek ilmî kariyere sahip olmaları gerekiyordu.Bu komisyonlar kendilerini ilgilendiren meseleleri üçerkişilik azalar hâlinde, enine-boyuna müzakere eder vekarara bağlarlardı. Teşkilâtın reisliğine ise önce kısabir süreliğine vekâleten Fetva Emini Muğlalı Ali RızaEfendi, peşinden asaleten Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye müsteşarıHüseyin Kâmil Efendi getirilmiş; ancak başka birgöreve nakledilmesi sebebiyle uzun süre vazife yapamamışve onun yerine başkası atanmıştır. Mehmet Âkifde bu kurumun başkâtipliğine tayin olunmuş; ancakdaha sonra azalığa atanmıştır. Mustafa Sabri, İzmirliİsmail Hakkı, Ömer Ferid Kâm gibi dönemin meşhurilim adamları da bu kurumda görev yapmışlardır.Bediüzzaman’ın ise daha sonra bahsedeceğimiz üzererahatsızlığı sebebiyle izinli sayıldığı süreler dâhil olmaküzere azalığı dört sene üç ay devam etmiştir. (Sadık Albayrak,Son Devrin İslâm Akademisi Darü’l-Hikmet’il-İslâmiyye,s. 90–92; 205)Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’eAza Olarak AtanmasıBediüzzaman esaretten dönüşte İstanbul’a gelmişve Sultanahmet Medresesi’nde bir odaya yerleşmiştir.Bediüzzaman’ı şark cephesinden tanıyan ve Bitlis’in Ruslarakarşı savunulmasında gösterdiği yararlılık ve cesaretindenhaberdar olan Enver Paşa, kendisini ziyaret ederekHarbiye Nezaretine davet etmiştir. Bu ziyaretten birkaçgün sonra Harbiye Nezareti’ne giden Üstad'ı, Enver Paşamaiyetindeki subaylar ile birlikte bir törenle karşılamış,şeref misafiri olarak makam odasında ağırlamıştır. EnverPaşa, kendisine gazilik beratı verir, madalya takar ve masraflarınıkarşılaması için 150 lira para takdim eder. Sohbetesnasında Rusya’daki esaret günlerinden bahsedilirve bir ara söz, savaş esnasında yazmış olduğu tefsire gelir.Enver Paşa; dine, ilme bir hizmeti olması için bu tefsirikendi imkânlarıyla bastırmak istediğini belirtir, Üstad dasadece kâğıdını almasına müsaade edebileceğini söyler.Daha sonra bu yolla bastırılan İşârâtü’l-İ’câz’ın dağıtımı,Meşihat tarafından yapılmıştır. Ziyaret bitiminde EnverPaşa, Üstad’a, istediği takdirde kendisine her türlü vazifeninverilebileceğini kaydetmiş, Üstad ise dünyevî bir vazifebeklentisi olmadığını, ancak ilim ve irfanla ilgili bir görevolursa yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra Enver Paşagerekli yerlerle görüşerek Bediüzzaman’ın yeni kurulmaktaolan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalığına atanmasına ve“mahrec” pâyesi almasına aracılık etmiştir.Bediüzzaman, Darü’l-Hikmet ilk kurulduğundaoluşturulan heyet arasında yer almakta olup atamaları26 Şevval 1336 tarihli Sultan Vahideddin imzalı bir kararnameile yapılmıştır. Bu kararname Meşihatın yayınorganı olan Ceride-i İlmiyye’nin 38. sayısının 1142–43.sayfalarında yayımlanmıştır. Üstad’ın Darü’l-Hikmet’eatanmasından yirmi bir; kurumun resmî açılışındanon üç gün sonra Harbiye Nezareti’nin isteği üzereŞeyhulislâm Musa Kâzım Efendi bir yazı yazıp padişahasunmuş ve ertesi gün Sultan Vahideddin’in imzasıylaBediüzzaman “mahrec” payesiyle taltif edilmiştir(Ek:1). Bu irade-i seniyye de Ceride-i İlmiyye’nin 38.sayısının 1145. sayfasında yayımlanmıştır. Bu kurumda19


nu gerçekleştirmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s. 114; Âsâr-ı Bediiye, s.677). Kalan az bir kısmını ise hacca gitmek niyetiyle saklamış;ama bu arzusu gerçekleşmeyince maişetine sarf etmiştir.Bu paranın kanaat ve iktisat bereketiyle kendisine onseneden fazla yettiğini, kimseye yüzsuyu döktürmediğiniifade etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s.206)Bediüzzaman’ın Sosyal HayatıBediüzzaman Hazretleri’nin Darü’l-Hikmet’te görevyaptığı süre içerisinde devrin ulemasıyla sık sık bir arayagelip sohbetler ettiğini biliyoruz. Ancak bunun ötesindeonun içtimaî hayatta etkili olabilecek bazı oluşumlar içindeyer aldığı da görülmektedir. Bu çerçevede Üstad, MüderrislerCemiyeti’ne üye olmuş, Hilâl-i Ahdar (Yeşilay)Cemiyeti’nin ise kurucu üyeleri arasında yer almıştır.15 Şubat 1919’da kurulan ve devrin meşhur âlimlerininmensup olduğu “Cemiyet-i Müderrisîn”e üye olmuştur. Bucemiyetin gayesi “muntazam bir usûl dairesinde dinî hakikatleri,İslâm’ın yücelik ve terbiyesini Müslümanlar arasındakardeşlik bağlarının takviyesi ile içtimaî mükellefiyetler veşahsî çalışmalarının inkişafına büyük bir azimle ve metanetleçalışmak” idi. (Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman SaidNursi, s. 241). Medreselerin hocalarından ve İslâm’a hizmeteinanmış gönüllülerden oluşan Cemiyet, Müslümanlara ilimve İslâmiyet’i sevdirmeyi, öğrenmeye teşvik etmeyi, dinîilimler yanında çağın ihtiyaçlarını karşılayabilecek derecedefen bilimleriyle de uğraşan öğrenciler yetiştirmeyi ve onlarınmaddî ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemiştir.Kurucular kurulu Fatih Dersiamlarından Abdülfettah,Geyveli İbrahim Hakkı ve İskilipli Mehmed Âtıf ileBayezid Dersiamlarından Ermenekli Mustafa Safvet efendilerdenoluşan cemiyetin başkanı Mustafa Sabri Efendi,yardımcısı da İskilipli Mehmed Âtıf Efendi idi. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalarından Eşrefefendizâde Şevketîile Bediüzzaman Said Nursi, Fatih Dersiamlarından DüzceliZâhid el-Kevserî, Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn MedreseleriFıkıh Müderrislerinden Seydişehirli Hasan Fehmi,Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dâhil Medreseleri MantıkMüderrisi Manisalı Mustafa, Fatih DersiamlarındanÂsitâneli Hafız Abdullah, Dersiamdan Sinoplu MehmedEmin Efendiler ise azalarını oluşturuyordu. Bu cemiyetinkuruluş ilkeleri arasında siyasetle uğraşmamak da vardı. Neyazık ki Cemiyet 26 Eylül 1919 tarihli İkdam gazetesindeKuvay-ı Millîye aleyhine bir beyanname yayımlatınca baştaBediüzzaman olmak üzere bazıları üyelikten ayrılmıştır.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Cemiyet-i_Müderrisin)Bediüzzaman Darül’l-Hikmet’te görev yaparken Yeşilaycemiyetinin kurucuları arasında da yer almıştır. 5Mart 1920 tarihinde Cuma namazından sonra MatbuatCemiyeti’nde gençliği mânevî tahribata karşı korumak içinyapılabilecekleri konuşmak, ne gibi çareler üretilebileceğinimütalâa etmek üzere bir toplantı yapılmış ve bu toplantıyaDarü’l-Hikmet adına Üstad katılmıştı. Toplantıya katılandiğer kişiler; Şeyhülislâm Haydarizade İbrahim, Dr. TarıkRüştü Aras, Tarık Us, Hamdullah Subhi, Dr. Emin Paşa,Velid Ebüzziya, Eşref Edib, Mustafa Şekib, Dr. MazharOsman, Ord. Prof. Fahreddin Kerim ve Dr. Şükrü Hazımidi. (Alpaslan Özyazıcı, Alkollü İçecekler, Sigara ve Diğerleri, Diyanetyay. s. Ayrıca bkz. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/default.asp,Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi,s. 224) Dr. Şükrü Hazım’ın kâtiplik yaptığı toplantının sonundada cemiyetin kurulmasına karar verildi.O Dönemde Yaşanan Bazı Hâdiseler ve BediüzzamanÜstad; Lemaat, Hutuvât-ı Sitte başta olmak üzere ilkdönem eserlerini Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de aza olduğusırada yazmıştır. Üstad, Lemaat’ı bir Ramazan ayında,günde ortalama iki saat çalışarak yirmi gün içerisinde manzumolarak yazmıştır.O dönemde Anglikan Kilisesi meşihat makamına gönderdiğibir mektupla İslâm hakkında altı soru sormuş vebuna mufassalan değil, sadece altı yüz kelimeyle muhtasarancevap verilmesini talep etmiştir. Meşihat makamı da busoruları Darü’l-Hikmet’e havale ederek cevap verilmesinitalep etmiş, Mısır ulemasından olup Darü’l-Hikmet’te görevyapan Abdülaziz Çaviş ile İzmirli İsmail Hakkı bu sorularacevaben birer kitap yazarken Üstad Hazretleri tamda İngilizlerin işgalinin peşinden gönderilen bu sorularıpek mağrurane bulduğu için cevap verme lüzumu hissetmeyiptepki göstermiştir. Bu hâdiseyi Üstad şöyle anlatır:“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarınıtahrib ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda; o devletin enbüyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin başpapazıtarafından Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Bende o zaman Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’nin azası idim. Banadediler: “Bir cevab ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelimeile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altıkelime ile de değil, hattâ bir kelime ile değil; belki bir tükürükile cevap veriyorum! Çünki o devlet, işte görüyorsunuzayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağruraneüstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzımgeliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..”(Tarihçe-i Hayat, s. 130) Fakat Üstad’ın daha sonra bu sorulardandört tanesine Lemaat’ta manzum tarzda cevap verdiğigörülür. (Bkz.: Sözler, Lemeat s. 793)Bediüzzaman Hazretleri’nin Darü’l-Hikmet’te görevyaptığı sırada, 16 Mart 1920 tarihinde, İngilizlerİstanbul’u işgal etti ve bundan sonra sıkıntılı bir hayat yaşandı.Şeyhülislâm Dürrizade’nin düşmana karşı mücadeleedenleri asi ilân eden bir fetvaya imza atması, bazı cami-22


lerde düşmanların muzafferiyeti için dua ettirilmesi gibiolaylar yaşandı. Bediüzzaman o günlerde yazmış olduğueserlerle, özellikle Hutuvat-ı Sitte risalesiyle İngilizlerekarşı mücadele etmiş ve eserlerinin halk üzerinde meydanagetirdiği tesir sebebiyle takibata uğramıştır. (Tarihçe-i Hayat,s. 129). İngilizlerin onu cezalandırma kararını haber alanDarü’l-Hikmet üyesi ve dostu Şerif Sadeddin Paşa kendisinidurumdan haberdar etmiş ve dikkatli olması konusundauyarmış, Üstad da gerekli tedbiri almıştır. “Kat’î bir vasıtaile haber aldım, kökü ecnebide, kendisi burada bulunan birzındıka komitesi ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizibu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunukaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendinimuhafaza et” diyerek Bediüzzaman’a haber verir. Bediüzzamanda “Tevekkeltü Alellah, ecel birdir, tagayyür etmez”buyurur. (Emirdağ Lahikası 6. Kısım s.482)Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı günlerdeyaşanan hâdiselerden biri de bir maymunun YunanKralı Aleksandros’u öldürmesiydi. O günlerde, YunanBaşvekili Venizelos, İngiliz Başvekili Lloyd George’dan 50bin kişilik silâh almıştı. Bu silâhlarla Anadolu’ya taarruzedeceklerdi. Bediüzzaman bir Cuma gecesi uzun uzun namazkılıp yine uzunca dualar etmiş ve duasının sonunda,Kendisin- “Rabbinin ordularını وَمَا يَعْ‏ لَمُ‏ جُ‏ نُودَ‏ رَبِّكَ‏ اِالَّ‏ هُ‏ وَ‏den başka kimse bilemez.” âyetini okuyarak “Yâ Rab! Sen’inorduların çoktur. Bu mel’una fırsat verme.” diye dua etmiştir.O gece Yunan sarayında ilginç bir hâdise meydana gelmiştir.Hâdise basit fakat neticeleri itibariyle çok önemliydi.Sarayda beslenen bir maymun Yunan Kralı Aleksandros’uısırmış ve onun ölümüne sebep olmuştu, askerler de maymunuöldürmüştü. Ertesi sabah kendisine kahvaltı için çorbaalmaya giden talebesi Molla Süleyman gazetede bu haberiokuyunca gazeteyi getirip Üstad’a göstermiş, “Süleyman birkâğıt ve kalem getir de bu hayvanın arkasından bir mersiyeyazayım.” diyen Üstad, yazdığı şiirimsi yazıya “Mücahit BirHayvana Mersiye” başlığını koymuştur. Bu hâdise o kadarönemliydi ki, daha sonraları Lloyd George “Doğu ve Batıtarihi bir maymunun bir adamı öldürmesi yüzünden değişti”demiştir. (N. Şahiner, B. Said Nursi, s. 235).Mücahit Bir Hayvana Mersiyeİşte o cünûddan bir gazi şehid, / Nev-i hayvandakimeymun-u said / Ey maymun-i meymun Mü’minlerimemnun, düşmanları mahzun, Yunan’ı da eyledin mecnun/ Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun,Loyd George’u kudurttun, Venizelos’u geberttin / Mizan-ısiyasete pek ağır oturdun / Ki, küfrün ordularını, zulmünleşkerlerini / Bir hamlede havaya fırlattın... Başlarındakimaskelerini düşürüp, / Maskara ederek, bütün dünyayagüldürdün / Cennetle mübeşşer olan hayvanların ışrinegittin / Cennette saidsin, çünkü, gazi hem şehidsin.!!(Âsâr-ı Bediiye, Rumuz, s. 86.)Darü’l-Hikmetin HizmetiBediüzzaman Hazretleri, her ne kadar devrin en yüksekulemasından teşekkül etse de Darü’l-Hikmet’in gerektiği gibihizmet edemediği kanaatini taşımaktadır. Kendisine Darü’l-Hikmet’in neden hizmet edemediği sorulduğunda ise iki sebepgöstermiştir. Bunlardan birincisi siyasî sebeptir. Dönem,İstanbul’un İngiliz işgali altında olduğu dönemdir ki, onlarınbaskısı her tarafta hissedilmektedir. Kurum bu sebeple gereğigibi hizmet edememiştir. Bu hususta Üstad şöyle demektedir:“En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir.Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye,lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenlerigördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerincevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Darü’l-Hikmet,bu fırtına içinde alet ettirilmedi. En büyük mâni olan ecnebîkuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu”.Darü’l-Hikmet’in hizmet edememesine Bediüzzaman’ıngösterdiği ikinci sebep ise kurumda görev yapanların ruh dünyaları,yani psikolojik durumlarıdır ki bu, birincisinden dahaönemli bir sebeptir. Bu hususta da şöyle demektedir: “ Darü’l-Hikmet eczâları kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsîmeziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. “Ene”lerkavidir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben”, “biz” olmadı.Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturuihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azimleştirir, fevkalâdeyapar. Mâneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavündüsturu bunun tamamen aksidir, maddiyatta cemaatenisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten, büyükeserlere vasıta olur. Mâneviyatta ise eseri, harikulâde derecesineis’âd eder. Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısınaçıkan fikir parçalanır, söner.” (Nursi, Tulûât)Verdiğimiz bilgiler göstermektedir ki BediüzzamanHazretleri, Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı yıllar içerisindekurumun yerine getirmesi gereken görevlerde kendi payınadüşeni yapmış, toplantılara katılmış, kararlara imza atmış birazasıdır. Ancak gerek hamiyet-i diniyesi, gerekse orada verilenhizmetin ictimaî problemlere çare olmamasından dolayısıkılıyor ve başka bir hizmet yolu arıyordu. Netice itibariyleşunu müşâhede etmekteyiz ki Bediüzzaman Hazretleri, birtaraftan sade bir hayat yaşamayı kendisine düstur edinmişbir zahid; diğer taraftan savaş alanında cesur, gözü pek, yılmazbir mücahid, ama aynı zamanda sosyal problemlerinçözümünde kafa yoran, onları yeni ve dertlere çare olabilecekbir yaklaşım çerçevesinde ortaya koyan bir âlimdir.*Araştırmacı-Yazarmtoprak@yeniumit.com.tr23


YENi ÜMiTDoç. Dr. Muhittin Akgül*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Sevde Binti Zem’a"Ey Allah’ın Resulü! Allah’a yemin olsun ki benim evlilik gibi bir düşüncem yoktu; ancak tek isteğim kıyametgününde Allah’ın huzuruna senin eşin olarak çıkmaktır."Büyük ve vefalı eş Hz. Hatice vefat ettiğinde, KâinatınEfendisi (sas) büyük bir üzüntü içindeydi. Nasılüzülmesin ki, acılı ve sıkıntılı zamanlarda, müşriklerinakla hayale gelmedik eza ve cefaları karşısında bu büyükeş, âdeta Resulullah’a (sas) kalkan oluyor, onu teselli ediyorve bir nebze de olsa acılarını dindiriyordu. Ancak her canlıgibi Hz. Hatice’nin de ayrılış vakti gelmiş, sevgili eşi vePeygamberi Hz. Muhammed’e (sas) veda etmişti. Vefatıylaarkada yetimler bırakmıştı. Bir insan olarak şefkat âbidesiAllah Resulü (sas) yetimlerine bakıyor, evde kendisine enîsü celîs olan eşinin yokluğunu kalbinin en derinliklerinde hissediyorve mahzun oluyordu.Resulullah’ın (sas) bu mahzun durumunu gören sahabilerüzülüyor, içlerinden: “Keşke Allah’ın Şerefli Elçisievlenip de bu kederli durumdan kurtulsa!” diye geçiriyorlardı.Ancak Kâinatın Sevgilisi’ne karşı büyük bir edepiçinde olduklarından, bu düşüncelerini O’na bir türlü açamıyorlardı.Günler böylece geçerken artık buna bir son vermekgerekiyor, yerin göğün kendisi için yaratıldığı KerimPeygamber’in (sas) yalnızlığına son vermek gerekiyordu.O, aslında yalnız değildi. Allah’ın vahyine mazhar oluyor,gökyüzünün Emin’i olan Cibril’le sık sık görüşüyor, meleklerleselâmlaşıyor, tabiattaki her bir varlık kendi diliyleonu selâmlıyor ve ona arkadaşlık yapıyordu. Ancak bütünbunlara rağmen O da bir beşerdi ve evinde dertlerini paylaşacağıbir dert ortağına ihtiyacı vardı.Nihayet sonunda sahabiden Osman b. Maz’un’un eşiHavle binti Hakîm bütün cesaretini toplayarak Resulullah’a(sas): “Ey Allah’ın elçisi, görüyorum ki Hatice’den sonra birazkederli gibisiniz.” deyince sanki Resûl-i Ekrem’in (sas)yarasına dokunmuş gibi oldu. Cevaben Resûlullah (sas):“Evet, Hatice evin işlerine, çocukların idare ve terbiyesinebakıyordu.” dedi. Havle tam da aradığı cevabı bulmuş vekaçırılmayacak fırsatı yakalamıştı. Bir ara nazarları uzaklaradaldı, sonra kendini yeniden toparladı ve şu teklifi yaptı:“Evlenseniz!”Ortada derin bir sessizlik oldu. Şefkat ve vefa insanıderin bir düşünceye daldı, mazinin yapraklarını gözdengeçirdi. 25 yıl birlikte yaşadığı Hatice’yi hatırladı. Ondangelen evlilik teklifi, birlikte geçirdikleri acı-tatlı günler, arkadakalan yetimler…Sonra şu soruyu sordu: “Peki Hz. Hatice’den sonrakiminle?”Havle, Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) eş olarakSevde binti Zem’a’yı teklif etti. Resûlullah (sas) da buteklifi kabul etti. Böyle bir kabul edişte aynı zamanda birvefa örneği sergileniyordu. Çünkü Sevde binti Zem’a ilkMüslümanlardan olduğundan, değişik sıkıntılar yaşamıştı.Hicret etmek mecburiyetinde kalmış ve kocasını da kaybederekyetimleriyle dul kalmıştı.Sevde, doğup büyüdüğü, dağında ovasında gezdiği,gençliğini geçirdiği, yeryüzünün ilk mâbedinin kurulduğu,Halilullah olan Hz. İbrahim’in yüzlerce hatırasının bulunduğukudsî mekândan ayrılmak zorunda kalmıştı. Memleketindenayrılıyordu, aynı zamanda gittiği yer meçhul biryerdi. Daha önce gitmemişti, insanlarını ve kültürlerinibilmiyordu, dillerini anlamıyordu, hattâ gittiği yerdeki insanlarındinleri bile farklıydı. Yani şartların tamamı aleyhtegibiydi. Ama o yine de fedakârlık yapmış ve dini için gitmişti.Sonra da bir hanımın hayattaki en önemli sığınağıolan kocasını kaybetmişti. Şefkate ve uzatılacak bir eminele ihtiyacı had safhadaydı.Evet, o Allah rızası için hicret etmişti. Hicret, sıkıntılarlabirlikte Allah'ın ekstra lütuflarına mazhariyetin debir vesiledir. Yüce Yaratıcı’nın şu müjdeleyici beyanları dabunu göstermektedir: “Kim Allah yolunda hicret edersedünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kimevinden Allah’a ve Resulü’ne hicret niyetiyle çıkar da yoldaecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve24


Peygamberimiz’in (sas) vefatından sonra, hanımlarınıniçinde, en çok sadaka dağıtan ve cömert olan Hz. Zeynebbinti Cahş vefat edince, Peygamberimiz’in sözündeki uzunkoldan maksadın, bolca malından dağıtan anlamına geldiğinio zaman anlayabildik.Aynı Zamanda ŞakacıydıSevde Validemiz (r.anha) aynı zamanda şakacıydı velâtifeyi de severdi. Bunu bilen Allah Resûlü (sas) onunyanındayken şakalar yapardı. Sevde Validemiz şöyle anlatıyor:Bir defasında Resulullah (sas) benim yanıma geldi,kendisine bulamaç aşı yaptım. Önüne koyduğumda elinideğdirdi, onu sıcak bularak elini çekti ve şöyle buyurdu:“Ey Havle, biz sıcağa da, soğuğa da sabredemeyiz(dayana mayız).” dedi.Hz. Âişe’den de şöyle bir rivayet nakledilir: “Kendisiiçin yaptığım bula maç aşını Resulullah’a (sas) getirdim.Resûlulah (sas) benimle Sevde arasında oturuyordu.Sevde’ye yemesini söyledim, o yemedi. Kendisine ‘Yayersin, ya da onu yüzüne bularım!’ dedim. Yine yemedi.Bunun üzerine elimi aşa daldı rıp onun yüzüne buladım.Allah Resulü (sas) güldü ve bizzat eliyle koyarak Sev de’ye‘Sen de onun yüzünü bula!’ buyurdu. Hz. Sevde de onuyüzüme buladı. Re sulullah (sas) da bunun üzerine tebessümbuyurdular.”Allah’ın Âyetlerinden Bir ÂyetÂyet, Yüce Yaratıcı’nın kâinatta kendisini gösteren vehatırlatan şeylere denir. Kur’ân’ın âyetleri de birer âyettir.Her bir canlı da aslında bir âyettir. İnsanların âyet olması isekendilerine bakıldığında Allah’ın hatırlanmasıdır.. konuşmasıyla,davranışlarıyla Allah’ın hatırlanması. Zaten PeygamberEfendimiz de (sas) “Gerçek mümin odur ki, kendisine bakıldığındaAllah hatırlanır.” buyurmuyorlar mı?İşte bu yüksek seciyeli Sevde Validemiz vefat ettiğinde,sahabenin en bilginlerinden ve Efendimiz’in duasına mazharolan İbn Abbas (ra) onu âyet olarak isimlendirmişti.İkrime (ra) anlatıyor: “(Bir gün) Sabah namazındansonra, İbn Abbas’a (ra), Hz. Sevde’nin vefat ettiği söylenmişti,hemen secdeye kapandı. Niye böyle davrandığı soruluncada şu cevabı verdi:“Resûlullah (sas) ‘(Allah’ın âyetle rinden) bir âyet gördüğünüzvakit secde edin!’ buyurmuştu. Resûlullah’ın(sas) hanımlarının vefatından daha daha büyük bir âyet mivardır?” demiştir.Savaşlarda YardımcıHz. Sevde, Peygamberimiz (sas) ile birlikte, diğer hanımlarıgibi, sırası geldiğinde savaşlara katılırdı. Çünkü savaşlardaözellikle hanım sahabiler, hastaların yaralarını sarar,onlara en muhtaç oldukları anlarda su içirir, gerektiğindedüşman saflarına bile girerlerdi. Sevde Validemiz de UhudSavaşı’na katılarak, oradaki birçok Müslüman’ın yarasını sarmış,onlara su taşıyarak çok büyük hizmetler etmiştir.Rivayet Ettiği Çok Önemli Bir HadîsResulullah’ın (sas) değişik hanımlarla evliliklerindekihikmetlerden birisi de kendisine sorulan sorulara verdiğiher cevabın veya hayatının her safhasındaki olayın -aynızamanda dinin bir hükmü olduğundan- korunması ve diğerinsanlara aktarılmasıydı. Her bir eş, bunları titiz bir şekildemuhafaza ediyor ve başkalarına aktarmada bu önemligörevi yerine getiriyordu. Bu mânâda Sevde Validemiz’inrivayet ettiği ve herkes için önemli ölçü olacak şu hadîsbunlardan sadece biridir.Sevde binti Zem’a Validemiz rivayet etmektedir: Birgün Resûlullah’a (sas) bir sahabi gelerek şöyle bir sorusordu: “Ey Allah’ın elçisi! Babam yaşlı, hacca gitmeyegücü yetmiyor. Ne yapayım?” Resûlullah (sas): “Şayet babanınbir borcu olsa, sen de o borcu onun yerine versen,bu kabul edilir mi?” Sahabi: “Evet” dedi. Bunun karşısındaResûlullah (sas): “Allah çok merhametlidir. Babanın yerinesen haccedebilirsin." (Ahmed b. Hanbel, 6/429.)Sevgilisinin Yanına VarmasıÖlüm, kaçınılması mümkün olmayan bir hakikattir.Ölüm sevgiliye veya sevgililere ulaşmaktır. Dünyanınağır yüklerinden, hiçbir mükellefiyetin olmadığı Bostan-ıCinân’a varmadır ölüm. Şefaat-i Uzmâ sahibi olanResulullah’a (sas) hem de bir eş olarak kavuşmadır SevdeValidemiz için. Zaman, Hz. Ömer’in hilâfet günleridir.Hicretin 19. yılı Pâk Validemiz Allah Resûlüyle buluşmakiçin dünyaya veda etmiştir. Nur içinde yatsın, Cenâb-ı Hakona bizleri komşu eylesin. Amin!Sevde Validemiz’in Resûlullah (sas) ile evliliğindekiyaşı 55’dir. Peygamber Efendimiz’in (sas) yaşı da 50’dir.14 yıl beraberlikleri olmuştur.* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi.makgul@yeniumit.com.trKaynaklarBintuş-şâtî, Ayşe Abdurrahmân, Terâcîm-u Seyyidât-i Beytin-Nübüvveİbn Hacer, Ebu’l-Fadl b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İsabe fî temyîzi’s-Sahâbe, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992.İbn Hişâm, Cemâlüddin Abdulmelik, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Dâr-uİhyâi't-Turâsi'1-Arabî, Mısır ts.İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâr-u Sadr, Beyrut ts.İbn Seyyidi’n-Nâs, Ebu’l-Feth Muhammed b. Muhammed b. Muhammed,Uyûnu’l-Eser, Dâr-u İbn Kesir, Beyrut 1992İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Dâr-u Şa’b,İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, Sıfatu’s-Safve, Dâr-u İbnHaldun, Kahire 1994.Mevlana Şibli, Asr-ı Saâdet, Eser Neşriyat, İstanbul 1977.27


YENi ÜMiTProf. Dr. Hamdi DÖNDÜREN*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Anne-babanın vazifelerinden biri de kendi rızıklarına dikkatetmeleri gerektiği gibi çocuklarına da hoş, tayyib, helâl bir rızıkyedirmeleridir.HELÂL GIDAVE GIDAMADDELERiNDEiSTiHÂLE VETEGAYYÜRHelâlı ve haramı belirleme yalnız Allah ve Peygamber’inin kisindedir. Diğer insanlara böyle bir yetki verilmemiş, hattâyetbunakalkışanlar şu âyetle uyarılmıştır: “Siz dillerinizin uydurduğuyalana dayanarak, ‘Şu helâldir, bu haramdır!’ demeyin.Aksi hâlde Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa eremezler.” 1Kur’ân ve Sünnet’te hükümlerin konulması “menfaatin celbi ve mazarratındef ’i (yarar sağlama ve zararı önleme)” ilkesine dayanır. Yüce Allahbirçok âyette dünyayı, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle insanın emir vetasarrufuna verdiğini, hayvanları ve bitki örtüsünü insan için yarattığınıbildirmiştir. Kur’ân’da et, süt ya da gücünden yararlanılacak hayvanlardan,kuş türlerinden ve deniz avının helâl kılındığından söz edilir.Eşyada asıl olan mubahlıktır. Bu yüzden Kur’ân ve Sünnet’te sadeceyenilmesi, içilmesi veya kullanılması caiz görülmeyen şeyler belirtilir, bunlarındışında kalan şeylerin meşru olduğu bildirilir.28


Kur’ân-ı Kerîm’de yenilmesi yasaklanan hayvanlar vehayvanî gıdalar ikisi Mekke’de ikisi Medine dönemindeinen dört âyette sayılmıştır, bunlar; ölü hayvan, domuz eti,kan ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan ibarettir. 2Bu konuda son inen âyette şöyle buyurulur:“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasıadına kesilmiş, boğularak veya vurularak yahut yukarıdanyuvarlanarak ölmüş ya da (başka bir hayvan tarafından)süsülmüş veya canavar tarafından parçalanmış hayvanla-ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar üzerindeboğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız sizeharam kılınmıştır. Bunlar itâat sınırı dışına çıkmaktır…”Peygamber, ‘Siz yerken besmele çekin ve yiyin.’ buyurdu.”Eğer hayvan kesilirken besmele çekmek şart olsaydı, Hz.Peygamber durumları bilinmeyen bedevilerin getirdiğietin yenilmesini emretmezdi.Kur’ân’daki Yasağın Sünnet’le GenişletilmesiKur’ân-ı Kerîm’de helâl kelimesi ile ifade edilen mubahlığınölçüsü şöyle belirlenir: “Sana kendileri için nelerinhelâl kılındığını soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temizşeyler (tayyibât) size helâl kılınmıştır.” 4 Bununla birlikteHz. Peygamber’e de helâl ve haramı açıklama ve gerektiğindebunlara ilâve yapma yetkisi tanınmıştır. “O peygamberonlara iyiliği emreder, kötülükten meneder, onlaraHelâlı ve haramı belirleme yalnız Allah vePeygamber’inin yetkisindedir. Diğer insanlaraböyle bir yetki verilmemiş, hattâ buna kalkışanlarşu âyetle uyarılmıştır: “Siz dillerinizinuydurduğu yalana dayanarak, ‘Şu helâldir, buharamdır!’ demeyin. Aksi hâlde Allah’a karşıyalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalanuyduranlar ise kurtuluşa eremezler.Hayvan kesilirken besmele çekilmesi, av hayvanı ise av-lanma kurallarına uyulması gerekir.Hanefilere göre besmele kasten terk edilmediği süreceMüslüman veya ehl-i kitaptan birisinin keseceği hayvanıneti yenir. Hanefiler bu konuda daha çok Mekke dönemindeputlar adına kesilen hayvan yerine Allah’ın adı zikredilerekkesilecek hayvan etinin yenilmesini bildiren âyetlere veHz. Peygamber’in her önemli işe besmele ile başlanmasınıbildiren hadîs ve uygulamalarına dayanırlar.İmam Şâfiî’ye göre ise her önemli işte olduğu gibi hayvankeserken de besmele çekilmesi Sünnet veya müstehapolmakla birlikte, besmele terk edilse bile Müslüman veyaehl-i kitaptan birisinin keseceği hayvanın eti yenir. 3Hz. Aişe şöyle demiştir: “Bedeviler bize et getirirlerdi.Biz onların besmele çekip çekmediklerini bilmezdik. Hz.temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, pis olan şeyleri (habâis)de haram kılar.” 5Peygamber Efendimiz’in, kendisine verilen bu yetkiyi,“temiz olan gıda maddelerinin yenmesi, pis ve zararlı olanlarınise yasaklanması” ölçüleri içinde kullandığında şüpheyoktur.Kur’ân’da yasak edilen dört çeşit hayvanî ürünün, Hz.Peygamber’in şu hadîslerinde genişletildiği görülür:“Allah’ın Resûlü, köpek dişi olan yırtıcı hayvanları vetırnaklı yırtıcı kuşları yemeyi yasakladı.” 6Sonuç olarak Ebû Hanîfe, Şâfiî ile Ahmed İbn Hanbel’eve İmam Mâlik’in sağlam görüşüne göre, hadîslerde zikredilenbu gibi hayvanların etlerini yemek caiz değildir.İmam Mâlik’in ikinci görüşüne göre ise yukarıdaki hadîsharamlık değil kerâhet bildirir. 729


Deniz hayvanlarıDeniz hayvanları da insanın yararlanması için yaratılmıştır.Kur’ân-ı Kerîm’de: “Size deniz avı helâl kılındı..” 8buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bizimiçin iki ölü ve iki kan helâl kılındı. Ölüler; çekirge ve balık.Kanlar da karaciğer ve dalaktır.” 9Hanefiler yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak, sudayaşayan hayvanlardan sadece balık çeşidine girenlerin caizolduğu görüşündedirler.Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre yukarıdaki âyettebir sınır getirilmediği için denizde yaşayabilen her hayvanıneti yenebilir. Diğer yandan Hz. Peygamber, “Denizinsuyu temiz, ölüsü helâldir.” 10 buyurmuştur. Ancak bazılarısu domuzunu ve su köpeğini istisna ederek, diğerlerininhelâl olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda şöyle bir kıyasda yapılmıştır: Deniz hayvanlarında kan mevcut değildir.Haram kılınmış olan ise ancak kandır. Bu yüzden denizhayvanlarının hepsi tıpkı balık gibidir.Kur’ân’la Yasaklanan Nebatî Ürün: ŞarapKesin içki yasağı bildiren âyette şöyle buyurulur: “Eyiman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve falokları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki,kurtuluşa eresiniz.”İçki yasağı için âyet ve hadîslerde kullanılan “hamr”sözcüğü Ebû Hanîfe ve onun görüşünde olan kimi sahabeve tâbiî fakihlerine göre yalnız yaş üzümden yapılan içkininadı olup, Kur’ân nassı ile “li aynihî haram” olan budur.Hanefi mezhebinde müftâ bih olan görüş ise 11 diğer üçmezhepte olduğu gibi içildiği zaman kişiyi sarhoş edenbütün içecekler hamr (şarap) hükmündedir. Bunların azıda çoğu da haramdır. Çünkü Hz. Peygamber, “Sarhoşlukveren şeyin çoğu ve azı haramdır.” 12 buyurmuştur.NebizEbû Hanife’ye göre şarap dışındaki diğer sarhoş edicimaddeler aynen ve bizzat değil kıyas yoluyla haram kapsamınagirer. Burada illet “iskâr (sarhoş etme)” niteliği olup,bu da “Her sarhoşluk veren şey haramdır.” gibi hadîsleredayanır. 13 Yaş üzüm suyu ancak ekşiyip acılaştıktan ve köpüğünüattıktan sonra keskinleştiği takdirde hamr (şarap)hükümleri tam olarak bulunur. Üçte ikisi gidinceye kadarkaynatılmış kuru üzüm ve kuru hurma ise nebiz adını alırve sarhoş eden miktarını içmek caiz olmaz. 14 Eğer bundabir sertlik hissedilirse suyla hafifletilmesi gerekir. Rivayetegöre Hz. Ömer’e kuru üzüm nebizi getirildiğinde su isteyerekonun üzerine dökmüş, sonra da içerek, “Taif kuruüzümünün nebizinde acılık olur.” demiştir. 15 Müslim’innaklettiği birkaç hadîste, Allah Elçisi’nin nebîzin içilmesineizin verdiği, ancak, farklı meyve ve maddelerden yapılannebîzlerin karıştırılarak içilmesini yasakladığı nakledilir. 16Sonuç olarak üzümden yapılan içkiler aynen haram venecistir, bunun dışındaki meyve vb.den yapılan alkollü içkileride içmek haramdır. Ancak bunların kendileri şarap gibinecis sayılmaz, bir kimsenin üzerine şarap dökülse namazaengel olurken, meselâ ispirto, kolonya gibi bir sıvı dökülse,namaza engel olmaz. Zaten alkol uçucu bir madde olduğuiçin, kısa bir süre sonra buharlaşır. Ebû Hanife’nin temsilettiği Irak ekolü bu konudaki hadîslerin bir kısmını zayıfbulmuş, bir kısım hadîslerde de nebize, mecazen hamr (şarap)denildiğini söylemiştir. 17Günümüzde alkollü içki ve uyuşturucular pek çok bitkive meyvelerden elde edilir olmuş; haşhaş, esrar, kokaingibi sıvı veya katı olanları bulunmuştur. Adı ne olursa olsun;yenildiği, içildiği, damara zerk edildiği veya dumanıçekildiği zaman sarhoşluk veren yani iskâr niteliği bulunanher madde çoğunluk fakihlerce doğrudan, Ebû Hanîfe’yegöre ise şaraba (hamr) kıyas yapılarak içki hükmünde veyasak kapsamındadır.İstihâle ve Tagayyürİstihâle; hayvanî veya nebatî bir ürünün bir hâldenbaşka bir hâle geçmesi, tagayyür de nitelik değiştirmesidemektir. Böyle bir değişim sonunda daha önce pis olanbir madde temiz hâle dönüşebilir. Bunun sonucunda haramlıkda kalkmış olur. Örnek: Şarap sirkeye dönse, miskahusunun kanı miske dönse bunlar temizlenmiş olur. Yinepis bir toprak altüst edilmekle, pis bir zeytinyağı da sabunhâline getirilmekle temiz hâle gelir.Lâboratuar ortamının bulunmadığı müctehid imamlardöneminde, tecrübeye dayanarak verilen değişim örnekleriningünümüz kimya tahlilleri ile de kontrol edilmesi gerekir.O dönemde maddelerin daha çok “renk, koku ve tat”değişikliği dikkate alınarak nitelik değiştirip değiştirmediğianlaşılmaya çalışılmıştır.Şarabın sirkeye dönüşmesi ile ilgilibir değerlendirme1- Hanefilere göre şarap sirkeye dönüşünce artık yenibir madde hâline gelmiş olur. Şaraplıkla ilgisi kalmaz. Dayandıklarıdeliller: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“Herhangi bir deri tabaklandığında temiz olur. Sirke durumunagelen hamrın helâl olması gibi.” 18 Bu bozuk bircevherin iyileştirilmesi gibidir.İçki yasağı bildiren âyet gelince, başlangıçta Ebû Talha’yave diğer sahabeye evlerindeki şarapların sirkeye dönüştürülmesiiçin izin verilmemesi, onları şarap içme alışkanlığındanuzaklaştırmak içindir. 19 Nitekim hadîste, “Sizin en iyi sirkenizşaraptan (hamr) yapılandır.” 20 buyrulmuştur.2- İmam Şâfiî’ye göre şaraptan (hamr), içine tuz veyasirke gibi bir şey atarak, onu güneşte tutarak veya ateştekaynatarak sirke yapmak caiz değildir.30


Dayandığı deliller şunlardır: Hadîs: “Hz. Peygamberhamrın sirkeye çevrilmesini (başka bir rivayette sirke edinilmesini)yasakladı.” 21 Ebû Talha’dan rivayete göre, onunevinde yetimlere ait şaraplar (hamr) vardı. Kesin içki yasağıbildiren âyet gelince, “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunları neyapayım, sirke yapmayayım mı?” diye sordu. Hz. Peygamber“Hayır yapma, dök!” buyurdu. 22 Kısaca şarap sirkeyeçevirmekle mal hâlini almaz, kendisi necis olduğu için, sirkeyapmak için ona katılacak madde de necis hâle gelir. 23Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve ZararlarıKatkı maddesi deyince; normalde gıdanın besleyici unsurlarındanolmadıkları hâlde, gıda üretiminde teknolojikişlemlere yardımcı olma, bozulmayı önleme, dayanıklılığıartırma, besleyici değeri koruma, renk, görünüş ve lezzetgibi duyusal özelliklerini düzeltme ve koruma gibi değişikmaksatlarla besinlere katılan maddeler akla gelir.İnsanlarda doğuştan anomaliye yol açan maddelerinbir kısmı gıdaların içinde yapıtaşı olarak bulunur. Kafein,metil ksantin ve metil glioksal bunlardandır. Diğer bazımaddeler ise gıdalara bilerek katılır. Nitrikler gibi. Doğumsalanomaliye yol açan maddelerin hemen hepsi aynızamanda kanser yapıcı etkiye de sahiptir. Bazı katkı maddeleride insan vücudunda alerji meydana getirir. Astım,kurdeşen, saman nezlesi bunlar arasındadır. Yine bu katkımaddeleri insan bünyesi için toksik-zehirli, kanser yapıcı,hattâ nesilleri bozucu tesire sahip olabilirler. 24Sadece alkolde çözünen bir renk maddesi, eğer çözülmedenbir içeceğe karıştırılırsa tortu bırakır ve ortamırenklendirmez. Tortu yoksa belli miktarda alkolü içerdiğiakla gelir ki, bunun seviyesi % 1,2 kadar olabilir. 25Özel katkı maddeleri1- Peynir mayası: Sütü pıhtılaştırıp peynir hâline getirmekiçin kullanılan bir enzimdir. Bu işlevi sütü sıvı tutansüt proteinlerini parçalayarak yapar. Peynir mayası gevişgetiren hayvan buzağılarının dördüncü midelerinden (şirden)elde edilir. 26 Günümüzde bu mayalar dana, domuz,piliç gibi hayvanlardan elde edilmektedir. Domuz mayasıçok ucuza mal edildiği için çoğunlukla dana mayasına karıştırılarakkullanılır.2- Kimyasal mayalar: Genetik mühendisleri, buzağıgenlerine konakçı mikroplar aşılayarak kimyasal kaynaklımayalar elde etmişlerdir. Bugün için Batı ülkelerinde peynirüretimi için kullanılan mayaların yarısını bu çeşit enzimleroluşturmaktadır.3- Jelâtin (E441): Hayvanların deri, kemik, kıkırdak,bağ dokusu gibi kısımlarının uzun süre kaynatılması, asitve kireçle muamele edilmesi sonucunda elde edilen şeffafve yumuşak bir maddedir.Jelâtin sığır, domuz, balık ve kümes hayvanları gibiomurgalıların Kollagen’inden elde edilen bir protein türüdür.Gıda ve ilâç üretiminde ve sanayide birçok kullanımalanı vardır. En çok kullanıldığı alan jöleler ve jelâtinli şekerlemelerdir.Ayrıca hazır gıdalarda sabitleştirici, kıvamartırıcı olarak kullanıldığı gibi, dondurma, reçel, krempeynir ve margarinlerde yapı elemanı olarak kullanılır.Jelâtin elma suyu benzeri meyve sularını ve sirkeleri berraklaştırmakiçin de kullanılır. 27Jelâtin ve benzeri gıda katkı maddelerinin İslâm’a göreeti yenen hayvanî ürünlerden üretilmesi yoluna gidilmelidir.Günümüzde Müslüman ve Yahudilerin tüketiminesunulmak üzere uygun hayvanlar ve balıktan üretilmişjelâtinler de bulunur. Nebatî kaynaktan elde edilmiş jelâtinyoktur.Sonuç olarak günümüzde özellikle peynir mayası vejelâtin gibi domuzdan da elde edilebilen katkı maddeleriningüneşte kurutulma, tuzun içinde uzun süre bekletme,güneşte kurutulup öğütülme, jelâtinde olduğu gibi uzunsüre ateşte kaynatılma gibi üretilme şekilleri dikkate alınarakkimyevî bir değişime uğrayıp uğramadığı lâboratuarkontrolü ile tespit edilmelidir.* Uludağ Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrtm. Üyesihdonduren@yeniumit.com.trDipnotlar1. Nahl, 16/116. bk. 136, 138-140.2. En’âm, 6/145; Nahl, 16/115; Bakara, 2/172 ve 173.3. Dârekutnî, IV, 295; Serahsî, Mebsût, XI, 238. Dârekutnî’de, hadisinrâvîsi Mervan b. Sâlim’in zayıf olduğunu belirtir. Ayrıca aynı hadis İbnAbbas’ın sözü olarak da zikredilir.4. Mâide, 5/4.5. A’râf, 7/157.6. Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, At’ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11.7. Mâlik, Muvatta’, Sayd, 10-12.8. Mâide, 5/96.9. İbn Mâce, Sayd, 9, At’ıme, 31; A. İbn Hanbel, II, 97.10. Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52.11. Abdu’l-Gani, el-Meydanî, el-Lübab fi Şerhi’l-Kitab, (Dersaadet) 3/216;İbrahim Halebi, Mülteka’l-Ebhur, 2/263.12. Ebû Dâvûd, Eşribe, 5; Tirmizî, Eşribe, 3; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mâce,Eşribe, 10.13. bk. Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22, Megâzî, 60; Müslim, Eşribe, 73-75;Ebû Dâvud, Eşribe, 5, 7.14. Serahsî, Mebsût, XXIV, 9.15. Serahsî, age, XXIV, 8.16. Müslim, Eşribe, 5, Hadis no: 22. bk. Ebû Dâvûd, Eşribe, 8; Nesâî, Eşribe, 4.17. Sâbûnî, Tefsîru Âyâti’l-Ahkâm, Mâide, 5/90.18. Serahsî, age, XXIV, 23.19. Serahsî, age, XXIV, 24.20. Beyhakî, Sünen, VI, 38; Nasbu’r-râye, IV, 367.21. Müslim,Eşribe, 11; Tirmizî, Buyû, 59; Beyhakî, Sünen, VI, 37.22. Tirmizî, Buyû, 37; Beyhakî, Sünen, IV, 37.23. Serahsî, Mebsût, XXIV, 22, 23.24. Hasan Doğruyol, Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları, Nobel TıpKitabevleri, İstanbul 2007, s. 1-3.25. age, 3, 4.26. age, 49.27. Doğruyol, age, s. 57-59.31


YENi ÜMiTProf. Dr. Davut AYDÜZ*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87İslâm’da harp, yüce bir dava uğruna, fikir hürriyeti, düşünce hürriyetiadına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılmıştır. Bununlaberaber gerektiğinde sulha gitmeyi de ihmal etmemişlerdir. Çünkü sulhesas, harp ise tâlidir.32İslâm, insanların yeryüzünde barış vesükûnet için de yaşamalarını temin edenbir dindir. İslâmî yaşantı nın aslı ve temelibarıştır. Savaş ise ancak bir mecbu riyetsonucu, yani başka türlü hareket etmeimkânı kal ma dığı zaman söz konusu olur.İslâm’da savaş; kan dökmek, toprak kazanmak,ganimet elde etmek için yapılmaz. İslâm’da savaş,genelde müdafaa eksenlidir. Cihad, Allah ile insanlararasındaki engelleri bertaraf ederek, onlarınAllah ile buluşmalarını sağlama ameliyesidir. Savaşise büyük ve kutsal bir hareket o lan cihadın bir parçasıdır.Ama kaynaklarda cihad bazen savaş yerine de kul lanılır. Yanicihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Fakat savaş ke limesi,cihadın ihtiva ettiği mânâyı tamamen kapsamaz. Cihad kıyametekadar devam e decek olan bir harekettir; kesintisizdir.İslâm’ın doğru anlaşılması, anlatılması, sevdirilmesi için ortayakonulan her türlü gayret cihadın kapsamına girmektedir.Savaş ise gerektiğinde İslâm düşmanları ile yapılan fiilîmücadelenin sadece bir kısmıdır.Peygamber Efendimiz (sas), her zaman barışa önemvermiştir. Hudeybiye Barışı, O’nun hayatında büyük bir


zaferdir. O Yüce Peygamber, kendisine her türlü kötülüğüyapmış, hicrete mecbur etmiş olan Mekkelilere şef-YENi ÜMiTkatle davranmış, Mekke’yi kan dökmeden fethetmiştir.Hâlbuki isteseydi Mekkelilerin hepsini kılıçtan geçirebilirdi.Ama bunu yapmamıştır, çünkü O (sas), rahmetEkim / Kasım / Aralık - 2009 / 86pey gamberidir.İslâm’da Barış Esastırİslâm’a şartlı bakan ve İslâm hakkında yeterli bilgisahibi olmayan bazı kimselerin iddia ettiği gibi, Müslümanlıkbir kılıç ve kan dini değildir. Vâkıa Hz. Muhammed(sas) kılıç kullanmış ve O’nun böyle gönderileceğidaha O gelmeden, geçmiş peygamberler tarafından haberverilmişti: Hz. İsa İncil’de, O’nu anlatırken şöyleder: “O’nun elinde sopası, kılıcı vardır.” 1 Yani icabındahak edenlerle savaşacaktır. 2 Fakat barış ve hoşgörü açısındanKur’ân’a bakınca, konuyla alâkalı onlarca âyetbulmak mümkündür. Kur’ân’da bazı hususî hâller müstesna,hep müsamaha ve barış görülür. İşte bu husus,İslâm dininin herkesi kucaklayıcı bir yanını, yani onunevrenselliğini göstermektedir. İslâmî mü samahanın çerçevesiEhl-i Kitab’a, hattâ bir mânâda kim olursa olsun,bütün dünya insanlarına kadar uzanmaktadır.İslâm akidesi, sevgiye dayalı bir barış dinidir. İnsanlığıntamamını birbirleriyle tanışan, birbirini sevenkardeşler hâline getirmeyi hedef edinir. GayrimüslimlerMüslümanlarla barış içinde yaşamayı isterlerse, İslâmille de savaşı öngörmez. Zaten İslâm böyle düşmancabir ortamı tasvip de etmez. Hattâ düşmanlık ânın da bilegönüllerdeki sevgi tohumlarını muhafaza eder. O daimaiyilikle muameleyi ve adaleti gözetmeyi öngö rür.İslâm, insanların yeryüzünde barış ve sükûnet içindeyaşamalarını temin eden bir dindir. İslâmî yaşantınınaslı ve temeli barıştır. Savaş ise ancak bir mecburiyetsonucu, yani başka türlü hareket etme imkânı kalmadığı zaman söz konusu olur. Zîrâ İslâm, insanlarındünya ve âhirette kurtuluşuna, huzurlu bir hayat sürdürmelerine çalışır.İslâm’da savaş ise yüce bir dava uğruna, fikir ve düşüncehürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrundayapılır. Bununla beraber gerektiğinde barışa gitmede ihmal edilmez. Çünkü barış esas, savaş ise tâlidir: “Eyiman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın,o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208)Evet, işte bu ve benzeri âyetler, Müslümanları barışadavet etmiş, onlara savaş hâlinde dahi itidal ve istikametigöstermiştir. Onun dışındaki sistemlerin ise savaşlarıcanavarlık üstüne canavarlık, barışları da savaştan farklıolmamıştır.İslâm’da İnsan Hayatının ÖnemiDüşmanı, barışa doğru meylettirmeyi başar dıklarıher an Resûlullah (sas) barış yapmak için hazırdı. ZatenO (sas), hiçbir savaşı başlatmadı, ancak düşmanlarıtarafından sa vaşa zorlandı. Savaşta asıl maksadı saldırıyıön lemek, zulmü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde barışıikame etmekti. Kur’ân bu prensibi şu âyetlerle izah eder:“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven.Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfâl,8/61), “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyipyanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta kiAllah’ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığıbenimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceğiyere (vatanına) ulaştır.”Müslümanların asıl gayelerinden biri de dünyada barışıhâkim kılmak ol duğundan, bu hedefe ulaşmada işbirliğiyapmaya hazır ülkelerle barış ve nizamı sağlamak vesürdürmek için her türlü çabayı gösterir. Bu tür bir ilişkikurmak isteyen her ülkeyle dostça bir antlaşmaya girmeyeve işbirliği yapmaya her zaman hazır ve isteklidir. Buantlaşmayı ve şartlarını karşı taraf resmen bozmadıkça,kendisi de bozmaz. Antlaşmalara ve paktla ra hürmet etmek,İslâm’ın temel bir prensibi olup, müminlerin bunlarıihlâl etmelerine müsaade etmez. Bununla birlikle, karşıta raf antlaşmayı bozduğunda müminler artık antlaşmanınşartlarına bağlı olmayıp, serbestçe hareket etme hakkınasahiptirler. Uluslar arası ilişkilerde, İslâm Devleti mümkünolduğu derecede gerek barış ve düzenin kurulmasıgerekse düşmanlık ve çatışmadan kaçınmak için elindengeleni yapar. An cak anlaşmazlığı çözecek barışçı vasıtalartükendiğinde savaşa katılır.Peygamberimiz’e düşman olanlar O’nu (sallallahualeyhi ve sellem) diğer insanları barış ve saadet yolunaçağırmaktan alıkoydular ve O’na muhalefet ettiler. O’nu33


kötülediler, O’na ve sahabelerine işkence ettiler. Kötülüklerdenrahatsızdı, fakat yine de onları barış yoluna çağırmayadevam etti ve onlara “Şimdi sen onlardan yüz çevirve: ‘Selâm size!’ de.” (Zuhruf, 43/89) diye karşılık verdi. OnlarıAllah’ın kanunlarına itaat üzere barış ve güvenliğe getirmekiçin yaptığı mücadelede asla gevşeklik göstermedi.İslâm, insan hayatına çok büyük önem ver miş ve insanhayatını koru mak ve kurtarmak için mümkün olan herşeyi yapmıştır. Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur: “Haksız yereAllah’ın haram kıldığı cana kıymayın!” (En’âm, 6/151) Bu, Allahtarafından insan hayatının korunmuşluğunun ilân edilmesidir.Bir insan başkalarının yaşama hakkına saygı gösterdiğisürece, hiç kimseye onu öldürme izni verilmez.Sevgili Peygamberimiz (sas) bu prensibi insanlara Ve daHutbesi’nde gayet açık bir şekilde anlatmıştır: “Bu gününüz,bu ayınız ve bu beldeniz saygı değer ve dokunulmazolduğu gibi (aranızda) kanlarınız, canlarınız ve namusunuzda saygıdeğer ve dokunulmazdır.” 3Yine bir rivayette Peygamber Efendimiz (sas) en büyükgünahların ara sında Allah’a eş koşmak ve insan kanıdökmek olduğunu söylemiştir. 4CİHADIN FARZ KILINMASIPeygamber Efendimiz (sas), Mekke döneminde fiilîmukabele ve mücadelede bulunmamıştı. Etrafını alan insanlarahep sükûnet, temkin ve sabır tavsiye etmişti. 13sene, sinelere girip, gönülleri fethetmeye çalıştı. Evet,Peygamber Efendimiz, tam 13 sene, “dövene elsiz, sövenedilsiz ve İslâm yolunda gönülsüz gerek” dedi. Gözününönünde insanlar öldürülüyor, dövülüyor, tartaklanıyordu.O (sas), kendi büyük sıkıntılarıyla beraber bunları da sinesineçekiyordu. Fakat Mekkeli kâfirler alabildiğine acımasızdı.Müminleri doğup büyüdükleri, azîz ve şerîf olarakyaşadıkları, rahat ve huzur içinde hayatlarını sürdürdükleriyuvalarından, çocuklarından koparıp başka yerlere hicretettirdiler. Müslümanlar 500 km’lik bir yolu çölün sıcağındakatetme mecburiyetinde kaldılar.Evet, Müslümanları yurtlarından, yuvalarından ettiktensonra dahi bir türlü hınçlarını alamamışlardı. Bir gün aralarındadaha ağır bir karara vardılar: “Onların mallarına, mülklerineel koyalım ve tarlalarını aramızda taksim edelim.”Bir gün Mekkeliler, bütün bunlar yetmiyor gibi, yağmaladıklarıMüslümanların mallarını taşıyan kervan Şam’a giderken,Medine’nin kenarından geçiyor ve âdeta “Bakın da yüreğinizerisin!” diyorlardı... Bu arada Müslümanların deve vekoyunlarını da önlerine katıp götürmeyi ihmal etmiyorlardı.Hicretten önce Müslümanların bütün bu çektiklerisıkıntı ve uğradıkları zulme karşı ne zaman fiilî cevap/mücadele için izin istense Allah Resûlü (sas): “Bana savaşhenüz emredilmedi.” buyurarak ashabını sabırlı olmaya veAllah’ın bu konudaki emrini beklemeye davet ediyordu. 5Sonunda Allah’ın beyanı imdatlarına şu âyetle yetişti:“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izinverildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlarazafer vermeye elbette kadirdir. Onlar haksız yere ve ‘RabbimizAllah’tır’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardı.”(Hac, 22/39-40)Bu, savaşa izin veren ilk Kur’ân âyetidir. Bu âyetle,haksız yere yurtlarından sürülmüş Müslümanlara, yapılansaldırılara karşı ken dilerini müdafaa etmek üzeresilâhlanmaları na müsaade edilmiştir. Bundan sonra gelenKur’ân âyeti müdafaa için savaşmanın önem ve gereğinivurgulamakla kalmamış, aynı za manda Müslümanlara savaşmalarınıemretmiştir: “Sizinle savaşanlarla siz de Allahyolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkakki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)Görüldüğü gibi savaşa önce izin, sonra emir verilmesi,İslâm’a ve ona bağlananlara karşı konulan düşmanca tavrınneticesinde olmuştur. Yani bu keyfiyet, bir mânâda akidesinive din hürriyetini korumak için meşrû müdafaa hakkınıngerektirdiği bir zarurettir. “Hoşunuza gitmediği hâldesize savaş farz kılındı.” (Bakara 2/216) âyetiyle “Ey insanlar!Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyetdileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin kicennet kılıçların gölgesi altındadır.” 6 hadîsi de bu hakikateişaret eder.Binaenaleyh İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek,ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil;aksine, zulmü ortadan kaldırmak, gayrimüslimler içinhidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindirki İslâm, sömürme, emperyalist tutku lar ve sırf devlettoprağını genişletme hevesine yönelik sa vaş anlayışını kesinliklereddeder. 7,İSLÂM’DA SAVAŞIN SEBEP VE HEDEFLERİİslâm’da savaşa, yalnızca belir li şartlarda izin verilmiştir.Gayrimüslimlerle savaşı, ancak devlet başkanı, belli sebepve hedeflere binaen ilân edebilir. Yoksa herhangi birMüslüman veya bir grup, İslâm adına istediği zaman savaşilân edemez, kendi kendine karar verip, terör ve intiharsaldırısı düzenleyemez. Şimdi bu sebep ve hedefleri birkaçmadde hâlinde sıralayalım:a. Müdafaa/Savunma Savaşı (Meşrû Müdafaa)İslâm, bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehditeden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil gücekarşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşrû kılar, hattâbazı durumlarda onu emreder. Konuyla ilgili olarak şuâyetler son derece açıktır:34


“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izinverildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafervermeye elbette kadirdir.” (Hac, 22/39) “Sizinle savaşanlarla sizde Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkakki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)Ayrıca şu âyet-i kerîmeler, savunma savaşının meşrûiyetine,hattâ mecburiyetine işaret etmektedir:“...O hâlde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılıkverin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bumüttakîlerle beraberdir.” (Bakara, 2/194)b. Zulmü Durdurmak veya Haksızlığa UğrayanMüslümanlara Yardım Savaşıİslâm tarihindeki uygulamalara göre meşrû savaşlarınbir başka şekli de bir gayrimüslim devletin teb’ası olup zulmeuğrayan ve hakları çiğnenen azınlık hâlindeki Müslümanların(mustaz’afların) yardım isteğine karşı girişilen savaştır.Fakat bu gayrimüslim devletle, kendisinden yardımistenilen İslâm devleti arasında bir saldırmazlık anlaşmasımevcutsa, o takdirde Enfâl Sûresi’nin 72. âyetiyle düzenlenenhükme göre savaş ilişkisi söz konusu olamaz: “İmanedip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıylaAllah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlarayardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridir(malda da birbirlerinin vârisidirler). İman edip de hicretetmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin içinmirasta onlara hiçbir velayet yoktur. Bununla beraber eğerdin hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarındasözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla,onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızıgörmektedir.” Mevlâna Celâleddin Rumî, “Savaş, zalimlerinelindeki kılıcı almak için farz kılınmıştır.” der.c. İrşad Hürriyetiİslâm’da savaş ve cihad, İslâm dinini neşretme hürriyetiengellenirse, o hürriyeti muhafaza etmek ve sağlamaalmak için yapılır. İslâm dinini neşretmek için savaş yapılmaz!Hak ve hakikati neşretme hürriyeti engellenirse onuniçin savaş yapılır. Dünyanın dört bir yanında herkese İslâmmesajını ulaştırmaya mâni olunursa, işte o zaman bu engellerortadan kaldırılmaya çalışılır. Çünkü engelleyenlerinböyle bir davranışları, insanların hür iradeleriyle Cennet’egitmelerine mânidir. Yani cihad bir bakıma Allah ile kullarıarasındaki engelleri kaldırmaktır. 8d. Yapılmış Bir Barış Anlaşmasının DüşmanTarafından Bozulması Sonucu Başlayan Savaş“Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir dedininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleriile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri veahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda,inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerinibozup Peygamber’i vatanından sürmeye teşebbüseden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşısize karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı. Ne o, yoksaonlardan korkuyor musunuz? Ama eğer mümin iseniz, asılAllah’tan çekinmeniz gerekir.” (Tevbe, 9/12-13) âyetinden deanlaşılacağı üzere, barış anlaşmasını bozan düşmanı tedipmaksadıyla savaş açılabilir ve açılmalıdır da. Hicretten sonraKureyş’le başlayan savaş dönemi, 6. yıldaki HudeybiyeAnlaşması’yla sona ermişken, Kureyşlilerin ihlâliyle bu anlaşmada bozulmuştu. Resûl-i Ekrem (sas) bunun üzerineonları tedip gayesiyle Mekke’yi fethetmişti.İslâm’da Savaşın Sebebi, MüslümanOlmayanların Dine Dâhil Edilmesi Değildirİslâm hukukçularının çoğunluğuna (cumhura) göre,savaşın illeti (sebebi, gerekçesi) düşmanın İslâm’a veMüslümanların ülkesine karşı saldırıda bulunulmasıdır. 9Savaşın belirgin gerekçesi şudur: “Size savaş açanlarla Allahyolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin.”(Bakara, 2/190) Başka bir ifadeyle savaşın illeti, Müslümanolmayanların dine dâhil edilmesi değildir. Çünkü zatenKur’ân bunu yasaklamıştır: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara,2/256) Eğer öyle olsaydı, kadın-erkek, yaşlı-çocuk, dinadamı-sivil ayrımı gözetilmeden gayrimüslim olan herkesinöldürülmesi gerekirdi ki, İslâm Tarihi’nde böyle bir hâdiseolmamıştır. Müslümanlar istemediği hâlde düşmanla savaşdurumu ortaya çıkmış olsa bile, kesin olarak kadınları, çocukları,yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hattâ savaştaaktif görev almayan sivil erkekleri öldürmemişler, katliamve soykırım yapmamışlardır.Netice itiba riyle, İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî birdurumdur. İslâm hukukunda savaşların meşrûiyeti ise yukarıdasaydığımız sebeplere bağlıdır. Bunun dışında kalan veemperyalist maksatlara yönelik veya ganimet ve mal hırsıylaveya şahsî duyguların tat mini ve şöhret kaygısıyla yapılansavaşlar meşrû olmadığı gibi, yeryüzünde bozgunculuk yapmayateşebbüs olarak nitelendirilmiş ve kötülenmiştir.* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesidayduz@yeniumit.com.trDipnotlar1. Kâdı İyâz, eş-Şifâ, Beyrut 1988, 1/234.2. M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, İstanbul 1994, II,9.3. Buhârî, İstanbul ts., İlim 9; Müslim, İstanbul 1955, Hac 147.4. Buhârî, Eymân 16. Ayrıca bk. Tirmizi, Mısır 1978, Tefsîru sûre 4.5. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an,Beyrut 1985, İsrâ suresi 53. ayetin tefsiri; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak DiniKur’an Dili, Eser yay., İstanbul 1979, Hac suresi 39. ayetin tesfiri.6. Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20.7. Nevevî, el-Alâkâtü’d-Devliyye, Beyrut 1974, s.48.8. Gülen, Sonsuz Nur, II, 3-5.9. Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, X/5.35


GazelMerhaba ey aşk-ı bâkî merhabaPür-vefâsın, pür-vefâsın, pür-vefâGel salın gönlümde ey can-ı cihanDil-rübâsın, dil-rübâsın, dil-rübâÇarh-ı dilde mihr ü mâhımsın benimMehlikâsın, mehlikâsın, mehlikâOl Âhir yâr-ı gârımsın benimCan-fezâsın, can-fezâsın, can-fezâMübteda-i cümle eşyaya ayanMüntehâsın, müntehâsın, müntehâSenden oldu har, gül, hem hak, zerKimyasın, kimyasın, kimyaVasleylersin her kulu MevlâsınaReh-nümâsın, reh-nümâsın, reh-nümâHalktan bigâne olmuş âşıkınaÂşinâsın, âşinâsın, âşinâHakkı, Hak’tan gafil olmazsan müdamPür-safâsın, pür-safâsın, pür-safâİbrahim Hakkı36


İlahiTevhîd ile olur her derde dermânHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerTevhîd ile olur her müşkil âsânHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerGönülden pasını silmek dilersenBilmediklerini bilmek dilersenEğer Hakk’ı sende bulmak dilersenHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerÂleme ibret gözüyle bakanlarÇirağın nûr-ı Mevlâ’dan yakanlarYerden gökden geçüb Arş’a çıkanlarHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerAldanma key sakın bu kâinataGeç ağ ü karadan bak nûr-i zâtaErmek istersen bâkî hayataHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerBulmak istersen eğer HudâyıEhl–i tevhîde hidmet et HüdâyîYola çeken odur bay ü gedâyıHakk’a tevhîd ile ermiş erenlerAziz Mahmud Hüdâyî37


YENi ÜMiTProf. Dr. Osman Güner*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Tarih boyunca pek çok kültür ve inanç, çeşitlimilletlerin hâkimiyeti altına girmiş ve belli birgüce erişinceye kadar da onların idaresi altındayaşamak zorunda kalmıştır. Farklı inanç vekültürler üzerinde hâkimiyet kuran kimi milletler, ‘öteki’(olarak kabul ettikleri) milletleri dinî ve kültürel açıdankendilerine tâbi kılmak istemişler ve dolayısıyla inanç vekültürlerini zorla değiştirmeye kalkışmışlardır. Bu husus,tarihin çok sık şahit olduğu bir hakikattir. Meselâ, Hristiyanlığınyeni yayılmaya başladığı dönemlerde putperestRomalıların Hristiyanlara yaptığı zulümler, SâsânîlerinErmenileri ateşe tapmaya zorlamaları, Yahudi HimyerKrallığı’nın Hristiyanlara dinlerini değiştirmeleri için uyguladığıakıl almaz baskı ve zulümler, Endülüs’te HristiyanlarınMüslümanlara karşı uyguladıkları etnik ve dinîmaksatlı soykırım, Doğu’nun İslâmlaşmasını ve kültürelzenginliğini hazmedemeyen Hristiyan Batı’nın düzenlediğiHaçlı Seferleri, dinler ve kültürler arası ilişkilerde yaşanankötü örneklerden sadece bir kaçıdır…Nazarî ve fikrî plânda kabul edilen hak ve hürriyetlerinuygulamada nasıl bir işleyişe sahip olduğu hep merakedilen bir husustur. Zîrâ bir toplumda dinî müsamahanınvarlığı sorgulandığında, öncelikle bakılması gereken ikitemel parametre vardır: Bunlardanbiri, mabetler, diğeri de o dinin eğitimve temsilinden sorumlu dinadamlarıdır. Bu iki unsura karşısaygı gösterilip gösterilmediğive hâkim zümre karşısında korunupkorunmadığı hususu,38


dinî müsamahanın en belirgin göstergesidir. Bu makalede,YENi ÜMiTdinî müsamahanın alâmet-i farikası olarak görülen bu ikiunsurdan biri olan mabetler ele alınacak ve İslâm’ın gayrimüslimlerinmabetlerine bakışı incelenecektir.Ekim / Kasım / Aralık - 2009 / 86Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Mabetlerin KonumuMabetler, ilk insan ve ilk toplumdan itibaren dine bağlılığın,Yaratıcı’ya kul olma şuurunun ve ubûdiyet duygularınınen belirgin tezahürü konumundadır. Dolayısıyla korunmasıve saygı gösterilmesi gereken mekânlardır. Bununla birlikteyaratılış itibariyle insan, varlık hiyerarşisinde düşüncesi,inancı ve duygularıyla her zaman üstün bir yere sahip (varlığıngöz bebeği/özü/esası) olarak kabul edilmiştir. Diğer varlıklardanfarklı olarak bu kabiliyetini geliştirmek ve inanmaihtiyacını karşılamak maksadıyla da inandığı değerleri yaşayabileceği,Yaratıcı’sına dua ve ibadetlerini arz edebileceğihususî bir mekânın özlemini hep hissetmiştir.İslâm’ın nazarında Kâbe, insanlığın atası (Ebu’l-beşer)Hz. Âdem ile eşi Hz. Havva’nın yeryüzüne gönderilmesiylebirlikte, melekler tarafından inşa edilmiş en eski mabettir.Kâbe, keyfiyeti beşere meçhul, Allah’a (cc) malum olanBeyt-i Ma’mûr adlı semavî yüce bir mekânın yeryüzündekiizdüşümü üzerine kurulmuştur. 1 Dolayısıyla insanoğlu, hiçbirdönemde mabetsiz kalmamış, Yüce Yaratıcı’nın adınınanıldığı, ilâhî duyguların coşkun bir biçimde Kendisi’nearz edildiği mabetler her zaman mevcut olmuştur. Kur’ân-ıHakîm’in sarih beyanına göre Kâbe, yeryüzünde inşa edilenilk mabet ve ilk ibadet mahallidir:إِنَّ‏ أَوَّلَ‏ بَيْتٍ‏ وُ‏ ضِ‏ عَ‏ لِلنَّاسِ‏ لَلَّذِ‏ ي بِبَكَّ‏ ةَ‏ مُبَارَكًا وَهُ‏ دً‏ ى لِلْعَالَمِ‏ ينَ‏“İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk mabetMekke’deki Kâbe olup, pek feyizlidir, insanlar için hidâyetrehberidir.”(Âl-i İmrân, 3/96). Hz. Âdem ve onun zürriyetindengelenler onu tavaf etmişler, Hz. Nûh dönemindeyaşanan Tufan esnasında semaya yükseltilmiş,2 daha sonra Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmailtarafından yeri tespit edilerek tekrar inşa edilmiştir. (Hâc,22/26-29)Kaynağı vahiy ve peygamberlik geleneğine dayalı bütüninanç sitemlerinde mabetlerin varlığı, bir zaruret olarakkabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de de, diğer din mensuplarınınmabetlerinin varlığı bir vâkıa olarak kabul edilmiş vebu mekânlara karşı gösterilmesi gereken tavrın nasıl olmasıgerektiğine işaret edilmiştir:“O müminler ki tamamen haksız yere, sırf ‘RabbimizAllah’tır!’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı.Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğerbir kısmı ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar veAllah’ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılır giderdi. Dinineyardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkakki Allah pek kuvvetlidir, mutlak gâliptir.” (Hac, 22/40)Nüzul seyrine bakıldığında ilk bakışta bu âyet, Müslümanlara,kendilerini savunmak suretiyle dinlerini ve mabetlerinikorumaları gerektiğini ve ayrıca diğer dinlerin vemabetlerin de buna dâhil edildiğini ifade etmektedir. Yineâyette mescitlerden bahsedildiği hâlde Müslümanların o günKubâ ve Medine Mescidi dışında mescitlerinin bulunmayışıve ayrıca Mekkelilerin de henüz fiilî saldırılarının başlamamışolması dikkat çekici bir durumdur. Bununla birlikte dahaönceki tarihî vetirede, bazı din mensuplarının diğer dinlerinmabetlerine yönelik saldırılarının bulunduğu da bilinmektedir.Meselâ Fîl Sûresi’nde bahsedildiği üzere, Yemen KralıEbrehe Kâbe’yi yıkmak maksadıyla Mekke yakınlarına kadargelip ordusunu konuşlandırmış, fakat Yüce Allah, bu mukaddesmekânı korumak maksadıyla üzerlerine ebâbil (sürüsürü kuşlar) göndermiş ve bunlarla Ebrehe ordusunu helâketmiştir. (Fîl, 105/1–5) Söz konusu ettiğimiz Hac Sûresi 40.âyetin, Yahudiler için hem bir ibadet mahalli, hem de bir eğitimmüessesesi olan Beytü’l-midrâs adlı mabedin bulunduğuMedine’de nazil olması da ayrıca ehemmiyet arz etmektedir.Dolayısıyla âyetin yorumunu, sadece Müslümanların kendimabetlerini koruma sorumlulukları bulunduğu şeklinde yorumlamakeksik bir anlama olacaktır. 3Ayrıca Kur’ân’da, “Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adınınanılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hâle gelmesineçalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar oralara ancakkorka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhiretteise müthiş bir azap vardır.” (Bakara, 2/114) buyrulmaktadır.Müfessirlerin beyanına göre bu âyet, Hz. İsa’dan 70 yıl sonraRomalılar tarafından Kudüs’ün zapt edilerek şehrin yakılıpyıkılmasına, Beytülmakdis’in tahribine ve bütün Tevratnüshalarının imha edilmesine işaret etmektedir. Abdullah b.Abbas’ın şu ifadeleri de bunu gösterir: “Roma hükümdarlarındanTitos, Kudüs’e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş,kadın ve çocukları esir almış, Tevrat nüshalarını yaktırmış,39


Beytülmakdis’i tahrip ederek mabedin içinde domuz kesipkatliam yapmıştır…” 4 Elmalılı Hamdi Yazır bu âyete şöylebir açıklama getirir: “Âyetin siyâkı hem Yahudi, hem Hristiyanve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmethakkını umumileştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun,hattâ isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah’ın adı anılanmescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır.Bu suretle Mekke müşriklerinin Resûlüllah’a veMüslümanlara Kâbe’de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştansona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme veyıkımlar cümlesine dâhil olan bir zulüm şeklidir.” 5Bu âyetin nüzûlü her ne kadar hususî bir sebebe dayanmışolsa da bu durum âyetin daha genel bir mânâya hamledilmesinemâni değildir. Buna göre âyette, geçmişte veyagelecekte mabetlerde Allah’a ibadet edilmesini engelleyen veoraların maddî veya mânevî anlamda yıkılıp harap olmasınayol açanlar kınanmaktadır. Zîrâ mabetler temelde, insanınYaratıcı’sıyla ilişkisini sağlama ve kulluk bilincini her daimcanlı ve daimi kılmada önemli bir fonksiyon yerine getirmekmaksadıyla inşa edilmiş mukaddes mekânlardır. Bu sebepleâyette verilen asıl mesaj da mabetlerin dokunulmazlığının veibadet etme hürriyetinin sağlanmasıdır. Bu temel yaklaşımdolayısıyla Kur’ân, “içinde Allah’ın adının anıldığı” mescitlerlebirlikte kiliselere ve havralara da saygı gösterilmesi gerektiğineişaret etmektedir (Hac, 22/40). 6Müfessirlerin büyük bir kısmı, mabetlerin korunmasıyla alâkalıbu âyetleri yorumlarken şu hususa da vurgu yapmışlardır: Allah,Müslümanlar eliyle müşrikleri engellemiş hem mescitleri, hem dediğer dinlere ait mabetleri mütecaviz kimselere karşı korumuştur.İslâm’ın ortaya koyduğu bu yaklaşımla hem zimmîler korunmuş,hem de mabetleri emniyet altına alınmıştır.Sünnet-i Seniyyeye Göre Mabetlerin KonumuMabetlere saygı ve onların korunmasıyla alâkalı mezkûrâyetin nasıl tatbik edildiği hususu, Allah Resulü’nün gayrimüslimlerleakdettiği zimmet anlaşmalarında ve bunlaragöre gerçekleştirilen icraatlarda açıklığa kavuşmaktadır. Bunebevî tatbikatlar sayesinde, Müslümanların dinin naslarınıyanlış anlamaları da ortadan kaldırılmış olmaktadır. Bilindiğigibi Resûlüllah (sas) Medine’ye hicret ettiği esnada oradaArap kabileleriyle birlikte Yahudiler de meskûn durumdaydı.Yahudilerin Medine’de hem bir mabet (havra), hem de bir eğitimöğretim müessesesi olarak kullandıkları Beytülmidrâs adlımekânları vardı. Beytülmidrâs, Yahudi kültüründe ‘eğitimöğretimyeri’ mânâsında kullanılmaktadır. Dinî vecibelerinyerine getirildiği mabet ve sinagogun dışında Bet (ha)-Midraşmüstakil ve mukaddes bir müessese kabul edilmiş, hattaTevrat’ın yüceltildiği yer olarak görüldüğünden sinagogdanüstün sayılmıştır. 7 Peygamber (sas), Beytülmidrâs’ın Yahudilerüzerindeki tesirli konumunu dikkate alarak oraya gitmişve onları orada İslâm’a davet etmiştir. 8 Ayrıca Yahudiler tarafındankendisine, zina eden iki yahudiye nasıl ceza vermekgerektiği sorulduğunda da Beytülmidrâs’a gitmiş ve YahudileriAllah’ın kitabını kabule davet ederek zâniler hakkında recmcezasının uygulanmasını istemiştir. 9 Allah Resûlü, Medine’yehicretin henüz ikinci yılında Yahudilerle bir anlaşma akdetmişve bu anlaşmanın maddelerinin birinde, onları Medine toplumununbir unsuru olarak kabul etmiş ve “Yahudilerin dinlerikendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir” 10 ifadesiylede onlara dinî ve hukukî sahada muhtariyet tanımıştır. Bu anlaşma,gayrimüslimlerin mabetlerinin korunması konusundakinebevî teminatı göstermektedir.Resûlüllah’ın (sas) gayrimüslimlerin mabetlerine karşınasıl davrandığını gösteren bir başka hâdise ise NecranHristiyanlarının Mekke’nin fethi sonrasında hicrî 9. yıldaMedine’ye gelerek Hz. Peygamber’le (sas) görüşmeleriesnasında yaşanmıştır. Bu görüşme sırasında onlarınMescid-i Nebevî’de ayin yapmalarına izin verilmiş ve akabindeyapılan anlaşma(lar)da, kiliselerinin teminat altınaalındığı, din adamlarına da dokunulmayacağı belirtilmiştir.Bu anlaşma metninde şu hususlara işaret edilmektedir:“Ne olursa olsun, küçük olsun büyük olsun, kiliseleri vemanastırları namına ellerinde ne varsa kendilerine aittir vebunlar Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti altındadır. Hiçbirüskuf (piskopos), vazife yaptığı yerden, hiçbir rahip dekendi manastırından ve hiçbir papaz kendi kilisesinden alınıpbir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak vehukuku ve ne de alışageldikleri hiçbir şey (örf ve âdet)leribir değişikliğe maruz kalacaktır. Onlar samimiyetle hareketedip üzerlerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirdiklerimüddetçe, Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti (koruması)altında olacaklardır. Onlar ne zulme uğrayacaklar, ne debaşkalarına zulüm yapmalarına izin verilecektir.” 11Hz. Peygamber (sas) döneminde kiliselerin bir kısmınael konulduğu, yeniden kilise yapılmasına ve yıkılanların tamiredilmesine izin verilmediğini ima eden sahih bir belge ve ifademevcut değildir. Görüldüğü kadarıyla her ne kadar “İslâm’dakilise inşa etmeye (izin) yoktur” şeklinde bir ifade bazı kaynaklardame’sûr bir rivayet olarak naklediliyor ise de 12 bu, mutlakbir ifade olarak kabul edilmiş ve bazı durumlarda bunun kayıtaltına alınabileceği ve farklı hükümlerin câri olacağı belirtilmiştir.Dolayısıyla âlimler, bu hükmün Hicâz bölgesiyle sınırlıolduğuna işaretle burada gayrimüslim mabedi inşa edilemeyeceğikonusunda ittifak etmişlerdir. İbnu’l-Kâsım (v.191/975)ve Serahsî (v.483/1090) gibi âlimler de Hicâz bölgesi dışındasavaş yoluyla fethedilmiş bile olsa, devlet başkanının zimmîstatüsü tanıdığı kimselerin kendi şehirlerinde hem eski mabetlerinikoruyacaklarını ve hem de yenisini yapabileceklerinibelirtmişlerdir. 13 Bu âlimler, sahabenin fethettiği ülkelerdeki40


gayrimüslim mabetlerine dokunmadıklarını, tahrip etmediklerinive özellikle halife Ömer b. Abdülaziz’in valilerine gönderdiğiemirnamedeki: “Fethedilen yerlerdeki kilise, havra veateşperest tapınaklarının yıkılmaması” yönündeki talimatınıdelil olarak kullanmışlardır. 14 Muasır âlimlerden AbdulkerimZeydan da bütün bu delilleri değerlendirdikten sonra, Hicâzbölgesi dışındaki gayrimüslimlerin, kendilerine verilen emânve güvenliğin bir gereği olarak oturdukları yerlerin özelliklerinebakılmaksızın gerektiği kadar mabet yapabilecekleri kanaatinidile getirmiştir. 15Bütün bu müsamahalı anlayışın yanında, İslâm’ın ilk dönemlerindeMedine’de Allah Resûlü ile birlikte yaşayan vegörünüşte Müslüman oldukları hâlde gizlice ihanet plânlarıyapan ve Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışmayı bozmayıhedefleyen münafıkların inşa ettikleri Mescid-i Dırar’ınfaaliyetlerine ise izin verilmemiştir. Zîrâ burası mabet olmaktanziyade, Ebû Âmir er-Râhib’in münafıkları örgütlemeyeçalıştığı, gizlice ihanet plânlarını görüştükleri, ileriye yönelikeylemleri için silâh ve mühimmat depoladıkları bir karargâholarak işlev görmüştür. 16 Nitekim Kâbe de Mekke fethedilinceyekadar müşrik Arapların ayin yaptıkları bir kutsal mekânolarak kullanılıyordu. Ağaçtan ve taştan yaptıkları yüzlerceput Kâbe ve etrafına yerleştirilmişti. Mekke’nin fethedilmesiylebirlikte Kâbe putlardan arındırılmış ve putlar imhaedilmiştir. Allah Resûlü döneminde yaşanan bu iki hâdisegösteriyor ki, varlık sebeplerinin dışında istimal edilerek gerçekişlevlerinden uzaklaştırılması, insana, topluma, hakka vehakikate zararlı hâle getirilmeleri durumunda, içtimaî barışaverdikleri zararı önlemek maksadıyla, adına mabet de denilsebazı mekânların varlığına müsaade edilmemiştir. Haddizatındabu da hedefler zaviyesinden bakıldığında umumiyetlekorunmuş mekânlar olarak kabul edilen mabetlerin saygınlığınımuhafaza maksadına matuftur. Dolayısıyla insanlararasında fitne ve bozgunculuk çıkarmak ve toplumsal barışazarar vermek gibi menfiliklere sebep olmadıkları sürece bütünmabetler korunmuş ve saygıya layık görülmüştür.Hulefâ-i Râşidîn döneminde de fethedilen yerlerdekigayrimüslimlerin mabetleri güvence altına alınmış, mevcutmabetlere karşı müsamaha gösterilmiş, kilise, havra vehatta ateşgedeler bile muhafaza edilmiş, yağmalanmamıştır.Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar kadar, ilk kıble olması hasebiyleMüslümanlar için de kutsal bir mekân olan Kudüs(yani Beytü’l-Makdis), Ömer (ra) döneminde fethedildiğindeİslâm’ın müsamahası adına önemli hâdiseler yaşanmıştır.Hz. Ömer Kudüs’te yaşayan gayrimüslimlere tam bir inançhürriyeti sağlamış ve onlarla akdettiği anlaşma metnindebunları bütün açıklığıyla ifade etmiştir. Buna göre, kiliselermevcut hâliyle korunacak, yıkılmayacak ve sayıları azaltılmayacaktır.Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler, zarargörmeyeceklerdir. 17 Hz. Ömer (ra) bu anlaşmayı akdetmeküzere Kudüs’e geldiği sırada Hıristiyanların dinî lideri PatrikSofranyus, ona şehrin en büyük kilisesi olan Kıyâme (Ba’s)Kilisesi’nde namaz kılması teklifinde bulunmuş, lâkin o, namazkılması durumunda kilisenin ileride Müslümanlar tarafındancamiye çevrilebileceği endişesiyle namaz kılmayı kabuletmemiştir. 18 Hz. Ömer döneminde fethedilen Mısır’dada aynı müsamahalı tavrın sergilendiği görülür. Mısır’ınfethine şahit olan Nikou Piskoposu Jean, şehri fethedenAmr b. Âs’ın (ra) kiliselere dokunmadığını, onları yağmaetmediğini, emlâkine el koymadığını ve Müslümanların Hıristiyanlarınişlerine karışmadığını açıkça ifade etmektedir. 19Hz. Ömer’in dışındaki Müslüman idareciler de Allah Resûlütarafından tatbik edilen esaslara uygun davranmışlardır.Osmanlı Toplumunda MabetlerMüslümanların gayrimüslimlerle beraber yaşadıklarıve idareye hâkim oldukları toplumlardaki uygulamalarabakıldığında, bu hususta umumiyetle Kur’ân ve Sünnetinahkâmına riayet edildiği görülür. 14 asırlık İslâm tarihiincelendiğinde bunun pek çok örneğine şahit olmakmümkündür. Meselâ İslâm medeniyetinin ana müesseselerininhayata geçirildiği bir toplum olarak kabul edilenOsmanlı’da da gayrimüslimlere karşı eşine ender rastlananbir müsamaha anlayışı hâkimdir. Devlet-i Âliye, başlangıçtanitibaren fethedilen bölgelerdeki gayrimüslimlerekarşı azamî derecede müsamahalı ve adaletli davranmıştır.Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli’de gayrimüslimlerin dinîmüesseselerine ve sosyal hayatlarına müdahale etmedeneski âdetleri üzere yaşamalarına imkân tanımışlardır. İştebu anlayış sebebiyledir ki, henüz fethedilmemiş bölgelerdekigayrimüslimler Osmanlı ordularına karşı fazla mukavemetgöstermemişler ve hattâ onların dinî ve vicdanî hislerinekarşı gösterilen bu saygı, onların Osmanlı idaresinibir kurtarıcı olarak görmelerine bile sebep olmuştur. 20Osmanlı hükümdarlarından Fatih (2. Mehmed),İstanbul’un fethi sonrasında, nasıl bir muamele göreceklerinibilmedikleri için firar eden veya Ayasofya’ya sığınanhalkın her türlü korkudan uzak ve serbest bir şekilde evlerinedönmelerini, normal yaşantılarını sürdürmelerini bildirmişve onların hâmisi olduğunu ilân etmiştir. Fatih’inİstanbul’un fethi sonrasındaki ilk icraatı olarak şehrin enbüyük kilisesi olan Hagia Sopia, fethin bir sembolü olmaküzere Ayasofya adıyla camiye çevrilmiş ve kendi hayratıolarak bağışlanmıştır. Sultan Fatih daha sonra İstanbul’daOrtodoks Kilisesi Patriği olarak tayin ettiği Gennadios’usaraya davet ederek bir ziyafet vermiş, uzun ve dostça birgörüşmeden sonra kendisine değerli bir asa ve taç vererek“Cenâb-ı Hak sizi korusun. Dostluğumdan her vakitfaydalanabilirsiniz. Seleflerinizin her husustaki haklarına41


ve imtiyazlarına malik olunuz” diye onurlandırmıştır. 21Kaynaklar, Fatih’in bu görüşmede Patrik’e bazı imtiyazlarıihtiva eden bir de ferman verdiğinden bahsederler. Buberatta “kiliselerin korunacağı, evlenme ve defin işlerininve diğer geleneklerin Rum kilisesinin usul ve kaidelerinegöre eskiden olduğu gibi yerine getirileceği” teminat altınaalınmaktadır. 22 Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasındahem Rum, hem de Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetlertanıması, ayrıca Fener Patriği’ne de ekümenlik vermesi,dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür. O,sadece İstanbul’daki Hristiyan cemaatlerine değil aynı zamandaBosna’daki rahiplere de benzer imtiyazlar vermiştir.Bosna’nın fethi sırasında verdiği Hatt-ı Hümayun’da,halkın kiliselerine, can ve mallarına karşı hiçbir taarruzdabulunulmamasını ve tam bir emniyet içerisinde yaşamalarınıgüvence altına almıştır. 23Sultan Fatih, fetihten sonra mabetlerine ve kendilerineilişilmemesi, Tevrat okumalarına ve ibadet etmelerinemâni olunmaması hususunda Musevilere de teminat vermiştir.Hahambaşılarının liderliğinde kendi havralarınasahip olma ve dinî hizmetlerini serbestçe yerine getirmehakkı tanınmıştır. Aslında bundan daha önce Orhan Gazidöneminde Bursa’da Musevilere bir mahalle ve sinagoginşa etme izni verilmişti. Zamanla Fatih’in verdiği bu ahdve emanı ihlâl eden bazı münferit hâdiseler olmuş, lâkin1602 (h.1011) yılında mabetleri tamire ihtiyaç gösterdiğinde,ellerindeki “fetva-yı şerife ve ecdâd-ı izâmın verdiklerievâmir-i münîfe muktezasınca” önceki hâl üzere tecdit vetamir edileceği, Tevrat okumalarına mâni olunmayacağıhususunda ikinci bir ferman daha verildi. 24Fatih’in dışındaki diğer Osmanlı padişahları dagayrimüslimlerin mabetlerine karşı umumiyetle aynımüsamahakâr tavrı sergilemişlerdir. Yavuz Sultan Selim,Kudüs’ü fethettiğinde 9 Kasım 1517 tarihinde akdettiğiHatt-ı Hümayun’da şunları ilan etmiştir: “Eskiden beribazı şartlarla kendilerinde olan kilise, manastır ve diğerkutsal yerleri, Kudüs’ün içinde ve dışında bulunan kiliseve ibadethaneleri, eskiden hangi şartlarda ellerinde bulunuyorsa,yine aynı şekilde devam etmek üzere Ermenitoplumuna patrik olanlar zabt ve tasarruf eyleyeler.” 25Kanunî Sultan Süleyman da aynı hak ve imtiyazları tanıdığınıbelirterek fermanında bunları birer birer saymıştır.Kanunî, Kudüs’teki bir kilisenin camiye çevrilmesi üzerinekendisine ricada bulunan Fransa kralı I. François’e verdiğicevapta bu hususta ne kadar adaletli ve müsamahakârolduğunu şöyle ifade ediyordu: “Cami-i şeriften mâadaolan makâmât Hristiyanların elinde kalacak ve zaman-ısaltanatımızda orada mukîm olanları hiç kimse rencideetmeyecek…hâlen işgal ettikleri kürsi ve mebâni kemal-iemniyetle muhafaza edilecek, hiçbir suretle ve hiçbir kimsetarafından rencide ve tazyik edilmeyecektir.” 26Sonuçİslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikatabakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayetettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıklarımüddetçe bütün gayrimüslimlerin mabetlerine saygıgösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibesayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’ninbelirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmaküzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütünMüslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. Emevîler,Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslümandevletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmişgayrimüslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygıgöstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır.Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamahasayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami,kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşananbazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacakolursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarakkabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş vezarar görmelerine müsaade edilmemiştir.* Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesioguner@yeniumit.com.trDipnotlar1. Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, Beyrut, trz., I/88.2. Taberî, Câmi’u’l-beyân, Beyrut, 1967, IV/7-9.3. Levent Öztürk, “Kur’an’a Göre Hristiyan Mabetlerine Gösterilmesi GerekenSaygı”, SÜİFD, S:5, Sakarya, 2002, s.76.4. Kurtubî, el-Câmi’u-li ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, II/54.5. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/393.6. Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara,2006,I/193-4.7. Ahmet Önkal, “Beytülmidrâs”, TDV İslam Ansiklopedisi, VI/95.8. Buhârî, cizye 6; Müslim, cihâd 61.9. Ebû Dâvud, hudûd 26.10. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.193.11. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kübrâ, I/357-8.12. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.94.13. Serahsî, Şerhu’s-siyeri’l-kebîr, Kahire, 1971, IV/1536.14. İbn Kayyım, Ahkâmu ehli’z-zimme, s.II/690.15. Zeydân, Ahkâmu’z-zimmiyyîn ve’l-müste’minîn., s.98.16. Vâkıdî, el-Megâzî, Beyrut, 1984, III/1045-8.17. Taberî, Tarîhu’r-rusûl ve’l-mulûk, Leiden, 1879-81, I/2405-6.18. Abbas M.el-Akkâd, el-Abkariyyetü’l-islâmiyye, Beyrut, 1968, s.427-8.19. Mustafa Fayda, “Ömer”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXIV/50.20. İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1982, s.182-3.21. J.Von Hammer, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1966, I/124.22. Hammer, Osmanlı Tarihi, I/124.23. Cevdet Paşa, Tezâkir, (Haz. C. Baysun), Ankara, 1986, s.84-5.24. Ahmet Refik, Onikinci Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul,1988, s. 11-3.25. Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, 1988, s.15-7.26. Bilal Eryılmaz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi,İstanbul, 1996, s.42.42


YENi ÜMiTProf. Dr. Ali İhsan YİTİK*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87DoĞu KökenliBAZI DiNî DÜŞÜNCE VEUYGULAMALARHint dinlerinden Budizm, özellikleribakımından rasyonelve hümanist kültür ortamındayetişen ve kendi gelenekseldinleri konusunda eleştirel olan birçok aydınacazip gelen bir dindir. Meselâ, ErichFromm’un Psikanaliz ve Din isimli eserindebu dine dair şu ifadeler yer alır: “İlk dönemBudizm’i, hümaniter dinlere en iyi örnektir.Budda aydınlanmış, büyük bir öğretmendirve insan varlığının gerçeğini bilir.Doğaüstü bir gücün adına değil, akıl yolundakonuşur. Aklın temsilcisidir ve bunukendi başına ilk bulan olduğu için, diğerinsanları da kendi akıllarını kullanmaya vegerçeği tanımaya çağırır... Onun şu öyküsükonumuz açısından güzel bir örnektir:Bir mango ağacının altında uyuyan birtavşan, birden büyük bir gürültü duyar vedünyanın sonunun geldiğini düşünerekkoşmaya başlar. Onun böyle koştuğunuduyan diğer tavşanlar ‘Neden koşuyorsun?’diye sorduklarında, koşan tavşan ‘Dünyabatıyor da ondan.’ cevabını verir. Buna inanantüm tavşanlar da var güçleriyle koşmayabaşlarlar. Onları gören diğer hayvanlar ‘Neoluyor?’ diye sorarlar ve aldıkları cevapda: ‘Dünyanın sonu geldive dünya batıyor.’ olur. Böylecetüm hayvanlar birbirlerinesora sora korkuiçinde koşuya katılırlar.Hayvanların bu durumunugören Budda,son gruptaki hayvanlarabu kaçışın nedeninisorar. Onlar ‘Dünya batıyor.’der. Bunun üzerine o, ‘Hayır, bu doğruolamaz.’ diye karşılık verir. Budda hayvanlara‘Dünya batmıyor, gelin bu korkuya nedenkapıldığınızı araştıralım.’ der. Bütün hayvantürlerini ardı ardına soruşturan Budda, sonundatavşanlara ulaşır. Onlar da Budda’yadünyanın battığını ortaya atan tavşana getirirler.Budda tavşana, ‘Dünyanın battığıdüşüncesi aklına geldiğinde neredeydin vene yapıyordun?’ diye sorar. Tavşan: ‘Mangoağacının altında uyuyordum.’ deyince Budda:‘Sanırım sen bir mangonun düştüğünüduydun. Gürültü seni uyandırmış olmalı vesen de dünyanın battığını sandın. Şimdi altındauyuduğun ağaca gidelim ve durumuöğrenelim.’ der. Beraberce ağacın yanınavardıklarında, tam tavşanın yattığı yerde birmango meyvesi bulurlar. Böylece Budda buakılcı çözümlemesi ile hayvan soyunun yokolmasını önler.”E. Fromm, Budda’nın burada hayvanlarakarşı gösterdiği şefkatin, insanın kendinegüveni konusunda gösterdiği tavrınve olaya akılcı yaklaşımının dikkat çekiciolduğunu ifade ediyor. 1 Aynı şekilde çağdaşİslâm düşünürlerinden MuhammedArkoun, W. Rahula’dan aktardığı şu öyküyedayanarak Budizm’in her türlü dogmatiköğretiden uzak, bireyi her bakımdanözgür bırakan bir din olduğunu söyler.“Evet, Kalamas, kuşku içinde olduğunbelli oluyor. Çünkü bir kuşku, ancak onayol açacak bir noktada ortaya çıkar. Şimdikendine iyi bak Kalamas. Kendini dışarıdangelen sözlere, geleneğin ya da sana denilenlerinsavlarına teslim etme. Kendini nedinsel metinlerin yönlendirmesine, ne basitmantığa ve çıkarsamalara, ne görünüşe, nespekülatif görüşlerin verdiği zevke, ne açıkçagörünen olasılıklara ne de efendimizigörme düşüncesine teslim et. Ancak, Kalamas,bazı şeylerin sağlıksız olduğunu, yanlışve fena olduğunu anlayabilirsen onları terket. Ve bazı şeylerin sağlıklı ve iyi olduğunubilirsen, onları kabul et ve izle...” 243


Budizm’e hayranlığı dile getiren bu ifadeler, gerek ülkemizdegerekse Batı’da Budizm’in yayılması için uygun birortam hazırlamıştır denilebilir. Zaten Hint kökenli dinlerinmisyonerlik konusunda en başarılı olanı Budizm’dir. Onu,Neo-Hinduizm denilen ve 1893 yılından sonra Swami Vivekenandave öğrencilerinin gayretleriyle Amerika ve Avrupa’dayayılmaya başlayan Advaita Vedanta düşüncesi ile yirminciyüzyılın ikinci yarısında aynı dünyada yaygınlık kazanan Yogave meditasyon dernekleri takip eder. Bu anlayışların ülkemizdekiuzantıları ise bize doğrudan doğruya Hint’ten değil, Avrupaveya Amerika’dan intikal etmiştir. Bu sebeple onlar çeşitliaerobik ve jimnastik hareketlerinin yanı sıra yararcılık ve hümanizmgibi Batı kaynaklı birçok düşünceyi de bünyelerindetaşırlar. Başka bir ifadeyle bunlar, Budist veya Advaita düşüncesiile Hint yoga ve meditasyon tekniklerinin modern Batıkültürüne uyarlanmış biçimleri olarak görülebilir.Bununla birlikte, ülkemizde doğrudan Hinduizm veyaBudizm propagandası yapan kişi veya kuruluşlar çok fazladeğildir. Ayrıca Budist düşünceyi Türk halkına anlatmakmaksadıyla İstanbul-Taksim ve İzmir’de açılan bazı bürolardadinî eğitimden ziyade parayla medyumluk eğitimi verildiğiveya Tarot falı açıldığı bilinmektedir. Meselâ, Tempodergisinde T. G. 1–7 Şubat 2001 yılında yayımlanan birröportajda, İstanbul/Taksim’de büro açan Bedri Korkmazisimli sözde Türk Budist rahibi, ziyaretçilerine rahiplik,medyumluk ve guruluk tecrübelerini aktarmasının yanı sıraücretsiz olarak Budist felsefesi öğrettiğinden söz etmektedir.Ancak günümüzde kendilerini bir din veya inanç sistemiolarak tanımlamaktan kaçınan, fakat temelde Budizmve Hinduizm’e dayanan birçok grup veya hareket vardır.Batı’da Yeniçağ hareketleri veya yeni dinî hareketler olaraktanımlanan bu grupların en dikkat çekicileri arasında Reiki,Sahaja Yoga, Transandantal Meditasyon (TM), Spiritualistler,Ananda Marga, Dünya Kardeşlik Birliği Mevlâna YüceVakfı, Yeni Yüksektepe Derneği ve Feng Sui gibi akımlarsayılabilir. Özde Hint veya Uzakdoğu kökenli olan, ancakbize Batı’dan intikal eden bu hareketler daha ziyade düzenlediklerikurslar, seminerler, toplantılar; muhtelif yayınlarve internet sayfalarındaki reklâmlarla tanınmakta ve taraftartoplamaktadır. Ayrıca çoğunluğu Batı dillerinden tercümekitaplar ve televizyon dizileri vasıtasıyla da karma, avatara,samsara, nirvana, yoga ve dairesel zaman gibi Hint dinî düşüncesineait kavram ve anlayışların son yıllarda Türk halkıarasında yayıldığı dikkati çekmektedir.Bu gruplara mensup üyelerin genelde inançlarını açıklamaktanve kendilerini belli bir dine bağlı olarak nitelemektenısrarla kaçındıkları gözlenmektedir. İlk anda Batı’dan ziyadeülkemize özgü bir tutum olarak görülebilecek bu tavrın sebeplerinigazeteci Levent Cantek, Reiki ile ilgili olarak şöyleifade eder: “Birincisi, Müslüman bir toplumda oluşabilecektepkilerden uzak kalmaya çalışıyor veya daha önemlisi yasalbir kovuşturmadan çekindikleri için böyle davranıyorolabilirler. İkincisi ise söz konusu sistem veya anlayışlarınbir din olduğuna gerçekten inanmadıkları için böyle davrandıklarısöylenebilir.” 3 Biz, diğer akımlar için de geçerliolduğunu düşündüğümüz bu sebeplerden birincisine kısmenkatılmakla birlikte, ikincinin en azından bütün üyeleriçin söz konusu olmadığını düşünüyoruz. Başlangıçtamüritlerin, bu sistemleri bir din veya farklı bir hayat tarzıolarak algılamadıkları düşünülebilir, ancak zaman içerisinde,meselâ Reiki’nin Budizm, TM veya Sahaja Yoga uygulamalarınınklasik Hint dinsel düşüncesiyle ilgili olduğunukavrayamadıklarını varsaymak doğru ve inandırıcı değildir.Nitekim kendini Buda rahibi olarak tanımlayan BedriKorkmaz’ın, yukarıda sözü edilen söyleşide, Budizm içinbile “… Dinle ilgisi yok. Anadolu sufiliği ile örtüşmektedir.”dediği düşünüldüğünde, bunu bir çeşit taktik olarakgörmek bile mümkündür. Yani, James Dittes’in yarım asırönce Anadolu’da görev yapacak Hristiyan misyonerler içinönerdiği “zımnî dinî öğretim” tekniğinin, bugün söz konusugruplarca başarıyla uygulandığı söylenebilir. 4Ülkemizde faaliyet gösteren yeni dinî/dinimsi düşünceve gruplar hakkında güvenilir bilgiler elde etmek son derecegüçtür. Ferdî görüşmeler ve dışarıdan gözlemler sayesindeelde edilen bilgilerin de doğrulanması epeyce zor görünmektedir.Bundan dolayı biz bu yazımızda söz konusugrupları yaptıkları genel tanıtım konferansları veya gazeteve internet sayfalarındaki ilânlarında yer alan bilgiler veyabu hareketlerden bir şekilde ayrılan eski üyelerin yazdıklarımuhalif yazılar ışığında tanımlamaya, daha sonra onlarailginin muhtemel sebepleri üzerinde durmaya çalışacağız.ReikiJaponca, Rei, (her yerde var olan) ve ki (ruhsal yaşamenerjisi) sözcüklerinden oluşan ve “Tanrısal/Aşkın enerjiveya kozmik yaşam enerjisi” anlamına gelen Reiki terimi,yediden yetmişe herkesi maddî-mânevî sağlığa/tekâmülegötüren bir yol/uygulama olarak tanımlanır. Bazen de herkestevar olduğuna inanılan ve bilhassa avuç içinden yayıldığıkabul edilen gizemli enerjiyi kullanarak uygulanan birçeşit tedavi yöntemi olarak görülür. Reiki uygulamalarınındaha ziyade İstanbul ve Ankara’da özellikle “sosyete” muhitleridenen, ekonomik durumları genellikle iyi veya Türkiyeortalamasının üzerinde olan ve çoğu yüksek öğrenimgörmüş kentli nüfus arasında yaygın olduğu söylenebilir.Reiki uygulayıcıları ısrarla kendilerinin bir din veya tarikatolmadıklarını söylerler. Ayrıca onlara göre Reiki kimyasalveya fiziksel enerjilerden farklı, dünyanın dışındakiyüce katlardan gelen ve tac çakrasından 5 vücuda giren birenerjidir; uygulaması kolay ve kişiye hiçbir zararı olmayanbir şifa tekniğidir. 6 Buna rağmen sessiz ve loş ışıklı seans44


salonları, ayinleri, duaları, sembolleri, masterları-müritleri,vaat ettikleri ruhsal ve bedensel huzur göz önüne alındığındaReiki’yi yeni bir din veya Budizm’in Batı’da oluşmuşyeni bir versiyonu olarak tanımlamak mümkündür. ZatenReiki’nin kurucusu Mikao Usui, Mahayana Budizmi’nin Çinve Japonya’da yayılan Tendai ekolüne mensup bir ailedengelmektedir. 15 Ağustos 1865 yılında Japonya’da dünyayagelen Mikao Usui, küçük yaşlarında manastıra gönderilmişve burada Budist felsefesi ve ruhsal eğitim almıştır.Hatırlanacağı üzere 1860–1890 arası, Japonya’da önemlisiyasî ve kültürel değişimlerin yaşandığı yıllardır. BilhassaKatolik ve Protestan misyonerlerin ülkeye girişlerine ve faaliyetlerineizin verilmesi dinî hayatta önemli değişimlere yolaçmıştır. 1900 yıllarında ağır bir hastalık geçiren Usui, iddiayagöre kendi keşfettiği özel yöntemler sayesinde hastalıktankurtulmuştur. Keşfettiği özel şifa yöntemini insanlara anlatmakonusundaki ısrarı ve aydınlanmış ruhlarla görüştüğünedair iddialarından ötürü de manastırdan kovulmuştur. 7 Bazıaraştırmacılara göre ise Usui’nin Budist rahipliğinden atılmasebebi, İsa’nın Yeni Ahit’te zikredilen mucizelerini Budist geleneklereuyarlama ve yorumlama gayretidir. Bundan ötürüonun öğretisi Hristiyanlık ve Budizm’i harmanlayan düşüncelerbütünü olarak kabul edilir. 8 Nitekim Reiki uygulamalarındavücuttaki enerji merkezlerine vurgu yapılarak, bunlarıharekete geçirmek için Hint düşüncesinde yoga basamaklarıolarak bilinen egzersizlerin önerilmesi, ondaki Budist mirasıntesiri olarak yorumlanabilir. Reiki’nin kaynağını Aşkın Enerjiolarak görme ise Hristiyanlık’taki Kutsal Ruh anlayışınıçağrıştırmaktadır. Dolayısıyla Reiki seanslarında yapılanları,Kutsal Ruh’u yardıma çağırma veya onun ruhbanlarda yarattığıhuzuru bir başkasına aktarmak şeklinde yorumlamakmümkündür. Bu sebeple Reiki salonları bugün, bazen bir çeşitticarethane olarak tanımlansalar bile, büyük oranda Budistkültüründe yetişen doğulu insanları Hristiyan kültüre alıştırmakgibi bir işlev görmektedir denilebilir.Sahaja YogaVishwa Nirmala Dharma adıyla da bilinen ve bütündünya üzerine yayılmış Sahaja Yoga (SWAN) ülkemizdeson yıllarda yayılan dinî akımlardan biridir. Şu anda çoğunluğuüç büyük şehir ve batı bölgelerimizde olmak üzereTürkiye’de yirmiden fazla Sahaja Yoga toplantı merkezivardır. Bazı salonların sadece belirli üniversitelerin mezunlarınatahsis edildiği göz önüne alındığında, bu hareketindaha ziyade kültürlü genç insanlar arasında yayıldığı söylenebilir.9Temel öğretisi 1970 yılında Hint asıllı Shri Mataji NirmalaDevi tarafından ortaya atılan ve yeni bir meditasyonyöntemi sayılan Sahaja Yoga, Hint düşüncesinde nirvana,mokşa veya jivanmukti gibi mücerret kavramlarla tanımlanannihai hedef yerine insanın kendini gerçekleştirmesinikoyar. Bunun da, Ana Tanrıça veya Adi Shakti’nin inkarnasyonukabul edilen Shri Mataji’nin yardımı sayesinde kolaycagerçekleşeceğine inanılır. Çünkü o, insanın içinde uyuyanve uyarıldığında iç aydınlanma veya miraç tecrübesimeydana getiren kundaliniyi uyarma ve harekete geçirmegücüne sahip biri olarak kabul edilir. Hattâ onun yokluğunda,Mataji’nin fotoğrafı da aynı etkiyi sağlayabilir.Bundan dolayı kendini Hz. İsa, Hz. Meryem, PeygamberimizHz.Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Guru Nanak,Mahavira, Krisna ve Rama gibi önemli dinî şahsiyetlerininkarnasyonu olarak gören Mataji’nin bulunmadığı ortamlardaöngörülen hedefe ulaşmak isteyen müritler avuçiçleri yukarıya bakacak şekilde onun fotoğrafı önünde oturur.Böylece omuriliğin en ucunda bulunduğuna inanılanve gizil ruhsal enerji anlamına gelen kundalini enerjisininuyarıldığı ve altı çakra boyunca yukarı doğru ilerleyerekomuriliğin en üst noktasına çıktığı, bu sırada ılık bir esintihissedildiği ve tam bir mutluluk ve sükûnet hâli yaşandığıiddia edilir. Bazı kimselerde ise kundalini akışı sağlanamadığıiçin böyle bir hâl yaşanmaz. Aksine sıkıntı veacı meydana gelir. Shri Mataji’nin, müritlerin yaşadığı busıkıntıları hissettiği ve onlara ruhsal güç aktarmak suretiyleonların enerji akışını düzenlediği ve böylece onları acı veızdıraptan kurtardığı kabul edilir. Hattâ müritleri onun,bu enerji aktarımları sayesinde ölümcül hastalıkları bile tedaviettiğine inanır. Öyleyse nihai aydınlanma veya mutlakhuzur için yapılması gereken şey, sadece “müridin kendinitamamen Shri Mataji’ye adamasıdır.”Bugün Sahaja Yoga yöntemini öğrenmeye çalışanlarınçoğu 20-45 yaş arası insanlardan oluşmaktadır. Bunlarınçoğu gelir düzeyi ülke ortalamasının üzerinde olan kimselerdir.Sahaja Yoga ise ülkenin Batı’ya yönelik yüzününmâneviyat arayışını temsil etmektedir. İlk dönemlerde hareketinreklâmı daha ziyade arkadaşlık ilişkilerine dayandığıhâlde bu günlerde internet sayfaları ve video tanıtımprogramları pek çok yeni üyenin katılmasında önemlibir faktördür. Kıdemli üyeler her Pazar haftalık puja/ayinekatılmak zorundadır; Puja adı verilen dinî törenlerdetopluca dualar okunur ve mantralar söylenir. Ayrıca ShriMataji’nin resmi yıkanarak üzerinde meditasyon yapılır.Törenden sonra bütün katılımcılar topluca yemek yer veböylece tören tamamlanmış olur. Kendini tamamen SahajaYoga’ya vakfetmiş üyeler ise Shri Mataji’nin de hazırbulunduğu uluslararası toplantılara iştirak eder; hareketinprogramlarını üyelere ve potansiyel müritlere duyururlar.Ayrıca yıllık Hindistan turu sırasında gerçekleştirilen toplunikâh törenine de katılırlar. Üyelerden gezi ve organizasyonmasrafları için düzenli olarak bağış toplanır. Üyeleristedikleri takdirde hareketten ayrılabilir, ancak harekettenayrılanlar yeni hayata uyum sağlamakta zorlanırlar. 1045


Yoga: Elitlerin İbadet Yolu(!)Aslında Yoga, Hinduizm’de havassü’l-havas (elitlerineliti) diye isimlendirebileceğimiz seçkinlere özgü bir ibadetbiçimidir. Hatırlamak gerekir ki, söz konusu dindeavamın, elbette daha farklı ibadet ve uygulamaları vardır.Fakat samsara çemberinden kurtulmak ve mutlak kurtuluşaulaşmak isteyenler için yegâne yol yoga egzersizleriniuygulamaktır. Hinduizm’in dışında Budizm ve Caynizmgibi bölge dinleri için de aynı durum geçerlidir.Hinduizm’e göre insan için hayatın dört temel gayesivardır: Dharma, artha, kama ve moksha. Bunlardan ilk üçübütün Hinduların ortak hedeflerini ifade eder. Dharma, kişininatalarının yolunu, yani töresini, geleneğini öğrenerekona uygun hayat tarzını benimsemesidir. Artha ise ferdinbaşkasına muhtaç olmadan rızkını temin etmesi, kendineve ailesine yetecek mala ve mülke sahip olması ve bununiçin gayret göstermesi demektir. Kama da kişinin zinadanuzak durması ve ailesini kurarak ölümünden sonra adınıyaşatacak ve kendisi için hayırlı işler yapacak evlâtlar yetiştirmekiçin çalışması anlamına gelir. Bunlar Hinduizm’de50 yaşına kadar olan herkesin ortak hedefidir. 50 yaşınaulaşarak hayatın üçüncü dönemine geçen kişi için ise gerçekleştirilmesigereken bir tek gaye vardır: O da moksha/mutlak aydınlanmaya veya kurtuluşa ulaşmaktır.Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bizdeki yoga ve meditasyonmerkezlerinde önerilen ve uygulanan yoga egzersizleri,hem hedef hem de muhteva bakımından Hindu yoga uygulamalarındanfarklıdır. Zîrâ Hinduizm’de yoga, ilk ikisi sözkonusu dinin emir ve yasaklarını yerine getirmeyi ifade edenyama ve niyama basamaklarından oluşan sekiz dilimli bir yoldur.Hâlbuki memleketimizdeki birtakım jimnastik ve aerobikhareketlerle süslenmiş yoganın sadece iki basamağı üzerindedurulmaktadır. İlk aşama, rahat oturma alışkanlığı kazanmak/lotus pozisyonunda oturmayı öğrenmek; ikinci aşama ise bupozisyondayken okunacak mantralar ve uygulanacak nefestutma egzersizleri sayesinde zihnî konsantrasyonu sağlamaiddiasıdır. Aslında bu durum, Hinduizm veya Budizm’denkaynaklanan düşünce ve akımların Batı’nın kapitalist sistemineentegre edilmesinin tipik bir örneğidir. Aynı olay reinkarnasyon,reiki ve meditasyon için de söz konusudur. Başka birifadeyle, bütün bu düşünce ve uygulamalar her ne kadar doğukaynaklı olsalar da Doğu kültüründen ziyade Batı kültürününetkilerini taşır. Çünkü hammadde Doğu’dan gelse de onlarıişleyen tezgâhlar Batılıdır.TM: Transandantal Meditasyon TekniğiTransandantal Meditasyon (TM), ruhu derin düşünme sürecininbaşlangıcına götüren ve burada bilince dönüştüren birteknik olarak tanımlanır. Taraftarları gözünde o, basit, doğal,özel çaba gerektirmeyen, kolaylıkla öğrenilen, günde iki keregözler kapalı şekilde 15–20 dakika süreyle oturularak yapılan birzihnî yoğunlaşma tekniğidir. Hedefi, aktivite ve üreticiliği, zekâve enerjiyi geliştirip arttırmak; zihnin ve bedenin sınırsız potansiyeliniharekete geçirmek ve böylece hayatta sağlık, mutlulukve başarının keyfini çıkarmaktır. 11 Antik Veda Bilimi ile modernkişisel gelişim yöntemlerinin başarılı bir harmanlaması olduğudüşünülen TM, bir din, felsefe veya hayat biçimi değildir. Ayrıcakendine özgü bir değerler sistemi, inanç, tapınma, moral eğitimveya terminoloji içermez. TM dinlere karşı hoşgörülü gözükmektedir.Ve onların varlığından yanadır. O, evrensel kabul görmüş,tekrarlanabilen ve doğruluğu her yerde ve zamanda kanıtlanabilenbir tekniktir. Kökleri sulanan bir ağacın yaprakları vedallarının canlanması gibi bedenimiz de canlılığını ve hareketini“birleşik alan”daki kaynağından alır, dolayısıyla onun hareketegeçirilmesi bireyi canlandırır, yorgunluk ve stresten kurtarır. 12Maalesef birçok kişi, bu iddialı ve hayalî hedeflerin peşine düşmüş,bu uğurda hem zamanlarını hem de paralarını heba etmiştir.Bugün dünyada beş milyon civarında taraftarı bulunduğuiddia edilen TM Merkezleri veya diğer adıyla Maharishi BirleşikAlan Teknolojisi Dernekleri ülkemizde de 1966 yılından berifaaliyettedir. Bugün İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa veEskişehir’de bulunan TM Merkezlerine yılda toplam on-on beşbin kişinin devam ettiği tahmin edilmektedir. 13Spritüalistler / RuhçularSpritüalistler, Türkiye’de kendilerini din-dışı veya dinlerüstü olarak gören grupların en eski ve en etkin olanlarındandır.Önderleri Dr. Bedri Ruhselman’dır. Onunölümünden sonra karizmatik bir kişiliğe sahip ErgunArıkdal, Metapsişik Tetkikler ve İlim Derneğinin başınageçmiştir. Onun döneminde hız kazanan yayınlar ve periyodikkonferanslar sayesinde hareket popüler hâle gelmiştir.Arıkdal’ın ölümünden sonra öğrencileri, Bilyay Vakfıve Ruhsal Araştırma Dernekleri adıyla konferans ve yayınfaaliyetlerini çeşitlendirerek sürdürmektedirler. Özelliklebüyük şehirlerde ve Kıbrıs’ta şubeleri vardır.Spritüalistlerin Budizm veya Hinduizm’le doğrudanorganik bağları yoktur. Ancak yazılı ve sözlü etkinliklerindeduyular-dışı algılama, hipnoz, medyumluk gibi ruhsalkonuların yanı sıra Hint düşüncesinin temel kavramlarındankarma ve tekrardoğuş konularına geniş yer verdikleridikkati çekmektedir. Ayrıca dünyamızın bütün kurumlarıylayozlaştığını, topyekün insanlığın bencil istek ve fiillerinetkisi altına girdiğini ve bütün bunların son zamanınhazırlığı olduğunu iddia etmeleri de semitik dinlerdekikıyamet öğretilerini ve Hinduizmdeki kali-yuga ve sonrasındagerçekleşeceği kabul edilen krita-yuga öğretilerinihatırlatmaktadır. 14 Bu sebeple onların da, Hint dinlerininülkemizde tanınması ve yayılmasına dolaylı biçimde deolsa katkı sağladıkları düşünülebilir.Dünya Kardeşlik Birliği Mevlâna Yüce VakfıTıpkı Spiritüalistler gibi yaygın isimleriyle Mevlânacılarınveya Prizmacıların da Hint dinleriyle doğrudan bir ilişkisi46


yoktur. Ancak hareketin kurucusu Vedia Bülent Çorak’ın kendiniMevlâna Celâleddin Rumi’nin inkarnasyonu olarak görmesive hareketin gizemli, ezoterik yapısı akla Hint dinlerinigetirmektedir. Yunus Emre ve Mustafa Kemal Atatürk gibiönemli şahsiyetlerin, kendi görüşlerini geniş kitlelere yaymave harekete meşruiyet kazandırma gayesiyle kullanıldığı hattasuiistimal edildiği dikkati çeker. Yoksa bu hareketin, adı geçenşahsiyetlerin insanî felsefeleriyle bir ilgisi yoktur. Gerçekte buhareket, Batı’da onlarca örneğine rastladığımız Yeniçağ HareketlerininTürkiye versiyonu olarak görülebilir. Ülkemizdeçoğunluğu İstanbul, İzmir, Bursa ve Antalya’da olmak üzereon bin civarında taraftarı olduğu tahmin edilmektedir.SonuçBütün bu akımların ortak iddiası, insanı ruhî bakımdangüçlendirerek, onu yeni döneme/çağa hazırlamaktır.Ruhçu derneklerde ve Dünya Kardeşlik Birliği’nde dahaaçık görülen bu düşünce, aslında Batıdaki Yehova Şahitlerigibi akımların binyılcı düşüncelerinin doğu kavram veuygulamalarıyla süslenmiş bir versiyonu olarak düşünülebilir.Reiki, TM ve ülkemizde Sağlıklı Yaşam Dernekleriadıyla da faaliyet gösteren Sahaja Yoga ile Feng-shui gibiakımlar ise Batı’daki kişisel gelişim ve şifacı arayışlar veyaçağdaş(!), çevreci ve feminist akımları hatırlatmaktadır.Yazının giriş cümlelerinde de ifade edildiği gibi söz konusudüşünce ve uygulamaları yaymak için kullanılan ilginçpazarlama teknikleri ve reklâm cümlelerindeki çekicilik kadarkullandıkları rasyonel ve hümanist söylem, bu akımlarınBatı’da ve Türkiye’de yayılmasında en önemli etkendir. Bunailâveten, farklı olana ve bilinmeye karşı duyulan merak da buyönelişlerdeki başka bir faktör olarak zikredilebilir. Bilhassaözel oturumlarda terennüm edilen ve kendilerine birçok gizematfedilen mantralar veya şarkılar, çok fazla konuşan veneredeyse kendisini dinleyecek zamanı olmayan günümüzinsanının ilgisini çekmektedir diye düşünülebilir. Ancak hiçbirzaman unutmamak gerekir ki, bütün bu süreçler, insanlarınkendi kültürlerine yabancılaşması ve yabancı kültürlerinçekim alanına girmeleriyle sonuçlanmaktadır.Yine, böyle toplulukların üyeleri arasında yakın ve sıcakilişkiler söz konusudur. Ayrıca geleneksel lider-taraftar ilişkisiveya mürşit-mürit ilişkisi terkedilmiş, onun yerini bir çeşitdoktor-hasta ilişkisi almıştır. Bu durum, modern şehirlerdekalabalıklar içinde yalnızlık çeken, derdini paylaşacak birdost bulamadığı için bunalıma giren pek çok kimsenin buakımlara kapılmasına yol açmaktadır. Dahası, sıkı rekâbet ortamındayaşayan, sürekli birileriyle yarışan ve bu hengâmedekendini dinleyecek ve gerektiğinde yardımcı olacak bir dostbulamayan her insan, böyle büyülü ve dinî hareketlerin üyesiolmaya adaydır. Son yıllarda hızlı sosyo-kültürel değişim yaşayanülkemizin, böyle sosyal oluşumlar için oldukça mümbitbir ortam olduğu da unutulmamalıdır.İslâm dini ve kurumlarının son yıllarda sürekli terör veşiddet olaylarıyla birlikte anılır olması, irtica vs. gibi psikolojikbaskılar ve din konusundaki sonu gelmeyen tartışmalarda, metafizik ve ruhî tatmin arayışındaki insanlarınİslâm dininde bu itminan ve huzuru bulacağı yerde böylehareketlere yönelmesine yol açmıştır. Dahası, bu topluluklarınkendilerini bir çeşit seçkinler veya aydınlar grubu olaraktanımlaması, pek çok insanda var olan sıradanlıktan kurtulmave elitler arasına katılma arzusunu tatmin eder görünmektedir.Böyle kimseler kendilerini ya çölde aradığı suyubulan bir yolcu gibi görmekte, ya da kendisini içinde yaşadığıtoplumun diğer fertlerinin aksine, toplum ve çevre konularınaduyarlı, dünyamızın hem bugünü hem de yarınınıdüşünen sıradışı seçkin bir kişi olarak algılamaktadır.Son olarak, yeni din görünümlü hareketler, bilhassa gençlerinhareketlerini sınırlamayan, öğretilerini onların anlayabileceğibir dilde ifade eden özgürlükçü akımlar olarak görülmektedir.Bilhassa İslâm dininin doğru bir şekilde tebliğ ve temsiliile insanlara anlatılmaması, söylemimizin güncelleştirilmesikonusunda sıkıntılar yaşandığı ve genç nesillerin çoğu zamangöz ardı edildiği hatırlanacak olursa, bunun, özellikle genç,eğitimli ve nispeten üst gelir grubundaki insanlar arasında zikredilenhareketlerin cazibesini artırdığı söylenebilir.* Dokuz Eylül Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesiiyitik@yeniumit.com.trDipnotlar1. Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Çev. Aydın Arıtan, İstanbul-1996, s.66-682. Muhammed Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, Çev. Hakan Yücel, Metis Yayınları,1999-İstanbul s. 84-85.3. Milliyet Gazetesi, 19 Kasım 2003, Çarşamba.4. James E. Dittes, Hristiyan Misyonu ve Türk İslâmlığı, çev. Turhan Yörükân,Ankara-1957, s.14-215. Çakra, Sanskritçede tekerlek anlamına gelen bir kelimedir. Ancak gelenekselyoga öğretisinde vücutta varlığı kabul edilen enerji merkezleri anlamına gelir. Buenerji merkezleri kuyruk sokumundan beyine kadar omurilik üzerinde mevcutolup yedi adettir. Taç çakrası adı verilen enerji merkezinin kafatasının en üst noktasındabulunduğu ve beyin, sinir sistemi ve epifiz bezini etkilediği kabul edilir.Diğer çakralar ise şunlardır: 1) Kuyruk sokumunda bulunan, cinsel organlarüzerinde etkili muladhara çakrası 2) Göbeğin alt kısmında yer alan, karaciğer,dalak ve bağırsaklar üzerinde etkili olduğu kabul edilen sıvadistana çakrası 3)Göbeğin iki parmak üzerinde bulunan, manipura çakrası 4) Gövdenin ortasında,iki göğüs arasında bulunan anahata çakrası 5) Gırtlakta bulunan vishouddhaçakrası 6) Alında, iki kaşın ortasında yer alan Ajna-çakra’dır. Bkz. Müheyya İzer,Çağdaş Yoga, Dharma Yayınları, İstanbul, 2003, s. 26-27.6. Bkz. Esin Ateş-Rüya Ateş, Geleceğimiz Ellerimizin Arasında Reiki ileTürkiye’de Büyük Dönüşüm, II. Baskı, Dharma Yayınları, 2002-İst., 13-14; www.petekkitamura.com7. www.asunam.com/life_of_mikao_usui_htm8. Levent Cantek, Milliyet Gazetesi, 19 Kasım 20039. Seda Ercan-Şirzat Bilallar, “Diskotekte Üç Gün Üç Gece” Gizli Ayin”, Flaş Yaşam,Mart-200010. Eilen Berker, New Religious Movements: A Practical Introduction, London,1992, s. 207-20911. Robert Roth, TM Transandantal Meditasyon Tekniği, Çev, Deniz YILMAZ,İstanbu 1997, s. 11,1612. Robert Roth, age, s. 11-1713. http://www.maharishi.org.tr14. Ergün Arıkdal, Değişime Doğru, İst.1996, s.117–12547


YENi ÜMiTMustafa Yılmaz*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87ZİKİR VE DUADAESMÂ-İ HÜSNÂEy Allah’tan izzet, servet ve rif ’at isteyen,Rabbine O’nun ulvî isimleriyle seslen! 1A. Geylânî (kuddise sirruhû)Esmâ-i Hüsnâ”, Yüce Yaratıcı’nın, Allah, Rahman,Rahîm, Melik, Kuddûs, Selam… gibi birbirindengüzel, güzellerden güzel, en güzel ve en âlî isimleridir.Esmâ-i Hüsnâ tabiri bizzat Kur’ân’a aittir vedört yerde geçer. Bu konudaki âyetlerden birisinin meâli, “Engüzel isimler Allah’ındır. O hâlde bu isimlerle O’na dua edin”şeklindedir. (A’râf, 7/180) Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm)da, bir hadîs-i şerîflerinde, “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır.Kim bunları sayarsa Cennet’e girer” buyurur. 2 Konuyla alâkalıEfendimiz’den bize ulaşan en sıhhatli rivayet de budur.Hadîs-i şerîfte zikredilen iki hususa kısaca temas etmektefayda var. Evvelâ, İslâm âlimlerine göre Cenâb-ı Allah’ınisimleri bu hadîs-i şerîfte rivayet edilenlerle sınırlı değildir.Aksine hem Kitab-ı Mübîn’de hem de Sünnet-i Sahîhadaaçık ya da kapalı daha bir hayli Esmâ-i İlâhi’ye vardır. SadeceKur’ân-ı Kerîm’deki İlâhî isimler sayılmış olsa bilerakamın doksan dokuzdan fazla olduğu görülecektir. 3Ayrıca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kimseninâfet ve musibetler dolayısıyla tasalandığında okuması için talimettikleri duada, “Allah’ım, ben Senin kulunum, kullarından birerkekle bir kadının oğluyum. Perçemim Senin (kudret) elindedir.Hakkımdaki kararın yürürlükte ve takdirin âdilânedir.Senden, Kendini isimlendirdiğin, Kitabında zikrettiğin,mahlûkatından herhangi birine öğrettiğin veya gayb ilmindekendine tahsis edip kimseye bildirmediğin her ismin hürmetine;Kur’ân’ı kalbimin baharı, gözümün nuru, hüzün, gam vetasamın gidericisi kılmanı diliyorum.” buyurmuştur. 4 Demekki, tek bir sâlih kul, cin veya meleğe bildirilmiş ya da kimseyebildirilmeyip ilm-i ilâhîye has kılınmış isimler de vardır.Hadîs-i şerîfte doksan dokuz isimden bahsedilmesi,ehlullahtan bazılarının da işaret ettikleri gibi ya o nûrânîisimlerin dua ve evrâd ü ezkârda taşıdıkları -eskilerin tabiriyle-bazı havâstan yani hususiyetlerden kaynaklanmıştırveya zikredilen rakam kesretten (çokluktan) kinayedir.Tabiî Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha başkahikmetler gözetmiş olabileceği de pekâlâ mümkündür.İkinci husus, bu hadîs-i şerîfteki ‘sayma’ ifadesindenmuradın ne olabileceğidir. Bu sorunun cevabını muhtelifhadîs şerhlerinde arayacak olursak karşımıza şu mânâlarçıkar: Bu isimleri ezberleme.. mânâlarını tasdik etme.. omânâlar üzerinde tefekkürde bulunup hakikatlerine ulaşmayaçalışma.. isimlerin gerektirdiği hususları amel olarakhayata yansıtma.. mazmun ve muhtevalarına tazimde bulunma,saygılı olma.. o isimlerle Allah’a yalvarma ve onlarıvird-i zeban hâline getirme… 5 Görüldüğü üzere esmâ-ihüsnâ ile zikir ve dua, onlarla Allah’a yalvarma, hadîs-işerîfteki ‘sayma’ çerçevesine dâhil olmaktadır.Kâinat Bir Tecellîler SahnesiVarlığın esası İlâhî isimler ve onların tecellîleridir. Cenâb-ıHak bizim bilebildiğimiz yahut bilemediğimiz bütün isimleriyledeğişik tecellîlerde bulunmuştur ve her an bulunmayada devam etmektedir. “O, her an ayrı bir tecellîde bulunmaktadır”meâliyle verebileceğimiz Rahmân Sûresi’nin 29.âyeti tam da bu hususu dile getirir. Kâinat, eşya ve insanda, İlâhî isimlerin değişik tecellîlerinden, daha hassas ve incebir ifade ile bu tecellîlerin dalga boyundaki yansımalarındanibarettir. Güzel bir nazımda bu hakikat şöyle dile getirilir:“Söyler Seni yüz bin dil ile dağlar, dereler,Her yanda tül tül esmâ ve sıfâtın görünür.Duyunca adını her gönül ürperir-inler,Çehreler büyülü bir mehâbete bürünür...” 648


Evet, Hak dostlarına göre Esmâ-i İlâhiye, kâinat, eşya veinsan hakikatinin esasıdır. Bütün varlık ve varlıktaki icraat-ısübhaniye o ilâhî isimlere dayanır. Dünyanın üç yüzündenbiri bu Esmâ-i İlâhiyeye bakmaktadır. Kendine bakan yüzündendolayı sevilmeye lâyık olmayan hatta mel’ûn kabuledilen dünya, esmâ-i hüsnânın bir tecelligâhı ve âhiretinmezrası olması hasebiyle mahbub addedilmiştir.İslâm âlimleri, özellikle de hâl erbabı diye isimlendirdiğimizsûfîler, pek çok düşünce ve mülâhazalarını esmâ-ihüsnâ üzerine bina etmişler; varlığın gayesini, yaratılışınamacını, hayatın mânâsını bu isimlerin penceresinden bakarakvuzûha kavuşturmaya çalışmışlardır. Ulemadan yüzlercebelki binlercesinin o isimlerin üzerinde hassasiyetledurmaları, anlamaya çalışmaları, anladıklarını mücelletleresığmayacak kadar manzum yahut mensur şerh ve izahlarlaortaya koymaları o güzel ve ulvî isimlerin muallâ ve müstesnakonumlarını hatırlatma bakımından çok önemlidir.Ayrıca hatırlamamız gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattakiicraatlarının, O’nun güzel isimlerinin tecellîlerindenibaret olmasından dolayı, Kur’ân-ı Hakîm’in pek çok yerinde,bir mesele anlatıldıktan sonra âyetler, “İnnallahe SemîunBasîr”, “İnnehû Hüve’s-Semîu’l-Basîr”, “İnnallahe alâ küllişey’in Kadîr” gibi ifadelerle, o mevzudaki isim ya da isimlerinbir fezleke olarak zikredilmesiyle tamamlanmıştır. Bir taraftanâyetteki muhteva ve mazmun bu isimlerle özetlenmiş,diğer taraftan da Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi,zihinlerin o âyette ifade edilen cüz’î meseleden küllî mânâlarasevki murad edilmiştir. 7 Binaenaleyh, Kur’ân’ı anlama gayretiiçerisinde olan samimi gönüller işte o fezlekelere ve fezlekelerdekiisimlere bu mülâhazalarla bakmalı ve böylece dahaince ve derin mânâlara intikal etmeye çalışmalıdırlar.Bütün bunları zikrettikten sonra diyebiliriz ki, Cenâb-ıHak, bize Zât-ı Ecell-i A’lâsını ve sıfât-ı sübhaniyesini hep buisimlerle bildirip tanıttırmıştır. Bundandır ki, Esmâ-i İlâhiyeninhakikatini duyup tatma Hak yolcularının en önemli gayelerindenbiri addedilmiş; mârifetin ilk basamağı bu birbirindengüzel isimlerin bütün kâinatta çakıp duran tecellîlerini görüpsezmek sayılmış; öte yandan bu hakikatlere kapalı bulunma isekul ile Rabbi arasında bir perde kabul edilmiştir.Evet, irfan ve mârifet yolcuları için Cenâb-ı Hakk’ı,hakkıyla bilip tanımada, O’nunla rûhî ve kalbî münasebetegeçip, beşer olmaktan ve nefis taşımaktan kaynaklananuzaklığı aşarak O’nun yakınlığına er(iş)mede, O’nunEsmâ-i Hüsnâ’sını bilip tanımanın, sırlı dünyaların kapılarınıaralayabilmek için o isimleri birer anahtar olarak kullanmanınolmazsa olmaz derecede ehemmiyeti vardır.İnsan, Cenâb-ı Hakk’a bütün gönlüyle yönelmeli, Zât-ıUlûhiyeti tanımanın Esmâ-i İlâhiyeyi bilmeden ve onlara sımsıkıyapışmadan mümkün olamayacağını düşünerek, O’nungüzel isimlerini iyice bilmenin ve kurbet adına çok mühimbasamaklar olarak değerlendirmenin yollarını aramalıdır.Esmâ-i Hüsnâ ile Zikir ve DuaO değerlendirme yollarından biri belki en önemlisi de zikirve duada Esmâ-i Hüsnâ’ya yapışmaktır. Zikir diğer bütünibadetleri bir şemsiye gibi kuşatan çok önemli ve şümullü birvazifedir, bir kulluk borcudur; lisanın kendine göre bir zikriolduğu gibi, kalbin, bedenin ve vicdanın diğer rukünlerinin dekendilerine göre zikirleri, Allah’ı anma usûl ve yolları vardır.Dille yapılan zikir denilince akla ilk olarak, Cenâb-ıHakk’ı bütün güzel isimleriyle yâd etmek gelmektedir. Buda o isimlerin ya tek tek ya da birkaçının bir arada tekrarlanmasıyoluyla olur. M. Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuyadeğindiği bir sohbetinde şunları söyler: “Bir mürşidinirşadı ve gözetiminde, o en güzel isimlerden bazıları bellibir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap vesünnette kat’î bir şey yoktur. Fakat selef-i sâlihînden bazıları,o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göreçekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı celâlinin ebced karşılığı66’dır. Zikir sırasında bu lafz-ı celâli bazıları 66 kez, bazılarıda 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber,esmâ-i İlâhiye’den hangisinin sizin üzerinizde gâlip vehâkim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiyeetmişlerdir. Meselâ ‘Latîf ’ ismine mazhar olabilirsiniz. Ozaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz.” 8Her insanda bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın muhtelif tecellîleriolmakla beraber, bir ya da birkaç ismin daha gâlip olmasıhususunu Üstad Bediüzzaman şöyle bir misâlle anlatır:“Meselâ, İsa (aleyhisselâm) sair esmâ ile beraber Kadîrismi onda daha gâliptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürdeHakîm ismi daha ziyade hâkimdir.” 9 Mektûbât’tada konuyla alâkalı ayrı bir misâli, bu sefer Kur’ân hizmetiüzerinden verir: “Ehl-i hakikatin bir kısmı, nasıl ki ism-iVedûd’a mazhardırlar ve âzamî bir mertebede o ismincilveleriyle, mevcudâtın pencereleriyle Vâcibü’l-vücûd’abakıyorlar; öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnızhizmet-i Kur’ân’a istihdamı hengâmında ve o hazine-ibînihâyenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-iHakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş.” 10Efendiler Efendisi’nin bu husustaki durumu dahahususîdir. “Hazreti Rûh-u Sey yidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüssalavâtve etemmütteslîmât)’ta ise bütün enbiya vemürselînde icmâl edilen esmâ ve sıfât-ı Sübha niye’nin tafsilîbir şekilde ve a’zam derecede tecellîsi söz konu sudur.” 11Burada zikredilebilecek diğer bir husus da şudur: Pek çokzat ‘İsm-i A’zam’ı öğrenip onun zikrine devam etmek istemiş,bu istikamette çok gayret göstermiş ve ism-i a’zamın Allah’ın49


(celle celâlühû) isimlerinden hangisi/hangileri olabileceğihususunda farklı mülâhazalar sergilemişlerdir. Haddizatında“kendisiyle dua edildiğinde kabul gören, bir şey istenildiğindeicabette bulunulan” İsm-i A’zam hakkında EfendilerEfendisi’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen değişik rivayetlerde mevcuttur. Bu rivayetler bazı dua mecmualarında birarada verilmiştir. 12 Bununla beraber Peygamber Efendimiz(aleyhissalâtü vesselâm); “Şu isim İsm-i A’zamdır.” diye birbeyanda bulunmamış, dolayısıyla da İsm-i â’zam, tıpkı Kadirgecesi, icabet saati, Hızır (aleyhisselâm) gibi gizli kalmıştır.Allahu a’lem, murad-ı İlâhî, bütün Esmâ-i Hüsnâ’sıyla Kendisineteveccüh edilmesidir. Zaten Bayezid-i Bistâmî (kuddisesirruhû) gibi bazı büyüklere göre sadakat ve teemmülleEsmâ-i Hüsnâ’dan hangisiyle Cenâb-ı Allah’a yönelinse o isimİsm-i A’zam gibi müessir olacaktır. Aslında bir âyet-i kerîmede bu mülâhazaları teyit eder gibidir: “De ki: Dua ederkenister ‘Allah’ ister ‘Rahmân’ diye hitab edin. Hangisini desenizen güzel isimler hep O’nundur!” (İsrâ, 17/110)Önemli Bir NoktaFethullah Gülen Hocaefendi Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndekonuya farklı bir yönden temas eder. O, insanı Allah’a ulaştıracakyollara değindiği Aşk makalesinde alternatif bir yolortaya koyar: “Kitap ve Sünnet’e ittiba üzerinde hassasiyetledurulup evrâd ü ezkârın teşvik edildiği yol ki; bu yolda sülûkedenler, her meselede sünneti takip eder ve her işlerini sünnetleirti batlandırmaya çalışırlar. Hususî birkaç ism-i şerifivird edin me yerine, Allah Resûlü’nün ibadet, dua, zikir, fikirusûlünü araştırır ve Allah’ı bütün esmâsıyla anarlar.” 13Bu noktadan hareketledir ki, konunun başında zikredilenâyet-i celîle ve hadîs-i şerîf de nazara alınarakEsmâ-i Hüsnâ’nın hepsinin birden vird edinilmesi dahafaziletli olabilir. Esmâ zikredildikten sonra da eller açılıpCenâb-ı Hakk’a dua edilir. “Bu güzel isimlerinin hakkıiçin Allah’ım…” denilir. Nitekim gönül ehlinin niyaz veyakarışlarının yer aldığı önemli bir dua mecmuası olanel-Kulûbü’d-Dâria’da da örnekleri görüldüğü üzere Allahdostları çok zaman bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı, bazen de oisimlerden bazılarını zikirlerinin yahut yakarışlarının başına,ortasına yahut sonuna bir iksir gibi ilâve etmişlerdir.Evet, o dualara dikkatle bakıldığında, o büyük zatların zikir,dua ve tefekkürlerinde Esmâ-i Hüsnâ’ya ne kadar çokdeğer atfettikleri açıkça görülecektir. İster o dualarla duaederken, isterse başka dualar okunur yahut dillendirilirken,hepsinin sonunda “Yâ Rabbi, bütün bunları Senin birbirindengüzel isimlerin hatırına Senden diliyorum” demekde unutulmamalı, talep edilen şeyler Zât-ı İlâhî, Efendimiz,Kur’ân, sıfât-ı ilâhiye hürmetine istenildiği gibi,esmâ-i hüsnâ hürmetine de istenilmelidir.Konumuza ışık tutması ve delil teşkil etmesi bakımındanSünen-i İbn-i Mâce’de geçen bir rivayete burada yervermek istiyoruz. Hazreti Âişe Validemiz naklediyor: “AllahRasûlü’nü şöyle dua ederken işitirdim: ‘Allah’ım! Kendisiyledua edildiğinde icabet buyurduğun, bir şey istenildiğindeverdiğin, merhamet dilenildiğinde rahmetinle mukabeledebulunduğun, fereç ve mahreç talep edildiğinde çıkış yollarıihsan ettiğin, Senin tayyip, tâhir, mübarek ve nezdinde mahbubism-i şerifin hürmetine isteklerimi kabul buyur.’ Bir defasındaAllah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bana şöylededi: ‘Ey Âişe! Sen biliyor musun, Rabbim bana kendisiyledua edildiğinde icabet buyurduğu ismini bildirdi.’ AnambabamSana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! Onu bana daöğretmez misin, dedim. ‘Olmaz ey Âişe, dedi. Bir kenaraçekilip bir süre bekledim. Sonra kalkıp tekrar yanına gittim,başını öptüm ve bir kere daha, ‘Onu bana öğretir misin?’dedim. ‘Hayır yâ Âişe, onu sana öğretmem; zaten Senin deonunla dünyalık bir şey istemen doğru olmaz’ dedi. Sonrakalkıp abdest aldım, iki rekât namaz kıldım ve şöyle diyerekdua ettim: ‘Allahım, Sana Rahmân, Berr, Rahîm isimlerin vebildiğim-bilmediğim bütün güzel isimlerinle yalvarıyorum;beni bağışla ve bana merhametinle muamele eyle.’ Benimböyle dua ettiğimi görünce Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi vesellem) tebessüm buyurdu ve dedi ki: ‘O isim senin duaederken saydıklarının arasındaydı.” 14Esmâ-i Hüsnâ ile Teveccühte Örnek Yakarışlarel-Kulûbü’d-Dâria’da, Esmâ-i Hüsnâ muhtevalı pekçok duanın yer aldığına yukarıda işaret edilmişti. Bunlar ilhamlagelmiş öyle önemli dualardır ki, meselâ onlardan birisiolan Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Esmâ-i HüsnâKasidesi, nesiller boyu dillerde hep vird olagelmiş, hattahakkında müstakil eserler telif edilmiştir.Peygamber Efendimiz’in, Rabbini yüzlerce ismiyleandığı bir evrâd ü ezkâr ve dua mecmuası olarak buradaCevşen-i Kebir'i de hatırla(t)mak gerekir. Bilindiği üzereCevşen, mânâsıyla Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtüvesselam) vahiy yahut ilham yoluyla gelmiş, keşif yoluylaEfendimiz’den alan ehlullah vesilesiyle de bizlere kadar ulaşmışbir evrâd ü ezkâr mecmuasıdır. Cevşen hâlisâne yapılmışbir duadır, özünde bir hususiyet vardır. İmam Şâzilî, İmamGazzâlî, Bediüzzaman gibi büyükler bu kıymetli vird mecmuasınımanasındaki Kur'ânîlikten dolayı ellerinden ve dillerindenhiç düşürmemişlerdir.Ayrıca büyük velilerden Gümüşhanevî Ahmed ZiyaüddinEfendi’nin hazırlamış olduğu Mecmuatü’l-Ahzab isimlidua mecmuasında da yer alan ve Üstad BediüzzamanHazretleri’nin namazlardan sonra ihmal edilmemesinitavsiye ettiği İsm-i A’zam 15 ve Tercüman-ı İsm-i A’zam 1650


ٍvirdleri de Esmâ-i Hüsnâ ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmedeçok önemli metinlerdir. Evet, namazların akabinde“yâ Cemîlü yâ Allah, yâ Karîbü yâ Allah, yâ Mücîbü yâAllah…” diyerek o birbirinden güzel isimleri saymak vehele hele meleklerin nöbet değişimi yaptıkları, Kur’ân-ıKerîm’in, “bi’l-ğudüvvi ve’l-âsâl” ifadeleriyle zikir ve tesbihinayrı bir ehemmiyet kazandığına işaret ettiği bereketli vefeyizli zaman dilimleri olan sabah ve ikindi namazlarındansonra, “sübhaneke yâ Allah teâleyte yâ Rahmân” diyerekCenâb-ı Hakk’ı gürül gürül tesbîh ü takdîs etmek, o güzelisimleri şefaatçi yaparak Cehennem ateşinden merhamet-iİlâhiye’ye sığınmak ve bunda devamlı olmak çok önemlikurb/yak(ın)laşma vesileleri sayılmıştır/sayılmalıdır.Yine, Cenâb-ı Hakk’a gözden-gönülden isi-pası silen,gönüllerde saygı uyaran, kalblerde itmi’nan hâsıl edenEsmâ-i Hüsnâ’sıyla yalvarıp yakarmak isteyenlerin müstağnikalamayacakları çok önemli bir dua da esmâ hakikatlerineeserlerinde en çok yer veren muhakkiklerden birisi olanBediüzzaman Hazretleri’nin 3. Şua olan münacat risalesidir.Münacatında, Cenâb-ı Allah’a, “Ey Vâcibü’l-vücûd!Ey Vâhid-i Ehad!; Ey Mutasarrıf-ı Fa’âl ve Ey Feyyâz-ıMüteâl!; Ey Fa’âlün limâ yürîd!; Ey Kadîr u Zülcelâl! EyRahmân u Rahîm! Ey Sâdıku’l-va’di’l-emîn! Ey Mâlik-iyevmi’ddîn! Ey Kâdir u Kayyûm!” gibi isimlerle yalvaranÜstad, kalblerdeki imanı ziyadeleştiren tefekkür yüklübu duanın dersini Kur’ân’dan ve nebevî bir münacat olanCevşen’den aldığını söylemektedir.M. Fethullah Gülen Hocaefendi de yukarıda konu işlenirkenyapılan iktibaslardan da anlaşılacağı üzere yazı vesohbetlerinde Esmâ-i Hüsnâ üzerinde çokça durmuş, hattaKalbin Zümrüt Tepeleri isimli şaheserinde konuyla alâkalımüstakil bir makale kaleme almış, dualarında da Cenâb-ıHakk’ın bu birbirinden güzel isimlerine çokça yer vermiş-يَا حَ‏ افِظُ‏ يَا حَ‏ فِيظُ‏ ، نِعْ‏ مَ‏ الْحَ‏ افِظُ‏ أَنْتَ‏ يَا حَ‏ افِظُ‏ ،“ Meselâ, tir.Allahım! “Ey Hâfiz ve Hafîz olan اِحْ‏ فَظْ‏ نَا مِنْ‏ كُلِّ‏ شَ‏ ‏ٍرّ‏ وَضَ‏ رّ‏Ne güzel bir koruyucusun Sen. Bizleri de her türlü şer veيَا غَ‏ فَّارُ‏ يَا سَ‏ تَّارُ،‏ اِغْ‏ فِرْ‏ ذُنُوبَنَا وَاسْ‏ تُرْ‏ buyur”; zarardan muhafaza“Ey günahları çokça yarlığayan Ğaffâr ve onları عُ‏ يُوبَنَا كُلَّهَاörtüp gizleyen Settâr! Bizim günahlarımızın da tamamınıyarlığa ve setreyle.” duaları, Hocaefendi’nin sıkça okuduğuve okunmasını tavsiye ettiği dualardan sadece ikisidir.Söz sahibi, “Dua ile sözü hatmedelim, zira hakikatte/Sözün cevher olsa yeğdir itnabından îcazı”, demiş 17 . Biz dekonumuzu Hocaefendi’nin yakarışlarında sıkça tekrarladığışu dua cümleleriyle tamamlayalım:“Allah’ım! Senin güzel isimlerini, ulvî sıfatlarını, kitaplarındaindirdiğin ve peygamberlerine bildirdiğin kelimelerinişefaatçi yaparak günahlarımızı bağışlamanı diliyoruz.”“Senden, Zâtın, güzel isimlerin ve ulvî sıfatların hakkıiçin ve Efendimiz Muhammed Mustafa hürmetine, bizedünyada ve ukbâda rahmetinle muamele etmeni ve teveccühünüüzerimizden hiç eksik etmemeni dileniyoruz.”“Hâfiz (koruyup kollayan, himaye eden) isminle vesevdiğin kullarını sıyanet edip koruduğun diğer isimlerinlebizi de muhafaza buyur!”“Bizi hükmünden ve icraat-ı sübhaniyenden hoşnut, sağanaksağanak yağdırdığın lütuflarının şükrüyle gerilmiş, Zâtını veisimlerini yâd etmekten engin bir haz duyan ve Sana kavuşmayakarşı her zaman iştiyakla dopdolu olan kullarından eyle!”“Allah’ım! Esmâ-i Hüsnâ’sı (güzellerden güzel isimleri) ilekâinat üzerinde tecellîlerde bulunan ve bütün eşya, tecellîlerinindeğişik karelerinden ibaret olan Zât-ı Ecell-i A’lâ Sensin.Bizi isimlerinin ve sıfatlarının nurlarıyla nurlandır!Her şeyi doğru görüp doğru değerlendirmemiz için,nezd-i ilâhinden sıfatlarının ve isimlerinin nurlarını yağdırgönüllerimize.!” 18*Araştırmacı-Yazarmyilmaz@yeniumit.com.trFaydalanılan Kaynaklarİbn Hacer, Ahmed İbn Ali İbn Cafer el-Askalânî,; Fethu’l-bârî bi şerh-iSahihi’l-Buhârî, (Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî-Muhibbuddin el-Hatîb), Dâru’l-mârife, Beyrut, 1379.en-Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya İbn Şeref; Şerh-u Sahîh-i Müslim (Şerhu’n-Nevevî alâ Sahîhi Müslim), Dâr-u ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1392.el-Mubârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî; Kahire, 2001Ziyaüddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzab, Sezgin YayıncılıkBediüzzaman Said Nursî, Sözler ve Mektûbat; Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007M. Fethullah Gülen, El-Kulûbü’d-Dâria; Define Yayınları, İzmir 2007M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri; Nil Yayınları, İzmir 2008M. Fethullah Gülen, Gurbet Ufukları; İstanbul, 2004M. Fethullah Gülen, Kırık Mızrap; İstanbul, 2006Dipnotlar1. Tercüme edilen iki mısraın aslı şöyledir:فَيَا طَ‏ الِبًا عِ‏ زًّا وَكَنْزًا وَرِفْعَةً‏ مِنَ‏ اللّ‏ ِ فَادْعُ‏ هُ‏ بِأَسْ‏ مَ‏ ائِهِ‏ الْعُل2. Buhârî, Tevhîd, 12; Şurût, 18; Daavât, 83; Müslim, Tevhîd, 5; Tirmizî,Daavât, 83; İbn-i Mâce, Duâ, 10.3. Daha geniş bilgi için bkz: Fethu’l-Bâri, 11/220; Şerhu’n-Nevevî alâSahîh-i Müslim, 17/5.4. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/391; 2/3305. Fethu’l-Bâri, 13/378; Şerhu’n-Nevevî alâ Sahîh-i Müslim, 17/6;Tuhfetü’l-Ahvezî, 9/3386. Kırık Mızrap, M. Fethullah Gülen, sh. 2967. Sözler, sh. 462-4648. Gurbet Ufukları, sh. 1739. Sözler, sh. 35510. Mektubat, sh. 1611. Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2/31612. Örnek olarak bkz. Mealli Dua Mecmuası, M. Fethullah Gülen, sh. 22713. 1. Cilt, sh. 21014. Sünen-i İbn-i Mace, Dua, 915. M. Ahzab, İbn Arabî cildi, sh. 21116. M. Ahzab, Nakşebendî cildi, sh. 22717. “Sözümüzü dua ile bağlayalım, zira söz cevher bile olsa kısa tutmak iyidir”mânâsında Nef ’î’ye ait iki mısra.18. http://www.herkul.org/duaufku/duaufku.php?view=archive51


YENi ÜMiTMusa Hûb*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Göz Nuru ve Gönül MeyvesiÇOCUKLARIMIZİslâm’da çocuklar, ana-babaların semeratü’l-kulûbu(gönüllerin meyvesi) ve kurratü’l-a’yünüdür (gözlerinaydınlığıdır) ve öyle olmalıdırlar; yoksa,semeratü’l-ezvâk (zevklerin meyvesi) ve zulmetü’la’yün(yüz karaları) değildirler ve öyle olmamalıdırlar. Buise meşru dairede ve isteyerek çocuğa talip olmak ve onuşer’î ölçülerle güzelce yetiştirebilmekle mümkün olabilir.O sebeple çocuğun “gönüllerin meyvesi” oluşu layıkıylaanlaşılmalıdır ki “gözlerin aydınlığı” olmasına yol vurulabilsin,ilk merhale şuurluca aşılabilsin. Bu iki ifade, olmasıgereken ideal başlangıcı ve ideal neticeyi anlatıyor.Çocuğun kurratü’l-ayn olabilmesi için önce annebabasınınsemeretü’l-kulûbü olması gerektiğini bildiriyor.Dolayısıyla ilk defa sevgilerin sevinç yaşları hâlinde kaynaşıpaşı tuttuğu yerden “gönüllerin meyvesi” olarak dünyayagelen çocuklar, ancak yine o kalblerin sahibi ebeveyninalınteriyle “gözlerin aydınlığı” hâline gelebilirler. Önceiçten dışa doğru bir açılış var, sonra tekrar dıştan içe gözmenfezlerinden bir yansıyış, bir yayılış söz konusu burada.İki terkipte özetlenmiş bütün mânâ: semeratü’l-kulûb vekurratü’l-a’yün. Birisi romantik başlangıç, diğeri reel süreçve ideal sonuç!Çocuklar, gönüllerdeki sevgi çekirdeğinin açmış çiçekleridirler,meyvesidirler. Önce gönüller meyve verir, sonrao meyve ile gözler aydınlanır. Gönüllerdeki sevgilerin buluştuğunesil ağacının aşı yerinden terütaze filizler çıkar,filizlerde çiçekler açar ve çiçekler dal dal meyveye durur.“Semere-i kulûb çocuk” diye böyle birbirini seven gönüllerinsevimli meyvelerine derler. Evlilik, soy ağacındakidallardan birinin aşılanması hâdisesidir. Ve çocuk o ağacınen özel çiçeğidir, meyvesidir. Ham meyve mesabesindekiçocuk, talim ve terbiyeyle olgunlaşıp da şöyle gözlere zevkü neş’e, gönüllere hazz ü inşirah hâline gelince de, artıkanne-babası için kurratü’l-ayn olur, göz aydınlığı, yüz akıve iftihar vesilesi olur.İmanî terbiye ve ıslahla anne-babasının gönül çiçeği,kalb meyvesi, yürek sevinci, gözbebeği, göz aydınlığı veyüz akı olan çocukların gönüllerinde iman cevheri, irfançekirdeği, aşk ocağı, gözlerinde ihlâs aydınlığı, hayır beyazlığıve ihsan sevinci.. ve bedenlerinde ise ibadet meyveleritebellür eder. Etsin diye de anne-baba vardır. Bu işinyolu ise terbiye ve ta’limdir, eğitim-öğretimdir. Zîrâ “birağaç, çiçek açarken korunursa (işte ancak o zaman), güzelve tatlı meyveler verir.” (Bekir Sami Özbalcı)Çocuğun mayasında sevgi vardır, evet. Nasıl ki bir kazansüte çalınan bir bardak maya ile o süt gölü yoğurdadönüşür, yahut bir tekne una çalınan bir kaşık maya ile ancakkıvamında ekmek hamuru elde edilir. Öyle de çocuğuçocuk yapan, ruhuna çalınan iman özlü sevgi mayasıdır.Çocuğun bütününe çalınan bu maya ile o, gerçek çocuklukincisine sahip olur ve sevilesi, okşanası, öpüp koklanası,tadından yenilemeyip de “ne harika şeysin sen böyle” denilesibir sevgili, hattâ bazıları için bir nevi fettân, göz alıcı,gönül çelici, baştan çıkarıcı bir varlık hâline gelir. İşbunoktada Kur’ân, çocukların, tapma sınırını zorlayan ifratderecede sevilmesi olayına “fitne” demiştir (Teğâbün, 64/15).Fitne, yani kalbi idlâl ve ifsât edebilecek derecede ifrat sevgi,aşırı sevgi belâsı!Çocuğa kendi fizikî mayası ile biyolojik hammaddesiniveren anne-baba, gönlündeki sevgisi ile de mânevîhammaddesini ona maya olarak çalar. “Hanımlarınız sizinnesil yetiştiren tarlanızdır.” (Bakara, 2/223) fehvâsınca bir rivayettetohum sahibi babalara nispetle “çocuk, babasınınsırrıdır.” 1 denilmiştir. O bakımdan çocuk, anne-babasınıngenetik şifrelerinin bir karışımı, bedenî bir uzantısı olduğukadar, aynı zamanda kalbî-ruhî birer ışığıdırlar ve insan,çocuğunu kendisinin maddî-mânevî meyvesi olarak algılarve âdeta çocukta kendini sever, çocuğu kendisi için sever.Üstad Bedüzzaman’ın ifadesiyle, “Enesini sevenler(ise) başkalarını sevmezler.” 2 Sevseler de ene’lerine52


(ben’liklerine) hizmet ettikleri sürece ve edebildikleri miktardaseverler, bilhassa şu modern enaniyet asrında. İmamMünâvî de: “Kim çocuğu kendi hevâsı için istiyorsa,Mevlâ’sına isyan ediyor demektir ve 'Muhakkak sizin eşlerinizve evlâtlarınız içinden düşmanlarınız vardır.' (Tegâbun,64/14) âyeti içerisine dâhil olur. Kâmil bir kişi, çocuğa ancakAllah için tâlip olur ve bunun gereği olarak da, onuAllah’a tâat üzere terbiye eder ve terbiye işinde de Rabbininemrine imtisal eder.” 3 der.Doğrusu, çocuğu da Allah’tan ötürü ve Allah için sevebilmektir.İşte çocukta kendini seven, kendine hayranlığıartan, egosuna âşık insanoğlu, bu hâliyle kendisinin de çocuğunda var oluş sırrının tersine bir yola sapmış olmaktadır.Hâlbuki insan, kendisinde de neslinde de hep Allah’ısevmeliydi, O’na sevdalanmalıydı, O’na hayran kalmalıydı.Netice? Çocuklar dünyada gönül meyveleri, ukbâda da bireryüz akları olabileceklerken, olamamış olurlar, böylece de “Veİnsan Aldandı” romanı, bir kere daha fiilen yazılmış olur.Semeratü’l-Kulûbümüz ve Füâdımız Çocuklarımız!Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamber Efendimiz’in enfesifadeleriyle çocuk; “semeretü’l-kulûb”dur, kalblerinmeyvesidir, “semeratü’l-fuâd”dır, gönüllerin yemişidirve “kurratu’l-ayn”dır, göz nuru, gözbebeğidir. Öz annebabasıHz. Âmine ile Hz. Abdullah’ın gönül meyvesi vegöz nûru olan, belki onların da ötesinde varlık ağacınınkendisinden yaratıldığı İlk Nur ve o ağacın en güzel meyvesiSon Nebi Habîb-i Kibriya Efendimiz, kendi çocuklarıve torunları hakkında “gönlümün meyvesi veya gözümünaydınlığı” ifadelerini kullanmıştır 4 ve hadîslerinde şöyledemiştir: “Çocuk, kalb(ler)in meyvesidir.” 5‏َةُ‏ الْفُؤاَدِ‏اَلْوَلَدُ‏ ثَمَرَةُ‏ الْقَلْبِ‏ ‏)الْقُلُوبِ‏ ) إِنَّهُمْ‏ لَقُرَّةُ‏ الْعَيْنِ‏ وَثَمَر“…Muhakkak ki çocuklar, göz aydınlığı ve gönül meyvesidirler.” 6اُطْ‏ لُبُوا الْوَلَدَ‏ وَ‏ الْتَمِ‏ سُ‏ وهُ‏ فَإِنَّهُ‏ ثَمَ‏ رَةُ‏ الْقُلوُ‏ بِ‏ ‏)وَ‏ رَيْحَ‏ انَةُ‏ الْقَلْبِ‏ )اقِروَ‏ قُرَّ‏ ةُ‏ اْألَ‏ عْ‏ يُنِ‏ وَ‏ إِيَّاكُ‏ مْ‏ وَ‏ الْعَ‏ َ“Çocuk taleb ediniz ve çocuk sahibi olmanın yollarınatevessül ediniz. Çünkü çocuk, kalblerin meyvesidir (‘kalbingüzel kokulu fesleğenidir’ 7 ) ve gözlerin aydınlığıdır.Bu sebeple kısır kadınlardan uzak durun!” 8 Birçok rivayetteYakup aleyhisselâm da oğlu Yusuf için “kurratü aynîve semeratü füâdî, göz aydınlığım ve gönlümün meyvesi”ifadelerini kullanır. 9“Allah Teâlâ da mü’min kulun bir çocuğu vefat ettiğizaman, ruhları kabzetmekle görevli meleklerine: Kulumunçocuğunu, yani ruhunu kabzettiniz mi?” Onlar da “Evet”derler. Allah: “Demek göz aydınlığını kabzettiniz, gönülmeyvesini aldınız, öyle mi?” buyurur. 10 Gönül meyvesinialan Allah’tan şikâyet etmeksizin râzı olan bir kulu AllahTeâlâ öyle bir râzı edecektir ki, karşılığında verdiği lütuflarınbüyüklüğü ve sonsuzluğu karşısında aldığı şey bir hiçmesabesinde kalacaktır.Kurratü’l-A’yünümüz Çocuklarımız!Arapça’da karrat aynühû; içi ferahlamak, gönlü rahatlamak,gözü aydın olmak, sevinçten gözleri parlamak, gözlerininiçi gülmek, yüzü aydınlanmak mânâlarına gelmektedir.Ekarrallâhü aynehû; “Allah ona sevdiğini görmeyi,görüp de ferahlayıp sakinleşmeyi nasip etsin.” anlamınagelir. “Falan kişi benim gözümün aydınlığıdır demek, yakınlığındavarlığıyla canımın sükûnete erdiği kişidir.” demektir.11Kur’ân ve Sünnet’te de pek çok yerde bu tabirin kullanıldığınıgörüyoruz. İnsanı en çok sevindiren şeylerin başındaelbette ki “çocuklar”ı gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’dehayırlı/uğurlu çocuklar da “kurratül ayn” ifadesiyle anlatılmaktadırlar.İster aynı tekil lâfızla, ister çoğul olarak, istersede farklı iştikakıyla toplamda altı yerde bu mânâya rastlamaktayız.Bir âyette “kurratü ayn” (28/9), iki âyette “kurratüa’yün” (25/74; 32/17), yine iki âyette “tekarra aynühâ”(20/40, 28/13), bir âyette de “tekarra a’yünühünne” (33/51)biçiminde geçmektedir. Meselâ üç âyette çocuk Musa (as)“kurratü ayn” olarak zikredilmektedir. 12Genel mânâda “çok sevinme”yi ifade için veya hususiyle“çocuklar” hakkında neden “göz aydınlığı” denilir? İnsanvücudunda en güzel ve en câzib cihet yüz olduğu için,yüz içinde de en alımlısı ve engini gözler olduğundan vegözler ruhun bu âleme açılan pencereleri olması hasebiyledenebilir ki insanın hem bedenî, hem de ruhî yanlarıylabütününün saadet ve selâmeti “göz aydınlığı”nda sembolizeedilmiştir. 13 Çocuklara kurratü’l-ayn diye hitap edilmesi,sadece göz ile sınırlı bir aydınlığı değil, belki “zikr-i cüz’,irade-i küll” sırrınca, koca bir ömrü ve hattâ öteleri içinealan bir süreçte onların insanoğlunun bedenî-rûhî bütünmahiyetine vesile olacakları ümit edilen neşe, sevinç vemutluluk sebebiyledir; bir nevi insanın kendini çocuğundatelhîs ile tekrarı, tekrar ile inkişafı sebebiyledir.Kur’ân-ı Kerîm, seçkin ve seçilmiş kulların dualarındaAllah’tan kurratü aynleri olacak eşler ve çocuklar talep ettiklerinihaber veriyor ve bu ihbarıyla da bütün mü’minlerebu şekilde dua etmelerini salıklıyor. Rahmân’ın has kullarınınvasıfları anlatılırken onların bir derinliği olan sözkonusu münacaatları şöyle ifade ediliyor: “Ey keremi bolRabbimiz! Bize kurretü ayn olacak (gözümüzün nuru,gönlümüzün sürûru) olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle,biz müttakilere önder kıl!” (Furkân, 25/74). Bu dua âyetininmüjdesine en çok nâil olan kul nebi ise vahyin ilk muhata-53


ı Habîb-i Kibriyâ Efendimiz olmuştur. Çünkü ümmet-iMuhammed, sıddîkleri, şehîdleri ve sâlihleriyle kurratü’laynolmuş bir îmânî zürriyettir. 14Vâkıa Allah, Sevgilisi’ne oğullar vermekle “gönülmeyvesi”ni gösterdi; fakat oğullarını âkil-bâliğ olmadankatına almak suretiyle “göz aydınlığı”nı dünyada nesebî birbabalığa hasrederek hapsetmedi, o nesebî babalığı âhiretteebedîleştirdi; ancak, onun yerine bir Kevser ırmağı misaliümmetini ona lütfetti. 15 Nasıl ki Hz. İbrahim, ebedî cehennemlikkâfirlerin dünyada âkil-bâliğ olmadan ölmüşçocuklarına âhirette sonsuza kadar babalık yapacaktır. Öylede Hz. İbrahim’e en çok benzeyen 16 ve oğulları akil-bâliğolmadan ölmüş Rasul-i Rahîm Efendimiz de ümmetinmânevî babası, hanımları da mü’minlerin anneleri olacaktır.Bu bakımdan Rasulullah’ın yüz akı, esasen ümmetinsâlihleridir. Ümmetin göznuru da Rasulullah’tır. 17Kurratü’l-A’yün’ümüz Efendimiz’in kurratü’l-ayni olacakbir nesil yetiştirebilen anne-babalar için de o çocuklarâhirette kurratü’l-a’yünleri olacaktır. Çocuklar esasen ikicihanda da anne-babalar için sevinç kaynağıdırlar. Bu sebeplecennette bile çocuk sevgisi yaşanmak istenilecektir. 18Kur’ân-ı Kerim’de hayırlı çocuklar gibi, cennet nimetleride “kurratü ayn” ile ifade edilmiştir. 19 Demek çocuk nimetiile cennet nimetleri arasında derin bir bağlantı vardır. Birbakıma çocuklar, dünyada insana cennet havasını tattırabilecekölçüde ötelerin izdüşümlerine sahip varlıklardır kiAllah Rasulü: “Çocuk kokusu Cennet kokusudur.” 20 buyurmuşlardır.Zulmetü’l-A’yünümüz Çocuklarımız“Bir gün Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem, torunlarıHasan veya Hüseyn’i kucaklamış vaziyette dışarı çıktıve şöyle diyordu: “(Sizi gidiler sizi… Siz çocuklar yok musunuz,sizler anne-babalarınızı) cimrileştirirsiniz, korkaklaştırırsınızve cahil bırakırsınız. Bununla beraber, Allah’ınreyhânlarındansınız.” 21 Bir başka zaman da “Dikkat edin:Şüphesiz ki çocuklar, cimrilik, korkaklık, hüzün (‘cahillik’ 22ve ‘ahmaklık’ 23 ) sebebidirler.” 24 buyurdu. Semere-i kalb vekurretü’l-ayn bir evlâda sahip olabilmenin dört-beş ağırbedelidir bu.Çocuk, korkaklık sebebidir; çünkü çocuğu var diyeanne-baba hayatta ölümle karşılaşmak istemez, onları yalnızkoyup gitmekten korkar. Çocuk, cimrilik sebebidir;zîrâ onun rızkını düşünmekten, yahut geleceğine yatırımyapmaktan, akraba ve dostlarına karşı cimrilik yaparlar,yeterince cömert davranamazlar. Çocuk, cahillik sebebidir;çocuğu yetiştireceğiz diye, bakım-görümüyle meşgulolmaktan, gerektiği gibi okuyamazlar, ilim öğrenemezler,cahil kalırlar. Çocuk hüzün sebebidir; ebeveyn için bütünacı ve kederleri ile hastalıkları ile ekstradan bir hüzün sebebidirler.Bir vakit Hakîm’e çocuğu sorulunca: “Yaşarsabeni yorgun düşüren, ölürse de beni zayıf bırakan biriylene yapayım ben?” 25 cevabını vermiş. Hep çok sevildiğiiçindir bütün bunlar. Sevilmese, ne varlığıyla ilgilenilir,ona emek harcanır, ne de yokluğuna üzünülür.“Çocuk sevgisi, bazen anne-babayı bazı günahları işlemeye,korkaklığa, cimriliğe ve hüzne sevkedebiliyor.Mü’minin yapması gereken şey, fitnenin hatarlarından sakınmaktır.Birincisi, helâlinden kazanmaktır, malı meşruşekilde infak etmektir. İkincisi ise Allah’ın babalar üzerinevacip kıldığı terbiye görevini yerine getirmektir, çocuklarıdin ve faziletler çizgisinde güzelce terbiye etmek ve onlarımâsiyet ve rezaletlerden sakındırmaktır.” 26Söz konusu ağır bedellere rağmen, çocuklar onları bekleyenleriçin gözaydınlığı, sevinç, neş’e, sürur, zevktirler.Fakat beklemeyenler, istemeyenler için? Çocuk istemeyenolur da sevmeyen olur mu? Olmaz, ama istemeye istemeyeo sevimli şeyleri sokağa bırakır, cami önlerine veya yahuthastanelere terk ederler, neden? Çok acı bir soru, çok acıklıbir tablodur bu... İşin diğer bir yönü de şudur: Maalesefmodern çağlar itibariyle bazı nesiller, -ebeveynleri için nekadar değerli olurlarsa olsunlar- sorumluluk şuuru zayıfkimi anne-babalarının ellerinde, kurratü’l-ayn (göz aydınlığı,yüz akı) olacak iken, zulmetu’l-ayn (göz karanlığı, yüzkarası) olmuş; semeretü’l-kulûb (kalblerin meyvesi) olacakiken cerâhatü’l-kulûb (kalblerin yarası), cerîretü’l-kulûb(kalblerin günahı) ve cerîmetü’l-kulûb (kalblerin ceremesi/cezası) olmuştur denilebilir.Çocuklarımız Gözyaşı Değil, Alınteri İstiyor.Çocuklara karşı sevgimizi, onlar için akıtacağımızgözyaşlarımızdan ziyade alın terlerimizle, fiilî emeklerimizleortaya koymalıyız. M. Fethullah Gülen Hocaefendi:“Günümüzde toplumun yüz karası sayılan sefiller, şerliler,anarşistler, ayyaşlar, morfinmanlar, esrarkeşler... dün terbiyelerindeihmal gösterdiğimiz çocuklardır. Bilmem ki,bugünkü ihmallerimiz yüzünden, yarın sokaklarımızı netürlü nesillerin dolduracağını hiç düşündük mü..?” 27 derken,çok önemli bir yaraya kalemini dokundurmuştur.“Bir ağacın, nesil ve nev’ini devam ettirmesinde çekirdekve tohumu ne ise insan nesli ve nev’inin devamında daçocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler inkıraza,onları yabancı ellere ve yabancı kültürlere terk edenlerde özlerini kaybetmeye mahkûmdurlar… Bir ağaç tımaredildiği, bir canlı da bakımı-görümü yapıldığı sürece hemsemere verir, hem de neslini devam ettirir. Bakılmadığı zamanise ağaç güdükleşir, canlı da amelmande (battal) olur.Ya bin bir istidat ve kabiliyetle dünyaya gönderilen insan?54


Acaba, onun bir ağaç kadar olsun bakım-görümden nasibibulunmamalı mıdır? İnsanoğlu, çocuğu dünyaya getirensensin! Gökler ötesi âlemlere yükseltmek de senin vazifendir.Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerindetitrediğin gibi, kalbî ve ruhî hayatı için de titre, merhametet, kurtar o bîçareyi Allah için! Ve zebil olup gitmesinefırsat verme!” 28İnsanlık ağacının hem çekirdeği, hem de en güzel meyvesiolan İlk ve Son Nur Efendimiz aleyhisselâm şöylebuyurmuştur: “Her ağacın bir meyvesi vardır. Kalb(ler)inmeyvesi de çocuktur. Çocuğuna merhamet etmeyene Allahmerhamet etmez. Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yeminolsun ki, Allah Teâlâ merhametli kimseden başkasınamerhamet etmez (‘Cennet’e de ancak merhametli olan kişigirebilir, başkası giremez.’ 29 )” buyurdular. Biz (Sahabe):“Yâ Rasûlallah, hepimiz merhamet ederiz.” dedik. Buyurdularki: “Kişinin kendi arkadaşına merhamet etmesi, gerçekmerhamet demek değildir. Gerçek rahmet, kişinin (çocuklarda dâhil) bütün insanlara merhamet etmesidir.” 30 Omerhametin gereği olarak çocuğu iman, ibadet, salih amelve güzel ahlâk üzere yetiştirmesidir.Şüphesiz ki insan ağacında açan çiçek çocuktur, o çiçektendoğan meyve de çocuktur, o meyvenin çekirdeği deçocuktur. Çekirdek toprakta filize durunca, o ağaç nev’ininvârisi olur, bir uzantısı olur, bir sürgünü olur; ve sülalesinidevam ettirir. Bu sebepledir ki eskimeyen eskiler, eskideninsanın nesebine ve soy kütüğüne “şecere” demişlerdir,“ağaç” demek. Çünkü neslin idamesini netice veren kutsalbirlikteliğin adı olan evlilik ile insan ağacı çiçek açıp meyveverebilir kabiliyete ulaşır, fiiliyatı ortaya koyabilir. Bu yüzdenöteden beri “soy kütüğü, neseb ağacı, sülâlenin şeceresi”şeklinde aynı mânâyı içeren değişik isimlendirmeler veçizimler yapılagelmiştir.İnsanların soy ağaçları kök itibariyle geçmişte hep birerpeygambere varır dayanır, bir peygamberden filizlenmiştir.Hazreti Muhammed Mustafa aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimizbu ümmetin mânevî babasıdır, atasıdır, zevceleri deümmetin anneleridir; öyle ki, üzerimizde kendi öz annebabalarımızdandaha çok hak sahibidirler (Ahzâb 33/6).Biz mânevî Resul evlâtları, O’nun yüzünü ak edecek, gözünüaydınlatacak, iftihar edeceği işler yaparak huzur-unebevîsine takdim etmek ödevindeyiz. Bir hadîs-i şerifinde:“... Onların imanları benim gözümün aydınlığıdır.Kim benim gözümü aydınlatırsa, Allah da onun gözünüaydınlatsın.” 31 buyurmuştur. Bizim bütün derdimiz vedavamız: Efendimiz’in kurratü’l-ayni olacak bir ümmet-imerhûme olabilmek, gözünü aydınlatacak bir nesl-i pâkiyetiştirebilmektir. Olarak ve yetiştirerek fiilî bir hediyetakdim edebilmektir, Efendimiz’e. Hazreti Hayiy’in lutf uinayetiyle...*Araştırmacı-Yazarmhub@yeniumit.com.trDipnotlar1. Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1/397; Ukberî, Divânü’l-Mütenebbî,1/156; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, 1/20; Sehâvî, el-Mekâsıdü’l-Hasene, 1/706, 723 (1268, 1300); Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 2/452 (2911).2. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler / Lemeât - s.324.3. Münavî, Feyzü’l-Kadir, 6/378.4. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 3/42 (2627), 3/60 (2676); Ebu Nuaym,Hilyetü’l-Evliya, 4/75); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9/192 (151229)–Bezzâr’dan-.5. Ebu Ya’lâ, Müsned, 2/305 (1/290, 1032); el-Bezzâr, Müsned, 2/219(5379).6. Beyhakî, Şuabü’l-İman, 7/479 (11062); Sehâvî, Mekâsıdü’l-Hasene,1/706 (1269) –el-Askerî’den-.7. Deylemî, Firdevs, 1/79 (242).8. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’, 9/341 (4946).9. İbnü Hayyân el-Esbehânî, el-Azame, 5/1767 (94); Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 4/513 (Yusuf 18’in Tefsiri) –el-Cürcânî, Emâlî’sinde-); Tefsir-iSemerkandî, 2/207 (Yusuf 87’nin Tefsiri); ez-Zeylaî, Tahrîcü Ehâdîsive’l-Âsâr, 3/179.10. Ahmed b. Hanbel, 4/415 (18893); Tirmizi, Cenâiz 36 (942/1021);Sahih-i İbn-i Hibbân, 7/210 (2948).11. Kurtubî, Tefsir, 11/96 (Meryem 16’nın Tefsiri).12. Kasas, 28/9, 13; Taha 20/39-40.13. Bu bağlamda hemen bütün dünya nimetleri de birer kurratü’l-ayn olarakgeçer. Bkz. Ebu Ya’lâ, Müsned, 6/231 (3521).14. “Şüphesiz ki mü’minler, başka değil, ancak birbirlerinin kardeşleridirler.”(Hucurat, 49/10) âyet-i kerimesi, kan kardeşliğinin ötesinde “imankardeşliği”ni bütün mü’minler üzerinde ebedî bir hükme bağlamıştır.15. Bkz. Kevser suresi (108/1-3) ve Tefsirleri.16. Buhari, Enbiya, 26 (3214), 49 (3254); Müslim, İman 76 (440, 441,442).17. Mesela Kızı Hz. Fâtıma radıyallâhü anh de bir gün Rasulullah’a: “Habîbîve kurratü aynî!” hitabıyla seslenecektir… (ez-Zehebî, el-Kebâir, s.172).Elbette ki Allah Rasulü, en özel manasıyla eşleri için bir kurratü’l-a’yünidi. Bkz. Ahzab 33/51.18 Abd b. Humeyd, Müsned, 1/292 (939).19 Bkz. Secde 32/17.20 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/82 (5860); Beyhakî, Şuabü’l-İman,7/479 (11061); İbnü Ebiddünyâ, en-Nafaka ale’l-Iyâl, 1/396 (227, 231);İbn Hibbân, Tabakâtü’l-Muhaddisîn, 3/173 (301); İbnü Ebî Hâtim, el-Mecrûhîn, 3/26 (1064); Deylemî, Firdevs, 2/272 (3263).21 Tirmizî, Birr 11 (1910); İbnu Mâce, Edeb 3 (3666); Ahmet b. Hanbel,6/409 (27355).22 Deylemî, Firdevs, 4/431 (7255); Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid, 8/155- el-Askerî, Hâkim, Ebu Ya’lâ ve Bezzâr’dan-23 l-Halebî, es-Sîretü’l-Halebiyye, 3/261.24 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 1/236 (647, 646); Ahmed b. Hanbel,5/211 (21889); İbn-i Mace, Edeb, 3 (3666); İbnü Asâkir, TârîhuMedîneti Dımeşk, 9/123 (772).25 Münavî, Feyzü’l-Kadir, 6/378.26 Muhammed Seyyid et-Tantâvî, et-Tefsîru’l-Vasît, 1/1809; Ali b. Nâyifeş-Şehûd, Fıkhü’l-İbtilâ fi’l-Kur’âni ve’s-Sünne, 1/312.27 M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s.144.28 M. Fethullah Gülen, Çekirdekten Çınara (Bir Başka Açıdan Ailede Eğitim),s.179, 186-187.29 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8/155 (13477) –Bezzar’dan-.30 Bezzâr, el-Müsned, 2/219 (5379).31 İbnü Hayyân, Tabakâtü’l-Muhaddisîn bi Esbehân, 4/273 (663).55


YENi ÜMiTDr. Hasan Yenİbaş*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87ŞÂTIBÎ’YE GÖREİlim Öğrenme Metotlarıİmam Şâtıbî (v. 790/1338), Endülüslü büyük birİslâm âlimidir. Hadîs, tefsir, fıkıh, usul ve dil gibiİslâmî ilimlerde vukuf sahibi olup müctehid olarak kabuledilmektedir. Başta usul, hadîs ve edebiyat olmaküzere değişik alanlarda pek çok eseri vardır. Bunlardan aslındaHanefî ve Malikî fıkhını telif etme gayesiyle kaleme aldığı vebir Usul-u Fıkıh kitabı olan, ancak genel olarak bütün usulü’ddinleilgili konuların yer aldığı, bu yönüyle de bir İslâmî ilimlermetodolojisi vasfına sahip el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerîa adlıdört ciltlik eseri oldukça orijinaldir ve sahasında tek gibidir.Türkçeye de tercüme edilen 1 bu eserin birinci cildinde yer alanMukaddimeler bölümünde Şâtıbî, ilmin hedefi ve öğrenmemetotlarıyla ilgili faydalı bilgilere yer verir. Günümüzdeki ilmîçalışmalara ve kitap okuma metotlarına da yol göstereceğinidüşündüğümüz bu konuyu Muvâfakât’ta anlatılanlardan hareketleele almaya çalışacağız. Ancak önce müellife uyarak, ilimöğrenme metotlarına geçmeden, ilmin hangi maksatla öğrenilmesigerektiğini değerlendireceğiz.Dinî İlimlerden Maksat Allah’a KullukturŞâtıbî, özellikle dinî ilimlerin pratik faydası üzerindedurmaktadır. Ona göre bütün şer’î ilimler Allah’a kulluketmek için birer vesiledir ve Şâri’ Teâlâ bu ilimleri bumaksatla talep etmektedir. Zîrâ İslâm’ın hedefi insanlarınkullukta bulunmasını temindir; bütün peygamberleringönderilmelerinde gözetilen maksat da budur (Muvâfakât,1/51). Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyet de bu hususu vurgulamaktadır:“Elif, Lâm, Râ. Bu Kitap Hakîm ve herşeyden haberdar olan Allah tarafından, Allah’tan başkasınakulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin kılınmış, sonra dauzun uzadıya açıklanmış bir Kitâp’tır.” (Hûd, 11/1-3) “EyMuhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere:‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin!’ diyevahyetmişizdir.” (Enbiya, 21/25)Şâtıbî’nin de belirttiği gibi buna benzer âyet çoktur vehepsi de peygamberlerin gönderilmesinden maksadın, insanlarınAllah’a kulluğunun temini olduğunu beyan eder.Onlar Allah’ın vahdâniyetine delâlet eden delillerle gönderilmişlerve böylece kulların sadece gerçek Mâbud’a, hertürlü noksanlıklardan münezzeh, eşi ve benzeri bulunmayanYüce Allah’a yönelmeleri için tebliğde bulunmuşlardır.Kısaca, ilimden maksat Allah’a kullukta bulunmadanbaşka bir şey değildir. Çünkü ilmin ruhu ameldir. Amelsizilim ise iğreti ve faydasızdır (Muvâfakât, 1/52-53).İslâmî ilimlerde zirveye ulaşmış ulemanın aynı zamandabir salih amel kahramanı oldukları düşünülünce Şatıbî’nintespitinin ne kadar yerinde ve aynı zamanda ilmi başkamaksatlarla tahsil etmeye çalışanlara uyarıcı nitelikte olduğuanlaşılacaktır. “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyunbüken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyenkimse, inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: Hiç bilenlerlebilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğütalırlar.” (Zümer, 39/9) Âyette ibadete vurgu yapıldıktan sonrameselenin bilip-bilmemeye yani ilme bağlanması gerçekâlimlerin aynı zamanda derin bir kulluk anlayışına sahip olduklarını/olmalarıgerektiğini göstermektedir.İslâm âlimleri de ilimle ilgili özellikle bu hususa vurguyapmışlardır. Süfyan-ı Sevrî: “İlim sadece takva sahibiolmak için öğrenilir. İlmin başka şeylere üstün kılınması,sadece onunla Allah’tan sakınıldığı içindir” demiştir. Hz.Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm da bir hadîslerinde:“Kıyamet gününde beş şeyden sorgulanmadıkça kul hesapyerinden ayağını bile oynatamaz.” buyurmuşlar ve bunlardanbirisinin de “ilmiyle amel edip etmediği” olduğunubelirtmişlerdir (Tirmizî, kıyame 1). Muaz b. Cebel ise: “Nekadar bilgi sahibi olursanız olun, amel etmedikçe Allah siziilminizle sevaplandıracak değildir.” demiştir. Bu konuda56


Hasan-ı Basri’den mürsel olarak rivayet edilen bir sözdede şöyle buyrulmuştur: “Aklı ermeyen hafif meşrep kişilersadece sözün nakline, âlimler ise sözün ruhuna ve onunlaverilmek istenen mesaja vâkıf olmaya önem verirler.” (Münavi,Feyzü’l-Kadir, 9589 nolu hadîs.)Ayrıca “Kitabı okuyup durduğunuz hâlde kendiniziunutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz?” (Bakara,2/44) gibi ilmiyle amel etmeyenleri zemmeden âyetler deilimden hedefin amel olduğuna işaret etmektedir.İlim, Ehlinden/Hocadan ÖğrenilmelidirŞâtıbî, ilim tahsilinde gayeye ulaştırıcı en kestirme vesâlim yolun onu tam ve eksiksiz bir şekilde elde etmiş gerçekehlinden almak olduğunu ifade etmektedir (Muvâfakât,1/81). İnsan fıtratına dercedilmiş bulunan kabiliyetler içinbir hocaya ihtiyaç yok ise de düşünce ve istidlâle ihtiyaçduyan ilimler için hoca ihtiyacı kaçınılmazdır. Öteden beribazı kimseler bir âlimin/hocanın rahle-i tedrisine oturmadanilim öğrenilebileceğini söyleseler de realiteler bununpek mümkün olmadığını göstermektedir. Şâtıbî, bir fıkıhusûlü şaheseri olan bu eserinde ilmin ehlinden öğrenilmesigerektiğine delil olarak, 'İlim, insanların göğüslerindeidi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat ilmin anahtarları hepâlimlerin ellerinde kaldı.' sözünü aktarır. Evet, kitaplardandoğru ve tam istifade mutlaka hocaların onları açmaları,talebeyi elinden tutarak onları içine sokmalarıyla mümkünolabilir.Resul-i Ekrem Efendimiz de “Yüce Allah ilmi insanlarınarasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onuulemâyı almak suretiyle kabzeder.” (Buhârî, İlim 34; Müslim,İlim 13) buyurarak, ilmin en önemli vasıtasının âlimler olduğunaişaret etmiştir.İslâm tarihinde bazı âlimler, ilimlerini bir âlimin/hocanınrahle-i tedrisine oturarak almadıkları için yer yerulemanın genel çizgisinden kopmuş ve tenkide maruz kalmışlardır.Bu konudaki en meşhur örneklerden biri ZâhirîMezhebi’nin imamlarından sayılan İbn Hazm’dır. Bu isim,pek çok faydalı eser de bırakmış olmasına rağmen tenkitedilmekten kurtulamamıştır. Onun bu yönünü eleştirenİbn Hayyan şöyle der: “İbn Hazm hadîs, fı kıh, cedel, nesep,edebiyat, mantık ve felsefe gibi birçok ilimlere sa hipti.Bu ilimlerin bazısı üzerinde bir hayli eserleri vardır. Ancakbu kitaplarında yanlış ve sakatlıklar da mevcuttur. Çünküo, bütün ilimleri hocasız olarak tahsil etmek cesaretini göstermiştir.”(Ebû Zehre, Mezhepler Tarihi, 2/469)Hoca/âlim faktörünün zorunlu olduğunu ifade edenŞâtıbî, ilmin hakkını veren gerçek bir âlimin de hangi özellikleresahip olması gerektiğini açıklar. Gerçek bir âliminüç özelliği olmalıdır. Bunlar;1. Bildiğiyle amel etmek: Âlimin sözü davranışınamutabık olmalıdır. Eğer, sözü farklı, işi/ameli farklı ise okendisinden ilim alınmaya ve o ilimde kendisine uyulmayaehil değildir.2. İlmi bir hocadan almış olmak: Kendisinden ilimöğrenilebilecek bir hoca/âlim, bizzat üstadların elinde yetişmişolmalı, ilmi onlardan almalı, onlarla hep beraberolmalı, onların terbiyesinde yetişmelidir. Böylece o da enuygun yolla hocalarının sahip olduğu vasıflara ulaşacaktır.3. İlmi aldığı kimseye uymak: Gerçek bir âlim/hocailmi aldığı kimseye uymalı, onun edebiyle edeplenmelidir.Nitekim Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber’e, Tâbiîn neslide Sahabeye uymuş, onların ahlâkıyla ahlâklanmıştır.(Muvâfakât, 1/83–85)İslâm tarihinde ilmiyle temayüz etmiş ve etrafına saçtığıışıkla içinde bulunduğu çağı aydınlatmış âlimlere baktığımızzaman Şâtıbî’nin tespitinin ve teklifinin ne kadaryerinde olduğu anlaşılacaktır. Sahabe çağından günümüzekadar, mezhep imamlarından tasavvuf büyüklerine, ilk dönemhadîsçilerinden kelâm âlimlerine kadar başta mücedditve müctehidler olmak üzere bütün büyük zâtlar hepaynı özelliklere sahip olmuştur. Eski dönemlerde ilimlemeşgul olanlar birbirlerine “Hangi kitapları okudun?” diyedeğil de, “Kimden okudun?” diye sorarlarmış. Kitaplarındükkânlardan alınıp okunduğu günümüzde hoca faktörünüönemini kavramak zor olsa da Şâtıbî’nin ifade ettiğigibi ilim mutlaka anahtarlı okunmalı ve âlimlerin gönlündeyerleşmiş bulunan ilim nurlarının ders meclislerinde bizimde gönlümüze akması için gayret sarfetmeliyiz. Çünküİslâmî ilimler hoca-talebe münasebeti içinde nesilden neslenakledilmiş kitaplarda yazılanların yanında onların doğruanlaşılması istikametindeki vicahî kültürde nakledilmiştir.Zîrâ İmam Malik’in ifade ettiği gibi, “İlim, çok rivâyet etmekdeğildir. İlim bir nurdur. Allah Teâlâ bu nûru müminkullarının kalbine koyar.”İlim Öğrenme Metotları1. Müşâfehe/Sohbet: Şâtıbî’nin “müşâfehe” diye ifadeettiği, günümüz literatüründeki karşılığıyla “sohbet” diyebileceğimizbu metot ilim tahsilinde çok faydalıdır. Müellifegöre, hocadan bizzat şifâhî olarak ilim tahsili iki açıdanen faydalı ve sağlıklı yöntemdir.Öncelikle hoca ile talebe arasında Allah’ın koymuş olduğubir hususiyet bulunmaktadır ve ilim tahsilinde bulunanherkes bunu müşâhede etmektedir. Nice meselelervardır ki, öğrenci onu kitaptan okumakta, ezberlemekteve defalarca tekrar etmekte fakat bir türlü anlamamaktadır.Aynı şeyi hocanın takrir etmesi/anlatması durumundaise ânında anlamaktadır ve daha oracıkta konu hakkında57


ilim sahibi olmaktadır. Diğer taraftan, hocadan bizzat birkonuyu dinlemede mânevî fetih diyebileceğimiz başkabir hususiyet vardır. Yüce Allah talebenin hocasının huzurunavarıp onun ilmine olan ihtiyacını ortaya koyarakdurması, ona gönlünü açması neticesinde onun basiretiniaçmakta ve böylece talebe o meseleyi kolayca anlamaktadır(Muvâfakât, 1/86).Şâtıbî’nin üzerinde durduğu bu metoda göre talebe ciddive derin bir teveccühle ve istifade etme niyetiyle hocasınınsohbetine ve dersine katılırsa kitaplardan anlamadığı pek çokhususu öğrendiğini ve anladığını görecektir. Bunun böyleolması gayet tabiîdir. Zîrâ sohbette insibağ vardır.Sohbet, aynı zamanda sahabe mesleğidir. Sahabe mesleğininönemli bir özelliği, hayatın sohbet-i Cânan ve hizmet-iiman etrafında örgülenmesidir. Evet, Ashab-ı Kirâm insibağkahramanlarıdır; onların hepsi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’inmaddî-mânevî boyasıyla boyanmışlardır. Aslında her “sohbetteinsibağ vardır”; Allah dostlarının sözlerinden, bakışlarından,yüz hatlarından, dudak ve el hareketlerinden öyle bir ruh vemânâ akışı hâsıl olur ki, onun muhataplarına kazandırdıklarınıkitaplardan okuyarak elde etmek mümkün değildir. Bir Hakerinin namazda kıvrım kıvrım kıvranmasının, huzur-u İlâhî’deiki büklüm olmasının, kalbinin haşyetle çarpmasının ve yanaklarınıngözyaşlarıyla ıslanmasının o meclise dolduracağımânevî havayı doğrudan doğruya onun atmosferine girmedenve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdır.Hele bir de söz konusu zât, İnsanlığın İftihâr Tablosu HazretiKutbu’l-Enbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise onun huzurundakiinsibağ başka hiçbir yerde ve hiçbir şekilde bulunamaz.(Gülen, M. Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, 119)Evet, hangi seviyede olursa olsun, dinî meselelerinmütalâa ve müzakere edildiği her sohbetin/meclisin mutlakabu mazhariyetten nasibi vardır. Aslında ilk dönemlerebakıldığı zaman ilim tahsilinde bu metodun öne çıktığıgörülecektir. Şâtıbî’nin de belirttiği gibi ilk nesillerde tahsilsırasında yazı yoluyla ilim alanlar oldukça azdı. Onlar nottutmayı bile iyi karşılamamışlardır. Nitekim İmam Mâlikbir meselede kendisine: “Nasıl yapalım?” diye soranlara,“Ezberlersiniz, anlarsınız, sonunda kalbinize onun (ilmin)aydınlığı vurur ve onu yazmaya artık ihtiyaç duymazsınız.”demiştir. Ne var ki unutkanlığın ortaya çıkıp, dinî ilimlerinyok olmasından korkulduğu için insanlara yazı ruhsatı verilmiştir.Yoksa yazı (kitap) hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.(Muvâfakât, 1/86-87) Bu ifadeler, kitaba karşı birtavır olarak algılanmamalıdır. Tam tersine günümüzde kitapönem kazanmıştır. Ancak kitaplar ne kadar çoğalırsa çoğalsın,ilim öğrenmede hocanın fonksiyonu azalmayacaktır.Onlar bazen bir cümleyle koca bir kitabın ifade ettiği mânâyıifade edebilecekler ve kitaptan anlaşılmayan pek çok meselede onların izahı sayesinde anlaşılır hâle gelecektir.2. Mütalâa/Müzakere:Şâtıbî’nin üzerinde durduğu ikinci metot mütalâadır.Günümüz anlayışı ve pratik uygulama sahasının genişliğiaçısından bu metodu “müzakere” yöntemiyle birlikte değerlendirmekde mümkündür. Müellifimize göre bu metodunda iki şartı vardır.1. Istılahların bilinmesi: Bundan maksat, öğrenilecekolan ilmin maksatlarını ve ıstılahlarını daha öncedenöğrenmiş olmak ve o kitabın mütalâası için gerekli olanaltyapıya sahip olmak. Bilindiği gibi her ilmin kendinemahsus ıstılahları ve usulü vardır. Meselâ, tasavvufla ilgilikitapları okumak isteyen bir kimse öncelikle bu sahanın ıstılahlarınıbilmek zorundadır. Sofîlerin aşk kavramına yüklediklerimânâyı bilmeyen bir kimse tasavvuf kitaplarındageçen “aşk” kelimesini yanlış anlayabilir. Veya kastedilenmânâyı tam doğru bir şekilde anlayamaz. Çünkü her ilimve fennin kendisine mahsus terminolojisi vardır ve sahanınehli o kavramlarla konuşmaktadır. Bu durum fıkıh, tefsirve hadis gibi ilim dallarında da geçerlidir. Örneğin fıkıhlailgili araştırma yapmak ve bu sahada derinleşmek isteyenbir kimse bu ilmin usulünü öğrenmekle işe başlamalıdır.Fıkhın; Kitap, Sünnet, icma, kıyas, istihsan, maslahat, ictihadgibi kavram ve metotlarını bilmeden, fukahanın Şer’îdelillerden hüküm çıkarma yöntemlerini öğrenmeden,fıkıh kitaplarının kendine mahsus dil ve üslûbunu kavramadanfıkıh kitaplarından yeterince istifade etmek mümkünolmayacaktır. Nitekim bu çalışmamıza esas teşkil edenŞâtıbî’nin Muvâfakât’ı fıkıh usulü sahasında yazılmış eşsizbir eserdir. Bu usul, bir-iki kitap okumayla da öğrenilecekkadar kolay ve basit değildir. Belki uzun yıllar ortaya konacakgayret ve mesaiyle, bu alanda yazılmış muhtelif metotlardakikaynakları yerine göre mutlaka mukayeseli okumakve mütalâa etmek suretiyle ancak öğrenilecektir. Buradasöz konusu ettiğimiz şartlar hadîs ve tefsir usulleri için degeçerlidir. Bu ilimlerde de derinleşmek isteyen bir kimse,bu sahaların ıstılah ve metotlarını öğrenmekle işe başlamakzorundadır. Istılahların, o ilmin formüle edilmiş anahtarlarıolduğu düşünülecek olursa, bu anahtarlar olmadan oilmin kapısından içeri girmek pek mümkün olmayacaktır.Girdiğini zannedenler de usul bilmediklerinden dolayı sıksık hata yapacaklar, hem kendileri yanılacaklar hem debaşkalarını yanıltacaklardır. Din gibi insanların hem dünyalarınıhem de ukbâlarını ilgilendiren bir sahada ise usulbilmeden hareket etmek/konuşmak/yazmak son derecetehlikelidir ve insanı mânen mesul edecek bir husustur. Buaçıdan Şâtıbî’nin tespiti son derece yerindedir.58


2. İlk/temel kaynakların seçilmesi: Her ilimde ilk kaynaklarseçilmelidir. Şâtıbî, bu görüşünün delili sadedinde,bir ilimde ilk mütehassısların, kendilerini ilme, sonragelenlerden daha çok verdiklerini ifade etmektedir. Onagöre, dinî ilimlerde, sonra gelenler önce gelenlerin derinliğineulaşamamışlardır. Meselâ, sahabenin gerek dinevukûfiyeti gerekse dini yaşaması tâbiînden daha derindir.Tabiî ki, tâbiîn de kendinden sonra gelen neslin önündegelir. Şâtıbî, konuyla ilgili İbn Mesud’un şu sözüne de yerverir: “Her gelen yıl bir öncekinden daha kötü olacaktır.Ben bu sözümle gelecek yılların bu yıllara göre bolluk vebereket yönüyle geri olacağını kastetmiyorum. Ben, hayırlıkimselerin ve âlimlerin aranızdan ayrılmasıyla arkadangelen kimselerin işlerini dinin prensiplerine göre değil dekendi görüşlerine göre yürütmelerini, böylece İslâm binasınınyara almasını kastediyorum.” (Muvâfakât, 1/98)Özellikle İslâmî ilimlerde temel kaynakların bilinmesiönemlidir. Bu meyanda ilk kaynaklar Kur’ân veSünnet’tir. Bütün dinî ilimler Kur’ân ve Sünnet temelinedayanmaktadır. Bu iki kaynakla çelişen her türlü bilgi isereddedilir/kabul edilmez. Bundan dolayı her türlü dinîbilginin Kur’ân ve Sünnet filtresinden geçirilmesi zaruridir.İslâm âlimleri, bu iki temel kaynağa bağlı kalarakkendi devirlerinin ihtiyaçlarına cevap verecek pek çokeser yazmışlardır. Şâtıbî’nin bu mevzudaki düşüncelerinibiraz açacak olursak dinî ilimlerde derinleşmek isteyen birkimsenin öncelikle ilk kaynakları iyi bilmesinin yanı sıra,Ümmet-i Muhammed’in genel kabulüne mazhar olmuştemel kaynakları da öğrenmesinin zaruri olduğu anlaşılmaktadır.Meselâ, fıkıh usulünü derinlemesine öğrenmekisteyen bir kimse İmam Şâfiî’nin er-Risale’sinden başlamaksuretiyle Serahsî’nin el-Usul’ü, Sadru’-ş-şerîa’nın et-Tavzîh’i, Pezdevî’nin el-Usul’ü, Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ıİmam Gazzâlî’nin el-Mustasfâ’sı, gibi bu sahanın temeleserlerini mutlaka okuması gerekmektedir. Aynı şekildediğer ilim dalları da ilk kaynaklardan başlanmak suretiylegünümüze doğru okunmalıdır. Diğer yandan, İslâmîilimlerde derinleşmek isteyen bir kimse İslâm tarihindeköşe taşı mesabesindeki temel eserlerden de müstağni kalamaz.Bu meyanda İmam Gazzâlî, İmam Rabbanî, ŞahVeliyullah ed-Dihlevî ve Bediüzzaman gibi yaşadıklarıçağı aşan zatların eserlerinin mütalâa edilmesi fevkalâdeönemlidir.İşte bu noktada yeniden Şâtıbî’nin teklif ettiği okumabiçimine bakmamız gerekir. Temel eserler, sıradan bir kitapgibi okunup geçilecek kitaplar değildir. Bu kitaplar, ya birhocaya arz edilerek okunmalı, hoca da gerekli yerlerde izahlardabulunmalı ve talebenin sorularına cevap vermelidir. Yada bir hoca huzurunda okunamıyorsa belli seviyedeki kişilerinbir araya gelerek bir metni/kitabı okumaları şeklindeolmalıdır ki, bu metoda müzakere demek mümkündür.Mütalâa ve müzakere metodu dinî ilimlerin öğrenilmesindeyeniden keşfedilmesi gereken iki metot olarak önümüzdedurmaktadır. Bu metotlar, kitapların derinlemesineokunması demektir. Bu konuda önemli bir husus da, temelkitapların baştan sona mütalâa/müzakere edilmesidir. Zîrâilmin bereketi, devamlılıkta ve kitapların bitirilmesindedir.Aslında müzakere, sahabe döneminden beri bilinen veözellikle sahabe tarafından uygulanan bir ilim öğrenmemetodudur. Bu hususta Enes b. Mâlik: “Biz, Resûlullah’ın(sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında otururken, O’ndanbir söz işitir, yanından ayrılınca da onu aramızda müzakereederdik.” demektedir. Sahabe-i kiram, Resûlullah’tan(sallallâhu aleyhi ve sellem) aldığını nakletmekle kalmıyor,aynı zamanda hadîsleri aralarında müzakere de ediyorlardı.Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerininde bu meseleleri müzakere etmelerini tavsiye ediyorlardı.Meselâ, sahabi efendilerimizden Ebû Said el-Hudrî ve İbnAbbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadîsleri belleyinve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır;dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâaetmelisiniz.” (Dârimî, mukaddime 51)Günümüzde de temel kitapların müzakere edilmesi birilim öğrenme metodu olarak uygulanabilir. Hattâ denebilirki, müzakere usulü kitap okumak günümüzde kolaylaşmıştır.Zîrâ bir metin/kitap okunurken anlamak için Kur’ân veHadîslerin yanı sıra bugüne kadar yazılmış pek çok güzideesere de müracaat kolaylığı bulunmaktadır. Elverir ki, insanlarbu maksatla bir araya gelsinler ve anlama kasdıyla veciddi bir teveccühle eserlerden istifade etmeye çalışsınlar.Netice olarak, Şâtıbî’nin ilim öğrenme metoduyla ilgiliyaklaşımlarından öğrendiğimiz, temel kitaplar ya bir hocaylaokunmalı veya bir müzakere meclisinde mütalâa edilmelidir.Çok kitap okumak mutlaka faydalı ve gereklidir. Ama asılönemli olan temel ve öncelikli kitapların mütalâa ve müzakereedilerek tekrar tekrar okunması ve sağlam bir ilmî altyapınınoluşmasıdır. Önce sağlam bir ilmî altyapıya sahip olankimseler, istedikleri kitapları önceki temel kaynaklara görefiltreden geçirerek tahlilî ve analitik bir metotla okuyabilirler.Böylece son okudukları kitabın tesiriyle değil de temel eserlerinışığı altında hareket etme imkânına sahip olurlar.*Araştırmacı-Yazarhyenibas@yeniumit.com.trDipnot1. Bu eser Mehmet Erdoğan tarafından Türkçe’ye el-Muvâfakât: İslâmîİlimler Metodolojisi adıyla başarılı bir tercümeyle kazandırılmış ve İzYayıncılık tarafından 4 cilt halinde basılmıştır.59


YENi ÜMiTProf. Dr. Abdulhakim YÜCE*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflarve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânîyörüngeli yaşamaktırEBÜ’L-HASANEL-HARAKÂNÎTarih sayfalarına isimleri altın harflerle yazılanşahsiyetler vardır. Bu şahsiyetlerin, Peygamberlerve onların yol arkadaşlarından sonra en önde gelenleri,engin bir ibadet, tefekkür, irşad ve mücahede/mücadelehayatı yaşamış mânâ erleridir. Yetiştirdiklerimürid ve talebeleri, bizzat kaleme aldıkları veya konuşmalarındantalebeleri tarafından derlenen yol gösterici eserleri veyaşadıkları hayatları ile bu şahsiyetler, asırlar geçse de hep hayırlayâd edilmiş, örnek alınmış, bazı vefakârlarca hemen herduada hatırlanmış ve duaların kabulüne vesile edilmişlerdir.Bazı gaybî işaretlerden ve yaşanan tecrübelerden hareketle,bu şahsiyetlerin bir kısmının vefatlarından sonra bile mânevîtasarruflarına inanılmıştır. İşte yazımıza konu edindiğimizEbü’l-Hasan Harakânî de bu mânâ erlerinden birisidir.Horasan ve TasavvufHarakânî’nin yaşadığı dönem ve coğrafya, tasavvuf tarihindeyüzyıllar boyu insanlığa rehberlik eden büyük mutasavvıflarınyetiştiği önemli bir dönem ve bölgedir. Horasanbölgesi bugün İran, Afganistan ve Türkmenistan devletlerincepaylaşılan geniş bir coğrafyanın adıdır. Geneldeİslâm kültürü ve medeniyetinin mayalandığı en bereketlitopraklardan olan Horasan, Tasavvuf tarihi açısından daönemli bir merkezdir. Tasavvuftan söz edildiğinde akla hemenHorasan erenlerinin gelmesi, bunu bariz bir şekildegöstermektedir.Sözkonusu dönem değişik millet ve kabilelerin birbirleriyletanışıp kaynaştığı, dolayısıyla muhtelif kültürlerinbuluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl60


cereyanlar, Ehl-i Sünnet kelâm mezhepleriyle amelî mezheplerve ardından felsefî cereyanlar hep bu dönemlerde sistemleşmişve yaygınlık kazanmışlardır denilebilir. Şi’a’nında o bölgede ve dönemde belli ölçüde teşkilâtlandığı hesabakatılmalıdır.Bu dönemde tasavvuf da fıkıh, kelâm, hadîs ve tefsirilimleri gibi ayrı bir disiplin hâlinde inkişaf etti. HakîmTirmizî’nin (320/932) Hatmu’l-Velâyesi, Ebû Nasr Serrac’ın(378/988) el-Luma’ı, Kelâbâzî’nin (380/990) Taarruf’u, EbûTalip Mekkî’nin (386/996) Kûtu’l-Kulûbu, Kuşeyrî’nin(465/1072) er-Risalesi, Hucvirî’nin (470/1077) Keşfu’l-Mahcub’u gibi ilk klâsik tasavvufî eserler bu dönemdekaleme alındı. Zühd döneminde pek kullanılmayan veya henüzortaya çıkmayan ilk tasavvufî kavramlar da bu döneminmahsulüdür. Bu dönemde mutasavvıflar insanın kalb, vicdanve nefis gibi mekanizmalarını tahlil etmekte, onlarla ilgilihâlleri beyan ederek insan ruhunun geçeceği makamlardanbahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefis tezkiyesi gibi konularıdaha derinlikli bir şekilde gündeme getirmekteydi.Horasan’da Ahmed b. Harb (234/848), Hatem-i Esamm(237/851), Ahmed b. Hadraveyh (240/854), Ebû Talip Nahşebî(245/859) gibi mânâ erleri tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı olanHorasan tasavvuf mektebinin ilk temsilcilerini oluşturmaktadırlar.Horasanda bu dönemde gelişen fütüvvet genellikle şecaat,mürüvvet, sahavet ve kerem mânâlarını taşımakla beraber, îsar,kendini hizmete feda, başkalarına eziyet vermeme, iyiliği yayma,sızlanmayı bırakma, makam tutkusundan uzaklaşma ve nefislemücadele gibi anlamlar kazanmıştır. 1İşte Harakânî, mânevî üstadı Bayezid-i Bistamî’denyaklaşık doksan sene sonra bu bölgede ve bu yoğunluktakibir tasavvuf ortamında dünyaya gözlerini açtı.Kısaca HayatıEbü’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Harakânî, Horasanbölgesinin batısındaki Bistâm’a bağlı Harakân’da 2 dünyayageldi. Hicrî 352’de (963) doğduğu kabul edilir. Kaynaklardaümmî ol duğu ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin (234/848)mânevî bir işareti üzerine Kur’ân oku maya başladığı kaydedilmektedir.Harakân’dan Bistâm’a gidip Bâyezîd’intürbesini ziyaret eden Harakânî’ nin Bâyezîd-i Bistâmî’ninruhaniyetiyle terbiye edildiği yani üveysî olduğu ve şeyhininBâyezîd olduğu kabul edilir. Nakledilen bir men kıbeyegöre Bâyezîd Hazretleri Harakân’dan büyük bir velî çıkacağınıönceden haber vermiş ti. Bistamî her yıl bir kereDehistân’da şehit mezarlarının bulunduğu kumluk tepeyiziyarete giderdi. Harakân’dan geçerken durur ve derin nefesalırdı. Müritleri, “Biz farklı bir koku almıyoruz.” dediklerindeonlara şu cevabı verirdi: “Ben bu köyden birerin kokusunu almaktayım. Bir er gelecek, adı Ali, künyesiEbü’l-Hasan, benden üç derece önde olacak, aile sıkıntısıçekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek.” 3Bazı kaynaklar ise Harakânî’nin Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ınmüridi olduğu nu, Kassâb’ın onun hakkında; “Benden sonraziyaretçilerim ona yönelecekler.” de diğini kaydeder. 4Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ın Harakânî’yi zi yarete gittiğindemeclisinde susmayı ter cih ettiği, “Neden konuşmuyorsun?”so rusuna, “Bir hususta iki tercümana ge rek yok.”diye cevap ver diği nakledilir. Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ı bast,kendini kabz ehli olarak nitelendiren Ha rakânî’nin EbûSaîd’in büyük önem ver diği semâ ve rakstan hoşlanmamasıara larında meşrep farkı bulunduğunu gös terir.Eserinde Harakânî’ye geniş yer ayıran Attâr, Abdülkerîmel-Kuşeyrî’nin, “Harakân’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybetive haşmeti bana o kadar tesir etti ki, di lim tutuldu.” dediğininakleder. Kuşeyrî’nin er-Risâle’sinde bir sözü dışındaHarakânî’ye yer vermemesi Harakânî’nin şatahât 5 türü sözlersarf etmesine hamledilebilir. Nitekim Harakânî’nin vaazve nasihatlerini, bazı sözlerini, münâcât ve menkıbelerini ihtivaeden Nûrü’l-’Ulûm’u ile Attâr’ın Tez kiretü’l-Evliyâ’ adlıeserinde onun bir çok müteşabih ifadeleri nakledilir.Tabakât kitapları İbn Sina ve Gazneli Mahmud gibizâtların Harakânî’yi ziyaret etmek için Harakân’a geldiklerinikayde derler. Hattâ Mevlâna’nın Mesnevî’sinde dahadetaylı olmak üzere, birçok tabakat kitabında İbn Sina’nınziyareti sırasında cereyan eden şöyle bir hâdise de anlatılır:İbn Sina birkaç arkadaşıyla Harakânî’yi ziyarete gelir.Ancak evde olmadığını söyleyen hanımı sözlerine bir de61


“Eğer onun için geldiyseniz ziyaretiniz boşuna gitmiştir,o sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir.” şeklinde inciticicümleler de ekler. “Geri dönelim, onu en iyi bilenhanımıdır.” diyen arkadaşlarını ikna ederek orman tarafınayönelen İbn Sina ve beraberindekiler, karşıdan odunlarıbir hayvana yükleyip gelen Harakânî’yi görürler. Yaklaştığındabineğin bir aslan olduğunu anlar ve hanımındanduyduklarıyla tezat teşkil eden bu durumu sorarlar. O da:“Evdeki kurdun sıkıntısını çekmeyene dağdaki aslan hizmetetmez.” cevabını verir.Gazneli Mahmud’un, Harakânî’yi ziyareti sırasındada cereyan eden bazı konuşma ve hâdiseler, farklı unsurlarkatılarak ama özü değiştirilmeden birçok kaynakta zikredilmiştir.Detaya girmeden şu şekilde özetlemek mümkündür:Şeyh Harakânî’nin şöhretini duyan Gazneli Mahmud, adamlarıylabirlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakân’agelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakânî, ona özel birilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan bazı sorularsorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhinmehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür.Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de, Harakânîbunu reddeder. Bu sefer, ‘ondan bir hatıra olsun diye’ herhangibir eşyasını ister. Harakânî de sultana bir gömleğiniverir. Görüşme tamamlandıktan sonra sultan, veda ederkenŞeyh Harakânî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisiniyolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:— Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız; ama yolcuederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?— İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyetiylegeldiniz. Ama şimdi tevazu hâliyle ayrılıyorsunuz.Tevazu hâline saygı gerekir.“Bana nasihatte bulun.” demesi üzerine Harakânî:Dört şeye dikkat et; takva, cemaatle namaz, cömertlik vehalka şefkat, cevabını verir. 6Nakşibendiyye silsilesinde önemli bir yer verilerek altınzincirin 7 bir halkası sayılan ve üveysîliği üzerinde özellikledurulan Harakânî, Aynülkudât el-Hemedânî, Necmeddîn-iDâye, Attâr, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî gibi büyükmutasav vıfları derinden etkilemiş; Ebû Abdullah Dastanî(417/1026), Ebû Abdullah El-Ensarî el-Herevî (481/1089),Kuşeyrî (465/1072), Ebû Said Ebü’l-Hayr (440/1049) gibimeşhur zâtlara üstatlık veya yakın arkadaşlık yapmıştır.Harakânî’nin 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033) tarihindevuku bu lan ölümünden sonra da tesiri uzun sü re devametmiştir. Hattâ o, tasarrufu 8 devam eden sayılı zâtlar arasındasayılmıştır.Kazvînî (682/1283), Harakânî’nin kabrinin Bistâm yakınlarındakiHarakân’da bulunduğunu, onu ziyaret edenişiddetli bir kabz hâlinin istilâ ettiğini söyler. Bistâm’ı ziyareteden İbn Batûta şehre ge lince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zaviyesindekaldığını, Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin kabrininde bu şehirde olduğunu bildirir.Evliya Çelebi ise Kars Kalesi’nin 3. Murad devrinde LalaMustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerinpaşaya aktardığı rüyasını nakleder. Buna göre asker, paşayarüyasında gördüğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebu’l-Hasanel-Harakânî olduğunu ve makamının 9 burada bulunduğunusöylediğini, kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğinianlatmış, bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya başlamışve üzerinde, “Menem şehîd ü saîd Harakânî” ibaresiyazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler,mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır.Ya ralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bilehenüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındakiyarası ise hâlâ kanamakta imiş. Gaziler yine tekbirle kabrikapatmışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafındanEbü’l-Hasan el-Harakânî adına bir tekke ile bir camiinşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olay, Kars veçevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve buradaşehid olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır. 10Ancak birçok kaynağa müracaat ederek Harakânî üzerinegeniş bir araştırma yapan Hasan Çiftçi, Harakânî’nin Kars’tavefat ettiği şeklindeki inancın sadece yukarıda aktarılan rüyayadayanmadığını, bunu destekleyen başka belge ve tarihîrivayetlerin de olduğunu aktararak, bu bilginin gerçek olabileceğinibelirtmektedir. 11Harakanî’ye, bazı tasavvufî konulardaki görüşlerini veveciz sözlerini ihtiva eden Nûru’l-Ulûm adlı bir eser izafeedilmektedir. Ancak ne basılı hâli ne de elyazması eldemevcut olan bu eserin, ismi bilinmeyen bir müridi veyamüritleri tarafından vefatından sonra kaleme alındığı şüphesizgibidir. Zîrâ ümmî olduğu ifade edilen Harakânî’nineser yazdığına dair hiçbir işaret bulunmamaktadır. Nûru’l-Ulûm’dan Seçmeler adında yazarı bilinmeyen bir çalışmaise değişik dillerde mevcuttur. Öyle anlaşılıyor kiHarakânî’ye ait bilgi ve fikirlerin kaynağı, bu eser yanında,halk arasında sözlü olarak aktarılan malumat veya menkıbelerve diğer çağdaşı âlimlerin eserlerine aldığı kısa anekdotlardanoluşmaktadır.Harakânî’den VecizelerEbü’l-Hasan Harakânî’den insanı düşünceye sevk eden,ders veren ve ikaz eden birçok veciz söz nakledilmiştir. Elbettebu vecizeler onun dünya ile münasebetini, takvasını,zühdünü ve Rabb’ine yaptığı kulluğu da bize bir nebzeanlatmaktadır. Bunlardan birkaçını zikretmek istiyoruz:Kimin kapısında bir yıl beklersen, neticede bir gün, gelbakalım, niçin orada duruyorsun der. Allah’ın kapısındaelli yıl bekle, sana ben kefil olurum.Üç hâlden biri ortaya çıkmadan dünyadan gitme: YaAllah’a olan muhabbetinden dolayı gözyaşların kan olmalı62


ya O’nun korkusuyla idrarın kana dönüşmeli veya uyanık olduğunhâlde kemiklerinin eriyerek inceldiğini görmelisin.Kalblerin en aydını içinde mahlûkatın yer almadığıkalbdir. Amellerin en iyisi, içinde mahlûk düşüncesinin olmadığıameldir. Nimetlerin en helâli kendi gayretinle olanıdır.Arkadaşın en iyisi Hak ile yaşayandır.Hak Teâlâ kulların paylarını bölüştürdü, her biri kendipayını aldı. Civanmert velilerin payına da hüzün düştü.Civanmertlerin hüznü O’nu O’na yaraşır şekilde anmakisteyip de yapamamalarıdır. Eğer sana hüzünlü olanlarınhikâyesini anlatırsam yer ve gök kan ağlar.Tandırdan elbisene bir ateş sıçrasa onu hemen söndürmeyeçalışırsın; dinini yakan bir ateşe yani kibir, haset veriya ateşlerinin kalbinde durmasına neden razı olursun.Âlim sabahleyin yatağından kalkarken, ilminin artmasını,zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlününeşeyle doldurma ve onu mutlu etme derdindeyim.Beş çeşit su vardır, civanmertler onların üçünü sever:Birincisi hayat suyu, ikincisi Kevser suyu (…) Dördüncüsüâriflerin hoşlandığı sudur, o muhabbet suyudur. Beşincisiise Allah’ın sevdiği sudur ki, o da mü’min kulların, özelliklegünahkâr kulların gözyaşıdır.Her kim bu eve gelirse yemeğini yedirin ve adını (dinini)sormayın; zîrâ ruh taşıyan herkes Ebü’l-Hasan’ın sofrasındayemek yemeye layıktır.Hıyanetsiz nasihat, nasihat ettiğin cemaatten dahaüstün olduğunu ima etmek maksadıyla başını dik tutmadığınve dünyaya karşı tamahkâr olmadan yaptığın nasihattir.On iki sene nefsimin demircisi idim; kendi nefsimdenbir ayna yapmak için onu riyazet ocağına koyuyor, mücahedeateşiyle dağlayarak kızıl hâle getiriyor, sonra onuyerme örsünün üzerine koyarak kınama çekiciyle dövüyordum.Beş sene kendi aynam idim; her çeşit ibadet ve taatlebu aynayı parlatıyordum. Sonra bir sene boyunca kendimedikkatle baktım; kendimde (belimde) gururdan, ucuptan,kibirden ve kendi amelini beğenmekten mamul bir küfürzünnarı gördüm. On iki yıl onu kesmek için çalıştım, nefsinderinliklerinde bir başka zünnar gördüm, beş yıl da onunkesilmesi için gayret sabrettim. Onu nasıl keseceğime bakıyordum,keşif vâki oldu. Halka (mahlûkata) baktım onlarıölmüş gördüm ve hepsinin cenaze namazlarını kıldım.Onların cenazesinden döndüm ve yeniden İslâm’a girdim.Kendi ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık bütün ibadetimibir saat kadar gördüm; günahlarıma bakınca Nuh’un (as)ömründen daha uzun gördüm. 12Alvarlı’nın ŞiiriSözümüzü, Alvarlı Efe’nin, büyük ihtimalle Harakânî’nintürbesini ziyareti sırasında söylediği bir şiiriyle bitirmek istiyoruz.Merhaba ey hâmil-i envâr-ı iman merhabaMerhaba ey hâmil-i envâ-i esrâr merhabaMerhaba ey muttaki kul bende-i PeygamberiMerhaba ey mazruf-u ihsan-i Bârî merhabaMerhaba nûş eyleyen şehd ü şehadet şerbetiMerhaba ey ferd-i devransın kamuya merhabaMerhaba ey ol tasarruf menbaının mahremiMerhaba ey nezd-i Hak’tan ehl-i himmet merhabaMerhaba ey gayba mâil ol ricalin kişveriMerhaba ey dâhil-i dergâh-ı izzet merhabaMerhaba ey kutb-u âlem yâ Cenâb-ı Bu’l-HasanMerhaba ey Gavs-ı A’zam Şah-ı Hûbân merhabaMerhaba ey Kars’a Hakk’ın en büyük ihsanısınMerhaba ey kıldı zatın burda mihman merhabaBu geda vasfından âciz bir nazardır pâyesiMerhaba ey sâyedâr-ı ehl-i ümmet merhaba 13*YYÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesiayuce@yeniumit.com.trDipnotlar1. Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, 116 vd. İst.1994. (Bazı ekleme ve tasarruflarla)2. Bu gün Harakân İran’ın başkenti Tahran’ın kuzeyindeki bölgede yer alanSimnân vilayetinin Şahrûd ilçesine bağlı bir kasabadır.3. Attar, Tezkiretu’l-Evliya, II, 201.4. Tahsin Yazıcı, Ebû Said-i Ebü’l-Hayr, DİA, X, 220.5. Şath, sarsılma, hareket etme, yürüme, titreme veya gevezelik etme anlamınagelir. Edebiyatta, “hezeliyyât” ve buna bağlı olarak “latife, şaka, eğlence,maskaralık etme” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Tasavvufî bir terim olarakşu şekilde tarif edilir: “Bazı mutasavvıfların vecd ve istiğrak hâlinde kendiirâdeleri dışında, mânâsını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve aklaaykırı bir taraf bulunan ve zâhiren şeriata muhalif gibi görünen söz.6. Attar, Tezkiretü’l-Evliya, II, 209.7. Tasavvufta, özellikle Nakşibendiyye tarikatında içinde Ehl-i Beytten birzatın olduğu silsileye altın silsile denir. Bkz: H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile,Erkam Yayınları, İst. 1994.8. Tasarruf konusunda geniş bilgi için Bkz: Abdulhakim Yüce, Kozmik Yetki: Tasarruf,Tasavvuf (İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi), 2005, s. 15, ss. 37–49.9. Genellikle vefat eden kişinin gerçekten gömüldüğü yere türbe; ancak gerçekteorada gömülü olmadığı halde bazı sebeplerden ötürü meşhur birzata ait olduğu söylenen türbeye ise makam denilir. Şu sebeplerden ötürüoraya makam denilmektedir: Bir süre orada yaşaması; hayatında birileritarafından orada görülmesi; birileri tarafından mezarının orada olduğununrüyada görülmesi ve kazı neticesinde gösterilen yerde bir cesedinbulunması; o zata olan saygının yüksek olması; bulunduğu yerin İslâmtoprakları olduğunun pekiştirilmesi; orada o isimle başka bir zatın yatıyorolması ve meşhur zata yanlışlıkla ithaf edilmesi…10. Daha geniş bilgi ve kaynaklar için Bkz: Süleyman Uludağ, Harakanî,DİA, XVI, 93.11. Hasan Çiftçi (Doç. Dr.), Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakanî I (Hayatı, Esrleri),58-73, Ank. 2004.12. Bu ve buna benzer daha birçok söz için bkz: Hasan Çiftçi (Doç. Dr.),Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakanî I (Hayatı, Eserleri), ss. 216-320.13. Alvarlı’nın bu şiiri de adı geçen eserin arka kapağında yer almaktadır.63


Dr. Selman Kuzu*Ocak / Şubat / Mart - 2010 / 87Mekke müşrikleri Peygamberimiz’e (aleyhissalâtüvesselâm) inanmamakla kalmıyor, iman edenleri deO’na inanmaktan ve mümince yaşamaktan alıkoymayaçalışıyorlardı. İnananlar ise her ne pahasınaolursa olsun, inançlarını yaşayacaklar ve bu yeni dini başkalarınaanlatacaklardı. Bu vazife, iman etmelerinin bir gereğiydi. Din vedinî hayat terk edilemez fakat vatan terk edilebilirdi. Neticedede öyle oldu. Kadınıyla erkeğiyle inananlar grup grup yola koyuldu.İlk hicret Habeşistan’a gerçekleşti. O gün Habeşistan’agitmek için Kızıl Deniz kenarındaki Şuaybe Limanı’na doğrugizlice yola çıkanlardan bazılarının yanında eşleri ve çocukları davardı. 1 Hanımlar da bu kutsi yolculukta geri durmamış, eşlerinedestek olmuş ve mukaddes yükü taşıma adına sahip olduklarıher şeylerini ortaya koymuşlardı. Başka türlü de düşünemez veyapamazlardı. Zîrâ bu mukaddes yük, bu büyük dava herkesinomzuna konmazdı. “Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleritaşır”dı. Onlar için bu ne büyük bir şerefti. Mukaddes emanetematıyye (taşıyıcı) olarak seçilmişlerdi.Kadınlar da Allah yolunda koşuyor, kendilerini fânîyeçeken ne kadar zincir varsa onlardan kurtuluyor, hem kurtuluşahem de kurtarmaya koşuyorlardı. Onlar da yuvalarınısırtlarında taşımanın yanında mukaddes davayı taşıyor, rızaarayışında her şeye katlanıyor, erkeklerin hemen yanı başındakendilerine düşen yeri alıyorlardı. İşte Habeşistan’a yapılanikinci hicrette o çilekeş yolcular arasında kutlu yolculardanbir tanesi de daha sonra bütün müminlerin anası pâyesineerecek olan mustarip kadın Ümmü Habibe’ydi.Ümmü Habibe (r. anhâ)Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habibe’nin ismi Remle’dir.Annesi ise Safiyye binti Ebi’l-Âs’dır. Ubeydullah ibn Cahş ile yaptığıilk evliliğinden doğan kızı Habibe’den dolayı “Ümmü Habibe”künyesini almıştı. Ümmü Habibe, İslâm gelmeden önceHanif dinine bağlı, putperestlikten uzak nezih bir hayat yaşamıştı.Şirke hiç bulaşmamış bu temiz fıtrat, Peygamber Efendimiz’indavetini, kocası Ubeydullah ile birlikte ilk kabul eden Müslümanlararasında yerini almıştı. Bu yüzden kocası ile birlikte müşriklerinişkence ve baskılarına en çok maruz kalanların başındageliyorlardı. Ubeydullah, bu sıkıntılardan kurtulmak için hanımıÜmmü Habibe ile birlikte hicret etmeye karar vermiş ve ikincikafile içinde Habeşistan’a gitmişlerdi. Fakat Ümmü Habibe’nin64YENi ÜMiTHİCRET ÖNCÜLERİNDEN:ÜMMÜ HABiBEimtihanı bununla bitmeyecek, onun asıl imtihanı bundan sonrabaşlayacaktı. Zîrâ kocası, Habeşistan’da yaşayan Hıristiyan çevredenetkilenerek Hıristiyanlığa geçmişti. 2 O gün hem ÜmmüHabibe’yi hem de bütün muhacirleri derinden etkileyen bu vak’abugün bizi de üzerinde düşündürmelidir. Zîrâ dün Allah için herşeyini Mekke’de bırakarak hicret eden bir insan, Habeşistan’daçevrenin tesiriyle sarsılıyor ve din değiştiriyordu. Evet bugün,sırf Allah’ın rızasını elde etme adına, cihanın dört bir yanına dağılanlar,Allah’ı kullarına tanıtma ve kullarıyla O’nun arasındakiengelleri kaldırma adına hicret edenler çok dikkatli olmalıdır.Gerçekten insan farkında olmadan içinde yaşadığı muhitin sosyalve kültürel hayatının tesiri altında kalabilir. Bu tesirle dün, kötüve yanlış kabul ettiği şeyleri bugün yanlış kabul etmemeye, ertesigün de onları işlemede herhangi bir beis görmemeye başlayabilir.Zaten bu değişim ve özünden uzaklaşma da çok sinsi ve yavaşyavaş seyrettiğinden hissedilemez. Bu hususta hiç kimsenin garantiside yoktur. Dolayısıyla durumu, konumu ve makamı neolursa olsun inanan her insan, haram ve helallere azami riayetederek daima korku ve ümit arasında çok dikkatli yaşamalı, akıbetendişesinden de asla uzak bulunmamalıdır. Bununla birlikteinsan, nisyanla maluldür. Her an unutabilir, gaflete düşebilir,kalbler kayabilir ve ebediyen kaybedebilir. Fiilî mânâda dualarınıdevam ettirirken kavlen de Kur’ân’ın öğrettiği şu duayı dilindenve kalbinden asla düşürmemelidir: “Ey bizim kerîm Rabbimiz,bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katındanbize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhab SensinSen!” (Âl-i İmrân, 3/8)İmanda Sebatın MükâfatıÜmmü Habibe, eşinin İslâm’a yeniden dönmesi için çokuğraştıysa da bunda muvaffak olamadı. O, bu mevzuda kendisinedüşen vazifeyi yerine getirmişti. Neticede hidayeti lütfedecekolan Allah’tı. Buna karşılık kocası da boş durmamış, ÜmmüHabibe’ye Hristiyan olması için telkinde bulunup, baskı uygulamış;fakat bu çilekeş kadın büyük bir sabır ve mücadele örneğisergileyerek imanında sebat etmişti. Kocasının bütün teklif veısrarlarına rağmen inancından dönmemiş, sonunda her türlü sıkıntıyıgöze alarak bu bedbaht insandan ayrılmıştı.Ümmü Habibe (r.anhâ), inancını yaşamak ve yaşatmaküzere gittiği bir coğrafyada bir anda küçük kız çocuğuyla birliktebaş başa sahipsiz ve kimsesiz kalmıştı. O, büyüdüğü ve


yaşadığı ortam itibarıyla Mekke’nin ileri gelen ve zengin ailelerindenbirine mensuptu. Babası, Ebû Süfyan Mekke’nin reisi,önde gelen isimlerinden birisiydi. O gün Ebû Süfyan, henüzMüslüman olmadığı gibi, inananların da baş düşmanı idi. Busebeple Ümmü Habibe’nin dönüp baba evine sığınması damümkün değildi. Bir kadın olarak tek başına yabancı bir ülkedehayatını devam ettirmesi ise çok zordu. Boşandığı kocasıda İslâm’dan uzaklaşınca kendisini içkiye vermiş ve kısa zamansonra da ölmüştü. Ümmü Habibe günlerce devam eden busıkıntılı anlarında düşünmekten kendini alamıyordu. Memleketini,ana babasını ve yakınlarını niçin terk etmiş, şimdiysebaşına neler gelmişti? Şimdi ne yapabilirdi? Çaresizlik içindeydi.Günlerce kafasını ve benliğini meşgul eden bu sorular karşısında,bir sabah vakti bir rüya ile korkarak uyanır. Rüyasında kendisinegelen birisi: “Ey müminlerin annesi!” diye hitap etmiştir. Bubasiret ve feraset sahibi kadın rüyanın tevilini, Efendimiz’e eş olacağışeklinde yorumlamış 3 ve büyük bir teslimiyet içinde Allah’ınkendi hakkındaki takdirlerini beklemeye başlamıştır. Aradan çokgeçmeden bu sadık rüyanın yorumu da gerçekleşmiştir. ZîrâPeygamber Efendimiz durumdan haberdar olmuş ve ona bir elçigöndererek evlilik teklifinde bulunmuştur. Bu teklif, onun maddîmânevîbütün sıkıntılarını, huzur ve inşiraha çeviren hayatının enönemli tekliflerinden biriydi. Bundan sonrasını Ümmü HabibeRadıyallâhu Anhâ’nın kendisinden dinleyelim:“Habeşistan’da iken Necaşi’nin elçisi Ebrehe adındakicâriyenin getirdiği haber kadar hayatta hiçbir şey beni heyecanlandırmamıştır.Ebrehe, Habeşistan Kralı Necaşi’nin kıyafet vekokuları ile ilgilenen birisi idi. Bir gün benimle konuşmak içinizin istedi. Ben de kabul ettim. “Rasulüllah, Kral’a seninle evlenmekistediğini bildiren bir mektup yazmış.” dedi. Ben de “Allahsana da hayırlı müjdeler versin” dedim. Fakat söylediklerindenemin olmak için bunu ona birkaç kez tekrarlattım. Nihayet Ebrehe,“Kral nikâhını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor.”dedi. Bunun üzerine amcamın oğlu Halid b. Said’i çağırdım veonu kendime vekil tayin ettim. Sevincimden Ebrehe’ye el veayaklarımda ne kadar takı varsa hepsini verdim. Söz kesildiğininertesi günü Necaşî, Cafer b. Ebî Tâlib’e orada bulunan bütünMüslümanları toplamasını emretti. Toplantıda kısa bir konuşmayaptıktan sonra “Rasulüllah’ın isteği üzerine Ebû Süfyan’ın kızıÜmmü Habibe’yi 400 dinar mehir ile ona nikâhladım.” dedi.Bu teklif, Hz. Ümmü Habibe’nin vekili Halid b. Velid b. Saîdtarafından da kabul ve teyit edilerek nikâhları kıyılmış oldu.Necaşî, mehir olarak tespit edilen parayı Halid b. Saîd’e teslimettikten sonra kalkmak üzere olan ashab-ı kirama: “Nikâhtansonra yemek vermek peygamberlerin sünnetidir.” diyerek düğünyemeği ikram ettirdi. 4Bu nikâh merasiminden sonra “Ümmü’l Mü’minîn” olaraksabahlayan Ümmü Habibe, 400 dinar mehir 5 eline geçtiği zamankendisine müjdeyi getiren câriye Ebrehe’yi çağırtarak “Ogün evimde olanı vermiştim. Başka param yoktu. Şimdi Allahbana bunu ikram etti. Mehrimden elli dinar al, ihtiyaçlarınıkarşılarsın.” dedi. Ebrehe, verilen parayı kabul etmediği gibi,Ümmü Habibe’nin daha önce verdiği bütün takıları da iade ederekşöyle dedi: “Kral bana, senden bir şey almamamı emretti.Ben onun kostüm ve koku işleriyle meşgul oluyorum. Ben Hz.Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in dinine tâbi ve Allah’ateslim oldum. Kral, hanımlarına yanlarında ne kadar koku varsasana göndermelerini emretti.” Ertesi gün bu güzel kokuları getirenEbrehe, Ümmü Habibe’nin çeyizinin hazırlanmasında dakendisine yardımcı oldu ve kendisinden sadece şöyle bir ricadabulundu. “Benim senden tek arzum, Resulüllah’a selâmımı söylemenve Müslüman olduğumu ona bildirmendir.” Ebrehe, buselâmın Peygamberimiz’e götürülmesini o kadar önemsemiştirki, Ümmü Habibe Validemiz’i her ziyaretinde selâmını söylemesiniunutmamasını özellikle hatırlatırdı. Hz. Ümmü Habibe(r.anhâ), Medine’ye geldiğinde Efendimiz’e nikâh merasiminianlatmış ve bu olay üzerine Müslüman olan câriye Ebrehe’ninselâmını da kendisine iletmişti. Allah Resulü onun bu selâmınakarşılık tebessüm etmiş ve “Allah’ın selâm, bereket ve rahmetionun da üzerine olsun!” 6 diyerek karşılık vermiştir.Daha sonra Necaşî, Ümmü Habibe’yi ve Habeşistan’dabulunan diğer muhacirleri de iki gemiye bindirerek Medine’yeuğurladı. Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem,Hayber Gazasında Ketibe kalesinin fethi ile meşgul olurken,onlar da Medine’ye vardılar. Vefa insanı Peygamberimiz onlarıngelişiyle çok memnun olmuş ve Hz. Cafer’in alnından öpereksevincini şöyle ifade etmiştir: “Bilmem ki bu iki şeyden hangisiile sevineyim. Hayber’in fethi ile mi, yoksa Cafer’in gelişi ilemi?” 7 Bu Hz. Cafer ve arkadaşlarının ikinci hicretlerinin onlaramânevî bir mükâfatıydı. Maddî mükâfatları ise Hayber’den alınanganimetlerden Allah Resulü’nün onlara da hisse tahsis ettirmişolmasıydı. Âdeta “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyadagidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur…” (Nisâ, 4/100) âyet-ikerimesinin müjdesine nail olmuşlardı. Peygamberimiz Haybergelirinden Ümmü Habibe Validemiz’e de seksen vesk yani seksendeve yükü hurma, yirmi vesk de arpa vermişti.Hz. Peygamber, Ümmü Habibe Validemiz gelmeden önceonun için bir oda yaptırmıştı ki, bu oda, diğer hanımlarınınhücrelerine göre mescide en uzak olanı idi. Resulüllah’ın emriile Hz. Bilâl, Ümmü Habibe’yi odasına götürmüştü. ÜmmüHabibe, bu yeni odacıkta bir süpürge bulmuş, yanında bulunanköle ile iş bölümü yaparak odayı temizledikten sonra güzel kokularlakokulandırarak kıldan yapılmış bir yaygıyla da tefriş etmişti.Akşamleyin Peygamberimiz, Ümmü Habibe’nin odasınagelince, güzel bir koku hissetmiş ve içinin güzelce donatıldığınıda görünce: “Kureyş kadınları etrafı döşeyen, medenî kadınlardır.Bedevî değillerdir.” buyurarak ona iltifatta bulunmuştu. Busözleri ile Efendimiz onu takdir ederek bir erkeğin eşinin yaptıklarınıgörmesi ve onu zaman zaman takdir etmesi gerektiğidersini de hepimize vermiştir.65


Muhacir Sahipsiz DeğildirHicretin yedinci yılında meydana gelen bu hâdise, ÜmmüHabibe’nin Allah yolunda başına gelen her şeyi iman, teslimiyet,tevekkül ve sabır içinde şükürle karşılamasının bir mükâfatı idi.Allah için hicret edenler şunu hiç unutmamalıdır ki, muhacirhiçbir zaman yalnız değildir. Onun sahibi, onun koruyucusu veyardımcısı Allah’tır. Bu hakikat, Kur’ân-ı Hakîm’de PeygamberEfendimiz’in hicreti üzerinden bize şöyle ifade edilmektedir.“Eğer Siz Peygamber’e yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyleO’na yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler O’nuMekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak (Sevr) mağarasındaiken arkadaşına: ‘Sen hiç tasalanma, zîrâ Allah bizimleberaberdir.’ diyordu.” (Tövbe, 9/40) Bu müjde Nahl Sûresi’ndede, muhacirlere şu şekilde verilmektedir: “Bundan sonra şunubil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulmeve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardındanda hicret edenlerle beraberdir. Evet, Rabbin onların bütün bugüzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır.Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110) ÜmmüHabibe Validemiz, Hakk’ın kendisini gördüğüne ve koruduğunainanıyor ve bunun âlem-i şehadette tezahürünü bekliyordu.O sonsuz rahmetin nasıl tecelli edeceğini belki bütün sahabe-ikiram efendilerimiz de bekliyordu. Ümmü Habibe acaba neyapacak, tek başına bir kız çocuğuyla yâd ellerde nasıl hayatınıdevam ettirecekti? “Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrundahicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz.Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!” (Nahl,16/41) âyetinde müjdelenen “güzel yer” onun için neresi olacaktı?Ümmü Habibe (r. anhâ) buna inanıyor ve bir gün en güzeltakdirin gerçekleşeceğini biliyordu. Rahmeti sonsuzun hakkındavereceği hükmü de bekliyordu. Sonuçta gerçekten âyette müjdelenenhakikat gerçekleşmiş, Allah (cc), onu dünyada yerleşebileceğiyerlerin en güzeli Peygamber Efendimiz’in hücre-i saadetlerindenbirine yerleştirmişti. Başlangıcı itibarıyla hakkındaşer gibi gelişen olaylar silsilesi onu büyük bir hayra ulaştırmıştı.Yaşadıkları sadece onun için değil bütün Müslümanlar için hayragiden kapıların açılmasına vesile olmuştu.Ümmü Habibe’nin Evliliğiyle Gelen HayırKur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle “…Olur ki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey siziniçin şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)Hakkımızda şer gibi gözüken her olayda veya olaylar zincirindemutlaka bugün veya yarın anlayabileceğimiz iç içe pek çok hayırlarda vardır. Bu evlilikle, yaban ellerde bir kız çocuğuyla ortada kalanbir kadına sahip çıkılmıştı. Ümmü Habibe, Peygamberimiz’e eşolmakla bütün müminlerin annesi olma unvanını almıştı. İkinciolarak bu evlilikle Peygamberimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, ogüne kadar henüz Müslüman olmamış, İslâm’ın ve Müslümanlarınazılı düşmanlarından olan Ebû Süfyan’a damat olmuştu.Efendimiz’in evlilik yoluyla kurduğu bu akrabalığı, karşı tarafınbütünüyle görmezlikten gelmesi mümkün değildi. EbûSüfyan her ne kadar müşrik de olsa bir babaydı. Bir anne vebaba yüreği, kızının hayatına, yuvasının yıkılışına veya yeni biryuva kurmasına bütün bütün ilgisiz kalamazdı. İşte PeygamberEfendimiz’in bu stratejik kararı ve bu istikametteki adımı,beklenen meyveyi vermişti. Ebû Süfyan’ın Hz. Peygamber’e veMüslümanlara olan kin ve düşmanlığı bir nebze de olsa kırılmayabaşlamıştı. Bu evlilikten sonra Ebû Süfyan, EfendimizAleyhisssalâtü Vesselâma ve Müslümanlara karşı yavaş yavaşyumuşamaya başladı. Bu mülâyemetin ilk sinyallerini Ebû Süfyan,evlilikten haberi olduğu anda vermişti. Kızının kendisinedanışmadan düşmanıyla evlenmesinden dolayı Ebû Süfyan’ınkızması beklenirken, aksine onun bir bakıma memnuniyetiniifade edecek şekilde değerlendirdiğini görmekteyiz: “Bu evliliktenkit edilemeyecek denk bir evliliktir.” 8 Nitekim bu evliliğinkarşı düşman cephenin yumuşamasına vesile olacağı 9 âyet-i kerimedede müminlere müjdelenmişti: “Umulur ki Allah, sizinledüşmanlarınız arasında bir sevgi ve yakınlık kurar. Çünkü Allahher şeye kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir.” (Mümtehine, 60/7)Hz. Peygamber Efendimiz ile dört yıl evli kalmış olan Hz.Ümmü Habibe, Rasûlüllah’ın vefatından sonra otuz dört yılzâhidane bir hayat yaşadı. O, Peygamberimiz’in diğer hanımlarıgibi herkes tarafından sevgiyle karşılanır saygı ile ağırlanırdı.Onun bu şerefli konumundan kardeşi Hz. Muaviye de istifadeetmiş, “müminlerin dayısı” diye isimlendirilmiştir.Hz. Ümmü Habibe Anamız, kardeşi Muaviye’nin hilâfeti(40-69/661-680) döneminde yetmiş yaşında iken, hicretin kırkdördüncü senesinde Medine’de vefat etmiştir. 10 Allah (cc) bizleri,hem ilk iman edenler arasında yerini almış hem iki hicretle şereflenmişhem de Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa'ya(sallallâhu aleyhi ve sellem) eş olarak “müminlerin anası” unvanınıalmış, başlangıcı itibarıyla mustarip sonu itibarıyla bahtiyarbu validemizin şefaatine nail eylesin.* Araştırmacı-Yazarskuzu@yeniumit.com.trDipnotlar1. Habeşistan’a hicret eden kadınlar arasında Peygamberimiz’in kızı Rukayyeve Hz. Hatice Validemiz’in vefatından sonra ikinci evliliğini yapacağıSevde binti Zem’a da vardı. Diğer kadın sahabiler ve çocukları için bkz.,İbn Hişam, IV/14-16.2. Bkz., İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra, VIII/963. Bkz., İbn Hacer, el-İsabe, IV/305; İbn Sa’d, VIII/976. Bkz., İbn Sa’d, VIII/987. İbn Hişam, Sîre, IV/38. İbn Sa’d, VIII/99; İbn Hacer, el-İsabe, IV/3069. İbn Sa’d, VIII/99; İbn Kesir, es-Sîre, III/273; İbn Hacer, el-İsabe,IV/30610. İbn Sa’d, VIII/100; el-İsabe, IV/30766


YENİ ÜMİTOcak / Şubat / Mart - 2010 / 87Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 20010Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde yer alanmetin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni olmaksızın,elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması,yayımlanması ve depolanması yasaktır.IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİM. Talat KATIRCIOĞLUGENEL KOORDİNATÖRDr. Ergün ÇAPANSORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜSelçuk CAMCIİDARİ MERKEZİstanbulYAYIN TÜRÜYaygın SüreliGÖRSEL YÖNETMENEngin ÇİFTÇİGRAFİK - TASARIMSinan ÖZDEMİRYAYIN VE İLETİŞİM ADRESİKısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBULTel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40MÜŞTERİ HİZMETLERİ444 0 361Tüm GSM operatörlerinden dakikası 1 SMS/kontör Sabit telefondan0216 alan kodu eklenerek aranabilir.(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)Yurtiçi abone bedeli, 04.12.2009 - 30.01.2010 tarihleri arasıabone kampanyası olup bu süre içerisinde abone fiyatı 20 TL'dir.Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve KuzeyAfrika ülkeleri) 12 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika vePasifik ülkeleri) 18 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 20 $'dır.Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 556 TEMSİLCİLİKLER8324 nolu Postaçeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi'nin;TL olarak, TR870020800094000540530040 (54053-40) numaralı,$ olarak, TR600020800094000540530041 (54053-41) numaralı,€ olarak TR330020800094000540530042 (54053-42) numaralı hesabınayatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangisayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimizeposta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.iÇiNDEKiLERCanan ki Bir Melekti, UçtuProf. Dr. Suat YILDIRIMBizim Rönesans’ımızDoç. Dr. Ayhan TEKİNEŞYeni Din Görünümlü Hareketlerin Ortaya Çıkış SebepleriProf. Dr. Ali Rafet ÖZKANBediüzzaman Darü’l-Hikmet’teDr. Muhsin TOPRAKSevde Binti Zem’aDoç. Dr. Muhittin AKGÜLHelâl Gıda Ve Gıda Maddelerinde İstihâle ve TegayyürProf. Dr. Hamdi DÖNDÜRENİslâm’da Savaş ve BarışProf. Dr. Davut AYDÜZAltın Nefeslerİbrahim Hakkı / Aziz Mahmud Hüdâyîİslâm’ın Gayrimüslimlerin Mabetlerine BakışıProf. Dr. Osman GÜNER25813182428323638ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜBulgurlu Mh. Bağlar Cd. No: 5 Üsküdar / İSTANBULP.K. 95 Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0 216 ) 444 0 361Faks: (0 216 ) 522 11 78AVRUPA DAĞITIMWORLD MEDIA GROUP AG- İsmail KüçükAdres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69OFFENBACH am MAINMüşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.deBASILDIĞI YERÇağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİRTel: 0 232 252 20 97 Faks: 0 232 252 21 00BAYİ DAĞITIMDPP A.Ş.BASIM TARİHİAralık 2009E-MAIL - WEBwww.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.trFiyatı: KDV Dahil 5,00 TLDoğu Kökenli Bazı Dinsel Düşünce ve UygulamalarProf. Dr. Ali İhsan YİTİKZikir ve Duada Esmâ-i HüsnâMustafa YILMAZGöz Nuru ve Gönül Meyvesi ÇocuklarımızMusa HÛBŞâtıbî’ye Göre İlim Öğrenme MetotlarıDr. Hasan YENİBAŞEbü'l-Hasan El-HarakânîProf. Dr. Abdulhakim YÜCEHicret Öncülerinden: Ümmü HabibeDr. Selman KUZUYAYIN İLKELERİ•Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.•Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.•Yazılar 2500 kelimeyi geçmemelidir.•Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.•Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarasıile kısaca verilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarakbelirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.•Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.•Dergimizdeki 67 yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.67•Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir.434852566064Dinî İlimler ve Kültür Dergisi


YENi ÜMiTEkim / Kasım / Aralık - 2009 / 86İnananlar ve gerçeğin yolunda olanlar için,mutlak huzursuzluk asla bahis mevzuu değildir.Onlar her rahatsızlık ve tedirginliğin arkasındadahi bir ümit ve emniyet bişareti alır vehâdiseleri gülerek karşılarlar.68

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!