12.07.2015 Views

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR <strong>ve</strong> SANAT DERGİSİSayı: 55 Yıl : 14/201355İZZETPAŞA <strong>VAKFI</strong> <strong>ADINA</strong>SAHİBİ <strong>ve</strong> <strong>YAZI</strong> İŞLERİ MÜDÜRÜNİHAT ERİŞ2Genel Yayın YönetmeniNAZIM PAYAMİdari SorumlulukÖMER KAZAZOĞLUYazı İşleriKEMAL BATMAZTashihMAHMUT BAHARRöportajTANER NAMLIDizgi-Tasarım-Kapak-WebAYDIN KARABULUTHukuk DanışmanıAv. Şuay ALPAYDanışma KuruluProf. Dr. Sadık K. TURALYavuz Bülent BAKİLERProf. Dr. Ahmet BURANDoç.Dr. Mustafa YAĞBASANDr. M. Naci ONURUzm.Necati KANTERA. Faruk GÜLERAbone <strong>ve</strong> ReklamYurt İçi: MUSTAFA YAVUZPosta Çeki Hesap No:1285029Yönetim YeriİZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA <strong>VAKFI</strong>EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞTel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65BaskıTDV Yayın Matbaacılık <strong>ve</strong> Tic. İşletmesiTel. 0312 354 91 31Yenimahalle / ANKARAAbone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TLYurt Dışı: 40 AvroYıllık Kurum Abone: 70 TLGönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğüdeğişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğuyazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz.e-posta (e-mail)bizimkulliye@gmail.comwww.bizimkulliye.comISSN:1302-35003561114182832333435384147495256Bizim Külliye’denNazım PayamŞiir <strong>ve</strong> gelenekYahya AkenginYetişin ey bulutlarMilay Köktürkröp. Kemal BatmazBahtiyar Aslanröp. Taner NamlıÖmer Naci SoykanGelecek nasıl gelir?Vefa TaşdelenFelsefe kültürü <strong>ve</strong> sözlügeleneğin imkânıTaner TatarKelimelerde aşikâr olan gelenekÖmer KazazoğluNevaîLe<strong>ve</strong>nt BayraktarDil <strong>ve</strong> benSeval KoçoğluYeni başlayanlar için...İmdat AvşarKör İrfanNecati KanterKüçük hanımNâzım H. PolatGelenekte gülKöksal Al<strong>ve</strong>rGelenek: Derin akışCengiz AydoğduHayat, büyük devrimci...Mustafa Se<strong>ve</strong>rGelenek <strong>ve</strong> küreselleşmeCengiz Aytmatovröp. Victor Levçenkoçev. Ömer Küçükmehmetoğlu61666972767985878890939798101105107112Bâki Asiltürk1980 kuşağı şiirinde gelenek etkisiMuhsin İlyas SubaşıEdebiyata geleneğe yaslanmakMustafa ÖzçelikŞiirimizde Yunus Emre geleneğiMustafa MiyasoğluAhmet Midhat Efendi <strong>ve</strong> gelenekA. Vahap AkbaşGelenekle yenilik arasındaAsaf Halet ÇelebiElif ÇetişliHilmi Yavuz <strong>ve</strong> gelenekMehmet AycıKarakoç’a dair notlarİsmail AykanatSerzenişimdeki renkM. Naci OnurHarput’ta divan şiiri geleneğiBayram Bilge TokelMüzik geleneğimiz<strong>ve</strong> geleneksel müziğimiz üzerineSüleyman DaşdağYaşamdan damlalar...Murat CengizŞarkılar bitti çocukAhmet UludağÇarşı ekmeğiMahir AdıbeşSütçünün eşeğiCahit ErişKuyumculuğun ailemizde...Seçil BükerMetinler arasılık şiiri yaratıyor: sütAhmet Faruk GülerKitap-vitrin


Muhterem Okurlar,Bir önceki sayımızda belirttiğimiz gibi dosyakonumuz: Gelenek.Bir toplumda kuşaktan kuşağa iletilen kültüreldeğerlere, alışkanlıklara, bilgi, töre <strong>ve</strong> davranışlaragelenek denildiğini hepimiz biliyoruz. Ama geleneğinhepimizin bildiğiyle kalmadığını, geçmişten geleceğebizleri şaşırtan, ayırt ettiren, heyecanlandıran,sakinleştiren, ağırlaştıran bir şeyler taşıdığını dabiliyoruz. Bu olgulardandır ki gelenek kavramını,geleneksellik <strong>ve</strong> gelenekçiliğin anlam boyutlarını sizleriçin irdeledik. Güncellemesini sürdüren gelenek ileazığını gelenekten alan edebiyatımıza <strong>ve</strong> bazı şair <strong>ve</strong>yazarlarımıza dikkatlerinizi çekmek istedik.Söz konusu gelenek olunca “gül” hatırlanmaz mı?Elbette Türkçenin “gül”üne de alın terimizin karşılığıolan ekmeğe de yer ayrılacaktır.Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şair <strong>ve</strong> Şehir”Yeniden buluşmak ümit <strong>ve</strong> dileğiyle Allah’a emanetolunuz.Bizim KülliyeÖnemli notlar:1) Dergimizin e-posta adresi değişti.Yeni e- posta adresimiz: bizimkulliye@gmail.com2) Yeni yönetim yeri:İzzetpaşa Cad. İzzetpaşa Vakfı Ek Bina 16/ 4ELAZIĞ3) Abone <strong>ve</strong> reklam sorumlumuz MUSTAFA YAVUZoldu.Abone olmak <strong>ve</strong>ya aboneliğini tazelemek isteyensiz <strong>ve</strong>falı okurlarımız, MUSTAFA YAVUZ adına aşağıdabelirlenen Posta Çeki hesabına 25 TL yatırarak adreslerinie-posta <strong>ve</strong>ya telefonla iletebilirler.Posta Çeki Hesap No:1285029


Şiir <strong>ve</strong> gelenekNAZIM PAYAMYoldan çevirdiğimizkaç kişi SüleymanÇelebi’yi birbütün olarakhatırlar acaba.Kaç kişi, nasıl biryoğunluğun, hangiolayın tesiriyleVesîletü’n-necât’ınyazılışını bilir?Mümin, inancınıntezahürü olan“Mevlid”iyleyetinmiş, Çelebi’ninüzerindeki sisidağıtmaya gerekbile görmemiştir.İnsanların sorumluluğu,sosyal hayatla kuracağıilişki, ilahî kitabın sayfa<strong>ve</strong> surelerinde açıklanmıştır. Kişi,ilahî kitabının anlattıklarıyla kendisini,ortamını, ortamının dışındakilerianlamlandırır, yaşantısınıbiçimler. Biçimlenmiş <strong>ve</strong> adlandırılmışlarhuzur <strong>ve</strong>rir ona. Ancak, bu, hep böyle gitmez.Bazen surelerde işaret edilen ile yalnızca mevcutları farkedenler, yeni olay, olgu <strong>ve</strong> ihtiyaçları anlamlandırmadatıkanır. Tıkanan algı kanalları ise çoğu kez küskünleriçoğaltır, kanlı bıçaklı olunabilecek ötekileri, yokları doğurur.İşte bu karanlık durumlarda sığınaklardan biride edebî eserlerdir. Edebî eserlerin ışıklı pencereleri dilengellerini, anlam düğümlerini kısmen de olsa aşmaya<strong>ve</strong> çözmeye yardımcı olur. Yeni sezgilerin, yorumlarınümitlendirmesiyle direncini tazeleyen insanoğlu yenidenhakikatinin izini sürer. Ayrıca deftere geçirilmişlerdenözümsedikleriyle büyük ırmağını; kültürünübesler. Geleneğe, gelişmeye bir süreklilik katar. Böyleceher gönül, kıblesinden umduğu zenginliğini paylaşmışolur.Ama birileri bana “Hangi edebî eser toplumumuzdabelirgin bir gelenek oluşturmuştur?” sorusunuyöneltmiş olsaydı, hiç kuşkusuz Süleyman Çelebi’nin3mart-nisan-mayıs2013


Vesîletü’n-necât’ı, (Mevlid) derdim.Elbette siyer kitapları, enbiya kıssaları, kelâm,tefsir, fıkıh metinleri Kur’an’ı daha iyi anlamak,Kur’an’a olan muhabbetimizi artırmak için evimizdeağırlanmaktadırlar. Elbette toplumdaki rahatsızlıklarıgidermek, insanı mutlu etmek için Kutadgu Bilig;dilimizin kelime sandığı Divanü Lügati’t-Türk; bencilliğimizitörpüleyen, doğruluğa <strong>ve</strong> ilme teşvik edenAtabetü’l-Hakayık yol açıcı olmuştur. Elbette ediplermembaı Divan-ı Hikmet’in; boyumuzu soylayanKitâb-ı Dede Korkud’un hakkı yenilmez. Şüphesizki gönül <strong>ve</strong> medeniyet harcımız bunlarla karılmıştır.Yine Baki gibi, Nedim gibi bir devre gölgesini düşürmüşleriyahut bir ülküyü, bir toplumsal <strong>ve</strong>ya bireyselsancıyı olanca varlığıyla hissetmiş <strong>ve</strong> hissettiğininsözcüsü konumuna gelmiş şairleri de yadsıyamayız.Farkına varmasak da günlük hayatımız, dünyaya bakışımızbunlarla derinleşmiş, nice eserler, nice güzelliklerbunların ışığıyla dal budak salmıştır. Fakathiçbiri Vesîletü’n-necât kadar genelin iştirakına teşmilolmamış, bestelenerek <strong>ve</strong> törenle doğumumuza,düğünlerimize, tuttuğumuz niyete, ölümümüze direktolarak katılmamıştır. Gelenek denilen taşıyıcı <strong>ve</strong>düzenleyici, kanına karıştırdığı geçmişin diğer edebîeserlerini âdeta “Mevlid” ile temsil etmiştir.“Herkes kendi düşüncesine göre bana arkadaşoldu.” diyen Mevlana’nın, Biçare Yunus’un, HacıBektaş’ın, Hacı Bayram’ın, Niyazi Mısrî’nin ismiherkesçe malumdur. Bu gönül erlerinin yazdıklarına,kendilerine, yüzlerce eser ithaf edilmiş, şerhdüşülmüş, yollar belirlenmiştir. Zaman, hâlâ onlarınsöyledikleriyle tarafımızdan sınanır. Fikir <strong>ve</strong> hisevrenimizde ümmisiyle de ulemasıyla da kapı komşugibidirler.Lakin “Mevlid” şairi öyle mi?Yoldan çevirdiğimiz kaç kişi Süleyman Çelebi’yibir bütün olarak hatırlar acaba. Kaç kişi, nasıl bir yoğunluğun,hangi olayın tesiriyle Vesîletü’n-necât’ınyazılışını bilir? Mümin, inancının tezahürü olan“Mevlid”iyle yetinmiş, Çelebi’nin üzerindeki sisi dağıtmayagerek bile görmemiştir.Araştırmacılar, yakıştırma he<strong>ve</strong>sinden, rivayetolunur ki, derler; 1409’da İranlı bir vaiz, SüleymanÇelebi’nin imamı bulunduğu Bursa Ulu Cami’ndecemaate vaaz ederken Bakara Suresi 285. ayetinintefsirinde “Hz. Muhammed ile Hz. İsa arasında faziletaçısından hiçbir fark göremediğini” ifade etmiştir.Bunun üzerine cemaat içerisinden biri, vaizi ikazederek aynı surenin 253. ayetini hatırlatmış <strong>ve</strong> “İştebu sebeple de Hz. Muhammed, her ne kadar nübüv<strong>ve</strong>tvazifesi yönüyle Hz. İsa’ya denk olsa da fazilet <strong>ve</strong>üstünlük bakımından ondan daha yücedir!” savınıdillendirmiştir. İranlı vaiz ile o kişi arasında cereyaneden bu olay, nihayetinde vaizin yüksek makamlardankatline ferman alacak kadar ilerlemiş, SüleymanÇelebi’ye de Vesîletü’n-necât’ı yazdırmıştır.“Ses <strong>ve</strong> Niyet” denememizde söylediğimiz gibişiir, inanmışlığa dayanır. Bu olay alevlenmeye hazırközün kıvılcımı olabilir! Ama Mevlid’in yazılışınaasıl sebep değildir. Böylesi tartışmalar, inatlaşmalarmümin için lüzumsuzdur. Hele bir anlık öfkeyle,esefle yazılmış şiirler halkı kendisiyle hesaplaşmaya,kendisinden geçişe çekmez; onu öğrenmeye, öğretmeye,cihat yöntemlerine yönlendirir <strong>ve</strong> tesiri sınırlıdır.Oysa “Mevlid”, “Tevhid”iyle, “Velâdet”iyle,“Mu’cizât”ıyla, “Mi’râc”ıyla, “Vefât”ıyla <strong>ve</strong>“Dua”sıyla her törende akıldaneliğini sildirir bize.Şüphesiz ki o, bir âşığın, sevda manzumesidir.“Allah adın zikredelim ev<strong>ve</strong>lâVâcip Odur cümle işte her kula”…“Geldi bir akkuş kanadıyla revânArkamı sığadı kuv<strong>ve</strong>tle hemân”…“O ne ki emr’etdise sen onu tutKi O’nun buyruğudur câna kut”…“Ger dilersiz bulasız oddan necâtAşk ile dert ile eydin es-salât”Bize göre insanların en şereflisi, en güzelikâinatın yaratılışına <strong>ve</strong>sile olan peygamberimiz Hz.Muhammed’dir. Yaratılmışlar içerisinde ona âşığız.Sevdiklerimizde onun nispi sıcaklığını arar, onunmeziyetleriyle donanmak isteriz. İnsan olma ölçümüzpeygamberimizdir. İsminin geçtiği an, samimiyetleev<strong>ve</strong>l <strong>ve</strong> ahiri içimizde denkleştirir, kendimiziyüce huzurda hissederiz. Huzurda ahvalimizi anlatmakiçin yalnızca gözyaşlarımız akar. Gözyaşlarımızgözümüzden göğsümüze akarken dizüstü oturur,sessizliğin hazinesindeki kelimelerle yakarırız.Kulluğumuz <strong>ve</strong> ümmetliğimiz tazelenir.“Mevlid”, bize bunu yaşatır. ■4mart-nisan-mayıs2013


YETİŞİN EY BULUTLARAynasında görelim diye düşlerimiziIşıklara boyamak için rengimiziSaçını süpürge eder bulutlarDurmadan parlatır gökyüzünüBağrı yanıklara gölge eder bulutlarDamla damla sızdırırlar rahmetiRahmet felaket olmasın diyeDura dura indirirler bereketiYeryüzü kirlerinin sınır ihlalleriniPüskürtmek için şimşekler yıldırımlarAzarlayıp kovalar hep bir şeyleriKurtulsun diye güneş gözlü yarınlarBir ümit var insanoğlununBahtını düşünürken göğe bakışındaİhtişamlı ebem- kuşaklarınınBir çağrı var ufuklarla yarışındaBoşa çıkar bütün yıldız fallarıFal taşı gibi açılmadıkça gözlerUzadıkça bu aymazlık uykularıDorukta kar bulutta damla sızlarHarcayıp durduk ser<strong>ve</strong>tini yerin göğünEridikçe sermayesi ruhlarımızınEriyor erdemler aydınlıklar günbegünYetişin ey bulutlar bu yangını söndürün.YAHYA AKENGİN5mart-nisan-mayıs2013


MİLAY KÖKTÜRKile gelenek üzerine"...entelektüel, tüm kültürlere savaş açmış da değildir. O,başta içinde doğduğu kültür olmak üzere, tüm kültürleriakıl süzgecinden geçirir <strong>ve</strong> bulduğu her iyiyi insanlıkadına dile getirir. O, yüksek kültürün gelişiminin iticigücü, yerel kültürün de insanlık dünyasına açılanpenceresidir. "KEMAL BATMAZBiliyoruz ki kavramlar sözlük anlamlarınındışında bir muhtevaya da sahiptir. Bazı kavramlarınülkeden ülkeye farklı algılanışlarınada tanık oluyoruz. Siz, yazılarınızla, zihnimizimeşgul eden birçok kavramı, bulanıklıktan arındırıpdüşüncelerimizi netleştiriyorsunuz. “Gelenek”kavramını Bizim Külliye okurları için açarmısınız? “Gelenek” nedir, neleri ifade eder?Öncelikle ‘kavram’ın netlik yahut bulanıklığındansöz edelim Ardından da çok sık kullanılan ‘kavramkargaşası’ ifadesine değinmemiz lazım.Bilinçli kullanımda değil ama genel kullanımdakavramın netliğinden anlaşılan, onun duruma<strong>ve</strong> bağlama göre değişmeyen, her daim aynı kalan,herkesçe de aynı anlaşılan tek bir anlama sahip olmasıdır.Bu içerikteki kavramlarla daha doğru <strong>ve</strong>tutarlı düşünüp taşınabileceğimiz <strong>ve</strong> doğru iletişimkurabileceğimiz var sayılır. Gerçekten de kavramlarlaanlar, anlaşır <strong>ve</strong> anlatırız. Nesne kavramlarınesnenin imgesi <strong>ve</strong>ya zihindeki tasarımıdır. Soyutolguların kavramları ise, her zihinde tıpatıp aynı olmayanbir özettir. Anlam denilen şey bu özette barınır.Herkes olguyu kendi zihninde özetler. Bu demektirki, zihinlerimizde özetler çokluğu hâkimdir.Çokluk, bağlamı belirlendiği takdirde karmaşa <strong>ve</strong>yabulanıklık olarak nitelendirilemez. Yani özet çokluğu,aynı zamanda zihinlerdeki anlam zenginliğidir.Esas olan, kavramın kullanıldığı ‘bağlam’ı da belirtmektir.Çünkü kargaşanın ortadan kalkıp anlamzenginliğinin ortaya çıkışı, kavramın ilişkilendiğibağlamın belirlenmesiyle gerçekleşir.Bunu ifade ettikten sonra, gelenek kavramı üzerine,bu çerçe<strong>ve</strong>de konuşabiliriz. Hangi bağlamdakigelenek kavramından söz ediyoruz? Yüksek kültürnitelikli bir etkinliğe yoğun ilgi atmosferinin varlığındanmı? Herhangi bir zanaat ilgisi <strong>ve</strong> icrasınınsürekliliğinden yahut kuşaktan kuşağa geçişindenmi? Yoksa toplumda yaygın ritüeller <strong>ve</strong> alışkanlıklardizisinden mi?Biyolojik varoluş genetik mirasla sınırlıdır. Kültüreldünyada ise biyolojik sınır ortadan kalkar.Kültürü inşa edip ona varlık <strong>ve</strong> süreklilik kazandıraninsan dehası biyolojik sınırları aşmanın yolunuda bulmuştur. Kültürü nakletme vasıtalarından enetkili <strong>ve</strong> kalıcı olanı ‘gelenek’tir. Bu süreçte nakletmefiili kadar nakledilenler de, içinde vücut bulduğutoplumun müşterek mülkiyeti olur. Bu yönüyle gelenekkavramı hem akıp gelenin/taşınanın hareketi6mart-nisan-mayıs2013


olumsuzlayabilir miyiz?Hayır. Çünkü taassup, her neyin taassubuysa,onu katılaştıran bilinçlerin eseridir. Geleneğin varlığızorunlu olarak taassup üretiyor değildir. Gelenekkültürel dünyadaki işlevsel varoluşu <strong>ve</strong> mesajı bakımındangeleceğe yönelik hamlede toplumun yolharitası gibidir. O olmazsa gelecek tümüyle belirsizkalır. Bu nedenle, geleceğe akıp giden toplumsalvaroluşta geleneğe hep ihtiyaç olacaktır. Lakin 21.yüzyılda durum, geçen yüzyıldakinden farklıdır.Geçen yüzyıl Anadolu coğrafyası büyük ölçüdekırsal kesim toplumu idi, şimdi ise kent toplumu.Artık kırsal kesimde dedelerin yaşantısını şekillendirengelenek kent toplumunun geleneği olamaz.Kent yaşantısında artık yeni geleneklere ihtiyaçvar. Kent toplumunun geleneği de kentlidir. Kırsalkesim ağırlıklı gelenek kent toplumunu taşıyamaz.Ancak ikisinin apayrı ilke <strong>ve</strong> ideler olması gerektiğinidüşünmek de yanlış olur. Aynı toplumun farklıkuşaklarının demografik hareketinden <strong>ve</strong> yeni yaşamaortamından söz ediyoruz. Bu süreçte kırılma anlamındabir başkalaşım yaşanamaz. Böyle bir kopuştoplumun felaketi demektir. O hâlde ne olacaktır?Gelenek yeniden üretilecektir.“Gelenek” sırf yereli mi anlatır? O, evrenseliyinin neresinde yer alır ya da yer almalıdır?Kırsal kesim toplumunun temeldeki idelerianlamında gelenek ‘yerel’i anlatır. Kapalı toplumolarak kırsal kesimde gelenek toplumun aynı biçimlidevamına hizmet eder. Bu, herkesin gelecektasarımına da uygundur. Çünkü kapalı toplumlardainsanlar toplumun gelecekte de aynı şekilde varlığınısürdürmesini isterler. Ancak yukarıda da ifadeedildiği gibi, Anadolu coğrafyası değişen sosyoekonomik<strong>ve</strong> demografik yapıya paralel olarak ‘80sonrası büyük ölçüde kent toplumu olmuştur. Buçok önemlidir. Ayrıca bu yüzyıldaki bilişim devrimiile iletişim, etkileme <strong>ve</strong> etkilenme evrensel bir hâlalmıştır. Kent toplumu <strong>ve</strong> yeni ekonomik yapı yanındayeni iletişim ortamı, tarım toplumundaki anlamı<strong>ve</strong> işleviyle geleneğin artık varlığını sürdüremeyeceğinigöstermektedir. Eski gelenekler kent toplumunutaşıyamazlar. Bu nedenle, belirtildiği gibi,gelenek yeniden üretilmelidir. Ama bu üretim sadeceyerel odaklı da olamaz. Yeni çağda yeni gelenekartık evrensele sırtını dönemez, onu yok sayamaz.Çünkü dünya gerçekten küçülmüştür. Yeni gelenekevrensel iyi ile örtüşmelidir. Küresellik dolayısıylaevrensel ideler, dünyanın geri kalanında tartışılanlaristesek de istemesek de bizi etkilemektedir. Geleneksadece o toplumu o toplum kılan <strong>ve</strong> yaşama biçimiyletoplumun geleceğini garanti altına alan, sırf otopluma hitap eden temeldeki ide <strong>ve</strong> ilkeler olamazartık. O, sırf kendisi için iyiyi değil, evrensel iyiyi deyansıtmalı, kendini evrensel iyi kavramlarında dilegetirmelidir.Ancak bugünün köksüzleşen dünyasındabu ruhu yansıtacak tarihsel temeli olan gelenektensöz edilemez. İnsanların sakince kendiikametgâhlarında yaşayıp gittiği, siyasal-toplumsalalanı din <strong>ve</strong>ya toplum “büyükleri”nin belirleyip diğerlerine,üzerlerine düşen görevleri buyurduğu çağgeçmiştir. İlgi, eğilim <strong>ve</strong> isteklerin çeşitlenmesiyle,insanın iç dünyasını belirleyen etkenlerin çoğalmasıyla,artık insan dokusu <strong>ve</strong> bilinç biçimleri deçeşitlenmiştir. Bu açıdan çağımız insanı daha özgürdür.Onun gelecekteki varoluş biçimi, bu özgürlüğükullanış biçimine bağlıdır. Bu özgürlük bir trajediyedönüşebileceği gibi, insana yeni bir dünyanın kapısınıda açabilir. İnsan bunu unutmadığı <strong>ve</strong> ‘iyi’yi,‘hayırlı olan’ı öncelediği sürece, bu özgürlük, ‘iyininyeryüzü egemenliği’ne giden yolu teminat altınaalacaktır. Evrensel iyi nedir? Asıl soru burada düğümlenmektedir.Bu sorunun cevabını kendi kültürdünyasının insani ilkelerini evrensel hâle getirerek<strong>ve</strong>rebilen bir entelektüel hem insanlığa karşı sorumluluğunuyerine getirmiş hem de kendi kültürünüuygarlık hâline getirmek için temel düşünsel adımıatmıştır.Gelenek ile modernlik yan yana gelebilir mi?Bu sorunun cevabı, modernliğin nasıl anlaşıldığınabağlıdır. Şayet modernlik, yaşama dünyasınındeğişen/yeni ritmine ayak uydurmaksa, bu ikisi yanyana gelemez. Ama modernliği bir insanlık durumuolarak alırsak, ikisi birbirini zenginleştirebilir de!Gerçekliğe yoğunlaştığımızda, orada olup bitenlerbize, somut olarak karşımızda duran şu evrendehiçbir olgunun, olayın ya da ölçümün/sonucun öncedenbelirlenmiş ezelî-ebedî doğruluğa <strong>ve</strong> hakikatesahip olmadığını; onların kendi zamanı, sistemi <strong>ve</strong>sistem içindeki konumuna, fonksiyonuna göre bir‘değer <strong>ve</strong> anlam’ taşıdığını fısıldamaktadır. Burada,herkesin öznel kavrayışına göre şekillenen ‘mutlakbir görelilik’ iddiası yoktur. Sadece, çevremize ya daçevremizdeki kişilere/olaylara biçtiğimiz değerin, o8mart-nisan-mayıs2013


kişi <strong>ve</strong>ya olayın fonksiyonuyla <strong>ve</strong> fonksiyonu süresincegeçerli olması gerektiği tezi vardır. İşte moderniteninmantığı budur. Bu demektir ki, modernitebir zihniyet içeriği değil, bir zihniyet ‘formu’dur.Modernitenin mantığında, dünyevi nitelikli şeyleriezelî-ebedî hakikat olarak koruma söz konusu değildir.Akıl planından inanç planına geçtiğimizde,inanç dünyasında birey için ‘kesin, mutlak, ezelî <strong>ve</strong>ebedî doğruluk’ taşıyan unsurların var olmayı sürdürmesi,modernitenin mantığına hiç de zarar <strong>ve</strong>rmez.Yani modern bir bireyin bir Tanrı’ya inanması,modernlikle çelişmez.Bu anlamdaki bir modernitede, insanın dünyadakiyaşantısında, oraya insan eliyle yerleştirilmişbir sürü ‘put’ yer almaz. Modern birey ‘değer biçebilir’;bu değer, akılcı ya da ilahi içerik taşıyabildiğigibi, ona az ya da çok önemlilik atfedilebilir. Bu değerlerinhepsi, modern bireyin zihninde, bir aradavar olabilir.Eğer zihniyetimiz kelimenin gerçek anlamındamodernleşebilseydi, toplumsal/siyasal dünyamız,zihinsel melekeleri dumura uğramış ihtiras küpüyaşlıların mekânı olmayacak; onlar, fonksiyonlarısüresince <strong>ve</strong> fonksiyonları kadarıyla sahip oldukları“değer”i yüklenip tarihteki yerlerini alacaklardı.Eğer gerçekten modern bir zihniyet geliştirebilseydik,tarihin bir zamanındaki “değerlilikler”, durmaksızınbugüne taşınamayacaktı. Böyle bir dünyadahiç kimse değer dayatamayacak, değerli olanı,sahip olduğumuz tarihsel tecrübeyle, inancımızla,aklımızla, sadece biz seçecektik. Bu dünyanın asılkahramanı, özgür <strong>ve</strong> sorumlu birey olacaktı.Gelenek küresel asimilasyona direnme gücünesahip mi? Gelenek asimilasyon karşısında nasılbir direnme gösterir?Yine sormamız lazım: Hangi gelenek? ‘Atalarımızdanöyle gördük’ tavrı mı, yoksa ‘yeni çağdayeniden <strong>ve</strong> tam bilinçli şekilde inşa edilmiş ilke <strong>ve</strong>kabuller dizisi’ mi?Gelenek kendisini en çok yaşama dünyasındagösterir. Yaşama sürecindeki tercihlerimiz, kökeniincelendiğinde, sadece “o anın gereklilikleri”ndenkaynaklanmaz. “Şimdi”de artık olmayan ile henüzolmayanın izleri görülür. Biri bilfiil kalıntılarıyla diğeriise tasarım olarak! Ancak her ikisi eşit derecede<strong>ve</strong> her zaman etkili olmayabilir.Bireyin yaşama biçimini seçmesinde, yaşantısınışekillendirmesinde, onun hayata <strong>ve</strong>rdiği anlam etkilidir.Her birey doğal bir eğilim olarak beslenme,barınma, rahat yaşama; kendisine sıkıntı <strong>ve</strong>ren şeylerdenuzaklaşma eğilimi taşır. Hem biyolojik hemde zihinsel yapıda temeli olan bu eğilimler, bireyinolmazsa olmazlarıdır. Diğer taraftan, yaşayan kültürdenince, kastedilen kültürü yaşatan, eylem <strong>ve</strong>üretimleriyle cisimleştiren, bilfiil karşımızda duranbireylerin yaşama biçimlerini anlıyoruz. Artık tariholmuş, kalıntıları arkeolojinin iştigal alanına girmiştoplumların bugün mevcut kültüründen söz edilemez.Yani şimdide bilfiil mevcut kültürlerin mevcudiyetlerininkarakteristiği, onların mensuplarınınvar <strong>ve</strong> yaşıyor olmasıdır. Buradan, şu basit sonuççıkar: Kültüre son şeklini <strong>ve</strong>ren, onun son taşıyıcısıdır.Yeni yaşama ortamlarında geleneği yeniden üretemeyentoplumlar, kültürel baskılara direnemez.Onlar sadece arkaikleşmiş ya da tarihin derinliklerindekalmış bazı ritüelleri kutsamaktan başka birkültürel etkinlik de gösteremezler. Geleneğe kayıtsızşartsız teslimiyet, düşünceyi, hayatı dondurur. Yaşamadünyası dinamiktir; bireyi sürükler… O zamanda bireyler gelenek sahtekârlığına düşer; bir yandandeğerleri savunduklarını <strong>ve</strong> onların kendilerinin aslinitelikleri olduğunu söylerken diğer yandan bireysel<strong>ve</strong> toplumsal yaşantıda gelenekle fiilen <strong>ve</strong> ruhenilişkisiz yaşama biçimi sergilerler. Yani geleneğinyeniden <strong>ve</strong> çağın yaşama biçimine uygun şekildeüretilmesi gerekir ki, bu, kapalı toplum yapısındandaha zordur. Bu nedenle, ancak çağın ruhunauygun olarak yeniden üretilen, kendini kendisi olmaktançıkmadan yeni bir formda yenilemiş olangelenek küresel asimilasyona karşı direnme zeminiolabilir. Diğer türlü, kapalı toplum yapısının gelenekleriyeni çağda tuz buz olacaklardır.Önümüzdeki yüzyıl gelenek, modernlik <strong>ve</strong>kimlik kavramı nasıl bir uzlaşı gösterir? Bu uzlaşıdaedebiyatın görevi ne olmalı?Yeni dünya düzeninde bireylerin, kendi toplumsal-kültürelortamlarının bilinçli bir mensubu olmalarıdeğil, yığının bir parçası olmaları istenmektedir.Mevcut etki ortamına göre, sadece sunulanşeyler güzeldir <strong>ve</strong> hayatı dolduran güzellikler bunlarolmalıdır; sadece sunulan gayeler tercih edilmeyedeğerdir, diğerleri yaşantıya güzellik katan tercihlerolamaz… Estirilen bu yeni yaşama estetiği havasıkarşısında, bireyin kendi değerleriyle yeni değerlerinsentezini yapabilmesi hayli güç görünmektedir.9mart-nisan-mayıs2013


Bireyin, yığının sayısal anlamda bir parçası olarakinşa edilmesi, küresel kapitalizmin oyun alanınıproblemsiz hâle getirecektir. Çünkü mutluluğunu,yaşantısının anlam <strong>ve</strong> amacını çoğunluğun gündeliktüketim tercihlerine uymakta bulan birey özgünkimlik sahibi değildir. Moda düşüncelere, modakitaplara, moda tarzlara tutkun hâle gelmiş bireyinyaşama biçimi, etki merkezleri tarafından şekillendiriliyordemektir. Moda olan, insanın kendine özgülüğünü,onun özgür tasarım dünyasını tüketir.O, bireyselleştiğini zanneden, ama gerçekte hepötekine bağımlı olan modern bir tutsaktır. Güçlükişilikler ise kendilerine sunulan anlam dünyalarınateslim olmazlar. Onlar kendi sentezlerini kendideğerlerinden <strong>ve</strong> kendisine sunulanlardan doğru,özgürce üretirler <strong>ve</strong> böylece kendilerine özgü varoluşlarınısürdürebilirler. Bu süreçte bireyin asılzemini, kendi kültür dünyasıdır. Özgür <strong>ve</strong> kendikültürel dünyasına bağlı birey, küresel kapitalizminprojesinin en büyük engelidir. Bu yüzden de küreselcilikmillî kültürlerin mevcudiyetine son <strong>ve</strong>rmeyiisteyecektir.Yaşama dünyamızdan manevî olanı uzaklaştırmamız,Batı’da olduğu gibi bize de bir dünya cennetisağlamayacaktır. Aklın yerinin olmadığı bir yaşamabiçimi ise, hayatın akışında bizi pusulasız hâlegetirecektir. Hayatın gerçek anlamı, dünyevi, akli <strong>ve</strong>manevi olanın dengeli bir sentezinde yatar. Bu küreselasimilasyon sürecinde dünyayı doğru okumak,insanlığın tarihsel tecrübesine kulak <strong>ve</strong>rmek <strong>ve</strong> küreselkapitalizmin sunduğu yaşama biçimine alternatifolarak kendi yaşama estetiğimizi oluşturmakzorundayız; zira bu yıkım projesinin hayatımızagiriş yolu, yaşama biçimimizdir. Çünkü bu sürecinilerleyen aşamalarında büyük bir değer <strong>ve</strong> kimlikaşınması yaşanacaktır.Bu noktada edebiyat ne yapabilir? Sözünü ettiğimizyaşama durumlarına trajedi demek yanlışdeğildir. Edebiyat bu tabloda yeni yaşama biçimininsefaletini dile getirmeli, bunun yanında yeniyaşama estetiği tasarımıyla şekillenmiş kurgularınıortaya koymalıdır. Bunu kendi diliyle yapmalıdır.Çünkü edebiyatın dili herkese hitap eder. Meselafelsefenin dili sadece felsefi ilgisi <strong>ve</strong> birikimi olanlarınanlayabileceği bir dildir. Hatta edebiyat buproblemler çerçe<strong>ve</strong>sinde en işlevsel bilgi <strong>ve</strong> sanatalanı olarak görülmelidir.Sözlü gelenekte hafıza belirsizleşir, o hepyeniden üretilmelidir. Bu açıdan “Gelenek <strong>ve</strong>Edebiyat” ilişkisinde bir uyumdan bahsedebilirmiyiz? Geleneğin sürekliliğini sağlayan edebiyat,değişimi gerçekleştirme gücüne sahip mi?Güncel kültürel yaşantıdaki gelenek kavramıylayüksek kültür dünyasındaki gelenek arasında aynılıkyoktur. Köy yaşantısındaki geleneklerle kenttekigelenekler de aynı değildir. Önce bununu belirtelim.Kapalı toplumsal yapıda, belirsizleşse <strong>ve</strong> anonimhâle gelse de, sözlü gelenek bireyin <strong>ve</strong> toplumun varoluşunudengeye getirebilirdi <strong>ve</strong> getirmiştir de! O,zaten çeşitli vasıtalarla <strong>ve</strong> gereklilikten dolayı ‘hepyeniden üretim’in konusu oldu. Çünkü kapalı toplumsalyapıda bireyleri etkileyen unsurlar sınırlı idi.Bunların değişimi ya çok yavaş oldu ya da neredeysehiç söz konusu olmadı. Bu yapı içindeki gelenekbelki biraz daha güzelleşti, kendi çizgisinde gelişti;ama kırılma <strong>ve</strong> kopma anlamında bir farklılaşmayaşanmadı. Lakin sanayi devrimiyle birlikte, binlerceyıl hüküm süren <strong>ve</strong> sözlü kültürün barınağı olantoplumsal yapı kökten değişmiş, sözlü gelenek bilinenanlamıyla artık nakil vasıtası olmaktan çıkmış,yeniden üretim de sona yaklaşmıştır. Günümüztoplum yapısında, sözün eski çağlardaki kullanımı<strong>ve</strong> işlevi kalmamıştır. Sözlü gelenek âdeta ölümdöşeğindedir. Toplum ise yeni bir algı <strong>ve</strong> iletişimortamında varlığını sürdürmektedir. Yeni bir çağyeni bir kültür mü demektir? Popüler kültürü kastediyorsak,e<strong>ve</strong>t! Ancak popüler olan, uzun solukludengeli varoluşun barınağı olamaz. Dolayısıyla yeniçağda denge popüler kabuller üzerine kurulamaz.Yeni gelenek <strong>ve</strong> denge arayışı başlar. Gelenekte dengearayışı aynı zamanda gelecekte denge arayışıdır.Modern zamanlarda geleneğin yeri sarsılıncaher şeyin her şeyle ilişkisi de altüst olmuş; bunaparalel olarak edebiyat ile geleneğin ilişkisi de sakatlanmıştır.Hitap ettiği estetik-duygusal dünyaya<strong>ve</strong> buradan doğan etki gücüne rağmen, edebiyatınelinde dengeyi sağlayabilecek sihirli değnek yoktur.Artık neredeyse her istek, eğilim <strong>ve</strong>ya eylem dünyevileşmiş,‘haz amaçlı tüketim alışkanlıkları üzerinekurulu yaşama biçimi’ ideali yegâne hedef hâlinegelmiştir. Edebiyat tek başına sadece gerçekliğinhikâyesini yazabilir. Edebiyat da dâhil tüm entelektüeletkinlikler çağdaş putları devirebilirlerse, ozaman kadim çağların hikmeti yeryüzüne yenidengeri dönebilir. Bu gerçekleşene kadar da edebiyat enazından ötelerden ses <strong>ve</strong>rmeye devam eder. ■10mart-nisan-mayıs2013


ak süreklilik… Çünkü intikal eden şeyler, her nesildebirtakım eklemeler ya da çıkarmalara maruz kalacaktır.Değişim kaçınılmazdır yani.Gelenekle değişimi bir arada telif ediyorsunuzyani. Genel anlayışa ters bir durum değil mi bu?Çünkü toplum, geleneği değişime direniş gibi algılıyorgenellikle…Hatta gelenekle değişimi bir arada telif etmek zorundaolduğumuzu düşünüyorum. Değişimin olmadığıyerde birikimden söz edilemez. Bir şeyi olduğugibi nakletmekle birikimin dolayısıyla geleneğin ilgisinasıl olabilir ki! Değişimsiz nakil, tevarüs hayvanlaramahsus bir şeydir. Taklitten söz ediyorum. Meselaçağımızda aruz <strong>ve</strong>zniyle şiir yazmayı bu anlamdakutsayanlar var. Kafiye <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>zni tutturunca geleneğidevam ettirdikleri zannına kapılanlar, hatta bunu iddiahâline getirenler var. Bu tutumun gelenekle ilgisiolamaz elbette. Birikim düşmanlığıdır bu, daha enbaştan geleneğin ilkelerini inkâr etmektir. Gelenekçilikdiye negatif bir kavram var, bu odur. Ha, bunufantezi olsun diye yapanları bir parça anlayabilirim.Şunu söylemeye çalışıyorum: Hayatın kimi alanlardakipratiklerine “e<strong>ve</strong>t”, kimine “hayır” diyemezsiniz.İlkesizlik olur bu. Bu bakımdan genel anlayışbir yanlışa denk geliyorsa beni çok da ilgilendirmez.İşin başka bir yanı var fakat. Bu direniş fikrinin tutarlıbir gerekçesi de var toplum nezdinde. Geleneği birdireniş alanı olarak görmelerinin gerisinde modernleşmeyleilgili düşünceleri yatıyor. Modernlik aslındageleneğin bir neticesidir. ‘Modern’ kelimesi şimdikizamana, şu ana işaret eder. Fakat özellikle Batı dışıtoplumlar için modernleşmeden ziyade modernleştirilmedensöz edilebilir. Bir de modernizmi bir zihniyet,bir ideoloji olarak ele almak da gerek. Geleneğibir direniş alanı olarak algılamak bu bağlamda dahaanlamlı görünüyor. Yoksa özünde modern kavramıylagelenek arasında bir kavga yoktur. Kavga, modernite<strong>ve</strong> modernizm söz konusu olduğunda haklıdır. Uzunbir bahis.Gelenekçilikle geleneği <strong>ve</strong> galiba gelenekseli birbirindenayrı düşünüyorsunuz. Yanılıyor muyum?E<strong>ve</strong>t, bu üçünü birbirinden ayrı düşünüyorum.Gelenek, birikimin adıdır. Ortak aklın bir sonucudur.Az ev<strong>ve</strong>l de vurguladık. Geleneksel olan bu birikimeyaslanan, atıfta bulunan, ondan hız alarak yeni şekiller,durumlar oluşturandır. Gelenekçilik ise -sanırımGuenon da vardı- önceki kuşağın birikimini kutsamaktır.İdeolojik bir tutuma tekabül eder bu. Geleneğitoplumsal değişimin önüne bir engel olarak koyar.Gelenekçilik, aynı kökten olmasına rağmen hiçde gelenekle aynı şey değildir. Hatta tamamen başkabir şeydir. Gelenekçilik, insan unsurunu hiçe sayanbir tutumdur. İki kuşak arasındaki nakilde, tevarüsteher iki tarafın da belirli bir etkinliğe sahip olmasıgerekir. Sonraki kuşak öncekilerin tecrübelerini bellibir saygıyla karşılar, fazlalıklarını yontar, eksiklerinitamamlar. Etkindir yani. Siz sonraki kuşağı edilgenleştirirsenizgelişimin <strong>ve</strong> değişimin önünü tıkarsınız.Oysa birikim dediğimiz şey her neslin üzerine düşenkatkıyı sağlamasıyla mümkün olur. Sanırım EdvardShills olmalı, diyor ki: “Gelenekler, bağımsız şekildekendi kendilerini üreten <strong>ve</strong>ya kendi kendileriniişleyen şeyler değildir. Yaşayan, bilen <strong>ve</strong> arzulayaninsanlar onları hayata geçirebilir, yeniden yaşatabilir<strong>ve</strong> değiştirebilirler.” Aşağı yukarı böyle bir şeydiişte. Bir şeyi olduğu gibi kabul etmek, daha iyisine,daha doğrusuna ulaşmak arzusundan uzak olmakdemektir. İnsanın olduğu yerde böyle bir kabuldensöz edemezsiniz. Gelenek, bu şartlar altında var <strong>ve</strong>anlamlı olan bir şeydir.Peki, gelenek ne işe yarar? Toplumsal hayattane gibi fonksiyonları vardır?Belki de asıl konuşulması gereken bu. Çünkübütün bu teferruat hayata aktarılmadıkça bir işe yaramaz.Geleneği, geçmişin birtakım değerlerinin korunmasıolarak algılamak gibi bir hataya düşüyoruzzaman zaman. Bir şeyi korumanın en kesin yolu,onu hayata geçirmek, yaşanır kılmaktır. Bu işin ayrıbir boyutu. Gelenek, her şeyden önce bizi geçmişintecrübesiyle buluşturur. Atalarımızın bilgeliğiyle…Seyyid Hüseyin Nasr, geleneğin hikmet-i halide kavramıylayakın ilgisi olduğunu ileri sürer. Batılılar buna‘sophia perennis’, Hindular ‘sanatana dharma’ diyorlar.İlahî olanla ilgisi var bu kavramların. Geleneği dinile ilişkilendiriyor. Hikmet-i halide, ezeli bilgi olaraktercüme edilebilir. Fakat biliyorsunuz ‘hikmet’ herzaman ‘bilgi’ anlamına gelmez. Daha doğrusu bilgikavramı hikmet kavramını tam karşılamaz. Enformatikbilginin hikmetle hiçbir ilgisi yoktur mesela ama12mart-nisan-mayıs2013


o da bir bilgidir. Uzatmayayım, hikmet-i halide bizeyanılması düşünülemez ilkeleri aktarır. Toplumsal hayatıonlarla tanzim edersek, büyük sarsıntılara maruzkalmayız. Hikmet-i halidenin şimdiki zaman üzerindebir yaptırım gücü vardır. Onun otoritesini kabulederseniz toplumsal sürekliliği sarsıntılara, yıkılmalaramaruz kalmadan sağlayabilirsiniz. Geleneğin toplumsalfonksiyonuna sadece bir yönünden bakarak bileanlamlı sonuçlara ulaşmak mümkün. Hikmet-i halidebunun bir örneği işte.Geleneğin otoritesi ne zaman sarsılmaya başladı?Ya da başka bir şekilde sorayım, hikmet-i Halidehayatımızdan ne zaman çekildi?Kestirmeden cevap <strong>ve</strong>rmek gerekirse bu sarsılmanınAydınlanma Çağıyla başladığını, modernleşmeninbütün süreçlerinde artarak devam ettiğinisöyleyebiliriz. Modernizm, insanlığa yeni bir akılönerisinde bulundu. Bütün kutsallardan bağımsızbir akıldı bu. Tanrı’nın <strong>ve</strong> dolayısıyla dinin otoritesindenbağımsız bir akıldı bu. İnsanın evrendeki yeriniyeniden tanımlıyordu modernizm. Aklın doğrukullanılması ancak böyle bir özgürleşmeyle mümkünolabilirdi. Dolayısıyla her tür otorite reddedilmeliydi.Evrenin bir parçası olan insan, evrenin hâkimi olmayıilke ediniyordu. Böylece hikmet-i halide ile birliktegeleneğin bütün değerleri de yok sayılmaya başlandı.Modernliğin belirleyici, karakteristik özelliği geçmişingücünü, otoritesini <strong>ve</strong> etkisini reddetmektir. Aslındaçılgınca bir şey bu. Bunun böyle olduğunu tam olarakanlamak için sanırım biraz daha zamana ihtiyacı varinsanlığın.Biraz da meselenin sanat-edebiyat boyutunatemas etmenizi isteyeceğim. Gelenek, edebî esere yada başka bir sanat eserine ne şekilde yansımalı?Çok kapsamlı bir soru. Başka bir zeminde uzunuzun tartışılabilir. Sanatçı <strong>ve</strong> gelenek, eser <strong>ve</strong> gelenek,gelenekle sanatçının imtihanı, başkaldırı, isyan,geleneğin içinden doğmak gibi bir sürü mesele var.Fakat gene kestirmeden cevap <strong>ve</strong>rmek istiyorum.Geleneği sanat alanına taşırken onu bir meta gibi,olduğu gibi taşıyamazsınız. Bu, onu öldürmekdemektir aslında. Başka bir söyleşide de söylemiştim,geleneğe bir malzeme deposu olarak bakamazsınız.Onu fonksiyonel kılmak için öncelikle onuiçselleştirmek zorundasınız. Temellük edeceksiniz.‘Tevarüs’ yerine ‘temellük’ kavramını tercih ediyorum.Onu öncelikle sanatçı kendi bünyesinde yaşarhâle getirecek. Bundan sonra onun eserine yansıyacaktır.Bu da değişim <strong>ve</strong> tekâmül demektir zaten.Yoksa olduğu gibi tekrar etmeyi gelenek zannetmekgelenek düşmanlığının ta kendisidir. Az ev<strong>ve</strong>l de söyledim,bu çağda aruzla şiir yazanlar var. Varsın olsun.Fakat bunu gelenek zannedip kutsamak hata. Aruzlaşiir yazmakla, bir oryantalistin 17. yüzyıldan kalmabir kilimi evinin duvarın asması arasında hiçbir farkyok benim gözümde. Aruzu bilmek zorundayız, obaşka. Klasik şiiri de bilmeliyiz. Fakat bunlar ayrı meseleler.Yazdıklarınızı nasıl algılayacağız, gelenekselmi, modern mi? Ne diyeceğiz?Dikkat ederseniz geleneksel <strong>ve</strong> moderni birbirininkarşıtı gibi kullanıyoruz. Böyle bir alışkanlık var.Bunun modernleştirilen bir toplum olmamızla ilgisivar. Bir eser pekâlâ hem geleneksel, hem modern olabilir.Öyle de olmalıdır. Aslını sorarsanız gelenektenyararlanmak da modern bir tutum olduğu için kaçınılmazolarak yazdıklarıma modern demek zorundayız.Geleneğin, gelenekten yararlanmak gibi bir derdizaten olamaz. Yalnız burada zamanın ruhuna da atıftabulunmak isterim. Elbette geleneğin ezeli ilkelerinibenimsemek diye bir şey var. Yazdıklarımda bu ilkeleryaşamaya devam etmeli. Fakat çağa uygun birşekilde, değişerek <strong>ve</strong> yenilenerek. Gelenek yenilenenbir şeydir, yinelenen değil. Şunu söylemek istiyorum,aşk, her çağda aşktır fakat zamana göre ifade vasıtaları<strong>ve</strong> şekilleri değişir. 17. yüzyılda yaşayan bir halkşairi için dağların anlamı <strong>ve</strong> sembolik değeri başkadır.Ulaşılmazlığı, aşılmazlığı, hasreti <strong>ve</strong> gurbeti temsilederler. Ama bu çağda yaşayan biri olarak gurbeti şiiriminmerkezine koymam, özlemi dağların aşılmazlığıylaifade etmem son derece saçma anlamsız olur.Teknoloji bu sembollerin içini boşaltmıştır. Fakat bizgene de 17. yüzyıl şairini okurken bu sembollerindeğerlerini, anlam alanlarını bilerek onun dünyasınagirebiliriz. Bu başka bir şey. Bize düşen bu anlamlarıyeni sembollere kavuşturmak olmalıdır. Böyle yaptığımızzaman hem geleneksel hem modern olabiliriz.Sanırım ben bunu bir parça başarmaya çalışan biriyimşiirlerimde <strong>ve</strong> hikâyelerimde.■13mart-nisan-mayıs2013


Gelecek nasıl gelir?ÖMER NACİ SOYKANFelsefe geleneğinin oluşmadığı, dolayısıyla ciddieleştirel tutumun kökten <strong>ve</strong> yaygın biçimde bulunmadığıtoplumlarda devingen gelenek görülmez. Güçlü devingengeleneği olan toplumlarda gelenek, yasa kadar güçlüdür.Türkçe, bana geleneğin “gelmek”ten geldiğinisöylüyor. Ben de ona nasıl geldiğinisordum. Ondan alabildiğim yanıtlarıburaya kaydettim. Üstüne oradan buradan biriki şey ekledim. Bu yazı böyle oluştu.Toplumun, eş deyişle, toplum içindeki tek tekbireylerin büyük oranda paylaştığı, dünya, yaşam,insan <strong>ve</strong> doğa karşısındaki görüşünü ortaya koyangelenek iki biçimde gelir: Biri kendiliğinden, diğeriözel çabalarla. Gelenek karşısında alınan, biri olumlu,diğeri olumsuz, iki karşıt tutum, temelini buradabulur. Yalnızca kendiliğinden aktarma olarak geleneğinolumsuz biçimi, durağan gelenek olarak anlaşılır;durağan toplumlarda görülür. Bu toplumlarda,geçmişin kalıtının, -zaman içindeki yine kendiliğindenbazı değişimleri bir yana- olduğu gibi alınması<strong>ve</strong> benimsenmesinde, geçmişle bir bilgi nesnesi olarakilgi kurulmaz. [1] Çünkü insan geçmişini karşısınaalmamıştır ki onu bilgi nesnesi yapsın. İnsanın1. İtalik yazılanları, “Türkçeden Doğaya Felsefi BirBakış” (“Türkiye’de Felsefenin Geleneği <strong>ve</strong> Geleceği”,İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi, 2012 içinde, Sf.253-262” başlıklı yazımdan devşirdim. (ÖNS)geçmişini karşısına alması, bilgi nesnesi yapması,ona karşı eleştirel bir tutum takınması demektir.Bu da geçmişin ayıklanması, süzgeçten geçirilmesianlamına gelir. Geçmişten alınan gelenek ögelerininhepsi, bugünün yaşamına hizmet etmeyebilir, bazılarızararlı bile olabilir. Bu nedenle onlar ayıklanmalıdır.Ayıklamanın ölçütü, yaşama hizmet etmeolmalıdır. Şimdiki kuşağın bu eleştirel tutumunusonraki kuşaklar da devraldığında, her gelen kuşak,benzeri eleştirel tutumu sürdürdüğünde, toplumdevingen gelenek tarzına sahip olur.Durağan toplumlarda ise tek tek insanlar, hepsibirden tür davranışını sergilerler; birey olarak, tekkişi olarak edimde bulunamazlar. Burada birey henüzortaya çıkmamıştır; toplumun her bir üyesi, hepaynı biçimde davranır. Buna aslında toplum değil,sosyolojik literatürde topluluk (cemaat) denir. Sıradaneylemlerde bile, örneğin avcılık, yeme içme,giyim kuşam gibi edimlerde, yüzlerce, hatta binlerceyıl hep aynı tarz sürdürülür. Geçmiş, bugünü dondurupbelirleyerek toplumsal gelişimin önünü tıkar.Ama aynı geçmiş, eğer nesne yapılarak araştırılır <strong>ve</strong>bilinirse, ancak o zaman o, tarih adını alır. Gelenek14mart-nisan-mayıs2013


toplumu oluşturan tek tek kişilerin ortak belleği(?!) gibi saçma bir şey değil, kitaplarda <strong>ve</strong> benzeriaraçlarda kayıt altına alınan, bireylerin başvurusunaher zaman açık, dahası eğitimle bireylere sunulanortak geçmiştir. Bu tarz bir eğitimin <strong>ve</strong>rilmediğitoplum tarihsizdir. Tarihsiz toplum, kendi zamansalvaroluşu karşısında kördür. Böyle bir toplumda olupbitenler, ya katı, durağan geleneğin belirlemesinde yada rastlantıların oraya buraya savuruşu altındadır.İnsan tarihini bilgi konusu yapmakla, onuşimdiye getirir. Gelenek oluşturmak, geçmişinşimdileştirilmesi anlamına gelir. Tarihin bir momentiolarak gelenek, geçmiş içinde yankılanan seslerin,yeniden işitilmesidir. Onlara bizim katacağımızyeni seslerle tarih devam eder. Tarih olmuş bitmiş<strong>ve</strong> bizim dışımızda kalmış bir şey değildir. O, bizdesürmekte, biz onun içinde kendi varoluşumuzu heran yeniden oluşturmakta <strong>ve</strong> sürdürmekteyiz. Tarihinbir süreklilik olarak anlaşılması, yaşam sorunlarınınbilimin, felsefenin, sanatın sorunları olarak elealınması <strong>ve</strong> bu ele alışın sürdürülmesiyle olanaklıdır.İnsanın tarihi, sorunlarının tarihi olarak onlarınbilince çıkmasının tarihidir. Ve bu, aynı zamandabir özgürleşme sürecini ortaya koyar. Çünkü ancakbilen insan özgür olabilir. Bilgi araştırmayı <strong>ve</strong>düşünmeyi gerektirir. Hegel’in dediği gibi, “İnsan,eğer düşünmüyorsa özgür değildir; çünkü ozaman o, bir başkasına göre davranır.” [2] Özgürlük,yalnızca insana siyasal erkin tanıdığı bir alan değil,aynı zamanda bu alanda insanın kendisinin kendiçabasıyla kazanabileceği bir olanaktır. Bu olanağıda insan ancak düşünen <strong>ve</strong> bilen varlık olarakgerçekleştirebilir. Kendisi düşünüp düşüncesinegöre eylemde bulunan özgür kişilerin etkinolduğu toplumlarda süregiden devingen gelenek,genel anlamda kültürün, özelde felsefenin içindeyeşerebileceği, gelişebileceği ortamı oluşturur.Felsefi gelenek, en genel anlamda felsefe tarihidir.Felsefe, bilim <strong>ve</strong> sanat tarihi ile bir toplumun siyasaltarihi arasındaki başlıca bir ayrım şuradadır: Birtoplumun siyasal tarihi, yalnızca o topluma özgüdür<strong>ve</strong> belli bir zaman dizini izler. Başka halklar, ancakbu toplum içinde eriyerek bu topluma katılır <strong>ve</strong> ozaman da kendileri yok olur. Oysa bilim, felsefe <strong>ve</strong>2. Hegel, G.W.F., Werke 12, Vorlesungen über diePhilosophie der Geschichte, Sf. 521, Suhrkamp 1976.sanat tarihi insanlığın ortak malıdır. Her toplum, hertoplumun bireyleri, kendi toplumu içinde kalarak,kendi dışında gerçekleşmiş bilim-felsefe-sanatgeleneğine katılabilir. Felsefe tarihinin bu toplumlarüstü niteliği, onun evrenselliğini gösterir. Bu tarihin,aynı zamanda bir anlamda anakronik bir yönüvardır. Örneğin Avrupalı olmayan bir halk, zamandizinsel (kronolojik) anlamda Avrupa tarihinin içinegiremez. Ama o, Avrupa felsefe tarihinin herhangi birevresinde ona katılabilir. Ve bu katılmayla o, ötedenberi kendi dışında akıp gelen tarihin birikiminikendisine mal edebilir. Örneğin biz Türkler, İngilizya da Fransız siyasal tarihinin mirasçısı olamayız.Ama bu halkların geçmişte ortaya koyduğu tümkültürel başarıları tıpkı kendi kültürel mirasımız gibikendimiz edebiliriz. Kendi öz kültürümüz de bizekendiliğinden gelen bir şey olarak görülmemelidir;tersine bizim onu geçmişimizden devşirmemiz gerekir.İster kendi toplumumuzun ister başka toplumlarıntarihinden olsun kültürel miras, her zaman, herkesçealınabilmeye el<strong>ve</strong>rir. Nasıl ki, vaktiyle Müslümanlar,pagan Yunan bilim <strong>ve</strong> felsefesini kendilerine maletmiş <strong>ve</strong> ona yeni boyutlar getirmişse, bugün de aynışey, Avrupa bilim <strong>ve</strong> felsefesi karşısında başkalarıncayapılabilir. “Yunan mucizesi” denen şey de Mısır,Mezopotamya <strong>ve</strong> Yunan öncesi Batı Anadoluuygarlıkları temelinde oluşmuştu. Felsefe tarihi, onadaima yeni olarak katılacak halklara açıktır.Kuşkusuz her felsefe belli bir dil-kültürde oluşur.Bu dil-kültürün kendine özgü özellikleri, genelfelsefenin içine yeni renkler olarak girer. Bu ayrım,birbiriyle yakın akraba olan İngilizce <strong>ve</strong> Almancayapılan felsefelerde de vardır. Bizimkisi gibi bu dillerlehiç akraba olmayan bir dilde yapılan felsefenin sözkonusu diller arasındaki farklı renklilikten çok dahafazlasını taşıyacağı, kendiliğinden anlaşılırdır. BenTürkçe felsefeden Türk felsefesini <strong>ve</strong>ya Türkiyefelsefesini değil, Türkçenin <strong>ve</strong> Türk kültürününbakış açısından felsefe sorunlarının görülmesi <strong>ve</strong>işlenmesini anlıyorum. Elbette meslektaşlarımızındiğer tarzda yaptıkları felsefeyi de Türk felsefesiolarak kabul ediyorum, ama Türkçe felsefe olarakdeğil. Kendi diliyle düşünmeyi bilmeyi gerektirenTürkçe felsefe çabası, bu dilin kendine özgü algılama,sınıflandırma, ussallaştırma, kavramlaştırmatarzının bilince çıkarılmasıyla gerçekleşir. Kendi16mart-nisan-mayıs2013


Felsefe kültürü <strong>ve</strong> sözlü geleneğinimkânıVEFA TAŞDELENGirişHilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi’nde,tefekkür tarihinin kuşattığı konuları “kolektiftefekkür”, “şahsi tefekkür” <strong>ve</strong> “teknik tefekkür”olmak üzere üç kısma, şahsi tefekkürü de kendiiçinde edebiyat, mistisizm <strong>ve</strong> felsefe olmak üzereyine üç kısma ayırır. Bu üç şahsi tefekkür türüarasındaki etkileşimi <strong>ve</strong> geçişliliği örneklemek içinde “felsefî edebiyat”tan <strong>ve</strong> “edebî tasavvuf”tansöz eder. Bu geçişlilik <strong>ve</strong> etkileşimin bir güç <strong>ve</strong>yaratıcılık şeklinde ortaya çıkabileceğini de söyler.Kimi yazarların eserlerindeki kudretin, sanatsalyaratıcılığa felsefe <strong>ve</strong>ya mistik yönelimlerineklenmesinden geldiğini belirtir. Teknik tefekkürdebilim, ekonomi <strong>ve</strong> yönetim bulunur. Bu tür, şahsitefekküre göre, nesnel <strong>ve</strong> evrensel bir nitelik sunar.Onda kişinin kendi bakış açısı, kendi dünya görüşü<strong>ve</strong> varoluş tutumu değil, nesnel ölçütler etkin olur.Tefekkür basamaklarının ilkini oluşturan kolektiftefekkürü ise, “Hiçbir muayyen şahsiyetin eseriolmayıp, bütün cemiyete ait olandır ki, ona kolektiftefekkür diyebiliriz.” diye tanımlar. Kozmogonileri,teogonileri, mitolojileri <strong>ve</strong> sagesse (hikmet)’lerikolektif tefekkür içinde değerlendirir <strong>ve</strong> bu kolektiftefekkürde “tecrübenin varmış olduğu pratik<strong>ve</strong> sosyal bir dünya görüşü” olduğunu söyler. [1]Bu şekilde, sözlü gelenek <strong>ve</strong> felsefe, “tefekkür”kavramının kapsamı içinde bir araya gelir.Buna göre sözlü geleneği oluşturan destanlar,atasözleri, türküler, fıkralar, ağıtlar, maniler kolektifbilinci, anonim deneyimin, müşterek yaşantıların,ortak aklın ifadeleridir. Onlar, basit <strong>ve</strong> anlaşılırolmalarına karşın dinleyen <strong>ve</strong> okuyanın idrakinegöre derinleşebilen ifadelerdir de. Hatta şu bilesöylenebilir: Onların içeriği, kendilerinde olduğukadar, dinleyenlerdedir de. Sözlü gelenek ürünleri,algılayış biçimine göre kendini açan, bakış açısınagöre derinleşebilen ifadelerdir. Bir kişi onlardahiçbir anlam bulamazken, bir başkası inanılması güçanlam katmanları keşfedebilir. Bu nedenle onlarınne söylediği kadar, bizim onlardan ne anladığımızöne çıkar. Onlar, algılayan kişinin kavrayışdüzeyine göre görünürler. “Anlayana sivrisinek saz,anlamayana davul zurna az.” diyen atasözü, sankibu idrak seviyesine işaret eder. Toplumsal bilinç,biraz da bu ifadelerle yerleşir bireylerin hafızalarına.Kültür, bu ifadeleri yeni kuşaklara aktarırken,duyma, düşünme <strong>ve</strong> hissetme biçimini de aktarır.1. Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, Yapı KrediYayınları, İstanbul, 2004, s. 7, 23.18mart-nisan-mayıs2013


Kendi dünya algısını, düşünme biçimini, zihniyetyapısını da aktarır. Sözlü geleneğin öğretileri buşekilde işler içimize. Bir kültürün, bir ulusun,bir toplumun kendi yaşantısının ürünü olarakortaya çıkan toplu deneyimleri, yaşantıları,tecrübeleri yansıtır onlar. Bu zihniyet biçimiaileden gelen eğitimle kazanılır, dili öğrenirkenkazanılır, toplumsallaşırken kazanılır. Ana dilgibi kendiliğinden öğrenilir. Zira bunlar dile aitkalıplardır, fakat dil içindeki bir yargı ifade eden engüçlü ifadelerdir. Yaşadıkça sözlü geleneğin ögelerizihnimize yerleşir, bizi belirler, yönlendirir, şu ya dabu şekilde bir insan olmamızı sağlar.Yaşama kültürü gelişmiş olan toplumların sözlügeleneği de gelişmiş olur. Toplumsal ilişkileri güçlüolan toplumların sözlü gelenekleri de güçlü olur.Duyguları <strong>ve</strong> iç dünyaları zengin olan toplumlarınsözlü gelenekleri de zengin olur. Zamanı <strong>ve</strong> mekânıanlamlandırabilen, varlıkla duygusal <strong>ve</strong> rasyonelilişkiler kurabilen toplumların, zihinsel kapasiteleride artar. Zihinsel aktivite, kendi kendinizenginleştiren, kendi kendini üreten <strong>ve</strong> güçlendirenbir yapıda ortaya çıkar. Zihinsel aktivite, her nekadar bireysel bir çaba da olsa, besinini toplumdan,sosyal ilişkilerden, yaşama kültüründen alır.Yaşama kültürünün oluşmadığı, bireyler arasıilişkilerin zayıf kaldığı toplumlarda varlığı, hayatı<strong>ve</strong> insanı anlayacak <strong>ve</strong> anlamlandıracak zihinselkapasite de gelişmez. Hem sözlü gelenek hem dedüşünme geleneği bir yaşama kültürünün eseriolarak ortaya çıkar. Hele hele felsefe geleneği,ileri bir yaşama kültürünün, işlenmiş, incelmiş,kendi kendini algılamış, kendi ortamı <strong>ve</strong> sorunlarıüzerinde refleksiyonda bulunarak entelektüel birbirikim oluşturabilmiş toplumlarda ortaya çıkar.Toplumsal ilişkileri zengin olan toplumlarda sözlügelenek, sözlü geleneğin güçlü olduğu toplumlardada felsefe geleneği güçlü olur. Dil de zenginleşir,ifade imkânları da.Sözlü gelenek, felsefe kültürünün kendisideğildir. Felsefe kültüründen hemen bir öncekiaşama da değildir. Ama felsefe kültürüne çıkanyolda ilk basamaktır. Sözlü gelenek basamağıile felsefe basamağı arasında din basamağı, şiirbasamağı, sanat basamağı, bilim basamağı vardır.Her felsefe kültürünün altında, bu kültürü içteniçe besleyen güçlü bir sözlü gelenek kültürü vardır.Sözlü gelenek zihinsel yapının, dünyayı algılamaşemalarının oluştuğu ilk aşamaya karşılık gelir.Onda etik değerler hakkında, varlık <strong>ve</strong> yoklukhakkında bir fikir vardır. İnsan zihninin kapasitesihakkında bir fikir vardır. İnsanın kendisi hakkında,dil <strong>ve</strong> gerçeklik hakkında geçmiş <strong>ve</strong> gelecek hakkındabir fikir vardır. Zihinsel aktivitenin bir ucundasözlü gelenek diğer ucunda ise felsefe bulunur.Felsefe kültürü, işlenmiş, incelmiş bir kültürdür.Bir bakıma kendisinden önceki basamakların zir<strong>ve</strong>noktası gibidir. Piramidin tabanı sözlü gelenek, uçnoktası ise felsefe kültürüdür. Sözlü gelenek halkkültürünün, pratik dünyanın bir ürünü olaraktemelde yer alan bir kültürdür.Bu yazıda tartışmaya açılan konu, kültürdünyasının temelinde yer alan sözlü geleneğinfelsefe kültürüne nasıl bir katkı sağlayabileceği,onun oluşumu <strong>ve</strong> ortaya çıkışı açısından bir imkânolup olamayacağı sorusudur. Daha açık bir ifadeylesormak gerekirse, sözlü gelenek felsefe kültürü için,felsefe ile meşgul olma <strong>ve</strong> felsefe yapma eylemiaçısından bir imkân mıdır? Felsefe sözlü geleneğinneresindedir? İkisi arasında bir bağ kurulabilir mi?Bu yazı, söz konusu soruların yanında, daha önce“sözlü gelenek kültürü” <strong>ve</strong> “felsefenin karşılığı”konuları bağlamında yaptığımız çalışmalarınbağlantı noktalarından biri olarak da görülebilir.1. Felsefe <strong>ve</strong> yazı kültürüHer toplumun, evreni, hayatı, insanı <strong>ve</strong>varoluşu kendisiyle açıkladığı mitolojileri,kozmogonileri vardır. Bir eğitim <strong>ve</strong> eğlenceunsuru olarak efsaneleri, hikâyeleri, masalları,türküleri, fıkraları vardır. Felsefe <strong>ve</strong> bilim ortayaçıkmadan önce, insanlar, evrene, gerçeklik alanına<strong>ve</strong> kendilerine yönelik sorularını bu sözlü gelenekunsurları ile cevaplamış, bilgi kaynağı <strong>ve</strong> ahlaksalöğreti olarak onları görmüşlerdir. Felsefi <strong>ve</strong> bilimseldüşünce, mitolojiden kopma ile başlamıştır.Batı düşüncesinin Thales’e dayandırılan tarihi,bunun açık örneğidir. Buna göre, daha felsefeninilk adımında sözlü gelenekten kopma <strong>ve</strong> yazılıgeleneğe geçme durumu söz konusudur. Filozoflareserlerini tabletlere yazmışlar, böylece anonimbir ifade olarak değil, belli bir kişiye ait görüşler19mart-nisan-mayıs2013


elirmeye başlamıştır. İlk filozoflara ait bu görüşler,aynı zamanda ilk felsefe tarihi çalışması niteliğinide taşıyan Aristoteles’in Metafizik’inde geçer.Felsefenin sözlü geleneğin değil, yazılı geleneğin birürünü olmamasının, aşağıda söz edeceğimiz üzerebazı nedenleri vardır.Felsefe öncelikle, kendinden çıkan <strong>ve</strong> kendinedönen bir etkinliktir. Düşünceyi izleyebilmekiçin kayıt altına alınması <strong>ve</strong> yazıyla tespit edilmesigerekir. Kayıt altına alınmayan, yazıyla tespitedilmeyen felsefenin izi sürülmez. Ancak kayıtaltına alındığında yeniden bir düşüncenin konusuhâline gelebilir, ancak bu yolla bir okuma <strong>ve</strong>eleştiri konusu olabilir. Aksi hâlde her şey sözüzerinde kalacağından ne söylendiğinin, ne kadarsöylendiğinin, niçin <strong>ve</strong> ne şekilde söylendiğinintespitini yapmak mümkün olmaz. Zaman geçtikçesöylendi mi, söylenmedi mi, bunun tespiti deyapılamaz olur. Oysa felsefe her zaman kendinikendi tarihine refere ederek kurar, kendi tarihinedönüşlerle kendini üretir. Yazı, bu geleneği tespiteden, yaşatan <strong>ve</strong> gelecekteki bakışlar için var kılanbir unsurdur. O, sözü belirli bir metin hâlinegetirerek belirsizlikten, boşlukta bir şey olmaktakurtarır. Felsefe geçtiği yolu görmek isteyen biretkinliktir. O, ancak bu yolda yürüyerek yenitutumlar, yeni tarzlar deneyebilir. Felsefe, her birdefasında kendine, kendi eserlerine dönmek <strong>ve</strong> buşekilde kendisini inşa etmek isteyen bir eylemdir.Bu dönüş, sözlü gelenek üzerinden yapılamaz,düşünce sözlü gelenek üzerinden denetlenemez.Felsefe geleneği, sözlü kültür üzerine inşa edilemez.Felsefenin sözlü gelenekle üretilen bir etkinlikolmamasının ikinci nedeni, sözlü geleneğinrasyonel bir kültür olmaktan ziyade bir yaşantı<strong>ve</strong> gönül geleneği olmasıdır. Gönül geleneği, işinolumlu yönünü oluşturur; efsaneler, mitolojiler,irrasyonel açıklamalar da bu geleneğin içinde yeralır. Bu özelliği ile onları irrasyonel, gerçeküstübir yapıya kavuşturur. Oysa felsefe, bir tutarlılıkiçinde ne söylediğinin, niçin söylediğinin hesabını<strong>ve</strong>rebilir, önermelerini temellendirebilir. O,rasyonel <strong>ve</strong> kavramsallaştıran bir çabadır; kavramlarüzerinde ayrıntılı <strong>ve</strong> derinlikli bir şekilde düşünür.Eleştirir <strong>ve</strong> eleştirilmeye açıktır. Bir öğüt <strong>ve</strong> nasihatdeğildir. İnsanlara nasıl yaşamaları <strong>ve</strong> davranmalarıgerektiğini söyleyen bir talimat da değildir. Felsefeyapmak, belirli bir düşüncenin izini sürmektir.İz sürme, onu titiz bir çabaya dönüştürür. Sözlügelenekte ise, yaşam deneyimlerinin oluşturduğu birempati gücüyle, muhabbet temelinde başkalarınayönelmek, onlarla bir diyalog <strong>ve</strong> yaşantı geliştirmekesastır. Gönlün eylemi, temelinde muhabbet olanbir çabadır.Sözlü gelenek, kendisini yazıda değil anlatıdagerçekleştirir. Zaman içinde söz olarak, cümleolarak yazıya geçirtilse de, onun ruhu <strong>ve</strong> edasıyazıya geçirilemeden kalır. Zira sözlü gelenek sadecesözden ibaret değildir. Onun ruhunu oluşturanasıl öz, belirli bir varoluş ortamında, belirli bir edaile, belirli kişilere, belirli bir bağlamda, belirli birnedenden dolayı, tam da sırası gelmişken, belirli birvurgu <strong>ve</strong> ses tonu ile anlatılması, dinleyicide gülme,ağlama, duygulanma, aydınlanma, hoşlanmaşeklinde bir karşılık bulmasıdır. Dolayısıyla sözlügeleneğin her zaman bir ortamı vardır. O, canlı <strong>ve</strong>yaşayan bir kültürdür. Yazıya geçirildiği zaman,bu canlılığı içinden çekip çıkarılmış, güncelliğini,edasını <strong>ve</strong> ruhunu yitirmiş olur. O, kendisiniyazılı eserler gibi arşivlerde, kütüphanelerde,kitaplıklarda değil, hafızalarda muhafaza eder.Bu husus onun doğasında vardır. Nesilden nesleaktarıla aktarıla gelir. Nesiller yenilendikçe sözlügelenek unsurları da farklılaşır, unutulur ya dadeğişir. Üstelik asıl metinin ne olduğu hiçbir zamandenetlenemez; buna gerek de duyulmaz. Zira ohatırlandığı, duyumsandığı <strong>ve</strong> yaşandığı kadarvardır. Sözlü gelenek ögeleri, içinde mesaj olan birşişenin ırmağın sularına bırakılması gibi, zamanındalgalarına bırakılır. Yavaş yavaş oluşur, yavaş yavaşgelişir, yavaş yavaş değişir, yavaş yavaş unutulurlar.Onların varoluş ilkesi, insanların kendilerineolan ilgisidir. İnsanları eğitmez, güldürmez <strong>ve</strong>ilgilendirmez oldukları zaman, hatırlanmak içinortada bir neden de kalmaz, hafızalardaki yerleriniterk ederler. Bu nedenle sözlü kültür içten içeoluşan, içten içe değişen <strong>ve</strong> yok olan bir kültürdür.Yazıda ise kayıt altına alma, tespit etme durumusöz konusudur. Bir romanın binlerce nüshası olsada, aslında asıl metnin kopyalarıdır. Asıl metindenfarklı çalışmalar değildir onlar. Başka dillere tercümeedilseler bile, hep bu asıl metni varsayarlar. Ortada20mart-nisan-mayıs2013


her zaman okunabilecek, kendisine dönülebilecek,denetlenebilecek bir asıl metin vardır.Felsefenin sözlü gelenekle üretilememesininbir başka nedeni de şudur: Felsefe eseri akıldakalacak kadar etkileyici, basit <strong>ve</strong> yalın değildir;hatta bunun tam aksidir. İnsanlar genelliklekendilerini etkileyen, ama aynı zamanda basit,sesi <strong>ve</strong> ritmi olan metinleri ezberleyebilirler; onlarıhatırlayabilirler. Atasözleri basit <strong>ve</strong> ritmi olanifadelerdir. Kimi durumda kafiyeli <strong>ve</strong> secili bileolabilirler. Hiçbir zaman birkaç karmaşık cümledenoluşmazlar. Ortak bilinç, bütün söyleyeceğini, obir cümlede yoğunlaştırır. Ama bunu basit, esprili,hoşa gidecek <strong>ve</strong> akılda kalacak bir şekilde yapar.Bilir ki, bu ifadenin ömrü, hafızaların onu konuketme süresine bağlıdır. Bu nedenle etkili, güzel,ama aynı zamanda basit olmalıdır. Felsefe eseriise basit değil, kompleks bir yapıdır. Bir cümledeğil, binlerce cümledir. Hikâye değil, kavramdır.Bir patika değil, ince ayrıntıları <strong>ve</strong> iç bağlantılarıile ezberlemeye uygun olmayan bir ana yol, birana sistemdir. Ezberlemek, bazı açılardan felsefeyekarşıt bir tutumdur da. Felsefe ezberleyen <strong>ve</strong>ezberlenen değil, eleştiren <strong>ve</strong> eleştirilen bir yapıdır.Ezberde tekrarlama, eleştiride ise yeniden üretimsöz konusudur.Antik Grek dünyasında, Homeros’un <strong>ve</strong>Hesiodos’un eserlerini yorumlarken, rapsodluksanatında, belirli kişilerin isimleri öne çıkabiliyordu.Bir toplantıda, bir festivalde, bir şenlikte ya daolimpiyat oyununda, halkın karşısında bu sözlügelenek öğelerini okuyup canlandırabiliyorlardı.Rapsodların ürün <strong>ve</strong>ren kişiler olarak isimleriyoktu, ancak o ürünü canlandıran kişiler olarakisimleri vardı. Oysa felsefe geleneği, bir yazılıgelenek olarak, bize her zaman o felsefeyi üretenkişinin “ismi” <strong>ve</strong> o kişinin “bakış açısıyla” birlikteulaşır. Zira felsefe, hep belirli bir kişinin bakışaçısından türer. Söz gelimi Platon’un felsefesiolarak, Descartes’in felsefesi olarak, Kant’ın felsefesiolarak ortaya çıkar. Bir felsefe zihnimizde filozofu,o filozofun bakış açısı ile birlikte tamamlanır,bütünlenir. Filozofunun ismini bilmediğimizbir felsefe zihnimizde tamamlanmaz, belirli biryere oturmaz. Kim söylemiş, ne söylemiş, nezaman söylemiş, nasıl söylemiş, niçin söylemişsorusunu cevaplayamadığımız noktalarda ortayaçıkan belirsizlik durumu, sözün bağlamını kırar,ciddiyetini <strong>ve</strong> çekiciliğini azaltır. Felsefe, filozofununfelsefesidir. “Kim söylemiş” sorusu, okumaeylemine eşlik eder. Kişi bir felsefeyi okurken,belirli bir kişinin karşısındadır, filozofla konuşur.Onun sesine kulak <strong>ve</strong>rir, sorular sorar, kendisindencevaplar bekler. Mitolojide, sözlü gelenekte bunusormayız, anonim gelenekte belirli isimler öneçıkmaz. “Atalar” ya da geçmiş nesillerin şahsındacisimleştiği bir kişilik, söz gelimi Dede Korkut ya daNasreddin Hoca söyler. Felsefe, bunun aksi olarak,bize hep filozofunun diliyle, onun bir söylemiolarak ulaşır. Dolayısıyla sözlü gelenek anonimifadeleri yaşatmakta ustadır; zira bu ifadeler çoğukez kısadır, etkileyicidir, bir hikâyeyi anlatır, bizdebir karşılığı vardır, yaşantı düzeyinde ifade bulur,toplumda onları yaşatan usta anlatıcılar vardır.Zaman içindeki hareketi denetlenemediğindenilk şekli sorulmaz, merak edilmez. Önemli olanonların dün nasıl oldukları değil, bugün nasıloldukları, nasıl söylendikleri, nasıl anlaşıldıkları<strong>ve</strong> nasıl yaşandıklarıdır. Ama felsefe eserleri böyledeğildir. Ortada belirli bir filozofa ait belirli bireser <strong>ve</strong> bu eserde yer alan görüşler vardır. Bu eserinbir dünyası, bir fikri, bir mantığı, bir düşüncesi,sistematiği, hatta bir tarihi vardır. İstenildiği zamankendisine dönülebilir, eleştirilebilir, sorgulanabilir.Sadece kendi zamanına değil, gelecek zamanlara daseslenir. Bu hâliyle kendi filozofunu aşan bir kimlikbile kazanmıştır.Bu <strong>ve</strong> benzeri nedenlerden dolayı, felsefe sözlüdeğil yazılı kültürün bir ürünü olarak ortaya çıkar.Görüleceği üzere, felsefenin başlaması sadecemythos’tan logos’a geçişle değil, aynı zamandasöz’den yazı’ya geçişle de başlamıştır. Felsefe, builk kaynağında bile bir filozofun bakış açısıyla<strong>ve</strong> yazılı bir eser şeklinde ortaya çıkmıştır. Buhareketlenmeden sonra filozoflar birbirlerini takipetmişlerdir. Böylece felsefe geleneği oluşmayabaşlamıştır.2. Sözlü geleneğin imkânıBurada doğal olarak şu soru sorulabilir: Felsefesözlü gelenekten kopmakla başlamışsa, o zamanfelsefe için nasıl bir imkân oluşturabilir, felsefeyi21mart-nisan-mayıs2013


nasıl besleyebilir?İlk önce şunu söylemek gerekir: Sözlü geleneğinolgunluk dönemini yaşadığı bir noktada, ufuktafelsefenin imkânı da görünür. Bu, Antik Yunankültüründe böyle olmuştur. Sözlü gelenek,Homeros’un <strong>ve</strong> Hesiodos’un dilden dile aktarılanşiir <strong>ve</strong> mitoslarında zir<strong>ve</strong>sine ulaşmıştı. Bu noktada,evrenin oluşumuna, insanın erdemine ilişkinaçıklamalar da vardı. Düşünce, felsefeyle birlikterasyonel, temellendirilebilir <strong>ve</strong> sorgulanabilir birnitelik kazanmıştır. Mitolojiyi eleştiremeyiz, niçinöyle olduğunu sorgulayamayız; o, sorularımızacevapsız kalır. Çünkü rasyonel bir yapıda değildir.Felsefe ise bizzat bu özelliklerin ortaya çıktığı,eleştirinin, sorgulamanın, akıl yürütmenin işlevselhâle geldiği bir alandır. Onu mitolojiden ayıranözellik <strong>ve</strong>rdiği cevaplardan çok cevaplarını <strong>ve</strong>rmetarzıdır. Mitoloji de okeanos’tan söz eder. Ama onuirdelemez, ne olduğunu, neden olduğunu, niçinolduğunu <strong>ve</strong> neden o şekilde olduğunu sorgulamaz.Sorgulasa bile bütün bunları mitolojinin mantığıiçinde yapar. Thales de arkhe olarak “su”dan sözeder; onu her var olanın var olma ilkesi olarak ortayakoyar. Bir başkası gelir, bu cevabı yetersiz bulur,eleştirir, kendince doğru olanı söyler. Böylece felsefibir bakış açısı ortaya çıkmış olur. Mitoloji ile felsefearasında, gerçeklik değeri, rasyonalite, tutarlılık<strong>ve</strong> temellendirilebilirlik temel ayrım noktalarınıoluşturur. Felsefe, kendisini yazıya aktararak, tespitettiğimiz bu özellikleri ile sözlü gelenekten ayrılır,kendine özgü bir tarz ortaya koyar.Felsefe tarihinin en ilginç simalarındanbiri Sokrates’tir. O, görüşlerini, düşüncelerini,felsefesini yazıya geçirmemekle, felsefedeki “yazı”geleneğinin aksine hareket eder. Bununla birliktehiçbir eser üretmediği hâlde, ismi günümüze kadargelebilmiştir. Onun imajı içimizde o kadar canlıdırki, nerdeyse bir köşeden çıkıp geli<strong>ve</strong>recekmiş gibiolur. Kuşkusuz bu onun felsefesinin gücü kadar,bir konuşmacı, bir hatip olarak sözü söyleme<strong>ve</strong> mantığını kullanama gücünü de gösterir. O,felsefesini diyaloglarla ortaya koymuş bir kişidir.Felsefe onun gündelik yaşantı alanı içinde yeralır. Bir şölende, agoradaki bir buluşmada, çarşıdapazarda, ayaküstü de olsa felsefi konulara dalı<strong>ve</strong>rir.Görünen o ki, o felsefeyi, eser üretmek için değil,yaşamak için, bizzat kendi sorularını cevaplamakiçin yapar. Onun için önemli olan felsefeyi yazı iletespit etmek değil, hayata doğru bir yol oluşturanbilgiye erişebilmektir. O, bilmeden erdemliolunmayacağını düşünür. Erdem adına, hakikatadına soru sorar <strong>ve</strong> sorulara cevap <strong>ve</strong>rir. Felsefe ondabir yaşama tutumu hâline dönüşür. Bilme çabasıylaerdeme ulaşma çabası bir <strong>ve</strong> aynı şeydir. Bilmedenyaşamanın sefaletine dayanamaz. Eserlerini yazıyageçirmeyişinin nedeni olarak çeşitli açıklamalaryapılabilir: (a) Ulaştığı sonuçları “bilgi” olarakgörmez. “Bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”sözü, bu bağlamda anlaşılabilir. (b) Herkesin kendibilgisini kendi içinden türetebileceğini, bilgininancak kendisini üreten kişinin şahsında bir karşılıkbulacağını, kişi için bir başkasının ürettiği bilginingereksiz, hatta zararlı olabileceğini düşünmesi.Sokrates’in göstermek istediği şey, aslındafelsefenin bir yazma işi olmadan önce bir yaşamaişi olduğu, felsefi bilginin varoluş düzeyinde biriçeriğe kavuşabileceği, felsefenin bizzat her birkişinin şahsında bir karşılığı olduğu <strong>ve</strong> ancakbu karşılıkla ortaya çıktığında bir anlam ifadeedeceği gerçeğidir. Bu karşılık ortaya çıktığında iseherkes kendi bilgisini türetecek, kendi felsefesiniyapacaktır. Karşılık bulunmadığında ise, başkalarıtarafından yazılmış felsefe eserlerini okumanın,başkalarının cevaplarını bilmenin, kişiye bir değerkatmayacağı, olsa olsa ancak bir yük olacağı, hattaonu bir tür ukalalığa düşüreceği düşüncesi olabilir.Bu şekilde felsefe kuru bir söz, tartışma biçimiolmaktan çıkarılarak, bir tür “erdemli yaşamasanatı” hâline gelmiş olur. Burada şöyle bir soruda sorulabilir: Mademki, Sokrates felsefeyi yazılıbir tarzda üretmiyor, felsefesini yazıyla tespitetmiyor, öyleyse neden çabası hâlâ felsefe olarakgörülüyor? Bu soruyu birkaç madde ile cevap<strong>ve</strong>rebiliriz: (a) Diyaloglar şeklinde ortaya çıksa da,sözlü geleneğin mantığından uzaktır. (b) Felsefeninsorgulayan, eleştiren, temellendiren, çıkarımdabulunan, tutarlı hâle getiren üretim tarzı en ileriseviyede bu diyaloglarda görülür, (c) Nihayetindeonun görüşleri öğrencisi Platon tarafından yazıyageçirilmiş, kayıt altına alınmıştır.Sözlü geleneğin felsefe için nasıl bir imkânoluşturabileceği sorusuna dönersek: Bir toplum,22mart-nisan-mayıs2013


ilk önce mitolojik olarak bir evren, insan <strong>ve</strong>varlık tasarımına sahip olur. Daha sonra aşamaaşama rasyonel bir faaliyet olan felsefi <strong>ve</strong> bilimseldüşünceye doğru evrilir. Giambattista Vico, YeniBilim’de bu geçiş aşamalarına değinir. Ona göre,“bütün ulusların başlangıcında efsaneler <strong>ve</strong> mitselanlatımlar vardır. Bunların gerçek anlamlarınainmek felsefe <strong>ve</strong> filolojinin işbirliği ile mümkündür.Gerçek hikmet, efsanelerde, destanlarda,mitolojilerde, halk deyişlerinde saklıdır. Hikmet,ilkin iyi ile kötüyü ayırt etme yetisidir. Dahasonra insanların düşünme <strong>ve</strong> kavram oluşturmayetisi geliştikçe doğru bilgi anlamına gelmeye debaşlamıştır. Filozoflar daha sonra bunları felsefihikmete dönüştürmüşlerdir.” [2] Mitolojik düşüncefelsefi düşünceye giden bir yoldur. Zihin dünyayıilk önce mitolojik olarak anlamayı başarır, dahasonra varlığın rasyonel <strong>ve</strong> bilimsel açıklanmasınageçilir. Bu, bir insan ömründe de böyledir.Çocukluk dönemindeki dünya algısında mitolojikunsurlara rastlamak mümkündür. Havaya, suya,güneşe <strong>ve</strong> aya <strong>ve</strong>rilen anlam, mitolojik, masalımsıögeler taşır. Zihin olgunlaştıkça, doğa gerçekçi birtarzda görünmeye başlar. Zihnin olgunlaşması,bilgilerin alınması <strong>ve</strong> bilişsel şemaların yenidendüzenlenmesiyle gerçeklik alanı tanınmaya başlar.Sözlü gelenek kültürünün felsefe geleneğininortaya çıkmasına böyle bir katkısı olur.Sözlü gelenek basit düşüncenin bir ürünüdür.Yalın <strong>ve</strong> anlaşılır bir dil kullanır. Basitlik <strong>ve</strong>yalınlık, onun temel özelliğidir. Anlamı karmaşıkhâle getirmez, kapalı söyleyişlere eğilim duymaz.Söylemek istediğini açık <strong>ve</strong> anlaşılır bir dille söyler.Herkes onu anlayabilir, anlam alanında kendine biryer bulabilir. Bu özelliği ile bir ölçüttür; zihnin <strong>ve</strong>aklın ayar taşı gibidir. Felsefe ile soyut düşüncedezir<strong>ve</strong> yapan akıl, nerede olduğunu sözlü geleneğebakarak anlayabilir. Sözlü gelenek, insana ağırbaşlı2. Sema Önal, “Kültür Olguları Hakkında BilimselBilgiye Nasıl Ulaşılır? Bir Kültür Filozofu : GiambattistaVico”, 38. Uluslararası Asya <strong>ve</strong> Kuzey Afrika ÇalışmalarıKongresi (ICANAS-38), Felsefe, Atatürk Kültür, Dil <strong>ve</strong>Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara, 2009, s. 323.Ayrıca bk. Giambattista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal,Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2007, s. 163, vd.olmasını, bin düşünüp bir söylemesini, bin düşünüpbir eylemesini tavsiye eder. Sözün <strong>ve</strong> eylemin geriyealınamayacağını, zamanda geriye gidişin olmadığını“okun yaydan çıkması” metaforu ile dile getirir.Onun asıl itki gücü düşünme alanında değil, eylemalanındadır. O, insanı derin düşünceye sevk ettiğibir noktada değil, erdemli davranışa yönelttiği birnoktada amacına erişmiş olur. Derin düşünme isefelsefenin faaliyet alanında bulunur. O da derin,etraflı <strong>ve</strong> tutarlı düşünme, evreni bir ilke etrafındaanlaşılabilir kılma çabasında amacına erişmiş olur.Sözlü gelenek, her ne kadar felsefeyi üretmiyorsada, yukarıdaki alıntılarla işaret ettiğimiz üzere,felsefeye giden yoldaki bir dil basamağını, hikmetbasamağını oluşturur. Bu aşamada, ortak deneyim,ortak tecrübe, sözlü gelenek içinde çeşitli ifadebiçimlerine dönüşür. Hikmet geleneği, aklıdışlamamakla birlikte temelini aklın çıkarımsalyapısında değil, gündelik yaşam deneyimlerinde<strong>ve</strong> gönlün değerlerinde bulur. Sözlü gelenek“gönül” kavramını öne çıkarır. Gönül, insanlarıbirbirine yaklaştıran, onları “muhabbet” ortamındayoğuran, birleştiren, kaynaştıran, söyleştiren biryaşantı hâlidir. Erdem duygusunu, öteki bilinciniöne çıkarır. Dolayısıyla anlamın söze, konuşmaya,yaşamaya dönüştüğü bir alanda bulunur. Sözlügelenek sağduyunun bir sesi olarak, kişiyi ölçülü,adaletli, erdemli <strong>ve</strong> cesaretli olmaya yöneltir.Sözlü gelenek, sanatsal faaliyetleri de besler.Edebiyat, sözlü gelenekten önemli ölçüdeyararlanır. Söz gelimi, Kırgız edebiyatının güçlüismi Cengiz Aytmatov, sözlü geleneğin edebiyateserlerindeki etkisini örnekleyebileceğimiz idealisimlerden biridir. Kırgız kültürünün destan <strong>ve</strong>sözlü anlatı geleneği, onun eserlerinde besleyicibir damara dönüşür. Onun romanlarını okurken,bu geleneğin, gürül gürül aktığını hissederiz.Sözlü gelenek, toplumsal benliğin yaşadığı, içinegömüldüğü bir alandır. Herhangi bir nedenletoplumsal benliği deforme olmuş milletler, sözlügelenek unsurlarına bakarak restorasyona, dokunakline gidebilirler. Bu kültür, en az etki alan birkültürdür. Bu nedenle Dostoyevski, gerçek Rusruhunun aydınlar arasında değil, basit halkın içindeyaşadığını düşünür; bu şekilde sözlü geleneğin dışetkilerden en az etkilenen, en az seviyede bozulmaya23mart-nisan-mayıs2013


uğrayan bir gelenek olduğunu da dolaylı olarakvurgulamış olur. [3] Sözlü gelenek, her ne kadar halkkültürünün tabanında yer alsa da, değişmezlik <strong>ve</strong> anaz etkilenirlik açısından piramidin en uç noktasındabulunur. Bu özelliği ile hatırlatıcı, iyileştirici <strong>ve</strong>onarıcı bir güçtür; denilebilirse “kök hücre” gibidirâdeta. Aytmatov, hemen her eserinde bu iyileştiricigüce başvurur. [4] Batı edebiyatı <strong>ve</strong> sanatı da, en uzakdurduğu zamanlarda bile mitoloji ile bağını hiç3. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler II, çev. Nihal YalzaTaluy, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1959,s.258, vd.4. Aytmatov’un eserlerinin özünde sözlü gelenekvardır. Aytmatov’un eserlerinde Oğuznameler’den,Manas Destanı’ndan, Dede Korkut Hikâyeleri’ndenbir ses vardır. Onun eserlerinde Orta Asya’nınbozkırlarından bir rüzgâr, bir koku vardır. Bu, yalın,özgün, sahih <strong>ve</strong> içtenlikli bir sestir. Bu ruh onuneserlerinin büyüsünü oluşturur. Bu sesin kaynağındaDede Korkut’un sesi vardır. O, destanlardan,menkıbelerden, türkülerden, ağıtlardan geçerek birkez daha Aytmatov’un eserlerinde hayat bulur. Örnekolarak Gün Uzar Yüzyıl Olur, Cengiz Hana KüsenBulut, Yıldırım sesli Manasçı <strong>ve</strong> Beyaz Gemi isimliromanlarına bakılabilir. Bu çalışmalarda, zenginKırgız sözlü gelenek kültürünün (destan, masal, ağıt,ozan kültürü) yansımalarını buluruz. Aytmatov, birkahramanın ağzından şu şekilde dua eder: “Onaatalarının güzel konuşma, güzel anlatma yeteneğini<strong>ve</strong>r. Bu yetenek onda köklü bir ağaç gibi gelişsin<strong>ve</strong> sonra o bu yeteneği, bu geleneği çocuklarına,torunların aktarsın. Bu yetenek kuşaktan kuşağaulaşsın. Kırgızlar Kırgız olalı beri var olan Manas’ıiyi öğrenmesi, unutmaması için ona güç <strong>ve</strong> cesaret<strong>ve</strong>r.” (Cengiz Aytmatov, Yıldırım Sesli Manasçı, çev.Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s. 15).Onun bu geleneği eserlerinde ustaca yorumladığıgörülebilir. Roman kahramanları, sözlü geleneğiyalnızca bir iletişim aracı olarak kullanmazlar,bir dünya görüşü <strong>ve</strong> yaşama felsefesi olarak dakullanırlar. Bu açıdan bakılınca Aytmatov’da sözlügelenek tam da yerli yerine oturur. Buna göre,kuşaktan kuşağa aktarılarak, yoğrularak gelen halkbilgeliği, hâlihazırda yaşayan insanlar için güçlübir eğitim, ahlak <strong>ve</strong> dünya görüşü olarak ortayaçıkar. Onlar bu bilgelik geleneğinin mesajları ileeylemde bulunur, dünyayı bu hikmetle anlarlar;insanlar arasındaki ilişkiler bu bilgelik geleneğininerdemleriyle oluşur.koparmamıştır. İsmi <strong>ve</strong> içeriği ile mitolojiye atıftabulunan yüzlerce eserden söz edilebilir. Ülkemizdede, özellikle 50’li yıllardan sonra, mitoloji, şiirsanatı için bir cazibe merkezi hâline gelmiştir.Bütün bu söylenenlerin felsefe kültürü açısındananlamı, sözlü geleneğin kendisinden sonraki dilbasamaklarının oluşmasındaki büyük katkısıdır.Sözlü gelenek, bizzat bir dil basamağı olduğugibi felsefeye çıkan şiir, sanat, edebiyat gibi dilbasamakların oluşumunda da etkilidir.Sözlü gelenek, sadece sanat <strong>ve</strong> edebiyat içindeğil, felsefi düşünüş için de bir besin kaynağıolabilir. Felsefe her ne kadar mitolojiden kopmaklabaşlamışsa da zaman zaman oraya geri dönüşleryapmış, belirli bir fikri, belirli bir kavramıörneklemek için mitolojik figürlere <strong>ve</strong> anlatılarabaşvurmuştur. Sözlü geleneğin dili ile felsefe dilifarklı dil yapılarıdır. Dili kullanma biçimleri çokfarklıdır. Felsefe <strong>ve</strong> sözlü gelenek arasındaki karşılıkbulma <strong>ve</strong> birbirlerinin diline çevrilebilme ilişkisi,kullanılan farklı dil yapılarına karşın Dede Korkuthikâyelerinde de bulunabilir. Kierkegaard’un“naturel ben” dediği benlik durumunu temsilenDeli Dumrul gösterilebilir. Ama aynı kişi, ölümünkendi ölümü olduğu, onu devredemeyeceği,aktaramayacağı <strong>ve</strong> varoluşsal bir konum olarak birbaşkasıyla yer değiştiremeyeceği, herkesin bizzatkendi konumunda bulunması gerektiği gerçeği iletanışınca metafizik aydınlanma, Kierkegaard’undeyişi ile “sıçrama” da gerçekleşmiş <strong>ve</strong> natürel bende dönüşüme uğramış olur. Ölümün kişinin kendiölümü olduğu, yaşamın son olanağını oluşturduğu,ölüme-doğru (zum Tod) olmanın varoluşun heranını sonsuz değerde kıldığı <strong>ve</strong> ölüm denen şeyingenel bir şey değil, bizzat herkesin kendi ölümüolduğu hususu, yaşamın <strong>ve</strong> ölümün biricikliği,insanı kendisi yapan bu varoluşçu, ama daha çokHeideggerci tez, Dede Korkut’un dünyasında dakendisine bir karşılık bulur. İlk atasözü derlemesiniteliğini de taşıyan Dede Korkut Hikâyeleri’ndesıkça yinelenen “Gelimlü gidimlü dünya / Şon uçıölümlü dünya” [5] sözü, insana kendi temel varoluşgerçekliği konusunda yalın, fakat kavrayıcı birbakış sunar. Toplumsal sorunların çözümünde5. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Türk Dil KurumuYayınları, Ankara, 1958, s. 94, 115, 176, 198, 243, 251.24mart-nisan-mayıs2013


şiddeti değil aklı <strong>ve</strong> sağduyuyu öncelemeninönemini dile getiren Basat Depegözi ÖldürdügiBoyı hikâyesi, bilgi <strong>ve</strong> tecrübe değerleriyle ortayaçıkar. Kültür unsurlarını üretmenin, toplumsaltanışıklığın <strong>ve</strong> uzlaşı kültürünün oluşumundakideğerine vurgu yapan Eyrek <strong>ve</strong> Seyrek kardeşlerinhikâyesinde, iletişim <strong>ve</strong> tanışma aracı olarakkopuz kullanılır. İki kardeş, Dede Korkut’unkopuzu sayesinde tanışırlar, kendilerini birbirlerineöldürtmek isteyen düşmanın elinden bu şekildekurtulurlar. [6] Buna göre kültür unsurlarını üretentoplumlar, bedensel gücü geri planda tutarlar;şiddet kültüründen uzlaşı kültürüne geçiş, kültürdeğerlerinin üretilmesiyle olur. Bu da çağdaş siyasetfelsefelerinin üzerinde durduğu bir konudur.İnsan, insanî değerleri ürettikçe, birbirini dahaçok anlayacak, bu şekilde şiddetin <strong>ve</strong> kaba gücündünyasından da uzaklaşacaktır. Günümüzde, “çokkültürlü toplum yapıları” kapsamında üretilensosyal <strong>ve</strong> siyasi projelerin temelinde, bu yaklaşımvardır.Atasözleri içinde felsefenin oluşum öyküsünüörnekleyebilecek ifadeler de vardır. “Âlim unutmuş,kalem unutmamış.” sözü, bizzat felsefenin sözlügelenekten yazılı kültüre geçişle başlamasınıaçıklayabilecek niteliktedir. Felsefenin devasaayrıntısının sözlü gelenekle ifade edilemeyeceğini,onun söylem biçimine uymayacağını, gerçeğin uzunsüre gizlenemeyeceğini ifade etmek için kullanılan“Mızrak çuvala girmez.” atasözü ile örnekleyebiliriz.Mızrak <strong>ve</strong> çuval, birbirine uygun iki araç değildir.Onlar farklı doğalarda, farklı amaçlara yöneliküretilmiş malzemelerdir. Benzer şekilde masal,atasözü, destan, fıkra, mani gibi sözlü gelenektürleri de birer felsefi form değildir, felsefe içinuygun doğada değillerdir. Yine “Ağaç, ağaç içindebüyür.” [7] atasözü, insanın yetişme ortamına işareteder, ama felsefe geleneğini de güzel anlatır. Felsefegeleneği bir tek filozoftan oluşmaz, filozoflardan,filozof öbeklerinden oluşur. Bir çiçekle bahar6. “Görd-i kim elinde kopuz var, aydur: Mere kâfir DedemKorkut kopuzı hörmetine çalmadum didi, eğer elünde kopuzolmasay-idi ağam başı-y-içün seni iki para kılur-idümdidi.” (Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, s. 231)7. Bu çalışma içinde geçen atasözleri için bk. Ömer AsımAksoy, Atasözleri Sözlüğü, İnkılap yayınları, İstanbul,1988, s. 118.gelmeyeceğini anlamak isteyen atasözü de, felsefedebir bahara erişebilmek için bir değil, pek çok şahsifelsefe hareketinin, pek çok düşünür <strong>ve</strong> filozofunolması gerektiğini örnekler. Ama aynı zamandafelsefenin kendi başına ortaya çıkmayacağını, birkültür <strong>ve</strong> sanat ortamı içinde varlık kazanacağınıda kendi mantığı içinde örneklemiş olur. Bir felsefeancak başka felsefeler içinde ortaya çıkar. Bir filozof,ancak kendinden önceki <strong>ve</strong> kendisinden sonrakilerbağlamında anlaşılır hâle gelir. “Ağaç mey<strong>ve</strong>siolunca başını aşağı salar.” sözü de Descartes’in “Boşfıçı çok ses çıkarır.” sözüyle, bu sözün işaret ettiğiruh hâliyle örtüşür. Bunların her ikisi de felsefedekidoluluğu, içtenlik <strong>ve</strong> mütevazılığı dile getirir. Vetabii ki felsefenin bir gösteri sanatı değil, öncelikleayrıntılı bir düşünme, soruşturma, eleştirmesanatı olduğunu; kişinin zahmetli <strong>ve</strong> kendisindenbir ömür isteyen bu işi başkası için, başkalarınınsorularını cevaplamak için değil, öncelikle kendisorularını cevaplamak için yaptığını <strong>ve</strong> yapacağınıda gösterir. Filozof, kendi sorularının peşindengider, kendi aklını <strong>ve</strong> kendi gözlerini kullanır.Onun işi, “taşıma suyla değirmen döndürmek”değildir. Zira bir diğer atasözü, başkasının aklıylaancak “dokuz adım gidilebileceğini” söyler. Buda felsefe yapan, felsefe ile uğraşan bireyin, “aklıetkin”,“gözü-etkin”, “vicdanı-etkin” bir kişi olduğuanlamına gelir. Buna göre kişi başkası için felsefeyapmaz, öncelikle kendisi için, kendisinden dolayıfelsefe yapar. Sorularıyla kendisi için boğuşur.Onu ne zaman ki bir gösteri, bir nümayiş, birbilgiçlik aracı hâline getirse, o zaman felsefeden de,felsefenin has bahçesinden de uzaklaşmış olur.Yukarıda da değinildiği üzere, içerdiği yoğunyaşantı <strong>ve</strong> tecrübe birikimi ile sözlü gelenek,felsefe <strong>ve</strong> diğer disiplinler için bir hammaddealanı gibidir. Onlardaki sağduyuya, ihtiva ettiklerimesaja bakarak, bir kavramsal yapı oluşturulabilirya da bu tür kuramsal bir çalışmada sözlü geleneğinihtiva ettiği yoğun tecrübe <strong>ve</strong> sağduyudanyararlanılabilir. Sözlü gelenek ögelerindeki felsefekırıntıları, toprağın, kumun, kayaların içindekialtın filizleri gibidir. Altın madeni nasıl ki tonlarcatoprağın <strong>ve</strong> kayanın içinden elenerek <strong>ve</strong> süzülerekçıkarılıyorsa, aynı şekilde sözlü gelenek de, yaşamdeneyimlerinin yoğunlaştığı <strong>ve</strong> özleştiği bir alan25mart-nisan-mayıs2013


olarak, felsefe için <strong>ve</strong>rimli bir hammadde alanıoluşturur. Buradan felsefeye gidilerek <strong>ve</strong> felsefedenburaya gelinerek, karşılıklı bir etkileşimle, önemliürünler elde edilebilir, <strong>ve</strong>rim alınabilir. Bu anlamdasözlü gelenek unsurları kavramsallaştırılabilir,felsefenin diline çevrilebilir. Söz gelimi “El eliyuyar, el döner yüzü yuyar”, “Bir elin nesi var, ikielin sesi var.” gibi atasözlerinden, bu ortak bilinç <strong>ve</strong>sağduyudan, yine ona uygun bir birey <strong>ve</strong> toplumfelsefesi çıkarabiliriz. Şunu soralım: Bu sağduyu,bu ortak bilinç nasıl bir birey tasavvuruna sahiptir?Nasıl bir toplum hayal eder? Birey <strong>ve</strong> toplumilişkilerini nasıl tasarlar? Tekrar geriye dönerek bukavramları, yine bu kavramların türediği ortakbilince başvurarak tanımlayabiliriz. “Birey” <strong>ve</strong>“benlik” kavramları, felsefenin temelinde olan<strong>ve</strong> felsefeyi üreten kavramlardır. “Sosyal varlık”kavramı, felsefenin önemli bir kavramıdır.“Organizasyon” fikri, eğitimden sağlığa, hukuktangü<strong>ve</strong>nliğe, toplum denilen canlı organizmanınaslında bir düzen, bireyin ancak kendi içinde rahatedebileceği bir örgütlenme olduğunu ortaya koyar.Bu örgütlenme, “adalet” kavramı bağlamındabir araya gelir. Birbirlerine karşı olan tutumları,komşuluk bağları yanında yazılı hukuk <strong>ve</strong> yazılıolmayan ahlak kuralları tarafından belirlenir. Sözlügeleneğin sağduyusuna içkin hâlde bulunan buçok basit gibi görünen çerçe<strong>ve</strong> ayrıntılandırılabilir.Sözlü gelenek, felsefe resminin işaret ettiğitoplumsal gerçeklik alanında yaşar, orada kendikonumuna kavuşur. Bu anonim ifadelerdekisağduyu kavramsallaştırılabilir. Onlardaki birey<strong>ve</strong> toplum algısında, Aristoteles’ten İbn Haldun’a,Platon’dan Rousseau’ya, bir devlet <strong>ve</strong> toplumfelsefesinin nü<strong>ve</strong>lerini bulmak mümkündür.Sözlü gelenek ögelerinden felsefe eğitimindede somutlaştırıcı unsurlar olarak yararlanılabilir.Onlardan bir örneklem evreni oluşturulabilir. Sözlügeleneğin felsefedeki, felsefenin sözlü gelenektekikarşılığı örneklerle ortaya konulabilir. Aslınabakılırsa, bu yöndeki ilk örneği, “felsefe mitos”anlatmaz diyen Platon <strong>ve</strong>rmiştir. O, kendi döneminpagan kültürü açısından önemli bir anlaşılmagüçlüğü gösterebilecek idealar kuramını, çeşitlimitoslarla, masalımsı söyleyişlerle, metaforlarlaörnekleyerek anlatmıştır. Felsefe eğitimi için yalnızhikâyelerden, destanlardan değil, atasözlerindende örnekleyici ifadeler bulunabilir. Söz gelimi,“Aklın yolu birdir.” diyen atasözü, modern bilim<strong>ve</strong> felsefenin “monist” ruhunu özetler niteliktedir.“Akılları pazara çıkarmışlar herkes yine kendi aklınıalmış.” atasözü de Descartes’in, “Sağduyu dünyadaen iyi paylaştırılan şeydir; zira her insan kendipayının o kadar iyi olduğunu sanmaktadır ki, başkaher şeyde güç memnun edilenler bile, kendilerindebulunan sağduyudan daha fazlasını istemezler.”sözüyle bağdaşır. [8] “Ateş demekle dil yanmaz.”diyen atasözü de dil <strong>ve</strong> gerçeklik arasında bir ilişkioluşturur. Dildeki varlık ile gerçeklik alanındakivarlığın nitelikleri <strong>ve</strong> aralarındaki ilişki sorununuortaya koyar. “İsmiyle cismiyle…” diye başlayangündelik dile ait ifade de, daha Platon’dan beritartışma konusu olagelen <strong>ve</strong> çağımızda dil felsefeleribağlamında yeniden ifade bulan, nesnelerle isimleriarasında nasıl bir ilişki olduğu [9] sorusuna imadabulunur. Çocuğa “Zeki” ismini <strong>ve</strong>rmekle çocuğunzeki olmayacağını söyleyen, bu şekilde onueğitmenin gerekliliğine de vurgu yapan atasözü de,benzer bir şekilde dil <strong>ve</strong> gerçeklik arasındaki ilişkiyisorgular. Felsefe dersinde, sözlü gelenek ögeleriile felsefi görüşler arasında kurulabilecek ilişki,bir yandan felsefi bilgiyi somutlaştırıp daha iyianlaşılmasını sağlarken -zira bir felsefe öğretmeniiçin temel sorun her zaman, “doğası gereği soyutolan felsefe bilgisini öğrencilerim açısından nasılanlaşılır hâle getirebilirim?” sorusudur-, bir yandanda felsefe öğrencisine, kendi kültürünün düşünme<strong>ve</strong> algılama biçimine ait bu ifadelerle, felsefikuramların kavramsal yapıları arasında bir patikaoluşturabilme tutumu kazandırır. Öğrenci, busayede felsefeyi büsbütün kendi dünyasına yabancıbir unsur olarak algılamaktan uzaklaşabilir.Biz, burada, felsefe <strong>ve</strong> sözlü gelenek arasındabir ilişki kurmaya çalışırken, sadece atasözleri <strong>ve</strong>destan alanından sınırlı sayıda örnekle yetindik.Bu örnekleme işlemi, türkülerden, fıkralardan,masallardan, ağıtlardan <strong>ve</strong> diğer sözlü gelenek8. Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. MehmetKarasan, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1986,s. 3.9. Bk. Platon, Kratylos, çev. Suad Y. Baydur, Millî EğitimBakanlığı Yayınları, İstanbul, 1989.26mart-nisan-mayıs2013


unsurlarından alınacak <strong>ve</strong>rilerle güçlendirilebilir.Kuşkusuz bu bağ kurma işlemi, felsefeyi sözlügeleneğin ya da sözlü geleneği felsefenin dilinetercüme etme çabası, retorik kabiliyetle de alakalıbir sorundur. Bu konuda yeteneği <strong>ve</strong> yaratıcılığı olankişilerin çok daha başarılı olacakları düşünülebilir.SonuçFelsefe bilgiyi, varlığı, insanı tanımakla ilgilientelektüel bir çabadır. Sözlü gelenek de aynıamaca hizmet eder; o da hayatı <strong>ve</strong> insanı tanımaklailgilidir. Sözlü geleneğin basit bir cümle ile ifadeettiği gerçeği, felsefe kavramsal bir dille, rasyoneltemelde tutarlı bir şekilde anlatmaya çalışır.Dolayısıyla, sözlü gelenek ifadeleri doğrudan felsefeolmasa da, felsefi kavrayışımıza katkı sağlayanifadelerdir. Onları bildiğimiz için, zihnimizdebir imaj oluşturabildiğimiz için, felsefi kavrayış<strong>ve</strong> ifade gücümüz daha zengindir. Her alanın birdili vardır. Felsefenin <strong>ve</strong> bilimin de bir dili vardır;edebiyatın <strong>ve</strong> sanatın, dinin <strong>ve</strong> ahlakın da. Budiller birbirine tercüme edilebilir niteliktedir. Sözgelimi, Platon’un felsefesi, gerek Hristiyan gerekseİslam kültürü içinde bir karşılık bulmuş, budinlerin ilkeleri çerçe<strong>ve</strong>sinde yorumlanmıştır. Aynışekilde Sartre, felsefesini romanlarında işleyerekedebî dilin felsefi dile, felsefi dilin de edebî dileçevirisini örneklemiştir. Sözlü gelenek de bir dil <strong>ve</strong>tasarımdır, felsefe de. Masalcı, olağanüstü <strong>ve</strong> gerçekdışı dünyayı, bir varoluş dünyası olarak tasarlar, iyi<strong>ve</strong> kötü tipler oluşturur. [10] Aynı şekilde filozof dabir dünya kurgular, varlığın arkhesini sorgular, bilgisorunu açısından insan zihninin yapısını araştırır.Felsefenin dili birdenbire oluşmaz. O, en üst dilbasamağı olarak masalın, hikâyenin, dinin, bilimindilini kendine katar; ancak bunların hepsinin<strong>ve</strong>rileri sayesinde kendine özgü bir üst dil <strong>ve</strong> bakışaçısı bulur. Sözlü geleneğin dili, bu bağlamda, felsefediline giden basamaklardan ilkini oluşturur. Bu ilkbasamakta, sağduyu etkindir. Felsefe, kendi soyut<strong>ve</strong> kavramsal dilini kurma sürecinde bu ilk dile,ilk şekillenme anına bakma, ona geri dönme, geri10. Bk. Vefa Taşdelen, “Felsefe <strong>ve</strong> Masal: Van MasallarıÖrneği”, III. Uluslararası Van Gölü Havzası SempozyumuBildiri Metinleri, ed. Oktay Belli, İstanbul, 2008, s. 301-309.dönerek kendini denetleme ihtiyacı hisseder. Sözlügeleneğin dili, felsefe dilinin ayarı gibidir. Felsefe,efsanelerden, mitolojiden, masallardan, halkdeyişlerinden çeşitli örnekler alıp onlar üzerindenkavramsal bir yapı oluştururken, sözlü geleneğinfelsefeye doğrudan karıştığı noktaya geliriz. Sözlügelenek, gündelik dilin ifadesidir. Gündelik dil,sağduyunun egemen olduğu bir dildir. Bu nedenlesağlıktır, iyiliktir, dengedir, ahenktir, şifadır.Edebiyat, sanat <strong>ve</strong> felsefe, bu sağlıklı yapıyı kendiiçinde yansıtabildiği oranda kendine somut birzemin de bulur. Bu katkı özellikle hikmet <strong>ve</strong> gönülgeleneği açısından önemlidir.Son olarak şunu belirtmekte yarar var: Felsefekendisini bilimle, dinle, sanatla, edebiyatla,şiirle, tarihle, siyasetle, iktisatla <strong>ve</strong> kültürün diğerkollarıyla besleyen bir alandır. Sözlü gelenekte defelsefe için bir imkân vardır. Bu imkânın ortayaçıkabilmesi için, öncelikle filozofların, felsefecilerinbu alanın <strong>ve</strong>rilerini yoklayabilmeleri gerekir. Öteyandan, ‘Felsefenin sözlü geleneğe sağlayabileceğikatkı nedir?’ diye sorulduğunda, bu soruda daher iki alan için <strong>ve</strong>rimli bir etkileşim alanı ortayaçıkacağı düşünülebilir. Sözlü gelenek <strong>ve</strong> felsefekültürü ilişkisinin gerçek bir şekilde anlaşılabilmesiiçin felsefenin sözlü gelenek açısından imkânının neolduğu sorusu da en azından sözlü geleneğin felsefeaçısından imkânını soruşturmak kadar <strong>ve</strong>rimli birirdeleme olacaktır. Başka bir makalenin konusuolabilecek bu soruya kısaca değinecek olursak, şunusöyleyebiliriz: Sözlü geleneği bir hammadde alanıolarak düşündüğümüzde, felsefe bu hammaddeyi,en iyi şekilde mamule dönüştürmenin zihinselgüç <strong>ve</strong> tasarımını oluşturur. Sözlü geleneğin en iyişekilde işlenmesi, özümsenerek hayata katılması,edebiyat <strong>ve</strong> sanatta yeniden üretime dönüştürülmesifelsefe kültürü ile daha üst bir seviye kazanır. Buda felsefenin sözlü gelenek açısından imkânınıoluşturur. Dolayısıyla, felsefenin sözlü kültürdenalacağı kadar ona <strong>ve</strong>receği katkılar da vardır. Buetkileşimin ortaya çıkabilmesi için, filozofların,felsefecilerin, önemsiz <strong>ve</strong> değersiz görmeden sözlügelenek alanına yönelmeleri gerekir. Sözlü geleneğinbu konudaki tutumuna gelince, onun kapıları herzaman açıktır zaten. Gönüllü olması gereken felsefe<strong>ve</strong> felsefeyi üreten bilinçtir. ■27mart-nisan-mayıs2013


Kelimelerde aşikâr olan gelenekTANER TATAR*Hayat sadece mekânda yaşanmaz,mazi, hâl <strong>ve</strong> istikbal çizgisindezaman, mekândan soyutlanamayacakkadar önemli bir gerçekliktir. Zaman <strong>ve</strong> mekânboyutlarından herhangi biri dışarıda tutulduğundane ferdin ne de cemiyetin anlaşılması mümkündür.Yine bunlardan birinin ihmal edildiği bir cemiyettesıhhatli yapılanmalardan bahsetmek hayligüçtür. Zaman bir taraftan yapıcıdır; büyütür <strong>ve</strong>olgunlaştırır. Ancak her büyüme <strong>ve</strong> olgunlaşma aynızamanda mirası devredilen bir hayattan çekilmedir.İşte bu mirasın intikali gerçeğidir ki yok oluşuortadan kaldırır, değişen bir sürekliliği mümkünkılar. Bütün bunların hayata tatbiki ise mekândagerçekleşmektedir. Mekân, yaşanıyor olmasıitibariyle hâl ile alakalı iken, yaşanmışların izlerinitaşımasıyla geçmişi, nihayet geleceğin inşası içinatılan temel olmasıyla da yarınları kendi bünyesindebarındırmaktadır.Geçmişe çevriliş, insanı geleceğe götürür. İnsanıyüreklendirir, bilinçlendirir, hayata bağlar, umudayönlendirir. İnsanın bedeni ile geçmişe gitmesiimkânsızdır. Geleceğe ise ancak zamanın ilerlemesineparalel, ömrü nispetinde gidebilmektedir. Ancakinsanoğlu herhangi bir varlık gibi “hâl”e mahkûmdeğildir. “Hâl”den bir eliyle maziye diğer eliyle deistikbale uzanabilir. Geçmişteki insanların fikrî <strong>ve</strong>maddi dünyalarına ulaşabilip onlarla konuşabileceğigibi, geleceğe de yönelip şu anda yanında* Doç.Dr., İnönü Ü. Fen-Edebiyat Fak. Sosyoloji Böl.İnsan, yiyecektir, içecektir şimdi;“Ahlâk”, bilinmez, ne demektir? Şimdi...Destan masal, îmanlı yobaz, âile lâf;Altın gelenekler gidenektir şimdi.Arif Nihat ASYAolmayan tanımadığı insanlara seslenebilir. Bunubaşarabilmenin yolu ise geleneğe vâkıf olabilmek<strong>ve</strong> geleceği inşa etmekten geçer. Yani bir taraftanasırların birikimini, ona değen her elin şuurunavararak alabilirken, diğer taraftan bu ellerdenbiri de kendi olup geleneği ihya ya da eskiye ila<strong>ve</strong>yeni geleneklerle geleceğe seslenebilir. Bu cihandabaki kalan hoş sadaları dinleyip yine baki kalacakhoş sadaları gök kubbeye hediye edebilir. KâhSüleymaniye’de cetlerin mağfiret iklimine girer, kâhKaracaoğlan’la pınar başına varır kâh Yunus Emreile secdeye varır ya da Plevne kapılarında ağlaşır. Ohâlde ölümsüzlük, hayalî bir iksirde değil, geleneğiyaşamada <strong>ve</strong> yaşatmadadır.İnsanı insan yapan hasletlerden en önemlilerindenbiri sadece bugünü <strong>ve</strong> kendisi için yaşamamaktır.Çünkü insanın her günü kendi <strong>ve</strong> başkalarının yarınıiçin bir belirleyicilik özelliğini haizdir. Geçmiştebüyük hatalar yapmış olan insanlar hâlâ lânetleanılırken, insanlığa güzel hediyelerde bulunmuşolanlar şükranla yâd edilmektedir.İnsanoğlu tek başına düşünüldüğünde dahi, heryeni güne sil baştan, başlamaz. Çünkü gün her nekadar yeni de olsa, karanlığı yarıp atan güneş birönceki karanlığın dağıtıcısı, gün de bir öncekinindevamıdır. Araya en fazla geçici bir uyku girmiştirki, uykuda bile gün yaşanmaya devam eder.Görülen rüyalar geçmişin izleri, geleceğin hayalleriile doludur. Cevaplanmamış sorular önceki gündenarta kalmış, cevaplanmış olanlar ise yine dündenikram olmuştur. Bütün meydan okumalarına28mart-nisan-mayıs2013


Dil, belirli bir kültürel zemin üzerinde yeşerir.Muhtevası, bu geniş mana zeminidir. Alttaki bu zeminikaydırdığımızda geriye sadece ses kalır ki bu zamanlagürültüye dönüşür.rağmen insan, düne ram olmuştur. Diğer taraftangalebesi de kendi dününedir.Herhangi bir topluluğun üyesi olmak, kendisinigeçmişine göre konumlandırmak demektir. Fert,içinde bulunduğu cemiyeti reddetse bile bunugeçmişine müracaatla yapmaktadır. Dolayısıylageçmiş, insan bilincinin sürekli bir boyutu;cemiyetin müesseseleri, değerleri <strong>ve</strong> diğerkalıplarının kaçınılmaz bir terkibidir. O hâldebugüne ilişkin tecrübelerimiz, büyük ölçüdegeçmiş hakkındaki bilgimize dayanmaktadır.Günümüzün dünyasını, geçmişin olaylarıyla <strong>ve</strong>nesneleriyle sebep-sonuç ilişkisi çerçe<strong>ve</strong>sinde,yani geçmişin, o anda yaşamadığımız olayları <strong>ve</strong> oanda algılamadığımız nesneleri hafızamızda güncelolanlarla ilişkilendirerek yaşarız. Bu da şimdikizamanı, çeşitli geçmiş tecrübelerimizden hangisiylebağlantısını kurabilirsek ona göre yaşayacağımızıgösterir. Bu durumda, geçmişi günümüzdensüzerek çıkarma güçlüğüyle karşılaşırız. Buradaiki zorlukla karşılaşırız. Birincisi, bugüne dairolanlar, geçmişe ilişkin hatırlamalarımızı etkilemeyeyatkındır. İkincisi, geçmişe dair olanlar, günümüzleilgili tecrübelerimizi etkileme ya da çarpıtmaeğilimindedir.Geçmişin bugünü belirlediği bir gerçektir. Buminvalde bugünü bize anlatan dündür. Fakat geçmişianlama <strong>ve</strong> değerlendirme çabasında da bugününetkisini yok etmek mümkün değildir. Bugününolayları <strong>ve</strong> algıları dünün anlamlandırılmasındabelirleyici bir özelliğe sahiptir. Dünü, her yenigünde, eski olmayan ama şimdi olan yeni olaylar <strong>ve</strong>nesneler ile birlikte yaşarız.Süreklilik <strong>ve</strong> gelenekteki her derin kopma,yeni bir başlangıç arama aşamasında “geçmiş”inoluşmasına yardımcı olur. Yeni başlangıçlar,Rönesanslar, restorasyonlar hep geçmişe dönüş,ondan destek alma biçiminde ortaya çıkar. Geleceğiürettikleri, yeniden kurdukları, kapsadıkları ölçüdegeçmişi keşfeder.Geçmişi bugüne getirenler, kalemi edeplekonuşturdular. Edebi atmadan edebiyata dalanyazar, cemiyet denilen toprağı kalemiyle çapalar.Kelimelerden müteşekkil tohumu, semaya boy<strong>ve</strong>rsin diye serper. Eseri boy boylar, soy soylar. Tohumtoprakta can bulur. Toprak onu kendi canıyla besler.Tohum kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinleredaldıkça, canına can katar ab-ı hayat. Yazar, gönülgüneşi ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulutolur, bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmurolur, sağanak olur, kar olur, divana kurulur.Kaşgarlım, kelimelerin dörtnala koşturdu.Diktiğin fidanlar kök saldı derinlere, boy <strong>ve</strong>rdigöklere. Divanına vardıkta kelimelerin ebedîazığımız oldu. Nazım Payam’ın Türkçe yazankaleminden dökülüp gönlümüze doldu:Kelimeler KaşgarlımBu bizim kelimelerİçimizde uçuşanKanadı gümüşten kuşGöğe ağınca hilalYere değince ökseEfsunlu kır çiçeğiKuşburnu, hanımeliMey<strong>ve</strong>li dal, fundalıkBaştan sona TürkiyeBir andan diğerine sürekli bir göç hâlindeyiz.Kelimeler, göçer kervanı. Her bir adımda, o adımınyerlisi ile tanışıyor, onu da yanına alarak göçedevam ediyor. Karşılaşanlar biraz yabancı, biraztanıdık. Yabancı, çünkü onu sonra buldu; tanıdık,çünkü kendisi gibi göçer. Her anda bir buluşmagerçekleşiyor, her buluşma tanıdıklarla yüzleşipfarklılıkların sergilemesini ortaya çıkarıyor. Vedaimi göç zamanı aşındırıyor. Aşındıkça hız artıyor,hız yüzleşmeleri sıklaştırırken, zaman farklılıklarsergisine dönüşüyor, bohçadakiler etrafa saçılıyor.Saçılanlar içerisinde ancak seçilenler dikkatlericezbediyor. Kervan, seçilenleri önüne katıp yoldadizilmeye devam ediyor.29mart-nisan-mayıs2013


Her söylenmiş, yeni söylenmemişlere kapı açar.Her söylenmiş kelime, söylenmemiş nicelerineda<strong>ve</strong>tiyedir. Söylenmemiş kelimeler söylenmişleriniçinde saklıdır. Gizli, aşikârın içindedir. Aşikâr,gizlinin sesidir.Geçmiş,Senin kollarında geldi bu güne,Hâl avuçlarında ikrâm olunur yarına.Hatıralar sende,Seninle yaşıyoruz,Bir gün kollarına düşeceğimiziDüşlüyoruz.En çok birlikte olduklarımız, içinde yaşadığımız<strong>ve</strong> içimizde can <strong>ve</strong>rdiğimiz kelimeler, en çokbilmediğimiz <strong>ve</strong> bir türlü tanışamadığımız da olanlar.İnsan yıllarca beraberinde taşıdığı, içini dışınataşırdığı sesini kendisi tanıyamıyor. Suyun içindekibalık suyun ne olduğunu bilmiyor. Kelimeye aşinaolduğumuzu iddia ederiz, lâkin aşinaya ne kadaraşinayız?“Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beniBir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni”Kelimeler birer kalıpsa, bizler ebedî olan iç <strong>ve</strong> dışdünyamızı, sonlu <strong>ve</strong> sınırsız olanın içine hapsetmişolmuyor muyuz? Yoksa kelimeler de sonsuz mu?Esasında sonlu <strong>ve</strong> sonsuz kelimelerin dünyasındayaşıyoruz. Sonlu kelimeler dar, içine girdikçedaralıyor <strong>ve</strong> daraltıyor, beden gibi. Sonsuz kelimelerruh gibi, ezelden gelip ebede gidiyor <strong>ve</strong> götürüyor.Sonsuzun içinde sonlu sonsuz. Sonlunun içindesonsuz bile sonlu. Aslında sonlunun içindeki sonsuzsanal, hakikat değil.Hayatı kelimeler aydınlatıyor. Bu bakımdankültürümüz, kelimelerin aydınlattığı yolda,gördüklerimizin çeşnisi. İşte bu sebepledir ki, birkültüre müdahale etmenin, onu soysuzlaştırmanınyolu kelimeleri değiştirmekten geçer. Bu değişimebağlı olarak âdeta hayat değişir. İnanç bu yolla sarsılır,medeniyet bu şekilde tahrip edilir. Ya madalyonundiğer yüzü! Dil, belirli bir kültürel zemin üzerindeyeşerir. Muhtevası, bu geniş mana zeminidir. Alttakibu zemini kaydırdığımızda geriye sadece ses kalır kibu zamanla gürültüye dönüşür.Kelimeler asılların elbisesi. Asıl dururken elbiseyeitibar büyük hata. Lakin idrakin başlangıcı zahir.Bir manada zahir, özün zırhı. Bu sebeple özü tahripetmek isteyenler önce zırhı delmeye çalışıyorlar. Yanikelimeleri!Hatıralar kelimelerde gizli. Her kaybolankelime, hafızada bir dizi kayba yol açıyor. Köksüzağaçların ilk rüzgârda devrilmesi gibi, genç nesillerbirbiri ardınca devriliyor. Asırlık çınarların nasılayakta kaldığına akıl erdiremeyenler, görmemekiçin gözlerini kapatmayı tercih ediyor. YahyaKemal’in Gökalp’e cevaben söylediği “kökü mâzideolan âtîyim” sözü manasınca, genç nesil mazidekalamadığı gibi, ‘âtî’yi de göremiyor. Fuzulî’nin birbeyitinde ifade ettiği gibi:“Kime izhâr eyleyem bilmem bu pinhân derdi kimVar yüz min derd-i pinhan kudret-i izhâr yoh”Bugünü ‘mâzî’ye bağlayan köprülerdi kelimeler.Bu köprüleri berhava ettik. Kinimiz de sevgimizde kurbağa vaklamalarına emanet. Elmalarınkızılını yitirdik. Ve hayatımıza batıl kelimeler girdi.Modernizm, Batıdan gelen batıl bir inançtı. Onunzail olması için ‘Hak’kın gelmesini bekleyenler,hakikati bulma vazifesinin kendilerine ait olduğunugöremediler. Gözünü Batıya çevirmiş olanlar isebatıla saplanıp kaldılar. Her şeye rağmen modernizmbattı ama gitmedi, yerine yeni batıl inançlarıntohumunu serpti. Postmodernizm <strong>ve</strong> küreselleşme,eskimiş hurafelerin yeni çocukları olarak doğdu. Budurumda Batıperest aydınlar yeni batıl inançlarınmahkûmu olmaktan kurtulamadılar. Diğer taraftanBatıya, Batıdan karşı duranlar, suret-i Hak’tangörünen karşıt batıla saplandılar. Sılayırahimdedoğum sancısı çekenlerin feryadını ise, akrabaevliliğinin sakat çocukları olacağı <strong>ve</strong>hmiyle,boğazını sıkarak susturmaya çalıştılar. Kendindenolanı ‘geri’ye atarken, Batıyı hep ileride tuttular.İlerledikçe kendilerinden uzaklaşırken, ulaşmayaçalıştıkları Batı güzergâhında ancak bir arpa boyuyol gidip menzilden hep geri kaldılar. Ziya dolukelimelerde dile geldiği üzere:Milliyeti nisyan ederek her işimizdeEfkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktıBatıl inancı kutsayan kelime: İlerleme. Hayatailerlemeci bakış, her eski olanı seviyece düşük <strong>ve</strong> ilkelolarak görür <strong>ve</strong> bugünü zir<strong>ve</strong> olarak değerlendirir.Hâlbuki aynı mantığı kullanarak, bugünün de aslında30mart-nisan-mayıs2013


ilkellerden en sonuncusu olduğu düşünülebilir.Zamanda akış devam ettiği sürece, akışın yönü hepileri olarak görüldüğü takdirde sadece geçmiş -eskideğil aynı zamanda bugün- değil, yeni de ilkel olarakgörülmelidir. Üstelik akışın artan hızı bugünü dahaçabuk eskitecek <strong>ve</strong> ilkelleştirecektir. Bu kurguyubiraz daha ‘ilerlettiğimizde’ görürüz ki, aslındagelecekte de bizi yeni ilkellikler <strong>ve</strong> düşük seviyelerbeklemektedir. Yoksa modern olanı zamandan muaftutan bir güç mü vardı? ‘Vardı’ diyoruz, çünkümodern, en çok gü<strong>ve</strong>ndiği, ‘çağ’ın hışmına uğramışbulunuyor. Gelecek geldi, gidiyor bile!Geçiciliğin <strong>ve</strong> günübirliğin gelenek değilse degidenek hâline geldiği günümüzde, geçici olanıniçinde ebedî olanı nasıl yakalayacağız?Güçsüzlüklerini kelimelerin arkasına gizlenereksaklayanlar, iktidarlarını kelimelerle inşa ettiler.Güçsüz olduklarına inananlar, kelimelere boyuneğdiler. Gün geldi ilişki tersine döndü. Kelimelerinarkasında ordular kuruldu, hareket onlar vasıtasıylagerçekleşti. Sonra, yine zırhlı kelimeler arkasındazayıf gövdeler yer aldı. Kitleler bu zayıflara dışbükeykelimeler aynasından baktı, kendisini içbükeykelimelerde seyretti. Hâlâ insanın kaderi kelimelerinkaderi ile yazılıp bozuluyor.İbrahim’i ateşe <strong>ve</strong>ren,Musa’yı buzağıya değişen,İsa’yı çarmıha geren,Kerbela’yı Allah’ın Sevgilisinin BalasınaBela eden,Şeytanla sevişen kelimeler.Veled-i zinasını yüreğimize saldı,İçimizde derin bir “ah” kaldı.Pervasızca dilimize daldı,Geride bir “vah” kaldı.“Ah”ı da “vah”ı da zail edenNe kaldıysaKadim zamanlardan kaldı.Kalemlerin gerçek mürekkebi kelimeler. Hafızakaybına uğramış kelimeler suskun. Onu tutan ellerfelç. Orhan Veli “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/Kelimelerin kifayetsiz olduğunu” derken, kaybedilmişkelimeleri arıyordu. Lakin merhum Ziyaeddin FahriFındıkoğlu’nun dediği gibi kelimeler çoktan “sallarabindirilip, sellere gönderilmişti” bile.Gönül telinden çıkan kelimeleri zaman damekân da aşındıramıyor; keder için onlar, sevinç içinyine onlar tercih ediliyor. Farklı zamanlardan, farklımekânlardan fikri bir gönlü bir insanlar, kelimelerinhanesinde yüz yüze geliyor. Mana biliniyor, aynıtele bağlı gönüller, aynı şeyi terennüm ediyor. Gözgöze, diz dize muhabbet, şimdilerde efsaneleşiyor.İnsanlar teknolojinin soğuk mekanikliğinde, uçuşankelimeleri yakalamaya çalışırken, makineler insanlarıesarete sürüklüyor. Sanal âlemin, sanal çocuklarısanarak yaşıyor! Avni Bey’in kelimeleri hâlâ bizianlatıyor:Kimse idrâk etmedi ma’nâsını da’vâmızınBiz dahi hayrânıyız da’vâ-yı bi-ma’nâmızınYitik kelimeler! Hafızasını yitirmiş neslin,kaybettiği değerlerin, itibarlı taşıyıcılarıydı. Komşu<strong>ve</strong> komşuluk, yitirip kendimizi yalnızlığa sevkettiğimiz yâran kelimelerdi, darda bizi soran,genişte her yanımızı saran kelimelerdi. Bir zamanlarkülümüze dahi muhtaç idik, “öf”lerimiz küle rüzgâroldu, belâ yeli oldu savurdu; içimizde âh u zâr odu!Yangın yüreğimi yalarken, uçuşur zihnimde soğukküller.‘Komşuda pişer bize de düşer’ idi, komşu oluncamuhabbetten düçar; önce gözden, sonra gönüldendüşer. Pencere duvar, kapı kale; pişen aşın kokusubile düşmez oldu. Ve şair, komşunun <strong>ve</strong>receği biryudum sudan dahi umudunu kesmiş; KemalettinKamu, meğer bizim derdimizi, bize söylemiş:Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,Kulaklarım komşuların ayak sesinde;Varsın yine bir yudum su <strong>ve</strong>ren olmasın,Baş ucumda biri bana ‘su yok’ desin de!”Bizi millet yapan o değerlerle tanışmanınzamanıdır artık. Öyle ki “Bir zamanlar biz de millet,hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya, milliyetnedir öğretmişiz!” dedirten değerler.Ecdadımız kelimeleri muhabbet içinkullanıyordu, biz kavga için. Gönüllere dolmuşbulunan muhabbetin taşmasından çıkan nağmelerdikelimeler. Şimdi kalpleri karartan kinin dile gelmesi.Kalpler nağme üretmiyor. Kalpleri saracak ecdatnağmeleri, konuşması çoktan unutturulmuş neslindudaklarında dile gelemiyor. Dudaklar soğuk <strong>ve</strong>solgun; kalpler gibi. Bülbüller susmuş, baykuşlarçığlık atıyor, Hasibe Maide Hanımın kalemindenşikâyet damlıyor:31mart-nisan-mayıs2013


Şimdi işimiz bir niçe har-gûşlara kaldıMeydan-ı muhabbet dahi serhoşlara kaldıŞimden gerü gülşende tarâ<strong>ve</strong>t mi ararsınBülbüller uçup meskeni baykuşlara kaldı.Ruhunu ihmal etmiş neslin kelimeleri,gülmekten <strong>ve</strong> ağlamaktan bihaber. Ruhsuz,hissiyatsız sade bir kalıp, sert <strong>ve</strong> keskin…Ecdat hakikati buldu <strong>ve</strong> kelimeleriniçine sakladı. Arabi’nin ifadesiyle “kelimelerharflerden, harfler havadan, hava ise Rahman’ınnefesinden meydana gelir.” O hâlde güzelliksuretin kendisi değil, onun içinde gizli olandır.Suret bu gizli olanın aşikârlığa taşmasıdır. İştebu sebepledir ki, gizli olan aşikârdan dahagüzeldir. Güzeli gizlide aramak gerekiyor.Bunun için ipucunu ise suret takdim ediyor.Yeni nesil bunu aramak ya da bununlaoynamakla meşgul. Lakin eskide değil, yenidearanıyor. Hakikati donmuş kalıpların içindebulmak ne mümkün! Olmayan iç güzelliknasıl aşikâr olur? Güle kavurucu al rengini<strong>ve</strong>ren içindeki yangın. Bülbülü figana getirip,nağmeler dizdiren yine o. Son günlerde esenbela yeli, gülleri yer ile yeksan etti. Elbettohumlar yerinde duruyor. Onları yeşerteceksevda yeli bekleniyor. Bu hususta ümitvarolmak gerekiyor. Zira Yahya Kemal şöylesesleniyor:“Eslaf kapıldıkça güzelden güzeleFer <strong>ve</strong>rmiş o neş<strong>ve</strong>yle gazelden gazeleSönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadimBir meş’aledir devredilir elden ele.”Yine, Arif Nihat Asya’nın dediğigibi;”Dilimiz bir devâmdır ...kopmaz: Dilimillet yapar, kurum yapmaz!” Ancak bununiçin hakikate müptela bir nesil bekleniyor.Öyle ki, Neşatî’nin bir beyitindeki gibi: “Bednâm-ı aşk oldum ölürsem belâ budur/ Mahşerdedahi diyeler ol müptela budur” denilecek birnesil.Nesil eline kalem tutuşturacak aydınlarbekliyor. Kelimeler saf saf dizilmiş, aşikâr olmahasretini zikrediyor. “Heyhât, gök yüksek” olsada, avuçlar açık; yeşerecek tohumlar iştiyakla,rahmet bekliyor.■NEVAÎUzanıp lügatine kalbinYakın yağmursuz toprakları okuduDili hâlâ gurbet hâlâ yabancıUzak her şey uzak, şehir sınırlıKim bilir Semerkant nerdedir şimdiGün geçti kalbin sayfası bittiGeldi gülüşlerin akşam tila<strong>ve</strong>tineEv<strong>ve</strong>l mecliste Uluğ Bey’in gözleriSonra yıldızlar Çağatay imgeliSultan derin bir söz aradı Uygur bilmecesindeDoğu akşamında hayal hakikatDoğruldu gözlemevinden Özbekli SemerkantIşığı gördü gözlerine danışmadanSözü okudu <strong>ve</strong> dahi Herat’ıOkudu sabahın sayfalarında sözün gamzeleri donduDevlet Şah mıydı şiirin kuşluğundaYoksa uçurumunda mıydı şiirinKendi tahtında kandillere ram olanTek bir yıldız görülmeliydi gündüze haram olanKapattı lügatini meclisin <strong>ve</strong> şiirinKelime bir anka gibi indi dağındanSerdi kilimini Herat’tan İstanbul’aHazzında kanatlı bir anınŞair sorgusunda meclisinŞair mahkemesinde dilinÖMER KAZAZOĞLU32mart-nisan-mayıs2013


Dil <strong>ve</strong> benLEVENT BAYRAKTAR*İnsanoğlunun bütün başarıları dil <strong>ve</strong> kültürortamı içerisinde gerçekleşir. Dil, insanındünya ile ilişkisini sağlayan en temel araçtır.Ayrıca dil, kişisel <strong>ve</strong> kolektif hafızanın da taşıyıcısı<strong>ve</strong> aktarıcısıdır. İnsanoğlunun dille kurduğu ilişki,yaşadığı hayatın derinliği <strong>ve</strong> zenginliğinin degöstergesidir. Bu yüzden “Dilimin sınırları dünyamınsınırlarıdır.” diyen Wittgenstein pek de haksızsayılmaz. Aynı şekilde Heidegger’in “Dil varlığınevidir.” sözü de okuyan, yazan <strong>ve</strong> düşünenler için ilham<strong>ve</strong>ricidir. İnsan olmak; kültür <strong>ve</strong> medeniyettenpay almak <strong>ve</strong> büyük ölçüde dil ile varoluş arasındailişki kurmak demektir. Zira içerisinde bulunduğumuzmaddi <strong>ve</strong> manevi ortam ancak dil ile <strong>ve</strong> dil üzerindenilişki kurabildiğimiz ölçüde anlamlıdır.Dil; insanı aile, toplum, millet <strong>ve</strong> insanlığa bağlayanmanevi bir bağdır. Dil, ailede özellikle de anneile olan temas <strong>ve</strong> yakınlık vasıtasıyla öğrenilir. Bu gerekçeyleolsa gerek, ana dil, ana dili kavramları doğmuştur.Ana dilimiz, ilk terbiyeyi, değerleri, duygu<strong>ve</strong> düşünceleri aldığımız dildir. O dilde düşünür,duygulanır, sevinir <strong>ve</strong> rüya görürüz. Dolayısıyla dil,insana kimliğini <strong>ve</strong> kişiliğini kazandıran en önemliunsurlardan biridir.İnsanoğlu dili öğrenirken dille beraber, hayatı,toplumu, değerleri <strong>ve</strong> inançları da öğrenir. Dillekurulan ilişki basitten karmaşığa doğru bir seyirtakip eder. Önce eşyaların isimleri, sonra özel isimler,sıfatlar öğrenilir; basit cümleler kurulur, emir kipin-*Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üni<strong>ve</strong>rsitesi İnsan <strong>ve</strong> ToplumBilimleri Fakültesi Felsefe Bölümüden çıkıp rica cümleleri kurulmaya sıra gelince dedille ilişkimiz rayına oturmaya başlar. Zira dilin içindenesnelerle kurulan ilişki ile öznelerle kurulan bir<strong>ve</strong> aynı olmayacaktır. Bu farkındalık <strong>ve</strong> ayırım, insanoğlunukişi olmaya doğru tekâmül ettiren süreçtir.Çocuklar belirli bir zihinsel <strong>ve</strong> fizyolojik yeterliliğeulaşamadan konuşamazlar. Konuşmak için düşünebilmek<strong>ve</strong> düşünebilmek için de bir dili iktisap etmişolmak gerekir. Dil; kâmil anlamda, ailede <strong>ve</strong>ya aileyerine geçecek bir ortamda öğrenilir. Bu ortamdakiilişkiler, hayat biçimi, yaşanan kültür; doğrudan, öğrenilendil <strong>ve</strong> kültürün niteliğine yansır, tesir eder <strong>ve</strong>onu şekillendirir.İnsanoğlu tabiattaki bütün canlılardan farklıolarak bir yandan, nesnel-fiziksel bir âlemdeyaşadığını <strong>ve</strong> bu âleme mahkûm olduğunu bilirama bu durum kendisi için ikinci <strong>ve</strong> öznel bir âlemyaratmasına mani olmaz. Bu öznel âlem, insanınkendisini dış dünyadan ayırarak, kendisine, kendisiiçin kurduğu bir iç âlemdir.Kişi olmak da bu iç âlem <strong>ve</strong> dil ile yakından ilişkilidir.Zira kişi olmak için biyolojik-türsel özelliklerinüzerine <strong>ve</strong> ötesine geçerek, insanın, dil <strong>ve</strong> değerlerdüzeni içerisinde, kendisine, kendisi için bir âlemkurması <strong>ve</strong> bunu temsil etmesi gerekir. Hâdiseyikarmaşıklaştırmadan daha sade olarak betimlemekgerekirse kişi olmak; hem dil <strong>ve</strong> kültür içerisinde varolmak hem de bu ortam <strong>ve</strong> determinasyonun bir neticesiolmadan, insanın kendisi olabilmesidir.İnsanın kendisi olabilmesi, çoğu zaman,gündelik hayatın rutin <strong>ve</strong> sıkıcı çarkı arasında pek33mart-nisan-mayıs2013


de mümkün görünmemektedir. Bu koşullarda,Camus’nün adına “saçmaya teslim olmak” dediğidurum ile “saçmaya başkaldırmak” arasında bir seçimyapmak gerekmektedir. Ancak böyle bir seçimyapabilmek için de yine insanın gündelik kaygı <strong>ve</strong>rutin işlerinden sıyrılması <strong>ve</strong> durup kendisiyle karşılaşması,kendisini konulaştırabilip onu dışarıdangözlemleyebilmesi lazımdır. Haklı olarak, kendisinigündelik hayatın rutin çarkına kaptırmış olan bir insaniçin bütün bu söylenenler birer fantezi <strong>ve</strong> kurguolarak kalacaktır denilebilir. Fakat hayat sürprizlerledoludur. İnsanın kurtuluşu onun merak eden <strong>ve</strong>soru soran bir varlık olmasında yatmaktadır. İnsanolarak dünyaya gelmiş olmak ne demektir? Diğercanlılar da mutlu ya da mutsuz mudur? Keder <strong>ve</strong>tasa sadece insana özgü durumlar mıdır? Ölümlü birhayata doğmuş <strong>ve</strong> kendi sonuna doğru yaklaşıyor olmak,insanda yaşanmaya değer olan hayat hakkındabir bilinç oluşturabilir mi?Bütün bu sorular <strong>ve</strong> daha da çoğaltılabilecek olanniceleri aslında insanoğlunun her an bir farkındalık<strong>ve</strong> uyanış yaşayabileceğinin göstergeleri gibidir. İştetam da bu noktada insanoğlu, asıl öğrenilmesi gerekenşeyin kuru bir bilgi değil de, kendini bilmek olduğunukavrayabilir. Çünkü insanoğlu, bu dünyayaherhangi bir şey olmak için değil kendisi olmak içingelmiştir. Fakat insanoğlu ne olduğunda kendisi olmuşolacağını da bilememektedir. Bu süreç çok zor<strong>ve</strong> çetindir. Zira aramakla bulunmayacaktır, lakinbulanlar arayanlar olacaktır. ■YENİ BAŞLAYANLAR İÇİNPESİMİST RUH HÂLLERİTel kesme makası buldu bir yerlerden,Dikenli tellerin dikenlerini kesti.(Telleri bir görseniz şimdi nasıl muntazam)Beyaz boya aldı kovalar dolusu,Viranelerin teneke kapılarını boyadı.(Hepsi bir örnek tüm mahallenin ne bayındır)Kendi elleriyle kuşlu çiçekli tokalar yaptı,Anasız babasız çocuklara hediye.(Çok şımarmasalar bari diye dertlenmedi değil)Ağaçları hatur hutur kesiyor kötü adamlar,Bu gidişe bir son <strong>ve</strong>rmek gerekir tabii.(Neyse ki dünyanın onun gibi bir şansı var)(Böylelikle yaşlı gezegenyeni bir günesavaştan, çarpık kentleşmeden, hatalı ebe<strong>ve</strong>yn davranışlarından,orman katliamlarındankurtulmuş olarak başladı. The City Post’ tan)teşekkürler aktivist…(aynı city halkı)SEVAL KOÇOĞLU34mart-nisan-mayıs2013


Kör İrfanİMDAT AVŞARHarman yerinde bir <strong>ve</strong>l<strong>ve</strong>le koptu. Tırmıklar, anadutlar, dirgenler, yabalar… saman tozlarıiçinde inip inip kalktı bir müddet. Dü<strong>ve</strong>n öküzleri şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Yığınlarındibinde yatan köpekler, bu seslerden korkuyla fırlayıp kaçtılar. Kadınların bağırışları,çocukların ağlamaları birbirine karıştı…Tınazların başında harman savuranlar, dü<strong>ve</strong>nlerin altına deste kürüyenler, anadutları, yabalarıbırakıp koştular. Gelenler, kavga eden aileleri âdeta ortadan ikiye böldüler. Ortalık sakinleşti. Erkeklerkavgada bir kenara fırlayan şapkalarını arıyor, kadınlar porsumuş saçlarını toplayıp yaşmaklarınıyeniden doluyorlardı. İki atlı, tozu dumana katmış, atları ilçeye doğru koşturuyorlardı. Atlıların ardındanince bir toz bulutu göğe doğru yükseliyordu.Güneş harman yerini yakıp kavuruyordu. Neredeyse saplar alev alacak, harmanlar tutuşacaktı.Kavga aralanmıştı ama kadınlar hâlâ susmamıştı. Birbirlerine <strong>ve</strong>ryansın ediyorlardı. Birisi parmağınıhavaya dikmiş bağırıyor, diğeri ona cevap <strong>ve</strong>riyordu.“Bana bak, ....... bunu senin yanına koyarsam âlemin anası oluyum.”“Tuzlayım da kokma emiii, kırk kapıyı değneklemiş…… zaten âlemin anasısın.”“Salman ile kaçıp gittin, geri gelip bu kapıya avrat oldun. Yüzün kendine görünse el içine çıkamazsın.Edepsiz, yüzü kirli. Sensin kırk kapıyı değnekleyen.”“Benim Salman ile kaçtığımı yukarda şah bilir, aşağıda padişah bilir, o mu başımın kakıncı? Bucağıkokmuş, kıçı eğri.”Bir müddet sonra kadınların sesi de kesildi.***Güneş son ışıklarıyla köyü süzüyordu. Halil Hoca harman yerinde olanlardan habersiz, orta çeşmenintaşına oturmuş; kollarını çemremiş, yüksek sesle şahadet getiriyor; “Eşhedüen la ilahe illallah”diyerek abdest alıyordu. Çeşme gürül gürül akıyordu. Biraz ötede duvarın dibinde oturan Deli Ali,diliyle dişinin arasında Halil Hoca’ya sövüyordu:“Dürzünün abdest alışı da elden ayrı, sanırsın gaza meydanında kâfir kılıcı ile can <strong>ve</strong>riyor…”***Köy bekçisi Deli Ali karakoldan kendisine <strong>ve</strong>rilen bir kâğıdı getirip Halil Hoca’ya <strong>ve</strong>rdi. Karakol-35mart-nisan-mayıs2013


da kendisine söylenenleri aynen tekrar etti:“Halil Hoca, bundan böyle ezan Türkçe okunacakmış.Aha bu kâğıtta ne yazıyorsa ezanı da öyleokuyacakmışsın. Hükümetin emri.”Halil Hoca bir “estağfur tövbe” çekti.“Abooo, ezan Türkçe okunur mu? Adamın ağzıeğilme mi?”“Ben ne bileyim hocam, hükümet…”“Ben hükümet dedi diye dinimi yıkıp imanımıyitiremem. Gelip hükümet okusun bunu.”“Hocam jandarma…”Köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi yanlarınasokuldu. Halil Hoca, jandarma sözünü duyuncacelâllendi, kâğıdı alıp okumaya başladı:“Ey cemaat bin yıllık ezan değişir mi? Helebak… Allahu ekber demiyeceğim de Tanrı uludurdiyeceğim, öyle mi? Urus gelse gene demem. Benimanımı yitiremem…”Deli Ali sinirlendi.“Ben karakolun emrini sana söyledim hocam. İsterAllahu ekber de istersen Tanrı uludur.”***Az ötede elleri yüzleri toz içinde, ayakları yalınbaşı kabak üç dört çocuk toprağın içinde eşeleniyordu.Halil Hoca abdestini aldı, omzuna attığı ceketinigiydi, delmesinin cebinden kösteğini çıkardı <strong>ve</strong> “vakitgirmiş” dedi, yürüdü. Halil Hoca abdest alıyordiye çeşmenin az ötesinde bekleyen kızlar, fingirdeşiphelkeleri cıngırdata cıngırdata çeşmenin başınadizilip sıraya girdiler.Deli Ali, küllükte oynayan çocukları yanına çağırdı.Halil Hoca, toprak damlı caminin çelenine dayalımerdi<strong>ve</strong>ne tırmanıyordu. Yorgun adımlarla damınbaşına çıktı. Güneş ufuktan kaybolmak üzereydi.Serin bir yel ağaçların yapraklarıyla oynaşıyordu.Köyün sığırları, tozu dumana katmış, Ağbayır’danaşağı doğru iniyordu.Köyün üst tarafından altı asker köye doğru yaklaşıyor;güneşin son ışıkları askerlerin süngülerinevuruyor, süngüler parlıyordu. Askerler köyün meydanınadoğru ilerlediler.Halil Hoca caminin toprak damında, askerlerdenhabersiz yönünü kıbleye döndü.Deli Ali’nin yanındaki çocuklar, çığlık çığlığa camiyedoğru koşuyorlardı.Halil Hoca elini kulağına atıp akşam ezanınabaşladı.“Allahu ekber, Allahu ekber.”Çocukların sesi Halil hocayı bastırdı.“Halil Emmi, candarma geliyor! Halil Emmi,candarma geliyor!”Halil Hoca çocukların feryadını duydu ama ciddiyetinihiç bozmadı. Askerlerin geldiği tarafa doğrudöndü, sesini iyice yükselterek devam etti:“Tanrı uludur, Tanrı uludur…”***Askerlerin başındaki çavuş, muhtarı <strong>ve</strong> bekçiyiçağırdı. İsimleri bir bir okudu. İki aileden de dörderkişiyi alıp karşısına dikti. Sekiz köylüyü ikişerli sırayadizdi. Önde, altı jandarma arkada köylüler alacakaranlıktailçenin yolunu tuttular. O arada, telaşladamdan inen Halil Hoca da geldi yetişti. Askerlerinardından koşarak laf yetiştiriyordu.“Hükümetin emri başımız üstüne, Allah devletimizezeval <strong>ve</strong>rmesin paşam. Ne de güzel olmuş ezan,Türkçe… ”“Tamam hoca efendi tamam, uzatma!” dedi, çavuş.Herkes durdu. Çavuş karşısına dikilen köylülerebaktı <strong>ve</strong> muhtara döndü.“Neyi paylaşamadı bunlar?”Muhtardan önce köylülerden biri atıldı:“Komutanım bizim öküzün…”“Sus lan!”“Komutanım bizim harmanın tozu…”“Sen de sus lan! Karakolda konuşursunuz! Yürüyün!”Köylülerin her birinin yüzünden pişmanlık okunuyordu.Öylesine bezgin, sessiz, askerlerin önünedüştüler. Deste kürümekten, harman savurmaktandermanları kalmamıştı. Üstüne üstlük bir de harbedurmuşlardı yok yere. Dizlerinde derman yoktuhiç birinin. Ne askerler ne köylüler bir çift kelamediyorlardı. Uzaktan ilçenin körsen ışıkları görünüyordu.Çıt çıkmıyordu. Bölüğü durdurup bir tütünsararak yakan çavuşun, yanık sesi dağıldı geceye:“Erzurum dağları daaaa kar ile boooooraaaaan…”Köylülerden biri yalvarır gibi fısıldadı.“Komutanım, ben askerliğimi Erz…”“Sus lan!”Sus!“Sizde bulunmaz mı daaaa, bir kurşun kaaaaleeeem.”36mart-nisan-mayıs2013


***İlçenin ortasındaki karakolun içinde bir gaz lambasıyanıyordu. Lambanın fitili iyice kısılmış, ortalıkzor aydınlanıyordu. Çavuş, getirdiği köylüleri teksıra hâlinde dizdi. Fevzi, Hacı, Mulla, Duran, Körİrfan, Derviş, Etem… hepsi süt dökmüş kedi gibisessizce bekliyorlardı. Daha birkaç saat önce birbirlerinekarşı aslan kesilen garipler, üfürsen yıkılacakgibiydiler. Karakol komutanı insafa gelse de “Haydibarışın, evinize gidin.” dese birbirlerinin yüzünü gözünüyalayıp sarmaş dolaş olacaklardı. “Ellerim kırılsaydıda sana vurmasaydım gardaşım,” “Vay benimelim yanıma düşeydi de ben sana vurmayaydım.”der gibi birbirlerine bakıyorlar; karakolun soğuk,nemli duvarlarını boş gözlerle tarıyorlardı. Duvarlar,lambanın loş aydınlığında gölgeleri büyütüyor,bambaşka bir dilden konuşuyordu. Köylülerin hiçbiri bu dilden anlamıyordu. Hepsinin şapkaları gözlerininönüne yıkılmış; el pençe divan duruyorlardı.Komutanın gür sesi duyuldu:“ Ulan memleketin başındaki belalar yetmiyormuşgibi bir de siz mi çıktınız! Neyi paylaşamadınızlan! Urus gelmiş kapıya dayanmış, İkinci CihanHarbi oluyor deyyuslar. Askerin derdi kendine yeterzaten…”“Komutanım, sözüm senden ırak, öküzler…”“Sus!”“Komutanım elinizden öper... Bizim çocukiti…”“Sus!”“Harman…”“Öküz…”“İt…”“Susun ulan! Şurdan başlayalım, sen gel bakalım.”Komutan köylülerden birini enseleyip odadakiaskere seslendi.“Askeeer!”“Emret komutanım!”“Oğlum, ben bunları tek tek içeri alacağım. Çıkanlarşikâyetçi ise ifadesini alırsın. Şikâyetçi olmayanısal gitsin…”“Emret komutanım!”İçeride bir patırtı koptu... Komutan Hacı’yı ensesindentutup getirdi, ikinci sıradaki Derviş’in ensesindenyakaladı, sürüyüp içeri götürdü.Asker, Hacı’ya sordu:“Şikâyetçi misin emmi?“Yok babam, ne şikâyeti, Allah devletimize zeval<strong>ve</strong>rmesin.”“Çık dışarı, köyüne gidebilirsin.”“Tamam, başefendi, Allah razı olsun.”Sıra Derviş’teydi. Pat küt, pat küt… Derviş’insesi içerden duyuluyordu.“Kurbanım, komutanım, yok vallaha, ben… oyanam! ”Komutan dervişi de getirdi.“Şikâyetçi misin emmi?”“Yok, gadanı alıyım zabit efendi, ben zaten eşşeğinengeliyodum…”“Tamam emmi, haydi!”İçerden çıkan ağzını gözünü silip, “şikâyetçi değilim…”diyerek hızlı adımlarla kendini dışarı atıyordu.Sırasını bekleyenler tedirgin oturuyordu. Hacı,Derviş, Mulla, Etem derken sıra Kör İrfan’a geldi.Kör İrfan küçükken yüz felci geçirmişti. Ağzı, solkulağına doğru iyice eğilmiş, gözünün biri de eğilenyüzünün içinde kaybolmuştu. Felçli tarafı hiç gelişmediğindenyüzünün bir tarafı irice, diğer tarafıküçücüktü. Köyün sığırını yayar, garibanın biriydi.İçeri götürdüklerine; ağzı gözü neresi denk gelirsevuran komutan sıradakilere şöyle bir baktı.Köyden alaca karanlıkta çıkan komutan, ne köydene de karakolun körsen aydınlığında Kör İrfan’ınyüzünü hiç fark edememişti. Kör irfan ile göz gözegelince, birden korkuya kapıldı. Komutan, içeri götürüpdövdüklerinden biri zannetti Kör İrfan’ı. Körİrfan’ın dayaktan sonra bu hâle geldiğini düşündü,telaşlandı. Kendi kendisine, ”Ulan elin zavallısını nehâle getirdik, yazık, keşke suratına vurmasaydım!”diye düşündü. İçinden bir pişmanlık geçti. Körİrfan’ı geçip diğer köylüyü çağırdı.“Sen gel, bakalım.”Komutanın düşüncelerinden habersiz, sadakatlesırasını bekleyen <strong>ve</strong> dayağını yiyip bir an önce karakoldankurtulmak isteyen Kör İrfan ayağa fırladı:“Yanlışınız var komutanım, sıra bendeydi.”Komutan, kendisini az önce pişmanlığa sevkeden adama baktı, güldü.“Gel öyleyse!”Biraz sonra, sırasını savmanın rahatlığıyla <strong>ve</strong> yüzündeburuk bir tebessümle dışarı çıkan İrfan, dışarıdakiasker sormadan şapkasını sıkıca kavrayıp esasduruşta fısıldadı:“Şikâyetçi olanın düneği düzlensin babam.” ■37mart-nisan-mayıs2013


Küçük hanımNECATİ KANTERBir mum yanıyordu bir evin odasındaO evde bir de kedi vardıGeceler indiğinde kedi havasındaMum yanar kedi oynardıÖzdemir AsafTuhaf bir ilişki vardı onunla kedicikleri arasında.Rana, Suna, Tuna...Konuşurdu onlarla. Sesli düşünür, yapacağı her işte onların onayını alırdı.Sarayı anlatırdı.Çocukluğunu, gençliğini, güzelliğini, rüyalarını, hayallerini, aşkını <strong>ve</strong> acıklı öyküsünü... Sır<strong>ve</strong>rmezdi kimseye. Yalnız kediciklerine dökerdi içini.Rana;Mini mini pembe burunlu, top çehreli, gözleri sürmeli, alnı siyah, ufak tefek, sevimli misevimli, sarı mantolu bir kedicik… Kırmızı bir kurdele vardı boynunda. Evin yaramaz, birazda şımartılmış küçük kızıydı. Bakışlarında nazenin bir edanın baygınlığı vardı. Galiba biraz daşehlaydı Rana’nın gözleri. Tıpkı sahibesi Küçük Hanım gibi.Suna;Boynunda mavi boncuk, kulaklarında gümüş küpe, bir gözü sarı, diğeri mavi, beyaz kürklü,ince, zarif bir kadın olmaya çalışan nazlı mı nazlı bir Van kedisi… Pencerenin önüne geçer, uzunpembe diliyle yalanır, patilerini ıslatıp yüzünü gözünü temizler; her sabah makyajını yapmadangüne başlamazdı. Sokaktan geçen yolcuları izler, çocukların şamatalarını, yaramazlıklarınıgördükçe o özgür ortamda hoplayıp zıplamak, hatta onlarla arkadaş olmak isterdi. Ama köpekhavlamaları bu he<strong>ve</strong>sini hep kursağında bırakırdı. Bu yaratıkların kedilerin en büyük düşmanlarıolduklarına akıl erdiremezdi bir türlü. Kedilerin de köpeklerin de insanlardan daha çokbirbirlerine benzedikleri hâlde bu düşmanlık niye der, bir türlü çıkamazdı işin içinden. O da he<strong>ve</strong>sinisalonda önüne atılan bir yumakla ya da ev havalansın diye bahçe kapısı aralanır aralanmazok gibi dışarı fırlayıp güllerin arasında gördüğü bir kelebekle, börtü böcekle oynar, mırıl mırıl38mart-nisan-mayıs2013


sesler çıkararak kendini sevdirmek için türlü hokkabazlıklaryapar, tüm hünerini, marifetini ortayakoyardı. Sevildiğini bilir, daha çok sevilmek isterdi.Suna’nın bu oyunu Küçük Hanım’ı mutlueder, saatlerce onu izlemekten keyif alır, sanki oan dertlerini unuturdu. Tabii ki diğer kediciklerde haklı olarak kıskanırdı onu. Bu nedenle de birisim takmışlardı Suna’ya: Yağdanlık!Tuna;Kapkara bir sako vardır sırtında!...Göğsünde beyaz bir leke, bıyıklı, tombul, ağırhareket eden, tartıla tartıla yürüyen, gururlu birkedidir. Kabına sığmayan, parlak tüylü, yakışıklı,güçlü…Tam bir sokak kabadayısı!.. Sedirin başköşesidironun makamı. Ön ayaklarına dayanır, kuyruğunualtına alır, Suna’nın miyavlamalarla hazinbir aşk şarkısı söyleyerek sabırla yaptığı sabah temizliğinihayranlıkla izlerken içinden eşlik ederdiona. Şımarmasın diye de pek çaktırmak istemezdi.Rana ile Suna birazcık çekinirdi ondan. Aralarındapek ayırım yapmak istemez ise de, KüçükHanımın en çok Tuna’yı sevdiği ona değer <strong>ve</strong>rdiğiaçık açık belliydi.Küçük Hanım sokağa çıkmayı, kimselerle konuşmayıpek sevmese bile, seyrek de olsa ihtiyacınıkarşılamak için çıkardı. Çarşıda, pazarda, fırında,kasapta hep yanındadır Tuna. Onun koruyucumeleği, yol arkadaşı, babası, ağabeyi, kocası, kimbilir belki de unutamadığı aşkıydı Tuna. Ya diğerikisi?...Rana ile Suna?Dert ortağı, can şenliği!Küçük Hanım, kara, kapkara düşüncelere gömüldüğüzamanlar kedicikleri oynamayı bırakır,bütün suç kendilerininmiş gibi birer köşeye çekilir,süt dökmüş kediler gibi sus pus olur, saatlercekıpırtısız hüzünlü mırıltılarla onu teselli etmeyeçalışırlardı.Kara bir kedi görünürdü bazı geceler KüçükHanımın kapısının önünde.. kapkara.. NedenseTuna kediden daha büyük, daha ürkünçtü. Işılışıldı gözleri. Ama Tuna’nın ikizi gibiydi. Ya dabize öyle gelirdi. Onunla karşılaşmanın uğursuzluğuna,onu görenlerin mutlaka başlarına bir felaketingeleceğine inanılırdı. Aslında o kedi değil,cin’di. Öyle bir cin ki, hangi elbiseyi dilerse onabürünür, hangi surette isterse onda görünürdü!...Daha çok kadınlar <strong>ve</strong> çocuklar arasında yaygınolan bu inanç, bu Kara Kedi ile Küçük Hanımarasında geçen tuhaf cin-peri masallarını aratmayacakhâdiselerin anlatılmasına neden olmuştu.“Mumun yandığı gecelerden birindeKedi oyunlarına daldı.Oyun arayan gözlerindeMumun alevi yandı,Baktı,Mumun titrek alevindeOyuna çağıran bir hava vardı.”Gecenin bir yarısında güzeller güzeli bir perikızı ile yakışıklı yağız bir delikanlının, KüçükHanım’ın evinden çıkıp, el ele tutuşarak ıssız yerlerde,özellikle de su kenarlarında dolaştıklarınıgörenlerin olduğu söylenirdi. Bu esrarengiz KaraKedi’nin, Küçük Hanım’ı tılsımlı bir peri kızınadönüştürdüğü anlatılırdı. Bazıları da Tuna’nın aslındabir kedi olmadığı, onun bazen kedi bazende Küçük Hanım’ın sevgilisi kılığına giren bir cinolduğuna inanırdı.On yedi köyü kumar, içki <strong>ve</strong> kadın uğrunakaybeden Saraylı Küçük Bey’in biricik kızı, “KüçükHanım.”Hep bu isimle çağrılırdı. Kimse bilmezdi onungerçek adını. Merak da etmezlerdi… Onu en iyianlayan, en iyi tanıyan, acı, tatlı, tüm sırrına vâkıfolanlar, elbette kedileri Rana, Suna <strong>ve</strong> Tuna...Devrinin ünlü terzisiydi.O yıllarda Belediye Başkanı olan HürremMüftügil’in de yakın akrabası olan, asaleti, kültürü<strong>ve</strong> güzelliği ile tanınan Küçük Hanım,Atatürk’ün şehrimizi ziyaretinde Halk Evi’indeşerefine <strong>ve</strong>rilen baloda protokol sıralarında yerinialmış, aynı masada yemek yemiş <strong>ve</strong> onunla sohbetetmişti. Yıllarca gururla anlattığı bu unutulmazanısını şimdilerde her gece yatmadan önce,bıkmadan usanmadan kediciklerine anlatmaklayetiniyordu.Başından geçen elim hâdiseler nedeni ile içinekapanmıştı Küçük Hanım. Kedilerini evindebesler, yatak odasında çeyiz sandığının içindeyatırırdı. Yazın sıcak günlerinde bir iki saatliğinebahçeye ya da kısa gezintiye çıkardığı da olurdu.39mart-nisan-mayıs2013


Onu tanıdığımda ellili yaşlarındaydı. Ortaboylu, ela gözlü, buğday tenli, zarif bir hanımefendiydi.Başında mavi eşarp, sırtında topuklarınakadar uzanan pahalı bir kumaştan olduğu anlaşılanvişneçürüğü bir manto ile gezerdi. Solgun biryüzü, hüzünlü bir bakışı vardı. Bu görmüş geçirmişyüzün çizgilerinde acı dolu günlerin izlerinitaşıyordu Küçük Hanım.Nailbey Mahallesi’nde Bakırcı HacıAbdullah’ın evinde kirada oturan bu kadın, Saraybeylerinden Ahmet Bey’in, romanlara, türkülere,şarkılara, öykülere konu olan güzeller güzeli karısı“Sıdıka Hanım”ın biricik kızı “Küçük Hanım”dı.Saraydan düşmüştü.Herkes öyle bilirdi onu.Ve öyleydi.“Asıl adı Atiye…”Tekin değildi! Cinle evliydi Atiye. O yüzdenboşanmıştı eşinden. En azından öyle bilinirdi. Herne kadar donuk bakışlarından, gizemli davranışlarındankorkulsa da, çekinilse de, yine de mahallelise<strong>ve</strong>rdi onu. Komşularının hoşlanmadığı, ondanşikâyetçi olduğu şey, ikramlarını geri çevirmesi<strong>ve</strong> kendileriyle konuşmamasıydı. Hep susardı. Bususkunluk ona gizemli, esrarengiz bir hava <strong>ve</strong>rir,hatta insanların korkmalarına, çekinmelerine nedenolurdu.Ünlü şair Hacı Hayri Bey, Küçük Hanım’amüzik, sanat <strong>ve</strong> edebiyat dersi <strong>ve</strong>rirken annesi SıdıkaHanım’a olan aşkını gizleyememiş:Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydıZülfün karanlığında bezme çerağ olaydıNolaydı yâr nolaydı yâr bade dolduraydıŞu garip gönlüm için kanun icad olaydıMeyhaneler kapısı bahtım gibi kapansınRindane bade içmek sensiz yasağ olaydıBugün meşk meclislerinde söylenen <strong>ve</strong> TRT repertuvarınaalınan bu dizelerin yazılmasına nedenolan güzeller güzeli bir kadının biricik kızı AtiyeHanım, annesi için yazılıp bestelenen bu şarkıyıher gece söylemeden uyumazdı. Kedicikleri Rana,Suna <strong>ve</strong> Tuna da hanımlarının kucağına oturur,hüzünlü miyavlamalarının ardından pütürlü pembedilleriyle boynunu, yanaklarını yalayıp onunbu acı öyküsünü paylaştıklarını kedi duyarlığı <strong>ve</strong>ke(n)di dilleriyle anlatmaya çalışırken buruk birmutluluğun rüyasına dalar, o geceyi de kucak kucağageçirerek sabahlarlardı.Annem anlatıyor:O yıllarda dayımlara sırf onun kedilerini görmek,Küçük Hanım’ın içli <strong>ve</strong> hüzünlü sesini dinlemekiçin gittiğimi söylesem de, asıl sebep, KaraKedi’nin, yani Tuna’nın nasıl kılık değiştirip yakışıklıyağız bir delikanlı kılığına girdiğini, KüçükHanım’ın bembeyaz gelinlik içinde gençliğini <strong>ve</strong>güzelliğini görebilmek içindi. El ayak çekilince butek katlı toprak evin alçak penceresine eğilir, ölgünbir mum ışığında Küçük Hanım’ın Kara Kedi ilenasıl seviştiğini ilgiyle izlerdik. Tuna’nın çenesininaltını kaşırken, baygın bir ifade ile ona bakışı,sonra sırtını sıvazlayışı, ardından da hüzünlü birtürkü tutturuşu nasıl da dokunurdu bize.Hüzünlenirdik.Nedense onun bu tüyler ürperten gizemli öyküsücazip gelir, kendimizi “Perili Köşkün” etrafındadolanır, korkusundan bir türlü cesaret edipde kapsından içeriye giremeyen afacan çocuklarabenzetirdik kendimizi.Kedilerine her akşam ciğer götürürdü KasapKâzım’ın çırağı. Islık çalarak keyifle evine dönenÇırak Osman, Küçük Hanım’ın <strong>ve</strong>rdiği üç adetçikolatanın birini kardeşi Emine’ye götürmeninsevincini yaşardı.Onun acıklı öyküsünü annemin dayısınınevinde iki yıl kirada oturduğu için en iyi bilenlerdenbiriydim. Nedense Aliye Bacı’yı <strong>ve</strong> peşindekoro hâlinde miyavlayıp koşuşan kedilerini gördüğümdehep “Küçük Hanım’ın” sokağından geçmekgelirdi içimden.Bir sonbahar akşamı Küçük Hanım’ın Ruh <strong>ve</strong>Sinir Hastanesine yatırıldığını, birkaç ay sonra daburada öldüğünü duyduğumda üzülmüştüm.Rivayet olunur ki, kedileri nankör olmadıklarınıkanıtlarcasına mezarının başında aylarca acı acımiyavlayıp ağıtlar yakmışlardı Küçük Hanım’larıiçin.■40mart-nisan-mayıs2013


Gelenekte gülNÂZIM H. POLATGül gibi yazılarıyla çiçek edebiyatımızızenginleştiren Cevat Rüştü’nün aziz hatırasınaTürkçenin iki “gül”ü var. İkisi de güzelliğegüzellik katar. Biri, sadeceinsanlara has bir hareketi anlatanfiildir: Gülmek… diğeri ise güzeli süsleyen, güzelliğegüzellik katan bir çiçeğin adıdır: Gül…Türkçenin başka dillerden fiil kabul etmediğimalumdur ama çiçek adı olan gülün Farsçadanalındığını hatırlatacak kimseler bulunabilir.Buna rağmen Türkçenin başka dillerden faydalanırkennasıl davrandığına, ne kadar seçici olduğunada bu kelime örnek gösterilebilir. Farsçanın“gol”u “çiçek” anlamında olduğu hâldeTürkçe onu, en güzel çiçeğe mahsus bir isimolarak kullanmıştır.“Gül”ün süslediği ilk Türkçe metnin hangieserde bulunduğunu bilmesek[1] de kullanım1. Bu <strong>ve</strong>sile ile söylemeliyim ki Türkçenin söz varlığınıortaya koymayı amaçlayan Tarama Sözlüğü, eldeedilen yeni metinler ışığında tekrar ele alınmalıdır.Hatta bunun bir benzeri de yabancı dillerden alınmakelimeler için yapılmalıdır. Arapça <strong>ve</strong> Farsçadan gelenkelime kadrosunun kronolojik macerasını kastediyoruzTürk Dil Kurumu’nun internet sitesindeki TürkçedeBatı Kökenli Kelimeler Sözlüğü, başka bir ihtiyacıkarşılamaktadır. 19. asırdan itibaren kullanıldığı sanılan“hürriyet” kelimesinin tam olarak bugünkü anlamında15. asırda kullanılmış bir kavram olduğunu bilmekhayret uyandırıcıdır.sıklığının giderek arttığını söyleyebiliriz. Budurum, gülün hem gelenekteki yerini hem degeleneği taşıyıp aktarmadaki mühim rolünü işareteder.Gülün kültürel birikiminin üç ayrı cephesibulunuyor. Bunlardan biri gülün tarım <strong>ve</strong> sınaiürünü olması, diğeri motif olması <strong>ve</strong> üçüncüsüedebî eserlere yansımasıdır.I. Tarım <strong>ve</strong> sınaideGülün çoğaltılması, tarımı, sınaî ürünler eldeedilmesi çok eski tarihlere kadar uzanır. Gülleilgili olarak gül kadar güzel bir kitap yazan LutfiArif Kenber, “Gül, uygarlığın sembolüdür. İlkinsanlarla beraber yaşamış, onlarla birlikte uygarlıkdünyasına girmiş, gelişmiştir.” dediktensonra Lindney’in Gül Monografisi <strong>ve</strong> Marqy deChesen’in Eski <strong>ve</strong> Yeni Milletler Arasında GülünTarihi adlı eserine istinaden (bunların gösterdiğikaynak ise Héredote, Athenée, Théophraste,Pline’in eserleri) bu çiçeğin Milat öncesinde detanındığınıKafkasya <strong>ve</strong> Doğu Anadolu’dan Lübnandağlarına kadar uzanan geniş <strong>ve</strong> uzun bir hatüzerinde doğup yayıldığını kaydediyor. YineKenber’in, Fransa Bahçıvanlık Cemiyeti tara-41mart-nisan-mayıs2013


Gülün, bülbül dili Türkçeden güzelliğini esirgemediğinedaha pek çok şahit vardır. Türkçeden başka hangidil, yemek yerken çeneye, sakal <strong>ve</strong>ya bıyığa bir şeyinbulaşmasını “gül dalına bülbül konmuş!” latifesiylesöyleyebilir? Rüzgârın yönünü gösteren aleti “rüzgârgülü”yapan dil, ancak sanatkâr bir milletin dili olabilir.fından yayımlanan Les plus belles roses au débutdu XX siécle adlı eserden aktardığı bilgiye göreAnadolu’dan Avrupa’ya <strong>ve</strong> oradan da diğer coğrafyalaragötürülen güller arasında bir cinse TürkGülü (Rosa Turkishe) denmiştir. Bizim -yetiştiricisindendolayı- “Hekimbaşı Sarısı” adını<strong>ve</strong>rdiğimiz bu katmersiz sarı gülü, Avrupa’yabir Alman bilgini (muhtemelen A. Kotschy)götürmüştür[2]. Osiria adlı tür de Türk gülüolarak bilinmektedir. Bu bilgiler, çiçek <strong>ve</strong> ziraatkültürümüzün emsalsiz üstadı Cevat Rüştü’nünçeşitli yazılarıyla teyit edilebilir[3].AdlandırmaGül, özel bir ilgi ile çoğaltılmasa, kesinliklebugünkü kadar çeşitli olamazdı. Sayısı binleribulmuş olan güllerden, günümüz genetikbiliminin imkânlarıyla yeni yeni çeşitler eldeedilmektedir. Bu çoğaltma geleneğinin (<strong>ve</strong> biliminin)kurulmasında, gülün göze <strong>ve</strong> gönüleferahlık <strong>ve</strong>ren güzel görünümü etkili olmuştur.On altı sınıfa ayrılan güllerden yeni bir tür icateden gülcü, ona bir isim <strong>ve</strong>rerek özel kılar. Fakatisim <strong>ve</strong>rmenin öyle sıradan bir işlem olduğusanılmamalıdır. Hatta bir çiçeği isimlendirmeninçocuğunu isimlendirmeden daha önemli olduğunda düşünülebilir. Çünkü hemen hemenherkesin bir çocuğunun olması mümkündürama herkesin değil insanların az bir kısmının2. Lutfi Arif Kenber, Pratik Gül Bahçesi, İnkılap <strong>ve</strong> AkaKitabevleri, 3. basım, İstanbul 1969, s. 7-8.3. Cevat Rüştü’nün sözü edilen yazıları, TürkÇiçek <strong>ve</strong> Ziraat Kültürü Üzerine –Cevat Rüştü’denBir Güldeste (Kitabevi Yay., İstanbul 2001) adıylahazırladığımız kitapta mevcuttur.bile bir çiçek çeşidi üretmesi beklenemez. Birbahçıvanın da birkaç çocuğu doğabilir ama yenibir çiçek türü elde etmesi, belki ömrünce birkere rastlanabilecek bir durumdur. Bahçıvanona kendi adını <strong>ve</strong>ya ailesinden birinin adını<strong>ve</strong>rerek asırlarca anılmasını ister. MeselaOldu “Nasûhî” gark-ı ânBahr-ı cemâlullâhı gör(“Nasuhî” Efendi [“Nasuhî” adlı gül] güzellikleregark oldu; [o gülde] Allah’ın güzellik denizinigörebilirsin!)beytindeki gül adı, Üsküdarlı Nasuhî MehmetEfendi’yi yâd eder.Gelenekte, isim takarken dikkate alınan birbaşka şey de gülün şekli <strong>ve</strong> rengi gibi özellikleridir.Mesela en meşhur gül çeşitlerinden birine“Gül-i sadberg” (yüz yapraklı) denmesi, onunyapraklarından dolayıdır.İzzet MollaAndelîbi <strong>ve</strong>rd-i Sadberg ile tekfîn ettilerBir Gülistan beytini kabrinde telkîn ettiler(Bülbülü, yüz yapraklı Sadberg gülününyapraklarıyla kefenlediler; kabrinde telkin olarakSadi’nin Gülistan adlı eserinden bir beyitokudular.)derken, bu gül çeşidinin yapraklarından,şeklinden hareket etmiştir.Fennî Çelebi’ninDest-i hûbânı etmez âzürdeDediler nâmına “Gül-i bîhâr(Güzellerin elini incitmez; onun için adını42mart-nisan-mayıs2013


çok eskiden kalma geleneklerdendir.Gül yapraklarının şekerle kaynatılıp macunkıvamına getirilmesiyle elde edilen gelenekseltatlıya “Gülbeşeker” denir. Şair Baki, sevgilininkırmızı yanağının yaralı gönüle şifa <strong>ve</strong>rmesini,gülbeşekerin vücudu kuv<strong>ve</strong>tlendirici özelliğinebenzetiyor:Dil-i mecrûha şifâbahş ruh-ı lâ’linGülbeşekerle bulur kuv<strong>ve</strong>ti tab’-ı bîmâr([Gül gibi] kırmızı yanağın, gönlü yaralıâşığa şifa bahşeder; hasta vücuda kuv<strong>ve</strong>ti gülbeşekerin<strong>ve</strong>rmesi gibi…)“Gül-i bîhâr” /dikensiz gül/ koydular.)demesi de yine onun dikensizleştirilmesiniima eder.Gülün isimlendirilmesi geleneğinde bir başkayöntem de gül meraklıları yanında baronların,lortların, kontların, generallerin, derebeylerinin,şövalyelerin, kral <strong>ve</strong> kraliçelerin, din ulularınınisimlerini <strong>ve</strong>rmektir. Baron Adolphe deRothsehild, Lord Lambourne, General BaronBerge, Presedent Wilson, Lady Downe, MadamePaul Olivier, Duke of Normandy, KardinalPiffl vb gül isimleri böyledir. Fakat hasbiliktenuzak görünen bu tür isimlendirme geleneğineTürk kültüründe rastlanmaz. Hele hele parakarşılığında bir zenginin adını yeni türetilen birçiçek türüne <strong>ve</strong>rme geleneği, Batı kapitalizmininkültürel göstergelerindendir.Gıda, ilaç <strong>ve</strong> kozmetikteGül yetiştirme geleneğinin bir başka cephesi,ondan eczacılık, gıda <strong>ve</strong> kozmetik sanayiindekullanmaktır. Geleneksel yollarla elde edilengülsuyu, hiçbir yabancı madde içermez. Onungüzel kokusu yanında cildi ipeksi yumuşaklığakavuşturma özelliğini keşfeden atalarımız içingülsuyu, vazgeçilmez bir kozmetik üründür.Onun saklandığı madeni kabı bile “gülabdan”gibi insanın içini ısıtan bir kelimeyle adlandırmışız.Gülsuyundan şerbet yapımı hatta lokum,dondurma gibi gıda maddelerinde kullanımı daGülsuyunun daha damıtılmış hâli olan gülyağıise çok makbul bir aroma, çok özel bir kozmetiküründür. Nevres-i Cedit,Senden bilirim yok bana bir fâide ey gülGülyağını eller sürünür çatlasa bülbülEtsem de abestir sitem-i hâre tahammülGülyağını eller sürünür çatlasa bülbülşarkısında gülyağını, bülbül (âşık) için erişilmekistenen nesne <strong>ve</strong>ya durum yerine koyar.Fakat şair, <strong>ve</strong>fasızlık temasını anlatmak istediğiiçin bülbül ağzıyla güle sitem eder.II. Somut kültür ürünlerinde motif olarakDiğeri gülün somut kültür ürünlerindeki görünümüdür.Mimari bir yapıda, ahşap, madenî<strong>ve</strong>ya kumaştan yapılma bir eşyada gül motifininkullanılması bu türdendir.“Gül”ün malum çiçeği bildirmesi <strong>ve</strong> mecazensevgiliyi temsil etmesi yanında benzetmeyedayalı olarak bazı motiflerin de adıdır.Kur’an gülleriYazma Kur’an-ı Kerim’lerde “Aşır gülü”,“Cüz gülü”, “Hizip gülü”, “Secde gülü” diye,güle benzetilmiş motifler vardır.“Aşır <strong>ve</strong>ya Aşir”, cemaatle kılınan namazlardansonra <strong>ve</strong>ya manevi toplantılarda okunanayetlerdir ki anlamında dua vardır. “Aşır <strong>ve</strong>yaAşir gülü” ise bu tür ayetleri göstermek üzerekoyulan bir motiftir. “Cüz gülü” Kur’an’ın otu-43mart-nisan-mayıs2013


za bölündüğünde ilgili yerlere çizilir.“Hizip gülü” ise cüz’ün dörttebirini gösterir. “Secde gülü”,secde ayeti okunduğunadair uyarı levhasıdır. Bumotiflerin belli bir şeklivardır ki KubbealtıLugatı’nda[4] şöyle izahedilmektedir:“Yazma Kur’an-ı Kerim’lerdegereken yerlerdeyapılan oval <strong>ve</strong>ya daireşeklinde etrafı çiçekli <strong>ve</strong>tezhipli, ortasında bildirilmekistenen hususa ait yazılacakyazı için boşluk bulunansüsleme motifi.”Gülçe / gülbezekGülün gelenekteki bir başka yansıması daahşap <strong>ve</strong> mermer zeminlerdeki süslemelerdir kibunlara olağanüstü bir dil zevkiyle “gülçe” <strong>ve</strong>ya“gülbezek” denmiştir. Gül şeklinde bu tezyinîmotifler hakkında, büyük sanat tarihçisi CelalEsat Arse<strong>ve</strong>n, şu bilgileri <strong>ve</strong>riyor:“Bunlar tavan göklerinde <strong>ve</strong> ekseriya mermertaşlar <strong>ve</strong> kemer tablaları üzerine kabartma olarakyapılır. Ortada yapılanlara göbek gülü denir.Bunlara gülçe <strong>ve</strong> gülbezek de tabir olunur. Fr. Rosace.”“Kapılarda tokmağın geçmesine mahsus ortasındabir delik bulunan yuvarlak pul şeklinde<strong>ve</strong> ekseriya süslü madenî <strong>ve</strong>ya tahta levha”lara ise“ağızlık gülü” <strong>ve</strong>ya “pul” dendiğini öğreniyoruz.[5]“Gülçe” <strong>ve</strong>ya “gülbezek” hakkında küçücükfarklarla bir açıklama da şu:“Daire içine resmedilmiş tezyinî yapraklardanibaret olup tavan göbeklerinde, kubbelerin4. İlhan Ay<strong>ve</strong>rdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, KubbealtıYay., 2. Basım (Milliyet gazetesi Yay.), 2011, s. 443(Bu mükemmel sözlük, İlhan Ay<strong>ve</strong>rdi önderliğinde,otuz kişilik bilim <strong>ve</strong> sanat gönüllüsünün kutsalemekleriyle hazırlanmıştır).5. Celal Esat Arse<strong>ve</strong>n, Sanat Ansiklopedisi, 2. C., 3.basım, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1965, s. 664.ortasında <strong>ve</strong> bazı satıhların tezyinindekullanılır. Ciltlerin kablarına,madenî kalıplarla basılanyuvarlak tezyinat. Bunlarınşualı olanlarına şemse tabirolunur.”[6]Gülden mıhTürkçe, güle, bülbüldendaha âşıktır. Öylesineâşıktır ki “mıh”ı bilegülle bezemiş, kabartmabir çivi başı gibi gül şeklindeyapılan süslemeye,kabaraya “gülmıh” demiştir.Mimarî yapıları süsleyen birbaşka motife “gülpencere” denmeside çok yüksek bir dil zevkini gösterir.Gülün rengi, süsleme sanatlarına çeşitlirenkler de katmıştır. “Gül pembesi” <strong>ve</strong> “gül kurusu”,bilinen renklerdir. Ama ebru yapmaktakullanılan koyu kırmızı toprak boyaya “Gülbahar”dendiğini ancak konuyla yakından ilgilenenlerbilebilir.Demiri gülleştirmekKendileri için alem olmuş demir parçası biraleti güle benzeten tarikatlar vardır. Rıfaî tarikatındazikir sırasında yalanan avuç içi büyüklüğündedemir parçasına “gül” adı <strong>ve</strong>rilmiştir.Dervişler o demiri akkor hâline getirir, gülrengine sokar <strong>ve</strong> sonra zikir esnasında yalayıpkül rengine getirirler. Bazı tarikatlar ise tacın<strong>ve</strong>ya arakıyenin* tepesine dikilen yuvarlak parçaya,şeklinden dolayı gül derler <strong>ve</strong> Hazret-iPeygamber’in sevdiği, övdüğü çiçeği baş tacıedinmiş olurlar.6. Arse<strong>ve</strong>n, s. 665.*Arakiye: Arapça “ter” anlamındaki “arak”tan yapılmış birkelime. Dervişlerin başlarına giydikleri pamuk, tiftik<strong>ve</strong>ya yünden takke. Aynı maddelerden, dövülerek keçehaline getirilen kumaşa da “arakiye”denir. “Arak”ınArapçada “rakı” anlamı da vardır <strong>ve</strong> bazı şairler NecatîBey’in“Gonca lebi şarâb-ı ter, gül yanağı arak sunar”mısraında olduğu gibi bu tevriyeyi gülle birlikte ustacakullanmışlardır.44mart-nisan-mayıs2013


III. Dil <strong>ve</strong> edebiyattaki yansımasıGülün gelenekteki üçüncü <strong>ve</strong> en yaygıncephesi ise dil <strong>ve</strong> edebiyattaki yansımasıdır. Adkoymadan tutun da atasözü <strong>ve</strong> deyimlerimizide güllerle süslemişiz. Edebiyattan -bilhassaşiirden- gülü çıkardığınızda estetik değerlerdenpek çok taviz <strong>ve</strong>rmiş olursunuz.Çocuklarımıza gülden adÇocuklarımıza ad koyma geleneğinde degülün, ancak kitap hacminde eserle anlatılabilecekönemli bir yeri vardır. Gülün daha çokkızlarımıza yakıştığı muhakkaktır ama Türkçemiz,erkekleri de gülden mahrum kılmayacakkadar cömert davranmıştır. Türk’ün Avrupaiçlerindeki temsilcisi, Macaristan’da Gül BabaTürbesi’dir. Gül Baba oraları fethe gitmiş birBektaşi dervişidir <strong>ve</strong> adını unutturan lakabını,yanında daima gül taşımasından almıştır. Belkiyurdu dağıtılıp talan edilen Ahıska TürklüğününAhıska gül idi gittiBir ehl-i dil idi gittiSöyleyin Sultan Mahmud’aİstanbul kilidi gittidiye feryad ü figan eden sesi Gül Ali Baba daböyle biri idi. İstanbul’un yani başkentin, memleketinkalbinin kilidi saydığı serhat şehrini“gül”e benzetmek… Hatta her şeyi ile Türk’üneseri olarak kurulan şehre isim olarak gülü seçmiş“Gülşehri” demişiz. Orada yetişen bir Türkçeüstadı da mahlas seçerken aynı hassasiyetledavranmış “Gülşehrî” adını takınmış.Ve sonra mecazi değil doğrudan gül aşkıylademiş kiKim benim işim gülistanda biterNevbahar ü bağ u bostanda biterHer gülü kim kendime yar eyledimHer gece vasfını tekrar eyledimHergün şimiz bizim gulguldürürSevdiğimiz dünyada bir güldürürHassa şimdi taze Gülşehri gülüKim getürmez göze esrü sünbülü“Gülbeyi” <strong>ve</strong> “Gülağa” isimleri, kendilerindendaha güzel bir ifadeyle tarif edilemeyecekbir güzelliğe sahiptirler.Eski Türkçenin Kültigin’ini gülle donatmışGültekin yapmışız.Ad koyma geleneğimizde kızlarımıza <strong>ve</strong>rdiğimiznice isim, onların güzelliğine güzellikkatar. Sadece bir kızı olan anne-baba için kızıya Birgül ya Tekgül’dür. İlk kız için İlkgül çokuygundur. Sonuncu olacağı tahmini, akla hemenSongül’ü getirir ki bu isimlendirme, oebe<strong>ve</strong>ynin bütün çocuklarını güle benzettiğinide anlatır. Akgül, Bağdagül, Gülbahar, Gülbeden,Gülberg, Gülbiz (gül eleyen, gül serpen),Gülbû (gül kokulu), Gülbuse (öpüşü gül gibiolan), Gülbün (gül fidanı), Gülcemal (gül güzelliğinde),Gülçehre (gül yüzlü), Gülçin (güldevşiren), Güldehen (gül dudaklı), Gülbeste,Güldeste, Gülefşan/Gülfeşan (gül saçan), Gülendam(gül bedenli), Gülfem (gül ağızlı), Gülgonca,Gülgun (gül renkli), Gülistan, Gülnihal(gül fidanı), Gülnikap / Gülpuş (yüzü gülleörtülü, pembe yüzlü), Gülrenk, Gülriz (gül saçan),Gülru (gül yüzlü), Gülşah (gül dalı), Gülruh/Gülruhsar(gül yanaklı), Gülseher, Gülşen,Gülten, Gülzar, <strong>ve</strong> daha pek çok kız ismi hepgülle ilgili bir mecaz taşır.Gül yanaklı kızlarımıza <strong>ve</strong>rdiğimiz Gülizaradı, aynı zamanda Türk musikisinde Karcığar<strong>ve</strong> Hüseyni makamlarından oluşan karma birmakamı da ifade eder. Sultan III. Selim’in icadıolan Lâlegül makamı da musiki geleneğimizebaşka bir gül güzelliği katmıştır.Tasavvuf edebiyatının akla gelen ilk isimlerindenİbrahim Gülşenî’nin Hal<strong>ve</strong>tî kolu olarakkurduğu tarikata “Gülşeniye” demesi, gülden ilhamalan bir medeniyetin <strong>ve</strong> gül ilhamları <strong>ve</strong>renbir dinin geleneğini yansıtır. 17. yüzyıl şairi KulNesimi aynı ilhamla45mart-nisan-mayıs2013


Gül alırlar gül satarlarGülden terazi tutarlarGülü gül ile tartarlarÇarşı pazarı güldür güldemişti.Edebiyatın çiçeği,çiçek edebiyatıEdebiyatın çiçeği,çiçek edebiyatıdır. Amaonun da tacı gül istiaresiylesöylenmiş şiirlerdir.Bu arada, bir tema<strong>ve</strong>ya konu etrafındayapılan seçkilere “güldeste”adının <strong>ve</strong>rildiğinihatırlayalım. Sadece Divan şairlerinden herbiri için tek beyitlik yer ayrılsa, ortaya kocamanbir güldeste çıkar. Bunlar içinde “gül” redifiyleyani baştan sona gül sevdasıyla söylenmiş olanlarvardır. Bunlar arasında, zamana yenik düşmeden,altı asır öncesinden bugüne gelen hattagünümüzde eski şiirin rüzgârıyla yazılmış intibaıuyandıran nice dil abideleri vardır.Dost bâğından belâlı bülbüle bir gül yeterGözlerim kan ağlasın tek yüzüme bir gül yeterGerçi söz bâğında çok nevruz olur güller biterBir gülistandan nişan <strong>ve</strong>rmeye birkaç gül yeterkıtasının altına Ahmet Paşa imzasını koymazsakbunun 15. asırdan kalma bir şiir olduğunu kaçkişi tahmin edebilir. Bu şiirde, (yazının başındatemas edildiği üzere) Türkçenin iki gülü birarada, birbirine çok yakışmış hâlde, hal<strong>ve</strong>ttedir.Germiyanoğlu Şeyhî de aynı cinas fırsatıyla,aynı şiir zevkine günümüzde bile örnek gösterilebilecekbeyitler yazmıştır:Gerçi güler lutf ile gülşende gülYarsız ol hâr ola gülşen degül(…)Şeyhî’ye gülsen nola ey müddeiÂşıka her kişi güler sen de gülGül, eski edebiyatımızkadar yeni edebiyatımızında her alanınabolca serpilmiştir.Örnek <strong>ve</strong>rmek yerineadında “gül”ü taşıyanyüzlerce kitap adındanbirkaçını hatırlamakyeterlidir: Haristan <strong>ve</strong>Gülistan (MüftüoğluAhmet Hikmet), Gülistanlar-Harabeler(HalitFahri Ozansoy), Gül Attılar(H. Cengiz Alpay),Gül Muştusu (Sezai Karakoç),Gül <strong>ve</strong> Lâle Bahçelerinde(Yahya SaimOzanoğlu), Gül Yağmuru (Sadık Erdoğan), GülYaktı Dudağını (Kemal Kaplancalı), Gümüş Tül<strong>ve</strong> Alevler (Ali Ulvi Kurucu), Gül Yarası (AdemSönmez), Gülname (Beşir Ayvazoğlu), Gül YetiştirenAdam (Rasim Özdenören) vb.Hiç düşündünüz mü Türkçenin güle buaşkı neden? Çünkü Hazret-i Peygamber onu,“seyyidü’l-ezhârü’l-Cennet” (Cennet çiçeklerininulusu) diye vasfetmiştir.Gülün, bülbül dili Türkçeden güzelliğiniesirgemediğine daha pek çok şahit vardır. Türkçedenbaşka hangi dil, yemek yerken çeneye,sakal <strong>ve</strong>ya bıyığa bir şeyin bulaşmasını “güldalına bülbül konmuş!” latifesiyle söyleyebilir?Rüzgârın yönünü gösteren aleti “rüzgârgülü”yapan dil, ancak sanatkâr bir milletin dili olabilir.Türkçe, pek beğendiği bir şeyi, “gül gibi”diyerek ifade eder: Gül gibi çocuk… İki insanınbirbiriyle çok iyi anlaşmasını “gül gibi geçinme”benzetmesiyle dile getirir. Kıt imkânları yerindekullanarak rahat <strong>ve</strong> huzur içinde olmayı, yalnızca,güle âşık olan bir dil “gül gibi geçinip gitmek”şeklinde söyler.Anlaşılıyor ki güle gerçek âşık Türkçedir,bülbülün ancak adı var.■46mart-nisan-mayıs2013


Gelenek: Derin akışKÖKSAL ALVERGeleneğin muhafazakârlığı öz, ilke, doğru, hakikatedönüktür. Takdir edilmelidir ki, muhafaza olmadan değişmemümkün değildir. Muhafaza bütün bir hayat şekilleriaçısından hayatidir, kaçınılmazdır.Gelenek, toplumun hayat ekseni <strong>ve</strong> yönlevhasıdır. Temeldir, harçtır, tutamaktır.Bütün toplumu <strong>ve</strong> insanı bir aradatutan el, onların arasına ince ince yerleşen harç,onları kavileştiren bir temel… Buralarda üretilen,anlamlandırılan, izah edilen <strong>ve</strong> hayata salınan kodlar,şifreler, diller, söylemler, hissiyatlar, zihniyetler,bakışlar, düşünüşler ortamıdır gelenek. Bu kodların,şifrelerin, dillerin okunmasını, okunup hayatageçirilmesini hazırlayan bir ortam… Bir hayat tarzı,bir hayat ekseni…Gelenek, kaynaktır, o kaynağın kültüre yani hayatadamga vurması eylemidir. Gelenek köktür, okökün ağacı <strong>ve</strong> dalları var eden <strong>ve</strong> kendinden kılanbir kök. Kaynak <strong>ve</strong> kök ise sözdür, ilkedir, anayapı <strong>ve</strong> ana aktörlerdir. Bundan olsa gerek, gelenek,bir yerden gelip bir yere gitme hâdisesidir. İnsanındünya üzerindeki yolculuğunun, kaderinin, alın yazısınınsomutlaşmasıdır. İnsanın gelişiyle insanlığınoluşumu, dönüşümü, varlığı gibi gelenek de sözün<strong>ve</strong> aktörün gelişiyle başlayan <strong>ve</strong> bir akışa, derin birakışa bürünen ameliyedir. Gele gele, elden ele kurulanbir yapı. Gelişlerin, gidişlerin, gelenlerin <strong>ve</strong>gidenlerin el ele, gönül gönüle kurdukları dinamikbir yapı. Elden ele ulaşan nice bilgi, görgü, uygulama,belge. Bunların bir hayata işlerlik kazandırması,bir hayatla mücehhez olması. Bir akış; sürekli akış,sürekli yenilenen yapı. Belli başlı ilke, temel, ideal,tasavvur, bakış, kavrayış muvacehesinde yenilenen,tazelenen dinamik bir süreç.Gelenek, geçmişten bugüne akan bir hayat pınarıdır;bir deneyim, tecrübe, bilgi, görgü, hissehazinesidir. Hayat denenen, sınanan, doğrulanan,yanlışlanan onca şeyin adıdır. Bir hayat damarıdır,hayatın ortalama nasıl akacağını gösteren bir aynadırgelenek. Her gelene gösterilen bir ayna, her geleninayaklarını basıp ilerleyeceği bir zemin, bir vasat.Gelenek yeni nesillerin büyük bir gü<strong>ve</strong>n içinde yürüdükleriyoldur; gelenek etkin bir yol inşa etmedir,yol yordam belirleme, yürüyüşü, bakışı, duyuşu ovasatta sağlama girişimidir.Gelenek bir oluştur, oluş hâlidir <strong>ve</strong> var oluştur;yani bir kurgu, bir monte değildir. Var olma biçimidir<strong>ve</strong> o var olmayı sürekli hâle getirme isteği,cesareti <strong>ve</strong> arzusudur. Dolayısıyla bir yenilenme,tazelenme, yenide <strong>ve</strong> tazede kalma mücadelesidir.Isrardır gelenek, bırakmama, terk etmeme, geridönmeme inancıdır. Bu bakımdan hayatı ıskalamakistemez gelenek, hayatı yorumlar, hayata tutunur,hayatla var olur. Hayatın getirdiklerinden kendisine47mart-nisan-mayıs2013


derman bulmaya çalışır, kendisini hayatın kollarındadonatır. Hayatı ıskalayan, hayatın bütün getirdikleriniiten gelenek ölür. Gelenek, zamanı, koşulları,yenilikleri, var olanları kendince yorumlamabecerisidir; eğer bu beceri inkâra hapsolursa gelenekyenilenemez, tazelenemez <strong>ve</strong> hayata tutunamaz. Yaşayabilmebecerisini kaybeder. Oysa yaşam tam dabir yorumlama becerisine dayanır; ilkeler, esaslar,temeller, kaynaklar ekseninde olup biteni yorumlamaya,yorumlayarak yeni zamanlarda yaşamaya.Gelenek eskimiş değildir; eskiyen, ortadan kalkangelenekler olabilir elbette. Ama bir süreç olarakgelenek eskiden yeniye, dünden bugüne sürekli birakış hâlidir, dolayısıyla düne olduğu gibi bugüne<strong>ve</strong> yarına dairdir. Gelenek bugün <strong>ve</strong> yarındır. Bugün<strong>ve</strong> yarın, bugün <strong>ve</strong> yarın ilkesidir. Onu sadecegeçmişe hapsetmek, geçmişin karanlık dehlizlerinegömmek, kavramın ontolojisini olduğu kadar anlamınıda bilmemektir. Çünkü gelenek hep gelen,her çağda gelen, her çağı gelip dokuyan, gelip donatanbir kavrayıştır. Bu, bütün zamanlarda geçerlibir ilkedir. O bakımdan modernitenin kendisinikurmak <strong>ve</strong> tanımlamak amacıyla geleneği ötekileştirerekeskilere gönderme çabası anlamsızdır, gelenekleçatışması, gelenekle kendisini ayırması nasılanlamsızsa! Gelenek modern olanı da içerir, çünkügelenek yaşayandır, yeni olandır, var olandır.Gelenek dinamik bir yapıdır, durağan <strong>ve</strong> sabitdeğildir, ama sabiteleri vardır; her yaşam şeklininolduğu gibi. Bozulabilir, yenilenebilir, yenileşebilir,farklı yorumlamalara sahne olabilir, tek bir çizgiseldurumu yansıtmaz. Belki bu yüzden geleneklerşeklinde konuşmak daha doğru olabilir. Geleneğindinamizmi ilkelerden kaynaklanır, ilkelerin yenizamanlara ışık düşüren yorumlarından. Biçimler,tarzlar, söylemler, diller değişebilir elbette; amailke, doğru, hakikat, öz bellidir, aynıdır. Geleneğinmuhafazakârlığı öz, ilke, doğru, hakikate dönüktür.Takdir edilmelidir ki, muhafaza olmadan değişmemümkün değildir. Muhafaza bütün bir hayat şekilleriaçısından hayatidir, kaçınılmazdır. Bu yüzdengelenek hızlı, ani değişimlere şüpheyle yaklaşabilir,tedirgindir, korkuludur, elinden bir şeylerin kayıpgitmesinden endişe duyabilir. Kayıplar, yitikler kendibünyesinden kopup düşen parçalardır nihayetinde.Görüldüğü gibi gelenek köktür, kökendir <strong>ve</strong>kucaktır. Anne <strong>ve</strong> baba refleksidir; anne <strong>ve</strong> babanınkendi çocukları üzerine düşmesi, çocuklarının geleceğiniyani kendi geleceklerini düşünmesi eylemindeolduğu gibi gelenek de koruyucu, gözetici, sarıpsarmalayıcı bir hâl üzre var olur. Yabancılaştırıcımüdahalelere, öldürücü darbelere, ayartıcı düşüncelerekarşı hiç de hoşgörülü davranamaz. Bunlarakarşı gayet şedit, inkâr edici, mücadeleci <strong>ve</strong> asabiolabilir.Ama bununla birlikte geleneğin esasta hoşgörülü,esnek, onarıcı olduğunu varsayıyorum. Kendiyapısı içinde olup biten şeylere karşı bir mesafedenbakan, onları kendince yorumlayan, zararı<strong>ve</strong> faydayı hesap eden, bunlara göre davranan birkavrayıştır gelenek. Biraz seyreden, biraz bekleyen,biraz süre tanıyan babacan bir tavırdır. Öyle midir?Zihnimizdeki gelenek, hele gelenekçi imgesi hiçde öyle değildir oysa! Her şeye karışan, müdahaleeden, hâlden anlamayan, günü kavrayamayan,kaba, softa, yobaz, geri kafalı değil midir? Büyükihtimalle imge böyledir, hemen her zihinde, hemenher yerde. Ama gerçek bu mudur acaba, gelenek bumudur? Gelenek, kendi asli mecrasında yürümeyiesas alır, ancak yürürken yalpalamak, sağa soladevrilmek, toza toprağa bulaşmak, çukura düşmek,gözü kaymak, gönlü akmak, şaşırmak, tökezlemek,bunalmak, kafa karıştırmak, suyu bulandırmak gibiistenmeyen hâlleri bir şekilde o ana yörüngeye dâhiledebilme siyaseti değil midir? Gelenek böylesi birsiyasi esneklik, engin bakış, hoşgörülü davranıştanuzak mıdır? Eğer gelenek, dünden bugüne geleni,bugünden yarına gideni var kılma siyaseti ise, geleneğinkeskin, köşeli, reddiyeci, tekfir edici, yokedici, silici, öldürücü bir bakışla hareket etmemesigerekir. O bir inşa <strong>ve</strong> sürekli inşa ise, toparlayıcı,temellendirici, yönlendirici bir eda kuşanmalı <strong>ve</strong> buedaya yakışan bakışlarla insana yaklaşmalıdır.Gelenek derin akıştır, esaslar üzerinden hayatıçekip çevirmeyi, hayatı donatmayı, sürekliliği, varolabilmeyi amaçlar. Böylesi zor bahislerin üstesindengelmek, engin bakışı, yüce gönüllülüğü, kuşatıcıtavrı gerektirmez mi? Gelenek böyledir; derinakış, derin işleyiştir. Toplumu <strong>ve</strong> insanı bir akış etrafındabuluşturan etkili <strong>ve</strong> güçlü bir akımdır. Birmıknatıstır; insanı tutan, toplumu bırakmayan güçlübir mıknatıs. ■48mart-nisan-mayıs2013


Hayat, büyük devrimci...CENGİZ AYDOĞDU“Zihinlerimizdeki doğu gelenekleri, Avrupa’nın bize öğrettikleridir.”Cemil Meriç“Müstağni kalamayacağımız, vaz’-ı cedidden ziyade, keşf-i kadîmdir.”Ahmed Naim“Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle İslam medeniyetinde kadim olan İslam öncesi, cedidolan İslamî dönemdir. O açıdan İbn Nedim, el-Fihrist adlı eserinde İslam ulemasınınbir kısmına muhdesûn adını <strong>ve</strong>rir yani modernler. Öyleyse soru şudur: Osmanlı ulemasıne zaman kendi bilgi çerçe<strong>ve</strong>sine kadim olarak bakmaya başladı?”İhsan FazlıoğluHayat devam eder; koptu, değişti, yenileşti,başkalaştı dediğimiz zamanlardada devam eder. Hayatiyetinisürdürdüğü müddetçe hayatın en mühim göstergesidevam etmesidir. Bu basit gerçek, canlılığınıdevam ettiren her “şey” için geçerlidir; biyolojikhayat için de sosyal hayat için de; hemde “devam” mefhumunun bütün anlamları ilegeçerlidir. Hayatta hiçbir zaman mutlak manadadeğişimden, dönüşümden <strong>ve</strong>ya başkalaşımdansöz edilemez; bu ifadeler, izafidir; itibaridir; dahaçok bir şeyi, devam eden bir şeyi, sonuçları bakımındanizah edebilmek, ortaya çıkan farklılıklarıgösterebilmek içindir. Değiştiği, dönüştüğü<strong>ve</strong>ya başkalaştığı varsayılan şey, aslında her neyseodur <strong>ve</strong> değişerek kendisi kalmaya devam etmektedir.Bu itibarla, her değişim, her dönüşüm“orijinal”dir; tekrarlanamaz <strong>ve</strong> teşmil edilemez.Değişen <strong>ve</strong> dönüşen her ne ise bir önceki olduğu“şey”in değişimi <strong>ve</strong>ya dönüşümüdür. Başka birşeye dönüşmüş gibi görünse bile o, bir öncekihâlin devamı olmaya devam edecek; bir öncekihâlin özelliklerini üzerinde taşıyacaktır. Çünküyaşadığı değişim, kendi değişimidir; o, değişimerağmen yine kendisidir; değişmiş hâliyle kendisidir.Mutlak bir kopuş hiçbir zaman mümkündeğildir. Bu itibarla aslolan devamdır.Toplumsal hayat söz konusu olduğunda isedevam fikrinin <strong>ve</strong> bu fikrin hayata yansımasınıntoplumsal olan her şeyin özü olduğunu görürüz.Devam fikrinin toplumsal hayata yansıması önceliklezihinlerde cereyan eder, zihniyete yansır.Zaten zihniyet, mahiyeti itibariyle devam demektir.Bir şey, kalıcı izler bırakarak yaşamaya devamedebiliyorsa ancak, zihniyette yer bulabilir. Çünküzihniyet, “hayatiyet <strong>ve</strong> devam”dan ibarettir.Kaldı ki, pek çok şey, o devamın içindedir; din,devlet, medeniyet, kültür, irfan... hepsi, aslında odevamın içindedir.İnkılap, ihtilal, devrim, dönüşüm, değişim,Rönesans, reform, aydınlanma, küreselleşme...adına ne dersek diyelim bunların hepsi, hayatınakışı içerisinde aslında neticeleri itibariyle o devamatabi, tarihin hararetinin yükseldiği ân’lardır.49mart-nisan-mayıs2013


Muhafazakârlık da modern bir şeydir; modernlikten rahatsızolmak <strong>ve</strong> yeni’ye itiraz etmektir. Bu itibarla modernlikarttıkça muhafazakârlık da artar. Bu iki tavır, yani modernlik<strong>ve</strong> muhafazakârlık, aslında birbirini hazırlayan <strong>ve</strong> besleyensüreçlerle iç içedir.Hatta bu dönemler, süreklilik üzerine en çok düşünülentarihî “tespit ânları”dır. Bu itibarla, bütünbu değişimlere rağmen hayatiyetini koruyano “devam”ı tam anlamadan, değişimi abarttığınızzaman ortaya bir yığın “konjonktürel” meseleçıkar. Hayat, o meseleleri kendi mantığı ile <strong>ve</strong>tedricen halleder ama tarihe takaddüm edeceğinizannedip, tarihin motorunu döndürdüğüne inananfevrilikler <strong>ve</strong> acelecilikler insanlığa pahalıyamal olur; olmuştur da.İnsanlık, bu fevriliklerin bedelini ödeyerektarihin devam çizgisinde yol alır. Devrim <strong>ve</strong> değişimgibi görünen “an”lık hâller, zamanla görülür<strong>ve</strong> anlaşılır ki, toplumun yeniliklere <strong>ve</strong>rdiğiaksülamel <strong>ve</strong> tepkilerden başka bir şey değildir.Ne var ki, bu zamana bağlı olan tepkilerin, geçicideğil de, kalıcı <strong>ve</strong> gerçekten kopuş <strong>ve</strong>ya devrimolduğunun üzerinde ısrar, büyük toplumsalsıkıntılara yol açar. Çünkü mevcudun devam<strong>ve</strong> hayatiyetinden hakikaten kopulmuş gibi davranılmasıancak “zor”la mümkündür. Gerçi bu“zor”un kendini devrim olarak takdimi, zamanzaman başarılı olmuş gibi de görünebilir. Nevar ki toplumsal hayat, bir müddet sonra tarihîdevam çizgisine avdet eder. Devrim <strong>ve</strong>ya dönüşümgeçirdiği var sayılan her ülkede bu böyledir.(Mesela Rusya, 1917 Ekim Devrimi’ne <strong>ve</strong>aradan onca zaman geçmesine rağmen, BüyükPetro’nun Rusya’sı olmaya avdet etmiş <strong>ve</strong> yolunatarihî seyrinde devam etmektedir.)Devrime uğrayan her ülke, makul bir müddetsonra, yeniden devrim öncesi hâlinin devamıolarak yoluna yani kendisi kalmaya devam eder.Bu iki tarihî kırılma “ân”ı arasında çektiği acılarıda bir şekilde makulleştirip toplumsal hafızadakendince uygun bir yere yerleştirir. O acılarıunutabilir; ya da karşılığında çok kıymetli şeylerelde edilen mukaddes azaplar olarak çekilen oacıları, e<strong>ve</strong>t, “takdis” eder. O toplumsal acılardanbir “retorik” üretir. Ne var ki bu retorik, devamekseninde <strong>ve</strong> geleneğin lügati ile olur. Yanidevrim dahi kendi meşruiyetini inşa edebilmekiçin devamın lügatine <strong>ve</strong> duygusal hazinesinemuhtaçtır. Çünkü muhatap alınan toplum, yanitemelde insan, öyle akşamdan sabaha değişen birşey değildir ki. Kaldı ki, bizatihi insan bir sürekliliktir;doğmuştur, ölecektir ama yok olmayacak,ebediyen yaşayacaktır. Hatta asıl devam eden,insandır. Ve her insan, “başlangıç” tan bu yana,fıtratına nakşedilen izleri taşır. Tarihin asıl özneside insanın bu tarafıdır; tabiatıyla devrimler deinsanın o tarafından neşet eder. Hülâsa süreklilikasıl, değişimler sahne dekorudur.Tarihe baktığımızda devrim, değişim, dönüşümgibi kavramların, bir “değer” atfedilerekideolojik bir maksada matuf, bir kasdımahsusaile yüceltildikleri devir, aydınlanma <strong>ve</strong> akabindemodernleşme zamanlarıdır. Bu tarihten öncede insanlık büyük dönüşümlere, hem de tesirlerihâlâ devam eden doğuşlara sahne olmuş ancak budönüşümlerden ideolojik bir söylem inşa etmekfikri, hiç kimsenin aklına gelmemiştir. Zamanı<strong>ve</strong> yaşanan hayatı ideolojik bir saikle yenidenkurgulamak <strong>ve</strong> bir “propaganda” <strong>ve</strong> ikna malzemesiolarak kullanmak, aydınlanma sonrasındarastladığımız bir şeydir.Aydınlanma sonrası, değişim <strong>ve</strong> yeniliği âdetakutsadı. Kutsamakla kalmadı çok normal <strong>ve</strong> kaçınılmaz,tabii bir hâl olarak takdim etti. Toplumu,“eski” denilen hayattan kesin olarak koparan<strong>ve</strong> âdeta zorunlu olarak yeninin şartları içine atanbir süreç, sanki güneşin doğması kadar tabii birolaymış gibi kabul ettirilmek istendi. “Yeni”, itirazsızkabul edildiği gibi eski de şartsız kayıtsızterk edilebilir <strong>ve</strong> bu dönüşüm ihtilal, inkılap,devrim, dönüşüm gibi ifadelerle takdis edilebilirzannedildi. Daha sonra da bu süreç, aydınlanma,modernleşme gibi vasıflarla iyice yüceltilirse me-50mart-nisan-mayıs2013


sele kalmaz zehabı doğdu.Aydınlanma <strong>ve</strong>ya modernleşme denilen büyüktarihî hâdiseler, yakından bakıldığında görülecektirki, bu dönüşümler, asla mutlak anlamıylayeni bir dünyaya geçmek anlamına gelmez,gelemez. Bu dönüşümlerin gerçek anlamı, belki,devam eden hayatın içinde, “yeni” denilen <strong>ve</strong>yadenilme ihtiyacı duyulan toplumsal tekliflerle <strong>ve</strong>bu tekliflerin ortaya çıkarabileceği “yeni” şartlarla,nesilden nesile insanlığın birbirine intikalettirdiği değerleri telif ederek hayatta kalmaktanibarettir. Hayatta kalmak zaten başlı başına birdevrim <strong>ve</strong> dönüşümdür. Çünkü hayatiyeti sürdürmek,toplumsal bünyeye katılan yenilikleri dehazmedebilmektir.Ne kadar inkâr etmeye gayret ederseniz ediniz,mevcut toplumsal değerleri bıçakla kesergibi keserek birden bırakamazsınız. Yeni değerleribenimsemekle yeni <strong>ve</strong> bambaşka bir dünyayageçtiğinizi iddia <strong>ve</strong> eskiyi inkârda ısrar ile sadecegülünç olursunuz. Aslında sadece gülünç deolmaz, bu iddiayı hayata geçirmek istediğinizde,çok büyük toplumsal kıyımlara <strong>ve</strong> insani dramlarasebep olursunuz ki devrimlerin kanlı bilançosununen önemli izah kalemi bu anlamsız tavırdagizlidir. Bu tür keskin dönüşümler <strong>ve</strong> kesin(!)toplumsal kopuşlar toplumsal hayatın <strong>ve</strong> tarihinmantığına aykırıdır. Zira toplum dediğimiz şey,ilmiyle, irfanıyla, kültürüyle <strong>ve</strong> medeniyetiyle,yapımı biten bir binaya değil, belki daha çok,kontrolü elimizde olmayan ama bazen yönlendirebileceğimizkanunlara tabi, kendi tabii hâliiçinde gelişmesini sürdüren bir ağaca benzer. Buitibarla toplumsal hayatta başarı, hayatta kalmakla<strong>ve</strong> hayatın devamını sağlayan intibak kabiliyetiyleölçülür. Toplumsal hayata sonradan dâhilolan her “yeni” unsur ile hâlihazırda mevcut olanarasında, yeninin zuhuru <strong>ve</strong> hayata intikali esnasındabir gerilim her zaman olabilir. Bu gerilim,“yeni” ile tarihî birikim arasında da cereyan eder.Tarihî birikimin geleneğin kapsamına girenkısmı ise, tamamen ayrı bir bahistir. “Gelenek”,yani “an’ane” <strong>ve</strong>ya Frenkçe tabirle tradition, nakletmeile ilgilidir. Bu ilgi, bilginin, uygulamanın,tekniğin, hukukun, toplumsal normların, sözlü<strong>ve</strong> yazılı birçok kıymet <strong>ve</strong> değerin intikalini ihtivaeder. Latincede, Hristiyanlıkta bir doktrininesilden nesile nakletme anlamında kullanılantradition, sözlük anlamı ile bir bütünlük gösterirken,modern dünyaya yansıdığı anlamla sınırlamakmümkün değildir.Bugün kullanılan şekliyle gelenek, tamamen“modern” bir vakıadır. Tıpkı, radyo, televizyon,Internet <strong>ve</strong>ya liberalizm gibi… Toplumsal hayatiçinde oldukça tabii bir hâl olarak hayatiyetinisürdüren birtakım irfanî <strong>ve</strong> kültürel unsurlaraideolojik bir işlev yüklemeye başladığınız anda işkarışır; tabii şeyler modernleşir yani mamul hâlegelir. Böylece oldukça normal <strong>ve</strong> tabii olan “şeyler”gelenekselleşir <strong>ve</strong> toplumsal hayatın normalakışı içerisinden çıkıp farklı <strong>ve</strong> ideolojik bir yereoturur. Bu ideolojik yerde <strong>ve</strong> bu ideolojik bakışaçısı ile gelenek diye tespit edilen “şeyleri” devamettirmek yanlış olduğu gibi terk etmek deyanlıştır. Önemli olan hayatın devamını sağlayabilmektir.Hayata giren yeni, yeni vasfını <strong>ve</strong> yeniözelliklerini koruyarak devamı sağlayacak tarzdaeskiye ila<strong>ve</strong> edilebilirse mesele tamamdır.Öte yandan geleneğe <strong>ve</strong> birikime dayanarakdüşünmek bir “ehillik” gerektirir. Yeniliğin kabulüiçin ise cehaleti kâfidir. Tabii arzulanan şey,o ehillikle birlikte yeniliğin kabulü <strong>ve</strong> devamıniçine yerleştirilebilmesidir. Duyuşta, düşünüş <strong>ve</strong>eylemelerde «yenilik», birikmiş olan karşısındaözerkleşir. Yeninin birikimden bağımsızlaşmasıda bir başka ahlak, mesela kahramanlık ya da özgürlükahlakı açısından saygıdeğerdir.Muhafazakârlık da modern bir şeydir; modernliktenrahatsız olmak <strong>ve</strong> yeni’ye itiraz etmektir.Bu itibarla modernlik arttıkça muhafazakârlıkda artar. Bu iki tavır, yani modernlik <strong>ve</strong>muhafazakârlık, aslında birbirini hazırlayan <strong>ve</strong>besleyen süreçlerle iç içedir. Modernleşirken bazımuhafazakâr değerleri kullanırsınız <strong>ve</strong> modernleşmeyibu değerlerin meşruiyeti yardımıyla kitlelerebenimsetirsiniz. Bir başka söyleyişle yeniylegeleneği birleştirirsiniz.Öte yandan fikir <strong>ve</strong> düşünce söz konusu olduğundaise geleneksellik <strong>ve</strong>ya devam diye birşey yoktur; sadece doğru düşünmek diye bir şeyvardır. Doğru düşündüğünde geleneksel olursun,devama riayet edersin; çünkü hakikate intisapedersin. Bu anlamda hakikat, devamı da geleneğide aşan bir <strong>ve</strong>çheye sahiptir. Çünkü “hakikat”,Hz. Âdem’den önce vardı; kıyametten sonra davar olmaya devam edecektir. ■51mart-nisan-mayıs2013


Gelenek <strong>ve</strong> küreselleşmeMUSTAFA SEVER**Doç.Dr., Gazi Ün. Güzel Sanatlar Fak. Öğretim Üyesi.Türkçe Sözlük’te (2005: 741) geleneğe;yaptırım gücü olan kültürel kalıntı,alışkanlık, bilgi, töre, anane;İslâm Ansiklopedisi’nde (1960:480) ise örf olarakanlam <strong>ve</strong>rilirken AnaBritannica’da gelenek<strong>ve</strong> göreneklerin bütünü töre olarak adlandırılmıştır.Şüphesiz gelenek sözü, pek çok anlamıiçermekte <strong>ve</strong>ya pek çok kavram yerine kullanılagelmektedir;ancak örf <strong>ve</strong>ya töre, gelenekle eşanlamlı değildir; çünkü örf de töre de anlam <strong>ve</strong>toplumsal yaptırım açısından gelenekten ayrı <strong>ve</strong>farklı kavramlardır. Örf, devletleşme sürecindetoplumsal hayatın hukuki temellerini belirleyenkurallar/yasalar bütünüdür. Bağlayıcılık <strong>ve</strong> yaptırımaçısından geleneğin üstündedir. Töre iseörfü, gelenekleri, ahlâkî kuralları vb. kapsayanbir anlamdadır <strong>ve</strong> toplumsal hayatın düzeninisağlayan bütün kurallar olarak tanımlanır. Törelertoplumun uymakta zorunlu olduğu kurallardır<strong>ve</strong> yaptırım gücü açısından toplumsalnormların en üstündedirler. Günümüzde bilekimi zaman yasaların yerini tutabilirler.Yaşanılan süreçte gelenek, geleneksel, gelenekçigibi kavramlara yüklenen anlamlar, söz-Ne harâbi ne harâbâtiyimKökü mâzide olan âtiyimYahya Kemallük <strong>ve</strong>ya ansiklopedilerde <strong>ve</strong>rilen gelenek tanımlarındakikimi kelimelerde de ima edildiği gibiolumsuzluk içermektedir. Söz gelimi “kültürelkalıntı” sözü eskiliği, güncel olmayanı, donmuşluğu,devrini tamamlamışlığı vb. ima ederbir sözdür <strong>ve</strong> geleneğin özelliklerini içermez. Buhususta Shils’in tespiti (2003-04: 102), oldukçayerindedir. Shils, geleneksel olarak değerlendirilenkurumlara, uygulama <strong>ve</strong> inançlara bağlıolanların “gericiler” <strong>ve</strong>ya “muhafazakârlar”olarak adlandırıldıklarını, bu gericiler <strong>ve</strong>yamuhafazakârların soldan sağa doğru bir çizgidesağa yerleştirildiklerini belirtir. Geleneğinanlamı düşünüldüğünde, gerici sözü bir yana,muhafazakârlığın söz konusu olduğu bir gerçektir;zira gelenek geçmişten, yaşanan zamanakorunarak, muhafaza edilerek gelmiştir.Ancak, burada çizginin sağındakilerin davranışşekli olarak muhafazakârlıktan kast edilentutuculuktur, ki bu tutum, sağ görüşlülerdensol görüşlülere <strong>ve</strong>ya en gericiden en liberalekadar herkeste görülebilecek bir davranış şeklidir.Muhafazakârlık ise, tedrici olarak değişimdenyana olan, toplumun birikiminin, varolan değerlerinin korunmasını öngören, ancakbu korunmayla birlikte bu değerlerin güncele52mart-nisan-mayıs2013


taşınmasını, güncel durumlara uygulanmasınıöneren bir tavır <strong>ve</strong> tutumdur. Bu açıdanbakıldığında, herkes muhafazakârlaşabilir.Yani sadece sağ görüşlüler değil, herkes gelenektaraftarı olabilir <strong>ve</strong>ya her kesimin kendisinegöre geleneği vardır. Bu açıdan bakılınca herkesimin sahiplendiği bir kültürel bütünlükiçinde bilgi, görgü, davranış geleneklerininolması oldukça olağandır <strong>ve</strong> bu bilgi, görgü,davranış gelenekleri muhafaza edilmek istenir.Çünkü gelenek sadece geçmişi değil, yaşanılananı/şimdiyi <strong>ve</strong> geleceği de içerir. Gericilik ise,geçmişte yaşamak, gelişmeye, ilerlemeye karşıolmaktır. Burada gericilikle daha çok “gelenekçi”<strong>ve</strong>ya “gelenekçilik”in ima edildiğini söyleyebiliriz.Çünkü gelenekçilik, geleneğe körü körünebağlanılması, geleneğin değişir, dönüşür olduğununyadsınmasıdır. Oysa gelenek, değişir,dönüşür, güncele uygun hâle gelebilir, yok eğergüncele cevap <strong>ve</strong>remez duruma gelirse, toplumsalhayattan çekilir. Çünkü gelenek canlıdır;yaşarlılığı, canlılığı bu değişim, dönüşüm becerisinebağlıdır. Geçmişe özlem duyma, geçmişikutsama, geçmişi kusursuz kabul etme, sadeceolumlu özellikleriyle hatırlama, kısacası geçmişiideal görme şeklindeki geleneğe bağlılık olangelenekçilik, tutuculuğun, dahası gericiliğin birtürüdür. Oysa gelenek, yukarıda da belirtildiğiüzere geçmiş, bugün <strong>ve</strong> gelecek üzerine kurulubir süreci kapsar. Çünkü “[g]elenek salt bir geçmişolsaydı, adı tarih olurdu; salt bir gelecek olsaydı,adı ütopya olurdu; salt bir bugün olsaydı,adı ideoloji olurdu” (Çetin 2005: 170). Elbette,geçmiş bir değerler hazinesi olarak hatırlanmalı,ki bu hazineden, birikimden, bilgilerden, uygulamalardangünün <strong>ve</strong> geleceğin inşasında yararlanılabilinsin.Çünkü ancak yaşanılan zamanagöre yeniden güncellenen gelenek yaşayabilir.Yaşamakta olan geleneğe bağlılık gelenekselliktir.Geleneksellik, gelenekten günün şartlarındaazami ölçüde yararlanabilmektir. Eskiyeinatla bağlanmak, eskinin savunuculuğunuyapmak, eskiyi şahsi bir tercih planında bırakmayıptoplum hayatına taşımak gelenekçiliktir.Toplumda işlerin zaman kaybetmeden, tereddütuyandırmadan, aksaklıklara meydan <strong>ve</strong>rmeden<strong>ve</strong>rimli <strong>ve</strong> düzgün bir şekilde yapılması için geleneksellikşarttır; ama gelenekçilik gereksizdir.(Özakpınar 2003: 116). Gelenekselliğin doğruidrak edilmesi, toplumun gelenek konusundaduyarlı hâle gelmesinde etkendir. Gelenekler olmadantoplumsal hayatın düzenli olamayacağı,hatta toplumsal hayatın olmayacağı yadsınamazbir gerçektir. Kendisini ak, ötekileştirdiğini karagörerek toplumsal hayatta eskinin <strong>ve</strong>ya yenininsavunucusu olarak iki bağnazlık cephesi durumununtaraftarı hâline gelmiş insanların oluşturduğutoplumda uyumun, dengenin, huzurunolmayacağı tahmin edilebilir bir durumdur. Buaçıdan bakılınca küreselleşme olarak adlandırılan<strong>ve</strong> âdeta dünyada kültürel bir fırtınanınhüküm sürdüğü yaşanılan süreçte, geleneklerinyapıcı, onarıcı, bütünleştirici, vb. rolüne her zamankindendaha fazla ihtiyaç olduğu kesindir.Bir birikim <strong>ve</strong> bu birikimin zamana, coğrafyaya<strong>ve</strong> insana uygun olarak gelişmesi, değişmesi<strong>ve</strong> dönüşmesi olan gelenek, meydana gelişsürecinde var olana katkı, var olanı dönüştürücüetki şeklinde biçimlenir. Bu biçimlenmemeydana gelirken içeriği, toplum bireylerininzihniyetleriyle, duygu, düşünce, davranış <strong>ve</strong> idealleriyleörülür, ki bu da onların hayat tarzları,yani kültürüdür. Bu örüntü, yaşanılan zamandagerçekleşir; ancak kökeni tarihin derinliklerindedir<strong>ve</strong> bu “bir millete başarma hüneri, yaşamagücü <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>n <strong>ve</strong>rir. Millete ileriye doğruhamleler yaptıran işte bu hüner, bu güç <strong>ve</strong> bugü<strong>ve</strong>ndir.” (Özakpınar 2003: 117).Geçmiş, bugün <strong>ve</strong> gelecek şeklinde birbirinegeçmiş bir zincirin halkaları olan gelenek,ortak kültür ürünü olduğu <strong>ve</strong> ortak hafızadasaklandığı için toplumsal bütünlüğü sağlayıcıetkinliktedir. Her nesil, bir önceki nesil tarafındankendisine hazır sunulan bu birikimi özümsemedengeleceğine yön <strong>ve</strong>remez. Özümsenenbu birikim, çağın şartlarına uygun olarak birtakımdeğişimlere uğrar. Kültür <strong>ve</strong> dolayısıylagelenekler, kesintisiz bir değişim içerisindedir.Zaten var olmalarının ön şartı değişimdir. Geleneğingündelik hayatta işlerliğinin devamı <strong>ve</strong>sağlıklı gelişimi, toplum üyelerinin toplumsaliletişim <strong>ve</strong> ilişkilerine düzen <strong>ve</strong>rip <strong>ve</strong>rmemesine,53mart-nisan-mayıs2013


u ilişkilere katkı yapıp yapmamasına bağlıdır.Gelenek, değişen zamana <strong>ve</strong> şartlara uygun hâlegelebilme özelliğiyle varlıklarını sürdürür. Diğeryandan gelenek, “vücuda getirdiği yapıya,bu yapının gereklerine, kurallarına kayıtsız şartsızitaat ister. Zaten gelenek bu itaat olmadanvar olamayacağı gibi varlığını da sürdüremez.”(Armağan 1992: 20). Bu, çağın gerektirdiği değişim<strong>ve</strong> dönüşümleri fark etme <strong>ve</strong> ona göre davranmaolarak da değerlendirebilir; ancak, yaşanılansürecin artıları eksileri düşünüldüğündebu davranmanın her zaman gerekli olduğu <strong>ve</strong>yagidişata uymanın olumlu sonuçlar <strong>ve</strong>receği düşünülmemelidir.Çünkü kültürel değişim sürecininbir ayağı olumlu bir süreç olan gelenekselkültürle “kültürlenme” iken diğer bir ayağı ise,asimilasyona gönüllülüktür. Asimilasyon, (Türkiye/Türkmilleti açısından) yaşanılmakta olanküreselleşme süreci düşünüldüğünde, dâhil olunan,dâhil olunmak istenen <strong>ve</strong>ya örnek alınankültürel çevrenin (Avrupa Birliği <strong>ve</strong>ya genel anlamdaBatı) bir taklidinin inşasıdır, ki bu taklitçiliğinTanzimat’tan günümüze Türk kültüründe<strong>ve</strong> dolayısıyla Türk toplumsal hayatındane gibi tahribat yaptığı, üzerinde her kesiminittifak ettiği bir gerçekliktir.Bir kültürün başka bir kültürü etkisine alarakkendine benzetmesi, hatta kendi içinde eritmesişeklinde tanımlanabilecek asimilasyonun,araç <strong>ve</strong> yöntemleri çağımızda oldukça gelişmiş<strong>ve</strong> karmaşıklaşmıştır. Yani, bir kültürün başkabir kültürü asimile etmesi için içine almasıgerekmemektedir; çünkü iletişim araçlarındakigelişmeye paralel olarak kültür aktarımı da bir okadar gelişmiştir. Tüm yerelliklerin üzerinde <strong>ve</strong>adı kısaca “Batı” [1] olarak adlandırılan düşünme<strong>ve</strong> yaşama biçiminin uygulanması olan küreselleşmesürecinde, başta İngilizce yoluyla Batı,etnik olarak ayrıştırmayı temel alarak birçokmillet gibi Türk milletini de Batı kültürününbir üyesi hâline getirmeye çalışmaktadır. Türkiyegibi ülkelerde ilk olarak dil ayrılığı yaratılırkenkültürel benzerlikler de oluşturulmakta,1. Burada “Batı”, coğrafi anlamda olmayıp başta ABD olmak üzeretarihte sömürgecilikleriyle bilinen Avrupa devletleri anlamındakullanılmıştır.farklı etnik yapılar, aynı egemen gücün (küreselleşmeyigündemde tutan gücün) bir mensubuhâline getirilmektedirler. Yaşanılan süreçteTürkiye <strong>ve</strong> benzeri ülkeler ya ‘küreselleşen’ dünyasistemi içinde kalarak ciddi ahlaki çöküntü<strong>ve</strong> toplumsal dağılma sürecine girmekte <strong>ve</strong>yaBatı kapitalizminin merkezlerinin onayınıalmayarak, kendi gücüne dayanarak, ancakBatı’nın <strong>ve</strong> güdümündeki ülkelerin birtakımyaptırımlarını da göze alarak bir kalkınmaçabası içine girmektedirler.İçinde yaşanılan insani <strong>ve</strong> coğrafi yapınınkorunması, korunması yanında bu yapının, kültüreldeğerlerin canlılığı açısından sağlıklı olması,insanların şahsi sağlığını <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğini,yarınlara emniyet içinde ulaşmalarını da sağlayacaktır.Her millet, gü<strong>ve</strong>n içinde yaşamak, içten<strong>ve</strong>ya dıştan gelecek tehlikelerden korunmakdüşüncesiyle sınırlarını belirler; kendi dışındakini,ötekini idrak etmeye çalışır. Sınırlar belirlendiğizaman sahip olduğu değerleri tanıma,kendi değerleriyle ötekilerin değerlerini mukayeseetme iradesini de elde eder. Türk milletiiçin, kendisi <strong>ve</strong> ötekileri tespit açısından bakıldığındaötekiler, kısaca “Batı” olarak belirmektedir.Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı’nıntemel hedefi, “siyasî hegemonya yanında düşünce,bilim, teknoloji <strong>ve</strong> sanatta da kuşatıcı birdünya hâkimiyetidir. Bu hâkimiyetin karakteri,tarihî Batı sınıflı yapısından kaynaklanan,haksızlığı meşru gören, güç eksenli <strong>ve</strong> bencil biryapıdır.” (Başer 2012: 11). Batı toplumunun eyleyenkişisi/etkeni, ahlaki değerleri hiçleyen yada bu değerleri bağlayıcı unsur olarak görmeyenbir insan tipidir <strong>ve</strong> eylemlerini akla dayandırır.Türk milletinin etken varlığı/insanı, ahlakı hiçleyenbir varlık değildir. Hedefe varmada heryolu mübah sayan bir anlayışta olmayan, varlığınınsırrını temel varlıkta/Allah’ta bulan <strong>ve</strong>yaptıklarının, yapacaklarının günü geldiğindehesabı olacağını bilen bir varlıktır. Çünkü Türkmilleti gibi geleneklerine bağlı toplumlarda temelahlaki değerlerin kaynağı dindir. Bu din <strong>ve</strong>ahlaki ilkelerin temel amacı, toplum içinde birdüzenliliğin hüküm sürmesi, yönetenin de yönetileninde mutlu olması, toplum katmanları54mart-nisan-mayıs2013


arasında toplumsal barışın tesis edilmesidir.Yaşanılan süreçte teknolojik açıdan diğer ülkelereoranla daha gelişmiş ülkeler tarafındanTürkiye <strong>ve</strong> benzeri ülkelere son derece gelişmişprojelerle sunulan küreselleşmenin temel ilkesisömürüdür. Bu sömürü başta ekonomik anlamda,ardından da siyasi <strong>ve</strong> kültürel anlamdadır.Çünkü küreselleşme, ekonomik <strong>ve</strong> teknolojikaçıdan güçlü Batı’nın dünyayı yeniden şekillendirmeteşebbüsüdür <strong>ve</strong> hedefi de henüz kullanılmamışdoğal kaynaklarıyla teknolojik yöndenBatı karşısında edilgen konumdaki ülkelerdir.Bu bağlamda Batı’nın öteki ülkelerle ilişkisi,“efendi <strong>ve</strong> kölelik” kavramları etrafında değerlendirilmelidir.Efendinin refah içinde yaşayabilmesi,işlerini sorunsuz yürütebilmesi için kölelerinide kendi ahlaki anlayışında toplaması,birleştirmesi gerekir. Ancak, hedef ülkede küreselahlakın yerleşmesi için, bazı engellerin ortadankalkması gerekir. Bu engeller ise, öncelikliolarak o ülkenin millî, dinî, kültürel değerleridir.İletişim teknolojisindeki üstünlüğü <strong>ve</strong> iletişimaraçlarını tekelinde bulundurması, efendiye/Batı’yabu engelleri ortadan kaldırma imkânı<strong>ve</strong>rmektedir. Kölelerin doğru-yanlış, iyi-kötü,haklı-haksız, dost-düşman, vb. algılamaları daefendinin/Batı’nın kendilerine sunduğu bilgiler,tespitler çerçe<strong>ve</strong>sinde olmaktadır.Hiçbir toplum, kendisini ilgilendiren olay,durum <strong>ve</strong> sorunları kendi tarihinden, kültürelyapısından hareket etmeden değerlendiremez,çözümleyemez. Çözümü kendisidışında aramak, dış güçleri kurtarıcı görmek,birtakım toplumsal değerlerden vazgeçmeyigerektirir. Gerekli donanım <strong>ve</strong> hazırlığa sahipBatı, bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmamıştır <strong>ve</strong>günümüzde de Türkiye’nin ekonomik <strong>ve</strong> siyasiyapısına, bunların uzantısı olarak toplumsal yapısına,aile yapısına son derece sistemli şekilde,her türlü araçla saldırmaktadır. Son otuz yıllıksüreçte bu saldırılar halk tarafından son derecekanıksanmış olup artık sıradan olaylar derecesindealgılanmaktadır. Çünkü küresel kültür,son derece yumuşak, güler yüzlü, hoşgörülübir üslupla sunulmaktadır. Bu yönüyle küreselkültür, eskilerin söyleyişiyle aynileştiricidir.Her ülkedeki coğrafi şartlardan kaynaklanan <strong>ve</strong>kültürel çeşitlilikler gösteren toplulukları, etniktopluluklar şeklinde gösterip sunduğu maddiimkânlarla, siyasi vaatlerle kendine çekmek çabasındakiküreselleşmenin eyleyenleri, dünyanınAmerikalı, Avrupalı algılanışını sağlamaktadırlar.Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, hızlı birçağda yaşanılmaktadır <strong>ve</strong> dünya artık sanıldığındanda küçüktür. Birçok ülke/coğrafya biryandan fizikî anlamda çok küçük parçalarlabölünürken diğer yandan tek tip bir kültüre/Batı’nın öngördüğü insan tipini inşa edecekkültüre doğru yol almaktadır. Türk milleti busüreçte bir karar <strong>ve</strong>rmek zorundadır: Ya emperyalistBatı’nın etkenliğinde sürünün sessiz birüyesi olacak <strong>ve</strong>ya kendi değerlerinin farkındaolarak <strong>ve</strong> bu değerleri güncelleyerek varlığınısürdürme yönünde ilkeli, kararlı çalışacaktır.Burada geleneğin bu kararlılık <strong>ve</strong> çalışmada hazırkaynak oluşunu hatırlatmakta yarar vardır.İşte bu noktada Türk milletinin geleneksel millîkültürü <strong>ve</strong> millî devlet yapısı, gerek iktisadi hayatıdüzenleyici ilkeleri <strong>ve</strong> gerekse ahlaki ilkeleri,Türk milletini öteki milletlerden farklı kılandeğerlerin geliştirilmesi <strong>ve</strong> evrensel değerler olarakkabul görmesi yönünde Türk milletine yolgösterici olacaktır. ■KAYNAKLARAnaBritannica Ansiklopedisi. 1990, “töre” mad.C. 21, Ana Yay., İst.ARMAĞAN, Mustafa 1992, Gelenek, Ağaç Yay.,İst.BAŞER, Sait 2012, “Kültürün Güncellenmesi”, TürkDüşüncesi, sayı 1, Kış, s. 6-13.ÇETİN, Halis 2005, “Ezelden Ebede: Kadim BilgeliğinKutsal Yolculuğu: Gelenek”, Muhafazakâr Düşünce,S. 3, Kış, s.153-171.İslâm Ansiklopedisi. 1960, Millî Eğitim VakfıYay., İst., C. 9.ÖZAKPINAR, Yılmaz 2003, İslâm Medeniyeti <strong>ve</strong>Türk Kültürü, Ötüken Yay., İst.SHİLS, Edward 2003-04, “Gelenek”,Doğu Batı, S.25, Kasım-Aralık-Ocak, s.101-131.Türkçe Sözlük 2005, TDK Yay., (10.b), Ank.55mart-nisan-mayıs2013


CENGİZ AYTMATOV *ile yazarlık <strong>ve</strong> gelenek üzerineÖrf <strong>ve</strong> âdet bize her zaman destektir. Örf <strong>ve</strong> âdeteinsanlığın bütün ruhi tecrübesi <strong>ve</strong> bunun içine halksanatı da giriyor. Destek, bu usul değil. Usulhakkında mesela bir ağacı neresinden budamakgerektiğini söz konusu olduğunda düşünürsün.Biri bir tarafından budar, ben ise diğertarafından budarım.VIKTOR LEVÇENKOçev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLUCengiz Törekuloviç, siz ilk kitaba ne zaman <strong>ve</strong>nasıl kapıldınız?Makalelerimin birinde edebî eser yazmaya insan<strong>ve</strong> kitap öncülük eder demiştim; çünkü kitapinsanın azığıdır. Bunu abartma olarak da görmüyorum.Çocukken Muhtar A<strong>ve</strong>zov’un eserlerini okuyuphayatta onun gibi olmak istediğim aklımda.Şolohov’un romanlarını kendime çok yakın görmemide unutamıyorum. O zaman ben sözün kendikudreti olduğunu ilk defa anladım <strong>ve</strong> gönül dünyamdahissettim. Yazarlık hünerinin çekiciliği bukadar çok muydu, kâğıdın içine dizilmiş kelimelerinher birini aktarıp çevirip içerdiği gizemli gücü görmekistiyordum. Sözün kudreti olduğuna inanıyorum.Bu ebedî hakikati insan bir şekilde anlar. Birçokşey insanın kaderini, hayatını şekillendirmesiylealakalı… Benim birçok akrabamdan miras kalanilk büyük kütüphanem efsaneler, şiirler, zengin birkültürün dolu dolu, olduğu doğduğum büyüdüğümTalas Vadisi. Burada ilk kez Manasçının sesini duydum.O zaman on üç yaşındaydım; ama ondan önce-“Cengiz Aytmatov: Makaleler-Röportajlar” Uçkun, Bişkek, 2009- adlıkitapta yayımlanmıştır.de destanın halka sindiğini biliyordum. “Düşmanıyendiysek biz yendik, namı kaldı Manas’a,” sözünüsık sık duyuyordum. Diğer çocuklar gibi klasik edebiyatlaçağdaş edebiyatı harmanladım; iyiyle kötüyüayırt etmeyi öğreten nasihat <strong>ve</strong>ren dünya klasiklerinide anlıyordum. Söylemek istediğim, ben şimdi denasihat <strong>ve</strong>ren edebiyata karşı değilim; ancak o çocuklukdevrinde çocuğu ilgilendiren önemli anlamlarıifadede çocuğa usul, yol göstermede gerekli. Bu,çocuğun davranışları, kişiliğinin oturmasına, kimi<strong>ve</strong> neyi taklit etmesi gerektiğini anlamaya ihtiyaçduyduğu zaman da değerli. Çocuğa kendi aklıylahayatı anlamlandıracak, kendi kendine düşünmeyiöğretecek edebiyat gerek. Bizse bazen Allah’a ters işyapıyoruz, kendi başına fikir yürütebilecek büyükinsana da nasihat <strong>ve</strong>rici edebiyatı sunuyoruz. Ben,buna karşıyım. Gençken böyle nasihat <strong>ve</strong>rici, tektaraflı amaç güden edebiyatla mücadeleye çalıştım;şimdi artık mücadeleyi bıraktım. Anladım ki buedebiyatın oluşmasına karşı gelmek olmazmış; çünkübirçok okuyucu dayanaksız kalıp, sınırlandığını,gönlü çekmediğini açıktan hissetmeye başlıyor; ozaman bu edebiyat onlara destek, azık olmuyor. Ben56mart-nisan-mayıs2013


Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlıromanına bütün insanların imrenmemesini anlıyorum.Bu oldukça ağır bir kitap, zor okunuyor; buyüzden bu eseri anlamak için eserin seviyesine, bakışaçısına yükselmemiz gerekiyor. Böyle olmazsa herkesiçin ilginç olmayabilir. Ancak okuyucunun öylesine,sıradan olmaması gerekiyor. Kitabın zir<strong>ve</strong>sineçıkması, bu yükseklikten kendi dünyasının içinedalması gerekiyor. Kendisinin kim olduğunu, bu aydınlıkdünyada niçin yaşadığını, elinden ne geldiğini,neye yeteneği olduğunu anlayıp bilmesi zaruri...Bilgi çağında bulunan insanların hayatındakitabın rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?Kitap, gönül âleminin eskimeyen mayasıdır. Kitap,insanın düşünce başlangıcına, gönül dünyasındakigizemli düğümlere ulaşmaya; geçmiş, şimdiki,gelecek hayata saygı göstermeye sevk eder. Kitapinsanları, görsel iletişim araçlarını toplar. İnsanlığınasırlar boyu topladığı kitapları, Homer, Dante,Vergiliy, Tolstoy, Hemingway, Folkner gibi insanlıkdanışmanlarının eserlerini, hatta bu mirasların birbölümünü bile okuyup bitirmek imkânsız. Bunlarıömür boyu özümseyebilir, anlayabiliriz; ancak yetişememekorkusu ila<strong>ve</strong> farklılıklarından kaçınmayaneden olur. İnsan sekiz saat uyuyor, sekiz saat çalışıyor,eğer televizyonun karşısında da saatlerce oturuyorsao zaman kitap okumaya ne vakti ne takatikalır...Siz okumaya ne kadar zaman ayırıyorsunuz?Yazan insanların o kadar çok okuyamadığı biliniyor.Boş vakti olmuyor; çünkü yazarın iş zamanınınsınırı yok.Genellikle akşamları <strong>ve</strong>ya trende okuyabiliyoruz.Alışkanlık olarak hayat mücadelesinden okuyamadığımkitapları trende yanıma alırım.Kitapları hangi prensiplere göre topluyorsunuz?Kitapları koleksiyon yapmıyorum. Sadece zaruretarz ettiğinde, en önemlilerini, gerekirse bir ay,yarım yıl kullanabileceğim kitapları satın alıyorum.Ben önceleri kütüphaneye çok gidiyordum; şimdievde çalışıyorum. Bu yüzden gerekli eserin her zamanyanımda olması için onu mutlaka satın alıyorum.Her insanın kendi kitabı var.Sizde genellikle nasıl kitaplar var?Bende doğunun eski <strong>ve</strong> orta asırdaki kitapları ilegünümüz tarihi hakkındaki kitaplar oldukça fazla.Bu benim tabii gereksinimim, ihtiyacım da diyebilirim.Ancak ben sadece Türk dillerindeki edebiyatlaradeğil; Orta <strong>ve</strong> Uzak Doğu edebiyatlarına dailgi duyuyorum. Bu edebiyatlar birçok açıdan ilginç.Her şeyden ev<strong>ve</strong>l ben onlarda düşünceyi, duyguyuanlatmanın, dünyayı farklı şekilde kabul etme prensibinin,kültürünün farklı boyutlarını görüyorum.Bu his <strong>ve</strong> düşünceler bizimkinden farklı; ama onukeskin bir şekilde de geçemiyorsun. Çünkü bunlarinsanlık tarihinin estetik düşünce <strong>ve</strong> hislerininmükemmel tecrübeleridir. E<strong>ve</strong>t, kütüphanem oldukçasıradan, bir şeye tam meyletmedim. Diğerinsanlarınki nasılsa benimki de öyle.Öyleyse yazarların içinden en çok hangisiniseviyorsunuz?Ayrıca sevdiğim bir yazar yok. Ben çoğuna değer<strong>ve</strong>riyorum <strong>ve</strong> onlara saygı duyuyorum. Ayrıca klasikyazarların ustalığına imreniyorum. E<strong>ve</strong>t, sevgi, birineeleştirel gözle bakamamaktır. Ben burada sevgibeklemek istemiyorum.Siz daha çok hangi yazarın kitabını okuyorsunuz?Veya tekrar tekrar okuduğunuz kitaplarvar mı?Bir kitabı bir defa okuyup tekrar etmenin gereğide yok diyorum. Onun yerine yeni kitapları, günümüzmüelliflerinin eserlerini okumak ilginç. Yukarıdasöylediğim gibi öyle çok da okumuyorum. Edebîeserlerden bahsediyorum. Zaman da kendi hükmünüsöyleyeceğe benziyor. Gençken çeşitli yazarlarıbilmeye çok he<strong>ve</strong>sliydim, şimdi okuduğum yazarlarınsayısı azaldı. Ancak onları oldukça ayrıntılıokumaya çalışıyorum. Kitaba da dost, arkadaş gibidavranıyorsun; gençken dostların çok ancak ilişkinoldukça yüzeysel, eleştirel bakış yok. Mesela biri seninhoşlandığından hoşlansa sen onu aynı amacı taşıyandostun, arkadaşın olarak düşünürsün; aranızıısıtan, sizi yakınlaştıran ilginç bir kitabın da olmasımümkün. Yıllar geçtikçe tanışlarının sayıları azalır,belki dost olarak düşündüğün bir iki insan kalır; an-57mart-nisan-mayıs2013


cak onlar eleştirel bakan hakiki dostlarındır. Kitaplarda böyle. Gençken ilgi duyduğun yazara yenidenbaşvurmayı düşünmüyorsan, onun kitaplarını baştanaşağı okuyup bitirmişsindir. Bazı yazarlar başka.Mesela Dostoyevski. O benim için eskisi gibi değil;o, zaman içinde edebiyat kahramanına dönüşüyor.Onun devri geçti. Fırtınalı yıllarda Petersburg’un sönüksiluetine sindi; ancak Dostoyevski’nin eserleri,nesrinin ruhu, onun sözü beni her zaman düşünceyesevk ediyor, rahat bırakmıyor. Dostoyevski, çekinmedenvicdanımızı sorguya çeken, ne zaman ne yapacağıbelli olmayan bir yazar. Onu okumak zor, bazenrahat <strong>ve</strong>rmiyor, öyle olsa da okuyorsun; çünkü o,kendi dünyana, kendi özüne, haysiyetine sormadandalıyor. Onu taklit edemiyorsun; ama ondan çok şeyöğrenmek gerekiyor. Neyi? Bana göre ilk sırada, halkıyapay olarak sevmemek, ezilen, azap çeken insanlaraüzülmeyi öğrenmek gerekiyor. Dostların sayısıazalsa da onlara saygı artıyor. Bunun kendi içindealakası var. Eleştirmenlerin lirik, lirik felsefik <strong>ve</strong>yapoetik nesir yazan biri olarak düşündüğü benim yavaşyavaş edebî eserlere olan ilgimin azalması oldukçaşaşırtıcı. Bunu nasıl anlatacağımı da bilmiyorum.Dönüp dolaşıp yine kendi devrinden anlıyoruz. Herşeyin kendi zamanı var. İnsanın hayatında onu saranhisse, ilhama kaptırdığı girift bir zamanlar olur. Bu,şiire olan aşkın çoğaldığı andır. Ondan sonra edebînesre yönelir. Edebî eserlerden ben günümüzdefelsefî edebiyata (“Voprosı Filosofiya” Felsefenin Sorunlarıdergisine) ilmî, somut bir şeyler ortaya koyannesre daha fazla saygı gösteriyorum. Zaman zamangönlüm istediğinde <strong>ve</strong>ya imkânlara göre Gerder’iokuyorum. Muhteşem bir insan! O kadar akılla, ansiklopedikbilimi nasıl öğrendiğine hayretler içindekalırsın. Biz şimdi aya çıktık. Günümüz insanı olarakaklın hayalin yetmeyeceği teknolojiyi, teçhizatıicat ettik ama işte çoğumuz Gerder gibi düşünme seviyesineulaşamadık. Günümüz devrinin şartlarındayaşayıp orta asırlardakiler gibi düşünen insanlar var;Gerder’e korkmadan bizim çağdaşımız diyebiliriz.İki yüz yıl önce yaşasa da bizim büyük çağdaşımız.Edebiyat <strong>ve</strong> başka sanatta yeni bakış açısının tamhâkim olacağı zamanın yaklaştığını düşünüyorum.Bu süreci edebî eser değil; sosyal, siyasî inkılap <strong>ve</strong>gelişim ortaya çıkarır; edebiyatsa buna destek olur.Dünyada her şey birbiriyle irtibatta. Eğer inkılap <strong>ve</strong>gelişim kendisini birleşmiş edebî süreçten dışarıdabırakmazsa bütün kültürlerle edebiyatın irtibattaolacağı şüphesiz. Bütün edebiyatların genel olarakcan damarı olur diye düşünüyorum. Hepimize aynıseviyede sinen bir sanat düşüncesi var. Eğer herhangibir edebiyat, bu sistemin içinden çıksa bu kaçınılmazgerekliliğini daraltıp en baştaki kazanımlarındanayrılacak. Bu cansızlık, tekrar <strong>ve</strong> katılıktan kaynaklanmaktadır.Medeni devlet sistemine edebiyatındışında mitoloji de girebilir. Eskimeyen folklordan,ilk şiirden başlayan edebiyat, bundan ayrılırsa neslininsona ermesi muhtemeldir. Fakat diğer eleştirmenlergünümüz yazarlarının mitolojik miraslarabaşvurmasını zaruret olarak anlamıyor; canını dişinetakıp değişmek isteyen metot olarak düşünüyor. Örf<strong>ve</strong> âdet bize her zaman destektir. Örf <strong>ve</strong> âdete insanlığınbütün ruhi tecrübesi <strong>ve</strong> bunun içine halk sanatıda giriyor. Destek, bu usul değil. Usul hakkındamesela bir ağacı neresinden budamak gerektiğini sözkonusu olduğunda düşünürsün. Biri bir tarafındanbudar, ben ise diğer tarafından budarım. Veya şöylediyelim, bu çiviyi nasıl çakalım? Biri baltayla birikeserle çakıyor. Abanarak bir defa vurmak mı <strong>ve</strong>yayavaş yavaş mı çakmak gerekiyor. Bu usuldür. İştemitolojiyi sanat eserinin içinde kullanma; İncil ileGılgamış’tan başlayıp bütün tecrübeleri bir araya getirmekinsanın tabiî gereksinimidir. Elbette mitoloji,ömrümüzü araştırmak için çekilmiş perde. Temeli,alt yapısı olmadan resim de yapılamaz bina da. BizLatin Amerika nesrinin gürüldeyerek gelişmesinihalk mitolojisinin temeline dayandırıyoruz. Ancakmitolojinin dışında halk sanatının çekirdeğini kendiruh dünyasında çalışıp bizi düşüncesi <strong>ve</strong> sevgisiylelütuflandıran yeni, özge bir şey oluşturmak için yazaragünümüzde yukarı entelektüel hazırlık gerekmektedir.“Yüzyıllık Yalnızlık” romanının yazarınınfikrine biz tam olarak katılıyoruz diyemiyorum; amabu eserin güzel roman olduğu kuşkusuz. Demek kibu eser realizm hakkında âdet olmuş bakış açısınıngenişletmek gerektiğini ortaya koymakta <strong>ve</strong> ispatlamaktadır.Eğer güzel yazmayı istesek o zaman bizimbunun hakkında korkmadan düşünmemiz gerek.Doğrusu, herhangi birinin senden güzel yazdığınıkabullenmek istemiyorsun; ama bizim kendimizeinsan çekmek için korkmadan gel dostum beraberçalışalım öğrenelim dememiz gerekiyor. Yakın58mart-nisan-mayıs2013


ir zaman önce Merdok’un “Kara Mırza” adlı eseriniokudum. Hiçbir zaman bu kadar yazmadım,yazmam da. Buna iç sebepler var; ancak bu eserinziyadelerini görebildim. Yazarlık, anlatımın nazik,uyarıcı psikolojisi, hislerle hâllerin ışıkları, yansımaları,kahramanların düşüncesiyle hareketini derinaraştırma, okuyucuyu gördüğü şeye imrendirip<strong>ve</strong>ya şaşılacak bir durum oluşturup onun iktidarını,gönlünü bir şeylere yönlendirebilmektir. Nahivlerdehiçbir zaman bulunmadım. Onların örf âdetlerini,davranışlarını da bilmiyorum; ama bu halkın edebiyatınıtanıyorum. Vladimir Sangi’nin mitolojileri,şecereleri, masalları, uzun hikâyelerinden bahsediyorum.Vladimir Sangi bu olayı kendisi bana özellikleanlattı. Yedi yaşında büyük insanların peşine takılıpdenize ava çıkmışlar. Onlar koyu bir sisin içine giripyollarını kaybetmişler. İki gün geçmiş, hayatta kalmaktanümitlerini kestiklerinde uçan bir kuş görüpson anda kurtulmuşlar. Çok geçmeden karayı görmüşler.Bu olayı ben “Deniz Kıyısında Koşan AlaKöpek” adlı eserimde ana tema olarak işledim; amadiğer tarafları tamamen değişti.Siz bu duyduğunuz olayı sanatın içinde kullandınız;ancak hayatı <strong>ve</strong> etnografık kaynağı insanlıkaçısından ele aldınız.Böyle de diyebiliriz. Öz edebiyat bir iki gün yaşamaz;o yok yerden de oluşmaz. Öz edebiyat kandamarları gibidir, tekrar söylüyorum. Eğer bir edebiyatdünya edebiyatından kopuk yaşıyorsa yoludaralır; edebiyatın milliyetçi sınırların içine sıkışacağınıuzun asırların tecrübesi gösterdi. Rus edebiyatı,dili <strong>ve</strong> düşünce türleri bunların oluşması halkınhayatının kalıplarını yansıtan kendi iç kurallarıylaşekillendi. Ancak Rus edebiyatı, Fransız, Alman,Yunan medeniyetinin etkisi altında kaldı. Rus edebiyatı,dünya edebiyatının gelişmesine tesir ediyor,millî edebiyatları zenginleştirip bize, kardeş cumhuriyetlerinyazarlarına, dünya sanatına yol açıyor.Kitaplar hakkında eleştirileri eklemeden olmaz. Nezamandır eleştiriyi irdeleyerek açgözlü baktığımısaklamak istemiyorum. Her yıl geçtikçe eleştirininbana çok şeyler kattığını görüyorum. Edebî süreçtengeride kalmadan, hiçbir zaman bilinen hakikatitekrarlamadan, kendimizin sanat benini, dünyadakiyerimizi anlamaya, dünya estetik düşüncesinin gelişmesindekisınırlar içerisinde eğilimleri ortaya koymayayardım eden gerçek, yüce eleştiriyi savunuyorum.Ben, V. Kuteynikova ile L. Ospovat’ın “LatinAmerika Romanı” adlı eserini okudum. Bu eserdetemel, güzel romanlar araştırmasıyla beraber LatinAmerika romanının oluşmasına etkileyen toplumsal,siyasi, estetik sebeplerden bahsedilmiştir. Sanat<strong>ve</strong> toplumun düşüncesinde, aklında olanları kanundâhilinde anlamaya M. Bahtin’in, G. Gaçev’in <strong>ve</strong>başka eleştirmenlerin eserleri çok yardımcı oldu. İçdünyamızı bir tek kitap zenginleştiremez. YakınlardaSovyetler Birliği’ne Amerikalı yazar <strong>ve</strong> eleştirmenlerindenbir grup gelmişti. Amerikalı köşeyazarı “Stardey Revyu” dergisinin genel yayın yönetmeniNorman Kazips de bu gurubun içindeydi.Moskova’daki görüşmede bizim aramızda muhabbetoluştu, konuşmak için ortak konu bulduk. Uzmanlaştırmanın<strong>ve</strong> çalışmayı paylaşmanın neticesindedünyayı anlamada kaybettiği birliği insanlara tekrar<strong>ve</strong>rmede, düşüncelerimizin farklılığını, noksanlığını,kesintisini ortadan kaldırmayla alakalı sohbet ettik.Tekrar söylüyorum yazarın çalışmasında sadece kitapokumak değil; insanlarla kucaklaşmak da önemlianlama sahiptir. Amerika’da mesela Kurt Vonnegutile Moskova’daki yazarlar birliğinde Uilyam Saroyanile Frunze’de (Bişkek) Mikalenjelo Antonioni ileröportaj yaptım. Bu görüşmelerde <strong>ve</strong> röportajlardagüzel sohbet ortamında oluşan düşüncelerin seninçağdaşını, yurttaşını, yabancı meslektaşını da seningibi heyecanlandırabilir mi diye merakla ortaya koyuyorsun.Benim edebiyata girişim, 1950’li yıllarınortalarında süreli yayınlarda “Gezetçi Dyuzudo”(Gazeteci Dyuzudo) <strong>ve</strong> “Biz arılap barabız” (Biz İleriGidiyoruz) adlı ilk hikâyelerimin basılmasıyla oldu.“Gazeteci Dzudo” adlı eserimde gazete dağıtan, işarasında Stokholm da<strong>ve</strong>tine, oy toplayan Japon çocukhakkındaydı. “Biz arılap barabız”da Volga-Donkanalının kurulması, benim o zaman gazeteden okuduğumyeni teknikle patlatmanın kullanılmasındanbahsediliyordu. Saf realizm vardı, ondaki problemde hayatın içinden etkilenmedi; kitaplardan alındı.Böyle okuyucu, sanata, hayatla yüz yüze kucaklaşmayaengel olur. Böyle okuyucuyu her yazar er geçyener. Hayır, bu gecikmiş bir üzüntü değil; ayrıcatemize çıkmada değil. Olan olmuş buna üzülmeninfaydası yok. Ben, o edebiyat tecrübemdeki öğren-59mart-nisan-mayıs2013


me çağıma felsefi taraftan bakıyorum. Burada dahahenüz yetmemiş akla, okuduğunu yüzeysel olarakbilmeye ne kadar ters tesir edeceğini vurgulamakistiyorum. Eğer sonra realist hayata, onun karmaşık<strong>ve</strong> zıt taraflarına, yurduma, köyüm Şeker’e, benimbildiğim aklımda kalan, işimde dayandığıminsanlara başvurmasam yazamazdım. Burada kendihalkını, memleketini tasvir edip dünya edebiyatınızenginleştiren Mihail Şolohov’un bana tesirini,gerçek sanata gözümü açmasını örnek olarak <strong>ve</strong>rmekistiyorum. Eğer ilk adımımdaki gibi vaziyetteyazabilsem, o zaman edebiyatçının eseri zahmetli,öylesine dolaşık, yük olur. O zaman ben edebiyatıbırakır, faydalı bir işe, çiftçilik hizmetine geçerdim.Benim sonraki “Sıpayçı” (Nezaketli) <strong>ve</strong> “Baydamtalsuusunda” (Baydamtal Nehrinde) adlı hikâyelerimhayata daha yakın. Ancak benim yolumun açılması“Yüz Yüze” adlı uzun hikâyemle oldu. Bu eserdehayatın gerçeklerini işledim. Doğru, edebî, tam olaraksöyleyecek olursak sinema sanatının ilk adımı davardı. Bu, Lavrenov’un kitabıyla ilgili çekilen “KırkBirinci” adlı sanat eseriydi. Ondaki realizmi düşünceyürütmeden <strong>ve</strong>ya kitabı okumadan anladım.Onun, sanatın muhteşem kalıplarıyla yoğrulmuş,realist, aşikâr, abartılmamış, hayalden çıkarılmamış,uydurulmamış bir hayat olduğunu hissettim. Ozaman ata yurdumu, memleketimi, köyüm Şeker’ianladım. Her kitabın avarelikten, boşluktan kurtuluptemaya, tip sistemine tam olarak girmesi, bütünruhunun onunla olması gerekmektedir. Bu olmadanmuhteva olmaz. Bilmiyorum; ama kitaba, matbuataduyduğum saygı gençliğimden kaldı herhâlde. Benkitabı her zaman kutsal bir şey gibi elime alırdım.Benim için o zaman kötü kitap yoktu, her bir harfeimrenirdim. E<strong>ve</strong>t, kitap yazan insan bana Puşkin,Tolstoy gibi görünürdü. Maalesef sonra çok az kutsal,fakat kayıtsız yazılmış kötü kitapların daha çokolduğunu anladım. Ölgün olsa da şöyle bir düşüncesöylemek istiyorum: Biz, kitapla yazar hakkındaçocukken oluşmuş saygımızı kaybetmeden kötükitaplar olmaz ümidini şimdi de besliyorum. Bizimkitaplarımızın şimdiki okuyucuları en başta, kendisininestetik, edebî fakirliği <strong>ve</strong> yamasıyla hayal kırıklığınauğratmaması gerekir. Yazar geçinenler çoğaldı.Bazen “İnostrannaya literatura” (Yabancı Edebiyat)dergisinin indeksine bakıp dünyada romandan dahaçok bir şey yok diye şaşırıyorum. İspanya’da meselayılın en güzel romanına ödül <strong>ve</strong>rmek için 150 romanokumak gerekiyor. Bunların bir tanesi insanlığınaklında kalsa iyidir. Hayatı, geçimi olduğu gibikopya eden sönük kitaplar hâlâ oldukça fazla.Size dünya edebiyatıyla yarışmanın yolu nasılaçıldı? Onların üzüntüsünün yok olması iç sebeplerdenmi?Bana göre herkesin elinden gelen işi yapması gerekiyor.Kendisini insan olarak hisseden, elinden negeldiğinin muhasebesini yapması zaruri… Dünyadaoldukça fazla yazar var. Onları bir seviyede kaliteliyazmaya zorlayamazsın. Ancak felsefe, düşüncenintemelidir diye düşünüyorum. Geçim, hayat geçer;ama ruh dünyası kalır. İnsanın ruhu bu; en temel şey,bu yüzden bizim kendimizi ruh olarak göstermemizgerekiyor. Eğer İncil’de onunla, düşünceyle yazılmışgenelleme olmasa şimdi bu kadar edebî <strong>ve</strong> ruhi zenginlikolur muydu? Eğer ondaki, o zamandaki hayat,geçim, o zamanki günlük hayat tasvir edilse o zamano, hiçbir zaman kullanılmazdı. Çünkü geçim,insanlar, şartlar değişir insan ruhu kalır. Hayat <strong>ve</strong>ölüm meselesi, aşk <strong>ve</strong> cefa çekme meselesi, kötülüklemücadele meselesi yaşar. Bunlar kalır, çünkü edebîproblemler. Dünyada insan ne kadar yaşarsa bunlarda o kadar kalır. Bunlar hakkında fikir yürütmek,yazmak herkese yeter. İnsan ruhuna büyük felsefî genellemeyeulaşma yolunda bana göre bizim dünyayabakışımız, kendimizi aşmamız için öz, güzel kitaplarolabilir, olması da lazım.Yazarlarla kitapse<strong>ve</strong>r derneklerin kuruluşlarınınbir araya gelip çalışması hakkında ne düşünüyorsunuz?Son zamanlarda kitapse<strong>ve</strong>rlerle yazarların irtibatıgüçleniyor, görüşmeler oluyor. Bu görüşmelerin, buluşmalarınilginç muhtevalı olması için, kitapse<strong>ve</strong>rleringönül dünyasına bir şeyler katacak seviyede yapılmasınayardım etmek gerek. Kitapse<strong>ve</strong>rin sıradanokuyucudan ayrılması gerektiği düşüncesindeyim.Kitapse<strong>ve</strong>r, edebiyat tarihini, herhangi bir kitabın,nadir kitapların değerini bilen, geçmiş devirlerin kitapların,anlamının neyde <strong>ve</strong> nasıl olduğunu bileninsandır. ■60mart-nisan-mayıs2013


1980 kuşağı şiirinde gelenek etkisiBÂKİ ASİLTÜRK*Tanzimatla başlayan edebiyatta yenileşmedöneminde <strong>ve</strong> sonrasında yaklaşık elli yıl,XIX. yüzyıl sonlarına kadar ciddi bir gelenektartışması olduğunu söylemek zordur. Halk şiiriüzerinden geleneğe dönüş 1890’larda Rıza Tevfik <strong>ve</strong>asıl olarak da 1910’ların başlarında Ziya Gökalp ile,divan şiiri üzerinden geleneği yaşatma düşüncesi ise1910’ların ortalarında Yahya Kemal’le hayat bulmuştur.Rıza Tevfik, Ziya Gökalp <strong>ve</strong> Yahya Kemal’in tekilçabaları sonuç <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> Cumhuriyet döneminde AsafHâlet Çelebi, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, HilmiYavuz gibi şairler gelenekle doğrudan bağlantısı olanpoetikalar ortaya koymuştur. Bu şairlerin yarattıklarızengin birikimin de etkisiyle gerek halk gerekse divanşiiri gelenekleri 1980’lerde eser <strong>ve</strong>rmeye başlayan şairleringündeminde olmuştur.1980 Kuşağı şairleri her şeyden önce şiirin birikim<strong>ve</strong> donanım işi olduğu konusunda hemfikir gibidirler.Bu birikim <strong>ve</strong> donanımın sağlanmasında en kestirmeyol, onlar için, geleneğe bakmak, iyi şairlerin yapıtlarınıokumak <strong>ve</strong> onlar üzerinde düşünmektir. 1980Kuşağı, geleneğe bakışta bir reddiye içinde olmamış,bilakis Türk şiiri tarihini bütün olarak ilgi alanındatutmuştur. Antolojide yeri olan her şair, bu kuşağınpek çok üyesi tarafından, iyi şiir dışında herhangi birölçüt kullanılmadan değerli görülmüştür. Kuşak şairleri,kendi şiir anlayışlarına göre bir yandan Türk şiirininiki büyük geleneği olan divan şiirini <strong>ve</strong> halk şiirini,bir yandan da Cumhuriyet dönemi şiirinin sembolistustalarını <strong>ve</strong> İkinci Yeni şairlerini ciddi etütlerle oku-Doç. Dr., Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi Fen-Edebiyat FakültesiÖğr. Üyesi.muşlar, poetik birikimlerini böylelikle biçimlendirmişlerdir.Kabaca bakıldığında imgeci şairler AhmetHaşim’i <strong>ve</strong> İkinci Yeni’nin ustalarını önemserken, mistik-metafizikyönelimli şairler, daha çok, metafizik geleneğedâhil olan Şeyh Galib, Sezai Karakoç gibi şairleribenimsemiştir. Folklorik anlayışı sürdürenler halkşiirine, şiirin yapılan bir şey olduğu düşüncesini taşıyanlarise Yahya Kemal’e, Behçet Necatigil’e, HilmiYavuz’a yönelmiştir. Bir başka yönden argo söyleyişi <strong>ve</strong>alt kültürü benimseyen şairlerin Amerikalı beatnik şairGinsberg’i, Can Yücel <strong>ve</strong> Ece Ayhan’ı; anlatımcı şiirisavunanların Anglo-Sakson geleneğini sürdüren bazıİngiliz şairlerini, Yahya Kemal’i <strong>ve</strong> Atillâ İlhan’ı referansaldıkları görülmüştür.Eleştirmen Mehmet H. Doğan, 1980 Kuşağı şairleriningeleneğe <strong>ve</strong> kendilerinden önceki kuşaklara bakışlarıüzerinde dururken bu şairlerin, kendilerindenönceki kuşakları şiir ölçütüyle titizlikle incelediklerini,yapıtlara eleştirel bir gözle bakarak önceki kuşaklarınşiirinden hız aldıklarını belirtir. Buradaki önemli nokta,reddiyecilik yerine genel bir kabulle hareket edilmişolmasıdır. Bunun sonunda 1980 Kuşağı şairleri geçmiştekişiir zenginliğinin farkına varmış, eskiyi reddetmeyen,onunla barışık tutumla şiir yazarken kendişiirinin yolunu da bu birikimle açmıştır. [1]1980’lerde imge şiirinin önemli temsilcilerindenTuğrul Tanyol, 1980 Kuşağı içinde gelenekle ilişkiyiilk kurcalayan şairdir. Geleneği değerlendirirken sadecedivan şiirine bakmayan, böylelikle dar bir bakış açsınasaplanıp kalmaktan kurtulan Tanyol, geleneği şiirin1. Mehmet H. Doğan, “Şiir: 1980-1990”, Varlık, S. 998,Kasım 1990.61mart-nisan-mayıs2013


tarihsel birikimini olarak görür. Şiirin yenilik arayışlarıüzerinde dururken gelenekle mutlaka ilişki kurulmasıgerektiğine işaret eder: “Gelenekten yararlanmayan,onunla eklemlenmeyen hiçbir şiir yeni olamaz. Yenineye göre yenidir? Bir referansı olması gerekir. YenilikBatı’dan kopya değildir, ona taklit denir. Yenilik geleneğebağlanarak onu ileriye götürmektir. Bizde nedensegelenek <strong>ve</strong> modernizm karşıtmış gibi göründü hep;tutuculukla eş sayıldı. Neyse ki bu düşünce biçimişimdi değişiyor.” [2] Batı’nın retorikle uğraştığı dönemlerdebizim şiirimizin lirik bir şiir olduğunu belirtenTanyol, geleneği biraz daha açıkladığı söyleşisinde geleneğintanımlanmasında bu kez tarihsel çizgiyi önealır, modern zamanların oluşturduğu geleneğe odaklanır.Buradaki önemli nokta, sonraki yıllarda yetişenpek çok şaire de yol gösterici olan geniş bakış açısıdır,yeni dönemlerin geleneğini göz ardı etmemektir: “Şiirimiziniki büyük geleneği var: Divan <strong>ve</strong> halk şiiri.Cumhuriyet ideolojisi halk şiirini öne çıkardı, dildekikopuş divan şiirinden uzaklaşmamızı getirdi. Oysabirisi yerleşik, kentli bir şiir, öteki ise kırsal bir şiirdi.Çağdaş şiir ise halk şiiri ile Batı şiiri arasında bir sentezoluşturmaya çalıştı. Çağdaş şiirimiz de bir gelenekoluşturmuştur. Türk şiiri son kırk yıl içinde büyük birRönesans yaşamıştır. Ben divan şiirinden bilinçli biryararlanma olabileceğini düşünmüyorum. Yani kimseyegidin aruzla şiir yazmayı deneyin diyemem. Benbunu okuma <strong>ve</strong> zevk alma biçiminde anlıyorum. Şiirondan nasıl yararlanacağını kendisi bulacaktır. Şiirimizdekilirizmin, hüznün kaynağı oradadır; dize işçiliği,kısa <strong>ve</strong> yoğun şiir, mazmunlar düzlemini aşan birimge dünyası...” [3] Tuğrul Tanyol, zihinlerde yerleşmişanlamıyla geleneğe yaslanan, gelenekçi bir şair değildir.Geleneği dil içinden kavrama yanlısıdır. Türkçeyleyazmış her iyi şairin kendi geleneği içinde olduğunusezdirir konuşmalarında: “Benim şiir üzerine yazdığımilk ciddi yazı ‘Şiirde Gelenek Sorunu’ idi. 1981’de YazkoEdebiyat’ta yayımlamıştım. O günlerden bugüneyansıyan en moda konu da gelenek oldu. Geleneğibu kuşak keşfetmedi. Her iyi şair bir gün gelir kendigeleneğinden çıkış arar. En modernist şair için bile geçerlidirbu. Benim geleneğe bilinçli bir bakışım olmadıaslında. Yani, ‘gelenekten nasıl yararlanabilirim’ diyebir soru sormadım hiç kendime. Eğer benim şiirimgeleneğe yaslanıyorsa, bu kendiliğinden oldu. Çünkü2. Tuğrul Tanyol, “Söyleşi: Tuğrul Tanyol ile 80’li Yıllar<strong>ve</strong> Şiiri Üstüne”, Gösteri, S. 112, Mart 1990.3. Tuğrul Tanyol, agy.ben hep Türk şiiri içinden hareket ettim, modalarlataklitle işim olmadı. İyi bir şiir okuru olmaya çalıştım,şiiri daha yazmaya başlamadan sevdim.” [4]Kuşağın bir başka şairi Haydar Ergülen kendi şiiribağlamında gelenekle ilişkiyi yorumlarken Tanyol gibigeniş bir bakış açısıyla hareket eder, nerelere odaklandığınıise kişisellik, tasavvuf <strong>ve</strong> ses bağlamlarında dilegetirir: “Gelenek meselesinden yola çıkarak bence yalnızbir büyük şiir geleneği değil, ayrıca insanın kendigeleneği de kişisel geleneği de önemli burada. Dahadoğrusu ben içinde yetiştiğim kültürün yani Alevi-Bektaşi kültürünün sesini aldım. Yani oradaki tasavvufşiiridir, halk şiiridir, nefeslerdir, deyişlerdir, ben onlarlabüyüdüm. Kulağımda onlar vardı.” [5]İhsan Deniz, gelenekten yararlanmanın, geleneğebakışın nasıl olması gerektiği hususunda kendi poetikyaklaşımını açıklarken şekilde <strong>ve</strong> dış yapıda kalmayıpderinden anlayabilme, gelenekte varolanın zenginliğinikavrayabilme noktasına vurgu yapar: “Ben, geleneklebağ kurmayı, o şiirin salt formel özelliklerini,mısra yapısını, <strong>ve</strong>znini, kafiyesini vs. bugünün şiirinemonte ederek bir ilişkilendirme örneği olarak görmektenyana değilim. Gelenekle bağ kurmayı, bizdenönceki şairlerin şiirinde varolan şiir dünyalarına nüfuzetmek, o dünyaları kavramak, şairlerin şiir ufkuna vakıfolmak, poetik görüş <strong>ve</strong> düşüncelerini özümsemekbiçiminde anlıyorum. Dün yaşamış bir şairi ‘anlamak’;öncelikle şairin eserinde ortaya koyduğu ‘dünya’yıçözümlemek, şiir ideallerini sezinlemek, o şairin şiirtarihi içindeki yeri <strong>ve</strong> önemini tespit edip, değerlendirmekten<strong>ve</strong> günümüze sarkan şiir tortusunu yaşatarak,yeni nesillere aktarmaktan geçiyor. Bence bir şair gelenekten,bu yolla beslenebilir.” [6]Metin Celâl’in gelenek anlayışı tarihsel bir zenginlikbiçimindedir. Geleneği var eden şairleri dünya görüşlerine,şiir çizgilerine, bulundukları şiirsel konumagöre değil Türk şiirine kazandırdıkları bakımından elealmanın gerekliliğine inanır. Yeniliğin mutlaka eskiyle,gelenekteki birikimle gerçekleştirilebileceğini söyler.Burada sadece Türk şiiri <strong>ve</strong> kültürü değil, insanlığınbütün bir geçmişi önem kazanmaktadır: “Öncüolmak, ileri adım atmak, yeni olmak isteyen her şiiranlayışı 600 yılı aşkın insan kültürü <strong>ve</strong> düşüncesinin4. ___________, “Söyleşi: Şiir Yazamadığım Gün İntiharEdebilirim”, Cumhuriyet Kitap, S. 281, 6 Temmuz 1995.5. Haydar Ergülen, “Söyleşi: Türk Şiiri Üzerine”, ÜçNokta: İÜ İşletme Kültür Kulübü Dergisi, S. 7, Kış 2003.6. İhsan Deniz, “Orta Sayfa Sohbeti: Genç Türk ŞiirininNitelik <strong>ve</strong> Yönelişleri”, Dergâh, S. 52, Haziran 1994.62mart-nisan-mayıs2013


tüm değerlerini kendinden saymak, benimsemekdurumundadır. Geçmişi olmayan hiçbir düşünceningeleceği olamaz. Şiirle ilgili olduğumuza göre onuntüm tarihini kendi bakış açımızla yeniden gözden geçirmek,gerekirse eleştirmek <strong>ve</strong> varolan tüm olguları aitoldukları yere koymak zorundayız. Bu nedenle Türkşiirinin divan <strong>ve</strong> halk edebiyatından başlayarak okunmasını,değerlendirilmesini savunuyoruz. Geçmişte <strong>ve</strong>günümüzde varolan şiir anlayışlarının, akımlarının <strong>ve</strong>kuşaklarının en önemli eksiğinin geçmişten <strong>ve</strong> gelenektenkopuk olmaları olduğunu ısrarla söylüyoruz.” [7]Mehmet Ocaktan, 1980 Kuşağı şairlerinin geleneklekurduğu bağlantıyı <strong>ve</strong> kök sorununu ele aldığıyazısında “geleneksel Türk şiirinin geniş dünyası”nıgündeme almak gerekliliğine işaret eder. Gelenektenne anladığını da dile getiren şair geleneğin yalnızca geridönüş olarak algılanmasına karşıdır, geleneğin bir özolarak anlaşılmasını ister. Şairin, poetikasını kurarkengeçmişle hesaplaşmasının doğru olacağını, kendi özünümodernliğin bozucu etkilerinden uzak tutmasınıngerekliliğini vurgular, bu durumun 1980 Kuşağı şairininkuracağı şiire özgürlük sağlayacağını belirtir: “İmgeyiönemseyen, dilin şiirdeki sınırsız kullanım olanaklarınıarayan 80’li yıllar şairleri kendilerine bir ‘kök’bulma problemiyle karşı karşıyalar bugün. Kuşkusuzbu problem, özlü bir birikime sahip olan gelenekselTürk şiirinin geniş dünyası dışlanarak çözülemez. Hemenbelirtmek gerekir ki, burada gelenekle amaçlanankuru <strong>ve</strong> görüntüsel bir geri dönüş değil, pırıltılı bir‘öz’ün <strong>ve</strong> ‘aşk’ın vurgulanmasıdır. Bir bakıma modernşiirin gövdesinde, aynı izlerden geriye dönerek çağdaşbir aşk arama sorunu. Yahya Kemal’in de belirttiğigibi, ‘Şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir,yalnız aşk eskimez, her dem tazedir.’ [8] 1980’lerden90’lara akan süreçte poetik sürekliliği sağlayabilmeninTürk şiirinde geçmişten gelen doğrusal çizgiyi korumaktangeçtiğini belirten şair, şiir yazma etkinliğindeaynı şiirsel damara bağlı kalınması, geleneğin özününaçımlanması <strong>ve</strong> çeşitlendirilmesi gerektiğini ileri sürer.Geleneğe daha çağdaş <strong>ve</strong> coşkulu bir dille sahip çıkmak,onun için önemlidir. Ocaktan, geçmişe dayalıbir sürekliliğin ayaklarının yere daha sağlam basabilmesinin,şiirsel bir yenileşme sağlanabilmesinin metafizikgeleneğe dayandığı düşüncesindedir7. Metin Celâl, “Niçin Yeni Türk Şiiri”, Yeni Türk Şiiri,Çizgi Yay., İstanbul 1999, s. 12.8. Mehmet Ocaktan, “80’li Yıllar Şiirinde Yeni Arayışlar<strong>ve</strong> ‘Kök’ Sorunu”, Yönelişler, S. 46, Mayıs 1990.Poetik açıdan kendisini Ahmet Haşim <strong>ve</strong> YahyaKemal üzerinden Necatigil-Hilmi Yavuz çizgisinebağlayan Osman Hakan A.’nın geleneğe bakışı dahaeskilere gider. Her ne kadar, yazarken, belli bir çizgiylekendisini sınırlasa <strong>ve</strong> o sınırlar içinden konuşsa da dil<strong>ve</strong> kültür tarihimizin köklerinin farkındadır: “Dilimizindünya üzerindeki varlığının, bin yıldan çok dahagerilere gittiği düşünülecek olursa, bizim kültürümüzdeşiirin öneminin büyüklüğü kendiliğinden anlaşılabilir.Medeniyetimizse, ancak eski Yunan, Roma, Mısır,Çin, Hint <strong>ve</strong> İran medeniyetleriyle kıyaslanabilecekbüyüklükte, tarihin en eski 8-10 medeniyetindenbiridir.” [9]1980’lerin geleneği önceleyen şairlerinden VuralBahadır Bayrıl, kuşak şiirinde geleneğin önemine <strong>ve</strong>poetik duruştaki rolüne değinirken bir zemin oluşturmabağlamında geleneğe dönüldüğünü ileri sürer:“80’li yıllar şiiri; önce bir saflık <strong>ve</strong> iyi niyet olarak sonraise giderek şiddetini artıran yarı-bilinçli bir tutku, aşkhâli, şiirin bir tür ‘ontolojik savunma hattının’ kurulmasıgirişimidir. Türk şiirinin, altından çekilen kültürelzeminin yeniden keşfedilmeye çalışılması, o zemininaranması <strong>ve</strong> yeniden inşa edilmesi girişimidir. Hiçkuşkusuz ki, gelenek kavramı, böyle bir zeminin yenideninşasında belirleyici rol oynayacaktır. Elbette buradasöz konusu olan, yazınsal dahası şiir geleneğidir.” [10]Bayrıl, Melek Geçti (1992) kitabı üzerine 2000’lerdekaleme aldığı bir açıklamada kendi özelinde, geleneğedönüşte şiire başladığı dönemlerin sosyolojik, yazınsalyapısının da etkisi olduğunu duyumsatır. Bu açıklamadadikkat çeken nokta, şiir ile dil arasında, diledayalı arayış arasında kurulan ilişkidir, geleneğin kaynaklar<strong>ve</strong> dil üzerinden yapıldığının vurgulanmasıdır.Bayrıl’ın şiirinin daha çok, dil içinden gelişen bir şiirolduğu hatırlanırsa, şairi bulunduğu noktaya getireninbu arayışın sonucu olduğu kayda geçirilecektir:“(1980’ler) enkazından kurtarabildiklerimle yarı rüyahâlinde bir tür simya işlemine girişmiştim. Dil ile yapılanbir tür simyacılık. Bu ister istemez beni Türkçenindeğişik hâllerine götürdü. Tabii ki Türkçenin dehasınınen kristalleştiği alanın, Türkçenin ebedi <strong>ve</strong> ezeliprensi şiirin hem ruhsal hem dilsel hem de sezgisel arkeolojisine.Yolum ustalara çıktı. Gerek Şark’ın gerekseGarb’ın ustalarına.” [11]9. Osman Hakan A., “Şiirsizleşen Türkiye ŞairsizleşenŞiir”, Gösteri, S. 280, Mayıs 2006.10. Vural Bahadır Bayrıl, “İmge Panayırı”, Est&Non, S.2, Ocak-Şubat 2000.11. Vural Bahadır Bayrıl, “Hatırlıyorum ya da ‘lo mi63mart-nisan-mayıs2013


Mehmet Yaşın’a göre gelenek tarihsellikle birliktedüşünülmesi zorunlu olan bir kavramdır. Bu ise yenizamanlarda sağlam temellere oturmayan bir anlayıştır:“Gelenek’, ‘miras’, ‘kimlik’ vb. kavramlarla bellibir dildeki ya da ülkedeki şiir <strong>ve</strong> edebiyata merkezîlik,teklik, süreklilik kazandırmaya çalışmak, ulusçulukçağıyla başlamış eski bir modern ‘gelenektir’. Böyleceson yüzyılın ulusal şiirine, bugünkü ulusal sınırlar ileulusun kolektif bilincini koruyup geliştirmek amacıylakökleri taa ilk çağlara varan bir edebiyat tarihiuydurulmuştur.” [12] Geleneğin ancak sistemle ilişkilendirildiğindebir anlam ifade ettiğini söyleyen MehmetYaşın, meseleye bu açıdan yaklaşır: “Gelenektenyararlanmak bir anlamda mevcut sistemin öne sürdüğü‘biz’ kavramını doğrulamak ya da yalanlamak işlevigörür. Kolektif bilince ya da aidiyet duygusuna yada ortak-kimliğe dayanmayan, bunu önermeyen birgelenek düşünülemez.” [13] Yaşın’ın itirazlarından biride 1980’lerde gelenek kavramının tek tip bir gelenekanlayışı üzerine kurulduğu yönündedir: “Ortada nebir tek Akdeniz, ne bir tek Türkçe şiir, ne bir tek ‘80Kuşağı’, ne bir tek gelenek var. O nedenle, kimse, kendikimlik tarifine uygun ‘şiir mirasını’ genel geçer birdoğruymuş gibi herkese dayatmaya <strong>ve</strong> şair-bireyi içindeki‘hayat çizgisinden’ koparıp yeni ‘gelenek’ modalarınınardından sürüklemeye <strong>ve</strong> böylece başkalarını dakendi aidiyet bağlarıyla bağlamaya kalkışmasın...” [14]Yaşın’ın, 1980’lerde tek tip bir şiir anlayışının olmadığınısöylemesi doğru bir yaklaşımdır; ne var ki kuşağınönemli şairlerinin tek tip bir gelenek anlayışını önerdiklerisöylenemez, hatta önemli bir kısmı geleneğiçok renkli sayfaları olan bir antoloji gibi görür.Anlatımcı şiirin kuşak içindeki önemli temsilcisiŞavkar Altınel, geleneğe sağduyulu <strong>ve</strong> serinkanlı yaklaşımlabakarak konunun iki yönlü olarak değerlendirilmesitaraftarıdır. Geleneği ne fazlaca öne çıkarmaktanne de büsbütün yadsımaktan yanadır; onun istediği,geleneği “doğru yorumlamak”, iyi değerlendirmektir.1980’lerdeki gelenek tartışmalarına değinirken gelenektekiörneklerin doğru yorumlanması gerektiğinivurgular: “Bugün Türk şiirinde ‘geleneğin’ bir kez dahagündemde olduğu bir gerçek. Birçok şairimiz ‘geleneklehesaplaşmak’tan, ‘gelenekten yararlanmak’tan,‘geleneği yeniden değerlendirmek’ten söz ediyor. ‘Gericordo’”,Kitap Zamanı, S. 66, 4 Temmuz 2011.12. Mehmet Yaşın, “Gelenek mi? Kimin Geleneği?”,Poeturka, Adam Yay., İstanbul 1995, s. 68.13. ____________, age, s. 68.14. ____________, age, s. 82.leneğin’ doğru yorumlandığında yaşayan bir güç olabileceğikadar, yanlış yorumlandığında ölü bir kalıpda olabileceğini düşünüyorum.” [15] Geleneğe bakışstilleri üzerinden Eliot’la Yahya Kemal’i karşılaştıran<strong>ve</strong> Eliot’ın geleneğe bağlılığını yapı üzerinden yorumlayanşair, ulaştığı sonuçla aslında 80’lerde, 90’larda dageleneğe nasıl bakılması gerektiğini, hayattan kopmanıngelenekle ilişkiyi yapaylığa düşüreceğini sezdirir:“(Yahya Kemal’in divan şiirine) karşı duyduğu kuşkularsonunda, garip bir şekilde, gelenekle Eliot’ınkindendaha derin <strong>ve</strong> sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlamıştır.Eliot bir kez geleneğe bağlanmaya karar <strong>ve</strong>rdikten sonrakendini bütünüyle geleneğin kalıplarına <strong>ve</strong>rip şiirinieski şairlere göndermelerle doldurmaya başlar. YahyaKemal ise geleneğin bir türlü ısınamadığı kalıplarınıbir kıyıya itip bunların ardında yattığını düşündüğübüyük lirik ruha, yani kimi şairlerin kimi dizelerindegördüğü, hayata gerçek bir duygunun ışığında bakmagücüne eğilir <strong>ve</strong> kendi şiirini de bu güçle doldurmakister. Başka bir deyişle Eliot’ın hayatta değil geleneğin‘sözcüklerinde’ aramak istediği şiiri Yahya Kemal genehayatta arar.” [16]Altınel, yazılarında şiirden ne anladığını dile getirirkenhangi şiir geleneklerini kendisine yakın gördüğüüzerinde de durmuştur. Şairin geleneğe <strong>ve</strong>ya bir şiirtarihine bakışı aynı zamanda şiirden ne anladığını dagöstermesi bakımından önemlidir: “İngiliz şiiri bizeyaşadığımız hayatı gösteren bir şiir, bizi bu hayattanalıp bambaşka bir dünyaya götüren bir şiir değil. Amaböyle bir kurtuluş, kaçış, değişiklik, sarhoşluk sunmakbence zaten şiirin işlevi olamaz, olsa olsa alkolün işleviolabilir. Şiiri bir uyuşturucu olarak kullanmak alışkanlığınakapılmamış olanlar için burada süssüz, gösterişsiz,ama gerçekten güzel bir şiir var. Tıpkı makyajsız dagüzel olabilen çünkü zaten çok güzel olan insanlar gibi.Bu şiiri biraz olsun tanıma olanağı bulan kimseninonun büyüsüne kapılmayacağını düşünemiyorum.” [17]Anlatımcı şiirin bir başka temsilcisi olan RoniMargulies, dönem şiirinin gelenekle ilişkisine değinirkenTürk şiirinin iki çizgi üzerinde geliştiğini, bugelişmede hakiki şiir olanla olmayanın yan yana yaşadığınıbelirtir. Bu iki anlayış arasına keskin bir hat15. Şavkar Altınel, “Yahya Kemal, T. S. Eliot <strong>ve</strong>‘Gelenek’”, Adam Sanat, sayı 182, Mart 2001. (Aynı yazıiçin bk. Şavkar Altınel, Soğuğa Açılan Kapı, YKY, İstanbul2003)16. Şavkar Altınel, agy.17. ___________, “Kuzeyde Bir Adadan Sesler”, SoğuğaAçılan Kapı, YKY, İstanbul 2003, s. 113.64mart-nisan-mayıs2013


çeken Margulies, şiir geleneğinde kendi tercihini nasılyaptığını da açıklar: “Türk şiirinde gerçek anlamda ikigelenek vardır: Bunlardan biri benim şiir saymaktazorluk çektiğim için isim takmaktan da çekindiğimbir gelenek. Ama tanımlamak zor değil. Ahmet HamdiTanpınar’ın sözleriyle ‘kelime zevkinden dil zevkineçıkamamış’, ‘büyük bir tarafıyla oyunda kalan’, AgâhSırrı Le<strong>ve</strong>nd’in sözleriyle ‘beşerî hisleri terennüm edecekgenişlikten mahrum, insan ruhunun bin bir çeşitkararsızlıklarını, ümitlerini, saadet <strong>ve</strong> ıstıraplarını tahlil<strong>ve</strong> ifade etmek hususunda kifayetsiz’ bir şiir geleneği.Kelime, biçim <strong>ve</strong> zekâ oyunlarına düşkün olan, buoyunlara <strong>ve</strong>rdiği önem nedeniyle şiirin güzelliğini bütündedeğil oyunun çarpıcılığında bulan bir gelenek.Dilden ziyade kelimeye, bütünden ziyade oyuna (<strong>ve</strong>oyunu içeren dize <strong>ve</strong>ya beyte) ağırlık <strong>ve</strong>rdiği için, şiirinne ifade ettiğiyle ilgilenmeyip nasıl ifade ettiğiyle ilgilenenbir gelenek.” [18] Margulies bu sözleriyle aslında1980 Kuşağı şairlerinin büyük bir kısmının önemleüzerinde durduğu divan şiirini <strong>ve</strong> Ahmet Haşim şiirinikastetmekte <strong>ve</strong> dolayısıyla 1980’lerde yaygınlaşan imgecianlayışa eleştiri yöneltmektedir.Ali Günvar, “demir leblebi” olarak değerlendirdiğigelenek tartışmalarının dünya ölçeğinde T.S. Eliot’ınmeşhur yazısından [19] sonra başladığını belirtir <strong>ve</strong> geleneğinnasıl algılanması, gelenekten ne anlaşılması gerektiğikonusunda söz alır. Tuğrul Tanyol’un yukarıdaüzerinde durduğumuz yazısından sonra, 1980 Kuşağıiçinde gelenek hakkındaki yazılar içinde yetkinliğiyleöne çıkan makalesinde Günvar, geleneğin “ideolojik”değil “kodlar” bağlamında ele alınması gerektiğinisavunur: “Aslında gelenek dediğimiz husus, bir anlamıylada, bir sanat dalının malzemesi <strong>ve</strong> dilinin endoğru, güzel <strong>ve</strong> ifadeli kullanılmasının kodları olsa gerektir.Bütün diğer sanatlarda olduğu gibi, edebiyatta<strong>ve</strong> özellikle de şiirde sanatın ana malzemesini <strong>ve</strong> aynızamanda içinde neşvünema bulduğu ortamı oluşturandilsel kodların bireysel kullanımında zihinsel <strong>ve</strong>riler ilebu <strong>ve</strong>rilerin ifade edilmesi arasında ciddi <strong>ve</strong> çok önemlibir mesele vardır. Zihinsel <strong>ve</strong> duygusal tasarımınkâğıda dökülmesi <strong>ve</strong> dışa vurum (expression) hâlinegelebilmesi son derece karmaşık bir mekanizma olup,bu mekanizmanın yetileri <strong>ve</strong> işlerliği sanatçı tarafındansağlanması, sürekli çalışma ile ayakta tutulması18. Roni Margulies, “İngiliz Şiiri <strong>ve</strong> Türk Şiiri”, ŞiirYahudilik Vesaire, Kanat Yay., İstanbul 2004, s. 77-78.19. Bk. T. S. Eliot, “Gelenek <strong>ve</strong> Şair”, EdebiyatÜzerine Düşünceler, KTB Yay., Ankara 1983 (çev. SevimKantarcıoğlu)<strong>ve</strong> geliştirilmesi gereken hususlardır.” [20] Günvar’ın buiddiaları eğer 1980’lerin başlarında yayımlanmış olsaydımuhtemelen farklı <strong>ve</strong> ilginç tartışmalara zemin hazırlayabilir,dönem şairlerinin gelenek algısı üzerindeetkili olabilirdi. Ali Günvar’ın 1980’lerde “gelenektenyararlanma” kavramlaştırmasıyla çokça tartışılan birkonuda kendisine özgü bir yaklaşım ortaya koymasıönemlidir. Bu önem, yazıdaki, “Günümüzde geleneksellikdenilince, çoğunlukla, birkaç yüz yıl öncesineait birtakım kelime <strong>ve</strong> ibareler kullanılması kolaycılığıanlaşılmaktadır.” [21] itirazından gelir. Gelenekle ilişkiyigelenekten görünür şekilde <strong>ve</strong> biçimsel yönelişle yararlanmaolarak görmez. Bu ilişkiyi daha gizli/gizemliama aynı zamanda daha organik düşündüğü açık olanşair, geleneğin sanatsal üretimde yönlendiriciliğinin“zihnin dilsel aktarımı”yla mümkün olacağını ileri sürer.Bu tutum, kuşkusuz, modern şiirin kazanımlarınıneredeyse hiçe sayması bakımından eleştirilmesi gereken,ama bir yandan da gelenek algısına yetkin birkapı açması yönüyle kuşak şiiri içinde ilgiye değer biryaklaşımdır.1980’lerde en çok tartışılan konulardan biri de gelenektir.Türk şiirinin zengin geleneği, bu yıllarda sığ<strong>ve</strong> sınırlı bir bakışla değil, geniş bir açıdan değerlendirilmiştir.1980 Kuşağı’nı meydana getiren şairleringeleneğe kayıtsız kalmadıkları, varolan şiir birikimiylebir şekilde ilgilendikleri hem kendi ifadelerinden hemde şiirlerinde ortaya koydukları tarihsel bağlılıklardananlaşılmaktadır. Saf gelenekselci bazı şairler, 1980’lerdedivan şiiri üzerinden bir gelenek söylemi geliştirselerde kuşağın kahir ekseriyeti geleneği bütün yönleriyledeğerlendirmiş, modern zamanlarda yaratılanşiirsel <strong>ve</strong>rimden de yararlanmıştır. Bununla birliktearada yaklaşım farklılıklarının olmasını doğal karşılamakgerekir; çünkü bu şairler kimi zaman tek tek kimizamansa gruplar halinde belli şiir anlayışlarının savunucusuolmuşlar, inandıkları şiirin geçmişten gelenbirikimini birbirleriyle tartışıp çatışarak da olsa, Türkşiirinin kazanımı olarak görmüşlerdir.■___________________________(NOT: Makalenin yazılışında ‘Türk Şiirinde 1980Kuşağı’ adlı kitabımın ilgili bölümünden yararlandım.)20. Ali Günvar, “Ve Gelenek”, Gösteri, sayı 255, Ocak2004.21. Ali Günvar, agy.65mart-nisan-mayıs2013


Edebiyatta geleneğe yaslanmakMUHSİN İLYAS SUBAŞIŞiirimiz 21. asra üç ayrı kaynaktan beslenerekgirdi. Bunlardan ilki <strong>ve</strong> en eski olanı“Halk Şiiri” geleneğidir. Eski şiir örneklerimizebakıyoruz, bunların tamamı halkın kendiduygularından doğan irticalen söylenen mısralar…İlk şekilleriyle saz eşliğinde terennüm edilerek söylenenbu şiirler, zamanla hususileşerek ağıt, ninni,mani şeklinde ortaya çıkmış, daha sonra halk şairleritarafından “koşma” tarzında geliştirilerek bir millî<strong>ve</strong>zin şeklini almıştır. Bu tarzı günümüzde devamettirenler çoğunluktadır. Halk âşıkları, bu tarzı sazlarıylabesleyerek yaşatma çabası içerisindeler. Ayrıca,saz çalıp söylemeden de bu şiirimizin örneklerini<strong>ve</strong>renler hayli fazladır. Zaman zaman çok da kalitelişiirler görmekteyiz. Son asır içerisinde, bunların enyetkin iki örneğinden söz edebiliriz. Saz şairlerindeÂşık Veysel, geleneksel koşma tarzında ise AbdurrahimKarakoç bu şiir damarını geleceğe daha sağlıklıbir biçim <strong>ve</strong> muhteva ile taşıyacak güzel eserler <strong>ve</strong>rdiler…Burada Âşık Veysel üzerine bir tespitimi arz etmekisterim. Onun saz çalarken dondurulmuş birprofilini düşünün. Bir noktaya odaklanmış, hafiföne eğik bir baş, elinde sazı <strong>ve</strong> söylüyor: “Sen birceylân olsan, ben de bir avcı, / Avlasam çöllerde sazile seni. / Bulunmaz dermanı, yoktur ilacı, / Vursam,yaralasam söz ile seni…” Saz’ın <strong>ve</strong> söz’ün gücünüanlatan müthiş bir kıta. Şairin güçlülüğü işte bu ikiunsurun arasında. Zaten şairi kendinde gü<strong>ve</strong>ne götürenyanı da burası.Bizim şairlerimiz halk şiirinde iç mutluluğu çevresiylebölüşmek isterken sazı aracı yapmışlardır. Şamanlarda İslam öncesinde Türk topluluğu için aynışeyleri söylüyordu. Onlar da kopuzlarını bağırlarınaçekip hikmetli sözlerle kul ile yaratıcı arasında köprüoluyorlardı. Sözün gücü ilk insandan bu yana niteliğindenhiçbir şey kaybetmeden devam edegelmiştir.Bu gücü, şair kendine gü<strong>ve</strong>n duygusuna dönüştürerekruhi bir rahatlığa ulaşmaktadır. Halk muhayyilesininsağdığı bu geniş imkânı başarıyla kullananlaryalnızca kendilerinin <strong>ve</strong> kendi dönemlerinin değil,daha sonraki dönemin insanlarının da müşterek dili<strong>ve</strong> gönlü olmuşlardır.T.S.Eliot, “Gelenek çizgisinde olan eser gerçektenbir sanat eseri ise, aynı medeniyet içerisinde yaratılmışbütün eserlerin oluşturduğu organik bütün içinde yeralacaktır.” der, Ona göre, geleneğe bağlı olan bir şair,yalnız çevresel olan insan tecrübesinin değil, geçiciolanın da şuurundadır. Bizim ana şiir damarımızoluşu bakımından, halk şiiri tamamıyla sözü edilenbu tür bir geleneğin imkânlarını kullanmaktadır.Halkın bir anlamda iç müziği olan bu şiir, onun rahatlamasınısağlayan bir gevşetici ilaç gibidir. Bununyanında, şiirin bir de ahenkli sese dönüştürülmesivardır. Bunlar türkülerimizdir.Türkülere dikkat eder misiniz? Onların hementamamına yakınında halk şiir geleneğinin bütünözelliklerini bulursunuz. Vezin vardır, kafiye vardır,kıtaların redif düzeni vardır. Şiirin ilk etkisini sağlayabilmekiçin insanın kulağına ninni şeklinde sunulması,şaşırtıcı bir uzlaşmayı sağlar. Bu uzlaşma öncesöyleyenin kendisinde oluşur. Gönlü ile aklı arasın-66mart-nisan-mayıs2013


da önemli bir bağ kurar <strong>ve</strong> arkasından başkalarınıngönlüne <strong>ve</strong> aklına uzanır. Bizde bu öyle bir çarpıcıgüzellik kazanmıştır ki, anne şefkatini dilinin <strong>ve</strong>gönlünün birleştiği manilerde çocuklarına aktarmış<strong>ve</strong> orada bu ninniye dönüşmüştür. Ninni, çocuğuno saf zekâ coğrafyasına düşen ilk insan sözüdür. Yumuşakbir söz <strong>ve</strong> kuşatıcı bir ahenkle kucaklar bebeğindünyasını. Anne şefkatinin o sınırsız heyecanıiçerisinde yavrusunun yüzüne bakar <strong>ve</strong> inilti hâlindemırıldanır: “Ninni bebeğim uyusun,/ Uyusun da büyüsün!”Çocuğun üç temel ilacı uyumak, yemek <strong>ve</strong>sevilmektir. Ananın, çocuğunun bu temel içgüdüsününinniye dönüştürmesi bir sosyal realitenin ifşasıdır.Büyüme idealine adanmış çocuğun, şefkat, beslenme<strong>ve</strong> uyumaktan başka talebi olmaz. Ninnilerbunun da<strong>ve</strong>tiyesidir. Okunmaktan çok işitilmek içinvar olan şiir ilk etkili gücünü bu bebeklerde gösterir<strong>ve</strong> oradaki yolculuğu ölümünün sonuna kadar uzanarakağıtla noktalanır…Toplumun parçalanmış hayatını kendi iç dinamiklerinekavuşturmak için hayatımızın her safhasınayerleşen şiirin, türkü olsun, ninni olsun, ağıtolsun bir sosyal fonksiyonunun varlığı onun gücünüde arttırmaktadır. Binlerce yıldır, bunun böylesüregelmesi, hayatın mistik şeması içinde şiirin gelenektennasıl beslendiğini göstermesi bakımındanönemlidir…Şiirimizin bir önemli alanı da tasavvuf şiiridir.Tekke şiiri de denilen bu tarz, hem halk hem de divanşiirinden etkilenmiştir. Yunus Emre çoğunlukladivan şiiri tarzı olan beyitlerle yazarken, Pir SultanAbdal, halk şiiri formunu kullanmıştır. Bu şiirde,günümüzde yenileşme eğilimi pek görülmez amamodern tarzda söyleyenlere de rastlanılmaktadır. Buşiir, türkülerin bir anlamda metafizik ürperti kazanarakilahileşmesidir. Bakın mesela, Karacaoğlan’ın“İncecikten bir kar yağar, / Tozar elif elif diye, / Deligönül abdal olmuş, / Gezer elif elif diye” türküsü butarzın küçük bir örneğidir. Okunan ilahilerin çoğundasözün heyecandan sıyrılıp teslimiyete yönelmesi,onu türkü’den ayırmaktadır. Değilse, iç formbakımından aynı esasları kullandıklarını söyleyebiliriz.Burada önemli olan bir husus, bizim ilk mısraımızınşiir tarzında ortaya çıktığı günden bu yana,yalnızca tekke şiiri diyebileceğimiz bu tasavvuf şiirimuhteva bakımından kendi geleneğini oluşturmuş<strong>ve</strong> bunda, bugüne kadar herhangi bir çözülme olmamıştır.Türklerin Müslümanlığı kabul etmesindensonraki dönemlerde başlayıp gelişen bu şiir ekolü,halkın ruhundaki ürpertiyi iyi deşifre edebildiğiiçin sade vatandaş tarafından da aydın tarafından daanlaşılıp kabul görmüştür. Yunus bu alanda her ikikesimin ortak değeri olarak asırlardır etkisini <strong>ve</strong> gücünübunun için korumakta <strong>ve</strong> kendi etki alanınıgenişleterek bu alana yönelen şairlere de ilham kaynağıolmaktadır.Divan şiirini bu gelenek anlayışı içinde ikincibesleyici unsur olarak düşünüyoruz. O, özel birtarz olarak bir dönem etkili olmuş <strong>ve</strong> şimdi edebiyatalanımızdan çekilmiştir. Buna rağmen, onun kalınhatlarının bizim şiirimizin iç disiplinine girmesi gerekir.Attila İlhan, “Divan şiirini bilmeyen, oradanbeslenmeyen şairin kendi şiirini oluştursa da Türkşiirinde kalıcı bir yer edinmesinin mümkün olmadığını”söyler. Bu yaklaşım doğrudur. Divan şiirinibilmek, onu şiirine olduğu gibi aktarmak demekdeğildir. Yedi asra yakın bir süre bizim edebiyatımızınana omurgasını oluşturmuş bir şiiri sırf dilindenötürü atamayız. Bu şiirden ses, imaj <strong>ve</strong> muhtevabakımından faydalanan günümüz şairi Türk şiirineçok şey kazandırabilecektir. İkinci Yeni tarzında şiiryazıyor olmasına rağmen Sezai Karakoç’un bu kaynaktanbeslenmesi, onun şiirini hem kalıcı hem dearanır hâle getirmiştir. Bu önemli bir dikkat noktasıolarak algılanmalıdır.Divan şiiri kendi döneminde, entelektüel hazzıkendi disiplini içerisinde topluma yayan bir çalışmaalanıydı. Bu görüşü eleştirenler bulunacaktır. Bunlarınçoğunluğunun da halk şiirine sırtını dönmüşinsanlar olması düşündürücüdür. Yani divan şiirine,“zümre edebiyatı” diyeceksin, bu defa, hiç olmazsa,kendi millî tarzın olan halk şiirine de sırtını döneceksin.Bu, bir yerde halkın geçmişiyle ilintisini sağlayaniplerin koparılması demektir. Zaten bunlarısavunanlar da yenileşme he<strong>ve</strong>sinde olan insanlardır.Böyle bir ön yargıya rağmen bu şiiri, günümüzşiirinin alt yapı kültürü olmaktan çıkarırsanız, buşiirin beslendiği kanallardan birisini tıkamış olursunuz.Şiir farklı düşünceleri kendi ikliminin renkliliğiolarak görür ama ideolojik saplantıları bünyesindetutmaz. Bunun sebebi de bu tür şiirlerin gelenekselbir öze sahip olmamaları, günlük taleplerin ürünlerişeklinde ortaya çıkmalarıdır. O talep bitince, bu şiirde ayaklarını yerden kesmekte <strong>ve</strong> boşlukta kalmaktadır.Divan şiirinin kendi disiplini böyle bir he<strong>ve</strong>seimkân <strong>ve</strong>rmediği için ondan beslenen şiirin günlüktelaşı olmaz!... Sezai Karakoç, serbest tarzda yazılan67mart-nisan-mayıs2013


küçük aşk şiirlerini gazelin süreği olarak görür <strong>ve</strong>“Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi,tarihin ölmez mirasıdır.” diyerek, bunu başaranlarınkalıcı eserlere imza atabileceklerini söyler.Şimdi Batı tarzı şiirimizin gelenekle ilişkisine bakalım:Batılılaşma çabasına tam iki asrımızı <strong>ve</strong>rdik.Bu süre içerisinde ortaya çıkan nedir? Bana sorarsanız,bu alanda beklenen mesafeyi almış değiliz. Batıedebiyatı bizim modern şiirimizi bizden saymıyor.Onlar, bu şiirin orijinallerinin kendilerinde bulunduğunusöylüyorlar. Bunda haklılık payları vardır.Çünkü bir dönem, neredeyse, şiirlerini tercümeedip altına imzasını atanların olduğundan söz edilir.Sonra birileri bunları yeniden kendi asıl dillerineçevrilince hamakat ortaya çıktı. Bu bir geçiş dönemiydi,haydi bunu da boş geçelim. Ama yıllardırşiire terini dökenlerin, gecelerinin sessizliğine gömülenmısralarında, modernleşmeyi de gerçekleştirmişolmadılar. Sezai Karakoç, “Yeteneği ilk uyandıran,bilinçlendiren, kımıldatan, onu harekete geçiren tarihîsosyolojik birikim, gelenektir. Bir yandan doğa, öteyandan gelenek yeteneği yerinden oynatır <strong>ve</strong> ona ilk denemeleryapma he<strong>ve</strong>s <strong>ve</strong> cesaretini <strong>ve</strong>rir.” diyor. Bu tespit,şiiri kendi seyri içinde düşünen insanlar içindir.Bizde öyle bir dönem yaşandı ki, gelenek demek,geçmişe bağlanmak, en azından oradan beslenmek<strong>ve</strong> bir şeyler almaktı. Hâlbuki bizde işi şiir aracılığıylapolitika olanlar buna sırtlarını döndüler. Bizdeyenileşme döneminin kendi gelişme çizgisini tutturamamasınınana sebebi budur. Böyle bir kaynaktankoparılmış olması <strong>ve</strong> ayaklarının yere basmamasıydı.Ritimle anlamın uzlaşmasını sağlayamayan çağdaşşairlerimiz, serbest söylemeyi sanki bir yeni çıkışyolu gibi gördüler. Gerçi serbest tarzda mükemmelşiirler oluşmadı mı? Oluştu elbette. Ne var ki, bumilletin duygu atmosferini birkaç şairle doldurmanızmümkün değildir.Bizde, çağımızın, yaşadığımız asrın şairlerininönemli bir kısmı, geleneğin o kuşatıcı etkisindenkurtulamadı. Serbest yazdıysa da, <strong>ve</strong>zinde onu kullandıysa,anlamda geleneğin etkisinden kurtulmadı.Bunu, tamamıyla serbest yazanlarda bile görebilirsiniz.Bunun ana sebebi ise, şiirin tamamıyla orijinalliğiniyerli duygu <strong>ve</strong> düşünceden almasındandır.Onun tercüme edilemeyişinin gerçek nedeni de budur…Ruh <strong>ve</strong> beden sentezi olan insanın düşündükleriile hissettikleri arasında zaman zaman farklılaşmalarolur. Bu farklılığı insanın lehine döndüren hep onundeğerler ölçüsü olmuştur. Ruhundaki parçalanmadandolayı kimliğini kaybedenlerin kişiliğini dekaybettiğini görürüz. Şiir çoğu zaman burada kurtarıcırolünü üstlenir <strong>ve</strong> insan kendi başına döndüğüzaman yaşadığı ruh depreminde zararı en azla atlatabilir.Dikkat ederseniz ölümlerde ağıtların önemibunu göstermektedir. Yakınını kaybettiği için ıstırapduyan insan, ağıtlarıyla kendisini kontrole almışolur. Orada ifade edilen şeyler, gerilen iç dünyasınıgevşetici rol oynar. Bu, bir nevi acılı bir masaj gibibir şeydir. Şiiri böyle bir misyona taşıyan da onunsosyal muhayyile dediğimiz toplumsal değerlerinbütünü olan gelenekten beslenmesi gerçeğidir.Ne var ki, özellikle son bir asırdır Batı tarzı şiireyönelmiş olmamıza rağmen, Batı şiir geleneğininsüregelen merhalesini bilmediğimiz için oradan bizeaktarılan birçok şiir formu tutmadı. Şiir şahsidir, budoğrudur. Ama şiirin sosyal tercihleri, kendi insanınındeğerleriyle örtüşmeye de mecburdur.Hatta daha acısını söyleyelim: Günümüz şairlerininbirçoğu, gelenekten ürktükleri için neyi nasılyazacaklarının da farkına varamamışlar <strong>ve</strong> birçok şairdeşiir dokuz bilinmeyenli denklem hâlini almıştır.Birbirini beslemeyen, hatta inkâr eden mısra <strong>ve</strong> görüşlerişiire yerleştirmeyi, soyut kavramının rengineboyayanlar, akan bu şiir ırmağına sadece mahiyetibilinmeyen su akıtmaktadırlar. Tekrar edelim, gelenekgeçmişe bağlanmak değildir, geçmişin binbirtecrübeden geçerek oturmuş sisteminden günümüzünalgılama kabiliyetine göre malzeme nakletmektir.Geleneği, geçmişi geleceğe götürülen bir tecrübeleryığını olarak görürsek, zaten günümüze uymayanalgılama <strong>ve</strong> nakiller geçmişte kalacaktır. Batı şiirininbaşarısı geçmişine yaslanmasını bilmesidir.Bakınız çok düşündürücü bir sonuçtur. Bu konuyaaçıklık getireceği için nakletmekte fayda vardır:Cumhuriyetin ilk yıllarında, Fransa’da bir akademi,dünya şiir antolojisi planlar. Her ülkeden şiirleristenir. Türkiye’den de şairlerimizin şiirleri gönderilir.Bir süre sonra bizim şiirlerimiz toptan iade edilir.Üzerinde, “Bu şiirlerin orijinalleri bizde var, siz kendinizeait olanları gönderiniz.” diye. Geleneksizliğinköksüzlüğe dönüştüğü bir noktanın işaret taşı olarakönümüze konduğu bir olaydır bu.Bugün başarılı olanlara bakınız, bu üç ana kanalınimkânlarını alabildiğince şiirinde senteze götürdüklerinigörürsünüz. Doğrusu da budur, bunaulaşamayan şiir bizim şiirimiz değildir!...■68mart-nisan-mayıs2013


Şiirimizde Yunus Emre geleneğiMUSTAFA ÖZÇELİKBir gelenek mimarıYunus Emre, hem şiir diliyle hemde tasavvufa getirdiği yorumlasadece yaşadığı çağı değil,günümüze kadar bütünçağları etkiledi. O, PeyamiSafa’nın ifadesiyle“üç zamanın” yani“geçmişin, bugünün <strong>ve</strong>geleceğin” şairi olarakgönlümüzün dili, dilimizingönlü oldu. Biz,ondan din, tasavvuf <strong>ve</strong>ahlak adına çok şey öğrendiğimizgibi dil, şiir<strong>ve</strong> estetik adına da çokşey öğrendik.Şair olsun olmasınherkes, onun şiirleriyleİslam <strong>ve</strong> tasavvuf konusunda bilgi <strong>ve</strong> duyarlıkkazanırken öte yandan da her yerde onun yolunutakip eden çırakları, kalfaları diyebileceğimiz çoksayıda şair yetişmiş, böylece özellikle tekke şiirimizonun açtığı yolda yürümüştür. İşte bundandolayı şiirimizde bir “Yunus Emre okulu”ndansöz etmek mümkün hâle gelmiştir. Hatta bu okulunişlevsellik alanı Anadolu ile de sınırlı kalma-mış, zaman içerisinde Balkanlarda, Kafkaslardaonun tesirinde şiirler söyleyenşairler ortaya çıkmış, Yunus Emreböylece “millî” oluşunun yanısıra bu coğrafyalardaki şairleride etkileyerek “evrensel” birdeğer <strong>ve</strong> önem de kazanmış,üstelik bu etkilenme bellibir zaman dilimiylede sınırlı kalmayarakgünümüze kadar gelmiştir.Şunu rahatlıklasöyleyebiliriz ki insan <strong>ve</strong>dil, var olduğu sürece onagönül diliyle seslenen YunusEmre’nin de sesi gökkubbede yankılanmayadevam edecektir.Yunus Emre yolundaeser <strong>ve</strong>renleri, birkaç grupta ele almak mümkündür.Bunları “özgün Yunus Emre yorumcuları”,“mukallitleri”, “nazirecileri <strong>ve</strong> etkilenenler” olaraksınıflandırabiliriz. Bu farklılık aslında doğaldır.Bir okulun öğrencileri arasında her seviyedeöğrenci bulunabilir <strong>ve</strong> hocalarıyla iletişim tarzlarıdoğal olarak farklılıklar gösterebilir. Buradaönemli olan Yunus’un şu <strong>ve</strong>ya bu ölçüde şairlere69mart-nisan-mayıs2013


yaptığı etki <strong>ve</strong> bu etkinin yüzyıllar boyu sürmesisonunda Türk şiirinin Yunus merkezli bir şiirhâline gelmesi <strong>ve</strong> hemen her şairde Yunus’tan birizin bulunmuş olmasıdır. Bu yüzden biz bu şairleridaha toparlayıcı bir niteleme ile “Yunus Emreyolunda eser <strong>ve</strong>renler” olarak ortak bir isimlendirmeylede anabiliriz.Burada konuyu somutlaştırmak için isim dezikretmek gerekir. Bu anlamda adını anacağımızilk isim Âşık Paşa’dır. Doğum <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>fat tarihleridikkate alındığında Yunus’un çağdaşı olarak gördüğümüzÂşık Paşa, Âşık mahlaslı ilahilerindeYunus geleneğini ondan sonra devam ettiren birisim olarak dikkati çeker. Yine aynı şekilde SaidEmre, Kaygusuz Abdal, Gülşehri, Eflaki Dede <strong>ve</strong>Elvan Çelebi gibi isimler Yunus’un takipçileri olmuşlardır.Tekke şiirinde YunusÂşık Paşa’yla başlayan bu gelenek içindeYunus’un tesirli olduğu asıl alan doğal olaraktekke şiiri olmuştur. Onun izini çok güçlü şekildesürdüren Niyazi Mısri <strong>ve</strong> Eşrefoğlu, özellikleanılmalıdır. Bu şairlerin Yunus sevgisi <strong>ve</strong> onamensubiyet duyguları o kadar güçlüdür ki meselaNiyazi Mısrî kendi dilinden söyleyenin gerçekteYunus Emre olduğunu belirtir:Niyazi’nin dilinde Yunus’durur söyleyenHerkese can gerek Yunus’durur can banaDaha sonra Şeyh Baba Yusuf, Hacı BayramVeli, Akşemseddin, Emir Sultan, SüleymanÇelebi,Yusuf Hakiki, Kemal Ümmi, VahipÜmmi, Hüsameddin-i Uşşaki, , Sunullah Gaybi,Ümmi Sinan, İbrahim Tennuri, İsmail HakkıBursevi…<strong>ve</strong>O insanlık içinde gevher-i yektâ-yı manâdırHazînedâr-ı eş’âr, hem emîn-i ilm-i a’lâdırO Hak’la söyleyen, Hak söyleyen bir murg-ıgûyâdırCenâb-ı Kibriya’nın mazhar-ı takdiridir Yûnusdiyen Osman Kemali bu anlamda sayabileceğimizisimlerden bir kısmıdır.Halk şiirinde YunusDil, ölçü, nazım şekli bakımından tekke şiiriylemüşterekleri çok olan <strong>ve</strong> halk şairi olarak bilinenpek çok isimde de Yunus’un nefesini hissedebiliriz.Tekke şairleri gibi onlar için de Yunus,“şairlerin piri”dir. Malum, âşık edebiyatı şairleri,şiire bir kutsiyet atfederek bir pir elinden badeiçen kişinin şair olabileceğine inanırlar.İşte Yunus Emre, onlara bade <strong>ve</strong>ren bir isimolarak görülür. Bu anlamda Karacaoğlan, Emrah,Bayburtlu Zihni <strong>ve</strong> Dertli gibi isimler, metinlerarası bir okumayla Yunus tarzı bir söyleyişeakraba isimler olarak anılabilir. Son yüzyıldayetişenlerde ise bu mensubiyeti daha açık olarakgörebiliriz. Yunus’a kendisine bade içiren bir pirolarak bakan Âşık Molla, ondan “Can Yunus”diye söz eden Âşık Ali Çıtak, “Yürüdüğü yoldagitmek gerek” diyen Âşık Kemali, Âşık Deryami,Âşık Burhani, Âşık Veysel…gibi isimler, Yunusyolunun takipçilerdir.Divan şiirinde YunusYunus Emre’nin şairler üzerindeki etkisi tekkeşairleriyle de sınırlı kalmamıştır. Tezkirelerdeyer almadığı için yaygın kanaat Yunus Emre’nindivan şairlerince hiç anılmadığı şeklindeyken, aslındadurumun böyle olmadığı da bilinmektedir.Yani Yunus Emre, divan şairlerini de etkilemiştir.Bu konuda Vehbî’nin bir kasidesindeki şuifadeler oldukça dikkat çekicidir. Buna göre şairVehbi, Nahîfî’yi sırf Yunus Emre’ye benziyor diyeövmektedir.Nahîfî kim ilâhiyât-ı Yunus’tan müessirdirUsûl-ı sûfiyanda beste eşâr-ı firâvânıKemâlâtıyla şimdi câ-nişîn-i arif olmuşturMüsellemdir hakikat nam u nesre fazl-ı irfânıYine Fuzuli’de, Necati Bey’de <strong>ve</strong> Şeyh Galip’tederinden derine bir Yunus algısı <strong>ve</strong> tarzı olduğurahatlıkla söylenebilir.Millî Edebiyat devrinde YunusYunus’un asıl keşfi ise Millî Edebiyat devrindeolmuştur. Batılışma sürecinde ayaklarının altındakitoprak kayınca boşlukta kalan şairler, onun70mart-nisan-mayıs2013


eteğine tutunarak var olabilmişlerdir. Osmanlıdevrinde kelimeleri itibariyle Arapça <strong>ve</strong> Farsçanınarasında sıkışıp kalan Türkçe ise bu sayede,yeniden şiirin dili olmuştur.Ben görmedim, sensin bakan,Bir nur olup kalbe akan,Yanıyorsam sensin yakanYakan odda yanar Tanrım!Zâhit duyar celâlini,Veli sezer cemâlini,Ben isterim visâlini.Geldim sana didâr Tanrım!Beni kovma tâ ademe,At istersen cehenneme,Narından var nurdan şemmeBen isterim didâr, Tanrım!diyen Ziya Gökalp, bize taklidi de olsa tıpkı YunusEmre gibi sade Türkçe şiirler yazarak sonrakişairlere bir yol açmıştır.Halide Nusret, Necip Fazıl, Rıza Tevfik, BehçetKemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, ZiyaOsman Saba, Hasan Âli Yücel, Rıza Ümit, ArifNihat Asya, Bekir Sıtkı Erdoğan, Bahattin Karakoç,Abdurrahim Karakoç, Talat Sait Halman,Hüsrev Hatemi, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu,Bestami Yazgan gibi isimlerin de bu yüzyıldabirer Yunus takipçileri olduğu görülmektedir.Bunlara daha modern tarzda şiirler yazdıklarıhâlde ruh, mana <strong>ve</strong> zaman zaman da söyleyişbakımından Yunus tarzı bir üslubu benimseyenBehçet Necatigil, Salah Birsel, Atilla İlhan, CemalSüreya, Sait Maden, Sezai Karakoç, Arif Ayisimleri de ekleyebiliriz. Modern Türk şiirinin<strong>ve</strong>rimlerini hece <strong>ve</strong>zni formu içinde inanılmazbir nahiflikle şiirine taşıyan Alaeddin Soykan isetıpkı Yunus gibi meçhullerin şairi olmayı tercihetmiş, fakat Yunus tarzını en iyi temsil eden birşairimiz olarak dikkat çekmiştir.Türk illerinde YunusBu tesir, sadece Anadolu coğrafyasıyla da kalmamış,Türkçenin konuşulduğu her yerde Yunus,şairleri etkilemiş, onun takipçileri bu coğrafyalardada yetişmiştir. Özellikle makamı dabulunan Azerbaycan’da, yine Balkan şiirinde butesir çok güçlüdür. Yine Kıbrıs Türk şiirinde deYunus sevgisi çok yoğundur. Azerbaycanda “ O,Türk’ün <strong>ve</strong> Türkçenin varlık sesidir.” diyen BahtiyarVahapzade, Anar Rızayev, Memmed Aslan,Muzaffer Şükür, Zelimhan Yakup, Abbas Abdulla,Batı Trakya’dan Ali Rıza Saraçoğlu, HüseyinMazlum, Mustafa Tahsin, Kosova’dan Bayramİbrahim, Üsküp’ten Fahri Ali, Lütfü Seyfullah,İlhami Emin, Kırgızistan’dan Altınbeg İsmailov,Türkmenistan’dan Mahdum Kulu bunlardan sadecebirkaçıdır. Bir örnek olarak şunu <strong>ve</strong>relim:Bir garip ölmüş diyelerÜç günden sonra duyalarSoğuk su ile yuyalarŞöyle garip bencileyin...dörtlüğündeki duyguları, çağdaş bir yorumlaMustafa Tahsin›in «Şali Ağa» adlı şiirinde de bulabilmekteyiz:Bir Şali Ağa’cık vardıDüşüne umudunu katık edenYapayalnızHasırı hem yatak, hem yorgan...Kapısını yalnız rüzgâr vururduOysa konu komşu arasında otururdu.Komşuları soğuk bir sabahtaRastgele ölüsünü buldu.Neyi ola ki Şali Ağa’cığınPılı pırtısı mesele oldu...Sonuç olarak söylenebilecek olan şudur:Yunus Emre, tarih boyunca, Türk şiirini oluşturanbütün şubeleri etkilemiş güçlü bir şairimizdir.Tekke <strong>ve</strong> saz şairleri, Yunus Emre’yi pirlerikabul etmişler, klasik edebiyatın temsilcileri onudaima saygıdeğer mutasavvıf şair olarak kabulederek eserlerinden ilham almışlardır. Günümüzşairlerinin çoğunda da durum böyledir.Şiirimizde Yunus geleneği devam ediyor… ■71mart-nisan-mayıs2013


Ahmet Midhat Efendi <strong>ve</strong> gelenekMUSTAFA MİYASOĞLUİlk mühim romancımız olan Ahmet MidhatEfendi (1844- 28 Aralık 1912), ölümünün100. yıldönümü münasebetiyle son aylardapek çok dergide özel sayı <strong>ve</strong> bazı belediyelerleüni<strong>ve</strong>rsitelerde toplantı konusu oldu. Onun roman<strong>ve</strong> hikâye türündeki eserleriyle diğer kitapları üzerindeduruldu, ama edebiyat geleneğimizden nasılyararlandığı üzerinde pek durulup değerlendirmekonusu yapılmadı. Hatta bu büyük yazarımızınmodern <strong>ve</strong> postmodern teknikleri kendine göregeliştirdiği hâlde, yanı başındaki edebî gelenektennasıl yararlandığı konusu gündeme bile gelmedi,üzerinde hiç durulmadı.Hâlbuki Efendi, ilk kitabı olan Hâce-i Ev<strong>ve</strong>l’densonra Kıssadan Hisse <strong>ve</strong> Letâif-i Rivâyât’ın ilk cüzleriylebaşlayan hikâyeciliğinde kendi anlatı dilimizigeliştirmenin yollarını arar. Okul kitaplarındanhikâye <strong>ve</strong> romanlara doğru gelişen yazarlığının ilkyıllarında, pek çok kitabı geçim endişesiyle yazıpkendi matbaasında bastığı, aile fertlerinden birkısmının sattığı hareketli bir yayın hayatına başlar.Bir yazısından ötürü, Vatan yahut Silistre sürgünleriylebirlikte Rodos’a sürülünce, 1873-76 yıllarıarasındaki üç yıl onun için sanki bir mektep olur.Bu sürgünde ilk mühim romanlarını yazar. HasanMellah, Dünyaya İkinci Geliş, Hüseyin Fellah, Karı-KocaMasalı <strong>ve</strong> Felâtun Bey ile Râkım Efendi budönemin çok sevilen <strong>ve</strong> Ahmet Midhat’ı romancılığımızınbaşına yerleştiren eserlerdir.O döneme kadar yaşadıklarını <strong>ve</strong> yazdıklarınısürgün dönüşü Menfa adlı eserinde uzun uzun anlatır.Bu dönem Ahmet Midhat’ın yazarlığı açısındansanki sürgün değil, derlenip toparlanma yıllarıolmuştur denebilir. Piyeslerini de bu dönemde yazar<strong>ve</strong> bazıları sahnelenir.Ahmet Midhat Efendi'nin romanlarıSürgün dönüşünde bir yandan gazeteciliği sürdürürkenbir yandan da romanlarını yazmakta,çeşitli türlerde tercüme <strong>ve</strong> adapte eserler kalemealmaktadır. Sürgünde yazdıklarının gördüğü alâkaüzerine, kendi çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesindetefrika ettikten sonra kitaplaştırdığı hikâye,roman, tercüme <strong>ve</strong> adapte roman tarzındaki eserleribirbirini izler. Her birinden otuzar kitap tutaneserlerinin bugün bilinmemesi, biraz da Ser<strong>ve</strong>t-iFünun’la birlikte Batıya alabildiğine açık bir edebiyatanlayışının kültür hayatımıza hâkim olmasıyüzündendir.Romancılığını hazırlayan <strong>ve</strong> yirmi beş yıl bo-72mart-nisan-mayıs2013


yunca romanlarıyla birlikte sürdürdüğüLetâif-i Rivâyât adlı hikâyedizisi, romanlarının da çekirdeği gibidir.Tarih <strong>ve</strong> macera romanlarıylaOsmanlı toplumundaki medeniyettartışmalarını yansıtan romanlarıincelenmediği gibi, romancılığınınbütün eğilimlerine rastladığımızLetâif-i Rivâyât dizisinin bile doğrudeğerlendirilmediğini görüyoruz.Hâlbuki yalnız kendi yazarlığıaçısından değil, genel olarak edebiyatımızınimkânlarını <strong>ve</strong> kaynaklarınıgeliştirme açısından anlatıgeleneğimizden yola çıkan pek çokyeni denemelere girişmiştir. MeselaLetâif-i Rivâyât adı bile bir geleneği çağrıştırıyor.Genel olarak da hem hikâye-roman adlarını anıyorhem de bu adı. Aslında bu ad ona göre hem hikâyehem roman türlerini de kapsamaktadır.Bir aşk hikâyesinin sondan başlanarak anlatıldığıÖlüm Allah’ın Emri adlı Letâif’i başka aşkhikâyeleriyle romanlarının de âdeta hazırlayıcısıolur. İki eski âşığın hikâyelerini konu edinen <strong>ve</strong> birgönül hikâyesi gibi yazıldığı için de daha tefrikasısırasında pek çok tartışmaya yol açarak ilgi çekenYeryüzünde Bir Melek adlı romanı, o dönemde görülmemişbir ilgiye konu olur. Ondan sonra pekçok Letâif ile Dürdane Hanım, Taaffüf <strong>ve</strong> Jön Türkgibi romanlarında aşk <strong>ve</strong> aile konularını ele alır.Namık Kemal’in Cezmi adlı romanı bile A. M.Efendi’nin Yeniçeriler adlı Letâif’inden sonra yazılıpyayınlanır. Süleyman Muslî, Acâib-i Âlem <strong>ve</strong> AhmetMetin <strong>ve</strong> Şirzat adlı romanları, tarihî romancılığınilk önemli örnekleridir <strong>ve</strong> Hasan Mellah,Hüseyin Fellah gibi macera romanlarıyla birlikteAhmet Midhat Efendi’nin popüler bir yazar olarakokunup benimsenmesine yol açmıştır.Felâtun Bey ile Râkım Efendi gibi Doğu-Batızıtlığı etrafında gelişen <strong>ve</strong> zihniyet konularını elealan Karnaval, Vah <strong>ve</strong> Müşahedat gibi romanlarıylada ilgi çeker <strong>ve</strong> çok okunur. Bütün bunlar onunçok <strong>ve</strong> çeşitli türlerde eser <strong>ve</strong>ren bir romancı olarak,halka onun diliyle <strong>ve</strong> benimsediği gelenekselanlatımı dikkate alan bir tarzda ulaşmanın yolunubulduğunu gösteriyor. Bugün Ahmet Midhat’aduyulan ilgi, bazı eserlerinin yenidenyayınlanması ile bu anlayışınaz çok değişmesine bağlanabileceğigibi, her roman hamlesinde az çokAhmet Midhat Efendi’nin hatırlanmasındandır.Çünkü ilk büyükromancımız odur <strong>ve</strong> bu toplumuanlatırken geleneğimizi iyi bilir. Bizonun hayırla anılmasına <strong>ve</strong>sile olanbazı kitapların hazırlanmasına dabu amaçla giriştik.Roman görüşü <strong>ve</strong> gelenektenyararlanmasıBir halk çocuğu olan AhmetMidhat, zengin bir hikâye geleneğindenyola çıkar. Meddah hikâyeleri, Hamzanâme,Binbir Gece Masalları, destanî halk hikâyeleri, birzamanlar geniş halk kitlelerince okunup dinlenmekteydi.Yani okuyucu <strong>ve</strong> dinleyici olarak geniş birkalabalığı hazır bulmuştur. Bu arada Muhayelât-ıAziz Efendi gibi, kendisinden hemen önce bu cin<strong>ve</strong> peri hikâyelerini yenileştirme çabalarını okumuş<strong>ve</strong> IV. Murad’ın meddahı Tıflî’nin derlediğigerçekçi hikâyeler de basılmaya başlanmıştır. İsteristemez Hançerli Hanım <strong>ve</strong> Tayyarzâde gibi az çokbirbirini andıran bu hikâyeler de onu etkileyecek,hiç değilse bu hikâyelerin okuyucusuna da seslenmeyiihmal etmeyecektir. Çengi adlı romanındabu gelenekten yararlanmanın örneğini gösterecek,Batıya yönelirken kendimizden kopmamayı savunacaktır.Daha sonra bir iki yazar dışında bununehemmiyeti unutulmuşsa suç onun değildir.Ahmet Midhat Efendi gelenekten yararlanmaçabasına girdiği gibi, modern <strong>ve</strong> post-modern anlatıtekniklerini irdeleyerek roman üzerine ilk kitabıyazmıştır. Onun romancılığı sadece kendi devrininözellikleri göz önüne alınarak değerlendirilemez.Çünkü roman üzerinde durup düşünen, neyi niçinyaptığını bilen adamdır. Bu yanını onun yazılarındanaldığımız bir paragrafla belirtmeye çalışalım:“Musavvir <strong>ve</strong> muharririn bir hikâyeyi tasvir <strong>ve</strong>tahrir etmesi için hikâyenin zeminine göre her şeyibilmesi lâzımdır. (...) Yoksa hikâye yazmak için iktizaeden şeyler yalnız hikmet, ahlâk, entrika gibi şeyleremünhasır kalırsa, bunlarla yazılan hikâyelerden73mart-nisan-mayıs2013


o kadar lezzet hâsıl olmaz. Netice-i kelâm, hikâyeokumak ne kadar tatlı bir şeyse, yazmak (da) o kadargüç olup bir muharrir tasvir <strong>ve</strong> tahrir eylediği eğersahihü’l-vuku değilse onu sahihten daha sahih, gerçektenbir kat daha gerçek suretine ifrağ edebilmekiçin pek çok tetkikata, pek çok malûmata muhtaçtır.”(Kırkambar, cüz 4, İst. 1873).Başka bir yazısında, “Herkes az çok bir romanıneşhas-ı vak’asındandır. Kendi maişet-i hususiyetimiziçinde az çok bir takım romanlar geçer” diyen AhmetMidhat, romancılığı meslek edinen ilk yazarımızdır.Meddah dilini kullanan Hüseyin Rahmi <strong>ve</strong>Kemal Tahir gibi yazarlar onun yolunda edebiyatgeleneğimizden yaralanarak romanlar yazmış <strong>ve</strong>onun gibi romancılığı meslek edinmişlerdi.Gazeteci <strong>ve</strong> mütefekkirYarısı roman <strong>ve</strong> hikâye türünde olmak üzere, ikiyüzden fazla eser sahibi olan Ahmet Midhat, sahibiolduğu Tercüman-ı Hakikat gazetesinde damadıMuallim Naci ile Ahmet Rasim gibi pek çok popüleryazarın yazılarını yayınlamış, onların üstadı<strong>ve</strong> patronu olmuştur. Sürgünden önce çıkardığıDağarcık mecmuasında Recaizâde Ekrem’in tercümelerinede yer <strong>ve</strong>rmiş, ölünceye kadar da BeşirFuad’a ilgisini esirgememiştir. Fatma Aliye <strong>ve</strong> NigarHanım gibi hanım yazar <strong>ve</strong> şairleri herkestenönce desteklemiştir. Tarih, din, felsefe <strong>ve</strong> seyahattüründeki eserleriyle Batı medeniyeti karşısındaİslam kültür <strong>ve</strong> ahlakını savunmuştur. Bu özelliklerindenötürü II. Abdülhamit tarafından MüsteşriklerKongresi’ne gönderilmiş <strong>ve</strong> bu <strong>ve</strong>sileyle üç aylıkbir seyahatle merak ettiği şehirleri gezmiştir.Bu seyahatteki gözlem <strong>ve</strong> izlenimleriniAvrupa’da Bir Ce<strong>ve</strong>lan adlı eserinde anlatır. Buseyahat onun düşünce <strong>ve</strong> sanat hayatında yeni <strong>ve</strong>daha şuurlu bir dönemin başlamasına yol açar.Meşrutiyet ilan edildikten <strong>ve</strong> Abdülhamit tahttanindirildikten sonra da Bakanlar Kurulu kararı ileDârülfünun’da Umumi Tarih <strong>ve</strong> Felsefe dersleriokuttu. Darüşşafaka’da gönüllü olarak görev yaptı.Ahmet Midhat Efendi’nin Üss-i Inkılap adlıeserinin giriş kısmında, Necip Fazıl’ın İdeolocyaÖrgüsü’nün baş tarafındaki Doğu-Batı karşılaştırmalarınabenzer değerlendirmeler yapması dikkatiçeker. Yeni harflere de çevrilerek yayınlanan bukitap Ahmet Midhat’ın mütefekkir tarafını ortayakoyar. Osmanlı Devleti’ni kendinden önceki Türk<strong>ve</strong> İslam devletlerinden farklı, “nev’i şahsına münhasır”bir devlet olarak değerlendirmesi, onun buyönüyle de önemsenmesi gerektiğini gösterir.Onu eleştiren A.H. Tanpınar ile öğrencisi OrhanOkay dışında pek kimsenin tanımadığı AhmetMidhat Efendi’nin fikrî şahsiyeti, sonraki yıllardaCemil Meriç tarafından ele alınan öteki dinî,fikrî <strong>ve</strong> tarihî eserleriyle birlikte değerlendirilmiştir.Hatta Cemil Meriç, Kırkanbar gibi bazı kitap adlarıylakendisi gibi Batı kültürünü tercüme edenlere<strong>ve</strong>rdiği “müstağrib” ismini de Ahmet MidhatEfendi’den almıştır.Ahmet Midhat Efendi, şiir dışında edebiyatınhemen her türünde eser <strong>ve</strong>rerek çok yönlü bir yazartavrı ortaya koyarken, tarih, felsefe, pedagoji, psikoloji<strong>ve</strong> dinler tarihi gibi alanlarda da devrini aydınlatmayaçalışan telif <strong>ve</strong> tercüme pek eser ortayakoymuştur. Edebî eserlerinden sonra fikrî <strong>ve</strong> tarihîeserlerinin de araştırmacılar tarafından incelenipsadeleştirilerek yayınlanması, kültür hayatımızıngelişmesi adına önemli bir hizmet olmuştur. ÇünküEfendi, bazı meseleleri ilk olarak yerli üslupladüşünür.Yeniden yayınlanan külliyatı1912 yılında ölen Ahmet Midhat Efendi üzerindeyapılan çalışmalar, 2000 yılına kadar genellikleonun halk romancısı olduğu kanaati çerçe<strong>ve</strong>sindegelişmiş <strong>ve</strong> romanları sadeleştirilerek günümüzokuyucusuna ulaştırılmaya çalışılmıştır. ÇünküAhmet Midhat Efendi, eserlerini ikinci defa eldengeçirecek zaman bulamadığını açıkça ifade eder <strong>ve</strong>bu konuda eserlerinde bile hayıflanır. Hatta mühmelüslubunun ayaküstü <strong>ve</strong>ya daha çok yolda yazılmışyazılarla ilgili olduğuna dair rivayetler vardır.O da bunu doğrulayacak tarzda <strong>ve</strong> Mehmet Âkif’iandıracak bir üslupla sanatçı olmadığını ifade eder.Hâlbuki eserleri üzerinde çalışanlar, getirdiği yeniliklerlesavunduğu doğrular hakkında çok duruyor.Hâce-i Ev<strong>ve</strong>l’den Kâinat’a, Üss-i İnkılap’tanAvrupa’da Bir Ce<strong>ve</strong>lan’a, Dağarcık adlı dergidentiyatro, hikâye kitaplarıyla romanlarına kadar çok<strong>ve</strong> çeşitli bir külliyatın dikkatle yayınlanması, buülkenin kültür, edebiyat <strong>ve</strong> eğitim hayatına kendi-74mart-nisan-mayıs2013


sini adayan bir şahsiyetin mirasına sahip çıkmaktır.Romanlarının TDK tarafından Latin harflerineçevrilerek yayınlanması, Ahmet Midhat üzerindeyapılan incelemelerle değerlendirmeleri kolaylaştırmıştır.Özellikle pek çok baskısı <strong>ve</strong> sadeleştirmesiyayınlanan Müşahedat’la ilgili çalışmalar böyleoldu, bu roman hakkında monografiler yazıldı.Türk romanının öncüsü, basınımızın “EfendiBaba”sı Ahmet Midhat Efendi, biyografisi <strong>ve</strong> eserleriile tanıtılması gerekir. Aslı <strong>ve</strong> sadeleştirilmişşekilleriyle Ahmet Mithat Efendi’nin edebî eserlerinintümü yeniden basılıp yayınlanmaktadır. Böyleceherkes tarafından okunabilir hâle gelmektedir.Onun geliştirdiği anlatı dili ile ortaya koyduğudünya <strong>ve</strong> hayat görüşü anlaşılmadan, bize özgü birroman dili <strong>ve</strong> dünyası oluşturmak mümkün değildir.Bu yalnız bizim için değil öteki İslam ülkeleriiçin de kültür mirasıdır. O yüzden Ahmet MidhatEfendi’nin bazı eserleri yeni bakış açılarıyla yenidenyayınlanır <strong>ve</strong> eserleri sahneye konursa, bizeözgü bir edebiyatın hem gelenekten hem halkın dilinden<strong>ve</strong> hem de modern <strong>ve</strong> postmodern üsluplardanyararlanarak daha zengin bir şekilde gelişmesimümkün olur.Dünyaya ikinci geliş <strong>ve</strong> çengi romanıAhmet Midhat Efendi’nin eserleri incelendiğiiçin, ölümünden bir asır kadar sonra anlaşılmaya,çağdaş Türk edebiyatının oluşumuna katkısı elealınmaya başlanmıştır. Tabii bu arada romanlarıylaöteki eserlerinde savunduğu görüşler gündemegeliyor <strong>ve</strong> bize özgü romanın şartlar tartışılıyor. Buda Ahmet Midhat Efendi <strong>ve</strong> eserleri için yenidendoğuş gibi bir gelişmedir <strong>ve</strong> çok da önemlidir.Bir kültür mirasına değer <strong>ve</strong>ren her çevredensanat <strong>ve</strong> kültür adamı Ahmet Midhat Efendi’nineserlerine de sahip çıkmalı. Bunlar kitap olarak yayınlanabileceğigibi tiyatro <strong>ve</strong> dizi film olarak datoplumun önüne çıkarılıp çok kültürlü medeni birtoplumda nasıl yaşandığını göstermek mümkündür.Ahmet Midhat Efendi’nin ilk romanlarındanbiri olan Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’daNeler Olmuş (1874) adlı eserinin iki ismi de ilginç.Efendi Baba 100 yıl sonra ikinci defa gündemegeleceğini <strong>ve</strong> o dönemde İstanbul’da nelerolduğunu anlatacağını sezmiş hissi <strong>ve</strong>riyor. Bununyanında Fazıl Gökçek’in onunla ilgili kitabının adıda benzer bir intiba <strong>ve</strong>riyor: Küllerinden DoğanAnka…Bütün bunlar daha çok güler yüzlü birOsmanlı’nın dünyaya ikinci gelişini gösterir!Behçet Necatigil’in Süleyman Muslî sadeleştirmesindenbu yana 40 yıl geçti. Ondan sonra pekçok uzman Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarınıya orijinal metni yayınlama ya da sadeleştirme şeklindeele alıp zaman zaman okumaya başladı. Buromanlar arasında en çok sadeleştirilen <strong>ve</strong>ya aslıyayınlanan Felâtun Beyle Râkım Efendi oldu. Dahasonra Dürdane Hanım <strong>ve</strong> Müşahedat romanı gelir.Orhan Okay’ın Batı Medeniyeti KarşısındaAhmet Midhat Efendi (1974) adlı kitabı, belki deEfendi Baba konusundaki çalışmalar için dönümnoktası olmuştur. Sonraki yıllarda Ahmet MidhatEfendi üzerinde çalışan herkes Orhan Okay’ınbu kitabıyla öteki yazılarına bakmadan edemedi.Çünkü Hâce-i Ev<strong>ve</strong>l’i baştan sona ilk okuyan uzmanbelki de odur. Ondan sonra akademik çalışmaçoğaldı.Ben de Ölüm Allah’ın Emri adlı letâifini sadeleştirdiktensonra Çengi adlı romanını sadeleştirdim.Yirmi yıl sonra kitaplaştırdığım bu roman, A. MidhatEfendi tarafından sahneye Çengi Yahut DânişÇelebi adıyla müzikli oyun şeklinde uyarlanmıştı.Bundan cesaret alarak oyunlaştırdığımız, adınıDâniş Çelebi <strong>ve</strong> Çengi Sümbül yaptığımız eser üzerinde,müzikli oyun şeklinde çalışıldı. Dört bölümlükromanın yazarı tarafından ilk bölümü oyunlaştırılmış,Muallim Naci de bu müzikli oyunun şarkısözlerini yazmıştı. Biz romanın tamamını oyunlaştırarakİstanbul türkülerine de çok yer <strong>ve</strong>rdik.Bâbıâli’de “Üstad” denince nasıl uzunca birzaman Necip Fazıl hatırlanmışsa, “Efendi Baba”denince de Ahmet Midhat Efendi hatırlanırdı.200’den fazla eseriyle hikâye, roman <strong>ve</strong> tiyatro alanındaolduğu kadar din, tarih <strong>ve</strong> medeniyet konusundada her zaman başvurulan kaynaklar arasındasayılır.Kısacası Ahmet Midhat Efendi, Abdülhamitdöneminde yazdıklarıyla millî bir edebiyata zeminhazırladı <strong>ve</strong> ahlak <strong>ve</strong> medeniyetimizi müdafaa zaruretinihissederken edebî geleneğimizi de yaşatmayaçalıştı.■75mart-nisan-mayıs2013


Gelenekle yenilik arasındaAsaf Halet ÇelebiA. VAHAP AKBAŞAsaf Halet, hem kişiliğiyle hem deşiiriyle edebiyatımızın en orijinalisimlerinden biridir. Yaşadığı dönemdemizah dergilerine bile konu olan renkli,farklı kişiliği, onun şiirde yaptıklarını, yapmakistediklerini gölgelemiş, denebilir. Nitekimonun hakkında biyografi kitabı yazan MustafaMiyasoğlu’nun da belirttiği gibi, ona dair çokyazı yazılmış, ancak bu yazılarda onun sanatçılığındançok, ondan hatırlananlar anlatılmıştır.İstihza <strong>ve</strong> anlayışsızlık, onun gerçek değerininanlaşılmasına mani olmuştur.Haldun Taner, yakasında sürekli çiçek taşıyan,bu çiçeğin kökünü mendil cebine yerleştirdiğiminik şişedeki suyla besleyen, son yıllarındadolmakalemlere merakını tutku derecesine vardıran,cebinde yirmi otuz dolma kalem taşıyan;sırf deşarj olup rahatlamak için bağımsız millet<strong>ve</strong>kiliadayı olan <strong>ve</strong> daha yadırganacak birçokdavranışta bulunan Çelebi’nin, yolunu <strong>ve</strong> asrınışaşırmış bir derviş gibi, onu yadırgayan hoyratbir çevrenin içinde yaşadığını ifade ediyor. Hemde hiç sızlanmadan, kimseyi töhmet altında bırakmadan,olgun bir hoşgörüyle, sessiz sedasız…(Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 1979).Bu hafife alış, belki de onun yaşantısındaolduğu gibi şiirinde de tuhaflık <strong>ve</strong> şaşırtıcılığınpeşinde olduğu yanılgısından kaynaklanıyordu.Mehmet Kaplan bile, ilk eserleriyle onu “kültürşiiri yazanlar arasında çok dikkate şayanbir sima” olarak görürken, Om Mani PadmeHum’da gariplik <strong>ve</strong> acayipliğin güzellik duygusunagalebe çaldığını söylüyor. (Edebiyatımızınİçinden, 1978).Peki, Asaf Halet, gerçekten sırf fantezilerle,şaşırtma arzusuyla şiirimizde kendine yer bulmayaçalışan bir şair midir? Şiirleriyle beraber,bir bakıma bunların devşirildiği bahçeleri işareteden diğer eserleri <strong>ve</strong> bilhassa bir dizi yazıdanoluşan “Benim Gözümle Şiir Davası” başlıklı76mart-nisan-mayıs2013


Abdülhak Hamid gibi bir iki şairi dışarıda tutmak kaydıyla,hep dışa dönük insanı konu edinmişlerdir. Asaf Halet’ininsanın içine dönmesi; şiire, kendi tabiriyle “ruh ânı”nı, mistikbakışı, rüya <strong>ve</strong> masalı yeniden sokması bir bakıma atalarınruhuyla buluşması demektir.poetikası incelendiğinde bunun böyle olmadığıkolayca anlaşılır. Düşünülenin aksine onun dönemininen ciddi, en titiz şiir emekçilerinden olduğuortaya çıkar. O, şiiri önemser <strong>ve</strong> ona saygıduyar.Poetika yazanların çoğunun şiirleri ile savunduklarıilkeler arasında bir tutarsızlık gözlenir.Söz gelimi, gariplik <strong>ve</strong> yenilikte Asaf Halet’tençok önde giden Orhan Veli’nin Garip Ön Sözü’ndekibazı ilkelerden nasıl rücu ettiği birçokaraştırmacı tarafından ele alınmıştır. (OrhanOkay, Poetika Dersleri, 2011). Asaf Halet’in iseözellikle son dönem şiirleri ile şiir hakkında söyledikleriarasındaki uyumluluk dikkatleri çeker.Bu da onun son derece bilinçli bir şiir yolcusuolduğunu, “mistik <strong>ve</strong> o nispette karanlık” addedilenşiirlerinin sanıldığı gibi sırf orijinallikkaygısıyla oluşturulmadığını gösterir.Asaf Halet’in şiiri üzerinde düşünenler çoğunluklaonun yeniliğine, orijinalliğine vurguyapmışlardır. Ahmet Kabaklı gibi kimi araştırmacılaronu Yeni Şiir’in gerçek öncüleri arasındasayar. Kitaplarına almadığı ilk şiirleri <strong>ve</strong> gazelleri<strong>ve</strong> ölümünden sonra Yeditepe dergisinde yayımlananüç rubaisi dışarıda tutulursa, bu görüşdoğrudur. Asaf Halet, gerçekten He, Lâmelif <strong>ve</strong>Om Mani Padme Hum’daki şiirleriyle biçim olarak,ses olarak, ruh <strong>ve</strong> hayal dünyası olarak yeni<strong>ve</strong> kendine özgüdür. Ancak onun yenilik anlayışınınköksüz olmadığını <strong>ve</strong> bu tarafıyla Garip,İkinci Yeni gibi akım temsilcilerinin yenilik anlayışlarındançok uzakta durduğunu belirtmekgerekir.“Yeni/yenilik” kelimeleri şüphesiz tılsımlı kelimelerdendir.Cazibesi olan kelimeler… Onuniçin dikkat çekici çıkışlar yapmayı tasarlayanlarhep bu kelimeleri payanda yapmışlardır. Ve buçıkışlar, yeniliği, eskiyi kötü görme, onu köktenyıkma ya da inkâr etme olarak algılama gibi biryanlışa yol açmıştır. Bu durumda şiirde yenilikde çoğunlukla “sanat geleneğimizden kopma”anlamında kullanılmaya başlanmıştır.Esasında dünyaya göz açmış her çocuk nasılyeniyse, şairin his <strong>ve</strong> fikir dünyasının çocuğuolan her şiir de yenidir. Ama onun da çocuk gibibir nesebi vardır, o da bazı kolektif şartlar içindevücut bulmuştur. Yenidir, ama aynı zamandadevam ettirendir, sürdürendir. Bütün yeniliğinerağmen, öncekilerden birçok şey almıştır. Ve bubağlara göre yeniliğin de dereceleri, kıvamlarıvardır.Asaf Halet’in yeniliğinin de gelenekten büsbütünkopuk olmadığı rahatlıkla söylenebilir.Ev<strong>ve</strong>la aile çevresi, yetişme tarzı, dolayısıyla hayatanlayışı, ruh <strong>ve</strong> düşünce dünyası, derin alakalarızamanının aydınlarını bile yadırgatacakderecede gelenekseldir. Öyle ki Necip Fazıl, onu(Ziya Osman Saba’yla beraber) “güzel <strong>ve</strong> çirkinitayinde usta bir İstanbul efendisi, İstanbolinlieski Bâbıâli tipi” olarak anar “Bâbıâli” adlı eserinde.Batıyı da tanımış olmakla beraber onunruhu doğuludur. Dikkatle bakıldığında, hayatının<strong>ve</strong> yepyeni esvaplar giydirdiği şiirlerinin kaynağınında bu ruh olduğu kolayca görülecektir.Bu bağlamda Haldun Taner’in şu tespitleri dikkatedeğerdir:“Geleceğe değil de geçmişe dönük, yaşamadeğil de, ölüm içindeki ebedî varoluşa yönelikbakış açısı şiirlerine Müslüman toplumun da hiçaykırı bulamayacağı, akraba bir mistisizm getiriyor,ama onun bu mistik yanı, bazı düzeyde eleştiricilercesırf bir orijinalite trüğü olarak değer-77mart-nisan-mayıs2013


lendiriliyordu.” (Ölürse Ten Ölür Canlar ÖlesiDeğil, 1979)Yeniliğin, gelenekten kopmak anlamına gelmemesigerektiğini aklıselim sahibi hemen herkeskabul ediyor. O zaman ister istemez akla şusorular gelmektedir: Yeniliğin gelenekle bağlarınınölçüsünü belirleyen unsurlar nelerdir? Şekilmi, dil mi, eda mı, tema mı, bunların hepsi mi?Ruhu geçmiş zaman pınarlarından beslenmiş,“eski değerlerin peşinde” (Tanpınar, Asaf Halet’iböyle değerlendirir) bir şairin köklerini tamamenkesmesi mümkün mü? Bunu yaparsa yaşayabilirmi?Genel kanaat, geleneğin şekil <strong>ve</strong> görünüştenibaret olmadığı; hatta şekilden çok ruhta, tavırdaolduğu şeklindedir. Gelenek, belli duygu, düşünce<strong>ve</strong> inançları, onların dile getiriliş tarzlarınıaynen sürdürmek değildir. Sürdürülegelmiş olanısindirmek, sonra ona zamanımızın ruhunu <strong>ve</strong>kendi rengimizi katarak söylemektir.Asaf Halet’in kaynaklarının yerli olduğunaişaret ettik. Osmanlı kültürü ile ünsiyet kurmuş,sufi bir aile çevresi içinde büyümüş, Mevlana’yaaşkla bağlanmıştır. Şiirleri dışındaki çalışmalarıüstünkörü incelendiğinde bile onun gelenekdünyamızla ilişkisinin derinliği fark edilir. Bukitaplarını hatırlayalım: Mevlana, Mevlana <strong>ve</strong>Mevlevilik, Mevlana’nın Rubaileri, Molla Cami,Eşrefoğlu Divanı, Divan Şiirinde İstanbul, Naima,Ömer Hayyam.Bunların her biri Asaf Halet’le gelenek arasındabirer köprü değil mi? Mizacını, duygu <strong>ve</strong>düşünce dünyasını <strong>ve</strong> tabiatıyla bunların mahsulüolan şiirini bunlardan soyutlamak mümkünmü?Yukarıda bahsettiğimiz istisnai şiirlerini saymazsak,şiirin biçiminde tamamen yenidir. Şudüşünceleri de onun bu konudaki bilinçli tavrınıgösterir:“Her şiirin şekli, sadalarının arabeski o şiirin<strong>ve</strong>rmek istediği umumi havayı en mükemmel şekildetemin edecek olandır. Şu hâlde buna görene kadar şiir varsa o kadar da şekil olması icabeder.”(Benim Gözümle Şiir Davası).Ölçü <strong>ve</strong> kafiyeyi, şiirin olmazsa olmazı saymaması,kompozisyonu önemsemesi; ritim için<strong>ve</strong> şiirde bir hava oluşturmak için “formüller”dediği bazı söz dizileri kullanması; açık kapalıhecelerden <strong>ve</strong> imalelerden ölçü dışındaki amaçlarlayararlanması şüphesiz onun şiirini orijinalkılan unsurlardır. Ancak rahatlıkla söyleyebilirizki bütün bunlarla <strong>ve</strong> ek olarak kendilerinden öncekilerinde önemsediği ses <strong>ve</strong> söz tekrarlamalarıylakurduğu dünya <strong>ve</strong> bizi içine çektiği iklimhiç de yabancı değil bize. Kendisinden öncekilerleakraba, yerli <strong>ve</strong> mistik bir ses <strong>ve</strong> iklimdirbu.“Şiir bize tıpkı hayatta olduğu gibi müşahhasmalzeme ile mücerret bir âlem yaratır.” AsafHalet’in gelenekle esas sıkı bağını kanaatimegöre onun bu cümlesinde aramak gerekir. MehmetKaplan’ın da belirttiği gibi, Tanzimat’tanneredeyse kendisine kadar gelen şairler, AbdülhakHamid gibi bir iki şairi dışarıda tutmak kaydıyla,hep dışa dönük insanı konu edinmişlerdir.Asaf Halet’in insanın içine dönmesi; şiire, kenditabiriyle “ruh ânı”nı, mistik bakışı, rüya <strong>ve</strong> masalıyeniden sokması bir bakıma ataların ruhuylabuluşması demektir.Cünyd, İbrahim, Mansur, Süleyman, Selim-iSâlis, Ferhad, suzidilârâ, Bahtunnasır, kakule,Nigâr-ı Çîn, santur, nûrusyâh, zebercet, akîkiyemânî, Necef taşı, Semâ-ı Mevlânâ, Zenci NerkisKalfa, Çerkes Nevres Dadı… İki kitabına adolan eski yazı harfleri: He, Lâmelif. Şöyle üsttenbakıldığında bile fark edilen bu kelime kadrosununçağrışımlarıyla oluşan âlem tabii ki yenideğildir. Daha önce seyrettiğimiz bir filmin, zamanınimkânlarıyla çekilmiş yeni bir <strong>ve</strong>rsiyonugibidir. Yenilerin onu kendilerine benzetemeyişleri<strong>ve</strong> gelenek bağlılarının da onu yadırgayışlarıbelki bundandır.Yine kendisi, “Şiirde her şeyden ev<strong>ve</strong>l şairinhâkim olan ruhu sezilir.” der, “Yani onun şahsiyetiniyapan altşuur bütün şiirlerinden duyulur.”Bu görüşü ışığında şiirlerine baktığımızda onunDoğulu ruhunu sezmemek mümkün değildir.Bundan dolayı, öyle zannediyorum ki AsafHalet’in yenilikle gelenek arasında, Haşim’denilhamla söyleyelim, “yarı yoldan ziyade geleneğeyakın” duran bir şair olduğunu söyleyebiliriz. ■78mart-nisan-mayıs2013


Hilmi Yavuz <strong>ve</strong> gelenekELİF ÇETİŞLİHer şiir boydanboya / bir ıssızlıktır artıkDizelerse giderek daha tenhâ(tenha, Yavuz, 2003: 163)Geleneğe dairHayat, “değişme” ile “devamlılık” arasında gidipgelen bir olgudur. Bireyler <strong>ve</strong> toplumlar, birtaraftan “yeni”nin peşinde değişirlerken, diğertaraftan sahip oldukları değerlerin devamlılığınısağlamaya çalışırlar. Ahmet Hamdi Tanpınar budurumu; “devam ederek değişmek, değişerek devametmek” (Tanpınar, 1995: 20) şeklinde özetler.Türk milletinin uzun tarihi de belirtilen gerçeğebağlıdır.Birey <strong>ve</strong> toplum hayatındaki devamlılık, konumuzolan “gelenek”i gündeme getirir. Genelanlamda gelenek; “sosyal hayat içinde iyi, doğru,güzel <strong>ve</strong> faydalı olması itibariyle beğenilip takdiredilen <strong>ve</strong> nesiller boyu bu kıymetini koruyarak ortakbir değer hâlini alan her nevi tavır, davranış, düşünüş<strong>ve</strong> yaşayış tarzlarının her biri <strong>ve</strong>ya bütünü”dür.(Çetişli, 2011: 260)Özellikle toplumların hemen her alanda (dil,din, sanat, hukuk, hayat tarzı vb.) değer <strong>ve</strong>rdiği,kendisi için önemli gördüğü <strong>ve</strong> geleceğe taşımakistediği birtakım birikimleri vardır. İşte gelenekbu birikimlerden doğar. Dolayısıyla gelenek, toplumlarınvazgeçilemez değerlerinden oluşur. Herhangibir toplum, sahip olduğu geleneğiyle diğertoplumlardan ayrılır. Yeni kuşaklar, bu anlamlıbirikimin içinde doğar, kimliklerini bu ortamdaşekillendirir; geleceği de gelenek üzerine kurarlar.Bu yüzden geleneksiz bir toplum, kültür <strong>ve</strong> medeniyetdüşünülemez.Toplum hayatının her alanını kapsayan geleneğinönemli görünümlerinden biri, genelde sanat,özelde ise edebiyat alanında ortaya çıkar. Buna“edebiyat geleneği” <strong>ve</strong>ya “edebî gelenek” denir.Edebî gelenek; “milletin belli bir tarihî süreç içindegüzel bulup beğendiği, benimseyip sevdiği edebîduyuş, hissediş, düşünüş, yaratış, ifade ediş tavır <strong>ve</strong>tarzlarından herhangi biri <strong>ve</strong>ya bütünü”dür. (Çetişli,2011: 260)Genel çerçe<strong>ve</strong>den baktığımızda Türk edebiya-79mart-nisan-mayıs2013


tının sürekli değişen bir görünüme sahip olduğunugörürüz. Dünden bugüne uzanan süreçte gördüğümüzedebî grup, mektep <strong>ve</strong>ya akımlar, edebiyatımızdakideğişmeyi gösterir. Edebiyat tarihimizinİslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslâmiyetSonrası Türk Edebiyatı, Tanzimat Sonrası TürkEdebiyatı isimleri altında üç ana döneme ayrılmasıbunun kanıtıdır. Öte yandan son yüz elli yıllıkdönemi kapsayan Tanzimat Edebiyatı, Edebiyat-ıCedîde, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat, CumhuriyetEdebiyatı, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Hisarcılar,Yeni İslâmcılar vb. grup, mektep <strong>ve</strong>ya akımlar da,yakın dönem edebiyatımızın ne ölçüde değişimsüreci içinde olduğunu ortaya koyar.Bununla birlikte edebiyatımızda devamlılık<strong>ve</strong>ya sürekliliğin varlığını da görmemiz gerekir.Söz konusu gerçek bizi edebî gelenek ile yüz yüzegetirir. Yazımızda Hilmi Yavuz (1936-) bağlamında<strong>ve</strong> onun düşüncelerinden hareketle, bu gerçeğinbir yönünü aydınlatmaya çalışacağız.Gelenekle tanışmaGünümüzün şairlerinden olan Hilmi Yavuz’ungelenekle olan ilişkisi, öncelikle hayatı ile yakındanilgilidir. Şair, daha hayatının ilk devresinde,geleneğin önemli şairleriyle tanışmış <strong>ve</strong> onlarınşiirlerini okuyarak büyümüştür. Bu ilişkiyi sağlayanilk kişi de babası olmuştur. Yavuz’un anlattığınagöre babası Yahya Hikmet Yavuz ona bazıakşamlar, “haznesi çiçek işlemeli gaz lambasınınışığında’ yatakta bağdaş kurarak, yüksek sesle TevfikFikret’ten, Süleyman Nesip’ten, Nâilî-i Kadîm’den,Sâdî’den <strong>ve</strong> Şirazlı Hâfız’dan şiirler” (Soldan,2003:197) okumuştur. Öte yandan Yavuz, annesisayesinde Türk edebiyatı geleneğinin önemlikaynaklarından biri olan tasavvufla tanışmıştır.İlerleyen yıllarda kendini daha bilinçli olarakgeleneğe yöneltecek olan kişi ise hocası BehçetNecatigil’dir. Bunların dışında Fuzûlî gibi Divanşairleri; Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet MuhipDıranas, Asaf Halet Çelebi gibi çağdaş Türkşairleri <strong>ve</strong> bazı Batılı şairlerin gelenekle olan ilişkilerindende faydalanmıştır.sen gittin gideli kuşlar anlamaz görünürher açılan gülde yepyeni bir şirâz görünürbakışlar dağılırken denizin belleğindesenin her şi’rinde geçmiş bir yaz görünür(yahya kemal’e rübai, Yavuz, 2003: 44)Bu çerçe<strong>ve</strong>, birikim <strong>ve</strong> alâka içinde şiire başlayanHilmi Yavuz, geleneğe önem <strong>ve</strong>ren, farklıaçılardan geleneğe bağlı <strong>ve</strong> gelenekten yararlananbir şairimizdir. Kendisi bu durumu şöyle açıklar:“Ben kendimi Divan şairleri, Yahya Kemal, AhmedHaşim, Ahmed Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi<strong>ve</strong> Behçet Necatigil’in yer aldığı bir soyağacına yerleştirdim.”(Yavuz, 1999: 143) Nitekim bir şiirindeki“çoçukken hâşim’in şiirlerinden / yoğun menekşelerçalardım” (yapı, Yavuz, 2003: 33) mısralarıylabu hususu açıkça dile getirir. Ayrıca onun;“Kendimi Doğu geleneğine bağlı olduğu kadar Batıgeleneğine de bağlı hissediyorum. Fuzuli’den, YahyaKemal’den, Haşim’den, Necatigil’den yararlandığımkadar Hölderlin’den, Baudelaire’den de yararlandığımısöyleyebilirim.” (Yavuz, 1999: 143) cümleleri,Doğu geleneği kadar Batı geleneğinden deyararlandığını gösterir. Belirtmek gerekir ki şair,hem Doğu hem Batı edebiyatını çok iyi bilmekte;bu iki edebiyatın zengin dünyası onun şiirlerinekaynaklık etmektedir.Geleneğin tanımıYukarıda genel <strong>ve</strong> edebî anlamda geleneğitanımlamıştık. Hilmi Yavuz’a göre gelenek;“geniş anlamda süreklilik <strong>ve</strong> bütünlüğü içeren birkavram”dır. (Yavuz, 1999: 9) Buradaki süreklilik<strong>ve</strong> bütünlükten kasıt, “geçmişte üretilmiş olan edebiyatıntarihselliğini kavramak”tır. (Yavuz, 1999:9) Şair başka bir mülâkata <strong>ve</strong>rdiği cevapta geleneği;“geçmişte üretilmiş olan ne varsa, onları temellüketmektir” (Yavuz, 1999: 29) şeklinde tanımlar.Diğer bir ifadeyle Hilmi Yavuz’a göre gelenek; “süreklideğişen içinde değişmeyeni; arazlar (ilinekler)içinde değişmeyeni, özü (essence) bulmak <strong>ve</strong> bugüneulaştırabilmek”tir. (Yavuz, 1999: 57) Bu noktadao, sık sık “öz” kavramını kullanır. Çünkü zamanakıp giderken kültürümüz, alışkanlıklarımız <strong>ve</strong>beğenilerimiz değişir. Bu süreç karşısında şairingörevi, değerlerimizden <strong>ve</strong> birikimlerimizden vazgeçmedendeğişmeyeni yakalayıp öze ulaşmaktır.Çünkü öz, bizi yansıtır. O zaman şiirde önemliolan bu özü yakalayıp günümüze taşımaktır.Şairin geleneği tanımlarken üzerinde durduğudiğer bir nokta da tarihselliktir. Gelenek geçmişimizdir,ama “Şiir geleneği, onun tarihi değildir.”(Yavuz, 1999: 61) Çünkü şair, kendinden bir dönemönce yazılmış esere atıfta bulunabileceği gibi,üç yüz yıl öncesine de atıfta bulunabilir. Arada za-80mart-nisan-mayıs2013


man açısından kopmalar olabilir. Bu sayede şiirinhem anlam dünyası hem de ses dünyası daha dazenginleşecektir. Yani “Gelenek demek, eskiyi ihyademek değildir, tam tersine, Necatigil’in o bilgelikdolu deyişiyle söylersek şiir, ‘geçmişe atıflarla ilerler’demektir.” (Yavuz, 1999: 87)Hilmi Yavuz’a göre gelenek; ‘an’ı ‘geçmiş’e bağlayan<strong>ve</strong> birey ile milletin hayatında ‘süreklilik’igerçekleştiren ‘öz’dür. “Geçmişin şimdi’de var olduğunuduyumsamak kadar, sınırsızı sınırlı olanda,bugünde bulmak, bu birlikteliği duyumsamak, biryazarı gelenekçi yapar. (…) Sanatçının bilincindeolması gereken şey, geçmişin belli başlı yapıtlarındabazı değişikliklere uğrasa da, özünde aynı kalan <strong>ve</strong>zamanımıza kadar akıp gelen ana çizgidir.” (Yavuz,1999: 40)Geleneğin önemiHiç şüphesiz Hilmi Yavuz, geleneğin önemineinanır. Bu sebeple gelenek, şiir için olduğu gibi,diğer sanatlar için de vazgeçilemez bir kaynaktır.“Gerçek Türk şiiri, ancak, geleneksel formların içindeyer almasıyla yazılabilir. Müzik için de resim içinde durum böyledir, diye düşünüyorum.” (Yavuz,1999: 17)Şaire göre ‘büyük şiir’in yolu geleneğin ‘temellük’edilmesiyle mümkündür. Çünkü temellük,şairi farklı kılacak olan kültürel imkândır. Temellük,geleneği bilinçli bir şekilde kullanmak <strong>ve</strong> ruholarak yaşatmaktır. Geleneğin sadece bilinmesiyeterli değildir. Şiirin kalıcı olabilmesi, şairin dekendinden sonraki dönemlere kalabilmesi için geleneğintemellük edilmesi gerekir. Şu cümle, onunbu tavrını net olarak ortaya koyar. “Üstelik şiir,özellikle bir geleneğin içinden yazıldığı sürece, birbaşka deyişle, o gelenek ‘temellük edilebildiği’ sürece,büyük şiir olabilir.” (Yavuz, 1999: 29)Ayrıca şiir, gelenek sayesinde basit bir yapı olmaktankurtulur; derin anlamlara <strong>ve</strong> seslere sahipolur. Bu gerçeği Hilmi Yavuz; “Önemli olan,resmi <strong>ve</strong> başat yapıların altındaki ‘derin yapı’larıbulup çıkarmaktır: gelenek, ilk okunuşta kendini ele<strong>ve</strong>ren yapılara indirgenemez.” (Yavuz, 1999: 29)sözleriyle belirtir.Dolayısıyla şiir, gelenek sayesinde “şaheser”olabileceği gibi, şair de büyük değer kazanmışolur. Şairin kendi dönemini aşabilmesi için geleneğiniçinde olması gerekir. Yavuz bu durumu,‘dünyanın yaşayan en büyük şairi’ olarak nitelediğiEliot’dan alıntı yaparak şöyle anlatır: “Bir başkayerde de şöyle diyor Eliot: ‘Bir sanatçının gelişmesidemek, onun kendi şuurunun dışına taşabilmesi,kendini geleneğin bir parçası haline getirebilmesidemektir.’” (Yavuz, 1999: 51)“Genç şairlerden çoğu, şiirin bilgisine başvurmanın,şiirin bilgisini edinmenin, yaptıkları işiküçültücü bir şey olduğunu sanıyorlar.” (Yavuz,1999: 116) diyen Hilmi Yavuz, onların bu konudayanıldıklarını söyler. Aksine öncelikle bilinmesigereken gelenektir. Şiir yazabilmek için geleneğiözümsemek gerekir. Şiirini uzun süre yaşatmak <strong>ve</strong>geniş kitlelere ulaştırmak isteyen şair işe buradanbaşlamalıdır. Elbette bu iş, büyük çabalar <strong>ve</strong> uzunyıllar gerektiren meşakkatli bir yoldur.İmtidad <strong>ve</strong> sahih şiirHilmi Yavuz, kendini Yahya Kemal’in, AsafHalet Çelebi’nin, Behçet Necatigil’in soyağacınayerleştirirken bir yandan da onların şiirlerinindevamı niteliğinde şiirler yazmaya çalışır. Kendisinin,geleneğin sürekliliğini sağlayan bir aracıolduğunu şu cümleleriyle anlatır: “Benim şiirimolmasa, Necatigil <strong>ve</strong> Çelebi ile birlikte o devamlılık<strong>ve</strong> süreklilik kaybolup gidecek, bir meşale gibi eldenele devredilemeyecekti. Kısaca, imtidad’ın şairiyimben.” (Yavuz, 1999: 125)Onun şiiri, geçmişi günümüze bağlayan birköprü görevi üstlenir. Yeni nesillere, atıflar yaparak,biçim <strong>ve</strong> ses açısından şiirinde bu eserlerdenizler taşıyarak geçmiş edebiyatımızın soylu eserlerinitanıtmış olur. Bu yönüyle o, sadece gelenekşairi değil; bir imtidadın şairidir de.şiir, şiirin kurdudur / işte zümrüt <strong>ve</strong> sürüngenbir dize / gidiyor; -gidişi / öteki şiire doğru’dur(lehte, Yavuz, 2003: 215)Hilmi Yavuz imtidadı; “Her şiir kendinden ev<strong>ve</strong>lüretilmiş olan başka şiirlerin bağlamında varolabilir.”(Yavuz, 1999: 73) diyecek kadar önemser.İmtidadı sağlayan temellüktür. Şair, Türk şiirinitemellük ettikten sonra geleceğe uzanabilir. Temellüksayesinde gelecekle kendisi arasında birbağ kurabilir. Geleneğin bilgisi ona, geleceğinkapılarını açar. Zaten geleneğimizi bilip sahiplenmeden,o şuura ermeden şiir yazılamaz; yazılsa dabüyük bir şiir olmaz. “Şiirde kimlik, identite sorunu,ancak ‘imtidad’ sorunu bağlamında kavranabi-81mart-nisan-mayıs2013


lir diye düşünüyorum. Hem Türk şiirinin kaynaklarına,geçmişe, hem de bugün’e (dolayısıyla yarın’a)bağlanabilmek; yine Yahya Kemal’i analım burada:“Kökü mazide olan atiyim” diyebilmek, ancak böylemümkün olabilir.” (Yavuz, 1999: 51)Aslında Hilmi Yavuz’un sürekli kullandığı “temellük”,“imtidad” <strong>ve</strong> “sahihlik” kavramları arasındasıkı bir bağ vardır. Birinin yokluğu eserinsağlam temellerden yoksun olmasına sebep olabilir.Sahih şiir <strong>ve</strong> sahih şair olma meselesi temellükleilgilidir. Geleneği temellük edebilenler sahihşiirler yazarlar <strong>ve</strong> imtidadın şairi olabilirler. “AkşamŞiirleri’nde bunu yapmaya çalışıyorum işte: hemsahihane (sahici), hem zarifane!.. Bu ‘tarz-ı şiir’indışında kalanların tümüyle değersiz olduklarınıdüşünüyorum <strong>ve</strong>lhasıl…” (Yavuz, 1999: 140)Gelenek ilericilik midir, gericilik midir?Hilmi Yavuz’un ısrarla üzerinde durduğu başkabir konu geleneğin, şiiri <strong>ve</strong> şairini gerici miyoksa ilerici mi kıldığıdır. O bu konuda geleneğinasla gericilik olmadığını savunur. Hatta bu meseleüzerinde tartışmalar yapılmasını boş <strong>ve</strong> anlamsızbulur. “Gelenek problemini ‘ilericilik’ <strong>ve</strong> ‘gericilik’diye birtakım bölümlemeler bağlamında değerlendirmekbence bizi çok yanlış sonuçlara götürebilir,geçmişte götürmüştür de.” (Yavuz, 1999: 29)Hilmi Yavuz, geleneğin gericilik olmadığınıYahya Kemal’i tanık göstererek izah eder <strong>ve</strong> şu soruyusorar: “Şimdi biz aruzla <strong>ve</strong> Osmanlıca yazdıdiye onu ‘gerici’ mi saymalıyız? Yoksa dizeyi birmüzik tümcesine dönüştürerek bu geleneği aştıdiye ‘ilerici’ mi?” (Yavuz, 1999: 29) Yahya Kemalbüyük bir şairdir <strong>ve</strong> bazı şiirlerini Divan şiiri diliyle<strong>ve</strong> aruzla yazmıştır. O, gelenekten beslenmiş<strong>ve</strong> geleneği şiirlerinde kullandığı için de geleneğinönemli şairleri arasına girmiştir. Onun büyük şairolmasını sağlayan de gelenektir. Hilmi Yavuz’agöre bu durum onu gerici bir şair olarak nitelememizeimkân <strong>ve</strong>rmez. Geleneği kullanarak dahagüzel şeyler ürettiyse <strong>ve</strong> bize ulaştıysa, bu onun ilericiolduğunu kanıtlar. Bu yüzden Hilmi Yavuz’agöre Yahya Kemal; “Hem geleneği aşan hem de o geleneğiniçinde kalan bir şair”dir. (Yavuz, 1999: 29)Yavuz, başka bir mülâkatta yine YahyaKemal’den örnek <strong>ve</strong>rerek, geleneğin gericilik olmadığınışu cümleleriyle yineler: “Yahya Kemal,hem divan edebiyatının içinde kalmıştır hem de bugeleneğin resmi <strong>ve</strong> başat yapılarını aşmıştır. YahyaKemal için, geleneğin derinindeki yapı, ritm’di <strong>ve</strong>onun şiiri, kendi deyişiyle ‘ritmi dile dönüştür’meyiamaçlıyordu.” (Yavuz, 1999: 29)Geleneğin modern şiire taşınmasıGeleneğin devamlılığını sağlamada en zorolan taraf, onun günümüz şiirine taşınmasıdır.Hilmi Yavuz’a göre modern şiirde gelenek, şiiriniçeriğinden çok ‘biçim’inde mümkündür. Çünküiçerik sosyal <strong>ve</strong> tarihî şartlara göre değişir. Dilaçısından yaklaştığımızda ise edebiyat, HilmiYavuz’a göre “ulusal bir dil aracılığı ile üretileniki düzeyli yapı”dır. (Yavuz, 1999: 9) Bunlar kelimelerintemel anlam <strong>ve</strong> yan anlam düzeyleridir.Dolayısıyla kelimelerin bu iki düzeyinin yüzyıllariçinde oluşan geleneğinden faydalanılabilir. “Diyeceğim,dilin biçimsel özgüllüğünden yararlanarakbir süreklilik <strong>ve</strong> bütünlük sağlanabilir. Gelenektenyararlanma, dar anlamda, buradan başlayabilirdiye düşünüyorum.” (Yavuz, 1999: 10)Şair buna, “Bedreddin Üzerine Şiirler”indeki15. yüzyıl dilinin sözdizimsel <strong>ve</strong> anlambilimselbakımdan faydalanmayı örnek gösterir: “BedreddinÜzerine Şiirler’de 15. yüzyıl Osmanlı toplumununtarihsel bağlamını oluşturacak sözcükleri özelliklebenzetme (teşbih) ögeleri olarak kullandım: budoğrultuda onlara metin içinde yan anlamlar yükledim.Bu, ‘Bedreddin Üzerine Şiirler’de gelenektenyararlanma sorununun bir kesimi.” (Yavuz, 1999:10)Hilmi Yavuz “Doğu Şiirleri”nde, kelimelerinritimlerinden faydalanarak aruzu çağrıştıran birritim yakalamaya çalışmıştır. Kendisi bunu, “Benaruz’un kalıplarını, çok yaygınlaştırılmış, aralaraserpiştirilmiş bir tür serbest müstezad gibi kullandım.”(Yavuz, 1999: 11) sözleriyle açıklığa kavuşturur.Yani birebir aruzu uygulamamış, kimizaman mısraları belli bir düzen içinde sıralarkenkimi zaman da herhangi bir düzene bağlı kalmamıştır.Öte Yandan Hilmi Yavuz, Türk şiirinin zenginbir edebî sanatlara (tezat, teşbih, hüsn-i talil, tevriye,ihâm-ı tenasüp vb.) sahip olduğuna; bunlarında geleneğin kendisi olduğuna inanır. Dolayısıylao geleneğin bu birikiminden de faydalanır. Nitekimşair, “Yaz Şiirleri”nde ilk kelimeyi bilinçliolarak iki anlamda (Bir mevsim olarak ‘yaz’ <strong>ve</strong> yazmakfiilinin emir kipi olarak ‘yaz’) kullanarak tevriyeyapmıştır. Tevriye sanatı kelimenin anlamını82mart-nisan-mayıs2013


zenginleştirdiği gibi, şiirin bütününün de anlamdünyasını zenginleştirir. Hilmi Yavuz bu durumu;“Bir sözcüğü, değişik bağlamlarda kuşatmanın,kısaca her şiirde aynı sözcüğe değişik anlamlar<strong>ve</strong>rmenin, şiiri derinleştirdiğini biliyorum.” (Yavuz,1999: 79) şeklinde ifade eder. Böylece daha kitabınınadında gelenekten faydalanmaya başlayan şairokuyucusunu gelenekle yüz yüze getirmiş olur.Hilmi Yavuz, hocası Behçet Necatigil’in detevriye sanatını kullanarak şiirini daha anlamlıkıldığını söyler: “Necatigil, örneğin tevriyenin busemantik işlevinin bilincindeydi. Dizede çokanlamlılık(bu sözcüğü ambiguity karşılığı kullanıyorum)sorununu tevriye ile, onun aracılığıyla çözmeyi denedi;böylece geleneksel bir araçtan yararlanarakhem divan şiirine eklemlenmeyi gerçekleştirdi; hemde şiirde anlam sorununu çözmüş oldu.” (Yavuz,1999: 19)Hilmi Yavuz’a göre geleneğin modern şiiretaşınmanın bir başka yolu, geçmişe yapılan atıflardır.Ona göre şiir, “geçmişe yapılan atıflarla(göndermelerle) ilerler.” (Yavuz, 1999: 80) İşte bunoktada şair, şiirini en iyi şekilde tamamlayacakkelime, söz grubunu bulmalı <strong>ve</strong> şiirine yerleştirmelidir.Bu sayede şair, büyük eserlerden kesitleralıp yepyeni biçim <strong>ve</strong> anlamlarla oluşturduğu şiiriylegeleneğe eklemlenmiş olur.Hilmi Yavuz eserlerinde bu hususu, kimi zamankutsal kitaplar, kimi zaman klâsik, kimi zamanda tasavvuf edebiyatımızın önemli eserlerineatıflarda bulunarak gerçekleştirir. Örneğin “ÇölŞiirleri” adlı kitabında tasavvuf şiirimize pek çokgöndermeler yapmıştır. “Ayna Şiirleri” kitabı ise“Mallarme’den Behçet Necatigil’e, Nesimi’den ÖzdemirAsaf’a kadar yararlanma, ‘geçmişe yapılanatıflarla ilerleme’ denemesidir.” (Yavuz, 1999: 96)Bunların dışında Hilmi Yavuz, dilini şiirsel bulduğufelsefecilerden de faydalanmıştır. “ZamanŞiirleri” kitabında her ikisi de Alman filozof olanHeidegger’in Hölderlin için yaptığı yorumlardanyararlanmıştır.Bir sonuç çıkarmak gerekirse gelenek, ses <strong>ve</strong>anlam bakımından şiiri daha zengin hâle getirir.Geleneği dilde kullanan şair, ifade gücünü dahada kuv<strong>ve</strong>tlendirmiş olur. Birden fazla anlam taşıyankelimelerden oluşan şiir, okurlarını dahafarklı dünyalara götürür. Atıflar sayesinde iseşiir, sadece günümüze değil geçmiş kültürümüzede dokunmuş olur. Bu durum, okuyucunun çokyönlü bir şekilde şiirden zevk alması <strong>ve</strong> doyumaulaşmasını sağlar.hilmi anladı gizini / giderdi hep hava üzrebakış mülkünce Osmanlı / ıssızlığı bir elindeöbür elinde divânı /geçmiş bir gül saatindeokunur azala azala(divan edebiyatı beyanındadır, Yavuz, 2003: 44)Gelenek <strong>ve</strong> tasavvufYukarıda da belirttiğimiz gibi Hilmi Yavuz’utasavvufla tanıştıran kişi annesi olmuştur. Çünküannesi Vecide Hanım, “ehl-i tarik”tir. “Daha daönemlisi, Vecide Hanım ehl-i tarik olduğu için Kadirizikirleri de Hilmi Yavuz’un dünyasına yabancıdeğildir.” (Altunay, 2003: 15)Hilmi Yavuz’a göre tasavvuf felsefesi, kültür <strong>ve</strong>edebiyatımızın ana kaynaklarının başında gelir.Dolayısıyla şiir geleneğimiz geniş ölçüde tasavvuftanbeslenmiştir. Bu kaynak, birçok bakımındanbugünkü şiirimize örnek olabilecek değere sahiptir.“Pekâlâ, bir tasavvuf düşüncesi geleneğimiz var.Büyük ölçüde bugünkü şiir anlayışımızı bu düşüncesisteminin şiirdeki yansımalarına borçluyuz.” (Yavuz,1999: 112)Hilmi Yavuz mutasavvıf değildir. Ancak o şiirlerindetasavvufu şekil açısından kullanmış, hayatfelsefesine uygun olarak yaşamadığı için de anlamdüzeyinde işlememiştir. Bir başka deyişle: “HilmiYavuz, tasavvufun bu iki cephesinden yalnızca birini;o kültürün; yani tasavvufun bilgisini, yapısınışiire zengin olanaklar sunan dilini ‘temellük’ ediyor,etmek istiyor.” (Karaca, 2010, 179)bir insana bırakılmış olan keder / <strong>ve</strong> kelimelerinkalbi…ibn arabî / birlikte yazıldılar bende;<strong>ve</strong> o her şeyi aşan şiirde,/ sözlerin üstünde akreplerürüyor;bir elmas parçasına dönüyor cesed, / başsız, ayaksız…/yürüyor..(kayboluş <strong>ve</strong> keder, Yavuz, 2003: 451)“Zaman Şiirleri” <strong>ve</strong> “Gizemli Şiirler” adlı kitaplarındatasavvufu dil itibariyle kullandığını,felsefe kısmıyla ilgilenmediğini şu sözleriyle belirtir:“Zaman Şiirleri ile Gizemli Şiirler’i benimTasavvufla ilişkim bağlamında değerlendirmek ge-83mart-nisan-mayıs2013


ekiyor. Tasavvufun dili beni ilgilendiriyor.” (Yavuz,1999: 60) Bir başka mülâkatında da zatenbu iki şiir kitabında, “Semantik göndermeler öneçıkmıştır.” (Yavuz, 1999: 62) diyerek tasavvuftandil anlamında yararlandığını yineler.“Ayna Şiirleri” kitabı ise üç bölüm <strong>ve</strong> otuz şiirdenoluşmaktadır. Bölümlerden biri Şair, diğeriKent <strong>ve</strong> üçüncüsü Aşk’tır. Buna göre Şair kendisi,Kent İstanbul <strong>ve</strong> Aşk da Hilmi Yavuz’un eşi NuranYavuz’dur. Bu Hıristiyanlıktaki üçlü birlik (teslis)inancını, tasavvufta ise kesret inancını, çok olmadurumunu simgeler. Kitabın adı da bu anlayışabağlı olarak manidardır. Aynaya baktığınızda görünençoktur; ancak hepsi vahdete, Allah’a döneceklerdir.Yine “Ayna Şiirleri”nde otuz şiir olması tasavvuflailişkilidir. Sayının otuz olması, Simurg’utemsil etmesinden gelir. Hilmi Yavuz; “Otuzkuş, Simurg’da nasıl kendilerini gördülerse, ben de‘otuz ayna’da kendimi görüyorum. Otuz şiir, otuzayna!..” (Yavuz, 1999: 97) derken, Simurg kuşununyanarak kül olduktan sonra yeniden dirilmegeleneğini tasavvufî anlamında kesretten vahdeteulaşma olarak kullanmıştır.Hilmi Yavuz’a göre şiir, yapılan bir şeydir. O,şiirin ilhamla değil, bilgiyle yazılabileceği düşüncesindedir.Yani o, şiir bilgisinin şiirini yazar. Busebeple şiiri kurgusaldır. Bu yüzden tasavvuf, kendisiiçin; “bir şiirselliğin yeniden üretilmesinde büyükbir gereç olmuştur.” (Yavuz, 1999: 54)Kendi şiiri açısından gelenekYukarıdan beri yapılan açıklama <strong>ve</strong> alıntılar,Hilmi Yavuz’un şiirlerinin gelenekle ne dereceilişkili olduğunu ortaya koymuş olmalıdır. Nitekimşair, kendi şiirini “geleneğin içinde” görür.Dolayısıyla onun şiiri “geleneğin ‘içinden’ yazılanbir şiirdir.” (Yavuz, 1999: 17)“Her zaman söylemişimdir: Benim şiirim Türkşiir geleneğinin içinde, bu geleneğin ‘içinden’ yazılanbir şiirdir. Şiirimizin bizim yazın geleneğimize,hem divan hem de halk şiiri geleneğimize eklemlenmişbir şiir olduğunu düşünüyorum. Bu yüzdenancak bu geleneği bilenlerce okunup; sevilmesini deyadırgamıyorum. Şiirimin formu, geleneksel olarakbize <strong>ve</strong>rilmiş olanın yeniden üretilmesine dayanıyor.”(Yavuz, 1999: 17)Zaten Hilmi Yavuz’u diğer şairlerden farklıkılan, şiirini de ayrıştırıcı kılan özelliği gelenekleolan ilişkisidir. O, farklı şiir gelenekleri <strong>ve</strong> şairlerinineserleriyle bağlantılar kurarak yeni <strong>ve</strong> sağlamyapılı şiirler kaleme alır. Onun şiiri, geleneğintemellük edilmesinden sonra özümsenip başkabir biçimde bize aktarılmış hâlidir. Kendini “Benkendi edebiyatımın geleneğine bağlı bir şairim” (Yavuz,1999: 59) biçiminde tanımlayan Hilmi Yavuz,bu durumu basit bir muhafazakârlık olarakdeğil, “değişenin içinde aynı kalanı” aramak olarakaçıklığa kavuşturur. Ayrıca onun için geleneğebağlılık, kendini gelenekle sınırlamak da değildir.“Ben geleneğin içinden gelen, ancak kendini geleneklesınırlı saymayan bir konumdayım.” (Yavuz,1999: 59)Kısacası Hilmi Yavuz eserlerinde hep geçmişleirtibat kurmuş; farklı seviyelerde gelenekten beslenmiş;geleneğin özünü kavrayıp dönüştürerekşiirine taşımıştır. Bu sebeple bu özü <strong>ve</strong> değişmeyenibilmeden Hilmi Yavuz’u anlamak mümkündeğildir. “Hölderlin’i, Şeyh Galib’i, Mevlana’yı,Elitis’i (bence dünyanın yaşayan en büyük şairiO’dur.) bilmeyen benim şiirimi izleyemez.” (Yavuz,1999: 52) Okuyucuların onun şiirlerinden “telezzüzedebilmeleri için” tasavvuf kültürünü, Divanedebiyatını, Baudelaire’i, Yahya Kemal’i, Asaf HaletÇelebi’yi, Behçet Necatigil’i bilmeleri gerekir.Şayet okuyucu böyle bir birikime sahip değilseonun şiirlerindeki derinliği anlamaktan mahrumkalacaktır. ■KaynaklarAltunyay, Korhan (2003), Klasik Edebiyat BağlamındaHilmi Yavuz, Bizim Büro Basımevi, Kütahya.Çetişli, İsmail (2011), Edebiyat Sanatı <strong>ve</strong> Bilimi, AkçağYayınları, Ankara.Karaca, Alaattin (2010), “Hilmi Yavuz’un Şiirinde Tasavvuf”,Hilmi Yavuz Akademik Sempozyumu Bildirileri,Artuklu Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları, Mardin.Tanpınar, A. Hamdi (1995), Yahya Kemal, Dergâh Yayınları,İstanbul.Uğur, Soldan (2003), Şiirin Aynasındaki Simurg, CanYayınları, İstanbul.Yavuz, Hilmi (1999), Şiir Henüz, Est Non Yayınları, İstanbul.Yavuz, Hilmi (2003), Büyü’sün Yaz / Toplu Şiirler,YKY., İstanbul.84mart-nisan-mayıs2013


Karakoç'a dair notlarMEHMET AYCI1- Çeyrek asır önce fakir lise talebesiyken,Eskişehir’de aksi bir kitapçının müdavimidir. SezaiKarakoç <strong>ve</strong> Zarifoğlu’nun kitaplarını satın almıştır.Zarifoğlu’ndan aldığı kitap Menziller, SezaiBey’den aldığı kitap İslam Toplumunun EkonomikStrüktürü’dür. Abdurrahim Karakoç’unkitabını sorduğunda, “O kâfir, ne diye okuyacaksınonun kitabını!...” diye kitapçıdan kovulur.Dediğim gibi, fakir lise bir talebesidir. Kafasında,Müslüman babasının, Müslüman kendisininşiirlerini ezbere bildiği Abdurrahim Karakoç,herhâlde ülkücülüğünden olacak kâfir olu<strong>ve</strong>rmiştir.Ateistlerinin bile davranış kodları itibariylesapına kadar Müslüman olduğu bu toplumda AbdurrahimBey’in tekfir edilmesi nasıl bir sosyolojiktravma olmalıdır? Türkiye’de solcularla birlikteİslamcıların da, “Hak yol İslam yazacağız.”şiirine rağmen Karakoç’u eşiğin dışında görmeleriyakın dönem tarihimizin düşünülmesi gerekengörme kayırma, görmezden gelme yok saymahâllerinden biri olmalıdır.2- Karakoç, ait olduğu biraz da kendisini inşaeden sözlü kültürün son temsilcilerinden biridir.Ondaki söyleme doğallığı çocukluğundaki kulakaşinalığından, tabiatla iç içelikten, yoksulluktan,kendi insanının bütün yönleriyle toplum algısındankaynaklanır. Şiirleri yakılır gibi yazılmıştır.Hiçbir şiirinin üzerinde çalışmamıştır. Nasıl geldiyseyahut nasıl getirdiyse öyle kâğıda geçirmiştir.Daktilosunun başında yoğunlaşmış yahut yoğunlaştığıiçin daktilosunun başına oturmuştur.Bu hâliyle de doğaldır.3-Mahzuni ile aynı toprağın çocuğu olmasına,aynı sözlü kültürden beslenmesine rağmen,Mahzuni’ye açılan yahut şairin kendisine açtığıpopüler alan Karakoç’a açılamıştır. Ya da,Karakoç’a en aşırısı kâfir, en hafifi parmak hesabışiirler yazıyor diyen genç sağcı, genç İslamcı sanatedebiyatçevresinin Mahzuni’nin türküleri eşliğinderüya görmeleri de ayrı bir sosyolojik çatlakolmalıdır. Kaldı ki, Mahzuni, Karakoç’tan dahausta da değildir.4-Mihriban şiirinin Musa Eroğlu tarafındanbestelenmesi Karakoç’u gönül sahibi, âşık olma85mart-nisan-mayıs2013


potansiyeli bulunan her Türk insanının gönlündeölümsüzleştirmiştir. Ruh üşümesine tutulanher insanımızın hâline, “Lambada titreyen alevüşüyor /Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” dizeleritercüman olmuştur. Oysa türküye alınmayan,“Kar koysam köz olur aşkın külüne / Şaştım deligönlün tahammülüne / Taşa çalsam ezilmiyorMihriban” dizeleri de lambada titreyen alevinüşümesinden aşağı yoğunlukta değildir. Bu aradabir not, birkaç televizyon programında bir arayagelseler bile Musa Eroğlu, Karakoç’un cenazesindeyoktur. Eroğlu’na sorulacak Karakoç’u nasılbilirdiniz sorusunun cevabı Mihriban şairi olarakbiliriz olacaktır, iyi biliriz olmayacaktır. Eroğlu,kendi cemaatinden dışlanacağı düşüncesiyleKarakoç’a yakın durmaktan çekinmiştir.5-Karakoç’un şiirleri tabiri caizse, aşkıyla, acısıyla,kederiyle, yoksulluğuyla, ezilmişliğiyle, çaresizliğiyleinsan kaynayan şiirlerdir. Şiirlerindekiinsan “marjinal” olmadığı gibi hayalî de değildir;bütün çıplaklığıyla <strong>ve</strong> iç dünyasının saflığıyla, sokaktaki,çarşı pazardaki, kah<strong>ve</strong>deki insandır. Otoplumun ortalamasının şiirini yazmıştır, kendiside orta yolun yolcusudur. Bir zamanlar partili olması,o partiye oy <strong>ve</strong>rmesi, Karakoç’un şairliğini<strong>ve</strong> duyarlığını tanımlamakta yetersiz kalır. Onunaidiyeti toplumudur.6-Çocukları <strong>ve</strong> hanımefendi ile ilişkisi oldukçadüzeylidir. Onlara kızdığı, kaşını çattığı vakideğildir. Evin sessiz beyidir. Evin sessiz çocukları<strong>ve</strong> sessiz hanımefendisi rıza <strong>ve</strong> teslimiyet ölçüsündebir aile hayatı yaşamışlardır.7-Silah merakı vardır. Yaz günleri bile ceketgiymesi biraz da bu merakındandır. Kullanmakiçin değildir; meraktır…8-Babasından kalma nadir bir Mushaf’ını hatırıkalmasın diye açıp incitmeden okuduğuna tanıklığımızvardır. Babası şair Ümmet Karakoç’uniki kıta görmüş bu Mushaf’ının çıkınını çözerkenbabasından da birkaç dize okumuştur.9-Hece <strong>ve</strong>zninin 7’li, 8’li, 14’lü kalıplarınıda kullanmış ancak şiirlerini en çok 11’li olanıylasöylemiştir. Şiirlerinde rutinlik yoktur. Diğerhalk şairlerinden / hece şairlerinden farkı, şaşırmayısevmesidir. Şiir 4+4+3 durakla akarken birden6+5 bir dize yahut tam tersi akarken 4+4+3bir dize, aheste akan ırmağın birden coşması, kayadanbüyük bir parça kopması gibi şaşırtma <strong>ve</strong>uyandırma etkisi yapmaktadır.10-Kendisine imzalı gelen her kitabı, nitelikliniteliksiz, iyi kötü, çer çöp demeden mutlakaokumuştur. Bu nedenle okuması kendisine kitapgönderenlerin yörüngesinde olmuş, sistemli birokuma yapmamıştır. Yine de halk klasiklerinimutlaka okumuştur. Ayıklama yapmadan okumasıelbette bir nezakettir, kendisine kitap gönderenlere,kendi okuyucularına saygıdır, ancak bunezaket çerle çöple vakit geçirmeyi de beraberindegetirmiştir.11-Maraş’tan Ankara’ya geldikten sonra şiirlerinde“şehirli” bir duyarlık, bir “artistlik” de yerbulmaya başlamıştır.12- Bu notlar uzar. Vefatından sonra bu fakir,o acıyla şu portreyi kaleme almıştır:“KARAKOÇ BU SABAH ÖLDÜ DE, ER-KEN”Ufacıktım, çocuktum. Babam Karakoç’un şiirlerini,onun Töre-Devlet Yayınları’ndan çıkan, kapağındatabanca istifli besmele bulunan “Vur Emri”kitabından okurdu. Manzum Muhammediye yahutmanzum cenk hikâyeleri okur gibi okurdu. Se<strong>ve</strong>rdiKarakoç’u… Biraz da türküsü yakılan vatandaşolmasından, kasketli olmasından, teriyle yıkanmasındanse<strong>ve</strong>rdi şairi… Hele vatandaş türkülerini…Hâkimle, doktorla, savcıyla, mebusla muhataplığınizlerini taşırdı belki de Karakoç’un şiirlerindebulduğu… Altı yedi yaşındaki bir çocuk, ne anlarKarakoç’un şiirlerinden demeyin… O kitap elimdengeçti ilk mektep ikinci sınıfta… Her gün birkaçsayfa arkalı önlü ezberledim <strong>ve</strong> henüz ilkokulda bir“Vur Emri” hafızıydım… Şimdi bu satırları yazarkenbile Hasan’a Mektuplar’ı okuyor hafızamın birköşesinde o çocuk Mehmet Aycı… Kelime kadrosutanıdık, sesi tanıdık, duruşu, isyanı, rızası, kederitanıdık… Sesinin yarıklarından uçsuz bucaksızyerli bir keder sızıyor… En politik, en keskin şiirlerinde,hicivlerinde bile erkeksi bir keder…Erkeksi bir keder çünkü yenilse bile yenilgiyi vakurbir dönüşümle hayra tebdil etmesini bilen birenginlik… Türkiye Orta Doğu’nun, Balkanların,Kafkasların akıbetine duçar olmayacak bir his <strong>ve</strong>istikamet zenginliğine sahipse bu enginlik sayesinde.Konuyu dağıtmayalım…86mart-nisan-mayıs2013


Sonra on dokuz yaşımda karşılaştım.Yeni Düşünce Gazetesi’nde haftalıkyazılar yazıyordu. Konuştuk. Uzunuzun konuştuk. Bu uzun konuşma,aralıklı da olsa <strong>ve</strong>fatına kadar devametti. Beğenemedim düz yazılarını, hatta“gerdanlık”ları da beğenmediğimi söyledimzaman zaman kendine… Önemlideğil bunlar. Ama önemli olan bir şeyvar:Karakoç’un yüzü… O yüzde BabasıÜmmet Karakoç’un yüzü… Silsileuzar gider <strong>ve</strong> nihayet Hazreti Âdem’inyüzü… Peygamberimsi bir anlam, ikielin ayasının kaplayabileceği bir alanda…Yüceltmek için söylemiyorum,öyle… Hile yok, hurda yok… Aldatmayok… Üç kâğıt yok… İkinci, üçüncü niyetyok… Süt gibi, su gibi, toprak gibi,neyse o… Kendisi <strong>ve</strong> kalbi… Onuniçin şiirleri halka mal oldu, türküleşti,anonimleşti… Lambada titreyen alevinüşümesi gibi doğal bir üşüme, titremesigibi doğal bir titreme… Aydınlığıyla,rüzgârıyla…Karakoç öldü. Az önce telefona gelenAA’nın mesajını okudum: “GaziÜni<strong>ve</strong>rsitesi Hastanesi’nde 46 gündürtedavi gören, şiirleri arasında Mihribanda bulunan şair <strong>ve</strong> yazar AbdurrahimKarakoç(80) <strong>ve</strong>fat etti.” Artık ruhu cennetinvadilerinden devşirdiği nefeslerişiirleştirir. Hecenin 11’li <strong>ve</strong>zninde ençok; Türkçe; duraklar <strong>ve</strong> uyaklar yerliyerinde, bir ırmak akar gibi, bir keklikkayar, bir ceylan seker gibi doğal, bir okadar da toprağına bağlı…Arayanlar oldu… Onlara “Karakoçbu sabah öldü de, erken / Tanıdıklarsual ettiği zaman” dizelerini okudum.Güzel yaşadı. Kimseye minnet etmedi.Güzel rüyalar gördü. Bu toprağı çoksevdi. Tanrı da onu sevdi diyor yüreğimizindili…Gülümsedin Ağabey… Azrail’e de;kederli…■SERZENİŞİMDEKİ RENKmısralar karanlığa mı söylenmektedirgözler kısılıp yarı deprem sarhoşluğuyaşarken dünyakadınca beyazlığa mı bağlanmaktadıryorgun akan ırmağı şiirimizinbu mudur şiir denen sevgilio eşsiz tutukluyuimlerken inancın acı ninnilerisuya <strong>ve</strong>rmektedir gülzarı bağbanneden yamalı hastalığı çağırmakta mısralarhüsn’den habersisiz, nergis yok, perviz yokturuçuk bir kızıllığı giyinirken ufuklarankebutsuz aşklar boşalan ruhtahep leyla dedik oysaey benim kimsesiz şairimbir şeyler sorgulanacak zamanın tütsüsündenbu kesin. sen ki bir körfezi doldurursun sesinleisterim ki yalnız o’nun ayağına sür yüzünüdeğil mi ki biz senden öğrendik ağlamayıyerli yersiz gülmemeyisen ki insanların en garibikedi gözüne banılırsa lambaışıltısında yoğrulur hınç afrika kızlarınınyaren’e özgüdür serzenişimdeki renkböyle bilinsin isterim hayal resimlerindeyeni zamanlar olur bizim de aynamızdaüç kuruşluk bir aşk için onca çabamızİSMAİL AYKANAT87mart-nisan-mayıs2013


Harput'ta divan şiiri geleneğiM. NACİ ONURKlasik edebiyatımızın temelleri, Türklerinİslamiyet’i kabul etmelerinden sonra <strong>ve</strong>rdikleriilk eserlere dayanır. Geniş iklimlerdedil açısından az çok farklı gelişen İslami edebiyat,Osmanlı İmparatorluğunda 13. yüzyıldan başlayarakgelişimini sürdürmüş <strong>ve</strong> üç kıtada 600 yılı aşkın birmüddet hayatiyetini devam ettirmiştir.13. yüzyıldan sonra saray, konak, medrese çevrelerinde<strong>ve</strong> bunlara yakın mahfillerde, okumuşlara mahsusyeni yapılanan Arap edebiyatı yanında, İran edebiyatınında temsiliyle İslam kültürünün kollarındanfaydalanan <strong>ve</strong> Türk benliğinin özelliklerini de yansıtan<strong>ve</strong> mahallî çizgileri <strong>ve</strong>ren klasik edebiyatımız <strong>ve</strong> şiirimizaltı asır çok değerli eserler <strong>ve</strong>rdi. Yüksek zümre <strong>ve</strong>yadivan edebiyatı diye de isimlendirilen; asırlarca dil <strong>ve</strong>muhteva bakımından klasik kabul edilen bu tarz, dahaziyade manzum eserlerden meydana gelmiştir.Divan edebiyatı Anadolu’da, Selçuklular zamanındaHoca Dehhani ile başlamış, 14. yüzyılda Ahmedi,Şeyhoğlu Ahmed-i Dai ile varlığını göstermiş, kuruluşdönemi olan 15. yüzyılda Şeyhi ile devam etmiş, geçişdönemi olan 15 <strong>ve</strong> 16. yüzyıllarda Ahmet Paşa, Necati,Zati, Baki, Hayali, Nev’i, Fuzuli, Ruhi-i Bağdadiile devam etmiştir. Olgunluk dönemi olan 16 <strong>ve</strong> 18.yüzyıllar arasında Yahya, Naili, Nev’i, Nabi, Nedim,Şeyh Galib’le yürümüş, çöküş dönemi olan 19. yüzyıldaYenişehirli Avni, Kepçeci-zâde İzzet Molla, ZiyaPaşa gibi şahsiyetlerin eserleriyle dünyanın sayılı edebiyatlarıiçine girmiştir.Divan edebiyatı, kaynağını ayet, hadis, tefsir, kelam,İslam tarihi, tasavvuf, peygamberlerin kıssaları,efsane, rivayet, mitolojik hâdiseler, Türk tarihi, deyim,atasözü gibi unsurlardan alır. Divan şiirinde rastgelebenzetme <strong>ve</strong> hayal kullanılmaz. Divan şiirinin özünümazmunlar teşkil eder. Bunlar beyit içinde gizli manalardemektir. Usta divan şairlerinin şiirleri sağlam <strong>ve</strong> ölçülüdür<strong>ve</strong> hiçbir kelimesi değiştirilemez, değiştirilecekolursa şiirin bütünü bozulur, temelden sarsılmış olur.Bu sağlam şiir yapısına Harputlu Rahmi’nin birgazelinin birkaç beytinden örnek <strong>ve</strong>relim:1 “Neş’e-i zevk-i visâlin ruh-i zibâda mıdırSâkiya gamzede mi meyde mi minâda mıdır2 Nûş eder bâde ayağ üzre dediler sâkiYa benim gibi aceb yâr da üftâde midir3 Genc-i gamdan hele reh-yâb olabilmem RahmiDaima cevr-i felek hatır-ı nâ-şâde midir1. “Ey saki, kavuşma zevkinin neşesi güzel yanağındamı, yan bakışında mı, şarapta mı yoksa kadehtemidir?”2. “Saki için, ayaküstü bile içki içiyor, dediler. Acababuna sebep, sevgilinin de benim gibi ayaklar altınadüşmüş olması mıdır?”3. “Rahmi, gam <strong>ve</strong> keder köşesinden bir çıkış yolubulup kurtulamam, acaba feleğin eziyeti daima mutsuzinsanların üzerine midir?”Divan edebiyatında nazım şekilleri değişmez. Kaside,gazel, kıt’a, terkib-i bend, terci-i bend, rübai, tuyuğ,mesnevi, muhammes, müseddes, şarkı gibi nazımşekillerine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. Nazım biriminin en küçüğümısra, iki mısraının da bir araya gelişiyle bir beyit oluşmuştur.Şiirler aruz ölçüleri içinde beyitlerden oluşur.Gazeller genellikle beş beyitlidir. Bu beyit sayısını aşanmanzumeler de vardır. Divan şiirinin konusu aşk, kadın,şarap <strong>ve</strong> tabiattır. Bu temel özellikler hiç değişmez.Bunlar çok defa mücerrettir. Aşk tek yanlıdır, âşık hepse<strong>ve</strong>r, acı çeker. Sevgili sultandır, acı çektirir. Yöremizşairlerinden Harputlu Hacı Hayri Bey’de bunu görürüz:“Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydıZülfün karanlığında bezme çerağ olaydı88mart-nisan-mayıs2013


Meyhâneler kapısı bahtım gibi kapansınRindâne bade içmek sensiz yasağ olaydıEfsâneler yazardım sevdâ-yı aşka dâirGamdan dilimde Hayri hâl-i ferâğ olaydı”Harput’taki Divan şairlerinin şiirlerinde de sevgiliservi boylu, ince belli, siyah saçlı, yanakları gül kırmızısı,gözleri siyah, bakışları ok gibi delici <strong>ve</strong> daima gençbir kadındır. Bu mazmunlarla 600 yılı aşkın devameden Divan edebiyatının dili de Arap, Fars <strong>ve</strong> Türk dilininkarışımı olan Osmanlıca olmuştur. Divan şiirininDoğu yakasını teşkil eden Harput’taki şiirde de aşk ikitürlüdür, biri beşerî, diğeri ilahi aşktır. İlahi aşk, maddiaşkla başlar, dünyadaki güzellere âşık olan şair, budurumu mücerret hâle dönüştürerek ilahi aşka dalar.Böylece Tanrı’nın benliğine kavuşmaya çalışır. Harputluşair Mustafa Sabri’de bunu görmemiz mümkündür:“Tarife sığmaz Allah mümkün değil beyânıDil açamaz bu bahsi zira bu hâl ruhâniMahlasda Sabrî derler tam ismi MustafâdırŞöhretce talihsizdir soy adı bahtı kara”Divan şairinin başarılı olabilmesi için, dilin inceliklerinibilmesi gerekir. Bunun için şairler, hüsn-i ta’lil <strong>ve</strong>teşbih sanatlarına sıkça başvururlar. Divan şairleri içinbenzetilenler, yani neyin neye benzetileceği bellidir <strong>ve</strong>bunlar kalıp hâlindedirler.Harput’ta divan şiirinin başlangıcını 16. yüzyıldayaşayan Hasan Burhaneddin-i Cihangiri’ye (1563-1663) dayandırıyoruz. Bu şair, şiirinin bir yerinde şöylediyor:“Kebâb oldum yâr aşkına kavruldumHarman oldum yâr uğruna savruldumBen ki bu cihânda senden ayrıldımDaha cân gezdirmem cân neme gerek”Rahmi-i Harputi, Hacı Hayri, Çeribaşı-zade Ali <strong>ve</strong>Asım Beyler, Hacı Raşid, Yusuf Şükrü, Hacı NecipPaşa, Müftü Faik Efendi, Muallim Sadi, Hafız OsmanÖge, Sabri Çavuş, Fikret Memişoğlu, Orhan Koloğlu,Orhan Gökçe, Abdullah Nazırlı, Prof. Dr. SüleymanAteş gibi şahsiyetlerle Harput’taki Divan tarzı şiir, 21.yüzyıla kadar gelmiştir.Harput’ta divan şiiri geleneğinin sürdürülmesininsebebini, yörenin insanlarının kültür seviyesinin yüksekliğine<strong>ve</strong> ilim alanında ileride oluşuna bağlamamızgerekmektedir. Zira eski çağlardan beri burada medreselerinfazlalığı <strong>ve</strong> mükemmel tarzda tahsil gören insanlarınOsmanlı coğrafyasına yayılıp her tarafta görevyaptıkları nazara alınırsa, Harput’un bir ilim <strong>ve</strong> kültürmerkezi olduğu kanaatine varırız. Harput’taki insanlarında bilgi seviyesi ile kelime hazinesinin zenginliği,divan şiirini anlayabilecek kudrette olduklarını gösteriyor.Bu sebeple, bu yörede halk şairi <strong>ve</strong> şiirinin fazlaolmadığını, âşıklık geleneğinin hemen hemen hiç bulunmadığını,halk şiirine de rağbet edilmediğini gözlemleyebiliyoruz.Bu ifadeden halk şiiri <strong>ve</strong> şairinin hiçolmadığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Ama divan şairi<strong>ve</strong> şiiri yanında, halk şiirinin çok cılız kaldığını söyleyebiliriz.Divan şiir tarzının kültür, yaşayış <strong>ve</strong> ilim ortamındayeşerdiği gerçeğinden hareket ederek, Harput<strong>ve</strong> havalisinde divan şiiri tarzında <strong>ve</strong> onun kurallarınauygun şiir meydana getiren kırkın üzerinde şairi tespitediyoruz.Bu şairler, Harput ikliminde divan şiiri geleneğineuyarak, şiirler meydana getirmişlerdir. Mesela bunlariçerisinde 19. yüzyılda yetişmiş Sungur-zade AbdülkerimEfendi’nin,“Bir nigehle ol nigâra oldu hayrân gözlerimBir günâhla bin belâya oldu şâyân gözlerimGörmeseydi gözlerim olmazdı gönlüm derd-nâkHânmân-ı kalbi yıkdı etti virân gözlerim”şeklindeki şiirinde hassasiyet <strong>ve</strong> duygu seli doruk noktasınaçıkmıştır. Yine mutasavvıf şair Osman Bedrettin(İmam Efendi) Efendi’nin;“İçüp muhabbet şerbetin âşık visâle er bu günTerket bu dünyâ lezzetin sâdık visâle er bu günBakma bu kudret varına gir Vahdetin gülzârınaKoyma bu günü yârına âşık visâle er bu gün”şeklindeki beyitleri, ilahi tarzda yazılmış, Allah aşkınıterennüm eden bir manzumedir. Harput’ta divanşiirinin şu anda en genç temsilcisi de 1991 doğumluFırat Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türkoloji son sınıfında bulunan İlyasKayaokay’dır. Bir şiirinde şu güzel beyitlere rastlıyoruz:“Ehl-i uşşak âh edip mahbûbu hep yâd eylemişÇâresizler nâr-ı firkât ile feryâd eylemişAğzı mimdir kaşları râ boy elifdir zülfü dâlOl murâdım pîr felek ağyâre murâd eylemiş"Türk edebiyatı içinde altı yüzyılı aşkın bir zamandiliminde kendine özgü biçimde varlığını sürdüren <strong>ve</strong>kurallara bağlı bir şekilde günümüzde de varlığını devamettiren yüksek zümre, divan, havas, klasik edebiyat,saray edebiyatı isimleriyle anılan bu edebiyat <strong>ve</strong> mahsulüşiirlerin, Osmanlılarda zir<strong>ve</strong>ye çıktığı bilinen birkonudur. İşte bu edebiyatın Doğu yakasında, divanşiiri sahasında önemli bir yere sahip olan Harput <strong>ve</strong>Harputlu divan şairleri de, asırdaşlarından hiç de gerikalmayacak tarzda sanatlarını icra etmişler <strong>ve</strong> eserleriniortaya koymuşlar, bu geleneği kendi sahalarında dadevam ettirmişlerdir. ■89mart-nisan-mayıs2013


Müzik geleneğimiz <strong>ve</strong> gelenekselmüziğimiz üzerineBAYRAM BİLGE TOKELİnsanımızın türkülerimize, türkülerimizin insanımızabenzemesi de tesadüf değil elbet. Tıpkı türkülerintoprak, toprağın türkü kokmasının da tesadüfolmadığı gibi…Kökü geçmişe dayanan, büyük ölçüdekendi öz suyundan beslenerekhayatiyetini sürdüren <strong>ve</strong> uzun bir tarihisüreç içinde evrilerek günümüze ulaşan çeşitli sanattürlerini ifade etmek için kullandığımız ‘geleneksel’kavramı, kimilerine göre o sanatın zaman <strong>ve</strong>mekânda yaygınlığı, derinliği, ‘kadim’ oluşuanlamına gelirken; kimileri için modası geçmiş,devrini doldurmuş anlamını taşır. Fakat kültür <strong>ve</strong>sanatta devamlılığın geleneksel olanla ilişkisi hersanat <strong>ve</strong> edebiyat insanının -gelenekselliği tümüylereddedip modern, yeni <strong>ve</strong> çağdaş olanın karşıtı gibigörenler de dâhil olmak üzere- az ya da çok zihninimeşgul etmiştir. Modern bir şair için gelenekselhalk <strong>ve</strong> divan şiirimiz, günümüz romancısı içinhalk hikâyelerimiz <strong>ve</strong> destanlarımız, çağdaş birbesteci için geleneksel halk <strong>ve</strong> klasik müziğimiz neanlam ifade eder <strong>ve</strong> bunlardan faydalanmak nasılolmalıdır? Geleneği olan bir sanatın günümüzeaktarımında nasıl bir yöntem izlenmelidir <strong>ve</strong>geleneğin benzerini yapmak onu yaşatmak içinyeterli midir?Soruları çoğaltmak mümkün; şiirden romana,hikâyeden tiyatroya, mimariden müziğe hemenher alanda karşılaştığımız bu sorunu, ‘musiki’bağlamında, özellikle ‘şarkı’ <strong>ve</strong> ‘türkü’‘ üzerindentartışmaya çalışalım.Çeşitli tür <strong>ve</strong> formlarıyla zengin bir musikigeleneğine sahip olduğumuz, tarihî süreç içindeintisap ettiğimiz kültür <strong>ve</strong> medeniyetlerden hemetkilenerek hem de onları etkileyerek sürekliçoğalttığımız renkli, işlenmiş <strong>ve</strong> incelikli birmüzik kültürünün vârisi olduğumuz bir gerçek.Bunu, geleneksel müzik kültürümüzün ikiana damarını oluşturan halk müziği <strong>ve</strong> klasikmüzik birikimimizin mevcut repertuvarındakieserlerin türüne, sayısına, makam, usul <strong>ve</strong> formzenginliğine, ezgisel güzelliğine, üslup <strong>ve</strong> ifadeçeşitliliğine, kullanılan enstrüman sayısına, dinî,sosyal <strong>ve</strong> kültürel hayatımızdaki ağırlığına, estetikbilincimizdeki belirleyiciliği ile ruh <strong>ve</strong> düşüncedünyamızdaki kuşatıcılığına bakarak da anlamakmümkün.Fakat günümüze baktığımızda, bu iki gelenekselmüzik türümüz, müzik geleneğimizin neresinde<strong>ve</strong> nasıl bir konumdalar; bir başka ifade ile ait90mart-nisan-mayıs2013


oldukları geleneği yaşatmak <strong>ve</strong> devam ettirmeknoktasında nerede, nasıl duruyorlar sorusunutartışmakta fayda var. Çünkü bu soru, haklı olarakövündüğümüz müzik kültürümüzün gelecektenasıl bir şekil alacağını yakından ilgilendiren hayatibir soru. Bu, aynı zamanda, gelecekte ne tür birtoplum olacağımızla da yakından ilgili; çünkümüzik zevk <strong>ve</strong> ilgilerimiz yavaş <strong>ve</strong> zor değişir, fakatdeğişince de hayatımızın <strong>ve</strong> kişiliğimizin bütünalanlarına, ruhumuzun derinliklerine nüfuz eder.Hele bir de bu değişim Batı’nın, sadece bize değilnerdeyse bütün bir Doğu’ya ‘müstakbel müzik’olarak sunduğu ‘ticari lapa’ların kabulü yönündeolursa vay hâlimize…Son çeyrek yüzyılda özellikle ABD kökenlimüzik sektörlerince tüm dünyaya <strong>ve</strong> ülkemizeempoze edilen müzik adı altındaki tüketimmetalarının içeriğine, felsefesine <strong>ve</strong> estetiğineyakından baktığımızda işin ciddiyetini <strong>ve</strong>vahametini daha iyi anlayabiliriz. Fakatunutmayalım ki tabiat boşluk kabul etmez; kendimüziklerimizle dolduramadığımız boşlukları başkamüzikler kendiliğinden doldururlar. Bu durumdaönce, geçmişi ile övündüğümüz kendi müziğimizinbugün ne durumda olduğuna açık yürekliliklebakmamız gerekiyor.Öncelikle şu hususun bilinmesinde fayda var:Bir musiki geleneği aynen tekrar edilerek, fotokopigibi çoğaltılarak devam ettirilmiş olmaz. Gelenek,öze <strong>ve</strong> ruha bağlı gerçek bir yenilenme <strong>ve</strong> özden<strong>ve</strong> ruhtan beslenen hakiki bir yeniden ifade etmeile yenilenir <strong>ve</strong> gelenek ancak yenilenerek devamettirilir. Bu sanatın <strong>ve</strong> edebiyatın bütün alanları <strong>ve</strong>türleri için böyledir. Geçmişten bugüne geleneğinaltın halkaları olarak bildiğimiz isimlerin eserlerineyakından baktığımızda; geleneğin üzerine hepyeni bir şeyler koyarak, zamanın ruhunu doğruokuyarak, geleneksel olandaki asli özü, cevheriçeşitli yol <strong>ve</strong> yöntemlerle çağına taşıyarak geleneğide<strong>ve</strong>m ettirdiklerini görüyoruz.Şekli <strong>ve</strong> uzaktan bir bakışla birbirinin tekrarıgibi gördüğümüz divan şiirimizin gerçek büyükleri,geleneği aynen tekrar edenler değil, yenileyenlerdir.Fuzuli böyledir, Baki böyledir, Şeyh Galipböyledir… Ve nihayet Yahya Kemal böyledir.Klasik musikide Hammamizâde İsmail Dede,Itri, Zekai Dede böyledir... Ve nihayet SadettinKaynak böyledir. Saz <strong>ve</strong> ses icracılığında TanburiCemil, Refik Fersan, Yorgo Baconos... Ve nihayetNecdet Yaşar, Cinuçen Tanrıkorur, Bekir SıtkıSezgin <strong>ve</strong> Meral Uğurlu böyledir. Halk <strong>ve</strong> tekkeşiirinde Yunus, Niyazi Mısri, Pir Sultan, Dadaloğlu,Karacoğlan… Ve nihayet Abdurrahim Karakoçböyledir.Halk musikisinde, ait oldukları yerel <strong>ve</strong>kültürel çeşitliliği, zenginliği muhafaza ederekgeleneği yenilemeyi başarıyla temsil eden sayısızisimden, günümüze damgasını vuran bazılarınışöyle sayabiliriz: Âşık Veysel, Davut Sulari, ÂşıkDaimi, Âşık Mahsuni böyledir; MuharremErtaş, Hacı Taşan, Neşet Ertaş böyledir; CelalGüzelses, Mukim Tahir, Kazancı Bedih, HafızOsman Öge, En<strong>ve</strong>r Demirbağ böyledir; MalatyalıFahri, Erzincanlı Şerif, Yozgatlı Hafız Süleymanböyledir; Ürgüplü Refik Başaran, Ankaralı BayramAracı, Kütahyalı Hisarlı Ahmet, Çorumlu ŞekipŞahadoğru böyledir…Bu saydığımız isimlerin hiç biri ne birbirinintekrarı ne de kendinden öncekilerin kopyasıdır;her biri ait oldukları <strong>ve</strong>ya temsil ettikleri müzik, saz<strong>ve</strong> söz geleneğini özünden koparmadan, ruhunahalel getirmeden yeni bir dil, üslup, yorum, zevk<strong>ve</strong> estetikle yoğurup yenilemişlerdir.Müzik geleneğimizin layıkıyla devam ettirilmesibahsinde, halk müziğinin klasik müziğe, ‘türkü’nün‘şarkı’ya, ‘bozlak’ın ‘gazel’e, ‘bağlama’nın ‘tambur’aüstünlüğü, üzerinde düşünülmesi gerekenşayan-ı dikkat bir durumdur. Aslında bu konudasöylenecek söz çok ne yazık ki sarf edilecek yer yok.Biz yine de kısa da olsa ifade etmeye çalışalım.Bir kere, bugün adına ‘Türk Sanat Müziği”dediğimiz tür, devamı olduğu gelenekle bağını sonyıllarda değil, yaklaşık bir asırdan beri koparmışdurumdadır. Az sayıda istisnası olmakla beraber,bu müzikle besteci, icracı, yorumcu olarakiştigal edenlerin yaklaşık son elli yıldır yaptıklarıbestelerin sözlerine, kullandıkları form, makam<strong>ve</strong> usul tercihlerine, çalma <strong>ve</strong> söyleme üsluplarına,toplumsal <strong>ve</strong> estetik hayatımızdaki karşılıklarınabiraz yakından bakarsak bunu hemen anlarız.Bu müzik türümüze daha doğru dürüstbir isim bile bulamadığımızın herkes farkında91mart-nisan-mayıs2013


mı bilmiyorum. Adına kiminin Türk musikisi(türküler sanki başka bir milletin musikisi de…)kiminin Türk sanat müziği (sanki halk müziğindesanat yok) kiminin klasik Türk musikisi (sankitürküler hiçbir dönem ‘klasik’ olmaya layık değiller)kiminin makam musikisi (sanki türkülerde makamyokmuş gibi…) kiminin fasıl musikisi (sanki halkmüziğinde fasıl geleneği hiç yok…) dediğininfarkında mıyız? “Peki, ne diyelim?” diyenlere,şimdilik, “Türk musikisi <strong>ve</strong>ya Türk müziği demeyinde ne derseniz deyin.” demekle yetiniyoruz. Çünkübu tabir, bu milletin kendi kültür <strong>ve</strong> medeniyetdeğerleriyle besleyip büyüterek bugünlere getirdiğigeleneksel müzik kültürümüzün iki ana damarınıoluşturan <strong>ve</strong> adına kestirmeden ‘şarkı’ <strong>ve</strong> ‘türkü’dediğimiz külliyatın bütün form <strong>ve</strong> türleri baştaolmak üzere, bu topraklar üzerinde Türk tarzı <strong>ve</strong>üslubuyla üretilen <strong>ve</strong> tüketilen bütün bir müzikbirikimimizi içine alan şemsiye kavram olarakkullanılmalı.Cumhuriyetin ilk yıllarından itibarenuygulanan kültür <strong>ve</strong> müzik politikaları sonucu,tevarüs edilen gelenekle bağları pamuk ipliğinebağlı olan bu müziğimizin gelenekle bağını TRTbüsbütün koparttı. Hele son beş on yılda TRTekran <strong>ve</strong> antenlerinden bu ad altında yayınlananmüzik programlarında icra edilen eserlere,ekranlarda arzıendam eden solist sanatçılara, bayanhanendelerin makyaj <strong>ve</strong> kıyafetlerine, okuduklarıeserlerin içeriklerine bir bakın ne demek istediğimizdaha iyi anlaşılır. Devlet radyo <strong>ve</strong> televizyonlarının<strong>ve</strong>balı muamelesi yapıp kapıdan içeriye sokmadığıarabesk sanatçılar <strong>ve</strong> onların eserleri, TRT’ninyayınladığı “Türk Sanat Müziği” eserlerininyanında daha asil <strong>ve</strong> seviyeli kalıyor.Türkülerimize gelince… Adına genel anlamda“Türk Halk Müziği” dediğimiz <strong>ve</strong> çeşitli yörelerdefarklı isim, tür, form, üslup <strong>ve</strong> icra biçimleri ilekarşımıza çıkan ‘türkü’ repertuvarımızın, heranlam <strong>ve</strong> seviyede geleneği hakkıyla temsil <strong>ve</strong>devam ettirdiğini görüyoruz. Geleneğe bağlılık <strong>ve</strong>onu sürdürmek noktasında anonim türkülerimizinsergilediği seviye, son çeyrek yüzyılda ‘beste türkü’alanına da sirayet etmiş <strong>ve</strong> halk müziğimiz, bütünsanat alanlarına <strong>ve</strong> türlerine örnek olacak bir tarzdagelenekle kopmaz bir bağ oluşturmuştur.Biz bugün, Ali Ufki’nin ‘Mecmua-i Saz üSöz’de derleyip notaya geçirdiği türküleri de,Köroğlu’nun koçaklamalarını da, Emrah’ıntatyanlarını da, Sümmani’nin deyişlerini de,Karacoğlan’ın koşmalarını da, Pir Sultan’ınnefeslerini de, Dadaloğlu’nun Avşar Bozlaklarınıda, Âşık Veysel’in deyişlerini de, Muharrem Ertaş’ınbozlaklarını da, Hisarlı Ahmet’in zeybeklerini de,Neşet Ertaş’ın türkülerini de aynı tat <strong>ve</strong> lezzetteçalıyor, söylüyor <strong>ve</strong> dinliyoruz. Dede Korkut’unkopuzu, Orta Asya kam, bahşı <strong>ve</strong> şamanlarınınelinde dombıra, dütar olmuş, Anadolu ozan <strong>ve</strong>âşıklarının elinde saz/bağlama olmuş. Sadeceformu <strong>ve</strong> yapısı değil, icra tarz <strong>ve</strong> üslubu dasürekli değişerek <strong>ve</strong> gelişerek devam etmiş. Tabi,bağlamanın asıl gücü <strong>ve</strong> büyüklüğü, en az binyıllık müzik nazariyatımızın temelini oluşturan ses<strong>ve</strong> perde sistemini bünyesinde taşıması. Yani biranlamda, geleneği oluşturan asli özün, cevherinbizatihi temsilcisi olması… Sazın türküye,türkünün saza bu kadar yakışmasının temelindebu var. İnsanımızın türkülerimize, türkülerimizininsanımıza benzemesi de tesadüf değil elbet. Tıpkıtürkülerin toprak, toprağın türkü kokmasının datesadüf olmadığı gibi…İnsanımız binlerce yıldır kendisini türkülerleanlatmış, acısını, sevdasını, gözyaşını, çilesini,sevincini, hüznünü türkülere emanet etmiş.Türkülerin emanete hıyanet ettiğini bugüne kadarkimse görmemiş. Analarımız yürek yangınlarınıağıtlara dökmüş, türkü olmuş; Köroğlu cenklerinihikâye etmiş, türkü olmuş; Dadaloğlu, Avşarellerinin dramını saza söze dökmüş, türküolmuş; Pir Sultan kavga <strong>ve</strong> isyanlarını haykırmış,türkü olmuş; Karacoğlan yokluk <strong>ve</strong> gurbetleriniaktarmış, türkü olmuş… Ve son büyük ozan NeşetErtaş, temsilcisi olduğu gelenekten bir adım bileuzaklaşmadan sazı, sözü <strong>ve</strong> türküyü âdeta yeni birgelenek oluştururcasına yeniden inşa etmiş.‘Türkü’de Neşet Ertaş’ın, ‘şarkı’da SaadettinKaynak’ın yaptıklarını, gelenek-müzik ilişkisiüzerine kafa yoran herkes, her müzik insanıyakından incelemeli. Geleneğin başkalaşmadanama değişerek <strong>ve</strong> yenileşerek nasıl devamettirildiğini bu iki büyük bestecimizin eserlerindenhareketle yeniden düşünmeli.■92mart-nisan-mayıs2013


Yaşamdan damlalar; biliyor muyuz?Anlıyor muyuz? Farkında mıyız?SÜLEYMAN DAŞDAĞ**Prof. Dr., D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı,Geçenlerde ünlü bir gösteri sanatçısı,ülkemizdeki insanların bazı özelliklerindensöz edip bizim toplumda “bilmiyorum”deme geleneğinin olmadığından bahsediyordu.Bir an için, bu kelimeyi <strong>ve</strong> yaşadığımıztoplumu düşünmekten kendimi alamadım. Acabadoğru muydu? Düşününce, sahnedeki sanatçının,büyük ölçüde haklı olduğu anlaşılıyordu.Gerçekten etrafa şöyle bir bakarsanız, ne kadar azinsanın “bilmiyorum” diyebildiğini kolayca farkedersiniz. Hangi kesime hangi konuyu sorsanız,toplumun neredeyse % 70’inin rahatlıkla her konudabir fikri olduğunu görürsünüz. Bazen televizyonprogramlarında halka bir soru yöneltilir.“Siz başbakan olsanız bu konuda ne düşünürdünüz?”gibi bir soruyu eğitimsizinden eğitimlisine,küçüğünden büyüğüne neredeyse tamamına yakını,“Ben başbakan olsam…” diye söze başlar. ”Benbaşbakan olamam…” diye yanıtlayanların sayısınınne kadar düşük olduğunu tahmin edebilirsiniz.Çünkü biz okuma <strong>ve</strong> yazmayı öğrendikten sonrakidönemlerimizde, “bilmiyorum” dememeye programlanıyoruz.Daha ilkokul sıralarındayken çocuklarbir şeyi bilmediklerini <strong>ve</strong>ya anlamadıklarınısöylediklerinde, ebe<strong>ve</strong>ynlerin önemli kısmı, “Yavrumsen bunu nasıl bilmezsin? Bu basit şeyi nasılanlamazsın?” diye çocuğu azarlamaya başlarlar. Buda yetmez <strong>ve</strong> bir müddet sonra o sihirli cümleylekarşılaşır çocuk; “Yavrum, sen aptal mısın?”. Tabii,aptal olmak hiç kimsenin hoşuna gitmediğindençocukluktan itibaren, bilmediğimiz şeyleri “biliyorum”,anlamadığımız şeyleri “anlıyorum” diyerekaptal damgası yemekten kurtulma mücadelemizbaşlar. Bu süreç bazıları için eğitim <strong>ve</strong> belki dehayat boyu sürer. Hatırladığım kadarıyla arkadaşlarımlabirlikte, bizim için önemli olan aptaldamgası yememekti. Zeki görünümlü aptal rolüoynamanın ne kadar tehlikeli bir seçenek olduğunuanladığımda ise çok endişelenmiştim. Zekigörünümlü aptal olmak, fark edilmezse, harika biryöntem gibi gelirdi. Her şeyi bilen <strong>ve</strong> her şeydenanlayan zeki bireylerdik milletin gözünde. İşin enkorkunç yanı, insanın zeki rolü oynamasıdır. Etraftadeğişikliğe uğramış (modifiye) otomobillerebenzeyen birçok insanla karşılaşmamız bundandır.Oysa hayat, aptallıkları affetmez <strong>ve</strong> insanın yüzünevurur.Bizde bir söz vardır: “Yabancılar bizi bizdendaha iyi bilir.” Aslında yukarıda sözünü ettiğimsanatçı gibi, bizim de ne olduğumuzu bilen bizdenbirileri elbette vardır. İtiraf etmem gerekir ki,yabancılar tarafından nasıl algılandığımız hep ilgi-93mart-nisan-mayıs2013


mi çekmiştir. Türkiye’yi yani toplumumuzu bilenyabancılardan söz ediyorum. Biz de diğer ülkeleregidip bir müddet kalınca, o ülke <strong>ve</strong> insanları hakkındabir fikir ediniyoruz.Yıllar önceydi, arkadaşlarımla birlikte yabancıbir hocadan İngilizce dersleri alıyorduk. Kursunilerlediği günlerden birinde hoca bana, “Sizin ülkededikkatimi en çok çeken şey nedir, biliyor musun?”sorusunu “Hayır…” diye yanıtlamıştım. Cevabınımerakla beklediğim bir soruydu. “Ülkenizdeİngilizce dersleri <strong>ve</strong>rdiğim insanlara, ‘Anladınızmı?’ diye sorduğumda, istisnasız çoğunluk “E<strong>ve</strong>t,anladım…” dedi <strong>ve</strong>ya anladıklarını ifade edecekşekilde başlarını salladılar. Her şeyi anladığını belirtenöğrencilere, son derece basit sorular soruncayakadar bu sürüp gitti. Ne yazık ki, öğrencileriminkonuları anlamadan anlamış gibi yaptıklarınıüzülerek öğrendim.” “Harcadığım onca emek,meğer heba olmuş.” diyen hoca, bundan sonra öğrencilerine“anlamadım” demeyi öğretmeye çalıştığından<strong>ve</strong> anlamadığını çekinmeden söyleyenlerinhızlı bir başarı grafiği çizdiklerinden söz etti. Anlamadımdiyebilme cesareti göstermenin başarıdakirolü apaçık ortadaydı. Hoca o zamana kadar farkınavaramadığım çok önemli bir noktayı işaret etmişti.Bütün eğitimim süresince, arkadaşlara <strong>ve</strong>yaçevreye mahcup olmamak, bir başka deyişle milleterezil olmamak için bir sürü konuyu anlamadığımhâlde, anlamış gibi davrandığımı hatırladım.Hem çok üzülmüş hem de zararın dönülecek noktasındaolduğum için sevinmiştim. Anlamadığımşeylere “anlamadım” deme cesareti kazanmış, okuduğum<strong>ve</strong>ya dinlediğim konuları anlamadığımdaise rahatlıkla “anlamadım” demeye başlamıştım.Çünkü bu başarı için önemli bir anahtardı. Hocaaslında toplumda neredeyse gelenekselleşmiş olan“utanma <strong>ve</strong>ya çekinme” duygusuna işaret ediyordu.Bize hep şunu derdi: “İngilizceyi öğrenmekistiyorsanız, doğru <strong>ve</strong>ya yanlış olsun, utanmadansıkılmadan konuşmaya çalışmalısınız.” Eğer bunubaşarırsanız, İngilizceyi çok daha kolay öğrenirsiniz.”Utanmazlığı seçtiğimden dolayıdır ki, bugünİngilizce konuşabiliyor, yazabiliyor <strong>ve</strong> okuyorum.Ne zaman soru sormaya kalksam, bana önemli birhayat dersi <strong>ve</strong>ren hocamı hatırlar <strong>ve</strong> saygıyla anarım.Utanma <strong>ve</strong>ya çekinme duygusu aslında sağlıklıbir toplum için olmazsa olmazlardan biridir. Ancak,nerede utanıp nerede sıkılmamak gerektiğinikestirmek de bir o kadar önemlidir. Dolayısıylaeğitim <strong>ve</strong> öğretimde anlamadığını <strong>ve</strong>ya bilmediğinisöylemekten utanılmaması gerektiğini toplumaöğretmek, aileden eğitimcilere kadar her kesimedüşen önemli bir sosyal sorumluluktur. Bu <strong>ve</strong>benzeri konulardaki eksikliğimizi gidermek için,daha yolun başındayken çocuklarımıza soru sormacesareti aşılamalıyız.Soru sormanın önemini kavramama nedenolan Nobel Ödülü alan bir bilim adamının hayathikâyesinin anlatıldığı bir toplantıdır. Konuşmacı,bilim adamının aldığı ödülde annesininçok önemli payı olduğunu, her gün okuldan e<strong>ve</strong>döndüğünde annesinin, “Bugün öğretmenine kaçsoru sordun?” sorusuyla karşılaştığını <strong>ve</strong> bununödül alma başarısındaki rolüne vurgu yapıyordu.Toplantı, çocuklarımıza soru sorma alışkanlığıkazandırmanın, geleceğimizi nasıl değiştirebileceğininipuçlarını <strong>ve</strong>riyordu. Bugüne kadar, okuldönüşü çocuklarıma okuldan döndüklerinde, busoruyu sormak hiç aklıma gelmemişti. Çünkü bizdeböyle bir gelenek yoktu. Genelde insanları rahatsızetmekten çekindiğimiz için soru sormaktankaçınırız. Ya karşımdaki kızarsa! Ya ayıp olursa! Yabana bu sorudan ötürü gülerlerse! ‘Ya bu ya şu….’diye düşünmekten kendimizi alamaz, bir sürü cevabıbilinmeyen sorularla hayatımızı akışına bırakırgideriz.Eksik yönlerimizden söz ederken, güzel toplumsalhassasiyetlerimizin fazla olduğunu da gözardı etmemeliyiz. Fakültedeki birkaç öğretimüyesi arkadaşımla pratiğimizi geliştirmek için birAmerikalı İngilizce hocasıyla anlaşmıştık. İngilizcehocamız bir müddet Almanya’da yaşamış <strong>ve</strong>birkaç Türk arkadaşının yardımıyla Türkçeyi desökmüştü. Hatta İngilizce öğrenme <strong>ve</strong> toplumumuzailişkin ilginç saptamaların olduğu bir kitapbile yazmıştı. Adam Türk geleneklerine hayranbiriydi <strong>ve</strong> bunu kitabına yansıtmıştı. Örneğin“ağabey” lik müessesesinin toplumumuza ait çokönemli bir kurum olduğundan söz ediyordu.O güne kadar bunun hiç farkına varmamıştım.Sanırım çoğumuz hâlâ ağabeylik kurumunungeleneklerimizdeki önemini kavramış değildir.Kitapta ağabeylik kurumunun toplumdaki enönemli sosyal sorumluluk mekanizmalarından biriolduğu vurgulanıyordu. Ağabey bütün kardeşleriniher şartta korumak, kollamak <strong>ve</strong> desteklemekleyükümlü olduğunu hisseden kişiydi. Küçük94mart-nisan-mayıs2013


kardeşler de buna paralel olarak, ağabeye saygı,sevgi <strong>ve</strong> bağlılık duymaktaydı. En zor anlarındabaşvuracakları kişiydi ağabey. Hatta ağabeygerekirse kardeşleri için bazen canını bile <strong>ve</strong>rebilirdi.Bunun batı toplumlarında karşılığı olmadığındansöz eden hoca, bu geleneğin Türk toplumunaözgü olduğunu belirtmekteydi. Kitap, ağabeylikmüessesesinin toplumsal dinamiklerimizde nekadar önemli bir yere sahip olduğunun farkınavarmamı sağlamıştı. Gerçekten de ağabey gerektiğindebaba, gerektiğinde anne olabildiği gibi, çoğuzaman çekinmeden <strong>ve</strong> herhangi bir ücret ödemeden,başvurduğumuz bir danışmandı. Toplum bununne kadar farkında bilinmez, ama en azındanbu müessesenin korunmasının, daha doğrusu aileyapısının güçlendirilmesinin geleceğimiz için nekadar önemli olduğunu, bir yabancı bizden dahaiyi fark etmişti. Hoca, aile geleneğimize hayrankalmış <strong>ve</strong> ısrarla aile yapımızın korunmasına özengöstermemizi öğütlüyordu. Aile bağlarının zayıflamayabaşladığı ülkemiz için önemli bir saptamadabulunmuş <strong>ve</strong> bunun korunmasının Türkiye’ningeleceği için çok önemli olduğunu vurgulamıştı.Çünkü “biz her ne kadar gelişmiş bir toplumunüyesi olsak da, sizin gibi harika bir aile yapımızyoktur. Biz ailenin ne anlama geldiğini unutmuşuz”diyor <strong>ve</strong> bu anlamda bizim onlardan çok öndeolduğumuzu belirtiyordu. “Sizin hiçbir zamankendinizi yalnız hissetme endişeniz yoktur. Çünküaile bağları dört bir yanınızı sevgiyle sarıyor. Etrafınızdasizi <strong>ve</strong> sizin yerinize düşünen birileri hepvardır.” Ailenin ne kadar önemli bir kurum olduğunu,Almanya’daki Türk arkadaşlarından öğrendiğinibelirten hoca, “Almanya’daki arkadaşım heray babasına düzenli olarak birkaç yüz Alman markıgönderiyordu <strong>ve</strong> bunu hiç sektirmiyordu.” dedi.Nedenini sorduğunda arkadaşı bu parayla babasınaev yaptırdığından söz etmiş <strong>ve</strong> hocanın kafasınıdaha da karıştırmıştı. Arkadaşı Almanya’da zorşartlar altında yaşamasına rağmen, kazancının birkısmını sürekli olarak babasına gönderiyordu. Bu,Amerikalı biri için anlaşılmaz bir durumdu galiba.Oysa bizler için sıradan bir durum, belki de birzorunluluktu. Çünkü inanç <strong>ve</strong> gelenek sistemimizegöre ana <strong>ve</strong> baba hakkı ödenemezdi. Bu sosyalyardımlaşma hocanın o kadar ilgisini çekmiş olacakki, kendi ailesinde bunu denemişti. Gününbirinde kayınpederi ciddi bir rahatsızlık geçirincehoca eşiyle konuşup, kayınpederine ciddi bir maddi<strong>ve</strong> manevi destek sağlamış <strong>ve</strong> ailede alışılmışındışında güçlü bir sevgi bağı oluştuğunu gözlemişti.Eşi bile kendisine bir kahraman gibi bakmaya başlamıştı.O günden sonra aile bağlarının yaşamınzorluklarını alt etmede ne kadar önemli olduğunailişkin görüşlerini, gittiği her yerde paylaşmaya <strong>ve</strong>Türk aile yapısını anlatmaya başlamıştı.İngilizce hocamızın dikkatini çeken bir başkanokta da, evlilik müessesesiydi. “Bizim toplumdaevleneceğiniz biriyle tanışmak sadece kişinin kendiçabasına <strong>ve</strong>ya tesadüflere bağlıdır.” diyen hoca,“Sizde bekâr birini evlendirmek <strong>ve</strong>ya ona eş bulmak,aile başta olmak üzere, akraba <strong>ve</strong> komşuların,kendilerini sorumlu gördükleri bir eylemdir.”diye devam etti. “Örneğin evlenme çağına gelmişkız <strong>ve</strong>ya erkeğin evlendirilmesi, başta aile olmaküzere, ortak bir mesele olmakta <strong>ve</strong> iyi bir eş seçimiiçin herkes kılı kırk yarmaktadır. Bu da Batılı <strong>ve</strong>yamodern olarak adlandırdığımız, bireyselliğin hadsafhada olduğu toplumlarda gözlenen bir olgu değildir.”Bizi iyi analiz ettiğini <strong>ve</strong> hayran kalınacakgeleneklerimizi bize hatırlattığı için, o hocamı hâlâsaygıyla anarım.Bir insanın bir toplumu iyi anlayabilmesi için,toplumun sahip olduğu gelenekleri yani ortak değerleriiyi kavraması gerekir. Aksi takdirde bir toplumhakkında yanlış yargılara varılabilir. Gelenekinsanın var olduğu her yerde vardır <strong>ve</strong> dinamikbir olgudur. Yani gelenekler, ana fikir aynı kalmaküzere zamana göre değişebilir. Geleneğin temelfelsefesi, çok özel durumlar olmadıkça kökten değişmez.Bu bakış açısı, millet kavramının da etnikkimliklerden ziyade, ortak gelenekler üzerine inşaedildiğini gösterir. Örneğin çok sayıda medeniyetiyüreğinde eritmiş <strong>ve</strong> yüreğine işlemiş Anadolu’yubir baştan bir başa dolaşırsanız, ne kadar ortakyönümüz olduğunu hemen anlarsınız. Dolayısıylabizi millet yapan kavramın da geleneklerimiz<strong>ve</strong> ortak değerlerimiz olduğu bir gerçektir. Ortakgelenek <strong>ve</strong> göreneklerden söz ederken bir anımıpaylaşmak isterim.Diyarbakır’dan Burdur’a kısa dönem vatanigörevimi yapmak üzere otomobilimle yola çıkmıştım.Bu kısa dönemin sonunda, Avrupa’da çalışanbirkaç asker arkadaşımı da evlerine bıraka bırakaİzmir yoluna koyulmuştum. Duraklarımdan biride, Aydın’ın Karacasu ilçesiydi. Arkadaşımın ailesibize harika bir sofra hazırlamıştı. Yemekler hepimizinbildiği yemeklerdi. Ancak bir tanesi dikka-95mart-nisan-mayıs2013


timi çekmişti. Keşkek! Keşkeği orada gördüğümdeşaşırmıştım. Çünkü o güne kadar, keşkeğin sadecebizim yörede <strong>ve</strong> annemin çok güzel yaptığı sağlıklıbir yemek olduğunu düşünürdüm. Basit bir şeygibi görünse de bu beni çok etkilemişti. Karacasu’dakikeşkeğin tek farkı, özellikle cuma günlerikonu komşuya dağıtılıyor olmasıydı.Dikkatimi çeken bir başka yiyecek de, gelenekselbir tatlımız olan aşuredir. Aşure Edirne’de deaşuredir Ardahan’da da aşuredir. Birbirinden çokfarklı malzemelerin bir araya gelerek, enfes birlezzet oluşturması, aşurenin en önemli özelliğidir.Bana göre aşure “Birlikten kuv<strong>ve</strong>t doğar.” atasözününtatlıya yansımış hâlidir. Her aşure yediğimde,kendimi çok daha güçlü hissetmem bundandırgaliba. Osmanlıda aşure geleneğinin neredeyse birtören olması ise ayrı bir konudur. İnsanlar bazenaşurenin kimi malzemesini koymaya gerek duymazlar.Onu çıkarayım, bunu çıkarayım derkenaşure, aşure olmaktan çıkar.Aşure demişken, İngiltere’deki bir taksi sürücüsündensöz etmeden geçemeyeceğim. Bir ülkeyi<strong>ve</strong>ya dünyayı anlamak için mutlaka bindiğiniztaksi sürücüsünü konuşturun <strong>ve</strong> dinleyin.Bindiğim taksinin sürücüsü Hint kökenli birİngiliz vatandaşıydı. Hindistan’daki Müslümannüfusun ne kadar olduğu sorusunun yanıtı , % 30– 35’ti. Sözlerine şöyle devam etti: “Aslında eskidenHindistan’ın hâkim nüfusunu Müslümanlaroluşturuyordu. Ama bu İngilizler içimize girip ‘SenPakistanlısın, sen Bangladeşlisin…’ diyerek Müslümannüfusun önemli bir kısmını Hindistan’dankopardı. Oradaki Müslüman hâkimiyetine biranlamda son <strong>ve</strong>rildi.” Taksiciyi hayretler içindedinliyordum. Kütüphaneler dolusu kitap okumayagerek yoktu, taksici gerçeği tüm çıplaklığıylaortaya koymuştu. Çok karmaşık gibi görünensenaryonun kurgusu aslında son derece basitti.Ancak Hindistan’da yaşayanlar kolaylıkla bu oyunagelmiş <strong>ve</strong> yıllarca sömürülecek bir Hindistanhazırlanmıştı. Taksici anlattıkça hayretim dahada artıyordu. Aslında Mahatma Gandi’yi başarıyagötüren Hindistan’daki Müslümanlardı. Taksiciyegöre, pekâlâ Gandi’nin yerine tarihe damga vurankişi bir Müslüman olabilirdi, ancak Batılılar birMüslümanın yükselmesini hazmedemedikleri için,Gandi’yi kahraman yapmışlardı. Ona göre, buradabile sezilmesi zor, bitmeyen bir haçlı zihniyeti devreyegirmiş ama kimse bunun farkına varamamıştı.Ne yazık ki bu oyunlar hâlâ Müslüman coğrafyadasürüp gidiyor. Bütün oyun “sen ondan farklısın”kurgusu üzerine kuruludur. İnsanoğlu pohpohlanmayısevdiği <strong>ve</strong> genellikle hırslarına yenik düşmeyitercih ettiği için, bu tür senaryolar kolaylıkla başarıyaulaşmaktadır. Koca Osmanlı imparatorluğubile bu senaryo ile çökmemiş miydi? “Sen farklısın!”Oysa hiçbir insanın, diğerinden farkı yoktur.Çünkü herkes farkına varmadan kolaylıkla oyunagelebilmektedir.Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”adlı eserini bilir misiniz? Bu eser BataklıklarÜlkesi (Suomi) olarak bilinen Finlandiya’nın kalkınmamücadelesini anlatır. Kitabın arka yüzündekitanıtım kısmında; Mustafa Kemal Atatürk’ünbu kitabı okuduktan sonra, kitabın tüm okullardaokutulmasını önerdiğinden <strong>ve</strong> o dönemde en çokokunan ikinci kitap olduğundan söz edilir. Doğruluk,dürüstlük, çalışkanlık, üretkenlik, gerçek eğitim<strong>ve</strong> öğretim, öz gü<strong>ve</strong>n vb. konuların kalkınmadakiöneminden söz eden yazar, aydınlar ile halkarasında iyi bir iletişimin olmasının çok önemliolduğunu belirtmektedir. Ayrıca kalkınmaya çalışan,güçlü bir ülke inşa edilirken, kimsenin kimseyihor görme lüksü olmadığı vurgulanmaktadır. Bubağlamda iyi eğitilmiş, çalışkan insanların olduğubir ülkede, kalkınma <strong>ve</strong> kalkınmada süreklilik kaçınılmazoluyordu. Kitaptaki en can alıcı nokta iseokul, kilise <strong>ve</strong> kışla arasında mükemmel bir uyumolmasının, ülke kalkınmasında çok önemli bir roloynadığıdır. Yani bizdeki karşılığıyla “okul, cami<strong>ve</strong> kışla.” Bu anlamda, Fin toplumu bizimle çokörtüşmekteydi. Çünkü başlangıçta bu üç kurumbirbirinden bağımsız <strong>ve</strong> diyaloga kapalı olarak çalışmaktaydı.Daha sonra Snelman <strong>ve</strong> arkadaşlarınıngayretleri ile bu kurumlar arasında mükemmelbir uyum sağlanır <strong>ve</strong> ardından başarı gelir. Bu kurumlardayer alan herkes halkı hor görmeden, birnefer gibi çalışarak, Finlandiya’yı bugün kişi başınadüşen millî gelir düzeyi en yüksek ülkelerdenbiri hâline getirir. Keşke bugün de bu kitap yaygınbir şekilde okunabilse…Bizde bu kurumlar arasında kopukluk olduğunu,ya da iyi bir diyalogun olmadığını ise ilginç birşekilde Uzak Doğu kökenli, Müslüman bir profesördenöğrenecektim. Profesör İstanbul’a gittiğindensöz ederken, Süleymaniye Camisinden çoketkilendiğini söyledikten sonra, ilginç bir saptamadabulundu. Geçmişimizde okul ile cami arasında96mart-nisan-mayıs2013


iyi bir iletişimin olduğunu <strong>ve</strong> bu geleneğinbir şekilde ortadan kalktığını belirttiğinde,karşı çıkmış <strong>ve</strong> “Bu doğru değil…” demiştim.Profesör ise iddiasını sürdürerek,İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi ile Süleymaniye Camisinibirbirine bağlayan <strong>ve</strong> geçmişte açıkolan kapının neden kapatıldığını sordu. Ogüne kadar böyle bir kapının olduğununfarkında bile olmayan ben, Türkiye’ye dönerdönmez konuyu araştırdım <strong>ve</strong> maalesefprofesörün haklı olduğunu gördüm. Camiile okul arasındaki geleneksel yol bir şekildebirileri tarafından kapatılmıştı. Ancakbu kapının tekrar açılacak şekilde onarımaalındığını, profesör arkadaşıma ilettiğimdeo da benim kadar sevindi.İster kabul edelim ister etmeyelimhâlâ İslam âleminde Türkiye çok farklı biröneme sahiptir. Dünyadaki çoğu Müslümanın,hatta bazı Hristiyan <strong>ve</strong> Yahudilerinbile hâlâ kendilerini Türkiye’ye ait hissettiklerineşahit olmuş biri olarak, “we weretogether” yani “biz birlikteydik” ifadesini,kendini hâlâ Osmanlı olarak görenlerdençok duydum. Çoğu insan “birlikte olmak”ifadesinin başındaki “bir” <strong>ve</strong>ya “birliğin”neler anlattığını <strong>ve</strong> bunun nasıl bir güçolduğunun farkında değildir. “Bir olmak!Birlik olmak!” gibi geleneksel sözlerin beşiğininAnadolu olup olmadığını araştırmakda bu ülkeyi se<strong>ve</strong>n herkese düşer. Bütün buanlatılanlardan çıkarılması gereken, birlikteyaşama kültürünün genlerimize işlendiğinifark etmektir. Bu gelenek toplumsal dinamiklerimizaçısından son derece önemlidir<strong>ve</strong> bu geleneğin kaybolmaması için, herkesüzerine düşeni fazlasıyla yapmak zorundadır.Sonuç olarak, gelenek <strong>ve</strong> görenekleriyleçok güzel motifler taşıyan ülkemiz insanı,bizleri biz <strong>ve</strong> bir yapan ortak gelenek görenek<strong>ve</strong> kültürümüze sahip çıkmalıdır. Bilmediğiniöğrenmeye çalışan, anlamadığınıanlamaya gayret eden, ilkeli, araştırmacı,üretken, öz gü<strong>ve</strong>nli <strong>ve</strong> olayları ülke <strong>ve</strong> dünyaölçeğinde analiz etme yetisine sahip yeninesillerin yetiştirilmesi için uygun zeminlerhazırlamak, ülke politikamız olmalıdır.■ŞARKILAR BİTTİ ÇOCUKİçimde şarkılar söyleme çocukGüz düştü dallara hadi yat uyuDinlediğin masallarda kaldı mutlulukŞarkılar dindirmez hiçbir korkuyuİçimde şarkılar söyleme çocukAnnenin ninnisi kulağında mı?Ne tatlıydı değil mi ya dandiniZehirden ağıtlar yıkıyor damıTahtadan çaktılar son beşiğiniAnnenin ninnisi kulağında mı?Güneşi evine çağırma çocukKış geldi, kar düştü, vakit tamamdırSevda sözlerine üç nokta koydukİstersen kendini şarkıyla kandırGüneşi evine çağırma çocukO yaz mevsimiydi işte sana güzMey<strong>ve</strong>ler dalından çoktan ayrıldıŞarkılar bitti çocuk geçti gündüzBilinmez hangi gün <strong>ve</strong> hangi yıldıO yaz mevsimiydi işte sana güzBir yağmur, bir sela <strong>ve</strong> bir de kefenVuruyor ruhuna şimdi sonsuzlukTopaçtan, çomaktan <strong>ve</strong> çemberindenKalan bu kadardır sana ey çocukBir yağmur, bir sela <strong>ve</strong> bir de kefenİçimde şarkılar söyleme çocukUyku geldi birden, yattık, uyudukMURAT CENGİZ97mart-nisan-mayıs2013


Çarşı ekmeğiAHMET ULUDAĞ-Bak nine, babam çarşı ekmeği getiri<strong>ve</strong>rmiş!Senin sevdiğin ekmeklerden, dedi.Sevinç Çokum’un Zor romanı yukarıdaki cümleylebaşlıyor diyebiliriz (Üç cümlelik kısa bir mekân<strong>ve</strong> olay girişinden sonraki ilk cümle). O gün, bir dostunkitaplığının raflarında, şöyle kısa süreliğine birşeyler okuyabilmek için kitap bulmak gayesiyle, gözgezdirirken rastladım benim lise çağlarımda yazılmışbu romana. O zaman okuyup okumadığımdan emindeğilim ama hafızamda çok bir şey kalmamış eserden,eserin <strong>ve</strong> yazarın adından başka… Okumayabaşladım ama daha başlar başlamaz bu cümle benifarklı mecralara çekti: Fikirler, hatıralar kafamda esmeye,duygular boran olup kükremeye, üzüntülerimsel olup yüreğimi doldurmaya başladı, kitabı bıraktım,kaleme sarıldım (bunu tamamen mecazi manadaalınız, bilgisayarda doğrudan yazıyorum şu an).Bütün bunları düşündüren, beni geçmişe götüren,hayallere daldıran, üzüntülere gark eden o bir tamlama:Çarşı ekmeği.1. HatıralarNasıl se<strong>ve</strong>rdik çarşı ekmeğini… Karaoğlan’ın fırınıvardı, başka bir fırın daha var mıydı, şimdi hatırlayamıyorum.Anneme sormalıyım, o bilir. Bensadece sekiz yaşıma kadar yaşadım ilçede <strong>ve</strong> sonra dapek fazla ziyaret edemedim. Ama çarşı ekmeğini düngibi hatırlıyorum. E<strong>ve</strong>t, e<strong>ve</strong> çarşı ekmeği geldiğindehepimiz sevinirdik… Hele babaannem, bayılırdı,tıpkı romandaki Zühre Nine gibi…Doğduğum evden başka bir evde büyüdüm ben.Doğduğum ev hep borda kapılı bir ev olarak canlanırgözümde, ne hikmetse… Şimdi gitsem, mutlakayerinde başka bir ev vardır; hoş, hangi sokaktaolduğunu bile hatırlamıyorum. Büyüdüğüm evi deen az on beş yıldır görmedim, hâlâ yerinde midir?Hayatı, tahta merdi<strong>ve</strong>nleri, şarapanası, hamamdırıklı(hamamlıklı) yüklüğü olan misafir odası, kiler odası,tandırlığı yerinde midir acaba? Taş döşeli sokakları,şadırvanlı merkezi, çeşmeli meydanları, hepsi üşüştüaklıma… Bir de dedem <strong>ve</strong> Ulu Caminin avlusundakihünnap… Onu da kesmişler diye duydum. Hepsibirden sağanak hâlinde kafamın içine doluyor. Hüzünde beraberinde… Bunları bir başka yazıya bırakıpekmeğe dönelim:Tandır her hafta yakılırdı. Ayda birkaç kere midemeliydim yoksa… Yine de haftalık diyelim, öyleolsun. Her şey ne kadar da sislerin ardında kalmış…Sacın üzerinde haftalık bazlama pişirilirdi. Arasınasürülen tereyağıyla beraber burnumda tüter, sıcakbazlama. Bazen içi dolu da yapılırdı, patatesli,kakırdaklı (kıkırdaklı)… Ateş zayi edilmezdi, tandırınsıcağında yemek pişirilirdi. Keşkek vurulurdutandıra, içinde mutlaka kurban etinden kurutulmuşkaburga ile… Mutlaka dedim de bu keşkeği kurukaburgayla her hafta pişirecek kadar kurban kesemeyeceğimizegöre ya keşkek bazı haftalar pişirilirdi yada ara sıra kaburgalı olurdu, bilemiyorum...Kış hazırlıklarının içinde yufka pişirmek de vardı.Pişirilir, üst üste yığılır, yeneceği zaman ıslatır, birbezin arasında tutulur, bilahare sofraya getirilirdi.Mercimekli bulgur aşı yufkayla pek hoş olurdu. Ayranınbu lezzete olan katkısını test etmeliyim. Çünküo lezzette asıl pay sahibi tereyağı mıydı, bulgurmuydu, mercimek miydi, yufka mıydı yoksa ayranmıydı? Yılda yufka iki kere mi pişerdi, diye hafızamızorluyorum da yıllar geçince geriye pek bir şeykalmadığını görüyor <strong>ve</strong> niye daha önce yazmadımbunları diye hayıflanıyorum.Bir de kabarcık ya da kabacık vardı. O da sacüzerinde yapılan ekmeklerdendi. Başka yerlerde rastlamadım,hatta ekmek sohbetlerimizde ben bahsettiğimdepek anlaşılamadı. Kurumuş eski ekmekler dekullanılarak hazırlanırdı hamuru. Yufkadan kalın,çapı çok çok daha küçük bir ekmek. İşte budur bildiğiminhepsi. Türk ekmekleriyle ilgili karıştırdığımbir dokümanda da rastlayamamıştım. Şepit vardı birde ama onu hiç hatırlayamıyorum. Bazlamayla pide98mart-nisan-mayıs2013


arası bir şey miydi, Hint kıtasında “çabbati” denilenekmeğe benziyor olabilir mi acaba? Pide ise bizimilçede ramazan ekmeğiydi, çarşıdan alınırdı <strong>ve</strong> çoközeldi. Hurma gibi kutsal bir yiyecekti. Diyarbakır’dayaşadığım yıllarda her gün pide bulunurdu, ‘açık ekmek’denirdi. Eskiden oralarda nasıldı sorusu şimdiaklıma geldi ama bende cevabı yok.Taban (daban) ekmeği derdi bizimkiler. Sankifırında <strong>ve</strong>ya tandırın duvarında pişen bir ekmeğebenziyordu. Taban ekmeği dendiğine göre fırınıntabanında pişirilmesi muhtemeldir. Bizim evde pişmezdi,ama bazıları getirirdi bize gelirken hediye olarak.Tepsi de pişirilen ekmek de bizim e<strong>ve</strong> dışarıdangelirdi, kabukları kalın olurdu. Ama bunlar çarşı ekmeğinin<strong>ve</strong>rdiği neşeyi <strong>ve</strong> zevki <strong>ve</strong>rmezdiler. Çarşıekmeği belki de nadirattan olduğu için özeldi. Belkide şehre özencin bir yansımasıydı. Tokaçla, kille çamaşıryıkayan, tonlarca ekmek pişiren, şaraphanedeayaklarıyla üzüm çiğneyen gelinlik kızların, taze gelinlerin,kaynanaların iyi zamanında gelin, gelinleriniyi zamanında kaynana olanların kaçışıydı belki…Şimdi de şehrin hay huyu, koşuşturması içinde bunalaninsanların köy hayatına özenmesi, bunu kapitalizminçarklarının parçası hâline getiren “doğalyaşamcı”, “ekolojik yaşamcı”ların peşine takılmalarıda kaçışın günümüzdeki tezahürü değil midir?2. FrancalaFrancala ekmek aklıma gelince İzzet Usta daaklıma gelir. Onun uçak yapabileceğini, tamir edebileceğinisöyleyebilecek (burayı ben abarttım amasorulsa kesin böyle derdi) kadar kendine olan gü<strong>ve</strong>ni,her türlü ufak tamir <strong>ve</strong> bakım işini yüksünmedenyapması, yaptığı işlerin ise çözüm olma bâbında birehemmiyeti olsa da kalite <strong>ve</strong> malzeme israfı bağlamındatartışılır olmasıyla hatırlarım onu… Diyarbakırlıbu güzel insan öğle yemeklerinde umumiyetleekmek <strong>ve</strong> suyla iktifa ederdi. Bu bizim ekmek kültürüolduğumuzun, ekmeksiz karnımızın doymadığının,sadece ekmekle hayatımızı idame ettirebileceğimizingöstergesidir. Ekmeği lavaştı. Memleketin hertarafının kendine has bir ekmeği olduğunu hatırlatırbu bana. Bir gün onu lavaş arasına francala dürmüşyerken görmüştüm. Bu da gösteriyor ki, francala sadecesıradan bir ekmek değildi; o, şehirdi <strong>ve</strong> bazı eskiadamlarda hâlâ eski değerini muhafaza ediyordu.Oysa bizler için francala sıradan bir şey olup çıkalıhayli zaman olmuştu. Ekmek denilince, şimdilerde,aklımıza sadece francala yani Fransız ekmeği gelmezmi? Bu çoğunluğumuz için böyle değil midir? Peki,nasıl oldu da böyle oldu? Daha dün gibi, ekmek denilinceaklımıza bazlama gelen zamanlar…Bir soru daha sorduktan sonra, cevabı aramayageçeceğim. Tıpkı geleneğe dayalı hayatımızda ekmekdenilince aklımıza bazlama (bizim ilçede) geldiğigibi kah<strong>ve</strong> denilince cez<strong>ve</strong>de pişen, fincanda ikramedilen şimdilerde “Türk kah<strong>ve</strong>si” olarak istenilmekmecburiyetinde olunan kah<strong>ve</strong>, çay denilince çaydanlık<strong>ve</strong> demlik ikilisinde pişirilen cam bardakta ikramedilen siyah çay gelirdi aklımıza. Yine francalayabenzer şekilde kah<strong>ve</strong> denilince kah<strong>ve</strong> olduğu tartışılırhazır kah<strong>ve</strong> geliyor insanlarımızın aklına. Çaydenilince ise akla bir şey geldiğini söylemek zor, oysamilletlerin çay kültürleri de öylesine faklı ki, bazenben bizim çayı Türk çayı diye telâffuz ediyorum. Ozaman bu değişimi sadece bir beldeye, bir bölgeye,bir eşyaya, bir hayat tarzına bağlı olarak değil, dahaderinde, daha başka yerlerde aramak lazım. Belkide bulunacak cevap, başka meselelerimizin sebeplerineulaşmamızı da mümkün kılacaktır. MümtazTurhan’ı bir daha mı okusak, dikkatlice…Ekmeğimizin değişmesindeki birinci sebep, francalanınfırınlarda fabrikasyon tekniğiyle üretilmiş olmasımıdır? Bugün talep oluşmasına rağmen ananeviekmeklerimizin üretimini tam olarak fabrikasyonhâle getirdiğimiz söylenemez. Dayanışmacı bir gelenektengelen bir toplumun kapitalist üretim tarzınaadapte olması zor olduğu için (hoş, adapte olanlar dakapitalistin en vahşisi oluyor) tüketimi kışkırtıcı üretimtarzlarını geliştiremiyor olabiliriz. Ancak Garpkarşısında güçlü olabilmek için onların tekniklerinidayanışmacı bir tarz içerisinde eriterek bize has olanaşı, ekmeği yaymamız gerekmektedir.Esasen hiç aklıma getirmemek, hiç dile getirmemekistediğim bir sebep var ki, kalemimin ucu acıdankanıyor: Galiplere öykünmek. Kaç yüzyıldır mağlubuzGarp karşısında, hesaplayamıyorum. Kaç kıtada,kaç beldede medeniyetimiz adım adım geri çekilmiştir?Hindistan’da, Türkistan’da, orta Asya’da,Sibirya’da, Kafkaslarda, Avrupa’da, Balkanlarda,Afrika’da, Arap yarımadasında, Mezopotamya’da…Galipler gibi yiyip içmek, galipler gibi giyinmek, kı-99mart-nisan-mayıs2013


sacası galipler gibi yaşamak hedefimiz oldu. HattaGarbın karşısında kendi medeniyetimizle, kendi harsımızlakarşı koymak gerektiğini, millî <strong>ve</strong> manevi değerleresarılmamız gerektiğini savunanlar bile onlarıniçten kuşatan silâhları karşısında teslim olmuşlardır.Ben teslim olmadım diyenler ise hâlâ mağlubiyetininfarkında olmayanlardır. Francalanız afiyet olsun…3. Sürdürülebilir hayatŞehir ekmeği özlemimiz bir gün köy ekmeği <strong>ve</strong>yaananevi ekmek özlemine dönüşü<strong>ve</strong>rdi. Yani görünüştetersine döndü işleyiş… Tipik ifrat-tefrit meselesi…Hâdiseye iyi tarafından bakalım, kendimize dönüşünilk işareti diyelim. Peki, hangi kendimiz? Fikirsahiplerinin parça parça olduğu, kiminin aydın, kimininmünev<strong>ve</strong>r, kiminin entelektüel, kiminin entel<strong>ve</strong> daha nice farklı isimlerle anıldığı şu coğrafyadakavramlarımızı bile ayırdıktan sonra nereye döneceğimizinasıl bileceğiz? Hangi biz? Köy kahvaltısı modasıgeldi, köy ekmeği arzumuzun ardından. Buradada kafa karışıklığımız kendini gösterdi. Hangi köykahvaltısı? Hiç gitmediğimiz, görmediğimiz “bizimköyün” kahvaltısı mı? Köy kahvaltısı denilen şeyin,şehir kahvaltısından farkı nedir? Yoksa kafamız karışıkdeğil de, şehrin kuşattığı insanların açık havaözlemini paraya mı tahvil ediyor bazıları? Böyle olmasısuç mudur, para kazanmak suç mudur? Eğer suçvarsa şehrin kuşatmasına sessiz kalmış olmamızdır,göz yummuş olmamızdır.Tıpkı bizden saydığımız francalanın hayatımızagirmesi gibi apartmanlar [1] girdi hayatımıza. Yadırgamadık,özlem duyduk, arzuladık. Batıda zenginler <strong>ve</strong>orta hâlli insanlar tek katlı, iki katlı bahçeli evlerindeyaşarken, bizde apartman statü sahibi olmanın, yükseksosyete olmanın göstergesine dönüştü. Bir de üstüne,eşrafın <strong>ve</strong> mal sahiplerinin para kazanma hırsı,şehri yönetenlerin ranttan pay alma hırsıyla birleşincetek katlı evlerin yerlerinde çok katlı binalar yükselmeyebaşladı. Bu apartmanların hâlâ bahçeleri vardı,şehir az da olsa nefes alabiliyordu. Sonra yapsatçılar,müteahhitler (Anadolu insanının telâffuzuyla mütayitler,)vb. iş sahipleri ortaya çıktı. Bir koyundan iki,hatta üç post çıkarmanın yöntemlerini araştırmaya1. Apartman aslında binadaki her bir hanenin genel adıdırgeldiği Batı dillerinde. Biz bunu çok katlı bina manasındadilimize mâl etmişiz.başladı bazıları. Binanın en alt katında hava almakiçin bırakılan bahçe, zemin kattaki dükkâna katıldı.Binalar cesur adamların bir balkondan bir balkonaatlayacağı kadar yakınlaştırıldı. Araba sahibi olmakda statü meselesiydi (hâlâ da öyle). Az sayıda arabanınnerelerde duracağı mesele teşkil etmiyordu. Şehirplancıları arabaların park edeceği yerler olması gerektiğinisöylediğinde, ona da çözüm bulmakta gecikmedik.Park yerine masraf etmek yerine belediyeyeödeme yaparak, onun yapacağı park yerinden istifadeetme yolunu seçtik. Küçük şehirlerimizde, bizim arabaylagitmeyi tercih ettiğimiz mesafedeydi park yeri,eğer yapılmışsa, biz evin önüne teneke kutu koyarakkendi park yerimizi işgal suretiyle ayarlayı<strong>ve</strong>rdik. Bazılarıdaha da uyanıktı. Belediyeye ödeme yapmakyerine, büyük bir park yeri yaptılar binanın altına,sonra da depo <strong>ve</strong>ya işyeri olarak kiraya <strong>ve</strong>rdiler. Hâlâpark edecek yerler vardı sokaklarda. Sonra park yerimafyaları, park yeri harpleri başladı. Meydanları olmayan,yeşillik <strong>ve</strong> canlılık yoksulu, kuşları bile ötmeyen,binaları üstümüze gelen, gürültülü, kavgalıbu hayattan köy kahvaltısına kaçıyoruz ya da bulabildiğimizyeşilliklerde üst üste piknik yapıyoruz (dışagitmek <strong>ve</strong>ya sen sana denirdi eskiden).Bu uzun mekanik satırlardan daha başka türlüanlatılamaz bugünkü şehir hayatımız. Ben mekaniğiedebileştirmekten acizim, en azından. Satınaldığımız köy kahvaltısı belki biraz nefes almamızısağladığı için bizi rahatlatmaktadır. Ama hiç düşünmüyoruztükenmiş, bitmiş/tükenmekte, bitmekteolan Anadolu köyünü… Gün ağarmadan kalkılırdı,çorba içilirdi, tarlada işe başlamadan önce. Sonra dakuşluk ekmeği yenirdi. Ekmek, peynir, domates, biber…Evde pişerdi ekmek, hayatın kenarındaki bahçedeyetişirdi gündelik sebze, birkaç inek <strong>ve</strong>ya koyununsütüyle kotarılırdı süt ürünleri ortalama bir köyevinde… Envaı çeşit gıdadan müteşekkil yeni modaköy kahvaltısını Anadolu köylüsü bayram da bilegörmemiştir. Onun hayatı yetinmek üzerine, israf etmemeküzerine kurulmuştu. On, on beş çeşit üründenoluşan, yenilenden çok, döküleni olan bir köykahvaltısı Anadolu köyünde yoktur. Şu işe bakın ki,geri dönüşümüz bile kendimize değil, tüketin, tüketin,daha çok tüketin diyen sisteme… Bazı şahıslarınçarkları elbette döner bu sistemde; yedi milyar olmuşnüfusuyla ihtiyar dünya ne kadar dayanır buna? ■100mart-nisan-mayıs2013


Sütçünün eşeğiMAHİR ADIBEŞİş yerine döndüğümde, akşam ezanı okunmuş, karanlık çökmeye başlamıştı. Bahçedekimseler görünmüyordu. Oysa bekçi genellikle buralarda olurdu. Ya bahçede yollardakidöküntüleri temizlerken ya da gülleri, çimenleri, ağaçları sularken karşılaşırdık. “Sefageldin…” diye alçak bir sesle başıyla selâmlardı. Vaktim varsa bir süre onu seyrederdim.Suyun akışında dinlenirdim. O beni unutur, işine dalıp giderdi…Kafamın içinde kırk tilki dolaşıyor, hangisiyle uğraşacağıma karar <strong>ve</strong>rmeye çalışıyorum.Etrafa göz gezdirdim, yaprak kıpırdamıyordu. Şu an bahçede bir bardak çay ne de iyi gelirdi…Yorgunum…Dağınık bir yürüyüşle birinci kattaki odama çıkıp ışıkları yaktım. Tam yerime oturmuştumki işçimiz içeri girdi. Henüz evine gitmemişti, genelde bu saate kalmazdı. Belli ki benibekliyor olmalı. Yüzü asık, canı sıkkın, hâlindeki garipliği fark etmemek mümkün değildi.Bu hınzır bazen böyle yaparak kendisini acındırır. Ben sormadan o konuşmaya başladı.“Selim Amca çardakta ağlıyor, bi konuşsanız!...” dedi. Sesinde bir burukluk vardı amapanik sezmedim.Çardak dediği bahçede dört tane çam ağaç; onların altına bir masa, iki de oturak koymuştuk.Üzerini de kenardaki sarmaşık kapatmıştı. Zaman zaman orada oturur, sohbet ederdik.Bazen çay yaparlar, yorgunluğumuzu orada geçiştirirdik.Yerimden kıpırdayacak hâlim kalmamıştı. Üzerime ağırlık çökmüştü. Kısa bir süre boşboş baktım. Olacak gibi değil, başımı yavaş yavaş iki yana salladım.“Hayrola?...”“Siz burada yokken, müdürle aralarında kötü bir olay geçti,” dedi.Geriye yaslandım. İşçi azdan öne doğru eğilmiş, ellerini göbek hizasında bağlamıştı. Ada-101mart-nisan-mayıs2013


mın bu hâli sinirime dokunuyordu. Bakışlarımın,karanlığın dışarıdan örttüğü camlara çevirdim.Sokak lambasının ışıkları uzaktan uzağakıpır kıpırdı. Yorgunluğumu unuttum. Birazdüşündüm. Ne zaman kurumdan biraz ayrılsammutlaka bir vukuat oluyor. İlgilenmesem dahaiyi olacak, diye düşündüm. Ne hâlleri varsa görsünler.İkisi de yaşını başını almış adamlar.Şu anda yapacak bir işim yok, gitmesem ayıpolacak. Temiz havada biraz oturup oradan e<strong>ve</strong>giderim, diye aklımdan geçti. İş ciddi olabilir,yoksa kocaman adam neden ağlasın?Aşağı indim. Binanın dışı iyice karanlıktı.Uzaktan çamlar altındaki birinin varlığı görünmüyordu.Oraya yaklaşınca ışığı yakmak için,çamın gövdesindeki, düğmeye elimi uzattım. Ozaman karşıda, karartı hâlinde Selim Efendiyifark ettim.“Lambayı yakma!...” diye seslendi. Belli kiçok kızgındı. Bu halim selim adamın ses tonundakızgın bir emir vardı. Elimi düğmeden çektim.Adam orada taş gibi duruyordu. Karanlıktayusyuvarlak görüldüğünden insan olduğu belliolmuyordu.“Çok karanlık,” dedim.“Olsun yakma.”Işığı yakmadım. Selim Efendi masanın ötetarafındaki banka oturmuş, dirseklerini masayadayamış, iki eli iki yüzünde gözleri masaya takılmıştı.Irganmasa kimsenin fark etmesi mümkündeğildi. Tam karşısına geçip oturdum. Bekledimki “oturma!” desin, ama demedi. Oturmamakızmadı, ses çıkarmadı. Ses çıkarmadangözlerim karanlığa alışıncaya kadar bekledim…Selim Efendi ağlıyordu. Söyleyecek söz bulamadım.Ne demeliydim? Daha doğrusu konuyubilmiyordum. Elim ayağım dolaştı. Öylece bekledim.Hava serindi ama üşütecek kadar değildi.Nereden başlamam gerektiğini düşünüyordum…Selim Efendi seksenli yılların sonundaBulgaristan’dan gelen muhacirlerden. Köy Hizmetlerindeaşçı olarak çalışmaya başlamış, orasıda kapanınca buraya gelmiş. Burada aşçılık değil,gece bekçiliği yapıyordu. İçine kapanık biradamdı. Çok fazla konuşmaz, kimseyle samimiolmazdı. İşinde düzenli, saygılı biriydi. Kimseninetlisine sütlüsüne karışmazdı. İş yerinde enyaşlı olduğundan herkes onu sayardı. Bugünekadar kimseyle bir mesele yaşamamıştı.Selim Efendinin önünde masanın üzerindebıçak olduğunu o zaman fark ettim. Bıçağınparlak kısmı uzaklardan süzülen cılız ışıklar altındaparlıyordu. İşçi yanımıza gelip oturdu, oda çok üzgündü. Olayı bilmiyorum ama dahaçok o etkilenmişe benziyordu. Belli ki eyyamcılıkyapıyordu. Bu fırsatı iyi değerlendirmektenyana olduğu karanlıkta bile fark edilmeyecekgibi değildi. Yangını söndürmeye körükle gidiyorolabilir.Selim Efendi, o gece görevliydi. Sabaha kadarkurumu bekleyecekti ama durumu iyi değildi.Onu ikna edip evine göndermeyi düşünüyordumhatta bu hâlde gidemezdi, götürmek bileaklımdan geçti. Bu arada olup biteni öğrenebilirdim.“Hayrola Selim Efendi?” dedim.Yavaşça başını iki yana salladı.“Yok bir şey…”“Yoksa, bu ne hâl?... Biri mi öldü?...”“Yok, ölü yok. Keşke ölü olsaydı Allah’tangeldi derdik!... Daha kötüsü…”Donakaldım. Ölümden kötüsü ne olur, diye.Manzara beni endişelendirdi ama Selim Efendininağzını bıçak açmıyordu. Ağzından kelimelerikerpetenle çekiyordum. Adamın hâlineacıdım.Bizim eyyamcı işçi ondan daha kötü oflayıppufluyordu. “Ne hakkı var?... Her zamanaynı şeyi yapıyor!... Küfür, hakaret, dövmeyekalkışmalar…” diye mırıldanan işçinin yüzüneelimin tersiyle bir tane indirmek istiyordum.Sertçe ona doğru baktığımı gördü mü bilmemama sesini kesti.“Ölüme çare olamayız ama her derdin bir çaresivardır. De hele…”Üst üste burnunu çekti. Gözlerinden yaşsicim gibi akıyordu. Elini bıçağa doğru uzattı.102mart-nisan-mayıs2013


Bıçağın keskin kısmı elinin içine doğru geldi,sımsıkı sıktı. Tüylerim diken diken oldu. Eliniparçalayacaktı.“Ölü babama küfretti… Yumruğunu göğsümevurup yere yuvarladı…”“Kim?” diye neden sordum bilmem ki, aslındatahmin etmem zor değildi.“Müdür… Yumruk canımı acıtmadı amababama küfretmesi çok canımı acıttı. Bu gecebekliyorum, bahçeye gezmeye çıkacak…”“Ne yani?...”“Her zaman gece yarısına doğru çıkıyor...Onun bağırsaklarını dışarı dökeceğim…”“Ne diyorsun yahu Selim Efendi?...”“Bu hakarete dayanamam… Ben yaş olarakondan büyüğüm. Benim babam ölmüş, ona küfüretti…”Bu arada yanımda oturan işçi devreye girdi.“Yumruğu vurunca Selim Amca sırt üzeriyere yuvarlanmış. Başı duvara çarpınca yerindenkalkamamış. Arkadaşlar yerden kaldırmışlar…”diye anlatmaya devam etti.“Sen sus be!... Felâket tellalı gibisin…” dediktensonra derin bir nefes aldım. Ortada hoşolmayan bir durum vardı. Adamın şerefiyle oynanmış.Sebebi ne olursa olsun yakışık almaz.Hani derler ya, “Eşek yabanda ölür, zararı gelipsahibini bulur.” Selim Efendiyi bu durumda bırakıpgidemem… İyi de adamın haysiyeti kırılmış,şimdi nasıl ikna edeceğim?…“Selim Efendi kötü laf kişinin kendisinindir.Orayı kafana takma. Adam olan küfür etmez…O da pişman olmuştur elbet. Sen şimdi e<strong>ve</strong> git,yarın dinlen, ondan sonraki gün gelirsin… Ozaman daha salim kafayla konuşuruz…”Kenarda oturan işçi söze karıştı.“Ben bugün senin yerine nöbet tutarım. Sengit Selim Amca,” dedi.Bak, işçinin bu sözü hoşuma gitti. Onadoğru dönüp gülümseyerek memnuniyetimibelli ettim. Böylece ikimizin çabasıyla yolagetirebilirdik.“Yok, bu gece onun işini bitireceğim…” diyeelinin içindeki bıçağı sıktı. Hiç yumuşama görülmüyordu.İnatla önüne bakıyordu. Kaskatıkesilmişti. Gerekirse sabaha kadar burada oturmayakarar <strong>ve</strong>rdim. Durup dururken başımızadert alamazdık. Bu adam çok kararlı görünüyordu.Vazgeçiremezsek bu gece yapmasa dabaşka zaman yapardı.Derin bir nefes alıp geriye yaslandım. Nasılikna etmeliyim ki… Arabama alıp evine götüreyim.“Şimdi seni arabamla evine götüreceğim.Hele bir salim kafayla düşün bakalım, gün doğmadanneler doğar…”“Yok!... Burada bekleyeceğim…” derken hiçyumuşama olmadı.Elindeki bıçak gözüme takıldı yine. Bu seringüzel bahar gecesinin tadını kaçırmamalıydıkama Selim Efendiyi de ikna etmeliydik, fakatnasıl?“Bak Selim Efendi, bu olay benim de kanımadokundu. Gerçekten Müdür sık sık vukuat işliyor<strong>ve</strong> yanına kâr kalıyor. Bunlar yanlış. Bununböyle olduğunu bilenler de görevden almıyorlar.Geri yaslan dinle beni…” derken ben çok sakindim.Bir yandan da bu işi nasıl halledeceğimidüşünüyordum.Selim Efendi biraz geri yaslandı ama bıçakelindeydi. Yüzünü iyi seçemiyordum. Derin birnefes aldım. Artık burnunu çekmiyor <strong>ve</strong> ağlamasıdurmuştu. Şu an onun yerinde olsam benne yapardım? Belki aynı şeyleri… Şu karanlığınbizi sarıp sarmalayıp koruduğunu düşündüm.Belki bu hâlimizi başkaları görmemeliydi. Nedenbilmem, kendimi rahat hissediyordum. Karanlıkhuzur getirmişti. Düşüncelerim karanlıkvadilerde kol geziyordu…Ben çocukken mahalleye yaşlı bir sütçü eşeğiylegelir, sokak sokak dolaşırdı. Sokağın başında,“Sööüüütçüüüü…” diye uzatarak bağırmayabaşlardı. “S” den sonra “ööüüü” diye uzatırkensesi boğazından hırlayarak çıkar, “ç” den sonra“üüüü” ler horoz ötmesi gibi daha yüksek makamdanses <strong>ve</strong>rirdi. O ilk “ü” ile son “ü” yü nasılayırırdı, anlayamazdım. İkisi de “ü” ama sesçıkışları farklıydı. Sanki önceki “ü” “ötreli” “ö”103mart-nisan-mayıs2013


ile başlar “ü” olarak devam ederdi. Sonraki “ü”de “üstünlü” ses olarak çıkardı. Doğrusu onunkaideli olarak “Sööüüütçüüüü…” diye bağırmasınabayılırdım. Bu sesi duyunca evdeysem pencereyekoşar, sütçü, sokağın sonunda kaybolanakadar peşi sıra bakardım. Daha çok bağırsındiye “Anne sütçü geldi, anne sütçü geldi,” diyeiçeriye seslenirdim. Yok, eğer sokaktaysam birmüddet peşi sıra dolaşırdım. Sütçünün eşeği isehuysuz mu huysuz, arkasında hareketli ne görseçifte savururdu. Yaşlı sütçünün tek korktuğueşeğin bir vukuat işleyip başına dert açmasıydı.Onun için hemen herkesi uyarırdı, “Aman eşeğeyaklaşmayın, gözünüzü se<strong>ve</strong>yim, teper…” derdi.Biz biraz muziplik yapacak olsak sütçü ciddileşir,“Yooo… Eşekle şaka olmaz evlâdım… Eşek neanlar şakadan!” diye bizi uyarırdı. Bu konudaeşek birkaç kişinin de canınıadamakıllıyakmıştı. Sütçü, “Ben size dedim bueşeğin huyu var, yaklaşmayın,” diye ahlanıpvahlanmıştı. Neyse ki durum çok vahim değildi.Sütçünün dediği doğruymuş, Eşekle şaka olmuyor,onu öğrendik. Sütçünün melodik, “Sööüüütçüüüü”diye bağırırken çıkardığı kaideli sesşimdi kulaklarımda.İşte o sütçünün eşeği aklıma geldi. Kendimcegülümsedim ama Selim Efendi bunu göremedi.Bu hikâyeyi ona anlatmadım, daha doğrusu şuan anlatamazdım. Belki uygun bir zamanınıbulunca… Başka bir şey aklıma geldi…“Bak, Selim Efendi, kabul et ki sokakta yürürkenkarşıdan da sütçü eşeğiyle beraber geliyor.Adam eşeğin yularını çekmiş ‘sütçüüü’ diyebağırıyor. Tam yanından geçerken, eşek bu ya,bir tekme savurup bacağına vuruyor. Sen yeresavruluyorsun, canın fena hâlde acıyor. Vayanam vay, diye kıvranıyorsun…” Selim Efendi<strong>ve</strong> biraz ötede oturan işçimiz merakla dinlemeyebaşladılar. Öyle ya, ne alâkası var? “SelimEfend,i sen de eşeğe bir tekme atar mıydın?...”derken konuyu bağladım.Selim Efendi geriye yaslandı. Biraz düşündü.Yüzü allak bullak oldu. Dudakları ileri geri gidipgeldi. Kulağının arkasını kaşıdı.“Yok, atmazdım,” dedi.“Peki, o zaman bu bıçağı bu gece ona sallasansen de o eşek gibi olmaz mısın?”“Ama o eşek değil…”“Selim Efendi, sana bir eşek yolda geçerkentekme atmış <strong>ve</strong> kabahat etmiş, senin de zorunagitmiş. Neden? Eşek çifte vurarak senin canınıyakmakla kalmamış, bir de çok büyük kabahatişlemiş… Olay bundan ibaret Selim Efendi…İnsanlar içinde bir adam gibi adamlar var, bireşekler var, bir de eşek oğlu eşekler var… Eşek,eşekliğini yapacak. Eşek çifte atar ama insanlarona tekme atmaz…” dedim. “Sen eşeğe tekmeatarsan görenler sana güler…”Selim Efendi, elindeki bıçağı masanın üzerinebıraktı. Derin bir nefes aldı. Rahatlayıp arkasınayaslandı. Bakışlarını bana doğru çevirdi.Başını birkaç defa salladı.“Haklısın... Bir eşek bana çifte attı diye bende ona tekme atarsam o eşek gibi eşek olurum…”“Aynen öyle…”Selim Efendi gülümsedi. Yan tarafta oturanişçi de güldü… Selim Efendi bıçağı eline alıpyerinden kalktı. Onu dikkatle izliyorduk. Hareketlerindekötülük görünmüyordu. Bir müddetbakışlarını etrafta gezdirdi. Belli ki bir şeylerdüşünüyordu. Yavaş yavaş yürüyüp içeri geçti.Biraz sonra geri geldiğinde elini yüzünü yıkamıştı.“Bugün nöbetimi tutayım, sabah e<strong>ve</strong> giderim,”dedi.“İstersen şimdi götüreyim istirahat edersin?...”“Yok, eşeğe kızılmaz ki…”“Doğru dersin.”“Ona hakkımı helâl etmiyorum…” derken,yeniden sesi titredi, gözlerine yaş hücumetti. Çardağın lambasını yakıp geçip karşımızaoturdu. Uzun zaman konuşmadan orada oturdu.Yüzündeki çizgiler karmakarışıktı. Acaba nedüşünüyordu?...Selim Efendinin cenaze namazında, imamtekbir alıp kıyama durunca bunlar aklıma geldi…■104mart-nisan-mayıs2013


Kuyumculuğun ailemizdegelenekselleşen izleriCAHİT ERİŞAnadolu’nun binlerce yıllık takı sanatçılığının mirasıolarak kuyumcu sanatçılar, kendilerine özgün engin <strong>ve</strong>zevkli yaratıcılıklarını, hayal güçlerini <strong>ve</strong> mesleki aşklarınıda katarak, bu sektörü dünya zir<strong>ve</strong>sinde hak ettiği yeretaşıma gayretindeler.1938 yılında Dikran Agopyan adlı birErmeni vatandaşımız, Suriye’ye ailecekgöç etmek ister. Bu şahıs o zamanakadar Elazığ’da kuyumculuk yapıyormuş.Hem tamir hem de basit imkânlarla altın <strong>ve</strong>gümüş konusunda sipariş, aynı zamanda imalatyapıyormuş. Bu kuyumcunun Suriye’ye gideceğiElazığ’da duyulunca rahmetli babamın, tuhafiye<strong>ve</strong> oyuncak üzerine dükkânı varken aklına meslekdeğiştirme geliyor.Kuyumculuk mesleğine geçmek isteyerek DikranUsta’ya gidip şunu soruyor:“Sen madem gidiyorsun, bana bu mesleğiöğretir misin?” diyor. O da: “Öğretirim amakarşılığında bir şey istemiyorum, sadece birşişe şarap <strong>ve</strong> bir kuzu kızartıp hediye etmen gerek!Bunlarla burada kalan arkadaşlarıma ziyafet<strong>ve</strong>receğim.” diyor. Babam kabul ediyor <strong>ve</strong> buşekilde her ikisi de <strong>ve</strong>rdiği sözü yerine getirmişoluyorlar.Babamın, Dikran Usta’nın bizzat yazdırarak,notlar tutturarak <strong>ve</strong> özellikle de o zamanlar modaolan savatlı gümüş bileziğin üzerine çelik kalemlenakış <strong>ve</strong> süsleme yapılan kuyumculuğa geçişi buşekilde başlıyor. Tabii, bu arada müşterilerdengelen altın <strong>ve</strong> gümüş tamiri de…Bir gün köylü bir kadın, halkası kopansallamalı top küpe tabir edilen içi boş <strong>ve</strong> nohutbüyüklüğünde olan alt kısmının kopanhalkasını kaynattırmak için bırakıyor. Babam,halkayı kaynatırken top küpe eriyor <strong>ve</strong> bozuluyor.Babam onun yenisini bizzat Malatya’yagiden bir kamyona binerek - o dönemler henüzşehirlerarası ulaşım gelişmemişti - Malatya’ya gidipkuyumcudan yenisini alarak bir hafta sonrakadın müşteriye kendi küpesi diye <strong>ve</strong>riyor.Rahmetli bize hep şöyle derdi: “Oğlum,müşteriyi zarara uğratmayın! Gerekirse ona yenisini<strong>ve</strong>rin; daima dürüst olun. Müşterinin çıkarıdaima önde gelir. Korkmayın! İlerde bunun105mart-nisan-mayıs2013


karşılığını alırsınız.” Ve biz hâlâ babamızın bize<strong>ve</strong>rdiği öğütlerle bu mesleğe devam ediyoruz.Babam, benim kuyumcu olmamı istemiyor <strong>ve</strong>bana tahsil görmeyi telkin ediyordu. Ben, resim <strong>ve</strong>desen çizmeye çok meraklı idim. Hatta ortaokulsıralarında iken harf modelleri <strong>ve</strong> kolye örnekleriçizerdim. Rahmetli kardeşim Vahit de bunlarıişlerdi. O zamanlar hazır kalıp, katalog <strong>ve</strong> modelyoktu. Sanatkârlar bunları el emeği <strong>ve</strong> göz nuruile kendileri yapardı. Vahit, ilkokulu bitirincebabam onu yanına aldı <strong>ve</strong> ona kuyumculuğuöğretti. Atölyesi de olan dükkânda birkaç çırak,kalfa filan bile vardı. Atölye bölümünde imalatiçin silindir <strong>ve</strong> onun topları da mevcuttu.O zamanlar toptancıların getirdikleri mallardanseçer, alır <strong>ve</strong> sonradan bunları kendisi imalederdi. Rahmetli babam <strong>ve</strong>fat edince, kardeşimVahit bu işleri o kadar ilerletti ki, oradan buradangelenler hariç, Vahit’in yanından yetişenlerinsayısı yetmişin üzerinde idi. Kuyumcular kimseninyapamadığı hassas tamirleri, ayrıca yalnızmüşteriler değil, esnaf bile aldığı tamirleri onagetirirdi. Yeni <strong>ve</strong> güzel şeylerin modellerini çoğukez ben çizerdim. Bir taraftan da okuluma devamediyordum. Daha sonra en küçük kardeşimizolan Nihat devam etti <strong>ve</strong> bu mesleği o da öğrendi.İzzetpaşa Kuyumcular Pasajı yapılınca,Elazığ’daki ileri gelen pek çok kuyumcu bupasaja taşındı <strong>ve</strong> kuyumcuların ekserisi böyleceburada toplanmış oldu. Açılışı zamanın valisi,bizim dükkânda yaptı. O gün ilk alış<strong>ve</strong>riş yapanmüşterilere çeşitli yüzük, küpe, kolye gibialtın hediyeler <strong>ve</strong>rildi. Daha sonra kardeşimizNihat, Ankara’da Zafer Mühendislik Akademisininİnşaat Bölümünü bitirdi. Kuyumculuğu dazaten biliyordu. Elazığ’da İller Bankası inşaat <strong>ve</strong>ihalelerinde kontrol mühendisliği yaptı. Yıllarsonra kendisi de bu pasajda dükkân açtı. Yetişenoğlu Feyzi, askerden geldikten sonra onun yanınagirdi. Nihat kuyumculuğa meraklı olup çok iyibir sanatkârdı.Diyebilirim ki o zamanlar Elazığ’daki gelmiş<strong>ve</strong> geçmiş pek çok üst düzey, komutan, vali,bürokrat eşlerine el işi altın <strong>ve</strong> gümüş kemer yapmaklatanınmıştı. Bir taraftan kuyumculuğumuzdevam ediyor, bir taraftan da kuyumcu ailemizgiderek genişliyor, bu iş damat <strong>ve</strong> torunlara kadaruzanıyordu.Şu anda biz, Marmaris’te TE-TA KUYUM-CULUK olarak oğlum <strong>ve</strong> torunumla devamediyoruz. Nihat <strong>ve</strong> oğlu Feyzi ise, ayrı olarak <strong>ve</strong>rahmetli Vahit’in yerinde de Le<strong>ve</strong>nt ERBEN,ÖZENİŞ KUYUMCUSU olarak, aileden gelenbu zevkli geleneği sürdürmekteyiz. Ayrıca aynıpasaj da Haluk EREN, gene Vahit ERİŞ’indamadı olarak bu mesleğe devam etmektedir.Biz aile olarak bu mesleği sürdürürken, diğeryandan kuyumculuk mesleği sektör olarak,Türkiye değil dünya çapında, özellikle ihracatıyeniden <strong>ve</strong> her geçen gün gelişerek bir dünyamarkası hâline gelmeye devam etmektedir.Anadolu’nun binlerce yıllık takı sanatçılığınınmirası olarak kuyumcu sanatçılar, kendilerineözgün engin <strong>ve</strong> zevkli yaratıcılıklarını, hayalgüçlerini <strong>ve</strong> mesleki aşklarını da katarak, busektörü dünya zir<strong>ve</strong>sinde hak ettiği yere taşımagayretindeler. Osmanlı İmparatorlarındanörneğin, Yavuz Sultan Selim dâhil pek çokpadişah kuyumculuğu, takı <strong>ve</strong> mücevheratsanatını öğrenmiş <strong>ve</strong> bu sanatın yaşaması için deellerinden geleni yapmışlardı. Bunlardan YavuzSultan Selim 1482 yılında bu mesleği öğrenerek,1512 yılında tahta oturmuş, kuyumculuğu terketmemiş, medreselerde kuyumculuk dersi <strong>ve</strong> altınişlemeciliğini hep teşvik etmişti.Kanuni Sultan Süleyman da aynı yolu izlemişti.Nesillerden gelen bu altın işlemeciliğiningünümüzde de baş döndürücü gelişimi elbetteki tesadüf değildir. Sanat <strong>ve</strong> özellikle altınişlemeciliğindeki bu incelik, zekâ <strong>ve</strong> kabiliyet hızkesmeden devam etmektedir. Bizler de geçmişnesillerin dünyada eşi az bulunan altın takı zevkiniaile olarak devam ettirmeye kararlıyız. Altınişlemeciliğinde Anadolu insanı (etnik yapısı isterTürk, isterse Ermeni <strong>ve</strong>ya Süryani olsun) bugünöyle bir gelişme sağladı ki, bu sahada önde gidenİtalya’yı bile tahtından ederek, onun önüne geçti.İnsanımızın yapısındaki ince zevk <strong>ve</strong> sanatkârruhunun durdurulamaz kökleri, bu alanda da dalbudak salarak büyüyüp gelişmeye devam edecektir.■106mart-nisan-mayıs2013


Metinler arasılık şiiri yaratıyor: sütSEÇİL BÜKER*GirişYılanla ilgili söylenenler, onun kötülük simgesi,şeytanın kendisi olduğunu söylerler. Öte yandan onuevin koruyucusu olarak nitelendiren söylentiler de var.Yılanla söze başladık, çünkü film yılanla başlıyor. Yılansayısız söylenenin ** kaynağı, bu çeşitliliğe daha sonragöz atmayı, önce söylen ile filmin ilişkisini kurmayıamaçlıyoruz.Söylen dediğimizde de aklımıza gelen Roland Barthestabii ki! “Bir anlamlama biçimidir söylen: Herhangibir söz değildir; dilin söylen olabilmesi için özel koşullargerekir… O bir sözdür, bir söz olduğuna göre desöylen alanına giren her şey söylen olabilir.” (Barthes,1990:155). Yılan yılandır, ama tümüyle yılan olmaktançıkmıştır. Belli bir tüketime uydurulmuş, başkabir kullanımla donatılmış <strong>ve</strong> dolayıma sokulmuştur. [1]”Söz olarak söylen bir bildiridir. Öyleyse ille de sözlüolması gerekmez; yazılardan ya da gösterimlerdenoluşabilir; yazılı bir söylem olabilir, ama fotoğraf, sinema…gösteri de söylensel söze dayanak olabilir…Hiç kuşkusuz resim yazıdan daha buyurucudur, anlamıbirdenbire çözümlemeden, dağıtmadan sunu<strong>ve</strong>rir”(Barthes, 1990:156). Tam da bu noktada “gösterileninbirçok göstereni olabilir.” diyen Barthes’tan yola çıka-* *Prof. Dr., Gazi Ü. Güzel Sanatlar F. Öğretim Ü.1. Bu cümle Drouet’nin örneğinden alıntı yapan Barthes’danesinlenilerek, özgün örneğe benzetilerek üretilmiştir(1990:155).Görsel söylen durumunda yayılımçok boyutludur.Roland Barthesrak ama onun saptamasını ters yüz ederek Süt’e (2008,Semih Kaplanoğlu) yaklaşmayı deneyelim. BakalımSüt sıcak mı <strong>ve</strong> ağzımız yanacak mı?“Fransız İmparatorluğunu anlatacak binlerce resimbulunabilir, ama kavram çoğu kez yalnızca yenidensunulur.” (Barthes, 1990:163). Onun dediği gibikavram nicel olarak gösterenden daha yoksul olabilir,insanın elinin altında sınırsız bir gösterenler kitlesi olabilir.Ama biz sınırsız gösterenler listesinin her zamanel altında bulunmadığını, kadının ağzından yılanınçıkmasının, gösteren olarak tek <strong>ve</strong> biricik olduğunuvurgulamak istiyoruz. Bu yılan ancak sıcak süte doğru,baş aşağı ağaçtan sarkan kadının ağzından çıkaraksayısız gösterilenin (kavramın) oluşmasına olanak sağlar.Bu durumda gösteren tek, gösterilen ise sınırsızdır.İlk aşamada yılan söyleni ile başlayan film biçiminniceliksel olarak bolluk içinde olduğunu vurgulamaz,bolluk içinde olan kavramdır. Çünkü kavram (yılanimgesinin izleyiciyi gönderdiği kavram) farklı biçimler(anlatımlar) içinde yinelenemez. Bolluk içindekikavramın tek bir gösterileni vardır: Filmin ilk kesiti.Kadının ağzından yılan sıcak süte doğru akar, şair (Yusuf)bu eylemin içinde yardımcı konumundadır. Amahem yardımcı hem de olayın tanığı. İzleyici ya da Yusuf(filmin içindeki izleyici) neyin tanığıdır? Söyleninşiire dönüşümünün kuşkusuz. Çünkü söylen karşısındaşiir direnir.“Şiir dili” bir şairin (Yusuf’un) “öyküsü” olan üç-107mart-nisan-mayıs2013


lemenin ikincisine çok yakışacak. Yumurta (2007,Semih Kaplanoğlu) arınmayı anlatıyordu <strong>ve</strong> zamanimgesine dayalı bir sinematografik dil filme çok uygundu.Bu dil eğretilemelere rağbet etmiyordu. Yusufuzun, zahmetli bir yolda, kendisini sorguluyor, kendisinibuluyor <strong>ve</strong> vita purificata de odio’ya [2] (kindenarındırılmış ya da temizlenmiş) yaşama kavuşuyordu(Büker <strong>ve</strong> Akbulut:2009:139). Süt’te (2008) ise dahasonra bellekten gün yüzüne çıkacak olanlar kuruluyorya da oluşturuluyor. Bu dönemde Yusuf şiir yazıyor <strong>ve</strong>şiiri basılıyor, yönetmen de “kurma” edimini göz ardıetmiyor <strong>ve</strong> sinematografik dil olarak “şiiri”, Pasoli’nindeyişi ile belleğin <strong>ve</strong> düşlerin evrenini (1976:544) seçiyor.Düş amaçlanan, gerçek olması istenen şey değilmi?Yumurta, Yusuf’un belleğini zorladığı, bellekten çıkanları“temizlediği” bölümse, Süt, düşlerini kurduğu,yaşam amacını belirlemeye çalıştığı, erkek olmayı, şairolmayı kurduğu bölüm. Ve Süt, Yumurta’da Yusuf’unkarşısına Ayla olarak çıkacak olan ilk örneğin (arketipin)izleyiciye göründüğü bölüm. Dahası çelimsiz,ürkek anne de bu kıza (Yumurta’da Ayla’ya, Süt’teSemra’ya) benziyor. Süt düşlediği kadını, Yumurtaise belleğindeki kadını sunuyor. Pasolini’ye göre ilkörnekler görüntüyü öznellik temeline yerleştirse debütünü ilgilendirdikleri için şiirseldir, ne var ki filmdekiilk örnekler bellek <strong>ve</strong> düşlerdekinden farklıdır,çünkü onlar korkunç biçimde somuttur (Pasolini,1976:548). Süt’teki anne <strong>ve</strong> Semra somut olarak, birbakıma “katlanmış” olarak izleyicinin karşısına çıkarlar.İlk örnek artık düşlemsel (fantastik) bir nesnedeğildir, yönetmenin kurduğu zamansızlık evrenindeYusuf’un karşısına benzer özelliklere bezenmiş olarakiki kez çıkan iki kadındır. İnsansı olan zaman kavramıfilmde yok olurken yine insansı olan olanaklı/olanaksızayrımı da ortalarda görünmez. Olanaklı ile olanaksıziç içe geçer: Filmde şair ya başlangıçtan bu yanamaden işçisidir ya da önce maden işçisidir sonra şairolur! Yusuf’un varlığı “var oluşun metinler arasılığı”olarak nitelendirilebilir.Yusuf’un varoluşsallığını bir yana bırakıp metninvar oluş koşullarına <strong>ve</strong> kurduğu metinler arası ilişkileredönelim. Metnin üretim koşullarına odaklanan Kristevametnin süreç olduğunu söylemez, “metnin üretilmekteolan süreç” olduğunu vurgular <strong>ve</strong> bu süreçteyalnızca yazar, okur <strong>ve</strong> çözümleyici vardır (Kristeva’danaktaran Allen, 2005:34). Bu üçlü (üç özne) sürekli2. Odium nefret, kin demektir.bir üretim içinde bulunurlar: le sujet-en-procès (süreçiçindeki özne) Metinler tüketilsinler diye üretilmezler,anlam yaratma sürecine okuru katmak için düzenlenirler,okur katılmaya özendirilmelidir. Ona göre bunoktada “metin temsile indirgenemez” (Kristeva’danaktaran Allen, 2005:34). Metin temsilin ötesindedir,üçlü (yazar, okur, çözümleyici) de metnin üzerindedir.Kristeva’ya göre “metin iletişimsel dilin düzenini darmadağınederek, gelmiş geçmiş tüm sözcelere dayanarak,dilin ötesine geçer. Bundan dolayı metin üretkenlikedimidir <strong>ve</strong> yıkıcı-yapıcı olmak onun özelliğidir.Böylece metin başka metinlerin devşirimidir, değişmişhâlidir, başka metinlerden alınmış sözceler kesişirler <strong>ve</strong>birbirlerini etkisiz kılarlar (Kristeva, 1982:36).Metinler arasılığın herhangi bir metin için kaçınılmazolduğu anlamına gelen bu alıntıyı Süt filminidüşündüğümüzde yeniden değerlendirmeliyiz.Kristeva’nın öngörüsü tarihsel süreçte toplumun varettiği metinlerle yeni oluşan metnin ilişki kurmasınıngerekliliği; bu gereklilik metinler arasılığa yol açıyor.Ve sözcelerin, bir bütüne (metne) dönüşümüne <strong>ve</strong>tarihsel-toplumsal sızıntılara izin <strong>ve</strong>rmesinde insanınaklının ermeyeceği bir şey yoktur (Kristeva, 1982:37).Allen bu saptamaları şöyle yorumlar: “Üretkenlik”derken Kristeva metnin, kesin <strong>ve</strong> değişmez anlamlarsunmadığını; sözcüklerin anlamlarının ötesindeki toplumsalsöyleşimsel (diyalojik) [3] çatışmayı barındırdığınıvurgulamak ister (Allen, 2005:36). Örneğin Hz.Yusuf’un başına gelenler, kuyu “hikâyesi”, adağı yerinegetirme zorunluluğu, kurban kesimi öncesi <strong>ve</strong> sonrasıyapılması gerekenler, genç kadının ağzından yılanın çıkarılması,yılanı kovmak için hocanın çağrılması, kendianlam evrenlerini aşarak filmsel evrenin çatışmalı ortamınadâhil olurlar. Bu olgular tarihsel <strong>ve</strong> toplumsaldüzlemde de var olmayı sürdürürler kuşkusuz. Amametnin bu olgulardan ortaya çıktığı yadsınamaz. Metinlerarasılık da budur. Bu durumda metinlerin özgünolduğunu nasıl söyleyebiliriz? “Metinlerin toplumsalmetnin bir karışımı (combination) <strong>ve</strong> derlemesi (compilation)olduğunu” (Allen, 2005:37) söylemekten3. Dil, konuşan ya da yazan özne’den önce var olan bir yapıdır,ancak bu yapı yine de konuşma an’ında gerçeklik (ya da anlam)kazanır. Anlamlarla yüklü olan dil monolog için olanak sağlamaz.Diyaloji iki kişi arasındaki söyleşi durumu değildir, esas olarakçoğul konuşan özneler arasındaki anlam ilişkisidir. Bu nedenle,diyalogun bağlamları sınırsız olduğunu söyler Bakhtin. Buna bağlıolarak da çok-dillilik kavramı ortaya çıkar. Çok-dillilik, sözcelerçokluğu ile ortaya çıkar. Bütün sözcelerin indirgenebileceği <strong>ve</strong>bütün dillerin yan yana gelebileceği tek bir düzlem söz konusudeğildir (Bakhtin, 2001:52-539).108mart-nisan-mayıs2013


aşka çaremiz yok.“Futûhât’ta geçen ilgi çekici bölümde, İbn Arabi,şairle hayal âlemi arasında açık bir bağlantı kurar.Peygamberin miracıyla ilgili hadislere uyarak, İbnArabi, her bir gök katına belli bir peygamberi koyar;<strong>ve</strong> o peygambere ait sâlikin, yükselişi sırasında o kataulaştığında elde ettiği özel ilimleri tartışır. Venüs siferi(sphere) olan üçüncü katta büyük rüya yorumcusuYusuf peygamber bulunur. Bu bakımdan, insan hayalâleminin bilgisini <strong>ve</strong> hayallerin nasıl yorumlanacağınıbu düzeyde (ya da katta) elde eder; dolayısıyla şairlerinilhamlarını kazanmaları da bu katta olur!” (Chittick,2008:322). Açıkçası ilhamı hak etmek için üçüncüdüzeye çıkmak gerekli. Film çekiyorsanız üçleme yapmakzorundasınız. Roman yazıyorsanız yine üçlemeyapmak zorundasınız. Çünkü “sâlik Venüs gezegenineulaşınca; Venüs onu Yusuf peygamberin huzuruna alır;Yusuf peygamber, Allah’ın kendisine münhasır kıldığı,yani hayalileştirme (temessül) <strong>ve</strong> hayal şekilleriyle bağlantısıbulunan ilimleri ona aktarır… Allah ona yıllarıineklerin suretinde, yılların bolluk <strong>ve</strong> bereketini ineklerintemizliği suretinde, bilgiyi de süt suretinde, dindekisebatı da sağlam halat şeklinde gösterdi” (Arabi’denaktaran Chittick, 2008:323). En sağlam halat, urgandeğil midir? Yusuf Yumurta’da urgancı çıkrığını görüncenasıl nöbet geçirmişti? Anımsamamak olanaklımı? Sebat etmekten mi korktu ne? Süt’teki ineklere nedemeli? Yusuf ne denli uykulu olursa olsun, şiirine,kitaplarına koşmadan, inekleri sağmıyor mu? Sütü sağarkenonlara dokunmuyor mu? Yumurta’da köpeklegece karanlığında göz göze gelmişti. Şimdi bilgiyi toplamazamanı. Artık yalnızca süt var.Süt’ün başka metinlerle, söylemlerle ilişkisi var,ama en önemlisi film, metinler arası ilişkilerini yönetmeninYumurta filmiyle kuruyor. Yönetmeninkendi metni ile kurduğu ilişkileri sorgulamalıyız. Acabaönceli olan metin (Yumurta) ile ilişki kuran Süt,Yumurta’dan gelen etkileri etkisiz hâle getirebiliyormu? Dokusunda öncelinin de izleri var. Bu Bakhtin<strong>ve</strong> Kristeva’nın sözünü ettiği, metinlerin oluşturulduğu,daha geniş kültürel <strong>ve</strong> toplumsal dokudan farklıbir durum. Metin kültürel <strong>ve</strong> toplumsal bağlamındanötürü çevresinden soyutlanmış bir nesne değil, amaSüt önceli olan Yumurta’dan da soyutlanmış bir nesnehiç değil. Yumurta’ya taşınan toplumsal <strong>ve</strong> kültürelörüntüler bu kez Yumurta’dan Süt’e taşınıyor. Üçlemesöz konusu olduğunda üçlemenin kendine özgü biranlam evreni var diyebiliriz, tıpkı toplumsal <strong>ve</strong> kültürelkodları dönüştürerek özgün metinlerin yaratılmasıgibi. Böylece Kristeva’nın sözünü ettiği “çifte anlam”(Kristeva, 1982:37) üçlü anlama dönüşüyor. Kristeva“metnin anlamından <strong>ve</strong> metnin dışındaki toplumsal<strong>ve</strong> kültürel anlamdan söz eder. [4] Metne özgü “iç” <strong>ve</strong>metnin dışına özgü “dış” (toplumsal <strong>ve</strong> kültürel) anlamlarınolduğunu söyler. Metne özgü anlam “dış”anlamların yeniden düzenlenmesidir. Bu durumdaKristeva’nın sözünü ettiği ikili anlam boyutu, Süt’te iç<strong>ve</strong> dış anlamların dışında anlam evreni olarak Yumurtada olduğu için üçlü anlam boyutuna taşınmaktadır.Yumurta’da Yusuf’un gördüğü rüyalarda kuyu <strong>ve</strong>kuyudan çıkmak için ipe sarılma var. “İbn Arabi başkalarıgibi, hayalî gerçekliklerin en iyi bilinen örneğiolarak genellikle rüyaları gösterir. Rüyada görülen herhayal, hem bizim öznel tecrübemize hem de nesnelmuhtevaya dayanarak anlatılmayı gerektirir… Rüyanınmuhtevası özneldir, ama; yine de belli bir nesnelgerçekliğe sahiptir” (Chittick, 2008:312). Yumurta’da,kuyu kazan usta ile Yusuf’un deneyimleri vardır, amaKur’an’daki ayetlerde Hz. Yusuf’un rüyaları nasıl yorumladığıda anlatılır. Yusuf’un rüyaları hem özneldirhem de nesnel. Kuyu Yusuf’un hem gördüğü hem degörmediği bir şeydir. “Arabi aynada görülen bir imajı(hayali varlık) göz önüne getirerek, hayalin belirsizmahiyetini izah eder; ki bu temsil metinlerde <strong>ve</strong>rilenen yaygın örneklerdendir: Hayal ne var olan ne deyok olan; ne bilinen ne de bilinmeyen; ne tasdik nede inkâr edilen bir şeydir. Diyelim ki, bir insan aynadakendi suretini görmektedir. O kesinlikle bilir ki biraçıdan kendi suretini algılamaktadır <strong>ve</strong> bir başka açıdankendi suretini algılamamaktadır… Kendi suretinigörmüş olduğunu inkâr edemez; <strong>ve</strong> suretinin aynadaolmadığı gibi, kendisi ile ayna arasında da olmadığınıbilir… Bu bakımdan o; ‘Kendi suretimi gördüm,kendi suretimi görmedim’ derken ne doğru sözlü nede yalancıdır” (Arabi’den aktaran Chittick, 2008:313).Metinler de böylesine belirsizdir, başka taraftan baktığımızdaonayladığımızı yadsıma eğilimine gireriz.Birçoklarına göre gerçekçi olmayanın gerçeğidir budurum. Hem de Ece Ayhan [5] şiiri gibi imgelerle beslenenbir gerçekliktir filmin şiirsel dili ile anlatılan. Şairindeğerlendirmesi ile “İkinci Yeni, tarihimizde ilk kezparasız yatılıların, taşra doğumluların, hiçbir zaman‘ümran’ görmemişlerin bir ‘sıçraması’dır. Yani kısacası,‘bakışımsızlık’lar, ‘sivrilik’ler, ‘uçtakiler’, ‘atonallıklar’4. Kristeva örnek olarak romanları ele alır.5. Yusuf’un odasındaki fotoğraflardan biri Ece Ayhan’a aittir.109mart-nisan-mayıs2013


in yıldan bu yana İkinci Yeni ile ilk kez gündeme geliyordu”(Ece Ayhan’dan aktaran Doğan, 2008:227).Taşrada doğan, büyüyen Yusuf, Yumurta’da ruhunadoğru yolculuğa çıkarken, ona zaman imgesi eşlik etmişti.Ece Ayhan’a hayran Yusuf’a Süt’te İkinci Yeni’yeözgü bir şiir dili eşlik eder. “Günlük konuşma dilininüstünde/ötesinde yer yer anlaşılması zor bir şiir dili tercihedilir. Başka bir deyişle kelimeler geniş çağrışımlaryapacak <strong>ve</strong> uzak anlamları çağrıştıracak biçimde şiirdeyer almıştır” (Doğan, 2008:228). Süt’ün görüntüleride geleneksel kodlardan, özellikle melodram kodlarındanuzak durur. Süt de tıpkı İkinci Yeni gibi “kapalı birşiirdir, başka deyişle ‘popülist’ endişesi yoktur, başkabir deyişle de okuyucudan geniş ölçüde anlama çabasıbekleyen şiirdir” (Doğan, 2008:228):sen karanlığa giderayak bir kanto ağacı çizmiştin yusuflardanöncegelip kanto ağacını kesmişler kantolarını delik deşiketmişlerKanto Ağacı (Ece Ayhan)“Anlamı yer yer kapalı ya da bulanık, çağrışımlarayaslandığı için sınırları belirsiz olan” (Doğan,2008:227) İkinci Yeni şiiri, Yusuf’un şiirini de yönetmeninfilmini de etkilemiştir. Annesi, Yusuf’un şiiribasıldığında şiiri Yusuf’tan önce görür <strong>ve</strong> betimlenenkızın komşu Zeyno olduğunu düşünür, bu “boş” yorumaYusuf yalnızca “Aman anne o çocuk daha, anneşiirimi basmışlar sen Zeyno diyorsun!” diyerek tepki<strong>ve</strong>rir, zaten Yusuf’un Süt’teki davranışları tümüyle tepkiseldir.Şiirdeki imgeler değişik yorumlara yol açabilir,annenin çağrışım evreninde şiirdeki kız Zeyno olaraksomutlaşır. Ama Yusuf soyut şiirin peşindedir [6] , çünküİkinci Yeni’de “soyut düşünüş <strong>ve</strong> ‘soyutlamak’ önemlibir kaygıdır” (Doğan, 2008:227).Ece Ayhan şiiri “mozaik” (Doğan, 2008:245) olaraknitelendirilir. Bakhtin de her hangi bir metninalıntılardan oluşan bir mozaik olduğunu söyler. Hermetin bir başkasının dönüştürülmesi ya da soğurulmasıile oluşturulur (aktaran Kristeva, 1982:66). Bundandolayı Kristeva’ya göre şiir en azından iki anlamlı(double) olarak okunmalıdır. Metnin birimleri, yapısalmodellerle kültürel, tarihsel çevre arasında aracılık(mediator) yaparlar, artzamanlı olanı eşzamanlı olarakdeğişime uğratırken, onların bir tür düzenleyici (regu-lator) olduğu da söylenebilir. Böylece bir dizi diyalojikbirim, bir dizi ikircikli (ambivalent) birime dönüşebilir(Kristeva, 1982: 66).Yılan sütü se<strong>ve</strong>rİlk görüntü derinlikten yoksun değil. Uzaklarda ikigenç erkek, önde dua yazan yaşlıca bir erkek, belli kihoca bu kişi, bir “belirti” ya da “karartı” gibi derinlerdenortaya çıkı<strong>ve</strong>ren genç kadın. Hoca duayı yazıyor,arkada bir direk yana eğilmiş bir merdi<strong>ve</strong>ne güç<strong>ve</strong>riyor. Mey<strong>ve</strong> toplama merdi<strong>ve</strong>ni olabilir bu; direkile merdi<strong>ve</strong>n birbirlerine dayanıyorlar, bir üçgen oluşturmakiçin. Ancak üçgen, tamamlanmak için başkabir şeyi gerektiriyor. Elbette bu nesnelerle ilişkili birözneyi. İşte şimdi üçgen onu okusunlar diye izleyiciyi<strong>ve</strong> eleştirmenleri kışkırtıyor. Gübre yığını, taze topraköylesine yerde yığılı duruyor. Karşıdan gelen yöredenbir genç kadın. Yumurta’da bir şişe şarapla kitabı takaseden, tüm çekiciliğine karşın Yusuf’un ilgisini çekemeyenkadın (Tülin Özen). Ama onu hemen tanımakzor, şalvarlı, mavimsi gözleriyle ürkek ürkek çevresinebakınıyor. “Günahlarından arınma” töreni için hazırlıklarınbitmesini bekliyor. Soldan sağa doğru yazılandua, kocaman bir bakır kapta kaynayan süte atılıyor,iki erkeğin arasındaki Genç Kadın ayaklarından bağlanarakağaca, ağzı süt kabına gelecek biçimde, asılıyor.Baş aşağı asıldığı için (başından asılsaydı ölürdü),oluşan üçgenin geniş tarafı, iki sallanan koldan ötürü,aşağıda kalıyor. Rönesans tablolarındaki üçgen yapıters yüz edilerek yineleniyor: “Üçgen düzenlemenintabanında Meryem’in ayakları <strong>ve</strong> giysisinin katlanmışetekleri, en üst noktada ise başı var. Bu düzenlemedegövdenin çeşitli bölümleri değişik yönlere dönüktür,örneğin oturan Meryem Ana’nın ayakları sağa, başı isesola dönük olarak gösterilir” (Conti, 1978:58). Filmdeki“tablonun” arka fonunda Rönesans tablolarındakikır görüntüsü var. Böylece filmin ilk görüntüsü Rönesanstablosu gibi insan <strong>ve</strong> çevresini ilgi odağı olarakseçiyor. 1440’larda gül çardağın altındaki MeryemAna [7] çalgı çalan, çocuk İsa <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong> sunan meleklerleçevrilidir.Stefan Lochner: Gül Çardaklı MeryemFilmde görüntünün derinliklerinden gelen GençKadın’ın yanında iki erkek vardır, tören başlayana değinonun sağ <strong>ve</strong> solunda dururlar, tıpkı melekler gibi.6. Bu cümle Mehmet Doğan’ın “İkinci Yeni soyut şiirin peşindedir”(2008:227) saptamasından esinlenilerek kurulmuştur.7. Stefan Lochner’in tablosunun adı: Gül ÇardaklıMeryem.110mart-nisan-mayıs2013


Kuşkusuz filmde melekler olamazdı, ama Genç Kadınderinlikli ama ufuk noktası (vantage point) olmayandoğa üzerinde gerçek bir mekâna yerleştirilir. Ağaçlaröylesine sıktır ki ufuk çizgisi görünmez olmuştur. Kadınbir yılanlı prenses ya da yılan kadın değildir, yılanonun gövdesinde yaşar, bu nedenle görünür değildir,onu ancak ilahi bir güç, somut bir nesnenin (süt) aracılığıile oradan çıkarabilir.Tek bir karede Genç Kadın’ın gövdesindeki yılan,sütün kokusuna doğru uzanır, Genç Kadın’ın kurtuluşuiçin hoca yılanı, kadının ağzından çeker. “Türk topluluklarındakötülüğün <strong>ve</strong> yer altı dünyasının simgesiolan yılandan kurtulmak için çeşitli dualar efsunlargeliştirilmişti” (Çoruhlu, 1994:39). Yılan uğursuzluk<strong>ve</strong> kötülüğün simgesi olarak Genç Kadın’ın gövdesindençıkar. “Yılan senin nefsindir.” diyor Arabi <strong>ve</strong>yılan, sureti <strong>ve</strong> hakikati yönüyle özü gereği yılandır.”diye sözlerini sürdürüyor (2006:203). Yılanı (uğursuzluğu,kötülüğü ya da nefsi) çıkarmakta etken olan ikişey; dua <strong>ve</strong> süttür. İkisi de anlam yüklü. Süt ırmağıcennetteki ırmaklardan biri. Genç Kadın dua <strong>ve</strong> sütile ilişkiyi, hoca aracılığıyla kuruyor. Ama izleyicininGenç Kadın’ın içindeki kötülüğün niteliği konusundabilgisi yok. Yumurta ile ilişki kuran izleyici, “kötülüğün”şeytani bir cinsellik, baştan çıkarıcılık olduğunudüşünebilir, çünkü Yumurta’nın ilk görüntülerinde deTülin Özen vardı <strong>ve</strong> oldukça çekiciydi. Süt’ün ilk görüntülerindekadın bu “kötülük”ten kurtulur. [8] Değişiksöylencelerde kötülük ya da iyilik ile ilişkilendirilen<strong>ve</strong> iki karşıt anlamı içinde barındıran yılan, bu kesittekötülüğü simgeler <strong>ve</strong> onun dışarı atılması da bir türarınmadır, dünyaya özgü isteklerin, hırs <strong>ve</strong> nefret gibiduyguların, şeytana özgü olanın ilim <strong>ve</strong> marifet sütündeyitip gitmesidir.Sonuç olarak filmi, kendinden önceki, Yusuf suresinedeğin uzanan kutsal <strong>ve</strong> kutsal olmayan metin-8. Anadolu’da bugün yaşayan <strong>ve</strong> kökü eski tasavvurlaradayanan halk inançlarında yılan bazen kötü, bazen iyi biryaratık olarak kabul edilir. Yılan evin sahibi, koruyucusu,definelerin bekçisidir (P. Naili Boratav’dan aktaranÇoruhlu,1994:96). Anadolu’nun bazı yerlerinde insanlar,kutsallık atfettikleri kimi mekânlarda bulunan, yaşayanher türlü canlıya da kutsallık atfederler. Yılan, örümcek,gü<strong>ve</strong>rcin, karınca gibi hayvanlar, böylesi bir kutsallık içindedokunulmazlık taşırlar. Anadolu’da evleri mekân edinmişzararsız yılanları evden çıkarmak için, pişmiş süt kokusunaçağrılır yılanlar. Ancak bunu yapacak kişilerin, maneviaçıdan farklı olması gerekir. Çünkü onlar, “el <strong>ve</strong>rilmiş”kişilerdir.ler dizisi <strong>ve</strong> Yumurta filmi ile ilişkilendirerek okumakgerekir. Süt Yusuf suresi, kuyu hikâyesi, Yumurta, Süt<strong>ve</strong> Bal’ın art görünümlü (retrospektif) “hikâyesidir”,ama filmler ilk metinden (Kur’an’daki sure) <strong>ve</strong> ikincimetinden (Yumurta) tümüyle bağımsızdır. Yumurtailk metinden, Yumurta’dan sonrakiler de bir öncekindenbağımsız olarak gerçekleştirilmişlerdir. Filmlerorta yaşlarından başlayarak Yusuf’un hikâyesini geriyedoğru anlatır. Süt’ün ilk kesiti ise temaları önceden anlatarak“ilk metin” ya da “önceki metin” olarak nitelendirebileceğimizbir açılış metni üreterek; izlekler dizisisunar. Filmi okurken izlekler kılavuz olmalıdır. Sütbir metin olarak, kendi erken anlatımlı birinci kesitinegönderme yapılarak da okunmalıdır. Çünkü film, sankiilk kesitin yeniden yazımıdır. Ama artık film “başlamalıdır”.İzleyici şiirin evrenine girmelidir. ■KaynakçaAllen, Graham (2005) [2000] Intertexuality. London: Routledge.Arabi, İbnü’l (2006) Fusûsu’l-Hikem, çev. Ekrem Demirli. İstanbul:Kabalcı Yayınevi.Ayhan, Ece (1984) Yalnız Kardeşçe. İstanbul: Evrim Sanat GalerisiYayınları.Bakhtin, Mikhail (2001) [1978] KarnavaldanRomana:Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, çev.Cem Soydemir. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.Barthes, Roland (1990) [1957] Çağdaş Söylenler, çev. TahsinYücel. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.Büker, Seçil <strong>ve</strong> Akbulut, Hasan. (2009) Yumurta: Ruha Yolculuk.Ankara: Dipnot.Conti, Flavio (1978) Rönesans. İstanbul: İnkılap <strong>ve</strong> Aka Yayıncılık.Çoruhlu, Yaşar (1994) “Türk Sanatı’nda Görülen Yılan TasvirlerininSembolizmi” Türk Dünyası Tarih Dergisi.(96) s. 38-46.Chittick, William (2008) [1997] Var Olmanın Boyutları, çev.Turan Koç. İstanbul: İnsan Yayınları.Çoruhlu, Yaşar (1999) Türk Mitolojisinin ABC’si. İstanbul:Kabalcı Yayınları.Doğan, Mehmet H. (2008) [1969] İkinci Yeni Şiir. İstanbul:İkaros Yayınları.Kristeva, Julia (1982) [1978] Desire in Language : a SemioticApproach to Literature and Art, der. Leon S. Roudiez, çev. T. Gora,A. Jardine, <strong>ve</strong> L. S. Roudiez. Oxford: B. Blackwell.Pasolini, Pier Paolo (1976) [1965] “The Cinema of Poetry”,der. Bill Nichols Movies and Methods: An Anthology. Berkeley:Uni<strong>ve</strong>rsity of California Press.111mart-nisan-mayıs2013


AHMET FARUK GÜLERİlhan Berk'in HaşemasıCevat AKKANAT“Gelenek <strong>ve</strong> İkinci Yeni” adlı inceleme eseriyleyakından tanıdığımız şair Cevat Akkanat, şair <strong>ve</strong>şiir ilişkisi içerisinde kaleme aldığı yazıları bir arayagetirdiği “İlhan Berk’in Haşeması” adlı eseriyle karşımızda.Okurkitaplığı yayınlarından çıkan kitap arkakapak yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Tenkit,münekkitsiz geldi.’ cümlesinden hareketle şiir-tenkidilişkisi içerisinde yeni bir bakış açısı ortaya koymayaçalıştığının işaretini <strong>ve</strong>riyor. Eser, bugüne değin edebieleştiri bağlamında kaleme alınan yazıların eleştiridenziyade adeta “Ben yaptım, oldu” mantığıyla gerçekleştirildiğiniifade ederek bu anlayışa açıkça başkaldırıyor.Eser üç bölümden oluşmakta. Birinci bölüm“Şairin Teşekkür Borcu” başlıklı… Edebi eleştiriningerçek anlamının sorgulandığı <strong>ve</strong> bugün eleştiridenziyade ahbap-çavuş ilişkisinin egemen olduğu biredebiyat ortamının varlığından yakınan yazar, terminolojikbilginin kavram boyutuna değindikten sonrametodolojik anlamda sınırları çizerek olmasını istediğiedebi eleştiriyi ifade etmektedir. Uygulamalı örneklerede yer <strong>ve</strong>ren yazar için şu sorunun cevabını kitabıokuyacak olanlara bırakıyorum: Yazar, yapmış olduğuuygulamalı örneklerde acaba şikâyet ettiği yanlışlıklarıniçerisine kendisi de düşmekte midir?İkinci bölüm “İlhan Berk’in Haşeması” başlıklı…İkinci <strong>ve</strong> üçüncü bölümler içindekiler kısmı ha-ricinde hep birinci bölüm olarak yer almakta! Kitabaadını <strong>ve</strong>ren bu bölüm “İkinci Yeni Şiiri (<strong>ve</strong> İlhanBerk) mütehassısı” olarak kendisini nitelendirenyazarın çeşitli konularda edebiyat ile ilgili yazılarınınderlendiği bir bölüm. Kitaba adını <strong>ve</strong>ren yazınınkitabın geneliyle nasıl bir ilişki içerisinde olduğuhayli sorgulanabilir. (Bu arada ‘haşema’ sözcüğününTDK’nın web sayfasında yer alan sözlükte bulunmadığıda ayrı bir husus…) Yazarın İkinci Yeni <strong>ve</strong> İlhanBerk mütehassısı olması gerçeğinden hareket edersekkitabın adıyla içeriği bir anlam kazanabilir sanırım.Üçüncü bölüm “Baş Üstünde Altı Şair” başlıklı…Cahit Yeşilyurt, Bahaettin Karakoç, Mücahit Koca,Dila<strong>ve</strong>r Cebeci, Nazir Akalın, Hüseyin Alacatlı adınaaçılmış başlıklar… Çoğu bir ölümün ardından yahut<strong>ve</strong>fat yıldönümünde kaleme alınmış yazılar. Şair <strong>ve</strong>yazar Cevat Akkanat’ın kaleme aldığı “İlhan Berk’inHaşeması” adlı kitap edebiyat okurları için farklı pencereleraçmakta.Cevat Akkanat, İlhan Berk’in Haşeması, okurkitaplığı,İstanbul, 2012Büyük Oğuz çadırının gölgesindeki Kürtlerin(Kürt Türklerinin sosyo-politiği)Tamer ABUŞOĞLUYakın dönemde yaşanılan <strong>ve</strong> halen etkileri devameden siyasi <strong>ve</strong> sosyal çalkantılara parmak basmak amacıylayazar Tamer Abuşoğlu tarafından kaleme alınaneser, Yıldızlar Yayıncılık tarafından yayınlandı. Ülkeiçerisinde hangi kimliğe mensup olunursa olunsunbirlik olmanın önemini vurgulayan yazar, özellikle iç<strong>ve</strong> dış düşmanlar karşısında buna ihtiyacımız olduğunukesin <strong>ve</strong> keskin bir dille izah etmekte.Sert üslubuyla, harici düşmanlar karşısındaTürklük mefkûresine sarılmayı tek çözüm yolu olarakgören yazar, “bölgeyi kurtaracak olan tek reçete,emperyalizme <strong>ve</strong> işbirlikçiliğe karşı ortak bir cephedebuluşmak <strong>ve</strong> omurgası olan ortak bir duruş gösterebilmektir.”diyerek yaşadığımız coğrafya üzerindebirlik <strong>ve</strong> beraberlik içerisinde ortak bir duruşun öneminidile getirmekte. Son dönemlerde oynanan kirlitezgâhlara dikkat çeken yazar, kaynak göstererek iddialarınıispat etme yoluna gitmekte. Kürtler <strong>ve</strong> Türklerüzerine onlarca yazının yazıldığı <strong>ve</strong> tartışmanın yeraldığı bir dönemde meraklıları için dikkat çekici birkitap.Tamer Abuşoğlu, Büyük Oğuz Çadırının GölgesindekiKürtlerin (Kürt Türklerinin) Sosyo-Politiği, YıldızlarYayıncılık, Ankara, 2012112mart-nisan-mayıs2013

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!