12.07.2015 Views

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,İnsan toprağından beslenir. Kişinin kendine özgü duruşu,ilgisi, kokusu, öfkesi, ağzında öğüttüğü kelimeler,betimli, betimsiz yahut yel yepelek cümleleri toprağındandır.Toprağından güneşe doğru yükselir.Bağlılığı muhkemdir yerini sevenin: Töresini, türküsünü,renklerini bilir. Ayırmaz, ayıramaz başak ile çınarı,bozlak ile zeybeği… Bütün farklılıklarla birlikte yaşamayauygun olmak, uyumlu olmak onun biricik duyuşu, düşünüşü…Sinir uçlarını geliştiren toprağı hülyasını da filizlendirironun. Hülyası gelişip serpildikçe dünyanın tapusu, yerinisevenin cebindedir. O, yeryüzünün neresinde bir kaynakfışkırsa toprağına düşmesini arzular. Nerede sancı verenbir çıban varsa onu ilikleri titrercesine hisseder ve merhemiçin mutlaka kafa yorar.Yerini sevmeyene, sevmesini bilmeyene gelince! Yerini,yurdunu, mekânını sevmeyenin göstergeleri soluktur.Doğuştan ziyana gömülmüşçesine mevcut veriler sıkıntıverir ona. Çevresine hor bakar, hor görür, ya her şeyi dışarıdanbekler ya da köstebek gibi ışığa ihtiyaç duymadığındanbelli işlev dışına çıkamaz, hep oyduğuna çeker,hep oyduğuyla kalır. İş, aş, iştah bırakmazlar insanda.Yerini yurdunu sevmeyenin biricik avuntusu yakınmak:Eskilerin deyimiyle; tazallüm etmek… Zaten yeri veyerliyi sömürmek isteyen kenelerin taşıyıcıları tazallümedenlerdir. Bunların sırtları üzerinden gelirler.Bu sayımızın dosya konusu “Yerlilik”; gelecek sayımızındosya konusu ise “Edebiyat ve metafizik ilişkisi”Tekrar buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.<strong>Bizim</strong> Külliye


NAZIM PAYAMGençtik, arzudoluyduk: Gerçekile kitaplardaolan arasındakifarkı henüzçözememiş, içindebulunduğumuzmekânın ayrıcalığıylayüreğimizdekitutkunun,yüreğimizdekitutuklunun kitaplaragizlenmiş sözcüsünüarıyorduk.İnsana şehirli olma zevkiniaşılayan, yaşadığı şehreyakışanlardır. Nerede olursakolalım, bulunduğumuz yer, yerineyakışanlarla güzelleşir. Onlarıntebessümü, selamı, sohbeti,muhabbet rayihasını üstümüzesindirmeye yeter. Şehrimi seviyorsam,şehrimde mutluysam sevgimin, mutluluğumunoluşmasında yerine yakışanların paylarınıküçümseyemem. Kendi ortamının erlerini oldumolası huzur vericiler olarak görürüm.Bu izlenimden olacak ki tartışmam gerekenkonuları rastgele gündeme getirmekten sakınırım.Düşüncelerimin iklimini oluşturan şehrimde sanat,spor, politika kimlerle tartışılır; iman ve ahlak konularıkimlerle konuşulur; belgeler, bilgiler kimlerlesergilenir, bilmeye mecbur tutarım kendimi.Konuya göre söz ehilli seçimine dikkat ederim.Sohbetine, bilgisine, ironisine müptela olduklarımıdinlerken duyularımın haz telaşıyla kıvranırım.Herkes bir şeylerin eğilimindedir. Herkesin bir3eylül-ekim-kasım2011


Kültür Bakanlığı kitap satış mağazası önü :(20/12/1991)“özel”i var: Kimileri ticaretle, sporla; kimileri magazindedikodularıyla, televizyon dizileriyle; kimileride politikayla karışmak ister topluma. Benseedebiyatla! Edebiyatın zarafetiyle, birikimiyle bezenmişlersabır ve dikkat uyandırırlar bende. Eğersanatçı veya sanatsever dostlarımla birlikteysembir şiirin mısraına, metnin diline, romanın kurgusuna,yazar mukayeselerine bütün günümü ayırabilirim.Dostlarım, aydınlatır, rahatlatır; yeni eserlerin,eserlerle izdivacın izini sürmeye teşvik ederlerbeni. Her ayrılış anında, keşke biraz daha kalabilseydimyakınmasını içime akıtır, öteki uğraşlarımıkısar, örter, erteler; tekrar ve sabırsızlıkla onlaradönmeyi arzularım.Hayatımıza, zevkimize anlam kazandıran böyleleri,öyle olur olmaz her mekânda sohbete mayaçalmazlar. Tanıdıklarımdan bilirim: Onlar için birgeleneği, bir öncesi olan dükkân, dernek, pastane,ev, kahvehane veya dergi çatısı altı gerek. Yürekcümleleri buralarda, tanışlar arasında derinleşir, genişler.Kim bilir, belki de sosyal müşterekleri öneçıkaranların oluşturduğu mekânın tesiridir alışkanlıklarımızısüreklileştiren.Taşrada, genç okur namzetlerinin ilk mahfilli kitabevleridir.Onlar aradığı kitap gibi, kitap dostlarınıda en kolay orada bulurlar. Kitabevlerinde okurnamzedinin muhatabıyla önce göz aşinalığı, sonrabasit bir soru; mesela, “Hangi kitabı arıyorsunuz?”sorusu muhabbetin tutuşmasına yeter. Paylaşılanheyecan denkleşti mi, ardı arası kesilmeyecek arkadaşlıkkendiliğinden gelir. Artık hoşlanılan, etkilenilenyazarın, şairin, şiirin belirtilmesi, okunankitapların eleştirisi önüne geçilmez doğallığın zevkiyledir.Öyle sanıyorum ki bulduğuyla yetinmeyengençleri farkına varmaksızın yeni mahfillereyönlendiren de yine kitabevleriydi.‘70’li yıllarda benim de, uğrak yerim BatıKitabevi’ydi.Batı Kitabevi, Fırat Üniversitesi’nin yolu üzerindeküçücük bir küpü andırırdı. Sol kenarda birmasa ve üç kişi olduğumuzda kimsenin oturmak istemediğiiki tahta sandalye. Zaten üçe düştüğümüzpek nadirdi. Orada, kıyısında olduğumuz hayatınanaforları bir kitap, bir dergi eşliğinde bizi saatlersüren bir tartışmayla içine çeker, duygularımızıaçığa vurur, yine durmaksızın bir hikâyenin, şiirin,romanın hüznüne savururdu.Gençtik, arzu doluyduk: Gerçek ile kitaplardaolan arasındaki farkı henüz çözememiş, içinde bulunduğumuzmekânın ayrıcalığıyla yüreğimizdekitutkunun, yüreğimizdeki tutuklunun kitaplara gizlenmişsözcüsünü arıyorduk. Kitabevi sahibi Batı,hem tanığımız hem de tartışma seansımızın gönüllühakemiydi. O, okumak isteyene her türlü kolaylığısağlardı. Kitaplarını ödünç verir, veresiye verir,hediye ederdi. Bir dergi, gazete, yazar gibi okuyu-4eylül-ekim-kasım2011


Kültür Bakanlığı kitap satış mağazasındabir imza günü (11/10/1993)cu kitlesi oluşturmuştu. Bizler, kitabevinde taşansözleri, eve, okula, kütüphaneye ve başka çevreleretaşımakta bir uymazlık görmezdik.**Şehrimizin “okur yetenek”leri Batı Kitabevi’ndetoplanmayı neden ve ne zaman terk ettiler, bilemiyorum.1989’da gurbetten döndüğümde onlarınyeni mekânı Kültür Bakanlığı Döner Sermayeİşletmesi’ne bağlı kitap satış mağazasıydı. Dairesindemesaisi biten edebiyat heveslisini, şiirinigiyinmiş öğrenciyi, mahallî gazetelerimizin köşeyazarlarını orada gece yarısına kadar bulabilmenizmümkündü.70 metrekarelik mağaza eski belediye binasınınzemin katında, Şehit Yüzbaşı Tahir caddesine bakantarafta idi. Mağaza sorumlusu Şener Bulut’tu.Bulut’un, yüzünde tebessümü, sesinde heyecanı,küçük ocağında çayı eksilmezdi. Sözleşmeli personeliolduğu bu yerin çayını, şekerini, tüpünükendisi karşılardı. O, yalnızca “okur yetenek”lerle,okur namzetlerle yetinmemiş, Fırat ÜniversitesininEdebiyat Bölümü hoca ve öğrencilerini de aynı çatıaltına toplamıştı.Bulut, kitap mağazasına ilk defa adım atanları,ortama dâhil etmekte mahirdi. Kitap raflarına bakarken,herhangi birinin şair coşkusuna, bir romanı,hikâyeyi irdelemesine veya notalar arasında dolaşmasınakendiliğinden katılabilirdiniz. Ayrıca o,mağazasında her ay mutlaka bir imza günü düzenler,her hafta önceden belirlediği bir konuyu, ehlineotuz dakika anlattırır, sonra soru-cevap metoduyladakikalarca tartıştırırdı. Yine bu mütevazı mağazanınokuru, şiirlerimizin ilk hâliyle orada karşılaşır,kelime ve mısralar üzerine kritikler yapardı. Şiirlerimizson hâlini aldıktan sonra katlanıp zarfa girer,bir dergi adresine doğru yola çıkardı.Müdavimlerinin gündeminde olan kültürdü,sanattı, kitaptı. 1994’te kitap satış mağazası müdavimleritarafından dokuz kitap yayımlandı. Buradakişairlerin yalımıyla bu yıl on dokuzuncusudüzenlenecek olan “Hazar Şiir Akşamları”nın ilkmeşalesi “Fırat Şiir Akşamları” yakıldı. 1999’daElazığ’dan yayın hayatına katılan “<strong>Bizim</strong> Külliye”dergisinin kalemleri de onlar arasından çıkacaktı.Peki, buranın müdavimleri kimlerdi, derseniz,20. 12. 1991’de çekilmiş bir fotoğraftan vehatırladıklarımdan birkaç isim sayabilirim: İsmailÇetişli, Namık Açıkgöz, Ali Berat Alptekin, M.Naci Onur, Bahtiyar Aslan, İbrahim Çapan, KemalBatmaz, Ömer Kazazoğlu, İlhan Uçar, BedrettinKeleştimur, Aydın Karabulut, R. Mithat Yılmaz,Günerkan Aydoğmuş, Hasan Özçam, Murat Kuşçubaşı,Mahmut Bahar, Nazım Payam ve rahmetliŞeref Tan. ■5eylül-ekim-kasım2011


BU ŞİİR SENİN İÇİNMağribî kılıklı iki cellatYan yana yürüyorlar bir tren hattı gibiSerin serin eserken denizden imbatVakit akortlu bir çalgıdır, hâkim olan renkBiraz sincabidir biraz sümbüliSözü dolaştırsam da serhat serhatSonunda getirip gözlerine bağlayacağımİki ucundan birisiniGönül kapımı kırıp içeri girenGözlerinden bahsediyorum, gizemli gözlerindenÖnce bir çağ koptu altında kaldımKar altında malihülyaya daldımRayların ışıltıları sönüverdiUzakta bir tünele giriverdi trenBen kendimi çözmek isterken gözlerindenYeni bir ay doğuyor, yüzmüşler derisiniBenim cellatlarım turnagözlüdürSeninle vururlar beni sana benzer hâlleriSöylenmemiş uzun sözler tedavülden tez kalkarSöylenmemiş sözlerdir sözün muteberiAşka ayna tutan dar bir sokaktaSenin için isterdim dağ ve deniz olmayıİstemezdim hayatta gözleriniz olmayıYaşatan gözlerindir bu umut dirisiniDübbeiaksar dübbeiekberYani büyük ayı, Büyükayı takımyıldızları gibiYan yana yürüyor iki cellatOnlarla birlikte ırgalanıyor çiçeklerNisan yağmurlarının saçları onca kumralKaracaoğlan kamalağa yaslanmışKerem küllerini topluyor, kanlar içinde FerhatKarakoç yüreğini soyunur sini siniNe dersem diyeyim gönlümde mimlisinCefakâr da cellat da desem sevimlisinSen benim yüreğimsin, sen benim gözlerimsinNâr-ı Beyza tavında en demli sözlerimsinBu şiir böyle doğdu, bilmem beğenir misin?Astım zeytin dalına şimdi iki güvercinGözlerin ah gözlerin… bütün vakitler sabah,Bu şiir senin için…Sen düşün gerisini.BAHAETTİN KARAKOÇ6eylül-ekim-kasım2011


ÇEŞME1. okunur bir kitaptır geçmişbir çeşmeyi –ki yaban güvercini gibi ya da sanki çil keklikgelip konmuş evimizin arasına komşumuz olan amcamla--üstelik kitabesiz ama şapkası var siperinden düşülensıtmalıbir köy odasının yedi direğinden birine yaslanaraksap yastıklarından bir rahlenin üstünde lüks ışığındakan kalesi’ni hayber’in fethini okur gibi çoğu yerini ezberdenkimse çizmemiştir resmini tövbe hulusi’den başkaköyümüzün ahrazı ustası işaret dilinin mucidi doğal olarakve ressamı en çok ibrikli ve sakallı bir ihtiyarı çizen –onu tanıyorumkimizaman da sakaların –kirpi etini yiyerek sağaltan mayasılıve deli kızları beyaz gövdeleri ile bilinen aile- bahçesindeyıkanan kızlarını gözleyip eliyle hiç bilmediğim resimler çizerdi boşluğabüyüyünce anladım meyvelerin neden kaçtığını resimlerindenkış sabahları ılık suyuna koşarak gittiğimiz –ki bize tek gözle bakanbir devdi- gözünün altından yanağı boyunca –onu tanıyorum demiştim yaderinve kötü dikilmiş bir yaranın kaynaması gibi uzardı buzellerime sığmayan bir taşla kırardım sonra teknesine bir gül gibidüşen cemreyi çağırırdım –ki gelince şapkasına çıkar otururdumhayatonun şapkasında dama oynamak gibiydi tek başına iki kişiliksonra sözünü tamamlamış bir şair gibi susuverdi sesi kırıldı bir yerindensesi çarptıkça teknede yatan taşlara evdeki bakır sini çınlardıaydınlığında yunup arındığımız –ki alüminyum bir siniyle takas edildinakışları gülleri ve bereketi yıllarca yüzüne bakan yüzlerce yüzü veüstüne de kırk lira- ben bilmiştim o zaman çeşmenin susacağınıve susayan leyleklerin terk edeceğini –o tazıyı da hatırlıyorum anlatırımamasöyleyememiştim taşlıkta oturan bilgiç ihtiyarların akan sakallarınaoysa onların sakallarından ışık içen çocukları da vardı şapkadan çıkanhayır yanıldım tövbeler olsun şapkaya çıkan taşlardan ve tavşanlardan yardım alarakyıldızlı bir gecede açılan evren gibiymiş önündeki harman yerisarı samanlar uçuştukça rüzgârda samanyolunda uyuyan çocuk gibiçeşmenin ninnisi bitince toprağa ağ atar beklermiş sabaha kadar rüyalarımızağa balık vurduğu da olurmuş –onu tanıyorum demiştim ya- o anlattısessiz bir harf gibi bütün alfabeden daha konuşkan şimdiBAHTİYAR ASLAN7eylül-ekim-kasım2011


ÖYLE OLSUNÖyle olsun bakalım çıkmasın ortaya şanGizli kalsın macera kan akmasın damardanKime karşı durulur çıkıp söylesin kim varKaçarı olmaz bunun bakınız meydan açıkBen bunlardan usandım üstü kalsın apaçık.Nice acı gün gördüm üzüldüm akşam olduDünya meşakkatinden düştü bana da bir payNeylersin ki yaşamak yapışır da boynumaBir kuş olur âdeta her kanat çırpışındaYa bir alev saçılır ya korku bakışındaÖyle olsun bakalım bu içinden geçilmezDağı delsen bir rüya gecenin başı yıldızGelir bulur sessizce büyütür sokaklarıNe kadar çıksa hendek ne kadar da badireKim çelme takabilir isyan edip kadere.NURETTİN DURMAN8eylül-ekim-kasım2011


VEFA TAŞDELENKendi yerimdebulunurken, sadecekendi yerimdebulunmam; bütünyerlere oranla biryerde bulunurum,kendi yerimi evrenselkoordinatları içindekavrayabilirim.Yerim, evrene açılankapımdır. Bu kapıdangeçmeden komşuma,insanlara, evreneaçılamam.erlilik” bir yerde olmaktır, bir “yer”e,“Ybir “konum”a sahip olmaktır, varoluşubir yere ait kılmaktır. Bir yerden başlamak, biryerden hayata katılmaktır. Yerli olmak bir zeminebağlı olmaktır; bir zeminde yaşamak, bir zemindenhareket etmektir. Yeri olmayan, yerli de değildir.Yeri olmayanın konumu da olamaz, bir bakış açısıda anlam verme ve yorumlama yetisi de zayıftır.Yeri olmayanın evi de yoktur; sıcak duygularıda, heyecan ve umutları da. Yer benim, yer benimevim, yer benim pencerem, yer benim ocağım.Orada yaşarım, oradan bakarım, oradan görürüm.Yere bağlıyım evimle, ağaçlarımla, bitkilerimle,mezarlarımla; bir yere bağlıyım. Yer beni tutar, yerbeni çeker, yer beni konumlandırır, yer beni bağlar,yer beni sarmalar.Kendi yerimle varım önce. Herkes de öyle. Belkibu yüzden, insan, ne kadar işe yaramaz biri de olsa,yeri başkaları tarafından doldurulamayan. Adımızsanımız, şeklimiz şemalimiz benzese de, hiçbirimizbir başkasının yerinde değiliz; kendi yerimizdeyiz.Kendi yerimizle varız, kendi yerimizle geliyoruzdünyaya, kendi konumumuzda bulunuyoruz. Gi-9eylül-ekim-kasım2011


derken onu da alıp götürüyoruz. Kendi zeminimizedoğuyor, kendi zeminimizde ölüyoruz.Yerim, benim yaşama biçimim. Başkasına benzesemde, kendim gibi yaşıyorum. Kendi sevinçlerimve hüzünlerim var. Onlar benim varoluşumdançıkıyor, varoluşuma tanıklık ediyor. Değerlerimve değer verdiklerim var. Bayram seyranlarım var.Kendi yerimden sesleniyorum başkalarına, başkalarıda kendi yerinden alıyor selamımı. Hep aynışeyleri görmüyor, hep aynı şeyleri düşünmüyoruzkuşkusuz. Kendi yerimizden konuşuyor, kendiyerimizle tanınıyoruz; kendi yerleriyle tanıyoruzbirbirimizi. İnsanları kendi yerleri içinde kabulediyoruz, onlar da bizi. İnsanlık değerlerine bağlıkalıyor, insanlık değerlerini üretiyoruz böylece.Şiddetten kaçınmanın yollarını keşfediyoruz. Şiddet,kendi yerimle kabul edilmediğim, yerimdenedildiğim, başka bir yerde olmaya zorlandığım durumlardaortaya çıkıyor. İnsanlık değeri şu olmalı:Herkes kendi yerindedir, kendi yeriyle vardır, kendiyeriyle kendisidir. Yer benliktir, senliktir, kendiliktir.İnsanlık değeri bunun kabul edilmesidir.Herkes kendi yerinde olmalı, başka bir yerde değil.Yer dilim, yer kültürüm, yer ruhum, yer doğam, yeraklım fikrim. Yerimi yok etmeye çalışmak, benliğimiyok etmeye çalışmaktır. Kim olduğumu, ne yapmamve nasıl yaşamam gerektiğini anlamaya çalışırkenkendi yerimden, kendi zeminimden hareketediyorum. Nereye gidersem gideyim yerim banakılavuzluk ediyor. Kendimi orada algılayabiliyorum.Başkalarını orada algılayabiliyorum. Nasıldüşündüğümü, nasıl bir bakış açısına sahip olduğumu,kendi yerimden hareketle anlıyorum. Dünyayakendi yerimden katılıyorum, hayata kendi yerimdenbaşlıyorum. Dünya ancak kendi yerimde vekendi yerim kadar benim oluyor. Sadece düşünceüretimimde, hislerimde, algılama tarzımda değil,yaşama alışkanlıklarımın şekillenmesinde, evrenleve insanlarla ilişki biçimlerimin oluşmasında, yeriminişaret taşlarına bakarak yürüyorum. Yerimbenim plasentam, hayat bağım. Ben kendi yeriminçocuğuyum. Yerim benim ruhum, yerim benim kaderim.Ben yerimin dışında bir varlık değilim. Benyerliyim.Yer zihnime, kalbime silinmez yazılarla yazılıyor.A demeyi, B demeyi bir yerde öğreniyorum;anne demeyi, baba demeyi, ekmek demeyi, su demeyi,dağ taş demeyi. Dünya içime bebeklik çağımda,çocukluk çağımda yazılıyor. Dünya içime,zihnime, gönlüme bir dille, annemin diliyle yazılıyor.İşte bu benim kaderim oluyor, alnıma yazılansilinmez yazı oluyor. Daha sonra nereye gidersemgideyim, nereye kaçarsam kaçayım, ondan kurtulamıyorum.Bu yer benim yeryüzündeki özgül konumumuoluşturuyor. Nerede yaşarsam yaşayayım,hangi dili konuşursam konuşayım, her yer, her dilikincil kalıyor benim için. Ben ancak kendi zeminimdekendi sahih varlığımı yaşayabiliyorum, oradakendimi hissedebiliyorum, kendimi geliştirebiliyorum.İnsanın biyolojik varlığı, bir yere ayarlıdır;bir coğrafyaya, bir coğrafyanın havasına, ekmeğine,suyuna; zihnimiz ise kültürel yerimize. Coğrafiyerimiz nasıl biyolojik varlığımızı besliyor ve onugeliştiriyorsa, kültürel yerimiz de zihnimizi, benliğimizişekillendiriyor.Evreni, ancak kendi yerimden görebilirim. Yerliliğim,evrenselliğimin koşulu. Bir zemine sahipolmadan kendimi tanımlayamam, bir tutum ortayakoyamam. Tutumsuz ve tanımsız bir şekilde evrenselolana katılamam. Kendi yerimi başka yerlerkarşısında tanırım. Kendi yerimden hareketlebaşka yerlere giderim. Gitmek ve gelmek, uzaktaya da yakında olmak, hep kendi yerime göre anlamkazanır. Uzak benim yerime göre uzak, yakınbenim yerime göre yakındır. Gelmek benim yerimegelmek, gitmek benim yerimden gitmektir.Kendi yerim, tüm yönleriyle dünyanın, evrenin birnoktasındadır; evren içinde bir konuma sahiptir.Kendi yerimde bulunurken, evrenin de bir yerindebulunurum. Bu evrensel yerimdir. Kendime yakınolandan uzak olana doğru evren içindeki konumumusağlarım, bir iletişim ve etkileşim içinde bulunurum.Kendimi diğer yerlere bakarak, onlarlailetişim içinde ifade edebilmem, yerimin evrenselkonumunu öne çıkarır. Kendi yerimde bulunurken,sadece kendi yerimde bulunmam; bütün yerlereoranla bir yerde bulunurum, kendi yerimi evrenselkoordinatları içinde kavrayabilirim. Yerim, evreneaçılan kapımdır. Bu kapıdan geçmeden komşuma,insanlara, evrene açılamam. Evren beni kendi yerimde,kendi koordinatlarım ve konumum içindealgılamaya ayarlıdır. Ben evrensel insanlık değerlerine,ancak kendi yerimin insanlık değerleri vasıtasıylakatılabilirim. Ben bir yerliyim, ben bir yeriyim;yerli olduğum ölçüde de evrenselim, evrenselolana aidim. ■10eylül-ekim-kasım2011


NÂMIK AÇIKGÖZ*"...edebiyatta yerellik,herhangi bir beşerîhis ve hasletin oedebî gelenekteolup olmaması veyaişlenişindeki farklılıklaortaya çıkar. Bufarklılık da, insanlıkiçin ayrışma sebebideğil, bir zenginliktir.Çünkü edebî metneyansıyan bu yerelfarklılıklar, insanlıksofrasını zenginleştirenbirikimlerdir."Edebiyatta yerliliğin, genel ve özel olmaküzere iki boyutu vardır. Genel bakışta, tümmetinlerin insanlığın ortak metni olmasından vemuhatabının insan olmasından kaynaklanan birmüştereklik veya farklılık göze çarpar. Özel bakıştaise, her edebiyatın kelime işçiliği, duyarlılıkalanları ve başka edebiyatlarla ilişkisinin nasıl cereyanettiği görülür.Genel olarak edebiyatta yerellikSanatın bizzat kendisi evrenseldir; çünkü merkezindeinsan vardır ve insanlığın etnisite, din, dil,renk gibi unsurlarla şekillendirilmelerine rağmen,tabiat itibariyle tüm insanlık ortaktır. Etnisite, dil,din ve renk gibi unsurlar, dikkat edilirse, farklılaştırıcıunsurlardır fakat asla “öz insan” yapısını değiştiremezler.Her tür farklılığa rağmen, insanlaraynı şekilde sevinirler, aynı şekilde üzülürler, aynışekilde ağlarlar, aynı şekilde gülerler. Yani, objektifdeğerler (maddi kültür, etnik yapı, din, renk vs.)* Prof. Dr., Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi TürkDili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi11eylül-ekim-kasım2011


açısından farklı olan insanlar, subjektif değerler(duygular) açısından aynıdır. Sanat amacı, duygularahitap etmek olduğuna göre, bunlar sübjektifdeğerler çerçevesinde kurgulanan olgulardır.Edebiyat da, anlatma tekniği ile insanın duygusunahitap eden bir güzel sanat şubesi olduğu için,genel olarak sanat için söylenenler, edebiyat içinde geçerlidir.Edebî metinlerde, insanların beşerî his ve hasletlerinehitap edilir. Kıskançlık, ihanet, sevgi,hüzün, riyakârlık, erdemlilik, merhamet, cesaret,öfke, kin, nefret, sadakat, intikam, fedakârlık, bencillik,ironi, kahramanlık, kanaatkârlık gibi his vehasletler, olumlu veya olumsuz yönleriyle tüm insanlardaortaktır. Edebiyat da bu his ve hasletlerikelimelerle işleme sanatıdır. Bu his ve hasletlerinsanlığın ortak özelliği olduğu için, bütün edebiyatlarbunları işler.Dil veya millet adıyla anılan edebiyatlarınarasında iki fark vardır. İlki, tabii olarak dil farkıdır.Fakat dil gibi objektif bir değer, edebiyatlararasındaki farkı belirtmek için yetmez. Nihayetindedil, iradî bir tercih değil, tabii ve objektifbir olgudur. Bu yüzden dil farklılaşması üzerindedurmaya gerek yoktur. Ömer Hayyam’ın Farsça,Dostoyevski’nin Rusça, Balzac’ın Fransızca,Shakespeare’in İngilizce yazmasının bu açıdan hiçönemi yoktur. Dil engeli aşıldığında, dilleri farklıolan tüm metinler, beşerî his ve haslet açısındanaynı insani zeminde buluşurlar.Edebiyatlar arası farklılığın diğer yönü, beşerîhis ve hasletlerin işlenişinde görülür. Mesela hiçkahramanlık hikâyesi olmayan bir toplumda,kahramanlık olgusu tüm insanlığa hitap edecekşekilde işlenemez. Veya kapitalist toplumlardakimerhamet anlayışı ile mistik doğu toplumlarındakimerhamet anlayışı aynı olmayabilir. Bu yüzdende merhamet konusunu işleme, bu iki toplumamensup edebî şahsiyetler arasında farklı olabilir.Benzer şekilde, sınıfsal duyarlılığın esas alındığıtoplumlardaki öfke’yi işleyen bir edebî şahsiyetile bu duyarlılığın olmadığı toplumlara mensupedebî şahsiyetin olaya bakışı aynı olmayabilir.Bazı toplumlarda, bazı beşer his ve haslet hiçişlenmemiş de olabilir. Klasik şark edebiyatında,belki Hindistan ve Çin’e kadar uzanan edebiyathavzasında, intikam duygusu ve bunun doğurduğutrajik sonuçlarla ilgili duygular hiç işlenmemiştir.Mesela Klasik Türk ve Fars edebiyatlarında,ana tiplerden biri olan rakip ve ağyar’dan trajikintikamlar alınmaz; sadece alay edilerek bu tiplerhacir durumda bırakılırlar.Bu tespitlerden sonra şunu söylemek mümkündür:Genel olarak bakıldığında, edebiyatta yerellik,herhangi bir beşerî his ve hasletin o edebî gelenekteolup olmaması veya işlenişindeki farklılıklaortaya çıkar. Bu farklılık da, insanlık için ayrışmasebebi değil, bir zenginliktir. Çünkü edebî metneyansıyan bu yerel farklılıklar, insanlık sofrasınızenginleştiren birikimlerdir.Özel olarak edebiyatta yerellikYeryüzünde, başlangıç dönemleri hariç, başkaedebiyatlardan etkilenmemiş orijinal edebiyat yoktur.Bütün edebiyatlar, birbirlerini etkilemişlerdir.Bunda coğrafya ve siyasi-kültürel ilişkiler, devletlerinideolojileri önemli roller üstlenmişlerdir.Bugünkü Türk edebiyatını geçirdiği tarihî evrelerebakıldığında, pek çok kültür ve edebiyatlardanetkilendiği görülür. Diğer edebiyatlarda dadurum aynıdır. Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyanedebiyatlarının birbirlerini etkilemediğini söylemekmümkün değildir.Cumhuriyet Türkiyesi’nin temel felsefelerdenbirisi, dünyadan yalıtılmış bir toplumla yeni birmillet inşa etmek olduğundan, bu tür kültürel etkileşim,batı ile olan etkileşim hariç, devamlı olumsuzbir durum olarak görülmüştür. Bu yüzden,bizde “etkileşim” düşmanlığı, bir ideoloji olarakdevlet tarafından körüklenmiştir. Oysa kültürlerindoğurganlığı, birbirleriyle karşılaştıkları orandaartar. İyi işlenmiş ve doğurganlık özelliği köreltilmemişkültürler, her kültürle alışverişe girerler veyeni terkiplere ulaşırlar.Türk edebiyat tarihindeki en önemli ve uzunsüreli etkileşim Fars edebiyatıyladır. Gerçi bundaFars edebiyatının inşasında Türklerin oynadıklarıbüyük rol de etkili olmuştur. Çünkü bugün Farsklasiklerine bakıldığında, tamamının Türk egemenliğindeortaya çıktığı görülür. Zaten edebî şahsiyetlerinbir kısmı da Türk’tür. Genceli Nizamî’yiveya Mevlana Celaleddin’i nereye koyacaksınızmesela?Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular OrtaAsya’dan Anadolu’ya kadar olan coğrafyada, bir“terkip kültürü” ve bu arada bir “terkip edebiyatı”12eylül-ekim-kasım2011


Batı tesirinde gelişen Türk edebiyatında, başta türler olmaküzere, toplumsal duyarlılıkların batı formatında kalemealındığını eleştiren bir kalem gördünüz mü? Mesela HalitZiya’nın ve Peyami Safa’nın insanlarının sadece adlarının veromanlardaki mekânların Türk olması ama insanî duyarlılıkaçısından Fransız duyarlılığını yansıttığını söylemekmümkün değil midir? Ahmet Haşim ne kadar yerlidir?...Sodom ve Gomore müellifi, zaten yerliliğe muhalefet içinortaya çıkmamış mıdır?meydana getirmişlerdir. Dilin farklı olması önemlideğildir. Edebiyat için en büyük ortak özellik,beşerî his ve hasletlerin işlenmesi ve toplumsalduyarlılıkların metne yansıtılmasıdır.Osmanlı şairleri zaman zaman, Arap ve Farsşairlerini geçtiklerini söylemişlerdir ama bu, ideolojikbir şekilde mütalaa edilecek bir oluşum değil,sadece başarıyı pekiştirme amaçlı gelişen bir tavırdır.Selman-ı Sâvecî, Urfî-i Şirâzî, Hassan gibişairlerle olan yarıştır önemli olan. Osmanlı şairininamacı imge zenginliğinde onları geçmektir;yerlileşme ideolojisi değildir.Klasik Türk şiirinin en büyük handikabı, modelininFars şiiri olmasıdır. Şiirde imge kurgulamasıkonusunda, elbette Fars şiirinden gelen unsurlardanfarklılaşma amacı güdülmüştür. Mesela, Farsşiirinden kaynaklanan kaşın keman ve hilale benzetilmesininyanı sıra, Klasik Türk Şiiri geleneğinde,yeni ve özgün benzetmelerle imge kurgulamasıyapılmış; kaş, yavrularını kanatları altına almışgüvercine, birbirlerine elense çeken pehlivanlarabenzetilerek bir orijinalite sergilenmiştir. Ayrıca,başta Nedim olmak üzere pek çok şair, İstanbul veOsmanlı coğrafyasını şiire sokmuştur. Bu özelliğiyle,Klasik Türk Şiiri, genel Fars şiirinden ayrılmışve yerel unsurlarla zenginleştirilmiştir. Bununlaberaber, Osmanlı şiirinde, Arap ve Fars şiirinenazaran, nazım türü ve şekillerinde de birtakımfarlılaşmalar görülür. Tüm bu farklılaşmalar, KlasikTürk Edebiyatını ortak doğu edebiyatından koparmaz;sadece ona özgün bir renk katar. Bu rengede “mahallîleşme” demek, kompleksli toplumlarahas bir duygunun ürünüdür. Klasik şairlerin “yarışma”yöntemini kullanmaları, Cumhuriyet dönemindebilinçli bir şekilde yanlış yorumlanmış ve“yerlileşme”, “kopma”ya dönüştürülmüştür.Yerlileşmede, gelenek içinde farklılaşma gerekir.Farklılaşma… Yani özgünleşme… KlasikTürk Şiiri, Fars ve Arap edebiyatlarından beslenerekgelişirken bir yandan geleneği muhafazaederek özgün imge kurgulamalarıyla kendini yenileyerekdiri tutmuş, öbür yandan da beslendiğigelenekle yarışmış ve içinde bulunduğu edebiyathavzasını özgünlüğüyle zenginleştirmiştir. Kimsemerak etmesin, Anadolu’dan Fars-Arap ülkelerineveya Çağatay coğrafyasına giden bir şiir, oralardada zenginliğiyle heyecan uyandırıyordu. 15. yüzyılda,Baykara Meclislerinde Ahmet Paşa’nın,Çîn-i zülfün miske benzettim hatasın bilmedimKey perîşân söyledim bu yüz karasın bilmedimbeytiyle başlayan şiiri okunduğunda, meclistebulunanlar heyecanlarını zapt edemeyip raksa durmuşlardır.Kısacası, şiirde söyleyişler ve imgeler arasıilişki, gelenekten farklılaşan bir özgünlük taşıyorsa,büyük itibar uyandırıyor demektir.Klasik Türk Edebiyatında mahallîleşme arayanzihniyet, Tanzimat ve sonrası edebî gelenek içinaynı kaygıyı duymaz mesela. Bu dönem edebiyatınınFransız veya İngiliz edebiyatlarının etkisinde13eylül-ekim-kasım2011


kalmış olmasını, bir eksiklik olarak değil, mümtaziyetolarak görür; Yusuf Kâmil Paşa’nın Telemaktercümesini yere göğe konduramaz. Batı tesirindegelişen Türk edebiyatında, başta türler olmaküzere, toplumsal duyarlılıkların batı formatındakaleme alındığını eleştiren bir kalem gördünüzmü? Mesela Halit Ziya’nın ve Peyami Safa’nıninsanlarının sadece adlarının ve romanlardakimekânların Türk olması ama insanî duyarlılık açısındanFransız duyarlılığını yansıttığını söylemekmümkün değil midir? Ahmet Haşim ne kadar yerlidir?...Sodom ve Gomore müellifi, zaten yerliliğemuhalefet için ortaya çıkmamış mıdır? Beşerî hisve haslet açısından veya bireysel de olsa toplumsalda olsa hangi duyarlılık açısından, bu yazarlarınhangi kahramanı ile kendinizi özdeşleştirebilirsiniz?Veya “en yerli” şairlerimizden biri olarak görülenNecip Fazıl’ın trajik duyarlılığı, merhametkültürümüzün mü eseridir, Fransız duyarlılığınınmı? Kaldırımlar’daki adam ne kadar Türk ve Müslümandır?Attila İlhan’daki sınıfsallık ne kadaryerlidir? Sezai Karakoç’un barok duyarlılığı ileMüslüman duyarlılık ne kadar örtüşür? Cumhuriyetdevrinde geleneği savunan ve şiirlerini yerliliğeadayan Yahya Kemal’deki naif nev-Yunaniliğinereye koyacağız? Nazım Hikmet konusuna hiçgirmeyelim…Bu soruları ve fikir jimnastiklerini daha da arttırabilirizama maksat hâsıl olduysa gerek yok…Bizde, mahallîleşme ideolojisi, Mehmet FuatKöprülü ile başlayan bir cereyandır ve Cumhuriyetdevrinde hayli revaç bulmuş bir pozitivistmodernistbakış açısıdır.“Ziya Gökalp’in yerliliği” diyeceksiniz…Gökalp, medeniyetçi değil, folkloristtir.Folklorizm, zenginleşmeyi değil, farklılaşarakkültürel yoksunluğu ve yoksulluğu amaç edinir.Cumhuriyet dönemi ideolojik yapısı da Gökalpde, Osmanlıyı reddeden zihniyetin beslediği“yalıtılmış toplumdan yeni bir millet inşası”sevdasına düşmüştür ki, buna bağlı yoksunlukve yoksulluğumuzun olumsuz sonuçlarını yeniyeni fark ediyoruz.Ben batı tesirinde gelişen Türk edebiyatı döneminde,özgün, sağlam ve yerli bir edebiyat olarakÖmer Seyfettin’in eserlerini görürüm. ÖmerSeyfettin, edebî türünü her ne kadar batıdan almışsada, hikâyelerindeki insani duyarlılıklar tamamenyerlidir. Ondaki hissedişler ve tavır alışlar,hikâyeleri bir başka dile tercüme edildiğinde, otopluma mensup insanları, tanımadıkları duyarlılıkalanlarıyla karşılaştıkları için zenginleştirecektir.Bütün bu yazdıklarımdan, edebiyatta yerelliğemuhalif olduğum sanılmasın. Edebiyatta ve diğerkültürel alanlarda, yerellik, insanlığın çeşitliliğinive bu çeşitliliğin sağladığı zenginlik için gereklidir.İki şairi karşılaştırarak konuyu açayım:Cumhuriyet döneminin en önemli birkaç şairindenbirisi olan Behçet Necatigil’in şiirlerinimesela İngilizceye tercüme edin; bir Türk şairiolduğu zor anlaşılır. Necatigil için bu bir eksiklikdeğildir. Yerlileşme konusunun evrensellik içindekiyerini belirtmek için söylüyorum. Necatigil’inşiirleri, evrensel duyarlılıkları işlediği için insanlığınortak metni olarak görülür. Fakat şiir anlayışıbüyük bir ölçüde Necatigil’e yakın olan AliAkbaş’ın şiirlerindeki yerli duyarlılık, şairin imgedünyasına dâhil ettiği zenginliğin bir sonucudur.Ali Akbaş’ın şiiri bir başka dile çevrildiğinde, yabancıokuyucu, Türk duyarlılığından haberdar olarakzenginleşecektir.Edebî metinler, hangi dilde yazılmış olursa olsun,insanlığın bir ihtiyacını karşılayan teknolojikürünler gibi, insanlığın ortak malıdır. Edebî metinlerde, beşerî his ve haslet itibariyle insanlığınihtiyacına cevap verir. Bu yüzden, edebiyatta yerliliği,baskın ve belirleyici unsur olarak değil de,fark yaratarak zenginleştirme olarak görmek veedebiyatlar arası ilişkinin sağladığı zenginleşmeile insani ihtiyaçların karşılandığının bilincindeolmak gerekir.■14eylül-ekim-kasım2011


Erzurum evi Kastamonu evi Urfa evi avlusuSUPHİ SAATÇİEskiden mahallî veya mahallîlik diye ifadeedilen tabirler, mahal yani yer olarak sınırlananbelli bir coğrafya parçasından doğmuştur.Günümüzde mahallî kelimesi yanında giderekön plana çıkan yerel kelimesi daha baskın bir kullanımalanı bulmuştur.Plastik sanatların birçok dalı için mahallî gelenekve hatta kullanılan malzeme belki çok fazlaetkili olmayabilir. Mesela tuval ve boyaların yanındadeğişik boyutta kullanılan fırçalar, resimsanatı için gerekli ana malzemeleri oluşturur. Busanat dalında yerel malzemenin fazlaca rol oynamasısöz konusu olmayabilir. Heykel veya yontusanatında ise taşın, mermerin veya ahşabın yontulmasıyahut da demire, dövülerek şekil verilmesiiçin kullanılan aletler bazında mahallî kimliğinaranm ası fazlaca önem taşımaz. Ancak taş,mermer, ahşap veya demir gibi kullanılan yerelmalzeme heykele çok az da olsa mahallî bir renkverebilir.Plastik sanatlar arasında yer alan mimarlık ise,diğer yandan teknik dallar arasında da kabul edilmektedir.Bu bakımdan mimarlık sanatını tanımlarken,tasarlanan yapının yer alacağı fiziksel çevreile olan bağları da, bu çerçeve içinde ele alınmaktadır.Taş çağının karanlıklarından günümüzekadar gelen evrelerde insanoğlu, yaşadığı çevreyeşekil vermeye yahut bulunduğu çevrenin ihtiyaçlarınakarşılık verecek biçime sokmaya çalışıyor.Günümüzde ise insanlar kendilerini çevrelerindenayrı düşünemeyeceklerini artık anlıyorlar. Ayrıcasağlıklı bir çevre yaratmak için geleneksel alışkanlıklarınyeterli olmadığını düşünen insanoğlu,doğal ya da insan yapısı olan bütün fiziksel çevre15eylül-ekim-kasım2011


Yerel mimariyi etkileyen coğrafi konum, iklim koşullarıaçısından da yörenin yapı sanatına ve üretim biçiminefarklı görsellikler kazandırır. Yerel iklim koşullarınınbenzerliği ve farklılığı da bu açıdan fiziksel görünüşefarklı biçimde yansıyabilir.ile kendi yaşantısı arasında bir organik bağ olduğunukabul ediyor.Yapıcılık ve daha bilinçlenmiş bir eylem olarakmimarlık farklı şeyler değildir. Yapı eylemi istenenherhangi bir amaca uygun bir biçimi ve bubiçimi ayakta tutacak strüktürü (taşıyıcı sistemi),amaca uygun malzemeler kullanarak, yapım tekniğininimkânları içinde gerçekleştirmektir.Yapı eyleminin tanımından da anlaşıldığı gibimimarlıkta kullanılan malzeme ile teknik önemtaşımaktadır. Bunun sonucunda yapı eylemi içinkullanılan malzeme yerel imkânların verdiği kolaylıklarsöz konusudur. Yaşanılan fiziksel çevreiçinde mevcut mahallî malzeme kullanılarak, arzuedilen ve insanların ihtiyacına cevap verecek birmekânın inşa edilmesi, ister istemez o yapıya yerelbir özellik katacaktır. Malzeme bazında yapıyasinecek olan yerel rengin yanında, o yörede yüzyıllariçinde akıp gelen mimari tekniklerin ve butekniğin geleneği içinde yetişen yerel yapı ustalarınınüslubu da bazen geniş çapta, bazen de belirlibir oranda yapının plastiğine yansımış olacaktır.Bu hususta biraz daha ayrıntıya girilirse, insanoğlununkendine hazırladığı ve dış etkenlerdenkorunmak için biçimlendirdiği ilkel konutlardan,toplumun ihtiyacına cevap verecek mabet, eğitimyapıları, çarşı pazar ve ticaret yerleri, hamamgibi toplumsal hayatın değişik işlevli yapıları inşaedilmiştir. Yüzyıllar boyu yapılan, yapıldıkça gelişen,olgunlaşan bu yapıcılık serüveni, mahallîmalzemenin verdiği imkânlar ve yapı eylemininsektörü içinde yetişen yerel ustalar sayesinde, değişikcoğrafyalarda değişik gelenekler doğurmuşlardır.Bu bakımdan tarihî gelişimi içinde yapıcılıkveya mimarlık dediğimiz eylem, yaşanılan hercoğrafya parçası üzerinde değişik renkler ve plastiklerkazanmışlardır. Birçok otorite yapı yapmakile mimarlığı nitelik itibarıyla birbirinden farklıkabul etmemektedir. “Birisi diğerinin tabii devamıveya farklı derinliklerde tanımlanan aynı etkinliklerdir.Buna rağmen Anadolu’nun bir köşesindebir köylü ustanın yüzlerce yıllık denemelerdensüzülmüş biçimlerle, bir küçük şaheser ortayakoymasının kişisel bilinçlenmeyi, öznel beğeniyiaşan bir yanı vardır. Bu yapıcılık uzun bir tarihîgelişmenin ve toplumsal bilincin ifadesidir.” (Kuban:1974, 18)Bu noktada önemli bir hususa da dikkat çekmekgerekir. Özellikle eski yapıcılık geleneğindenmiras olarak usta-çırak ilişkileri içinde geçenyapı deneyimlerine, kendi yapıcılık süresi boyuncaustalar da, belki farkında olmadan da bir şeylerkatmışlardır. Aynı husus bir köylü kızının annesindenveya ninesinden öğrendiği çorap örme tekniğinefarkında olmadan bazı yenilikler de katmışolabilecekleri gibi… Bunun gibi eski ustalardanöğrendiği bir uzun havayı veya bir türküyü okuyanbir halk sanatçısı, icra ede ede bu ezginin dahada berraklaşmasına katkı sağlamış olabilir.Yerel mimariyi etkileyen coğrafi konum, iklimkoşulları açısından da yörenin yapı sanatına veüretim biçimine farklı görsellikler kazandırır. Yereliklim koşullarının benzerliği ve farklılığı da buaçıdan fiziksel görünüşe farklı biçimde yansıyabilir.Anadolu’nun çeşitli yörelerinde karşımıza çıkanyerel farklılıklar böylece, hem malzeme hemyerel yapım gelenekleri hem de iklimsel etkenleryüzünden farklılaşma yaratır.Bu hususta geleneksel Türk evleri açısındanvereceğimiz örneklerde bu farklılaşmayı görebilmekmümkündür. Güneydoğu bölgesinde rastladığımızev örnekleri benzerlik arz etmektedir. Taşmimarinin egemen olduğu Şanlıurfa, Mardin veDiyarbakır gibi yörelerde, mahallî malzeme, iklimkoşulları ve yine yerli ustaların kazandığı mimarideneyim sayesinde oluşan geleneksel evler,kendilerine has plastiklere sahiptir. Buna karşılık16eylül-ekim-kasım2011


Karadeniz yöresinin sahip olduğu malzeme türüahşap ağırlıklı olduğu için, mimari biçimleniş yöreyeözgü görselliğe sahip olmuştur.Orta Anadolu’da yer alan Kastamonu, Amasya,Tokat, Safranbolu gibi kentlerimizin gelenekselevleri arasındaki benzerlikler de, yerel malzemeve iklim koşullarından kaynaklanmaktadır.Bunlar gibi Doğu Anadolu ve Ege yörelerindekimimari veriler için de aynı durum söz konusudur.Şunu da belirtelim ki fiziksel farklılıklar olmasınarağmen, geleneksel Türk evinin plan tasarımı birlikve benzerliklerinin ana çizgilerini korumuştur.Başka bir deyişle mimaride yerel özellikler biçimeve fizikî görüntüye egemen olabilmişse de,plan tipolojisi ve mekân tasarımı fazlaca etkilenmemiştir.Anıtlar bazında da durum farklı değildir. Klasikanıtlarımızın, Anadolu’nun değişik bölgelerindekiörneklerinde görülen yerel çizgiler, mahallîüsluplardan kaynaklanmıştır. Bu aşamada MimarSinan yapılarının bir kısmını örnek olarak zikredebiliriz.Sinan bilindiği gibi ağırlıklı olarak birİstanbul mimarı sayılır. Ancak 400’e yakın inşaettiği eserler arasında İstanbul merkezinden uzakyerlerde, değişik iklim koşulları, değişik malzemeve yerel mimari yapım tekniklerinin uygulandığıcoğrafi bölgelerdedir.Mesela Diyarbakır, Erzurum, Van, hatta günümüzdeTürkiye sınırları dışında kalan Osmanlıİmparatorluğunun güney eyaletlerindeki Halep,Şam, Bağdar, Mekke ve Medine gibi şehirlerde deSinan eserler uygulamıştır. Bu eserlerin planlarınıntamamen Sinan tasarımı ve ekolü olduğu açıkçagörülürken, bunların, kullanılan yerel malzemeve yapım gelenekleri sonucu değişik görünüşlerkazandıkları fark edilmektedir. Hatta denilebilirki Sinan yerel mimari anlayışlara saygı göstermişve akılcı bir tutum içinde olmuştur.Sinan, Şam Süleymaniye Külliyesi, Halep’tekiHüsreviyye ve Adiliyye Külliyeleri, bu yöredeyaygın bir kullanım alanı olan taş geleneğininfarklı örnekleridir. Sinan’ın Murat Paşa adınaBağdat’ta inşa ettiği Muradiye Camisi de yöredeen çok kullanılan malzeme türü tuğla ile inşa edilmiştir.Üstelik mimaride yerellik veya yerel mimariörnekleri, kendi yörelerinin rengini ve zenginliğinivurgulamaları açısından bu alana farklı çekiciliklersağlamaktadır. Bu bakımdan mimarîde yerellikbiçiminde ifade edebileceğimiz üslup, hemdoğal hem rasyonel bir yaklaşımın ürünü olarakkabul edilmelidir.■17eylül-ekim-kasım2011


YAHYA AKENGİNTahammüledilmesi zorolan bir durumda edebiyattakigelişmemişlikçizgisini yerlilikve millîlikadına kutsamayolunu tutanbir demagojiaşiretininvarlığıdır.Ağaç kendi bahçesinde sabit durur amadünyanın bütün bulutlarından gıdalanır.Dallarını komşu bahçelere sallar fakat kökleriyerli yerinde durur. Yeryüzünün bahçelerine şavkınısalan ay ve yıldızlardan ışık alır, yerküreyiısıtan güneşten nasiplenir. Lakin hep kendi bahçesinde,kendi kökleri üzerindedir.“ Sızlatır bazı saatler derin bir acıKendi kesilmiş kökü dışarda kalmış ağacı”Yahya Kemal, köksüzlük acısını bir ağacınhâlinden böyle ifade eder. Enternasyonalizmeyelken açan Nazım Hikmet’te de ağaç, insan,orman ve toplum benzeştirmesini görürüz. “Birağaç gibi hür, bir orman gibi kardeşçe” tanımlamasındahem enternasyonal hem yerli kalabilmeninbağdaştırılabilirliği sonucuna varmak18eylül-ekim-kasım2011


Günümüz evrensel edebiyat algılamasında önemli biryer tutan serbest şiir tekniğinin Türk Edebiyatı kaynaklıbir ortak payda olduğunu kabul ettirmek için bir kültürmücadelesi gerekmektedir. Bunu için de entelektüel birinanç ve enerjiye ihtiyaç vardır.mümkün.Edebiyatımızda yabancılaşmanın çıkmazlarına dikkat çeken şair, yazar ve edebiyat tarihçilerikadar, yabancı edebiyat ürünlerini tanıyanların, bilenlerin, onlardan yararlananlarolduğunu da hatırda bulundurmak gerekmektedir. O edebiyat ürünleri bize göre yabancıdırama sahiplerinin yerlisidir. Yerli edebiyatçıların yabancı edebiyatçılardan etkilenmesininolumlu örneği işte bu noktada görülür. Taklit veya teslim olmak yerine yerlilik ve millîlikörneği olan bir yabancı edebiyattan kendi edebiyatı hesabına yararlanmaktır.Meselenin diğer boyutu ise evrensel bir edebiyatın varlığını kabul etmek, evrensel olanınniteliklerini özümsemektir. Dünya edebiyatlarının ortak paydasına “evrensel edebiyat”demek pekâlâ mümkündür. Ancak bu ortak paydaların oluşması da öyle çok objektif birnetice olmayabiliyor. Dilinin yaygınlığına ve propaganda gücüne dayanarak kendi edebiyatlarınıöne çıkarabilenler, söz konusu ortak paydayı etkileyebilmektedirler. Yeri gelmişkenbir örneği paylaşmak isterim. Geçen Temmuz ayında Bayburt Uluslararası Dede KorkutKültür ve Sanat Şölenlerinde, Semih Sergen’le birlikte “Dede Korkut HikâyelerindeÇağdaş Şiirin Kökleri” başlıklı bir sunum yapmaya çalıştık. Tezimiz şu idi: “Serbest şiirin20. yüzyılda Fransız edebiyatında başladığı bilgisi ve genel kanaati yanlıştır. 15. yüzyıldayazıya geçmiş olan Dede Korkut Hikâyelerinde serbest şiir tarzının en güzel örnekleribulunmaktadır.” Bu örnekleri de açılımlarını yaparak dinleyicilerle paylaşmaya çalıştık.Şimdi bu açık gerçeği önce Türkiye’ye sonra dünyaya anlatıp kabul ettirmek için bir edebiyatseferberliğine ihtiyaç vardır.Günümüz evrensel edebiyat algılamasında önemli bir yer tutan serbest şiir tekniğininTürk Edebiyatı kaynaklı bir ortak payda olduğunu kabul ettirmek için bir kültür mücadelesigerekmektedir. Bunu için de entelektüel bir inanç ve enerjiye ihtiyaç vardır. Ancakülkemizdeki “yabancılaşmış” edebiyatçılar aşiretinden bunu beklemek bana biraz zor gibigörünüyor.Tahammül edilmesi zor olan bir durum da edebiyattaki gelişmemişlik çizgisini yerlilikve millîlik adına kutsama yolunu tutan bir demagoji aşiretinin varlığıdır. Yazımızın başındasözünü ettiğimiz yerli, köklü o hür ağacın, üzeri çatı ile kapatılmış bir bahçeye mahkûmedilmesinde böyle bir demagojinin sonucudur. Dünyanın bulutlarından ve yıldızlarındanyoksun bırakılan o ağacın hâlini ve akıbetini düşündüğümüzde durum daha iyi anlaşılır.Her alanda olduğu gibi edebiyatta da gelişmemiş bir yerliliği savunmak, yeteneksizlikve yetersizliğe mahkûm olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Yahya Kemal’in “Kökü mâzideolan âtiyim” nitelemesine “Kökü kendi bahçesinde dalları ve yaprakları bütün kâinata uzanan”ağaç benzetmesini ilave etmekte bir sakınca olmasa gerek.■19eylül-ekim-kasım2011


MEHMET KURTOĞLUYerlilik olmazsafarklılık ve zenginlikolmaz. Çünkü yerlilikkaybedildiği zamankültür ve medeniyetde kaybedilir.Modern hayatve küreselleşme“yerliliği” yokederken gerçekteyaratılış gayesine,yani sünnetullahamüdahaleetmektedir.Şehir, insanların harita üzerinde gördüğüya da ayaklarının bastığı yerden öte düşünceve hayallerinin şekillendiği yerdir. İnsanlarındüşünce ve hayallerinin şekillendiği yerdendavranış ve ortak bir bilinç çıkar. Bu bilincin adıaidiyettir, yerliliktir. Antik Yunan’da yurttaşlığınbelirtisi olarak, yurttaşların şehre âşık olmalarınabakılır. Hatta bu âşık kavramını sevgiliye duyulan“erastai” sözcüğüyle ifade ederler. Bu bağlamdayerliliği yalnız mekân üzerinden yola çıkaraktanımlayamayacağımız gibi, yalnızca davranışbiçimi ve sosyal hayat üzerinden de tanımlayamayız.Zira yerliliği yalnızca mekân üzerindenokumak da yanlıştır, sosyoloji ile sınırlamak da.Çünkü her iki okuma da tek başına sıkıntılıdır.Birinde mekânla fiziki boyuta indirgenir, diğerindesübjektif bakış açısıyla sınırlanır. Sosyolojiktanımlamalar her ne kadar belli bir disiplinebağlı olsa da göreceli olduğundan yerliliği, hem20eylül-ekim-kasım2011


insan-mekân ilişkisi hem de davranış biçimleriüzerinden değerlendirmek daha doğrudur.Toplumların birbirine benzeştiği bir dünyadasosyoloji ilminin dahi anlamını kaybedebileceğinisavunanlar bulunmaktadır. Özellikle taşra vemerkezin birbirine karıştığı, kürselleşmenin yaşandığıgünümüzde, yerliliği tanımlamak kolaydeğildir. Toplumların birbirine benzediği, ülkelerve şehirlerarasında sınırların kalktığı bu süreçte,toplumların davranış biçimlerinin farklılığınınkıstası nedir sorusu, bu bağlamda büyük önemkazanmaktadır. Bu nedenle yerlilik olgusuna bütüncülbakmak gerekir.Yerlilik Tanrı’nın dünyayı yarattığı mantaliteiçinde var olması ve sürmesi gereken bir olgudur.Kur’an-ı Kerim’de “sizi aşiretler ve kabilelerhâline getirdik tanışasınız diye.” yazan ayette;insan ve toplulukların farklılıklarıyla var olmasıgerektiği, farklılığın/yerliliğin tanışma vesilesiolması gerektiği üzerinde durulur. Kur’an’ın ortayakoyduğu bu gerçek; mıknatısın aynı kutuplarıbirbirini itmesi ve zıt kutuplarının birbiriniçekmesinde olduğu gibi farklı kabile ve kavimlerin-daha da genişletirsek ülke, şehir ve kasabaların-kaynaşmasını işaret eder. Farklılığın/yerliliğin her zaman çekim gücü vardır. Bu güçhem hayatın diyalektik üzerinde canlı kalmasınısağlar hem de kültürel zenginlik ve medeniyetlerindoğmasına kaynaklık eder. Uzak ve farklıolan her zaman merak edilir. Tarih boyunca yaşanılanbütün göçler hep bilinmeyene, merak edilenedoğru olmuştur. Doğu Batı’yı, Batı Doğu’yumerak etmiştir her zaman. Siyah beyaza, beyazsiyaha yönelir. Farklılık yerlilikte saklıdır. Yerlilikolmazsa farklılık ve zenginlik olmaz. Çünküyerlilik kaybedildiği zaman kültür ve medeniyetde kaybedilir. Modern hayat ve küreselleşme“yerliliği” yok ederken gerçekte yaratılış gayesine,yani sünnetullaha müdahale etmektedir.Hayat bir diyalektik üzerine kurulmuştur çünkü.Eğer siz bu diyalektiği ortadan kaldırır veya hayatınakış yatağına müdahale edip tersine akıtırsanızkaos yaratırsınız.Yerlilik, bir şehrin sakini yani “sükûna ermişferdi” olmaktır. Sükûnet içinde derunilik barındırır.Bu derunilik anlık bir olgu olmayıp uzunbir sürece dayanır. Tıpkı tasavvufta yaşanılanmerhaleler gibi belli aşamalardan geçilir. Bubağlamda bir şehrin sakini/yerlisi olmak uzun birgeçmişe sahip olmak ve belli aşamalardan geçmektir.Tasavvufta son nokta fenaya varılırkenyerlilikte sükûnete ulaşılır. Bu sükûnet, insanınmekânın ahenkli ve uyumlu olmasını sağlar. Birinsanın bir şehirde doğması onu o şehrin yerlisiyapmaz. Yerlilik en az üç göbek, yani üç kuşakbelli bir mekânda doğup yaşamakla ancak mümkündür.Şehri özümsemektir. Yerlilik aidiyet taşımak,Dostoyevski’nin deyişiyle “gidecek yeri”olmaktır. Hatta Dostoyevski’nin bu tanımınıdaha ileriye götürerek söylersek; yalnızca “gidecekyeri olmak” değil, aynı zamanda gittiği yere“doğduğu yeri/şehri” götürmek demektir. Memleketliolma, hemşeri olma işte böyle bir sürecinsonucu oluşur.Şehir konumu mimarisi ve sosyal yaşamıylabir bütüncüldür. Şehirde insan ile mekân, coğrafyaile mimari, yer ile gök, ruh ile beden gibidir.Nasıl ki insan fiziğiyle metafiziği bir ahenkhâlinde ise, şehir ve insan da bir ahenk, bir oluşhâlindedir. Tanrı, Kur’an’da kâinatı bir ahenkiçinde yarattığını söyler ve kendisinin “hepoluş hâlinde” olduğunu belirtir. Tanrı’nın işaretettiği bu hakikat, insanın yeryüzünde ahenk veoluş hâlinde olmasını zorunlu kılmıştır. Şehir ileinsan arasındaki bu bütünlük ve oluş hâli yerliliğinkendini dışa vurduğu noktadır. İnsanlarınyaşadığı yer; geçmişi, sosyo-ekonomik yapısı vedüşünüş biçimi yalnızca şehrin kuruluş amacınıbelirlemekle kalmaz, aynı zamanda mimarisinide şekillendirir. Okumasını bilenler bir şehrin fizikiyapısından metafizik dünyasına girebilirler.Şehrin ruhu dediğimiz şey, gerçekte sakinlerininbinlerce yıl içinde oluşturdukları bilgi ve birikimsonucu inşa ettikleri mimaride ve davranış biçi-21eylül-ekim-kasım2011


Yerliliğimizi kaybettiğimizden bugün şahsiyetimizikaybediyor, yabancılaşıyor, hatta bunların ötesinde birmedeniyet krizi yaşıyoruz. Çünkü yerliliğimizi kaybettirenküreselleşme, bizi kendine benzetirken varlığımızı yanikendimiz olan farklılığımızı elimizden alıyor.minde kendini göstermesidir.Büyük Usta Mimar Sinan’ın yaptığıSelimiye’yi yalnızca mimaride yerliliğin doruknoktası olarak yorumlamak eksik kalır. Onun birde geçmişe uzanan, bir zincirin halkaları gibibirbirine eklemlenerek kendisinden önce yapılagelenmimari eserlerin devamı olarak görmekgerekir. Bu anlamda Selimiye kendinden yüz,yüz elli yıl önce yapılmış eserlerden ilham alarakdoğmuş bir şaheserdir, yerlidir çünkü geleneğeyaslanmıştır.Şehir aynı zamanda kültürel ve siyasal ortakbilinci de simgeler. Bir şehrin yerliliği düşünüşve davranışında gösterdiği ahenkte saklıdır. Birtarım şehrinden modern bir şehir, modern bir şehirdenkadim bir şehir yaratamazsınız. Yerlilikolgusu şehrin taşından toprağına, suyundan havasına,ikliminden coğrafyasına, insanın davranışve düşünüş biçimine kadar her şeyi etkiler.Bunu Edip Cansever o güzelim dizelerinde şöyledile getirir:“İnsan doğduğu yere benzerO yerin suyuna, o yerin toprağına benzerSuyunda yüzen balığınaToprağını iten çiçeğeDağlarının tepelerinin dumanlı eğilimineKonya’nın beyazAntep’in kırmızı düzüne benzer”Yerlilik kaçamadığımız, geçmişimiz ve benliğimizdir.Şehirlerin vasfı insanların vasfını, insanlarınvasfı ise şehrin vasfını belirler. Yerlilikinsanın aidiyetini belirleyen en güçlü olgudur.İnsana kimlik, kişilik, dahası şahsiyet kazandırır.Yerlilik istesek de istemesek de yapmakzorunda kaldığımız düşünüş ve davranış biçimimizdir.Yerliliğimiz aidiyetimizdir. Bu aidiyetinAmin Maalof’un dediği gibi “ölümcül bir yanı”olabilir. [1] Aidiyetin ölümcül yanının olmasıonun kişiliğimizi belirlemedeki etkisinin olmadığınıgöstermez. Yerlilik davranışlarımızla ortayakoyduğumuz kimliğimizdir. Kimliği olmayaninsanın hafızası olamaz. Yerliliğin anlam veönem kazandığı nokta işte burada kendini gösterir.Geçmişi çok eskilere, hatta kadim zamanlarauzanan bir hafızadır.Yerliliğimizi kaybettiğimizden bugün şahsiyetimizikaybediyor, yabancılaşıyor, hatta bunlarınötesinde bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Çünküyerliliğimizi kaybettiren küreselleşme, bizikendine benzetirken varlığımızı yani kendimiz1. Amin Maalof Arap, Hristiyan, Fransız birçok kimliği üzerindetaşıdığından, bu kimliklerin her birinin üzerinde farklı bir etkisivardır. Bu kimliklerden ne kurtulabilmesi mümkündür ne de onlarıntümünü birden kişiliğinde yansıtması mümkündür. Bir Hristiyanolarak Lübnan’da, bir Arap olarak Fransa’da yaşaması onugerçekte ikilemde bıraktığından kimliğin ölümcül yanına işaretetmiştir. Bu yüzden “Ölümcül Kimlikler” adlı eserinde şunlarıyazmaktan kendini alamamıştır: “Aidiyetlerimden her biriniyüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabilelerçağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geridebırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günühayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya veAvrupa’ya dediğim gibi, bütün Orta Doğu’ya ‘vatan’ ve her isimde,her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hristiyan, bütün çocuklarına‘vatandaş’ diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuranve önceden hisseden kafamın içinde bu oldu bile; ama bir güngerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.”22eylül-ekim-kasım2011


olan farklılığımızı elimizden alıyor. Görünürdehayatı genişletirken dağıtıyor, yüce olan insanıbu dağınıklık içinde kendine yabancılaştırıpKafka’nın Samsa’sı gibi böcekleştiriyor. Moderndünya küreselleşirken insan üzerinde tahakkümkuruyor ve kendini sinek gibi gören insanlar yaratıyor.Bugün Batı’da yerliliğini korumuş birkaçşehirden biri olan Prag’da geçen yüzyıl yaşayanKafka’nın daha o zaman “Değişim” [2] i yazmasıbu anlamda dikkate şayandır. Yerliliğinin farkındaolmayan, küreselleşmenin bir parçası olduğununfarkında olmaz. Yerlilik insanın bilinçaltıdır,onun yitirilmesi insanın yitirilmesidir.Yerliliği bütün bu ilmi ve teknik tanımlarındışında en güzel Sezai Karakoç’un “Köşe” şiirindekiLeyla’nın şahsında somut olarak görebiliriz.Bütün özgünlüğü, samimiyeti, saflığıyla(farkında olmadan) hâl diliyle kişinin dışa vurduğudavranış biçimi, İstanbulluk, Urfalılık, Sivaslılık,Yozgatlılık, Maraşlılık dediğimiz olguyuyani hemşeriliği ortaya çıkarmıştır. Bundanyirmi, yirmi beş yıl önce şehirlerimiz yerliliğinkaleleriydi. Şehirler insanlarla güçlü bağlar kurmuşve bu bağlar neticesinde insanlar yerli kalabilmişlerdir.Üstat Sezai Karakoç, “Köşe” adlışiirinde yerli kalabilmeyi şöyle dile getirir:“Taşların ortasında Leylanın gözleriLeyla köşe köşe göz göz şiirin ortasındaBen Leylayı bulduğumdan yahut kaybettiğimdenberiLeyla ya o adamın bardağında ya o dağın ortasındaBen Leyla gibi güneş doğarken uyanamamŞehir gece gündüz benim içimde uyurLeylayı götürüp Londranın ortasına bıraksamBir bülbül gibi yaşayışını değiştirmez çocukturÜç köşeli dünyasıylaOkuyla yayıyla yaylasıyla acımasıylaLeyla diyorsam şu bizim gerçek LeylaBiz seni işte böyle seviyoruz LeylaO gitti bize ağlamak kaldı kala kala”Üstat Sezai Karakoç’un “Leyla” imgesineyüklediği yerlilik, onun “Londra’nın ortasınabıraksam/Bir bülbül gibi yaşayışını değiştirmezçocuktur” dediği hakikatte kendini gösterir. Birşehrin yerlisi olmak, Kavafis’in dediği gibi “şehrinizinarkanızdan gelmesi”yle ancak mümkündür.Üstat Sezai Karakoç’un Londra’nın ortasınabıraktığı Leyla, yaşamını değiştirmeyen, okuyla,yayıyla, yaylasıyla, acısıyla Leyla’dır. İstese deLondralı olamaz ve şair Leyla’yı bu yüzden, yaniyerli olduğundan dolayı sever. Leyla bizden olduğuiçin güzeldir. <strong>Bizim</strong> duygu, düşünce, davranışımızısembolize ettiği için yerlidir. Karakoç,bütün bunları anlattıktan sonra Leyla’nın hayatımızdançıkıp gittiğini ve bize ağlamak kaldığınısöyler. Çünkü Londra daha geniş anlamıyla modernhayat Leyla’ya yani sevgiliye/aşka, dahasıbizi biz yapan yerliliğe izin vermez…Yerlilik binlerce yıllık geçmişten süzülerekgelen kültür ve geleneğin insanda tecessüsüdür.İnsanın rengini ve şeklini aldığı coğrafya ile kurduğuahenk, mekân ile özdeşleşmenin getirdiğisükûnettir. Yerlilik, yaşadığı topraklara ayaklarısağlam basan insanların oluşturduğu bir davranışve düşünüş biçimidir. Bu davranış biçiminin kaybedilmesiyerliliğin daha açık ifadeyle sükûnetve ahengin kaybedilmesidir.■Leyla diyorsam kesik yanaklarıyla Leyla2. Kafka’nın dönüşüm veya değişim adıyla Türkçeye çevrilmişuzun bir hikâyesinin adı.23eylül-ekim-kasım2011


Dolu vurgunuİMDAT AVŞARBeş yıl talim ettiğim ilkokulun köhne kapısına son kez dayandım. Öğretmenin elimetutuşturduğu ‘şahadetname’yi aldığımda, bir şehir korkusu doldu içime. On bir yıldır, deretepe avuttuğum, ova yayla büyüttüğüm çocukluğumu, o mayıs sabahında ilkokulun kapısına asıp;azat ettim kendimi önlüğün siyahından. Bahardı, ekinlerle boy vermiş, serpilmiş, büyümüştüm.Güz gelince o mavi otobüslere binip insan azdıran şehrin yolunu tutacaktım. Ortaokulu ikmaledecektim önce; ardından zanaat mektebini… Bir ömür eli değnekli çoban olacak değildim ya,gözlerim muska suyu içmiş gibi açılacaktı şehirde, ellerim iş tutacaktı ve ekmeğin bir ucundanyapışıp kendimi kurtaracaktım.Babam, sisli, yağmurlu bir günde gitmişti ‘gurbet’ dedikleri yere. Belki ince bir baharyağmuruydu gurbet, babamın ardından yağan; belki de yağmurların dahi ıslatamadığı uzak bir çölşehriydi, bilmiyorum. Nereden bilecektim, daha yeni çarmıha germiştim çocukluğumu, beni beş yılemziren okulun kapısında. Şehir, bizim köyün az ötesindeki asfalt yoldan geçen mavi otobüslerdi ozamanlar; gurbet, mavi bir otobüsle şehre giden ve bir daha geri dönmeyen babam olmalıydı.Kış gecelerinde, ocak başlarında gençliğini tutuşturan ihtiyarları dinlerdim. İçinden şehirlergeçen o hatıralar, ölgün tezek ateşleriyle temas edince birden parlar, askerlik ve gurbet hatıralarınınkızıl alevleri beni de tutuştururdu, yanardım. Ocağın isli bacasından kıvrıla kıvrıla gökyüzünetırmanan duman, bozkırın ayaz gecelerine donuk bir şehir resmi çizerdi. O dumandan ipe tutunarakşehre gitmek istediğimde, rüzgâr elimdeki ipi dağıtır, ocağın tam ortasına, şehre düşerdim. İhtiyarlarkonuştukça bir şehir gelirdi gözlerimin önünde, sisli, puslu, karanlık bir şehir. Şehir karanlıkpuslu olduğu için korkardım. İhtiyarların zihnime çizdiği şehirlerin nedense ucu bucağı olmazdı,göz alabildiğince uzardı kiremit çatılı evler, sokaklar bir yılan gibi büküle büküle akar, caddeleryüzlerce arabayı, binlerce adamı yutar, değirmen gibi öğütürdü... Şehri bilmeyince yolundan azardıinsan, kaybolurdu, yol sorsa, tarif etmezdi şehirliler, küçük bir çocuğun kaybolduğu yerdi şehir veher adamın işi değildi şehirlerde yaşamak.Aylar var ki, izi tozu belirsizdi babamın, ıssız bir derede, kurda uğramış kuzu gibi himi timiyoktu, yitikti. Kış gecelerinin atlısı poyraz, pencerenin ağzında ulurken, ocağın başında destanlaranlatan; Çin’i, Maçin’i, peri suret güzelleri, gül benizli şehzadeleri, tezek közünün etrafındatoplayan o bilge adam, şehri bilmezmiş demek. İnce bir yağmurda suya karışmış, sel olup akıpgitmişti. Sular tersine akmaz ya, o da bir daha dönmemişti.Şehir bir su idi değirmeni döndüren, şehir değirmen taşıydı babaları öğüten.24eylül-ekim-kasım2011


Ağabeyim biliyordu şehri, eylülde kırık dökük bir dolmuşa binip gidiyor; okullar kapanınca,azmadan, yitmeden dönüyordu. Yaz gelince çoban oluyordu ağabeyim, ben de onun arkasında yelyepelek seğirten gönüllü bir yamak…Karakaçan’ın sırtında, çuvaldan bozma eski heybenin bir gözünde ağabeyimin kitapları, diğergözünde de azığımız olurdu. Her sabah, daha tan yeri ağarmadan sürüyü yola çıkarıp koyunlarıgeniş bir düzlüğe saldıktan sonra ağabeyim heybeden bir kitap çıkarır, kafasını o kitabın içinegömer, başını kaldırdığında hep aynı şeyi söylerdi:“Haydi koçum, koş, koyunları bu tarafa çevir!”Akşama kadar, koyunların yönünü bir o tarafa bir bu tarafa çevirir, Boncuk gibi, dilim bir karışdışarıda onun yanına dönerdim. Güya çoban ağabeyimdi ama o koca sürüyü ben güderdim. Ağabeyimkitap okurken, ben derenin içinden küçük, parlak taşları toplar, derenin kıyısına iki çukur kazdıktansonra, köyün dört beş kilometre ötesinden geçip uzaklara, şehre, gurbete, değirmene giden asfaltyolu seyre dalardım. Delibel’e doğru giden bir araba görünce sağdaki kuyuya; Ağbayır’a doğrugiden bir araba görünce de soldaki kuyuya birer parlak taş atardım. Kazdığım kuyular bilinmez,uzak, karanlık şehirlerdi. Attığım her taş, peşinden beni de sürükler, o taşlarla birlikte kör kuyularadüşerdim. Ağabeyim kitabından kafasını kaldırıp da yeni bir emir verince, testiyi kapıp koşa koşapınara giderken birden geriye döner, kazdığım şehir kuyularını ağabeyime gösterir, parlak taşlarımıonun yanı başına koyardım:“Abi! Ben pınardan gelene kadar yola bak, Delibel’e doğru giden bir araba görürsen, şu kuyuyabir taş atacaksın, Ağbayır’a doğru giden bir araba görürsen, bu kuyuya, tamam mı?”“Tamam, tamam, sen koş!” derdi ağabeyim. Döndüğümde bir bir sayardım taşlarımı, nedenseben pınara gittiğimde, o yoldan hiçbir araba geçmezdi.Boncuk ile birlikte giderdik pınara, dilimiz dışarıda, hızlı hızlı soluyarak dönerdik. Boncukkafasını ön ayaklarının üste uzatıp gözlerini kapadığında ben, akarsuların yıllarca cilalayıp parlattığıtaşları elime alır, kuyuların başına geçer, gözlerimi yeniden yola dikerdim.Öğleye doğru bozkır, altında ateşler yanan koca bir kazan olurdu. O anda asfalt yol birdenbirebuğulanır, bozkırın dev kazanı kaynamaya başlardı ve o saatlerde, mavi bir otobüs hayal meyalgeçerdi siyah asfalt yoldan.Ağabeyim gibi büyümek isterdim o mavi otobüs şehre giderken, ona binip tek başıma şehregitmek isterdim ve hiç kaybolmadan tekrar köye dönmek…Otobüs tepeyi aşana kadar büyütürdüm kendimi, koşar yetişirdim ardından, dururdu otobüs,ayağımı otobüsün merdivenine attığım anda, ince bir sızı düşerdi içime, köy ayağımın altındankayar, kerpiç evler birbiri ardınca yıkılır, her yer viran olurdu. Şehir uzaktı belki, belki saatlercegiderdim fakat daha şehri görmeden, saatlerce gittiğim o mesafeyi, bir saniyede alır, o viran köyünyıkıntıları arasından koşarak ağabeyimin yanına gelir, ona biraz daha sokulurdum.Şehir, bizim samanlık gibi karanlıktı, korkunçtu, içinde gümüş sakallı cinler de olmalıydı. Gecekaranlığında, gözleri ay ışığıyla parlayan bir keçinin, hoyrat bakışlarla yanıma yaklaşmasındankorktuğum gibi korkuyordum şehirden, belki de babam gibi kaybolmaktan, köyü yitirmektenkorkuyordum.Keçi kılığında bir cindi şehir.Güz gelmişti. Artık sabahları daha çok üşüyor, akşam karanlığından daha çok korkuyordum.Kavakların yaprakları sarardıkça uzaklaşıyordum köyden yahut şehir, her akşam biraz dahayaklaşıyordu. Güz yaklaştıkça, yaz boyu içimde büyüyen korku, yüreğime sığmaz oluyordu. Gözalabildiğince uzayan tanıdık bozkıra, korkulu şehir yağmurları yağıyordu. Bu yağmurlar beni debabam gibi alıp götürecekti.Şehir deli bir yağmurdu.İçimde anlaşılmaz bir keder büyüyordu, korkuyordum ve ağabeyime soruyordum:“Abi, şehir çok mu büyük?”“Çok büyük.”“Yüz tane köy bir araya gelse, şehir olur mu?”“Olmaz!”25eylül-ekim-kasım2011


“Beş yüz köy bir araya gelse?”“Olmaz.”“Şehirde kaç tane ev olur?”“Güz gelince şehre gideceğiz, seni ortaokula yazdıracağım, o zaman görürsün, kaç bucakolduğunu.”“Abi, şehirden Ağbayır görünür mü?”Bu ardı arkası kesilmeyen sorular, hayal hanesinde kelimeleri, mısraları düğümleyerek nakışnakış dokuduğu kiliminin ipleri arasından hoyrat bir mekik gibi geçince, ağabeyim testinin içindekisuyu yere boşaltıyordu:“Sen şimdi koş, şu testiyi doldur gel, sonra da koyunların yönünü bu tarafa çevir!”Pınara giderken, koca bir şehir kuruyordum zihnimde, köyü de kaybetmemek için, deresiyle,tepesiyle sırtlayıp o meçhul şehrin kıyısına taşıyordum. Ama köy, benim kurduğum şehirdenkopuyor, tekrar aynı yere geliyordu, şehre gidemiyordum hiç. Ben şehri düşünürken ayağımındibinden bir bıldırcın havalanıyordu, o ani kanat sesi, kalbimi yerinden koparıp ayaklarım altınaatıyordu.Bir bıldırcının ürkek kanat sesiydi şehir.***… Sonra güz geldi, dağların burcuna kar düştü, saçı tel tel ağardı dağların. Kırık dökük birkamyon dayandı bizim kerpiç evin çardağına, kilim, keçe, yatak, yorgan, kap kacak… Evde ne varsayüklediler. O sabah, o kırmızı kamyon, bozkırdaki otlar gibi kökümüzü söktü köy toprağından,anam ile komşu kadınlar birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Belki babamı öldürmüştü şehir, belki bizide yutacaktı, yoksa anam niye ağlasın, komşu kadınlar niye yaşmaklarının ucuyla gözyaşlarınısilsin!Şehir, kadınların söylediği ağıttı.Kamyon hareket edince, egzozundan çıkan koyu siyah duman, komşu kadınların dudaklarındandökülen hayır duaları susturdu, sildi, siyah bir tül gibi duaların üzerini örttü. Rüzgârın hafifçearaladığı o siyah perdenin arkasından gelen birkaç söz, kamyonun homurtusuna karıştı.“Allah esirgesin!”“Yolunuz açık olsun!”“Güle güle gidin, tekerinize taş değmesin!”Bir toz bulutu kalktı kamyonun arkasından, yaşmağının ucunu gözlerine götürdü anam. Beşçocuklu kerpiç ev, ebemin azgın bir fırtınada bürgüsünü yele verip bastonunu takarak kırılmaktankurtardığı dut ağacı, çeşmenin başında dalları, yapraklarıyla yaz kış türkü söyleyen ihtiyar söğütbir bir kayboldular. Mezarlık ve harman yerini kaplayan toz bulutu, biraz sonra koyu bir sis olupAğbayır’ı da yuttu. Köy dağların ardında kaldı, dağ, tepe gezdirdiğim, derelerde çimdirdiğimçocukluğum da…Şehre yaklaştıkça içim sızlıyordu. Kamyonun kasasına tırmanmaya niyetlendim, şehri ilk bengörecektim. Gözlerim daha şehre değmeden, enseme bir tokat yapıştırdı, kanadımdan tuttuğu gibiyere indirdi anam:“İn aşağı geberesice! Cenderme görür!”Şehir cendermeydi, anamın dilinde, şehir eli silahlı dövlet…Kamyon kasasının tahtaları arasındaki küçücük boşluğa dayadım gözlerimi. <strong>Bizim</strong> köyünevlerine benzeyen kerpiç evler akıp gidiyordu uzaklardan; ama bizim köy yoktu artık, kökütopraktan sökülmüş bir fidanın yaprakları gibi solmuştum.Kamyonun kasasından başını uzatıp geri çekti anam:“Geldik.” dedi. “Oturun, kafanızı dışarı çıkarmayın! Cenderme görür!”Kamyonun kasasındaki patates çuvalının üstüne oturup anamın cendermesinden korkmadan,başımı hafifçe yukarı kaldırdım.Ve şehir…Ve kocaman evler…Ve evlerin öfkeli duvarları…26eylül-ekim-kasım2011


Ve iri harflerle yazılmış intikam yeminleri, gövdesi orak, noktası çekiç; kılık değiştirmişharfler…Bir ölüp bin dirilen devrim şehitleri…Balkan Harbi’nde şehit olup Selanik’te kalan dedem devrim şehidi miydi?Zihnimdeki sisler, korkular dağılıverdi.Duvarlarda dalgalanan bayraklar tek yıldızlıydı, bu yıldızı kucaklayan hilal de yoktu yanında.Şehrin evlerini, evlerin beton sıvalarını böyle konuşturan düşmanın adını fısıldadım:“Kahrolsun faşizm!”“Katillerden hesap sorulacak!” diyordu büyük bir binanın duvarı.Vuran kimdi, vurulan kim? Katil kimdi, maktul kim?Şehrin bu yakasındaki duvarlar, insanları sürekli bir şeyleri devirmeye çağırıyordu ve tek biryolu işaret ediyordu:“Devrim!”Kamyon ilerledikçe değişmeye başladı duvarlar ve duvarlardaki hükümler, çağrılar, isimler…Devirenler, devrimi tek yol, tek istikamet bilenler, halkı kurtarmaya soyunanlar, işçi, köylü kurtuluşorduları, kurtarma orduları, bir bir geride kaldı. O şehirden hicret etti kamyonumuz, yavaş yavaşbaşka bir şehre girdik.Şehrin bu tarafında bir başka dilden konuşuyordu duvarlar. Kur’an’ı rehber tutanlar, Turan’ayürüyenler, Hak yolda koşanlar, bir yerlere akın edenler, gönlünde doğuyu büyütenler, ülkü yolundailerleyenler, ülkü ocağında pişenler şehrin bu yakasındaydı. Kutsal çağrılar, dinmeyen öfkeler,intikam yeminleri, şahadetler, ölümler, dirilişler… Burada da vardı. Bir evin duvarında başınıgöğe tutup ‘hedef Turan’ diyenlere yol gösteren heybetli bir kurt uluyordu. Şehrin bu yakasındakidüşmanın adını da öğrendim:“Kahrolsun Komünizm!”***Bir ikindi vakti, şehrin kenarına ilişmiş, viran bir mahallede, yıkık dökük bir evin önünde indikkamyondan. O evi, köydeki evimizden ayıran, önündeki ulu ceviz ağaçları ve kiremit çatısıydı.Sanki başka bir köye gelmiştik ya da benden önce şehre gelen bir çocuk, kendi köylerini taşımıştıburaya.Birkaç gün sonra, elimden tuttu ağabeyim, şahadetnamemi de aldı ve şehre doğru yola düştük.Elinden sıkıca tutuyordum. Bir hayli yürüdük, duvarlarıyla şehrin öte yakasına söven koca kocaevlerin yanından geçtik, kalabalık insanların içinden. Kılık değiştiren harflerin olduğu binalarayaklaşınca, nedense tedirgin oluyordu ağabeyim, korkuyor, sağına soluna bakıyordu durmadan.Zifiri karanlıkta, ıpıssız dağ başlarında keçeyi kafasına bürüyüp kaygısızca yatan; gece vakti hiçkorkmadan mezarlıkta dolaşan ağabeyim, şehirde yürürken, gün ortasında korkuyordu. Demek o daiyi bilmiyordu şehri, o da kaybolmaktan korkuyordu.Kale Ortaokulu’na vardık önce. Kapısında ‘müdür’ yazan adamın bıyıkları ağzının içinedolmuştu. Ağabeyimi ve beni süzdü bir süre, biz daha sormadan:“Kayıtlar bitti.” dedi. Bunu öyle bir ses tonuyla dedi ki, o an, ucundan sıkıca yapışacağımekmek, elimden kaydı, yere düştü. Açılacak olan gözlerim zifiri bir karanlığa gömüldü. Büyüdümbirdenbire, koca bir çoban olup köye döndüm yeniden. Elimde uzun bir değnek, koyunlarınpeşindeydim. Uzaklardan, çok uzaklardan geçen mavi bir otobüs, kaynayan bozkırın ortasından,kıvrıla kıvrıla şehre gidiyordu ama ben artık kuyulara taş atmıyordum, çünkü kuyuya düşmüştüm.Ağlayacak oldum, ağabeyim dişlerini sıktı. Siyah, öfkeli, gazaplı gözlerinden çok korkardım.Ağabeyimin gözleri olmasın şehir! Birden, ağabeyimin bakışlarında eridi, öfkeli iki siyah noktaoldu koskoca şehir.Ortaokula başlayamadan mezun olmuştum. Kravatım, gömleğim, ceketim olmayacaktı.Olsun, zaten ben hep sonradan kaydoluyordum. Beşinci sınıfa kadar nüfusta kaydım da yokmuş,şahadetname almam için nüfus kâğıdı istenince öğrenmiştim. Köyden iki şahit bulmuştuk. Şahitlernüfus müdürü olan azgın kadına, yemin billâh edip beni anamın doğurduğunu söylemişlerdi.Kızdığında nüfus kütüklerini köylünün başına çalan kadın, neden sonra insafa gelmiş; bir zabıt27eylül-ekim-kasım2011


itmişti, sokakta hiç kimse yoktu, şehir sessizliğe gömülmüştü, kadın elimden tuttu, biraz yürüdük.Az önceki mahşer yerinden kurtulup bu ihtiyar kadının eliyle selamet bir kıyıya çıkmıştım.“Eviniz nerde?” diye sordu kadın, işaret ettim.“Haydi, koş!” dedi. “Durma, Koş!”Bir çocuk nasıl hızlı koşarsa, öylece koştum.Küçükken, mavi bir otobüstü şehir, kana bulandı, kıpkızıl bir deniz oldu, ben o akşambüyüdüm.***…İlk haftada her hâlini tanıdım şehrin, her hünerini öğrendim. Şehirde ne çabuk büyüyorduçocuklar. Şehir kanla emziriyordu oğullarını, belki o yüzden hemen büyüyordu çocuklar.Şehir, kana batan kaldırımlar, barut kokan sokaklar, bağıran, haykıran duvarlar, kavga eden,savaşan kardeşlerdi. Fabrikalarda grevdi şehir, meydanlarda boykot, okullarda boş ders, koridorlardakavga, dersliklerde cinayet, caddelerde cinnet geçirmiş kalabalıklar… Parkaları, bıyıkları, saçlarıve havaya kaldırdıkları yumruklarıyla konuşan ağabeylerdi.Kurtarılmış bölgeleri vardı şehrin, savrulan insanları, devrilen hükûmetleri. Anam cendermesanırdı şehri, dövlet sanırdı ama anamın ‘dövlet’ dediği kimse, yoktu şehirde.Sabahları okula giderken altılı kolda yürüyen ağabeylerden; akşamları aynı minvalde, türküler,marşlar söyleyen, hep bir ağızdan bağıran kalabalıklardan ibaretti şehir. Bir de ağabeylerin türkülersöylerken ellerinde taşıdığı, sakalları, bıyıkları hoyrat resimler…***Şehri biliyordum, alışmıştım. İkiye ayrılmış şehrin, köye benzeyen mahallesinde oturuyorduk.<strong>Bizim</strong> mahalledeki yazılar çok hilalli, bozkurtluydu; öbür mahallelerdeki yazılar tek yıldızlı veyazıların altında orak çekiçler vardı. Liselerin hepsi bizim mahalledeydi ama bizim mahalledekiağabeyler okula gitmiyor, ‘ocağa’ gidiyorlardı. Ocak da okulmuş, orada okuyorlardı. Ağabeyiminyaz tatillerinde koyun otlatırken okuduğu kitapları sevmiyordu öbür mahalledeki ağabeyler,onun için de okula gittiğinde dövüyorlardı. Hükûmet bir devrilince bizim mahallede oturanlarokuyacaktı liselerde. Komünistler ve faşistler sırayla okuyorlardı demek. Ama anam sıramıza hiçrazı olmuyordu. Ağabeyim okula gidemediği için her gün ağlıyor, köydeki gibi ağıtlar yakıyordu.Babamsa, gittiği şehirden gelemiyordu, hâlâ kayıptı.Anam ağlıyor, ağabeyim hükûmetin devrilmesini bekliyor, ben de her gün o uzun yolu tepiyor,ezile büzüle okula gidip geliyordum.***… Akşamüzeri kara bulutlar çöktü şehre, son dersteydik. Okul müdürü girdi içeri:“Gene birini vurmuşlar!” dedi. “Şehir, çok gergin, liseler dağılmadan çocukları evlerinegönderin!” müdür, öğretmene değil de bize söyledi sanki. Çantamı alıp koşarak çıktım okuldan.Yazılar kireçle sıvanmış güya silinmişti ama hepsi okunuyordu. Böyle gergin günlerde, eveulaşmak için bir ateş çemberinden geçmek, siyaha ve beyaza bulaşmadan, aradan sıyrılıp çıkmamgerekiyordu. Eve doğru hızlı adımlarla yürüyordum, iki ucundan çekilen tel gibi gergindi, koptukopacaktı şehir. Uzaktan sesler geliyordu, liseler dağılmış olmalıydı. Büyük bir gıcırtıyla iniyordudükkânların kepenkleri, insanlar telaşlı adımlarla sağa sola dağılıyorlardı. Korku, kuşku kolgeziyordu sokaklarda, zaten hep bu saatlerde kopuyordu kıyamet.Yoruldum, durup arkama baktım, bizim mahalleye doğru giden bir at arabası geliyordu. Araba,atın ihtiyarındaydı sanki ağır ağır geldi, yaklaştı. At arabasında oturan ve bir elindeki yarım somunekmeği ağzına tepiştiren şişman adama sordum:“Amca, yoruldum, arabaya bineyim mi?”Atın dizginlerini geren adam gözlerimin içine baktı. Yorgun, bezgindim, üstelik karnım açtı.Gönülsüzce cevap verdi:“Atla yeğenim, atla!”Kitaplarımı arabanın içine âdeta fırlatıp bir sıçrayışta bindim. Benim gibi yorgun, cılız birat asılıyordu arabaya. Asfalt yolda atın ağır ritimli nal sesleri yankılanıyor; uzaktan marşlarduyuluyordu. Öğretmen okulundan ve liselerden boşalan öğrenciler, askerler gibi altılı sıraya29eylül-ekim-kasım2011


dizilmişler, yol boyu ilerliyorlar, bize doğru geliyorlardı, az sonra grubun öncüleri ile karşılaştık.Her yüz metrede bir, emirler yağdıran ağabeyler vardı. Suratları gergin, öfkeli, korkulu, tedirgindiler.Lider öğrencilerden biri bağırdığında, onun söyledikleri dalga dalga arkaya doğru yayılıyor, bütünöğrenciler aynı öfkeyi seslendiriyorlardı:“Kahrolsun faşizm!”Arabacı bana döndü:“Bak yeğenim, okuyup da şu dürzüler gibi olma ha! Bak, arpası kalmamış at gibi kişniyorlar!Neyi bölüşemiyor bu deyyuslar? Vatanı kurtaracaklar, vatan bunlardan bir kurtulsa, dört başımamur olur.”Vakit yaklaşmıştı. Okullardan kovulan öğrenciler, birazdan sahneye çıkacak:“Allahu ekber! Allahu ekber!” diye bağıracaklar, bu nidalarının ardından bir hengâmebaşlayacaktı. O an bu grubun üzerine taşlar yağacak, korkunç bir koşuşturma başlayacak, yüzlerceinsan panik içinde caddelere, sokaklara dağılacaktı. At arabasında, kendimi güvende hissediyordum,kalabalıktaki öğrenciler kadar ben de korkuyordum.Bazen üç beş kişilik bir grubun” Allahu ekber!” diye bağırması ve kalabalığa birkaç taş atmasıbile ortalığı mahşer yerine çevirmeye yetiyordu. Sloganlar atıp marşlar söyleyerek yürüyen grubunbir ucu çarşıda, bir ucu ise hâlâ okullardan boşalıyordu. Arabaya asılan cılız at, ağır ağır ilerliyordu.Öğrenciler sustu birden. Bir sessizlik çöktü kaldırımlara. Sadece bizim atın nal sesleri duyuluyordu.Tedirgin, ürkek bir bekleyiş vardı suratlarında.Arabacı diliyle dişinin arasında sövdü, elini havaya kaldırıp zavallı ata birkaç kamçı yapıştırdı.Tık tık nal sesleri ahenkli bir musikiye dönüştü, hızlandık. Arabacı, sokaktaki insanlar, o büyükkalabalık hatta arabayı çeken cılız at… Hepimiz tedirgin, korkuluyduk. Sanki şehir, bir ses, birişaret bekliyordu. Kısa süren bir sessizlikten sonra, gür bir ses yankılandı sokaklarda.“Allahu ekber! Allahu ekber!”Korkunç bir uğultu koptu kaldırımlarda. Bir kurt sürüsü, koyunların içine dalmıştı sanki. Anaoğlunu, it sahibini tanımaz oldu birden. At arabasının tahtalarına yapıştım. Orduları bozan korku,birkaç saniye içinde kalabalığın bütün üyelerine sirayet etti. Arkadaki öğrenciler dev bir dalgagibi grubun önüne doğru yayılıyor, o korkunç kaçış önüne gelen her şeyi deviriyordu. <strong>Bizim</strong> cılızat ürktü, arabacı dizginleri germeye başladı. Korku dalgası bizim atı da vurdu, zayıf bedeni birküheylan oldu, Köroğlu’nun Kırat’ı gibi coştu, arka ayakları üstünde şaha kalkıp, acı acı kişnedi.Caddeden bir insan seli akıyordu. Arkadakiler öndeki arkadaşlarını tepeleyerek kaçıyordu.Defterler, kitaplar, ayakkabılar kalıyordu arkalarında. Bir de yıkılıp can havliyle kalkarken arkadangelenlerin çarpmasıyla tekrar yere düşenler… Bazıları feryat edip bağırıyordu:“Korkmayın!”“Kaçmayın!”Kalabalığın kaçış istikametinde olmadığıma şükrettim. At, acı acı kişniyor, ağzındaki gemiöfkeyle kemiriyor, arabacı da açıktan sövüyordu.Kalabalık birkaç saniye içinde dağıldı, su gibi akıp gitti ama ne onları kovalayan vardı ne taşatan ne sopa sallayan… Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu.Okumaya başladığı akşam ezanıyla kopardığı kıyametten habersiz olan, Sanayi Camisi’ninmüezzini ise huşu içinde devam ediyordu:“Eşhedü en la ilahe illallaaaah!”■30eylül-ekim-kasım2011


SEHER KEÇE TÜRKERÇardağıniçindeçepçevreahşap oturmayerleridizilmişti. Yazgecelerindeminderler atılır,komşularlasohbet edilir,çaya balkatılırdı.Ankara’nın Yenimahalle’si benim çocukluğumdaaltın çağını yaşadı. Ellili yıllarınen güzel evleri buradaydı. Hepsi iki katlı ve bahçeliydi.<strong>Bizim</strong> oturduğumuz ev, sarı renkti. İlkokuldaykenresim dersinde öğretmenimiz “Herkeskendi evini resimlesin” demişti. Evimizin dış görünüşünüen ince ayrıntılarına kadar çizmiştim.Saçaklarındaki kuş yuvalarını, balkonumuzdakiçiçekleri aşağı sarkmış saksıları, elektrik tellerinievimize bağlayan beyaz fincanları, perdemizi vedurmadan namaz kılan babaannemi. Resim, sararıncayakadar odamızın en göze çarpan duvarındaasılı kaldı. Sonra bir kitabın arasına sakladığımıhatırlıyorum ama onu bir daha görmedim. Nedendirbilmiyorum gözümün önünden hiç gitmedi.Bu iki katlı evin ikinci katına giriş, ana caddedendi.Ahşap kapı ile caddeye açılırdı. Kapınınhemen yanında aşağı kata inilen taş merdivenvardı. Bu merdiven gerekliydi çünkü merdivenin31eylül-ekim-kasım2011


altında hem bizim hem de ikinci katta oturan evsahibimizin kömürlüğü bulunurdu. Yazın aldığımız,odunu kömürü buraya koyardık. <strong>Bizim</strong> evinyatak odasının pencereleri buraya bakardı. Geceyatağıma girince perdeyi açar, duvarla penceremizarasında kalan boşluktan yıldızları sayar,bulutların hareket edişini, ayın ne zaman hangişekilde göründüğünü izlerdim. Bunlar benim küçükoyunlarımdı.Oyuncaklarımızın çoğunu kendimiz oluştururduk.İki tahta parçasını küçük “t” harfi biçimindeiple sıkıca bağlayıp üstünü pamukla sararsonra küçük kumaş parçalarıyla giyindirirdik.Bebek olurdu. Minik yataklar, yorganlar dikerdik.Ağlayan, yürüyen gözlerini açıp kapayan bebeklerolduğunu duyardık. O tarihlerde onlardanhiç görmedik. Benim en güzel oyuncağım amcamınKore’den getirdiği dikiş makinesiydi. Kolunuelle çevirince tıkır tıkır ses çıkarırdı. Aslındabu tür oyuncaklarla çok az oynadım. Okul öncesiolmalı. Tam anlamıyla sokak çocuğu idim ben.<strong>Bizim</strong> evin giriş kapısı yokuş üstündeydi. Merdivenliolan yokuş, aşağı altıncı durağa kadar inerdi.Gittiğim Fatih İlkokulu da yokuşun dibindeydi.Babamın dükkânı da altıncı durağın tam karşısındaydı...Yokuş üzerinde olan evlerin yazışmaadreslerinde ‘altıncı durak’, cadde üstünde olanevlerin adreslerinde ‘on birinci durak’ yazardı.Ev sahibimiz Hasibe Hanım Teyzeler on birincidurakta, biz altıncı durakta oturuyorduk. Evimizinönünü etrafı sarmaşık ile sarılmış kocaman birmeyve bahçesi süslerdi. Bahçenin ortasına özenleyerleştirilmiş kafesli çardağın gizemli havasıhepimizi etkiler, içimizde hoş duygular uyandırır,sanki bilmediğimiz bir lisanla konuşurdu. Sarmaşığınkülah şeklindeki çiçeğini avucumuzun içinealıp patlattığımızda çiçekler kahkaha atardı. Diğerelimizle üstüne vurarak patlattırdık.Çardağın içinde çepçevre ahşap oturma yerleridizilmişti. Yaz gecelerinde minderler atılır,komşularla sohbet edilir, çaya bal katılırdı.Bahçenin yokuş tarafındaki duvar boyuncauzun bir bahçe daha vardı. Buraya yan bahçe denirdi.Orada ne yetiştirilirdi hatırlamıyorum. Hatırladığımise beni hâlâ ürkütür.<strong>Bizim</strong> mahallenin çocukları gece de sokaktaoynarlardı. Kim önce sokağa çıkmayı başarırsaen yakındaki arkadaşını çağırmaya giderdi. Sonraiki kişi başka arkadaşları çağırmaya koşarlardı.Buna mecburdular çünkü babalarımız acımasızdı,yalvarmadan, dil dökmeden, başkaları yanımızdaolmadan gece sokağa çıkma izni vermezlerdi.Benim babamdan izin almaya geldiklerinde“İhsan Bey amca, ne olur izin verin. Yoksa oyunoynayamayız. Aklımız burada kalır, acıyın bize,gecemizi zehir etmeyin. Hadi, ne olur!” derlerdi.Araya “Babamın size selamı var” sözlerini desıkıştırırlardı. Bütün babalara böyle derdik. Onlarda “Siz yok musunuz siz, şeytana pabucunuters giydirirsiniz. Hadi, gidin bakalım!” derlerdi.Dışarı çıkmanın heyecanıyla içinizde kelebekleruçuşurdu.Evden çıkacağımız sırada annem seslenirdi“Fazla geç kalma, biliyorsun yan bahçede yatırvar. Geceleri kalkıyor, ona göre o kalkmadanevde ol….” Bir gece Kül Kedisi gibi oyuna dalıpeve geç geldim. O gece kâbus yaşadım. Yatakodası sokak lambasının ışığı ile aydınlanıyordu.Hafif esen rüzgârın etkisi ile ağaçların, evleringölgeleri korkunç şekiller çizerek evin içinde,odanın duvarında şekillendi. Bir gölge vardı kibeni hasta etmeyi başardı. Pencerenin önünde evboyu yükselip alçaldı. Alçalınca sanki camdaniçeri başını uzatıp elleri ile beni tutmaya çalıştı.Uzun boylu adamın elleri kolları da çok uzun vekorkunç görünüyordu. O gece ateşlendim, ertesigün de ateşim düşmedi, dudaklarım uçukladı.Bir hafta okula gidemedim. Sonra yatırın bizimbahçeden taşındığını söylediler. Ben buna inanmadım,ondan edindiğim korku içimden hiç çıkmadı.Gece ya saklambaç oynardık ya da on ikincidurakta olan açık hava Akın Sineması’nın duvarlarınınüstünden film izlerdik. Yeni çevrilmişfilmleri hiç kaçırmadık. Filmin galasında sinemaoyuncularını, ses sanatçılarını canlı olarak ilkdefa bu duvarların üstünden gördüm. Balkonlarındanfilmleri izleyebilenlere imrenirdik. Bazenailece sinemaya giderdik. Tahta sandalyelerdeoturup ay çekirdeği çitleyerek film izlemenintadı bir başkaydı. İtiraf edeyim ki arkadaşlarımladuvarların üstünden filmleri izlemek dahakeyifliydi. Kışın da beşinci duraktaki Alemdar32eylül-ekim-kasım2011


Sineması’na giderdik. Acıklı olurdu filmler, sinemanınkapısından gözümüz hep yaşlı çıkardık…Bazıları mutlu sonla bitse bile hüznü üstümüzdenatmamız kolay olmazdı. Bu filmlerin faydası daolmuyor değildi. Şefkatli, merhametli olmayı öğrendik.Kötü insanların neler yapabileceğini gördük.Âşık olmanın gizemine şahit olduk…Akşamüstü oyunlarımız hareketli olurdu. Yatornete bineriz ya bisiklete, cadde boyu dolaşırdık.Tornete kaç kişi biner hiç belli olmazdı. Bisikletinbazen arkasında bazen önünde bazen desürücüsü olurduk. Bu saatlerin aklımda kalan ayrıntısı,mahallemizin bizden büyük olan gençlerininbuluşması idi. Biz, çaktırmadan onları izlerdik.Bizi görürlerse “Sakın kimseye söylemeyin!”derlerdi. Yakaladığımız gençlerden birisi çoktelaşa kapıldı. “Nasıl olsa öğrendiniz, kimseyesöylemeyin, bizim yardımcımız olun. Biz de sizederslerinizde yardımcı oluruz!” dedi. Böylece ikiarkadaş onların aşk mektuplarını taşıyarak kolayhaberleşmelerini sağladık. Bu sırrımızı kimseyeaçmadık. Çünkü bize özel olma duygusu veriyordu.İp atlama, seksek oynama, dalya, yakantop en çok oynadığımız oyunlardı. Çember, topaççevirme, çelik çomak oyunlarını mevsimine göreoynardık. Halohop çevirirdik. Bunda kızlar olarakçok ustaydık. Boynumuzda, belimizde, kolumuzda,bacağımızda çevirebilirdik. Çok sıcak veçok soğuk havalarda kapalı yerlerde oynadığımızoyunlar, yüzlerce taşla oynan taş oyunuydu. Bütünoyunlarımız takım hâlinde oynanırdı. Yenenve yenilen taraf olurdu. Evlerimizde nasıl yendiğimizi,nasıl kaybettiğimizi saatlerce konu yapardık.Beş taş, üç taş, dokuz taş oyunları iki kişiile oynandığı için mecbur kaldığımız zamanlarınoyunlarıydı.Bazen yukarı mahallenin çocukları ile maçlaryapardık. O zaman seyircimiz de olurdu. Hiçabartmıyorum, koşmaktan, oynamaktan tabanlarımşişerdi. Dizlerimin yarasız hâlini hatırlamıyorumve sokağa çıkmamıza hiçbir şey engel olamamıştır.Buna çocuk hastalıklarını geçirdiğimdevreler de dâhil. En ateşli durum atlatıldıktansonra yavaş yavaş bahçeye derken bahçe duvarınınüstüne sonrası malum... Annem benim için“Çok yaramazdın, üzerinde yeni bir şey durmazdı.Hemen ya bir tele ya da ağaca takar yırtardın.”der. Elbise dikileceği zaman, provada sabredipduramazmışım. Annem, uslanmamız için kardeşimlebeni Hacı Bayram Veli Hazretlerine ziyaretegötürürdü. Oysa biz yaramaz değil hareketliçocuklardık. Oyunu sevmeyen bizim aramızagiremezdi. Anneme kızdığım zamanlar da vardı.Bunun en başında oyunun tam ortasında çağırmasıydı.“Annen çağırıyor” diye haber gelinceçok kızardım. “Allah’ım, ne düşüncesiz oyununortasında insan çağrılır mı?” derdim. Genelliklede oyunu bozup gidemezdim. Eve gidince annesözü dinlememe gerekçesiyle gece sokağa çıkmamacezasına çaptırılırdım. Cezalı olduğumgeceler, yatağıma girer, perdeyi açardım. Gökyüzünüseyrederken arkadaşlarımın sesini dinlerağlardım. Zaman zaman üvey çocuk olduğumudüşünürdüm. Bunlar, kulağımdan gitmeyen özelseslerdir.Benim çocukluk yıllarımda insanlar, nazik,birbirlerine saygılı ve zarifti. Onların bazı giysilerihâlâ hatırımdadır. Belki büyüdüğüm zamangiyeceğimi düşlüyordum. Büzgülü etekli, “u”yakalı, kolsuz ya da dar mini kollu, diz altı vekabarık elbiseler. Uzun lüle lüle ya da kabarıkkısa saçlı, incecik belli, güler yüzlü olduğu kadarciddi bakışlı, diz üstü dar etekli genç kızlar... Erkekler,hele gecelerde asla takım elbisesiz dolaşmazlardı.Büyüdüğümüzde bu görüntüler yoktu.Yani böyle giysiler, insani ilişkilerin tamamınıyaşamak bizlere nasip olmadı. Türkiye büyük birbaşkalaşım yaşadı. Hem siyasi hayat hem de insanlarınsosyal yaşayışı değişti. Romantizm, iyiniyetlilik görülürdü, ilişkiler dürüstlük üstünekurulurdu. Değişim sırasında yani altmışlı yıllarınsonuna doğru hepsi birden sırra kadem bastı.Çocukluk yıllarımda ne okuduğum masallarıne para biriktirip aldığım kitapları unuttum. Helealışveriş yaptığım kırtasiyecinin açılmış kurşunkalem kokan havası aynı tazeliğini koruyor. Altıncıduraktaki Fujiyama Kitapçısının kocamankalem açacağı vardı. Kalemlerimizi ona açtırmakhoş bir duyguydu. İncecik, kokulu kalemleri alır,açtırır, kullanmaya kıyamazdık. Çocuk klasiklerinide bu kırtasiyeciden alıp okudum.İlk gençlik yıllarımız arada kaynadı gitti. Birdenbirebüyükler sınıfına girdik. Bu nasıl oldu,anlamadım, bilmiyorum. İlk aşkımı, yani büyü-33eylül-ekim-kasım2011


meye başladığımı hatırlıyorum. Orta birinci sınıfagittiğim yıllardaydı, bizim mahallenin çocuklarıile yukarı mahallenin çocukları yakan topumaçı yaptık. O gün maçta Turgay isimli yakışıklıbir çocuk vardı. Her hâlde lise öğrencisiydi. Benimyaşımda beş arkadaşımla şöyle bir karar aldık“Herkesin var, artık bizim de sevdiğimiz biriolmalı.” İçimizden üçü Turgay’ı diğerleri de başkabirini sevecekti. Bu kararı sadece biz biliyorduk.Ne Turgay’ın ne de öteki çocuğun bundanhaberi vardı. Bir gün arkadaşlarıma şöyle dediğimihatırlıyorum “Size küstüm, sizden ayrılıyorum.Artık Turgay’ı da sevmeyeceğim.” Tavşan,dağa küsmüş, dağın haberi yok. Turgay’ın haberiolmasa da o benim ilk aşkımdı.Bu mahalleyi anlatmakla bitiremem. Annem,kulağımı komşumuza deldirmişti. Herkes başımatoplandı. Delme işi bitince kulağıma ip geçirdiler.Yarası iyileşince küpe takılacakmış. Annem,komşularımıza ikramda bulundu. Özel bir günmüş,doğrusu bunu hissetmedim. Akşamüstü simitçimizçay saatine yetişirdi. En çok macuncuile ilgilenirdik. Öyle güzel renkleri vardı ki gökkuşağınabenziyorlardı. Saatlerce yaladığımızıhatırlıyorum. Bazen annelerimizde alırdı. Onlaragülerdik ‘Siz de mi çocuksunuz?’ derdik. Yıllarsonra anladık ki onların macunla ilgilenmektekimaksatları başkaymış.En zengin komşumuz Nevinlerdi. Kardeşininadı Sevim’di. Bakkal dükkânları vardı. Yazın biray, İstanbul’da kalırlardı. “Yazlığa gidiyoruz”derlerdi. Onlar bize farklı insanlarmış gibi gelirdi.Yıllar sonra Nevin’le İstanbul’da Kapalı Çarşı’dakarşılaştım. O tarihlerde ben de evlenme hazırlığıiçindeydim. Mutsuz bir evlilik yaşadığını ve ayrıldığındansöz etti. Bir daha haberleşemedik.Ramazan gecelerini, bayram sabahlarını anlatabilecekkadar güçlü değilim. Nasıl duygulardı,bize nasıl işlenmişti akıl erdiremiyorum. Bayramharçlıklarının sıcaklığını avucumda, şekerlerintadını damağımda hissediyorum hâlâ. Böreklerimizmahalle fırınında pişerdi, tepsileri biz taşırdık.Kardeşimle eve gelinceye kadar böreğinkızarmış üst kabuğunu bitirirdik. Bir de fırancalaekmeklerin başlarını yerdik. Misafirimiz olduğugünler “Ekmeği yemeden getir, ayıp olur.” diyetembih etmek zorunda kalırdı annem. Ezanınokunduğunu babaanneme haber vermek sankigörevimdi. “Babaanneee ezan okunuyor!…” diyebağırırdım. Onun seccadenin üstünde saatlerceoturması, tespih çekmesi, dua etmesi beni nasılda sarsardı. Dualarının her zaman yardımımızakoştuğuna inanırdım, hâlen de inanırım. Mahallemizincamisinde mevlit okutulduğu zaman sonunadoğru gider, külâh içinde dağıtılan lokumluşekerlerden alırdık. Sokağımızdan polis geçincesevinir, gururlanırdık. “O, mahallemizin karakolununpolisi.” der arkasından bakardık. Postacımızgelince selâma durur, onunla mahalleyidolaşırdık.Gündüz annemle ev gezmesine gitmeye bayılırdım.Gideceğimiz komşuya haberi ben verirdim.“Melahat Hanım teyze, annemin selâmıvar. Bir maniniz yoksa yarın öğlenden sonra sizeoturmaya gelmek istiyor.” derdim. Melahat Hanımda “Annene selâmımı söyle, buyursun, bekliyorum.”diye cevap gönderirdi. Ertesi gün, evişlerinde anneme yardım ederdim. Giyinir, süslenir,el işlerimizi yanımıza alır komşuya oturmayagiderdik.Çocukluğumda, her hafta sonu olan hamamgünümüze herkes giderdi. Hamam sefalarındanaklımda kalanlar, buhar, göbek taşı ve yediğimizbuz gibi meyvelerle içtiğimiz sade gazozlardı.Kır gezmesine gider gibi hazırlık yapılırdı. Asılkır gezisi yaptığımız yer Atatürk Orman Çiftliğiidi. Bahar Bayramında ve hıdrellez günlerindemahallece gidilirdi. Bazen de babam arabaylaÇubuk Barajı’na götürürdü.Güneş nereden, ne zaman doğar, nasıl batarbilmezdim ama gecenin yıldızlı göğüne aşinaydım.Gece, Yenimahalle’den Anıt-Kabir ve GençlikParkı çok güzel görünürdü. Sanki şehrin enparlak ışıkları oralardaydı. Gece gezmeleri buralardaolurdu. Türkiye’de yürüyen merdiven ilkolarak Ulus’ta bir alışveriş pasajına yapılmıştı.Birkaç kez onu izlemeye gitmiştik.Çocuklar, öğretmenleri ile gurur duyarlardı.Ama en güzel öğretmen benim öğretmenimdi.Demek ki öğretmen olmak için güzel olmak gereklidiye düşünürdüm. Annem de en genç ve engüzel anneydi, çünkü ben ilk çocuktum. Anneminokuluma gelmesi övünç kaynağım olurdu.Bir gün mahallemizden ayrılarak kendi evi-34eylül-ekim-kasım2011


mize taşındık. Ayrılık zamanını bugün bile hatırlamakistemiyorum. Buna ayrılma denmez, çatırçatır koparılmıştım. Bir süre okuldan çıkıncaayak alışkanlığı olarak eski mahallemize gittim.Oyunlara yarım yamalak katıldım ama eskisi gibiolmuyordu. Zaten bundan sonra sokakta oynamadım.Artık büyümüştüm.Yıllar sonra mahallemiz burnumda tütmeyebaşladı. O kadar özlemiştim ki mutlaka görmemgerekti. Bu isteğime engel olamadım ve bir günailece Ankara’ya geldik. Yolda mahallemizi aklımdangeçirirken bazı anılar daha parlak olarakgözümün önüne geliyor, sanki anlatmam gerekliduygusuna kapılıyor, heyecanlanıyor ve durmadankonuşuyor, ailemi özel bir yere götürüyorolmanın sevincini yaşıyordum. Yenimahalle’yegirince daha da heyecanlandım. Hem etrafı görmekistiyor hem gözlerimi kapatıyordum. Sihirlibir âlemdeydim. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncüdurakları geçtik. Kimsede çıt yoktu. Görünenözel bir şey de...‘Buralar bizim mahalle değil’ demek mecburiyetinihissettim. Aslında dördüncü duraktangeçerken içim cız etmişti. Sürekli gittiğimiz çocukparkının önünden geçtik. Öyle bakımsız veküçüktü ki aileme ondan söz etmekten çekindim.Hâlbuki parkın bahçıvanı elindeki çim makasıile gözümün önünde gülüyordu. Beşinci durağagelince şaşkınlığım arttı… Çocukluğumun enmuhteşem caddesi Ragıp Tüzün Caddesi yoktu,küçülmüştü. Belediyenin diktiği fidanlar büyümüş,ağaç olup caddeye tünel kurmuşlardı. Altıncıdurağa gelince “İşte ilkokulum, işte babamındemirci dükkânı, işte minaresinin ışıkları yansındiye beklediğimiz cami, işte ortaokulum, karakolumuz!”dedim ama coşkum kaybolmuştu. Burası,çocukluğumun geçtiği yere, özlediğim yerebenzemiyordu. Öyle boynu bükük öyle sahipsizbir hâli var ki farkında olmadan ‘Buralara ne olmuş?’demişim.“Yeryüzünde canlı cansız ne varsa hızla değişiyorve bilerek ya da bilmeyerek bir yere doğrukoşuyorlar…” dedim içimden. Yenimahalle’ninetrafına o kadar çok ev, kocaman siteler yapılmışki bulmak için büyüteç lazım.Evimizin olduğu yeri görmeye gitmekten çoktanvazgeçmiştim ama bu fikrimi söyleyemedim.Bütün durakları geride bırakarak on birinci durakile on ikinci durağın arasında bulunan, rüyalarımagiren mahallemize yavaş yavaş geldik. Ben,dut yemiş bülbül gibiydim. Ağzımı bıçak açmıyordu…Arabamızı yokuşun başında, tam bizimevin önünde durdurduk. Dizlerimin bağının çözüldüğünühissettim. Sarı renkli evimiz yoktu,yıkmışlar, yerine kocaman apartman yapmışlar.Ne bahçesi vardı ne de saçaklarında kuş yuvaları.Yan bahçedeki yatırın buradan şimdi taşınmışolduğunu düşündüm. Yokuşun merdivenlerineoturdum, gözlerimi kapadım. Başka bir şey görmekistemiyordum. İlkin Turgay düştü aklıma vebir an elinde tuttuğu topu bana atmasını bekledim.Sonra kışın kızaklarımızla yokuş aşağı nasıluçar gibi kaydığımız geçti gözlerimin önünden.Kış mevsimindeyiz ama kar yağmamıştı.“Kar bile yok!” dedim. Duvarın dibinde önüneekmek kırıntısı koyduğum karınca yuvası görünmüyordu,karıncalar da alıp başını göçmüşler...Karıncalara basmamak için nasıl dikkat ettiğimi,oturup onları izlediğimi, ne konuştuklarını merakettiğimi küçük bir gülümsemeyle hatırladım.Şehir büyümüştü. “Neden bahçemize kıydınız?”diye ağlarken gözyaşlarımı içimde tuttum. Çocukluğumdanbu an koptuğumu ve onun öldüğünüanladım. Burası, garip bir yaban el ve küskünbir çocuğa benziyordu. Mahallemiz bize küskünolmalıydı. Benim sitemim, mahallemizi küçülten,acımasız büyük şehreydi. Çocuk kalbimle,coşarak geldiğim mahalleden, omuzları düşmüş,yaralanmış biri olarak ayrılıyordum. “Haydi,gidelim!” derken esen hüzünlü hava anılarımı,hayallerimi önüne katıp götürdü. Bu sırada yanımızdangeçenler oldu. Bazıları bizim yıllarınçocuklarıydı ama yokuşun basamağında duranve bir anda yaşlanan kadınla tanış olan çıkmadı.Ağır adımlarla yukarı doğru yürüyen, kır saçlı birininyeşil renkli gözleri bir anda gözlerime değdive adamın arkasından bakarken “Turgay olabilirmi?” demeden edemedim.Tadı damağımdan gitmeyen, iplere dizilmişsonbahar renkli alıçlara görünmemeye çalıştım.Akşam karanlığı çökmüştü, Akın Sineması’nıgörmeğe gitmedik. O duruyordur, neden yıksınlar?Dağdaki su deposu, aşağı sokaktaki fırın,yıldızlı lacivert gökyüzü de... 1994■35eylül-ekim-kasım2011


FIRAT KIZILTUĞTürkler içinmusikide tek yolvardır, TemizTürkçe ileseslendirilmişklâsik musikimizve Dede Korkud,Alper Tunga,Karacaoğlan,Dertli ve Veysel’ibağrındançıkaran halkmusikimiz.Kesinlikle ilk kabul edilmesi gereken mesele,Türk musikisinin Türkçenin ikiziolduğudur. Musikimiz bize özeldir. Orta Asyamenşelidir. Şark müziği değildir.Hüsrev Hatemi dostumuz bir “Âşık GaripCoğrafyası” çizmişti. Yazarınız da bu fikri genişleterek“Kopuz Coğrafyası” tabirini oluşturdu.Çünkü kopuz coğrafyasında icra edilen musiki,Türk musikisidir. Çin Seddi’nden Karpatlar’a,Sibirya’dan Büyük Sahra’ya kadar sınırlanabilenbölgeler söz konusudur.Almancada bir (die disziplin) kelimesi vardır.Ordumuzu Alman askerî uzmanları eğittiğizaman, önce askerî çevrelere, daha sonra da kelimedağarcığımıza girmiştir. Kelime Türkçeninmuhteşem potasında hemen eriyip kılık ve manadeğiştirmiştir. <strong>Bizim</strong> meşhur eklerimizi alarak(disiplin-siz) veya (disiplin-siz-lik) görünümünüalmıştır. Bu iki kelimeyi hiçbir Alman anlayamaz.Kelime Türkleşmiştir.36eylül-ekim-kasım2011


Bu misal musikimiz için de geçerlidir.Fetihler ve göçler sırasında, aşılangeniş toprakların musiki unsurlarıaraya karışmıştır. Ama ana gövde aslınıhiç kaybetmemiştir. Tam tersine yabancıunsurların -varsa- güzellikleri alınmış amaTürk musiki tandırında pişmiş, sadece ismikalmış, ama uygulanması millîleşmiştir.19. yüzyılda Türk vatanları yabancı işgalineuğramıştır. Balkanlarda Rumeli vatanı,Kuzey Karadeniz ve Orta Asya’da Rusamansız işgalleri olmuştur. Kopuz coğrafyasınadâhil komşu ülke ve milletler de İngiliz-Fransız fanatizmi ve zulmü altına girmiştir.İşgal bölgelerinde ilk zulüm musikiye yapılmıştır.Ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.Müstevliler, musiki ve millet ilişkisini çokiyi biliyorlardı. Millî şuuru en hızlı bu yoketme planı ile ortadan kaldırabilirlerdi. MillîKültürü olmayan millet tarihten silinir. Çünkükültür teşekkülünün ilk üç şartı, musikidir.Müstevlilerin çok revnaklı, alacalı bulacalı,muhteşem görünüşünün altında, aslındakof ve boş, bazen de nahoş bir elemanlarıvardı: Çok sesli batı müziği.Tabiilikten tamamen uzak, sunî veyapmacık sanat. Boya, dekor,ışık vs. gibi yardımcı elemanlaramuhtaç, asılsız sanat.Sonundatükenmişliğiniilan edip, esrarkeş elinedüşen (pop) müziği…İlkel zenci tamtamıgürültüsüne dünyayıboğan meczuplardil-dinorkestrası.Bu tamtam patırtısıbizi de etkilemiştir.Özellikle içimizdekigayritürklerbu müziğe hemen şapkaçıkarmışlardır. Alafrangalık,batıcılık yavesiyle, kadim sanatımızısarsmaya, taciz etmeğe başlamışlardır.1920’lerin kanto furyası, çarliston fıkırdamaları,tango-fokstrot-vals çılgınlıkları ile devametmiştir. Artık her çeşit musiki, kadehinve içkinin budala biraderi olmuştur.Bir sürü musiki cahili de bir asır süreyle yayınorganlarında bunu tartışmışlardır. Hoş amaboş yazmışlardır. O dönemde ciddi üç neşriyatvardı. Şehbal, Türklük ve Musiki Mecmuası.Bunların dışında kalanlar ahmaknâmedir.1950’lerde rock and roll, fırtınası koptu.Nasrettin Hocanın torunları olan halkımız,“Sallan Yuvarlan” diyerek sarakaya aldı.Ama liselere kadar, elektrogitar ve baterigirdi. Orkestra bozuntuları yanında, İngilizceşarkı mırlayan solist ufaklıkları çoğaldı.Bu böyle devam ederken İngilizlerin dörtesrarkeş zülüflü oğlanı, “YE-YE” virüsünübulaştırdı. Arkasından “POP” belâsı…Bazı safdil arkadaşlar da “toplumsalyöneliş” veya “reaksiyoner oluşum” gibiuydurma çerçevelerle olayın içinde filinaltında penguen civcivi aramaya koyuldular.Hâlbuki bu resmen ilan edilmemiş, insafsızticari açgözlülüğün kültür savaşıidi. Sonunda ne oldu biliyor musunuz?Her çeşit müzik, bağlamayı elektro yaparakşova soyundu. Bir de dümbelekgırgırı…Bu çeşit müzikler, fabrika yapısıhalıya benzer. Sunidir. Kalıcı olamaz.Kök boya ile renklendirilmişel halılarının kıymeti çok çok fazladır.Bunun gibi, bu tür çürük çarıkmüzik. Prematüredir. Yaşayamaz,geleceğe kalamaz. Klasik hiç olamaz.Türkler için musikide tek yolvardır, Temiz Türkçe ile seslendirilmişklâsik musikimiz ve DedeKorkud, Alper Tunga, Karacaoğlan,Dertli ve Veysel’i bağrından çıkaranhalk musikimiz.■37eylül-ekim-kasım2011


BAYRAM BİLGE TOKELile müzik ve yerlilik üzerine"...bizim yerli, millî ve yerel değerlerimizin en başındamüziğimiz, özellikle halk müziğimiz gelir. Bu zengintarihi ve kültürel mirasımızın dil, İfade, üslupyönünden olsun; felsefesi, bakış açısı, öncelikleriyönünden olsun; Türk edebiyat, sanat ve müzikdeğerlerinin en süzülmüş, saf ve rafine unsurunuteşkil eder. "ÖMER KAZAZOĞLUBAYRAM BİLGE TOKELGazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinden mezunoldu (1979). İlk kitabı Bir Yer Üşür (şiir) MEB yayınlarıarasında 1995’te çıktı. Bir monografi denemesi olanNeşet Ertaş Kitabı ile müzik kültürümüz ve özelliklehalk müziği üzerine yazılmış denemelerden oluşanBağımıza Gazel Düştü adlı eserleri 2002’de yayınlandı.Profesyonel müzik hayatına 1986’da Kültür BakanlığıAnkara Devlet Türk Halk Müziği Topluluğunda sazsanatçısı olarak başladı. ABD Maryland ÜniversitesiEtnomüzikoloji Bölümünde ve Gazi Üniversitesindehalk müziği ve bağlama dersleri verdi. İlk solo albümüMusic of the World firması tarafından “Bayram” adıyla1989’da ABD’de çıktı. İkinci albümü Kalan Müzik’tenYanık Havalar adıyla; üçüncü albümü ise Türk FolkEzgileri adıyla yayınlandı. 2000’li yılların başında özelbir televizyon kanalında iki yıl süreyle Gönül Dağı adlıkültür/müzik programı hazırlayıp sundu. TRT’ye NeşetErtaş’ın hayatını anlatan Bozkırın Tezenesi; ÜrgüplüRefik Başaran’ın hayatını anlatan Şen Olasın Ürgüpadlı belgeseller hazırladı. Can Dündar’la birlikteAbdallar ve Neşet Ertaş’ın konu edildiği Bir Garip adlıbelgeseli hazırladı. 2004-2007 yılları arasında KültürBakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü olarak görevyaptı. Bu görevinden kendi isteği ile 2007’de emeklioldu.Sayın Hocam, yerlilik kelimesinin sizdekikarşılığı nedir, size neleri çağrıştırıyor? Kavramınkültürel ve folklorik boyutu ile ilgili nelersöylersiniz?Yerli, yerel, yöresel gibi kavramların günümüzdeedebiyat, sanat, tarih, halkbilimi, sosyoloji,felsefe ve estetik gibi disiplinlerin yanında siyasive ideolojik akımların da ‘kapsama’ alanınagirdiğini görüyoruz. Böyle olunca kimin nerden,nasıl ve ne niyetle baktığına göre anlamlar yüklediğibir kelime hâline gelmesini de doğal karşılamakgerekir. Bu gün daha çok, ‘biz’e ait, millî,ulusal, mahallî, hatta geleneksel gibi kavramlarıkarşılamak için kullanılan “yerli” kelimesini,60’lı yılların ortalarına rastlayan ilkokul yıllarımda,büyük bir heyecan ve şenlik havasında kutladığımız“yerli malı haftası” günlerinden hatırlıyorum.O yıllar sadece, Yozgat’a en uzak bir dağköyü olan kendi köyümde değil, hemen hemenülkenin her yerinde ‘mecburen’ ve kendiliğindenyerli malı tüketilirdi ama öğretmenlerimiz, belliki müfredat gereği olmalı, bize yine de ‘yer-38eylül-ekim-kasım2011


li malı kullanmanın anlam ve önemini’, kemal-iciddiyetle, siyasi bir nutuk edasında uzun uzunanlatmadan da edemezlerdi. Biz çocuklar olarakişin bu boyutunu iyi kötü anlardık fakat anne vebabalarımıza bir türlü anlatamazdık. Okula götürüpgöğsümüzü gere gere sıramızın üstünde sergileyeceğimizya da sınıfta arkadaşlarımızla ortaklaşayiyeceğimiz ‘yüz ağartan’ bir ‘yerli malı’yiyeceğin ne olduğunda analarımızla bir türlüanlaşamazdık. Çünkü nohut, mercimek, fasulye,kuru üzüm vb. yerli mallarının dışında götürecekbaşka bir şey olmazdı evlerimizde. Kışa denk gelirseve babalarımız para ve araç bulup da ilçeninpazarına gitmişlerse belki bir iki elma, portakal,nadiren mandalina o kadar…Benim kuşağımın “yerli” kelimesinin bir başkaanlamı ile yakından tanışmasının, tahsil yada askerlik sebebiyle başka şehirlere gittiğindeorada tanıştığımız ‘şehrimizin yerlisi’ hemşerilerimizleyaptığımız kırık dökük sohbetler esnasındagerçekleştiğini düşünüyorum. Bir şehrinhem içinde oturup hem yerlisi olanların, o şehrintaşrasından, yani köylüğünden olanlarla ilişkisindehemen kendini belli eden ‘statü’ farkını, köyçocukları iyi bilirler… İşin folklorik ve nostaljiboyutunu bir tarafa bırakıp müzik, özellikle halkmüziği boyutuna baktığımızda bir yığın kültürel,siyasi, ideolojik, müzikolojik ve estetik sorunlarlaiç içe girmiş ama bir o kadar da zengin vegerçekten ‘işe yarar’ değerler toplamı ile karşıkarşıya olduğumuzu görüyoruz. Şu soruları tartışmanınzamanı gelip de geçmiştir bile: Yerli vemillî olmak, yerli kalmak veya yerliliğin sürdürülebilirkültürel ve sosyolojik bir değer olarakyaşatılmasına katkıda bulunmak noktasında halkmüziğinin yeri ve önemi nedir? Bir başka söyleyişle,“türkü” kavramı adı altında ifade ettiğimizbu geleneksel birikimimiz “yerlilik” söz konusuolduğunda ne anlam ifade eder? Osmanlı seçkinlerininve musikişinaslarının büyük çoğunluğununzannettikleri gibi bu türküler, ezgiler, ilkel vekaba köylü nağmeleri midir gerçekten? Batıcılarınve modernistlerin zannettikleri gibi ‘çağdaşlığın’ve ‘modernliğin’ önündeki en büyük engelmidir? Ya da Cumhuriyetin ilk jakobenlerinindayattıkları gibi, “Batı’nın son musiki kurallarınagöre” çok seslendirilmek kayıt ve şartıyla ancakbir kıymetiharbiyesi olabilecek sıradan folklorikmalzeme midir?Böyle kısa bir sohbet çerçevesinde bu sorularıtüm boyutlarıyla cevaplamak elbette mümkündeğil, fakat bu soruların dürüstlük ve açıklıkla39eylül-ekim-kasım2011


Halk kültürünü ve halk müziğini “klasik” kavramınınyanına bile yaklaştırmamak, klasiği “Osmanlı/Türksanat musikisi” ile özdeş ve sınırlı görmek, bizim‘klasik’ besteci, müzik adamı ve aydınlarımızın‘klasik’ bir hastalığıdır. Behemehal tedavisigerekir…cevaplanması gerektiğini de unutmamalıyız.Efendim, isterseniz önceliğimiz müzik olsun,sizce yerli, mahallî veya yerel olan müziğin hangikodları işlenirse millî, kalıcı ve evrensel müziğekatkı sağlar?Şunu öncelikle ve altını çizerek vurgulamakisterim; bizim yerli, millî ve yerel değerlerimizinen başında müziğimiz, özellikle halk müziğimizgelir. Bu zengin tarihi ve kültürel mirasımızındil, İfade, üslup yönünden olsun; felsefesi, bakışaçısı, öncelikleri yönünden olsun; Türk edebiyat,sanat ve müzik değerlerinin en süzülmüş, saf verafine unsurunu teşkil eder. Kullanılan form, tür,makam, seyir, usül , ritm ve ezgi çeşitliliği; müzikalifade gücü; millî, dinî ve insani değerleriönceleyen soylu duruşu; tarihî, toplumsal ve bireyselmaceramızın tespit ve aktarımında oynadığırol; kullanılan çalgıların çeşitliliği ve -baştatemel enstrüman olan “bağlama” olmak üzereicrakapasitesinin üstünlüğü gibi hususlar, halkmüziğimizin ilk bakışta görebileceğimiz önemliözellikleri… Genel ve yaygın söyleyişle “türkü”dediğimiz, oldukça zengin çeşitli form, tür veiçerikteki eserleri bünyesinde barındıran “TürkHalk Müziği” birikimimiz; her yönü, her unsuruve her damarı ile “millî” musikimizin özünü, temelinioluşturduğu kadar, dünya müzik kültürünede anlamlı ve derinlikli katkılar sunma potansiyeliolan bir müzik türüdür. Bugün Türk KlasikMüziği, Türk Sanat Müziği gibi adlarla andığımızgeleneksel Osmanlı/Fasıl musikimizin en güçlü,orijinal, kalıcı ve nitelikli repertuvarı da; OrtaAsya’dan kona göçe, at sırtında en son Anadolu’yagetirip işlediğimiz bu tarihî müzik kültürümüzünözüne sadık kalınarak yapılan bestelerden oluşmaktadırdaha çok. Bu çizginin çağımızdaki enbüyük temsilcisi ise bestecilik yönünden SaadettinKaynak, enstrüman icracılığı yönünden TanburiCemil’dir. Yeri gelmişken bir cümleyle ifadeetmek isterim: Halk kültürünü ve halk müziğini“klasik” kavramının yanına bile yaklaştırmamak,klasiği “Osmanlı/Türk sanat musikisi” ile özdeşve sınırlı görmek, bizim ‘klasik’ besteci, müzikadamı ve aydınlarımızın ‘klasik’ bir hastalığıdır.Behemehal tedavisi gerekir…Bunları tespit ettikten sonra şunu söyleyebiliriz:Bu güçlü ve zengin geleneğin en esaslıve üzerinde durulması gereken damarı; ozan veâşıklarımızın çeşitli form ve türlerdeki eserleribaşta olmak üzere, ağıtları da içine alan bütünbir ‘uzun havalar’ repertuvarımız ile nefes veilahilerdir. Tabii sözlerdeki gerçek şiiriyetin yanındasüs, özenti ve gösterişten uzak sağlam birdil ve tasannudan uzak samimi ve insani yönünüde, üzerinde durulması gereken temel kodlar olaraksayabiliriz. Yalnız bunları, sizin deyiminizle“evrensel müziğe katkı” adına değil, geleneğiözünden koparmadan sürdürmek, yenilemek veÂkif’in söyleyişi ile “çağın idrakine söyletmek”adına önemsemeliyiz. Kültür, sanat ve müzikteevrenselliğin göreceli olduğuna, hatta bunun40eylül-ekim-kasım2011


üyük bir yutturmaca olduğuna inanan biri olarak-diyelim varsa bile- evrensel müziğe gerçekanlamda katkının da bu şekilde olacağını düşünüyorum.Peki, yerli enstrümanlarla millî müziğimizdebir devamlılık sağlamak sizce mümkün müdür?Elbette mümkündür ve zaten başka türlüsü demümkün değildir bana göre. Türküden uzaklaşmışbir bağlamanın, hele bağlamadan ayrı düşmüş birtürkünün dramını düşünebiliyor musunuz? Yalnızbunu, yerli olmayan hiçbir çalgı, hiçbir Batıenstrümanı millî müziğimizin icrasında kullanılamazanlamında söylemiyorum. Müziğimizin makam,seyir, üslup ve ifade yönüne halel getirmemek,asli ve belirleyici olmamak kaydıyla, bir renkve yardımcı unsur olarak girebilir. Ama mesela birbozlağı, barağı, semahı bağlamasız; barı, halayı davulzurnasız; horonu, yol havasını kemençesiz; gurbethavasını sipsisiz düşünmek mümkün değildir.Halk türkülerimizin yerli hayat tarzı, yerlidüşünce ve yerli kültürel kalıpların yaşatılmasıve aktarılması konusundaki misyonunda sizcebir değişiklik olmuş mudur?Temelde önemli bir değişiklik olmadığını düşünüyorum;değişikliğin ifade, üslup ve belli ölçüdeiçerikte olduğunu sanıyorum. Çünkü bizdehalk müziği, Batı’daki “folk müzik” örneğindegördüğümüz gibi, modern ve çok sesli çağdaş Batımüziğine hammadde oluşturarak ya da kaynaklıkederek misyonunu tamamlayıp toplumun müzikgündeminden silinmiş bir müzik değildir. <strong>Bizim</strong> türkülerimiz,ait olduğu ve içinden çıktığı halka talihinve tarihin çizdiği kaderin aynısını yaşamıştır. Dili,inancı, kutsalları, gelenek ve töreleri, kılık kıyafeti,yaşayış tarzı ve öncelikleri ile tarihin her döneminde“merkez”e uzak ve aykırı telakki edilen halk;tekke ve dergâhlarda dervişler, zakirler; köylerde,obalarda, serhatlerde ozanlar, bahşılar; şehirlerdeâşıklar eliyle ve diliyle, bazen öfkeli, bazen kederli,bazen coşkulu, ama hep sarsılmaz bir inançiçerisinde samimi ve yürekten türküsünü söylemeyedevam etmiştir. Bugün de olan büyük ölçüdebudur. Yesevi dergâhında neşet eden ruhun,Anadolu’da Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, PirSultan, Karacoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Sümmani,Şenlik, Âşık Veysel, Mahzuni, AbdurrahimKarakoç, Neşet Ertaş gibi ozan, âşık ve şairlerledevam ettiğini görüyoruz.Efendim sizin çalışmalarınızdan söz etsek birazda; yazılar, kitap çalışmaları, TV programları,konserler filan derken hayli yoğun olduğunuzutahmin ediyorum.Okuma, yazma, çalıp çığırma ve konuşmayıbir arada götürmeye çalışıyorum. Üzerinde çalıştığımmüzik üzerine denemelerden oluşan birkitabı bu ay bitirdim. Osmanlı dönemi sosyalhayatında halk ve müzik konusunu incelemeyiamaçlayan bir kitap üzerinde çalışıyorum uzuncabir süredir. Güze doğru biter inşallah. Zaman zamanyurt içinde ve yurt dışında konserler, resitallerve açıklamalı konser/konferans türü etkinliklerimoluyor. Ülke Televizyonunda her Pazar 21.00’decanlı olarak ekranlara gelen Salkım Söğüt adlı birhalk müziği programı hazırlayıp sunuyorum. Meraklılarınabu vesile ile duyurmuş olalım. Türkülerimizieğip bükmeden, bir şeylere alet etmeden, onlarüzerinden bir hesap içerisinde olmadan, hasbiceçalıp çığırmaya, dilimizin döndüğü, aklımızın erdiğikadarıyla da çalıp söylediğimiz türküleri anlamayave anlatmaya çalışıyoruz. Çok değerli dört sanatçıarkadaşımla beraber, her kesimden ve her meşrepteninsanların izlediği bir meşk programı sunuyoruztürkü dostlarına.Zevkle izlenen, seviyeli bir program. Yıllar öncehazırladığınız Gönül Dağı programının bıraktığıboşluğu yine siz, bu sefer Salkım Söğüt’le dolduruyorsunuz.Sağ olun, var olun. Bize zamanayırdınız.Asıl ben size teşekkür borçluyum; kısa da olsadüşüncelerimizi, yapıp ettiklerimizi çok değerli<strong>Bizim</strong> Külliye okuyucuları ile paylaşma imkânıverdiniz. ■41eylül-ekim-kasım2011


NEVZAT KÖSOĞLUile yerlilik ve yerellik üzerineFarklı dönemlerde ayni beldede yaşamışlar arasındatabii ki anlayış farklılıkları olur. Bu, zamaniçindeki değişmelerden doğar; hem insanhem belde için. Kuşaklar arasındaki, çatışmaboyutunda olmasa bile anlayış farklılıkları da budeğişmelerden doğmaktadır.KEMAL BATMAZNEVZAT KÖSOĞLU7 Ekim 1941 tarihindeErzurum’un İspir ilçesinde doğdu.Liseyi Erzurum ve Karabük`te okudu.İ. Ü. Hukuk Fakültesi’ni ve İ.Ü. İktisatFakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nübitirdi. 1964`te gazeteciliğe başladı.Babıali`de Sabah gazetesinin Ankaratemsilciliğini yaptı. Yedek subayolarak askerliğini yaptıktan sonra,avukatlık mesleğimin yanı sıra Söğütdergisini çıkardı. Ötüken Neşriyat`ıkuranlar arasında yer aldı ve yönetti.1977 genel seçimlerinde Erzurummilletvekili olarak meclise girdi. 12Eylül Harekâtından sonra bir buçukyıl tutuklu kaldı. Yayıncılıkla uğraştı.14 ciltlik Büyük Türk Klasikleriniyayınladı. Kültür Bakanlığı adına30 ciltlik Türkiye Dışındaki TürkEdebiyatları projesini yürüttü. TürkOcakları Eğitim ve Kültür VakfıBaşkanlığı yaptı. TBMM 2009 YılıÜstün Hizmet Ödülü’ne layık görüldü.Sayın Hocam, Metin Enç’in Uzun Çarşının Uluları,Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Ahmet TuranAlkan’ın Altıncı Şehir’i, Özkan Yalçın’ın Yedinci Şehir’ive sizin Geçmiş Zaman Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleriisimli eseriniz; yaşadığımız şehri sahiplendiren, şehirlerimizedikkat çeken eserler. Yalnız şehirlerimize mi, oradakiyerel hayata, orada hayat sürenlere de dikkat çekiyorlar.Bir şehirli olmanın, bir şehirli ile hemşeri olmanın zevkiniaşılıyorlar bizlere.Siz de; eserinizde içinde olduğumuz ama fark edemediğimizgüzelliklerin izini sürmüşsünüz. Geçmiş ZamanPeşinde Yahut Vaizin Söyledikleri’nden yola çıkarak ilk sorumuzuyönlendirmek istiyorum: Böyle bir eseri yazamayaneden ihtiyaç duydunuz? Sizce bir mekâna, beldeye ait olmanınve bunun bilincini taşımanın kazanımları nelerdir?İnsan zorunlu olarak bir beldeye mensuptur; bu, genişleyerekbir vatana mensubiyet hâlini alır. Belde derken, enaz coğrafya kadar kültürü de kastediyorsak ve yeterince kişiliğimizesindirebilmişsek, bir beldeye mensubiyet şuur veheyecanıyla, kökü güçlü ağaçlar gibi oluruz; kolay devrilmeyiz.Doğup büyüdüğümüz belde, normal hâllerde zihnimizdepek yer etmez, daha doğrusu onun varlığının pek farkındaolamayız. İnsan o çağlarında bulunduğu belde ile bir çeşitbütünleşmiş olarak yaşar. Sonra ayrılıklar başladıkça, yani42eylül-ekim-kasım2011


Yaşadığınızcoğrafyanın,beldenin yenidenkavranması,kazandığınızdeğerlerleonun yenidenyapılandırılması,hatıralarınızın dacanlanıp yenidenyaşanmasınısağlar.o bütünden koptukça, beldeye geri dönüşler başlar.Bu geri dönüşlerde hem insanda hem çevrede değişmelervardır. Bu değişmeler eskiye hasreti doğururve onu güzelleştirir.Yaşadığınız coğrafyanın, beldenin yeniden kavranması,kazandığınız değerlerle onun yeniden yapılandırılması,hatıralarınızın da canlanıp yenidenyaşanmasını sağlar.Aynı yerel çevreyi paylaşan insanlar, oradafarklı zamanlarda bulunmalarından dolayı yerellikve yerlilik anlayışlarında da farklılık gösterebilirlermi? Daha doğrusu, yerellikte ve yerliliktekuşaklararası bir çatışma da söz konusu mudur?Farklı dönemlerde ayni beldede yaşamışlar arasındatabii ki anlayış farklılıkları olur. Bu, zamaniçindeki değişmelerden doğar; hem insan hem beldeiçin. Kuşaklar arasındaki, çatışma boyutunda olmasabile anlayış farklılıkları da bu değişmelerdendoğmaktadır.Beni, zaman zaman hayalimden geçip duran buçocukluk hatıralarımı yazmaya Vaiz zorladı.Evrensel ile yereli nitelendirecek olursak “eskiolana “yerel”, “yeni” olana da “evrensel” diyebilirmiyiz?Hayır, evrensel yahut yerel olanın, eskilik yenilikledoğrudan bir ilişkisi yoktur. Eski sayısız değerlervardır ki evrenseldir; yeni birçok şey vardırki, yerel bile olmadan silinip gitmektedir. Manevideğerler bakımından evrensel olan, insani olandır,yani insani olan bütün değerler, insan var olduğusürece ve insanın olduğu her yerde geçerli olan değerlerdir.Ancak kültürlerin çok ilkel olduğu yerlerdebu değerlerin hiç değilse bir kısmının farkınavarılamadığı söylenebilir.Millîlik ile yerellik, yerellik ile evrensellik arasındanasıl bir bağ vardır?Millî olunmadan evrensel olunamaz. Millî olanda, bazen yerelden gelerek millîleşir, bazen millîdenyerellere geçerek kendisini kabul ettirir.Yerel olan kutsiyet arz eder mi? Neden?Kutsiyetten dokunulmazlığı kastediyorsanız,böyle bir şey söz konusu değildir.■43eylül-ekim-kasım2011


D. MEHMET DOĞANile yerlilik ve yerellik üzerineEdebiyatımızın geçmişinde mahallî renklervardı, fakat bu övünülecek bir şey olarakgörülmezdi. İstanbul merkezli edebiyata karşıAnkara, mahallîliği çıkardı. Memleketçilik,köylülük/köycülük ve bunların üzerindenyapılan edebiyat, eninde sonunda yineİstanbul’un tasdikine, tasvibine muhtaçtı.AHMET FARUK GÜLERD. MEHMET DOĞANAnkara/Kalecik’te doğdu (1947). SBFBasın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan 1972yılında mezun oldu. Türk Tarih KurumuYeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde(1972-1974), Dergâh Yayınları’nda(1975-1977), TRT Kurumu’nda (1977-1978) çalıştı. Türkiye Yazarlar Birliği’ninkuruluş çalışmalarını yürüttü. 1980’deKültür Bakanlığı Sinema Dairesi’ndesözleşmeli fi lm yapımcısı ve senaryo yazarıolarak çalıştı. Film Denetleme Kuruluüyeliği yaptı. Birlik Medya A.Ş.’nin Genelmüdürlüğünü yaptı (1994-1996). TBMMtarafından Radyo ve Televizyon Üst Kuruluüyeliğine seçildi (1996-2005). Hareket,Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim veSanat, İzlenim ve Nehir dergilerindeyazdı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisive Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınınıyönetti. Uzun süre Türkiye YazarlarBirliği’nin genel başkanlığını yürüttüD. Mehmet Doğan’ın eserlerinden bazıları:Büyük Türkçe Sözlük, Batılılaşma İhaneti,Dil kültür yabancılaşma, Türkistan TürkiyeGergefi nde İran, Darbeler Müdahaleler veSiyasi Sistem, Camideki Şair: Mehmet Akif,Halka Karşı Demokrasi, Tarih ve Toplum,Bir Lügat BulamadımYerelliği ve yerliliği nasıl tanımlıyorsunuz?Mahallî olmadan “yerli” yani, millî olunabilir mi? Malum,yerli, yabancının zıddı. Yabancı söz konusu olunca, yerli ilemahallî eş anlamlı olabiliyor. Mahallî zaten yerlidir, yerlininmevziî olanı, yani bir yere has olanı. Mahallîlik, hadi diyelimki “yerellik”, günümüzde kolay kolay elde edilebilecekbir vasıf değil. Son yüzyıl, daha daraltalım, son yarım yüzyılve hatta son çeyrek yüzyıl… Değişim o kadar hızlı ki, değilmahallîyi, millîyi dahi silip süpürüyor.Yeni iletişim cihazları…Televizyon…İnternet…Kürenin bütününü etkileyen bir gelişme gösteriyor. Mahallilikve millîlik sentetik bir renk olarak bu cihazları ilgilendiriyor.Gerçek mahalliliği ve millîliği düzleyip geçiyor.Lisan sınırları kalkıyor. Derinlemesine değil ama sığ birortak kültür, dil oluşuyor.Türk edebiyatında bu türden bir edebiyatın varlığını nasılortaya koyabiliriz?Edebiyatımızın geçmişinde mahallî renkler vardı, fakat buövünülecek bir şey olarak görülmezdi. İstanbul merkezli edebiyatakarşı Ankara, mahallîliği çıkardı. Memleketçilik, köylülük/köycülükve bunların üzerinden yapılan edebiyat, enindesonunda yine İstanbul’un tasdikine, tasvibine muhtaçtı.Yerellik ne zaman bir nitelik kazanır?44eylül-ekim-kasım2011


MUSTAFA MİYASOĞLUTopluma yabancılaşanServet-i Fünunromancıları, kendihülyaları ve hayaldünyaları içindeyalnız gelenektenkopmakla kalmaz,yerelden evrensele deulaşamazlar. Bu gerçekuzunca bir zamandikkate alınmamış,romancılarımızsanal dünyalardadolaşmışlardır.Hikâyesi olan bütün “anlatı” metinlerininbugünkü manada edebî değer taşıyan örnekleri,Batı Avrupa’da Rönesansla birlikte yenibir form kazanmaya başlamış ve bunların adıda hikâye ve roman olmuştur. Bilim ve felsefehakikat aşkına konu olmaktan çıkıp Aydınlanmaideolojisinin söylemlerini yeni nesillere aktarmaaracı hâline geldiği gibi, edebiyat türleriyle tiyatroda bu maksatla yeniden ele alınmış ve romanda tam bu sırada teşekkül etmiştir. Cervantes’inDon Kişot adlı eserinin romana ilk büyük örnekolması sebepsiz değil. Daha sonra VictorHugo’nun Sefiller adlı romanı bu türün yaygınlaşmasındaçok etkili olmuştur.Bu dönemde, tiyatro yanında roman ve hikâyede Aydınlanma ideolojisini benimsemiş filozoflartarafından yeniden ele alındı. İbn Tufeyl’in HayyBin Yakzan adlı felsefi eseri, 14. yüzyıldan itibarenBatılılar tarafından pek çok dile çevrildiğiiçin Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe adlı46eylül-ekim-kasım2011


eseri bunun etkisiyle yazıldı. J. J. Rousseau ileVoltaire’in Aydınlanma düşüncesini yaymak içinroman türünden yararlanmaları, çok dikkate değerbir tavır olmuştur.Roman türünün bu toplumun Batılı değeryargılarıyla yeniden yapılanma çabasına giriştiğiTanzimat döneminde edebiyatımıza girmesitesadüf değildir. Çünkü bu türün oluşumunda bireyselliğingelişimini teşvik çabasının başat birtavır oluşu göze çarpmaktadır.Öte yandan, edebî bir geleneğe yaslanmak zorundaolan bütün yazı türleri gibi roman da hembu toplumun “anlatı geleneği”ne yaslanmış hemde içinde yaşadığı insanların hayatını konu edinirkenonların yerli bir nitelik taşımasına özengöstermiştir. Bunu Yahya Kemal’in Batılı kalıplarıyerlileştirmek için söylediği “mekteptenmemlekete” sözü ile özetlemek de mümkündür.Bu anlamda yerelden evrensele ulaşamayanınözgün bir tavrı olamaz.Kısacası, edebî bir eserin kendi geleneğiyleolduğu kadar içinden çıktığı toplumun yerel unsurlarıylada ilişkisi olması gerekir. Öteki türlüeser ruhen yabancılaşmış olur.Roman türü ve bizdeki örnekleriHer kültürün kendini ifade eden edebî türler veörnek metinleri var. Bizde “kitap” kavramı, BatıAvrupa’da Rönesanstan sonra gelişen “roman”kavramına benzer bir niteliği olduğu söylenebilir.Bu anlamda ikisinde de bütünlük söz konusu.Yazılı Türk edebiyatının ortaya çıktığı dönemde,Kutadgu Bilig’i yazan Yusuf Has Hâcib, fert vedevlet için mutluluk kaynağı olan ölçüleri, sembolikbir hikâye içinde, kavramları kişileştirerekortaya koyuyordu. Daha sonra “kitap” kavramıylaifade edilecek ve Farsça ifadesiyle her biri birer“nâme” ekiyle belirtilecek türler ortaya çıkacaktı:Gazavatnâmeler, Selçuknâmeler, Siyasetnâmeler,Pendnâmeler, Nasihatnâmeler, Menâkıbnâmeler,Seyahatnâmeler ve Sefâretnâmeler...Divan edebiyatının klasik mesnevi konularındaortaya koyduğu yüzlerce mesnevi ile Köroğlu,Kerem ile Aslı ve Âşık Garip gibi halkedebiyatı hikâyeleri yanında Hacı Bektaş Veliile Eşrefoğlu Rûmî’nin tekkeler çevresinde gelişenmenâkıbnâmelerinide dikkate almak gerekir.Yalnız destanî halkhikâyelerine değil, Leylaile Mecnun ve Ferhat ileŞirin gibi klasik mesnevihâlinde bütünlük gösterenmanzum eserlerede “dâsitân” dendiğinide hatırlatalım. DedeKorkut’un birbirine bağlıanlatılan hikâyelerini bir“mukaddime” ile toplayanmetnin adı da öyledir:Kitâb-ı Dede Korkutâlâ Tâife-i Oğuzân...Kıssa, mesel, letâif,menâkıb ve tabâkat kitaplarıile klasik mesneviler;aşk, kahramanlık hikâyeleriyle Hamzanâmelerve meddah hikâyeleri yanında Hançerli Hanım,Tayyarzâde gibi IV. Murat döneminden sonraörneklerine sık rastlanan taşbaskısı İstanbulhikâyeleri bize ait metinlerdir. Yurt dışında görevyaptığı sırada Aziz Efendi’nin bu türlerin yolundayazdığı Muhayyelât’ı, Tanzimattan öncekibize özgü hikâye ve roman örnekleridir.Roman adıyla Batılı ülkelerde gelişimini tamamlayanbu tür bize gelmeden önce de edebiyatgeleneğimizde ona benzeyen “anlatı” türlerivardı. Mesnevilerle halk hikâyeleri bunların enyaygın örnekleri olarak anlatı geleneğimizi yerelunsurlarla yaşatmaya çalışırlar.Tanzimat yazarları bu türün yerli örnekleriyleyabancı örneklerini kendilerince bir bileşimeulaştırarak yeni tarzda hikâye ve romanlar yayınladılar.Bunlarda geleneğin izi ile Batılı örneklerintür özellikleri yanında Batılılaşan yerel hayatsahneleri de görülür.Aydınlanma Çağında Avrupa’da roman türünasıl bir fonksiyona sahip olmuşsa, Tanzimat dönemiromanları da benzer bir fonksiyon üstlenmiştir.Servet-i Fünun romancıları ise, dil ve anlatımdabüsbütün Fransız romanını örnek almışlarve cümle yapısında bile ustalarının yolundaolmuşlar, onların anlatımını dilimize uyarlamaya47eylül-ekim-kasım2011


çalışmışlardır.Tanzimat yazarlarından özellikle Namık Kemalile Ahmet Mithat Efendi, bize özgü bir sentezinpeşinde olurlar. Eğer Batılı bir tavrın dayatılmasındansöz edecek olursak, bunu Servet-iFünun yazar ve şairleriyle birlikte ele almakgerekir. Recaizâde Ekrem’in yazdığı Tâlim-iEdebiyat adlı kitap bunun çerçevesini çizer. Biryandan Batılı edebî türleri öğretirken bir yandanda körü körüne Batılılaşma eğilimlerini ArabaSevdası’nda açıkça eleştirir.Hâlbuki başta destani tarihlerle halk hikâyelerive menâkıbnâmeler olmak üzere, pek çok Osmanlımetni, Muhayyelât yazarı Giritli Aziz Efenditavrıyla yeniden ele alınarak dönüştürülmeye,yeni bir dünyanın oluşumunda yeniden değerlendirilmeyebaşlansaydı, elbette çok başka ve kendimizeözgü bir romanımız olurdu. Bazı konulardaTanzimat dönemi yazarları bunları denemeyeçalıştılar; Kıssadan Hisse ve Letâif-i Rivâyât adlıkitaplarıyla Ahmet Mithat Efendi bunu denemeyeçalışır, ama yalnız kalır. Hatta Don Kişot’abenzer bir tarzda, okuduğu kitaptaki olayları yaşamayaçalışan Çengi romanındaki Dâniş Çelebiadlı mirasyedi ile Muhayyelât’ı yanlış anlayanlarıneleştirisini ortaya koyan Ahmet Mithat bunuşuurla sürdürür. Bu tip ancak Tanzimattan sonrakihayatımızda dikkati çeker hâle gelmiştir.Mizancı Murat da Tanzimat edebiyatınıneleştirisine girişirken haklı şeyler söyleyerekTurfanda mı Yoksa Turfa mı adlı romanında yenineslin hayata ve topluma bakışını ele alır ve yeniteklifler ortaya koyar. Fakat Tanzimat yazarlarıgibi Servet-i Fünun dönemi romancıları toplumunsözcüleri olmak iddiasında bulunduklarıhâlde, özenmeye çalıştıkları Batılı sanatçılardanhaberdar değil gibidirler. Çok politize olduklarıiçin, İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, “Osmanlıİmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı”nı yaşadıklarıhâlde, dar bir çevreden kurtulup topluma açılmayıbaşaramaz, devletin yıkıldığını ve sosyaldeğerlerin sarsıldığını göremezler. Bu yüzdende çağdaşları olan Batı Avrupa yazarlarını anlayamaz,Çarlık Rusyası’nın çöküşünü anlatırkendünya çapında eser veren romancılar gibi yazmayıbaşaramazlar.Topluma yabancılaşan Servet-i Fünun romancıları,kendi hülyaları ve hayal dünyaları içindeyalnız gelenekten kopmakla kalmaz, yereldenevrensele de ulaşamazlar. Bu gerçek uzunca birzaman dikkate alınmamış, romancılarımız sanaldünyalarda dolaşmışlardır.Çağdaş Türk romanı ve anlatıgeleneğimizMesnevilerle halk hikâyelerini okuyarak yazıhayatına atılan Tanzimat yazarları bu türün yerliörnekleriyle yabancı örneklerini -bilerek bilmeyerek-bir bileşime ulaştırarak hikâye ve romanlaryayınladılar. Toplumun ve tarihin içinden insanımızıyakalamak istediler.Avrupa’da roman türü nasıl bir fonksiyonasahip olmuşsa, Tanzimat romanı da benzer birfonksiyon üstlenmiştir. Özellikle Namık Kemalile Ahmet Mithat Efendi, sosyal, beşerî ve tarihikonu alan romanlarıyla gelenekle yerelliğinpeşinde görünürler. Recaizâde Ekrem’in ArabaSevdası adlı romanı, körü körüne Batılılaşmaeğilimlerini eleştirirken çağdaş Türk romanınıngenel özelliklerine zemin hazırlar. Servet-i Fünunromancılarının ise, dil ve anlatımda büsbütünFransız romanını ve cümle yapısını örnekaldıklarını yukarıda belirtmiştik. Halit Ziya veMehmet Rauf çağdaş Türk romanının öncüleriolurlar. Bunların gelenekten faydalanmak gibibir dertleri yoktur.Çağdaş Türk romanın ana ekseni, Batılılaşmaylabirlikte topluma sunulmaya çalışılan yenideğerlerin oluşturduğu ferdî ve sosyal sarsıntılarçevresinde oluşan tartışmalardır. Bunlar da Tanzimatve Meşrutiyet dönemlerinde ortaya çıkanve yeni edebiyata paralel olarak gelişen sosyalve siyasi olaylarla çok yakından ilgilidir. Herşey sebep-sonuç ilişkileri bakımından bir zihniyetdeğişimiyle ortaya çıkmış, jakoben devletanlayışıyla pozitivist dünya görüşünden oldukçaetkilenmiştir. Bunun toplumda olduğu kadar romanlardakiyansımalarını anlayabilmek için çağdaşTürk romanı diye nitelendirilen eserleri dikkatleincelemek ve bunların toplumdaki yöneticiaydınları nasıl etkilediklerini bilmek gereklidir.Bunlara bakarak, Türk romanının hem gelenek-48eylül-ekim-kasım2011


ten ve hem de kendi toplumundan uzak geliştiğisöylenebilir.Tek romanlarıyla da olsa romancı bilinenRecaizâde Ekrem, Samipaşazâde Sezai, NabizâdeNâzım ve Mizancı Murat gibi şahsiyetler, edebiyatgeleneğimizle olduğu kadar Tanzimat dönemindeyazılan romanlarla da ilgili olmadançevrelerini anlattıkları görüldü. Bu romanlarınçevrelerindeki insanları nasıl sağlam bir tavırlaanlattığı sonraki yıllarda önemsenmedi. YakupKadri, Halide Edip ve Reşat Nuri gibi çağdaşTürk romanının Cumhuriyet ideolojisiyle bütünleşmesineyardımcı olan romancılar, ne bugeleneği ve ne de çevrelerini önemsediler. PeyamiSafa, Abdülhak Şinasi Hisar ve AhmetHamdi Tanpınar çağdaş Türk romanının bağımsızlaşmasınave eleştirel gerçekçi bir tavrıbenimsemesine yol açtı. Kemal Tahir, TarıkBuğra ve Attila İlhan da bunu gelenekle ve tarihşuuruyla bütünleştirdi.Edebiyat geleneğimizde romanın kaynaklarıyeterince olmadığı fikri ve özellikle bu türünBatılı bir ruhla geliştiği düşüncesi, belki de anlatıgeleneğimizden yararlanacak yazarların önündeen büyük engel. Hâlbuki kendi geleneğini veçevresini gözleyen işini bilir.İstanbul hayatı ve AnadoluromanlarıBatı tipi Türk romanından önceki anlatı metinlerininile meddah ve halk hikâyelerinin konusugenellikle İstanbul hayatını ele alırdı. Karagöz’lehalk hikâyelerine de konu olan Leyla ile Mecnunve Ferhad ile Şirin gibi klasik konularla Keremile Aslı gibi hikâyeler dışındaki metinlerinhemen hepsi İstanbul hikâyeleri gibidir. AhmetMithat Efendi’den sonra İstanbul dışındaki günlükhayata karşı hikâyeci ve romancı alâkasınıngeliştiğini görüyoruz. Nabizâde Nâzım’ın Karabibikile Mizancı Murad’ın Turfanda mı YoksaTurfa mı adlı eserlerinde Anadolu’daki köylü hayatıbaşarıyla ele alınır.Bunlardan 20 yıl sonra vali romancımız EbubekirHâzım Tepeyran’ın Küçük Paşa adlı köyünedönen delikanlının hikâyesini anlatan romanı,belki ilk ciddi Anadolu romanıdır. Meşrutiyettensonra köylünün hayatında iyileşme umudunutaşıyan yazarın bu iyimserliği, daha sonraReşat Nuri ve Halide Edip gibi yazarların romanlarındada görülür. Fakat Yakup Kadri’ninYaban’ı, Anadolulu emir erinin köyüne gidenİttihatçı bir subayın karamsarlıklarını anlatmasıylabaşka bir çehreye bürünür. Cumhuriyetinresmî ideolojisini yaymak amacıyla yazılanve Müslüman halkı karalamaya çalışan YeşilGece ve Vurun Kahpeye adlı romanlar, YakupKadri’nin açtığı yolda karanlık bir Anadoluportresi çizmeye çalışır.Cumhuriyet döneminde yazılan bazı romanlarındoğrudan Anadolu’yu konu almaları,başlangıçta sadece İstanbul’da geçen olaylarınanlatıldığı roman türüne yeni bir açılım getirmiştir.Halide Edib’in Ateşten Gömlek, ReşatNuri’nin Çalıkuşu ve Yakup Kadri’nin Panoramaadlı romanları bunların başında gelir. Tabii herbirinde farklı görüş ve tezler var.Halit Ziya, Refik Halit ve Sabahattin Ali gibiyazarların çeşitli sebeplerle taşrayı anlattığınıgörüyoruz. Peyami Safa romanlarıyla İzmit’e kadarda açılır. Daha sonra Memduh Şevket Esendalile Nahit Sırrı Örik’in Ankara’yı konu edinenromanlar yazdığını, Köy Enstitülü romancılarınköye yönelip Orhan Kemal ile Kemal Bilbaşer’iörnek alarak Anadolu romanları yazdığını görüyoruz.Kemal Tahir ve Tarık Buğra ile M. NecatiSepetçioğlu kendilerine özgü birer romandili geliştirirken Osmanlı tarihçilerinden nasılyararlanmışsa, Anadolu insanını konu edinenMehmed Niyazi ile Mustafa Kutlu da kendilerinegöre birer yol tutturdular. Anadolu’yu anlatanAnadolu kökenli yazarların her biri kendi yollarınıbulacaktır elbet...Bu arada İstiklâl Savaşı’nı konu alan KemalTahir’in Yorgun Savaşçı, Samim Kocagöz’ünKalpaklılar ve Tarık Buğra’nın Küçük Ağa adlıromanlarıyla Anadolu şehirleri başka bir yöndengündeme gelmiştir. Daha sonra Sosyal Gerçekçi,Milliyetçi ve İslâmcı yazarların her biri doğupbüyüdükleri çevreyi iyi anlattıklarını, eserlerinindil ve anlatım özellikleriyle roman geleneğimizdekendilerine yer bulduklarını ve başarılı olduklarınıgörüyoruz.■49eylül-ekim-kasım2011


BİR ARA İSTASYONDU YAZEridi zamanın havuzundaGüz kalıbına döküldü güneşBen gerce köyünden musa kızı murazHer âşığına bir türkü düşen bu yerlerdenKendimi göç’e kendimi güç’e hazırlamalıyımDil hanesinde yetmiş kırat bir veda sözcüğüGurbet bu yana düşerGözlerimi erciyes’e ayarlamalıyımGurbet derimizin altında uzayıp giden bir damarEvvelimiz baharsa da ahırımız kışYatak yorgansız görülen düşEylülde düşer kirpiklerime ayazBakmayın hatıra fotoğrafındaki ala yeşileİçimiz siyah dışımız beyazGurbet nüfus cüzdanımızda çıplak gözle görünmeyen haneBen gerce köyünden ömer oğlu kemalŞükrü talim eylemişsek de ekmeğimizin mayası kahırDilimiz lalKulağımız sağırGündüzleri karpit lambası geceleri ampulÖnce allah’a asansöre emanetiz sonraİçi insan dolu bavul-Kemal, arabayı ben sürerimkestir birazBesmele terk etti soframızıCumadan cumaya namazımızGeçen gün hoca söyledi- Bu ne iştir arkadaşlar, bir fatihayı kırk kişi bölüşürCisminizden hafif, boyunuzdan küçük inancınızCevap verdi Samsunlu- Buna da şükürYollar birleşirYollar ayrılırYollar yıllara yayılır-Mucur’dan çıktık mı kemal?Radyoyu aç birazGurbet dağların ardıGurbet ekmeğin ele gelen yanıBen gerce köyünden musa kızı murazİşte geldik gidiyoruzBir ara istasyondu yazMAHMUT BAHARFelek kahpe ya da mertHepimizde aynı dertTütününe dumanına alıştıkHayaline serabına alıştıkEkmeğine suyuna alışabilseydik bir deGrizu korkusuna alıştığımız gibiSöylemişti babam: mutluluk bir elmaya benzer oğulGurbet güneşi elmamızı kızartmazMinaraler sesimizi allah’a en son biz duyuralım diye kısadırEzansız biliriz gurbet ilde şafağı sabahıÇocuklarımızı nasıl biliyorsak izansızDuyduk ki ahmet’in kızı bir alman’a kaçmış<strong>Bizim</strong> gelin de yunanlıBir hısımlık peyda oldu kiMuhammet’siz mustafa’sız50eylül-ekim-kasım2011


SAKLAMBAÇbir pusula bırakıp iltica ediyorum karanlığasaklanıyorum gecenin yüreğinekorkularım yankılanıyor baykuş ötüşlerindekaranlığın gözleriyle görüyorumsevenlerin meraklı arayışınıbulmalarını istemiyorumannem sesleniyor ve herkes…deniz yükseliyor, dalgalar çekmek istiyor dibetutunuyorum bir dala, iniyorum oyunun kalbineneden hep ben ebe oluyorumkoşuyorum, göremiyorumen sevdiğim oyun kâbusum oluyor-bir ses işitiyorum sahte ninni söyleyenkendininnimi söylüyorumkaderimin beşiğini sallarkenarz sallanıyorelma dersem gelarmut dersem yine gel/sakla beni yüreğine/NİHAN IŞIKER51eylül-ekim-kasım2011


KABUKKendini içine saklayanBir kılık bulduEn çok heves edilen vitrinlerdenYüzler, binler geçer işlek caddelerdenÜniformasız ama birörnekŞeffaf sıfatıdır cebimizden sızanGerekçeli George Orwell kehanetleri:Sene bindokuzyüzseksendört,Doksandört,İkibindört.İkibinondört...SEVAL KOÇOĞLU52eylül-ekim-kasım2011


OĞLUM SORDUĞU ZAMANOğlum günün birinde bana sorduğu zaman ki birgün mutlaka soracakNerelerde bulunduğumu, neler yaptığımıHangi kadınları sevdiğimiNeleri hayal ettiğimi, hangi kitapları okuduğumuSık sık kavga edip etmediğimi, hangi tablolara baktığımıİşte bir gün bütün bunları bana sorduğu zamanYemin ederim ki anlatacağım onaAklı olana bir defa düşmenin yettiği benimse defalarca düştüğümÇocukluğumun geçtiği o evin bahçesindeki kiraz ağacınıUçka’nın tehditkâr uğuldayışınıGururlu serflerin kilometrelerce süren yürüyüşünüOlgun kadınların bekâr odalarında bıraktıkları iyotlarıSana ait olmayan şehirlerin bitmeyen asfalt yollarınıParasızlığı, gençlik çağının ufuksuzluğunuÇılgın insanları ve onların öldürücü gayeleriniYalnızlığın yerini alan söz sanatınıBeyhude harcanan bir zamanın ürünü olarak dünya edebiyat tarihiniİsa’nın çilesini sonsuz bir kesimevi gibi şekillendiren resim üstatlarınıDaha fazlasını da anlatacağım ona -bir gün bana sorduğu zaman-Büyümek için acele etmemesiniİnsanlara karşı uyanık olmasınıSevmesi gerektiğinde sevmesiniKendini mecbur hissetmemesiniAyrıca ona Bosna, Hırvatistan ve Filistin’de neler olduğunuRuanda’yı anlatacağımIrak ve Afganistan’ı da anlatmadan geçmeyeceğimZamanı geldiğinde bütün Amerikan başkanları hakkında da bilgi sahibi olacakEn ince ayrıntılarına kadar tanıyacak George W. Bush’uBenim oğlum kendi annesini ve başka anneleri de tanıyacakBütün ulusların ataları hakkında bilgi sahibi olacakDünyada olup biten her şeyin başı ve sonunu tüm detaylarıyla analiz edebilecekFilm ve müzik tarihini de inceleme fırsatı olacak her hâlükârdaSıra dışı konuları da bilecekBütün yaşayan ve ölmek üzere olan dilleri de...İnsan ruhunun karanlığı, müzik dâhilerinin coşku ve sezgileriHakkında aydınlatacağım onuEzbere bilecek ünlü filozofları ve hayatlarınıNietzsche ve Schopenhauer sevimsiz gelmeyecek onaÇağların hayaletleri hakkında her şeyi bilecek benim oğlumOğlum günün birinde bana sorduğu zaman ki birgün mutlaka soracakOna bilimin neye hizmet ettiğini anlatacağımERVIN JAHIĆ (Ervin Yahiç)*Uçka (Učka):Hırvatistan’dabir dağ adı.53eylül-ekim-kasım2011


M. HÂLİSTİN KUKULZahmeti, endişeyi,çileyi, muhakemeyi,murakabeyi,muhasebeyi,tereddüdü, terkibi...bu “fikir” üstüne inşaederek bina yükseltilir.Basit ve alelade vesüfliden uzak, “hakikiaşk” ile donanımlıbir bina olmalıdır bu.Yoksa “mükemmellik”adına ortaya hiçbir şeykonulamayacağı gibi,yapılanlar da sadece“eziyet” olmaktanbaşka bir manataşımaz.Şiire rağbet, hakiki şiire duyulan hürmetveya hasretten mi, yoksa cehaleti perdelemeyihedef alan bir niyetten mi bilmiyorum, dergilerimiz,öylesine dolu ki, her biri âdeta “rekâket”tebirbirleriyle yarışıyor.Yarış amma ne yarış! Ahenk yok, biçim ucube,bedii endişe, mana duyarlığı, iç muhasebe, mevzubütünlüğü... ara ki, bulasın! Hani, -arzu etmiyorumamma- yabancı kelimelerle diyeyim, “absürde”üstü “banal” ! Al sana, şiir!Bir sandalyeyi, bir sehpayı veya bir minderi,yastığı veya sacayağını yapan kişi bile, yaptığı şeyiallayıp pulluyor da, bir şair veya edibe, şiir gibi birüst sanat dalına çalakalem, alelacele girişiyor ve“İşi bitirdim!” diye de öğünüyor, anlaşılacak gibideğil!Şiir; sadece ham/kuru hayal bile olsa, böyle olmaz.Ona; muhakeme gerekir.Mükemmellik heves, arzu ve hedefi bulunmayanbir kişinin, “mükemmel şiir” vücuda getirdiği /getirebileceği söylenebilir mi?Ondan, “aşkı ve aklı” çıkarırsanız veya ona,bu ikisini katmasını bilemezseniz, orada sadece“posa” bulunur.Şiirde, “öz”e inmesini bilebilmelidir şair; bu54eylül-ekim-kasım2011


manada, “samanda sütü görebilmeyi” hedef almalıdır.Bilinmelidir ki; her “fikir” bir estetik/bedii/ güzellikanlayışına (şiirde, poetikasına) sahiptir.Zahmeti, endişeyi, çileyi, muhakemeyi, murakabeyi,muhasebeyi, tereddüdü, terkibi... bu “fikir”üstüne inşa ederek bina yükseltilir. Basit ve aleladeve süfliden uzak, “hakiki aşk” ile donanımlı birbina olmalıdır bu. Yoksa “mükemmellik” adına ortayahiçbir şey konulamayacağı gibi, yapılanlar dasadece “eziyet” olmaktan başka bir mana taşımaz.Muhakkaktır ki, bir şiirin- bir eserin- ortayaçıkarılması kolay bir iş değildir. Bu sebeple; bunadair iki numune arz edeceğim; belki ibret olur!İlki, -şairler için- son sultan’üş-şuara NecipFazıl’dan:Necip Fazıl, Esselâm adlı şiir kitabınıTakdim’inin bir yerinde şöyle diyor:“Bu eser, hararet derecesini termometrelere ifadeettirmekten aciz olduğum bir ruh çilesi içinde1960-1961 hapsimde yazılmaya başlandı; ve ondansonra, haşin hayatın zalim çarkları arasında tekrargaflet tüneline giren ruhumun kasvet ikliminde 11yıl uyuyup 1972 Ramazan ayında ve ötesinde, belkidaha yakıcı bir çile dürtüşüyle tamamlandı.Umulur ki; bir gün Türk edebiyatı, bu eseri,yeni zamanların İslâmî tahassüste ilk temel kitabısaysın...Ve destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demekolduğu bu vesileyle görülsün...” ( bkz. NecipFazıl, Esselâm, b. d. yayını, İstanbul 1982, s. 6).“ ...destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demekolduğu...” , Necip Fazıl kadar olmasa bile,” mükemmelheves, arzu ve hedefi” olan herkeste azveya çok teşhis edilebilir. Ancak, bunun, yeterli olduğusöylenebilir mi?İkincisi, -edibiler için- Peyami Safa’dan:Peyami Safa, 1958 yılında Milliyet gazetesindeyayınlanan “ Üsluba Çalışmaları-1” başlıklı yazısındaşöyle diyor: (Yazıdan ilgili bölümü nakletmedenönce, bugün, bırakınız bir gazeteyi; bu başlığı,bir edebiyat dergisinde görseniz bile hayret edersiniz.Şahsen ben, edebiyat dergilerinde, bu tür yazılarlanadiren karşılaşıyorum. Demek ki, edebiyat, oyıllarda daha kıymetli imiş.)“ Dünya edebiyatında “ üslûb tiryakileri, üslûbmeraklıları, üslûb delileri, üslûb manyakları” diyebileceğimizbüyük muharrirler vardır. Bunlar yazınınifade tarzına ve plâstik değerine manaları kadarehemmiyet verirler. Geçen asırda Fransız edibiChateaubriand ve Gustave Flaubert bunlardandı.Chateaubriand meşhur Atala’sının ölüm parçasınıM. de Fontane’a okumuş ve şu cevabı almış:“Olmaz! Olmaz! Bir daha yazınız!”Muharrir diyor ki:“Daha iyisini yazacağımı sanmıyorum. Hepsiniateşe atmak istiyorum. Sabahın sekizinden akşamınon birine kadar masamın önünde kaldım.Başımı ellerime dayadım. Yazamıyordum. O kadarümitsizdim.”Fakat gece yarısına doğru ilham gelmiş ve edebiyatkitaplarına geçen örnek parça yazılmış.Atala’nın on ikinci baskısı bile her cümlesi tekrartekrar gözden geçirilerek tashih edilmiştir.Chateaubriand, Les Martyres adlı eseri için yedisene çalışmıştır. Hatıralarında diyor ki:“Aynı sahifeyi yüz defadan fazla yazdım, bozdum,yeniden yazdım. Bütün eserlerimin arasındadili en kusursuz olanı budur.”“Gençliğimde, aynı sahifeyi en az on defa yenidenyazmak için masanın başında on iki saat, onbeş saat kalırdım. Yaş, benim bu çalışma kaabiliyetimdenhiçbir şey eksiltmedi.”Akademiye giriş nutkunu da tam yirmi defa yenidenyazmıştır.Flaubert’in meşhur üslup titizliği daha hayretvericidir. Kalem elinde, yıldırımlanmış gibi ölen buromancı bütün hayatında kelimelerle boğuşmuştur.En acele yazdığı kitabını beş senede bitirmiştir...(…) Flaubert’in bazen bir kelime, hatta bir virgüliçin gece yatağından fırladığı, bütün gece, aynısahifeyi beş altı defa yeniden yazdığı olurdu.” (bkz. Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, ÖtükenYayınevi, İstanbul 1976, s. 175 vd.)Düşünüyorum da; şimdi, bizde, “Olmaz! Olmaz!Bir daha yazınız!” diyebilen bir “ üstat- mürşit-usta- hoca- ağabey- kardeş- münekkit- müşavir”var mıdır?Ve yine düşünüyorum da; şimdi, bizde, yukarıdasaydıklarımın hepsinden çok sayıda bulunsa,onların sözünü dinleyip de yerine getirmeyi -enazından- bir “tevazu numunesi” olarak kabullenenibulabilir miyiz?Hiç, aklım almıyor!Ve; “ Destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demekolduğunu” anlamak için, tekrar “Yûnus” tanbaşlamamız gerekecek!■55eylül-ekim-kasım2011


“Anlattığım insanların içinde önce ben varım.Elbette sonra gördüklerim, tanıdıklarım, izlediklerimvar. (…) Mesela benim sürekli izledikleriminbaşında Türkiye’deki sosyal değişim gelmektedir. Budeğişime ilişkin her unsur beni cezbeder. İnsanlar,olaylar, haberler, fi lmler, kitaplar, davranışlar, manzaralar,sözler, eşya, jestler vs.”Mustafa KutluŞABAN SAĞLIK“Sır”lı bir kavram: HikâyeEdebiyat denilince akla genellikle “hikâye”gelir. Burada “hikâye” kelimesini bir edebiyattürü olan “hikâye” ile sınırlandırmıyoruz. Pek çokanlamda kullanılan hikâye, “anlatılan bir şey”,“ayrıntılı olarak izah edilen her şey”, “bir meseleyiuzun uzun anlatmak” gibi anlamlarıyla en sıkkullanılan kelimelerden de biridir. Sadece edebiyatbağlamında değil, günlük hayatta da bu kelimesıkça kullanılır. Kafasına takılan bir sorunun ya dahususun cevabını (ayrıntısını) merak eden bir kişimuhatabına “Bana şu işin hikâyesini bir anlat bakalım”tarzında bir cümle kurabilir. Bu bağlamdahikâye, söz konusu edilen hususun “başlangıç”,“devam ediş” ve bitiş” bölümleriyle birlikte birbütün olarak ortaya konulması anlamındadır vebu da tabii olarak edebiyat dışı bir kullanımı ifadeeder. Bazen de hikâye sanatsal bir bağlamda kulla-nılır. Ama bu sanat sadece edebiyatla sınırlı değildir.Mesela bir kişi izlediği bir filmin “hikâyesini”merak edebilir. Ayrıca dinlediğimiz pek çok şarkınınya da türkünün de bir “hikâyesi” vardır.Hikâye kelimesinin kullanım alanında bunlargibi daha pek çok örnek söz konusudur. Hangibağlamda kullanılırsa kullanılsın, burada esas olankavram “hikâye”dir. Peki, hikâye nedir? Edebiyatsanatı açısından sorunun cevabı “hikâye” türüdürve edebiyat sözlüklerinde bu kavram hakkındaçokça bilgiye rastlanır. Burada bizim amacımız,hikâyenin ne olduğuna dair bilgiler vermek değil,âdeta kültürümüzün şifrelerinden biri hâlinegelmiş olan “hikâye” kelimesinin bir “gösterge”olarak neden böylesine “sırlı” bir objeye dönüştüğüsorusuna cevap aramaktır. Bir cam parçası“sır” adı verilen cıva ile kaplanınca o parça camolmaktan çıkıp nasıl “ayna” oluyorsa, bir olay da56eylül-ekim-kasım2011


“hikâye” edilince, olay olmaktan çıkıp dinlenenve merak edilen, hatta haz alınan bir objeye dönüşmektedir.Yani, aynanın camında cam olmanınötesinde bir özellik yoktur. Onu ayna hâline getiren“sır”dır. “Hikâye” de cama sirayet eden “sır”gibidir.Hikâyeyi böylesine “sır”lı kılan nedir? Tek kelimeyleifade etmek gerekirse, “anlatma”dır. Yanihikâye bir “anlatma” meselesidir. “Ne” anlatıldığıdeğil, “nasıl” anlatıldığıdır asıl olan. Bir hikâyeyedeğer katan “anlatılan şey” değildir; o “şeyin nasılanlatıldığı”dır. Dolayısıyla burada altı çizilmesigereken soru da “nasıl anlatıldığı” sorusudur.Bu kelime (“nasıl” kelimesi) söz konusu oluncada işin içine “teknik” ve “estetik” girmektedir.Okuyucu ya da dinleyiciye “haz” veren şey de ancak“nasıl” sorusuyla belirginleştirilebilir. Bununen çarpıcı örneği fıkralarda görülür. Mesela bazıinsanlar fıkra anlatmayı beceremezler. Onlarınanlattıkları fıkralar da muhataplarında hiçbir etkiuyandırmaz; dinleyenleri gülümsetemez. Oysabazı fıkra anlatma ustaları, bildiğiniz bir olayıbile anlatırken kendilerini zevkle dinletebilirler.Yani burada da aynı noktaya geliyoruz: Fıkralardaönemli olan hangi olayın anlatıldığı değil, o olayın“nasıl” anlatıldığıdır. Yavuz Demir bu konudaşu açıklamayı yapar: “Eğer bir kurmaca anlatıyısadece “öyküsü” cihetiyle anlamaya kalkışır vebunu önemsersek; buna bağlı olarak hikâyeliğioluşturan bütün diğer unsurları da atlamış oluruz.Örneğin kişiler sadece öykü dikkate alındığında“temsili” bir hâle dönüşürler, oysaki önemli olankişinin temsili değil, “tesiri” tarafıdır ve bu dakurmacadaki bütün unsurların senfonize edilmesisuretiyle gerçekleştirilir.” [1]<strong>Bizim</strong> yukarıda “teknik” ya da “estetik”dediğimiz şeye Yavuz Demir “senfonizeedilme” diyor. Bir müzik terimi olan senfoni,çoklukta ahengi sağlayan bir oluşumuifade eder. Senfoni, orkestra tarafındanoluşturulur ve orkestra ise bir “çokluğu”içerir. Hikâyeci de pek çok anlatma tekniğinikullanarak anlattıklarını senfonize eder.Yani iş dönüp dolaşıp “anlatma” kavramına1. Yavuz Demir, Hayat Böyledir İşte Fakat Hikâye, HeceYay. Ank. 2011, s. 22.gelmektedir. Mademki işin sırrı “anlatmada”,daha doğrusu anlatmanın nasıllığında;burada “anlatma” olgusu üzerinde durmakgerekiyor. Peki, anlatılan nedir? Tabii ki“hikâye”, bir diğer ifadeyle “öykü”.Öykü, ‘anlatmağa değer bir husus’ ve ‘bu hususunanlatılma biçimi’ esasına dayanır. Genel anlamda‘sanat’ın da bu kategoriyle izah edilebilmesimümkündür. Bunlardan ‘anlatmağa değer husus’için “malzeme” kavramını kullanabiliriz. Bu, birbaşka ifadeyle “Ne anlatılıyor?” sorusunun cevabıdır.Söz konusu hususun anlatılma biçimi için de“estetik” kavramını kullanabiliriz. Estetik ayrıca“Nasıl anlatılıyor?” sorusunun da cevabıdır. Buradahem “malzeme” hem de “estetik” kavramlarıiçin daha başka ifadeler de kullanılır; nitekim kullanılmıştırda.Sanat eserinin malzemesi ne olursa olsun,önemli olan o malzemenin nasıl işlendiği ve muhataplarınanasıl yansıtıldığıdır. Yani burada sanattabelirleyici olanın malzemeden çok estetik olduğunusöyleyebiliriz. Bu konuya öykü açısındanbaktığımızda öncelikle şunu belirtmeliyiz ki öykü,temelde bir “anlatma” meselesidir. Bu bağlamda,anlatmanın tarihi bir anlamda öykünün de tarihidemektir. Anlatma söz konusu olduğu zaman daister istemez “dil”den bahsetmek gerekecektir.Ancak dil, F. Saussure’ün de işaret ettiği gibi belirlibir konuşucunun (anlatıcının) tasarrufunda“söz”e dönüşür. Bu yönüyle öykü “söz”dür; dahadoğrusu bir söz söyleme biçimidir. Rasim Özdenören“Öykü, anlatmaktır” der. Ona göre “ne”anlatıldığından çok “nasıl” anlatıldığı önemlidir.Anlatılan şeyi (konuyu) alelade hâle getiren ya daonu olağanüstü kılan, yazarın o konuya yaklaşımtarzıdır; yani “nasıl” anlattığıdır. [2]Yazar, öyküsünü belirli bir “anlatıcı” figürüaracılığı ile aktarırken “dil”i o kadarfarklı şekillerde kullanır ki, bu kullanım anlatılanızevkle dinlenir/okunur hâle getirir.İşte buna “dil estetiği” diyebiliriz. Dil estetiğininiçinde neler yoktur ki… “İçten söyleyiş,konuşma dili rahatlığı, kısa, eksiltilianlatım”, “göstergeler (sıfatlar)”, “isimle-2. Rasim Özdenören, Ruhun Malzemeleri, Risale Yay. İst.1986, s. 142.57eylül-ekim-kasım2011


“Yerlilik”, “yerellik” ve “yöresellik” kavramları hepbirbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa bu kavramlararasında nüanslar vardır. Yerlilik ve yöresellik, aralarındaortak noktalar olmasına rağmen farklı kavramlardır. Yerliolan tarihsel açıdan etkileşime açıktır. Buna karşılık yöreselolan ise kapalılığı işaret eder. Çünkü yöresel olanın “din” ve“gelenek” gibi dayandığı değişmez referanslar vardır.ri çok farklı tarzlarda kullanma (özel, cins,eşanlamlı, zıt anlamlı vs.), “cümleleri çokfarklı tarzlarda kullanma (soru, devrik,isim, fiil, ünlem, şart…)”, “yapım ve özellikleçekim eklerini çok farklı işlevlerdekullanma”, “çağrışımı bol kelimeler (soyutlama)”,“benzetmeler, mecazlar, diğeredebî sanatlar, “atasözleri ve deyimlere yerverme”, “dil sapmaları (imgeler)”, “kelimetekrarları”, vs. Buna, “metinde konuşan ses”,“diğer sanat alanlarının anlatım tekniklerindenfaydalanma (müzik, sinema,, resim vs.)”, “ses(nakarat, aliterasyon, asonans)”, “ikilemeler”,“ünlemler”, “kelime tekrarları” vs. gibi şekilunsurlarını da ekleyebiliriz. Bu unsurlar ayrıcametne ahenk (ritim) de katar. Dil estetiği ile ilgilibütün bu unsurlara “anlam unsurları”nı ekleyebiliriz.Nedir bu anlam unsurları: “Tema (izlek)”,“metnin epistemolojik kaynakları”, “kültürel derinlikve göndermeler (metinlerarasılık ve diğergöndermeler) vs. [3]Öykü estetiği, öykü anlatma biçimiyleoluşur ve yukarıda sıraladığımız bütün dilkullanımlarını içerir. Bu da anlatıcının tavrıdemektir. Anlatıcı, olup bitenleri aktarırken:Olayları nasıl anlatıyor? Kişileri nasılanlatıyor (tasvir ediyor)? Zamanı nasıl düzenliyor;zamanı ifade ederken mahallî adlandırmalarayer veriyor mu? Mekânı nasıltasvir ediyor? Anlatıcı bunların her birini3. Bu konuda bkz. Şaban Sağlık, “Yahya Kemal’in ŞiirEstetiği”, Hece / Yahya Kemal Özel Sayısı, Ocak 2009, S.145, s. 208-232.gerçekleştirirken malzemesini nereden seçiyor?Hangi metinlerle metinlerarası ilişkikuruyor? (Sözlü metinler, yazılı metinler,dinî metinler, ahlaki metinler, kıssalar, Batıedebiyatına ait metinler…) Hangi olaylara/ durumlara göndermede bulunuyor? (Güncel,siyasal, bölgesel, folklorik…) [4]Bütün bu söylediklerimizi “yerellik” bağlamındayorumlarsak, karşımıza nasıl bir tablo çıkacaktır?Ama ilkin “yerellik”ten ne anlaşıldığıüzerinde durmalıyız.Yerellik ve edebiyat (hikâye)“Millet”, “millî”, “kültür”, “yerli”, “yerlilik”,“biz”, “bize ait olan”, “bizden”, “memleket” vs.gibi kavram ve ifadeler sosyolojik değer taşırlar.Bu kavramların oluşumunda etkili olan temel unsurise “dil”dir. Temelde bir dil sanatı olan edebiyat,bünyesinde söz konusu ettiğimiz bütün bukavram ve ifadeleri taşır. Bu yönüyle edebiyat dabaşından beri yerli (millî) bir sanat olarak varlıkgöstermiştir. Dolayısıyla edebiyat iki açıdantam anlamıyla yerlidir: Birincisi temel aracı olan“dil”e dayandığı için; diğeri ise içerdiği sosyolojikunsurlar sebebiyle. Bu iki temel faktör edebiyatıyerliliğin merkezine oturtur. Ayrıca sosyolojikaçıdan toplum, pek çok gruba (kesime, tabakaya)ayrılır. Her bir kesim kendi sınırları içinde “yereldir”ve bu kesimler arasındaki çatışmalar da sanatı(edebiyatı) besler. [5]4. Şaban Sağlık, “Malzeme ve Estetik Olarak Bir TaşraÖyküsü”, Hece-Öykü, S. 41, s. 69.5. Şaban Sağlık, “Edebiyatın Yerel Boyutu OlarakEdebiyat Sosyolojisi”, Hece / Düşüncede, Edebiyatta,Sanatta Yerlilik, , Haziran-Temmuz-Ağustos 2010, S.162-58eylül-ekim-kasım2011


“Yerlilik”, “yerellik” ve “yöresellik”kavramları hep birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.Oysa bu kavramlar arasındanüanslar vardır. Yerlilik ve yöresellik, aralarındaortak noktalar olmasına rağmen farklıkavramlardır. Yerli olan tarihsel açıdan etkileşimeaçıktır. Buna karşılık yöresel olan isekapalılığı işaret eder. Çünkü yöresel olanın“din” ve “gelenek” gibi dayandığı değişmezreferanslar vardır. Bu sebeple yöresel olandine ve geleneklere aykırı saydığı her şeyidüşman ilan edebilir. Yerel kavramı ise yöreselkavramının sınırlarının genişletilmesiyleoluşur. Aralarındaki farklar ne olursaolsun, “yerlilik” kavramının sınırları oldukçageniş ve kaygandır; yapısı da oldukçakarmaşıktır. [6]Yerellik, belirli bir yere ait olmak, belirlibir bölgeye has, yöresel, mahallî anlamınagelir. Yöresel olan, sınırları belli olan alan,yani başı sonu belli olan demektir. Yerelliktebir yerlere uçup gidemezsin, sınırlarıaşamazsın belli kalıplara bağlı kalacaksın.Yerli, yere ait olan yerle irtibatlı olan, bulunduğuyerden kaldırılmamak üzere yapılmışolan, taşınamayan, sabit gibi anlamlaragelmektedir. Ülke bağlamında ise, bulunduğuülkeye has olan, o yere ait nitelik taşıyandemektir. Bir başka ifadeyle, yurt içindeolan, yabancı olmayan anlamındadır. Yerellikile millîlik arasında da hem bağ hemde farklılık vardır. Yerli olanı dünyadan kopukve yere çakılmış kabul edersek o yerliolmaktan çıkar yerel olur. Millî kalan yerlikalır, dünyaya ulaşmaz.Yerellik kelimesi ile “mahallî” olma kavramıda ilişkilidir. Mesela bir kimsenin söz, davranışve hareketlerini tarihsel, bölgesel, sosyal, siyasal,kültürel ve ekonomik özellikler etkiler. Bu özelliklerde o kişiyi belirli bir yere (kesime, mekânavs.) ait kılar. Söz konusu aitlik “bir mahalle” (çev-163-164, s. 284.6. Şaban Sağlık, age., s. 283.re) oluşturur. Hemen her kimsenin böyle bir mahallesivardır. Bir mahalle de bir diğer mahalledensöz, davranış ve hareketleriyle ayrılır. Kaynağı vemalzemesi o mahallede olan her şey bu bağlamda“mahallîdir”, dolayısıyla yereldir.Yerellik ister istemez “taşra”yı akla getiriyor.Çünkü her şeyin olduğu gibi edebiyatın da birmerkezi vardır ve bu merkez ne yazık ki bizimedebiyatımızda “İstanbul” olarak belirlenmiştir.Bu durumda “İstanbul” dışında kalan her yer“taşra”dır ve dolayısıyla “yerel”dir. Böyle olmasabile böyle olduğu var sayılır. Mesela bir yazarıntaşralı olması demek merkezin dışında kendi içinekapalı kalması demektir. Evrenselleşmeden, yanimerkeze ulaşmadan tam anlamıyla yazar olmakolanaksızdır. Peki, İstanbul ne kadar “merkez”dir?İstanbul “Batı” adlı merkezin yanında “taşra” mısayılır? Bir başka ifadeyle Batı ölçeğinde İstanbulda “yerel” düzeyde midir? Bu durum meseleyenereden, hangi merkezden baktığımıza bağlı.Yani “merkez”, “taşra”, “yerel” ve “evrensel” gibikavramlar sonuçta bir “bakış açısı” meselesidir vegörecelidir. Bir noktadan “merkez” kabul edilenbir yer, başka bir noktadan “taşra” (yerel) olarakgörülebilir. Mesela şair ve yazar Ahmet Bozkurt2000 yılında Erzincan’da Le Poéte “Travaille”(Şair Çalışıyor) dergisini çıkartmaya başladı. Birtaşra kentinde olmasına rağmen bu dergi oldukça“modern” bir iş yapıyordu. Bu dergi, Türk edebiyatındayerellik-merkez ve taşra kavramlarının hararetlibir şekilde tartışıldığı bir zeminin ateşleyiciside oldu. Burada “Kime göre yerel?” sorusunuda sorabiliriz. Bu durum ayrı bir keyfiyettir ve birbaşka tartışmanın konusudur. Burada yeniden “yerellik”ve “öykü” ilişkisi konusuna dönüyoruz.Osman Özbahçe’nin tespitleriyle söylersek, edebiyat,bir milletin hayatından, insanından, dilindendoğar. Her yazar, içine doğduğu dilin içindenkonuşur, kendini ifade eder, dışa vurur. Mesela şiirböyle bir sanattır. Bir bakıma bütün sanatlar böyledir.En nesnel sayılabilecek müzik, resim, tiyatro,sinemasına varıncaya kadar böyledir. [7]Yerellik kavramına “medeniyet” açısındanda anlam yüklenir. Bu bağlamda aynıdine inanan insanların ortaya koyduğu her7. http://www.nidadergisi.com/default.asp?sayfa=kultursanatoku&id=170.59eylül-ekim-kasım2011


türlü “değer”, o medeniyet dairesi içinde“millî” (yerel) sayılır. Günümüz düşünürlerindenNuri Pakdil, yerellik kavramına bugözle bakmaktadır. Ona göre uygarlığımızınözündeki inanç -ki o buna “yerli düşünce”der- Türk halkının gönlünde canlı, yenive hiç bozulmamış bir biçimde durmaktadır.Bu, yurdumuzun kaynağıdır. Yabancılaşmaakımlarına karşı ve çürümemek için.Nuri Pakdil, zaman zaman “yerli düşünce,“İslamcı öz”, “İslamcı düşünce” hatta“Anadoluculuk” gibi kavramsallaştırmalarabaşvursa da referansını yaptığı şu tespittenalmaktadır: “Uygarlığımızı, batı uygarlığıönünde özgün kılan güç de temel kitaptangeliyordu. Bu temel kitap Kur’an’dı...” [8]“…. gibi olmak” ve “tip” kavramları da“yerellik”i ifade etmektedir. Mesela bir kişininKaradenizli olduğunu anlamak kolaydır. En baştakonuşma tarzı o kişiyi ele verir. Daha sonra giyimtarzı, hareketleri ve olaylar karşısında takındığıtavır söz konusu kişinin hangi bölgeden olduğunuaçıkça ortaya koyar. Çünkü söz konusu kişi “Karadenizligibi konuşur”, “Karadenizli gibi giyinir”,“Karadenizli gibi tavır alır” vs. Kısaca bütünsöz, davranış ve hareketleri Karadenizli gibidir.Çokça fıkranın öznesi olan Karadenizli Temel tipibu hususu açıkça ortaya koymaktadır. DolayısıylaTemel, Karadeniz’in “yerel” değeridir ve bu tipher şeyini Karadeniz Bölgesinden alır. Yukarıdadeğindiğimiz “malzeme” ve “estetik” kavramlarıaçısından bu duruma nasıl bakacağız? Mesela KaradenizliTemel tipinde malzeme nedir, estetik nedir?Kısaca soruya cevap vermek gerekirse Temeltipinde hem malzeme hem de estetik Karadeniz’eaittir. Dolayısıyla “yerelliği” de hem malzemedehem de estetikte (bakış açısı) aramak gerekecektir.Burada illa birini öne alacak olursak, tabii ki“estetik” dememiz gerekecektir.Malzeme ve estetik kavramları açısından “anlatma”olgusu dört şekilde karşımıza çıkmaktadır:1-Malzeme yerli, estetik (bakış açısı) yabancıolabilir.2-Malzeme yabancı, estetik yerli olabilir.8. http://kahramanmaraslisairleryazarlar.blogspot.com/2009/02/nuri-pakdil.html3-Hem malzeme hem de estetik yerli olabilir.4-Hem malzeme hem de estetik yabancı olabilir.Bunlardan 2. ve 3. maddede yer alan esaslar biredebiyat metnini “yerel” yapabilir. Ama özellikle3. maddede belirtilen husus daha bir “yerellik”ifade eder.Yukarıda teorik çerçevesini ortaya koymayaçalıştığımız “yerellik ve öykü anlatma ilişkisi”açısından Mustafa Kutlu’yu örnek verebiliriz.Mustafa Kutlu’nun bütün hikâyeleri özellikle3. maddede (hem malzeme hem de estetik yerli)belirlediğimiz çerçeveye uygundur. Yani Kutlu,“yerel” malzeme ve estetikle tanınmış; söz konusuyerelliği hikâyeciliğinin temel estetiği hâlinegetirmiş bir yazardır. Onun bu özelliği, bir zafiyetdeğil, bilakis onu var kılan bir meziyettir. Yerellikkelimesinin çağrıştırdığı “mahallî kalma, dar çerçevedeolma, mıntıkası dışında pek tanınmama”gibi olumsuzluklar Mustafa Kutlu için geçerli değildir.Tabir caizse Mustafa Kutlu hikâyeciliği,yerellikten millîliğe, oradan da evrenselliğe yönelenbir mecradadır.Yerellik ve Mustafa Kutlu HikâyesiHemen hemen bütün hikâyelerinde taşra/kasabainsanlarının dramlarını, yani taşralı insanlarınkentte yaşadığı sorunları anlatan Mustafa Kutlu,bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’de yaşanantoplumsal değişme, şehirleşme olgusu vegöç beni sürekli meşgul eden konuların başındagelmektedir. Dolayısıyla muhtelif yazılarda olduğugibi hikâyelerimde de bu konuları ele aldım.” [9]Mustafa Kutlu’ya göre ayrıca merhamet,vefa, hürmet, şefkat, feragat, fedakârlık vesevgi gibi inanç ve ahlâkımızdan kaynaklananinsani vasıflar bizi zengin kılan değerlerdir.Bu değerler aynı zamanda taşrayıakla getirir. Söz konusu değerler insanızenginleştirir. Maddi varlıklar ise insanıfakirleştirir. [10]Hikâye estetiğini bu yaklaşımıyla ortayakoyan Mustafa Kutlu’nun hikâyeleri, taşra-9. İlyas Dirin, “Mustafa Kutlu İle Öykücülüğü ÜzerineSöyleşi”, Hece, Ekim 1999, S. 33-34, s. 113.10. İlyas Dirin, age., s. 115.60eylül-ekim-kasım2011


lı, Anadolulu, köylü, kasabalı vs. karakterledoludur. Bu insanlar, taşıdıkları bütün kimliklerinjargonlarını (söz, davranış ve hareketler)ustaca kullanırlar. Onları yerel kılanda bir bakıma bu jargona bağlılıklarıdır. Bukişilerin hiçbir tavrını ve sözünü yadırgamayız;çünkü hepsi kendi tabiilikleri içindehareket ederler. Hatta çoğu bizi zamanzaman gülümsetir. Buradaki gülme, dalgageçen, aşağılayan bir gülme değil, karşımızdakiinsanların saflıklarından ve otantiközelliklerinden kaynaklanan hafif tebessümhâlidir. Daha doğrusu bizi gülümseten bu insanlarıçok ama çok seviyoruz. Onların herşeyi bize tatlı geliyor. Peki, Mustafa Kutlubunu nasıl gerçekleştiriyor? Tabii ki “anlatma”tarzıyla; bir başka ifadeyle hikâyelerinehâkim olan “dil estetiği” ile.Mustafa Kutlu’nun hikâyelerine hâkimolan dil estetiği nasıldır? Taşra insanlarınaözgü yerel nitelikler gösteren “konuşmadili rahatlığı ile yapılan içten söyleyişler”,“kısa, eksiltili anlatımlar”, “taşraya aitgöstergeler (sıfatlar)”, “taşrada sıkça kullanılanisimler (özel, cins, eşanlamlı, zıtanlamlı vs.), “cümleleri soru, devrik, isim,fiil, ünlem, şart vs. gibi çok farklı tarzlardakullanma”, “yapım ve özellikle çekimeklerini çok farklı işlevlerde kullanma”,“çağrışımı bol kelimelerle yapılan soyutlamalar”,“benzetmeler, mecazlar ve diğeredebî sanatlar, “atasözleri ve deyimlere yerverme”, “dil sapmaları (imgeler)”, “kelimetekrarları”, vs. Buna, “öykü anlatıcının tavrını(metinde konuşan sesi)”, “diğer sanat alanlarınınanlatım tekniklerinden faydalanmasını (müzik,sinema,, resim vs.)”, “nakarat, aliterasyon, asonansyoluyla ses estetiğine yer verme”, “ikilemeler”,“ünlemler”, “kelime tekrarları” vs. gibi dilinfarklı kullanımlarını da ekleyebiliriz. MustafaKutlu hikâyelerindeki ahengi (ritmi) bu unsurlarlasağlar. Dil estetiği ile ilgili bütün bu unsurlara“Tema (izlek)”, “metnin epistemolojik kaynakları”,“kültürel derinlik ve göndermeler (İslam tarihive tasavvufi kaynakları ile metinlerarasılıkve diğer göndermeler bağlamında irtibat kurma”gibi “anlam unsurları”nı ekleyebiliriz.Bir kere daha hatırlatarak ifade edelim ki,Mustafa Kutlu bütün bu unsurlara “taşra”, “kasaba”,“köy” ve “Anadolu” insanları ölçeğinde yerverir. Yani Kutlu’nun hikâye anlatımındaki bütünkoordinatlar malzeme ve estetik açısından “taşra”,“kasaba”, “köy” ve “Anadolu” ağırlıklı olduğuiçin “yerel” sayılabilir. Belirlediğimiz bu yerelözellikler Mustafa Kutlu’nun hemen hemen bütünhikâyeleri için geçerlidir. Burada örnek olmasıaçısından yazarın son kitabı “Hayat Güzeldir”i“hikâye anlatmanın yerel kodları” bağlamında kısacadeğerlendirmek faydalı olacaktır.Hikâye Anlatmanın Yerel Kodları ve MustafaKutlu’nun “Hayat Güzeldir”i [11]Uzun zamandır hikâyelerini “uzunhikâye” formunda kaleme alan Kutlu, bu sonkitabında yeniden kısa hikâyeye dönmüştür.Her biri birer “kıssa”yı andıran yirmi birhikâyenin yer aldığı “Hayat Güzeldir”degöze ilk çarpan, sevinci, hüznü, ayrılığı,acısı ve heyecanıyla yaşanan hayatın sadece“güzel” taraflarını gören bir “anlatıcıözne”nin varlığı oluyor. Bu öznenin hayatınsadece “güzel” taraflarını görmesi, Hz.Muhammet’in bir köpek leşi için söylediği“ne de güzel dişleri varmış” sözüyle hafızalarakazınan tavrını aklımıza getiriyor. [12]Yani peygamberimiz her şeyden bir güzellik11. Mustafa Kutlu, Hayat Güzeldir, Dergâh Yay. İst. 2011.(Metin içinde verilen sayfa numaraları bu baskıya aittir.)12. Hz. Muhammet’le ilgili kıssaların anlatıldığı hemen herkaynakta yer alan hikâye şöyledir: Devrindeki âlimlerdendört kişi Hz. Muhammet’i imtihan etmek üzere, onunlabirkaç gün devamlı olarak ülfet ederler. İçlerinden birisiakıllı imiş. Hz. Muhammet’i sevgi ölçüsüyle ölçmeye çalışır;bakıyor Hz. Muhammet’in sevmediği bir şey var mı diye. Hz.Muhammet neyi sevmez ki... Güneş için karanlık diye bir şeyolur mu? O âlimler, Hz. Muhammet’i, tesadüfenmiş gibi,son derece pis kokan bir köpek leşinin yanından geçirirler.Onlar burunlarını kapatarak, “Ne fena kokuyor değil mi?diye Hz. Muhammet’in fikrini sorarlar. Peygamberimizgülerek, “Ne güzel dişleri varmış sağlığında...” deyince,içlerinden biri Müslüman olur.61eylül-ekim-kasım2011


üretmesini bilen bir büyük insandır. Hangiortamda olursa olsun Hz. Muhammet, mutlakao ortama pozitif enerji yayan, her olumsuzluktaolumlu bir cihet keşfeden bir yeteneğesahiptir. Onun insanları etkilemesininsırlarından biri de bu tavrıdır. Kutlu’nunanlatıcısı işte böyle biridir. O, hayatın hepolumlu ve güzel taraflarını görebilir.Kitabın ilk hikâyesi olan “Sevinç”te taşradanhenüz gelen iki yoksul çocuğun simit satarakgeçimlerini sağlamalarına şahit oluruz. Bu yoksulçocuklar sattıkları simitten güvercinlere payvermeyi ihmal etmezler ve bundan da son derecemutlu olurlar. Güvercinlerin karınlarını doyurduktansonra “İkisi de sevincini bulmuştu. Artıkne açlık, ne tasa. Artık gidebilirler, yeniden satışaçıkabilirler. Her birinin etrafında yüzlerce melekdolaşıyor.” (s. 9-10)“Nöbetçi Âşık” adlı hikâyede ise, bir sınır karakolunda,her an teröristlerin saldırısına uğramatehlikesi yaşayan bir Mehmetçiğin nöbet kulübesindeyaşadığı (hissettiği) güzellikler vurgulanır.Mehmetçik, mevsimin kış, vaktin gece, etrafınteröristlerle dolu olmasına aldırmayarak, içindebulunduğu o sıkıcı zamanı hissettiği güzelliklerlegeçirir. “Nöbetçinin sağ yanından güzel bir kokugeliyor. Dönüp bakıyor, bir ot. Ottan bir yaprakkoparıp parmaklarının arasında eziyor. Ohh! Kekikile nane arası bir koku. “yarabbi dünyada negüzellikler var” diyor.” (s. 14) Bu Mehmetçik,zaman zaman da cüzdanında taşıdığı nişanlısınınresmiyle teselli bulur. O anda bir de teröristlerlearasında çatışma çıkar. Mehmetçik herhangi biryara almadan kurtulur ve o anda bile aklında nişanlısı,elinde de nişanlısının fotoğrafı vardır. İşintuhafı bu Mehmetçik o anda bile gülümser, hayattantat alır.“Çiçek Tefsiri” adını taşıyan hikâyede ise hastanedenyeni çıkan birindeki yaşama sevgisineşahit oluruz. Şehrin bütün gürültüsü ve kirliliğiiçinde caddede yürümeye çalışan bu adamın gözünecaddedeki refüjde laleler görünür. “Ne trafikgürültüsü, ne korna, ne motor sesi. Çiçeklerin türküsünekapılıp ilk gördüğü mescide kadar yürüdü.”(s. 19) Bu adam, kirasını ödemekte zorlandığıbir dükkândan çıkarılır. Ailesi ise üzgündür. Adamailesine “Daha küçük bir dükkân bulacağız” der.İtiraz eden oğluna da şunu söyler: “…Küçük güzeldir.(…) Laleler açmış gördün mü?” (s. 22)Yerelliğin içine “kıssadan hisse” de girer. Zatenyüzyıllarca Doğu’da masal ve hikâyeler bir“eğitim (terbiye)” aracı olarak kullanılmıştır. Kutlubirçok hikâyesinde âdeta fabl (masal) yazıyorve bu masallar yoluyla belirli bir “mesaj” veriyor.“Karga” ve “Kötü Bülbül” hikâyeleri buna örnektir.Mesela “Karga” adlı hikâyede, ana ve babakarga yavru kargaya uçmayı öğretirler. Hikâyedebu kargaları izleyen anlatıcı, insanlar arasında kötüsesi ve kara rengiyle olumsuzluğun simgesi olarakgörülen kargalara bile “güzel” bir gözle bakar:“Bu sahneyi (yavru kargaya uçmanın öğretildiğisahne) seyrettikten sonra pek de sevimli olmayankargalara karşı saygım arttı.” (s. 42)Kitaba adını veren “Hayat Güzeldir” adlıhikâyesinde ise Kutlu, trafik kazası geçiren kahramanının,isyana ve korkuya kapılmadan, yaşadığıkazayı tevekkülle karşılaması anlatılır: “Kendinitopladı. Evet, bir kaza atlatmıştı ama çok şükürucuz atlatmıştı. Bu moral ile gelinciğin kadifeyapraklarına dokundu “N’aber güzelim” diye şakalaştıonunla. Sonra papatyaları, öteki kır çiçeklerinifark etti. Arıları, kelebekleri gördü. Toprağadaha bir dikkatle baktı. Karıncalar, aslını bilmediğiböcekler bir o yana, bir bu yana gidip geliyor.Toprakta nasıl bir hareket var anlatılmaz.” (s. 53-54)Kitaptaki bütün hikâyelerde bu tarzda “hayatıngüzelliği”ni vurgulayan bir muhteva söz konusudur.Bu muhteva söz konusu hikâyelere yerel(dinî) bir özellik katıyor. “Hayat Güzeldir”dekihikâyelerin yerel özellikleri arasında aşağıda değineceğimizhususları da anabiliriz:1-Mustafa Kutlu hikâyelerinde “bizim insanımız”diyebileceğimiz kişileri anlatmaktadır.Bu kişiler genellikle büyük şehirlere “taşra”dangelmişlerdir. “Aynı mahallenin çocukları bunlar,aynı ağızla konuşuyorlar, belli ki taşradan yenigelmişler.” (s. 7). “Süleyman Sarı, Sivas’ın Hafikilçesinin ufak ve kurak bir köyünde doğmuş. Çocukluğu,kuzu, dana peşinde geçmiş; okuma çağıeriştiğinde köyüne beş kilometre uzakta, daha büyükve okulu olan bir komşu köye gidip gelmeyebaşlamış.” (s. 98)2-Türk kültüründe çocuklarla ilgili pek çokdinî çağrışımlı inanç vardır. Bunlardan biri de “ço-62eylül-ekim-kasım2011


cukların Allah’ın tayin ettiği melekler tarafındankorunduğu inancı”dır: “Her birinin etrafında yüzlercemelek dolaşıyor.” (s. 10)3-Mustafa Kutlu hikâyelerinde yerel bir unsurolarak, hikâyesini anlattığı insanların yaşadıklarımemleketin dil (ağız, şive) özellikleri de çokçayer alır: “-Kime gülüyorsun? -Diyemem komutanım.”(s. 16)4-Mustafa Kutlu hikâyelerinde ülkemizin güncelsorunlarına da yer verir. Bu özellik de onunhikâyelerine “yerel” bir anlam katar. Mesela “NöbetçiÂşık” adlı hikâyede ülkemizde hâlâ devameden PKK terörüne şu cümlelerle yer verilir: “…Kaybımız, yaralımız yok, üstelik biri yaralı altı teröristöldü.” (s. 16)5-Mustafa Kutlu hikâyelerinde bir yerel unsurolarak dinî-İslami unsurlara da çokça yer verir.Hatta tasavvufta idealize edilen ve “ârif” ve “rind”gibi kavramlarla ifade edilen insan tipine Kutluçokça göndermede bulunur. Mesela “Çiçek Tefsiri”adlı hikâyede, hikâye kahramanının Allah’aşükreden ve daima Allah’ı zikreden Müslümancatavrı şu sözlerle ifade edilir: “İşte nefes alıyor, kalbitıkır tıkır çalışıyor, midesi iyi, morali yerinde.‘her nefeste Allah demek lazım’ diye geçirdi içinden.”(s. 19) Burada kendisinden bahsedilen kişinamazını kılmak üzere bir mescide gider. Namazbittikten sonra da şu duayı eder: “Ben o mertebededeğilim Yarabbi. Bana çekeceğim yükten ağırınıverme. Bizi hastalıkla, açlıkla yoklukla imtihanetme. Kahrın da hoş lütfun da hoş, demek için insanınveli olması lazım. Ben kimim ki? Bir acizkulum. Nerde bende o teslimiyet? Bugünüme şükrolsun.”(s. 20)6-Bir bölgenin ya da yörenin veya belirli birtoplum kesiminin konuşma tarzlarına riayet etmekde yerellik göstergesidir. Mustafa Kutlu hikâyeleribu yönden de oldukça zengindir: “Para gani.Ama adam adam değil. (…) Dükkânı tezden bul.”(s. 21)7-Türk kültürü tasavvufi motifler ve unsurlaryönünden oldukça zengindir. Tasavvuftaki bu motifve unsurlar da Kutlu hikâyelerini “yerel” yapanözelliklerdendir. Mesela “azla yetinme” ya da“dünya malına düşkün olmama” prensipleri konusundakişu hikmetli (tasavvufi) söz “Çiçek Tefsiri”adlı hikâyenin sonunda geçer: “Oldu, oldu. Küçükgüzeldir.” (s. 22)8-Kutlu hikâyelerini “yerel” yapan özelliklerdenbiri de, İslam ahlakı ve tasavvuf kültürüyleyoğrulmuş insanımızın söz konusu ahlaki özelliklerineyer vermesidir: “Malların çoğunu satmış,bir kısmını muhtaçlara dağıtmış, geride kalanlarıda atmaya kıyamayıp buraya taşımıştı. Eski adamlarböyle idi, hiçbir şeyi atmaz; bir gün lazım olurdiye saklarlardı.” (s. 25)9-Mustafa Kutlu, ölçüsüz modernleşmenin eskiyeve geleneğe ait ne varsa, hayatımızdan silipatmasına karşı duruşuyla da yerel bir tavır sergiler.Bu manada onun hikâyeleri geleneğin ve eskininbugüne taşınıp “yeniden yorumlanması” yönündende zengindir. Mesela Kutlu hikâyelerinin anlatıcılarıgenelde bir Meddah’ı andırır: “Oğlan alışkındeğil dedik ya.” (s. 31) “O muhitten uzakta birsinemaya gittiler. El ele tutuştular ama Ebru’nunkorktuğu gibi İrfan ona sarkmaya kalkışmadı. Dedikya, efendi çocuk.” (s. 33). “Artık hikâye bitti,evli evine, sıçan deliğine diyeceğiz ama, bu serüvenebir iki cümle daha ilave edelim.” (s. 74)10-Kutlu’nun hikâye anlatıcıları, hikâyelerianlatırlarken, okuyucunun dikkatini sürekli eskive geleneksel unsurlara çevirirler. Modern edebiyatbiliminde “metinlerarasılık” olarak adlandırılandurum Kutlu hikâyelerinde çokça karşımızaçıkar. Anlatıcı hikâyesini naklederken eski tasavvufimetinleri, Kur’an ayetlerini, peygamber kıssalarını,evliya menkıbelerini, geçmişte yaşananbüyük hadiseleri, kıssadan hisse diyebileceğimizhikmetli hikâyeleri vs. sürekli anar: “Hani insanlararasında çokça anlatılan bir hikâye vardır.” (s.39).“O gece ninesi Ali’ye çiğdemin masalını anlattı.”(s. 68) Kutlu, zaman zaman da deyimleşmişmeşhur sözlere göndermede bulunur. “AllahBes” adlı hikâyesi buna örnektir. Tamamı “Allahbes baki heves kes gayriden hevesi kes” şeklindeolan sözü Sultan II. Ahmet Sultanahmet Camiiaçılışında söylemiştir. Bu sözün manası “Allahher şeye yeter geriye kalan boş istektir hevestir.”şeklindedir. Tabii, anlatıcının bu göndermeleri eskiyive kültürü iyi bilen okuyucular içindir.11- Mustafa Kutlu bazen de başta divan şiiriolmak üzere, meşhur şairlerin halk arasında dildendile dolaşan mısra ve beyitlerine göndermedebulunur. Kutlu’nun divan şiirinden faydalanmasısadece şiir boyutunda kalmaz; yazar mesela divanşiirinde çokça kullanılan “Gül-Bülbül” hikâyesi63eylül-ekim-kasım2011


tarzındaki anlatılara da yer verir. Kitapta bu manada“Kötü Bülbül” adlı hikâyenin adını anabiliriz.Kitapta yer alan “Döne Döne” adlı hikâye iseadını Necati’nin meşhur “döne döne” redifli gazelindenalmaktadır. Hatta hikâyede bu gazelden ikibeyit de alınmıştır: “Bir şair bunu şöyle şiire döktü:“Çıkalı göklere ahım şereri döne döne / Yandıkandil-i sipihrin ciğeri döne döne” (s. 135) Kutlubazen de bilinen bir metne çağrışım yoluyla göndermedebulunur. Mesela “Ne güzel geçmişti soniki yaz.” ( s. 163) sözüyle bizi Tanpınar’ın meşhur“Bütün Yaz” adlı şiirindeki “Ne güzel geçti bütünyaz” mısrasına götürür.12-Mustafa Kutlu hikâyelerinde hayatımızdanher an çekilmekte olan şeylerin hatırlatılması;hatta bu çekilişe (yok oluşa) karşı gizli bir direncinhikâyede satırlar arasında kamufle edilmesiyönüyle de yereldir: “Çocuklar artık topaç çevirmiyordu.Bu oyuncak geçmişte kalmış ve unutulmuştu.”(s. 26)Kutlu hikâyesini “yerel” yapan bu özellikleridaha da artırabiliriz. Hatta yazarın bütün hikâyeleribu açıdan ayrıntılı bir incelemeye de tabi tutulabilir.SonuçTürk kültüründe “hikâye” kavramının çok genişbir kullanım alanı vardır. Modern edebiyatınbaşlangıcından önce de edebiyatımızda “kıssadanhisse” prensibi gereği “hikâye”ler çokça işlevseldi.Modern edebiyattaki “hikâye” algısını birtarafa bırakırsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:Edebiyatımızdaki eski (geleneksel) hikâyeler bütünüyle“yerel” (millî) bir nitelik göstermektedir.Modern edebiyatçılar hem malzeme hem de estetikaçıdan bu gelenekle bağ kurdukları oranda “yerel”olabilmişlerdir.Yerel olmak, pek çok sanatçının zannettiği gibi,eski ve mahallî olanı eserinde bir “yama” olarakkullanmak demek değildir. Yerel olmak, kültüreldevamlılık ve “geçmişin ölümsüz değerlerinişimdi’de ve gelecekte yaşatma” prensibi gereği,özellikle geleneği “metinlerarası ilişki” bağlamındayeniden üretmek; en önemlisi de sanatçının dakimliğini oluşturan medeniyet değerlerini dışarıdanbiri olarak (oryantalist bakış açısıyla) değil de“içeriden biri” edasıyla benimsemek ve güncellemekanlamına gelir. Bu da şu şekilde sistematizeedilebilir: “Müslüman Türk gibi yaşamak, MüslümanTürk’ün gözüyle olaylara ve objelere bakmak,Müslüman Türk gibi tavır almak vs.” Yaniburada sanatçıyı “yerel” yapan “gibi” edatını nekadar çoğalttığıdır.Modern Türk hikâyeciliğinde bu ölçüyeuyan bir sanatçı olarak Mustafa Kutlu’nun adınıanabiliriz. Kutlu, ilk hikâye kitabından son yayınladığıkitaba kadar bu ölçüye bağlı olmuştur.Mesela Ömer Seyfettin hikâyelerinden aşina olduğumuz“ârif” tipi yerelliğin prototipidir. MustafaKutlu’nun pek çok hikâye kahramanı da birer“ârif” gibidir. Yani Kutlu, “öğrenme” işini mekteplerdedeğil de yaşayarak ve tecrübe ederek bizzat“hayat”tan öğrenen kişilerin hikâyelerini anlatır.Eğitim (modernizm), yerelliğin karşıtı olduğu ya dazaman zaman öyle bir mecraya girdiği için Kutluhikâyelerinde pek fazla modern eğitim almış kişiyerastlamayız. O genelde taşralı, Anadolulu ya damahallî tipleri görür. Bu bakış açısı da onu “yerel”yapar.Yerellik, “millî”, “yerli”, “millî edebiyat”, “bölgesel”,“otantik”, “yöresel” vs. kavramlardan da anlaşılacağıgibi pek çok katmandan oluşur. MustafaKutlu’nun hikâyeleri bütün bu katmanlarda varlıkgösterir. Mesela, yerelliğin içine “kıssadan hisse”lergirer. Zaten yüzyıllarca Doğu’da masal ve hikâyelerbir “eğitim (terbiye)” aracı olarak kullanılmış. Kutlubirçok hikâyesinde âdeta fabl (masal) yazar vebu masallar yoluyla belirli bir “mesaj” verir. “HayatGüzeldir” kitabındaki “Karga” ve “Kötü Bülbül”hikâyeleri buna örnektir.Kutlu hikâyelerini yerel kılan özelliklerdenbiri de dinî kaynaklara (Mesela Hz. Muhammet)göndermede bulunmasıdır. Mesela “Hayat Güzeldir”kitabında, yukarıda da değindiğimiz gibi Hz.Muhammet’in “her şeyde güzellik gören” bakış açısısezdirilmektedir. Kitaptaki bütün hikâyelerde “hayatıngüzelliği”ni vurgulayan bir muhteva söz konusudur.Bu muhteva söz konusu hikâyelere yerel (dinî)bir özellik katıyor.Sadece bunlar da değil, özellikle kişileri “yerel”gösteren giyim tarzları, hareket tarzları ve konuşmabiçimleri (mesleki ve bölgesel jargonlar) de “yerellik”göstergeleridir. Mustafa Kutlu hikâyeleri buaçıdan da son derece zengindir. Dolayısıyla MustafaKutlu’nun hikâyelerinde “hikâye anlatmanın bütünyerel kodları” mevcuttur. ■64eylül-ekim-kasım2011


NECATİ KANTERBen meye tevbe etmişim ağyar elinde içmeyeKudret elinde sun bize dolu dolu peymanelerMescid ile medreseyi ısmarladık zahidlereHakk’a münacat etmeye yeter bize meyhanelerŞemsettin SivasiMEHDİ METİNİri kıyım. Gerdanlı, göbekli, enseli, orta boylu ve tıknazdı. Bıyıklarını Osmanlı paşaları gibi yukarıdoğru şişlerdi. Kumraldı. Kruvaze ceketini sırtından çıkarmaz, siyah ya da lacivert şalvargiyer, çoğu kez başına sekiz köşeli kasket, bazen de devetüyü bir kalpak takar, gözünde siyah güneşgözlüğü bulunurdu.İki eli arkasında, iri taneli kehribar tespihini şakır şakır çekerken bir başına tenhalarda ağır, mağruradımlarla dimdik gezindiğini görenler ya bir türkü mırıldandığına ya da kendi kendine konuştuğunatanık olurlardı. O hâldeyken başı dumanlıdır Metin’in. Ne verilen selamı alır ne de kimseyle konuşurdu.Kafası bulanık olduğu zamanlarda da; “Dünya kalmış puşt ile gazele, meğer Mehdi gele düzele…”derdi.Ankara Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Fakültesinde ikinci sınıf öğrencisiyken sevdiği kızınbaşka birine alaka duyduğunu öğrendiği an baygınlık geçirmiş, hastaneye kaldırılmıştı. İşte ne olmuşsao gün olmuştu Metin’e.Okulu bırakmış, memleketine dönmüştü.Kara sevdalıydı Metin.Ona sorulduğunda:“Kara topraktır kara sevdalıların sevgilisi.” derdi.65eylül-ekim-kasım2011


“<strong>Bizim</strong> Şehrin Divaneleri”ni yazmayı düşünürken aklıma ilk gelen kişi Mehdi Metin! Klasik anlamdadeli değildi. Veli hiç değil… “Delinin divaneliği söylediklerinden anlaşılır” gereğince o tambir divane!...Şiir yazar, şarkı söyler, cümbüş çalardı. Çok okurdu. Özellikle tarih ve tasavvuf kitapları…“BenHüccetül İslam İmam-ı Gazali’nin tarlasında otlamış, Muhiddin İbn Arabî’nin deryasında yüzmüşüm.”derdi. İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sini daima çantasında taşırdı. Yavuz Sultan Selim’insoyundan geldiğini iddia ederdi.Yerli musikiyi iyi bilir, iyi icra ederdi. Çok sevdiği cümbüşünü bir ananın kundaktaki çocuğunuşefkatle kucağına alışı gibi usulca kucağına alır, uzun uzun okşar, emzirirdi onu. Sonra durgun ve matbakışları alevlenir, su yeşili gözleri dalgalanır, ışıldar, alnı parlar, daha birkaç dakika bile geçmedencümbüşünün gönüllere saplanan o efsanevi tınısı ve okuduğu türkülerin acı öykülerinin büyüsüne kapılırdı.Dinleyenleri de kendisiyle birlikte hayaller âleminde gezdirirken dudaklarındaki gülümsemeyerini yavaş yavaş acı bir hüzne bırakırdı. Kim bilir belki de o an, uğruna aklını yitirdiği Ankaralı kızınharlı ateşinin alevleri arasında bulurdu kendini.Bazen heyheyleri gelir, deli saçması konuşmalarıyla ortalığı birbirine katar bazen de öylesine içinekapanık ve suskun, kırılgan, küsmeye hazırdır!Sohbetlerinde, Harput musikisini ve makamlarını bütün incelikleri ile bilen ve söyleyen insanazdır. “Ben de bu az ve müstesna kişilerden biriyim.” der, gözlerini tavana diker, ağır ağır cümbüşününtellerine dokunurken rüyadaymış gibi konuşurdu. “Mesela” derdi, “İbrahimiye’yi ve Tatvan’ıHacı Mamo’nun; ağır havaları ve türküleri Çataloğlu Hafız Mahmut’un; Harput mayasını DabakMuhittin’in; divanı, Mesud Efendi’nin; yüksek havaları ve türküleri Hafız Nuri’nin; bilhassa nevruz,Kör Hafız’ın, bazı hoyratları, Kaleli Mustafa’nın, diğer okuyuculardan daha güzel, daha anlamlı, dahayatkın okuduklarını söyleyebilirim. Hele bugün bu makamlardan, bildiklerini en doğru söyleyenlerarasında Demirci Sıtkı ve Enver Demirbağ… Sözün burasında uzun uzun susardı. Enver’in isminisöylerken yüreği çarpar, hüzünlenir, ondan okuduğu kısa örneklemelerle cezbe hâlini yaşardı sanki.Anlatırken öyle sade öyle pürüzsüz bir dil kullanırdı ki dinleyenler hayranlığını gizleyemezdi. Onunbu güzel ve bilgece konuşmasına ilk defa tanık olanlar, şaşkınlıktan küçük dilini yutar, ona divane diyenlerikınarlardı. Ancak bazen öyle laflar ederdi ki, duyan kulaklarına inanamazdı. Söyledikleri nüktemi, hikmet mi, şiir mi, mecaz mı, istiare mi, yoksa deli saçması mı hiç anlaşılmazdı.En çok da İranlı mutasavvıf şair İbni Farız’ın:“Ben sarhoş olduğum zaman daha üzüm yaratılmamıştı”“Bezm-i Elest’te öyle bir şarap içtim ki hâlâ ayılmış değilim”mısralarında gezinirdi.Sıkıldığında soluğu musiki cemiyetinde alır, cümbüşü ile söyleşip hâlleştikten sonra rahatlardı.Her fırsatta yörenin değerli okuyuculardan söz edip onlardan birer bukle okuması hastalıktı onda.Kövenkli Hafızı, İçmeli Sabri Çavuşu, Kelmahmutlu Refik Demir’i, Tasalıları, bütün bu güzel okuyucularıözellikleriyle anlattıktan sonra, “Kemal Yeniceli” der durur, sonra da derin bir ah çeker, lafıdöndürüp dolaştırır, ne yapıp eder “<strong>Bizim</strong> Enver var ya Enver, tanımıyorum onun üzerine…” derdi.Heyecandan sesi titrerdi. Ondan söz ederken bir şeyhinden, kutsal bir varlıktan ya da aklını yitiripuğruna divane olduğu sevgilisinden söz eder gibiydi. Saygıyla, hürmetle… Saniyelerce susar, gözleridolar, başını iki yana sallar, sonra yeniden başlardı anlatmaya. O Harput musikisinin bütün gelenekselezgi usullerini kendine özgü istisnai bir sesle okurdu. Bazı türkülerin öyküsünü gözleri bulutlanarakanlatırdı.Zengindir Ömer Ağa. Köyleri, bağları, bahçeleri, çiftlikleri, yanlarında çalışan işçileri,hizmetkârları; dünya nimetlerinden hiçbir eksiği yoktur. Evleri cennetten bir köşk, bahçeleri cennetbahçelerinden bir bahçe.. Severek aldığı karısı, askerliğini bitirdikten sonra yörenin en güzel kızı iledillere destan bir düğünle evlendirdiği bir de oğlu vardır “dar-ı dünya”da. Günler günleri, aylarıayları, yıllar yılları kovalar, aradan tam yedi yıl geçer. Ömer Ağa ile eşi Esma Hatun, torun özlemi66eylül-ekim-kasım2011


ile yanıp tutuşurken, biricik oğulları Aslan Bey ve güzeller güzeli Gülbeyaz Hanım üzüntülerini bellietmemeye çalışsalar da günden güne sararıp solmaktadırlar.Bir bahar sabahı gün doğarken bahçedeki güllerle, çiçeklerle söyleşen gelini Gülbeyaz’ı evlerinineyvanında uzun uzun izleyen Ömer Ağa, hüzün dokuduğu nağmeler arasında atar elini kulağına.Böyle bağlar böyle bağlar / yar başını böyle bağlarKuş uçmaz bülbül ötmez / Yıkılsın böyle bağlarTürküsünü okur.“Ah ulan ah!” der, bu türkünün öyküsünün kahramanı kendisiymiş gibi hüzünlenir, dinleyenleriniçine işlerdi kırılgan sesi.“Bir de Enver’den dinleyeceksiniz ki” der, devam ederdi sohbetine.“Onun Harput musikisine ait “gırtlak” özelliği, bestelere olan hâkimiyeti, sesindeki perde orijinalliği,onu bu musikinin ölmezleri arasına katmıştır. Elazığ ve yöresine ait bütün eserleri şehrindışına taşıyan, yörenin sesini İstanbul ve Ankara’nın sanat ortamına sunan bir sanatçımızdır EnverDemirbağ.”Bazen hıçkırarak ağlardı Enver’in türkülerini okurken. Nedense bir hâller olurdu Metin’e. Yüzçizgileri derinleşir, her çizgi bir anlam taşırdı.“Beni ona ulaştıran sesinin rengi!” derdi.Ona derken, kimi, Tanrı’yı mı, Ankaralı sevgilisini mi, Enver’i mi anlatmak istediğini çözemezdik.“Yeni bir aşk mı?” sorusunun yanıtı,“Yıldırım insanı bir kere çarpar.” derdi.Metin bu. Bazı söz ve davranışları bize tuhaf, anlamsız gelse de pek de üstünde durmazdık. “Delidir,ne dese yeridir.” der, geçiştirirdik.Arkadaşıydı Enver Demirbağ Metin’in. Dostuydu. Hastaydı. Yatalaktı. Çıkamıyordu artık evindendışarı Enver. Üzgündü Metin. En az haftada bir gün cümbüşünü omzuna alır, kadim dostunu ziyaretegiderdi. Nereden aklına geldiyse o gün Diyarbakırlı Celal Güzelses’ten alınan “Yaş Destanı”nı okuduEnver’e. Siyah beyaz bir filmin şeridi geçti gözlerinin önünden. Cümbüşünü koltuğun üzerine koydu,ellerini tuttu arkadaşının, kirpiklerinin ucunda yuvarlanan gözyaşları yanaklarından aşağı süzülürkenbulutlu bir hava kapladı odanın içini. Uzun uzun baktı yüzüne, dilinin ucuna gelen söz durdu, yutkundu,sonra ağladı, ağlattı. Harput musikisindeki icra geleneği meclis, ocakbaşı, kayabaşı, kürsübaşıgibi “bezm-i âlem meclisleri”nin gücünü yitirmiş olması, ileri zamanlarda tamamen yok olup gitmekaygısı burktu yorgun yüreklerini.Ne kadar da dinlemek isterdi ondan bir ‘el ezber’i.Kıyamadı.Yine de cümbüşünün tellerine dokunarak yol gösterdi.Acı bir tebessüm yayıldı Enver’in yüzüne. Benzi uçuk, gözleri kızarık, sesi mecalsizdi. Boğazınıtemizledi, tekerlekli sandalyesini duvara yanaştırıp geriye yaslandı. Bir türkü mırıldandı. Dili iyiceağırlaştı. Peltekleşti. Nutku tutuldu. Bir hırıltı yapıştı boğazına. İnledi. Saatin tiktakları arasında yittisesi.Olmadı.Söylemedi. Söyleyemedi. Kelimeler dizildi boğazında, yutkundu… Boşlukta kaldı ikisinin de bakışları…Buğulu bir cam gibi… Duvara asılı duran çaydaçıra tablosuna dikildi gözleri, dalıp gitti ikiside...Çiçeklerin meyveye dönüştüğü bir zaman...Vakit ikindi..Ilık esen meltem ve Fırat’ın kıyısında salkım söğüdün suya sarkan dallarının gölgeliğinde birâlem-i meşk. Unutulmaz anılarda geziniyordu o an ikisi de.Kimler yok ki?Omzunda lacivert kruvaze ceket, başında sekiz köşeli kasket, kucağında cümbüş, karşı dağlarda67eylül-ekim-kasım2011


yankılanan Metin’in kadife sesi:Ne mestim ne mestim / Ne sarhoşum ne mestimHer gören bir hoş olur / Seni görene mestimArdından Enver Demirbağ, bu güzel deyiş ve nağmeler arasında Harput’un yüksek tepelerine dikerdolan gözlerini; atar elini kulağına.Ben de mestim ben de mestim / Sen sarhoş ben de mestimBenim şarabım sensin / Seni görende mestimKulaklarda kadife gibi yumuşak, efsunlu bir ses!...Gölgeler uzar, hava serinlenir, gün kavuşmak üzeredir. Devam eder meclis-i meşk. Hani derler ya,felekten bir gün!Omuzlara alınır ceketler.Dem bu demdir!Ilık bir yel, bir rüzgâr, bir fırtına... Sonra ağaçları kökünden söken bir kasırga!... Kaşla göz arasındaMetin’in başındaki şapka, omzundaki lacivert ceketi bir anda Fırat’ın köpüklü, girdaplı, boz bulanıkserin sularına savurup sürüklenmez mi!... Telaşlananlar olur. Limon sıkılmıştır keyiflerine. Bakakalırlarrüzgârın önüne katıp savurduğu ceketin arkasından. Kılı bile kıpırdamaz Metin’in. Oysa bir servetyatıyordu ceketinin koyun cebinde. Umarsızdı. O gün rahmetli babasından kalan yüz elli dönümeyakın kıymetli arazilerinin büyük bir bölümünü satmış, Tapu Dairesinden çıkar çıkmaz da başta Enverolmak üzere sevdiği arkadaşlarıyla bir araya gelmiş, Deli Fırat’ın kenarında bulmuşlardı kendilerini.Rüzgârın, Fırat’ın azgın sularına sürüklediği ceketine bakarken, “Zalım Fırat!” dedi, uzun bir süretakılı kaldı gözleri Metin’in. Neden sonra cümbüşünü kucağına aldı, Yunus’tan bir deyiş süzüldüdudakları arasından.Ballar balını buldum / Peteğim yağma olsunMetin, can dostu Enver’i her ziyaret ettiğinde ikisinin de anıları tazelenir, o günlerin güzellikleriyeniden yaşanırdı. Ayrılışlarında yüzlerinde acı, karanlık bir tebessüm kalırdı geriye.Evliydi Metin.Çocukları vardı.İşsizdi.Devlet Hastanesi’nde doktor olan ağabeyinin yardımı ile Köy Hizmetlerinde memur olarak işebaşladıktan birkaç ay sonra “Bana bir görev verildi.” deyip “mehdi” ilan etti kendini. Kısa aralıklarlapsikolojik tedavi gördü. Ama olmadı. Biraz da ipin ucunu kaçırınca Akıl Hastanesine yatırıldı.Mehdiydi artık o!...Mehdi Metin!...“Dilara Kitabevi”inde kitapları karıştırırken Selahattin Sis’le tanıştım. “Mesih” olduğunu söylemesinepek şaşırmasam da Mehdi Metin’le fakülteden okul arkadaşı olduğunu öğrenmem ilgimi çekmişti.O gün ayaküstü bir anısını anlatmıştı Selahattin Sis.Elindeki kitabı masanın üzerine koydu, kitapçı Yusuf’un ısmarladığı çok şekerli Çedene kahvesinikarıştırırken uzun uzun sustu, sonra o anı yaşıyormuş gibi konuşmaya başladı.“Ben Ahir zamanda Cenab-ı Allah tarafından yeryüzüne gönderilen büyük kurtarıcı Meryem oğluİsa Mesih’im.” dedi. Büyüdü gözleri, titreyen elindeki bardağı hızla masaya vurup düzgün bir anlatımlakıyametin küçük ve büyük alametlerinden, Ye’cüç Me’cüc den, Deccal’dan, Dabbetül arz’dan,Mesih’ten, Mehdi’den söz etti. Gözlerimizi ayırmış ilgiyle dinliyorduk onu. Mesih ve Mehdi hakkındakiengin bilgisi iyice şaşırtmıştı bizi.68eylül-ekim-kasım2011


Alık alık yüzüne bakıyorduk adamın.“Tabi Mehdi, benden daha büyük... Ona imamet görevi verildi.”Bunu söylerken ikinci planda kalmanın burukluğunu yaşadığı mahzunlaşmasından gözlerinin birnoktaya sabitleşip rüyadaymış gibi mırıldanarak konuşmasından anlaşılıyordu. Gözlüğünü taktı, yutkundu.“Ben” dedi, “İsa Mesih olarak yeryüzündeki Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte Mehdi’nin arkasındanamaz kılıp, onların Müslüman olmaları için görevlendirildim.”İtiraz etmek ne mümkün!Soluğumuzu tutmuş, yarı korku yarı alay, biraz da merakla onu dinliyoruz.Mağrurdu bakışları.İçtiği Çedene kahvesinin son yudumunu alıp bardağı masanın üzerine bırakırken irileşen donukgözlerini raflardaki kitaplardan birine çiviledi, derin bir iç geçirdi.“İsrafil’in sur’u üflemesi adım adım yaklaşıyor.” dedi.Mahşerden söz etti.Kısa bir soluklanmanın ardından devam etti konuşmasına.“Bir ikindi sonrasıydı.”Tane tane dökülüyordu sözcükler dudaklarından.“Mehdi Metin’le İzzet Paşa Camii’nin önünde karşılaştık. Selamlaştıktan sonra, kucaklaştık, birlikteikindi namazımızı eda için camiden içeri girdik... Bomboştu; kimsecikler yoktu. O imam, benmüezzin. Olması gereken de oydu zaten. Tekbir sedasıyla birlikte iki kişinin daha aramıza katılmasısevindirmişti bizi. Eh, belki de ikimiz de o gün ilk tebliğ görevimizi yerine getirmenin heyecanınıyaşayacaktık.”Zangır zangır titriyordu Selahattin Sis. Sigarasının dumanını tavana doğru üflerken mırıldandı.“Namaz sonrası Allah kabul etsin dileklerimizle dördümüz de musafahalaştık. Çömeldiğimiz yerdesohbete daldık. Mehdilik ve Mesihliğimizle ilgili görevlerimizi konuşmalarımıza tanık olan bu adamlartuhaf ve korku dolu gözlerle iri iri baktılar bize;İsa Mesih sıfatıyla ben konuştum, Mehdi Metin onayladı.“Cenab-ı Rabbil âlemin’in izni ile körleri, sağırları nefesi ile iyileştiren ben değil miyim?”“Gizli sırlara, efsunlara sahip o mana padişahı ben değil miyim?”“Ölmüş bir adamın cesedine okuyup üfledikten sonra dirilten de yine ben değil miyim?”“Amenna!”Sözün burasında Mehdi girdi devreye;“Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah elçisi ‘Ahir zamanda Mehdi-i Azam’ın gönderileceğini…”Dedi, daha söyleyeceklerini bile tamamlayamadan o iki adam, dizleri üzerinde sürünerek geri geriyanımızdan uzaklaşıp sonra da bir köşede yeniden namazlarını kılarak tespih bile çekmeden alelacelesessizce çekip gittiler.”Selahattin Sis, o gün Mehdi Metin’le aralarında geçen bu hâdiseyi anlatmanın bile yerine getirilmişbir tebliğ oluğunun mutluluğunu yayıyordu.Kitap parasını ödedim, biraz da çekinerek, “ Görüşürüz” temennisi ile “Dilara Kitapevi”inden ayrıldım.Tımarhaneye kapatılmak ağır gelmişti Metin’e. Kendini okumaya ve musikiye verse de hatlar karışmıştıbir kere. Yorgun, fersiz ve dermansızdı. Gözlerini boşluğa dikmiş öyle mahzun öyle çaresiz…Donuk, kıpırtısız. Kelimeler ağzında alev!... Kimi gün kırgın kimi gün barışık insanlarla... Çocuklarını,cümbüşünü ve Enver Demirbağ’ı özlediğini söylerdi ziyarete gidenlere.“Ya sevgilin?”“Onunla bir ve beraberiz.”“Yahu n’oldu sana böyle?” diye soran dostlarına tek yanıtı vardı onun:“Aşkımın şiddetinden koptu gönlümün freni.”.■69eylül-ekim-kasım2011


ÖMER KEMİKSİZValizi tamamenboşaltıp eşyalarınızıdolaplarayerleştirdiğinizan misafirliktençıkmış olursunuz.Bir yerde ne kadarvaliz varsa o yerde okadar “yolcu” vardıraslında. Odadançıkarılan her valizbüyük bir boşluk vedinmez bir hasretbırakır ardında.Sevdiklerinin bulunduğu yere yolculuk yapacaklar,sanki kısa süreli bir gezintiye çıkıyorlarmışgibi değil de bir evi taşıyorlarmış gibibüyük bir telaşla günler öncesinden hazırlıklarabaşlarlar; elleri ayakları birbirine dolanır. Öncelazım olan olmayan ne varsa atılır valizin içine;sonra bakılır ki bunların hepsi taşınamayacak, budefa geri çıkarma işlemine başlanır. Aman bir şeyunutulmasın diye sağa sola koşuşan yolcu adaylarınınbu durumu görülmeye değer tatlı bir telaştır.Sevdiklerinden ayrılacakların hazırlığıysa dahayavaştır. Atılan her adım isteksizce atılır. Valizlereyaklaşırken ayaklar geri geri gider.Valizlere konan malzemelerin içinde ben ençok ders kitaplarına üzülmüşümdür. Tatile çıkanöğrencilerin, bol bol vakitlerinin olacağını mülahazaederek yanlarına aldıkları kitaplar, seyahatedip memleket havası solumaktan ve ebeveynlerin“boşa yer kaplıyor” cümlesine rıza gösteripçaresizce boyun bükmekten başka bir şey yapamaz.Her gün ertelenen ders çalışma “heves”i son70eylül-ekim-kasım2011


"...annemin valize benim için yalnızca elbise bıraktığınısanırdım. Ancak o, elbiselerin yanında –bugün dahi yerinitam olarak bilemediğim bir köşeye - evladını gurbetyollamaktan kaynaklanan biraz “burukluk”, gelecekle ilgilibiraz “hayal”, dünyanın bin bir türlü hâlinden hareketlebiraz “korku”, çocuğum okuyor sevinciyle biraz “gurur”ama galiba en çok “dua” koyardı valizimin içine."güne kadar öğrencilerin peşini bırakmasa da “Benburaya dinlenmeye geldim.” diye çekilen restinakabinde bir sonraki tatile kadar köşesine çekilir.Taşınan onca kitaptan geriye, çekilen zahmettenbaşka bir şey kalmaz.Siz, yola çıkmadan önce bir valizi istediğinizkadar doldurun, bir şeyleri unuttuğunuz düşüncesiher daim kemirir beyninizi. Ve çoğu zamanda unutursunuz. Belki de ayrıldığınız yerden tamamenkopmamanız ve orada size ait bir işaretinkalması yahut unuttuğunuzu almak için oraya tekrardönmeye mecbur kalmanız için hafızanızın biroyunudur bu size. Arabaya binip yolu yarıladığıhâlde “Acaba bir şey unuttum mu?”diye kendinesormayan insan var mıdır sahiden?Valizlerini peşlerine takıp yollara düşenler onlarıniçinde sadece malzeme taşımazlar. Nice düşve duygularla kendileri de vardır aslında valiziniçinde. Onlar valizi peşlerinden sürüklemezler herzaman, bazen de valizler onları iteler gidecekleriyere. Ben bu yüzden otobüs ve uçakların yolcularaazami bagaj hakkı tanımalarına kıs kıs gülerim.Sıladan gurbete gidenin hüznüyle gurbetten evinedönenin mutluluğu acaba kaç kilo eder ve hangifirma o kişinin duygularına sınır koyabilir?Önce küçük el valizleriyle başladı yolculuk hayatım.İlçeye ortaokulu okumaya gidince her haftasonu eve dönebilecek olmanın garantisi yanımızapek bir şey almayı gerekli kılmıyordu. İnsanınyaşı küçükken ihtiyaçları da az oluyordu. Büyüdükçeelimizdeki valizler de büyüdü. Büyüdükçeevimizle aramızdaki mesafeler de uzadı. Yanımızane kadar çok eşya aldıysak uzak diyarlarda o kadarçok gün geçirmeye başladık. Liseyi okumakiçin il dışına çıktığımda yalnızca bayramlardagidebiliyordum köyüme. Evi yakın olanlar perşembeyicumaya bağlayan gece valizlerini hazırlamayabaşladıklarında benim valizim yatakhaneninbir köşesinde boynunu büküp öncekilere göredaha hüzünlü bir geceye başlıyordu. O zaman farkediyordum ki valizler yolculuk yaparken değil deranzaların altına bırakılıp kendilerine uzanan birel olmadığında daha çok üzülüyorlar.Evden ayrılacağım zaman annem, valizimi dörtdörtlük hazırlamak için elinden geleni yapıyordu.Kırışacaklarını bile bile her elbiseyi ütülüyor, havalarsıcak gitse de ne olur ne olmaz diye birkaçparça kışlığı benden habersiz valize yerleştiriyordu.O zamanlar annemin valize benim için yalnızcaelbise bıraktığını sanırdım. Ancak o, elbiselerinyanında –bugün dahi yerini tam olarak bilemediğimbir köşeye - evladını gurbet yollamaktan kaynaklananbiraz “burukluk”, gelecekle ilgili biraz“hayal”, dünyanın bin bir türlü hâlinden hareketlebiraz “korku”, çocuğum okuyor sevinciyle biraz“gurur” ama galiba en çok “dua” koyardı valiziminiçine. Ben yıllardır gittiğim her yolculuktansağ salim dönebildiysem ve yolum her defasındaaçık olduysa eğer bunun annemim o duaları sayesindeolduğuna inanmışımdır hep. Arabaya herbinişimde bugüne kadar arkamdan hiçbir zamansu dökülmemiş olsa da ayrılık saatinde anneminyanaklarından süzülen iki damla gözyaşının benigideceğim yere bir çırpıda ulaştırdığını düşünmüşümdür.Bir kova su, annemin bir damla gözyaşınınyanında ne kadar tesirli olabilirdi ki? Galibaannem valizi elime verip beni uğurlarken kendindenbir parçayı da bırakıyordu onun içine.71eylül-ekim-kasım2011


Valiz, beklentidir. Gözleri yolda sevdiğinibekleyenlerin kulakları valizintekerleklerinin çıkardığı sestedir.Siz, bulunduğunuz caddenin üzerindeanlamsız gürültüler yaparakhareket eden valizlere kızsanızda o sesleri bir nağme dinliyormuşçasınabekleyen niceinsan vardır bir yerlerde.Otobüs muavinleri bagajabıraktıkları her valize “yük”gözüyle baksalar da onlarısırtlarında taşımaya nice gönüllüvardır baba ocaklarında.Dıştan bakınca hangi valizin ne kadar büyük olduğuda hangi renkte olduğu da önemli değildir. Herinsan, kendi renkli dünyasını taşır onun içinde,kendi büyüklüğünce. Bu bakımdan herkesin valizikendi özelidir, mahremiyet taşır. Valizine şifrekoyanlar sadece eşyalarını değil kendi dünyalarınıda koruma altına almayı isterler bir bakıma. İyiayaklı insanoğlunun iki tekerlekli dünyasıdır bu.Uzun bir aradan sonra bu yaz, kardeşimin izdivacımünasebetiyle altı kardeşin tamamı yineköyde bir araya geldik. Evin her tarafı valizlerledoldu. Yıllar önce o evden tek valizle ayrılanlarseneler sonra birden fazla valizle ziyarete geldiler.Annem her geleni bahçenin kapısında karşılayıpvalizleri tuttuğu gibi hemen eve taşımanın telaşındaydı.Niye böyle yaptığına hiçbirimiz anlamveremesek de galiba o, valizlerin bir an önce odalarayerleşip bizim “oralı” olmamızı istiyordu. Birevin içinde valiziniz varsa siz artık oranın bir üyesioluyorsunuz. Valizin içindeki eşyaları hiç dışarıçıkarmadan ihtiyaç hâlinde oradan kullanırsanızbu demektir ki siz “misafir”siniz. Valizi tamamenboşaltıp eşyalarınızı dolaplara yerleştirdiğiniz anmisafirlikten çıkmış olursunuz. Bir yerde ne kadarvaliz varsa o yerde o kadar “yolcu” vardır aslında.Odadan çıkarılan her valiz büyük bir boşluk vedinmez bir hasret bırakır ardında.Kardeşimin düğününün akabinde onu bundansonra “iki valizli biri” olarak yolcu ettik. Aynıyastığa baş koyanlar, aynı hayatı paylaşanlar, aynısevince aynı üzüntüye ortak olanlar elbet aynıvalizleri de peşlerinden sürükleyecekler o şehirdeno şehre. Sonra sırasıyla diğer kardeşlerayrıldı köyden. Tekerlek gıcırtılarınayine annemin dualarıkarıştı. İnsan sevdiklerindenayrılırken valizin tekerleklerininçıkardığı ses bile dahaacıklı oluyor sanki.Otogarlarda beklemesalonlarını dolduranyolcuların yüzlerinebiraz dikkatli bakarsanızeğer onlarıngurbetin mi sılanın mıyolcusu olduklarını tahmin edebilirsiniz.---Şimdi tatilimi bitirdim ve tekrar evimdeyim.Valizimi birkaç gün boşaltmak gelmedi içimden.Bıraktım odanın bir köşesine. İçindekilerden ayırmakistemedim onu. Nasıl olsa uzun bir müddetiçi boş bir şekilde bekleyecek köşesinde bir sonrakiyolculuğu. Kalsın biraz daha olduğu yerde. Yolyorgunluğunu atsın üzerinden. Kendine gelsin.Zaten bu defaki yolculuklarımda epey hırpalandıbagajlarda. Birkaç yolculuktan sonra tutacak sağlambir yeri de kalmayacak böyle giderse. Yine deonu elden çıkarıp yenisini almaya razı gelmiyorgönlüm. Onu atarsam anılarımı da göz göre göreatmış olurum diye çekiniyorum. Onu atarsam içindekidünyamdan bir şeylerin eksileceğinden korkuyorum.Onu atarsam iyi gün dostu olup kötügünde vefasızlık yaptığımı kendime itiraf edecekgücü bulamıyorum kendimde.Evin bir tarafına bırakılmış valizler tekrar ortayadöküldüğünde sefer var demektir.Valizler, bizi yollara tek başımıza salmayan,hep yanımızda olan yardımcılarımızdır.Onları sadece eşya taşıyan nesneler olarak görmeyinsakın.Bir valize sahip olmak sanıldığı kadar basit veönemsiz bir ayrıntı değildir.Ev/l/inizde valiziniz varsa eğer, günün birindeçıkıp gidebileceğiniz bir yeriniz var demektir.Ev/l/inizde valiziniz varsa eğer, o yerlerde bekleyenleriniz,o yerlerde beklettikleriniz var demektir.■72eylül-ekim-kasım2011


KARACAOĞLAN’DANDADALOĞLU’NA YERELLİKAHMET ÖZDEMİRŞiirlerin hayattakalma sebebi;toplum bilinciylearasındaki bağdır.Âşık şiiri, yerelhalkın kültüryapısının, dokusununşekillenmesindekatkı sağlayanunsurlardandır.Her âşık, içindebulunduğu yerelin,çağının tanığı, şiiride bu tanıklığıntutanağıdır.Her halk ozanının şiirlerinde, kendi iç dünyası,vücut bulduğu, dolaştığı yöreye ilişkingözlemleri ve seslendiği toplum gizlidir. Onlaryaşadıkları yerlerin, dönemin ve sosyal yaşantınınseslerini, izlerini geniş kitlelere aktarabilen sanatçılardır.Çevrelerinde yaşayanların hayat tarzını, düşüncelerini,duygularını, olaylara bakış açılarını şiirleriyledile getirmişlerdir. Âşıklara toplumun yereltemsilcileri diyebiliriz. Yaşadıkları kültür ortamıylaiç içedirler. Halk şiiri, muhatabı olduğu toplumungereksinimine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Halk vefolklor edebiyatımız, özellikle halk şiirimiz, kendinden,özünden, bizatihi yereldir.Âşıklar, toplumla ilgili konuları en çok destanlardaişlemişlerdir. Günlük hayatın küçük olaylarındanbüyük sosyal hareketlere kadar destanlar hertürden olayı içine alır. Destanlarda tarih kitaplarındayer almayan yerel halkın duygularını buluruz. Birtarihî olayın yereldeki yankısını ve tepkisini halkşiirlerinden öğrenebiliriz. Savaşlar, ayaklanmalar,kahramanlıklar, kıtlıklar, salgın hastalıklar, doğalafetler, eşkıya, gülünç olaylar, taşlamalar, aile içi73eylül-ekim-kasım2011


olaylar, meslekler destanların konuları arasındave hemen hemen hepsi yereli anlatır.Örneğin 1834 yılında Tokat’ın Zile ilçesindeçıkan yangın acılara neden olmuştur. Bu yangınıve ayrıntılarını bugün tarih kitaplarından değil,Zileli Âşık Kâmili’nin “Zile Yangını” destanındanöğrenebiliriz:“Sene bin iki yüz kırk dokuz olduBu insanlar pek tamaha yeldilerBir ihrak erişti şehri Zile’yeİşiten ehli dil cümle geldilerEvvelâ ateşin ucu göründüOtuz iki esnaf gama büründüSaat dörtten on bire dek süründüGayret edip dört tarafın aldılarÇarşı söğütmedi yanan ateşiTanıyamaz oldu kardeş kardeşiAnlaşılmaz gayrı Tanrı’nın işiGül gibi camiler bütün soldular……..”1886-87 yılları arasında yaşanan kıtlık ve SivasŞarkışla yöresinde halkın yaşadığı sıkıntıları19. Yüzyıl âşıklarından Serdarî üç dörtlüğünüalıntı yaptığım uzun destanında yerelin durumraporu gibi günümüze aktarmıştır:“Sekiz ay kışımız dört ay yazımızAçlığından telef oldu bazımızKasım demeden buz tutuyor özümüzMayısta çözülür gönlümüz bizimTahsildar da çıkmış köyleri gezerElinde kamçısı fakiri ezerYorganı döşeği mezatta satarHasırdan serilir çulumuz bizimZenginin yediği baklava börekKahvaltıya eder keteli çörekFukaraya sordum size ne gerekDüğülcek çorbası balımız bizim….”Dilimizde kıssadan hisse çıkarma deyimivardır. Halk şiirinin temel özelliklerinden birisiöğreticilik niteliği taşımasıdır. Âşıkların öğütleriyararlı, denenmiş, yaşam kesitleridir. Öteyandan yaşadıkları yerlerin çeşitli katmanlarındakidengesizlikler, çelişkiler âşıklar tarafındantaşlanmıştır. Bu tür şiirlerin arka planında döneminsosyal, ekonomik çarpıklıkları, yozlaşandeğerler karşısında farklı davranış biçimleri sergileyenkişiler vardır. İçerisinde bulunduklarıtoplumda aksayan bir yön gördüklerinde, âşıklartoplumu temsil görevini üstlenerek doğrularısıralarlar. 18. Yüzyıl âşıklarından KabasakalMehmet, mahallesinde yaşananları bakınız nasılaktarıyor:“Mektebin önünde ahır yapıldıHep okuyan sübyan geri çevrildiEtme diyenlerin evi yıkıldıBunun ilacını görün efendim.Yiyiciler akçe ister ceremeVerilen malımız gelmez kalemePerişanlık şayi oldu âlemeKullarına imdat kılın efendim.…………Yetmiş kadar adam mahpus bulunduNice bigünahlar zahimdar olduMütevelli imam sebebi olduKulların ahvalin bilin efendim.………..Kara Molla Oğlu araya girdiAltı kese akçaya halas bulduReayaya cebren salyane olduBize olan zulmü bilin efendim. ….”Âşıklar toplumsal coşkuları da canlı tutarlar.Yiğitlenmelerinde halkın ortak duygu ve düşüncelerinidile getirirken, vatan, bayrak, hürriyetgibi yüksek değerleri telkin ederler. “Orada,uzakta bizim köy”lerden ses ve nefes getirirler.Onların şiirlerinden, orada uzakta yaşayan insanlarımızınkahramanlarından haberli oluruz,mizah duygularıyla, tatlı tatlı “ti” geçişleriylegülümseriz. Bakınız Ruhsatî “Kör Mıstık”ı nasılanlatmış:“Silah sağ omuzda bir yiğit çıktı74eylül-ekim-kasım2011


Dediler ki gelen ünlü Kör MıstıkDedim Köroğlu mu yoksa Çullu muDediler ki yok yok şanlı Kör MıstıkDedim atı var mı dediler yayanDedim karakuş mu dediler şahanDedim yüzü nasıl dediler yamanHer rast geldiğine kinli Kör Mıstık…..”Halk şairleri, şiirlerinde, hikâyelerinde, destanlarında,ağıtlarında, taşlamalarında halkın ortakduygu ve düşüncelerini dile getirmiş, gezipdolaştıkları yörelerden aldıklarını Türk kültürüdenizine taşımışlar.Türk halk şiiri Türkçenin zenginlik kaynağıdır;yurdun her karış toprağından derlenen sözcükleriyüzyıllar ötesinden günümüze ulaştırmıştır.Yüzlerce atasözü, deyim, yer adları halk şiirimizdeyaşamaktadır. Çukurova halkının dört yüzyıl önce kullandığı sözcükleri Karacaoğlan’ınşiirlerinden “Tarama Sözlüğü”müze aktarmışızdır.Bunlardan rastgele örnekler sıralayabiliriz:“aceplenmek : şaşırmak; acışmak: içtenacımak; açında: açıl artık; alında: al artık; alâ:karışık renkli; alan: bütün, hepsi; alçım alçım:çeşit çeşit; alman mı: almaz mısın; annaç: karşı;asrık: yük; aşkara: aşikâr; aşna: gizli dost;ataş; ateş; atma: kilim ve havluda renkli yapılankuşak, çizgi; ayruk: başka; bahana: bahane;bay: zengin; belen: bel, geçit; belenmek: toprağabulanmak; belik: saç örgüsü; berk: katı, pek,sağlam; besermek : beslemek; burma: bilezik;buymak: çok üşümek; büke: çevresi ağaçlıkolan çıplak tepe; cırnak: yırtıcı hayvan tırnağı;cılbah: çıplak; çabut: bez; çenber : yazma;çezilmek: çözülmek; çığrışmak: bağrışmak;çitinmek: birbirine sürünmek; değnemek: bakmak;domur: tomur tomurcuk; devre: yanlış,ters; dölek: düz, doğru, engebesiz; devinmek:kımıldamak, deprişmek; doluk: gözü yaşarmak;döngün: dargın; edik: koncu kısa çizme; eğin:omuz, sırt; eğme: kıvrım; essah: sahih, gerçek;fırlanmak: dönmek; geçek: köprü; geri: sonra;geşir: geviş getirmek; göbelek: mantar; gökçek:güzel; ıramak: uzanmak; göğnek: gömlek; göğermek:yeşermek; hamaylı: tılsımlı takı, muska;höbek: öbek; habar: haber; ırlamak: şarkısöylemek; ırast gelmek: rastlaşmak; iğne: yine;kakımak: öfkelenmek; kalaklamak: dalgalanmak;kallemiş: bir çeşit güzel koku; kande:nerede; kanya: ufak kardeş; kastal: çağlayan,ırmak; konulga: konak yeri; kor: taş veya kerpiçduvarın her bir parçası; kovmak: koşturmak;koyak: küçük vadi; kolunç: omuz,omuzağrısı; kelli: sonra; kalan: bundan sonra, artık;koğlaşmak: dedikodu yapmak; koyak: iki dağarasındaki büyük çukur; kekil: saçın yan kıvrımı;keten: baş örtüsü; keleş: çok güzel, muhannet:bencil, ökçesi bozuk: kötü yola düşmüşkadın; oflaz: leylak rengini andıran renk; olgunçok iyi; onmak: berekete ve refaha kavuşmak;onulmaz: tedavi edilmez; öndün: peşin; ören:virane; öte: ileri; öz: kendi; özge: başka; pusmak:gizlenmek, büzülmek; reyhan: fesleğen;sağrı: sırt, arka; şilek/şelek: sırtta taşınan yük;şitil/sitil : dikilecek fidan; sehil: bunaltıcı sıcağınolduğu yer; soyha: ölünün üzerinden çıkangiysi; söbü: oval, beyzi; sıraca: deride ve dahaçok boyunda görülen bir cins yara; kol sıvamak:(mecazen) işe koyulmak; sulu sepken: yağmurlakarışık biçimde yağan; süllüm: merdiven; tamu: cehennem; tana kalmak : şaşmak; tay: denk,yükün bir tarafı; tezermek: kaçmak; tomurmak:tomurcuklanmak; tor: acemi, toy, deneyimsiz; uçmak:cennet; uğrun uğrun: gizli gizli; ünetmek:seslenmek; yağlık: büyük mendil; yalaz: parlak;yasılmak: yaslanmak teslim olmak; yaşın yaşın:gizli gizli; yavıklamak: kaybetmek; yavuklu:sözlü, nişanlı; yazı: ova; yazma : ince baş örtüsü;yekte: siyah eteklik, yelek; yelgin: yel gibi, çabuk;yelmek: koşmak; yerinmek: üzülmek; yolak:patika; yöğrük/yürük: seri koşan; yuka: derinliğiolmayan; yumak: yıkamak…Karacaoğlan’ın kullandığı sözcüklerin çoğuyöresel nitelik taşır. Süslemelerden, özentilerdenuzaktır; O konargöçer halkının içinde yaşamıştır.Yöresel dili kullanıştaki yeteneği büyüktür.Sözünü ettiğimiz yöresel dil, Torosların veGüney Anadolu Türkmenlerinin dilidir. Bu dil,yalın ve arıdır. Göçebe bir yaşam biçiminin zengindeneyimleriyle beslenmiştir. Ses taklidi unsurlarfazladır. Bu unsurlar, anlatım olanaklarına75eylül-ekim-kasım2011


zenginlik kazandırmıştır. Kaldı ki Karacaoğlanbu Türkmen dilini daha da zenginleştirmiştir.Yörenin deyimlerini atasözlerini şiirlerinde kullandığıgibi, birçok deyimler de onun şiirlerininyadigârı olarak dil hazinemize kazandırılmıştır.Gezdiği yerlerdeki halkın ağız özelliklerini şiirlerindeen etkili biçimde kullanmıştır.Karacaoğlan’dan iki yüz yıl sonra yineÇukurova’da kullanılan sözcüklerden bir bölümünüDadaloğlu’nun şiirlerinde bulabiliriz. İşteyüzlerce örnekten bir bölümü:ağu: zehir; ahval: içinde bulunulan durum;alapirli: sarı-kırmızı ışık saçan; alarmak: kızarmakal rengini almak; belik: saç örgüsü;bıldır: geçen yıl; bön: saf, temiz kalpli; car:imdat, yardım, sığınak; cehdetmek: gayret etmek,yekinmek, azmetmek; cirik: uzun boylu;çapar: ulak, haber taşıyan; davar: koyun, keçigibi küçük baş hayvan sürüsü; dölek: düzlük;edik: eskiden giyilen bir çeşit ayakkabı; finofesli: küçük fesli; firez: ekin biçildikten sonratarlada kök, anız; göğ: yeşil; gözer: delikli kalbur;haçan: ne zaman; ibili: ibibik kuşu; Kars:Kadirli’nin eski adı; kayıl olmak: razı gelmek;kepir: çorak; konalga: göçebelerin göç sırasındakonakladıkları sulu ve otlu yer; koygun:dokunaklı, acıklı; kulun: yeni doğmuş kısrakyavrusu; maya: dişi deve; mislin: benzerin,dengin; nikap: örtü; pöhrenk: toprak su borusu;sağman: süt veren sağılan hayvan; şivga:taze fidan; uşak: çocuk, genç; yağlık: mendil,başörtüsü…Dadaloğlu’dan yüz elli yıl sonra İç Anadolu’dakullanılmakta olan birkaç yerel sözlüğü SefilSelimî’nin şiirinde görelim:“…. Sapı döktüğümüz harman yerini,Unluk yuduğumuz ardıç kürünü,Bostanda karpuzla hıyar pürünüGörmek için can atıyom, çarem yokTavukların su içtiği yalağı,Mangır mangır mangırdayan balağıÇocukların belendiği beleğiSermek için can atıyom çarem yok. ….”Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi halk şairleri,yaşadıkları sosyal çevrenin gelenek ve göreneklerin“yazanakçı”larıdır. Onların şiirlerinin izinisüzerek yüzyıllar ötesinin yerel sosyal yaşantısınıgözlerinizin önüne getirebilirsiniz. YineKaracaoğlan’ın şiirlerinden hareket ederek dörtyüz yıl önceki Toroslar’daki bir yayla göçünücanlandırabilirsiniz. O baharın, yazın çağıldayansuların, gür pınarların, açan goncaların,öten kuşların, özellikle genç ve güzel Türkmenkızları ile Türkmen gelinlerinin şairidir. Karacaoğlan,yaşamanın sevincini damarlarındaduyan, allı morlu giysiler içinde peri kızlarınıimrendirecek kadar çekici olan güzellere rahatçaseslenen, arzuladığı serbestlikle duygularını dilegetiren bir kişidir.Diğer taraftan halk edebiyatına vücut verenlerdenolan halk hikâyesinin, masalının, efsanesinin,destanının onlarca varyantından söz edilmesi,yerel özelliklerle açıklanabilir. Bu ürünler,özleri aynı olsa da ulaştıkları her yörenin sosyal,toplumsal yapısının, tarihinin, kültürünün,coğrafyasının, gelenek göreneklerinin, inançyoğunluğunun ve kahramanlarının özelliklerinibünyelerinde eritmişler, havasıyla, suyuyla, kokusuve rengiyle söylendikleri yörenin varyantınıoluşturmuşlardır.Şüphesiz, âşık tarzı şiir, ozanının hayat bulduğu,içinde yaşadığı yerel toplumun ihtiyacındandoğmuştur. Şiirlerin hayatta kalma sebebi;toplum bilinciyle arasındaki bağdır. Âşık şiiri,yerel halkın kültür yapısının, dokusunun şekillenmesindekatkı sağlayan unsurlardandır. Herâşık, içinde bulunduğu yerelin, çağının tanığı,şiiri de bu tanıklığın tutanağıdır.Sonuç olarak, yerellikten amaç, belli biryöre ile ilgili olmaktır. Zaman ve zemin içindeâşıklarımız yörelerinin izlerini, yaşantılarını,sanat anlayışlarını, tasalarını, kıvançlarını, ağıtlarını,sevinçlerini dereler ırmaklar gibi Türkkültürü deryasına ulaştırmışlardır. Türk kültürü,yerellerin bütünde buluşmasıdır. Bu durumkaynağı itibariyle yerel olan ve yerel mecralardaakan âşık edebiyatına bütünde millîlik ve köklülüknitelikleri kazandırır. ■76eylül-ekim-kasım2011


YASEMİN AKKUŞCesârî, kalem şuarasıgibi, doğrudanArap ve Farsedebiyatlarındanbeslenerek şiirsöyleyen birşair değildir. O,kendisinden öncegelen ve çağdaşışairlerden etkilenmiş;ancak içindeyaşadığı coğrafyanınve halkın ürettiğikültürü de şiirlerindekullanmıştır.Klasik Türk şiiri, 13. yüzyılda teşekkületmeye başlamış, 18. yüzyıla kadartekâmülünü sürdürmüş ve 19. yüzyılın sonları ilehatta 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını devamettirmiş bir geleneğin seyridir. Özellikle 16. ve 17.yüzyıllar, bu seyrin kemale erdiği ve orijinaliteyiyakaladığı devirler olarak bilinir. Mahallîleşme veyerlileşmenin ilk örnekleri 15. yüzyıl şairlerindenNecati ile verilmeye başlanmıştır fakat 17. yüzyıl,halk şiiri ile klasik şiir geleneklerinin arasındakietkileşimin filizlendiği dönemdir. 17. yüzyıldaklasik şiir geleneğine yerli unsurlarla katkı sağlayıpbu yerlileşmeyi görünür kılan şairlerin başındasaz şairi Âşık Ömer’i zikretmek gerekir. Dolayısıylabu yüzyıldan itibaren Âşık Ömer’i örnekalan birçok meydan şairi, klasik şiir geleneğindeyerli unsurları imge kurgulamasına, mazmunlarave şiir diline sokarak geleneğin yerlileşmesi yolundaörnekler vermiştir.Klasik Türk şiirinde yerellik, genel olarak ikişekilde ortaya çıkmaktadır:Kelimeler arası kurgu ve ilişkide yerlilik.77eylül-ekim-kasım2011


Kelime hazinesinde yerlilik.Önce, “Kelimeler arası kurgu ve ilişkideyerlileşme”yi ele alırsak:Şiirde yerlilik, genellikle teşbih, istiare, mecaz,telmih gibi edebî sanat teknikleriyle yapılır.Şâir, anlatacağı esas kavramı veya anlamı (müşebbeh)ifade etmek için, beytinde, asıl kelimeile ilişkisini kurguladığı başka bir kelimeyi dezikrederek okuyucuyu şaşırtır. Mesela, sevgilininboyunun anlatıldığı beyitlerde, sevgilinin boyuçoğunlukla “servi”ye benzetilirken, Nedim, bunu“fevvâre: fıskiye” ile ilişkilendirerek verir. Bualışılmamış ve daha önce yapılmamış bir kurgulamadır.Nedim, böyle özgün bir kurgulama yaparak,şiirini zenginleştirmiştir. Bunu kaş, göz,saç gibi kelimelerle ilgili olarak da genişletmekmümkündür.Yerlileşmede ikinci tezahür, kelime hazinesindeortaya çıkar. Geleneksek şiir dili kullanılaraksöylenen şiirler, mecazi anlam ve çağrışım itibariylegelenekteki özelliklerini yansıtırlar. Bazı şairler,geleneksel şiir dilinin yanı sıra, yöresel birkelime hazinesi de kullanır ve böylece asıl anlatılankonuya, yerel bir renk de katarlar.Gelenek ve CesârîKlasik Türk şiiri, 16. yüzyıldan itibaren Arapve Fars edebiyatlarının hazır şiir malzemesiyle yarışarakgelişmeye devam etmiştir. Özellikle 16. ve17. asır şairleri, şiirlerinde kullandıkları mazmunlarla(imge kurgulamalarıyla), meşhur Arap veFars şairlerinden daha başarılı oldukları iddiasınıgütmüşlerdir. Bunun bariz örneği, önce Nef’î’degörülür. O, kasidelerinde, Arap ve Fars şairlerinigeçtiğini vurgulayarak ifade eder. 18. yüzyılın ilkyarısında, Nedim, lafzen telaffuz etmeden, şiirdeyerlileşme örneklerini vermeye başlar. Bu yüzyıl,İstanbul’un kültürel zenginliğinin kemale erdiğive bir medeniyet sembolü olarak görüldüğü yüzyıldır.Medeniyet sembolü olan İstanbul’da, kurumsalgelişmeler tamamlanmış ve bu özelliği ileşehir, bir cazibe merkezi durumuna gelmiştir.18. yüzyıl İstanbul’unda kurumsallaşmalardanbiri de “meydan şairleri”nin şiirlerini okuduklarısemai kahveleridir. İstanbul cazibesine kapılan şairler,imparatorluğun her tarafından gelerek, meydanşairliği geleneğini güçlendirmişlerdir. Bu gelenek18. ve 19. yüzyıllar boyunca devam etmiş;hatta 20. yüzyıl başlarına kadar süregelmiştir.İstanbul cazibesine kapılan meydan şairlerindenbirisi de Benderli Cesârî (Ö. 1829)’dir. BugünMoldova sınırları içinde kalan Bender şehrindedoğan Cesârî, Balkan coğrafyasını ve Edirne’yidolaştıktan sonra, İstanbul’a gelmiş ve şiirlerinisöylemeye burada devam etmiştir.Cesârî’de YerlilikCesârî, kalem şuarası gibi, doğrudan Arap veFars edebiyatlarından beslenerek şiir söyleyenbir şair değildir. O, kendisinden önce gelen veçağdaşı şairlerden etkilenmiş; ancak içinde yaşadığıcoğrafyanın ve halkın ürettiği kültürü deşiirlerinde kullanmıştır. Bir açıdan, onun merkezdenuzak olması ve belki doğru dürüst bir eğitimalamaması, özgün kalmasına yol açmıştır. Şiirindekiyerliliğin, bu özgünlüğünden kaynaklandığısöylenebilir. Ayrıca meydan şairliğiyle öne çıkanCesârî, klasik Türk şiiri ile âşıklık geleneğininhusûsiyetlerini şiirlerine yansıtmış, her iki şiir geleneğinedâhil olabilecek şiirler kaleme almıştır.Meydan şairlerinin klasik şiir geleneğini yerelliklebeslemelerine uygun bir örnek olan Cesârî,geçiş kültürü şairi olduğunun farkındadır.Cesârî, Klasik şiir ve âşıklık geleneği tarzındayazdığı şiirlerde, şairliğine çok güvenmektedir.Çoğu zaman âşıklara ve kalem şairlerine şiirleriylemeydan okuyan Cesârî, 17. yüzyılın meşhur şairlerindenÂşık Ömer’le kendini bir tutmaktadır:Bil anı ki Benderli Cesârî bana dirlerMânend-i Ömer şâir-i meşhûram efendümG 556 / 5Hatta Arap ve İran şairlerine aynı tavrı göstererekbaşkaldırırken aslında yerlileşmedeki iddiasınıda dile getirmektedir:Cesârî semt-i Rûmun şâir-i şîrîn-edâsı sensünBiraz hükmün yürüt dahı sen ol Îrâna mîranaG 732 / 6Bir meydan şairi olarak klasik şiir geleneğibilgisine güvenen, irticalen ve Türkçe söyle-78eylül-ekim-kasım2011


yişle aruzu ustalıkla kullanan Cesârî İran, Turan,Arap ve Kürt şairlerinin onun şiir tavrını bilmedikleriniifade etmekte ve şairlik hünerini sergilemeküzere hepsini meydana davet etmektedir:Ben ol Îrân u Tûrân şâirinden ihtirâz itmemBu demde cem’-i yârâna salâdur hep gelen gelsünG 659 / 2Arab Kürd ü Acem şâirleri bilmez benüm tavrumBu meydân-ı suhan-dâna salâdur hep gelengelsünG 659 / 3Kelimeler Arası Kurgu ve İlişkide YerlilikKlasik şiirde kelimeler arası kurgu ve ilişkigenellikle teşbih, mecaz, istiare… vs. gibi edebîsanatlar etrafında şekillenir ve bunlar arasındamutlaka renk, şekil, muhteva, mahiyet, fonksiyonilişkisi bulunur. Ayrıca “cinas” sanatını;yani iki kelime arasında kaligrafik ilişki kurmayıbunlara ilave etmek gerekir. Klasik şairlerkelimeler arası ilişkiyi sözü edilen 6 şekilde kurarlar.Alışılmış ve yaygın kullanımlar, eskiyitekrarlamaktan ibaret olup yenilik ise özgünlükve yerlilik adına bunlardan daha farklı ilişkilerkurabilmektir. Eğer şair, iki kelime arasında varolan başka şairlerin görmediği ve fark etmediğiilişkiyi görüp dile getirirse gelenekten farklılaşmakta;fakat geleneği yeni, özgün ve yerelkatkılarıyla zenginleştirmektedir. Bu, şiirin ufkunugenişletici bir tavırdır.Cesârî’nin, gelenekte yaygın olan kelimelerarası ilişkiyi şiirlerinde kullandığı görülmekte,bunun yanı sıra bazı imge kurgulamalarındayerel ve özgün ifadelere rastlanmaktadır. Şairinyeni, yerel ve özgün kurgulamalar yapmaksuretiyle asıl anlatılan unsuru alışılmamış kelimelerleilişkilendirerek söylediği şiirlere örnekolarak aşağıdaki beyitler verilebilir:Âsumâna dûd-ı âhum halka halka çıkdugıVar ise ey dil hemân ol tâc-ı izzetdür banaG 13 / 3Livâ-i âh çekdüm ben cihân pâşâsı-veş ammâBana mansûb-ı aşkun hiç mukarrer olmadı gitdiG 802 / 4Klasik şiir geleneğinde hemen her şair tarafındankullanılmış olan “âh” mazmunu bilindiğiüzere âşığın çektiği dertleri ifade etme şekliolarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu “âh”,âşığın ağzından çıktığı farz edilen dumandır vebu “âh” dumanı çekilen dertlerin çokluğuylaorantılı olarak göğe ve hatta feleklere yükselmektedir.Dolayısıyla geleneksel bir mazmunolan “âh” dumanı, şairler tarafından yaygın olarakrenk ve şekil itibariyle servi ağacına, renkitibariyle buluta, çıkıp gitmesi özelliğiyle iseok’a benzetilmiştir.Cesârî’nin şiirlerinde ise “âh” mazmununabu benzetme veya ilişkilerin yanı sıra gelenekteolmayan ve yerellik etkisi hissedilen anlamlaryüklendiği görülmektedir. Yukarıdaki beyitlerdegörüldüğü üzere; “âh” dumanı yukarı doğru(göklere) yükselir ve halka halka olması itibariyletâca benzetilir. Tâc hem baş üstündedirhem de şekil olarak (halka gibi) yuvarlaktır.Ayrıca şair tarafından âşığın şeref tâcı olarakkurgulanan “âh” dumanının göklerde yani yükseklerdeolması ile izzet, şeref kelimeleri arasındailişki kurulmuştur.Diğer örnek beyitte ise âşığın cihan paşasıgibi “âh” bayrağını çekmesi, gene gelenekselkurgulamadan farklı bir ifade olarak karşımızaçıkmaktadır. Şiirde “âh” dumanının yükselmesiile bayrağın da göğe doğru yükselmesi arasındailişki kurulmuştur. Ayrıca bayrak taşıyan direklerinucundaki at kılından tuğlar, renk ve şekilitibariyle “âh dumanına” benzetilmiştir. Cesârî,söz konusu kıllar ile “âh” dumanı arasında hemşekil hem de renk itibariyle ilişkilendirme yapmaktadır.Geleneksel mazmun kurgulamasına göre“âh” dumanı, göğe ya da feleğe yükselirkenCesârî’nin şiirlerinde ise sahra ve dağ üzerineçökmektedir. Cesârî, böyle bir kullanımla, gelenekteolmayan yeni ve özgün bir kurgulamayapmaktadır:Rahm kılmaz hiç benüm hâlüme ol cân-ı cigerDûd-ı âhumdan duman sahrâ vü dağ üzre çökerG 242 / 1Gelenekte kirpik ok, elif gibi unsurlara ben-79eylül-ekim-kasım2011


zetilirken Cesari, kirpik-süpürge ilişkisiyle gelenekteolmayan bir benzetme yapmıştır. Aşağıdakibeyitte, âşığın kirpikleri gönül evindeki tozlarıtemizleyen bir süpürge görevindedir. Gönül evi,yaşanan ayrılıklardan ötürü kederlidir ve âşıkdöktüğü gözyaşlarıyla burayı ıslatmakta, süpürgeyebenzeyen kirpikleriyle de süpürmektedir.Bununla birlikte, ağlama eyleminin insanı rahatlatmasıve kalbindeki sıkıntıyı atması asıl verilmekistenen mesajdır. Bu beyitte âşığın kirpiğininşekil ve fonksiyon itibariyle süpürgeye benzetilmesi,gözyaşının ise süpürürken toz kalkmamasıiçin serpilen su’ya benzetilmesi gelenekte yer almayanözgün bir kurgulamadır:Cesârî hâne-i dilden gubârı ben süpürdüm hepOlupdur hizmete bu dîde-i müjganlarum çârûbG 72 / 5Şu beyitte, fonksiyonel olarak “kasap” ile“ecel” kelimeleri arasında benzetme yapılarak,gelenekte bulunmayan bir kelimeler arası ilişkisergilenmiştir:Cânın reh-i dildârda kurbân ola bir günKassâb-ı ecel eyleye bu âlemi mezbahG 130 / 6Kasap, hayvanları keserek can alır ve kasaplarkurban da keserler. Bu, hayvan için ecelin tecellietmesidir; ama hiç bir hayvan için “eceli geldi”denmez. Ecel, insan için söz konusudur. Nasıl kikasap, hayvanın hayatını sona erdiriyorsa, ecelde insanın hayatını sona erdirir. Şair bu beytinde,hayvanların eceli ile ilgili olan “kasap” kelimesini,âşığın canını alan “ecel” ile “can alıcılık” açısındanilişkilendirmektedir. Böyle bir ilişki, klasikşiir geleneği içinde özgün olarak değerlendirilebilir;çünkü “ecel” ifadesinin “kasap” ile ilişkilendirilmesigelenekte rastlanan bir benzetme türüdeğildir. “Kasap” kelimesi, çağrışımları itibariyleklasik şiirde pek kullanılmayan bir kelimedir.Çünkü “kasap” kaba-saba ve can alıcı bir tiptir vebu yüzden klasik şairler, bu kelimeyi kullanmakistememişlerdir. Hâlbuki Cesârî, bu inceliği bilmeyecekkadar taşralıdır ve onun şiirlerinde böyleince düşüncelerin olmaması şaşırtıcı değildir.Klasik şiir geleneğinde sevgilinin “zülf”ürenk, şekil, fonksiyon… vb. gibi hususiyetler bakımındanbirçok unsurla ilişkilendirilmiş sık kullanılanmazmunlar arasında yer almaktadır. Sevgiliningüzellik unsurlarından biri olan “zülf”ün,lam harfine, tuzağa, hançere, kasap çengeline,ferman üzerindeki satıra… vs. benzetilmesi oldukçayaygındır. Fakat Cesârî, aşağıdaki beytinde“zülf” kelimesini renk, şekil ve fonksiyon itibariyle“kafes”e benzeterek kullanmaktadır. Âşığıncan kuşu, sevgilinin kâküllerine heves ettiğindenceza olarak kafese girip hapsedilmek istemektedir.Bu kafes, elbette sevgilinin zülüfleridir ve buhapis cezası yani zülüfler, âşığın ulaşmak ve kavuşmakistediği tek yerdir. Özgürlüğünü kaybetmekbahasına da olsa âşık, sevgilinin kafes gibiolan zülüflerinde hapsolmaya razıdır. Kafeslerintel tel olması ile zülf telleri arasındaki ilişkininyanı sıra eski kafeslerin kubbeli olmasından ötürütellerinin kıvrımlı olması ile zülf kıvrımı arasındakiilişki özgün bir kurgulama olarak karşımızaçıkmaktadır:Murg-ı cânum n’ola habs eylese zülfün kafesiYeltenüp kâkül-i sevdâlaruna itdi hevesG 400 / 2Sevgilinin dudak, saç, yanak, ben, diş… vs.gibi uzuvları çeşitli mazmunlar etrafında şairlertarafından sık sık kullanılagelmiştir. Bunlardan“diş-dendân”, genellikle “inci-dürr” kelimesi ilehem renk hem şekil hem de fonksiyon bakımındanilişkilendirilmiştir. Aşağıdaki beyitte de Cesârî,alışılmış bir teşbihle, sevgilinin dişlerini beyazlığıve değerli oluşuyla inciye benzetmektedir.Gelenekten farklı olan kurgu ise sevgili tebessümettiğinde ortaya çıkan inci gibi dişlerinin geceçerağının saçtığı ışık gibi oluşudur. Bu durumdasevgilinin ağzı, çerağa benzetilirken dişleri, çerağıniçindeki ışığa benzetilmektedir. Gecenin karanlığındayanan çerağın etrafı aydınlatması gibi,sevgili de güldüğünde beyaz dişleri ile geceyi aydınlatanbir çerağ görevi görmektedir. Dolayısıylaşair, bu beyitte “dehan”-“çerağ” kelimeleri ile“dendân”-“par par yanmak” kelimeleri arasındagelenekte yer almayan özgün bir kurgulama gerçekleştirmiştir:80eylül-ekim-kasım2011


Şeb çerâgun mislidür cânâ tebessüm eylesenŞol dehânunda dür-i dendâneler par par yanarG 191 / 4Klasik şiir geleneğinde “ağyar” umumiyetleâşık ile mâşuğun arasını bozmaya çalıştığındanötürü kötülenen ve sevilmeyen bir tip olarak şiirlerekonu edilir. Cesârî, aşağıdaki şiirinde ağyarıkötülemekten de öte dövmek gerektiğini söylerve bunu yaparken de halk mantalitesine göre birtarifte bulunarak ince düşünceden uzaklaşır, ağyarın“kuyruk sokumu”na tekme vurulması gerektiğinisöyler:Kuyruk sokumına urmalıdur agyârunEzilür makadı belki anun abrâşa çıkarDivan 17 / 8Aşağıdaki dörtlükte şairin yaşadığı devirdegeçerli olan giyim modası yansıtılmış ve yerel unsurlarşiire sokulmuştur. Kenarları ipek işlemeli“bürüncek” gömlek, sarı renkli entari, iç kuşağı,kırmızı kollu kapud ve elde kokulu yeşil reyhanile dönemin yerli modası anlatılmakta ve şiir geleneğineyerel bir katkı sağlanmaktadır:Hem bürüncek pîrehen geymiş kenârı hep harîrSarı reng entâriden ol iç kuşagın gösterirKırmızı kapud kolıyla şeklini gören erirSalınur destine almış kokulı reyhân yeşilDivançe Güfte 123 / 3Cesârî’nin şiirlerinde yukarıda saydıklarımızdanbaşka, kelimeler arası kurgu ve ilişkide gelenekteolmayan pek çok örnek mevcuttur. Bunlardanbazılarını kısaca söylemek gerekirse: Gelenekte,kaş’a, rı harfi’ne, zülf’e benzetilen hançer’inharami’ye benzetilmesi(G 172 / 6); gelenekte genelanlamda kullanılan gam’ın “yatak” ile ilişkisi(G 145 / 5); yaygın olarak yay, hilal, hançer gibikelimelere benzetilen kaş’ın “tuğra”ya benzetilmesi(G 240 / 2); gelenekte sevgilinin ben’i nokta,yıldız, tuzaktaki tane, kâfiristan gibi unsurlarlabirlikte anılırken şairin ben’i “turna katarı”nabenzetmesi (G 428 / 5); “dünya” gelenekte “alçak”sıfatıyla kullanılırken Cesârî’de halk şiirindeolduğu gibi değirmene benzetilmiştir; âşık’ın iseyaygın olarak bülbüle, deli’ye, kurbanlık koyunabenzetilirken dünya değirmeninde öğütülen un’ateşbih edilmesi (G 383 / 4); din ve iman çerçevesindeinsanoğlunu yoldan çıkarıcı olarak yaygınşekilde adı geçen “şeytan”ın vücut şehrine giripimanı yağmalamaya niyetli bir “casus”a benzetilmesi( G 405 / 6); gelenekte, mütemadiyen içindebulunduğu aşktan ötürü dertli ve gamlı olan âşığınçektiği “cefa”ların dört bir yanından çekilerekkıvama gelen “keten helvası”na teşbih edilmesi(G 609 / 1) söz konusu örneklerden bazılarıdır.Aşağıdaki örnekte ise; klasik şiirde, dîvâne tavırlarındandolayı şâirin, zaman zaman rakip, ağyarveya halk tarafından ayıplanması ve taşlanmasıçok kullanılır. Cesârî, atılan ayıplama taşını, halkşiirinde yaygın olan “geldiğini bildirmek üzerepencereye atılan taş” ile ilişkilendirerek vermişve böylece halk şiiri imge dünyasından bir kurgulamanınklasik şiir imge dünyasına geçmesine şubeytiyle aracılık etmiştir:Yok yere taş atmasun ta’n eyleyüp âlem banaSeng-i peyk-i vuslat atdı bana bu sevdâ-yı aşkG 489 / 3Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi,Cesârî, şiirlerinde gelenekten kaynaklanan kelimelerarası ilişki kurmanın yanı sıra, kendi özgünkurgularıyla, şiirde gelenekten farklılaşmalar dasergilemiştir. Hem zaman zaman Fars edebiyatındankaynaklanan kurgulardan farklılaştığı;hem de halk kültürünü şiirlerinde yansıttığı içinCesârî’nin bu tavrına yerellik gözüyle bakmakmümkündür.Kelime Hazinesinde YerlilikCesârî, meydan şairi olduğunu her fırsatta dilegetirmesine rağmen Dîvân ve Dîvânçesi’nde yeralan şiirlerinde çoğu kez klasik şiir kültürü ve dilininhususiyetlerini yansıtmış ve aynı zamandaklasik şâirlere meydan okumuştur. Aruz vezninirahatlıkla kullanan Cesârî’nin şiir dilinde, Türkçesöyleyiş hâkimdir. Bünyesinde yer alan uzunünlüler nedeniyle Arapça ve Farsça kelimelerinkullanımına zemin hazırlayan aruz vezni, şairin81eylül-ekim-kasım2011


şiir dilinde neredeyse yerelleşmiş ve kullanılanTürkçe kelimelerle şaire özgü bir hâle gelmiştir.Kelime hazinesinde yerlileşme, yerel Türkçeve Balkan dillerinden gelen kelimeler olmaksuretiyle iki bölüm hâlinde incelenebilir.Aşağıdaki beyitte “çigdem” ve “öksüzce” kelimeleribirer çiçek adı olup hala Anadolu’nunbazı yörelerinde kullanılmaktadır. Klasik şiirdilinde bu iki çiçek adı kullanılmamaktadır.Cesârî’nin şiirinde geçen “öksüzce” ve “çigdem”şehir bitkisi değil kır bitkisidir ve buçiçekler ancak kırsal kesim insanlarının imgedünyasında yer edebilirler. Cesârî, kırsal imgedünyasını şiirinde kullanarak halk imgesindenklasik şiir imge dünyasına bir akış sağlamaklabirlikte yerel imgelerin geleneğe aktarılmasındaaracı görevi görmektedir:Eyyâm-ı şitâ oldı begüm çigdem açılmazÖksüzce gibi hâtır-ı pür-müdgam açılmazG 382 / 1Bu dünyanın şatafatının şairin gözünde ne kadardeğersiz olduğunu anlatan aşağıdaki beyitte,“çöpçe gelmez” ifadesini yerel ağız ve günlükkonuşma diline örnek olarak göstermek mümkündür.Halk ağzından deyim kullanan şair, dünyanındeğersizliğini, yine bir nevi değersiz şey anlamına“çöpçe” kelimesi ile ifade etmeye çalışmıştır. Buda dilde mahallîleşmenin yanı sıra imge dünyasındada mahallîleşmeye örnek teşkil etmektedir:Çöpçe gelmez âlemün âlâyişi hiç aynınaMeyl-i ukbâ eyler âhir bu fenâyı terk iderG 211 / 3Klasik şiir geleneğinde âşık sembolü olarakkullanılan “bülbül” aynı zamanda şehir kültürünütemsil etmektedir ve kullanımı yaygınolan mazmunlar arasında yer almaktadır. Gelenekteneredeyse adı hiç geçmeyen “kanarya”,Cesârî’nin şiirinde yerel kültürün sembolü olarakkarşımıza çıkmakta ve bu iki kültür karşıkarşıya getirilmektedir. Şair, “bülbül” ile kalemşairlerini, “kanarya” ile meydan şairlerini kastederekşehir kültürüne karşı yerel kültürü savunmaktave meydan okumaktadır. Klasik şiirdepek kullanılmayan bir kuş adını “bülbül” ileilişkilendirerek özgün bir kurgulama yapmaktave aynı zamanda halk kültüründen yaygın olan“kanarya”yı şiir diline sokarak yerlileşmeyekatkı sağlamaktadır:Bülbül yirine biz anı şimdi bedel itdükMeyl itse n’ola goncaya dünyâda kanaryaG 749 / 2Meydan şairlerinin irticalen şiirler söylediğisemai kahvelerinde, âşıklar arasında hüner göstermemaksatlı çeşitli yarışmalar yapılırdı. Bunlardanbiri de âşık tarafından yazılan muammanınkahvenin tavanına iple(urgan) asılmasıydı.Yarışmayı kazanan âşığa verilecek hediyelerinyanı sıra tavandaki urgan’a “düdük” de asıldığıvâkidir. Urgan’a düdük bağlanmasının sebebi, imtihandailk sözün söylenmeye başlamasını işaretetme amacıyla düdüğün çalınması gösterilebilir.Böylece âşıklar asılan muammayı çözmeye çalışırve kazanan âşık, hem hediyelerin sahibi olur hemde adını duyurarak şöhret sahibi olurdu. Aşağıdakibeyitte Cesârî, halk kültürüne ait bir geleneğedeğinirken bu kültürün dilini de şiirine yansıtmaktadır.“Cukcuka” yani “düdük” kelimesi, âşıkkahvelerinde uygulanmış olan yerel bir geleneğinparçası olarak şiir diline girmiştir:Cesârî da’vi-i aşkı idüp meydâna girmişdürKelâm-ı imtihâna cukcuka urgana baglansunG 654 / 5Klasik şiir dilinde yemek kültürü zaman zamanişlense de aşağıdaki beyitte Cesârî, pekrastlanmayan yerel halk kültürü ile ilgili kelimelerişiirinde kullanmıştır. Halkın yemekkültürünü yansıtan “zerde” ve “pilav”ın aynızamanda halk arasında zengin yiyeceği olarakgörüldüğü de anlaşılmaktadır. Hayatı boyuncageçim sıkıntısı çeken şair, ihtiyarlığında iyibeslenmeye ihtiyacı olduğunu, kuru ekmeklegeçinmenin ne kadar zor olduğunu ifade etmekteve besleyici bir yiyecek olan “zerde” ile “pilav”yemesi gerektiğini söylemektedir:82eylül-ekim-kasım2011


Ey Cesârî kurı nân ile geçinme böyleİhtiyârsın sana elbetde gerek zerde pilavG 685 / 5Cesârî, aşağıdaki beytinde, bulutlu bir havayıanlatırken, yerel dile ait “çiskin” kelimesini kullanmıştır:Bozıldı hevâ çökdi yerin yüzine çiskinYagdurdı sehâb berf ile bârân içeridenG 642 / 3Tabiat, içerisinde barındırdığı muhtelif unsurlarve insanla olan ilişkisi ile klasik şiir geleneğininen mühim kaynaklarından biri olmuştur.Tabiata ait bad-ı saba, rüzgar, serv, mah,mihr, sitare, çimen, berg, baran, berf… vs. gibibirçok ifade ve kelime, çeşitli teşbih, istiareve mazmunlarla klasik şiir geleneğinde hayatbulmuştur. Şairlerin kullandığı bu ifade ve kelimeler,daha çok gelenekte var olduğu şekliyleyani Arapça ve Farsça kelime ve ifadelerlekullanılmıştır. Bazı şairler ise geleneğe ait ifadeve mazmunların yanı sıra şiir diline yerel tabiatkelimelerini de ilave etmiştir. Cesârî’yi de buşairler arasında zikretmek mümkündür. Her ikikültürün de izlerini taşıyan yukarıdaki beytindeşair, birinci mısrada, tamamen halk kültürü vesöyleyişini yansıtırken ikinci mısrada ise klasikgeleneğe ait dilden faydalanmaktadır. Havanınbozulması ve yeryüzüne “çiskin” çiseleyen yağmuryahut sisli ve yağmurlu bir havanın çöktüğünüifâde eden Cesârî, hem söyleyişi ile hemde kullandığı kelimelerle şiir dilinde yerelliğiaçıkça gözler önüne sermektedir:Cesârî’nin şiir dilinde ve kelime hazinesindeyerelliğe verilebilecek örneklerden bazılarıkısaca şöyledir:Vücûd-ı nâziki üzre bürüncek pîrehen giymişN’ola başına sarınsa gögez keşmîr şâl inceG 738 / 3beytinde halkın belirli bir dönemdeki giyimkuşamkültürünü ve bu kültürün dilini yansıtan“bürüncek” adlı bir çeşit kumaş ile giyimde renkmodasını yansıtan laciverde yakın mavi yani “gögez”kelimesi geçmektedir.Şol güreşçi tekyesinde pîr ü perver olmışumNâmı meşhûr pehlivân insân ararsan işte benG 624 / 3beytinde ise Osmanlı sosyal hayatının bir parçasıve folklorik malzeme olarak sayabileceğimiz“güreşçi tekkeleri”nden bahsedilmektedir.( G 624 / 3) Ayrıca ordu ve donanma kültürüneait savaş aletleri ve silahlarından biri olup öncütopları diye adlandırılan “çarka topları” (Divançe223 / 1) şâirin yaşadığı döneme ait yerelhalk kültürünün ve dilinin şiire yansıyan örneklerindenbiridir.Cesârî, sokak ve günlük konuşma dilini şiirindekullanan bir şair olarak argo kelimeler dekullanmıştır. Aşağıdaki beytinde “genç” anlamında“veledınka”; “fahişe” anlamında “cınka”kelimelerini kullanması buna örnektir:Tahrîr-i fenâ oldugı içün veledınkaŞehvet ile bakmaz yanına gelse de cınkaG 759 / 1SonuçCesârî, gerek imge kurgulaması ve gereksekelime hazinesi itibariyle, yerel birikim ile gelenekarasında bir köprü olarak klasik Türk şiirininimge kurgulamasına ve şiir dilinde kelimehazinesinin zenginleşmesine katkıda bulunmuşbir şairdir. Elbette bu katkı, anında etki gösterenve büyük dönüşümlere yol açan bir katkıdeğildir fakat klasik Türk şiiri ile halk şiirinin 18.ve 19. yüzyıllardaki etkileşimi ile gelişim ve tezahürünetesir etmiş bir katkıdır.Cesârî, klasik ve halk şiiri geleneğine hâkimve şiirlerinin çoğunu klasik şiir geleneği tarzındakaleme alan bir meydan şairi olarak, Türk halkkültürü ve dilindeki yerel unsurları şiirlerindekullanmış, böylece yaptığı özgün kurgulamalarlaklasik şiir geleneğinde yerlileşme tarzını ortayakoymuştur. ■83eylül-ekim-kasım2011


BAZILOVA B.K.*Okur ile yazararasında diyalogşeklinde oluşanyeni ilişki tipininkuramsal ve felsefiktemellendirilmesiromantizm devrindeortaya çıkmaktadır.Romantiklerin “canlı,anlayışla yaklaşan,okurun yaratıcılığındaaktif olarak katılımsağlayan yazar”hakkındaki savıreseptif estetiğinkullanımına alınmıştır.Edebî eserin sanatsal bir bütün olarak sorunuortaya konulduğundan bu yana, tür (janr)sorunları özel bir güncellik kazanmış durumdadır.Tür – edebiyat gelişimindeki şu anki (senkron)ve tarihsel (diyakronik) gelişim süreçlerininkesişmesinde yer almakta olup bununla birlikteçözümünün karmaşıklığını da açığa kavuşturmaktadır.Tür-edebî eser ile edebî sürecin “kesişme”yerini tanımlamakta, onun içinde insana ait tutumungerçekliğe ve kendisine yönelik gösterim veifadesi yöntemlerinin geleneği ve yenilikçiliğinibelirtmektedir (konu, hayal sistemi, portre, peyzajvs.) ve yenilik. Bugünlerde edebiyat biliminde türve onun jenetik yapısı spesifiğinin incelenmesineyönelik şimdiki ve tarihsel yaklaşım çabalarınınbirleştirilmesi konusu özellikle güncel bir konuolup bu da bir dizi çağdaş araştırmacı tarafındanbelirtilmektedir [İyezuyitov, 1980; Averintsev,1986; Zinçenko, Zusman, Kirnoze, 2002, Breutman,2004]].XX. yüzılın ikinci yarısında yer alan tarihedebiyatbilimindeki edebiyat süreci ile edebî eserin“yetiştirilmesine” yüz tutan eğilimini ele alanöncülerden M.Verli [Verli, 1957] olmuştur, sonra-* Filoloji bilimleri masterı, doçentKazakistan, Almatı84eylül-ekim-kasım2011


ları ise edebî eserin spesifiğini tanımlama konusunayönelik birbirine tamamen zıt yaklaşımlarteorik olarak gerekçelendirilmiş olan çalışmalarortaya çıkmıştır [Timofeyev, 1977; Yesin, 2003].Rusya edebiyat biliminde oluşan durum – söz konusuolan bu fikir ayrılıklarını bilimin krizi olaraktasvirleyen İ.K. Kuzmiçev tarafından teferruatlıbir şekilde tahlil edilmiştir [Kuzmiçev, 2000].Kendi içeriği ve yapısında belgesel ve sanatsaltürlerin unsurlarını sentezleyen sanatsal olgubir edebî portreyi teşkil etmektedir. Ve söz konusuolan bu husus bu olgunun sosyo-politik veya sanatsaltürlerin sistemine ait olması konusunda yapılantartışma meydanı hâline gelmiştir. Sorununbu şekilde ortaya konulması araştırmacıların önünesöz konusu modele ait tür formu, yapının işlevdoğası, kendisini oluşturan bileşenlerin arasındakiilişki gibi sorunlarını ortaya koymaktadır. Bunlardanbir tanesi insan hakkındaki görsel izleniminsomutlaşması yöntemi olarak eserde yaratılan karakterinözelliklerini aktaran portre olmaktadır,portrenin de sanatsal bir bütünlüğün parçası olarakaraştırılması ise – türün işlev yapma düzeninikavrama yolundaki önemli bir kısmıdır.Edebî portrenin formları ile fonksiyonlarınınepik türün ana hatları ile araştırılması – romanda,öyküde, hikâyede ve deneme yazılarında vede anısal literatürünün eserlerinde Rusya bilimadamları tarafından yapılan çalışmalarda birkaçyönde yürütülmektedir. Bu durum subjektif organizasyonunmetodu olarak janrın (türün) emaresinet bir biçimde ortaya çıkan sanatsal bir bütünlükunsuru olarak portre fonksiyonun genişlemesiile koşullandırılmıştır. Birincisi, portre – sanatsaltarzın önemli bir bileşeni, karakterin nitelendirilmesiyöntemi olarak ele alınmaktadır [Dmitriyeva,1962; Galanov, 1967; Solovyev, 1979]. L.İ.Timofeyev, S.V.Turayev portreyi edebî esere ait“sanatsal özgünlük anlarından” biri; S.İ.Kormilov“karakterin dış görünümünün betimlemesi veyayaratılması” olarak tanımlamakta olup D.S. Lihaçevkahramanların dış görünümünü eseriniç dünyasına özgü nitelikler ile, kendisine haszaman-mekân ilişkilerinin spesifiği, psikolojisi,ruhsallığı, ahlâki değerler sistemi ile bağdaştırmaktadır.Bir dizi araştırmacılar portrede sanatsaltarzın önemli bir bileşenini görmektedir [Dmitriyeva,1988; Galanov, 1967; Kriçevskaya, 1994];diğerleri ise karaktere ait dış görünüşün değişiminionun yaşam öyküsüne özgü bir emsal olarakele alınabileceği savını öne sürmektedir [Vinokur,1927; Grossman, 1959]. İkincisi, portreyi işaretsisteminin bir parçası olarak incelenmesi [Lotman,2002] XIX yüzyıla ait gerçekçi sanatındakifonksiyonlarının genişlemesi ile izah edilmektedir[Dmitriyeva, 1962]. “Portre” kavramının içineV.Halizev yalnızca “dışsallığın tasviri olarak:bedensel, doğal ve özel olarak yaş özelliklerini”dâhil etmenin yanı sıra insanda sosyal ortam, kültürelgelenek, onun bireyselliği ile oluşturulanlarısaptayarak, kendisine özgü davranış türlerindeifade etme yolunu tespit etmektedir [Halizev,1999, s. 181]. İnsanın dış görünüşü, “semiyotikolguların en yoğun olanlarından biri olmasınınyanında aynı zaman okunarak çözülmeye meydanvermemektedir” [Farino, 1980, s.75]. Üçüncüsü,portre – psikolojik analiz türlerinden biri olarakele alınmakta olup, yöntemin karakteristiği ilebağdaştırılmakta ve yazarın bireysel tarzı olarakgörülmektedir [Krasnov, 2001, Eremina, 1983].Diğer bilim adamları ise portrenin özelliklerindeinsana ait dış görünüş görsellerini eserin tarz vetürü ile mukayese ederek edebiyat yönünün yansımasınıtespit etmektedir [Ginsburg, 1957; Kriçevskaya,1994; Halizev, 1999].Böylece, edebiyat biliminde portreye ait karşılıklıbağlantılarının araştırılması, edebî süreçaşamaları, özel olarak da edebî türü ile birlikte yeralan sanatsal bir bütünün parçası olarak incelenmesiyaklaşımları belirmiştir.Henüz eski çağlarda, türe özgü olan özelliklerdebelirli devirdeki toplumsal ilişkilerin ifadesinigören Aristo tarafından edebî olguların araştırılmasınayönelik kesinliğe bağlanmış tarihsel yaklaşımgerekçelendirilmiştir [Aristo, 1957]. Türüntasvir edilenin sosyal önemine bağlı olmasıkonusundaki aynı fikir daha sonraları Lessing’inyapıtlarına dile getirilmiş olup akabinde Gegel’in“Estetik” adlı eserinde kapsamlı olarak geliştirilmişti[Gegel, 1958]. Gegel’in yaptığı çıkarsamayagöre, her bir devrin kendisine hayat veren hastür sistemi yer aldığını ve ilgili sistem sona erincede devrin en değerli ifadesini kazandırdığı türlerde ortadan kaybolmaktadır (örneğin, klasik sanatdevrindeki büyük eserin akibeti bu şekilde olmuştur).Gegelden farklı olarak, Rus edebiyat eleştir-85eylül-ekim-kasım2011


meni ve kuramcısı V.G. Belinskiy “Şiir sanatınıncins ve türlere göre ayrılması” adlı çalışmasındakanıt olarak Rus edebiyat eserlerini göstererek,tür tipolojisinin yaratılmasında kendisinin yaşadığızamana denk gelen edebiyat sürecini kullanmaktadır.Ağırlıklı olarak öykünün, söyleşinin veromanın mensur türlerinin gelişmesinde kendisiniifade eden gerçek sanatın oluşumu, türdeki cinsemarelerinin sentezi hakkındaki Belinskiy’ye aitsonucun kaderini belirlemiştir [Belinskiy, 1948].Söz konusu olan bu çıkarsamanın teyidi olarakBelinskiy tarafından A. Puşkin’in, N.Gogol’un,M.Lermontov’un eserleri analizi yer almaktadır.Böylelikle, tür kuramı araştırmasının bu etabındaedebiyat tarihinin araştırılmasını tipolojisi ilebirleştirilme çabası sarih bir şekilde ortaya çıkmışolup diğer yandan şu ya da bu türün spesifiği gerçekliğinmizacı ile ilişkilendirilmiştir.Edebiyat süreci ile onun cinslik kesin formlarıve türlerindeki belirtilerinin araştırılması esaslarıA.Veselovskiy’nin tamamlanmamış tarihî şiir çalışmasındasunulmuştur [Veselovskiy, 1989].Rus edebiyat bilimindeki “kalıtsal” şiir teknikleriköklü tür yapılarının tipolojilerini oluşturmasındakullanılmıştır [Tarihî şiirsellik, 1986]. Kendizamanı içindeki sanatsal deneyim ile doğrudanetkileşim içinde bulunan, gelenekler ile yenilikçiliğingerçekçi dinamiğinde seyir eden, “tekraredilemez sanatsal kişiliğin sanatsal eylemindeki”işlevselliği olan bir sistem olarak edebiyatın temelkategorilerinin araştırılmasına yönelik şu ana kadarhiçbir çalışmanın yapılmadığı araştırmacılartarafından belirtilmiştir [Tarihî şiirsellik, 1986,s.118, 123-125]. Bu savlarda O. Freudenberg’intür oluşumu sürecinin “yeniden oluşum” süreciolarak ele aldığı ve sanatsal formlar ile yaratıcılıkhareketinin oluşunu birleştiren fikri tekerrür edilmişti.Tür (janr) sorununun diğer önemli yönü estetikdışı unsurların (hayat gerçeklerinin) şiirsellik alanınageçiş mekanizmasının tam olarak ne olduğusorusudur. Janr oluşumu süreci bileşenleri arasındakioranların değiştirilmesi yoluyla mevcut şeklininyeniden teşekkülü mü yoksa janr oluşumuyeni içeriğin baskısına dayanamayan eski şeklinyıkımına yol açan iç muhteviyatın değişim sürecinimi temsil etmektedir? Böylelikle, tartışmayaaçık olarak geriye iki önemli konu kalmaktadır:Birincisi cins ve türün (janr) kendi aralarındakibağlantısı, ikincisi türün dominantı (bariz noktası)neyi teşkil etmektedir?Çağdaş edebiyat biliminde cins ve tür ilişkilerinibelirleyen en yaygın bakış açılarından biriolarak türün, belirli bir cinse katı bir şekilde “tutturulmasının”olmamasını kabul etme hususu olmaktadırve bu durum cins ile tür (janr) arasındakiyeni ilişkilerin oluşumunu incelemeye müsaadeetmektedir. Rus biliminde bu fikir ilk olarak Belinskiytarafından dile getirilmiştir. Belinskiyher bir cins için kendisine özgü tür (janr) formlarınınbütünlüğünü bağlamakla birlikte dramdakidestandan, öyküdeki trajediden bahsetmiş,atıfta bulunmadığı cinse ait olmayan türdeki diğercins kaynağının yer alması olasılığına imkântanıyordu. Edebiyatın daha sonrasındaki gelişimitür sınırları içindeki cins başlangıçlarının senteziyönündeki sonuçların doğruluğunu teyit etmiş, buda bu soruna odaklı çağdaş araştırmalarda yansıtılmıştır.Örneğin, S. Averintsev “tür kategorisininözüne değinen köklü değişimlerin bazı türlerinvaroluşundaki değişimlere göre karşılaştırılamazbir şekilde daha seyrek” olduğuna inanmaktadır[Averintsev, 1986, s.107]. İ.Kuzmiçev ise çağdaşedebiyata ait olarak türsel tipolojisinin yaratılmışolması, cins kategorisinde vazgeçmek için bir dayanaksağlamamaktadır; zira “cins ve janr” (dahadoğrusu “tür” denilmesi gerekirdi) kendi aralarındaözlük ve içerik ve form, özlük ve hâdise” olarakilişki içindedir [Kuzmiçev, 1983, s.120-121]. Akademik“Edebiyat kuramlarının” yazarları, çağdaşedebiyatın gelişim özelliklerini dikkate alarak, bilimselkullanıma bir kategori daha soktular – hızlıdeğişen bireysel janr (tür) formları. İsimleri sonolarak belirtilmiş olanlar istikrarlı cins kategorisiile belirli bir cins anlamının kesinleşmesi yeralan “ana janrlar (türler)” yanı sıra bulunmaktadır[Edebiyat kuramı, 1964, s.139]. Söz konusu olanfikir daha önceleri yeni devir edebiyatının tahlilineyönelik uygulanan “janr özü” ve “janr kanunu”kavramlarının sınırları belirleyen M. Bahtin tarafındanda dile getirilmişti [Bahtin, 1979, s.158].Cins ve janr kategorilerinin haberleşmesi hakkındakidüşünce janrı (türü) kalıtsal anlamın özelleştirilmesiyöntemi olarak ele alan N. Leiderman’ınçalışmalarında cereyan etmektedir. Bu anlamınhayata geçirilmesi ile ilgili janr karakteri “kalıtsal86eylül-ekim-kasım2011


aşlangıçların esnek sentezinde” ifade edilebilir(destansı ve lirik, lirik ve dramatik, gerektiğindede bu üç anlamın hepsi). Diğer sözle, janr (tür) vecins – aralarında haberleşen, ancak birbirine bağlıolmayan kategorilerdir [Leiderman, Т.ХХП, s.8].Bir diğer düzlemde ise G.Pospelov ile takipçileritarafından cins ve janr (tür) ilişkileri konusuçözümlenmektedir. Mesela, L.Çernets’in iddiasınagöre, janr (tür) araştırmasının metodolojisiniçıkarma yolundaki en önemli engel “janrın (türün)içerik ve formun zorunlu bütünlüğü olarak kökleşenanlayışı” yer almaktadır [Çernets, 1982]. Buhusustan yola çıkıldığında eserin kalıtsal ve türsel(janr) özellikleri – onun “gelişmiş belirliliğindeki”sanatsal içeriğin tipolojik özelliklerinden başkabir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır.İşaretlenmiş konseptin çığırındaN.A.Gulyayev’in “Edebiyat teorilerindeki” tür(tarz) konusu çözümlenmektedir. Bilim adamısöz konusu türü “içinde belirli bir tipolojik açıdansabitlenen dünya ile insan (gerçek bir kişilikya da halkın temsilcisi) arasındaki ilişkilerin tipi”olarak ele almaktadır. N. Gulyayev’in düşündüğügibi janr’da (tarzda) ihtilaf türü (trajik, komik,dramatik) veya heyecan tipi pekişmektedir (elejik,methiyevi). Bu şekilde janr (tür) N.A. Gulyayevtarafından sone, iletinin şiirsel formlarına karşıkonulmuştur, çünkü onların içinde özlü başlangıçgörülememektedir [Gulyayev, 1985, s.117-118].Е. Halizev Schleiermacher’in fikirlerine dayanarak,sonrasında ise M. Bahtin’in konuşma tarzları(janr) hakkındaki savlarından yola çıkarak,“edebiyattaki türsel yapıların.... hayatsal emsalleresahip ve bu emsallerle de yapıların belirlenmesininve sabitlenmesinin açıklanmakta” olduğu belirtilmişti.Edebî türlerin bu oluşu [Halizev, 1980,s.342], edebî türlerin kökeni, sanat dışı gerçeklikile ilişkilenmekte olup sosyal alandaki değişimlerebağlı olarak ele alınmaktadır. Araştırmacınıniddiasına göre gelenek ile pekiştirilen edebî eserkompozisyonunun ilkeleri hayat olgularının yapısınıyansıtmaktadır. Edebiyat türlerini E. Halizevkonuşma tertibi tipleri olarak ele almaktadır; butiplerin içinde ise üç önemli ifade yönü ortayaçıkmaktadır. Bunlar (konuşma eylemi): konuşmamevzusu hakkındaki ileti, konuşanın duygularınıifade eden anlatım ve zaten eylemin kendisiolan da hitabetin kendisidir [Halizev, 1999, s.22-38]. Araştırmacı, bilim dünyasının kullanımınatür arası ve tür dışı kavramlarını sokmuş (denemeler,taslaklar, bilinç akımı edebiyatı) olup, bukavramlar gerçekliğin tek tük vakaları hakkındakimesajları, onların tanımı ve onlar hakkındakiakıl yürütmelerini biriktirdiklerinden dolayı diğertür formlarını kendi bünyesinde birleştirmektedir.E.Halizev’in tür ve çeşit (janr) formlar hakkındakikuramsal hükümlerinde reseptif estetiğinetkisi hissedilmekte olup söz konusu bu estetiğegöre algılama şartına yönelik olarak yer alan eserin(yazarın) yönelim faktörü yaratıcılık sürecindeneredeyse birincil rolü almaktadır; estetik dışıolandan estetiğe geçme prensiplerinin açıklamasıbahsi geçen konseptte yer almamaktadır.Yurt dışı edebiyat biliminde son zamanlardaedebiyat sürecinin trans-tür nitelikli gelişme niteliğinintespit edilmesinin imkânsız olması konusundakisavın son derece aktüel olduğunu belirtmekgerekmektedir. En tutarlı bir şekilde bu fikir,edebî nutukta (discourse) hakiki veya sahte sözkullanımını görmeyi reddeden Cv.Todorow’unçalışmalarında dile getirilmekte, kendisini çevreleyengerçekliğin insan tarafından idrak edilmesiişlemi gerçekleşen konuşmayı konu alan en yenikurama işin özünde karşı çıkılmaktadır. Edebiyatiçeriğini tespit etme imkânına şüpheli yaklaşarakCv.Todorow kendisine göre kolayca ulaşılabiliredebiyat türlerinin özel karakteristikleri ile yetinmeyiönermektedir [Todorow, 1984, s.145]. Edebiyatıtarif etme çabalarını meyvesiz olarak sayanH.Gumbrecht bu konuda Cv.Tododorv ile hemfikirdir.Edebiyat sürecinin kendi gelişimi içindebelirli bir amaca yönelik olmaması nedeniyle,edebî nutkun bazı belirli formlardaki açılımlarındansöz edilemez [Gumbrecht, 1985, s.471].Bu konseptin dâhili mantığı bulunmamaktadır.Edebiyat hakkındaki telakkiyi bir bütünsellik sayandüşünme tarzını redderek, özellikle de çeşitlerkonusuna gelince ona ait bileşenlerinin özelliklerikonusunda “edebî eseri pratik konuşma eyleminintaklidi” olarak görmenin de hatalı olduğu [Smirnov,2001, s.229] veya edebî tür kategorilerini“edebi metin objelerinin subjelerle” eşdeğer varsaymak[Smirnov, 2001, с.250-253] gibi yorumyapılamaz. İ. Smirnov bu eşdeğerliği sanatsal konuşmanın(nutuğun) lirik, dramatik ve anlatı formlarınagöre bölümlendirilmesi olarak saymaktadır.87eylül-ekim-kasım2011


Araştırmacının anlayışına göre lirik, dramatik veanlatı sırf edebiyatın her bir alt sistemi kendisineözgü içeriği haiz olması nedeniyle birbirileri arasındauyuşmayan “konuşma yöntemleri” olarakyer almaktadır: Örneğin lirikte bu durum subjeninoto özdeşliği, dramatikte – subjenin obje ileikame edilmesi, anlatımda ise subjenin subje iledeğiştirilmesidir. Böylece, yukarıda ibraz edilmişçağdaş yurttaş ve yurt dışı bilim adamlarınınkonseptlerinde janr (tür) hakkındaki mevzu eserintürsel spesifiği sorunu ile değiştirilmektedir, ancakönemli olan olgu ise onların varsayımlarınagöre janrın (türün) dominantı olarak janrın içindekisubjektif-objektif ilişkilerinin doğasını kabuletmektedir.Böylece, türsel dominant hakkındaki soru hayatsalgerçeklerin dünyaya ait sanatsal imgesinegeçişini sağlayan sanatsal eserin tür oluşturan unsurlarınıntanımlanmasını gerektirmektedir. Bugünlerdearaştırmacıların birçoğu eserin içeriğinitürsel anlamın temel taşıyıcısı olarak görmektedir.M. Bahtin’in tanımlamasına göre, türsel içerik –tematiği (hayat maddesinin özellikleri), sorunları(çatışma türü) ve tasvir derecesini (“kapsam genişliğive işleme derinliği kademeleri” gibi yaygınveya yoğun) içeren yön kompleksi gibidir. Baskınolarak türdeki (janrdaki) soysal başlangıcın değişikyönleri getirilmektedir: Türün oluşumundakitematiğin öncü rolü, eserlere ait sorunların mükerrereden yanları, estetik heyecan, türsel sorunlar,onun şiirselliğini şekillendiren başlangıç durumununtipi…Türe ait prensip modelin dış hatları, türün içindeüç planın: Spesifiğini de içerik, yapı ve algıgibi farklı orantıların birleşmesini gören Aristo tarafındantrajedinin tanımlamasında işaret edilmişti.Janr içeriğinin incelenmesi ile ilgili kapsamlıyaklaşımın sanatsal bütünlük sınırları içerisindesoysal anlamın çok katmanlığını yeteri derecedeaktardığı inkâr edilemez. Ancak bize göre herhangibir içeriğe ait yönün tür dominantı olarakseçilmesi komplekslik savına ters gelmemekteolup her seferinde belirli bir analiz hedefleri veincelenmekte olan materyalin özgünlüğü ile tarifedilmektedir.Türün yapısal planı – gerçeklik materyalininsanatsal şekle “geçişi” gerçekleşen, “yeniden kodlaması”yapılan sanatsal bütünlüğün ilgili düzeyinitemsil etmektedir. XX.yüzyılın yazın bilimindekonstrüktif olarak önem taşıyan elemanlar olaraksanatsal bütünlüğün sınırları dâhilinde birbirinekarşı faklı ilişkilerde yer alan konu (“iç ve dış hareketlerintutarlılığı”, nesneler ile olayların cisimleştirilmesiformları (iç düzen (enteryör), manzara,giriş epizodu, hayat benzeşimi ve hayal ürünü)[Timofeyev, 1955, s.58-62], metin organizasyonuformları (monolog, diyalog, tanımlama, akıl yürütme),“tekniklerin spesifik gruplaşmaları”, [Tomaşevskiy,2001, s.206] yer almaktadır.Çağdaş Anglo-Amerikan ekolünün “yeni eleştirisinde”konstrüktif açıdan önem taşıyan tür unsurlarıolarak öykülemenin yapısı, karakter yaratmayöntemleri, ortam, ton belirtilmektedir [Wellek,Warren]. Türün temel unsurlarından biri olarak– kesin ve belirli bir duygunun formülü olannesnelerin, olaylar zinciri ahenginin işaretlenmesiiçin kullanılan duyguların sanatsal ifade yöntemiolarak “objektif bağ” tayin edilmiştir. Belirli duygularıtetikleyen dış etkenleri tarif etmeye başlarbaşlamaz bu duygu aniden meydana gelmektedir.Edebî eserin net-duygusal formu, ancak yorumcuonun varoluşunu tespit etme yöntemlerini kendisineamaç olarak koyduğu zaman, anlam ve önemesahip olur.Nesir türlerinin bir diğer önemli dominantı –anlatım mesafesini seçme imkânı sağlayan “bakışaçısı” olmaktadır. Bu bakış açısı birkaç karakterdedağılan “merkezî bilincin” cisimleşme yöntemidir.60’lı yılların sonları ile 70’li yılların başlarındatürün yapısal düzeyini araştıran yazın bilimindekonstrüktif: boşluk-zaman veya kurallı vekuralsız tür formlarında kendisini değişik şekildeortaya çıkaran kronotop gibi elemanların arasınakatılan bir merci daha meydana gelmiştir. Yapısalsemiyotikaçıdan bakıldığında B.Uspensky [Uspenskiy,2000] “bakış açısını” edebî eserin tümdüzeylerinde ve tüm planlarında aktif olarak boygösteren kompoziyon sorunu olarak değerlendirmektedir.Sanatsal bütünlüğün geçici teşekkülü de türseletkiye sahiptir. Bu teşekkül unsuru, estetikobjenin algılanması sürecini kendisine tâbi kılanritmin (eserin bölümlere, sahnelere, kıtalara bölümlendirilmesi)içinde kendisi göstermektedir.Ritmik-kompoziyon tarafı ayrıca “basit gerilmeve deşarj olma duyguları, ritim duygularının”88eylül-ekim-kasım2011


sistematik değişimi olarak değerlendirilebilir.L.Çernets [Çernets, 2000, s.159] “sanatsal metnidiğer metinlerden ayıran ve aynı zamanda eserinbütünselliği hakkında enformasyon taşıyan “işaretlerinçizgisel tutarlılığı” olarak kendisini algılamayaimkân sağlayan” kompozisyonel çerçeveninestetik algılamaya yönelik şartın olduğunukaleme almaktadır.Sanatsal eserin türsel özgünlüğünün şekillenmesindekiözel rolü, türsel gerekçelendirmeleroynamaktadır. Kuramsal ve tarihsel-edebiyataraştırmalarda geleneksel, kuralcı ve gelenekselolmayan türlerde türsel gerekçelendirmelerinfarklılıkları belirtilmektedir. Kuralcı türler gelenektarafından oluşturulmuş belirli norm ve kurallarariayet eden oluşumlardır. Edebiyat dışıgerçeklik ortamında şekillenmiş olan gelenekseltürlerin algılanmasına işaret eden S. Averintsev,örnek olarak “Kitab-ı Mukaddes’teki vecizelerin“bilgelerin” törensel şarkı okumasında, Gomer’indestanı ise “aedlerin” (saz şairleri) şarkılarındayaşadığı gerçeği yansıtan “kendi kendine yeterliolan tartı biliminin edebî gerçeği” henüz olmayan“İliada” heksametresi fonksiyonlarının analizinigetirmektedir [Averintsev, 1986, s.107]. Eski çağRusya’ya ait edebiyat türlerinin algılamasına yönelikkullanılagelen, pratik güdülemesi hakkındaD. Lihaçev’in yazdıkları söz konusudur [Lihaçev,1968]. Tören ve ayinin ayrılmaz parçası olan türselnorm ve kuralların oluşum karakteri ile eylemkatılımcılarının “ayinleştirilmiş” algılama tipinezamanında A.Veselovskiy işaret ederken [Veselovskiy,1989]. Türsel gerekçelendirmelerin butip algılamasının tarihsel meşrutiyetine “hem gelenekselfolklorde hem de eski çağ edebiyatındatürsel yapıların edebiyat dışı durumlardan ayrılamazolması yönündeki savı kanıtlayarak, türselkanunların ritüel ve yaşam terbiyesi kuralları iledoğrudan kaynaştığını” iddia eden günümüzünaraştırmacıları da işaret etmektedir [Averintsev,Gasparov, Grintser, Mihaylov]. Geleneksel türlerinalgılanması – okuyucu için “türsel işaretleme– yaşam, methiye, masal – algılamaya yönelikşartlandırmanın önemli işlevini yerine getiren”“bekleme ufku” dikkate alınarak inşa ediliyordu.Kuralcılığa ait olmayan türlerde (janrlarda)türsel gerekçelendirmeler ile onlara ait fonkisyonlarınimkânları ciddi anlamda genişlemiştir.Bu durum sanatsal fikrin tanzimindeki bireyselyazarlıkbaşlangıç rolünün güçlenmesi ile bağlantılıdır.Bu yüzden, bunun yanı sıra metinlerarasılıkformlarından birisi olarak sözün aktarılabilirliği,yazarın kendisine ait eserin türsel özgünlüğününtanımlanmasında türsel beklenti ufkunun çökmesi,anlatım içinde farklı zamansal katmanların birleştirilmesi,metnin merkezi olduğu düşüncesiniçürüten birkaç görüşün (bakış açısının) mevcutolması büyük bir rol kazanmaktadır. Bu şekilde,şayet geleneksel türler (methiye, trajedi, yaşam)okuru eserin ilk olarak türsel kanun ile benzetmeve mukayese yapmaya yöneltiyor, metnin tipolojiközelliklerinin algılaması için ayarlıyordu;geleneksel olmayan türler ise (roman, hikâye,rivayet), kuraldan uzaklaşmayı sergileyerek yazarınbiresyel yaratıcılık başlangıcını belirtmehakkını savunuyordu.Okur ile yazar arasında diyalog şeklindeoluşan yeni ilişki tipinin kuramsal ve felsefiktemellendirilmesi romantizm devrinde ortayaçıkmaktadır. Romantiklerin “canlı, anlayışlayaklaşan, okurun yaratıcılığında aktif olarakkatılım sağlayan yazar” hakkındaki savı reseptifestetiğin kullanımına alınmıştır. Resepsiyonistlerinaraştırmalarındaki ana vurgu “okuruniçindeki edebiyatın” işlevselliğini incelemeyeyapılmış olmasına karşın, en farklı anlayış içindeolan kuramcılar bu süreçte başrolü janra aityapısal unsurlara bağlamaktadır. Yeni devre aiteserin algılaması ile yorumlaması içindeki türselgeleneğin rolü hakkında G. Gadamer “Hakikatve yöntem” adlı klasik çalışmasında belirtmişti[Gadamer, 1988]. Fenomenolojik edebiyat bilimindeen subjektif ekolü temsil eden ve esereait içeriği metin dışı ve subjektif faktörlere aitbeliren rol ile bağdaştıran S. Fish bile metninalgılanması organizasyonında konuşma strüktürlerininetkili rolünü inkâr edememektedir[Fish, 1970].Bu şekilde, sanatsal yaratıcılık mantığınınestetik algılama mantığı ile olan organik bağıile tanımlanmakta olduğunu kabul etmek gerekmektedir.Söz konusu tür (janr), “sanatsal yaratıcılığaait temel ayarlayıcısının eski değerininyitirerek” [Çernets, 1982, s.77], edebî esere aitalgılamanın organizasyonundaki fonksiyonlarınıyitirmemektedir. Janr (tür) – bütünsel sistem89eylül-ekim-kasım2011


ile, yani sanatsal eser ile özdeşleştirilemeyecekolan ve kendisini oluşturan birimlerin sistemselbütünlüğü temsil etmektedir. Eserin sistemselbütünlüğü janrın strüktürel düzeyinde ortayaçıkmaktadır; zira özellikle burada “janrın” ana“taşıyıcıları” yer almaktadır: eserin subjektifteşekkülü, zaman-mekân organizasyonu, metninçağrıştıcı fonunu organize eden “kodlar”ve nihayetinde de ona ait tonlama-konuşmayapısıdır. Türe ait taşıyıcıların her biri eserderesimleştirilmiş olan “dünya imgesinin” yaratılmasındakendisine ait işlevi yerine getiriyor,ancak kendisini bir araya getiren ve adları geçenbileşenlerinin sistemli olarak araştırılması– janrın daimî ve değişken belirtilerinin ilişkilerdinamiğinin tespit edilmesi sağlayacak olup oluşumsüreci ile kendisine ait bazı çeşitlerinin şiirselliğinigözlemlemeye imkân tanıyacaktır.Edebî portre aşamalarının araştırılması – derinliklerininiçinde türsel genin dünyaya geldiğibirkaç tarihsel form hakkında konuşma hakkıvermektedir. Bunlar eski Rus varoluşları, antikroman-yaşam öyküsü, yazarların anı yazıları yaşamöyküsü denemeleridir. Tüm bu formları birleştirenlerher birinde belgesel tarihî materyalinkullanımına yönelik belirli bir yaklaşımın şekillendirilmesi,yaşam öyküsü ile özgeçmiş unsurlarıbirleştiren karakteroloji ilkelerinin üretilmesi olupanlatımın temelinde ise belge ile gerçek olayınanlatım motivasyonu fonksiyonunu yerine getirenkonu ile ilgili durum yer almaktadır.■KaynakçaAverintsev S. Tür (janr) kategorisinin tarihsel hareketliliği:dönemleştirme tecrübesi // Tarihsel şiirsellik. Araştırmasonuçları ve perspektifleri / Kendi makalesi – М.,1986;Aristo. Şiir sanatı hakkında. – М., 1957. İyezuitov А.N.edebiyat kritiğindeki tarihsel ve kuramsal yönler hakkında// Edebiyat kritiği kuramının problemleri: Kendi makalesi/ Nikolayev P.A., L.V. Çernets’in editörlüğü altında – М.,1980;Bahtin М. М.М. Dostoyevskiy şiirselliğinin sorunları.– М., 1979;Belinskiy V.G.. Şiirselliğin soysallık ve türlere görebölülenmesi. / V.G.Belinskiy. Eserlerinin derlemesi: 3 cilt.– М., 1956;Breutman S.N.. Tarihsel şiirsellik: Edebiyat teorisi:Eğitim kılavuzu: 2 cilt/ N.D. Tamarçenko editörlüğü altında.-М., 2004;Verli M. Genel edebiyat / A.S.Dmitriyev’in önsözğ. –М., 1957;Veselovskiy А.А. Tarihsel şiirlerden alınan üç başlık //А.Veselovskiy. Tarihsel şiirsellik. – М., 1989;Vinokur G.O. Yaşam öyküsü ve kültür. – М., 1927;Gadamer G. Hakikat ve yöntem. Felsefik yorumsamailkeleri. Almancadan çeviri: Perü. – М., 1988;Galanov B. Portre sanatı. М., 1967;Gegel G.F. Estetik konusundaki konferans konuşmaları:14 ciltlik eserler. – М., 195;Ginsburg L.Y. Gertsen’in “Geçmiş ve düşünceler”i. –L., 1957;Grossman L.P. Dostoyevskiy - ressam // Dostoyevskiy’insanatı: Kendi makalesi / N.L. Stepanov’un editörlüğü altında.– М., 1959;Gulyayev N.A. Edebiyat kuramı: Ders kitabı. – М.,1985;Gumbrecht N. History of Literature // New LiteraturyHistory, 1985;Dmitriyeva N.А. Görsellik ve söz. – М., 1962;Dmitriyeva N.A. Vrubel. – М., 1988;Eremina L.İ. İmgenin ortaya çıkması. L.Tolstoy’a aitsanatsal nezir dili hakkında – М., 1983;Yesin A.B. Konu şiirselliği ve küçük öyküleme janrlarındakidurumlar // А.B.Yesin. Edebiyat ve kültüroloji:Seçme çalışmalar. -М., 2003;Zinçenko V.G., Zusman V.G., Kirnoze Z.İ. edebiyataraştırma yöntemleri. Sistemli yaklaşım. – М., 2002;Tarihsel şiirsellik. Araştırma sonuçları ve perspektifleri/ M.B.Hrapçenko’nun edtörlüğü altında. – М., 1986;Krasnov G.V. Rus klasik edebiyatının konuları. – Kolomnaşehri, 2001;Kriçevskaya L.İ. Kahramanın portresi. – М., 1994;Leiderman N. Türün kuramsal modeli / ZugadnieniaRodzujow Literackich. – Т., XXII;Lihaçev D.S. Eski çağ rus edebiyatı şiirselliği. – L.,1968;Lotman Y.M. Semiyotik problem olarak metin /Y.М.Lotman. Rus kültürünün tarihi ve tipolojisi. -SPb,2002;Smirnov İ.P. Bizatihi anlam. SPb., 2001;Solovyev S.М. F.M. Dostoyevskiy’in sanatındaki resimleştirmearaçları. Deneme çalışmaları. – М., 1979;Timofeyev L.İ.. Metodolojinin sanatsal formu ve soruları// bilim filoloj. – 1977. -№6;Todorow Tz. Critique de la critique. Paris, 1984;Tomaşevskiy B.V. Edebiyat teorisi. Şiirsellik: ders kitabı.– М., 2001;Uspenskiy B. Bestenin şiirselliği. – SPb., 2000;Farino Е. Edebiyata giriş. – Katovitze, 1980;Fish Stanley. Okurun içindeki edebiyat: teesürü uslüpbilim.– М., 1970;Halizev V. Edebiyat teorisi. – М., 1999;Çernets L.V. Literatür türleri (tipoloji ve nazmın sorunları).– М., 1982.90eylül-ekim-kasım2011


Güftekâr FuzuliGazelhan Paşa DemirbağM. NACİ ONURTarihin eski çağlarından süzülerek gelen yöremizeait musiki kültürü çok ince bir imbiktengeçmiş ve bugün dinlediğimiz, divan, hoyrat,elezber, cılgalı, mâni gibi musiki şekilleriylekulağımızda, gönlümüzde, hayalimizde derin izlerbırakmış, bir kısmımızda da derin yaralar açmıştır.Bu sadece Harput’a has değil, Kerkük’ten başlayıp,Urfa, Adıyaman, Harput, Azerbaycan hilâlindedevam eder. Dil, kültür, musiki, gelenek görenekbirliği ile hep birbirine benzer şeyleri söyleriz, onlarladuygulanır, onlarla neşelenir, onlarla hüzünleniriz.Bu bakımdan Harput ve Harput musikisibizim yöremiz için son derece önemlidir. Bununözelliklerini yaşatmamız gerekir.Sabah seher vakti, Harput’un bağbancıları merkebinebinip de Ağa Camii’nin önünden geçip, Kü-çükefendigillerin Konağı’nı aşarak Arnavut kaldırımınev’i yuvarlak çay taşlarıyla kaplı yollardanDar (Yel) Boğazı’na doğru yol aldıklarında, tutturduklarıuzun havayı dinlemek insan ömrünü bir ikiyıl uzatırdı zannediyorum.Abdeyir Mahallesi’nin meyilli tepelerinde,Protlar’da, Ağyol’da musikiseverlerin bir arayagelerek sazlı sözlü gece âlemleri, Harput musikisinimükemmelleştirerek günümüze taşımıştır.Musikimizin böylesine zengin ve anlamlı olmasınasadece yorumcular değil, güftekârlar, yazarlar, şairler,araştırmacılar da yardımcı olmuşlardır.Rahmi-i Harputi, Hacı Hayri Bey, MustafaSabri gibi şairler yanında Palu – Sekratlı Ali Beygibi kol kanat açan hami insan, Fikret Memişoğlu,İshak Sunguroğlu gibi araştırmacı yazarlar, KorukoğluŞevki Bey, Kövenkli Hafız ( Mustafa Süer91eylül-ekim-kasım2011


Paşa Demirbağ), Hafız Osman Öğe, Enver ve Paşa Demirbağkardeşler, Kemal Yeniceli, Demirci Sıtkı, LokmanTasalı gibi usta yorumcu ve ses sanatkârları, KörHafız (Mehmet Aslankaya), Hüseyin Sekü, MevlütCanaydın, Kanbur Fikret de sazlarıyla musikimiziölümsüzleştirmişlerdir.Harput musikisi içinde genellikle Azeri ŞairFuzuli’nin gazelleri büyük yer tutar. Bunun yanısıra Sofyalı Rasih’ten, Pertev Paşa’dan güftelerinHarput musikisi formatlarına göre bestelenip okunduğuda olmuştur. Bunları Paşa Demirbağ başarıylaicra etmiş ve ediyor.Fuzuli’nin “Ah eylediğim serv-i hıramanıniçindir” mısraı ile başlayan gazeli rast gazel ( beşirigazel) şeklinde, “Ey firak-ı leb-i canan ciğerimhun ettin” diye başlayan gazeli uşşak gazel tarzında,“Öyle sermestem ki idrak etmezem dünyanedir” diye başlayan manzumesi, bayati (uşşakayakın) makamında söylenmektedir. KorukoğluŞevki Bey’in söylediği, “Sana dil verdim ise yıkda harab et mi dedim” diye başlayan manzume,‘Harput hüseyni gazeli’ şeklinde anılıyor.Yine Fuzuli’nin, “Penbe i dağ-ı cünun içre nihandırbedenim” diye başlayan gazel, Harput’tanevruz gazel şeklinde okunuyor. Harputlu Rıf’atDede’nin “Ben şehid-i badeyim dostlar demimyad eyleyin / Türbemi meyhane enkazıyla bünyadeyleyin ” şeklindeki beyti ile başlayan manzumesi,muhalif gazel (hüzzam) makamında söyleniyor.Çoğu kimsenin Balıkesirli Rasih’in zannettiği,ancak yakın zamanda emekli Öğretim GörevlisiAbdullah Bulut’un yaptığı araştırma sonucu SofyalıRasih’e ait olduğu anlaşılan “Süzme çeşmingelmesin müjgan müjgan üstüne” diye başlayanşiiri Harput’ta divan (hüseyni) makamında seslendirilmiştir.Yine Fuzuli’nin, “Yarab belâ-yı aşk ile kıl aşinabeni” diye başlayan gazel ile “Merhem koyuponarma sinemdeki kanlı dağı” diye başlayan gazelleribrahimiye gazel şeklinde okunmaktadır.İşte usta yorumcu, gazelhan, Harput musikisineaşina, onu en güzel biçimde bizlere sunanPaşa Demirbağ, 1932 yılında Palu’nun ÇarşıbaşıMahallesi’nde doğmuştur. Küçük yaşta babasınıkaybetmiştir. Babası İbrahim Hakkı Efendi, annesiAyşe Hanım’dır. Ayşe Hanım, Atatürk’ün I.DönemMebuslarından Rüştü Bey’in ikinci eşidir. RüştüBey ise Sekratlı Ali Bey’in amcasıdır. Öyle bir akrabalıkbağı, giderek Ali Bey’in, Paşa Demirbağ’ıhimaye etmesine ve onun musiki bilgileri ile donatılmasınayardımcı olmasına sebep olmuştur.Paşa Demirbağ, daha sonraları Korukoğlu Şevkive Hafız Osman Öğe’nin meclislerindeki meşkeiştirak eder. Fikret Memişoğlu’nun fikir ve tecrübelerindenfaydalanır.1953 yılına kadar şahsi arazisiylemeşgul olur. O tarihlerden sonra Sekratlı AliBey’in (Demirtaş) Elazığ’a gelişi ile Paşa ve EnverDemirbağ kardeşler de Elazığ’da ikamet etmeyebaşlarlar.25 Ekim 2004’te Günerkan Aydoğmuş, PaşaDemirbağ ile ilgili bir yazısında, “Hiç unutmam1960’lı yıllarda mahallî musikimizin başta gelen-92eylül-ekim-kasım2011


leri Enver Demirbağ, Paşa Demirbağ, Yeniceli Kemal,Sıtkı Demirci, Abbas Bakır, Mustafa Küçükgibi değerler ile Lokman Tasalı’nın o yıllarda sanıyorumözel olarak doldurduğu tek kaseti vardı.”derken, Bedrettin Keleştimur 17 Ekim 2008’deGünışığı gazetesindeki yazısında, “ Ses ve söz, ayve yıldız gibidir. Ses ve söz, tuval ve onun üzerineserpiştirilen renklerin halayı gibidir. Sanat bahçesininbahçıvanları bu coğrafyanın kokusuz güllerinibile suya boğarlar.” diyor.Yine aynı gazetenin 18 Ekim 2008 günkü nüshasındaMuammer Aksoy da, “Urfa şehrinin kazancıBedih’i ne kadar güçlü ise, Elazığ’ın PaşaDemirbağ’ı hem bin defa daha güçlü hem de cehliaşmış, donanımlı, bilgili ve akademik birikimesahiptir.” cümleleri ile Paşa Demirbağ’ı tavsif ediyor.Sekratlı Ali Bey’i Elazığ’da tanımayan yoktu,bu zat son derece misafirperver, eli açık, iyilik veyardım sever, düzgün ve temiz giyinen, konuşmalarına,tavrına ve hareketlerine dikkat eden, ağırbaşlı bir kimseydi. Her gün Sekrat Köyü’ndeki konağındaonlarca kişi konuk olur, yer, içer, yatar vesonra da yoluna devam ederdi.Ailevi bir konudan dolayı muzdarip olan veevinden ayrılıp Ali Bey’in konağında 3 yıl süreyleikamet eden, Harput musikisine çok vâkıf ve bunlarıçok iyi icra eden Korukoğlu Şevki Bey; Enverve Paşa Demirbağ kardeşlere ve aslen Palulu olan,fakat Diyarbakırlı Celal Güzelses diye anılan sessanatkârına bu musikiyi öğretti. Hatta Celal GüzelsesPalulu olduğunu, bunu Diyarbakır’da açıklayamadığını,zaman zaman gelip Korukoğlu ŞevkiBey’den istifade ettiğini kendisi anlamıştır. ŞevkiBey, Harput musikisinin inceliklerini, makamlarınıöğretti ve Paşa ile Enver Demirbağ artık Elazığ,Harput musikisinde yer alan mahalli havaların eniyi temsilcileri oldular.O zamana kadar Korukoğlu Şevki Bey, HafızOsman Öğe, Demirci Sıtkı gibi Harput musikisiniicra eden sanatçılar vardı, eğer Sekratlı Ali Beybu okulu kurmasaydı, bu işe önderlik etmeseydi neEnver ne de Paşa Demirbağ kardeşler olurdu ve nede onların yetiştirdiği sanatçılar bugüne gelebilirdi.İşte bu konuyla ilgili Sekratlı Ali Bey’in teşbihişöyle:“Oğlum Paşa, sana bir mesele anlatayım. Birdağ düşün ve o dağın eteğinde düz bir tarla olsun.O tarlaya buğday tohumu ekelim, bahara yakın butohumlar çırpızlaşsın (toprak üstüne çıksın). Ancakbahar yağmurları ile ve eriyen karların tesiri ile tarlaçamurla kaplansın, tıpkı bizim Harput musikisininkaybolmaya yüz tutmuş olması gibi. Bahar gelip deyağmurlar durduğunda çamurlu kısımların az olduğuyerlerde tohumların tek tük yeşerip de çırpızlaştığıve toprağın üzerine çıktığı yerlerde yine birkaçbuğday sapı oluşur ya, işte bizim de yaptığımız bu.Biz de zorla toprağı delip yukarıya çıkan buğdaysapına benziyoruz. Zira biz de el atmasaydık, Harputmusikisi ve havaları da aynen o toprağın altındaçoğunlukla kalan ve çürüyen buğday tohumlarınınakıbetine uğrayacaktı.”Sekratlı Ali Bey, uzağı gören bir şahsiyete sahipolduğu için böyle bir teşebbüse girmiştir. İyi ki girişmiştir,iyi ki bu okulu o zaman kurmuştur. Eğerböyle yapmasaydı, bu musikiyi icra edecek insanbulamazdık, kaybolup, dejenere olup giderdi. Bununlaberaber Ali Bey’in meclisinde bu işten anlayanlarbir araya gelir, musikinin temelini oluşturanşiirin, yani güftenin manasını da okuyanın bilmesigerektiği üzerinde hemfikir olurlardı. Bu mecliseiştirak edenlerden Harputlu Paşa Dayı, Nasuh Bey,Baha İspir gibi şahsiyetler vardı.Paşa Demirbağ’ın bir ara ince hastalığa yakalandığıve Şevki Bey’den ders aldığı o dönemde,1950’li yıllarda İshak Sunguroğlu da 4 ciltlik HarputYollarında isimli eserine malzeme temin etmekmaksadı ile Sekratlı Ali Bey’in konağına misafirolmuş, toplayabileceği her konuda bilgi edinmiştir.Bu birlikteliklerde Korukoğlu Şevki Bey’in, HacıHayri Bey’in “ Bağlarda çemen soldu” diye başlayanmanzumesini söylediği bilinmektedir.Bağlarda çemen solduMestur-ı gubar olduKes nameyi ey bülbülGüller yine har olduYoğ idi yatağındaKan oldu otağındaSayyad tuzağındaEncamı şikâr olduDüşvardır ahvalimMa’küsdür ikbalimNakdine-i amalim93eylül-ekim-kasım2011


Beyhude nisar oldu.Hicr ile hilâl oldumBilmem ki ne hâl oldumTa şöyle hayal oldumRuhum bana bar olduİkbale zeval erdiEfkâre kelâl erdiHayri’ye melâl erdiDünya bana dar oldu“Şiirin Nesri”Bağlarda çemenin rengi soldu, üzeri toz ile kaplandı,ey bülbül feryadı bırak, çünkü güller bileyapraklarını döktü.O, yatağında yoktu, bulunduğu yer kan oldu,çünkü avın sonunda avcının tuzağına düştü.Hâllerim zordur, geleceğim tersine çevrildi,ümidin kıymeti boş yere saçıldı gitti.Ayrılık ile vücudum hilâle döndü, zayıfladım.Bilmem ki ne hâle geldim, şöyle hayal içinde dolaşıyorum,ruhum bile bana ağır bir yük oldu.Geleceğim artık yok oldu, düşüncelerime bileyorgunluk geldi. Hayri’ye bıkkınlık bulaştı, böylecedünya dar gelmeye başladı.Paşa Demirbağ’ın, zaman zaman İstanbul’dakiElazığ Gecelerine, Kürsübaşı Gecelerine davet edildiğini,her gittiğinde de bir aya yakın orada kaldığını,misafir edildiği evlerde sabahlara kadar Harputhavaları okuduğunu yine kendisinden dinledim.Paşa ve Enver Demirbağ kardeşler, gençliklerindeTürk sanat musikisine hayranlardı. SonralarıHarput musikisine merak salıp onunla haşır neşirolunca, bundan vazgeçemediler.Hafız Osman Öğe de zamanın Harput musikisineâşık olanlardan ve bunu en iyi icra edenlerdendi.Onun da üç tane plak sahibi olduğunu Paşa Demirbağifade ediyor.Elazığ ve Harput’ta çoğu evde Celal Güzelses’inplakları vardı, hatta Elazığ’da Gazi Caddesi’ndeşimdiki Belediye Çarşısı’nın bulunduğu yerde SaraySineması’nda film başlamadan veya aralarda CelalGüzelses’in plakları çalınırdı. Paşa Demirbağ, rahmetliüstat Fikret Memişoğlu ile beraber senede ikidefa batıda çoğu şehirlere, doğuda da Erzurum veTatvan’a gitmişler, oralarda Harput musikisini icraetmişler ve tanıtmışlardır. Hatta bir defasında 1962yılında Erzurum’un kurtuluş törenleri dolayısıylayine Fikret Memişoğlu’nun başkanlığında saz, sözve folklor ekibi ile Erzurum’a gitmişler; bu aradaDiyarbakır’dan aslen Palulu olan ve Palu’da KazukçuHacı Bekir ailesinin yeğeni olduğunu HayriYoldaş’ın da teyit ettiği Celal Güzelses, Urfa’danCemil Cankut ve Mukim Tahir de iştirak etmiş.Harput’da genellikle ibrahimiye gazel, hüseynidivan, karcığar (uşşak benzeri) nevruz makamlartercih edilmiş ve güfteler de buna göre okunmuştur.Paşa Demirbağ, bugün Harput musikisini başarıylaicra eden Zülfü Demirtaş ve Hasan Öztürk’ümusikimizi icra edenler içinde beğendiğini, ileridebu sahada söz sahibi olacaklarını, bu işi iyi yapacaklarınıve meraklılarını, kabiliyeti olanlarını yetiştireceklerineinandığını ifade ediyor.Paşa Demirbağ, sadece Harput musikisini icra etmekle;bugünkü ifadesiyle yorumlamakla kalmamış,Türk sanat müziğinin şarkı ve türkü türlerine de ilgiduymuş ve yorumlamıştır. Bununla birlikte ElazığValiliğince neşredilen iki ciltlik ‘Notalarla HarputMusikisi’ isimli eserin hazırlanmasında çok faydalarıolmuştur. Ayrıca koro çalışmalarında yorumcularaöğretmenlik ve önderlik görevini de üstlenmiştir.Harput musikisinin muhafazası ve gelecek nesilleredoğru düzgün bir tarzda intikalinin sağlanmasınavesile olan en önemli şahıs, Sekratlı Ali Bey’dir. AliBey, bir okul ve ekol olarak niteleyeceğimiz bu faaliyetiönce Palu – Sekrat’ta tesis etmiş, daha sonrada Elazığ’da Yeni Mahalle’de Elektrik Arıza Servisinindevamındaki apartmanın o zaman bahçeiçindeki iki katlı müstakil evinde, bu hayırlı musikitoplantılarını devam ettirmiştir.Paşa Demirbağ, işte böyle bir okulun öğrencisiolarak yarım asrı aşkın bir süredir Sekratlı AliBey’in vermiş olduğu görevi, yeni nesillere aşılamaklave Harput musikisinin içinde onunla meşgulolarak hayatını sürdürüyor.1970’li yıllardan beri tanıma şerefine nail olduğumPaşa Demirbağ’ı temiz giyimiyle, efendiliğiyle,Harput Beyefendisi tavrıyla, Harput musikisineaşina, onu en iyi şekilde terennüm eden, hakkınıveren, makamları iyi bilen, güzel bir sese sahipmusiki adamı olarak Elazığ’ı, Harput’u ilimizde veülkemizde temsil eden şahsiyet olarak iftiharla yâdediyorum.■94eylül-ekim-kasım2011


HAKAN BAYKUTŞerif Aydemir’in Ötüken Yayınevi’nden çıkan“Mendilim Sende Kalsın” adlı hikâyekitabı bana bir tatlı telaş yaşattı. Hemencecik bitecekdiye tedirgin oldum. Ama çantamdan eksiketmedim. Tanıdık okurlara gösteredurdum. Onlarlahikâye üzerine tartıştık. “Mendilim SendeKalsın”ı keşke herkes okuyabilse, duygusunakapıldım.Hikâyelerin içeriği, dili Anadolu’nun bağrındansüzülüp gelen o deyişler, atasözleri, yöreselsözler bana Şerif Aydemir’in yaşını dertedindirdi. Bir insanın bu kadar yoğun ve yerelbir dil kullanması, deyişleri bu kadar yerli yerineoturtabilmesi; aynı zamanda bu kadar sözlübirikime sahip olabilmesi için en az “beş uzunömürlü adam”ın hayatını tek başına yaşamasılazım. Memleketlim olan Şerif Aydemir benimbu zamana kadar duymadığım yerel söyleyişleri95eylül-ekim-kasım2011


o kadar güzel, bolca ve muntazam kullanmış ki,diyecek söz bulunamıyor.Her insanın bir bam teli veya hassas bir damarıvardır. Dokunulduğu zaman tüyleriniz dikendiken olur ve gözünüzden birkaç damla yaşda dökülür. Hassasiyet bizden midir bilmem amasanki hikâyelerde anlatılanları yaşayan, sevdalaragiriftar olan benmişim gibi hissettim çoğuzaman. Dertleri yüreğimde hissettim. Sevinçlereortak oldum.Şerif Aydemir, tahminimce, zamanındaİstanbul’un cazibesine kapılıp da gidip oraya yerleşenlerden.Allah nerede rızık verirse memleketorası olmuyor mu? Aydemir gitmiş gitmesine amaeksik gitmiş, yarım gitmiş. Beden gitmiş ama ruhkalmış. Bir türlü gidememiş o ruh. Elazığ’dan,Ağın’dan “pahardan”, “dinkten”, “pağaçtan”,“pestilden (basduh)”, “değinden”, “orcikten”,“dişbudak ağacından yapılma sapan çatalından,“yayıktan”, “ayrandan”, “Hacce bacılardan”,“Sabri dayılardan”, “Osman Tepesi’nden”, “JandarmaÇeşmesi’nden” ayrılamamış. Daracık evlerdegecelemiş, daracık iş yerlerinde akşamlamış,daracık otobüslerde gidip gelmiş; ama aklıhep buralarda kalmış. Memleketin yelini yüzündehissetmiş. Buralara gelirken sevincinden; dönerkende gamından ağlamış. Ama iyi ki gitmişsinŞerif Aydemir. Gitmeseydin yüreğin bu kadaryanıp kavrulur muydu? Hikâyelerinde bu denliyanık bir gönül dolanır mıydı? Kitabı açıp kokladım;buram buram Anadolu, Elazığ, Ağın vehasret kokuyordu. Tütüyordu âdeta. Senin derdindenancak memleketlin ve bu hasreti çekensenin gibi gani gönüllü Anadolu çocukları anlar.Yoksa okuyanın niye gözleri dolsun ve tüyleri dikendiken olsun ki?Zaman gelecek, çocukları ondan bahsederken“rahmetli babam” diyecek. Ona rahmet okuyacaklar.Ama Şerif Aydemir’e rahmet okuyanlarsadece çocukları olmayacak. Ben şimdiden duaetmeye başladım bile. Dedim ki “Allah’ım; kültürümüzü,dilimizi, gelenek göreneğimizi hediyepaketi gibi karşımda duran şu kitaba sığdıran, dolayısıylada ölümsüzleştiren, Şerif Aydemir’denrazı ol. O, Türkçemize, kültürümüze; bana görebir şaheser kazandırdı. Artık Elazığ kültürü, Ağınkültürü, atasözlerimiz, deyimlerimiz onun gibigani gönüllülerin sayesinde koruma altında.”Bu kadar tatlı bir Türkçe ancak Refik Halit’teveya Peyami Safa’da olabilirdi.Bu kadar güzel bir üslupla ancak Yaşar Kemalyazabilirdi.Bu kadar harika bir doğallık ve samimiyetancak Memduh Şevket’te veya Sait Faik’te olabilirdi.Bu kadar doluluk ve birikim ancak Tanpınar’datutunabilirdi.Duygusal ve çevresel ayrıntıları ancak HalitZiya bu kadar muhteşem verebilirdi.Ancak Necip Fazıl bu kadar yerli ve bizdenolabilirdi.Bu kadar güzel mizah anlayışı ve gözlemgücü ancak Aziz Nesin’de olabilirdi.Bu kadar babacanlık ve de maneviyat ancakMehmet Âkif’e yakışabilirdi.Hangi birini söyleyeyim? Yukarıda boş yeremi “Şerif Aydemir 500 yaşında” dedim. Aslındabilmem Şerif Aydemir’in yaşını; ama evetbu eser de en az bin yaşındadır. Çünkü bu eserAnadolu’dur. Anadolu’nun evladıdır; kızanıdır,gakgoşudur, dadaşıdır, ökkeşidir. Anadolu’yladoludur. Gözyaşıyla, sevdayla, hasretle, gurbetle,kültürle, töreyle, davulla, gırnatayla Anadolu’nunta kendisidir.■96eylül-ekim-kasım2011

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!