12.07.2015 Views

ZİYA GÖKALP

ZİYA GÖKALP

ZİYA GÖKALP

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

KÜLTÜR BAKANLIĞIYAYINLARI: 359Ziya Gökalp.Serisi :15ZİYAGÖKALPMAKALELERE:YENİ GÜN YENİ TÜRKİYE -CUMHURİYETGazetelerindeki YazılarHazırlayan:ŞEVKET BEYSANOGLU


ZİYA GÖKALPMAKALELERIXYENİ GÜN — YENİ TÜRKİYE — CUMHURİYETGAZETELERİNDEKİ YAZILARHazırlayan :Şevket BEYSANOÖLUKültür BakanlığıZiya GökalpYayınları : 359 P^3r5 Serisi : 15İSTANBUL — 1980


Kültür Bakanlığı'nın 4.6.1980 târih ve 831.0-975 sayılı mucibjrîe,birinci defa olarak, 30.000 adet basılmıştır.


İÇİNDEKİLERSayfaÖNSÖZ . , 7YENİ GÜN gazetesindeki yazılarTürk Mucizesi 13Ferdî insanlar ve içtimaî insanlar ... . 20Tarihî Maddecilik ve İçtimaî Mefkûrecilik 25Türk Kimdir? 32İnkılâpçılık ve Muhafazakârlık ... 38Hars Teşkilâtı , 43YENİ TÜRKİYE gazetesindeki yazılarIrklar Arasında Müsavilik 53Milletlerin Müsaviliği 58Kadınla Erkeğin Müsaviliği 63Kastların ve Sınıfların Müsaviliği ... 67Milletlerin Sevişmesi 72Suni Müsavatsızlıkların Kaldırılması ve Tabiî MüsavatsızlıklarınYerine İkamesi 77insanlar Hürdürler 83


SayfaCUMHURİYET gazetesindeki yazılarMeçhul Bir Filozof 91Tebessüm 94Velayet ve Sulta 98Mefkure ... 102Türklerin En Zayıf Noktası ve En Kuvvetli Noktası 106Teşkilâtçılar 111Aile Adları 116Türk Ailesi 120Yirminci Asrın En Mühim Müessesesi Gazetedir ... 125Kürtlerin Menfaati 129Mîlletler Cemiyeti 134Cumhuriyetin Eskiliği 138İktisadî Adem-i Merkeziyet 145Eski Türklerin Dini 149Hah 154Ümid 159Ecnebi Sermayesi 164Hedefler ve Mefkureler 168Roman 175Roman ve Hayat 183Mektepte «Cumhuriyet» İlânı 187Aşktan Daha Kuvvetli 199Hayvanlarda İktisad ve İhtiyaçları 209Hayvanlarda İktisadî Hayat 213Ateş Yakabilen Mahlûk 218NOTLAR 225SÖZLÜK 275


Milletleri millet yapan ve millet olarak yaşatan millîkültürlerin temel unsurlarından birisi millî terbiyedir. Milletimizinbugün yaşadığı buhranın temelinde, hiç şüphesizmillî kültür ve terbiyenin ihmâl edilmiş olması vakıası yatmaktadır.Nitekim büyük Atatürk bu hakikati zamanında görmüşve gerekli tedbirlerin alınması hususunda: «Yetişecek çocuklarımızave gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu neolursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye'nin istikbâline,kendi benliğine ve an'anât-ı milliyesine düşmanolan anâsırla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilelvaziyet-i cihâna göre, böyle bir cidalin istilzam eylediğianâsır-ı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere ve bumâhiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklâlyoktur» îkazını yapmıştır.Atatürk'ün bu çok yerinde İkazının, onun ölümündensonra, eğitim ve kültür hayatımızda maalesef dikkatlerdenkaçmış olmasının acı neticelerini bugün milletçe çekiyoruz.Millî birlik ve beraberliği temin için, ortak kültür değerleriylebeslenerek yetişmenin lüzumunu, atalarımız çokiyi kavramışlar ve bunu binlerce yıl gelenek hâlinde devamettirmişlerdir.Eskiden, yediden yetmişe herkesin mutlaka bildiği, okuduğubâzı mühim eserler vardır: Kur'an-ı Kerim ve Hadis ki-


tapları yanında, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Derviş Yunusilâhileri, Mevlâna Celâleddin-i Rumî'nin Mesnevi'si, BattalGazı Destanı, Dede Korkut Kitabı v.s. bunların başında gelirdi.Atalarımız Türk-islâm ahlâk ve an'anesini bu eserlervasıtasıyla yaşıyor, yaşatıyor ve kendilerinden sonra gelenlereintikal ettiriyorlardı. Bunun tabiî neticesi olarak, aynideğerlere inanarak yetişen millet fertlerini «millî şuur veülküler etrafında toplamak» için, ayrıca bir gayret sarfedilmesineihtiyaç bile kalmıyordu.Nitekim bugün de, milletimiz, her türlü ihmâle rağmen,millî kültür ve irfandan nasîbini almış olan geniş kitlemizsayesinde ayakta durabilmektedir.İşte Kültür Bakanlığı olarak, biz başından beri meseleyebu gerçeklerin ışığı altında bakarak, Türk kültürünün ölmezeserlerini her yaştan Türk insanına ulaştırmayı şiar edinmişbulunuyoruz.Yayın faaliyetlerimizde, yeni yetişen nesillerde milliyetçilikşuurunun uyandırılması ve geliştirilmesi ana hedefimizdir.Bilindiği üzere, Türk mîlletinin çağdaş millî kültür değerleri,Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İstiklâl Savaşrve Atatürk Devri'nde en kuvvetli şekilde idrâk edilmiş veifâdesini bulmuştur. Bu devirde yetişmiş olan şâir ve yazarlarımız,millî varlık ve benliğimizi, Atatürk'ü, onun milliyetçilikanlayışını, kurduğu Cumhuriyetin mânâ ve ehemmiyetinidoğrudan doğruya gönle ve ruha hitab edecek şekildeişleyen zengin bir edebiyat ve külliyât meydana getirmişlerdir.1000 Temel Eser serisi, esas îtibarıyla bütün milletimizemalolmuş eski eserlerle bu son devirler eserlerindenmeydana gelmektedir.Büyük milletimizin haklı rağbetine mazhar olmuş, ba-şta1000 Temel Eser serisi olmak üzere, Kültür Eserleri,Araştırma ve İnceleme Eserleri, Türk Dünyasını Tanıtıcı Eserler,Dünya Edebiyatından Tercümeler, Dünya Tiyatro EserlerindenTercümeler, Türk Tiyatro Eserleri, Dünya İlim


Eserlerinden Tercümeler, Türk Halk Kültürü Eserleri, HalkKitapları, Çocuk Kitapları, Türk Musikîsi Eserleri, Ziya Gökalp,Türk Kültürü Kaynak Eserleri serileri yanında, ÇağdaşEserler, Sosyal Eserler serilerinde, günün meselelerine ışıktutacak, çözüm getirecek yayınlara ehemmiyet verilmektedir.Kültür ve san'at değerlerimizi, yurt içinde olduğu kadar,yurt dışında da tanıtan san'at yayınlarımız, San'at,Millî Kültür ve Dünya Edebiyatından Seçmeler dergilerimiz,târihî tablolarımız ve yurd dışındaki işçi çocuklarımızınihtiyaçlarını da gözönünde bulundurarak baskı sayısınıyüksek tuttuğumuz kitaplarımızla zengin bir yayın faaliyetinigerçekleştirmek yolundayız.Çocuklarımızın ilkokul çağından îtibaren öz değerlerinebağlı vatan evlâtları olarak yetiştirilmeleri için, çocukkitaplarına ilâveten bir çocuk ansiklopedisi de kurmuş bulunuyoruz.Bütün yayın faaliyetlerimizde, Türk gençliğine öz değerlerimizisevdirmek, millî duygularını kuvvetlendirmek, târihinden,övünülecek zengin kültüründen aldığı ilhamla içindeyaşadığı zamanı en iyi şekilde değerlendirip millî istikbâlegüvenle bakmalarını sağlamak ana hedefimizdir.KÜLTÜR BAKANI


YENİ GÜN GAZETESİNDEKİ YAZILAR


!TÜRK MUCİZESİEski Türkler şair bir kavimdiler. İçtimaî hayatın ehemmiyetliinkılâplarını şairane hayallerle, dinî timsallerle izahederlerdi. Bundan dolayıdır ki ilâhlara dair üstûrelerle, temdinkârkahramanlarla ilgili menkıbelerden mürekkep gayetzengin bir şifahî edebiyatları vardı. Bu şifahî edebiyatın birçok parçaları nasılsa bazı kitaplara geçerek zamanımıza kadargelebilmiştir.İçtimaî inkılâpların en ehemmiyetlileri devletin tekâmülüne,milletin esaret ve istiklâline taalluk edenlerdi. Bir devletinteşekkülü büyük bir mefkurenin milletin ruhundan infilâketmesine vabestedir. Eski Türkler mefkureyi gökteninen bir altun ışık suretinde tavassur ederlerdi. Bu semavînurun ruhlarla izdivacından ilâhî kudsiyete malik yeni bircemiyet vücûda gelirdi. Bazen bu nur buğu halinde OĞUZ13


HAN için vaki olduğu gibi, bir genç kız suretine temessülederdi. Bazan ALANGU HATUN için vaki olduğu veçhile, birgüzel delikanlı şekline girerdi. Bazan da bir boğa, bir kurt,bir arslan, bir kuş kılığına girerek prensler yahut prenseslerlemuaşaka ederdi. Bazan da bir ırmağın suyunda tecelliederek temas ettiği kadınları gebe bırakırdı. Mamafih altunışık, bu velûdiyeti her zaman haiz değildi. Senenin muayyenbir anı vardı ki bunun içinde tabiî aşk galeyan halinde bulunurdu.İşte bu aşk çağı esnasında idi ki Altun Işık zikrettiğimizsuretlerden birinde tecelli ederek lâhutî bir muaşakaile bir devletin, bir milletin tesisine bâdı olurdu. Meselâ,SAĞIN HAN'ın kerimesiyie kırk cariyesi bir gece sabahadoğru kıra çıkmışlardı. Bir ırmağın yanına geldiler. Hepsiparmaklarının ucunu bu suya hatırdılar. Meğer aşk gecesiimiş Altun Işık'la bu temastan hepsi gebe kaldılar. Hakan bukızları günahkâr zannederek Köğmen Dağınaf 1 ) nefyetti. İşteKIRGIZ milleti orada bu kırk kızdan türedi.Eskî Türkler milletin teşekkülünü mucizevî bir suretteizah ettikleri gibi, milletin esarete düşmesini de yine mucizelerletefsir ediyorlardı. Bu milletin düştüğü felâketten kurtularaktekrar istiklâline nail olması için de yeniden bir mucizeyemazhar olması. Altun Işık'la yeniden temas etmesilâzımdı.Uygur( 2 ) ananesine nazaran eskiden Türk cemiyeti( 3 )hükümetsiz, töresiz, hâkansız bir aşiretler kömesinden ibaretti.Bu aşiretler, bir gece gökten bir nur sütununun yerüzerine indiğini gördüler. Bu Altun Işık'tan bir çam ağacıgebe kalarak beş şehzade doğurdu. Bunların en küçüğü olan(1) —- Köğmen dağı, bugünkü Tannu Ula dağıdır (Bk. Prof.Dr. Faruk Sümer, OĞUZLAR, 2. baskı, Ankara 1972. s. 9).(2) — Dokuz Oğuz, Krş., Küçük Mecmuadaki aynı yazı (Savı:10, S. 4. 30.7.1338 (1922).(3) — Oğuz cemiyeti, Krş. Küçük Mecmua, aynı yazı, s. 7.14


Bögü Han( 4 ) hakanhğa( 5 ) intihap olundu. Bu suretle ll'inTürk devleti( 6 ) mucizevî bir şekilde teessüs etti. Gökten inennur sütunu yeryüzünde tahaccür ederek yeşim taşından birkaya vücudu getirmişti. Bu kayaya «kutlu dağ» adını verdilerve millî harsın timsali gibi mukaddes tanıdılar. Beyazlarabürünmüş ak sakallı bir ihtiyar Bögü Han'ın rüyasınagelmiş, bu kayaya hürmet, hürmet gösterdikleri müddetçeTürklerin( 7 ) hâkimiyette kalacaklarını haber vermişti. Filhakika,Türkler( 8 ) bu timsale hürmet ettikleri müddetçe büyükbir devlet halinde yaşadılar. Fakat, YULUN TEGİN( 9 )adlı bîr hakan, oğluna aldığı Çin fağfurunun kızına mukabil,bu tarihî yadigârı Çinlilere hediye etti. Çinliler bu kayayıparçalayarak, arıbalarla memleketlerine taşıdılar. Busuretle kuvve-i kudsîyyeden mahrum kalan Türkler, dağlardan,taşlardan, vahşi hayvanlardan, memedeki çocuklardan«Göç, göç, göç» diye hiç susmayan bir ses işitmeğe başladılarBir anda bütün sular kurumuş, bütün yeşillikler sararmış,havanın rengi matemî bir kjsvete bürünmüştü. Türklerartık Yer-su tarafından koğulmakta olduklarını anlayaraküç bölüğe ayrıldılar. Her bölük bir tarafa doğru giderekdünyaya yayıldılar. İşte, Uygurlar, eski Türklerin mefkureye(4) — Bögü Kağan (Büğü Tegin) için bakınız: Prof. Dr. Bahaeddinögel TÜRK MİTOLOJİSİ, Ankara 1971, s. 11; Abdülkadirinan, Şamanizm, Ankara 1972, s. 6 (Bökü Han). Ayrıca bkz.Türk Ansiklopedisi, c. 8, s. 27.(5) — Yabguluğa, krş. Küçük Mecmua, aynı yazı, s. 7.(6) — Bu suretle Oğuz İli, krş. aynı yazı, s. 7(7) — Oğuzların, krş. aynı yazı, s. 7.(8) — Oğuzlar, krş. aynı yazı, s. 7.(9) — Prof. Dr. B. ögel'e göre Yü-lun Tegin (aynı eser, s.82); TÜRK TöRESi'nde Yulun Tigin (Hz. Hikmet Dizdaroğlu,s. 89); TÜRK MEDENİYETİ TARiHinde keza Yulun Tigin (Haz.ismail Aka, K. Yaşar Kopraman, s. 94).,5


sadakatsizlik yüzünden uğradıkları göç felâketini bu suret-Je izah ediyorlardı( 10 ).Selçukîlerle Osmanlıların ecdadı olan Oğuzlar, bu millîfelâketi başka şekilde hikâye ediyorlar:Türkler Tatarlar daimî muharebe ederlerdi. Fakat galebedaima Türklerde kalırdı. İlhan adlı mefkûresiz bir hakanındevrinde Tatarlar sair komşu milletlerle gizlice ittifakederek Türklerin üzerine baskın yaptılar. Türkleri umumiyetlekılıçtan geçirerek Türk soyuna nihayet vermeğe çalıştılar,fakat, Tanrı onları bu hainane fikirlerinde muvaffaketmedi. İlhanın oğlu Kayanf 11 ) ile biraderzadesi Negüz nişanlılarıolan iki kızla beraber bir dağa kaçtılar. Orada gizlibir yol bularak her tarafı yüksek dağlarla kuşatılmış meçhulbir ovaya çıktılar. Dışarı çıkmak için hiç bir kapısı olmayanbu gizli yurdun adı «Ergenekon» idi. Burada her türlü yemişağaçları, faydalı hayvanlar, nebatlar, madenler vardı. Bu ikiçiftten doğan yeni Türk nesli dört yüz sene burada kaldılar.Nihayet kâfi miktarda çoğaldıklarını görerek Ergenekon'dandışarı çıkmağa ve düşmanlarından intikam almağa niyet ettiler.Fakat, Türkler kuvve-i kudsîyyelerini kaybettiklerindenbu sihirli dereden çıkmağa bir türlü yol bulamıyorlardı.Yeniden hürriyet ve istiklâllerine sahip olabilmek için yenibir mucizeye ihtiyaçları vardı. Birgün, maden arayan bir demirciyebir Bozkurt göründü. Ona dağlar arasında bîr gizliyol gösterdi. Yolun önünü büyük bir kaya kapamıştı. Demir-(10) — Yazının bu kısmı KüÇOK MECMUA'da (s. 8) şöyledeğiştirilmiştir:«Oğuzlar artık bu ülkedeki yer-su perilerinin kendilerini istemediğini,'Göç.' emriyle buradan kovulmakta olduklarını anlayaraküç bölüğe ayrıldılar. Bir bölüğü Beşbalık'a giderek Uygurlar'ahâkim oldular. Dokuz Oğuz devletini teşkil ettiler. Bir bölüğü bozkırlaradağılarak çobanlıkla yaşadılar. Bir bölüğü de ormanlara çekilerekavcılıkla ömür sürdüler.»(11) — Kıyan, bak. Prof. Dr. B. ögel, a.g.e. s. 62.16


cî bu kayanın demir madeni olduğunu anladı. Bu kaya âdetaErgenekon'un demir kapısı idi. Demirci odunlar yığarakbu kayayı eritti. Yol açılınca önde Bozkurt olmak üzere Ergenekon'dakibütün Türkler demircinin davetiyle bu yoldangeçtiler. Yer yüzüne çıkarak düşmanlarından intikamaldılar. Bozkurt, «Kutlu Maraî» adlı bir prensesle izdivaçederek yeni Türk sülâlelesini vücuda getirdi. Türkler Bozkurt'un(12 ) hâtırasını tebcilen mızraklarının başında altındanbir kurt başı bulundururlardı. Hakanın otağı önünde altındanbir kurt başını hâmil bir sütun rekzederlerdi. Demircininhâtırasını tebcil için ie her sene Ergenekon'dançıkılan günde millî bir bayrarr yaparlardı. Bu bayramın mukaddesâyini, hakanın kend : ne mahsus demir ocağında kızgınateş haline getirilen bir demir parçasını altın örs üzerinekoyarak altın çekiçle döğmesiydi. Bu âyinden sonrameserretli oyunlar, şetâretlı koşular yapılırdı.Oğuzların naklettiği bu kurtuluş menkıbesini Gök-Türklerbaşka surette, Kanklılar başka surette hikâye ederler.Gök-Türklere göre, düşman bütün Türkleri kılıçtan geçirmiş,yalnız kollarını, bacaklarını kestiği bir şehzadeyi sağbırakmış. Dişi bir kurt bu şehzadeyi mağarasına götürerekondan on oğlu olmuş. Bunların onuncusundan Gök-Türklertüremiş. Kanklılara göre, Hun hanlarından birisi gayet güzelolan iki kızını yalnız ilâhlara layık gördüğü için bir dağdakibîr kuelye hapsetmiş. Altun Işık bir kurt şekline girerekkuleye gitmiş ve küçük kızla izdivaç ederek Kanklı milletinivücuda getirmiş.Eski Türklerin bu şairane temsilleri bugünkü içtimaiyatilminin keşiflerine tevafuk ediyor.Milletlerin büyük felâketler yahut tehlikeler esnasındayaşadıkları buhranlı ve galeyanlı bir devre vardır ki buna(12) — Oğuzlar, demircinin hâtırasını, krş. KÜÇÜK MEC­MUA, aynı yazı, s. 9.17/2


Ogüst Kont (Auguste Comte) «yaratıcı devre» adını veriyor.İstikbalin kâşifi ve mimarı olan büyük mefkureler ancakböyle müstesna hengâmlerde doğar. Bu zamanlardaferdî ruhlar şahsiyetlerini kaybederek içtimaî şahsiyet içindefanî olurlar. Bütün fertler şiddetli bir aşka tutulmuşâşıklar gibi hayatlarını mefkure uğruna feda temek isterler.Türklerin «aşk çağı» dedikleri «mucize saati» işte bu yaratıcıdevreden ibarettir. Bu yaratıcı devrededir ki «mefkure»içtimaî vicdandan bir Altun Işık suretinde infilâk eder veibtidâ en ziyade hassas olan güzide bir ruhta parlayarak onunvasıtasıyla bütün millete yeni ruhu aşılar.Bu buhranlı hayat geçtikten sonra, mefkure kendisineuygun olan yeni kıymetleri inşa, yeni müesseseleri bina etmeklemeşgul olur. Bu sükûnlu faafiyet devresine de OgüstKont, «Teşkilâtçı devre» nâmını veriyor. Mefkureden doğanbu millî kıymet duygularının, millî fikirlerin ve müesseselerinmecmuu millî harsı meydana getirir. Altun ışığıntahccur etmesinden «Kutlu Dağ» teşekkül ettiği gibi, mefkurenintecessüd etmesinden de millî hars meydana gelir.Bir cemiyet millî harsa hürmet ederek ecnebilerin körükörünemukallidi olmaktan içtinab ettikçe teâlî eder ve kendiharsı dahilinde tekâmül eder. Bu cemiyet, millî harsınakıymet vermemeğe başladığı andan itibaren sükûta başlarve dejenere olmağa mahkûm olur. Mefkûresiz bir hakanınKutlu dağı ecnebilere satması, millî harsı, millî istiklâlisatmaktan başka bir şey değildi. Eski Türkler, göç veErgenekon gibi felâketlerinin sebebini bu gibi büyük günahlardagörüyorlardı. Bugünkü içtimaiyatçılar da aynı kanaattadırlar.Bir cemiyet perişan olduktan sonra yeniden kendinitoplayabilir mi? İçtimaiyatçılara göre yeni bir mefkurenindoğması, ölmüş cemiyetleri bile yeniden hayata getirebilir.Eski Türklere nazaran Altun Işık'la yeniden temasagelmek Türkleri Ergenekon'dan kurtarmağa kâfi gelmişti.18Bu esaslar malûm olunca Türklerin üç bin seneden be-


i fasılasız olarak gayet geniş bir sahada müstakil ve muazzamdevletler halinde yaşamalarının sırrı kolayca anlaşılır.Türkler Aîtun Işığı nerede görürlerse o tarafa tevcih ederler.İstiklâl bayrağını kimin elinde görürlerse onun askeriolurlar. Bu hayat solcuları maziden bahsedenleri asla dinlemezler,yalnız istikbalinden haber verenlerin arkasındangiderler. Çünkü daima onlara doğru yolu ilham eden biraşk çağı, bir mucize saati vardır. Mütarekeden sonra Türkmilleti yeniden Ergenokon'a düştü. Fakat Allah'a şükür kiçok sürmedi. Derhal Anadolu'da millî galeyan feveran ederekmucize saati hulul etti. İşte şimdi kalplerimiz misak-ımillînin altun ışığı ile aydınlanmış olduğu halde yeni birBozkurt'un kutlu izini takip ederek Erkenekon'dan istiklâl,hürriyet ve müsavat mamuresine çıkıyoruz.19


II.FERDÎ İNSANLAR VE İÇTİMAÎ İNSANLARMemleketimizin bazı mütefekkirleri içtimaiyat ilmi hakkındayanlış bir telâkki edinmişlerdir. Bunların zu'munagöre, sosyoloji ve bilhassa Durkheim sosyolojisi, şahsiyetlerehiç bir kıymet vermiyormuş. Halbuki Durkheim'ın eserlerinitamamıyle okumuş ve fikirlerini iyi anlamış olanlarbu telâkkinin aksine kanidirler. Durkheim, şahsiyete en büyükkıymeti veren ve şahsiyeti en ilmî bir surette tarif veizah eden bir sosyologdur.Şu kadar var ki Durkheim'a göre, şahsiyet iki türlüdür:Bunlardan birincisi «maşerî şahsiyet», ikincisi «ferdî şahsiyet»tir. Maşerî şahsiyet, menşe itibariyle cemiyete aittir.Her cemiyet kendisine mahsus maşerî bir vicdana mâlik olanbir zümredir. Maşerî vicdan, o zümredeki müşterek duyguların,müşterek itikat ve mefkurelerin hey'et-i mecmuasın-20


dan ibarettir. Maşerî şahsiyeti vücuda getiren işte bu müşterekvicdandır. O halde, böyle bir müşterek vicdana mâlikolan cemiyetlere yani milletlere «eşhas-ı hükmiyye» ve «eşhas-ımâneviyye» gibi nâmlar vermek doğru değildir. Hercemiyet, içtimaî tesânüde mâlik, her millet hakikî bir şahıstır.Çünkü, her milletin kendisine mahsus bir mantıki, kendisinemahsus bir iradesi, kendisine mahsus hedefleri vemefkureleri vardır. Zaten, şahsiyet, akıl, irade ve mefkurenâmlarını verdiğimiz üç unsurdan mürekkep değil midir?O halde bu melekelere mâlik olan millet neden hakikîbir şahsiyet olmasın? Milletin hakikî bir şahsiyet olduğuteşriî, kazaî, icraî hâkimiyetlere ve hukuku âmmeye dahilbulunan sair haklara mâlik olmasıyla da sabittir. Çünkü, bütünhaklar şahsiyetin istitâlelerinden ibarettir. Hakikî şahıslardanolmayan bir mevcut hak sahibi olamaz. Milletlerinen yüksek hakların sahipleri olmaları hakikî şahıslardan olduklarınaen büyük delildir.Şahsiyetin başka bir tecellisi de vazifeleridir. Filhakika,milletlerin hakları olduğu gibi, vazifeleri de vardır.Her milletin kendisince mukaddes tanıdığı bir takım vazifelerivardır ki bunlara «mefkureler» nâmı verilir.Maşerî şahsiyet, cemiyette mevcut olunca, tabiî cemiyetinekser fertlerinde de mevcut olur. Zira, ekseriyettebulunmayan bir vicdan, müşterek vicdan olamaz. Fakat, bufertlerde mevcut olan şahsiyet, maşerî şahsiyetin ferdî tecessüdündenibarettir. Taksim-i a'malden evvelki devirdecemiyetlerin fertlerinde yalnız maşerî şahsiyet mevcuttur.Bundan dolayıdır ki bîr cemiyetin fertleri bütün duygularda,itikatlarda ve mefkurelerde biribirine benzerler. Bu cemiyetlerdemüşterek vicdana uymayan, müşterek mefkurelerehakaret eden kimseler cani telâkki olunarak cezaya çarpılırlar.Demek ki cinayetle cezanın içtimaî menşei maşerîşahsiyet yani maşerî vicdandır.21


Cemiyetlerde maşerî şahsiyeti haiz olmayan fertlere^ccânî» denildiği gibi, maşerî şahsiyeti en kuvvetli ve feyizlibir surette izhar edenlere de «büyük adamlar» nâmı verilir.Büyük adamlar içtimaî cereyanları hem en evvel duyan,hem de en kuvvetli duyan kimselerdir. Durkheim, bunlarıpertevsize benzetiyor. Pertevsiz, nasıl güneşin yakıcı olmayanşualarını kendi mihrak noktasında toplayarak yakıcı birşule haline getiriyorsa, büyük adamlar da cemiyetin şuursuzmefkurelerini kendi ruhunda şuurlu bir hale getirerek ortayaatmaktan başka bir şey yapmıyor. Demek ki büyük adamlarortaya attıkları mefkurelerin mübdileri değil, kâşifleridir.Büyük adamların cemiyet üzerindeki velayetleri yanimanevî nüfuzları cemiyetten mülhem olmalarının ve cemiyetitemsil etmelerinin neticesidir.Durkheim diyor ki: «Sosyoloji büyük adamların rolünüinkâr etmez, yalnız izah eder». Büyük adamların yukardagösterdiğimiz suretteki izahı, onların kıymetine hiç bir nakisei'râs etmez. Bilakis, içtimaî velayetlerini teyit eder.Mamafih, maşerî şahsiyeti haiz olanlar yalnız büyük adamlardeğildir. Kendisine içtimaî bir vazife kabul eden, milletiniçtimaî mefkureleri için çalışan her fert, maşerî şahsiyettenhisseye malik demektir. Bu gibi adamlara «içtimaî insanlar»nâmı verilir. İçtimaî insanlar, büyük adamların arkasındayürürler ve onların muvaffak olmasını temin ederler.Şahsiyetin ikinci nevinin «ferdî şahsiyet» olduğunu söylemiştim.Durkheim'e göre ferdî şahsiyet de içtimaî taksim-ia'maldan doğar. Zira işlerin içtimaî taksimi insanları meslekîzümrelere ayırır. Bu suretle fertlerin ruhunda maşerîvicdandan başka bir meslekî vicdan vücuda gelir. Meslekîvicdan ihtisasa kıymet verdiği için, gittikçe derinleşmeğemeyyaldir. İhtisas derinleşe derinîeşe ferdî şahsiyeti vücudagetirir. Demek ki ferdî şahsiyete ancak müîahasıslarda22


tesadüf edilebilir. Bunlar da ancak taksim-i a'mâl hususundaçok ilerlemiş bulunan cemiyetlerde vücuda gelebilir.Meselâ Afrika zencileri arasında Kant'ın, Avusturaiya aşiretleriiçinde Bergson'un yetişmesi mümkün mü? Şüphesizdeğildir. Sosyoloji ilmi bize ispat ediyor ki içtimaî taksim-ia'mâlin sebepleri içtimaîdir. O halde içtimaî taksim-i a'mâldendoğan ferdî şahsiyetin de ilk sebepleri içtimaî olmaklâzım gelir. İçtimaî taksim-i a'mâlin neticesi olarak ferdîşahsiyet zuhur edince, bu şahsiyeti haiz olanlarda kendinemahsus hayat telâkkisi, ahlâk telâkkisi, hukuk telâkkisi, bediiyattelâkkisi ilah... husule gelmeğe başlar. Fakat, buferdî telâkkiler, cemiyetin müşterek olan dinine, ahlâkına,hukukî, bediî, siyasî, ilah... telâkkilerine müstenid olmakmecburiyetindedir. Zira, eğer ferdî şahsiyet maşerî şahsiyeteistinat etmez, onun müşterek kumaşı üzerinde şahsî birişlemeden ibaret kalmazsa şahsiyet mahiyetini kaybeder. Ozaman ona «ferdiyet» ve sahibine de «ferdî insan» nâmlarınıvermek lâzım gelir. Ferdiyet, ferdî şahsiyetten çok farklıdır.Ferdî şahsiyet de maşerî şahsiyet gibi içtimaî sebeplerinmevlidi ve içtimaî hayatın nâzımıdır. Ferdî şahsiyet sahiplericemiyet içinde içtimaî vazifeleri deruhte ettikleri içiniçtimaî insanlardan ma'dûdturlar. Ferdiyet ise, içtimaî hayatave içtimaî mefkurelere hiç kıymet vermez. Filhakika,ferdî bir insan da cemiyetin kıymet verdiği ilim, sanat,centilmenlik, zarafet, nezaket gibi meziyetleri iktisap etmekister. Fakat bunları iktisaba çalışması, bu meziyetler vasıtasiylecemiyete faydalı olmak yahut içtimaî bir vazife kabuletmek için değildir. Çünkü, ferdî insanlar içtimaî mefkurelerekarşı reybî ve bedbindirler, insanların bîmenfaat vefedakâr olabileceklerine imanları ve ümitleri yoktur.Binaenaleyh, bunlar saydığımız meziyetleri sırf cemiyetiçinde mümtaz, büyük mevkilere yükselmek için bir va-{sıta olarak iktisap etmek isterler. Bu gibi kimseler kendileriniI içtimaî hayatın merkezi, içtimaî semanın güneşi addederler.23


Bütün içtimaî kıymetlerin ve ferdî menfaatların kendi etraflarındadeveran etmesini isterler.Yukarıki izahlardan şahsiyetin ferdîyetten ayrı bir şeyolduğu ve sosyolojinin gerek maşerî şahsiyete ve gerek ferdîşahsiyete büyük bir kıymet ve ehemmiyet verdiği anlaşıldı.Şimdi de bu nazarî tetkikten iimî neticeler çıkarmağaçalışalım:1) Siyasî fırkaların başında behemehal büyük biradam mahiyetinde şahsiyetler bulunmalıdır.2) Her fırka, intihabı mesuliyetini üzerine aldığı mebusnamzetlerini behemehal «içtimaî insanlar» enmûzeci arasındaaramalıdır.3) Ferdiyetçi nâmı da verilen ferdî insanların mebuslararasına girmesi çok tehlikelidir.4) Bazan ferdî şahsiyet sahibi insanlarla ferdî insanlarbiribirine benzetilebilir.5) Ferdî şahsiyet sahipleri cemiyet için çok faydalıolan insanlardır. Büyük Millet Meclisinin ihtisas encümenlerindebilhassa bu mütehasıs kimselerden istifade olunabilir.6) Ferdî insanlar ise, hiç bir ihtisasları ve ferdî şahsiyetleriolmadığı halde, ferdiyetlerine her şeyden fazla kıymetveren kimselerdir.7) Bilhassa intihap zamanlarında bu gibi enmûzecleribirîbirinden ayırmak ve her mebusluk isteyen kimsenin buenmûzeclerden hangisine mensup olduğunu tayin etmek lâzımdır.24


III.TARİHİ MADDECİLİK VE İÇTİMAÎ MEFKÛRECİLİKİçtimaî hâdiselerin tefsir ve izahında birbirine hemyakın, hem de uzak olan iki sosyoloji sistemi vardır. Bunlar«tarihî maddecilik» ve «içtimaî mefkûrecilik» sistemleridir.Bu sistemlerden birincisi Kari Marx tarafından, ikincisiEmile Durkheim tarafından meydana atıldı.İlk nazarda bu iki sistemin biribirine yakın olduğunugörürüz. Çünkü, ikisi de içtimaî hâdiselerin, tabiî sebeplerinneticeleri olduğunu, maddî, hayatî, ruhî hâdiseler gibi tabiîkanunlara tâbi bulunduğunu esas olarak kabul ediyor. Bu telâkkiyeilim lisanında «muayyeniyet» [Fransızcası determinisme]adı verilir.Fakat, bu noktadan sonra, bu iki içtimaiyat sistemi biribirîndenuzaklaşmağa başlar. Kari Marx determînzmde birnevi inhisar iddia eder: İçtimaî hâdiseler arasında sebep25


olabilmek imtiyazı yalnız iktisadî hâdiselere münhasırdır.Diğer içtimaî hâdiseler meselâ dinî, ahlâkî, bediî, siyasî,lisanî, muakelevî hâdiseler asla sebep olamazlar, yalnız neticeolabilirler. Binaenaleyh, Kari Marx'a göre, iktisadî hâdiseleringayrî olan bütün içtimaî hâdiseler «gölge hâdiseier-epifenomenler»mahiyetindedir. Bir şeyin «gölge hâdise»olması, başka şeyler üzerinde hiç bir tesiri haiz olmamasıelemektir. İnsanın gölgesi, insanın yaptığı işlere bir tesir icraedebilir mi? Şüphesiz edemez. İşte gölge hâdiseler de,bizim arkamızdan gelen şu tesirsiz gölgeler gibidir. Demekki Marx'a göre, yalnız iktisadî hâdiseler şe'niyyettir, diğerİçtimaî müesseseler, şe'nîyyet olmadıkları gibi, hâdise biledeğildirler. Bunlar, ancak iktisadî hâdiselerin neticeleri vegölgeleridir.Meselâ Kari Marx, dinlerin zuhurunu, muhtelif sıfatlaraayrılmasını, zâhidane zaviyelerle, mutasavvufane tekkelerinteşekkül etmesini, reform yapabilmesini, dinle devletinayrılmasını yalnız istihsal tekniklerinin değişmesiyle izahettiği gibi ahlâkî, hukukî, siyasî, bediî, lisanî, muakelevi bütünmefkurelerin ve ananelerin doğmasını, büyümesini veölmesini de yine aynı iktisadî hâdiselerin sebebiyetiyle izahaçalışmıştır.Durkheim'ın tesis ettiği sosyolojiye görü, böyle bir inhisardoğru değildir. İktisadî hâdiselerin sair hâdiselerdenhiç bir imtiyazı yoktur. İktisadî müesseseler nasıl bir hâdiseve bir şe'niyyet ise, dinî, ahlâkî, bediî ilah... gibi diğeriçtimaî müesseseler de birer tabiî hâdisedir, birer şe'niyyettir.Bu sonkileri, eşyanın gölgelerine benzeterek «gölgehâdiseler» suretinde adlamak objektif şe'niyyetten ayrılmakdemektir.Hikmette, kimyada, hayatiyatta gölge hâdiseler olmadığıhalde, içtimaiyatta neden bulunsun? Filvaki, vaktiyleMaudsley gibi bazı ruhiyatçılar «şuur»a «gölge hâdise» nâmı26


veriyor ve şuurun ruhî hâdiseler üzerinde hiç bir tesiri bulunmadığınıiddia ediyorlardı. Fakat, Alfred Fouliee, Ribot,James, Höffding, Bergson, Pierre Janet, Binet, Paulhanrgibi yeni ruhiyatçılar bu nazariyyeyi ilmî delillerle kat'i birsurette yıktılar. Artık ruhiyat sahasında «gölge hâdise» tâbirikalmadı.Bundan başka, içtimaî hâdiseler arasında yalnız iktisadîmüesseseleri, şe'niyet telâkki etmek, meselâ fizyolojikhâdiseler arasında yalnız mideye ve hazım enbûbesineait hâdiseleri şe'niyet telâkki edip diğer hayatî ufuleleri bunlarınşe'niyetsiz ve tesirsiz bölgeleri addetmek gibidir. Böylebir nazariyeyi hiç bir fizyolojist kabul edebilir mi?Kari Marx bu inhisarcılığı, nazariye sahasında bırakmayarak,ameliyye sahasına nakletmekle ikinci bir hatayadüşmüştür. Marx'a göre, halk yalnız amele sınıfından ibarettir.Binaenaleyh, amele sınıfı, diğer sınıfları ortadan kaldırmağamecburdur. Halbuki, halk «umum» mânâsına olduğundan,hukukça biribirine müsavi olmayı kabul eden bütünsınıfların mecmuu demektir. Filhakika umumla müsavî olmayıkabul etmeyen emperyalist, aristokrat, feodal sınıflarıhalk haricinde görmek doğrudur. Burjuvalarla münevverlerarasında da umumla hukukça müsavî olmayı kabul etmeyensınıflar varsa, halk dairesinin haricinde kalmalıdırlar.Fakat hukukça umumun müsavi olduğunu kabul edenler—hangi meslekî zümreye mensup bulunurlarsa bulunsunlar—halktandırlar.Durkheim sosyolojisinde, diğer içtimaî hâdiseler iktisadîhâdiselere sebep olabildiği gibi, iktisadî hâdiseler dediğer içtimaî hâdiselere sebep olabilirler. Görülüyor ki,Durkheim sosyolojisi iktisadî hâdiselerin ehemmiyetini vekıymetini inkâr etmiyor. Gittikçe iktisadî hâdiselerin cemiyetiçindeki kıymetinin arttığını, hattâ, asrî cemiyetlerde iktisadîhayatın içtimaî bünyeye esas olduğunu ortaya atanDurkheim'dır. Durkheim'a göre iptidaî cemiyetlerdeki tesâ-27


nüd yalnız maşerî vicdandan husule gelen mihanikî tesanüttür.Bunlar biribirine benzeyen, (oba, oymak, boy, il) gibibölmelerden mürekkep olduğu için Durkheim tarafından kıt'-avî (segmentaire) cemiyetler tesmiye olunmuşlardır.Mütekâmil cemiyetler de ise, birinci nevi tesânüdtenbaşka, bir de içtimaî işbölümünden doğan uzvî tesânüd vardır.Durkheim, bunlara da «mutaazzî-organize cemiyetler»adını vermiştir.Malumdur ki «işbölümü» iktisadî hayatın temelidir.Asrî cemiyetlerde içtimaî bünyeyi vücuda getiren unsurîzümreler, işbölümünden doğmuş olan ihtisas ve meslek hey'-etleridir. O halde Durkheim'ın, iktisadî hayata lâyık olduğumevki ve ehemmiyeti tamamiyle vermiş olduğunu kabul etmeklâzımdır.Bununla beraber, Durkheim da bütün içtimaî hâdiseleribir tek asla irca ediyor: Bu yegâne asıl «maşerî tere'îJer»dir.Bu ıstılahın tarifinden ziyade misallerle tavzihi mümkündür.Binenaleyh, birkaç misal iradiyle maşerî tere'îlerin ne demekolduğunu anlatmağa çalışacağım:Meselâ meşrutiyet'ten evvel de memleketimizde amelelervardı. Fakat, bu amelelerin müşterek vicdanında «Bizamele sınıfını teşkil ediyoruz» fikri yoktu. Bu fikir bulunmadığıiçin, o zaman memleketimizde bir amele sınıfı dayoktu. Yine meşrutiyet'ten evvel memleketimizde birçokTürkler vardı. Fakat, bunların maşerî vicdanında «Biz Türkmilletiyiz» mefhumu bulunmadığı için, o zaman Türk milletide yoktu. Çünkü, bir zümre, fertlerinin müşterek vicdanındaşuurlu bir surette idrâk olunmadıkça, içtimaî bir zümremâhiyetini haiz değildir. Bunun gibi aslen Türkçeye mensupbulunan bir kelime, Türk halkının lisanî vicdanında artıkyaşamıyorsa, Türkçe bir kelime olmak meziyetini de, içtimaîbir hâdise olmak kıymetini de kaybetmiş demektir.Bunun gibi, esasen Türk töresine dahil bulunan bir âdet de,28


Türk halkının ahlâkî vicdanında artık bilinmiyor ve duyulmuyorsa,o da gerek içtimaî bir hâdise olmak, gerek Türk ahlâkındabir unsur bulunmak mahiyetini kaybetmiş demektir.Bu ifadelerden anlaşılıyor ki içtimaî hâdiseler, mutlakamensup bulundukları zümrenin maşerî vicdanında şuurluidrâkler halinde bulunmalıdırlar. İşte maşerî vicdandaki buşuurlu idrâklere «maşerî tere'îler» nâmı verilir.Maşerî tere'îler, Marx'ın zannettiği gibi içtimaî hayattagayr-ı müessir gölge hâdiselerden ibaret değildir. Bilâkis,bütün içtimaî hayatlarımız, bu tere'îlerin tesirlerine göre şekillerinialır. Meselâ, biz Türkiyelilerin müşterek vicdanımızdaTürk milletindeniz, islâm ümmetindeniz, garp medeniyeîindeniztere'îleri vazıh görünüşler gibi mer'î olmağabaşlayınca, bütün içtimaî hayatlarımız değişmeğe başlayacaktır.«Türk milletindeniz» dediğimiz için, lisanda bediîyatta,ahlâkta, hukukta, hattâ dinîyatta ve felsefede Türk harsına(Türk zevkine, Türk vicdanına göre) bir orijinallik, birşahsîlik göstermeğe çalışırız, «islâm ümmetindeniz» dediğimiziçin, nazarımızda en mukaddes kitap Kur'an-ı Kerim, enmukaddes insan Hazret-i Muhammed, en mukaddes mâbedKâ'be, en mukaddes din İslâmiyet olmuş olur. «Garp medeniyetîndeniz»dediğimiz için, ilimde, felsefede, fenlerde vesâirmedenî sistemlerde tam bir Avrupalı gibi hareket ederiz.Maşerî tere'îler, yalnız zümre mefhumlarına mahsusdeğildir. Üstûreler, menkıbeler, masallar, efsaneler, fıkralar,akîdeler, ahlâkî, hukukî, iktisadî, fenn* kaideler, ilmive felsefî görüşler de bir maşerî tere'îden ibarettir. İtikadınve nazariyenin zıddı addolunan âyinler ve ameliyeler bile,evvelâ zihinde tasavvur olunup sonra yapıldıkları için, esasenbirer maşerî tere'îden ibarettirler.Ferdî fikirler her ferdin kendine mahsûs olan fikirleridemektir. Maşerî tere'îler ise, her cemiyetin bütün fertleriarasında bulunan, daha doğrusu maşerî vicdanında meş'urve müdrik bulunan suver-i zihniyeden ibarettir. Ferdî fikirler29


esasen cemiyet üzerinde hiçbir tesire mâlik değildir. Fakatferdî fikirler, içtimaî bir kuvvete istinat edip maşerî bir tere'îmahiyetini aldığı zaman, içtimaî hayatta büyük bir âmil olur.Meselâ, büyük bir manevî nüfuza mâlik bulunan bir münci,ne düşünürse, fikirleri biraz sonra, umumun müşterek düşünüşlerisırasına geçer. Tabiî ferdî fikirler, bu mahiyettebulunursa içtimaî hayatta her an müessirdir. Bir millet, büyükmuvaffakıyetleriyle dehasını, fedakârlığını, kahramanlığınıfiilen ispat etmiş, büyük bir şahsiyete mâlik olduğuzaman, onun maşerî tere'îler yaratmak iktidarı sayesindeher türlü teceddütleri kolayca icra edebilir. İşte biz bugünböyle bir deha hazinesine mâlikiz. Alelade fertlerin hattâ,ilimde büyük bıdâaları ve amelde yüksek kudret ve faaliyetleriolsa bile, asla muvaffak olamıyacakları teceddüt veterakkileri, umumun vicdanında münci ve dâhi tanılan böylebir şahsiyet bir sözle, bir nutukla, bir beyanname ile vücudagetirebilir.Maşerî tere'îler, galeyanlı buhranlar esnasında gayetşiddetli vecidlerle hâlelenerek son derece büyük bir kudretve kuvvet iktisab ederler. Maşerî tere'îlerin bu haline «mefkure»nâmı verilir. Maşerî tere'îler, asıl mefkure halini aldıktansonradır ki hakikî inkılâpların âmili olurlar. MeselâTürkçülerin ortaya attığı «Türkçülük» fikri, gençliğe münhasırzümrevî bir tere'îden ibarettir. Bu zümrevî tere'îyi umumTürk milletine teşmil ederek onu bir mefkure haline getiren,Trablusgarp, Balkan harpleri ile Cihan Harbindeki felâketlerolmakla beraber, bu mefkureye resmiyet veren ve onu fiilentatbik eden de ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir.Bu misâllerden de anlaşılıyor ki Drukheim mefkûreciliğigaleyanlı içtimalarla yâni sosyoloji ile iz*h ediyor. Onagöre bütün içtimaî hâdiseler, mefkurelerden yahut onlarınhafif dereceleri olan maşerî tere'îlerden ibarettir.Filvaki, her maşerî tere'î az-çok bir kıymet duygusuyla30


karışıktır. İçtimaî müesseselerin bzaısını mukaddes, bazısınıiyi, bazısını güzel, bazısını doğru telâkkî ederiz. Müesseselerinbu sıfatla tevsim edilmesi, onların duygulardan, heyecanlardan,ihtiraslardan ârî olmadığını gösterir. Hangişeye karşı dinî bir heyecan duyarsak, ona «mukaddes» hangişeye karşı ahlâkî bir heyecan duyarsak ona «iyi», hangişeye karşı bediî bir heyecan duyarsak ona «güzel», hangişeye karşı muakelevî bir heyecan duyarsak ona «doğru» kıymetlerinitevcih ederiz. Demek ki Durkheim'a nazaran, içtimaîhâdiselerin sebepleri olmakla beraber, kendilerinin dedoğması, kuvvetlenmesi, zayıflaması, ölmesi bir takım içtimaîsebeplere tâbidir. Bu sebepler içtimaî bünyede husulegelen değişmelerdir. Demek kî Durkheim'a nazaran, içtimaîhâdiselerin ilk sebepleri cemiyetin nüfusunun, kesafetinin,ihtilâtının, tecanüsünün, işbölümünün artıp eksilmesigibi içtimaî maneviyata, «morfoloji sosyal»a ait hâdiselerdir.Umumun müsavi olduğunu kabul edenler, —hangi meslekîzümreye mensup bulunurlarsa bulunsunlar— halktandırlar.31


IV.TÜRK KİMDİR?İhtimalki makalenin başında bu suali görenlerden bazılarışöyle diyecekler: «Bunu sormağa hacet var mı?.. Yediatası Türk olanlar Türktürler!..»İlk bakışta meseleyi şu suretle görmek tabiidir. Fakat,ilim usulleriyle münakaşa edince meselenin rengi değişmeğebaşlar:Meselâ, bugün Arap mefkuresi için, Arnavud mefkuresiiçin çalışan Türkler var. Tunus'ta Turgut Reis'in torunları,Trablusgarp'te Karamanlı ailesi Araplık için çalışmıyorlarmı? Merhum Ali Paşa Hamba, yedi atası Türk olmakla berabermüfrit bir Tunus milliyetperveri değil mi?Arnavutluk mefkuresi için çalışan Doktor Temo ile DervişHima'nın da aslen Türk olduğunu iddia edenler var. O32


halde, yedi atası Türk olan bütün bu Türk kaçaklarına «Türk»unvanını verebilecek miyiz?Türklerden başka milliyetlere temessül eden yalnız fertlerdeğil, ailelerin hesabı yoktur. Araplık mefkuresi için,halis Araplardan daha büyük bir şevk ve ihtirasla çalışanbu müsta'ripleri .de Türk mü sayacağız?Görülüyor ki Türk oîmak için, yalnız Türk kanı taşımak,Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için her şeydenevvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkuresiiçin çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca veırkça Türk olsalar bile «Türk» unvanını veremeyiz.Şimdi, burada başka bir sual de sorulabilir : «— Mademki Türk olmanın esas şartları Türk harsıyle terbiye görmekve Türk mefkuresi için çalışmaktır, kanca ve ırkçabaşka bir ırka mensup olduğu halde, bu iki şartı haiz bulunanlarda Türk sayılmak lâzım gelmez mi?»Filhakika, milliyet için kabul ettiğimiz esasî şartlara göre,bu gibi kimseleri de Türk addetmek iktiza eder. AraplaşmışTürkler, Arap mîlleti içinde Arap telâkki olunmuyormu? Arnavutlaşmış Türkler Arnavut milleti içinde Arnavutsayılmıyor mu? Bir milletin «temessül kuvveti» yabancı fertlerin,ailelerin, aşiretlerin, hattâ kavimlerin milliyetini değiştirerekkendi milliyeti dahiline almak demektir. Başka milletler,temessül kuvvetiyle, bizden birçok unsurları çalmışlardır,bizim de bunlardan bazı fertleri ve aileleri temessültarikiyle milliyetimiz dahiline almağa hakkımız yok mudur?Bir millet, yalnız tenasül tarikiyle çoğalmaz, kısmen de temessültarikiyle çoğalır. Türklerin başka milletlere temessületmesini kabul edip te, başka milletlere mensup fertleritemessül etmesini kabul etmemek doğru olabilir mi?Türk halkı eskiden beri bu hususta kendini hatadankurtarmıştır. Çünkü, selikî düşünüşüyle, milliyeti şu düsturdaicmal ediyordu: «Dili dilime uyan, dini dinime uyan.»33/3


Türk halkına göre, kendi diliyle konuşan ve kendi dininemensup bulunan her ferd Türktü. Halka göre «Türk»demek, «Türkçe konuşan Müslüman» demekti. Türk halkı,Türk olmak için, dil birliği ile din birliğini kâfi görüyordu.Kan birliğine, soy birliğine lüzum görmüyordu. Bu sebepledirki «kanı kanıma uyan» şartını da, yukarıki şartlara iiâveetmiyordu.Fakat, vatanımızdaki Türkler, yalnız halka münhasırdeğildi. Memleketimizde bir de Osmanlı İmparatorluğunuidare eden «efendiler» sınıfı vardı. Bu sınıfın gayesi, Türkolmayan unsurları Türkleştirmek değildi. Belki, coğrafî sahalaradağılmış olan muhtelif Türk zümrelerini komşularıbulunan müslüman milletlere ilhak etmekti. Meselâ, Rumeli'dekiTürkleri Arnavut, Suriye ve Irak'taki Türkleri Arap,cenup vilâyetlerindeki Türkleri Kürt, Karadeniz sahilindekiTürkleri Laz addederdi. Hattâ, Türkleri yalnız müslüman milletleredeğil, bazan gayr-i müslim milletlere de ilhak ederdi.Meselâ, Girit'te vesair Akdeniz adalarında yaşayan fatihTürkleri müslüman olmuş Yunanlılar suretinde görürdü.Demek kî «Türk halkı» başka milliyetleri temessüî taraftarı olduklarıhalde, Osmanlı efendileri Türklerin başka milliyetleretemessüî etmesine çalışıyorlardı.Tabiî Osmanlı efendilerin bu uğursuz siyaseti, Türk milletiiçin çok büyük zararlara sebep oldu. Zira bu hareketyalnız başka milliyetlerin Türklüğe temessülüne mani olmaklakalmadı. Birçok Türk ailelerin hattâ aşiretlerin başka milliyetleretemessüî etmesine de bâis oldu. Meselâ, Diyarbekirîle Urfa'da yaptığım içtimaî tetkiklerin neticesinde gördümki Oğuz boylarına vesair meşhur Türk illerine mensupmüteaddit Türkmen aşiretleri tamamiyle Kürtieşmişlerdir:Diyarbekir'de Karakeçi'ler, Kalaçlar (Haîacan), Beydililer(Türkân), Siverek'teki Bucak, Karavar; Urfa'daki Dögerve Beğdili (Badıllı) aşiretleri misal olarak gösterilebi-34


lir. Bu aşiretlerin Türk idaresi altında oldukları halde Kürtleşmeleritaaccübe şayan değil midir? Bu iş zahirde böyleise de, hakikatte hiç de taaccüb olunacak bir ciheti yoktur.Aynî Alî Efendi Kanunnâmesi'ne göre aşiretlerin bazısınınreisleri yalnız «zaim» rütbesini haizdiler.Emîr-i aşiret nâmını alan bu zaimler, Kürt cinsindenolan ve ekserisi yurtluk, ocaklık, bazısı da muhtar hükümetlertarzında idare olunan imtiyazlı sancakların beylerine«vasal-tâbi» kılınmışlardı. Nasıl ki Bosna-Hersek'teki akıncılarlayörükler de Boşnak beylerin vasalları olmuşlardı.İşte, bu suretledir ki Bosna-Hersek'te Boşnaklaşan bu Türklergibi, cenuptaki Türkmen aşiretleri de ekseriyetle Kürtleştîler.işte Osmanlı efendilerin «temessül» hakkındaki yanlışsiyaseti, bu neticeleri verdi.Bundan sonra, yeni Türkiye, eski Osmanlı zihniyetegöre değil, Türk halkının doğru duygularına göre idare olunacak.O halde, temessül hakkında da muayyen, vazıh, alenibir programımız olmalıdır. Türk halkı, bu eski dostları,dili diline uymak, dini dinine uymak şartiyle kendisine müsavîkardeş tanır. Yani bunları da Türk sayar. Yalnız şu şartlaki, artık onlar da millî mahalle, millî köy, millî nahiye vekaza yapmak gibi, eski lisanlarını, âdetlerini, elbiselerini muhafazaetmek gibi anel merkez emellere, dileklere düşmektensakınmalıdırlar. Yeni Türkiye artık Anadolu'da yeni hiçbirmilliyetin muhaceret tarikiyle tesisine müsaade edemez.Yeni Türkiye'ye gelecek gayr-i Türkler ancak Türkleşmek veTürklüğe temessül etmek arzusu ile gelebilirler. Binaenaleyhbu hususta yapılacak kanunlara, nizamnamelere, talimatnameleresamimî bir surette itaat etmelidirler. Türkiye BüyükMillet Meclisinin Türk hükümeti ve Türk matbuatı bu husustason derece dikkatli ve basiretli bulunmalıdır.Şimdi biraz da Türk kanından gelmedikleri halde, eskidenberi Türk hayatına karışmış bulunan şahıslardan bahsedelim:Bu gibiler ekseriyetle Türk harsıyle terbiye görmüş35


kimselerdir. Bunlar arasında Türk mefkuresini yükseltmekiçin çalışmış, bu uğurda hayatını tehlikelere atmış mücahitlerde vardır. Türk halkı bunları Türk saydığı gibi, Türk güzidelerininde bunları Türk telâkki etmesi icap etmez mi?Türklüğe tamamiyle temessül etmiş olan bu güzide ve mümtazşahıslara, «Hayır, siz Türk değilsiniz!» diyebilmeye kimkendini selâhiyettar görebilir? Vakaa, bu zümreden her hangibir fert ya Türk milliyetperverliği aleyhinde bulunur, yahutvatanımızda hiçbir hakkı olmayan harici milliyetlerden birininmefkuresi için çalışırsa, Türklükle hiç bir alakası kalmaz.Hattâ, bu gibiler hakkında bir kanun yapılmalı; tâbiiyetteniskat edilmeleri mi, yahut hain-i vatan kadrosuna ithalolunmaları mı yahut yalnız ilân edilmelerimi lâzım geldiğiresmen tayin ve tespit edilmelidir. Şu kada; var ki, böylebir harekette bulundukları evvelemirde resmî tahkikatlasabit olmalı ve bir hükme iktiran etmelidir. Yoksa, herkessevmediği bir memur yahut mebus hakkında: «Türk düşmanıdır»yahut «başkıyımcıdır», «ihyael Arapçıdır» tarzlarındabir isnatta bulunabilir.Bu gibi isnatlara, hiç bir tahkikata lüzum görmeden kıymetverilirse, memlekette hiçbir şahıs hücumdan masunkalamaz. Türkçülük tarihi bize bu hakikati ispat için canlımisâller verebilir. Bundan on beş sene evvel, ilk Türkçüler,Türk mefkuresini yükseltmeğe, Türk harsını aramağa başladıklarısırada Türkçülüğe düşman olan bazı kimseler, Türkçülükumdelerini bırakarak, Türkçülerin şah,şiarına hücumettiler. Bu şahsî hücum da yalnız şu noktada temerküz ediyordu:«Türkçülüğe çalışanlar, umumiyetle aslen Türk olmayanlardır».Bu suretle Türkçülerin kimini Arnavut, kimini lâtin,kimini Acem, kimini Çerkeş, kimini Kürt, kimini Arapyapıyorlardı. Fakat, bu yaygaralar hakikata müstenit olmadığıiçin, Türkçülük mücadelesinin devamına asla mani olamadı.Anadolu harekât-ı millîsi esnasında da yine bu gibilaflar işitildi. Bunlara da kulak asan olmadı.36


Hulasa, şimdi biz millî tesânüde müstenit millî bir devlet,millî harsa tecelligâh olmak üzre millî bir vatan istiyoruz.Milliyet de, din gibi «kalben tastik ve lisanen ikrar» şartlarınabağlıdır. Lisaniyle «Türküm» deyen ve samimi olarakkalbinde bu kanaati taşıyan her fert Türktür. Bu vasıflarıhaiz olanların Türklüklerinden asla şüphe etmemeliyiz. Aynızamanda bu kimseler de başkalarını şüpheye düşürecek hareketlerdeniçtinap etmelidirler.Bugün memleketimizde nahoş dedikodular o'oğuran bu«milliyetten şüphe etmek» hastalığı, ancak iki tarafın doğruve samimi hareketleriyle zail olacaktır. Ve her millette bugibi ahvalde böyle dedikodular çıkmıştır. Fakat, aklı başındaolanlar, meseleyi ilmî bir surette vazederek hallettikleri için,bu laflar uzun müddet devam edememiştir.Sulhtan sonra, önümüzde büyük ıslâhat devresi başlayacaktır.Her ferdin Türklüğe olan samimi merbutiyeti, millîmefkurelere sarf edeceği faaliyetlerle, fedakârlıklarla ölçülecektir.Türk olmak için Türk doğmak kâfi değildir. Türkgibi duymak, Türk gibi düşünmek, bilhassa Türk gibi iradeedip Türk gibi çalışmak ta lâzımdır. Kimin ^e ne dereceyekadar Türk olduğunu ancak içtimaî sireti gösterecektir. Ohalde «Hakikî Türk, Türkçülük için büyük fedakârlıklardabulunandır» diyebiliriz.37


V.İNKILÂPÇILIK VE MUHAFAZAKARLIKFırkalara dair Hâkimiyet-i MîIIîye'de neşrettiğim makalelerdenbirinde, milletlerin siyasî hayatında muhafazakârfırkaların faydalı bir rolü olduğunu yazmıştım. İnkılâpçıan'aneleri yıkıp onların yerine mefkureleri ikameye çalışırken,muhafazakârlar meydana çıkıp onlara karşı diyorlarkî «Yalnız cansız an'aneleri yıkmakla iktifa edecekseniz bizde sizinle beraberiz. Yok eğer canlı an'aneleri de yıkmağakalkışacak olursanız, biz bu hususta size karşı mukavemetgöstereceğiz.»Acaba bizde canlı an'aneier hangileridir, cansız an'anelerne gibi bir mihenkle, ne gibi bir miyarla tefrik olunabilirler?Başka memleketlere nîsbetle Türkiye'de canlı ve cansızan'aneleri biribirinden tefrik etmek çok kolaydır. Çün-38


kü, bizde «Osmanlı Medeniyeti» dediğimiz bir mecmua vardırki, bütün unsurları cansız an'anelerden ibarettir. Yinebizde «Türk Harsı» adını verdiğimiz başka bir manzumevardır ki bu da baştan başa canlı an'anelerden mürekkeptir.Meselâ Osmanlı lisanında Arap ve Acem harflerine mensupkaideler, terkipler, edatlar cansız an'aneler değil de, nedirler?Aruz vezinleri cansız an'aneler değil de nedirler? Gazeller,kasideler, alafıranga manzumeler, dümtek musikisi,kantolar, hurafat ve yahut fantazi edebiyatı, rokoko mimarisi,dekadan şiir, bedbin ve reybî ahlâk vesaire ve saire hep cansızan'aneler değilmidirler?Bunlara mukabil, halk Türkçesi, halk vezinleri, halk zevki,halk edebiyatı, halk musikisi, halk ahlâkı, halk bediî,halk eflsefesi umumiyetle canlı an'aneler değil midirler?O halde mesele pek vazıh! Biz, Osmanlı medeniyetisahasında inkılâpçıyız, Türk harsı sahasında da muhafazakârız.Bugün inkılâpçı Türkiye inkılâp yaparken yalnız Osmanlımedeniyetini değiştiriyor. Osmanlı medeniyeti Şarkmedeniyetidir. Şark medeniyeti de^îsîâm medeniyeti değil,Şarkî Roma medeniyetinin devamıdır. Nasıl kî Garp medeniyetide Garbî Roma medeniyetinin devammdan ibarettir.Türk inkılâpıçlığı, medeniyet' hususunda muhafazakârlığıasla kabul edemez. Türkçülük ancak harsta muhafazakârdır.Bu muhafazakârlık inkılâpçılığa mâni değildir. Liberal inkılâpçılardaima harsa hürmet etmişlerdir. Millî harsta muhafazakârolmayanlar yalnız radikallerdir. Türkçüler radikalolamazlar. Aynı zamanda Türkçülük medeniyet sahasındada muhafazakâr olamaz. Çünkü medeniyet milletlerin elbisesigibidir. Fertler elbise değiştiği gibi milletler de medeniyetlerinideğiştirebilirler. Meselâ Türkler, vaktiyle Aksâ-ıŞark medeniyetine girdiler. Şimdi de, Türklüğümüzü ve İslâmlığımızıtamamiyle muhafaza etmek şartıyle Garp Medeniyetinegirmemizde hiç bir mahzur yoktur. Türklüğümüze veİslâmlığımıza gelince bunların mecmuuna «hars» nâmı verî-39


lir. Gaip medeniyetine girerken, en ziyade dikkat edeceğimizcihet millî kuvvetimizi bozmamak, tam ve sağlam olarakmuhafaza etmektir. Türk inkılâpçıları işte yalnız bu noktadamuhafazakârdırlar. Bu hususta muhafazakâr olanlarla tamamiyleberaberiz. Millî harsta muhafaazkâr olmak terakkîye,tekâmüle hiç bîr sekte iras etmez. Çünkü millî hars canlıdırve kendi kendine tekâmül eden bir şeydir. Zaten, hars, cemiyetinşuursuz benliğinden doğduğu için, ona ferdî şuurlarımızladokunamayız. Millî hars ilâhî bir muvaffakiyetledaima doğru yürür, asla hataya düşmez. Şuurumuzla ıslahedebileceğimiz cihet yalnız medeniyettir. Çühkü medeniyetesasen ferdî şuurumuzun mahsulüdür. Bugün Garp Medeniyetinikabule mecburuz. Kabul etmediğimiz takdirde Garpdevletlerinin esiri olacağız. Garp Medeniyetine hâkim olmakyahut Garp devletlerine mahkûm olmak, bu iki şıktan birinikabul mecburiyetindeyiz.Bugün artık şu hakikat anlaşılmıştır: Avrupa'ya karşıhürriyetimizi ve istiklâlimizi müdafaa edebilmek için, Avrupa'nınmedeniyetini iğtinam etmemiz lâzımdir. Avrupa medeniyeti,müsbet ilimlerden ve sınaî tekniklerden, içtimaîteşkilâtlardan ibarettir. Vaktiyle Avrupa'dan «Nizam-ı Cedid»asker mektebi almamış olsaydık bugün Anadolu'yu düşmanlarımızakarşı müdafaa edebilecek miydik? Avrupa'nın kuvveti,yegâne faikiyeti medeniyetindedir. Müslümanları mağlupetmesi ve bütün cihana hakim olması yalrız medeniyetisayesindedir.O halde bu kadar faydalı olan bu şeyi niçin almaktatereddüt edelim? Dinimiz bize «limi Çin'de bile olsa arayınız»ve «Hikmet, mü'minin kaybolmuş malıdır. Neredebulursa hemen almalıdır» diye bütün ilimleri ve hikmetleriiğtinam etmemizi emretmiyor mu? İşte bugünün ilimleri vehikmetleri «Garp Medeniyeti» dediğimiz şeyden ibarettir.Garp medeniyeti kadîm «Akdeniz Medeniyeti»'nin devamıdır.İlk müessisleri Sümerler, Alanlar, Vanikler, Ko-40


muklar, Hititler, iskitler, Hiksoslar, Komanîar gibi turanîmilletlerdir. Kurun-ı Ulâ tarihinden evvel bir Turan kurun-ııtarihîyyesi vardır. Garb-i Asya'nın ilk sakinleri Türklerdi.Cenuptan Samîlerin, şimalden Aryanîierin hücumuna uğrayanbu kadîm Türkler muvakkatan Aksâ-ı Şarka muhaceretetmeğe mecbur oldular. Fakat muvakkat şarklılar dabizim asla garplı olmamıza mâni değildir. Kadîm AkdenizMedeniyetinin ilk müessisleri dedelerimizdir. SonradanMüslüman Araplar, Acemler ve Türkler medeniyeti yükselterekbarbar Avrupalılara öğrettiler. Bundan başka Garbî veŞarkî Roma İmparatorluklarını yıkmakla da, Avrupa'da ikidefa tarihin kurunlarını değiştirecek inkılâplar yaptık. Bugünbile Rus çarlığının düşmesine sebep olmakla yeni birkurunun açılmasını hazırladık. O halde, bu kadar büyük hizmetlerlealakadar olduğumuz Garp Medeniyetine büyük biremeğimiz, binaenaleyh büyük bir istihkakımız vardır.Avrupa medeniyetinden ne alacağız? Şüphesiz, ondanmillî bir lisan almıyacağız. Çünkü halkımız arasında konuşulanmillî bir lisanımız var. Fakat, lisaniyat ilmine dairusullerimiz yok. O halde ondan lisan değil, lisaniyat ilminialacağsz. Bundan başka lisanımızda, Avrupa'daki ilmî vesınaî ıstılahların karşılıklarını vücuda getireceğiz.Şüphesiz Avrupa'dan millî bir ahlâk da almayacağız.Zira halkımız arasında millî ahlâkımız da var Fakat ahlâkıyatilmine dair taharrî usullerini bilmiyoruz. O halde ondanahlâk değil, ahlâkıyat ilmini alacağız.Bilmem bu misalleri saydıktan sonra Avrupa'dan «dîn»almayacağız demeğe bir lüzum kaldı mı? Bizi Avrupa'danher şeyden ziyade ayıran dindir. Avrupa daima Hıristiyankalacak, biz ebediyyen Müslüman kalacağız. Bununla beraber,Avrupa'dan diniyat ilmini almamızda da hiç bir mahzuryoktur. Çünkü diniyat, bütün dinlere aynı nazarla bakan41


ir ilimdir ve yalnız dinlerin nasıl tetkik edileceğine dairmüsbet ve objektif usulleri gösterir.Şu ifadeler de gösteriyor ki biz Avrupa'dan hattâ müsbetilimlerin oralardaki neticelerini bile almıyacağız. İlmîhakîkatları kendimizde bulmak üzre yalnız ilimlerini usullerinialacağız, hattâ, tekniklerin fenlerin de mahsullerini değilkendilerini alacağız. Meselâ, Avrupalı musikişinasların bestelerinideğil, halkımız arasında terennüm edilen melodileriarmonize edecek usulleri alacağız. Demek ki gayemiz, Avrupamusiki fennine göre, millî melodilerimizden hem millî/hem de Avrupaî bir musiki ibda etmektir.Edebiyatta da Avrupa klâsiklerini lisanımıza tercümeederek, bediî terbiyemizi yükseltmemiz lâzımdır. Avrupa'nınklâsik edebiyatı normal bir edebiyattır. Dekadanların, fan*tezistlerin vücuda getirdikleri eserler ise hasta bir edebiyattır.Osmanlı milleti, ihtiyar bir cemiyet olduğu için buhasta edebiyatı model ittihaz ediyordu. Onun enkazı arasındansapasağlam meydana çıkan Türk milleti ise, gençtir,hattâ, henüz çocuk denecek bir yaştadır. Hiç bu yaşta bulunanbir milletin eline ihtiyar ve hasta milletlerin eserleriverilir mi?Filhakika, ihtiyar ve hasta olan eski Osmanlı mîlletîiçinden bu kadar genç ve sağlam ve uyanık bir Türk milletininçıkması, bu asra mahsus bir mucizedir. Bu mucizeyinasıl izah edebiliriz? Acaba, Türkiye'de hiç kimsenin haberdarolmadığı gizli bir dünya mı vardı?— Evet, Türkiye'de böyle saklı bir cihan vardı. Lisaniyle,edebiyatiyle, ahlâkiyle, felsefesiyle, hulasa millî harsiyleberaber «Ergenekon» hayatı yaşayan bir Türk halkıvardı. Osmanlı medeniyeti bunun üzerine çökmüş, şimdiyekadar görünmesine mâni olmuştu. Şimdi o, yeni bir Bozkurt'unrehberliği ile, bu ergenekondan, sağlam, dâhi birmillet olarak meydana çıkıyor.42


VI.HARS TEŞKİLATIMîllî harsımızın şuurlu bîr hale gelip yükselmesi ne gibiteşkilâtlara muhtaçtır? Evvelâ millî harsımızı saklanmışolduğu gizli köşelerden münevverlerin nazarlarına arz edecekolan arama teşkilâtlarına ihtiyaç vardır. Bu vazifeyi ifa edecekteşkilâtlar şunlardır: Millî Müze, Etnografî Müzesi,Millî Hazine-i Evrak, Millî Tarih Kütüphanesi, İhsâiyyat Müdüriyet-iUmûmîyesi.1) — Türk halkının bediî dehasına canlı şahitler bulunanve fakra düşen eski Türk evlerinden parça parça çıkarılıpbedestanlarda satılan perdeler, halılar, şallar, ipekli kumaşlar,eski marangoz demirci işleri, çiniler, hüsün-i hatlevhaları, müzehhep kitaplar, güzel ciltler, güzel yazılı Kur'an-ı Kerimler, millî tarihimizin vesikaları olan mesûkât vesairevesaire hep ecnebiler tarafından satın alınarak Avru-43


pa'ya ve Amerika'ya taşınmaktadır. Bunların harice çıkarılmasınımenedecek bir kanunumuz olmadığı gibi, bunları satınalarak millî bediîyat âşıklarının nazarlarına arz edebilecekmillî bir müzemiz de yoktur. Vakaa, Topkapı Sarayında büyükbir müzemiz mevcuttur. Fakat buna «Harsî Müze» demektenziyade, «Medenî Müze» nâmını vermek daha münasiptir.Çünkü, bu müzede Türk harsına ait millî eserlerdeikinci derecede bir ehemmiyet göstermiş, birinci derecedekiehemmiyeti beynelmilel kıymete malik eserlere atfetmiştir.Bu müddeamızın delili şudur ki, şimdiye kadar memleketimizdensandık sandık çıkarılan Türk bedi'lerinin çıkarılmasınamâni olamamış, bedestanlarda satılan bu bedialarısatın alıp muhafaza etmeğe çalışmamıştır.Bu sözlerimden müzemizin dehalı bir müessisi olanHamdi Bey merhumla biraderi ve hayr-ül-halefi Halil Beyefendininkıymetçe çok büyük olan himmet hizmetlerini inkârettiğime hükmolunmasın. Abdülhamid devrinin her türlütas'iblerine rağmen, sırf kendi teşebbüs ve azmiyle ilmengayet kıymetli bir müzeyi yoktan var eden Hamdi Beyitakdis etmemek büyük bir nankörlüktür. Büyük kardeşininbu zatî eserini zenginleştirerek muhafaza eden Halil Beyefendiyitebcil etmemek de yine aynı harekettir. Bundan başka,bu müzede Türk meskukâtına ve atîkatına dair birçokmillî yadigârların mevcut olduğunu da kimse inkâr edemez.Şu kadar var ki, millî bir müzenin vazifesi, millî eserlerinmilyonda birini toplayıp da baki kalanlarını yabancılara kaptırmakdeğildir. Hamdi Bey müzesinin ilmî, medenî ve beynelmilelkıymetleri gayet yüksek olabilir; fakat, harsî ve millîkıymeti öteki kıymetlerine nisbetie çok aşağıdır. Hattâbu itibarla Evkaf Müzesi bile ondan daha yüksek bir mevkidedir.Çünkü Evkaf Müzesindeki eşyanın hemen cümlesiTürk harsına mensup eserlerdir.Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, bizde hakikî Türk müzesineihtiyaç vardır. Bu Türk müzesi Türk bedialarmı satın44


alabilmek için kâfi bir tahsisata malik olmalı ve her şehirdearayıcıları bulunmalıdır. Aynı zamanda memleketimizdenumûm atîkaların ve bediaların ihracını şiddetle menedenbir kanun yapılmalıdır. Evkaf Müzesi de liva evkafmemurlarını çalıştıracak olursa, vakıf binaların enkazı veyıpranmış eşyası arasında daha birçok kıymetli âbidelerbulabilecektir. İhtimal ki ileride bu üç müze birleşerek tekbir müze halini de alacaktır. Her halde şimdilik yalnızTürk harsına âit eserleri toplayacak millî bir müzeye şiddetleihtiyaç vardır.2) — Etnografî müzesinin vazifesi, millî müzeninkindenbaşkadır. Millî müze, millî tarihimizin müzesidir. Etnografîmüzesi ise, milletimizin halihazırdaki hayatının müzesidir.«Hal»ın «mazi»den farkı ne ise, etnografî müzesininde millî müzeden farkı odur.Etnografî müzesi, evvelâ, milletimizin bugün muhteliflivalarda, kazalarda, şehirlerde, köylerde, obalarda kullanmaktaolduğu bütün eşyayı toplayacaktır. Bu toplanan eşyadanher nevi, sırasiyie en ibtidâî şeklinden en mütekâmilşekline kadar bir «tekâmül silsilesi» halinde dizilecektir.Meselâ «ayakkabı» nevini alalım, bunun en ibtidâî şekliolan «çarık»tan başlayarak en mütekâmil şekil olan zarif fotinlerekadar bütün tekâmül merhaleleri, bir tedriç silsilesihalinde sıralanacaktır. Serpuşlar, erkek ve kadın elbiseleri,eğer takımları, çadırlar, yataklar ilh... hep böyle tekâmülsıraları suretinde dizîlecektir. Evlerin vesair aynen naklikabil olmayan büyük binaların küçük modelleri yapılacaktır.Köy, şehir, köprü, cami gibi manzaraların fotoğraflarıaldırılacaktır.Fakta, etnografî müzesinin toplayacağı şeyler, yalnızbu gibi maddî eşyaya münhasır değildir. Halk içinde hâlâyaşamakta bulunan peri masallarını, koşma ve destanları,mani ve tekerlemeleri, darbımesel ve bilmeceleri, fıkra vemenkıbeleri şehir şehir, köy köy "Coplamak vazifesi de45


etnograf? müzesine aittir. Aynı zamanda, her nahiyenin konuştuğuTürk lûgayvesine (diyalektiğine) mensup hususîkelimeleri, hususî savtiyâtı (fanetik) ve hususî sarf ve nahivkaidelerini de cemedecektir. Bunlardan başka, halk arasında«Tandırname Ahkâmı», veyahut «Keçe Kitap» adları verilenve hâlâ tahsilsiz kadınlarla bilgisiz halk arasında inanılmaktabulunan amiyane itikatları ve bunlara merbut bulunansihriyyen-dinî âyinleri de cemedecektir. Meselâ, bu itikatlardanbirine göre her insanın kendisine mahsus bir perisivardır ki sahibinin «kırklı» olduğu zamanlarda son derece azgınlaşaraktehlikeli bir vaziyet alır. İnsanlar aşağıdaki üçhalde kırklı olurlar: 1 — Bir çocuk dünyaya geldiği zaman,çocukla beraber annesi ve babası kırklı olurlar. 2 — Birevlenme vukua geldiği zaman, hem gelin, hem de güveyikırklı olurlar. 3 — Bir adam öldüğü zaman onunla aynı evdeyaşayan bütün yakın akrabaları kırklı olurlar.Kırklıların ifasına itina etmesi lâzım gelen bir takımsihriyyen-dinî âyinler vardır. Meselâ, iki kırklı kadın —bukırklılar ister âyin sebebinden, ister ayrı sebeplerden kırklıolmuş olsunlar— bir odada rastgele birleşirlerse, mutlakaöpüşmeleri lâzımdır. Öpüşmezlerse, perileri birbiriyle kavgaederler. Perilerden biri, bu kavgada yaralanır yahut ölürse,aynı hal, sahibine de intikal edeceğinden, bu âyini icraetmemekte büyük bir tehlike mevcuttur. Yine iki kırklı insan,biri diğerinin fevkinde bulunan iki odada yatamazlar.Tandınâme'ye göre, her adamın bir perisi olduğu gibiher evin de bir perisi vardır. Ev perisi, evin temiz tutulmamasmdanöfkelenir. Bu öfkelenme, aile hakkında muzır olacağındanev kadını, evin her tarafını temiz tutmağa itinaeder. Demekki bu batıl itikatlar içinde faydalı olanlar davardır. Etnografya müzesi bunlardan başka her nahiyedekilisanî savtiyyat (fonetik) île halk melodilerini (nağmelerini)ya fonograf aletiyle, yahut nota usulü ile zapteder. Demekkietnografî müzesinin behemehal bir fotoğrafçısı, bir46


fonografçısı ve bir notacısı bulunmak lâzımdır. Masal toplayanlarherkesten dinledikleri aleîumûm masalları zaptetmelidirler.Masalcı nâmı verilen bir takım verilen bir takımihtiyar kadınlar yahut erkekler vardır ki bunlar masallarıan'anevî tabirleriyle ve bediî usluplariyle naklederler. Böylehakikî bir masalcı ele geçirilirse onun nakledeceği bütünmasallar aynen zaptolunmalıdır. Çünkü millî masallar ancakböyle her tâbiri bir müessese olan masallardır. Koşmalar,türküler ve nağmeler de hakikî saz şairlerinden alınmalıdır.Nasreddin Hoca'ya, Karagöz'e, İncili Çavuş'a, Bekrî Mustafa'ya,bektaşîlere âit fıkralar da mütehassıslarından öğrenilmelidir.Milletlere ve mesleklere âit taklitler meddahlardaniktibas edilmelidir. Tandırname itikatları, onlara henüzinanmakta bulunan tahsilsiz kadınlardan sorulmalıdır. Heryerin hususî lûgayvesine âit tetkikler de mahallerinde yapılmalıdır.3) — Millî Hazine-i Evrak, vekâletlerin gizli ve mahremmahiyette bulunan hususî hazine-i evraklarından başkadır.Millî hazrne-i evrak, artık hükümetle alakası kalmamışolan eski evrakın hazinesidir ki milletin müverrihleri veilim adamları için tasnif ve muntazam bir idare altında teşhirolunur. Maalesef, gerek Bâb-ı Âlî'ye ve hariciyeye, gerekDefter-i Hakanî'ye, Evkaf ve Fetvahane'ye ait eski evrakmahzenleri şimdiye kadar ne bir araya toplanmış, ne de tasnifedilmiş, ne de muhafazalarına itina olunmuştur. Millîtarihimizin en doğru vesikaları olan bu evraktan en mühimleriaşırılarak Avrupa kütüphanelerine naklolunmaktadır.Diyarbekir gibi bazı eski vilâyet ve eyâlet merkezlerindegayet kıymetli olan kadîm evrakın bakallara satılarak sargıkâğıdı suretinde kullanıldığı da vakidir. Görülüyor ki millîbir hazîne-i evrakın da behemehal sür'atle tesisi lâzımdır.4) — Millî tarih kütüphanesi de umumî kütüphanedenbaşkadır. Umumî kütüphane, ilmin, edebiyatın herşubesine ait kitapları cami' olmak lâzım galir. Millî tarih47


kütüphanesi ise yalnız millî harsımızı teşkil eden müesseselereait tarihleri ve tarihî menbalarla vesikaları muhtaviolmalıdır. Bu kitaplar ve vesikalar dinimizin, ahlâkımızın,hukukumuzun, felsefemizin, edebiyatımızın, musikimizin, mimarimizin,iktisadımızın, askerliğimizin, siyasetimizn, ilimlerimizinve fenlerimizin tarihlerini ve vesikalarını tamamiyleihtiva etmelidir. O halde ki, bu tarih şubelerindenherhangi birinin tarihini yazmak isteyen bir müverrih ihtiyaçgördüğü bütün menbaları ve vesikaları bu kütüphanedehazır bulabilsin.5 — İhsâiyyat Müdüriyet-i Umumîsi de, her vekâletintesis ettiği hususî ihsâiyyat teşkilâtlarından başkadır. Çünkü,her vekâletin tesis ettiği ihsâiyyat teşkilâtı, yalnız kendiresmî muamelerinin muhtaç bulunduğu ihsâî rakamlaraehemmiyet verir. İhsâiyyat Müdüriyet-i Umumusi ise, millîharsın tezahürü için muhtaç olduğumuz ve millî hayatın bütünşubelerine şamil, umumî bir ihsâiyyat teşkilâtıdır. Avrupalıbir mütehassısın idaresinde bulunacak olan bu ihsâiyyatMüdüriyet-i Umumisi teşekkül ettikten sonra, vekâletlereve sair gayr-i resmi müesseselere mensup bütün ihsâî teşkilâtlaronun kumandası altına verilerek hepsi, aynı usulve sistem dahilinde çalıştırılacaklardır. İşte ancak, böylemerkezî bir ihtisas dairesine mensup ihatevî bir ihsâiyyatteşkilâtı vücuda geldikten sonradır ki memleketimizde ihsâîrakamlardan içtimaî noksanlarımızın ve meziyetlerimizinanlaşılması mümkün olur. Tatbik olunan ıslahların ve teceddütlerincemiyet için muzır yahut faydaîı oldukları da ancakböyle esaslı ihsâiyyat defterlerinin ihzarından sonra keşif vetahkik olunabilir.Millî harsın bu saydığımız teşkilâtları sırf millî harsıarayıp bulmağa yarayanlardır. Millî harsın başka bir takımteşkilâtları da vardır. Bunların vazifesi de, millî hars aranıpbulunduktan sonra, Avrupa medeniyetinin onun muhtelifşubelerine aşılanmasından ibarettir. Bu vazifeyi ifa48


edecek teşkilâtlar da şunlardır: Türk Dârülbedâyii, TürkDârülelhanı, Türk Darülfünunu, Türkiyat Encümeni'dir. Bunlardanmisal olarak dârülelhanı alayım. İstanbul'da mevcutbulunan Dârülelhan düm-tek usulünün, yani Bizans musikisinindârülehanıdır.Bu müessese ibtidâî unsurları halkın samimî melodilerindetecellî eden ve Avrupa musikisine tevfikan armonizeedildikten sonra asrî ve garbi bir mahiyet alacak olan hakikîTürk musikisine hiç ehemmiyet vermemektedir. Mevcutdârülbedâyi de aynı haldedir. Çünkü, tiyatronun terakkisien ziyade güzel Türkçe ile halk vezninin kabulüne bağlıiken, mevcut dârülbedâyi bu esaslara kâfi derecede kıymetvermemektedir. Binaenaleyh bu iki müessesenin Türk Dârülelhanıve Türk Dârülbedâyii haline getirilmesi lâzımdır.Mevcut müesseseler içinde Türk harsına hadim olanyalnız darülfünun edebiyat medresesi (fakültesi), âdetahars medresesi demek olduğundan, millî harsı yükseltmeğeen çok çalışan bu müessesedir.Türkiyat encümenine gelince, bugün böyle bir müesseseyien mükemmel bir halde teşkil etmek imkânı vardır.Çünkü, Avrupa'nın muhtelif milletlerinde türkiyat ilmi içincanını vakfetmiş büyük türkologları bu encümene âza sıfatiylealmak kabildir. Avrupalı türkologlarla, yerli türkiyatçılarımızdanmürekkep bir encümen teşkil olunursa, bu heyethem mîllî harsın temellerini kurabliecek, hem de beynelmilelakademiler âleminde ilmî bir velayet ihraz edebilecektir.49/4


YENİ TÜRKİYE GAZETESİNDEKİ YMLM


VII.IRKLAR ARASINDA MÜSAVILİKYeni Türkiye'nin hangi hamlelerle harekete geldiğini,hangi mefkurelerle kanatlandığını, hangi hedeflere doğrugittiğini herkes biribîrîne soruyor. Bunu soranlar yalnız Türklerdeğildir, bütün Müslümanlar, bütün eski dünyalılar da busualleri soruyorlar. Biz burada bu suallere aklımız yettiğikadar cevap vermeğe çalışacağız.Yeni Türkiye'yi harekete getiren hamle, inkılâp ruhudur,Yeni Türkiye'nin mefkureleri, asrî bir millet ve asrî birdevlet haline geçmektir. Yeni Türkiye'nin hedefleri de harssahasında türkçülük, siyaset sahasında halkçılıktır.Şimdilik, siyaset meselesi, herkesi daha ziyade alâkadarettiğinden burada evvelemirde halkçılığı tahlile ve teşriheçalışacağız.Demokrasi kelimesinin Türkçe karşılığı olan halkçılık,,5a


en asrî, en mütekâmil mahiyette bulunan bîr hükümet tarzıdır.Halkçılık hükümetinin mümkün olabilmesi için, herşeyden evvel insanların biribirine müsavi olabilmesi şarttır.İnsanlar, fıtrî seciyeleri ile biribirinden derin bir suretteayrılmış bulunurlarsa, bunlardan terekküp eden cemiyettabiîdir ki «demokrasi» mahiyetini alamaz. Hayatiyatilmine istinat eden bazı müellifler, uzvî verasetin içtimaîhâdiselere de şâmil umumî bir kanun olduğunu ileri sürerek,aşağı derekelerde bulunan ırkların, yükselmek için nekadar çalışırlarsa çalışsınlar, yukarı derecede ırklara aslamüsavi olamıyacaklarını idida etmektedirler. Meselâ siyahve kırmızı ırklar ne kadar çalışsalar, sarı ırka ve sarı ırkda ne kadar çalışsa, beyaz ırka yetişemezlermiş! Bunungibi, kadın cinsi de, ne kadar çalışsa erkek cinsine yetişmesineimkân yokmuş! Hayatta, aynı ırkın içindeki milletlerve aynı milletin dahilinde bulunan kastlar ve sınıflarda, ne kadar çalışsalar, birbirlerine asla müsavi oîamazlarmış;bu imkânsızlığın müşterek sebebi de, uzvî verasetinbütün bu nesil enmuzeclerinde hükümrân olması imiş.Demek ki, Hayatiyat ilmi kuvvetli silâhlarla mücehhezolduğu halde, müsavatçılığın önüne çıkıyor ve gerek müsavatçılığa,gerek halkçılığa ilmen imkân olmadığını ilân ediyor,Fakat ilk adımda böyle bir neticeye vâsıl olduk diyeme'yus olmıyalım. Bakalım bu iddia, doğrudan doğruyaHayatiyat ilminden mi sâdır oluyor, yoksa, onun nâmınafuzûlî olarak söz söyleyen gayri mütehassıslardan mı sudurediyor? Eğer Hayatiyat ilmi bizzat müsavatçılığa muarız değilse,onun nâmına söylenen fuzûlî sözlerin hiç bir kıymetiolamaz.Doğrudan doğruya Hayatiyat ilmîne müracaat edersekgörürüz ki, bu ilmin mütehassısları uzvî veraset nokta-inazarından iki mektebe ayrılmışlardır. Bunlardan birincisine54


«yeni Darvvinciler», ikincisine «yeni Lamarckcıîar» adlanverliir.Yeni Darvvinciler, müktesep vasıfların verasetle intikalini,hattâ, alelade uzvî hâdiseler hakkında büe kabuletmiyoriar. Meşhur Hayatiyatçı VVeissmann bu hareketin pîşvâsıdır.VVeissmann'la taraftarları, iddialarını birçok vakıalarzikri ile teyit ediyorlar. Bu vakıalardan herkesçe malûmolanları şunlardır:insanların ilk zuhurundan beri kızların bekâreti hernesilde izale edilmektedir. Eğer müktesep vasıflar verasetleintikal etseydi, artık kızların bekâret gışasından ârî olarakdoğmaları lâzım gelirdi. İbrânîlerle Müslümanlarda uzunbir zamandan beri, sünnet âyini icra olunmaktadır. Halbuki,bugün Yahudi ve Müslüman çocukları sünnetli olarak dünyayagelmiyorlar.Yeni Darvvincilerin, müktesep vasıfların tevarüsünü katîsurette reddetmelerine mukabil, yeni Lamarckcılar da, bilâkis,bütün müktesep vasıfların tevarüsüne kaildirler. Bunlarda ötekiler gibi, iddialarını vakıalarla ispata çalışıyorlar.İki tarafın da ortaya koyacağı vakıalar muteberdir, Biribirininzıddı olan bu vakıaların tearuzu gösteriyor ki, müktesepvasıfların hepsi tevarüs eder demek doğru olmadığıgibi hiçbiri tevarüs etmez demek de doğru değildir. Bu ikisıra vakıaların tearuzundan çıkan ilmî netice şudur: Müstakarolan tahavvüller, verasetle intikal eder; gayr-i müstakarolan tahavvüller tevarüs etmez. Basit tahavvüller, uzviyetteistikrar edebilen hâdiselerdir. Halbuki mudil tahavvüllerise, istikrarı kabil olmayan hâdiselerdir. O halde, buneticeyi şu suretle ifade edebiliriz: Basit tahavvüller verasetleintikal ettiği halde, mudil tahavvüller, etmez.Şimdi de hangi hâdiselerin daha çok mudil olduğunuarıyalım: Ruhî hâdiseler, uzvî hâdiselerden daha çok mudildir.Çünkü, her ruhî hâdise, birçok uzvî hâdiselerin terekkübündenhusule gelir. İçtimaî hâdiseler de ruhî hâdiselere55*


nssbetle daha mudildir. Çünkü, her içtimaî hâdise birçok ruhîhâdiselerin terkibinden doğar. Bu suretle insanî hâdiselerarasında en ziyade mudil olanların içtimaî hâdiseler olduğumeydana çıkıyor. O halde, mudil hâdiselerin verasetle intikaletmedikleri kaidesine göre, bütün içtimaî hâdiselerin uzvîverasetle intikal etmediği umumî bir kanun olarak kabuledilmek lâzımdır. Filhakika, objektif İçtimaiyatın müessisiolan Durkheim, içtimaî hâdiselerin uzvî verasetle intikal etmediğinive bütün insanların «Iâ-içtimaî» olarak dünyayagelip, içtimaî seciyeleri, içinde yaşadıkları cemiyetin terbiyevasıtasiyle aldıklarını ispat etmiştir.Bu beyanattan anlaşılıyor ki, ırklar arasında aşılmazuçurumlar yoktur. Müsavatı imkânsız görenlerin, sâfil ırklardansaydıkları zenciler, Amerika'da gerek irfanca ve gerekiktisatça yükselerek Yanki'lere müsavi oldular. Mütevassıtırklardan sayılan Japonlar, Rusları ve Türkler de İngilizlerleYunanlıları mağlup etmekle Avrupalılardan hiçbirveçhile geri olmadıklarını ispat etmediler mi?Amerika Hindlilerî, vaktiyle, Meksika ve Peru medeniyetlerinivücuda getirdikleri gibi, Mısırlılar, Asûrîler, Çinliler,Türkler, Moğollar, Araplar da yüksek medeniyetler veharslar vücuda getirdiler. Bu teâlîîeri gösterenler, Avrupalılardançok evvel medenileşmişlerdi. Bunlar medeni bir hayatyaşarlarken, Avrupalılar henüz aşiret devrinden kurtulamamışlardı.Bugün bile Avrupa ırkına mensup birçok kavimler iptidaîbir hayat yaşamaktadırlar: Efganlılar, Büluçlar, ilh.gîbr,Bu vakıalar gösteriyor ki, her ırk, mede ayetin en yüksekmertebelerine yükselebilir. Terakki ve temeddün Avrupaırkına mahsus değildir. Avrupa ırkına mensup nice kavimlerbugün medeniyetçe geri bulundukları halde, Avrupaırkından olmıyan ve yabancı âlimler tarafından sâfil ırklardansayılan bazı milletler de Avrupalılar derecesinde yüksel-56


mislerdir. O halde, «ırklar arasında geçilmez bir uçurum*vardır; ırklar biribirine müsavi olamaz; sâfil ırklar, âlî ırklarınmandası altına girmelidir» suretindeki sözler, hep ilmemugayirdir.Hakikî ve bîtaraf ilmin bize, halkçılığa dair öğrettiğiilk hakikat «ırkların müsaviliği»dir. O ahide halkçılığın birinciumdesi «ırkların müsavatı» olmalıdır.)J«^:J* 1*7l\\j İO>w~- "'" , JR4-f\j£s^~«-^%=*n\ s^y" t57


VIILMİLLETLERİN MÜSAVİLİĞİHalkçılığın birinci umdesi ırkların müsaviliği olduğu gifo\,ikinci umdesi de milletlerin müsaviîiğidir. Gustave Le Bon,milletlere «tarihî ırklar» adını veriyor. Çünkü Le Bon'a göre,içtimaî hâdiseler de irsîdir. Birçok asırlarca aynı ülkedeberaber yaşıyan insanlar biribirleriyle tesâlüp ettiklerinden,hepsinin temayüllerini cami' bir nesil husule eglir. İşte bunesle Gustave Le Bon «Tarihî ırk» adını veriyor.Le Bon diyor ki: «Chayson namındaki iktisatçının yaptığıhesaba göre, her asırda üç neslin mevcudiyeti esasınanazaran, Fransa'da her birimiz 1000 senelik muasırlarındanlâakal 20 milyon dedeye malikiz.» Le Bon bunu dediktensonra Chayson'un şu sözlerini naklediyor: «O halde aynımevkiin, aynı eyaletin bütün sakinleri, zarurî olarak müşterekdedelere maliktirler ve aynı balçıktan yoğrulmuş, aynı intif58


aları almış oldukları gibi, mütemadiyen, son halkaları olduklarıbu uzun ve sakîl zincir vasıtasıyla mutavassıt enmûzeceirca' olunmaktadırlar. Biz, aynı zamanda, hem anave babamızın, hem de ırkımızın evlâtlarıyız. Vatanı bize ikincibir anne yapan yalnız hissiyat değil aynı zamanda fizyolojive verasettir.»Le Bon, her kavmin bîr ırk ruhuna malik olduğunu vebütün medenî müesseselerin bu ruhtan iştikak ettiğini iddiaediyor. Filhakika, her milletin, kendisine mahsus bîr millîruhu vardır. Fakat, bu, «ırkî bir ruh» değil, «millî bir hars»tanibarettir. Bu harsın da yeni nesillere intikali uzvî verasetledeğil, terbiye tarîkiyledir. Bu millî harsın teşekkülü de LeBon'un iddiası gibi, ırkların tesâlübü ile değil, harsların izdivacıylevücuda gelir. Asırlarca müşterek bir hayat yaşayanve aynı siyasî ve içtimaî merkez etrafında toplananahalilerin harsları, tabiî bir surette imtizaç ve ittihat eder.Bir memleketin ahalisi, esasen başka başka kavimleremensup olsalar bile, aralarında aynı muaşeret hayatı devameder ve başka memleketlerin halklanyle o kadar çokihtilât etmezlerse, uzun bir müddet sonra müşterek bir harsamalik olarak bir tek millet haline girerler. Anglosaksonkavmi, milâdın on birinci asrındanberi, sair memleketlerleihtilât etmeyerek münferit bir hayat yaşadıkları için, biribîriyletamamiyle kaynaşan müteaddit kavimlerin birleşmesindenhusule gelmiştir. Angl'ların, Saksonların, Normanlarınhususî harsları izdivaç ederek müşterek Anglosaksonharsını doğurdular. Anglosaksonlar, ancak harsî vahdete sahipolduktan sonradır ki İskoçya'yı, Gal kıtasını ve İrlanda'yıfethederek yabancı kavimlerle ihtilât ettiler. Fakat millîharsları son derecede kuvvetli ve mütecanis bir surette teşekkülettiği için, sonradan vukua gelen bu ihtilâttan zarargörmediler.Gustave Le Bon, içtima' hâdiseleri Ruhiyat ve Hayatiyatnoktasından tetkike çalıştığı için, her milletin hususî59


uhiyat ve şahîyetinin, içtimaî duygularıyle mefkurelerininmecmuu olan millî harsından ibaret olduğunu anlayamamışve bu millî şahsiyeti «ırk ruhu» nâmını verdiği irsî temayüllerinmecmuu telâkkî etmiştir. Anglosaksonlar, sırf harsîtesâlüpleri neticesi olarak, müşterek ve kuvvetli bir harsamâlik olmuşken, Le Bon, bu hali, ırkî tesâlüplerin mahsulüolan ırk ruhunun kuvvetine atfediyor. Le Bonmîllî şahsiyetlerin teşekkülünü izah hususunda düştüğühataya, bu şahsiyetlerin inhilâlini izah ederken de düşmüştür.Bu müellife göre, bir memlekette muhtelif ırklaryan yana geldikleri zaman, biribiriyle telsâîüpleri neticesiolarak, ilk zamanlarda ırkî ruhları inhilâle duçar olur. Çünkü,milletlerde muhtelif verasetler birbirini ifna ettiği için,ne babanın, ne de ananın ırkî ruhu çocuğa tevarüs etmez.Halbuki bir cemiyetin inhilâlini mucip olan sebep, muhtelifharsların tesâdümünden husule gelen harssızlık halindenibarettir. Meselâ, İstanbul'da Tanzimattanberi Rum, Ermeni,Yahudi, Fransız, İngiliz, Alman harsları içinde yaşayan bazıTürk ailelerinde, Türk harsı inhilâle başlayarak harssız birsınıf türedi. Bunlarda bozulan, ırkî vasıflar değil, millî harsaesas olan duygular ve mefkurelerdir. Bu inhilâlin sebebide, yabancı harslara daha çok kıymet verilmesi ve millîharsın beğenilmeyerek ihmâl edilmesidir. Halbuki Japonlar,Avrupa'nın yalnız medeniyetini alarak harslarını taklitetmedikleri ve kendi millî harslarını muhafazaya ve yükseltmeyeçalıştıkları için, içtimaî inhilâl hastalığına karşı muafkaldılar.İçtimaî dejenerelik, hayatî dejenerelikten büsbütün başkadır.İçtimaî dejenereliğin, uzvî hadiselerle hiçbir irtibatıyoktur. Fizyolojistler ve biyolojistler, içtimaî dejenerelerde«uzvî dejeneresans»ın hiç bir izini ve eserini görmezler.Çünkü «içtimaî dejeneresans» harssızhktan ibarettir. Millîharsını kaybeden her fert yahut zümre, dejeneredir.60Görülüyor ki milletlerin ırklarla, uzvî verasetle ve uzvî


dejeneresansla hiç bir alâkası yoktur. Her millet, hususî birharsa malik bir zümre demektir. Kendine mahsus harsı olmayanbir zümre, hiç bir zaman millet olamaz. O halde, milletlerarasındaki medeniyet tefâvütlerini, içtimaî müsavatsızlıkları,ırkî ruhta ve uzvî verasette değil, başka cihetlerdearamak lâzımdır.Milletlerin içtimaî seviyesine tesir eden ilk sebep, morfolojiktir,yani içtimaî bünyeye ve şekillere aittir. Meselâ içtimaîhacmi küçük olan bir cemiyet iptidaî teşkilât olan semiyevîzümrelerden kurtulamaz. Bir cemiyetin terakki ve tekâmületmesi, içtimaî taksim-i a'mâldan doğan meslekîzümrelerin, semiyevî ve mahallî zümrelere halef olması ilehusule gelir. İçtimaî hacmin, içtimaî kesaeftîn ve içtimaîcevvâliyetin azlığı ise, bu tahavvüllerin vukuuna mânidir.Avusturalya'da, Şimalî Amerika'da, Afrika'da ve Asya'dakiiptidaî aşiretleri tetkik edelim: İlk bakışta bunlarda göreceğimizhususiyet, cemiyetin nüfusça azlığı, kesafetçe ve ihtüâtçaeksikliğidir. Bir de Avrupa'daki milletlere göz gezdirelim:Bunlarda da ilk bakışta göreceğimiz hususiyet, nüfusununçokluğu, kesafetin ve ihtliâtın favkalhad ziyadeliğidir.İşte, iptidaî cemiyetlerin medeniyetçe geri kalmaları,Avrupalı milletlerin medeniyetçe son derece ilerde bulunmalarıbu morfolojik sebeplerin neticeleridir.Şimdi de bu morfolojik hâdiselerin sebeplerini arayalım:Niçin, bazı yerlerdeki cemiyetler küçük kaldıkları halde,diğer yerlerde cemiyetler bu kadar büyüyebiliyor? Bununsebebini de coğrafî sahada buluruz, «çöl» ile «dağ»,cemiyetlerin küçük kalmalarını ve cemiyetler tenasülle büyüdükçeayrı cemiyetlere inkısam etmelerini intaç eder.Tevratta yazıldığına göre, Hazreti İbrahim'in obası, biraderzadesiLut'un obasıyle beraber konup göçerdi. BirgünHazreti İbrahim biraderzadesine dedi ki, «Çölün suları veçayırlan ancak bir obayı yaşatacak haldedir. İki oba beraberkonup göçtüğümüz için, suyun ve çayırn kifayetsizli-61


ğinden dolayı, çobanlarımız arasında kavgalar zuhur ediyor.Binaenaleyh birbirimize yakın olmakla beraber, ayrı yerlerdekonup göçelim.» Bu rivayet de gösteriyor ki çölde sularınve çayırların kifayetsizliği dağlarda ekilen tarlaların azlığı,bu sahalarda yaşayanların küçük zümreler halinde yanisemiyeler ve aşiretler mahiyetinde kalmalarını intaç etmektedir.Ovalarda, ırmak ve deniz kenarlarında ise, cemiyet ilânihayebüyüyebilir. Kesafetçe ve ihtilâtça da son derece ilerigidebilir. O halde içtimaî terakkînın ve adem-i terakkînin,sebebi de hayatî ve ruhî değü, içtimaîdir.İçtimaî tekâmülün ikinci sebebi de maşerî görüşlerdir.Aşiret kendi kendini aşiret halinde gördüğü için o halde kalmakister. Bir millet ise, kendisini hariçteki miliettaşlarıyl^aynı cinsten gördüğü için, onlarla birleşip büyük bir cemiyetofmak ister. Görülüyor ki bu sebep de diğerleri gibi içtimaîdir.O halde ırklar arasındaki farklar gibi, milletler arasındakifarklar da içtimaî sebeplerin neticeleridir. Bu farklarıeski içtimaî sebepler doğurduğu gibi, yeni içtimaî sebeplerde bu farkları kaldırabilir. İşte halkçılık mefkuresi bugün şurolü oynamaktadır.62


IX.KADINLA ERKEĞİN MÜSAVİLİĞİBazı müellifler Hayatiyat ilmine istinaden, kadının, uzviyetçeerkekten dûn olduğunu ve bundan dolayı hiç birvakit içtimaî kabiliyetlerce, erkeğe müsavi olamıyacağımiddia ettiler. Bunlara göre kadın boyca erkekten daha kısa,vezince daha hafif, kandaki kırmızı küreyvelerce daha fakirdir,Bundan başka kadınm âdet görme, gebelik, lohusalık,emzirme devirleri olduğu için, erkekten daha ziyade uzvîüf'ulelere merbuttur. Filhakîka, bu ifadeler vakıa mutabıktır.Fakat, bu gibi uzvî haletlerin içtimaî kabiliyetlerle nemünasebeti var? Erkekler arasında da kısa boylular yok mudur?Kısa boylu erkekler arasında, uzun boylulardan daha ziyadeiçtimaî kabiliyetler gösterenlerin mevcut olduğunugörmüyor muyuz? Erkekler arasında da vezince hafif yahutkırmızı küreyvelerce fakir olanlar var.63


Uzvî üf'uleler itibariyle de erkekler, zannolunduğu kadarserbest değildirler. Bekâr erkekler arasında intiharınçok olmasına karşı, evlenmemiş kadınlarda intiharın gayetaz olması, erkeğin kadından ziyade evlenmeğe muhtaç olduğunugösteriyor. Erkeğin müteaddit zevceler ve müstefreşeSeristemesi ve bunlarla da iktifa etmeyerek hovardalığakapılması, uzvî bir üf'uleye merbutiyetin neitceleri değil midir?Cenup memleketlerinde delikanlılar tahsil devrini bitirmedenbulûğa ererler. Buluğa eren gençler, artık tahsile bütündikkat ve itinalarını hasredemezler. Çünkü, çok okumakve çok düşünmek ancak ruhun sekînet ve huzur halinde bulunmasıile kabildir. Bulûğa ermiş bir gencin ruhu İse,sevda ihtirasları ile, aşk hûlyâyalarıyle doludur. Böyle ruhlariçin artık kitaplarla ve mücerret fikirlerle uğraşmak imkânıkalmaz. İşte bu sebepten dolayıdır ki cenup gençleri,muayyen bir yaşa geldikleri andan itibaren tahsili bir tarafabırakırlar. Şimal milletlerinde ise, buluğ geç olduğu için,gençler, 20 hatta 25 yaşına kadar bir sekînet devrine vetahsil mevsimine maliktirler.Bu vakıalar gösteriyor ki, bazı hususlarda kadınlar, uzvîüf'ulelere merbut iseler, diğer cihetlerde de erkekler,uzvî faaliyetlerin esiridirler.O halde, erkekle kadını cemiyet hayatında birbirindenayıran ve kadmı hukukça dûn bir mevkie düşüren sebepnedir? Bu sebep sırf içtimaîdir: İptidaî cemiyetlerde bazışeyler «kutlu» yani mukaddestir. Mukaddes olan bir şey,tekin değildir, kendisine yaklaşanları çarpar. Bu gibi tekinolmayan ve çarpan şeylere iptidaî cemiyetler, «tabu» derler.Eski Araplar tabuya «haram» derlerdi.«Haram», muhterem olduğu için memnu' olan şey demekti.Meselâ Eşhür-ül hürüm aylar muhterem olduklarıiçin, içlerinde kan davası ve akın yasak olan (zilkade, Zilhicce,Muharrem ve Recep) aylardır. «Bevtülharâm» da64


içinde her zaman kan davası ve akın yasak bulunan Mekkevâdisidir.Eski kavimlerde «tabu» sayılan şeyler nazarlardan gizlenirdi.Kimse onlara bakamazdı. Hattâ, insanlar güneşle vetoprakla daimî bir temasta bulundukları için «tabu» olan şeylergüneşe çıkarılamaz ve toprağa konulamzadı. Meselâ, eskiPeru hükümdarları ile Hazer hakanları ve Japon mikadoları«tabu» oldukları için, insanlara görünemezler, güneşearz olunamazlar, toprağa ayak basamazlardı. Eski kavimlerdemabetlerin (Harem = sanctuaire) kısmı ile mukaddesemanetler ve türbeler de bu halde idi.İptidaî cemiyetlerde kadın «tabu» addolunmuştu. Bilhassaâdet ve lohusalık zamanlarında, kadınlar tabu olurlardı.Bu zamanlarda, kadınlar, kendi semiyelerinden olanerkeklere görünmezler, onlarla aynı tencereden, aynı kaptanyemek yemezlerdi. Güneşle temas edemezler, toprağaayak basmazlardı. Erkeklerin yattığı odalardan uzak, altı otlave samanla yükseltilmiş karanlık kulübelerde yaşarlar, ayrıtencelerde pişmiş yemekler yerlerdi. Bunların hizmetineâdetten kesilmiş bir kocakarı bakardı.Durkheim'a göre iptidaî cemiyetlerde kadınların «tabu»olması, âdet ve lohusalık zamanlarında kendilerindenkan gelmesi idi. ilk cemiyetlerde semiyeler mâderî olduğuiçin, totemlerin kanı, kadınlarda mevcut addedilirdi. «Tatem»ve bilhassa kan «tabu» olduğu için bunların yüzündenkadınlar da tabu oldular. İşte kadının tabu olmasıdır kionu cemiyet içinde hem «muhterem» bir mevkie çıkardı, hemde Peru, Hazer, Japon hükümdarları gibi mestur ve «görülmesiharam» bir mahiyete soktu. İptidaî cemiyetlerde görülenmuhtelif «tesettür ve ihticâb» şekilleri «harem, mahremlikve namahremlik» kaideleri hep, bu «tabu» itikadınınneticeleri olduğu gibi, kadının hukukça ve selâhiyetceerkekten dûn bir mevkie düşmesi de, erkeklere ait vazifelerinkadınlar için «haram» sayılmasından ileri gelmişti.65/5


Görülüyor ki kadınları cemiyet içinde erkeklerden gerekîhtilât noktai nazarından, gerek hukukça ve selâhiyetçe ayıransebep, uzvî ve ruhî değildir, tamamiyle içtimaîdir. İçtimaîsebepleri vaz'eden, cemiyet olduğu için, onları kaldırabilmekiktidarı da o cemiyette mevcuttur. Demek ki kadınlaerkek arasındaki müsavatsızlıklar içtimaî sebeplerden doğduğuiçin, içtimaî inkılâplarla değişebilir. Fakat, bu ayrılıklaruzvî sebeplerden ileri gelmiş olsaydı, cemiyet tarafındandeğiştirilmesine imkân olmıyacaktı.Yukarıki ifadelerden anlaşıldı kî ırkların ve milletlerinmüsaviliğine olduğu gibi, kadınla erkeğin müsaviliğine deHayatiyat ilminin hiçbir itirazı yoktur. Hayati tekâmül, içtimaîtekâmüle içtimâan müsavi kabiliyette bir takım ırklarve yarısı erkek, yarısı kadın olmak üzere birçok fertler vermiştir.Gerek ırklara ve milletlere, gerek kadınlara, erkeklereayrı kabiliyetler veren uzvî sebepler değil, içtimaî sebeplerdir.Fakat bir takım içtimaî sebepler, eski zamanlarda da,bu ayrılıkları doğurduğu gibi bugünkü günde de başka türlüiçtimaî sebepler ırkların, milletlerin, ve kadınla erkeğinmüsaviliğini doğurmak üzeredir. İçtimaî tekâmülün eski merhalelerindekio ayrılılkar ve müsavatsızlıklar ne kadar tabiiidiyse, bu günkü yaklaşmalar ve müsavileşmeler de o derecenormaldir. O halde, halkçılığın birinci umdesi, ırkların müsaviliği,ikinci umdesi milletlerin müsaviliği olduğu gibi,üçüncü umdesi de kadınla erkeğin müsaviliğidir.66


X.KASTLARIN VE SINIFLARIN MÜSAVİLİĞ1Eski cemiyetlerde, kastlar arasında da bir müsavatsızlıkvardı. Bugün, hâlâ Hindistan'da kast nehci caridir. Bu nehcinesası, hirfetlerin irsî olmasıdır. Kast nehcinin kuvvetle hükümranolduğu Hindistan ülkesinde, bir brehmen in oğlu ancakbrehmen, askerin oğlu ancak asker, tüccarın oğlu ancaktüccar, demircinin oğlu ancak demirci, çiftçinin oğluancak çiftçi olabilir. Misalleri daha çoğaltalım, terzinin oğluancak terzi olabilir. Kunduracının oğlu ancak kunduracıolabilir. Çalgıcının oğlu ancak çalgıcı olabilir.Kast nehcinin bir kaidesi de, muhtelif kastlara mensupfertler arasında beraber taam yeminin ve evlenmenin yasakbulunmasıdır. Bundan başka, kastlar arasında müsavatyoktur. Muayyen bir. silsile-i merâtip vardır. Meselâ, Hindûlardaen yüksek sınıfı brehmen kastı vücuda getirir. Ondan67


sonra askerî sınıf, daha sonra tüccar sınıfı ve en nihayetçiftçi sınıfı gelir. Bu dört ana kastlardan sonra birçok tâlikastlar vardır ki bunlar arasında da slisile-i merâtip mevcuttur.Bazı muharrirler, taksîm-i a'mâlin îrsî olmasını, Hayatiyatamüstenit bir faydalı kaide olmak üzere ileri sürmektedirler.Güya bir hirfet, böyle babadan evlâda geçerek aynisoydan gelen fertler arasında devam ederse iktisap olunanmeharetler, irsî bir kabiliyet ve istidat halinde evlâtlaraintikal edermiş. Halbuki, meşhur içtimaiyatçı Bougie'-nin kastlar hakkında yaptığı tetkikler neticesinde, Hindistan'dakast nehcinin tekniklerde maharet nokta-i nazarındanhiç bir faikiyet husule getirmediği sabit oldu. Bu hakikatinispatı, içtimaî hâdiselerin uzvî verasetle intikal etmediğineyeni bir delil teşkil etti.Feodal cemiyetlerde de senyörler, yani beyler, «serf»nâmını verdikleri köylü sınıfını, kendilerine müsavi tanımazlar,hattâ bu kanaati köylülere de vermiş olduklarından, hiçbirköylü kendisinde feodal beylere müsavi olmak imkânınıgöremez. Bazı muharrirler, bu ayrılığı da Hayatiyat ilmineistinat ettirerek, köylülerin aşağı bir ırka, beylerin yüksekbir ırka mensup olduklarını, binaenaleyh, bu müsavatsızlığınnormal ve faydalı olduğunu ileri sürmektedirler. Bukünkübitaraf ilim, Hayatiyata istinat ettirilmek istenilen bunazariyelerin de esassız olduğunu ispat ederek, ırklar, cinslerve milletler arasındaki müsavatsızlıklar gibi, kastlar vesınıflar arasındaki müsavatsızlıkların da uzvî verasetle hiçbiralâkası olmadığını meydana koydu.O halde, bu müsavatsızlıkları nasıl izah edebileceğiz?Bu sualin cevabını bize bugünkü Sosyoloji ilmi veriyor. Sosyolojibize objektif deliiierle ispat ederek gösteriyor ki hercemiyet, maşerî vicdanın tesiri ile bütün zümreleri ve hattâbütün eşyayı mistik bir tasnif içine alarak bir silsile-i merâtiphusule getirir. Meselâ, eski Yunanlılar, Romalılar ye bu-68


günkü Çinliler, kendilerinin gayri olan cemiyetlere «barbar»nâmını verdikleri gibi, eski Araplar da Arap olmayanlara«acem» adını vermişlerdir. Eski Türkler de, Türkçe konuşmayankavimlere «Sumlım» ve Türk töresine mensup olmayankavimlere «Tat» ismini verirlerdi. Irklar arasındaki bumüsavatsızlığın menşei, esasen dinden doğan bu maşerî kıymethükümlerinden ileri gelmiştir.Erkek cinsi ile kadın cinsini birbirinden ayıran âmilde, yine dinî kıymet hükümleridir. Meselâ, Çinlilerde maddîve manevî bütün eşya, «yang» ve «yen» nâmları ile iki büyükkısma ayrılmıştır. Gündüz, nur, iyliik gibi uğurlu şeyler«yang» sınıfına, karanlık, fenalık gibi uğursuz şeyler de«yen» sınıfına ithal edilmiştir. Fakat tasnifin tamamiyetiiçin, erkekle kadının da bu iki kadroya yerleştirilmesi lâzımgeldiğinden, erkek «yang» sınıfına ve kadın ise «yen» sınıfınaithal edilerek, erkekle kadın arasında dehşetli bir müsavatsızlıkhusule getirilmiştir. Çin'de kadınların hukuken erkektençok dûn bir mevkide bulunmaları, işte bu dinî tasnifinneticeleridir.Eski Türklerde de «yang» ve «yen» tasnifine benzer bir«ak» ve «kara» tasnifi vardı. Türkcede «ak» yang'ın ve«kara» ise yen'in mukabilidir. Fakat, eski Türkler erkeklekadını bu tasnife sokmadılar. Eski Türkler millî hars icabıolarak, kendilerine mahsus başka bir tasnif daha icat ettiler.Bu tasnif, maddî ve manevî bütün eşyanın «sağ» ve «sol»nâmlarıyle iki müsavi kısma ayrılmasıdır. «Yang» ile «yen»,birbirine zıt ve mütenâkız olan şeyleri ayırdığı halde, «sağ»ve «sol» tasnifi de biribirinin lâzım ve mütemmimi olan şeylerigösteriyordu. Meselâ «kadın» «sol» sınıfına, «erkek» «sağ»sınıfına ithal edilmişti. Türk ili'nin sağ kolu sol koluna nasılmüsavi ise, erkek sınıfı da kadın sınıfına öylece müsaviidi. İşte eski Türk cemiyetinde erkekle kadın arasındakihukukî müsavatı da dinî bir mahiyette bulunan «sağ-sol»tasnifinin bir neticesinden başka bir şey değildir.69


Eski Türklerde kastlar da ak ve kara tasnifinden doğmuştu.Fakat bu «Ak - Kara» tasnifi Çinlilerin «yang - yen»tasnifi gibi kat'î değildi. Bir millet mağlubiyete ve esaretedüşünce, kendi ihtiyarı ile «kara» unvanını alırdı. Çünkü buunvan ona daima felâket içinde bulunduğu ve kurtulmağaçalışması lâzım geldiğini ihtar ederdi. O mlilet ne zaman istiklâlve hürriyete kavuşursa tekrar «ak» unvanını alırdı.Meselâ, Mahmut Kaşgarî'ye göre, «Bulak» Türkleri, bir zamanKıpçaklara esir olmuşlar ve «Kara Bulak» unvanınıalmışlardır. Bir müddet sonra hürriyet ve istiklâllerini gerialınca, unvanlarını «Ak Bulak» şekline tahvil etmişlerdir.Mağlup olan hanların «Kara Han» unvanını almaları da muvakkatti.Düşmandan intikam aldıktna sonra, artık lüzumsuzkalan bu unvanı da terk ederlerdi.Bundan başka, eski Türklerde, «Kara Kemikler» denolan bir fert, büyük bir hizmet yapınca, «Tarhan» rütbesinialarak «Ak Kemikler» sınıfına geçebilirdi. Eski Türkesatirinde ehemmiyetli bir rolü olan «Tabiî aşk gecesi»nde«Altun lşık»ın bir tecellisi, «Ak Kemik» ve hattâ «Kara Kemik»sınıfından olan birini «Altun Kemik» sınıfına çıkarabilirdi.Görülüyor ki eski Türklerde cemiyetin dinî görüşleri,birinden diğerine geçilmesi mümkün olmayan hakikî kastlarıvücuda getirmemişti. Başka cemiyetlerde ise, kastları vücudagetiren, bizzat dinî itikatlardı, yani bizzat cemiyetti.O halde ırklar, milletler, cinsler arasındaki müsavatsızlıklarıortadan kaldıracak âmil de, yine ancak cemiyetlerinmaşerî görüşleridir. Çünkü, ancak bir şeyi yapan, o şeyibozabilir. Eğer o ayrılıkları vücuda getiren, hayatî tekâmülolsaydı, bugün onları değiştiremiyecektik. «Hayatî kanunlarböyle icab ediyor» diyerek o müsavatsızlıkları kabul etmekıstırarında kalacaktık. Zira hayatî tekâmülü geri döndürmekelimizde değildir. Bugün bir kadını erkek yapmak, bir zahifeyikuş haline sokmak nasıl mümkün değilse, uzvî verasete70


istinat eden ayrılıkları değiştirmek de o kadar muhal olacaktır.Fakat çok şükür ki bu ayrılıkları husule getiren, uzvîverasetler ve uzvî teşekküller değildir. Biz, bugün bir zencininne rengini, ne de kemiklerinin şeklini değiştirebiliriz.Zira, bu hususiyetleri husule getiren uzvî bir tekâmüldür.Fakat, zencilerin hukukî ve ahlâkî telâkkîlerini değiştirebiliriz.Onlara da müsavat, hürriyet mefkurelerini telkin edebiliriz.Demek ki cemiyetin husule getirdiği ayrılıkları, yinecemiyet izâle edebilir.71


XI.MİLLETLERİNSEVİŞMESİBazı emperyalist muharrirler, Darvvin'in «Yaşamak içinmücadele» faraziyesini, içtimaî hayata tatbik ederek, milletlerarasında da, böyle bir kanunun hükümran olduğunu ilerisürmüşlerdir. Meselâ, Alman müelliflerinden General VonBernhardi İngiltere, Almanya'nın Tabii unvanlı eserindeşöyle yazıyor: «Tabiatın herhangi sahasına bakarsak, tekâmülünen esaslı kanunu, muharebe olduğunu görürüz. Geçmişasırlarda bilinen bu büyük hakikat, son zamanlardaCharles Darvvin tarafından muknî bir surette ispat edildi.Bu müellif meydana koydu ki tabiat, «varlık içinde mücadele»ve «en kuvvetlinin hakkı» kanunları ile idare edilmektedirve bu mücadele, zahirî olan huşuneti içinde, zayıflarıve muzır vücutları ortadan kaldırarak, ıstıfâ husule getirmektedir.»72


Eğer bu gibi müelliflerin zannettikleir gibi, milletlerarasında daimî bir husumet ve harp haleti, tabiî bir kanunhalinde mevcut ise, halkçılık mefkuresinin bîr şe'niyyet olablîmesineartık imkân yok demektir. Çünkü, halkçılık mefkuresininbir umdesi de, emperyalizmin ve bundan doğanharbin yeryüzünden kalkması ve milletlerin kardeş gibi biribiriylesevişmesi ve yardımlaşmasıdır. Arap şairlerindenMütenebbî bir şiirinde:Mesâib-ü kavmin inde kavmin fevâidündiyor ki «Bir kavmin musibetleri, diğer kavim için faydalarımuciptir» meâlindedir. Eğer içtimaî hakikat bu mısradakihükümden ibaretse, halçılığa imkân kalabilir mi? Halkçılık,esareti, reâyalığı, feodalizmi, emperyalizmi, istibdadı,şovenizmi, taassubu, hulâsa hürriyet ve müsavata mugayirne kadar müesseseler varsa, hepsini ortadan kaldırmağa çalışanbir mefkuredir. Bu mefkurenin husule gelebilmesiiçin, tabiaten milletlerin bîribirine dost olması şarttır. EğerDarvvin nazariyesi İçtimaiyat sahasında da hükümran birkanun ise, eğer Mütenebbî'nin dediği gibi, bir milletin musibetleri,diğer milletler için faydaları mucipse, artık emperyalizminve sair esaret şekillerinin ortadan kalkmasınaimkân tasavvur olunabilir mi?Bu meseleyi tahkik için iptida Hayatiyat ilmine müracaatedelim: Hayvanlar ve nebatlar âleminde hayat için mücadelenazariyesi, gerçekten tamamıyle sabit olmuş bir tabiîkanun mahiyetinde midir? Darwin'in en büyük müdafii olanHuxley'e göre, nevilerin neş'etîni izah edecek en makul faraziye,Darvvin'in «Hayat için mücadele ve ıstıfâ» nazariyesîdîrFakat, bu nazariye asla bir tabiî kanun mahiyetini haizdeğildir; yalnız bir sınıf hâdiseleri izah edebilen makul birfaraziyeden ibarettir. Sair Hayatiyatçıların, darwinizm hakkındakitelâkkisi de, ekseriyetle Huxley'in telâkisi gibidir.Demek ki, evvelemirde darvvinîzmi, Hayatiyat sahasındabile tabiî bir kanun addetmek doğru olamıyor. Yalnız,73


nevilerin neş'eti hakkında ortaya konulan faraziyelerin enmakulü addolunabiliyor. Bununla beraber, farzedelim kiHayatiyat sahasında tabiî bir kanun olduğu tamamiyle isbatedilmiş olsunl Böyle olsa bile, İçtimaiyat sahasında hiç birtatbik yeri bulamaz. Çünkü, içtimaî hayatın kanunları ruhîhayatın kanunlarına uymadığı gibi ruhî hayatın kanunları dauzvî hayatın kanunlarına uygun değildir. Hayat kelimesininmüşterek olduğuna bakıp da uzvî, ruhî ve içtimaî hayatlarıbirbirinin aynı addetmek hatâdır. Uzvî hayatın hâdiselerişuursuzdur. Uzvî hâdiseler fezanın içinde, ruhî hâdiselerşuurun içinde, içtimaî hâdiseler de vicdanın içinde cereyanederler. Hayatsız hâdiselerden hayatlı hâdiselerin çıkmasınasıl izaha muhtaçsa, şuursuz hâdiselerden şuurlu hâdiselerindoğması ve vicdansız hâdiselerden vicdanlı hâdiselerintekevvün etmesi de, aynı derecede izaha muhtaçdırlar.Hayat, şuur, vicdan namları bu üç şe'niyetin kendizıtlarından doğmaları, şu suretle izah ediliyor: Bir takımunsurların imtizacıdan husule gelen bir kül, onu terkip edencüzülerde mevcut olmayan hassaları haiz olabilir. Meselâ,«su» müvellidülhumûza ile müvellidülmâ' gazlarının kimyevîimtizacından husule gelmiştir. «Su»da bulunan hikemî vekimyevî hassalar, onu terkip eden «müvellidülhumûza» ile«müvellidülmâ'» da yoktur. Hayatsız unsurlardan hayatlı birmaddenin doğması da aynı suretle vaki olmuştur. Protoplasmahayatlı bir maddedir. Fakat bunu terkip eden Azot, karbon,müvellidülmâ' ve müvellidülhumûza unsurlarında hayatabenzer hiç bir hassa mevcut değildir.Hayatî hâdiselerin imtizacından «şuur»un yani «ferdîruh»un doğması da aynı surette vuku bulmuştur. Ruhî hadiselerinimtizacından «vicdan»ın yani «maşerî ruh»un vücudagelmesi de aynı suretle izah edilmektedir. Her imtizaç,her terkip yeni ve orijinal bir şe'niyyet vücuda getirmektedir.Bu şe'niyyetlerden herbirisi, kendinden evvel mevcut olupterkibine dahil olan şe'niyetetn daha mürekkep ve binae-74


naleyh daha mütekâmildir. Meselâ, bayatlı madde, hayatsızmaddeden daha mürekkep ve binaenaleyh daha mütekâmildir.Şuurlu hayvanlar, şuursuz nebatlardan daha mürekkep vedaha mütekâmildir. Vicdanlı insanlar da vicdansız hayvanlardandaha mürekkep ve daha mütekâmildir.İnsan, dünyaya göldiği zaman, vicdandan mahrumdur,fakat şuurdan mahrum değildir. İnsan dinî, ahlâkî,bedîî ilh. vicdanları, içtimaî haytatan alır. İnsanı insanyapan, bir taraftan vicdan sahibi olması, diğer taraftanakıl sahibi bulunmasıdır. İnsanı hayvanlardan ayıran, vicdanlaakıldır. Vicdanla akıl, insana ruhî bir hürriyet teminettiği gibi, içtimaî bir mesuliyet de teklif eder. Halbukihayvanlarda ne ruhî bir hürriyet vardır, ne de içtimaî birmesuliyet mevcuttur. Hayvan sevk-i tabiîlerle idare olunurŞuurlu otomatlardan ibarettir, insanı bu suretle hayvanlardanayıran nedir? İnsanın içtimaî bir hayat yaşamasıdır.İçtimaî hayat, insanları hususî harslara mâlik ederek,birbirine benzemez milletler haline getirmiştir. Aynı medeniyetemensup milletlerin, hars cihetiyle birbirinden ayrıolmaları, beynelmilel bir taksim-i a'mâl mahiyetindedir. Hermillet, ayrı bir hars ibda' ederek beynelmilel camiaya arzeder.Bir takım dinî, ahlâkî, bedîî çeşnilerin ve lezzetlerinheye't-i mecmuası olan hars, başka milletlerin de temaşave telezzüz edeceği güzel bir çiçek bahçesi gibidir. Bu bahçelerdenher birinde şekilleri, renkleri, kokuları diğerlerindebulunmayan eşsiz çiçekler vardır. Çiçek meraklıları, başkaîarınınbahçelerinde bulunan nadide çiçekleri görmek vekoklamak istedikleri gibi, milletlerde birbirinin orijinal harslarındantelezzüz etmek isterler. O halde bir milletin mahvolması,birçok güzellikleri muhtevî olan orijinal bir harsınortadan kalkması demektir. Meselâ, vaktiyle Alman milletimevcut olmasaydı, Leibniz'lerden, Kant'lardan, Goethe'lerden,Schiller'lerden, Wagner'lerden bütün cihan mütelezziz75


olabilecek miydi? İngiliz, Fransız, italyan, Rus milletleri veTürk, Arap, İran ve Efgan gibi Müslüman milletler de bütüncihan için, birer.güzel hars bahçesidir. Hint, Çin, Japongibi milletler de, orijinal harslara mâlik birer güzel maneviyatâlemidir.Hususî harsları bir tarafa bırakalım. Milletler arasındaiktisadî, ilmî ve medenî tesanütler, mübadeler de yok mudur?O halde, milletler biribirine tabiaten düşman değildir,bilâkis dostturlar. Milletleri biribirine düşman yapan, muteassıppapazlarla, emperyalist ve kapitalistlerdir. Bunlarortadan çekilirlerse, milletler birbirini kardeş gibi seveceklerdir.76


XII.SUNÎ MÜSAVATSIZLIKLARIN KALDIRILMASIVE TABİÎ MÜSAVATSIZLIKLARIN YERİNE İKAMESİİnsanların arasındaki müsavatsızlıkları tetkik ediniz.Göreceksiniz ki bunların çoğu sunî müsavatsızlıklardır, tabiîmüsavatsızlıklar değillerdir. Bir esirin efendisine, bir yarıcınınağasına, bir amelenin patronuna, tahsil görmemiş birümmînin malûmatlı bir zata müsavî olmaması, tabiî müsavatsızlıklarmıdır? Yoksa, insanların sunî olarak vücuda getirdikleriesaret, sertlik, mülkiyet /miras gibi içtimaî müesseselerinneticeleri midir? Şüphesiz bunlar tabiî müsavatsızlıklaryani uzvî teşekküllerden ve mâderzâd kabiliyetlerdenhusule gelmiş ayrılıklar değildir. Eğer bu müsavatsızlıklar,uzvî kabiliyetlere ve irsî istidatlara istinat etmiş olsaydı,onları izale etmek mümkün olmayacaktı. Fakat mademki bu77


müsavatsızlıkları husule getiren cemiyettir, onları izâle etmekiktidarı da cemiyette olmak lâzım gelir.Halkçılığın en büyük vazifesi, bu sunî müsavatsızlıklarıortadan kaldırmaktır. İnsanlar dünyaya gelir gelmez müsavihaklara mâlik olmalıdırlar. Hiçbir çocuk, dünyaya esirolarak yahut serf olarak gelmemişdir. Hiçbir çocuk, hayatınınilk çağlarında sütsüz veya bakımsız, ikinci devresindemektepsiz ve tahsilsiz kalmamalıdır. Kimbilir fakir çocuklararasında ileride birer dâhi olmak kabiilyetinde nice istidatlıfertler vardır. İyi beslenmemek, tahsil ve terbiye görmemekyüzünden, cemiyet bunların feyizli dehâlarındanmahrum kalıyor. Halbuki zenginlerin çocukları arasında dakabiliyetsiz, gabî, tenbel olanlar çoktur. Bunlar kuvvetligıdalarla beslenerek, muntazam mekteplerde tahsil ve terbiyegörerek cemiyetin müdîr sınıfları arasında mühim mevkileriişgal ediyorlar. Zeki fertleri rençberlik eden ve gabîfertleri en mühim müesseselerin başına geçen bir cemiyet,hiç medeniyette ve intizamda yükselebilir mi?O halde, halkçılığın en esaslı şartı, çocukları müsavîşerait altında bulundurmak, beslenmelerine, tahsil ve terbiyelerineaynı itinaları ibzal ederek, her birinin hususî istidatlarındancemiyeti müstefit etmektir. Fakat bu gayeyevusul îçin, bolşevik, komünist ve hattâ sadece kollektivistve sosyalist olmaya lüzum yoktur. İleride göreceğimiz veçhile,halkçılık, ferdî mülkiyet kaidesini ilga etmeden bu neticeyevusul bulabilir.Burada şöyle bir itiraz dermeyân edilebilir: «Sunî müsavatsızlıklarıortadan kaldırabilirsiniz, fakat bunlardan başkabîr de tabiî müsavatsızlıklar var, bunları da ortadan kaldırmakiçin elinizde bir iktidar var mıdır?»Filhakika, sunî müsavatsızlıklar ortadan kaldırılınca,tabiî müsavatsızlıklar yine meydanda kalacaktır. Ve bu tabiîmüsavatsızlıklar, talim ve terbiye vasıtasıyle kısmen azaltıla-78


ilmekle beraber, büsbütün izale edilebilmeleri de imkânsızdır.Fakat, cemiyetin vazifesi, yalnız kendi eseri olan müsavatsızlıklarıortadan kaldırmaktır; içtimaî adalet, bütün fertlerincemiyet tarafından aynı ihtimamlara ve himayeleremazhar olması demektir. Cemiyet, yalnız kendi fiillerindenmesuldür. Tabiatın gayri müsavi insanlar vücuda getirmeksuretiindeki adaletsizliğinden mesul değildir Bununla berabercemiyet, anadan doğma körleri, sağır ve dilsizleri tedaviyahut terbiye ve talim vasıtalarıyle, normal insanlarayaklaştırmağa çalışmıyor mu? Bir uzvu eksik olanlara sunîuzuv yapmıyor mu? Bununla beraber cemiyet, tabiî müsavatsızlıklarabüsbütün nihayet vermek iktidarına mâlik değildir.Biaenaleyh, bir takım tabiî müsavatsızlıkların, halkçılık devrindede mevcut kalması zarurîdir.Zaten halkçılığın gayesi, körü körüne bir müsavatçılık,bütün fertlere aynı muameleyi yapmak değildir. Çünkü,böyle bir hareket, hakikî adalete münâfîdir. Tam adalet,herkese, lâyık olduğu mevkii vermektir. Cemiyete büyükhizmetler ibzal eden bir fertle, gayet küçük bir hizmet ifaeden yahut iş görmeğe iktidarı olduğu halde tenbellik sâikıylehiçbir faydası dokunmayan diğer bir ferde, cemiyettarafından aynı kıymetin verilmesi, hakikî adalete muvafıkolabilir mi? Bir cemiyetin bekası ve terakkisi, her ferde ifaettiği hizmetle mütenasip mükâfatlarda bulunmasıyle meşruttur.Istırarî olarak hiçbir hizmet ifa edemeyen kötürümlerve malûller, tabiî, müstesnadır. Çocuklar da henüz hizmetedecek bir yaşa gelmemişlerdir. Fakat cemiyet içindeyaşayan her fert mutlaka, cemiyet için faydalı bir suretteherhangi bir işle uğraşmaya borçludur. Ve her ferdin içtimaîkıymeti, ifa ettiği içtimaî hizmetle ölçülmelidir.Demek ki, hakikî müsavatçılık, her hizmete müsavi bedelinivermek demektir. Yoksa, tabiaten gabî olarak yaratılmışyahut hür iradesi ile tenbel kalmayı itiyat edinmiş olan79


fertlere, ancak zekî ve en malûmatlı, en çalışkan ve en fedakârinsanların lâyık oldukları mevkileri vermek değildir.Şu kadar var ki, her fert çalışabilmek için, içtimaî feyizlerdenmüsavi derecede hissesini almış olmalıdır. Bir insanyavrusu, dünyaya geldiği zaman bir hayvan yavrusu gibi, yalnıztabiatın ihsanlarına mazhar olmakla kalmaz, cemiyetinüç türlü nimetlerine de nail olur:Bunlardan birincisi siyasî haklardır. İntihap etmek veintihap olunmak hakları, fertlerin elinde onları en yüksekmakamlara kadar çıkarabilecek içtimaî kuvvetlerdir.ikincisi terbiyevî feyizlerdir. Her milletin içinde din,ahlâk, güzel sanatlar, felsefe, ilim gibi şeylerden mürekkepolmak üzere bir millî hars mevcuttur. Bu millî harstan nasipalanlar, cemiyet içinde yüksek bir mevki ihraz ederler.Üçüncüsü iktisadî âletler ve tekniklerdir. Bu âletlerletekniklere malik olanlar, büyük servetleri kazanabilirler.İşte dünyaya gelen bütün insan yavruları, cemiyet tarafındanbu üç kısım içtimaî kuvvetlerle aynı derecede teçhizedilmelidirler. Bir sınıfa bunlardan bazısını verip de,diğerlerini vermemek içtimaî ahengi ihlâl eder.Meselâ, kızlarımıza tâli ve âli tahsilleri vermekte tereddütetmiyoruz. Bunların, Avrupa'nın, Amerika'nın veAvurturalya'nın birçok yerlerinde kadınların medenî ve siyasîhaklar itibariyle erkeklere müsavi bir dereceye vasıl olduklarınıöğreniyoruz. Sonra, bunları siyasî haklardan büsbütünmahrum ve medenî haklarca da erkekten çok dûn birderecede bırakıyoruz. Bu iki türlü hareket arasında büyükbir mantıksızlık yok mudur?Yine meselâ, bütün köylüler gibi bir karış tarlası bileolmayan yarıcı ve rençber köylülere de millî meclise intihapetmek ve intihap olunmak gibi siyasî hükümranlık haklarınıvermişiz. Halbuki, tarlaları olmayan bu zavallılar bir köy ağasınınesiridirler. Bazı yerlerde bunlar evlerini, bulunduklarıköyden başka köye nakletmek hakkından bile mahrumdur-80


iar Çünkü, köy ağası onları bitmez tükenmez bir borç ileebedî bir surette kendi köyüne bağlamıştır. İktisâden adibir ferdin esiri olan bu yüzbinîerce köylülerin, siyâseten hükümranlıkhaklarına mâlik olmasından ne çıkar?Cemiyetin vazifesi, bu üç kuvveti beraber olarak fertlerinetevzi etmektir.Cemiyet, fertlerine bu nimetleri müsâvâîan tevzi ettiktensonradır ki onlara içtimaî hizmetleri ile mütenasip muameledebulunmak hakkını haiz olabilir. Mamafih insanlararasında tabiî müsavatsızlıkların bulunması da, esasen mazarratlıdeğildir. Belki, bilâkis faydalıdır da. Bazı insanlarıne! işlerine, bazılarının fikir işlerine, bazılarının da zevk işlerinekabiliyetli olması, içtimaî taksim-i a'mâlin teşekkülünefaydalı bir hazırlık değil midir?Bir milletin bütün vatandaşları, yalnız el işlerine kabiliyetliolsa, o millet fikrî ve bediî sahalarda yükselebilirmi? Bütün fertleri yalnız riyaziyata müstait bulunan bir kavim,millî bir hars yapabilir mi?Görülüyor ki tabiî müsavatsızlıklar, muzır değil, belkibirçok ahvalde faydalıdır, içtimaî müsavatsızlıklar da, eskidevirlerde, faydalı roller ifa etmişlerdir. Fakat, bilhassa müsavatmefkuresinin hükümran bulunduğu bu halkçılık devrinde,artık içtimaî müsavatsızlıkların devamı caiz görülemez,Tabiî müsavatsızlıklar denildiği zaman bundan kastedilen mânâ «uzvî müsavatsızlıklardır. Sunî müsavatsızlıklardananlaşılan mânâ da, içtimaî müsavatsızlıklardır. Vakaa,içtimaî müsavatsızlıklar da «İçtimaîyyen - tabiî» sebeplerinneticeleri olduğu için, «içtimaîyyen - tabiî» bir mahiyettedir.Fakat bunlara uzvî müsavatsızlıklara nisbetle, cemiyettarafından kolayca değiştirilebildiğine binâen, halk tarafından«sunî» mahiyette görülmüşlerdir. Bu sebeple biz debunlara sunî müsavatsızlıklar demekte bir beis görmedik.Halkçılık devri, cemiyetlerin siyasî tekâmülde vasıl olduklarıen son ve en yüksek merhaledir. Bu merhalede içti-81/6


maî müsavatsızlıkların izâlesi, bütün insanların aynı kabiliyetleremalik kılınması demek değildir. İçtimaî müsavatsızlıklarınizâlesinden doğacak büyük bir fayda da, tabiî müsavatsızlıklarınyeni mâderzad kabiliyetlerin tamamıyle hükümranolmasıdır. O halde halkçılığın hedeflerinden biri de Sunîmüsavatsızlıkların kaldırılması ve tabiî müsavatsızlıklarınonların yerine ikamesidir.82


XIIIİNSANLARHÜRDÜRLERGeçen makalelerimizde Hayatiyat ilmine istinaden, insanlararasında müsavatın mümkün olmayacağına dair serdolunaniddiaların esassız olduğunu meydana koyduk. Şimdide Ruhiyat ilmine istinaden, insanların hür olmadıklarınıiddia eden nazariyecilerin fikirlerini münakaşa edeceğiz.Bunlar dikorlar ki: «İnsanların siyasî hürriyete ve vicdanhürriyetine mâlik olabilmeleri için, evvelemirde ruhîhürriyeti haiz olmaları lâzımdır. Halbuki, insanlar da sairhayvanlar gibi ruhen esirdirler, insanlarda uzviyetlerden doğanbir takım ihtisaslar, arzular, heyecanlar vardır ki, insanlarhiç bir vakit bunların istibdadından kurtulamazlar.Meselâ açlık, susuzluk, uyku ihtiyacı, cinsî ihtiyaç gibi temayüller,insanların ruhunda birer âmir-i mücbir hükmündedir.İnsanlar bu derûnî müstebitlerin esareti altında bulundukça,gerçekten hür olmaları mümkün müdür?83


Bu muhakeme, ilk bakışta, vakıalara müstenit görünürise de, başka vakıalarla mukayese edilince, nakıs bir istikradanibaret olduğu meydana çıkar. Filhakika insan, açlık,susuzluk ilh. gibi bîr takım uzvî icbarların tesiri altındadır.Fakat üç ay oruç tutanları, kırk gün çile çekenleri, intiharmaksadı ile aylarca yemek yemiyenleri görmüyor muyuz?Bu vakıaları gördükten sonra, artık «insanlar açlığın, susuzluğunesiridirler» demeğe nasıl dilimiz varabilir?Geceleri hiç uyumıyan mutekitler, hasta çocuklarınıbekleyen anneler, geceleri çalışan amelelerle yürüyen kervancılaruyku tehalüküne galebe çalmıyor mu?Bekâretini muhafaza eden ihtiyar kızlarla dünyaya girmemişerkekler az mı görülmüştür?Arzularına hâkim olan bu insanlar gibi, heyecanlarınakarşı hükümran bulunan insanlar da vardır. Revâkî filozoflarda,budist târik-i dünyâlarda, İbrahim Edhem gibi evliyalardasekînetin yani heyecansszlığın en yüksek derecelerinigörüyoruz.Bu vakıalar gösteriyor ki, insanda uzvî temayüllerdenbaşka, içtimaî temayüller de vardır. Bu içtimaî temayüller«mefkûreîer»le «mefhum»lardır. İnsan, dinî, ahlâkî,bedîî mefkûreleriyle uzvî tehalüklerini yenebliir. Aklî mefhumlarıile sîretine makul istikametler verebilir. İşte insanında bu iki türlü içtimaî temayüller sayesinde arzularınave heyecanlarına galip ve hâkim olmasına «irade» namıverilir.İrade, insanın arzu ettiği şeyi yapmaması ile tezahüreder, İnsanın arzu ettiği şeyi yapmamasına «menfî irade»arzu etmediği şeyi yapmasına «müsbet irade» adlarını verebiliriz.Meselâ açken birşey yememek menfî bir iradeyi,yaşamayı arzu ederken vatan aşkı ile harbe gitmek müsbetbir iradeyi gösterir.İrade, ya bir mefkurenin, yahut bir mefhumun uzvî temayülleregalebesidîr. Eğer irade, mefkureden doğmuşsa,84


ona vecdî irade diyebiliriz. Çünkü mefkureli insanlar arzularınave heyecanlarına hiçbir cehd sarfetmeksizin yalnızvecid yani (enthousiasme) ile galebe çalarlar.Eğer, bilâkis, aklî mefhumlardan doğmuşsa, ona «cehdîirade» diyebilirzi. Çünkü arzularına ve heyecanlarınayalnız aklî mefhumları ile galebe çalanlar, büyük bir cehidsarfına mecburdurlar.İnsandaki ruhî hürriyetin birinci derecesi olan irade,bu suretle husule gelir. Fakat insan bazan bir işi yapacağızaman iki yahut daha ziyade mefkurelerin tesiri altındada kalabilir. O zaman bu mefkurelerden hangisnii diğerinetercih etmek lâzımgeldiği hakkında ruhî müşavere icrasınalüzum hasıl olur. Bu derunî tezekkür neticesinde bir mefkure,diğerlerine tercih olunur ki bu hale de «ihtiyar» nâmıverilir. İşte ruhî hürriyetin ikinci derecesi de bu ihtiyar haletindenibarettir.«İrade» basit olduğu-halde, «ihtiyar» mürekkeptir. Çünküihtiyar, müteaddit mefkurelerin yani müteaddit iradelerin;mübârezesinden çıkan neticesidir.Tarihte gördüğümüz kahramanlardan bazısı irade sahibi,bazısı da ihtiyar sahibidirler. İrade sahipleri, yalnızbir hedef görebilirler, yalnız bir maksat için çalışabilirler.Gayet mürekkep ve mudil olan şe'niyyet, vahide irca'kaidesine tâbi olmadığından, bu gibilerin mücahedeleri ekseriyakısır kalmağa mhakûmdur. Çok kere de büyük mazarratlarabâis olur.İhtiyar sahiplerine gelince, bunlar evvelemirde bütünşe'niyyetleri nazara alırlar. Sonra da bütün mefkureleri vebütün mefhumları karşılaştırarak, uzun muhakemelerin vetezekkürlerin neticesindedir ki yapacakları işe karar verirler.Görülüyor ki insanlarda «irade» ve «ihtiyar» nâmlarıile iki dereceli bir ruhî hürriyet vardır. İnsanı ruhen hür yapan,bir taraftan mefkurelere, diğer taraftan akla malik olmasıdır.Mefkureleri idrâk eden ruhî melekemize «vicdan»85


adı verilir. Demek ki, insanı ruhî hürriyete sahip kılan «vicdan»ile «akıl» dır. İnsan, cemiyetten aldığı bu iki ruhî melekesayesindedir ki ruhunun uzvî temayüllerine galebe çalarak,uzviyetine karşı tamamiyle müstakil bir vaziyete geçer.Demek ki insan, dünyaya gelirken, ruhî bir hürriyet iktidarınıhaiz olarak gelmez. Bu iktidarı yaşadığı maşerî hayatnisbetinde iktisap ettiği hars ve tezhip derecesinde cemiyettenalır. O halde, insanın ruhî hürriyeti ilânihâye artabilir.İrade ve ihtiyar melekeleri, ilânihâye kuvvetlenebilir.Büyük kahramanları ve dâhileri vücuda getiren, işte, buderunî hürriyetin bu yüksek dereceleridir.Hulâsa, insanlar hür oldukları halde doğmazlar isede, hürriyete kabiliyetli olarak dünyaya gelirler. Cemiyet,onlara iptida ruhî bir hürriyet verir, sonra da, siyasî ve içtimaîhürriyetlere mazhar kılar.S6


CUMHURİYET GAZETESİNDEKİ YAZILAR


ÇINARALTIVi


XIV.MEÇHUL BİR FİLOZOFEvimin bîr penceresi, uzaktan, yeşil bir sırta bakar»Oraya tırmanmak için bir keçi yolu buldum. Dün öğledensonra, o sırta kadar yürüyerek gitim. Orada, göğe kadaruzanmış bir çınar ağacının gölgesi altında, güzel bir istiğrakköşesi buldum. Uzaktan kanatlarını açmış bir kartal gibigörünen bu yüce ağaç, dünyanın hây u huylarına çok uzakolmakla beraber, yine o dünyadan geniş bir ufku kanatlarıaltına almıştı. Burada, bir masa ile iki sandalyeden başkaoturacak bîrşey yoktu. Sandalyelerden birine oturarak, uzakufukları temaşaya daldım. Biraz sonra, ince bir Bağdat abasınabürünmüş, kırk beş yaşlarında fesli ve pantalonlu birzat gelerek selâm verdi. Ve karşımdaki sandalyede oturdu.Sigara tabakasından iki sigara çıkararak birini bana uzattı.9t


Ben sigara içmediğimi söyledim. Kendi sigarasını tellendirdiktensonra, şu sözleri söylemeye başladı.— Burası, insanoğullarının ayak basmadığı gizli birköşedir, inzivaya çekildiğim günden beri hergün, ikindi saatiniburada geçiririm. Siz de benim gibi bir münzevî filozofsanız,her akşam burada birleşebiliriz. Çünkü münzevîlerde, kendileri gibi dünyayı uzaktan seyreden insanlarla görüşmeyemuhtaçtırlar.Biraz durduktan sonra tekrar söze başladı.— Münzevî demek, içtimaî bir vazifesi olmayan birinsan demek değildir. Ben, karşıdaki beyaz renkli binada,ruh tabibiyim. Bu bina, asabî hastalıkları tedavi eden birsanatoryumdur.Yirmi senedenberi gayr-i uzvî sinir hastalıklarını tedavietmekle uğraşıyorum. Demek ki, eski zaman münzevilerigibi değilim. İnsanlardan uzak olmakla beraber, insaniyettenuzak değilim.Ben merakla şu suali sordum:-— İnsanlarla insaniyet birbirinden ayrılabilirler mi?— Evet, dedi, ayrılabilirler. Bence insaniyet, ilim, sanayi,edebiyat, felsefe, hülâsa umumiyetle medeniyet adınıverdiğimiz şeylerdir. Ben fertlerle hakikî bir dostluğa iştiraketmeksizin, bu şeylerle meşgul olabilirim.Ben tekrar sordum:— İnsanlardan kaçmanızın sebebi nedir?—- İnsanlar, ekseriya insanlığı terk ederek, ihtiraslı veheyecanlı mücadelelere girişirler. Bense, ihtirastan, heyecandanıstırap duyarım. Hayatımı daima sekînet içinde, vecdiçinde geçirmek isterim. İşte insanlardan uzak yaşamamınsebebi budur. Hars ve medeniyet gibi insaniyet hazinelerinegelince, bunlardan da mahrum kalmaya razı değilim. Ruhumuvecidlerle dolduran insaniyetin büyük mefkureleridir.Hülâsa, ben yalnız ihtiraslardan, heyecanlardan kaçıyorum.92


Çünkü ben, rahatı ve huzuru, sekînetli ve vecidli bir hayatiçinde yaşamakta buldum.— Beni de bu hayatınıza iştirak ettirmek lûtfunda bulunduğunuziçin çok teşekkürler ederim. Sizin umdelerinizetâbi bir müridiniz olmaya çalışacağım. Çünkü, hayat mücadelesininbu asırda aldığı ihtiraslı ve heyecanlı şekil, benide ruhumdan hasta etmiştir. Umarım ki, günde bir saat kadar,sizin kurtarıcı sözlerinizi dinlersem, bu hastalıktan tamamiylekurtulacağım.— Pekâla; her gün ikindiden sonra, buraya geliniz.Burada insanları, hariçten beraber temaşa edelim. Ruhunuzdankin, haset, dedikodu gibi garazları çıkarmaya çalışınız.Az zamanda ruhunuzdaki hastalıkların tamamiyle şifabulduğunu göreceksiniz.Her gün ikindiden sonra bu çınar altında birleşmeyekarar verdik. Ayrılırken bu meçhul filozofa sordum:— Burada konuştuğumuz sözleri (Cumhuriyet) gazetesineyazabilir miyim? Çünkü bu gazete için benden makaleistiyorlar. Çok faydalı olan irşadlarmızdan başkalarınında faydalanmasına müsaade etmez misiniz?Şu cevabı verdi:— İnsanlarla uzaktan konuşmayı ben de çoktan beriarzu ediyordum. Siz de buradaki konuşmalarımızı neşredersenizbenim de bu eski arzum tatmin edilmiş olur.93


XV.TEBESSÜMDün akşam gene yüce çınarın altında meçhul filozoflabirleştik. İnsanlığın ilk mümeyyiz alâmeti ne olduğunusordum?Şu cevabı verdi:— Yer yüzünde, insanlık «tebessüm»ün ilk görünşüyleberaber başlamıştır. İnsanlardan evvel, bu kara topraküzerinde tebessümden eser görülmezdi. Tebessüm insanamahsustur. Hiç bir hayvan tebessüm etmez. Mantıkçıların,insanı «hayvan-i dâhik» diye tarif etmeleri, bundan olsa gerek,benim, ruhlar üzerindeki tecrübelerime göre de tebessüm,insanlığın mümeyyiz alâmetidir.Ben hasta ruhları, sinirli insanları daima yüzlerinin tebessümlüolup olmamasıyla teşhis ederim. Sinirli adamlarınyüzleri gülmez, tebessümden mahrum bir çehre gördü-94


ğüm zaman derhal bunun bir sinir hastasına ait olduğunuanlarım. Tebessüm ruhun sağlamlığı kadar, saadetin demüjdecisidir. Beşikteki çocuğun ilk tebessüme başladığıgün, aile saadetinin tamamlandığı gündür. Çocuğun ilk mürebbisi,annesinin tebessümüdür. Sonraları birçok göz yaşlarıakıtan aşkın ilk başlangıcı da tatlı bir tebessümdür.Dostlar arasındaki samimiliği gösteren de tebessümdür. Ben,milletlerin hayat kabiliyetlerini de, fertlerindeki tebessümlerleölçerim. Yazık ki bizde zâhid babalarla zâhid mürebbiler,tebessümü yasak ettiklerinden, münevver Türkler enaz tebessüm eden bir sınıf teşkil etmişlerdir. Eski Türklerdaima mütebessimdiler. Bundan dolayıdır ki halkımız güleryüzlüdür. Bence yapacağımız inkılâpların biri de «Tebessümİnkılâbı» olmalıdır.Evet, milletimiz daima şen ve şetâretli olmalıdır. Herişte muvaffak olmak için başlıca şart, müteşebbislerinin mütebessimolmasıdır. Yüzü gülmeyen adamlar hiçbir işte muvaffakolamazlar. Meselâ yüzü gülmeyen bir avukat, en haklıbir davayı mutlaka kaybeder. Yüzünde tebessümü eksikolan bir aktris, ne kadar güzel olsa, şöhret kazanamaz.Yüzü gülmeyen bir muallim, talebelerinin ruhuna hiçbir hakikatsokamaz. Yüzü gülmeyen bir tabip hastalarını tedaviedemez.Bir balcı, dükkânını en âlâ ballarla doldurduğu halde,gelen müşterilere hiç bal satamazmış. Bir gün arifinbirine şikâyet etmiş en iyi ballar benîm dükkânımda olduğuhalde, gelen müşteriler, ballarımı beğenmiyerek, gidiyorlar.Halbuki komşularımın balları iyi olmadığı halde, müşterilerihiçbir zaman eksik değildir. Bunun sebebi nedir?Arif şu cevabı verir:— Sebebi şudur ki sen bal satıyorsun, amma çehrensirke satıyor.95


— O halde, milletimizi tebessüme alıştırmak için neyapmalı? diye sordum.— Evvelâ dinin zabitlik demek olmadığını herkese anlatmaklâzımdır. Din, hiçbir zaman tebessürrü men etmemiştir.Peygamber efendimizin çehresi daima mütebessimdi.Bundan dolayıdır ki onu bir kere gören artık yanındanayrılamazdı. İslâmiyette zâhitlik yoktur. Bu hal, «la rehbâniyyetefil' islâm» hadîs-î şerifiyle ilân edilmiş iken, sonraları,her nasılsa gittikçe koyulaşan bir zâhitlik dinimizegirerek onun ruhunu değiştirmiştir.İslâm ümmetinde musikinin, raksın, tezyin? sanatların,resimle heykeltraşlığın inkişaf etmemesine sebep, dinimizdeğil, ona fuzûlî olarak girmiş olan zâhitliktir. Şahidin görüşünegöre, ruha şetaret veren her şey haramdır. Halbukiİslâmiyet, müstevli şetâretiyledir ki az zamanda dünyanınbüyük bir kısmına intişar etmiştir. Menâkıp kitaplarıgösteriyor ki evliyalar da, peygamberler gibi, daima mütebessimimişler. Bugün halkı tetkik ediniz. Mütebessimvaizleri severler. Ve va'zlarına devam ederler. Fakat, kaşlarıçatık, yüzü gülmez, bir vaiz, her hangi bir camide va'zabaşladı mı, caminin müdavimleri günden güne eksilir. Demekki bu millet, tebessümsüz çehreleri sevmiyor.Saniyen, çocuklar kadınlar ve halk üzerinde yapılanmuhtelif tazyikler, yüzlerindeki bu tebessümleri uçurmuştur.Bir mektebe girdiğiniz zaman, bütün çocukların tebessümsüzolduğunu görürseniz, muallimlerinin, çocukların üzerindetazyik yaptığına derhal hükmediniz. Bazı muallim çehrelerivardır ki falakadan daha korkunçtur. Babaların bazısıda kendi çocuklarına daima ekşi bir yüz göstermeyi itiyatetmişlerdir. Birçok kocaların da, karıları üzerindeki tesiriayni suretledir.Âmirin maiyetine, ustanın çırağına, hele köy ağalarınınköylülere gösterdikleri yüz, daima huşunetledir.96


Cumhuriyetin en esaslı vazifesi, bütün tazyikleri kaldırıpyerine tatlı muameleleri koymaktır. Tatlı muamelelelerindelilleri ise, çehrelerdeki tebessümdür. Tebessümü,münevver gençlerin çehrelerine yeniden iade ediniz, göreceksinizki bugünkü kesretli intiharlar da hadd i asgarîyeinecektir.97/7


XVI.VELAYET VE SULTADün gene Çınaraltında meçhul filozofla beraberdik.Ona şu suali sordum:- 1 - insan'ın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklarımızdançalan hangi küvettir?— Fransızca «autorite» kelimesini, bazı kimseler «sulta»,bazıları da «velayet» diye tercüme ediyorlar. Bence buiki tercüme de doğrudur. Çünkü, otorite iki türlüdür Bir otoritevardır ki ona hürmetle ve muhabbetle itaat ederiz; bu,«Velâyet»dir. Diğer bir otorite daha vardır ki ona korkarakve tiksinerek itaat ederiz. Bu da «sulta»dır.Ahlâkçılarla inkılâpçılar, yalnız velayeti meşru görürler;onlarca «sulta» gayrimeşru ve izalesi vacip olan bir kuvvettir.İnsanları totemli semiye devrinde iken, yalnız, velayet98


vardı, sulta yoktu. Semiyenîn reisi, ferdî hiç bir kuvvetemâlik olmayan bir memurdan, bir cumhurreisinden ibaretti.Avusturalya vahşîlerinde bu hali görüyoruz.Şimali Amerika'nın garp taraflarında «Tlingit, Haida,Kvvakiutl» adlı kavimlerde semiyenîn totemi, semiye reisitarafından gasbediliyor. Totem ferdileşerek, hâkimiyet mâşerdenferde geçiyor. Velâyet-i âmme yerine de Sulta-i hâssakaim oluyor. İşte derebeyliği böyle başlıyor.Derebeyi iptida, kendi semiyesini, sonra kabilesine aitbütün semîyeleri, daha sonra, aşiretin diğer kabilesini sultasınaalarak nihayet bütün aşirete hakim oluyor. Ailenin«asabe» enmûzecinde, zevi'l-erham, asabenîn sultası altınagiriyor. Asabenîn bir nevinde de ailenin reisi, bütünasabesini ve kendi çocuklarıyla karısını sultası altına alıyor.Yani bunları öldürmek ve astırmak kudretlerine mâlik oluyor.İşte bu aile enmûzecînedir ki «Pederşahî aile» adı veriliyor.Ve en nihayet bîr aşiret beyi, bütün diğer aşiretlerive şehirleri hakimiyeti altına alarak «Sultan» adını alıyor.İşte, fertlerin ruhları üzerinde daima bir tazyig icra ederek,ruhlarından neşeyi ve dudaklarından tebessümü kaçıran, busultalardır.Bununla beraber, sultalar, yalnız siyasî sahalarda kalmıyor.Din ki en tatlı ve ruha en samimî şetareti veren birmüessesedir, bu da zühdün ve taassubun ona hulul etmesiyle,sulta sahibi oluyor. Ahlâk, cahil mürebbilerin ve muallimlerinelinde sultalı bir hâkim vaziyetine giriyor. İktisadîhayat da, bugün sermayedarları, yarın ameleleri sultasahibi kılıyor. Gazeteler de, bazan tehdit vaziyeti alaraksulta sahibi olmaya çalışıyorlar. Hülasa, zavallı insanlar,gerek aile ve gerek cemiyet içinde birçok sultaların tahakkümüaltında kalıyorlar. Bütün bu sultalar, kalplerdeki şetaretin,dudaklardaki tebessümün düşmanlarıdır. Tebessümümilletin fertlerinde yeniden umumileştirmek için, bütünbu sultaları kaldırmak lâzımdır.99


— Velayet, hürmet duygusunu uyandırdığına göre,onda da bir nevi sulta mahiyetinin bulunması lâzımgelir.Çünkü hürmet duygusunu tahlil edersek, bunun, sevgi ilekorkudan mürekkep olduğunu görürüz.— Korku iki türlüdür: Birincisi, babamızdan korkmak,ikincisi, yılandan korkmakla temsil edilebilir. Tabii, babamızdankorkmak, yılandan korkmak gibi değildir. Babamızdankorkmamız, onun sevgisini ve teveccühünü kaybetmekendişesinden ibarettir. Zâhidleri istisna edersek, bizimAllah'a karşı olan korkumuz da babamıza karşı olan korkumuzgibidir. Çünkü, Allah'a karşı olan korkumuz da, O'nunmuhabbet ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir.Bir çocuğa sormuşlar, Allah'tan mı korkarsın, yoksa yılandanmı? Zeki çocuk şu cevabı vermiş: Allah'tan korkarım,yılandan da ürkerim. Demek ki bu çocuğa göre, korku ileürkmenin mânâları ayrıdır. İşte velayetle sulta da böyledir.Velayeti hem severiz, hem de ondan korkarız. Sultadan iseürker ve nefret ederiz.— Bu ifadelerinizden anlaşılıyor ki, memleketin hermüessesesinden sultayı kaldırmak, onun yerine velayeti ikameetmek lâzımdır. Cumhuriyetin hakiki mânâsı da bu değilmidir?— Evet, Cumhuriyet demek, bütün bu sultaları kaldırmakdemektir. Cumhuriyet, velayetlere hürmet eder, yalnızsultaları kaldırır.— Cumhuriyet, aynı zamanda, hürriyetin azamî birderecesi demektir. Velayetler, hürriyeti takyit ve tahdit etmezlermi? Nasıl oluyor da, velayeti hürriyete münafi görüyorsunuz?— Veâyet, hürriyetimize tamamile mâlik olduğumuzhalde, hürmet ettiğimiz bir maşerî kudrettir. Velayet, hattâzerre kadar bile hürriyetimize tecavüz etse, derhal mahiyetideğişir, sulta halini alır. O halde hürriyete mugayir bir ve-100


îâyetîn tasavvuru bîle gayr-i mümkündür. Velayet olmasa,cemiyötte inzibat olmaz. Hürriyet de olmasa, terakki vücudagelmez. Şimdi tamamiyle anlaşıldı ki, Türklerde şetaretletebessümü yeniden uyandıracak âmiller, sultasız birvelayet, mefkureli bir hürriyettir. Çünkü, şetaretin ve tebessümünbir membaı da mefkurelerdir. Bunu da yarınki musahabemizdeizah edeceğim.101


XVII.MEFKUREDün yine meçhul filozofla birleştik. Ona «gayr-i uzvîsinir hastalıklarının ne demek olduğunu sordum; şu cevabıaldım:— Sinirler uzvî olduğu halde, gayr-i uzvî sinir hastalıklarıtâbirinde aşikâr bir tenakuz vardır. Fakat, bunlara bizimsinir hastalığı dememiz ve Avrupalıların «Nevroz» demeleri,asabî arızalarla tecelli etmelerinin neticesidir. BazıTabipler, bunların sebeplerini dahili guddelerin az yahutçok faaliyetinde görüyorlar. Ben bu uzvî sebebi red etmemekleberaber, içtimaî sebeplerin de bunlar üzerinde müessirolduğunu tecrübelerimle meydana çıkardım.Misâl olarak Psychasthenie hastalığını alalım, bununmânâsı «ruh zayıflığı» dır. Bu hastalığı Doktor Pierre Jeannekeşfetmiş ve bu ismi ona vermiştir. Cemiyet içinde bazı102


fertlerle temas etmek, insanı ruh za'fiyetine uğratır. Bazıfertlerle temas etmek de, ruh za'fiyetine duçar olmuş birferdi bu hastalıktan kurtarır. Meselâ, kaynanaların gelinlerinedaima kalp kıran ve gönül inciten sözleri ve çatıkkaşları ile öfkeli çehreleri, gelinlerin ruhlarmı daima birtazyik altında bulunduran âmillerdir. Bunun gibi, bazan birkoca, kendi karısına, yahut bir anne, kendi kızına, bir büyükkardeş, küçük kardeşine kaynanalık yapar.Doktor Pierre Jeanne diyor ki; bana bir hasta getirdiklerizaman, hastanın ailesi içinde onu bu hale getirenasıl ve büyük hastayı ararım. Hastalığı husule getiren âmil,bu büyük hastanın tazyikleridir. Büyük hasta, zayıf ve düşükolan ruhunun kuvvetini ve seviyesini yükseltmek için,bir münebbihe muhtaçtır. Bu hasta, ekseriya şu münebbihi,daima yanında bulunan birisi üzerine tahakküm yapmaktabulur. Yaşlı bir kadın, ekseriya ruhu düşük bir kadındır. Bununpençesi altına düşecek mahlûk ya gelini, yahut kızıdır.Kızını ta'zîb etmeğe, ekseriya şefkati mânidir. Bu suretle,bütün tazyiklerini gelini üzerine çevirir. Böyle bir kadının,gelini yoksa, kendi kızı onun yerine geçer. Bir kadındermiş ki: «Ben kızımı haksız yere azarladığımı biliyorum.Fakat böyle yapmasam ben hasta olacağım.»Bazan da, bîr fertle temas etmek, hasta bir ferdi tedavieder. Yine Doktor Pierre Jeanne diyor ki: İki genç kız,ağır surette ruh za'fiyetine uğramışlardı. Bunlar, birgünbiribirine rasgelirler, dertlerini biribirine anlatırlar. Karşılıklıanlaşma neticesi, birisi diğerine «sen delisin» der, ötekide evvelkine «sen de delisin» cevabını verir. Bu son hitaplarikisine de derhal şifa verir. Bunlar, beraber yaşamağakarar vererek, ayni odada yaşamağa başlarlar. Beraber bulundukçaikisi de sağlam bir hayat yaşarlar. Fakat, kötü zansahibi komşular, bunlar aleyhinde, beraber yaşadıkları için,dedikodu çıkarırlar. Kızlar ismetli oldukları için ayrılmağamecbur olurlar. Fakat, ayrılır ayrılmaz ikisi de timarhanelik103


hasta olurlar. Doktor Pierre Jeanne bunlara der kî: «Halkındedikodusuna bakmayınız. Vicdanlarınız sizi itham etmezsebaşkalarının ithamlarının hiçbir kıymeti yoktur. Sizikiniz beraber yaşamağa mecbursunuz. Çünkü, biribirinizeolan tesiriniz hastalandsncı değil, şifa vericidir.»—• Bu hastalığın ilâcı nedir? diye sordum.— Bu hastalığın ilâcı, evvelâ hastalığın sebebini ortadankaldırmaktır. Hastayı, herhangi adamın tazyiki bu halegetirmiş ise, iptida onu hastanın yanından uzaklaştırmaklâzımdır. Doktor Pierre Jeanne, evin içinde bazan bir kaynanayıyahut emektar bir kadını, meş'um tesirinden dolayıevden çıkarmıştır.Çok kere, bir genç ile bir taze kız arasındaki nişanmukavelesini bozmaya ve bazan da evli iki genci biribirindenayırmağa lüzum görmüştür.Hastalığın menfi ilâcı budur. Müsbet ilâca gelince, buda münebbihlerden biridir. Hastanın ruhunu za'fiyetten kurtararakonun seviyesini yükseltecek, herhangi bir münebbihtir.Bazı hastalar üzerinde bir kadeh şampanya yahut birşişe bira, iyi tesir yapar. Fakat, bence bu maddî münebbihlerinyerine manevî münebbihlere müracaat etmek dahafaydalıdır. Bu manevî münebbihler ise, mefkurelerdir. Mefkure,ruhları vecidle dolduran ve insana, kendisi için hayatını,servetini, her şeyini feda ettiren bir yaşayış tarzıdır.Mefkure, galeyanlı içtimalardan doğar. Hususiyetle,milletin büyük bir tehlikeye dûçâr olduğu, yahut büyük birzafer kazandığı zamanlarda, milletteki bütün ruhları istilâsıaltına alır. Böyle zamanlarda herkes mefkurelidir. Çünkü,mefkure şe'niyet halini almıştır. Fakat, bu galeyanlı hal,devam edemez. Çünkü, bir taraftan ruhları yorar, diğer cihetteniktisadi hayata mâni olur. İktisadî faaliyetler için,ruhların sekînetli ve sükûnlu olması lâzımdır. Asıl hüner,104


içtimaî galeyanlar olmadığı zamanlarda, ruhunda mefkureyicanlı olarak yaşatmaktır. İşte, mefkurenin bu şeklî, ruh düşüklükleriiçin daimî bîr münebbihtir ve gayr-i uzvî ruhhastalıklarını esaslı bir surette tedavi eder.105


XVIII.TÜRKLERİN EN ZAYIF NOKTASIVE EN KUVVETLİ NOKTASIDün ikindiden sonra yine ÇınaraItı'na gittim. Meçhulfilozof orada idi. Selâmdan, hâl ve hatır soruşlarından sonra,şu suali sordum:— Türkler hangi noktada çok kuvvetlidirler ve hanginoktada çok zayıftırlar? Buna dair fikirlerinizi lütfen söylermisiniz?— Türk milletinde maşerî vicdan çok kuvvetlidir; buhususta sair Şark milletlerine benzemez. Diğer şark milletlerinde,henüz aşiret ve feodalizm teşkilâtı kalkmamıştır.Bu sebeple, onlarda yalnız zümrevî vicdanlar kuvvetlidir.Türlkerde ise, aşiret ve feodalizm teşkilâtları kalmadığı veher Türk köyü, Avrupa köyleri gibi, bir komün mahiyetindebulunduğu için, umum millete şâmil gayet kuvvetli bir mâ-106


serî vicdan vardır. Türkler, nice defa harp ve felâket zamanlarında,bu maşerî vicdan sayesinde, büyük kahramanlıklarve fedakârlıklar göstererek, cihan efkâr-ı âmmesindemuhterem bîr mevki kazanmışlardır. Türkleri, askerlik hususundabirinci derecede bir millet yapan, işte bu hususiyetidir.Türklerin, tehlike zamanlarında, daima bir rehberinarkasında birleşerek hârikalar göstermesi mümkündür.Hususîyle, bu rehber, hem kahraman, hem de dâhi olduğunufîiliyatıyla isbat etmiş bulunursa, bütün mîllet, tamamiyletereddüt ve şüpheden ârî olarak, her türlü tehlikelereonunla beraber atılmaktan çekinmez. Bu ruhî ve içtimaî kudret,Avrupa'nın en kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetlideğildir.Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizelergöstermesîni bekliyebiliriz ve Türklerin hiçbir millettegörülmeyen fedakârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türkmilletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.Türklerin en zayıf noktasına gelince, bu da, taksim-ia'mâlinin kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibarettir.Taksim-i a'mâl, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnızmütehassıslara kıymet verilmesini icabettirir. Bizde şimdilikmütehassıslar azdır ve umumî malûmat sahiplerine, hezarfenleredaha çok kıymet veriliyor. İşte en zayıf noktamız dabudur. Bundan dolayıdır ki, en yüksek mefkurelere doğruatıldığımız ve en cezrî inkılâpları yapmak cür'etini gösterdiğimizhalde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden,tatbikatta sür'atîi ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadakieksikliğimizi itiraf ederek, derhal çaresine tevessül etmeliyiz.Mütehassıs yetiştirmek için, Avrupaya çokça talebelergöndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa onlara dörtelle sarılmamız lâzımdır.Gustave Le Bon başka bir filozoftan naklen diyor ki:«Fransanın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyageri,elli mimarı, elli tabibi, elli ziraatçısı, elli erkânıharbi, elli107


hukukçusu, elli iktisatçısı, elli maliyecisi birdenbire vefatetseler, Fransa mîlleti bir an içinde mahvolur; fakat, ihtisaslaalâkadar olmayan bütün idare heyeti bir an içindehayatı terketse, Fransız milleti bunların yerine daha iyilerinibularak, yine eskisi gibi yaşamakta devam edebilir.»Biz, maşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle,Avrupa'nın en kudretli milletlerinden biriyiz.Fakat, taksîm-i a'mâlimizin henüz başalngıç devresindebulunması ve az miktarda bulunan mütehassıslarımızada kâfi derecede kıymet vermiyerek, en ziyade iş göreceklerimevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakki sahasındadaima yerinde sayar bir hale getirmiştir ve bu yolutakipte ısrar edersek, hiçbir zaman asrî bir millet olamıyacağımızdanve Avrupa medeniyeti camiasına giremiyeceğimizdenemin olmalıyız.Yine sordum:— Bu milletin en büyük mefkureleri nelerdir?Şu yolda cevap verdi:— Bu milletin en büyük mefkurelerini dört mefkuredeîcmâl edebiliriz: 1) Milliyetçilik, 2) Halkçılık, 3) GarpMedeniyetçiliği, 4) Cumhuriyetçilik.Türk milleti bu gayelere ulaşmak için maşeri vicdankuvvetiyle, neler yapmak mümkünse, hepsini yaptı. Fakat,yalnız ihtisaslar, taksmi-i a'mâl ve meslekî teşkilâtla yapılmasılâzım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu.eksiğimizitamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun ensür'atli çaresi ve en kolay tedbiri, Avrupadan mütehassıslargetirtmektir. Ben, Avrupa sermayesinin memleketimize girmesindenkorkmadığım gibi, Avrupanın siyasî mahiyette olmayanhakikî mütehassıslarına da tamamiyle güvenirim.Medeniyet, beynelmilel olduğu gibi, onun mümessilleri olanhakikî mütehassısları da beynelmilel insanlardır. MeselâPasteur'ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir.108


Diğer bütün kâşiflerin ve muhteri'lerin faydaları da, gündengüne bütün medeniyet âlemine şâmil olmaktadır.Ben yine sordum:— Taksim-i a'mâl bu kadar ehemmiyetli bir âmilolduğuna göre, onun derinleşmesi, büyük içtimaî değişmeleresebep olmak lâzımdır. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?..Şöyle cevap verdi:— Avrupa'da Rönesansla başlayan bütün inkılâplar,taksim-i a'mâlin cemiyet hayatında yeni bir âmil olarak tesirebaşlamasının tabiî neticelerinden ibarettir.Meselâ; «Rönesans», medeniyette inkılâp olduğu gibi,«reform», dinde inkılâp, «renovasyon», felsefede inkılâp, «revolüsyon»,siyasette inkılâp, «feminizm», kadınlıkta inkılâp,«sosyalizm», iktisatta inkılâp ve «içtimaî terbiye», terbiyedeinkılâp demektirler.Taksim-i a'mâlden evvel, bu inkılâplara dair hiçbir izetesadüf edilmezdi. O zaman, yalnız maşerî vicdandan doğanmaşerî müesseseler ve mefkureler mevcut olabilirdi. Ozamanki insanlar, yalnız maşerî vicdana ve maşerî şahsiyetemâliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerdeteşekküle başlamamıştı. Fakat, taksim-i a'mâl derinleştiktensonra, iptida meslekî vicdan, sonra da ferdî vicdanvücude gelmeğe başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyettekidin, ahlâk, hukuk, san'at, lisan, siyaset, aile gibi müesseseleri,kendine mahsus bir nüansla görmesi, millî zemin üzerindenkendi ruhundan doğan nakışları işlemesi demektir.Ferdî şahsiyet sahibi, esaslarda kendi milletiyle mütesanitolmakla beraber, bunların tefsirinde tamamiyle şahsîdir.Taksim-i a'mâlden doğan bu yeni ruha, ferdin istiklâlidenilir ki, Avrupada bugünkü terbiyenin üç hedefindenbiridir. Diğer iki hedef de, çocukların inzîbatlı ve fedakârolarak yetiştirilmeleridir.Görülüyor ki taksim-i â'mâl. İçtimaî tekâmülü iki büyük109


kısma ayıran en mühim bîr âmildir. İçtimaiyat ilmi, cemiyetleri,taksim-i a'mâlli olup olmamalarına göre iki büyükcinse ayırmıştır:Kıt'avî cemiyetler, mutaazzî (organize) cemiyetler.Bunlardan kıt'avî cemiyetlerde yalnız müşterek vicdanvardır. Henüz, taksim-i a'mâl kâfî derecede vücuda gelmemiştir.Mutaazzî cemiyetlerde ise, maşerî vicdandan başka,taksim-i a'mâl ve onun neticesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir.Yukarıda saydığımız inkılâplar, milletlerin kıt'avîcinsinden mutaazzî cinsine geçtiği zamanın zarurî ve tabiîneticeleridir. İşte, bugün Türkiye bu merhalede bulunuyor.Düne kadar kıt'avî bir cemiyettik. Bugünden itibaren mutaazzîbir cemiyetiz. Şu kadar ki, bu yeni hayatın henüzbaşlangıcındayız. Taksim-i a'mâlde ileri gittikçe, yeni hayattadaha zengin olacağız ve gittikçe daha ziyade mutaazzîbir cemiyet oldukça, Avrupa milletlerine medeniyetçe de müsaviolacağız.110


XIX.TEŞKİLÂTÇILARMeçhul filozofa sordum:— Mademki Avrupa sermayesinden ve AvrupaJı mütehassıslardanistifade edebiliriz; bunlardan başka, bizde deazçok sermaye ve mütehassıs vardır. Tabiî servetlerle rençberve amelelerimizin çalışkanlığı ise her yerden ziyadedirve o halde niçin askerî ve siyasî hayatta olduğu gibiiktisadî hayatta da büyük bir muvaffakiyet gösteremiyoruz?Şu cevabı aldım:— iktisadî muvaffakiyetlerin sırrı bu saydığınız şeylerdeğildir.Vakıa, klâsik iktisat kitapları, istihsal için yalnız üçâmil gösterir: Tabiat, sa'y, sermaye... Fakat, bence, istihsaliçin bu üç âmil kâfi değildir.Filhakika, bizde tabiat çok zengin. Sermayeyi ve mü-111


tehassıslarla ameleleri de gerek hariçten ve gerek dahildentedarik edebiliriz. İstihsal sahasında, âmil mevcut olduğuhalde, niçin hiçbir iş yapamıyoruz? Demek ki bunlardanbaşka, mühim bir âmli vardır ki henüz eksiktir. Âmillerinen ehemmiyetlisi olan bu dördüncü unsur «teşkilâtçılardır.İktisat sahasında bunlara «müteşebbisler» adı verilir.Filhakika, bizim memleketimizde tabiat zengin olmaklaberaber, sermaye ve sa'y da yok değildir. Fakat müteşebbislerimizpek azdır. Ve onlar da küçük çaptadırlar. Biz, ekseriya,memleketimizde sermaye yok, mütehassıs yok!, diyeşikâyet ederiz. Halbuki herşeyden evvel, bizi iktisatta geribırakan, büyük müteşebbislerimizin yok olmasıdır. Müteşebbis,alelade çalışkan bir adam değil, herhangi bir sermayesahibi de değil, «yaratıcı bir adamadır. Bu yaratıcı adamınyalnız bir kuvveti vardır: O da teşebbüsünde muvaffak olacağınapâyânsız bir iman ve ümide mâlik olmasıdır, «imanve Ümid», bu ruhî kuvvetler, yalnız iktisat sahasında değil,başka sahalarda da büyük teşkilâtçılar vücûde getirmiştir.Meselâ, başımızda Gazi Paşa gibi, İsmet Paşa gibi büyükteşkilâtçılarımız olmasaydı, gösterdiğimiz askerî ve siyasîmucizeler husule gelebilecek miydi? Hiç te zan etmem.Millî Müzemizi kendi başına yalnız bir teşkilâtçı sanatkârımızvücûde getirmedi mi? Hiiâl-ı Ahmer Cemiyetinin bukadar faydalı işler görebilmesi, başındaki teşkilâtçılar sayesindedeğil midir? Bu teşkilâtçıların hepsinin yaratıcı olmaları,iman ve ümitlerinin pâyânsız ve lâyemût olmasınınneticeleri değil midir? Şüphesiz, Avrupa'da ve Amerika'daböyle teşkilâtçı ruhlar azdır. Meselâ bîr Mussolini'nin zuhuru,İtalya'yı keşmekeşten kurtardı. Bir Lenin'in teşkilâtçılığı,Rusya'daki bir devletin esaslarını kurdu. İmansız veümitsiz bir VVilson ise, cihan sahnesine çıkardığı prensiplerehayat veremedi. Çünkü, evvelkilerde iman ve ümit ol-112


duğu halde, bu hasta ruhta bu kuvvetlerin ikisi de mevcutdeğildi.Hakikî imanla gerçekti ümidin yaratıcı olmaları, bu ikikuvvetin istîlâkâr bir hâssaya malik bulunmaları sayesindedir.Bu kuvvetler, iptida, bir ferdin ruhunda doğarlar. Fakatbir kere doğdular mı, artık hiçbir kuvvet onları durduramaz,bir an içinde birçok ruhlara sirayet ederler ve çokgeçmeden, bütün bir hey'eti, bütün bir milleti, bütün birümmeti, hattâ bütün bir medeniyet dairesini istilâları altınaalırlar. Peygamberler, buna en vâzih misâller değil midir?Onlardaki iman ve ümit kuvvetleri değil midir ki bugünhâlâ yüzlerce milyon insanı arkalarında koşturuyor?Türkler, pek yakında bu ruhî kuvvetlerin askerî vesiyasî feyizlerini gördüklerinden, bunların mucizevî tesirlerinikabul için, tarihî ve içtimaî delillere muhtaç değildirler.Fakat, bugün Türkleri şaşırtan da dünkü askerî ve siyasîmucizelerden sonra, bugün iktisat sahasında, değil mucizev@ harikalar, hattâ en yabancı muvaffakiyetlere bilenail olamamalarının sebebini bir türlü anlayamamalarıdır.Evet, o sahalardaki o büyük kudretin yanında, bu sahadakiiktidarsızlık nereden geliyor? Şüphesiz, öteki sahalardateşkilâtçılarımız mevcut olduğu halde, bu son sahada henüzbir teşkilâtçımızın yetişmemesinden!— Acaba iktisadî teşkilâtçılarımız zuhur ederlerse,sermayemizin ve tekniklerin bu fıkdanı devrinde ne iş yapabilirler?— Bunlar, evevlâ, anonim şirketler, yahut kooperatiflertesis ederler. Mademki bunların iktisadî iman ve ümitleriistilâî bir feyze mâliktir, bu tesisler üzerinde, umumhalkın —Vaktiyle, millî tehlike zamanında Gazi Paşa'nınarkasından gittikleri gibi—- büyük bir coşkunlukla, bu iktisadGazilerinin de arkalarından koşacaklarına hiç şüphe113/8


yoktur. Ondan sonra, sermaye ile teknisyenleri, gerek hariçte,gerek dahilde kolayca bekliyebilirler.— Fakat, neden memleketimizde bu iktisat gazilerihenüz yetişmiyor?— Çünkü, memleketimizde «askerî iman» ve «siyasînî, felsefî, intibahlar gibi, iktisadî intibah da, yeni bir imanhenüz yeni başlamaktadır. Bizde, yalnız, ferdî menfaat duygularınıniktisadî bîr intibahı doğurabileceğini zannedenlerhatâ ediyorlar. Dinî, ahlâkî, hukukî, siyasî, bediî lisanî,felsefî intibahlar gibi, iktisadî intibah da, yeni bîr imanhamlesinin, yeni bîr ümit hamlesinin feveranına muhtaçtır.insanların bazan şu gayelere, bazan da başka hedeflerekıymet vermeleri, maşerî iman ve ümitlerindeki değişmeleretâbidir. Türk milletinin şimdiye kadar iktisadî mefkureleriyoktu. Bu asırda, bir milletin hürriyet ve istiklâlini temineden, refah ve saadetini hazırlayan, şeref ve namusunu kurtaranâmilin, başlıca iktisadî muvaffakiyetler olduğunu bilmiyordu.Bugün Türk milletinin ruhunda iki kuvvetli imanıntenebbüt etmeğe başladığını görmekle müftehîriz: Bu ikiîman, terbiyevî imanla iktisadî imandır. Fakat, bunlar henüzyeni feyizlenmeğe başladılar. Bu yeşil filizlerin, çokgeçmeden şu kocaman çınar gibi, Türk milletini, refahlı gölgelerialtına alacağını göreceğiz.Türk milletinin ruhu, öyle yerinde sayan milletlerinruhu gibi kısır değildir. Türk milletinin ruhu, manevî bir kimyahaneyebenzer. Hangi his oraya girse, ümide, hangi fikiroraya dahil olsa, imana münkalip olur, hangi irade oradangeçse, mefkure halini alır. Hattâ diyebilirim ki, eğer, âhirzaman dini İslâmiyet olmasaydı, yeni bîr dinîn meşîmesî,ancak Türk ruhu olabilirdi. Çünkü, Türk milletinin ruhundao derece coşkunluk ve taşkınlık vardır. Nasıl ki yeni bir ahlâkın,yeni bir hukukun, yeni bir sanatın beşikleri de ancakTürk milletinin ruhu olabilir. Çünkü, Türkün maşeri ruhu,o derece feyizlidir.114


Ben ümit ediyorum ki, yakında bizde de iktisadın Gazileri,o büyük yaratıcı teşkilâtçılar, yani iktisadî müteşebbisleryetişecektir. Gençlerimiz bir kere bunu kendilerineen büyük gaye ittihaz etsinler, az zamanda muvaffak olacaklarınaeminim. Hiç şüphem yoktur ki, bugünkü Türk gençliği,hangi gayeleri istihdaf etse, az zamanda, hedefine vâsılolur. Yalnız, Türk gençlerine, milletimizin hürriyet ve istiklâlinitamamlamak için, terbiyevî ve iktisadî mücahitler namiyle,daha iki büyük mücahid sınıfına muhtaç olduğumuzuve bunları yetiştirmek için de kalplerimizi terbiyevî imanlaiktisadî imana mukaddes bir mabet yapma iktiza ettiğinibildirmemiz kâfidir. Türk genci, gayelerini bildikten sonra,onlara ulaşmakta gecikmez.115


XX.AİLE ADLARİDün meçhul filozofa, ailenin kuvvetlendirilmesine yapmalıyız? diye sordum.İçin,Şu yolda cevap verdi:— Bence evvelâ aile adlarından başlamalıdır. Bütünmedenî miietlerde her aileye mahsus bir unvan vardır ki,ekseriya şahsî addan sonra gelir. Frederik List, Viktor Hugogibi. Bu mürekkep isimlerdeki birinci kelime şahsî ad, ikincisi,aile adıdır. Milletimizde ise, bugün, muntazam bir aileadı yoktur. Değil iki amcazadenin, hattâ iki kardeşin bile,aynı aileden oldukları isimlerinden anlaşılamaz. Sair milletlerdeise, aile adı muntazam olduğundan, kim kimin akrabasıolduğu kolayca anlaşılır. Bu isim iştiraki, akrabalar arasındakitesanüt ve samimiliği de kuvvetlendirir.116


— Bizde aile isimleri yok gibidir diyorsunuz. O haldebunları hangi kuvvet vücûda getirebilir?— Nüfus kanunu bu işi yapabilir. Yeni nüfus kanunumuzaşöyle bir ibare ilave edilebilir: Nüfusa tescil edilirken,her aileden, bîr aile adı kabul etmesi istenilir. Bir aile ismigösteremiyenlere Kommün meclisince münasip bir aile ismiverilir. Bundan sonradır' ki, nüfus defterine, her fert, aileismi ile beraber, ailesinin sahifesine kaydolunur. Ondansonra, resmî muamelelerde hep şahsî ismi ile beraber aileisminin zikredilmesi ve yazılması şart kılınır. Bu suretle aileisimleri bizde de yerleşmiş olur.— Türklerde aile ismi hiç bir zaman mevcut olmamışmı?— Bilâkis eski Türkler de aile ismine çok ehemmiyetverirlerdi. Sonraları bu aile isimlerinin şekilleri değişmişde, esası gene baki kalmıştır. Yani her devirde aile ismîailenin başka bir dairesine izafe edilmiştir. Türklerde aileisminin tarihini, aldığı muhtelif şekillere göre, altı devreayırabiliriz:1) Boy devri — Eski Oğuzlarda, aile adı «Boy» İsmindenibaretti. Oğuz ili yirmi dört boydan mürekkepti. Bir adamınkim olduğunu tanıtmak için «Hangi boydansın?» diyesorulurdu. O da meselâ: «Beydiîi boyundanım» derse, hangiaileye mensup olduğu anlaşılmış olurdu. «Boy» eski oğuzlardaailenin en büyük ve en çok tesanütlü olan dairesiydi.Fakat eski Oğuzlarda bugünkü Avrupa mîlletlerinin aksineolarak boy ismi şahsî addan evvel gelirdi: Salur kazan,Bügdüz Emen gibi. [Kitab-ı Dede Korkut]. Bunlardaki «Salur»ve «Emen» tâbirleri birer Oğuz boyunun adıdır.Şu kadar var ki, Macarlar'da da aile ismi şahsî addanevvel gelir. Bu benzeyiş de Türklerle Macarlar arasında kadîmbîr münasebet olduğunu gösterir.Bununla beraber, Eski Oğuzlarda boy adının şahsîisimden sonra geldiği de görülmüştür: Yunus Emre, Tapduk117


Emre gibi. Emre bence Oğuz boylarından «Emre» dir ki,bugün Emreli demekteyiz. 0 halde Türklerde de bugünküAvrupa milletlerinin isimlerine benzer adlara rastgelmişoluruz.2) Soy devri — Boyların inhilalinden sonra onlarınyerjne «Soy» lar gelir. Bu devrede soy ismi evvel getirilir,ondan sonra «oğlu» yahut «oğullarından» tabiri, bundan sonrada şahsî ad getirilirdi. Karaman oğlu Mehmet Bey, İsfendîyaroğlu Şemsi Paşa, Aydın oğullarından İsa Bey gibi,Soy adı soyun müessisi olan bir dedenin adına istinatederdi. Türkler, İslâm devletleri arasında «boy» teşkilâtınıkaybettikten sonra, bu ikinci devir başlamıştır.3) Osmanlı devri — Osmanlı devrinde «oğlu» yerine«zade» tâbiri getirildi. Bekir paşazade Tevfik, Müftizâde Osman,Kâtipzâde Hasan gibi, bugün ekseriyetle bu şekil muteberdir.Fakat, Türkçülük cereyanından sonra yeniden «zade»yerine «oğlu» tâbiri kullanılmaya başlamıştır.4) Mahlas devri — Dördüncü devirde, aile adı yerineşahsî addan sonra «mahlas» denilen bir ad getirilmişve aile adı ikinci plânda kalmıştır. Tevfik Fikret, TahsinNahit gibi. Bu devirde aile isimlerinin ihmale uğradıklarını,şahsî isimlerin çiftleştiğini görüyoruz.5) Yanlış taklit devri — Bu devirde, Avrupa milletlerindeolduğu gibi, aile adı yerini tutan «babanın ismi» getirilmeyebaşlandı. Ve güya «babanın ismi» bir aile adı oldu.Fakat, her nesilde baba değiştiğinden aile adının da değişmesilâzım geldi: Âkil Muhtar, Halil Ethem, HamdullahSuphi gibi.6) Avrupaî devir — Avrupaî devirde, dedelerinden birininşahsî ismi yahut hirfetinin ismi, Avrupa'da olduğu gibiaile ismi itibar olunarak bütün nesillerde şahsî isimdensonra getirilmek suretile başlayacaktır. Ali Çapan, AhmetAvunduk gibi meselâ, Hamdullah Suphi Bey'in oğulları vetorunları hep «Suphi» olacaktır.118


işte yeni nüfus kanununca mecburî addedilmesi lâzımgelen ve nüfus defterlerinde esas olacak olan aile ismi, şusonki tarzda olmalıdır. Bu şekilde hem aile ismi birçok nesillerdevam eder, hem de ilk devre, yani boy devrine tetâbukeder, hem de «oğul» ve «zade» gibi fazla tâbirlerdenazade bulunmuş olur.Münevverlerimiz, kanundan evvel bunu kabul etseler*daha iyi olur.119


XXI.TÜRK AİLESİTürk ailesi de nasıldı, nasıl olacak?Dün meçhul filozofa sordum:— Türk ailesi, aile enmûzeclerînden hangisine mensupturve onu ne suretle ıslah etmeliyiz?Şöyle cevap verdi:— Aile, iptida, mâderî semîye halinde başlamıştır. Budevirde, çocuk, anasının semiyesine nisbet ediTrdi; babasınınsemiyesiyle hiçbir akrabalığı yoktu. Semiyenin inkısâmiyle,bu müşterek kütükten üç dal ayrıldı: Mâderî aile,asabevî aile, pederî aile.1 — Mâderî aile:Bu enmûzece, yalnız ibtidâî cemiyetlerde rast gelinir.Bunda da, mâderî semiyede olduğu gibi, nisbet, yalnız ana120


cihetinden muteberdir; babanın aile içinde hiçbir mevkii yok»tur. Bazıları bu enmûzece, «Maderşahî Aile» derlerse de,doğru değildir. Çünkü, bu ailelerde velayet anada değil,dayı'dadır; bu sebeple buna «Halşâhî Aile» denilebilir. Aileninen eski şekli bu «dayılık» devridir.2 — Asabavî aile:Bu enmûzec, pederî semiyenin inkısamından husule gelir.Asabe, baba cihetinden olan erkek akrabalardır. Asabevîaile davası, tesnütten doğmuştur. Bu sebeple, kan, yalnızkan davası mücadelelerinde işe yarayan kadınları muhtevideğildir. Hattâ, asabeden olup da, eli silâh tutmayançocukları da mirastan mahrum etmesi, bu nevi ailenindoğrudan doğruya kan davası mücadelesinden doğduğunugösterir. Maktulün diyetini alan, onun babası yahut kardeşlerideğil, bütün asabedir. Diyeti vermek d@, yine yalnızyakın akrabaların borcu olmayıp bütün asabenin borcudur.İntikam da, yalnız kaatilden değil, onun asabesine mensupher hangi bir fertten alınabilir. İntikam almakla mükellefolanlar da asabenin bütün fertleridir.Asabevî aile bir cins olup, bundan üç aile nevi doğar:Q — Biraderler arasında zevcelerin taaddüdü, b —Taksim görmemiş asabe, c — Pederşahî aile.a —Biraderine taaddüd-i ezvâc:Bu enmûzecte, babanın mirası yalnız büyük kardeşekalır, yani miras taksim olunmaz. Fakat, bundan başka, evlenmekselâhiyeti de yalnız büyük kardeşe aittir. Büyükkardeş, müteaddit zevcelere mâlik olabilir. Diğer kardeşler,aile malından istifade hakkına mâlik oldukları gibi, büyükkardeşin zevcererinden de intifa hakkına mâliktirler. Hattâherbiri zevcelerinden bîrini benimsîyebilirler.Strabon, Yemen'de bu nevi ailenin bulunduğunu haberveriyor. Bugün Tibet'teki aile de, bu enmûzece mensuptur.121


D — Taksime uğramayan aile:Bu ailede de, babadan kalan miras taksim olunmaz.Bir dedenin torunları aynı evde yaşarlar ve aynı mutfaktanyemek yerler. Fakat, bunlar arasında taaddüd-i zevcât kaidesiyoktur. Her erkek kendi hesabına evlenmek hakkını haizdir.Islavlarla eski Arapîarda aile bu enmûzece mensuptur,Islavlar buna «Zadruga» derler. Araplar «ehl» adınıverirler.c — Pederşahî aile:Taksim olunmamış asabenin emvali, umum asabe zümresineait olduğu halde, bazı cemiyetlerde, bu emval, aileresinin şahsî malı mahiyetini alır. O zaman, aile reisine«pederşâh» denildiği gibi, bu aileye de «pederşahî aile» denilir.Bu ailenin reisi, yalnız ailenin emvaline mâlik-i mutlakolmakla kalmaz, aileye mensup bütün asabetlerin, hattâkendi zevcesiyle çocuklarının hayatı üzerinde de istediğigibi tasarruf eder, bunları satabilir ve öldürebilir. Eski Romaailesiyle şimdiki Çin ailesi, bu enmûzece mensuptur.3 — Pederî aile:Buna pederî aile denmesi, en başta babanın bulunmasındandolayıdır. Ana, babaya hukukça müsavî olmakla, müsavilerarasındaki birincilik babaya bırakılmıştır. Bu aile enmuzecîmaderî semiyenin pederî semiye ile imtizacındandoğmuştur. İbtidâî cemiyetlerde, çocuk, ya yalnız annesinin,yahut yalnız babasının semiyesine nisbet edilirdi, ikisemiyenin yan yana yaşaması mümkün değildi. Çünkü, çocukyalnız bir dine mensup olabilirdi. Her semiyenin ayrıbir dini olduğundan, çocuğun iki semiyeye nisbeti iki inhisarcıdine mensubiyeti demek olurdu.Fakat, bazı cemiyetlerde, «din», pederî semiyeye, «sihir»,maderî semiyeye ait olmasından dolayı, bu iki semiye,122


yan yana yaşamak imkânına mâlik olmuştur. Bu cemiyetlerde,dinle sihir biribirine müsavi olduğu için, pederî semiyeile maderî semiye de birbirine müsavidir. Bu esasın neticeleriolmak üzere, baba anaya, zevç zevceye, amca dayıya,hala teyzeye, birader hemşireye, hulâsa erkek kadına müsavidir.Bu müsavatlardan, en demokratik aile enmûzeci doğmuştur.Eski Türklerle Germenlerde bu aile enmûzeci mevcuttur.Türkler, bu aileye «soy», Germenler ise «zippe» adınıverirler. Eski Türklerde ana soyu ile baba soyu birbirinemüsavidir. Bunun neticesi olarak kadın da, erkekle müsavioldu. Sonraları, soy, inkısama uğrayarak, «pederî» adınıalan daha küçük zümreleri doğurdu. Pederî aile, ailevî bircumhuriyet olup, baba, bu cumhuriyetin reisi, ana da reisesihükmünde idiler. Velayet, ikisi arasında müşterekti. Baba,hiçbir vakit ananın muvafakati olmaksızın kızını bjr erkeğeveremezdi. Aileye ait bütün işlerde ananın reyi alınmaklâzımdı. Çocukların da hukukuna tecavüz olunmazdı.Binaenaleyh, pederî aile, pederşahî aileye hiç benzemez.Aralarında cezrî bir fark vardır ki, müsavatla hürriyettenibarettir.Pederî ailenin inkısamından, «izdivacî Aile» enmûzecidoğdu. İzdivacî ailede esas, dolaşırken, gerek güveyinin vegerek gelinin, babalarının ve analarının oturdukları evleriterkederek, yeni bir ev kurmaları suretinde başlar. EskiTürklerde, bu kaide mevcuttu. Fakta, bu kaidenin bir «töre»halinde mevcut olması kâfi değildir. İzdivacî ailenin asıltemeli, asrî bir devlet tarafından yapılmış asrî bîr aile kanunundandoğmasıdır. Avrupa milletlerinde bugünkü aileninmenşei, Roma hukuku değildi. Cermenlerin ananevî töreleridir.Fakat, Avrupa milletlerinde asrî devlet teşekküledip de asrî aile kanunları yapılmasaydı, Avrupanın cermenmilletlerinde bile, izdivacî aile teşekkül edemiyecekti. Lâtinve İslav milletlerde aileler pederşahî ve Zadruga enmûzeclerinemensup olduklarından, bunlarda kendi kendine izdi-12a


vacî ailenin doğması hiç mümkün değildi. Demek ki bugünAvrupa milletlerinde ailenin «izdivacî aile» enmûzecînde olmasınıtemin eden asrî devletin yaptığı asrî aile kanunlarıdır.Bu kanunlar, eski törelere ve ananelere nihayet vererek, hürriyetve müsavat kaidelerine muvafık ve bugünkü demokrataileleri vücuda getirmiştir. Bu sebeple, eski Türklerde izdivacîailenin fi'len mevcut olması, tâ o zamanlarda bile milletimizinizdivacî aile devrine atlamış olduğunu ispat etmez.O zaman, Türklerde asrî bir devlet tarafından yapılmış biraile kanunu olmadığı için, yalnız töreye istinad eden bu kaideninmüstakar bir mahiyeti yoktu. Bundan dolayıdır ki biz,izdivacî aile devrine ancak yeni yapılacak Aile Kanunu ilegeçebiliriz. O halde, yapacağımız aile kanunundaki veçhemiz,®n eski ananelerimizde, yalnız fi'li bir anane suretinde mevcutolan «izdivacî aile» sistemini, hukukî müeyyidelere malikbir esas olarak kabul etmemizdir.124


XXII.YİRMİNCİ ASRIM EN MÜHİMMÜESSESESİ GAZETEDİRDün akşam yine meçhul filozofla beraberdik. «Bu asrıkarakterize eden en asrî müessese hangisidir?» diye sordum.Şu cevabı verdi:— On dokuzuncu asrı, Alfred Fouillee'ye göre karakterizeeden, ne tayyarelerdir, ne tahtelbahirlerdir, ne de otomobiller,tanklar ve dritnavtlardır. Bunlar olmasaydı, yineasrımız, on dokuzuncu asır olabilirdi. Medeniyet müesseselerinindiğerlerini de birer birer kaldırabiliriz. Asrımızın ondokuzuncu asır olmasına yine bir halel gelmez. Fakat, maazallahbir de gazete'nin ortadan kalkmasını tasavvur edelim.Bütün diğer medeniyet müesseseleri yerinde dururken, yalnızgazetenin yok olması bizi on dokuzuncu asırdan uzaklaştırarakKurun-ı vustaya doğru atar. Demek ki bu asrı karak-125


terize eden en belli başlı medeniyet müessesesi, ancak gazetedir.Alfred Foulillee'nin bu sözleri yirminci asır için dedoğrudur. Meselâ gazetesiz bir millet meclisi farzedelim.Bu neye yarra? Hiçbir şeye yaramaz.Parlâmentonun bile en büyük vazifesi gazetelerin hürriyetinitemin etmektir. Millet Meclisindeki mes'uliyetsizhitabet kürsüsü ki memleketteki hürriyetin canlı timsalidir;gazetelerin hürriyetine dokulunur dokunulmaz o kürsününferyat etmesi lâzım gelir. Gazetenin bu kadar büyük bir ehemmiyetemalik olması nereden geliyor?Evvelâ eski devirlerde mevcut olmayan yeni bir içtimatarzı yaratmasından. Gazetenin doğmasından evvel, yalnızbir türlü içtima tarzı vardı. O da insanların kapalı bir salondayahut açık bir meydanda toplanıp beraber duyması,düşünmesi ve irade etmesi idi. Bu içtimadan husule gelenbirkaç saatlik muvakkat cemiyete «foule=cemm-i gafîr»denilir. Cemm-i gafîr, şifahî bir cemiyettir. Bu cemiyettehatipler söyler, önayaklar tahrikatta bulunur, elebaşları yolgösterir.Gazeteden doğan yeni içtima tarzı ise '(amme^publique»adını alır. Âmme, şifahî değil, tahrirî bir cemiyettir.Bir âmmenin fertleri cemm-i gafîr gibi, bir mahalde bir dükkândatoplanmağa muhtaç değildir.Evinizde otururken, yalnız günün gazetesini okumakla,göze görünmez bir içtimâin, manevî bir cemiyetin içinegirmiş olursunuz. Çünkü, her gün aynı gazeteyi okuyanlar,aynı suretle duymağa, düşünmeğe, irade etmeğe alışarakmüşterek bir vicdana malik olurlar. Bundan başka, aynıgazeteyi okuyanlar, her gün akşama kadar, zihnen aynıvakalarla meşgul olurlar. Çünkü gazetede bu vakalar havadisolarak yazılmıştır.Aristo, insanı «içtimaî bir hayat yaşamağa muhtaç bîrhayvandır» diye tarif etmiş. Gazetenin zuhurundan evvel,içtima, behemehal, bir araya gelmeyi icap ediyordu. O126


zamanlar «vatan»ın yalnız «medine» den ibaret olması, birşehre inhisar etmesi, bu sebebe müstenitti. Çünkü o vakitinsanlar yalnız cemm-i gafîr halinde içtima edebilirlerdi.Ancak meclislerde yahut meydanlarda toplanarak şifahî mükâlemelerlekonuşabildiklerinden, o zaman millî bir vatanteessüs edemezdi. O zamanki büyük devletler de, aşiretlerinyahut medinelerin bir konfederasyonundan ibaretti. Yüzlerceşehirde ve yüz binlerce köylerde dağınık olarak yaşayanbîr milletin heyeti mecmuası, bir cemm-i gafîr halindetoplanamazdı. Bir şehrin ve yahut bir aşiretin ahalisi isebu şekilde toplanabilirdi.Gazetenin zuhurundan sonra ise, kırk milyon nüfuslubir millet, tarihî bir âmme halinde, aynı suretle duymağa,düşünmeğe, irade etmeğe kabiliyet kazandı. Bütün bir millettemüşterek efkâr-ı âmme bu suretle doğdu. Millî devletve millî vatan, ancak bundan sonra teşekkül edebildi.Demek ki, milliyetin ve asrî devletin doğması başlıca gazeteninsayesindedir.Bundan başka, gazete beynelmilel efkâr-ı âmmenin deanasıdır. Bütün millî efkâr-ı âmmelerin fevkinde bir cihanefkâr-ı âmmesi vardır ki, bunu doğuran da bilhassa gazetedir.Gazete sayesindedir ki, bütün medenî insaniyet, hakikîbir cemiyet halini alıyor. Bence hakikî Cemiyet-i Akvamınteşekkülüne kadar, bunun rolünü yapacak olan daancak gazetelerdir.Gazetenin en büyük hizmeti, umumî bir mürebbî olmasıdır.Bugün kitaplar okunmuyor, mecmuaların varidatımasraflarını karşılamıyor; seve seve okunabilen yazılar, ancakgazetelerdir. Çok kimsenin bütün malumatı, gazetelerdenöğrendiği bilgilere münhasırdır. Gazete, her gün, herferdin ayağına giden ve herkesin anlayabileceği dersleri okutancanlı bir mektepdir. O halde, bir memleketin ihyâsıiçin, ıslâhata, ilk önce gazetelerinden başlamalıdır. Gazeteher müesseseyi tenkit ve kontrol eden, her hatâyı müseb-127


ibine tashih ettiren, âsrî bir millete, umdeler ve mefkurelerveren içtimaî bir şâri'dir. Fakat bu içtimaî sâri, her şeydenevvel, kendi kendini kontrol etmeli, kucısî roiünü tamamiyleyapıp yapmadığını daima aramalı ve yoklamaîıdır.Gazeteleri hakikî vazifelerini ifa eden bir millet, her türlükusurlarından kurtularak, bütün terakkilere ve tekâmüllerenail olacağını bilmelidir. Asrî bir millet olmak için, vazifeperestgazetelere malik olmak kâfidir.Şurası da var ki, gazetenin ömrü bir günlüktür. Bîr gazeteçıktığı gün gayet ehemmiyetlidir, Ertesi gün bu ehemmiyetikalmaz. Meselâ, bir gün, masa üstündeki bir gazetedemühim bîr makale, yahut bir havadis görürsünüz. Derhalonu okumağa can atarsınız. Fakat, okumadan evvel birde gazetenin tarihine bakarsınız gazete geçmiş bir güne aitse,makale ve havadis gayet ehemmiyetli olmasına rağmen gazeteyielinizden atarsınız. Çünkü, bugün artık bu makaleyahut havadis, hiçbir ferdin- ruhunu meşgul etmiyor. Halbukigünün gazetesini okuduğunuz zaman, herkesle beraber,aynı vak'aîar hakkında düşünüp hissetmiş olacaksınız. İşte,gazetenin kıymeti de bundan ileri gelir.Gustave Le Bon cemm-i gafîrlere dair yazdığı bir eserde:«Bu asır cemm-i gafîrler asrıdır» demişti. Gabriel deTarde ise: «Bu asır, âmmeler asrıdır» diyerek bu sözü tashihetti. Bence Tarde daha haklıdır. Bundan anlaşılıyor ki,bu asır, gazeteler asrıdır.128


XXIII.KÜRTLERİN MENFAATİDün yine meçhul filozofla beraberdik. Dedi ki:— İngilizler, Musul Meselesinden bahsolundukça, buarazide Türkten çok Kürt bulunduğunu ileri sürüyorlar. Busebeple Musul Meselesinin daha ziyade Kürtlerin menfaatınagöre halledilmesi lâzım geldiğini iddia ediyorlar. BizceTürklerle Kürtlerin farkı olmadığı için, Musul Meselesininher iki kavmin menfaati nokta-i nazarından halledilmesilâzımgelir. 0 halde, Musul Meselesini halle çalışırken,«Kürtlerin menfaati Araplarla beraber mi, yoksa Türklerleberaber mi yaşamaktır?» tarzında bir sual karşısında kalabiliriz.Herkes bu suale ihtisasına göre cevap vermek ister.Benîm ihtisasım (Sosyoloji) olduğundan vereceğim cevabı,bu ilmin esaslarına istinaden vermeğe çalışacağım.129/9


Eskiden beri benim zihnimi işgal eden bir mesele var:Kürtler, kabiliyetli bir kavim oldukları halde, neden dolayışimdiye kadar göçebelik ve aşiretlik hayatından kurtulamamışlardır?Bu suali senelerce evvel sosyoloji ilmine sormuş vecevabını da almıştım. Bakınız size izah edeyim:Kürtler, zannolunduğu gibi, cenup vilâyetlerimizin hepsindegöçebeliğini muhafaza etmiş değildir. Kürtlerin birkısmı göçebe ise, bir kısmı da mukîmdir. Bu vaziyet, aşirethayatına da teşmil edilebilir. Mukîm Kürtlerin hepsi aşirethayatı yaşamazlar. Türk köyleri gibi, bir tabiî komün mahiyetindebulunan Kürt köyleri çoktur. Buna binaendir ki Kürtler,birbirine muhalif iki içtimaî enmûzece ayrılmışlardır.Kürtlerin bu içtimaî ikiliği, içtimaî muhitlerin neticesidir.İçtimaî muhitleri itibariyle ikiye ayrılan Kürtlerin birincikısmına (Çöl ağzında bulunan Kürtler), ikinci kısmına (Çöldenuzak bulunan Kürtler) diyebiliriz. Çöl ağzında olanKürtlerin hepsi göçebedir. Çölden uzak bulunan Kürtler ise,gerek göçebelikten ve gerek aşiret teşkilâtından kurtulmuşlardır.Bunun sosyolojik sebebi nedir? Çöl, hangi bir âmilineseri olarak bu tesiri yapıyor? Buna verilecek cevap, çokkolaydır.Çöl demek, «Şammar» île «Aneze» demektir. Bu ikimuzazzem ve iğtinâmcı Arap aşireti, çölün müsaîlah hâkimleridir.Bugün Irak berriyyesi, Şammarlıların, Şam berriyyesiise Anezelilerin elindedir. Bu iki aşiret, badiyenin ma'mûreile temas eden ve ma'mûreyi haraca bağlıyan iki seferber ordusudur.Malumdur ki herhangi seyyar bir aşiret ya nefsini müdafaaiçin, yahut başka aşiretlerden «huve» almak ve vermedikleritakdirde sürülerini yağma etmek için daimî seferberlikhayatı yaşayan bir ordu gibidir. Bu ordu daima çöl ağzındabulunan köylere hücum ederek sürülerini iğtinam eder.Bu vaziyetin en tabiî neticesi, bu köylerin, silâhlanarak ha-130


zerîİlkten bedevîliğe rücu etmektir. Silâhsız bir halk, müsellâhbir orduya komşu olarak yaşayamaz. Garbî Anadolu'daYunan ordusu ne mahiyette idiyse, çöldeki Şemmar ve Anezeaşiretleri aynı mahiyettedir.Çöl ağzında bulunan halklar ilânihaye bu hale tahammüledebilirler mi? Edemezlerse, kendilerinin de muhkîmhayatı terkederek Sammar ve Areze gibi birer seferber orduhaline gelmeleri icap etmez mi?İşte çöl ağzında yaşayan Kürtlerin göçebe hayatı yaşamasınınsebebi budur. Aşiret hayatını yaşaması ise, çöldedüşmanlar arasında daimî muharip olarak yaşayabilmek üzerelâzım olan tesânüdü temin içindir.Çöl ağzındaki Kürtler de Sammar ve Aneze gibi, daimîseferber birer ordu haline girdikten sonra, arkalarındaki mukimve çiftçi köylerin başına onlar da birer belâ kesilirler.Binaenaleyh, bu köylerin de daimî seferberliği icra ederek,göçebe aşiretler haline gelmesi zaruridir, işte bu zaruret,Kurûn-i ûlâdan beri çöl ağzında başlıyarak ma'mûreninen iç taraflarına kadar sirayet etmektedir. Belki Sammarve Aneze'nin adlarını duymamış olan halklar bile onların bumüteselsil tesiriyle, nasıl olduğunu bilmeksizin, göçebe veseyyar hale gelmektedirler. Göçebe olmayanlar, hiç olmazsadüşmana karşı kuvvetli bir tesânüd teşkilâtına malik olmakiçin, mukîm aşiretler şeklini alırlar.Görülüyor ki Kürtleri göçebelik, yahut aşiret hayatınamahkûm eden âmil, «Çöl» ağzında bulunmalarıdır.Çöl demek, bedevî Arap demektir. Ezelden beri bedevîolan Araplara komşu olmalarından dolayıdır ki Kürtler hiçbirzaman göçebelikten ve aşiret bünyesinden kurtulamamışlardır.Kurûn-ı ûlâda, Kurûn-ı vustâda, Kurûn-ı âhîrede Kürtlerdaima göçebe ve aşiret halinde yaşamaktadırlar. Bir türlü buhayattan kurtulamıyorlar. Çünkü, bir sû-i tesadüf neticesiolarak eskiden beri bâdiye ile yanyana yaşamağa mecbur ol-131


muş ve bedevî Arapların irtica' doğurucu temaslarına maruzkalmışlardır.Demek ki Araplıkla temas etmemiş olsaydı, Kürtlükçoktan bu göçebelik ve aşiret hayatına veda edecekti. Demekki bedevî Araplarla komşu olarak yaşamak, Kürtler içinbüyük bir felâket olmuştur.Şimdi, bir de Türklerle komşu olarak yaşayan Kürtlerebakalım. Görürüz ki, Araplardan uzak ve Türk şehirlerinekomşu olan Kürtler göçebelikten, aşiretlikten ve hattâ onlarınneticesi olan gayr-ı resmî feodalizmden tamamiyle kurtulmuşlarve Türk köyleri gibi birer komün hayatı yaşamaktadırlar.Çünkü Türk, ötedenberi göçebelik ve aşiret hayatınıterketmiş, demokrat bir içtimaî bünyeye malik olmuş, medenîhayatta büyük muvaffakiyetler göstermiştir. Bundan anlaşılırki Türklerle komşuluk etmek, Kürtler için en hayırlıbir tesir yapmış ve yapmaktadır.Esasen Kürtlerin göçebelik hayatına fıtrî bir merbutiyetleriyoktur. Göçebelik merhalesinden atlayarak yarım göçebehayatı yaşamaları da, buna delildir.Kürtlerde, ekseriya, aşiretler, senenin bîr kısmındaseyyar, diğer kısmında mukîm bir hayat yaşarlar. Bunlara«yarım-göçebe» denilir. Yarım-göçebeler, göçebelikle mukîmlikmerhaleleri arasında bölünüp zü'l-ma'işeyn bir hayatyaşayan aşiretlerdir. Bu iki aşiret müstesna olmak üzere, bütünKürt göçebelerinin yarım-göçebe haline intikal etmesi,Kürtlerin, mukîmciliği göçeebliğe tercih ettiklerini gösterir.Zavallı Kürtler, göçebeliği ve aşiretliği terk etmek için heran hazırdırlar. Onların istediklerinden birincisi, Arap bedevîlerindenuzaklaşmak ve onlarla komşuluk ve vatandaşlıketmemektir. İkincisi, Türklerle beraber yaşamak, onlarla vatandaşlıketmektir. Kürtlerin Türklerle olan muhabbet vesadakatları sebepsiz değildir. Kürt, gayet zeki ve ferasetlidir.Kendisine hayrın kimden ve şerrin kimden geleceğini132


pek âlâ bilir. Onun içindir ki Türklere dört elle sarılmıştır.Anca beraber, kanca beraber diyor.İhtimal ki bu müddeâma itiraz olarak şunu diyeceklerdir:Türklerden «Türkmen» namını alan aşiretler yok mudur?Bunlar da göçebe, yahut yarım-göçebe hayatı yaşamıyorlarmı? Bunların Kürtler üzerindeki tesiri de, Şammar ile Aneze'nintesirlerine benzemez mi?Bu itiraza vereceğim cevap şöyledir: Türkiye'nin hangitarafında yarım-göçebe ve aşiret hayatı yaşıyan Türkmenleretesadüf olunuyor? Cümlesi Arabistan hududunda değlimi?Cenuptan şimale doğru Bayatlar, Kara-Uluslar, Tatlar,Tel-A'far Türkmenleri, Cerablus Beğdillleri, TürkmenCulabı, Adana'nın Üregirleri ve Aydınlıları, Antalyanın Varsakları,umumiyetle ya çöl ağzında bulunan, yahut Arabistanakomşu olan Türkmenler değli midir? Niçin diğer Türkmenler,umumiyetle mukîm hale gelmişken, bunlar hâlâyarım-göçebe ve il hayatı yaşamaktadırlar? Çünkü, Arabistanhududunda bulunan Türkmenler de, Kürtler gibi büyükbir felâkete duçar olmuşlardır. Bu felâket «çöl» ile yahut endoğru tabiriyle bedevî Araplarla komşu olmaktır. BâdiyeninArapları, cemiyyet-i cahilliyyeye o kadar sıkı bir surette bağlanmışlardırki, ne İslâmiyetteki binlerce mîlletleri istihaleyeuğratan bir dinin, ne de Abbasiyye ve Emeviyye Hilâfetlerigibi siyasî teşkilâtların onlar üzerinde devamlı birtesiri olmamıştır. Arap aşiretleri, ancak yüz sene kadar devlethayatı yaşadılar. Bundan sonra tekrar çöle çekildiler vesiyah çadırlarla dolaşmaya başladılar. Binaenaleyh Arap bedevilerininbugün de mukîm olmağa hiç bir kabiliyetleriyoktur.İşte, bu beyanat, ilk suale pek sarih bir cevap veriyor.Kürtlerin menfaati, Araplardan uzak ve Türklere yakın yaşamaktadır.Türkmenlerinki de böyle.133


XXIV.MİLLETLER CEMİYETİDün meçhul Filozof, galeyanlı idi. Coşkun bir lisanlaşu sözleri söyledi:— Milletler Cemiyeti, bir gün, olacak. Fakat, bugünhenüz zamanı değildir. Çünkü Milletler Cemiyeti vücuda gelmekiçin, çok kuvvetli bir cihan efkâr-ı-âmmesi'nin mevcutolması lâzımdır. Halbuki bugün cihan efkâr-ı-âmmesi, millîefkâr-i-âmmelere nisbetle çok zayıftır. Bugün zavallı kadınlarve çocuklar üzerine tayyarelerle bomba atılmasınıkabul eden bir efkâr-iâmmeye, cihan efkâr-i âmmesi denilemez.Hür milletlerin manda altına alınıp esaret içinde ezilmesinikabul eden bir hey'ete de, Milletler Cemiyeti denilemez.,Saniyen, her devlet istiklâlinden ve hâkimiyetinden birkısmını terk ederek, bir Cihan Devleti'nin tabiiyeti altına134


girmeği kabul etmelidir. Bu Cihan Devleti, yalnız Avrupaolamaz. Zira Avrupa efkâr-i âmmesi, cihan efkâr-i âmmesidemek değildir. Avrupa âlemi, tek başına insaniyetitemsil edemez. Ancak Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Okyanusyalıve Amerikalı ne kadar iptidâi, mutavassıt, müterakkîaşiretler ve milletler varsa, bunların hepsinin mümessillerindenmürekkep bir meclise itimat edilebilir. Bugünkü MilletlerCemiyetinde böyle bir mahiyet var mıdır? Olmayınca, onanasıl Milletler Cemiyeti nâmı verilebilir?Sâlisen, hakikî bir cihan efkâr-i âmmesi ve bütün cemiyetlerinmümessillerinden mürekkep bir hey'eti mevcut farzedeiim.Millî teşkilâtlarda olduğu gibi, teşriî, kazâî ve icrâînâmları verilen üç kuvvete mâlik değilse, yine onun hiçbirhükmü olamaz. Demek ki, cemiyetin, iptida, bir teşriîmeclisi lâzımdır. Buna «Cihan Parlâmentosu» diyebiliriz.Bu parlâmento, cihan efkâr-i âmmesi muvacehesinde hür veserbest olarak müzakere etmelidir. Bunun azalarını da hürve müstakil Darülfünunlar, Barolar, Tabip Cemiyetleri, MuallimCemiyetleri gibi ilmî ve ahlâkî cemiyetler intihap etmelidir.Sîyasî hey'etlerin intihabı hiçbir işe yaramaz.Bu Cihan Parlâmentosu, kendi âzası arasından bîr CihanKabinesi intihap etmelidir. İcra kuvveti, bu beynelmilelkabineye verilmelidir. Fakat, bunun elinde beynelmilel birsatvet-i askeriyye teşkilâtı da olmalıdır.Milletler Cemiyetinin berriyesi, Fransız ordusundan,bahriyyesi, İngiliz donanmasından, maliyesi, Amerika hazinesindendaha kuvvetli ve daha zengin olmalıdır.Böyle olmazlarsa, Cihan Parlâmentosunun teşrî' ettiğibeynelmilel kanunlar ve Cihan Kabinesi'nin icra için verdiğikararlar, hiçbir ehemmiyeti hâiz olamaz.Bundan başka, milletler arasındaki siyasî ve iktisadîdavaları bitarafane ve adilâne bir surette halledebilecek CihanMahkemeleri lâzım gelir. Cihan Kabinesi, bu Beynelmi-135


lel Mahkemelerin verdikleri hükümleri icra ile mükellef olmalıdır.Şimdi, bu gibi teşkilâtlar mevcut mudur? Hayır! Fakat,böyle bir teşkilâtın uzak, yahut yakın bir yarında vücudageleceğine kuvvetle imanım ve ümidim vardır.İstikbale ait büyük mefkureye ruhen rabt-ı kalb edelim;Fakat, henüz mevcut olmayan bu muazzam teşkilâtın mevsimsizbir turfandası olan bugünkü Cemiyyet-i Akvâm'a hiçbirveçhile itimat edilemez. Bahusus, azasının altısı İngilizmemurlarından ve adamlarından ibaret olan bu meclis, hiçbir zaman, bilhassa İngilizler'e mahsus işlerde bîtaraf olamaz.Bu meclisin teayyüd kuvveti, ancak ahlâkî müeyyideolabilir. Fakat, bunu da şâir milletler üzerinde emperyalizmikabul eden bir meclisten beklememelidir. İslâm milletlerive şâir Şark milletleri hakkında manda'yı kabul edenve teslîhâtı men' için ciddî bir surette çalışmayan bir hey'-etten ne beklenebilir?O halde Musul Meselesi'nin bu meclise tevdîi halinde,âdilâne bir karar almağa imkân yoktur. Türkiye'nin kendimukadderatını böyle meşkûk hey'ete emanet etmesi doğrudeğildir. Fakat, elde başka çâre yoksa, bu tehlikeli işi de birkere tecrübe etmek zarurîdir.Bakalım, bu hey'et, Musul ahalisinin arasına referandumtarîkiyle müracaat edecek mi? Veyahut orada yaşayanhalkların menfaati, hangi şıkta olduğunu arayacak mı?Musul ahalileri ve bilhassa Kürtlerle Türkmenler veTürkler kendilerini halkçı bir cumhuriyete davet eden Türkiye'yemi, yoksa, Kurun-ıulâdan beri kendilerini aşiretliğeve göçebeliğe mahkûm eden Arabistan'a mı iltihak ederlerse,medeniyetçe müstefid olacaklarını aramalıdır.Cemiyet-i Akvam, bu cihetleri nazari dikkate almazsa,bugün ihtimal ki henüz zayıf olan cihan efkâr-i âmmesi136


huzurunda, büsbütün sukut edecektir. Bugün beynelmilelbir hukukun maddî müeyyideleri yoksa da, beynelmilel.ahlâkınmanevî müeyyideleri mevcuttur. Bakalım Cemiyet-iAkvam, bu müeyyidenin tesirini hissedebilecek mi?137


XXV.CUMHURİYETİN ESKİLİĞİDün yine meçhul fliozofla beraberdik. Bu suretle sözebaşladı:— Cumhuriyet, siyasî teşkilâtların en mütekâmilidir;binaenaleyh, en mütaahhiridir. Siyasî tekâmülün son merhalesi,cumhuriyettir.Fakat, «iki uç, bîrîbirine dokunur» suretinde bir kaidevardır. Cemiyetlerin en iptidaî merhalesine kadar çıkarsak,yine cumhuriyeti görürüz.Cemiyetlerin en iptidaîsi «Totemlî semîye»lerdîr. Bucemiyetin, şahsî velayeti haiz bir reisi, bir beyi yoktur. Semiyereisi, dinî âyinler icrası için intihap olunan bir ihtiyardanibarettir. Avustralya semiyeleri bu haldedir.Totem, semiyenin ismini taşıyan bir hayvan, yahut nebattır.Aynı zamanda totem, semiyenin maşerî vicdanından138


ibarettir. Semiyenin velâyet-i âmmesi, totemine aittir. Toteminhâkimiyeti demek, maşerî vicdanın hâkimiyeti demektir,Totem, hâkim bulundukça maşerî vicdan hâkim olacağından,Totemizm teşkilâtı, içtimaî tekâmülün başlangıcındayaşayan bir nevi iptidaî cumhuriyet demek o!ur.Filhakika, bugünkü cumhuriyetle, o günkü cumhuriyetarasında büyük bir fark var. Hiç, tekâmülün başlangıcındabulunan bir teşkliât tekâmülün sonuna gelen teşkilâtın tamamiyleayni olabilir mi? Cemiyetin başlangıcında bir nevidemokrasi, bir nevi feminizm de görürüz. Bunlar da içtimaîtekâmülün son merhalesine ait manzumelerdir. Fakat, bunlarda vaktiyle bu mütekâmil sistemlerin başlangıcındagörünmüşler, ondan sonra kaybolmuşlardır. Bugün yine birerbirer meydana çıkıyorlar. Aradaki fark, bunların intihâîleriteşriî kanunlara istinad ederken, iptidailerinin yalnız «töre»lere istinad etmesidir.O halde totemizm, semiyelerîn cumhuriyeti demektir.Zira totemizm devrinde, semiyenin şahsî bir reisi yoktur.Bunun delili şudur ki, «Totem», bizzat semîyeye aittir. Busemiye reisi, onu henüz benimsememiş, kendi hesabına zaptetmemiştir. Zaten, böyle birşey yapıldığı gün, toetm, ma'şenlikten ferdîliğe intikal etmiş, ferdî hâkimiyeti doğurmuşolur. Bu zamanda artık semiye bir cumhuriyet değildir. Zirahâkimiyet, semiyeye değil, onun totemini kendi namve hesabına gasbeden reise aittir.Görülüyor ki, siyasî tekâmülün son merhalesi cumhuriyetolduğu gibi, başlangıcında da ilk merhalesi cumhuriyyettir.Hâkimiyet ibtidâ semiyeye ait iken, sonra ferdîleşiyor.Bu suretle, velâyet-i âmme, vilâyet-i ferdîyeden,Hukuk-u âmme, hukuk-u ferdiyyeden daha evvel teşekkülediyor.Şimdi de, bu istihalenin sebeplerini arıyalım.Sosyologlardan Davy, bu sebebi, «potlaç» adlı bir âdettebuluyor. Şimali Amerika'nın garp tarafında «Haida, Tlin-139


git, Kvvakiuti» adlı üç kavim vardır. Bunlarda potlaç kaidesinibütün tafsilatiyle görüyoruz.Potlaç, karşıdaki tarafı, karşılık yapmaktan âciz bırakacakderecede israf yapan, davetlerine meydan okuyanbüyük bir ziyafettir. Meydana karşıki tarafın yiyeceğindençok fazla yemekler konur, umum il tarafından yemek yendiktensonra, kalan tepeler gibi yığılmış etleri, küpleri dolduraniçkileri vesair yemekleri alıp gitmeleri teklif olunur.Bundan başka ne kadar bakır kazanları ve postekiden yorganlarıvarsa, hepsini getirir ortaya atar. Karşıki taraf derhalbunları kaldırmağa ve ziyafete mukabil, daha müsrifânebir ziyafet vermeğe borçlu olur. Eğer bu borcunu ödemez,daha tantanalı bir ziyafet yapmazsa, ziyafette bulunanlartotemlerini kaybederler. Çünkü, ziyafeti yapıp da davetlileremeydan okuyan, karşıdakilerin mukabele edemediklerini,yani âciz kaldıklarını görünce, bunların totemlerini yenmişve totemle.beraber semiyenin hâkimiyetini de kendi hesabınamaletmek üzere mensup oldukları zümreden gasbetmişolur. Bu gasp üzerine, semiyenin maşerî vicdanınaait olan velâyet-i âmme, bir ferdin, yahut bir sülâlenin özmalı olur. Bundan sonra semiyede artık cumhuriyet mahiyetikalmaz. Çünkü totemin ve onun vasıtasiyle velâyet-iâmmenin gasp edilmesiyle, semiye feodal bir vaziyete girer,semiyenin reisi feodal bir reis mahiyetini alır.Bir semiye iptida kendi semiyesini hâkimiyeti altınaaldıktan sonra, semiyesinin mensup bulunduğu kabilenin bütünsemiyelerini ayni muameleye maruz kılar ve bu suretleonları da hâkimiyeti altına alır. En sonra, aşiretin karşıkikabilesine ziyafet çekip ona da meydan okuduktan sonra,müsrifâne ziyafeti mukabelesiz kalırsa, onu da hâkimiyetialtına almış olur. Bu suretle kabilelerden ve semiyelerdenmürekkep koca bir aşiret, bir ferdin yahut bir sülâlenin hâkimiyetialtına girmiş olur. Bu muamele, daha sonra, başka140


aşiretler hakkında da tatbik olunur. Ferdî hâkimiyetin dairesigittikçe büyüyerek sultanlığa kadar çıkar.Şimdi bu müesseseleri Türklerde arıyalım: Bakalımbulabilir miyiz: Eski Türkler de toteme «ongun» adını verirlerdi.Câmi-üt-tevârih'in beyanına göre «Ongun», mübarekmânâsına olan «oytun» kelimesinden gelir. Oğuz boylarınınmuayyen ongunları vardı. Oğuzlardan herbiri kendi ongununumübarek tanır, onlara çok hürmet eder, ok atmaz, etiniyemezdi. Bu ongunlar: «Şahin, kartal, tavşancıl, sungur,uç kuş, çağrı» dır.Bidayette ongun ve tamga, boya yani halka aitti. Ozaman her boy bir cemiyet mahiyetinde idi Sonra, boyunreisi, kendi boy halkına çok mutantan ziyafetler yaparak,boy halkını hâkimiyeti altına aldı. Eski Oğuz Türkçesindebu muhteşem ziyafete «Şölen» adı verilir. Ongun, «totemdinTürkçesi olduğu gibi, şölen de «potlaç» in, «toy» «ziyafetin»Türkcesidir. Dede Korkut, kendi kitabında (sayfa: 9) derki:«Dirse Han, «dişi» ehlinin sözüyle ulu toy eyledi.Hacet diledi. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koçkırdırdı.İç-Oğuz, Taş (dış) - Oğuz Beylerinin üstüne yığnaketti. Aç görse doyurdu, çıplak görse donattı, borçluyu borcundankurtardı. Tepe gibi et yığdırdı. Göl gibi kımız sağdırdı»^).Yine Dede korkut der ki: (s. 4) «konuğu gelmeyenkara evler yıkılsa, yegl»Oğuz şölenleri çok debdebelidir. Dede Korkut der ki(s. 3): «Er, malına kıymayınca adı çıkmaz». Bununla beraber,Oğuzlarda şölenin bîr nev'i daha vardır ki cömertliğin,1) —• Zijra Gökalp'm faydalandığı kaynak, Kilisli MuallimRifat (BilgeVm hazırladığı ve 1916'da İstanbul'da basılan Kitâb-ıDede Korkut Alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân (Oğuzların Diliyle DedeKorkut Kitabı) isimli eserdir.141


ibzâlin ve meydan okumanın derecesini gösterir. Şölenin bunev'ine «Yağma Şöleni» denilir. Bu şölenlerde ziyafet sahibi,zevcesinin elinden tutarak otağı terk ederdi. Kalanmalı, orada bulunanlar tarafından yağma edilirdi. Dede Korkutkitabının 165 inci sayfasında şöyle yazılıyor: Üçok,Bozok yığnak olsa Kazan, evini yağmalatırdı. Kazan bir günyine evini yağma ettirdi. Fakat, «Dış-Oğuz» beraber bulunmadı.Yalnız «İç-Oğuz» yağma etti. Ne zaman Kazan eviniyağmalatsa, helâlinin elini alarak dışarı çıkardı. Bütün malınıyağma ederlerdi. İşte Acemlerin «Hân-i yağma» dedikleri«yağma şöleni» budur.Yağma şöleni, Potlaç'ın en karakteristik bir şeklidir.Şimdi, Amerika'nın garbın da ki yerli aşiretlerde Potlaç'ın buderecesine az tesadüf edilir. Bu ziyafette, davetçinin bütünserveti yağma ediliyor. Eğer davetliler bu ziyafetten daha büyükziyafet yapmazlarsa, bizzarur davet sahibinin hâkimiyetialtına girerler. Meselâ, Salur-Kazan senede bir kere, bütünservetini yağma ettirmekle, kendi kolu olan İç-Oğuz, gibiDış-Oğuz'u da hâkimiyeti altına almak istiyor. Bu müddeâmnen bariz delili, yalnız İç-Oğuz'a hasredilen bu ziyafeti haberalır almaz Dış-Oğuz Beylerinin, Salur-Kazan'a artık tâbikalıp kalmıyacaklarını münakaşa için toplanmalarıdır.Görülüyor ki, Salur Kazan Dış-Oğuz'u ziyafetine davetetmemekle derhal onlar üzerindeki hâkimiyeti sukut etti. Dış-Oğuz Beyleri artık Salur Kazan'ı metbû' tanımamağa vekendilerine yapılan haksızlığın intikamını almağa karar verdiler.«Taş-Oğuz Beylerinden Oruz Emen ve Kalan Beyler bunuişittiler. Dediler ki: Bak bak şimdiye kadar Kazan'ın eviniberaber yağma ederdik. Şimdi niçin beraber olmuyoruz?İttifakla, cemi' Taş-Oğuz beyieri Kazan'a gelmediler, Adaveteylediler» (Dede Korkut, sayfa: 165).Görülüyor ki kendisine tâbi olan «Oış-Oğuz»u yağmaşölenine davet etmemekle, Salur-Kazan bunlar üzerindeki142


velâyet-i âmmesini, Metbûîyyetinî, hâkimiyetini derhal kaybetti.Çünkü daha evvel onlar üzerindeki bu sıfatlarını, ancakşölen ve bilhassa Yağma-Şölen'i vasıtasiyle kazanmıştı.Yukanki hikâyeden anlaşılıyor ki, Salur-Kazan, iki türlüyağma şöleni yapıyordu. Birine yalnız kendi taifesini,yani solkol olan Üçok'ları «İç-Oğuz» lan davet ediyordu.Bu ziyafetin gayesi, ötekine nisbetle, kendi has aşireti olanİç-Oğuz üzerindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmekti. Bu ziyafette,Dış-Oğuz'un bulunmasına lüzum yoktu.Ziyafetin ikinci nev'i, iç-Oğuz'dan başka Dış-Oğuz'unda velâyet-i âmmesini ele geçirmek, her ikisini de hâkimiyetialtına aftnaktı. Bu ziyafette her ikisinin de bulunması lâzımdı.Çünkü, hâkimiyet, iki aşiretten mürekkep olan il üzerindeteessüs edecekti.Bozok beyleri, Üçokîara mahsus olan bir ziyafete iştiraketmediklerinden dolayı, isyan ettiler. Haksızdılar. Çünkü,Salur-Kazan bu ziyafetle, kendi koluna mensup boylarıntotemini ele geçirmek, yani onların tabiiyetindeki sadakatlarınıkuvvetlendirmek istemişti.Eski Türklere göre asalet de, gökten yere inen bir nursütunundan doğmuş olmakla kaimdi. İptida, bu nurdan doğmakve asaleti haiz olmak şerefi bütün il'e.&it bulunuyordu.O zaman Türk cemiyetleri için «demokratik ve cumhûrîdir»demek muvafıktı. Sonraları, bir reis çıkarak nurdan doğmakşerefini ilden gasp ile, bunu kendi sülâlesine hasretti. Buhal de, velâyet-i âmmenin cemiyetten alınıp bir sülâleyeverilmesini anlatır. Bazen de, il zayıf bir kuvvete sahip iken,reis, kendi sülâlesine o hayvana galip olan diğer kuvvetli birhayvanı totem ittihaz eder. Meselâ, öz sülâlesini kunlarda(koyunlularda), kurt totemine, tuhsinlerde (Tosunlularda)arslan totemine sahip etmek, o sülâleye kuvvetli bir hâkimiyettemin etmek demektir.143


Eski Türklerde, halkın hükümete vergi vermediği ve bilhassahükümdarın halkı beslediği Orhun kitabesindeki şuibareden anlaşılır: «Zengin bir halk üzerine hükümdar nasbolunmadım.Türk Milleti azdı, çok ettim, açtı, yedirdim, çıplaktı,giydirdim».Görülüyor ki, gerek Oğuzlarda, gerekse Türklerde şahsîhâkimiyet ve ferdî saltanat, potlaçtan doğmuştur. Totem,hâkimiyeti maşerî vicdana hasrederken, potlaç vasıtasiylebu totemin ele geçirilmesi, hâkimiyeti ferdîleştirmiştir.O halde, eski Türklerde, bir taraftan, ongunun başındangeçen inkılâplar maşerî hayattaki inkılâpları gösterdiğigibi, Amerika'nın şimal-i garbî Hindlilerine mahsus potlaçile eski Türklerdeki şölen ve yağma şöleninin, hâkimiyetiferdîieştîrmek hususunda büyük bir tesirleri olmuştur.Potlaçın haricinde harpte muzaffer olmak da, evvelâ alınanesirler üzerinde, saniyen bütün halk üzerinde ferdî hâkimiyetinteessüsüne bâis olmuştur.144


XXVI.İKTİSADÎ ADEMİ MERKEZİYYETDün meçhul filozoftan, iktisadî muvafakiyetlerimizinaskerî ve siyasî muzafferiyetierimizle neden hem-âhenk gitmediğinisordum.Şu cevabı verdi:— İktisadî hayat, siyasî ve askerî hayatlara benzemez.Birincisi pek az maşerî vicdana taallûk eder. ikincisi ise tamamiyleondan kuvvetini alır. İktisadî hayatta, altının, elmasın,incinin, dantelânın, kürkün kıymetçe yükseklikleri,maşerî vicdanın onlara fazla kıymet vermesinden ileri geliyor.Fakat ekmeğin, peynirin, etin, patatesin kıymetlerinifertlerin uzvî ihtiyaçları tayin ediyor. Evvelkilerin maddî faydalarıolmadığı halde, iktisadî kıymetleri çok fazladır. İkincileriniktisadî kıymetleri maddî faydalarının neticeleridir.Demek ki, iktisadî hayatın ekseri tecellileri maddeden do-145/10


ğuyor ve ona istînad ediyor. Charles Gide'e göre iktisadîfaaliyetlerin temelleri maddî ihtiyaçlardır. Bana göre, bediî,ihtiyaçları da maddî ihtiyaçlara ilâve etmelidir. O zaman,iktisadî hadiseler refaha taallûk eden hadiselerdir denilebilir.Altının elmasın, incinin, dantelânın, kürkün çok kıymetliolmaları, bu şeylerin bediî güzellikleri dolayısiyledir.Bu bediî kıymetler istisna edilirse, iktisadî hayatın maşerîhayatla hiçbir alâkası yoktur. İktisadî tekâmül, meslekî teşkilâtla,binaenaleyh, taksîm-i a'mâiin ve ihtisas zümrelerininteşekkül etmesiyle alâkadardır.Memleketimizde taksîm-i a'mâiin derinleşmesi, Hükümetinelinde değildir. Taksim-i a'mâl, içtimaî kesafetin çoğalması,demek, nüfusun artması demektir. Nüfusun artması,doğuş vasıtasiyle olduğu gibi, muhaceret tarikiyle de hâsılolur,Hükümet, muhacir meselesine çok ehemîyet vermekle,iki gaye takip ediyor. Birincisi millettaşlarımızı zalimlerinelinden kurtarmak, ikincisi memleketimizde içtmaî kesafetiarttırmaktır. Bugün hariçte, Balkan devletlerinin zulmü altındabîr milyondan ziyade Türk var. Bunların Ana vatandatoplanmaları, milletimizin içtimaî hacmini arttıracaktır.Hükümet, diğer taraftan, şimendifer, banka, borsa gibiiktisadî âmiller vücude getirmeğe çalışıyor. Bu âmiller vücudagelirse, iktisadî faaliyet kendi kendine inkişaf edecektir.Çünkü, ferdî uzviyetler, maddî ihtiyaçlarının tatminini istiyorlar,ferdî ruhlar da refah istiyorlar, hattâ bazen lüksbir hayat istiyorlar. İşte iktisadî faaliyetin âmilleri bunlardır.Hükümet yalnız vasıtaları ihzar edebilir. İktisadî hayatıinkişaf ettirecek, taksîm-i a'mâldir. Onu da vücûde getirecekhükümet değildir. O halde, iktisadî teşkilâtları kendibaşına bırakmak mı lâzım? Eğer bunlara hükümet müdaheleedecekse, bu suale «evet» diye cevap veririm. Dünyanın hertarafında, iktisadî hayat, siyâsî hayata «Gölge etme başkaihsan istemem» demektedir.146


Sosyolojinin hakikî müessesi olan Durkheim, «Ben bütündiğer sahalarda merkeziyetçiyim. Yalnız, iktisadî sahadaadem-i merkeziyyetçiyim» diyor. Buradaki adem-i merkeziyyettenmaksat, hükümetin iktisadî işlerde merkez olmamasıdır.Görülüyor ki iktisadî işler, velâyet-i âmmenin kolaycahalledebileceği işler değil. Bu işlerde velâyet-i âmme değil,velâyet-i meslekiyye selâhiyettardır. Meselâ, avukatlara aitmeseleleri «Baro» nun hukukî velayetine arz etmelidir. Tabiplikve eczacılığa müteallik maddeleri Tabipler Cemiyetininvelâyet-i tıbbiyyesi halleder. Pedagoji meselelerinin halli,Darülfünunla Muallimler Cemiyetinin meslekî velayetinemuhtaçtır. Velayeti, yalnız velâyet-i âmme ile velâyet-i hâssadenibaret farz etmemelidir. Taksim-i a'mâlin ve ihtisasınderin bulunduğu bir memlekette meslekî velayet de kuvvetliolur. Taksim-i a'mâl ve ihtisas kuvvetli bulunmayan yerlerdeise, ihtisasa muhtaç olan işlerin halli de velâyet-î âmmeyekalır. Halbuki velâyet-i âmmeyi haiz bulunan zatlarınbütün bu ihtisas işlerini bilmesi mümkün değildir. Her ihtisasdairesine ait bilgileri büyük allâmelerden ve hezarfenlerdenziyade, mütehassısı bilir. Allâme, her şeyi bilen demektir;hezarfen herşeyi yapan demektir. Bugün artık bunlarakimse itimat etmiyor. Kıymet, yalnız azçok ihtisası bulunankimseye veriliyor, ve bunlara da ancak kendi ihtisasları dairesindekıymet veriliyor. İhtisaslarının haricine çıkarlarsa,bunlara da artık kıymet verilmiyor. Bu halet, bir terakki eseridir,Taksîm-i a'mâlin vücudu tamamıyle inkişaf etmedenevvel, lüzumu anlaşılıyor. Taksîm-i a'mâlin inkişafı, büyükşehirlerde nüfusun çoğalmasına ve muttasıl hareket etmesinemütevakkıf. Teessüf olunur kî taksîm-i a'mâl, Hükümetinelinde değil. Fakat muhacir celbiyîe, izdivacın teşvikiyleve doğan çocukların hıfzussıhhaya istinaden yaşamlarınınteminiyle nüfus üzerinde müessir olabilir. Yollar, şimendiferler,bankalar, borsalar yapmakla da iktisadî hayatın mecralarınıhazırlamış olur.147


Bu sözlerden, bizde «Hükümet, iktisadî işlerde hiç müdaheleetmesin» manasını çıkarmamalı. Ben bilâkis Hükümetinbir «Millî iktisat» programına malik olmasını son derecelüzumlu görenlerdenim.— O halde, «iktisadî adem-i merkeziyyet»ten maksadımıznedir? Hükümetin iktisadî işlerde de merkez olmasınıniçin istemiyorsunuz?— Çünkü, bugünkü günde her devletin memurları,hep siyasî kuvvetler tarafından iş başına getirilmiş siyasetadamlarıdır. Siyaset adamlarının ise, mutlaka hepsi iktisatmütehassısı değildir. Charles Gide diyor ki: «Bulgaristan'­dan daha büyük şirketlerin bir saat gibi intizamla işlemesi,şirketlerin siyasî memurlar tarafından idare edilmeyip, iktisatçımemurlar tarafından idare edilmesindendir.» O haldebir devletin idaresi, iktisatçı memurlar tarafından yapılabilmişolsaydı, o devlet de iktisadî işlerinde tamamiyie muvaffakolurdu. Fakat maateessüf, bugün bütün devletlerin memurlarısiyasî memurlardır. Bütün iktisadî işleri yalnız iktisatmütehassısları tarafından idare olunan bir devlet vücudageldiği gün, «Devlet, iktisat işlerine karışmamalı» kaidesiortadan kalkar. Çünkü devlet, iktisatça selâhiyet sahibiolan ellerde bulundukça, iktisadî işlere karışabilir. Fakat,bugünkü gibi, bütün işler siyasî memurların elinde iken karışamaz.148


XXVIII.ESKİ TÜRKLERİN DÎNİDün meçhul filozof şöyle diyordu:Avrupalı türkîyatçılar, eski Türk dîni hakkında yanlışbir kanaat edinmişlerdir. Avrupalılar eski Türk dinine «Şamanizm»derler. «Şaman» Türkçe «kam» kelimesinin Tibet'tealdığı şekildir. Kam, «Kâhin» mânâsındadır. (Mahmut Kaşgarî).Bundan başka, «kam», ruhanî bir tabiptir. Nevrozlarıtedavi ederler. Fakat, tedavi vasıtaları «sihirbazlık»tır. Şamanizm,bîr din değil, kehaneti ve ruhanî tababetle karışıkbir sihirbazlıktır.Eski Türkler hem dîne, hem de dinin kitabetine «nom»adını verirlerdi. Ruhanî reise de «toyun» derlerdi (MahmutKaşgarî). Cihangüşâ'mn beyanına göre, bir zaman hakanlarındanbiri, toyunlaria kamları imtihan etmiş. Kamlar, birtakımsihir oyunları yapmışlar, sîhrî hünerler göstermişler.149


Toyunlar da kendi «nom» adlı kitaplarını okumuşlar. Bundaahlâkî kaideler varmış. Hakan toyunların dinî sistemlerinitercih etmiş. Şamanizm ikinci derecede (sihir menzilesinde)kalmış. Ben, bu gibi birçok delillere istinatla, eski Türk Dinine«Toyunizm» adını veriyorum!*).Eski Türklerin asıl dini «Toyunizm» idi. Şamanizm denilen,karışık bir sihir sisteminden ibaretti. Sihirin bu suretledine karışabilmesi, eski Türk dininin sihri tahrîm vetel'în etmesindendir. Çünkü, toyunizm sistemi de esasen«sihriyen dinî» bir mahiyeti haizdi. Halbuki bu ittihada binaen,biribirine karşı müsaadekâr ve ihtiramkâr bulunuyorlardı.Toyunizmle şamanizmi biribirinden ayıran en mühimâmil, toyunizmin millî olduğu halde, Şamanizm'in beynelmilelolmasıydı. Toyunlar, yalnız kendi aşiretlerinin mabutlarınakarşı âyin icra edebildiklerinden bunlara, yalnız kendiaşiretlerinin fertleri mgracaat edebilirlerdi. Şamanlarsa,sihir kuvvetiyle bütün aşaire mensup umum mabutlara müracaatedebilirlerdi. Şamanlar, tabip gibi bir nevi sanatkârolduklarından, bunlar, yabancı aşiretlere, illere, hattâ yabancıırklara mensup fertler tarafından da müracaata mazharolabilirlerdi.Sosyoloji ilmine nazaran, dinle sihrin en esaslı farkı,dînin bir «ümmet-eglise»i olduğu halde, sihrin bir ümmetibulunmamasıdır. Ümmet, ayni itikarlara malik olan bütündindaşların teşkil ettiği dinî bir zümredir. Türklerin «il» devrindeher il, dinî bîr ümmetten ibaretti. Çünkü her N'inkendine mahsus — mabutları ve ibadetleri vardı, ildaşlar,ayni zamanda, ayni dinin mü'minleri demekti O halde to-(*) — Abdülkadir inan'a göre, Ziya Gökalp'm «toyunizm» dediğidin «budizm»den başka bir şey değildir. «Sırf itibarî olarakdahi eski Türk dinine toyunizm adı verilemez.» Tarihte ve BugünŞamanizm, Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 1972, s. 1.150


yunizmîn ümmeti vardı, fakat samanizmin yoktu. Samanizminsihir mahiyetinde olduğuna en esaslı delil, budur.Şamanizmle toyunizm arasındaki bu ayrılık dolayısıyle,aralarında biraz da rekabet vardı. Yakut'larda bir şaman,Sieroszevvski'ye şu yolda şikâyette bulunmuş: «Biz halka karşıbu kadar fedâkârlıklar yapıyoruz. Cinlerle, tehlikeli ruhlarlaboğuşarak hayatımızı muhataralara atıyoruz. Toyunlarise halkı soyuyorlar, onlara tahakküm ediyorlar. Böyle iken,halk bizi sevmiyor, onları seviyor.»Sihri dinden ayıran bir başka nokta da sihrin daimadîne zıt hareketler icra eylemesidir ki şamarizmde de buhali görüyoruz.Meselâ, toyunzim sağa kıymet verdiği için Şamanizmsola kıymet verirdi. Çinlilerin rivayetlerine çöre, kendilerielbiselerinin sağ eteğini sol omuzlarına atarlardı. Sağ tarafınıda sol üzerinde iliklerlerdi. Türkler ise elbisenin sol eteğinisağ omuza atarlardı. Solu sağ üstüne iliklerlerdi. Çinlilerbuna istinatla Türklerde sol tarafın daha muhterem olduğunuiddia ederlerdi. Halbuki solun sağdan daha mukaddesolması, yalnız samanizmin bir görüşü idi. Toyunizmsağı daha mukaddes tanıdığı için şamani^m onun zıddınıihtiyarla solu daha mukaddes tanıyordu. Bu iki görüşün birleşmesindensağla solun müsaviliği doğdu.Yine şamanizm toyunizme zıd olmak üzere kadına erkektendaha çok kıymet veriyordu. Samanların sihirde muva**akolmak için kadın kıyafetine girip, kadın gibi ince sesçıkarması da samanizmin din olmayıp, sihir olduğuna delâleteder.Sağla solun zıddiyetindeki fark, başka kavimlerde de^var.Sibirya'nın şarkında yaşayan, «Şokşa» larla «Koryak»larda yazın sağ uğurlu, sol uğursuzdur. Kışın sol uğurlu,sağ uğursuzdur.Gök-Türkler'de yazın yahut ilkbaharda vefat eden bir151


kimsenin cenazesi yaprak dökümü mevsiminde, güzün yahutkışın vefat eden bir kimsenin cenazesi de yaprak açımımevsiminde gömülürdü. (Orhun kitabeleri, Thomsen)Şimalî Amerika Hîndlilerinde, yaz teşkilâtiyle kış teşkilâtıayrı ayrı şeylerdi. Yazın totemli semiyeler, kabile, aşiretlerteşkilâtı hâkimdi. Kışın silsile-i meratibi muhtevi feodalbir din kaim oluyordu.Eskimolarda yazın ayrı bir medeniyet, kışın ayrı birmedeniyet vardı. Eski Türklerde de, yaş ilâhı başka, ksş ilâhıbaşka olduğu gibi; Yazın îoyunizm sistemi, kışın şamanizmsistemi kuvvetliydi.Toyunlar aynı zamanda siyasî reislerdi. Siyasî reisvazifesini gördükleri zaman «tudun aşiret beyi» adını alırlardı.Dinî bir vazife ifa ederken de «toyun» adını alırlardı.Mamafih toyunlar, tudunlara münhasır değildi. Yabgu(İl Beyi) lardan hakanlar ve hattâ ilhanlar bile toyunlardan•sayılırdı. Çünkü, bunların hepsi dinî âyinlere iştirak ederlerdi.Dede Korkut Kitabı'ndaki boy beyleri, hem todun, hemde toyun olan kimselerdir. Bu kitap diyor ki: «Oğuz Beylerininalkışı alkış, kargışı kargıştır.»«Ulu toy eyle, hacet dile, ola kim bir ağzı dualının alkışıyleTanrı bize bri batman iyal (oğul) vere.»Oğuzlarda şaman'a «ozan» denilir. İslâmiyetten sonra«kam» kalkmış fakat «ozan» kalmıştır. «Kam» tâbirinin bazıİzlerine tesadüf ederiz: Kamgan, kam-büre gibi.Ozan kelimesi sonradan çıkma bir kelime değildir.Çünkü Yakutlar şaman'a «oyun» derler ki «ozan» muharrefidir.Yine Yakutlarda dişi şaman'a «odiskan» derler. Bukelimenin «ozan» kelimesinden iştikak ettiği aşikârdır. Demekkî «ozan» kelimesi İslâmiyetten evvel de mevcut idi.152Dede Korkut kîtabı'na göre ozan'ın vazifeleri şunlardır:1 — Şölenlerde oğuzname okuyup, kopuz çalmak,


2 — Bir genç kahramanlık imtihanı verirse, ona advermek ve babasının servetinden hissesini almak.3 — Tehlikeli bîr iş olursa ona müracaat olunur. Meselâ,Deli Kaçardan hemşiresini istemek gibi.Yakutlarda yalnız dört büyük şaman olabilirdi. Eksikfazla olmazdı. Deli Petro mukaddes Kaz'ı göstermek üzereMokova'ya 24 şaman getirmişti. Halbuki Yakutlarda toyunteşkilâtı başka türlü idi. İlk sağ kolu (9), sol kolu (8) aşirettenmürekkepti. Tabii aşiret beyleri de bu miktarlarda idî.O halde 24 aded, toyunların değil, samanların sayısıdır.Samanların «ak» ve «kara» nevileri vardır. Birinciye«Yaz şamanı», ikinciye «Kış şamanı» derler. Toyunlar ise,daima «ak» tırlar. Bir il başka ile tâbi olunca, tabiî toyunlanda tâbi olurlar. O zaman toyunların da karası mevcut olur.153


XXVIII.HALIDün yine meçhul filozofla beraberdik.-— Bizde bir «Halı meselesi» var. Buna dair mütalaanızısöyler misiniz? dîye sordum. Şu yolda cevap verdi:— Bizde bir değil, müteaddit halı meseleleri var. Birincisiboya meselesidir. Evvelce halıcılıkta kullanılan bütünboyalar sabitti. Çünkü bu boyalar umumiyetle nebatiydi.Nebatî boyanın hâssası, yalnız sabit olması değildir. Buboyaların, eskidikçe güzelliği artar. Bugün, nebatî ve sabitboyalı, seneden seneye güzelliği artan eski Anadolu halılarını,yalnız Avrupa'nın müzelerinde görebiliriz.Almanlar ucuz boyalar icat ettiler. Anadolu'nun halıcıları,ucuzluğundan dolayı Aîmanyanın bu madenî ve gayrisabitboyalarını, kendi nebatî ve sabit boyalarına tercihenkullanmağa başladılar. Bugünden itibaren, Anadolu halıları154


kıymetlerini kaybettiler. Az zamanda boyası atan bu halılargayet dûn bir fiatla satılmağa başladı.Almanlar boyacılıkta ileri giderek, hem madenî hemde sabit olmak üzere yeni boyalar icat ettiler. Halıcılardan,ele geçirebilenler bu son boyaları birincilere tercihen kullanmağabaşladılar. Hereke Fabrikası, ikinci nevi boyaları kullanmağaitina ettiği gibi, yegâne halı mubayaacısı olan «Karpet»şirketi de, bu nevi boyaların neşir ve tamimine çalıştı.Bu boyaların birinci nevine «Anilin», ikinci nevine ((Alizarin»boyaları denilmektedir. Anilin boyaları gayri sabitalizarin boyaları sabittir. Fakat her ikisi de madenîdirler.Anîlinli boyalar gibi alizarinli boyalar da eski sabit ve nebatîboyaların yerini tutamazlar. Bununla beraber bugün Anadolu'daen çok satılan halılar ucuzluklarına mebni, Anadolu'nunanilinli boyalariyle boyanan halılardır.Bugün boya meselesi iki maddeye icra olunabilir:1 — Nebatî boyalarımızın yeniden keşfiyle muhafazalarınıntemini, 2 — madenî boyaların istimaline mecburiyethasıl olunca, anilin boyaların kullanılmasına mümanaatla,onun yerine alizarin boyaların kullanılmasını teşvik.Nebatî boyalar münkariz oldu. Fakat bugün aranılsa—belki—- bu eski boyaları bilenler bulunabilir, iktisat Vekâletininvazifesi, iptida bu nebatî boyaları diriltmek veölümden muhafaza etmektir. Bunu yapabilmek için, halı, kilim,cicim yapılan sahalara boya kimyagerleri göndermeklâzımdır. Nebatî boyalar, Türkmenlerin eski zamanlardan?beri kullandıkları millî boyalardır. Türkmenler, vaktiyle yayılmışoldukları Hârzem, Türkistan, İran, Bulucistan, Afganistan,Kafkasya, Musul, Anadolu ülkelerinde, halı imâlederken, yalnız nebatî boyalar kullanırlardı, Anadolu veİran'ın bazı yerlerinde Farslar ve Kürtler de halı, kilim, cicimvesaire yaparken nebatî boyaları kullanırlardı. Komşumilletler, halıcılığı Türkmenlerden öğrendiler. Halıcılık Türk-15S


fere mahsus bir sanattır. Nebatî boyacılık, Türklerin millîkimyasıdır. Müsbet ilme müstenik olmayan bu ihtiyarî kimyanınmuhafazası lâzımdır. Bu kimyayı, ilmî nazariyeler vedüsturlarla muhafaza, tabii edemeyiz; amelî teknikler halindemuhafaza edebiliriz. Fakat, muhafazadan evvel, bu boyalarınkeşif ve tesbiti iktiza eder. Bunu bütün Türkmenlikve Türklük âleminde ve onlara komşuiuk eden İran, Kafkasâlemlerinde aramak çok güç ve hattâ bugün için muhaldir. Ohalde, nebatî boyaların aranması sahasını, şimdilik, yalnızAnadolu'ya hasretmek zaruridir, iktisat Vekâleti, millî, yahutAvrupalı boyacı kimyagerleri vasıtasiyle nebatî boyalarınkeşif ve tesbitini temin edebilir. Bu boyalar, alizarin boyalarınınsabit ve binnisbe ucuz olmasına binaen, artık kullanılmıyacakolsalar bile, fenniyat tarihimize girmeleri lüzumu,onların her halde keşif ve tesbit edilmelerini istilzam eder.Halbuki, halıların, kilimlerin ve cicimlerin güzelliği ancaknebatî boyalarla boyanmalarına bağlı olduğundan, nebatî boyalarher halde, yeniden kullanılacaktır.Madenî boyalar, velev ki alizarinli boyalar gibi sabitolsunlar, nebatî boyaların yerini tutamıyacaktır.Nebatî boyaları kullanmaya imkân olmayan yerlerde vezamanlarda madenî boya istimali zaruridir. Böyle bir ıstırarhalinde, madenî boyaların isitmaline de cevaz verilebilir.Fakat, bu ıstırar halinde bile yalnız sabit olan alizarinli boyalarınkullanılmasına cevaz vardır. Anilinli boyaların istimaliiçin, hiç bir ıstırar yoktur, iktisat Vekâleti, iktiza edenyerlerde, boyahaneler tesis etmeli ve bunları tesis ettiktensonra, «anilin» boyaları ile boyanan halılardan, bedelinin birmisli ceza-yi nakdî alınır, tarzında bir madde-i kanûniyyeyaparak meclisten geçirmelidir.Halıya ait ikinci mesele de, halılardaki eski nakışlarındeğişmesidir. Eskiden her ilin, her nahiyenin, her şehrinkendine mahsus bir enmûzeci vardı. Bu enmûzecin nakışlarıasırlardan beri hiç değişmeksizin devam eder. Bu, bir156


millî kaidedir, il hayatı yaşayan Türkmenlerin ne derecetöreci olduğunu gösterir.Son zamanlarda, millî zevkten mahrum bir takım halıfabrikası yahut tezgâhı sahipleri, bulundukları nahiyeninyahut şehrin tipini değiştirmeğe başladılar. Harp manzaralarıile kumandanların resimleri ile gemi resimleriyle, dinîyahut millî yazılarla müzeyyen acayip ve zevksiz halılar görülmeğebaşladı. Bu mesleki tesis ve telkin edenler, şekilve nakış itibariyle halıcılığımızın întihtatına sebep oldular.İktisadî müesseselerden yalnız Karpet Şirketidir ki halı yapanlardanmahallî tiplerin muhafazasını talep etti. İhtimalki mahalli tiplerin yüzde doksan mahfuz kalmasının sebebibudur.Şimdi, İktisat Vekâleti, yapacağı bir kanun maddesiyleher mahallin kendi tipini muhafaza etmesini temin etmelidir.Bu madde-i kanuniyyeye riayet etmeyenlerden ceza-yinakdî alınmalıdır. Türkmen halıcılığına dair koleksiyonlar,alb&mler, müzeler yapılmıştır. Bazan, bîr ilin şubeleri muhtelifülkelere dağılmış bulunur. Bunların halıları biribirînebenzemezse, bunlar müşterek menşeden ayrıldıktan sonra,her birinin kendine mahsus olan halı tipini tayin ettiğianlaşılır. Meselâ Yund ili, kendisiyle beraber aynı dededengelen Teke ilinin arkadaşıdır. Ananeye göre, bu illerin ikiside «Son Han» dan türemiştir. (Yund ili) kelimesi, galibabizim lisanımızda «Hamid İli» şeklini almış. Harzem'de kiYund Halılarını Buhara Halısı ünvan-ı umûmîsi altında görüyoruz.İsparta halıları da, Anadolu'daki Yund'lara mahsushalılardır. Buhara Halılarının en meşhurunu Teke halılarıteşkil eder. Anadolu halıları içinde, Teke Sancağının,halısı olup olmadığı meçhul. Afganistan'daki «Saritler»inhalısına mukabil buradaki «Sarılar»ın, kendilerine mahsushalı tipleri olup olmadığını bilmiyoruz. Mukayeseli bir hahnâmevücude getirilirse, halı yapan illerin akrabalığınanazaran halıların derece-i müşahebetleri ölçülebilir.15"*


Türkmen halılarındaki güzelliğin sebebi, bunların gelinlikzamanında kendi cihazlarına ilâve olunmak üzere, Türkmenkızları tarafından yapılmasıdır. Bu halılarda gördüğümüznakışlar, bîr âşık gözüyle muhitin çiçeklerinden alındığıgibi, nakışların ahengi de bütün eşyada sevgilisini sezenşair bir ruhun mahsulleridir. Mihaylovskiy'ye atfen GastonRichard diyor ki:«Aletsiz, makinasız, her türlü imal vasıtalarından mahrumbulunan Türkmen kızlarının, bu kadar güzel halılarıyapabilmeleri, ancak onlarda bir sanat şevkli tabiîsinin mevcudiyetiyleizah olunabilir.»Türkler için bihakkın iftihara şayan olan bu nefis vezarif halıların menbaını kurutmayalım.Halı meselesinin bir ciheti daha var: Gûva Yunanlılar,bizden yün satın alarak onunla Yunanistan'daki yeni yaptıklarıhalı fabrikalarında halı imâl edeceklermiş. Yunanlılarınmaksadı, bu en millî sanatımızı elimizden almakmış. Yunanlılarınmaksadı, pek cüz'i bir ücret mukabilinde halı fabrikalarındaçalışan kadınlarla çocukları bu ücretten mahrum etmektir.Yunanlılara memleketimiz mahsulünden yün satmamaklabunun önünü alabiliriz.Güya Karpet Şirketi de, imâlatını Hindistan'a yahutFas'a götürecekmiş. Bu iki kavim şimdiye kadar hiç halı yapmamış.Binaenaleyh, nefîs halı yapamıyacaklardır. Biz mamûiâtımızınnefaset ve metanetiyle iktisadî mücadelede onlarımağlup edebiliriz.158


XXIX.ÜMİDBenim ruhum hava ile dolu bir şişeye benzer; bu şişe,hiçbir zaman, hayat membaı olan müvelîidülhumûzadan mahrumkalmaz. Şişenin içindeki havayı bir muhalliyyetül havavasıtasiyle istediğiniz kadar boşaltmaya çalışınız: Yine içindebiraz muvellidülhumûza kalır. Ruhumun kanına can verenmanevî muvellidülhumûza da «ümit» tir. Ruhumu nekadar boşaltsanız içinde biraz ümit kalır.Etrafımda bîr çok yeis rüzgârları essin: bu rüzgârlar,içlerinde büyük fırtınalar gizleyen kasırgalar kadar şiddetliolsun. Bu sert rüzgârları birer birer ruhumdan geçiriniz.Hiçbirisi orada ışıldayan ümit kandilini söndüremez.Ruhumu kardan, buzdan daha soğuk bir itimatsızlık kışıistilâ etsin. Bu kışın soğuğu, şimal kutbunda bile rast ge-159


Bir manzumeye dahil bulunan seyyareler nurlarını manzumeninmerkezindeki güneşten aldıkları gibi, bir cemiyettekikıymet hükümleri de, kudsiyetlerini, menbaları bulunanmefkureden alırlar. Bîr cemiyetin mefkuresi değişince, onuniçindeki umum kıymet hükümleri de beraber değişir. Yenidoğan bir mefkure güneşi, seyyareleri ve peykleri olan binlercekıymet hükümleriyle —-bir manzûme-î şemsiyye gibi—beraber gelirler.Meselâ, bugünkü Türkiye'de bir müddetten beri «saltanatmefkuresi» sönerek onun yerine «milliyet mefkuresi»parlamaya başladı. Mefkurenin değişmesiyle başlayan buinkılâp, ikinci merhalede «kıymetlerin inkılâbı» suretindetecelli etti. Meselâ, saray memleketten çıkarıldı. Devlet,lâik bir şekil aldı. Medrese, darülfünunun içine girdi. Cumhuriyetkabul edildi ve ferdî hâkimliğin yerini tuttu. Eskisaltanat ailesi memleketten çıkarıldı. Üçüncü merhalede,«müesseseler» in inkılâbı şeklini aldı. Yâni bu yeni kıymetkelimelerinden yeni kanunlar yapıldı, yeni teşkilâtlar çıkarıldı.Alman filozofu Nietzsche: «Hakiki inkılâp, kıymetlerininkılâbıdır» diyor. Halbuki yukarıdaki beyanattan anlaşılıyor:Kıymetlerin inkılâbından daha derin, daha köklü, daha dallıbudaklı bir inkılâp vardır ki, o da mefkurelerin inkılâbıdır.Bir mefkurenin tebdili, yalnız şu veya bu manzumeye mensupmüesseselerin değişmesiyle kalmaz. Bu tebeddül dinî,ahlâkî, hukukî, bediî, lisanı, iktisadî manzumelere mensupbütün müesseselerin köklerinden değişmelerini iktiza eder.Eski bir mefkurenin ölmesiyle yeni bir mefkurenin doğması,yalnız kıymet hükümleriyle müesseselerin değil, eski mefkuredendoğmuş bütün bir medeniyetin de kökten değişmesiniicabettirir. Bu hal, mefkurenin çok kuvvetli bir muhavvil-ül'ahvalolduğunu gösterir. Mefkurelerde şe'niyetleşmekve yeni şe'niyetler yaratmak için mevcut olan bu muhavvil-ül-ahvallikhâssası, ümit felsefesinin temelidir. Alf-162


ed Fouîllee: «Her mefkure şe'niyetleşir» diyor. Bu, «mefkure,kendiliğinden şe'niyete münkalip olur» demektir. Durkheîm'egöre, mefkure, istikbalde vücuda gelecek bir hedefdeğil, mazide yaşanılmış bir şe'niyettir. O halde, mefkureninşe'niyetleşmesinden maksat, onun neticeleri olan kıymet hükümleriylemüesseselerin şe'niyetleşmeleridir. O halde, mefkurekendi kendine doğup büyüyerek yeni bir medeniyeti,yeni bir milleti diriltmeye kaadirdir. İşte, benim ümidim,mefkuredeki bu hâliklik kudretine istinat ediyor. Cemiyetimiziimâr ve temdin için benim en ziyade güvendiğim, mefkuredir.Cemiyetin mefkuresi varsa, ona kendiliğinden refah,ümran, irfan, hep beraber geleceklerdir.163


XXX.ECNEBİ SERMAYESİDün yine meçhul filozofla konuştuk. Ona sordum:—Bazı kimseler ecnebi sermayesinin memleketimizegirmesinden sakınıyorlar. Bu hususta fikriniz nedir?Şu yolda cevap verdi:— Sermayenin bir memleketten çıkıp diğer bir memleketegirmesi, kanın bir uzviyetten alınıp başka bir uzviyetenakledilmesi gibidir. Sermaye, bir ülkenin iktisadî kanı mesabesindedir.Sermayesiz bir memleket, kansız bir vücuttanfarksızdır. Bir vücuda iktisadî bir nakl-i dem ameliyyesiyapabilmek için, başka memleketlerin iktisadî kanına yanisermayesine müracaat ihtiyacındayız. Benim itikadımca, CihanHarbinden beri iktisadî za'füddeme uğrayan vatanımızınkansız kalan damarlarına ecnebi sermayesi aşılanmasiyle, busevgili vatan, yeni bir hayata nail olacaktır.164


Ben itiraz ettim:— Ecnebi sermayesinin hiçbir mahzuru yok mudur?— Vardır: Eğer siyasî şartlarla memleketimize girmekistiyorsa! Bugün, böyle şartları kabul edebilecek bir TürkHükümeti yoktur. Sermayenin, menşe'leri olan hükümetleretâbi Anonim Şirketler hâline gelmesi doğru değildir. Memleketimizdeiş görecek bütün Anonim Şirketler, birer TürkŞirketi olmalıdırlar.Evvelleri, ecnebî sermayenin bir mahzuru da kapitülasyonlar'dı.Bugün kapitülasyonlar yoktur ki, sermayenin muzırbir şekle girmesine bâis olabilsin. O halde, ecnebi sermayedenkorkmayalım. O, harap memleketimize girerse, feyizlibulutlar gibi, memleketimizi iktisaden İska ve ihya edecektir.Filhakika, ecnebi sermaye bir tufeylî mahiyetindedir.Uzvî tufeylîler gibi, içtimaî ve-iktisadî-tufeyliler de vardır.Fakat onlara karşı biz de tufeylîyiz. Memleketimiz ecnebisermayelerle «karşılıklı tufeylîlik» rolünü oynamaktadır. Bazınebatlar, bazı ibtidaî hayvanlarla birleşerek birbirinin tufeylisiolurlar. Bu hâle «teayüş^symbiose» denilir, iki tarafbirbirini iaşe ederek beraberce yaşarlar. Tufeylî, daimamuzır bir mahluk değildir. Târîh-i Tabiînin beyanına göre,kanını emdiği nebat yahut hayvana faydalı bir hizmette bulunantufeylîler de vardır. Bu hâle Durkheim tarafından«mütekabil tufeylîlik» adı veriliyor.Mütekabil tufeylîlikler, birbirine muzır değildirler. Çünküherbirî, yaptığı hizmetin bedelini alıyor. Bu kabil tufeylîliklernormaldir; marazî değildirler.Durkheim'a göre, mîllî olmayan ve beynelmilel olanbîr taksîm-i a'mâl de «mütekabil tufeylîlik» mahiyetindedirve normaldir. Çünkü bunda da «karşılıklı hizmet» vardır.Durkheim'a göre, bir hizmet mübadelesinin taksîm-ia'mâl mahiyetinde olabilmesi için, hizmetlerini mübadeleedenler arasında müşterek bir vicdan bulunması şarttır. Me-165


selâ r eski Türkiye'de, müteaddit milliyetler beraber yaşıyorlardı.Bunlar arasındaki hizmet mübadeleleri, taksim-ia'mâl mahiyetinde değildi. Çünkü, bu milletler arasındamüşterek bir vicdan yoktu. Onlarla mütekabil bir tufeylîlikhâlinde idik.Bugün Avrupa ve Amerika milletleriyle de müşterekvicdanımız yok. Binaenaleyh, onlarla da aramızda bulunanmübadeleler, beynelmilel bir taksim-i a'mâlin tecellileri değildir.Onlar bizim iktisadî tufeyiilerimizdirler. Biz de onlarıniçtimaî tufeylîleriyiz.Görülüyor ki ecnebî sermaye, memleketimize tufeylîhalinde girecektir. Şu kadar var ki paîalojik değil, normalbir tufeylî halinde girecektir. Fakat o, bizim tufeylîmiz olduğukadar, biz de onun tufeylîsi olacağız.Şevket-i BUHÂRÎ bir beytinde şöyle diyor:«Ey tâk! men esîr-i humar û tü teşne-leb,Âbî ki mî-horî ivaz-ı û şarâb dih!»«Ey asma! sen susuzluktan yanıyorsun; ben de humarınesiriyim. Ben sana su vereyim, sen de bana şarap ver!»Ecnebi sermayesinin memleketimize yaptığı hizmetlerebîr numune göstereyim.Dırama ve Serez Muhacirleri memleketimize gelince,Hükümet para vermek için davranmadan evvel, onlara tütüntüccarları para verdiler. Hepsi tütün ekicisi olan bumuhacirler, tütün tüccarlarının yardımiyle bu sene çok tütünektiler. Tabiî, ecnebi sermayesi, tütüncü muhacirlere yalnızonların menfaati için bu paraları vermedi. Bilhassa kendimenfaati için verdi. Sene nihayetinde bu avanslara mukabilbaşka tüccarlardan daha ucuz tütün satın alacaktır.Tütüncüler, Tütün Şirketlerinden, yani ecnebi sermayedenistedikleri kadar avans aldılar. Bu para ile derhaltütün ekmeğe başladılar. Ellerinde avuçlarında ne varsa Yu-166


nanlılar tarafından gasbolünan bu namuslu tütün çiftçileri,Hükümetin yardımından evvel, ecnebi sermayesi ile birleşerektütün ekinlerini ektiler. Bu çiftçiler, şimdi de, isteseler,tütün tüccarlarından istedikleri kadar para alabilirler. Geleceksene, çiftçi bu avansın tamamını, yahut bir kısmınıöder ve yahut yeniden avans alır.Tütün şirketlerinin muhacirlere yaptıkları ikinci hizmetde, nefîs tütün yetiştirmesini bilmeyen köylere fennî mütahassıslargöndererek, tütünün fennî usûlde ekilmesini, biçilmesini,terbiye edilmesini öğretmektir. Tütün şirketleribu işi de yapıyorlar.Vakaa, şirketler bu hizmetleri de sırf kendi menfaatleriiçin yapıyorlar. Bize müfid olduktan sonra, varsın kendilerido müstefid olsunlar. Adalet, bunu iktiza etmez mi?Memleketimiz, eski zamanlarda da, ecnebi sermayedençok istifade etmiştir.Memleketimizi Şimendiferlerle donatan ecnebi sermayelerideğil midir? Biz bugün, onları istersek satın bile alabiliriz,Bankalar, borsalar, sigorta müesseseleri, hep ecnebisermayesiyle husule gelmiş değil midirler?Ecnebi sermayeleri, memleketimize hariçten giren birelektrik cereyanı gibidir. Bu cereyandan çıkarılacak ziya,hararet ve hareket nasıl memleketi imar edebilirse, ecnebisermayeleri de öylece imar edebilir.«Ecnebi sermayeler geliyor!» derlerse, «hoş geldiler, safageldiler» demeliyiz. Millî sermayelerimiz çoğalıncaya kadar,memleketimize ecnebi sermayeler gelsinler, millî teknisyenleryetişinceye kadar, ecnebi teknisyenler de gelsinler.Bunlar, ikisi beraber çalışarak memleketimizi imar etsinler.Biz şimdilik tek başımıza, ne ferden nede Hükümetçebu işi başaramıyacağız.167


XXXI.HEDEFLER VE MEFKURELERDün gene meçhul filozofla beraberdim. Elinde bir gazetevardı. Dedi ki:— Bazı kimseler, hâlâ «hedef» ile «mefkûre»nin aynayrı şeyler olduğunu anlayamıyorlar. Hedef, şuurlu bir fikir,mefkure şuursuz bir duygudur. Hedef, zihindeki bir tasavvurdanibarettir; mefkure ise, bizi arkadan iten, gizli birkuvvettir. Bu gizli kuvvetten yalnız, şuur sahnesine çıktıktansonra haberdar oluruz. Hedef bir şen'iyet olmadığı halde,mefkure hakikî bir şen'iyettir.Mefkure, yaratıcı bir hız, yaratıcı bir hamledir. Hedef,düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir maksattır. Bu gayeyi, düşünen,bu maksadı yaratan da cemiyet değil, ferttir. O haldemefkure maşerî, hedef ferdîdir.168


Şimdi bakalım: Mahiyeti hedeften, maksattan başka birşey olan mefkure nasıl bir şeydir?Mefkure, müstesna anlarda yaşanılmış ve gene o anlardayaşanabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar, cemiyetinbüyük bir buhran geçirdiği dakikalardır.Adi zamanlarda fertler, yalnız ferdî hayatları ile meşgulolduklarından, cemiyetin hayatı gayet zayıftır. Fertlerinuyanık bulunduğu bu adi zamanlarda cemiyet uykuya dalmışgibidir.Fakat, milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olunduğu,cemiyet büyük bir hamle ile kendini kurtarmağa azmettiğigaleyanlı dakikalarda, cemiyet, bu derin uykudanbirdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini,şahsî arzularını, ailelerini, servetlerini, hattâ aşklarını unuturlar.Hepsinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterekbir ihtiras hüküm sürer.Bu anlarda, fertler münferit, münvezî de kalamazlar.Daima ötede beride yığınaklar, tecemmu'lar vücude gelir.Herkes bu cemm-i gafîrin içine girer. Halkın arasında tabiîhatipler zuhur eder. Bunların efkâr-ı âmmeye uygun olan hitabeleriniherkes alkışlar. Efkâr-ı âmmeye muhalif söz söyleyenlerlinç kanununa çarptırılır, yani umum tarafından parçalanır.Fert, sonradan yalnız kalınca, bu galeyanlı tecemmu'-larda söylediği sözlerin, iştirak ettiği kararların kendisindençıktığına hayret eder. Çünkü, bu galeyanlı dakikalarda,fertler, ferdî şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. Hepsinin ruhundahüküm süren, yalnız ma'şerî şahsiyetti. Cemm-i gâfir halinde,söylediği sözler, yaptığı işler, hep bu ma'şerî şahsiyetiniradesinden doğmuştu. Fransa'nın büyük inkiiâbında 4 Ağustosgecesi meşhurdur. Millet Meclisinin bu geceye tesadüfeden içtimaında asîizadelerle rûhânî reisler, sınıflarınamahsus olan bütün hususî imtiyazlardan müttehiden feragatettiler. Halbuki, meclis dağılıp da, evlerine gidince169


zadeganla rûhânî reislerin hepsi, nasıl olup ta böyle bir kararaiştirak ettiklerine şaştılar. Cümlesi, bu geceki reylerdenpişman olmuşlardı. Sonra «Aldanmışlar gecesi» adını verdikleribu gecenin, imtiyazlara taalluk eden kararlarını bozmakiçin çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadılar.Alman krallarına ve prenslerine istiklâllerinden vazgeçerekyeni Alman İmparatorunun tâbiiyeti altına girmeğide, 70 muzafferiyetini müteakkip Versay'da toplanan Almanhükümdarları ve prensleri meclisine arzetmeği büyük birfırsat addetmişti. Prusya kralından başka ne kadar Almanhükümdarı veyahut prensi varsa, hepsi Prusya kralını kendilerinemetbû' ve imparator tanıdılar. Almanların bu içtimaida, Fransızların 4 Ağustos içtimai gibi bir aldanışgünü idi. Çünkü, bu içtimada istiklâllerini vatanın birliğiiçin feda eden kırallar ve prensler meclisten ayrılır ayrılmazpişman oldular.Ayni tecrübeyi Türkler de yaptılar. Büyük askeri vesiyasî zaferleri müteakkip toplanan bir parlamento galeyanlıbir içtimada, bundan sonra devletin Cumhuriyet ve lâyikdevlet olduğunu ilân etti. Bu karara ulema ve meşayîhtenolan mebuslar da iştirak ettiler.Tarih tetkik olununca görülüyor kî büyük mücedditler,halka kabul ettirdikleri büyük inkılâpları vücuda getirmekiçin en buhranlı dakikaları intihap ederler. Bunlar, sükûnzamanında asla kabul ettiremiyecekleri teceddütleri, büyükbuhran hengâmelerinde kolayca kabul ettirebilirler.Demek ki, bu galeyanlı anlarda, fertler son derece fedakâroluyorlar. Bundan başka, tehlikede bulunan zümrehangisi ise, onun kıymetine ve manevî velayetine çok hürmetederler. Velayetlere ve kıymetlere büyük hürmetler arzetmek,inzibatın temelidir. O halde, büyük bir buhrandandoğan ve içinde şiddetli bir hayat yaşanılan mefkure, gerçektenyaratıcı bir hamledir. Bu hamle, fertleri hakikî kıymetlerekarşı, hem en büyük hürmetleri takdime, hem de er>170


üyük fedekârlıkları icraya sevkeder. Bundan başka, yığnağaiştirak eden fertlerin ümitleri, azimleri, imanları da sonderece kıymet kazanır. Bu anlarda nice halîm adamlar gazaplı,nice korkan adamlar kahraman, nice bedbinler nikbin,nice meyuslar ümitvâr olurlar. Bu anlarda, umum ruhlarda,sarî ve müstevlî bir vecit vardır ki, hepsini en tatlısaadet duygularına garkeder.İşte, insanların bu galeyanh anlarda yaşadıkları butatlı saadet hayatına «mefkure» adı veriliyor. Demek ki mefkure,buhran zamanlarında şiddetli bir halde yaşanılan çokşiddetli bir maşerî hayattır. Başka vakitlerde yaşanılanhayatlar ise ferdî hayatlardır. Fertler, tabiaten huzûzâtcı,menfaatçı ve hodkâmdırlar. Mâşer ise, tab'an menfaatsizve fedekârdır. Maşerî bir hayat yaşadıkları bu müstesnaanlarda, fertler de mâşer gibi, hasbî, menfaatsız, fedakârolurlar. Mefkurenin menfaatperestlikten, hodkâmlıktan uzaklaşmaksuretindeki tecellisi, bundandır. Fertler, cemiyetingörülmeyen varlığını, ancak bu müstesna anlarda seziyorlar.Onun manevî mevcudiyetinden haberdar oluyorlar. Ohalde mefkure, cemiyetin kendisidir. Zira, cemiyet, kendisiniterkip eden fertlerden değil, bu fertlerdekî müşterekduygulardan, müşterek iradelerden, müşterek düşünüşlerden,yani müşterek vicdandan ibarettir. Bu gözlere görünmeyenmanevî vücudu, eski zaman adamları «Peri, melek, Tanrı»timsalleriyle tasavvur ederlerdi.Eski Türkler, tabiî aşkın galeyan haline geldiği bir «AşkÇağı» kabul ederlerdi. Bu aşk çağında semadan inen bir nursütunu, yahut bütün eşyada münteşir halinde bulunan «AltımIşık» kime dokunsa onu gebe bırakırdı. Gûyâ çam fıstığıve hûş adlı ağaçların bu suretle gebe kalmasından DokuzOğuzlar vücuda gelmiştir.Bu Altun Işık, mefkureden başka bir şey değildi. Aşkçağı ise, mefkurenin doğmasına sebep olan büyük bir maşerîgaleyan ve içtimaî buhrandı. Türk hayatında, öyle buhranlı171


dakikalar, az değildi. Daima «il» en küçük şeklinden başlayarakve diğer illerle birleşerek tekâmül eden boy beyliğindenil beyliğine, il beyliğinden hakanlığa, hakanlıktan ilhanlığaatlayan bir cemiyette büyük buhran dakikaları eksikolamazdı. Büyük zafer veya mağlubiyet, mefkurenin doğmasınakâfi idi. Balkan Muharebesi, Umumî Harp ve Mütarekedensonra görülen ahval, Türkün mefkuresinin doğmasınasebep olmadı mı?Mefkuresini bulan bir millette, daima arkadan bir itmevardır. Zihnî bir tasavvurdan ibaret bulunan hedef ise,bizi arkadan itmez. İnsanları daima iten, mefkureden başkabir şey değildir. Hedefe ulşamak için büyük cehitler sarfılâzımdır. Halbuki her mefkure, cemiyetin arasında, onu ileridoğru iten yaratıcı bir hamledir. Mefkuresi değişen birmilletin, bütün kıymet hükümleri de beraber değişir. Bundandolayıdır ki, Nietzsche, «Hakikî inkılâp kıymetler inkılâbıdır»diyor. Çünkü kıymetlerin inkılâbı mefkurenin değiştiğinihaber verir.Eski filozoflar, ekseriya mefkure ile şe'niyyeti birbirininzıddı gibi görürlerdi. Bir şey mefkure ise, şe'niyyet olamaz.Şe'niyyet mefkure mahiyetini aiamaz sanırlardı. Butelâkki, ayniyle edebiyata da geçti. Meselâ, Victor Hugo diyorki: «Mefkure şe'niyyete temas edince toz halinde dağılır.»Bir ümit felsefesi yapacağım diyen Alfred Fouilleeise «Her mefkure ergeç şe'niyyetleşir» demiştir.Yukarıda gördük ki mefkure, bir fikir halinde başlayarak,sonradan şe'niyyete istihale etmez. Belki, mefkure tâilk menşeinde bir canlı şe'niyyet olarak doğan büyük birbuhran zamanında, cemiyette, yalnız müşterek vicdan hâkimolurf 1 ). Ferdî vicdanlar kaybolur. Bu müşterek vicdan,1) — Metin aynen böyledir. Gazetede basılırken yapılan biratlama sonucu bu cümle ve anlam düşüklüğünün meydana geldiğianlaşılıyor.172


uhlara vecitler saçan, bütün fertleri kudsîyetine karşı hürmetkarve fedakâr kılan yaratıcı bir şe'niyettir.Mefkure dediğimiz şey, bu maşerî vicdanın şedit vemütekâsif bir hayat hamlesidir.Demek ki mefkure, yeni doğduğu zaman canlı ve yaratıcıbir şe'niyyet, hamleli bir hayattır.Bununla beraber mefkureyi doğuran bu müfrit galeyanlar,ferdî ruhlar için çok yorucudur. Bu sebeple, bu maşerîvecit devresi uzun müddet devam edemez. Birkaç hafta geçmedenferdî ruhlar yorulmaya başlar. Bunların aralarındakişedit teâtîler gevşer, fertler rûhan eski seviyelerine inerler.Buhran zamanında yaşanan o şiddetli galeyanlardan,bazı müphem hatıralardan başka bir şey kalmaz.O yaratıcı buhran devresinde neler düşünülmüş, söylenmiş,yapılmışsa, hepsinin îcazlı, fakat solgun hatırası kalır,Bu hatıralar, şimdi, yalnız vecitli bir fikirden yahut vecitlibir sürü fikirden ibarettir. Mefkure, ancak bu zamanlardadırki şe'niyyetten uzaklaşarak bir fikir halini alır. Bu keremefkure ile şe'niyyet arasındaki mâkûsiyet gerçekten katîleşir.Çünkü, bir taraftan buhran zamanından kalma müphemfikirler vardır. Diğer taraftan da, ferdî hayatın canlıihtisasları, müşahedeleri vardır. Bu sonunkiler, şe'niyyetiteşkil edince, mefkure ile şe'niyyet birbirinden uzaklaşır.Hattâ bu ferdî şe'niyyet karşısında o hatıralar yavaş yavaşsilinmeğe, büsbütün zail olmaya başlar. Bereket versin ki buhatıraların büsbütün mahvolunmasına mâni olan bir takımiçtimaî makanizmalar var. Mefkureyi doğuran o galeyanlıdevrenin her yıl dönümünde kendiliğinden bir millî bayramvücuda gelir. Her sene aynı günde o galeyanlı hayatın küçükbir numunesi yeniden yaşanır. Mefkure nerede doğmuşsa,orası içtimaî bir Kabe mahiyetini alır. Hangi düsturlar,vecizler söylenmişse, bu bayramların tebrikleri mahiyetinialır. O aylarda hangi bayraklar, renkler, ziynetler kullanılmışsa,bu bayramların timsalleri, alâmetleri olur. Hulâsa o173


hengâmeye mahsus her fiil, her söz, her şekil, tekrar bu yıldönümlerinde mefkureyi doğuran buhran hengâmındaki büyükvecdin zayıf bir derecesi husule gelir. Çünkü, bu anlardagene ruhların ahlâkî seviyesi yükselir. Gene ferdî menfaatlar,ihtiraslar unutulur; Herkes, az çok fedakâr, kahraman,hasbî bir seciye iktisap eder. Buhran devri geçtiktensonra şe'niyyet olmaya yaklaşır. Demek kî, millî bayramlarınrolü, senede bir kere ruhların seviyesini mefkureye kadaryükseltmek, mefkureyi de şe'niyyet haline kadar indirmektir.O halde mefkure ile şe'niyyet bazan büsbütün birleşir:Yaratıcı buhran zamanlarında mefkurenin hakikî birhayat halinde tecellisi gibi. Bazan da birdenbire uzaklaşırlar:Ferdî hayatın galebe çaldığı zamanlarda mefkurenin, solgunfikirler, hatıralar halini alarak ferdî ihtisaslar ve müşahedelerleteâküs etmesi gibi. Bazan da birbirine yaklaşırlar: Millîbayramlarda, mefkurenin, buhran zamanından daha azşiddetli bir surette yaşanarak canlı şe'niyyet olmaya az çokyaklaşması gibi. Toplanmanın, birleşmenin büyük feyizini içtimaîbir sevk-i tabiî ile en iyi bilen, siyasî fırkalarla ilmî,ebedî cemiyetlerdir. Bunlar, senede bir kere kongre halindetoplanarak, soğumaya başlayan mefkurelerini ateşlendirirler.Senelik kongresini yapmayan teşkilâtlar, bir iki senebüsbütün imanlarını ve mefkurelerini kaybetmeğe başlarlar.174


XXX!I.ROMANDün yine meçhul filozofla konuştuk. Ona sordum:— Gençlerimizin bir kısmı sporla meşgul, bir kısmıda iktisadî işlere atılmış. Bunlar kitap okuyamazlar. Halbukibugünkü Avrupa medeniyeti «kitap»a istinad ediyor.Bugün en çok okuyan milletler, en medenî milletlerdir. Bizde gençlerimizi okumağa alıştırmak için ne yapmalıyız?Şöyle cevap verdi:-— Bugün bizde okunan kitap yalnız «romanadır. Bizdebundan elli altmış sene evvel roman da yoktu. Ahmet MithatEfendi Türk hakkını roman okumaya alıştırdı. Birçok romanlarıtercüme etti. Birçok romanları da karihasından çıkardı.Yani ibda etti.Ahmet Mithat Efendî'den evvel, birkaç roman tercümeedilmişti. Meselâ, «Kont Monte Kristo» Alexandre Dumas'-175


nın en meraklı romanıdır. Teodor Kasap adlı bir rum buroman tercüme etti. Çok rağbete mazhar oldu. Ahmet MithatEfendi Türk halkının romana olan merakını ve ihtiyacını anladı.Hasarı Mellah ile Hüseyin Fellah'ı yazdı. Lisanımızdayazılan bu ilk romanlar okuyucu halkın çok hoşuna gitti.Ahmet Mithat Efendi bundan sonra, birçok romanlar dahayazdı. Hepsinde sade Türkçeyi kullandı. Yazdığı romanlaredebî romanlar sırasına geçemedi, fakat onlara zemin hazırlayanbir müheşşir aldu.Bizde edebî roman Samipaşazade Sezai Bey'in Sergüzeştadlı eseriyle başladı. Ondan sonra Halid Ziya BeyServet-î Fünûn zümresinin romancısı oldu. Edebî romancılığıbirçok eserleriyle canlandırdı. O zamandan beri bizdeiki türlü roman yayılmakta ve okunmaktadır: 1 — HüseyinRahmi Bey ve emsalleridir ki bunlar, Ahmet Mithat Efendigibi halkı eğlendirmek ve eğlendirerek eserlerini okutmakisterler. 2 —- Edebî romanlardır.Edebî roman bizde, bugün iki mühim inkılâp geçirdi:Birincisi romanların güzel Türkçe ile yazılması, ikincisi millîhayatı tasvire çalışmasıdır. Halide Hanım'la Yakup Kadrive Reşat Nuri beyler, gerek lisanca ve gerek ruhça çokkıymetli eserler vücuda getirdiler.Lisanımızda birkaç millî roman yazılmakla beraber,bence, milletimizin roman ihtiyacı tatmin edilmiş değildir.Mademki Türk halkı bugün romandan başka bir şey okumuyorve mademki çok kitap okumak medeniliğin miyarıdır;Bugünün mürebbileri de romancılar olmak iktiza eder. Ahromancılar, ah romancılar! Bugün siz elinizdeki kuvveti birazbilseydiniz, az zamanda memleketin ahlâkını değiştirebilirdiniz.Gazetelerde hergün müteaddit intihar vakaları okuyoruz,Bunların yüzde doksanında romanların tesiri vardır.Romanların ruhlar üzerinde tesiri büyüktür. Roman birtaraftan halktan alır, diğer taraftan halka verir.176


Halit Ziya Bey'in Mai ve Sîyah'ında en canlı enmûzecolan Ahmet Cemil, «Servet-i Fünûn» zümresinin en yaşayanbir timsalinden başka bir şey değildir. Reşat Nuri Bey'in encanlı eseri olan Çalıkuşu'ndaki Feride enmûzeci de bugünkühayatın bir mâkesidir. Fakat, gerek Ahmet Cemil, gerekÇalıkuşu bir kere edebiyat kisvesine büründükten sonra,zamanlarının genç ruhları üzerinde müessir olmağa başladılar:Servetîfünûn devresinde birçok gençler tıpkı AhmetCemil gibi duymağa, düşünmeğe, irade etmeğe yeltendiler.Bunlardan birini gören «İşte bir Ahmet Cemil tipi daha»derdi.Çalıkuşu yazıldıktan sonra bütün genç kızlar birer Çalıkuşukesildiler. Edebiyatın hayat üzerindeki müessirliğineen iyi misaller, Ahmet Cemil ile Çalıkuşu'dur. İkisinin debu kuvveti haiz olmaları daha evvel içtimaî hayata bir canlımâkes olmalarındandır.Edebiyat, öyle bir peri kızıdır ki temas ettiği eserlerecan verir, şiir ile musiki bu perinin kanatlarıdır. Roman,bunların hepsini nefsinde toplamıştır.Roman, öyle bir ressamdır ki fırçası tavustandır; öylebir şairdir ki kalemi altundandır; öyle bir mugannidir kisazı platindendir.Bizdeki roman, terbiyevî rolünü henüz ifa edememiştir.Gençlere aşılamak istenilen bütün duygular, iradeler,düşünüşler roman vasıtasıyle onlara kolayca telkin olunabilir.Fakat maateessüf bizde yazılan edebî romanlar hemmiktarca azdır, hem de roman kahramanlarından pek azıcanlı enmûzecler halini almışlardır.İçtimaî hayata hem mâkes ve hem müessir olan böylebir vasıtadan tamamiyle istifade etmek istersek, Avrupalisanlarında ne kadar edebî roman ve hikâye yazılmışsa,bunları hep «Güzel Türkçe» ile lisanımıza nakletmeliyiz.Bu tercüme edebiyatı, hem lisanımızı zenginleştirecektir,hem de kütüphanemizin zenginleşmesini temin edecektir.177/12/


Tercüme edilecek edebî romanlar pek çoktur. Bunlardanbize yarıyanları derhal lisanımıza nakletmeliyiz. Öyleolmalı ki edebî romanlar lisanımızda büyük bir kütüphaneteşkil etmelidir.Bir romanın lezzetle okunabilmesi için «romanesk» olmasışarttır. Romanesk tercümesiyle işe başlamalıyız.Tercüme edilecek romanlardan bir «Roman kütüphanesi»vücuda getirmeliyiz. Bir kütüphane ki bütün kitaplarılezzetle okunabilsin. Bu kütüphane en terbiyevî kitaplarımuhtevi olacaktır.Muhtelif romanların lisanımıza tercümesi kâfi değildir.Terbiyevî mahiyeti haiz millî romanlar yazılması da lâzımdır.Lisanımızda bu yolda romanlar niçin kâfi miktarda değildir?Çünkü, millî romancılarımızın sayısı azdır.Roman, yeni zamanın destanıdır; Nasıl ki destan daeski zamanın romanıdır. Romanın mühim şahsiyetlerine«Roman kahramanları» denilmesi bundandır. Destan, kahramanperestlikdininin menkıbelerinden doğar. Kahramanlariki nevidir:Biri dinî kahramanlardır ki bunlara «yarım ilâhlar» denilir,bunlara ibadet edilir, ikinci nevi kahramanlar, destanlarınve romanların en ehemmiyetli şahsiyetleridir.Roman, mücerret fikirleri müşahhas bir hayat halindecanlı olarak gösterir. Selîkasiyle her fikri müşahhas görmeyenbir yazıcı iyi romancı olamaz; Mücerretleri görmekselîkası romancılık için muzırdır. Mücerretleri görüş, ilmî birgörüştür, sanat ise müşahhasları görmekten doğar. Sanatkârdabir çocuk ruhu, yahut bir iptidaî adam vardır; Bu ruhlarda onlar gibi yalnız müşahhasları görürler.«Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir» demişler.Bence, roman müşahhas bir sosyolojidir; Sosyolojinin enderin meselelerini romanlar halletmektedir. Bu zamanda,sosyolog olmayan bir yazıcı iyi bir romancı olamaz. İyi birromancı olabilmek için memleketimizin sosyolojisini, milleti-178


nizin ve asrımızın psikolojilerini tetkik etmiş olmak lâzımdır.Bugün, bize mahsus içtimaî meseleler vardır ki Avrupa'dayoktur. Bugün «nikâhta, talakta ve mirasta müsavat»düsturu ile ifade edilebilen Türk aile inkılâbı bizce mühimbir içtimaî meseledir. Çünkü, içtimaî uzviyetin hüceyresiailedir. Demokratik bir cemiyette aile de demokratik olmalıdır.Cumhurî bir devlet içinde aile de cumhuriyet esaslarınamüsteniden teşekkül etmelidir. Demokrasinin temeli müsavattır,cumhuriyetin temeli hürriyettir. O halde aile de müsavatve hürriyet umdelerine istinat etmelidir. Bizdeki bu ailemeselesini halledecek romandır. Nasılki Avrupa memleketlerindede aile meselesini halleden roman olmuştur.Roman bizim için tatlı bir mekteptir. Bu mektepte muhtaçolduğumuz her şeyi öğrenebiliriz. Bir mektepki biz evimizdeotururken o ayağımıza gelir. Bizi hem eğlendirir, hemde malumatlı kılar.Roman, ayağımıza gelen bir tiyatrodur. Odamızda onuseyrederiz.Roman, bizim için hayatlı bir müzedir. Orada,,orijinalşahsiyetlerin canlı heykellerini görürüz.Roman, bizim için, asırlık vakaları bir saatlik temaşayasığdırabilen bir simgedir.Hulâsa roman bizim için her şeydir. Onun çoğalmasınıisteriz.179


Musahabe


XXXIII.ROMAN VE HAYATBundan otuz sene evvel, birgün Erzurum Mülkî İda^~dî'sînde hazırlık görülüyordu. 0 gün 4. Ordu Müşiri Erzincan'danErzurum'a gelecekti. Talebenin karşılamak içir>gitmesi lâzım geliyordu. Mülkiye mektebinde ayak talimleriolmadığı için, hemen çarçabuk bir ayak talimi yaptırmayı birzabite rica ettiler. Zabit, talebeye bir saat kadar ayak talimiyaptırdıktan sonra, mektebin müdürüne dedi ki:— Talim bitti, talebeyi kim götürecek?— Mektepte bu işi yapabilecek bir muallim yok. Bende yapamam. O halde, bu büyük lütfü da sizin yapmanızırica ederiz.— Hayır, bu olamaz. Ben askerim. Bir asker böyle sivilbîr vazife ile büyük bir kumandanın karşısına çıkamaz.Acaba, talebe arasında bu işi yapacak kimse yok mu?>


— Bilmem, fakat, belki Hüseyin Sabir 1 yapabilir. Çünkütalebeler arasında manevî nüfuzu var.—• O halde, onu çağıralım da teklif edelim.Mektep müdürü, zile bastı. Gelen hizmetçiye:— Git Hüseyin Sabir'e söyle, şimdi buraya gelsin dedi.Biraz sonra, Hüseyin Sabir, müdürün odasına girdi.Müdür dedi ki:— Talebeler ayak talimi gördü. Şimdi talebeleri buİntizamla istikbal yerine götürmek lâzım. Mektebimizde buİşi yapabilecek bîr muallim yok. Dışardan birini bulmakmümkün değildir. O halde bu işi yapmak sana kalıyor.—'Hüseyin Sabir, on beş yaşında, son derece sıkılganbir gençti. Fakat bu genç çok kitaplar okumuştu. Bukitaplar arasında Goltz Paşa'nm Milîeî-î Müsefîâha'sı da vardı.Derhal bu kitaptaki bir söz hatırına geldi. Goltz Paşadiyordu kî: «Kendisine başkumandanlık asası teklif olunanhiçbir kimse bu asayı reddedemez.» Bu hâtıra, Hüseyin Sabir'ikumandanlığı kabule şevketti.Biraz sonra, talebeler muntazam adımlarla yürüyorlardı,Hüseyin Sabir, yalnız sağa yahut sola dönmek icap ettiğizaman, kumanda vermeğe mecbur oluyordu.Fakat bu sırada arkadan gelen Askerî Rüştiyesi talebeleride bir zabitin kumandasında olarak geldiler. Bunlarıngelmesi halli güç bir meselenin çıkmasına sebep oldu.İdadî talebeleri, mekteplerinin daha yüksek olmasındandolayı daha ilerde bulunmak istiyorlardı. Rüştiyeliler de«Biz askeriz, gelen adam da askerdir. O halde bizim dahailerde durmamız lâzım gelir» diyorlardı.Hüseyin Sabir talebelere ayrı ayrı rica etti. Talebelercebu bir mektep gayreti meselesi olmuştu. Hiç birisi aşağı-1) — Hüseyin Sabir, Ziya Gökalp'm dedelerinden birinin adıdır.Makaleye mevzu edilen olay, Erzurum'da değil, Diyarbakır'dageçmşitir. Hüseyin Sabir de Ziya Beyin kendisidir.184


da durmayı kabul etmiyordu. Halbuki durulacak yerden çokileri gitmişlerdi. Hüseyin Sabir, belki rüştiyelileri ikna edebilirdiye onların zabitine müracaat etti. Fakat o da «Bentalebeleri kandıramam. Sizin talebeler daha büyük olduklarıiçin, daha söz anlar olmaları icap eder» dedi.Hüseyin Sabir, esasen asker değildi. Askerlikle münasebetiyalnız bir saat ayak talimi görmekten ibaretti. Evvelcekendisini o kadar seven ve hiç sözünden çıkmayanarkadaşlarına şimdi söz geçiremiyordu. Kimbilir, belki onlararasında kumandanlığını kıskananlar da vardı. Diğerlerinikışkırtanlar ihtimal ki bunlardı. Hüseyin Sabir arkadaşlarınaçok rica etti. Hiç birine söz anlatamadı. Fakat bu yürüyüşede derhal nihayet vermek son derece lâzımdı. Hüseyin Sabir,hafızasına müracaat etti. Acaba okumuş olduğu kitaplarınbirinde bu sıkıntılı hale nihayet verecek bir vak'a hatıragelemez miydi? Çünkü çok kitap okuyanlar siretîerineörnek olacak misaleri bilhassa romanların, hikâyelerin içindeararlar. Hüseyin Sabir de bu anda, bu çareye müracaatetti.Derhal hatırına Sarı İnci adlı romanın bir vak'ası geldi:Hindistan'da hükümet tarafından takip olunan, fakat içlerindenbirinin sevdiği bir Hintli kızı, Hindulardan kurtarmayaçalışan bir Fransız heyetine bir İngiliz yüzbaşısı daiştirak etmiş. Bunu yapabilmek için kumandanından birkaçay izin almış. Bu suretle bölüğün kumandası, rakibi olanmülâzimin eline geçmiş. Bu mülâzîm yüzbaşıyı da Fransızlarlaberaber tevkif etmek sitiyor. Fransız heyeti bölüklekarşı karşıya gelince, mülâzim tevkif emrini vermeğe hazırlanıyor.Fakat, ondan evvel yüzbaşı atını ileri sürerek,«Bölük sağa, yarım sağ!» kumandasını veriyor. Bölük derhalintizamla yürümeğe başlıyor. Bu hareketiyle bölüğünkumandası mülâzimin elinden çıkarak asıl sahibi olan yüzbaşınıneline geçiyor.185


Hüseyin Sabir, bu hâtıradan bir netice çıkardı: «Şimdibenim ricalarımı dinlemeyen bu asi bölüğe İngiliz yüzbaşısıgibi: «Bölük dur!» kumandası verecek olursam, şüphesizderhal duracaktır ve arkadaşlarımı aleyhimde kışkırtanlarıntalebeler üzerinde hiç bir tesiri kalmayacaktır.»Bu düşünüş üzerine hemen bir baskın şeklinde «Bölük!»diye sesini en yüksek perdeye yükselterek bağırmaya başladı,Derhal talebeler askerî bir vaziyet aldılar ve verilecekkumandanın icarsına hazırlandılar. Çünkü ruhlarında asilikduygulan birdenbire sönmüş, onların yerine askerlik duygularıuyanmıştı. En nihayet şiddetli bir «dur...» kumandasıverdi. Talebelerin cümlesi bir vücut halini almış gibi, hepsibirden durdular. Sonra talebelere «cephe» kumandası verdi,Bu suretle talebeler artık yürüyemeyecek bir vaziyete girdiler.O zaman, Hüseyin Sabir en ziyade isyanı teşvik edenarkadaşlarının yanına giderek, «Hani durmayacaktınız, daimaileriye gidecektiniz. Niçin, böyle durdunuz?» diyerek alayetmeğe başladı.Talebeler hep birden şaşırmışlardı. Eski asi talebeleryerine, şimdi kumandaya itaatli, muntazam bir asker bölüğüvardı. Talebelerden hiç birisi cevap veremedi Başlarınıönlerine eğdiler.Hüseyin Sabir bu anda şöyle düşünüyordu: Her birineayrı ayrı rica ettim, ricamı alayla reddettiler. Hepsine birdenemrettim, emrime derhal itaat ettiler. Çünkü fertlerdehaset, garaz, hodgâmlık hâkim olabilir. Halbuki cemiyetyalnız mukaddes umdelerin, muhteşem kaidelerin yerine gelmesiniister ve bir makina gibi onu yapar.O halde bundan sonra ben daima cemiyete hitap edeceğim;fertlere hiç hitap etmeyeceğim. Çünkü cemiyet mefkurelidir,fertler ise kendi garazlarını, menfaatlarmı arar.Bu keşif, Hüseyin Sabir için büyük bir kuvvet menbaı oldu.186


XXXIV.MEKTEPTE «CUMHURİYET»İLÂNIÇocuklar! Meşrutiyet ilânından evvel memleketimizdeAbdülhamit adlı bir padişah vardı. Bu padişah, vatanını, milletiniseven ve hürriyet isteyen bütün münevver gençlerizindanlarda, menfalarda çürütmeye çalışıyordu. Otuz seneevvel birgün bu kara bela, maarif nazırına bir emir gönderdi:«Umum mekteplerde her akşam, dersler bittikten sonra,.talebeler tarafından (Padişahım çok yaşa-) bağırılacak.»Bu arada, bütün vilâyetlere yazıldığı gibi, saraydanuzak bulunması sayesinde, fikirce hür kalmış olan Erzurum 1vilâyetine de yazıldı. Hemen vali tarafından mektep müdürüneemir verildi. Bu haberin işitilmesi üzerine derhal sonsınıf talebelerinin ruhundan büyük bir öfke fışkırdı. Çünkü,1) — Olay, Erzurum'da değil, Diyrabakır'da cereyan etmiştir.18?


daha idadî mektebinin ikinci sınıfında bulunan bu çocuklar,asıl metbuumuzun millet olduğunu, pidaşahın millet başınazorla geçtiğini öğrenmişlerdi. Namık Kemal'in, Ziya Paşa'-nın, Murat Bey'in hürriyete dair kitaplarını okumuşlar, istibdadınçirkinliğini, hürriyetin güzelliğini içten duymuşlardı.Bu haber, genç ruhları çıldırttı. «Biz mi o zalim herifedua edeceğiz? Hayır, bu asla olamaz!» diye söylenmeğebaşladılar. Talebenin intihabı ile talebe reisi tanınanHüseyin Sabir 2 , müzakere esnasında muallim kürsüsüne çıkarakbu galeyanlı cumhura böyle bîr nutuk irâd etti:— Arkadaşlar! Bugün bize hiç sevmediğimiz, tamamıylenefret ettiğimiz bir zalime her akşam dua etmemizemrolundu. Bu bizim genç ve temiz ruhlarımızı kirletmekiçindir. Biz zaten, her gün vatanımız, milletimiz için duaetmekteyiz. Çünkü, bu mektebi açarak bizi yeni fikirlerle, duygularlaterbiyeye çalışan odur. Abdülhamit, millete ait hâkimiyetizorla onun elinden almış olan ve bu esareti ihtiyariylekabul etmeyenleri mahvetmeğe çalışan bir gasıp vekaatildir. Biz böyle bir canavara «yaşa!» diye dua edemeyiz.Mithat Paşa'yı boğdurarak öldüren, Namık Kemal'i, SüleymanPaşa'yı sürgünlerde çürüten bir müstebite biz yalnız«kahrol, geber!» diye hitap edebiliriz.Bütün talebeler:— Doğru, doğrul O halde ne yapmalıyız? diye bağırdılar.Hüseyin Sabir:— Arkadaşlar! Yapmamız lâzım gelen iş gayet açıkve sadedir. Her akşam dua için gidip de dua trampetesiçalınınca, bizden zorla istedikleri dua yerine, «Millet çok ya-2) — Hüseyin Sabir, Ziya Bey'in kendisidir. Makalede dedelerindenbirinin adını kullanmış, olayı da Erzurum İdadisindegeçmiş gibi göstermiştir.188


şal» diye bağırmalıyız. Bu da, bize zorla kabul ettirmekistedikleri teklife karşı en iyi bir protestodur. Bilmem siz debu fikirde misiniz?Umum talebe:— Şüphesiz biz de bu fikirdeyiz. Hüseyin Sabir,— 0 halde, hepiniz akşam duasında «Millet çok yaşa!»bağıracağınıza söz verin. Umum talebe,— Söz veriyoruz!İşte bu suretle talebeler arasında gayet tehlikeli, fakatson derece şerefli bir karar verildi. Bu karar bütün çocuklarıvecde getirdi. Küçükler sevinçten, şevkten sıçramağa,hoplamağa; büyükler güzel bir beste île aşağıdaki koşma'y*terennüm etmeğe başladılar:Ey gece sultanı! göçtü karanlık,Güneş doğdu, zulüm kalamaz artık,Hürriyet ne imiş şimdi arıladık.Hür olmak isteriz, ortadan çekil,Hükümrân millettir, hükümdar değil!Ey kanlı padişah yoktur esaret,İnsana yakışan yalnız hürriyet;Yetişir kendine şimdi bu millet.Sana yok ihtiyaç, ortadan çekil,Hükümrân millettir, hükümdar değil!Bütün başka yurtlar gitti ileri,İstibdattan ötrü biz kaldık geri,Kölelik yüzünden olduk serseri.Durmakta hakkın yok, ortadan çekil,Hükümrân millettir, hükümdar değil!189


Milletin elinde ne varsa kaptın,Evleri yıkarak saraylar yaptın;Allah'ı unuttun, şeytana taptın.Sevmiyoruz seni, ortadan çekil,Hükümrân millettir, hükümdar değil!Zindana attın hep münevverleri,Menfaya yoISadın peygamberleri,Gömdün Mithat, Kemal gibi erleri.Şimdi hep anladık, ortadan çekil,Hükümrân millettir, hükümdar değillHer gün iyi havalarda gezinti yapmak niyetiyle kıraçıkanlar, bu duayı ve şarkıları işitmek için mektebin önündetoplanırlardı. Bütün şehir halkı, küçük bir mektepte küçükçocuklar tarafından ilân edilen bu küçük cumhuriyetihaber almışlardı. Mektep idaresi, iki korkunun arasındakalmıştı: Bir taraftan Yıidız'a jurnal edilmek korkusu, diğertaraftan talebenin hakaretine uğramak korkusu. Muallimlerde ses çıkarmıyorlar, bu tehlikeli işe karışmak istemiyorlardı.Bu sebeple, hiç bir kimsenin men etmediği budua her akşam dinî bir âyin gibi intizamla yapıladurdu.Bu hal haftalarca devam etti. Bir müddet jurnal olmadı.Sonradan bu jurnali da yapmışlar. Bir ay sonra birgece yarısı, Yıldız'dan gelen bir irade ile, vilâyet valisi yatağındançıkarıldı; telgrafhanede makine başına çağırıldı.Meğer ki, Abdülhamit, postaya verilen bir jurnalla Erzurummektebindeki bu cumhuriyet ilânından haberdar olmuştu.Yıldız telgraf merkezinde makine başında bulunan KaraTahsin, bu haberin doğru olup olmadığını soruyordu.190


Vaîi 1 de, maarif müdürünü 2 yatağından çıkartarak telgrafhaneyegetirtti.Ne valinin, ne de maarif müdürünün bu işten haberleriyoktu. Bununla beraber, bu haberin yalan olduğunu yazmayıdaha tehlikesiz gördüler. Çünkü her ikisi de böyle birhadisenin velevki gayet ehemmiyetsiz bir surette gerçektenvukua gelmiş olduğunu yazarlarsa mutlaka o gün içindezindana atılacaklarını veyahut menfaya gönderileceklerinibiliyorlardı. Bu sebeple, meseleyi katî bir tekziple o gecelikortadan kaldırmağa muvaffak oldular 3 .Sabah erkenden maarif müdürü mektebe geldi. Müdürünodasında oturarak tahkikata başladı. Mektepte hürriyetve vatan mefkurelerini çocukların kalbinde bir mukaddesateş gibi alevlendiren Hüseyin Sabir olduğunu pekâlâbiliyordu. Bundan dolayı iptida onu çağırttı. Hüseyin Sabirgiderken, arkadaşlarına maarif müdürüne ne yolda cevapvereceklerini kısaca anlattı. Maarif müdürü, inkılâpçıçocuğun içeri girdiğini görünce ona yer göstererek oturmasınıteklif etti. Hüseyin Sabir gösterilen sandalyeye oturdu.Aralarında şu surette bîr konuşma vukua geldi.Maarif müdürü,1) — Bu sırada Diyarbakır valisi Sırrı Paşa (1844-1895) idi.Bilgin bir kişi olan Sırrı Paşa, 1308 (1892)'de Bağdat valiliğindenbu göreve atanmış ve 4 yıl bu görevde kalmıştır. (Şevket Beysanoğlu,Diyarbakır ti Yıllığı 1967, Ankara 1967, s. 5'teki TanzimatDevri Diyarbakır Valileri bölümü). Basılmış eserleri de vardır.2) — Maarif Müdürü Mehmet Ali Ayni (1869-1945) idi. öğretmenlik,Millî Eğitim Müdürlüğü, valilik gibi çeşitli görevlerdensonra istanbul üniversitesine Felsefe Tarihi ve Genel Felsefe profesörüoldu. Çeşitli konularda eserleri vardır.3) — 21 Ekim 1924 tarih ve 164 sayılı Cumhuriyet gazetesindeyayımlanan kısım burada bitiyor. Aynı yazının devamı olanbundan sonraki bölüm yanlışlıkla Roman ve Hayat başlıklı yazınınsonuna eklenmiştir.191


— Bazı edepsizler Yıldız'a jurnal yazarak mektebe iftiraetmişler. Güya burada «Padişahım çok yaşa!» duasıyerine «Millet çok yaşa!» bağırılıyormuş. Dün gece vali paşayıve beni yataktan çıkartarak telgraf başına götürdüler.Tahsin Paşa makine başındaydı. Bu haberin doğru olup olmadığınısordu. Biz, derhal böyle bir hadisenin asla vukuagelmemiş olduğunu, bu iftiranın eşraf arasındaki mahallîgarezkârlıktan ileri geldiğini yazdık. Şimdilik Saray bu yazışımızainanır gibi oldu. Fakat yarın yine bu jurnalin tekrarlanmasıihtimali vardır. Bu sebeple son derece ihtiyatlıbulunmak iktiza eder. Şüphesiz mektepte böyle bir hâdiseasla vukua gelmemiştir değil mi?Hüseyin Sabir,— Yanılıyorsunuz, Müdür Bey! Bu hâdise her akşamumumun karşısında tekrarlanıyor. Maarif müdürü,— Ne cüretle böyle bir tehlikeli işi yapıyorsunuz?Hüseyin Sabir,— Biz sessiz, sedasız yaşıyorduk. Hatırımızdan böylebir iş yapmak asla geçmiyordu. Bu işin çıkmasına sebepsizin düşünmeden verdiğiniz bir emirdir. Evvelce akşamlarıtalebe tarafından «Padişahım çok yaşa!» diye dua edilmiyordu.Siz yeni bir emirle bunu mecburî kıldınız. Böylebir dua bizim kanaatimize uygun değildi. Biz, böyle bir duayapmakla istibdadın ihtiyarî köleleri arasına geçeceğimizehükmettik. Vicdanımızı zorla susturmadan bu iğrenç duayıyapmamıza imkân yoktu. Bu emir doğrudan doğruya bizebir hakaretti. Çünkü vicdanlarımıza karşı büyük bir taarruzduDüşündük: Hem bu hakareti reddetmek için, hem devicdanımızın samimî sesini açığa çıkarmak için, yenidenicat olunan bu dua zamanlarında, «Millet çok yaşa!» diyebağırmaya karar verdik. «Padişahım çok yaşa!» diye bağırmakisteyen hiç bir talebe çıkmadı. O günden beri, bütüntalebeler «Millet çok yaşa!» bağırdı. Bundan sonra da hepöyle bağıracağız.192


Maarif müdürü,— Aman nasıl olur? Saray gerçekten böyle yaptığınızıhaber alırsa hepimiz mahvoluruz.Hüseyin Sabir,— Biz Saray'dan korkmuyoruz. Çünkü Saray bu mîlletinhâkimiyetini gasbetmiş bir gasıptır. Biz miletimiz içinhürriyet, meşrutiyet, hattâ cumhuriyet istiyoruz. Bundan sonramilletten başka metbu tanımıyacağız. Abdülhamid'e gelinceo haindir, kaatildir; Mithat Paşa gibi, Namık Kemalgibi büyük adamlarımızı öldürten, ortadan kaldıran o değilmidir? Biz ona nasıl dua edebiliriz? Kendi istibdadının devamedebilmesi için halkı cehalet içinde, vatanı açlıkiçinde bırakan o değil midir? Şüphesiz 93 hürriyeti devametmiş olsaydı, şimdi biz de büyük terakkilere nail olacaktık.Abdulhamit o hürriyeti elimizden almakla, o zamandanberi bilâkis hep geri gittik. Şimdi biz, bu işleri yapan melunbîr canavara nasıl dua edeceğiz?Maarif müdürü,— Aman böyle söyleme! İstikbalini mahvetmiş olursunîHüseyin Sabir,— İstikbal mi? Evet, düşünülecek bir istikbal vardır.Fakat, o benîm istikbalim değil, milletin istikbalidir. Hiçmilletimin istikbali tehlikede bulunurken kendi istikbalimidüşünebilir miyim? Tek, milletim kurtulsun da onun uğrunabenim gibi binlerce genç feda olsun. Ah, bilmem nasıloluyor da, vatanın her şeyden evvel olduğunu benden âlâbildiğiniz halde, bana kendi istikbalimden bahsediyorsunuz.Ben sizi hamiyetli bir zat sanıyordum. Bilmem bu zannımdaaldanmış mıyım?Maarif müdürü,— Hayır, aldanmamışsın, esas fikirlerimiz birbîrininaynıdır. Fakat, ben zamanı gelinceye kadar fikrimi kalbimde193/13


saklayacağım, çünkü benim ve ailemin mahvolmasından vatanahiç bir fayda hâsıl olmayacaktır.Hüseyin Sabir,— Fakat herkes böyle düşünecek olursa memleketteistibdat kıyamete kadar devam eder gider. Millî hâkimiyetimizinve hürriyetimizin kurtulması ancak uyanık adamlarıntehlikeli mücahedelere atılmasıyla, büyük fedakârlıklar yapmasıylakabil olabilir.Maarif müdürü,— Varsın o fedakârlığı başkaları yapsın. Vatana kurbanlazımsa, mutlaka senin ve benim kurban olmamız lâzımdeğil a!Hüseyin Sabir,— Bilâkis lâzımdır; hem yalnız lâzım değil, aynı zamandafarz ve vaciptir. Biz gençler, vatanı kurtarmak için,hattâ ateşe atılmak lâzım gelse, bunu yapmayı göze alırdık.— Anlaşılıyor ki sizinle fikirlerimiz birleşmeyecek.O halde gidiniz de arkadaşlarınızdan Bekir Nuri'yi gönderiniz.Hüseyin Sabir, sınıfa gelerek konuşulan sözleri arkadaşlarınanakletti. Bekir Nuri'ye:— Seni istiyor, sen de aynı yolda cevap ver.— Peki!Biraz sonra Bekir Nuri de geldi, aynı yolda cevaplarverdiğini anlattı. Ondan sonra bütün talebeler birer birermüdüriyet odasına çağırıldılar; hepsi de suallere aynı cevaplarıverdiler. En sonra maarif müdürü bizzat sınıfa geldi.— Efendiler! Yapmakta olduğunuz bu tehlikeli işe nihayetveriniz. Elinizle istikbalinizi mahvetmiş olacaksınız.Bu akşamdan itibaren «Padişahım çok yaşa!» bağırmanızmutlaka lâzımdır.194Hüseyin Sabir,— Biz, bilâkis «Millet çok yaşa!» bağıracağız. Istik-


alimize gelince, vatanımızın istikbalini düşünmekle meşgulolduğumuzdan, onu düşünmeğe vaktimiz yoktur.Umum sınıf,— Evet öyledir!Maarif müdürü,— Demek ki inadınızda ısrar ediyorsunuz. Bu tehlikelisözü âlem karşısında mutlaka bağıracaksınız.Hüseyin Sabir,— İnat eden biz değiliz, sizsiniz. Çünkü, size açıkçasöylüyoruz ki bizim bu sözü bağırmamız «Padişahım çok yaşa!»diye bağırmamak içindir. Siz inadınızdan vazgeçersenizbiz de inadımızdan vazgeçeriz. Yani, biz de umum karşısında«Millet çok yaşa!» bağırmaya lüzum görmeyiz. Zatenonu ruhumuzun içinde her dakika bağırmaktayız. Meseleyenihayet vermek sizin elinizdedir.Maarif müdürü,— Anlaşıldı. Size Efendimiz için dua ettirmek kabilolmayacak. Artık sizden bu duayı istemiyoruz. Siz de o tehlikelisözleri bağırmıyacağınıza söz veriniz.Hüseyin Sabir,— Söz vermemize hacet var mı? Siz bu bid'ate nihayetveriniz, ona vesile hazırlamayınız, tabiatiyle ötekini bağırmağafırsat ve imkân kalmayacak. Zaten, işe, verdiğinizböyle lüzumsuz ve sakat bir emirle siz başladınız, başlayanbiz değiliz, sizsiniz.Maarif müdürü,— Peki, öyle olsun! Şimdi akşam duasının terki içinemir vereceğim. Sizin de bundan sonra o tehlikeli kelimeleriağza almayacağınızı ümit ederim.vMaarif müdürü bu sözleri söyledikten sonra sınıftançıktı. Bu sırada teneffüse çıkmayı haber veren trampet çalınmağabaşladı. Talebeler sınıftan çıkarak bahçede oynamağabaşladılar. Talebelerden biri:195


— Arkadaşlar, «Hürriyet Marşı»nı terennüm edelim!dedi. Bütün talebeler aynı sesle aşağıdaki şarkıyı terennümebaşladılar:Yaklaştı Yıldız'ın inkıraz günü,Bozuldu yaldızı, çıktı düzgünü,Siyaset mahkûmu, jurnal sürgünüGörmeye gelecek şanlı düğünü.Toplanın kardeşler, bayrak açalım,Yıldız'ın üstüne ateş saçalım!Bîr millet efradı hep meyus oldu,Ya mahpus, ya menfi, ya casus oldu,Padişah millete bir kâbus oldu,Vücudu vatana çok menhus oldu.Toplanın kardeşler, bayrak açahmYıldız'ın üstüne ateş saçalım!Kükreyen aslana zincir takılmaz,Adalet, zâlime merhamet kılmaz,Vatanın mahvına sessiz bakılmaz,Bir saray yakılır, bir mülk yakılmaz.Toplanın kardeşler, bayrak açalım,Yıldız'ın üstüne ateş saçalım!Daha mı zâlimler bîdâd edecek?Bir millet zincirde feryad edecek?Yakında bu halka Hak dâd edecek,Bir dâhi gönderip rmdad edecek.196Toplanın kardeşler, bayrak açalım,Yıldız'ın üstüne ateş saçalım!


Bir Hikâye


XXXV.AŞKTAN DAHA KUVVETU— Orhan, oğlum, şuraya otur, seninle çok ciddi birîş için konuşacağız.Orhan gösterilen yere oturarak,— Buyur babacığım, emirlerinizi dinlemeye hazırım.— Oğlum, artık sen yirmi yaşına girdin. Evlenecek zamanıngeldi. Sevgili annenin öteki dünyaya gittiği gündenberi, evimizde bir ev kadını yok. Ben de ihtiyarladım, ölmedenevvel mürüvvetini görmek isterim. Sana güzel, hemde zengirl bir kızcağız bile buldum. İnşallah bununla bahtiyarolursun.— Babacığım, evlenmek meselesi dediğiniz gibi, çokciddî bir iş! Bu işe karar verebilmek için, her şeyden evvelevlenecek kızla delikanlının biribirini tanıması ve sevmesi199


lâzım. Bakalım, sizin beğendiğiniz bir kızı ben sevebilecekmiyim?—< Şüphesiz seveceksin, çünkü çok güzeldir.— Evvelâ, bu hanımcağızın adını, kimin kızı olduğunusorabilir miyim?— Evet, sormak hakkındır. Komşumuz Ali bey yokmu? İşte onun kızı Nezaket Hanım. Çocukluğundan beri tanıdığın,hatta beraber büyüdüğünüz kız.— Babacığım, bu işten beni affetmenizi rica ederim.Bu hanım, hem benden daha büyüktür, hem de aramızdahiç sevişme yoktur. Ben onunla beraber oynayarak değil, belkide daima kavga ederek büyüdüm.— Oğlum, sen çocukluk çağına bakma! Şimdi, ikinizde genç, mutlaka birbirinizi seveceksiniz. H^m, sevmekten,sevişmekten ne çıkar? Bu kız çok zengindir, asil bir aileyemensuptur. Sadrazamlıklarda bulunmuş Ahmet Bekir Paşanıntorunudur. Daha ne istersin?— Her şeyden evvel gönlümün istiklâl«ni isterim, aşkımınhakkını isterim. Bu hak yalnız sevdiğim bir kızla evlenebilmektir.Bu kızla evlenemem. Hem, ne biliyorsunuz?Belki benim gönül verdiğim başka bir kız vardır. Ben ondanbaşkasıyla nasıl evlenebilirim?— Evet, biliyorum. Sen bir fakir ve asaletsiz kızı sevîyormuşsun.Ve ben asla, bununla evlenmene razı olamam.Hattâ seni bu uğursuz evlenmeden kurtarmak içindir ki sanabaşka bir nişanlı aradım. Hem de bilmelisin ki kızın babasıylakonuşarak nişanlanmanıza karar bile verdik. Senşimdiye kadar babana itaatsizlik göstermedin. Şüphesiz,bu işte de babana itaat edeceksin.— : Hayır babacığım! Yalnız bu işte size itaat etmiyeceğim.Çünkü, gönlümün verdiği karara karışamam. Bu kararane derler bilir misiniz? Buna aşk derler. Ben aşkımıhiç bir şeye feda edemem.200


— Ya, öyle mi? Demekki babanı ona feda edeceksin.O baba kî seni dünyaya getirmiş, büyütmüş, okutmuş, adametmiştir. Nankör çocuk, git, düşün, her cihetini hesap et;sabaha kadar bir cevap ver. Ya evet, yahut hayır. Eğer hayırdeyeceksen bavulunu da topla, hazırla. Çünkü artık babanınyurdunda sana bir yer bulunmayacaktır. Ve bir dahasenin yüzünü görmiyeceğim.Orhan, bu söz üzerine, cevap vermeyerek odasına gitti,O gece rahatça uyudu. Çünkü kararını vermişti. Sabahbavulunu toplayarak babasına bir veda mektubu yazdı. Mektububabasına verilmek üzere hizmetçi kıza teslim etti ye biraraba çağırttı. Gözlerinden iki damla yaş aktığı halde atalaryurdunu terketti. Arabaya binerek, arkadaşı Turgut'unevine yollandı.Turgut yeni uyanmış, kahvaltı ediyordu. Orhan'ın geldiğinihaber verdiler. Turgut bavulu görünce, işi anladı.«Babanızla bu aşk meselesinde uyuşamayacağınızı biliyordum.Neyse olacak olmuş. Bu işte ben kazanıyorum. Çünkü,gece gündüz seninle beraber bulunacağım, bu ev geniştir,ikimizi de barındırabilir. Haydi, somurtkanlığı bırak,babandan ayrıldmsa, kardeşlerine kavuştun. Bak, berabercene güzel bir hayat süreceğiz» dedi.Hizmetçi kadın Orhan'ın bavulunu, kendisine tahsisedilen odaya götürdü. Sonra geldi, ona da bîr kahvaltı hazırladı.Kahvaltıdan sonra, Turgut işine gitti Orhan da başınageleni anlatmak için sevgilisinin evine yollandı.Tomrîs uykudan yeni kalkmıştı. Nişanlısının kederli yüzünügörünce meraklandı. Orhan babasıyle neden dolayıayrıldığını bildirdi. Tomrîs, kendisi için, babasını ve atalaryurdunu terkeden sadakatli âşıkının elini tuttu, şükranınıhissettirmek üzere kuvvetle sıkmağa başladı. Bu anda Tomris'inbabası Ali Bey geldi. Orhan'a «Seninle çok ciddî bîrmesele üzerinde konuşacağım» dedi. Tomris'e de «Sen de201


artık mektebe git. Bir muallime, âşıkı ile beraber olsa da,İşine bu kadar geç gidemez» diye şakalaştı.Tomris mantosunu giydi, başörtüsüyle başını yaparaknişanlısına veda etti. Ali Bey onun odadan çıktığını görünceçok ciddî saydığı meseleyi müstakbel damadına anlatmağabaşladı.Ali Bey Orhan'a, Halife ordusunda bir hizmet teklifediyordu. Ondan ihtiyat zabiti sıfatıyle bu orduya girmesinive Anzavur Paşanın yaveri olmasını istiyordu. Bu teklif,birdenbire Orhan'ı çıldırttı, ömründe ilk defa olarak vatanaleyhinde çalışmağa davet ediliyordu. Orhan, gayri iradîbir hamle île kendisine vatan hainliğini teklif eden bu alçağabir tokat atmak üzere idi. Elini kaldırmıştı, fakat buadamın sevgilisinin babası olduğunu hatırlayınca, yükselmişolan eli yanına düştü. Bu anda, arkadan «Vay, babamı döğmekmi istiyorsun?» diye bir ses geldi. Meğer, Tomris,çok ciddî olan işin ne olduğunu anlamak için kapının dışarısındabekliyormuş. Kapıdan bakınca, âşığının babasına tokatatmak üzere olduğunu gördü. Halbuki bu el, bir saniyedenziyade tokat atmak vaziyetinde kalmamıştı. Orhan, karşısındakininsevgilisinin babası olduğunu hatırlar hatırlamazelini aşağı indirmişti. Fakat, Tomris bu ikinci hareketi görmedeniçeri atılmış, babasıyle âşığının arasına girmişti. Buhal iki dakikadan fazla sürmedi. Ali Bey, kızının kolundantutarak; «Haydi kızım, biz öteki odaya gidelim. Bu adamartık senin kocan olamaz. Çünkü babanı tokatlamak için elkaldırdı» dedi. Tomris ağlayarak âşığına baktı. Babasıyleodadan çıktı. Orhan şaşkın bir surette yerinde mıhlanmıştı,Ne yapacağını bilmiyordu. Biraz sonra Tomris tekrar içerigirdi. Orhan'ın yanına geldi. Bu sözleri söyledi:— Babamın sîzinle barışması için çok valvardım. Nihayet,bana şu cevabı verdi: «Eğer deminki teklifimi kabulederse, aramızda hiçbir şey olmamış sayacağım. Seni debu hafta içinde ona vereceğim. Yok, kabul etmezse, bir da-202>


ha birbirinizi görmeyeceksiniz, Git, söyle de cevabını getir.»Orhan, çılgın bir nazarla sevgilisine baktı, bir volkangibi şu ateşli sözleri püskürdü:— Sevgilim, biliyorsunuz ki ben babamı, atalar yurdumu,servetimi, her şeyimi sizin için feda ettim. Bu fedakârlıklardabir saniye bile tereddüt göstermedim. Fakat, şimdibütün istenilen, vatanımı feda etmektir. Ah, ey hayatımıngüneşi, ah, ey ömrümün saadeti! İyi biliniz ki, bugün en aziz,en kıymetli şeylerini sizin uğrunuzda feda eden bu sadakatiJâşıkınız yalnız bir şeyi feda edemez. O şey vatanıdır. Ah,vatanıma karşı hain olmak! Böyle bir teklife duçar olmakbile en büyük bir günahtır. Ben bu günahın kefaretini çekmekiçin bütün ömrümü vatan için çalışmak üzere nezrediyorum.O halde, elveda sevgilim, edebiyyen elveda! Çünkü artıkbenim yerim, gelin odası değil, harp siperidir. Mademki aşkım,vatan hainliği icab ettiriyor, ben bu aşkı vatan için fedaetmekten bir saniye bile tereddüt etmem. Fakat, sevgilim!Zannetmeki bu fedakârlığım benim için her şeyden daha acıdeğildir. Zannetme ki ben bu gönül acısı içinde artık yaşayabileceğim.Hayır, gittiğim yer, cehennemden, volkandandaha müthiş bir siper olduğu için, şüphesiz daha uzunmüddet yaşayamıyacağım. İşte yakında ölmek tesellisidîrki bu anda senden ayrılabilmek için bir vatan şehidi olarakbana kuvvet veriyor.Evet, canımdan, babamdan, babamın yurdundan, anneminruhundan daha aziz olan sevgilim! Bütün sevgili vekıymetli olan şeylerimi senin için feda edebilirim. Fakat,yalnız vatanımı feda edemem. Vatan her şeyden daha mukaddestir,daha sevgilidir, daha üstündür.Sakın senden daha çok sevdiğim için vatanı kıskanma!Sen de onu benden daha çok sev! Ve dünyada en çoksevdiğin, en hürmet ettiğin vatan olsun, işte ben şimdi gi-203


diyorum. Ayrılırken bir kere daha elinizi öpebilsem, bu benimiçin en büyük saadet olacaktır.Tomris elini uzattı. Orhan sevgilisine hasretli bir nazarlabaktıktan, bu güzel eli coşkun bir vecd ile öptüktensonra, «Ailaha ısmarladık!» diyerek odadan çıktı. O çıkarçıkmaz, Tomris de «Ah babacığım, babacığım! Beni mahvettin»diyerek düşüp bayıldı.Orhan, arkadaşı Turgut'un dairesine giderek meseleyianlattı. Anadolu'ya geçmek istediğini söyledi. HarbiyeNezaretinde bir zabit bulunan Turgut, Anadolu'ya geçmek isteyenlerigeçirmeğe çalışan gizli bir teşkilâtın adamlarmdandı.Bu millî teşkilât derhal Orhan'ı Anadolu'ya geçirdi.Orada, ihtiyat zabiti sıfatıyle orduya girdi, ilk safta harbetmekistediğinden kendisini düşmanın en ziyade taarruzunauğrayan bir sipere gönderdiler.Orhan bu siperde her gün düşmana hücum etti. Bombalarlatop oyunu oynar gibi, vecd ile, meserretle harbetti.Vücudunun her tarafı yaralar içinde kalmış olduğu halde birtürlü yerini bırakmak istemiyordu. Nihayet büyük bir bombayarası onu baygın olarak yere serdiğinden, sadık neferleri,onu kucakladılar, siperden uzaklaştırdılar.Orhan, hastanede iki hafta kadar baygın yattı. Şefkathemşirelerinden biri ona, bir kardeşten, bir zevceden dahabüyük bir takayyütle bakıyordu. Doktorlar bu ihtimamın derecesinehayret ediyorlardı. İki haftadan beri, bir saniyegözlerine uyku girmemişti, iki hafta sonra Orhan'ın yaralaniyileşmeğe başladı. Bir gün, bu şefkat hemşiresi, bir anneninhasta çocuğuna çorba içirmesini andıran bir dikkatleona et suyu içirirken, Orhan birdenbire gözlerini açtı.Karşısında kimi görse beğenirsiniz?Uğrunda vatandan başka bütün aziz şeylerini feda ettiği,fakat kendisini de vatan uğrunda feda eylediği sevgiliTomris'ini görmesin mi? Bu saadet perisinin kendisine et204


suyu içermekte olduğunu görünce, «Ah» deyerek tekrar bayıldı.Tomris yüzüne su serpti; hastayı yeniden ayı İtti.Orhan bu kere gözlerini açınca, doktor da hastayayaklaşmıştı. Onun ayıldığını görünce hastaya dedi ki; «İkihaftadan beri gözlerine uyku girmeyen bu şefkat hemşiresinigörüyor musun? Seni ölümden kurtaran işt® budur. Bütünteşekkürlerini ona borçlusun».Orhan, zayıf, dermansız eliyle, şefkat hemşiresinin elinisıktı. Gözlerinden iki damla yaş yuvarlanmaya başladı.Doktor uzaklaştıktan sonra, Tomrîs'e sordu:— Sevgilim, ben Anadolu'ya geldikten sonra sen deHilâli Ahmer vasıtasıyle arkamdan geldin, öyle mi?— Evet, sevgilim, seninle beraber vatan uğrunda ölmeküzere arkandan geldim. Turgut gelmome yardım etti.Fakat, görüyorum ki, vatan hizmetlerimizi kabul etmekleberaber, şehit olmamızı kabul etmedi. Eskiden ümit ettiğimizgibi beraber yaşayacak ve mesut olacağız.Orhan iyileşince, bu iki âşık Hilâli Ahmer tarafındanevlendirildiler. Bunlar evlendikten sonra cephede çalışmakistediler. Fakat her ne kadar afiyet bulmuşsa da, birçok yaralarlavücudu zayıf düşmüş olan Orhan'ın cephe gerisindeçalışması için doktorlar ısrar ettiler. Bu suretle Orhan'laTomris, Ordu tarafından şehit çocukları için açılmış olanerkek ve kız şubelerini muhtevi bir mektebe muallim vemuallime tayin edildiler. Şüphesiz onlar burada çocuklara,her şeyden evvel, vatan aşkını aşıladılar.205


Çocuk Sütunu


XXXVI.HAYVANLARDA İKTİSAT ve İHTİYAÇLARITurgut sordu;— Bey baba! gazetelerde, mecmualarda, kıraat kitaplarında,muallimlerin nasîhatiarında, herkesin ağzında hepbu «îktîsad» kelimesi dolaşıyor. Bu ne demektir? Bana anlatırmısıniz?Babası cevap verdi:— Yavrum! iktisadın ne demek olduğunu anlamakiçin, onu ibtidâ hayvanların hayatında yoklayalım. Çünkü,senin gibi mini mini çocuklar hayvanların hallerini însanlarınkindendaha iyi anlarlar.İktisadın başlangıcı ihtiyaçlarla zevklerdir. Zevk te,gönüle ait bir ihtiyaç olduğundan/ iktisadın temeli yalnızihtiyaçlardır diyebiliriz.209/14


Turgut — İhtiyaçlar ıztıraplı duygulardır. Açlık, susuzlukgibi. Bu ihtiyaçların hayat için bir faydası var mıdır?Babası — Elbette var. Maddî ihtiyaçlar, vücuttaki bireksiğin; «Yangın var!» diye feryat etmesi ve bu suretle imdadistemesidir. Gazetelerin muhabirleri olduğu gibi, bunlarda hayatın muhabirleridir. Biz vücudumuzda neler eksik olduğunubilemeyiz. Onu bize açlık, susuzluk, üşümek, uyuklamakduyguları haber verir. İşte, bu gibi ihtiyacî duygularadırki «ihtiyaç» adını veriyoruz.Turgut — Hayvanlarda ne gibi ihtiyaçlar var?Babası — Hayvanlarda başlıca iki ihtiyaç var: Birincisigıda ihtiyacı, ikincisi mesken ihtiyacı.Turgut — Hayvanlar gıdalarını nasıl ele geçiriyorlar?Babası — Hayvanların da bazı nevileri avcı, bazılarıbalıkçıdır. Bazıları da çiftliklerinde hazır buldukları otlarla,köklerle, ağaç kabuklarıyla, yemişlerle, çiçeklerin ballanylakarınlarını doyururlar.Turgut — Hayvanların meskenleri nasıl şeylerdir?Babası — Kuşun yuvası, tilkinin ini, arının kovanı,karıncanın deliği "vardır. Hayvanların içinde meskeni olmıyanhiç bir nevi yoktur. Bazılarının yuvası çok güzeldir, bazılarınında çok bayağıdır.Turgut — Bizim elbiseye de ihtiyacımız var. Hayvanlardada bu ihtiyaç olmak gerek.Babası — Hayır yavrum! Hayvanların yalnız buna ihtiyaçlarıyoktur. Çünkü, Allah onları en güzel elbiselerle süslenmişoldukları halde, dünyaya getirir. O kadar güzel elbiselerledünyaya gelirler ki, biz ve hususiyle hanımlarımızgiyinmek ve süslenmek için, onların kürklerine, yapağılarınatüylerine, derilerine ve eski dişlerine (fil dişi) malik olmakiçin, hiç bîr fedakârlıktan kaçmayız.Turgut — «İktisadın başlangıcı ihtiyaçlarla zevklerdir»dediniz. Hayvanlarda «bediî zevk» de var mıdır?Babası — Evet bazı nevilerde bediî ihtiyaçlarla bediî210


zevk vardır. Bazı hayvan nevileri, parıldayan maddelerdençok hoşlanırlar. Asya'da, bir keklik vardır ki yuvasının çevresindekiağaçlara, bulabildiği cam parçalarını asarak eviniziynetli bir apartman haline getirir.Turgut — insanlara nisbetle hayvanların ihtiyacı pekaz görünüyor, öyle değil mi babacığım?Babası — Evet, oğlum, hayvanların ihtiyaçları pekazdır.İnsanların ihtiyaçları ise, azdan başlayarak gittikçe çoğalmıştır.Bazı filozoflar, insanların da ihtiyaçlarını azaltmalarını,«sâde bir hayat» yaşamalarını tavsiye etmişlerdir.Bazıları da cemiyetlerde «medeniyetsin yüksekliği ihtiyaçlarınçokluğuyla mütenasiptir demişlerdir. Bunlar, ihtiyaçlarınçoğalmasını faydalı görürler. Fakat, bugünkü pahalılıkispat ediyor ki «sâde bir hayat» yaşamak yalnız ahlâkî birmefkure değil, aynı zamanda, hususiyle bugün için, iktisadîhayatın mübrem bir ihtiyacıdır. Fakat, bu sâde hayatı tavsiyeetmeden, ihtiyaçlarımızı yalnız gıda ile mesken ihtiyaçlarınahasrederek, hayvanî bir hayata dönmeği istediğimanlaşılmasın. Yalnız şurasını anlatmak istiyorum kisâde yaşamak bütün ömrümüzü soframızla ve meskenimizleuğraşmağa hasrederek, hayvanî bir hayata dönmek demekdeğildir. Sâde yaşamak bilakis şu hayvanî ihtiyaçları, hususiylegıda ihtiyaçlarını asgarî bîr hadde indirerek, onlarınyerine zihnî ve ahlâkî ihtiyaçlar gibi daha yüksek duygularıkoymaktır. Bu manevî ihtiyaçlar, maddî ihtiyaçlar gibi, büyükmasraflara ve israflara bağlı değildir. Bunlar hiçbirmasrafa ve israfa sebep olmaksızın, ruhumuzu vecd vesaadetle doldururlar. Sâde hayat, ihtişamı menetmez, yalnızmaddî ihtişam yerine ruhî bir ihtişam ikame eder. Tabiidirki sâde hayatın bu nev'ine, hayvanlarda rast gelinmez.Turgut — Hayvanlarda da hiçbir ahlâkî duygu yokmudur?Babası — Kendilerine göre ahlâk duyguları vardır.Kuşların ve bazı memeli hayvanların yavrularına olan şef-211


katlarını biliyorsun. Bunlardan daha vuzuhlu bîr ahlâk hâdisesinisana nakledeyim. Bir nevi büyük saka kuşları vardırki bunlara Kaşıkçı Kuşu da derler. Amerika vahşileri bunlardanbîr tane tutarak bir ağaç üzerindeki bir dala bağlarlarve önüne de bîr sepet koyarlar. O civardaki Kaşıkçı kuşları,avladıkları balıkların bir kısmını, esarete düşmüş olancinsdaşlarına getirirler ve önündeki sepete koyarlar. Sepetinbalıkla dolduğunu gören sepet sahipleri hemen sepetteki balıklarıboşaltarak, sepeti esir kuşun önüne tekrar koyarlar.Yalnız, irat veren bu esir kuş açlıktan ölmesin diye sepettebirkaç balık bırakırlar. Görüyorsun ki hayvanlarda da yardımlaşmaduyguları vardır. Fakat, insan, ahlâkî kaidelereaklîyle ve iradesiyle hürmet ve riayet eder. hayvanlar, sevk-rtabiîleriyle, düşünmeksizin, biribirine yardım ederler. Demekki aralarında bir fark vardır.212


XXXVII.HAYVANLARDA İKTİSADÎ HAYATTurgut babasına sordu:— Hayvanlar, ihtiyaçlarını nasıl tatmin ederler? insanlargibi çalışmakla mı?Babası cevap verdi:— Bazısı çalışarak ihtiyaçlarını tatmin eder. Fakat,hepsi değil. Meselâ ot yiyen hayvanlar hakkında çalışıyorlardenemez. Çünkü, otlamak çalışmak demek değildir. Bununlaberaber hububatla, yemişlerle, köklerle yaşayan ve kendiniyaşatmak için, biraz öteyi beriyi aramağa mecbur olan hayvanlariçin «çalışıyorlar» denebilir.Et yiyen hayvanlar için de bu söz söylenebilir: Çünkü,sözün tam manasıyle bunlar çalışıyorlar. Bunların bütünömürleri, avcılık, yahut balıkçılıkla geçiyor. Bu işler insanlardaçalışmanın bir nevi olduğu gibi hayvanlarda da çalış-213


ma mahiyetindedir. Hattâ bunlar, büyük bedenî cehdleriiktiza eden çalışmalardır. Ve insan nevi de nice binlerceseneler, bu üç nevi çalışmadan başka çalışma görmedi:Yemiş toplama, avcılık, balıkçılık.Gıdalardan meskenlere geçersek, görürüz ki hayvanlardabu ihtiyaç yalnız çalışmaları değil, fakat, harikuladetenevvü etmiş hakikî hirfetleri (zanaatları) ister. Bu iştekuşlar, memeli hayvanlardan daha ileridirler.Bunların nasıl bir sanatla ve nasıl bir aşkla yuvalarınıyaptıklarını biliyorsunuz. Ve kuşların ne kadar çok çeşitliolduğu da meçhulünüz değildir. Hattâ «Sarı Asma» gibibazı kuşlar yuvalarını, yaprakları biribirine dikmekle yaparlar.Fakat, hususiyle haşerelerin acaipleri çok olan âlemindedirki hirfetlerin çok çeşitli nevilerine hayran oluruz. Bazılarıkazıcıdır, bazıları da «Nekroforlar» yani mezarcıdırlar.Arıların bir nevi, yuvasını çiçeklerin yapraklarıyla döşer.Hayvanların hirfetleriyle insanların sanatları arasındayalnız bir fark vardır: Her hayvan nevi yalnız bir sanat yapar,insan nevi ise bütün hirfetleri nefsinde cemetmiştîr.Bununla beraber, hayvanların çalışmasıyle insanlarınçalışması arasında başka bir fark da vardır gibi görünüyorve bu fark o kadar esaslıdır ki, aynı hayvanlara ait işlerinçalışma adına layık olup olmadıkları bile sorulabilir, insandakiçalışmanın mümeyyiz alâmeti, daim, cehdli ve zahmetliolmasıdır. İnsan alnının terini dökerek ekmeğini kazanır.Hayvanlar için de «alınlarının terini döküyor» denilebilirmi? Bu söz mecazî manasiyle değil, hakikî manasiylede mantıksızdır. Hayvanların işlemleri, insan için olduğugibi, bir vazife değildir. Belki tabiî bir iş gibidir. Meselâkuş, nasıl öterse yuvasını da öyle yapar. Arı nasıl vızıldarsabalı da öyle imal eder. Bunlar, her sabah «Bugünkü vazifemiyapmaya gideyim» diye düşünmez. Çalışma onlar içinbir idman, bir spor, bir yaşayış tarzından ibarettir. Hay-214


vanlar zevk için eğlenerek çalışırlar. Çalışmak, onlar için^hürriyetle yapılmış tatlı bir iştir ve eğlenceli bir oyun gibidir.İnsanlar da bu nevi çalışmayı çok severler, bundandolayıdır ki «İrem» bağında iken böyle çalıştıklarını, oradanbu kara toprağa düştükten sonra, zahmetli işlerle uğraşmağamecbur olduklarını tahayyül etmişlerdir. Hayvanlar hâlâİrem bağında yaşıyor gibidirler.İnsanlar bu zevkli çalışma devrine «Altun çağ» adınıvermişler, o devre karşı duydukları hasreti bu adla da anlatmışlardır.Fakat, teessüf olunur ki insanların bu dereceyeulaşması mümkün değildir. İnsan mazide olduğu gibi,istikbalde de zahmetli işlerde çalışacak, yani emek çekecektir.Bundan dolayıdır kî insanı «tembel bir hayvandır»diye tarif etmek yanlış değildir.Bununla beraber, insan tarafından hayvanların tembelliğiiddia olunabilir. Bu iddia, ehli hayvanlar için doğruolamaz, çünkü onlar, insanların esirleridir. Onların çalışmalarıesircesine bir çalışmadır. Bununla beraber, hattâ bunlariçin de, tembel demek çok haksızlıktır: Bütün gün nefesikesilerek adamın arkasından koşan köpeğin, sabanınönündeki öküzün, koşum altındaki araba beygirinin ne kadarfaaliyet sarfettiği düşünülsün. Bugün hangi patrondurki bu sadakatli emek arkadaşlarından daha tembel olmayangündelikçilere malik olmakla bahtiyar olmasın?Hür hayvanlara gelince, gayet basit olan ihtiyaçlarınıtatmin ettikten sonra, daha fazla ahitlere girişmek ihtiyacınıduymazlar. Bu sebepledir ki istirahat ederler. Bu hal,hayvanların tembel olduğuna delâlet etmez; yalnız onlarınyapması elzem olan işleri yapmakla iktifa ettiklerini anlatır.Şimdi de çalışmanın niçin insanlara, hayvanlarda olduğukadar şetaretli ve kolay olmadığının sebebini arayalım.Niçin, çalışma insanlar için, bir nevi mahkûmiyet şeklinialmış, insan nevinin asırlarca esir olarak çalıştığını ve buhürriyetsizlik, cebrî çalışmalarla ne kadar çok ıstırap çek-215


fiğini düşünürsek, bu sebebi kolaysa bulabiliriz. Hattâ, Türkiye'dehâlâ ve Avrupa'da yakın bir zamana kadar, ecîr sıfatıyledüne kadar ıstıraplar çektiğini hatırımıza getirirsek,çalışmanın neden dolayı insanlarca sevilmediğini kolaycaanlarız.Fakat, meseleyi daha karışık bir hale sokan cihet hürçalışmaların da o kadar hoşa gitmediğidir. Bunun delili de,bizzat esaret müessesesidir. Bedihidir ki esareti icad eden€ski milletler, hür insanlardan mürekkeptiler. Bunların başkalarınıkendi yerlerine çalıştırmayı düşünmeleri, onlarınserbest çalışmadan da nefret ettiklerine delâlet eder.Böyle bir angaryadan kurtulmak içindir ki vaktiyle zenginler,harbe gitmek için çağrıldıkları zaman, parayla adamtutarak, kendi yerlerine onları harbe gönderirlerdi.Turgut —• Bey baba, insanlar için de çalışma, hayvanlardaolduğu gibi zevkli ve şetaretli olsaydı, insanlardaha mesut olmaz mıydılar?Babası — Hayır oğlum! Daha mesut olmazlardı. Çünkü,«medeniyet» adını verdiğimiz bu büyük nimetten mahrumkalırlardı. Baksana, hayvanlarda hiç bir nevin medeniyetiyoktur. Hattâ, muntazam teşkilâta ve taksîm-î a'mâlemalik olan anlarda ve karıncalarda bile «medeniyet» yoktur.Çünkü, onların taksim-i a'mâlleri bile uzvîdir. Kovanınbeyi, bir bey vazîyetiyle askerleri asker uzuvlarıyle, amelesiamele gövdesiyie, çocuk bakıcıları bu işe mahsus azalarladünyaya gelirler. Onlar, hirfete ait sevk-i tabiîleri doğarkenberaber getirirler. Hiçbirini terbiye tarikiyle öğrenemezler.İnsan ise her sanatı, her hirfeti, her bilgiyi terbiyetarîki ile cemiyetten alır. Dünyaya gelirken beraberinde,içtimaî mahiyette hiçbir bilgi, hiçbir hüner getirmez.İnsan, çalışmayı sevmediği içindir ki bjtün vasıtalarlaondan kurtulmağa çalışmıştır: Tabiî kanunların istihdamı,makineler, muhtelif içtima tarzları, taksim-î a'mâller hep, insanınkendi zahmetlerini azaltmak için, icadettiği müessese-:216


lerdir. Bu hadiseye, «en azcehd-cehd-1 ekal» kanunu derler,.ki bütün iktisadiyat ilminin temelidir. Şair Eşref merhumbunu bir mısrada şöyle ifade etmiş:«Az zahmete mukabil, çok menfaat husulü»Evvelce dediğim gibi, insan çalışmadan Kurtulmak içindirki harikalı bir derecede çok çalışıyor. Nasıl ki UmumîHarbe «Bir daha harbetmemek için girildiadeniliyor. Fakat,ne bunda muvaffakiyet husule geldi, ne de ötekinde gelecek.Biz, çalışmayı, her merhalesinde daha necibleşen buuzun ve zahmetli suudunda takip edelim, iptida kırbaçtan,sonraları tazyikten, daha sonra günlük ekmeği kazanmakgibi bir mecburiyetten, en sonra çalışmanın semerelerindengittikçe daha büyük bir hisse iddia eden şahsî menfaatten*ibaret olan bu necibleşme merhalelerinden birer birer geçerek,nihayet, çalışmayı «İçtimaî hizmet» gibi şerefli birmertebeye yükseltelim. O zaman çalışmanın saiki umumun*iyiliği ve tesanüt vazifesi olduğunu görürüz.217


XXXVIII.ATEŞ YAKABİLEN MAHLÛKTurgut babasına sordu:— Bey baba, sermaye nedir? Ve hayvanlarda var mıdır?Babası şöyle cevap verdi:— Hayvanlarda sermayenin bulunup bulunmadığınıanlamak için, evvelâ «mülkiyet»in mevcut olup olmadığınıyoklayalım. Mülkiyet hayvanlar için münasip olmayan birkelimedir. Çünkü, bu kelimede uzun bir tekâmül zenginliğisaklıdır. Hayvanlarda ancak «temellük» hadisesini tetkik edebiliriz:Hayvan harici âlemde, kendi ihtiyaçlarını tatmin edebilebazı eşya görür ki bunlar, kendisinde arzu uyandırarakonları kendi mülkü yapmak, benimsemek ister. Bir şeyikendi mülkü yapmak için elindeki vasıta ise, istihlâk etmek,yahut ağzına sokmaktır.218


Bunun sırrını anlamak için, küçük çocuklara bakmakkâfidir. Onlar, kendilerine verilen şeyleri avuçlarında nasılsımsıkı tutarlar ve ellerinden alınmak istendiği zaman nasılbağırırlar, yahut ağlarlar; Bunlarda yüksek derecede bir «temellük»sevk-î tabiîsi vardır. Bunu nasıl ifade ederler? Temellükettikleri maddeyi yutmak için ağızlarına götürürler»Çünkü, bir şeyi temellük için onu yutmaktan, yemekten dahaiyi bir vasıta yoktur. Hayvanların da temellüklerini ifadeiçin yaptıkları bundan ibarettir. Temellükün bu derhal istihlâkşeklini onlar da bilirler.Charles Gide'e göre, ingiliz tabiiyatçılarından ThomsonSalton hayvanların âdetlerine dair bir eserinde diyor ki:«Bir gün sincaplara fındık atarak eğleniyordum; Fındık yeredüşerken henüz hiçbirinin malı değildi. Yere düştüktensonra sincapların hepsi birden yakalamak için fındığın üzerineatılıyorlardı. Fakat fındığı dişleriyle ilk yakalayan bumalın meşru sahibi sayılıyordu. Birkaç saniye sonra, onunfındık üzerindeki sahipliği artık her türlü şüpheden varesteoluyordu.»Bu, henüz temellükün yutmak devresidir. Bundan birderece daha yükseğine çıkalım: Hayvanın derhal maddeyiyutmayarak bir tarafa koyması mümkündür.Bazı hayvanlar bu işi yaparlar. Hususiyle, sincap buişi yapar. Köpek de aynı işi yapar. Maddenin derhal yutulmayaraksaklanmasiyledir ki hayvanlarda hakikî temellükbaşlar.Yine İngiliz tabiiyatçısını dinleyelim:«Eğer sincap açsa derhal fındığı yer, eğer gıdalanmakihtiyacını hiçbir suretle duymuyorsa, fındığı üç yahut dörtkere ağzında dolaştırdıktan sonra onu kışa mahsus iddiharmahzeninde gizler.»Turgut sordu:— Niçin fındığı üç yahut dört kere ağzında dolaştırıyor?219


Babası şöyle cevap verdi:— Demin söylediğim küçük çocuk ki eline verilen şeyiağzına götürüyor ve yutmak istiyordu, sincap da aynı şeyiyapıyor. Fakat sincap, küçük çocuktan daha zekidir. Fındığısakladığı yerde keşfolunduğu zaman, gerek başka sincaplarve gerek kendi tarafından kolayca tanınsın diye kendikokusu ile meşbu etmek ister. Âdeta, böyle bir jest ilefındık üzerine kendi mülkiyet damgasını vurur.İşte, temellük böyle başlar: Gerçekli istihlâkten ayrılıpda tasarruf ve iddihar suretinde muhafaza olunduğu zamandadırki temellük başladı diyebiliriz.Fakat, mülkiyet, hayvanlarda, insanî bir hareket olan«hırsızlık» suretinde de başlar. Hayvanlar, ekseriyetle birbirindenhırsızlık mal çalarlar. Başkası tarafından avlanmışbalıkları çalan ve bu suretle dalkavuk (tuföylî) hayvanlarınhususî bir çeşidini teşkil eden balıkçı-şahinler bunamisaldir. Haşerat âleminde de eşekarısını dahi misal olarakzikredebiliriz. Bu hırsızlığın zikri geçen hayvanlarda mülkiyetduygusunun tamam olduğuna delâlet eder. Proudhon'un«Mülkiyet bir hırsızlıktır» sözü meşhurdur. Charles Gidediyor ki: «Bu ifade birçok itirazları davet edebilir. Fakatonu tersine çevirerek; «Hırsızlık, bir mülkiyettir» haline koyarsak,her türlü itirazdan azade kalır. Bedihidir ki eğermal sahipleri olmasaydı, hırsızlar da olmayacaktı.»Filhakika, hayvanlar, çaldıkları şeylerin başkalarınınmalı olduğu duygusuna maliktirler.Hayvanlar, yalnız istihlâk eşyasının ferdî temellüküduygusuna malik olmakla kalmazlar, meskenlerinin temellükduygusuna da maliktirler: Arı kendi kovanını, kuş kendiyuvasını, köpek kendi kulübesini müdafaa eder. Köpeğinefendisine ait eşyayı da nasıl muhafazaya çalıştığı malumdur.Hayvanlarda maşerî mülkiyet duygusu da var. Sokakköpeklerinin devlet hudutları gibi muayyen sınırları vardır:220


Her sokağın köpekleri kendi hudutlarını gayet vatanperveranebir hisle müdafaa ederler ve yabancı köpekleri kendi vatanlarınıniçine sokmazlar, insanlara gelince, mülkiyet, umumiyetle«sermaye» şeklini alır.Turgut sordu:— Bu sermaye fikri hayvanlarda da var mıdır?— Bu suale hem «evet», hem de «hayır» dfye cevapverilebilir.Eğer sermayeden ihtiyat için ayrılarak iddihâr edilengıdalar şeklindeki mülkiyet murad olunursa, «evet!» cevabıverilebilir. Sincap, fındıklarını koyduğu gizli anbarlaramaliktir. Sincap, hattâ insan kapitalistleri arasındaki ailebabalarının umdesini tatbik eder: Yani, kapitalist babalarbütün tahvilâtını, bütün eshamlarını aynı bankaya koymazlar,«Bazısı iflâs ederse, bazısı kendini kurtarabilir» diyerek,servetlerini bankalara taksim ederler. Sincap da bunlargibi hareket ederek, fındıklarını ayrı ayrı îhtifagâhlardasaklar. Sincapların bu hareketinde taaccübe şayan bir basiretduygusu vardır. Arının kovaniyle karıncanın medhârlarmdanbahsetmeğe hacet var mı? Hazreti Süleyman insanlara şöylehitap ediyor: «Tenbel! git, karıncayı gör, o seni irşad edecektir.»Fakat sermayenin alâmeti farikası, yeni bîr servet husulegetirmek için tasarruf olunmuş bir servet olmasıdır.Bir lâhza için Robinson'un iktisadî hayatını tetkik edelim.Robinson sincap, arı ve karınca gibi, kazaya uğrayanvapurdan çıkardığı zahireleri iddihar ederken, yalnız onlarıkışın istihlâk etmeyi ve fena günlerde ihtiyaçlarını tatmineylemeyi düşünmüyor. Fakat, birtakım aletleri, hususiyleadadan kurtulmak için muhtaç olduğu boş zamanı bulmak221


içîn bu iddihalara lüzum görüyor. Bu sandalı yaparken, avagidemezdi.Bu sebeple, evvelce iddihar edilmiş zahireleri yoksa,sandalı yapamazdı. 0 halde Robinson'un iddihar ettiği zahirelergerçekten bir sermaye idi.Fakat, hayvanlarda da böyle olduğunu zannetmemeli:Sincabın, arının, karıncanın medhârları insanların ancakdefinelerine ve hazinelerine benzetilebilir.Sermayenin başka türlü bir telâkkisi daha vardır:İktisatta sabit sermaye denilen aletler, makineler, sanateserleri gibi. [Bu sermaye yukarıda söylediğimiz mütedavilsermayeden farklıdır]. Acaba hayvanlarda da bu sabitsermaye var mıdır? Bu suale umumiyetle «hayır» cevabıveriliyor. Hattâ, insanı «Alet yapan bir hayvan» diye tarifedenler var. Filhakika hayvanlar alet yapmazlar. Çünkü,elbiseler hakkında dediğim gibi, aletler hususunda databiat tarafından iyice teçhiz edildikleri içindir ki bunlaralet yapmazlar. Tabii aletleri kâfi olduğu için sunî aletlereihtiyaçları yoktur. Filhakika, kendilerini hasrettikleri biriciksanat olan avcılık için, tabiat gerek memeli hayvanları,gerek kuşları, gerek haşereleri hayrete şayan mükemmelsilâhlarla teçhiz etmiştir.Mesken sanatına gelince, tabiat memeli hayvanlara kazıcıtırnaklarını ve kuşlara gagalarını nâkâfi olarak vermişsede, haşerata ve hattâ insanlara bile tefevvuk eden gayetmürekkep aletler vermiştir. Burgu, iğne, bıçkı, şırınga, bîzgibi birçok aletler hayvanlarda vardır ve onları korkunç birhale sokar. Bunlardan daha iyi aletleri ne yapacaklar? Bununlaberaber, alet yapan hiç bir hayvan yoktur demek dedoğru değildir. Birçokları avını yakalamak için tuzaklar yaparlar.örümceğin ağını bilmeyen yoktur. Bu, örümceğin nebir elbisesi, ne de bir meskenidir. Avcının yahut balıkçınınağı gibi bir ağdır, bir tuzaktır.222


İnsanları hayvanlardan ayıran âmil, aletler yapmak değildir.İnsanları hayvanlardan ayıran, yalnız ateş yakmaktır.Ateş yakabilen mahlûk yalnız insandır. O halde medeniyetintemeli ateş yakmaktır, diyebiliriz.223


NOTLARZiya Gökalp'ın Yeni Gün (Tam adı: Anadoluda YENİGÜN), Yeni Türkiye ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanmışmakaleleri basılış tarihlerine göre kronolojik bir sırayakonularak bu kitapta toplanmıştır.YENİ GÜN GAZETESİZiya Gökalp'ın Yeni Gün gazetesinde —diğer dergi vegazetelerden yapılan alıntılar dışında— altı makalesi vebir şiiri (Büyük Azim, 15 Temmuz 1921, Nu. 660-280) yayımlanmıştır.Gazetenin tam bir koleksiyonu Fethiye ÇocukKütüphanesi 'ndedir.No.I3 Şubat 1338 (1322) tarih ve 974-407 sayılı YeniGün gazetesinde başmakale olarak yayımlanmıştır. Yazınınbaşında gazetenin şu notu vardır:225/15


«Dün de haber vermiş olduğumuz vech ile büyükTürk mütefekkiri Ziya Gökalp Bey'in şu günlerde inşirâhbahşbir zevk ile okunacağından em'n bulunduğumuzbir makalesini karilerimize takdim ediyoruz. ZiyaGökalp Bey'in Türk efsanelerini nakil ve hikâye edenmakalesi, derin bir hikmet-i içimaîyeye dahi istinad eylemekteve makale okununca Türkün bugün en hayatîmucizelerinden birini daha izhar ve ispat eylemeklemeşgul bulunduğu neticesi yüksek bir hakikat halindekendiliğinden tecelli eylemektedir. Türk Mucizesi unvanınıtaşıyan bu makalenin bir hususiyeti de onunTürkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından imalettirilen yeni posta pullarından birinin Bozkurt tasviriile muvaşşâh olarak tabettirilmiş olması hasebiyle«Bozkurt»un Türk efsaneleri içindeki mevki ve menzîletinigöstermek üzre YENİ GÜN taarfından izhar olunanarzuyu is'afen yazılmış bulunmasıdır. Posta ve TelgrafUmum Müdürü Sabri Efendi biraderimizin himmet-ivâkıfânesiyle yaptırılan yeni pullarımız hakkında bunüshamızda malûmât-ı kâfiye bulmuş olacağından buradaonlardan bahsetmeyeceğiz, yalnız takdir ve tebriklerimizitekrar ile iktifa ederek Ziya Gökalp Beyinmakalesine geçmek hususunda kari'Ierimizi daha ziyadebekletmemek şıkkını ihtiyar eyleyeceğiz.»Gökalp'ın bu başmakalesi, sonradan, bazı değişikliklerle,Küçük Mecmua'da tefrika edilen Türk DevletininTekâmülü başlıklı araştırmanın 7. yazısı olarakyayımlanmıştır (Sayı: 10, 30 Temmuz 1338). Buradanda Dergâh mecmuasına alınmıştır (Sayı 42, 5Ocak 1339). Yazıdaki değişiklikler dip notunda gösterilmiştir.Aynı gazetenin 18 Nisan 1339 (1923) tarih ve1156-779 uncu sayısında başmakale olarak yayımlan-


mistir. Buradan da Açık Söz gazetesine alınmıştır(7 Temmuz 1339, No. 823).III. Aynı gazetenin 8 Mayıs 1339 tarih ve1172-795 inci sayısında başmakale olarak yayımlanmış,bazı değişiklik ve eklemelerle Türkçülüğün Esaslarıkitabı (Birinci kısım, VII.) ile Niyazi Berkes'in hazırladığıve Gökalp'ın önemli makalelerinin bir bölümündenoluşan Turkish nationalism and wesîern civilisation(London 1959) isimli İngilizce esere de alınmıştır(s. 60-66).IV.16 Mayıs 1339 tarih ve 1179-802 sayılı YeniGün gazetesinde başmakale olarak yayımlanmıştır. Buradannaklen Yeni Adana gazetesi (23 Mayıs 1339,No. 578-293) ile Açık Söz gazetesine başyazı olarakalınmıştır (24 Mayıs 1339, No. 786).V. Aynı gazetenin 17 Mayıs 1339 tarih ve 1180-803üncü sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır. NiyaziBerkes'in hazırladığı yukarda adı geçen eser (s. 265-269) ile Dr. F. Bâzergân tarafından Farscaya çevrilerekNasyonal ism-i Türk ve Temeddün-I Bâhter isimli Farsçakitaba (bu kitap Ziya Gökalp'ın çeşitli makalelerindenve kitaplarından alınmış parçalardan oluşmaktadır)da alınmıştır (Tahran 1351, s. 105-111).VI. Aynı gazetenin 30 Mayıs 1339 tarih ve 1189-812ncl sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır. Sonradan,bazı değişiklik ve eklemeler yapılarak TürkçülüğünEsasları kitabına da alınmıştır (Birinci kısım, IX.).Türkçülüğün Esasları kitabı, 1968 yılında RobertDevereux tarafından The Princîples of Turkisme adıile İngilizceye çevrilmiştir.227


YENİ TÜRKİYE GAZETESİZiya Gökalp'ın Yeni Türkiye gazetesinde Yeni Türkiye'nin Hedefleri genel başlığı altında yayımlanan makalelerindenancak yedi tanesi bilinmektedir. Bütün aramalarımızarağmen bu gazetenin tam bir koleksiyonunu bulmak mümkünolmamıştır. Bu yazı dizisi on makaleden oluştuğu söylenmektedir(Bkz.: Hikmet Tanyu, Ziya Gökalp ve «Yeni Türkiye'ninHedefleri» Hakkında Bir Araştırma Denemesi, YeniTürkiye'nin Hedefleri, Ankara 1956, s. 4). İlk makaledesözü edilen Yeni Türkiye'nin kültür sahasındaki hedeflerinetemas edilmemesi, altıncı makalede «...İleride göreceğimizveçhile, halkçılık, ferdî mülkiyet kaidesini ilga etmeden buneticeye vusul bulabilir...» beyanında, ele alınacağını belirttiğimülkiyet konusunu işleyen bîr araştırmasının bulunmaması,bu söylentiyi güçlendirmektedir.Yeni Türkiye gazetesinin, bu makalelerin yayımlandığısayılan Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi'ndedir(U.G.83). Çalışmalarımızda bu ilk metinler esas alınmıştır.Bu makaleleri ilk defa kitap halinde yayımlayan HikmetTanyu olmuştur. Makaleleri, 1949 yılında, öğretmenolarak bulunduğu Pınarbaşı ilçesinde, oranın kaymakamıOsman Tolga kendisine vermiştir. Tanyu da, henüz yeniyazılarla yayımlanmayan bu makalelerin, ilkin, Erhan Lökervasıtasıyla «Kudret® gazetesinde yayımlanmasını sağlamış(7-13 Nisan 1950, No. 795-801), daha sonra da kitaphaline getirerek Yeni Türkiye'nin Hedefleri adıyla bastırmıştır(Hür Basım ve Yayımevi, Ankara 1956). Kitabm başındaHikmet Tanyu'nun Ziya Gökalp ve «Yeni Türkiye'nin Hedefleri»Hakkında Bir Araştsrma başlıklı 23 sayfalık bir incelemesivardır. Bu incelemesinin sonlarında, bu makalelerinyazılışının zaman bakımından Cumhuriyetin ilânından ve Lozanmuahedesinin imzasından önce olduğuna temas ettiktensonra diyor ki:228


«Türkiye batı devletlerinin istilâsından büyük kahramanlıklarve muazzam mal, can fedakârlığiyle kurtulmuştu. Bununlaberaber batı âlemi, Hıristiyan milletler kendilerini üstünve Türkiye'yi 9eri bir ırk ve millet olarak görmektenkurtulamamışlardı. Türklerin okulları, mahkemeleri onlar tarafındanhakir görülmüştü. Kapitülasyonlara alışık bir batıdünyası karşısında onun makaleleri, milletlerin, ırkların müsavatınıve Türklerin en ileri seviyeye ulaşmış, İngiltere,Fransa ve diğer devletlerden asla geri olmadığını ispatamatuftur. Bugün hâlâ Asyalı ve Afrikalıyı aşağı ırk veya kendimilletine insanlık hak ve haysiyeti bakımından müsavi saymayangörüşler, böyle düşünen milletler az mıdır?1923 yılında bütün madde medeniyetinde ileri gitmiş,kendisini üstünlük duygularına kaptırmış, sömürgeci Avrupa'ya,batı âlemine karşı milletlerin, ırkların müsaviiiğini ispat,ileri bir hamle ve haykırış olarak mütalâa edilebilir. Bundanbaşka içtimaî sınıfların eşitliğini ileri sürerek içtimaîadaletin tahakkukuna fikrî zemin hazırlamak istemesi ayrıcadikkate değer. Kısaca gerek milletlerarası münasebetlerdeve gerek millet içinde adalet, müsavat ve hürriyete ulaşmanınyollarını göstermek onun en samimî arzusu olmuştur.Bu makaleleri içerisinde milliyetçiliği, milletlerarası dürüstdostluğu, hakikî bir halkçılığı, millî hâkimiyetin ehemmiyetine,kadın ve erkeğin, içtimaî sınıfların eşitiiğine, içtimaîadaletin bir millet içerisinde mutlaka tam mânâsiyle varlığınıgöstermesi gerektiğine dair düşünceleri yepyeni sayılabilir.Bilhassa onun gerçek bir demokrasi, hakikî bir halkçılık içindüşünceleri ibretle okunmağa değer. Müsavat meselesinitahlil ederken, komünizme, boişevizme, sosyalizme ve kollektivizmesapılmadan, milliyetçi, milletçi bir ruh ve inançlaiçtimaî adaletin çok daha âlâ tahakkuk ettirilebileceğine aitdüşünce ve görüşü büyük bir heybetle isabetini meydanakoymaktadır. İçtimaî sınıfları, kastları eşit sayan, emperyalizmireddeden, kadınlığa en büyük değeri veren, sun'î mü-229


savatsızlıkların kaldırılmasını ve fertlerin içtimaî adalete kavuşturulmasınıkuvvetle tahlil ve müdafaa eden Ziya Gökalp,insanlar hür olmalıdırlar ve hür seçimlerle hâkimiyet kayıtsızve şartsız millete ait olmalıdır, diyen buna can ve gönüldeninanmış olan millî Türk inkılâbının fikir öncülüğünü yapanbir insandır. Onu Türk inkılâbının unutulmaz şahısları arasındaher zaman anmak gerekir. Gerçek bir inkılâpçının samimiyetiniispat edecek delillerden birisi de budur. Elbette Gökalp'ın,Türkçülüğün anahtarları, esas, temel programları dışındakikonuları tahlil ve tenkit edilebilir, teferruata, ihtisasaait geliştirme ve katmalara ihtiyaç gösterilebilir. Türkçülük,islâm dini, demokrasi, mîllî iktisat, içtimaî adaletilim ve ihtisas, ileri teknik, millî hukuk düşmanlığını görmekgüç değildir. Sahte beynelmilelciler, komünistler, kozmopolitler,milliyet ve din düşmanları, emperyalistler, millî hâkimiyetaleyhtarları, her şeyi mide ve şehvet zaviyesinden görenler,materyalistler, tabiatçıların bilhassa bu düşmanlıktaçok ileri gittikleri sık sık görülmüştür.Gökalp'ı unutturmak veya inkârlar, iftiralarla yıkmakisteyenler aynı zamanda Türkçülüğe ve Gökalp'ın ileri sürdüğüesaslara da düşman olduklarını sinsi usullerle ispatetmşilerdir. Bazıları, son zamanlarda Ziya Gökalp'a ait objektifyayınların artışından endişe ederek, sanki onun her fikirve makalesi yeni Türk nesli tarafından bilmiyormuş gibibir tavır takınmayı taktiklerine uygun buluyorlar. Gökalp'ınmakaleleri kronolojik sırayla ve bütün memlekete yayılacakkadar bol ve ucuz basılmadıkça, ayrıca her konu birer kitapolarak derlenip işlenmedikçe, geliştirilmedikçe daimaGökalp'tan bahsetmek gerekecektir. Üstelik, yalnız şu birarada yayımlamak istediğimiz makaleleri bile, Gökaip'le azçokuğraşanların ya hiç temin edemedikleri veya ancak duyduklarıdikkate alınırsa, en ilgililerin de bu konuda eksikleriolduğu kolayca anlaşılır. Durum böyleyken ya bu sahadainceleme ve araştırma yapmamış olanların Ziya Gökalp'a230


ve onun millete getirdiği fikirler, görüşler ve yenilikler hakkındakibilgileri ne olabilir? Daha yüzlerce makalesi yayımlanmadan,incelenmeden, ona kanıksamak, ihtiyaç duymamakdüşüncesi hangi mantıkî temele sahip olabilir? ÜstelikGökalp'ın bütün hayat ve fikirleri, eserleriyle tamamenen geniş ve derin tarzda belirmiş, tanınmış bile olsa onugene kadirbilirlikle, hakseverlikle, saygı ve sevgiyle anmaken basit insanlık icabı olarak kalacaktır.Yeni Türkiye'nin Hedefleri makaleleri aynı zamandaTürkçülüğün temiz insanî anlayışını bilmeden, onun aleyhindedar ve basit bir ölçüyle hücum edenlerin haksızlığınıgösterebilir. Dolayısiyle Türkçülüğün birçok milliyetçilerineserlerinde beliren insanî anlayışa karşı (Bakınız: ErhanLöker, Millî Hürriyetler ve Milletlerarası Yazılı Hukuk, istanbul1947, Ankara, Altınışık Yayınları Nu. 4), onu emperyalist,haşin hattâ vahşi bir metod tatbik etmek istiyormuşgibi göstermeye ve iftiraya özenenlerin içyüzlerini de ortayakoyabilir/Türkçülüğün Türk varlığı için olduğu gibi, bütüninsanların hürriyete, istiklâle ve adalete kavuşmalarını içtenbir özleyişini de ispat eder (Hikmet Tanyu, ÖzlediğimizDünya ve Özlediğimiz İnsanlık, Özleyiş, sayı: 7, Kasım 1947,s 14-15). Yeni Türkiye'nin Hedefleri makaleleri, onun bununkasıtlı, sinsi, müfteri oyunlarına zavallı birer âlet olarakTürkçülük ülküsüne karşı düşmanca davranışlara, şu bu perdelerlecephe kuranlara, Türkçülüğü bütün tarihi ve şahıslariyle,gelişen, ilerleyen özüyle, eserleriyle doğrudan doğruyatemasa gelerek iyice anlamak lüzumu için ufak bir ikaztesiri yapabilirse ne mutlu.Türkiye'de bir gün her üniversietnîn, ilim ve ülkü ocağınınönüne onun kıymeti bilinerek bir anıtı dikilebilir. Uğrundaömrünü verdiği Türklük âlemi kadar, onun hileden,çeşitli emperyalist, inhisarcı görüş ve taktikler dışındakiinsanlık dünyası için samimi duygu ve düşünceleri, milletlerarasıteşekküllerde de şerefli mevkiini almaya lâyıktır.231


Birgün Türkiye ve dünya onun «farkına varacak, kıymetinianlayacaktır» (s. 23-25). Bu kitabın başına bir «önsöz»eklenmek suretiyle Hürriyet Gökalp tarafından ikincibaskısı yapılmıştır (Baha Matbasaı, İstanbul 1974).Yeni Türkiye gazetesinde yayımlanan metin ile HikmetTanyu'nun yayımladığı metinler arasında bazı atlamalar,ufak değişiklikler mevcuttur. Yukarda da belirtildiği gibi, bizilk metinleri esas aldık.Bu makaleler, Cavit Orhan Tütengil (1921-7 Aralık1979) tarafından sadeleştirilerek ilkin Sosyoloji Konferansları15. Kitap'ta yayımlanmış, sonra, başına bir «Sunuş Yazısı»eklenerek kitap halinde bastırılmıştır (İstanbul Matbaası,İstanbul 1977). Bu sunuş yazısında Tütengil diyor ki:«İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarına"Diyarbekir mebusu olarak katıldığını gördüğümüz ZiyaGökalp, bir yandan da yazılarıyla «Yeni Türkiye»nin oluşumunaemek vermekteydi. Burada bir araya getirerek sadeleştirdiğimizyazı dizisi, Ziya Gökalp'ın «Yeni Türkiye» olgusukarşısındaki anlayışını sergilemektedir. Demokrasi sözcüğüile eşanlamlı saydığı halkçılık, «Yeni Türkiye'nin Hedefleri»genel başlığını taşıyan bu yazılarda çözümlenmekteve açıklanmaktadır. Böylece, Yeni Türkiye'nin siyaset alanındakiamaçları öncelikle ele alınmakta, «Yeni Türkiye'yi hareketegetiren atılım» olarak nitelediği «devrim ruhu» çağdaşlaşmasürecindeki Türkiye'de islevlik kazanmaktadır.»Daha sonra şu isabetli sonuca varmaktadır:«Eşitlik konularının ayrıntılı bir biçimde ele alındığı,«bağnaz papazlarla, emperyalist ve kapitalistlerin aradançekilmesiyle ulusların birbirlerini kardeş gibi seveceklerininvurgulandığı bu yazı dizisi Cumhuriyet Türkiyesinin temelineharç koyan Ziya Gökalp'ı simgelemektedir. Bilim ahlakı vegerçek aşkı adına Ziya Gökalp'ı bu yanlarıyla da tanımamızve tanıtmamız gerekir. Öyle görülüyor ki, sosyologumuzungazete ve dergi sayfalarında kalan yazıları ve yazı dizileri232


ilinen kitaplarına eklenmedikçe ve düşüncesinin izlediği evrimgözönünde tutulmadıkça onun gerçek kişiliğini belirlemekolanaklı değildir.»Bu makalelerle ilgili bîr araştırma da Özgür İnsan dergisindeyayımlanmıştır (Sayı: 28, Şubat 1976). Ziya Gökalpve «Yeni Türkiye'nin Hedefleri başlıklı bu araştırmada İlhanBaşgöz diyor ki:«...Bu yazı dizisinde Gökalp, Batı uygarlığının sözünühiç etmiyor. Ara sıra gene millî kültür görüşünü savunuyor.Fakat görüşlerinin ağırlığı iki yeni sözcük üzerinde dönüyor.Bunlar halkçılık ve eşitliktir. Gökalp halkçılığı kişilerin eşitliğinedayanan bir düzen olarak anlıyor ve bunun adına demokrasidiyor. Halkçılık ona göre «esirliği, reayalığı, feodalizmi,emperyalizmi, istibdadı, şovenizmi, taassubu, hülasahürriyet ve eşitliğe karşı ne kadar müessese varsa hepsiniortadan kaldırmağa çalışan bir ülküdür». Gökalp bu yazılarındaeşitliği «hars ve medeniyet» gibi soyut olarak elealmıyor, onun toplum içindeki ekonomik nedenlerini araştırıyor.Toplumdaki eşitsizlik bir Hak vergisi değildir, onutoplum kendisi yaratmıştır, gene kendisi köklerini kazıyabilir.Eşitliği yaratabilmenin en önemli koşulunun, toplumdaüretim araçlarının eşitsizlik doğurmayacak bir biçimde bölüşülmesiolduğunu savunuyor Gökalp. Ama, bunun için birkomünist ya da sosyalist düzen kurmanın gereksiz olduğunuda sözlerine ekliyor. İleri sürdüğü haklçılık programı, toplumdakişilerin ve sınıfların eşitliğini gerçekleştirmeye yetecektir.Gökalp'ın 1923 lerde savunduğu bu halkçılık görüşü,kaynağını Birinci Büyük Millet Meclisi hükümetinin programındanalıyor. Bu programı daha çok yanlı bir fikir sistemihaline getiriyor. Ama tuhaftır ki, Gökalp'ın ulaştığı buyeni aşama, değerli Gökalp araştırıcılarımızdan hiçbirinindikkatini çekmemiş. Bu, yurt dışındaki araştırıcılar için deböyle. Batılı araştırıcıların da hiç biri «Yeni Türkiye'nin He-233


defleri» üzerinde yorumlarda bulunmuyor. Bunda belki onungazete köşelerinde kalmasının payı var.Gökalp'ın ulusçuluk anlayışının yanlış yorumlanmasıfikir tarihimizin bir eksiği olmuştur. Ama, Kurtuluş Savaşımızdansonra Gökalp'ın geliştirmeğe çalıştığı halkçılık fikirlerininde bir köşede unutulması daha büyük bir eksiğimizdir.Sosyal adalet ve eşitlik içinde kalkınmanın yalnız tartışmasınıyapmakla kalmayıp, onu toplum hayatına aktarabilmekiçin yeni atılımlara giren Türkiye'mizde Gökalp'ınbu yeni görüşlerinin faydalı olacağına inanıyoruz.» (s. 76-77).VII. 1 Temmuz 1339 (1923) tarih ve 1160-43 sayılıYen] Türkiye gazetesinde başmakale olarak yayımlanmıştır.İlhan Başgöz tarafından sadeleştirilerek özgürİnsan dergisinde de yayımlanmıştır (Sayı: 28, Şubat1976, s. 77-79).VIII. Aynı gazetenin 2 Temmuz 1339 tarih ve 1168-44üncü sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır.IX. Aynı gazetenin 3 Temmuz 1339 tarih ve 1162-45nici sayısında yayımlanmış, Ali Nüzhet Göksel (1897-1961) tarafından hazırlanan Ziya Göka!p kitabına daalınmıştır (Ziya Gökalp, Varlık Yayınları, Dördüncü basılışı,İstanbul 1963, s. 88-90).X. 4 Temmuz 1339 tarih ve 1163-46 sayılı Yeni Türkiy©gazetesinde başmakale olarak yayımlanmıştır.XI. Aynı gazetenin 5 Temmuz 1339 tarih ve 1164-47nci sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır.XII. Aynı gazetenin 6 Temmuz 1339 tarih ve 1165-48inci sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır. İlhanBaşgöz tarafından sadeleştirilerek Özgür insan dergisindede yayımlanmıştır (Sayı 28, Şubat 1976, s.79-81).XIII. Aynı gazetenin 9 Temmuz 1939 tarih ve 1168-51inci sayısında başmakale olarak yayımlanmıştır.234


CUMHURİYETGAZETESİZiya Gökalp'ın Cumhuriyet gazetesinde yirmi beş yazısıyayımlanmıştır. Bunlardan on dokuzu Çmaraltı genelbaşlığını taşır. Diğer altısı ise, gençlere ve çocuklara seslenenüç hikâye ile üç diyalogtan oluşmaktadır. Yazarımız,«Musahabe» genel başlığı altında yayınladığı «Roman veHayat», «Mektepte Cumhuriyet İlânı» hikâyelerinde, bize,kendi okul hayatını anlatmaktadır. «Çocuk sütunu» genelbaşlığı altında yayımlanan «Hayvanlarda İktisat ve İhtiyaçları»,«Hayvanlarda İktisadî Hayat», «Ateş Yakabilen Mahlûk»isimli diyaloglar ise çocuk edebiyatımız için yeni birçığır sayılır.Gökalp'ın damadı rahmetli Ali Nüzhet Göksel (1897-1961), bu yazılardan altısını (Meçhul bir filozof, Tebessüm,Velayet ve sulta, Hedefler ve mefkureler, Aile adları, Ümit)Ziya Gökalp ve Çmaraltı kitabına almıştır (İkbal Kitabevi,İstanbul 1939). Bu yazıların tümü, ilk kez, Diyarbakırı Tanıtmave Turizm Derneği tarafından derlenerek bir kitaphalinde bastırılmıştır (Ziya Göklap, Çınaraltı Konuşmaları,Yorgancıoğlu Matbaası, Ankara 1966).Ziya Gökalp'ın son yazılarını teşkil eden bu yazılardanbir kısmı çeşitli kitap ve mecmualara da alınmıştır. Buyazılar hakkında araştırmacı Fevziye Abdullah Tansel'in «ZiyaGökalp'ın Son Yazıları» başlıklı bir incelemesi Bilgi dergisindeyayımlanmıştır (Sayı: 149, Ağustos 1959, s. 2-6).XIV.8 Mayıs 1340 (1924) tarih ve 2 sayılı Cumhuriyetgazetesinde Çmaraltı genel başlığı altında yayımlanmıştır.Gökalp «Çmaraltı» başlığını severdi ve rahmetliAli Nüzhet Göksel'in açıklamasına göre «ömrüyetseydi, bu yazıları çoğaltacak «Çmaraltı» adında birkitapta toplayacaktı (Ziya Gökalp ve Çmaraltı, İstanbul1939, s. 27). Diyarbakır'da çıkardığı Küçük Mecmua'235


nın ilk yazısı da «Çmaraltı» başlığını taşır (Küçük Mecmua,Sayı: 1, 5 Haziran 1338 (1922), s. 1-3). Biz de«Çmaraltı» genel başlığı altında yayımlanan yazıları bubölümde topladık.XV.XVI.Aynı gazetenin 9 Mayıs 1340 tarih ve 3 üncü sayısındayayımlanmış, buradan Ali Nüzhet Göksel'inZiya Gökalp (Varlık yayınları, istanbul 1952, s. 91-93)kitabına, Şevket Beysanoğlu'nun Diyarbakırlı Fikir veSan'at Adamları kitabına (Cilt: 2, İstanbul 1959, s.261-262), Birlik gazetesine (24 Ekim 1963), EdebiyatYayınevinin yayımladığı Ziya Gökalp kitabı (Ankara1968, s. 80-82) ile Ziya Gökalp dergisine (Sayı: 2,Nisan 1975, s. 398-400) ve Millet gazetesine (29 Ekim1977) alınmıştır.Aynı gazetenin 9 Mayıs 1340 tarih ve 4. sayısındayayımlanmıştır.XVII.11 Mayıs 1340 tarih ve 5 sayılı Cumhuriyet gazetesindeyayımlanmıştır. Buradan Çığır dergisine alınmıştır(Sayı: 107, Ekim 1941).XVIII. 12 Mayıs 1340 tarih ve 6 sayılı Cumhuriyet gazetesindeyayımlanmış, buradan Ali Nüzhet Göksel'inhazırladığı Ziya Gökalp Diyor Ki... (Ahmet Halit Kitabevi,İstanbul 1950, s. 95-98) ve Ziya Gökalp (VarlıkYayınları, İstanbul 1952, s. 93-96) kitaplarına, ŞevketBeysanoğlu'nun hazırladığı Diyarbakırlı Fikir veSan'at Adamları (Cilt: 2, İstanbul 1959, s. 262-265)kitabına ve Ziya Gökalp dergisine (Sayı: 2, Nisan 1975,s. 400-403) alınmıştır.XIX.Aynı gazetenin 15 Mayıs 1340 tarihli ve 9. sayısındayayımlanmıştır.236


XX.XXI.Aynı gazetenin 18 Mayıs 1340 tarihli ve 12. sayısındayayımlanmıştır.Aynı gazetenin 27 Mayıs 1340 tarihli 21. sayısındayayımlanmıştır.XXII.Aynı gazetenin 4 Haziran 1340 tarihli 29. sayısındayayımlanmış, buradan Ali Nüzhet Göksel'in hazırladığıZiya Gökalp Diyor Ki... kitabı (s. 99-101) ileZiya Gökalp kitabına (s. 97-99) alınmıştır.XXIII. Aynı gazetenin 20 Temmuz 1340 tarihli 72. sayısındayayımlanmıştır.XXIV. 26 Temmuz 1340 tarih ve 78 sayılı Cumhuriyetgazetesinde yayımlanmıştır.XXV.28 Temmuz 1340 tarih ve 80 sayılı Cumhuriyetgazetesinde yayımlanmıştır.XXVI. 31 Temmuz 1340 tarih ve 83 sayılı Cumhuriyetgazetesinde yayımlanmıştır.XXVII. Aynı gazetenin 5 Ağustos 1340 tarihli 88. sayısındayayımlanmıştır.XXVIII. Aynı gazetenin 16 Ağustos 1340 tarihli 99. sayısındayayımlanmıştır.XXIX. Aynı gazetenin 23 Ağustos 1340 tarihli 106.sayısında yayımlanmış, buradan Çığır dergisine (Sayı:107, Ekim 1941), Ali Nüzhet Göksel'in hazırladığıZiya Gökaîp kitabına (Varlık Yayınları, İstanbul 1952,s. 99-102) ve Birlik gazetesine (24 Ekim 1963) alınmıştır.XXX.Aynı gazetenin 29 Ağustos 1340 tarihli 112. sayısındayayımlanmıştır.237


XXXI. Aynı gazetenin 13 Eylül 1340 tarihli 127. sayısındayayımlanmış, buradan Edebiyat Yaymevince hazırlananZiya Gökalp kitabına (Ankara 1968, s. 83-90)ve Ziya Gökalp Derneğince yayımlanmakta olan ZiyaGökaSp dergîsi'ne alınmıştır (Sayı: 2, Nisan 1975, s.403-407).XXXII. Aynı gazetenin 28 Eylül 1340 tarihli 142. sayısındayayımlanmış, buradan Cevdet Kudret'in hazırladığıZiya Gökalp kitabına alınmıştır (Türk Dil Kurumuyayını, Ankara 1963, s. 42-44).XXXIII. Aynı gazetenin 18 Teşrinievvel (Ekim) 1340 tarihli161. sayısında «musahabe» genel başlığı altındayayımlanmıştır.XXXIV. 21 Teşrinievvel (Ekim) 1340 tarih ve 164 sayılıCumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. CevdetKudret'in hazırladığı Ziya Gökalp kitabına da alınmıştır(s. 53-61).XXXV. Aynı gazetenin 20 Temmuz 1340 günlü ve 72 ncisayısında yayımlanmıştır.XXXVI. Aynı gazetenin 13 Mayıs 1340 tarih ve 7. sayısındaimzasız olarak yayımlanmıştır.XXXVII. Aynı gazetenin 27 Teşrinievvel (Ekim) 1340günlü 170. sayısında yayımlanmıştır. Yazının başındagazetenin şu notu vardır:«Ziya Gökalp Bey tarafından gazetemiz için yazılanbu sütunları, merhumun memleket çocukları ile nekadar meşgul olduğunu gösteren bir vesika olarak bugündercediyoruz.»XXXVIII. Aynı gazetenin 1 Teşrinîsami (Kasım) 1340 günlü174 üncü sayısında yayımlanmıştır, Yazının altındagazetenin şu açıklaması vard-ır:238


«Üstad Ziya Gökalp'ın, hastalanmadan evvelgazetemizin Çocuk Sütunu için yazdığı bu son makaleyide yukarıya dercediyoruz.»DİĞER NOTLAR• ( •Notlar bölümünün bu kısmında yapılan açıklamalar, verilenkısa bilgiler, metne bağlıdır ve daha çok, hazırlıklı olmayanokuyucular için bu metinlerin aydınlatılmasında yardımcıolma maksadını taşır.AHMED MİTHAT EFENDİ. Yazar, gazeteci, hikâye veromancı (İstanbul 1844 - 1912). Halkta okuma hevesiniuyandırmak, onları eğitip aydınlatmak için yazdı. KuruduğuDağarcık, Kırk Ambar, İîtshad dergileriyle Tercüman-ı Hakikatgazetesinde bu amaca uygun çeşitli tür ve konularda birçokyazıları çıktı. İki yüzü aşkın eser yayımladı. Bu çalışmalarıylahalk arasında tutulan ve sevilen ünlü bir yazaroldu. Bazı memuriyetlerde bulundu. 1908'den sonra darülfünun(üniversite)'da umumî tarih, felsefe ve dinler tarihiokuttu.ÂKİL MUHTAR (Özden). Tanınmış tıp bilgini (1877-1949). istanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tedavi Kliniği farmakolojiprofesörü idi. Üniversitede en yeni ve modern metodlarlaçalışan farmakoloji laboratuvarmı kurdu. Hava KimyaMuharebelerîne Karşı İlk Yardım ve Tedavi (1938), İlimBakımından Ahlâk (1942) başlıca eserlerindendir.Âkil Muhtar, Ziya Gökalp'ın tedavisini yapmış, hastalığı veölüm sebebi hakkındaki hâtıraları, Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlutarafından Hayat Tarih Mecmuası'nda yayımlanmıştır(Sayı: 8, Ağustos 1977, s. 4-9).239


ALFRED FOUİLLEE. Fransız filozofu (1838-1912). Pozitiftinselcı (spiritualiste) ve evrimci bir filozof olan Fouillee'ye göre, fikirler kuvvettir, fertlerin ve fertler vasıtasiyletoplumların yaşamını değiştiren etkileyici bir gücü taşırlar.Hegel'in «Düşünce, temelinde itici kuvvettir» vecizesi, onunfelsefesinde bir ilke olmuştur. Fouillee bu fikirlerini Kuvvet-Fikirler Evrimlıliği (1889); Kuvvet-Fikirler Psikolojisi(18Ö3); Kuvvet-Fikirler Ahlâkı (1907 isimli eserlerinde açıklamıştır.Ziya Gökalp, Durkheim'a yönelmeden önce bu filozofuntesirinde kalmıştı. Daha Diyarbakır'da iken O'nun bîr eseriniİîm-i Rûh-i Akvam ismiyle dilimize çevirerek Diyarbekîrgazetesinde tefrika etmiştir (9 Teşrinievvel 1324/ 22 Ekim1908, No. 1580 vd.). Genç Kalemler dergisinde (sayı: 4)Tevfik Sedat tamka-adıyîe yayımladığı «Muhyiddin Arabî»başlıklı yazısında, Fouîllee'nin «Fikîr-Kuvvet» nazariyesiyleMuhyiddin Arabi'nin «ayn-ı sabite» fikrini «mefkure» kelimesininkarşılığı kabul ederek şöyle diyor:«Zan, fikir, itikat nâmını verdiğimiz ruhî hâdiseler birerâtıl hayâlden, birer tesirsiz tasavvurdan ibaret değildir.Bunlarda yaratıcı yahut öldürücü kuvvetler, müsbet ve menfikıymetler gizlidir. Her fert fikrinde, zannında, itikadında«mutasavver bir kemal» taşır. Fikrinin, zannının, itikadınınyaratıcı kuvvetiyle bu «mutasavver kemal»e doğru yükselir.Her fert umumî bir miracın tekâmül sülûkünü takip eder;mutasavver bîr kemale doğru huruç eder. Binaenaleyh ferdindünkü, bugünkü, yarınki halleri «zâii zıller»den (yiten gölgeler'den),ânî gölgelerden ibarettir. Sabit bir şey varsa o datekâmülün müntehası olan mutasavver kemalden ibarettir.Muhyiddin Arabî bu «mutasavver kemal»e «ayn-ı sabite»nâmını veriyor. Bu kelime mefkure (ideal) tabirinin muadilidir»240


Gökalp'ın Hoffding'ten çevirdiği «Alfred Fouillee'nintekâmülcü felsefesi» isimli araştırma GENÇ KALEMLER dergisinin3. sayısında yayımlanmıştır.AUGUSTE COMTE. Fransız bilgini ve filozofu (1798-1857). Pozitivizm felsefesinin ve sosyoloji ilminin kurucususayılır. Comte'un felsefesi genel olarak şu temalara dayanır:İlimler ayrı ve kendi başlarına alınırlarsa yararsız, hattâzararlıdır. İlimler zincirinde yer tutmayan, onlardaki anlayışauygun olarak tekâmül etmeyen bir sosyoloji düşünülemez.Toplumda durulma çağlarında birtakım kıymetlervardır ki bunlar aslında değişmez, ancak ilerSiyerek şekildeğiştirir. Toplumda ilerleme vardır; yani devrimci, kritik çağıkapatıp durulma çağına girildiğinde eskiye dönüş olamaz.Toplumda değişmeyen ana unsurlar aynı kalır ama ilimlerinilerleme derecesine göre şekil değiştirir.Metodu, olaylar arkasında gizli sebepler aramaktan çok,bunlar arasındaki sabit münasebetleri bulmak olan Comte,«Mutlak bir şey varsa, o da hiçbir şeyin mutlak olmadığıdır»diyordu. 1834-1842 yılları arasında yayımladığı altıciltlik Pozitif Feisefe Dersleri onun felsefî görüşlerini ihtivaeder. Bundan başka Pozitif Anlayış Üzerine Konuşma(1844), Pozitivizmin Bütünü Üzerine Konuşma (1848), PozitifPolitika Sistemi (1851-1854) isimli eserleri vardır.AYNÎ ALİ EFENDİ KANUNNÂMESİ. XVII. yüzyılda yaşamışünlü maliyecilerimizden Manisalı Aynî Ali Efendi'nin,Osmanlı idarî ve malî teşkilâtına dair önemli bilgileri ihtivaeden eseri. Divan-ı Hümayun Kâtipliği, Mısır defterdarlığı,Defter eminliği gibi mühim vazifelerde bulunan Aynî AîiEfendi'nin bu eseri, 1280 (m. 1864) senesinde Tasvir-i EfkârMatbaasında, Aynî Ati Efendi'nin Kavânin Risalesi ismiylebasılmıştır. Kitabın birinci bölümü Kavânin-î Â!-î Osmander Hütâsa-1 İVlezamin-i Defter-i Divan (Divan Defteri241/16


Mazmunlarının Özeti Hakkında Osmanoğulları Kanunları)adını taşır (s. 1-81). İkinci bölümü: Risale-i Vazîfe-hârân veMeratib-i Bendegân-ı Â!-i Osman (Osmanoğulları HizmetindeOlanların Rütbeleri ve Ulufeciler Hakkında Risale) teşkileder (s. 82-106). Son bölüm ise Bazı Kavânin-î Hümayun'lan ihtiva etmektedir (s. 107-119).ANE2E. Suriye çöllerinde barınan büyük bir Arap aşireti.Yayıldıkları alan, kuzeyde Halep'e, güneyde Şammartepelerine, doğuda Fırat'a ve daha ötelere kadar uzanırdı.Fırat nehri, Aneze ile Irak'taki Şammar aşireti arasında sınırteşkil ederdi. Çok defa Aneze'ier bu sınırı aşarak Irak'a çapulagiderlerdi, bu yüzden iki aşiret arasında sürekli bir çarpışmave savaşma olurdu. Aneze'ier Şammar'lardan nüfusçaiki misli oldukları gibi Yezid'lerden de yardım görürlerdi.Haklarında geniş bilgi edinmek için bkz. îslâm Ansiklopedisi,c. 1, s. 433 v.d.ANZAVUR PAŞA. istiklâl Savaşında, millî cepheleri arkadanvurmak için İstanbul Hükümetince çıkartılan ayaklanmalarıyürüten kişi (?-1S21).Vahdettin ve Damat Ferit Paşa'dan talimat alarak MillîMücadele aleyhinde çalıştı. Bandırma, Biga, Gönen, Karacabeyve Kîrmasti yörelerinde halkı Millî Mücadele aleyhineayaklandırdı. Millî kuvvetler karşısında tutunamadı, yenilgiyeuğrayarak İstanbul'a kaçtı. İstanbul Hükümetince kendisinemirmiranlık ve paşalık rütbesi verilerek hu defa İzmitmutasarrıflığına atandı. Haince girişimlerine bu defa KuvayıTedibiye kumandanı olarak devam etti (Mayıs-Haziran1920). Millî Kuvvetler karşısında hezimete uğradı. Memleketiolan Biga'ya gitti. Burada Mehmet Efe tarafından öldürüldü.ARİSTO (Aristoteles). Büyük Yunan filozofu (M. Ö.384-322). 17 ile 30 yaşları arasında Eflâtun (Platon)'un242


derslerini izledi. Böylece, yirmi yıl müddetle bu büyük filozofunöğrencisi ve yardımcısı oldu. Eflâtun'un ölümüyle12 yıl kadar gezgin bîr çalışma hayatı sürdü. Bu arada Büyükİskender'ini eğitimiyle görevlendirildi (M.Ö. 334). Sonra Atina'yayerleşti. Burada kurduğu okulda, Eflâtun felsefesinekarşı olan görüşlerini açıklamaya başladı. Derslerini öğrencileriarasında gezinerek verdiği için onun mesleğine peri-;patetism = gezimcilik denilir.Eski Yunan bilim ve felsefesine kendi görüşlerini dekatarak yeni bir sistem kuran Aristo, Batı felsefesini olduğukadar İslâm felsefesini de etki rem iştir. Mantık ve ruhbiliminkurucusu sayıldığı gibi, Yunan dili gramerinin yapıcısı olarakda bilinir. En büyük eseri «Politika» dır. Aristo'nunözelliği gerçekçi olması ve duyulara önem vermesidir.BEKRİ MUSTAFA. IV. Murad döneminde İstanbul'dayaşamış (XVII. yüzyıl), kalenderliği, hazırcevaplılığı ile detanınmış ünlü bir ayyaştır. «Bu devir, dinî yasakların şiddetleuygulandığı ve karşı gelenlerin cezalandırıldığı birdevridir. Bekri Mustafa içkiye düşkünlüğü yüzünden, buyasağa devamlı karşı gelen bir tiptir. Devamlı yeniçerililerle,kadınlarla, çeşitli devlet memurlarıyla başı derde giren biradamdır. Halkın aşırı şiddet hareketlerine yönelik tutum vedavranışlarını ifade etmekte yararlandığı Bekri Mustafa, Os-/ manii cemiyetinde meydana gelen içtimaî hâdiseleri bütünçıplaklığıyla ortaya koyan bir fıkra tipidir. Fıkraların mihverindeyasağa karşı koyanlarla uygulayıcılar arasında meydanagelen mücadeleler yer alır» (Dr. Dursun Yıldırım, TürkEdebiyatında Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar, s. 24).Sultan IV. Murad'ı da içkiye alıştırdığı rivayet olunanBekri Mustafa hakkında çeşitli fıkralar, hikâyeler anlatılır.BEKTAŞÎ. Hacı Bektaş Veli tarikatına mensup kişi. Bektaşîlik,bâtınî akidelere dayanan bir tarikattır. Türkiye'de ve243


Balkanlarda XV-XIX. yüzyıllar arasında etkin bir şekilde yayılanBektaşîliğin benzeri tarikatlardan farkı, kültürü, dili,duygusu ve edebiyatıyle Türk oluşu; insanları sıkıya sokmaması,müsamahalı davranışıdır. Tarikata ilk dahil olanlarköylüler, yörükler ve göçebelerdi. Bektaşî babalan halkıniçinden yetişmiş kimseler olarak daha çabuk tarfatar bulmuşlardır.BERGSON (Henri). Fransız filozofu (1859-1941).Bergson felsefesine, zaman konusunu işlemekle başlar. Zaman,«Her anı farklı oluşlarla beliren devamlı bir değişmedir»der. Bergson, insanoğlunun yaşantısında ehemmiyetlirol oynayan «şuur» ve «hürriyet» fenomenlerine dayanarak,bunların materyalist ve determinist bir görüşle izah edilemiyeceğinisavunur. Ona göre, insan ruhu maddeden ayrı birmahiyeti hâizdir. Mükellefiyet duygusu, ahlâkın temelidir.Mükellefiyetin kaynağı, sosyal yaşama ihtiyacıdır. Bu, birmecburiyettir. Mükellefiyet bir topluluğa bağlı olduğumuzunişaretidir.Bergson'un bazı eserleri Türkçeye çevrilmiştir. BunlardanMustafa Sekip Tunç'un çevirdiği «Zihnî Enerji, YaratıcıTekâmül (2 cilt), Gülme isimli eserlerle Mehmet Emin Erişirgil'in,daha sonra da Mehmet Karahasan'ın çevirdiği Ahlâkve Dînîn İki Kaynağs isimli eser kayde değer.Ziya Gökalp, Bergson'un bazı görüşlerinden yararlanmıştır.Ali Canip Yöntem, «Ziya Gökalp'ın matbuat âlemindeilk görünüşü, GENÇ KALEMLER ve O» başlıklı bir yazısındaşu bilgileri veriyor:«...0 Seiânik'e geldiği zaman en çok Les îdees-forcessahibi Fouillee ile meşguldü. Sonra, geçenlerde ölen meşhurFransız filozofu Bergson'la uğraşmaya başladı. Bunada şöyle bir vesile sebep olmuştu: Sonradan Hukuk Fakültesindeprofesörlük eden merhum Veli, o zaman Paris'te244


talebe idi. Tatil münasebetiyle Selânik'e geldi. Ziya, o, ben,Ömer Seyfettin Olimpos Palas'ta oturuyorduk. Ziya bermutad,Fouillee'den bahis açtı. Veli tasdik etti, Fouillee genişmalûmatlı bir mütefekkirdir dedi ve mini mini ellerinioğuşturarak ilâve etti:«Ancak şimdi Fransa'da tefekkür âlemini kendisiyle ençok meşgul eden bir başka filozof var: Bergson» diye mırıldandı.Bergson, Ziya'nm büsbütün meçhulü değildi, fakattamamiyle okumamıştı. İşte Ve I i'n in bu ikazı onu hareketegetirdi; Bergson'un bütün eserlerini sipariş etti. Yavaşyavaş Fouillee ikinci plâna düştü, Bergson birinci plânegeçti. Ziya gece gündüz Bergson'u okuyordu. Etrafında toplananlaraher yerde, cemiyet merkezinde, ittihat ve TerakkiMektebi'nde, Beyaz Kule Bahçesinde, Olimpos Palas'ta ondan,onun «İntuition» nazariyesinden bahsediyordu. Ziya'nmmatbuat hayatında Bergson'dan ilk bahseden yazısı GençKaiemler'in 15 inci sayısında çıktı (14 Şubat 1912).» (Çınaraltı,sayı: 12, 25 Ekim 1942).BINET (Alfred). Fransız psikoloji ve fizyoloji bilgini(1857-1911). Sorbonne'da fizyolojik psikoloji laboratuvanmüdürü oldu. 1895 yılında L'Ânee Psychologkfue (Ruhbilîm)delgisini kurdu. Tecrübî psikolojiye dair eserler yayımladı.Küçük Çocuklarda Zekâ Gelişmesinin Ölçümü hakkındakiincelemeleri zekâ testlerinin hazırlanmasında başlangıçoldu.BOZ-OK. Oğuzların bölündüğü iki ana-koldan biri. Boz-Ok'lar da Oğuzların diğer kolu olan Üç-Ok'lar gibi, on iki boyabölünmüştür. Bu boylar şunlardır: Alkaravlı, Avşar, Bayat,Beğdili, Dodurga, Döger, Karaveli, Karkın, Kayı, Kızık,Yaparlu, Yazır.245


BOUGLE (Celestin). Fransız sosyologu (1870-1490).Durkheim'ın öğrencilerinden. Sorbonne'da profesörlük veYüksek öğretmen Okulunda müdürlük yaptı. Bilim KarşssındaDemokrasi, Değerlerin Evrimi Üzerine Sosyoloji Dersleri,Hümanizm-Sosyolojî-Felsefe isimli eserlerin yazarıdır.BÜGDÜZ EMEN. Dede Korkut Kitabı'nda Kazan Han'ınetrafındaki beylerden biri olarak anılır ve nitelikleri şöylesıralanır: «Varuban Peygamberin yüzünü gören, Oğuzda sahabesiolan, açığı tutanda bıyıklarından kan taman, bıyığıkanlu Bügdüz Emen». Dış-Oğuz beylerinden olduğu, Oğuzlarınarasında islâmiyeti yaydığı kaynaklarda belirtilmiştir.Hakkında, Orhan Saik Gökyay'ın Kültür Bakanlığınca yayımlananDedem Korkudun Kitabı'nda geniş bilgi vardır.CÂMİ-ÜT-TEVÂRİH. İlhanlı tarihçisi ve devlet adamıReşidüddin Tabib'in (1248-1318) iki ciltlik ünlü tarihi. Kitabın1. cildinde Türk ve Moğol tarihi, diğer cildinde ise İslâm,Çin, Hind, İsrail ve Frenk tarihleri ele alınmıştır. AslıMoğolca olan eser, Türk tarihinin önemli kaynaklarından sayılır.Çeşitli dillere çevrilmiştir.CEMİYET-İ AKVAM. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraVersailles Antlaşması'nı imzalayan devletlerin öncülüğündeve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı VVilson'un koyduğubarış prensiplerinin etkisiyle 10 Ocak 1920'de kurulmuşbir teşkilât. Milletler Cemiyeti de denilen bu teşkilâtın başlıcagayesi savaşa engel olmak için devletler arasındaki anlaşmazlıklarıbarış yoluyfe çözümlemek, kültürel ve sosyalgelişmeleri teşvik için milletler arası bütün sahalarda işbirliğisağlamak.Bugünkü Birleşmiş Mîlletler Teşkilâtı'nın bir benzeriolan Cemiyet-i Akvam kendinden bekleneni yapamadı. İkinciDünya Savaşı'nın çıkmasıyîe 1939'da tarihe karıştı.246


CİHANGÜŞÂ. İlhanlıların tanınmış idare adamlarından*ünlü tarihçi Cüveynî'nin (1226-1282) Tarîh-î Cihângüşâisimli büyük eseri. Cihângüşâ, gerek edebî değeri, gerekseihtiva ettiği bilgilerin sıhhat ve önemi itibariyle, sonrakimüellifler tarafından en mühim kaynaklardan biri olarak kullanılmıştır.Mirza Muhammed Kazvinî tarafından, mukaddime,notlar ve fihrist eklenmek suretiyle üç cilt halinde bastırılmıştır(1912-1937). Eser, Farsça'dır. Ziya Gökalp'ın faydalandığıilk ciltte Moğolların eski âdet ve an'aneleri, Uygurlarındinleri, an'aneleri ve efsâneleri hakkında önemli bilgiverilmektedir.DARWIN (Charles). İngiliz biyoloji bilgini (1809-1882).Darwin şöhretini meşhur «evrim» nazariyesiyle sağlamıştır.Buna «Darvvenizm» de denilir. Bu teoriye göre, canlılar süreklibir değişme halindedir. Bu sayede dünyanın değişenşartlarına uyabilmektedirler. Nazariyelerinden birini de İnsanınGelişi isimli eserinde açıklamıştır. Buna göre, insan vediğer canlılar doğrudan doğruya yaratılmamış, bir tekâmülsonunda bugünkü hallerini almışlardır.DÂVY (Georges). Fransız filozof ve sosyologu(1883-?). Dijon Edebiyat fakültesinde felsefe (1919-1931)ve 1944'ten sonra Sorbonne'da sosyoloji dersleri okuttu»Durkheîm (1912), Hukuk, ülkücülük ve Deney (1922), Klanlardanİmparatorluklara (1923), Sosyoloji Öğeleri (1924)isimli eserleri vardır.DEDE KORKUT KİTABÎ. Kitabı Dede Korkut, KorkutAta Kitabı, Dedem Korkudun Kitabı diye de adlandırılır.Dede Korkut'un kimliği çeşitli kaynaklarda değişik olarakgösterilmiştir. Bazılarında Oğuz'ların Bayat boyundan,bir kısmında Kayı boyundan olduğu açıklanmakta, bir kısmındaise belli bir boy adı verilmeksizin kendisinden, «Türk-24?


men kabaili beyninde Korkut Ata nâm bir ehl-i hal aziz vardı»diye söz edilmektedir. Onu Osmanlıların atası olarak gösterenkaynaklar da vardır. Yaşadığı çağ da değişik gösterilmektedir.Özellikleri ise, kitaptaki hikâyelerin ilkinde şöylesıralanmaktadır:«Hazreti Muhammet zamanına yakın, Bayat boyundanKorkut Ata derler bir er çıktı. Oğuz'un, o kişi, tamam bilicisiydi.Ne derse olurdu. Gayîpten türlü haber söylerdi. YüceTanrı onun gönlüne ilham ederdi... Korkut Ata, Oğuzhalkının güçlüklerini çözümlerdi. Her ne iş olursa olsun, KorkutAta'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne iş buyursa kabulederlerdi. Sözünü tutup yerine getirirlerdi.»Korkut Ata Kitabı'n da on iki hikâye vardır. Bunlarınvücuda geliş tarihleri hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.Kitap XV. yüzyılda yazıya çevrimiiştir. Orhan SaikGökyay'ın Kültür yayınları arasında çıkan Dedem Korkudun-Kitabı'nda geniş bilgi verilmiştir.DEKADAN. Düşen, gerileyen anlamına. Ahmet MithatEfendi, 10 Mart 1897 tarihli Sabah gazetesinde yazdığı «Dekadanlar»başlıklı yazısında, Servetifünuncu şairlere dillerinden,sanat görüşlerinden bir şey anlaşılmadığını ileri sürerek«dekadanlar» diye alaylı bîr şekilde seslenerek, oniarin«Fransız dekadanlarına özendiklerini, bütün değerleri yıkarak,edebiyatta bir çöküşe, gerilemeye yol açtıklarını ilerisürdü.» Böylece, XIX. yüzyıl Avrupasında, sembolis akımıhazırlayanlara takılan dekadan deyimi Türk edebiyatına dagirmiş oldu.DELİ PETRO. Rus çarı (1672-1725). Rusyayı Batı medeniyetinesokmak için bütün gücüyle uğraştı. İki yüz binkişilik bir ordu kurdu, kanallar açtırdı, madenleri işletti. Rusmilletine zorla birçok yenilikler kabul ettirdi. Böylece Rusya'nınkalkınmasına, kuvvetli bir devlet olmasına çalıştı.248


93 HÜRRİYETİ. H. 1293 (m. 1876) Anayasasıyla başlayanI. Meşrutiyet dönemi. I. Meşrutiyet 23 Aralık 1876günü Bayezid Meydanında yapılan büyük bir törenle ilânedildi. Seçimler, geçici olarak, Vilâyet meclisi üyelerininseçimlerinde uygulanan esaslara göre yapıldı. Mebusan veAyan meclisleri 19 Mart 1877 tarihinde ilk toplantılarını yaptılar.II. Abdülhamid (1842-1918)'in 13 Şubat 1878 günüparlamentoyu dağıtmasıyla bu dönem sona erdi.DOKTOR TEMO. Bk. İbrahim Temo.DOKUZ-OĞUZ. Eski Türk boyu. Arap kaynaklarındaTokuz-Guz olarak geçer. Bunlar Doğu Gök-Türk devletininkuzeyindeki sahada yerleşmişlerdi. Elteriş Kağan zamanındayapılan savaşta yenildiler ve Doğu Gök-Türk devletine baklandılar.Bu devletin yıkılışından sonra (630) Uygur egemenliğindekaldılar.DUMAS (Alexandre). Fransız roman ve oyun yazarı(1802-1870). Başlıca romanları: Üç Silâhşörîer (1844),Kraliçe Margot (1845), Monte Krssto Kontu (1846).DÜRKHEİSVI (Emile). Ziya Gökalp'a ençok tesir edenmeşhur Fransız sosyologu (1858-1917). Durkheim, sosyolojininpsikoloji ve biyolojiyle ilgisini keserek, pozitif ve bağımsızbîr ilim haline getirmeyi başardı. Ona göre, sosyalolaylar, «özel cinsten» (sui generis) olaylardır. Bunların, nepsikolojik ve ne de biyolojik olaylara benzer yanları vardır.Şu halde sosyolojinin yöntemi, kendi olaylarının özelliğineuygulanabilecek bir biçime sahip olmalıdır. Metodunun temeli,ahlâkî vak'aları, vicdan dışındaki «eşyalar» gibi, sosyalvak'alar olarak görmeğe dayanır. O, her şeyden önce ahlâkîve manevî değerler ve müesseseler üzerinde durur.Durkheim'a göre, «ahlâk» toplumdan topluma değişen örf249


ve âdetleri inceleyen bir bilim dalıdır. Sosyal İşbölümü isimlidoktora tezinde, ferdin tekâmül ettiği ölçüde topluma bağlıolduğunu ileri sürer ve bundan meslek teşekküllerinin önemini,bunları desteklemenin gerekliliği sonucunu çıkarır. SosyalojiUsulünün Kaideleri adlı kitabında sosyal vak'alarınfertler dışında objektif olarak var olduklarını savunur. Durkheim'agöre, sosyal gerçekler ve onların değişmeleri, fertlerinşahsî etkileri motifine bağı değildir. Çünkü toplum, fertlerdenayrı ve onların üstünde bir varlık olarak bulunmaktadır.Sosyal gerçekler, ferdî, insanî irade ile bağlı olmadanmüstakilen mevcuttur. Onlar, ancak bir diğer sosyal gerçekleizah olunabilirler, devamlı olarak fertler üzerine baskı yaparlarve onları, belirli bir şekilde duyup düşünmeye zorlarlar.Çünkü, duygu ve düşünce, esas itibariyle toplum tarafındanyaratılıyor. Biz, ancak yine bir sosyal kurum olaneğitim sayesinde bunlara uyarız. Demek ki sosyal vak'alar,ferdî şuurun dışında bütün bir insan topluluğunun ilişkilerinitemin eden din, ekonomi, ahlâk, siyaset, san'at vb. gibi kurumlartüründen olan vak'alardır.Sosyolojiyi, sâdece ilahiyat, ahlâk, etnoloji, hukuk, tarih,dilbilim, ekonomi gibi çeşitli sosyal ilimlerce görülenişlere taalluk eden bir görüş tarzı ya da bir metod olmaktançok daha fazla olarak görmek Durkheim ve okulu için enbelirgin bir özelliktir. Durkheim'ın bazı eserleri dilimize çevrilmiştir.Bunlar arasında Hüseyin Cahit Yalçın'ın çevirdiğiDin Hayatının İptidaî Şeksileri (2 cilt, 1923-1925), SelminEvrim'in çevirdiği İçtimaiyat Usulünün Kuralları (1943), HüseyinNaili Kubalı'nın çevirdiği Ahlâk ve Hukuk KurallarıHakkında Dersler (1947) isimli eserler kayde değer.Durkheim sosyolojisi Ziya Gökalp'ın etkisiyle Türkiye'de yaygın ve etkin bir hale gelmiş, uzun süre, üniversitelerdetek sosyoloji olarak okutulmuştur. Durkheim sosyolojisininbazı yöntem ve ilkelerini benimseyen Gökalp, Türk milletinintarihini, Türklerin İslâmdan önceki dinini, düşünüşünü,:250


devlet örgütünü, ahlâkını, ailesini, ekonomisini, folklor veetnografyasını bu yöntemle incelemiştir. Ancak, bir bilimadamımızın da belirttiği gibi, «Ziya Gökalp en aşağı Durkheimokuluna bağlı dünya çapındaki sosyologlar kadar orijinaldir.»Gökalp'ın Durkheim'a bağlılığı usul ve objektiflik kuşkusuylasınırlıdır. Peyamı Safa'nın bir yazısında belirttiğigibi. «Ziya Gökalp, Durkheim gibi ilmin soğuk mermer tezgâhıüstünde mefhumlar biçmekle kalmadı; bütün bir milletenasıl, niçin, ne zaman bir millet olduğunu anlattı veduyurdu. Ziya Gökalp yalnız mücerred bir sosyoloji değil,Sakarya'yı kazanan, Lozan'ı yaratan ve Ankara'yı yapan canlıbir fikirdir. Durkheim Fransa'ya belki bir sosyoloji metodukazandırdı; fakat Ziya Gökalp'ın Türkiye'ye kazandırdığı şeykendi benliği, kendi kendisidir (İş, sayı: 19, 1939).DÜIVS-TEK. Düm, Türk musuîkîsinde usul'ün ekseriyakuvvetli darbını gösteren sözcük. Sağ elle vurulur. Davuluntokmağı «düm»leri, deyneği «tek»leri (zayıf zamanları) vurur.Ziya Gökalp, «İnkılâpçılık ve Muhafazakârlık» başlıklryazısında «Düm-tek musiki» deyimini «Alaturka musiki» karşılığıolarak kullanmış ve bunu cansız an'anelerden saymıştır,Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları kitabında, «Millî musiki»başlıklı bölümde der ki: «Avrupa musikisi girmedenevvel, memleketimizde iki musiki vardı: Bunlardan biri Fârâbîtarafından Bizans'tan alınan Doğu musikisi, diğeri eskîTürk musikisinin devamı olan Halk melodileri'nden ibaretti.»Doğu musikisini hem hasta, hem de millî olmayan bir musikîolarak kabul eder ve sonunda: «Halk musikisi millîkültürümüzün, batı musikisi de yeni medeniyetimizin musikileriolduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde,millî musikimiz, memleketimizdeki Halk musikisiyleBatı musikisinin kaynaşmasından doğacaktır» der.25t


FEMİNİZM. Kadınların toplum içindeki hak ve görevlerininsahasını genişletmeyi amaç edinen düşünce akımı.XVNI. yüzyıldan itibaren filozof ve yazarlar kadın haklarınısavunmaya başladılar. Bizde kadınların okumalarını, sosyalhayatta görev almalarını savunanların başında Namık Kemalile Ahmed Midhat gelir. I. Meşrutiyet devrinde ve sonralarıTürkçüler, feminizmin en ateşli savunucusu olmuşlardır.FRIEDRİCH ÜST. Tanınmış Alman iktisatçısı (1789-1846). List, gelişmekte olan milletlerin etkili bir himayesistemi ile iktisatlarını güvence altına almaları gerektiği fikrininsavunucusu olarak tanınmıştır. Millî îktisad Politik Sistemi(1840) isimli kitabında serbest ticarete karşı himayeciliğisavunur.GABRİEL DE TARDE. Bk. Tarde (Gabriel De).GASTOftS RICHARD. Fransız sosyologu. İki kitabı Türkçeyeçevrilmiştir: İçtimaiyat Hakkında İbtidaî Malûmat (Çeviren:Hilmi Ziya Ülken, 1924), Tecrübî Psikoloji (Çeviern:Kâzım Nami Duru, 1Ö28).GOLTZ PAŞA (Golmar Von Der Goltz). Alman generalive yazar (1843-1916). Türk ordusunu yeniden düzenlemeküzere 1883'te Türkiye'ye geldi. Erkânı Harbiye II. başkanıoldu. Muzaffer Paşa ile birlikte Türk ordusunun yenidendüzenlenmesi işinde çalıştı. 6. Ordu başmüfettişliği, dahasonra da 2. Ordu müfettişliği görevlerinde bulundu. BirinciDünya Savaşı başlarında Türk ordusundaki görevindenayrıldı. Bir müddet sonra Türk Genel Karargâh komutanlığına(1914), I. Ordu komutanlığına getirildi (1915).Silâhlanmış Halk, Savaş ve Ordunun Yöntemi Üstüne isimlieserleri vardır.252


GOETHE (Johann Wolgang Von). Ünlü Alman edebiyatçısı(1749-1832). Eserlerinin çoğu Türkçeye çevrilmiştir.GÖK-TÜRKLER. 552-745 yılları arasında Orta Asya'daÖtükende büyük bir devlet kuran Oğuzlar. Orhun kitabeleribunlardan kalmadır. Gök-Türk devletini kuran Bumin Kağan,kardeşi istemi'yi batı bölgelerini fethe gönderdi. İstemi kssabir sürede Ceyhun'a dek uzanan sahayı aldı. Bunun sonucuolarka imparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölündü.Doğu Gök-Türk devleti 630'da Çinliler tarafından ortadankaldırıldı. Bir müddet sonra da Batı Gök-Türk devleti yıkıldı.Kutluğ, 681'de Gök-Türk devletini yeniden kurdu. Bilge Kağan'ınölümünden sonra (734) yerine geçen oğlu öldürüldüve bu şekilde başlayan kanlı taht mücadeleleri sırasındaUygurlar, Karluklar, Basın il la r ayaklandılar (742). Bundansonra Gök-Türk devleti dinlemedi.Gök-Türkler, îik kez Orta Asya'da «Türk» adsns taşıyanbir devletin kurucuları olarak tarihe geçmişlerdir.GÜSTÂVE LE BON. Ünlü Fransız hekimi ve sosyologu(1841-1931). Yığın psikolojisini kuranlardan biridir. Başlıcaeserleri: İnsan ve Toplumlar, Kökleri ve Tarihleri (1881),İlk Medeniyetler (1888-1889), Halkların Evriminin PsikolojikKanunları (1894), Yığınlar Psikolojisi (1895), Eğitim Psikolojisi(1902), Dünyanın Bugünkü Evrimi (1927).HAlîBE EDÎB (ADIVAR). Tanınmış romancı (1884-1964). Türkçülük akımını benimseyen yazarlardandır. Hikâyeve romanlarının bir kısmında Millî Mücadeleyi anlatır.Eserlerinde Türk ruhunu, örf ve âdetlerini işler. Başlıca eserleri:Yeni Turan (1912), Mev'ud Hüküm (1918), AteştenGömlek (1922), Kalp Ağrısı (1924), Vurun Kahpeye (1926),Sinekii Bakkal (1936), Türkün Ateşle İmtihanı (İstiklâl savaşıhâtıraları, 1962) v.b.253


HALİD ZİYA (UŞAKLSGİL). Ünlü yazar ve romancı(1866-1945). Meşrutiyetten sonra üniversitede Batı edebiyatıokuttu. Bir süre Sultan Reşat'ın mabeyn başkâtibi oldu(1909-1912), sonra tekrar üniversiteye döndü. Cumhuriyettenönceki Türk edebiyatının en kuvvetli romancısı sayılanyazarımızın belli başlı eserleri şunlardır: fSSemîde (1889),Ferdî ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897, yeni baskılar1942, 1945, 1964), Aşk-ı Memnu (1900, yeni baskılar1939, 1963). Altmışı aşkın olan eserleri arasında hikâye veromanlarından başka deneme yazıları, hâtıralar ve tiyatroeserleri vardır.HALİL BEY (Halt! Ethem Eldem). Tanınmış müzeci,tarih ve arkeoloji bilgini (1861-1938). Sadrazam İbrahimEthem Paşanın küçük oğludur. 1842'de Müzeler Müdürü büyükkardeşi Hamdi Bey (b. bk.)'in yardımcılığına tayin edildi.Hamdi Beyin ölümü (1910) üzerine Müzeler müdürlüğünegetirildi. Eski Şark Eserleri Müzesini kurdu. Topkapı SarayıMüzesini açtı (1924). Türk Tarih Kurumu hakkındaHalli Edhem Hatıra Kitaba yayınladı (2 cilt, 1947-1948).Başlıca eserleri: Osmanlı Meskukâtı Katalogu, KayseriyeŞehri (1916), Düvel-î îsfâmiye (1927), Topkapı Sarayı(1931), Yedıkule Hisarı (1932).HAMDULLAH SUPHİ (Tararıöver). Ünlü hatib ve yazar(1886-1966). Yazı hayatına Fecr-i Âti topluluğunda başladı.Bir süre İstanbul Darülfünununda Türk-lslâm sanatları dersiniokuttu. Türk Ocaklarının kurulmasında ve gelişmesindebüyük payı vardır. Uzun müddet Türk Ocakları başkanlığınıyaptı. Mütareke ve cumhuriyetin ilk yıllarında coşkun hitabeleriyletanındı. Türkçülük ve millî edebiyat akımının öncülerindendi.Osmanlı Mebusan Meclisinde ve Türkiye BüyükMillet Meclisinde Saruhan mebusu olarak bulundu(1902). İki kere Millî Eğitim Bakanlığı (1920 ve 1925),254


sonra Bükreş Büyükelçiliği (1935-1944) yaptı. Daha sonraİstanbul'dan milletvekili seçildi (1946-1957).Ziya Gökalp'ın ölümü üzerine Ankara Türk Ocağınca31 Ekim 1924 günü düzenlenen anma töreninde yapılan engüzel konuşmalardan biri de onundur.Eserleri: Dağ Yolu (hitabeler, 2 cilt, 1928, 1931), GüneBakan (makaleler, 1929).HAMDİ BEY (Osman Hamdi). Müzeci, ressam, arkeolog(1842-1910). Müze-i Hümayun (İstanbul Arkeoloji Müzesi)müdürlüğüne getirildi (1881). Eski eserler tüzüğünü değiştirerek(1883), izinle kazı yapılmasını, kazıda çıkacak eserlerinmüzeye mal edilmesini sağladı. Sanayi-i Nefîse Mekteb-iÂlîsi (bugünkü adı: Devlet Güzel San'atlar Akademisi)'nî kurdu (3 Mart 1883). Kazılar yaptırdı. Hitit Müzesiniaçtı.HÖFFDİIMG (Harald). Danimarkalı filozof (1843-1931).Doktrinini Spinoza ve Kant gibi spritüalist filozoflara dayandırmıştır.Başlıca eserleri: Hegeî'den Beri Almanya'da Felsefe(1872), Çağdaş İngiliz Felsefesine giriş (1874), İnsanAhlâkının Temeli (1876), Ahlâk (1887), Çağdaş Felsefe Tarihî(1894-1895), Bergson'un Felsefesi (1914).HUXLEY (Thomas Henry). İngiliz fizyoloji bilgini(1825-1895). Pratik biyoloji eğitiminin öncülerindendir. Darvvin'in*evrim teorisini savunanların başında gelir. Bilim veAhlâk (1886), İnsanın Tabiattaki Yeri ile İlgili Kanıtlar(1891), Ahlâk ve Evrim (1893) isimli eserleri vardır.HÜSEYİN RAHMİ (Gürpınar). Romancı (1864-1944).Bir realist-naturalist tutumla yazdığı romanlarında İstanbulhayatını, insanları, sosyal meseleleri, bâtıl inançlarıyla vemizah unsurunu bol bol kullanarak anlatır. Roman kahraman-255


larını çoğunlukla halk çevrelerinden seçmiştir. Başlıca romanları:Şık (1889), Mürebbiye (1889), Şıpsevdi (1911),Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani(1912), Efsuncu Baba (1924), Ben Deli miyim? (1925).İBRAHİM TEMO. Askerî doktor, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ninilk kurucularından (1865-1939). 1889'da, Sarayburnu'nda,Gülhane bahçesinde, arkadaşları Diyarbakırlı İshakSükûtî (1868-1903), Dr. Abdullah Cevdet (1869-1932)ve Dr. Mehmet Reşit ( - 1918) ile ellerini birleştirip yeminederek hürriyet için mücadele edecek gizli İttihat ve TerakkiCemiyeti'ni kurdu. Ziya Gökalp, 1895'te İstanbul'a gittiğinde,daha önce tanıdığı fikir arkadaşları Dr. AbdullahCevdet, Dr. Osman Cevdet (Akkaynak) ve Dr. Ethem (Yeşil)aracılığıyla bu gizli cemiyete alınmış ve İbrahim Temo iletanışmıştır (Dr. İbrahim Temo, İttihat ve Terakki CemiyetininTeşekkülü ve Hidemât-ı Vatanîyye ve İnkılâb-ı MîlüyyeDâir Hâtıralarım, Romanya, Mecidiye-1939, s. 246.).İÇ-OĞUZ. Oğuz geleneklerine göre beylerin ve hükümdarlarınbuyruğunda olanlara İç-Oğuz, bunun dışında kalanlaraTaş-Oğuz (Dış-Oğuz) denilir. İç-Oğuzîar da on ikiboya bölünmüştür (Bk. Üç-Ok).İNCİLİ ÇAVUŞ. Diyarbakır'ın İRİNCİL köyündendir. İrincilliÇavuş olarak adlandırılmış, zamanla «İrincilli» sözü halkağzında «İncili» olarak değişmiştir. Asıl adı Mustafa'dır. Osmanlıpadişahlarından Ahmet I. (1603-1617)'in musahibiolarak vazife görmüş, İran Şahı'na gönderilen elçilik heyetindebulunmuştur. H. 1042 (m. 1632/33) yılında İstanbul'da ölmüş ve Edirnekapı mezarlığına gömülmüştür.Nükteleri ve güldürücü iğneli sözleriyle ün salmış olanİncili Çavuş hakkında Dr. Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatın-256


da Bektaşi Tipine Bağlı Fıkralar adlı kitabında diyor ki(s. 24):«İncili Çavuş, padişahın yakını, nedimi olması dolayısıylegördüğü herşeyi alaya alma, gülünçleştirme yetkisinesahipti. Böylelikle, bir taraftan padişaha hoşça vakit geçirmevazifesini yerine getirip, diğer taraftan da idarenin ve cemiyetinaksayan yönlerini bütün çıplaklığıyla padişahın gözleriönüne seriyordu. Osmanlı saray hayatında bu tarz «müsahîb»geleneği bir hayli eskiydi... İncili Çavuş'tan sonra bilinenen ünlü müsahib, Yıldırım Beyazît'in sarayında yaşamışolan Eğlence'dir. Fakat O, incili Çavuş gibi fıkra tipivasfını kazanamamıştır.İncili Çavuş'un fıkralarındaki mihveri, umumiyetle sarayve saray çevresini teşkil eden insanlar ve bu insanlarıncemiyet hayatındaki tutum vş davranışları meydana getirir.Onu, kendinden önce ve sonraki musahiplerden ayıran ve bir«fıkra-tîpi» olarak yaşamasını sağlayan şey, mizahmdaki içtimaîve beşerî değerler manzumesinin diğerlerine nisbetleolan ağırlığı ve asıl şahsiyetinden sıyrılışıdır. Halk onu,saray ve çevresini tenkit etmek, alaya almak ve gülünçleştirmekiçin en iyi temsilci olarak benimsemiş, bu çevre hakkındakiduygu ve düşüncelerini onun dilinden ifade etmeyiuygun görmüştür. Kalıcılığını ve canlılığını sağlayan bu benimseme,sahiplenme duygusudur.»JAMES (VVilliam). Amerikalı filozof (1842-1910).1885'te Harvard Üniversitesinde felsefe profesörü oldu. İradeve cehit duygusu üzerindeki fikirleriyle ilgiyi çekti, inanmanıngücü ve dinî duygular üzerine araştırmaları önemlidir.Amerikan pragmatizm felsefesinin kurucularından biridir.Başlıca eserleri: Psikolojinin Prensipleri (1890), İnanmaİsteği ve Başka Denemeler (1897), Dinî Tecrübe Çeşitleri(1902), Pragmatizm (1907).257/17


KANT (îmmanuel). Ünlü Alman filozofu (1724-1804).Modern felsefede kritik düşünüşün öncülerindendir. Ahlâkanlayışında yasanın baskısını kabul etmez. Kant'a göre ahlâkınve ahlâka uygun yaşamanın yasası kendi içimizdedir.Başlıca eserleri: Tabiat Biliminin İlk Metafiziği (1786), PratikAklın Eleştirilmesi (1788), Yargı Gücünün Eleştirilmesi(1790), Saf Mantığın Sınırları içinde Din (1794), TörelerMetafiziği (1797).Gökalp, disiplinsiz bir cemiyetten hoşlanmazdı. Bu nedenleKant'ın vazife anlayışını benimsemiştir.KANTO. Eğlence yerlerinde oynayarak okunan hafifşarkı. Bizde, XIX. yüzyılın sonlarında tuluat tiyatrolarıyle birliktegörülmeye başladı. Kadınlar tarafından sahnede bandomızıka eşliğinde söylenirdi. Genellikle kıvrak ve coşturucuhavalardır.KAPİTÜLASYONLAR. Fransızca muahede, anlaşma anlamınagelen bu sözcük özel olarak Osmanlı devletinin yabancılarakarşılıksız olarak veya bir zorunluluk dolayısıyleverdiği ticaret hakkı demektir. İlk kapitülasyon, kötü neticeleridüşünülmeksizin, 1535'te Kanunî Sultan Süleymantarafından Fransızlara bir cemile olarak verildi. 1740 yılındabu kapitülasyon süresiz olarak uzatıldı. Zamanla diğer Avrupadevletleri de Osmanlı devletinden serbest ticaret hakkıistediler. Osmanlı devleti kapitülasyonlarla Avrupalıların yarısömürgesi durumuna düştü. Kapitülasyonlar 24 Temmuz1923 tarihinde imzalanan Lozan muahedesiyle kandırılabildi,KARAGÖZ. Deri veya mukavvadan kesilerek hareketedebilecek biçimde birleştirilmiş insan şekillerini perde üzerineyansıtarak oynatılan oyun, gölge oyunu. Bu oyunda halkıngörüşünü, düşüncesini yansıtan kişi.258


Karagözün menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.Diğer Türklerde de bulunmakla beraber, karagöz,Osmanlı döneminde gelişmiş, çok zengin muhtevasıyle yüzyıllarcadevam etmiştir. Karagöz oyununda kozmopolit Osmanlıtoplumunu temsil eden tipler vardır. Vak'aîar muayyendir.Güldürücülüğü daha çok kelime oyunlarına dayanır.Karagöz oyunlarının metni 1000 Temel Eser serîsinde yayımlanmıştır.KARA TAHSİN. II. Abdülhamid'in Mabeyn BaşkâtibiTahsin Paşa. Önce, Babıâli kaleminde çalıştı. Bu çalışma,yetişmesinde önemli rol oynadı. Bazı memuriyetlerden sonraPadişahın musahibi oldu. Lütfi Ağa'nın yardımıyla başkâtipliğegetiridli. Kısa bir süre sonra vezir rütbesi alarak paşaoldu. Meşrutiyetten sonra rütbesi ve memuriyeti elindenalındı. 1910'da yoksul bir şekilde öldü. Abdülhamid'in yanındabulunurken şahidi olduğu, özellikle II. Meşrutiyeti hazırlayanolayları Abdülhamid ve Yıîdız Hâtıraları adlı kitabındatopladı.KARL MARX. Alman siyasetçisi, filozof ve iktisatçısı(1818-1883). Protestanlığı kabul eden ve müreffeh bir Yahudiailesinin çocuğu olan Kari Marx, filozof Hagel'in etkisindekaldı.. Brüksel'de gizli propaganda yapan KomünistBirliği'nin arzusuna uyarak Engels ile beraber Komünist PartisiBeyannamesini kaleme aldı (1848). Takip edildiğindenönce Paris, sonra Londra'ya kaçtı. Marx'ın felsefesi maddecibir esasa dayanır. Ruhu ve Allah'ı inkâr eder. Gelecekteişçi sınıfının diğer sınıflara galip gelerek tek başına toplumahâkim olacağına inanır. Ekonomik ve sosyal görüşleriniortaya koyduğu eserlerinin başlıcalan şunlardır: Politik veFelsefe, Sermaye, Felsefenin sefaleti.KİTAB-I DEDE KORKUT. Bk. Dede Korkut Kitabı.259


LEIBNIZ (Gottfried Wilherm). Ünlü Alman filozofu(1646-1716). Matematik, metafizik ve mantık sahalarındaileri sürdüğü orijinal görüşleriyle ünsalmıştır. Başlıca eserleri:Bilgi, Hakikat ve Fikirler Üstüne Düşünceler (1648),İlahiyat Sistemi (1684), insan Zihni Üstüne Yeni Denemeler(1704),MonadoIoji (1714).LİVA. Osmanlı devleti idarî teşkilâtında vilâyet ile kazaarasındaki idarî bölüm. Livaları yönetenlere «mutasarrıf»denirdi.MAHMUT KAŞKARÎ. XI. yüzyılda yaşamış Türk dil bilgini.Bütün Türk boylarını dolaşarak Dsvanü Lûgaî-it Türk(basımı 1915-1917 ve 1939-1943) isimli meşhur eseriniyazdı (1077). Kaşgarh Mahmud'un Araplara Türkçeyi öğretmekve Türkçenin zengin bir dil olduğunu göstermek maksadiyleyazdığı bu eser, Türk dili, kültürü ve etnografyası bakımındanson derece değerli bilgileri ihtiva etmektedir.MANDA. Devletler Hukukunda bir çeşit vesayet rejimineve bu rejim altındaki ülkeye verilen isim. Manda rejimi,Birinci Dünya Savaşından sonra yapılan barış antlaşmalarıylakurulmuş ve Milletler Cemiyeti (Ckmiyet-i Akvam) Misakının22. maddesinde etraflı bir şekilde düzenlenmiştir.MAUDSLEY (Henri). İngiliz akıl hastalıkları bilgini.(1835-1918). Araştırmalarında canilerin bir nevi akıl hastasıolduklarını, bunların sorumsuz sayılmaları, çünkü onlarınsuçludan çok hasta olarak kabul edilmeleri gerektiğini savunmuştur.Başlıca eserleri: Cinayet ve Delilik (1875), ZekânınFizyolojisi (1879), Cinsî Mesuliyetin Delilik ile Münasebeti(1896).MİLLETLER CEMİYETİ. Bk. Cemiyet-i Akvam.260


MİHAYLOVSKİY (Nîkolay Konstantinovîç). Rus sosyologu,eleştirici ve siyaset yazarı (1842-1904). Liberal «halkçılarınideologu. Vatan Notları ve Rus Zenginliği adiı dergilerinyazı işlerini yönetti. Marxsizme karşı koydu.MİTHAT PAŞA. I. Meşrutiyetin ilânında birinci derecederol oynayan tanınmış devlet ve siyaset adamı (1822-1884). 1840'ta kâtip yardımcılığıyle Sadaret Mektubi Kalemi'negiren Mithat Paşa, 1861'de Niş Genel Valisi oldu.Büyük başarılarından dolayı, Niş, Silistre, Vîdin eyaletlerininbirleştirilmesiyle kurulan Tuna eyaletinin başına getirildi.Şûray-ı devlet (Danıştay) başkanlığı (1868), IrakGenel Valiliği (1869) görevlerinden sonra, 1872'de sadrâzam(başbakan) oldu. Bu görevde üç ay kaldı, daha sonraçeşitli bakanlıklarda bulundu. 1876'da yeniden sadrazamlığagetirildi. 1877'de azledildi. Sultan Aziz'i öldürtmek suçundanidama mahkûm edildi. Cezası Sultan Abdülhamittarafından müebbed hapse çevrilerek Taif kalesine sürdürüldü.Mithat Paşa aynı zamanda Ziraat Bankası-ile EmniyetSandığı'nın kurucusudur.MUHYİDDİN ARABİ. Büyük İslâm filozof ve mutasavvıfı(1165-1240). Endülüs'te doğdu. İslâm düşüncesiyle Vahdet-iVücûd üzerinde en ileri görüşleri getiren Odur. İslâmalemince Şeyh'ül-Ekber = En büyük şeyh olarak bilinir. Pekçok eser yazmıştır. En meşhur eserleri Fütuhâtü'l-Mekkiyyeîle Fusûsü'l-Hikem'dir. Arabî'nin fikirleri müridi Konyalı Sadreddîntarafından Anadolu'dan başka, İran'a ve oradan daHindistan'a yayılmıştır.Ziya Gökalp'ın Muhyiddîn Arabî hakkında özlü bir araştırmasıGenç Kalemler dergisinde yayımlanmıştır (c. 2, sayı:4). Bu yazı şu cümlelerle biter:«imam Gazzalî 'usulî şüphe' yi Dekarttan evvel meydanakoymuştur. Berkley'in, Kant'ın içtihatları daha evvel tah-261


sis edilmiştir. Muhyîddin Arabî Alfred Fuyye'den çok zamanevvel mefkurelerin tekâmülde yaratıcı âmiller olduğunu isbatederek bugünkü felsefeyi daha o zaman tesis etmiştir.»Arabî hakkında geniş bilgi için bak. islâm Ansiklopedisi.MURAD (Mizancı). Tarihçi, yazar (1853-1914). Çeşitligörevlerde bulundu. Haftalık MİZAN dergisini çıkardı(1886). Bu sebeple Mizancı Murad adıyla tanındı. MülkiyeMektebinde Tarih dersleri okuttu. Fakat hürriyeti savunanlardanolduğu için bu görevden alındı. Abdülhamid devrindeMısır'a kaçtı (1895). Bir yıl sonra Avrupa'ya geçerek İttihadve Terakki Cemiyetinin Cenevre Şubesi'nin lideri oldu. ZiyaGökalp'm yazısında ondan bahsedişi bu dönemdeki hürriyetsavunuculuğu zamanına rastlar.Murad Bey, sonradan Sarayla anlaşarak İstanbul'a döndü-31 Mart olayını desteklediği gerekçesiyle Rodos adasınasürüldü. Sonra af edilerek İstanbul'a döndü ve bir süre sonrada öldü.Başlıca eserleri: Tarih-i Umûmi (1889), Tarih-i EbülFaruk (Osmanlı tarihi, 7 cild, 19-9-1914).MÜTENEBBÎ (Ebu Tayyib btn Hüseyin). Arap şairi(915-965). XI. yüzyıldan sonra Arap şiirini etkileyen en kuvvetlive önemli şairlerden biri olarak bilinir. Divan'ı bütünOrtaçağ ve Yeniçağ süresince İran'dan İspanya'ya kadar uzayanarap dünyasının yararlandığı bir kaynak durumunda idi.»NAMIK KEMAL. Büyük vatan şairi, siyaset ve fikiradamı (1840-1888). Abdülaziz ve II. Abdülhamid devirlerindekimücadeleleri dolayısıyle «Hürriyet ve Vatan Şairi»diye ün salmıştır. Ziya Gökalp'm gençlik döneminde en çoketkilendiği kişilerden biridir.Namık Kemal, 1862'de Şinasi'nin Tasvir-i Efkâr gaze-262


tesine yazmaya başladı. Şinasi Paris'e gidince (1865) gazeteninbaşına geçti. İstibdatla savaşan «Yeni Osmanlılar»cemiyetine girdi. Meşrutiyet ilkelerini savunduğu ve istibdataleyhine yazdığı için, cemiyet üyelerinin sürgüne gönderilmeleriüzerine, Ziya Paşa ile birlikte Avrupa'ya gitti. Londra'da Hürriyet (1868) —istanbul'a dönmesine izin verilince—İbret (1870) gazetelerini çıkardı. Az sonra mutasarrıf olarakGelibolu'ya gönderildi. Kısa zamanda bu görevindenatıldı. İstanbul'a döndü. 1873'te Vatan Yahut Silistre piyesininGedikpaşa Tiyatrosu'nda temsilinin yarattığı heyecanüzerine tutuklandı. Magosa kalesine sürüldü. 1876'da MuratV'in tahta geçmesiyle affedilerek İstanbul'a döndü. Abdülhamid'intahta çıkmasından sonra yeniden tutuklandı. Mahkemedeberaat ettiği halde çeşitli memuriyetlerle İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Sakız adasında öldü.Fuat Köprülü «Ziya Gökalp» başlıklı bir yazısında diyorkî: «Ziya Gökalp'ı bazı cihetlerle Namık Kemal ile mukayeseetmek kabildir: Türk cemiyetinin teceddüt ve inkılâp yolundakihareketinde Namık Kemal nasıl büyük bir tesir icra etmişse,Ziya da ayni surette umumî hayat üzerinde müessirolmuştur. Namık Kemal hayatını nasıl mücadele ile geçirmişfedakâr bir vatanperverse, Ziya da bütün mevcudiyetini mefkureninzaferine hasretmiş fedakâr bir vatanperverdir. Mamafihbir mütefekkir, bir filozof olmak itibariyle, Ziya Gökalp,Namık Kemal île mukayese edilemiyecek kadar derinve yüksekti. Ondan başka Namık Kemal'in tesiri yalnız Türkiyehudutları dahiline münhasır kaldığı halde, Ziya'nın nüfuzuo hudutları geçerek Türk âleminin başka sahalarına dayayılmıştır. Herhalde bu iki büyük adam arasında ruhî birkarabet bulunduğu muhakkaktır: Namık Kemal'in birçok şiirleriniezbere bilen Ziya, onları daima tekrarlamaktan zevkalır, gençliğinde Namık Kemal'in kuvvetli tesiri altında kaldığınıanlatırdı.» (Cumhuriyet, 18 Mart 1928).263


Falih Rıfkı Atay da Dünya gazetesinde yayımladığı«Gökalp» başlıklı yazısında (31 Ekim 1954) şunları yazar:«...Mustafa Kemal'in şuuru içindeki birikimlerin bellibaşlıiki kaynağı, Namık Kemal ve Ziya Gökalp'tır. Daha doğrusubu ikisinden Türk tefekkür ve hassasiyet âlemine yayılmışolan havadır. Gariptir ki dilinde bile Mustafa Kemal, ilknutuklarını Namık Kemal belagatı ile, sonuncularını Gökalp'ıneski bir sadeleştirme cerayanını Türkçeleştirme kaide ve kanunlarınabağlamış olduğu dilde vermiştir.»Ziya Gökalp, KÜÇÜK MECMUA'da yayımlanan «BabamınVasiyeti» başlıklı yazısında Namık Kemal'in etkisindekalışını anlatmaktadır (Sayı: 17, 25 Eylül 1922).NASREDDİN HOCA. Halk arasında söylenen nükteli velâtifeli fıkraların kahramanı. Hayatı hakkında çeşitli söylentilervardır. Mezar taşında 1285 yılında öldüğü yazılıdır,Sivrihisar'da Horto köyünde doğduğu ve Akşehir'de kadılıkgörevinde bulunduğu, buraya yerleştiği ve burada öldüğüsöylenir.Nasreddin Hoca, büyük bir halk filozofu ve mizah üstadıdır.Fıkraları bütün dünyaya yayılmış ve çeşitli dillereçevrilmiştir.Ziya Gökalp'ın Nasreddin Hoca ve latifeleri isimli biraraştırması, 1972 yılında, Diyarbakır Anadolu Matbaasındabasılmıştır.NİETZSCHE (Friedrich). Alman filozofu (1844-1900).Felsefesinin temeli, hayat karşısında duyulan hudutsuz bircoşkunluğa dayanır. Neitzsche kötümserliği hem kabul eden,hem de yaşamayı değerli bir şey haline getirmeye çalışan,bu çelişmeyi aşmak için de çözüm yolları aramış olan birfilozoftur. «Üstün insan» görüşünü kurmuştur. O'na göre,insan karamsarlıktan ancak kahramanca bir irade ve hayalçabasıyle kurtulabilir. Durmadan tekrarlanan bu çaba, inşam264


üstün bir varlığa yani «üstün însan»a tahvil edecektir. Yaşamagücünü olanca yoğunluğuyla sürdürmek her ahlâkınilkesidir. Nazizm'in teorik temellerini atanlar, onun düşüncelerindenfaydalanmışlardır. Başlıca eserleri: TrajedininDoğuşu (1872), Zamansız Düşünceler (1873-1876), BöyleBuyurdu Zerdüşt (1885), Ahlâkın Kökbilimi (1887).OĞUZLAR. Türk tarihînde önemli roller oynayan Oğuzlar,Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve TürkmenistanTürklerinin atalarıdır. Selçuklu ve Osmanlı devlet ve imparatorluklarınıOğuzlar kurmuşlardır. Selçuklular, Oğuzların«Kınık» boyuna, Osmanlılar «Kayı» boyuna mensuptular.Oğuz boyları hakkında geniş bilgi edinmek için bakınız: Prof.Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri - Boy teşkilâtı- Destanları, Ankara Üniversitesi yayını (2. baskı),1972.ONGUN. İnsan, kuş veya başka hayvanlar şeklinde yapılanve ecdat ruhlarını temsil ettiklerine inanılan heykellereve putlara verilen isim. «Câmi-üî-Tevârih'e göre «ongun» kelimesi,«oytun» kelimesinden müştaktır ve «mübarek» anlamınagelir, Türkler «Mübarek olsun» yerine «Oytun bolsun»derlerdi. Bir hayvan bir zümrenin ongunu olunca, o zümreninfertleri o hayvanı öldüremezler, etini yiyemezler ve onahiçbir veçhile taarruz etmeyip uğur sayarak, mübarek tanırlardı.PAULHAN (Frâderic-Guilfaume). Fransız psikoloji bilginive filozofu (1856-1931). Başlıca eserleri: Zihnin Etkinliği(1889), Zihnin Unsurları (1889), Zekâ Tipleri (1896),İcat ve İhtira Psikolojisi (1900), Soyutlamanın Güçleri(1928).265


PİERRE JAN.ET. Fransız psikoloji ve nöroloji bilgini(1859-1947). Başlıca eserleri: Histeriklerin Zihni Aksaklıkları(1893), Nevrozlar ve Sabit Fikirler (1898), Ruh Hekimliği(1923).PROUDHON (Pierre Joseph). Fransız sosyalisti (1809-1865). Sosyal ve iktisadî sahada iştirakçi, politik sahada federalistolma sistemini savunan Proudhon, başlangıçta KariMarx ile dost olmuş, sonradan ona cephe almıştır. MülkiyetNedir? (184-), Bir Devrimcînin İtirafları (1849), SosyalProblemin Çözümü (1848), Mülkiyet Teorisi (1865) isimlieserleri vardır.REFERANDUM. Siyasî iktidar tarafından alınan bir kararveya hazırlanan bir kanunun millet çoğunluğu tarafındankabul edilip edilmediğini ortaya koyan halkoyuna başvurmausulü (Geniş bilgi için bakınız: Meydan Larousse, c. 10,s, 498).REŞAT NURİ GÜNTEKİN. Tanınmış romancılarımızdan(1889-1956). Çeşitli görevlerde bulundu. 1917'den itibarenyazı hayatına başladı. Çalıkuşu romanının Vakit gazetesindetefrikasıyla ilk şöhretini yaptı. Diğer romanları: DutluktanKalbe (1925), Akşam Güneşi (1926), Yeşil Gece(1928), Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), KızılcıkDalları (1932) v.b.RİBOT (Theodule). Fransız filozofu ve psikoloji bilgini(1839-1916). Tcerübî psikoloji sahasındaki araştırmalarıylatanınmıştır. Başlıca eserleri: Hafıza Hastalıklraı (1881),İrade Hastalıkları (1883), Kişilik Hastalıkları (1885), DikkatPsikolojisi (1888).266


ROKOKO MİMARİ. Barok üslûbundan sonra beliren birsüsleme tarzı. XVIII. yüzyılda Fransa'da başlayan rokokoüslûbunda esas, yapılarda boş satıh bırakmamak ve çeşitligirintili, çıkıntılarla buraları doldurmak, süslemektir. Rokoko.barok üslûbunun sonu olmuş, bundan sonra da neoklasikanlayış doğmuştur.SALUR KAZAN. Dede Korkut Kitabı'nın ünlü kahramanlarındanbiri. Hakkında geniş bilgi edinmek için bakınız:Orhan Saik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, KültürBakanlığı yayını, İstanbul 1973, s. CLXIX v.d.SAMİPAŞAZADE SEZAİ. Tanzimat devri yazarlarından,hikayeci, romancı (1860-1936). Sergüzeşt (1889)isimli tek romanı Türk edebiyatında gerçekçi romanın ilk örneğisayılır. Diğer eserleri: Şîr (piyes, 1887), Küçük Şeyler(hikâyeler, 1982), Rumûzu'l-Edeb (musahebe, hikâye, hâtıra,gezi notlan, 1898), İclâl (Mektuplar, 1923).SERVET-i FÜNUN ZÜMRESİ. Servet-i Fünun Mektebi'ne mensup olan şair ve yazarlar grubu. Ahmet İhsan'ın çıkardığıServet-! Fünun dergisi, 1895 yılında Tevfik Fikret'inbaşına geçmesiyle o dönemin en değerli şair ve yazarlarınıtoplayan ve son çağ Türk edebiytaında çığır açan bir organhaline geldi. Fikret'ten başka bu dergide Cenab Şahabeddin,Halid Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahid, Süleyman Nazif,İsmail Safa, Ahmet Şuayb, Hüseyin Siret gibi yazarlar şiir,roman, hikâye, tenkit ve araştırmalar yayımladılar. Servet-IFünun yazarları halka değil, aydınlara hitap ettiler. «San'atiçin sanat» ilkesine bağlı kaldılar. Arapça ve farsça kelimelereve bu dillerin bazı kurallarına bol bol yer verdiler. Sonderece süslü bîr üslûp kullanma yoluna saptılar. «İstibdatdevrinin ağır baskısı altında çıkan ve ileri Batı medeniyetive edebiyatını örnek alan dergideki yazıların çoğu, Gökalp'ın267


elirttiği gibî, derin bir bedbinlik, ümitsizlik ve şüphecilikledoludur. II. Meşrutiyet devrinin hür havasında yazı hayatınaatılan gençler, bilhassa ilhamlarını halktan ve tarihten alantürkçüier, Servet-i Fünuncuların hayat görüşleri ile dil ve üslûplarınışiddetle tenkit ederler. Gökalp'ın yazı yazdığı Selanik'teçıkan Genç Kalemler dergisinin başlıca hedefi Servet-iFünunculardır. Neticede, yeni dinamik bir hayat görüşü veüslûpla ortaya çıkan türkçüier, Servet-i Fünuuncuları yenerler.»SİEROSZEWSKi (Waciaw). Polonyalı yazar (1859-1945). Siyasî sebeplerle ilkin kürek cezasına çarptırıldı(1878), sonra, Sibirya'ya sürüldü (1880). Burada, YakutlarÜlkesinde On İki Yıl isimli eserini yazdı. Bu kitap, onun1896'da yurduna dönmesini sağladı.SÜLEYMAN PAŞA. Komutan ve yazar (1838-1892).Tanzimat devrinin büyük türkçülerindendir. Abdüiaziz'in tahttanindirilmesinde önemli payı vardır. 1876 Osmanlı-Russavaşında Şıpka kahramanı olarak ün salmıştır. İslâmlık öncesiTürk tarihinin okullarda okunmasını sağlamış, tarih anlayışınıdil sahasında da uygulayarak, Türklerin dilinin Osmanlıcadeğil, Türk dili olduğunu savunmuştur. Başlıca eserleri:Mevaniü'l-inşa (2 cilt, 1874), Tarîh-i Âlem (1874), İim-iSarf-ı Türkî (2 cilt, 1876).STRABON. Yunan coğrafyacısı (M. Ö. 65- M. S..23).Tarih ve felsefe ile de uğraşmıştır. Coğrafya adlı eserinin büyükkısmı günümüze kadar gelmiştir. Kitap 17 cilttir.Strabon XVI. yüzyıldan sonra önem kazandı.ŞAİR EŞREF. Hicvîyeleriyîe şöhret yapmış şairlerimizden(1846-1912). Uzun yıllar mal müdürlüğü ve kaymakamlıkgörevlerinde bulundu (1878-1900). Gördes kaymakamı268


iken tutuklandı. Sonra Mısır'a kaçtı (1903). Meşrutiyetinilânı üzerine İstanbul'a döndü. İstibdat devrinde (1876-1908), haksızlık, yolsuzluk ve geriliklere karşı yazdığı hicivlerinişu kitaplarda toplamıştır: Deccal (2 cilt, 1904-1907),İstimdat (1906), Hasbıhal Yahut Eşref ve Kemal (1908),Şah ve Padişah (1908), İran'da Yangın Var (1908).ŞAMMAR. Suriye ve Kuzey Irak'ta yaşayan büyük birArap aşireti. Osmanlı imparatorluğu döneminde on bin çadırlıolduğu bilinen Şammar aşireti mensupları Urfa, Siverek,Harran, Cebel-i Abdülaziz, Tell-A'far, Sincar, Musulpazarlarından alış-verrş ederlerdi (H. 1288/1771 tarihliDiyarbekir Vilâyeti Salnamesi, s. 186-187). Şammar aşiretihakkında geniş bilgi edinmek için bakınız: İslâm Ansiklopedisi,c. 11, s. 406 v.d.CHARLES GİDE. Fransız iktisatçısı (1847-1932). Başlıcaeserleri: İktisat İlkeleri (1884), İşbirliği (1900), İktisadîDoktrinler Tarihi (Rist ile birlikte, 1900), Sosyal İlerlemelerinKurumları (1921).ŞEVKET-İ RUHÂRÎ. XVII. yüzyılın ünlü şairlerinden.Buhara Emirinin oğlu. Babasının ölümünden sonra yurdundangöç ederek bazı ülkeleri dolaştı ve sonunda İsfahan'daMuhammed Saadeddin Han'a intisap etti. Sonra bir süre Hindistan'agiderek Muhammed Ali Gevher Şah'ın yanında kaldı.İran'a döndükten sonra H. 1107 (M. 1695)'de Isfahan'da öldü.Prof. Mehmet Ali Ayni, Gökalp'la ilgili bir yazısında diyorki: «...Diyarbakır'a vusulümden bir hafta sonra İdadiMektebinin tarih muallimliği de bana verilmişti. Bu vazifebana şehrin çocuklarını da daha yakından tanımağa sebepolacaktı.269


Derslerime başladığım vakit onlardan birkaçı derhal dikkatnazarımı çekmişti. Bunlar arasında Faik (Âli Ozansoy),Ziya (Gökaip), Feyzi (Pirinççioğîu, eski Bayındırlık bakanlarından),Zülfi (Tigrel, Diyarbakır milletvekilerinden) bulunuyorlardı.Faik, Süleyman Nazif'in kardeşi idi. Verdiğimdersleri ara sıra talebeden bazılarına tekrar ettirdiğim vakitZiya ile Faik'in takrirlerini derlitoplu ve muhakemeli buluyordum.Mülkiye Mektebinde tarih hocamız Dağıstanlı MuradBey bizi ezbercilikten ziyade vak'aları muhakeme ettirmekyoluna alıştırmış olduğundan ben de o usulü tatbik etmeğideniyordum. Bu denemelerin birinde Ziya'nm sualimeverdiği cevaplar ve yaptığı muhakemeler beni âdeta şaşırtmıştı.Bu çocuk kimdi? Süleyman Nazif'i görür görmez Ziya'yisormuştum. Bana Ziya'nm ailesi ve kendi şahsi hakkındamalûmat verdikten sonra bu genç Şevket-î Buhârî derecesindeAcemce şiirler söylüyor demişti. Ekseriya hiç kimseyibeğenmeyen ve beğendiği vakit memdûhunu göklereçıkarmak âdeti olan Nazif'in bu şehadeti üzerine Ziya iledaha ziyade meşgul olmağa karar vermiştim.» (Ziya Gökalp'ınDiyarbekir'dekî Talebeliği, İŞ, sayı: 10, Ekim 1954).SCHİLLER (Friedrîch VON). Alman yazarı (1759-1805). Başlıca eserleri: Maria Stuart (1800), Orleans Bakiresi(1801), Messina'h Gelin (1803), WüheSm Teli (1804).TAHSİN IMAHID. Fecr-i Âti şair ve tiyatro yazarlarından(1887-1919). Şiirlerini Ruh-i Bikayd adlı bir kitapta toplamıştır(1910). Başlıca oyunları: Hicranlar (1908), JönTürk (1909), Firar (1911), Kırık Mahfaza (1911), Rakibe(1919).TAPDUK EMRE. Hacı Bektaş Veli halifelerinden mutasavvıfbir şeyh. XIII. yüzyılda yaşamıştır. Yunus Emre onuntekkesinde uzun süre kalmış ve kendisinden feyz almıştır.270


TARDE (Gabriel De). Fransız sosyologu (1843-1904).Başlıca eserleri: Mukayeseli Suçluluk (1886), Taklit Kanunları(1890), Ceza Felsefesi (1890).TAŞ-OĞUZ. Oğuz geleneklerine göre beylerin ve hükümdarlarınbuyruğunda bulunmayan boylara denmektedir. Taş-Oğuzlar (Dış-Oğuzlar) da on iki boya bölünmüştür (Bk. Boz-Ok).TEVFİK FİKRET. Tanınmış şairlerimizden (1867-1915).Galatasaray sultanisini bitirdi (1888). Çeşitli görevlerde bulundu.Bir süre Servet-i Fünun dergisini yeni bîr kadro ileçıkarmaya koyuldu. Robert Kolej'de Türkçe dersi okuttu(1896). Meşrutiyeti müteakip Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım'labirlikte TAN İN gazetesini çıkardı. Galatasaray LisesiMüdürlüğünde bulundu. Bazı anlaşamamazlıklar yüzünden gazetedende müdürlükten de ayrıldı, Robert Kolej'deki öğretmenliğinedöndü. Ölünceye kadar bu görevde kaldı.Eserleri: Rubab-ı Şikeste (1900, son baskı 1962), Halûk'unDeften (1911, son bas. 1945), Şermin (1914, sonbas. 1965).Ziya Gökalp'în «Tevfik Fikret ve Rönesans» başlıklıbir araştırması MUALLİM Mecmuasında yayımlanmıştır. (Sayı:14, Eylül 1917)THOMSEN (Viihelm Ludvig Peter),, Danimarkalı türkolog(1842-1827) Orhon kitabelerindeki eski Türk yazısını çözenThomsen'in çeşitli eserleri arasında, «Orhon ve Yeniseykitabelerinin çözülmesi. Giriş notları (1893), Çözülmüş Orhonkitabeleri (1896), Yenîsey kitabelerinde bilinmeyenharfler (1912), Türkçe (1916) isimli eserleri kayde değer.ÜÇ-OK. Oğuzların bölündüğü iki ana koldan biridir.On iki boydur: Ala-Yuntlu, Bayundur, Beçenek, Bügdüz, Çavuidur,Çebni, Eymür, İğdir (Yigdir), Kınık, Salur, Üregir,Yıva,271


VVAGNER (Adolph). Alman iktisatçısı (1835-1917).Başlıca eserleri: İktisat Biliminin Temelleri (1876), MaliyeBilimi.VVEİSSMAIMN (August). Alman biyoloji bilgini (1834-1914). Başlıca eserleri: Embriyon Plazması, Bir Katılım Teorisi(1892), Katılım Teorisi Üstüne Konferanslar (1902).VİCTOR HUGO. Fransız yazarı (1802-1885). Başlıcaeserleri: Sefiller (1862), Deniz Emekçileri (1866), GülenAdam (1869), Sokak ve Orman Şarkıları (1865), Notre-Dame'ınKamburu (1831). Hugo, edebiyatta romantizmin enünlü kişilerinden biridir.YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU. Tanınmış Türk yazarı(1889-1974). 1908'de yazı hayatına atıldı. Gökalp vearkadaşlarının savundukları günlük dil ile güzel hikâye veromanlar yazdı. Başlıca romanları: Kiralık Konak (1922),Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore(1928), Yaban (1932). Diğer eserlerinden bazıları:Erenlerin Bağından (düzyazı şiirler 1922), Okun Ucundan(düzyazı şiirler, 1940), Zoraki Diplomat (anılar, 1955), VatanYolunda (anılar, 1958), Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları(1969), Politikada 45 Yıl (1968).YENİ DARVVİIMCİLİK. Darvvin'ciliğin iki temel düşüncesindenyalnız birini kabul eden evrim teorisi: Yeni Darvvincilikçevrenin tesiriyle bedence kazanılan karakterlerinirsî olarak geçmesini red, fakat tabiî ayıklanmanın (istifanın)önemli ve etkin rolünü kabul eder.YENİ LAMARCKCIÜK. Ayıklanmayı (istifayı) inkâr veevrimi (tekâmülü) sadece fizyolojik süreçle izaha çalışanidealist ve mekanikçi evrim anlayışı. Lamarck (1744-1829)'272


in düşüncelerini bazı değişikliklerle benimseyen bu akımınbaşı sayılan Amerikalı paleontoloji bilgini Cope (1840-1897) r a göre ayıklanma yaratıcı olamaz. Uzuvların gelişmesimekaniktir ve tekâmül bir yaratıcı ilkeyle yönetilmektedir.YUNUS EMRE. XMI-XIV. yüzyılda yetişen mutasavvıfhalk şairi. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Eskişehir'inMihalaççık ilçesine bağlı Sarıköy'de doğduğu, Hacı BektaşVeli halifelerinden Tapduk Emre'den feyz aldığı, ölümündeyine bu köye gömüldüğü kabul edilmektedir.Yunus Emre'nin şiirleri herkesin anlayabileceği açık birhalk Türkçesiyle yazılmıştır. Genellikle tasavvuf ve İslâmfelsefesini işleyen bu şiirler, bu nedenle, geniş bir halk topluluğutarafından benimsenmiş, ezberlenmiş, bestelenipokunmuştur. Yunus'un şiirleri Türk halk ve tekke şiirini degeniş ölçüde etkilemiştir.Yunus Emre hakkında birçok araştırma yapıldı. İlk ilmîçalışmayı Fuad Köprülü Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar(1919, 1966) isimli kitabında yaptı. Sonra, Burhan Ümid(Toprak), Abdülbaki Gölpınarlı, Cahit Öztelli, SabahattinEyüboğlu, Nezihe Araz, onu değişik açılardan inceleyen, yorumlayanaraştırmalar yayımladılar.ZAÎÎVÎ. Osmanlı devleti yönetiminde arazi gelirlerininmuayyen bir kısmı padişahların buyruğu ile hâs, zeamet, tîmargibi belli bölümlerle ayrılır, belli hizmetler karşılığı bellikişilere verilirdi. Yıllık geliri yirmi bin ile yüz bin akçearasında olan ve genellikle askerî bir görev karşılığı tahsisedilen dirliklere zeamet ve zeamet sahibine de «zâîm» denilirdi.Zaîm, zeametin bulunduğu yerde oturmak, orada görevleryapmak, asker yetiştirmek ve hazırlamakla yükümlüydü.Seferde ilk beş bin akçeden sonra her beş bin akçe içinbir «cebeli» yani tam teçhizatlı, atlı ve silâhlı bir asker götürmekzorundaydı. Zaîmîn ölümü halinde, ölenin savaşa-273/18


ilecek yetenekte çocuğu varsa zeamet ona verilirdi. Oğluhenüz küçük ise, hizmet edebilecek duruma gelinceye kadarcebeli göndermek kaydiyle tahsis, yine ona ayrılırdı.Tahsis edilen bu zeametin aynı değerde olması şart değildi.Ancak, babası şehit olan oğula yapılan zeamet tahsisi, tabiîşekilde ölenin çocuklarına yapılan tahsisten daha fazlaolurdu.ZİYA PAŞA. Tanzimat devri şairlerinden (1825-1880).istibdada karşı savaştı. I. Meşrutiyetin kurulmasına çalışanYeni Osmanlılar Cemiyeti'ne mensuptu. Namık Kemal'le Paris'ekaçtı (1867). Namık Kemal'le beraber Londra'da Hürriyetgazetesini çıkardı (1868). Bir yıl sonra İstanbul'a döndü.Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesinden sonra MaarifMüsteşarı oldu (1876). Çeşitli yerlerde valilik etti. ŞiirleriEş'ar-ı Ziya (1881) ve Külîiyat-ı Ziya Paşa (Hazırlayan:Süleyman Nazif, 1925) isimli kitaplarda toplanmıştır.274


S Ö Z L Ü KA —ÂbideAdemÂdetaAddetmekAhkâmAksâ-yı şarkAlâkadarAlâmetÂHÂlîmAmelîAmelîyeÂmilAnıt, xdaddan armağan kalan eser,Yok' ik.Hemen hemen, basbayağı.Saymak, itibar etmek.Hükümler.Uzak-Doğu.İlgili, ilişiği olanlar.Belirti, iz, nişan, işaret.Yüksek, yüce.Bilgin.Pratik.Belli bir amaçla yapılan iş, eylem.Yapan, yapıcı, etken.275


Buyuran, üst, baş.Halkın deyişiyle, bayağı.Gelenek.Katışıksız, çıplak, hür, tertemiz.Bilen, pek anlayışlı ve sezgili.Baba tarafından akraba olanlar.Eski eserler.En az, en aşağı, en düşük.Yüzyıl.Çağdaş, çağa uygun.Eski.Eskiler.Eski eserlerden bahseden ilim, Arkeoloji.Büyük bir kimsenin küçüğe verdiği armağan.Dinî tören.— B —Sebep, sebep olan.Çöl, ova.Sebep, neden. Gerektiren.Açık, belli, meydanda,Kötümser, karamsar.İçinde değerli eşya satılan kapahçarşı.Çölde yaşayan adam, göçebe.Örnek ve benzeri olmayan bir şeyi icadeden.Beğenilen ve takdir edilen pek yenişey.Estetik, güzel.


BehemehalBedi yyatBeisBerriyeBeynelmilelBıdâaBid'at,BilakisBilnisbeBinaenaleyhB ironiBizzarurBürudet: Her halde, ne olursa olsun.: Estetik ilmi.: Engel, uymazlık.: Karaya ait .: Milletlerarası .: Bilgi.: Sonradan meydana çıkan şey; islâmdininde Peygamber zamanından sonraortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler.: Aksine, tersine.: Nisbetle, oranla.: Bundan dolayı, bunun üzerine, bunagöre.: Egzotik.: Zarurî olarak.: Soğukluk.- ICaizCami'CamiaCaniCehdCemetmekCemm-i gafîrCevvalCevval iyet: Uygun, olabilir, yerinde sayılan. Din,yasa, töre ya da başka bakımdan işlenmesinde,yapılmasında çekince olmayan.: Toplayan, içine alan, bir araya getiren,: Topluluk.: Cinayet işlemiş olan kimse.: Çaba, uğraşma, çalışma.: Toplamak.: Fazla kalabalık. Yığınlar.: Koşan, dolaşan, davranışları çabukolan.: Hareketlilik.27?


CumhurCüzCüzi: Topluluk, halk.: Parça.: Az.DâhîkDarülbedayiDarülelhanDarülfünunDebdebeDefter-i HakanîDehaDereDerekeDeruhteDerûnîDuçarDûn: Gülen, gülücü.: İstanbul Şehir Tiyatrosunun eski adı: Konservatuvar.: Üniversite.: Gösteriş, ihtişam.: Mülk ve toprak kayıtlarını tutan devlet dairesi. Tapu.: Üstün zekâlılık, dâhilik.: Araya sıkıştırma, sokma. Gazeteyedergiye koyma.: Aşağı derece.: Üstüne alma, yüklenme.: İçten, samimî.: Yakalanmış, uğramış.: Aşağı, alt.— EEfkâr-ı âmmeEkserElîmEmsalEmvalEnbubeEncümen-î dâniş: Kamuoyu.: En çok, daha fazla.: Acınacak, acıklı.: Benzerler, eşeler, yaşıtlar. Yaşıt, eşitdenk. örnek.: Mallar.: İnce boru.: Akademi.278


EnmûzecEsatirEşhas-ı hükmiyyeEşhas-ı manevîyyeEşhür-ül hürümEvvel emirdeEvvelâTip, örnek, numune, mostra.Mitoloji.Hükmî şahıslar, tüzel kişiler.Manevî şahıslar, tinsel kişiler.Haram aylar (Zilkade, Zilhicce, Muharremve Receb ayları).Her şeyden önce.İlkin, önce, ilk önce.FakrFaziletFerFerasetFetvahaneFetvaFeveranFevkFevkalhadFeyzFeyizliFilhakikaFilvakiFıkdanFırkaYoksulluk.Erdem. Yüksek ve iyi ahlâk.Işık, parlaklık, aydınlık.Anlayış, çabuk kavrama.Şeyhülislâm dairesinde, mahkeme-îşer'iye ve müftülerin, meselelerin çözümlenmesindefetva için baş vurduklanmerci.Müftü ve şeyhülislâm tarafından birmesele veya davanın izahı için verilenve isim söylenmeden yazılan cevapveya karar.Coşma, fışkırma, taşma.Üst.İleri derecede.Vevrimlilik, gürlük, bolluk.Verimli.Hakikaten, gerçekten.Gerçi, gerçekte.Yokluk, bulunmama durumu.Parti.279


FıtrîFuzûlî: Yaradılışla ilgili, yaradılıştan, doğuştanolan.: Yersiz, gereksiz.GabîGaleyanGarazGaspGüzide: Ahmak, anlayışsız, kalın kafalı.: Kaynama. Coşup taşma.: Kin, birine karşı güdülen kötülük etmeisteği.: Zorla almak.: Seçkin .Hadd-i asgarî :Hadim :Hâdise :Haiz :Hal :Halef :HaletHamiyetliHarsHataHayatiyetHayırhahHayırkârHazarıHengâmHengâmeHazârfen280— H —En az oranda.Hizmet eden.Olay.Kendinde bulunan, taşıyan.Durum, davranış.Sonradan gelen.Durum.İyilik sever.Kültür.Yanlışlık.Biyoloji.: İyilik sever.: İyiiîk yapar.: Barış zamanına ait.: Vakit, zaman.: Kavga, Savaş.: Çok bilgili ve hünerli olan kimse.


HikmetHîSâSsahmerHirfet-HodkâmHumarHululHusulHuşunetHuveHuzûzâtHükümranHüsn-i hatt: Felsefe.: Kızılay.: Zanaat. Geçimini sağlamak için yapılanve az çok el ustalığı isteyen belirliiş. Demircilik, marangozluk birerzanaattır.: Bencil, egoist .: İçki ya da uyku sersemliği.: Girme, geçme, gelip çatma, aralarınasokulma.: Olma, oluş, oluşma, meydana gelme»: Sertlik, kabalık, katılık.: Vergi, haraç.: Hazlar, hoşlanmalar.: Hükümdar, egemen.: Güzel yazı, yazı güzelliği.IslahIslâhatIsrarIstılahIstırar: Düzeltme, iyileştirme.: Eksik ve kusurlu görülen şeyleri düzeltmek için yapılan işler.: Direnme, üsteleme, üstünde durma.: Terim.: Mecbur olma.— IİbdaİbtidâibtidâîİbzalYaratma, yoktan var etme.İlk önce.İlkel. İşlenmemiş, ham.Esirgemeden bol bol harcama ve kullanma.281


İcbar :İcmal :İcraî :İçtinab :İçtimaî :idâdî :İddihârİfâjgtinâm :ihrazİhticâbİhtifâgâhİhttlât :İhtiraîhtiramkârİhtiyarİhsâiyyatİkameİktibasİktiranİktisapİktizâİlgaİlânihayeİmtizaçİnfilâkİnhilâlİnhirafİnhisarİnhitatİnkıraz282Zorlama, zorunda bırakma.Özetleme, kısaltma.Bir işi yapma, yürütme ile ilgili.Sakınma.Toplumsal, sosyal.Eskiden aşağı yukarı lise derecesindekiokullara verilen ad.Biriktirme, toplama, yığma.Yapma, yerine getirme.Ganimet alma, yağmalama.Erişme, kazanma.örtünme, saklanma.Gizlenilen, saklanılan yer.Karışma. Karışıp görüşme.Türetme, önceden bilinmeyen bir şeyibulma.Saygılı.Seçme, tercih, yeğ tutma. Katlanmak.İstatistik.: Yerine koyma, yerine kullanma. Açma.Dikme.: Aktarma, alıntı.: Ulaşma.: Edinme, kazanma.: Gerek, gereklilik, gerekme.: Kaldırma, hükümsüz bırakma.: Sonsuzluk.: Bağdaşma, uyuşma. Kaynaşma.: Patlama. Açılma, yarılma,: Erime, dağılma, çözülme.: Sapma.: Yalnız bir şeye veya şahsa ait olma.: Çökme, gerileme, alçalma.: Yıkılma, batma, çökme.


İnkısamİnşirahİntaçİntibahİntifaİntihaintihalİntişarİnzivaİptidaiptidâiirâdİrca'i'râsİrem bağıIs'afİskaismetİstiğrakİstihaleİstimalİstinadİstilâİstilzamİstitâleİştikakİtikatİttihatİzâle: Bölünme, parçalanma.: İç açılması, ferahlık.: Bir işi sonuçlandırma, sona erdirme,bitirme.: Uyanış, uynama.: Faydalanma, yararlanma.: Son, sona erme.: Sona ait.: Yayılma, çıkma, yayımlanma.: Toplum yaşayışından kaçıp tek başınayaşama.: Başlangıç, başlama. Önceleri, en önce»: İlkel, işlenmemiş, ham.: Söyleme.: Aslına döndürme.: Verme, gerekme.: Cennet bahçesi.: Birinin isteğini kabul ve yerine getirme.: Sulama.: Arılık, günahsızlık.: Tasavvufta: Dünyayı unutup kendindengeçme.: Biçim değiştirme, başkalaşma.: Kullanma.: Dayanma, yaslanma.: Bir ülkeyi zor kullanarak alma. Yayılmak,kaplamak.: Gerektirme,: Dal budak salma, uzama.: Türeme.: İnanç.: Birlik kurma, birleşme, bir olma.: Yok etme, giderme.283


İzdivaçİzharEvlenme.Açığa vurma, belirtme, gösterme.KadîmKaideKailKarabetKari'KarihaKatiKavm, kavimKazaîKerimeKesretKıî'avl (segmanter)Kurura-ı âhireKurun-ı ulaKurun-ı vustaKuvve-î berriyeKuvve-i kutsîyyeEski, eski zaman.Kuralİnanmış, razı, aklı yatmış.Akrabalık, soyca yakınlık.Okuyucu.Düşünme yetisi.Kesin.Budun.Yargılama ile ilgili.Kız, kız çocuk.Çokluk, bolluk.Dilimlere bölünmüş.Yeniçağ.İlkçağ.Ortaçağ.Kara kuvveti.Ermişler kuvveti.LâhutîLâyemutLayıkLûgayve: Tanrı âlemine ait.: Ölümsüz.: Yaraşır.: Diyalektik.— M —Maârif nâzınMaazallahMillî Eğitim Bakanı.Allah korusun.284


MabetMâderzâdMa'dûdMahallî garazkârlıkMahlasMahlûkMahsusMakûsiyetMalûlMamafihMamurMamureManzumeMâniMasunMâşer^~MaşerîMaşerî vicdanMazarrattıMazharMaziMebnîMecmuMecmua«.-MedhârMedineMefhumMefkure: Tapınak, ibadethane.: Anadan doğma, yaradılıştan.: Sayılmış, sayılı.: Yerli düşmanlık.: Takma-ad.: Yaratılmış, yaratık.: Özgü, özellikle.: Terslik.: İlletli, hastalıklı.: Bununla birlikte.: Bayındır.: Medeniyet dairesi. Bayındır yer, bayındırlık.: Takım, sıra, dizi, sistem. Aynı düzenebağlı.: Engel, önleyici.: Korunan, korunmuş.: Aynı kamu duyuncunu taşıyan bîr dinden,bir dilden, bir sanattan olan topluluk.: Kollektif, topluluğun olan, ortak.: Kollektif şuur.: Zararlı.: (Bir iyiliğe) Erişmiş, erişen.: Geçmiş.: —den dolayı,— den ötürü. Bina olunmuş,yapılmış, kurulmuş.: Toplam, bütün, hepsi.: Toplanıp biriktirilmiş ve düzenlenmişşeylerin tümü.: Depo.: Şehir, site.: Kavram.: İdeal, ülkü.285


MehazMeleke :MemdûhMenâkıbMenbâMenfaMenkıbe%MenzîletMeratibMerbutiyetMerhaleMesabeMeserretMeskukâtMesturMeşbûMeşgulMeşimeMeşrutMeş'umMevlidMeyyalMeyusMeziyetMuâdilMuakeleMuakelevîMuarızMuasırMuaşakaKaynak, bir şeyin alındığı yer.Alışkanlık, yatkınlık.Övülen.Menkıbeler.Kaynak, bîr şeyin çıkış yeri.Sürgün yeri.: Tarihî bîr temele dayalı olağanüstü nitelikteserüven.Aşağı derece, dereka., Mertebeler, dereceler, makamlar.: Bağlılık.: Mesafe, aşama, konak.Derece, yerinde, değerinde.. Sevinç.: Eski paralar., Örtülü, saklı, kapalı.Dolmuş, dolu, doygun., Bir işle uğraşan.• Dölyatağı, etene, son., Şartlı.. Uğursuz.Doğma. Bir kimsenin doğduğu yer.Eğilimli, eğingen.Umutsuz, karamsar, ye'se düşmüş.* Bir kişi veya nesneyi benzerlerindenüstün kılan nitelik.. Karşılık, eşit, denk, eşdeğerli.: Akıl ve mantığa dayanarak düşünme.: Rasyonel, aklî.: Karşı gelen, zıt.: Çağdaş.: Sevişme.286


Mucize :MudilMuganniMugayir :MuhalMuhaliiyetülhava :Muhavvi l-ü 1 'ahval :MuharrefMuhatara :Mukaddes :MusahabeMuttasılMu'tekifMuvaşşâhMübârezeMübeşşirMüfodiMücehhezMüdavimMüddeâMüfidMüftekırMüktesepMülhemMümanaatMümeyyizMümtazMünâfiMünebbihDini onaylamak amacı ve Tanrı'nınbuyruğu ile peygamberler tarafındanyapılan ve halkı hayrette bırakan olağanüstüişler, tutum ve davranışlar.Karışık, karmaşık, çapraşık.Şarkı söyleyen.Aykırı, uymaz.Gerçekleşmesi mümkün olmayan.Boşaltaç.Hal, durum değiştirme.Değiştirilmiş, anlamı değişmiş.Korkulu durum, tehlike.Kutsal.Konuşma, sohbet.Aralıksız, bitişik.Bir yere kapanıp ibadetle uğraşan.Süslü.: Vuruşma, savaşma.; Müjdeleyen.: Yaratan. Yeni bîr şey bulan, söyleyen.: Hazırlıklı, donanmış.: Bir yere devam eden.: iddia olunan şey.: Yararlı.: Bağlı.: Kazanılmış, edinilmiş.: İlham olunmuş, içe doğmuş.: Bir şeyin yapılmasına engel olma.: İyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırtedebilen kimse.: Üstün tutulmuş.: Aykırı, uymayan. Zıt.: Uyarıcı, uyandırıcı.287


MünhasırMünkalipMürebhiMürekkepMürüvvetMüsebbipMüsellâhMüstakarMüsta'ribMüstefitMüstefreşeMüstenidMüstevliMüşabehetMütaahhirMütaazzıMütecanisMütefekkirMütekâmilMütekâsifMütesanitMüteselsilMütevakkıfMüvellidülmâMüvellidülhumûzaMüzehhebSınırlanmış, ayrılmış.Başka bir şekle çevrilmiş, dönüşen.Eğitici, yetiştirici, eğitmen.Bileşik, oluşmuş.Yiğitlik, kişilik. İyilikseverlik.Bir şeyin olmasına sebep olan, yapılmasınayol açan.Silâhlı, silâhlandırılmış.Kararlı, durulmuş.Sonradan Araplaşmış.Yararlanmış.Odalık, metres.Bîr şeye dayanan.Ele geçiren, bir yeri zapt ve işgal eden.Benzeme, başka bir şeye benzeyiş.Sonraki, sonra gelen.Organize, organlaşmış.Bir cinsten, bir örnek olan, türdeş.Derin felsefî düşünceleri olan kimse.Düşünür.Gelişmiş, olgunlaşmış.Yoğunlaşmış, sıklaşmış, koyulaşmış,toplaşmış.Dayanışma, dayanışık.Zincirleme.Gerçekleşmesi ancak bağlı olduğuşeyle mümkün olan.Hidrojen.Oksijen.Altın suyuna batırılmış. Yaldızlasmış.288


— N —NailNahivNâkâfiNakısNakîseNâmNazariNazariyatNehcNezrNikbin: Erişmiş.: Sentaks.: Yetersiz, yetmez.: Eksik, kusurlu.: Eksiklik, kusur, ayıp.: İsim.: Teorik.: Kuramlar, görüşler. Bir bilimin bilgEkısmı.: Usul, yol.: Adamak, adak.: iyimser.p —PâyânPîşvaSonÖnder, öncü.— RRap t-1 kalb etmekRaksRekzetmekRevakî revakiyeReybîRiayetkarRuhiyatRübabîlikRüştiyeGönül bağlamak.Oynama, dans etme.Dikmek.Stoik (Zenon felsefesinin adı).Şüpheci.Saygılı.Psikoloji.Rebabcıiık, sazcılık.Tanzimattan sonra orta okullara verilenad.289/19


Sâfil :SâdırSâi, sâySakîlSâlisenSaniyenSarfSeciyeSekinetSelikaSertlikSerpuşSevk-i tabiîSirayetSiretSudurSukutSuitesadüfSultaSuver-î zihniye— s —Aşağı, alçak.Çıkan.Çalışma, emek.Ağır, kaba.Üçüncü olarak.İkinci olarak.Gramer.Karakter.: Rahat, dinlenme. Kafa dinçliği, yürekrahatlığı.: Güzel söyleme ve yazma yeteneği.• Kölelik.: Başa giyilen şey.: İçgüdü.: Geçme, bulaşma.: Davranış ve hareket. Tabiat, ahlâk.: Olma, meydana gelme.: Düşme.: Kötü rastlantı.: Otorite.: Zihnî tasavvurlar, düşüncede tasarlananşeyler.— Ş _ŞamilSari'Şe'niyyetŞetaretŞeriatŞifahîŞimendifer: içine alan, kaplayan, kapsayan.: Kanun yapıcı, şeriat koyan.: Realite, gerçeklik.: Şenlik.: Kur'an ayetlerine dayanan Müslümanlık yasası.: Sözlü.: Demiryolu. Tren.290


Taaddüd-i ezvâc :Taaddüd-i zevcatTaalluk :Taam :Tâbi: Bağlı, bağımlı.TabiiTâbir *TahaccürTahakkümTaharrîTahavvülTahlilTahtelbahirTahrimTaifeTaksim-i a'mâlTakyidTalâkatTâliTamikTamimTarikTas'ib .TasannuTasnifTarifTazipTealiTeamülTearuzBir kadının birkaç erkekle evlenmesi..Bir erkeğin birkaç kadınla evlenmesi..İlgili olma.Yemek.Doğal.Deyim.: Taşlaşma.: Dileğince hükmetme, zorbalık etme.Arama, araştırma.: Değişme, dönüşme.: Çözümleme.: Denizaltı.: Dince yasak edilme, haram kılma.: Tayfa, küçük topluluk, kavim.: İşbölümü.: Bağlı kılma, kısıtlama.Düzgün söz söyleme kolaylığı.: İkinci derecede olan, sonradan gelen D: Derinleştirme, inceden inceye araştırma.Genelge, genelleme.: Yol.: Güçleştirme.: Bir şeyi olduğundan daha değerli gösterme,yapmacık.: Sınıflama, sıralama, bölümleme.: Tanım, tanımlama.: Azaba sokma, üzme.: Yücelme, yükselme.: Yapılagelen iş, gelenek.: Çatışma, zıtlık.291


Ululama, kutsama.Gülümseme.Görünme, belirme.Görünme yeri.Cisimleşme, gövdeleşme.Görme, anlama merakı. Gözetleme.Azar, azar ilerleme.Övünme.Ayırım, iki şey arasındaki ayrılık.Yorum.Can atma, çok isteme.İslah etme, düzeltme. Temizleme.Gelişme.Oluş, var olma, oluşma.Anlayış, görüş.Lezzet duyma.Lanetleme.Sivrilme, seçkinleşme.Medenileştirme.Medenleşme, uygarlaşma.Benzeşme.Anlam aykırılığı, çelişki, çelişme.Bitkilenme.Çeşitleme, çeşitlilik.Nemaîandırma, üyütme, geliştirme.İlerleme, yükselme.Çarpışma, vuruşma.Irk karışımı.Dayanışma, omuzdaşlık.Örtünme, erkekten kaçma.Silahlanma araçları.Uygunluk.Yöneltmek.Adlandırma.


TezekkürTezyinTimsalTufeyliHatıra getirme, bir sorunu konuşma.Süsleme, bezeme.Simge, sembol.Asalak, sığıntı.— U —UmdeUnsurUsulUzvî tesânüdPrensip, ilke.Öğe, kök, esas.Yöntem, metod, yol, biçim.Organik dayanışma._ ü —Üf'uleÜmmetümmîÜmitvarÜstûreFonksiyon, görev.Bir peygambere inanların tümü.Okuyup yazması olmayan.Umutlu.Mit, mitoloji.V —VabesteVaizVaizVakıaVasıfVasılVazetmekVâzihVecid, vecdVeçhile: Bağlı.: Din açısından yapı lan konuşma, dinöğüd.sel görüşle verilen: Vaiz eden kimse.: Olmuş iş, gerçi, gerçekten.: Nitelik.: Ulaşan, varan.: Ortaya koymak.: Belli, açık.: Yüksek heyecan.: Biçimde, gibi, üzere.293


VelayetVelûdiyetVusul: Başkasına söz geçirme.: Doğurganlık.: Ulaşma, varma.— YYe's, yeisÜzüntü. Umutsuzluktan doğan karamsarlık.— Z —ZabitZâhidZahifeZahirenZailZa'füddemZanZevi'l-erharoZilhicceZilkadeZiynetZuhurZulmetZu'mZühdZühdiZü'l-ma'işeynZürriyet: Subay.: Dinin yasakladığı şeylerden sakınıp,buyruklarını yerine getiren.: Sürüngen.: Açıkça, görünüşe göre, görünüşte.: Ortadan kalkan, dinen, geçen.: Kansızlık.: Sanı.: Mirasta belirli pay sahibi olmayan kısımlar.: Arabî takviminin on ikinci ayı.: Arabî takviminin on birinci ayı.: Süs.: Ortaya çıkma, görünme, baş gösterme.: Karanlık.: Zan, sanı.: Her çeşit zevke karşı koyarak kendiniibadete verme.: Zühdle alakalı.: Hem karada, hem suda yaşayabilen,iki yaşayışlı.: Nesil, kuşak, soy.294


SATIŞ VE DAĞITIM YERİ: İstanbul'da Devlet KitaplanMüdürlüğü ve İllerde Milli Eğitim Bakanlığı YayınevleriM.N.65675oT.L.Baskı : Polat Ofset

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!