12.07.2015 Views

bülten 77 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

bülten 77 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

bülten 77 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Avrupa’daki Borç Krizi <strong>ve</strong>Türk Ekonomisine Muhtemel Etkileri19 Aralık 2011 Pazartesi / Zeyrek Salonu / 19.00-20.45Oturum Başkanı Lokman GündüzT.C. Merkez Bankası Meclis ÜyesiKonuşmacılarSerkan ÖzcanKüresel Araştırmalar Merkezi panelKüresel Araştırmalar Merkezi panelVakıfbank Baş EkonomistiBorç Krizi Finansal Açıdan Türk Ekonomisini Nasıl Etkiler?Ahmet ÇimenoğluKoç Holding Ekonomik Araştırmalar KoordinatörüTürkiye’de Özel Sektör Borç Krizine Hazırlıklı mı?M. İbrahim TurhanT.C. Merkez Bankası Başkan YardımcısıBorç Krizi: Avrupa Ekonomisinde Kırılma mı, Yapısal Dönüşüm mü?2011 Türk Dış PolitikasıDeğerlendirmesi21 Aralık 2011 Çarşamba / Vefa Salonu / 18.00-20.30Oturum Başkanı Talha Köseİstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi Siyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkilerBölümü Öğretim ÜyesiKonuşmacılarBurhanettin Duranİstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi Siyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi“Arap Baharı” Bağlamında Dış Politikadaki Dönüşümü AnlamakMensur Akgünİstanbul Kültür Üni<strong>ve</strong>rsitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi2011 Avro-Atlantik Hattında Türk Dış PolitikasıFehim TaştekinRadikal Gazetesi YazarıRusya’nın Gölgesinde Türkiye’nin Avrasya Politikası<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi panelSadeliğin Derinliğinde Ö. LütfiAkad Sineması24 Aralık 2011 / Vefa SalonuFilm Gösterimi 11.00 Diyet/ 90’I. Oturum 10.30-12.30Moderatör Barış SaydamProf. Dr. Bülent VardarOkan Üni<strong>ve</strong>rsitesi Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi DekanıSuat KöçerFilm Arası Dergisi Yayın YönetmeniProf. Sami ŞekeroğluMimar Sinan Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sinema Televizyon Bölümü Öğretim GörevlisiII. Oturum 14.00-15.50Moderatör Bülent VardarErtem GöreçYönetmenSafa ÖnalYönetmen <strong>ve</strong> SenaristIII. Oturum 16.00-18.00Moderatör Muzaffer HiçdurmazNilüfer AydanOyuncuSezer SezinOyuncu


molaHazırlayan: Turgay ŞafakYağmurTevfik FikretKüçük, muttarid, muhteriz darbelerKafeslerde, camlarda pür-ihtizâz;Olur dem-be-dem nevha-ger, nağme-sâzKafeslerde, camlarda pür-ihtizâz;Küçük, muttarid, muhteriz darbeler…Sokaklarda sey-âbeler ağlaşır,Ufuk yaklaşır… yaklaşır… yaklaşır…Bulutlar karardıkça zerrâta birAğır, muhtazır dalgalanmak gelir,Bürür bir soğuk gölge etrâfı hep,Nümâyân olur gündüzün nısf-ı şeb.Söner şimdi, manzûr olurken deminHeyûlası karşımda bir âlemin.


KAM Asya KonuşmalarıHindistan <strong>ve</strong> “Arap Baharı”Saeed Naqvi(India and the “Arab Spring”)12 Ekim 2011Saeed NaqviDeğerlendirme: Z. Tuba Kor & Kadir Temiz“Asya Konuşmaları” toplantı dizisininonuncusunda misafir ettiğimiz Hindistan’ınönde gelen gazetecilerinden Saeed Naqvi,“Arap Baharı” <strong>ve</strong> Hindistan konulu birkonuşma gerçekleştirdi. Dünyanın pek çokülkesine gidip doğrudan alanda araştırmayapan, gözlemlerde bulunan, siyasiler<strong>ve</strong> akademisyenlerle mülakatlar yapanbir gazeteci olarak, Ortadoğu’daki pratiktecrübeleri ışığında daha ziyade “ArapBaharı”nın görünmeyen yüzüne değindi;küresel medyanın <strong>ve</strong> diğer iletişimkanallarının olayları nasıl çarpıttığına <strong>ve</strong>yönlendirdiğine dikkat çekti.Bilgi kaynaklarımızın gü<strong>ve</strong>nilir olmamasının<strong>ve</strong> bilgi akışında kurulan tekelin en büyükproblem olduğunu vurgulayan <strong>ve</strong> “Yalanlarsöylendiğinde buna karşı durmak <strong>ve</strong> onlarıifşa etmek benim görevimdir” diyen Naqvi,özellikle Suriye <strong>ve</strong> Libya tecrübelerine binaendile getirdiği örneklerle arazide yaşananlarlaekranlara yansıyanların bambaşka olduğunubelirtti. Birkaç haber spikerinin küreselgündemi belirlemesini <strong>ve</strong> siyasetçilerinpolitikalarını bunlar üzerinden formüleetmesini bir “trajedi” olarak nitelendirdi. Buhikâyenin 1991’de Körfez Savaşı sırasında CNNile başladığını hatırlattı <strong>ve</strong> dikkate değer birsoru sordu: “Niye hemen SSCB’nin çöküşününertesinde küresel medya icat edildi?”Naqvi, “Arap Baharı” sürecinde sahnelenenoyunlara dikkat çekti. Bugün doğal kaynaklarüzerinden en büyük kapışmanın Afrikakıtasında yaşandığını belirterek sözüKüreselAraştırmalarMerkeziKAMKaddafi’ye <strong>ve</strong> Libya’ya getirdi: “Libya halkını,onları katledecek tirandan korumak adına,İngiliz-Fransız ittifakının gayretiyle <strong>ve</strong> ArapBirliği’nin de desteğiyle BM’de uçuşa yasakbölge ilan edildi; ama bundan sonra kaç binLibyalı hava bombardımanı sonucu hayatınıKAM Yuvarlak Masa ToplantılarıASYA KONUŞMALARIIndia and the “Arab Spring” Saeed Naqvi • 12 Ekim 2011ORTADOĞU KONUŞMALARISuriye <strong>ve</strong> Ortadoğu’daki Dönüşümün Geleceği Daniel Abdulfettah • 19 Ekim 2011“Arap Baharı”nın İlk Demokratik Deneyimi: Hasan Kösebalaban, Muzaffer ŞenelTunus Seçimleri Ufuk Ulutaş • 2 Kasım 2011İKTİSAT KONUŞMALARIEndüstri İlişkilerinde Paradigma Değişimi Mustafa Aykaç • 26 Kasım 2011<strong>ve</strong> Yeni YönelişlerKÜRESELE KURAMSAL BAKIŞLARTheory of World Security Ken Booth • 26 Kasım 2011TEZATTürkiye’de AB Şüpheciliği: İsmail Ermağan • 26 Ekim 2011CHP, MHP <strong>ve</strong> AK Parti AnaliziPANELAvrupa’daki Borç Krizi <strong>ve</strong> Türk Ekonomisine 19 Aralık 2011Muhtemel Etkileri2011 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi 21 Aralık 2011


kaybetti, kaçı evlerini terk etmek zorundakaldı? Kalaşnikoflu gençler devrim yapıyorgörüntüsü uluslararası medyaya servisedilirken, kameraların ardında Avrupamenşeli özel kuv<strong>ve</strong>tler tarafından Libya tamyedi aydır bombalanıyor ama dünyadanbuna karşı çıt çıkmıyor.”Naqvi, bu süreçte uluslararası medyanınbazı ülkelere odaklandığını, bazılarını ise esgeçtiğini hatırlattı <strong>ve</strong> “Bahreyn’de nüfusun%70’i ‘muhalefet’ olarak nitelendiriliyor <strong>ve</strong>bastırılıyor. Ama niçin bu ülkede rejiminmuhalifleri bastırmasıyla ilgili herhangibir haber <strong>ve</strong>ya fotoğraf görüyor musunuzuluslararası medyada?” diye sordu.Bu noktada bölgedeki aktörlerin rolleriüzerinde duran konuşmacı, özellikle SuudiArabistan’ın mezhep ayrılıklarını kaşıyarakoynadığı rolün bölgedeki istikrarın önündekien büyük engellerden biri olduğunubelirtti <strong>ve</strong> ekledi: “Suudi Kralı, ekonomikkrizle boğuşan Amerikan yönetimine‘Bize karışmayın, kararımızı kendimiz<strong>ve</strong>receğiz’ diyerek halkına 135 milyar dolaryağdırdı <strong>ve</strong> Suudileri susturdu. ‘Yemen’ikontrol altına almamıza, Bahreyn’dekiaskerî müdahalemize karışmayın; zatenIrak’ta yeterince başımızı ağrıttınız’ diyerekKörfez’de <strong>ve</strong> monarşinin hüküm sürdüğüülkelerde herhangi bir rejim değişikliğininönünü almaya çalıştı.”Naqvi, Suriye’yi önceki dalgalardan (Mısır <strong>ve</strong>Tunus’tan) ayrı değerlendirmek gerektiğini,orada yeni bir oyunun sahnelendiğini ifadeetti. “Beşşar Esed’in reform yapmasınafırsat <strong>ve</strong>rilecek mi? Yoksa büyük birbaskı mı uygulanacak? Veyahut suikastamı uğrayacak? Birkaç ay süre <strong>ve</strong>rilse <strong>ve</strong>rahat bırakılsa reform yapacağını tahminediyorum, yoksa ne olacak bilmiyorum.”dedi. Suriye’nin bölgesel denklemde kritikolduğuna da “Suriye’yi çektiniz mi ABD-İsrail-Suudi Arabistan ekseni karşısındakiİran-Suriye-Hizbullah-Hamas ekseni çöker”sözleriyle dikkat çekti.“Bölge üzerinde oynanan oyun nasılsonuçlanacak bunu bilemeyiz; ama ArapDünyası’nın bir daha asla eskisi gibiolmayacağı, değişimin geri döndürülemezolduğu aşikâr” diyen Naqvi, “Arap Baharı”sürecinin “bahar” olup olmadığındanşüphe duyduğunu ifade etti; Pakistan’danAfganistan’a, Kosova’ya kadar dünyanınhâlihazırda farklı bölgelerinde yaşananbirçok gelişmenin aslında birbiriyle <strong>ve</strong>Ortadoğu’da yaşananlarla doğrudanbağlantılı olduğunu sözlerine ekledi.Konuşmanın devamında Hindistan’ınSoğuk Savaş dönemindeki dış politikatercihlerinden <strong>ve</strong> 1990 sonrası yeni dışpolitika anlayışından da bahsetti. SSCB’ninçöküşünün ardından Hindistan’ın ABD <strong>ve</strong>İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye yöneldiğini,Arap Dünyası ile ilişkilerinin ise gerilediğini,ancak çok sayıda Hintli için bir iş kapısı olanKörfez ülkeleri ile ilişkilerin iyi olduğunusöyledi. Hindistan’ın “Arap Baharı”sürecinde çok yavaş hareket ederekdeğişime karşılık <strong>ve</strong>rmekte geciktiğini <strong>ve</strong>bölgedeki çıkarlarını giderek kaybettiğinibelirtti. Öte yandan Türkiye’nin küreselbir oyuncu olarak sahneye çıkışınıbüyük bir merakla takip ettiklerinisözlerine ekledi.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM9


10KüreselAraştırmalarMerkeziKAMNaqvi’nin konuşmasında ağırlıklı olarak“Arap Baharı” sürecinde medyanın oynadığırole değinmesi nedeniyle konunun Hindistanboyutu geri planda kaldı. Ancak soru-cevapfaslında Hindistan ile ilgili düşüncelerinikatılımcılarla paylaştı. Naqvi’nin Temmuz2011’de yayınlanan “The Arab Spring & India:Promises and Challenges” başlıklı makalesikonuyla ilgili önemli bir çalışma niteliğinde.Makaleye http://www.obser<strong>ve</strong>rindia.com/cms/sites/orfonline/modules/ orfdiscourse/attachments/od_v_9_1311139967049.<strong>pdf</strong>linkinden ulaşabilirsiniz.19 Ekim 2011KAM Ortadoğu KonuşmalarıSuriye <strong>ve</strong> Ortadoğu’dakiDönüşümün GeleceğiDeğerlendirme: Z. Tuba KorDaniel AbdulfettahOrtadoğu’daki bütün dengelerideğiştirebilecek bir potansiyele sahip olanSuriye, sadece “Arap Baharı”nın değil,bölgenin geleceği açısından da kritik birülke. Ne var ki bu ülkede neler yaşandığınadair gelen haberler oldukça çelişkili. Suriyeiçindeki gelişmeleri ilk elden öğrenmek <strong>ve</strong>bu gelişmelerin Ortadoğu’ya muhtemeletkilerini tartışmak üzere KAM “OrtadoğuKonuşmaları”nın üçüncüsünde, olaylarsırasında memleketi Suriye’de 3,5 ay kalanel-Arabia televizyonunun Türkiye temsilcisiDaniel Abdulfettah’ı da<strong>ve</strong>t ettik. Abdulfettahyaklaşık yirmi yıldır birçok uluslararası yazılı<strong>ve</strong> görsel medya grubunda Türkiye muhabiriolarak muhtelif görev <strong>ve</strong> pozisyonlardaçalışmış bir gazeteci. Ayrıca Türk dizilerininArap Dünyası’na girip burada bir fenomenhaline gelmesinde doğrudan etkili.Abdulfettah, tıpkı Hintli gazeteci SaeedNaqvi gibi, “Arap Baharı” sürecine kuşkuylayaklaşıyor. Bu süreçte Arap Dünyası’nınparçalandığı, rejimsiz kaldığı <strong>ve</strong> elli yılgeriye gittiğini düşünüyor. Konuşmasınınbaşlarında “Kaddafi <strong>ve</strong> Saddam gitti, tümAraplar demokrat mı oldu şimdi?” diyerekkritik bir soru yönelten Abdulfettah, dahasonra Suriye’de kaldığı süre boyunca bizzatşahit olduğu olayları anlattı.Abdulfettah, Suriye rejiminin saymaklabitmeyecek çok büyük hataları olduğunudüşünüyor. Ancak Suriye’de halkın çokküçük bir kısmının sokaklara döküldüğü,başlangıçta eylemlere katılanların dasonradan “işin rengini görünce” evlerinedöndüğü iddiasında. Ayrıca eylemcilerinhalkın hakiki taleplerini dillendirmekyerine “basın kanununun çıkartılması”gibi gayriciddi pankartlar açtıkları, buhaliyle halkı temsilden çok uzak olduklarıgörüşünde.Suriye’de yaşananları “uluslararası bir oyun”olarak nitelendiren Abdulfettah, jeostratejikkonumundan dolayı bu ülkede bir rejimdeğişikliği yapılmak <strong>ve</strong> bölgede dengelerdeğiştirilmek isteniyor düşüncesinde.Ona göre, Ortadoğu’da söz sahibiolabilmek için Kudüs davasınınbaşını çekme konusunda birbiriyleyarışan üç ayrı tez var: Arap tezi,Türk tezi <strong>ve</strong> İran tezi. İran, Irak-Suriye-(Güney) Lübnan-Gazze


Daniel Abdulfettahhattından Kudüs’e uzanan bir mızrak; ÜrdünKralı’nın tabiriyle “Şii hilal”in başını çekiyor.Karşısında altmış küsur senedir yerinde sayanArap tezi var ki defalarca savaşa girip toprakkaybetti <strong>ve</strong> sonra bir kısmı İsrail ile barışarakılımlılaştı. Ve geriye Arap Dünyası’ndadireniş tezini savunan sadece Suriye <strong>ve</strong>Lübnan kaldı. Türkiye ise yumuşak güçüzerinden, demokrasi <strong>ve</strong> İslâm senteziyle,iktisadî kalkınma <strong>ve</strong> entegrasyon yoluylabölgeye refah vaat ediyor, öyle ki sonundaİsrail bile buna dâhil olmak isteyecek.Dolayısıyla Kudüs’ü hedefleyen her üç tezinde merkezinde Suriye var <strong>ve</strong> bu bakımdanAbdülfettah’a göre bugün Suriye üzerindenyaşanan mücadele hiç de şaşırtıcı değil.“Siviller bombalanıyor” sözünü çok Avrupaîbir yaklaşım olarak gören Abdulfettah’ıniddiasına göre, sıradan ölümler dahimedyaya “Askerî istihbarat tarafındanvuruldu” şeklinde yansıyor. Asker olankuzeninin öldürülmesinden bir örnek <strong>ve</strong>rip,“Öldürenleri biliyoruz, yakaladık. Ama el-Cezire kuzenimle ilgili ‘Sivillere ateş etmeyireddettiği için Suriye istihbaratı tarafındanöldürüldü’ diye haber yaptı, tıpkı bu süreçtehayatını kaybeden yaklaşık 1300 Suriyeaskeriyle ilgili haberlerinde olduğu gibi”diyerek uluslararası basının bu noktadaoynadığı role dikkat çekti <strong>ve</strong> asıl hedefinülkede intikam duygusunu körükleyip Sünni-Şii çatışması çıkartmak olduğunu savundu.Ayrıca “şebbiha” adı <strong>ve</strong>rilen rejim yanlısıgenç magandalardan tutun minarelerinpatlatılması <strong>ve</strong> insanların vurulması gibiolaylara, basına yansıyan vahşet doluvideolara kadar birçok ayrıntının CANVAS(Uygulamalı Şiddet İçermeyen Eylem <strong>ve</strong>Strateji Merkezi) çıkışlı tezgâhlar olduğunuiddia etti. Belgrad merkezli CANVAS,Abdulfettah’a göre “ABD’nin Arap Baharımerkezi” olarak çalışıyor <strong>ve</strong> muhaliflerieğiterek yönlendiriyor. Ankara’nın iştebu asparagas haberlere inanarak Şamyönetimine karşı çıkışlar yaptığını iddiaeden Abdulfettah’a göre Türkiye-Suriyeilişkilerinde soruna yol açacak aslındaherhangi bir ciddi sebep bulunmuyor.Abdulfettah, “Arap Baharı” sürecininABD’nin Ortadoğu ülkelerini mezhepseldinî-etniktemelde böldürüp liderlerinidüşürmek, özelde ise Suriye’yi İran’danuzaklaştırarak direniş cephesini kırmakamacına hizmet ettiğini düşünüyor. Bunedenle konuşmasında, Suriye halkınınson derece haklı talepleri <strong>ve</strong> sıkıntılarıolsa da bu durumun başka batıl amaçlariçin kullanıldığına özellikle dikkat çekti.Özel sohbetimizde Şam yönetimininizlediği siyaseti eleştirse de konuşmasında,dinleyicilerin sert tepkisini çekmekpahasına, resmî söylemlerin bir benzerinitekrarlamayı tercih etti. Zira Abdulfettah’ıntemel amacı, küresel medyanın gerçeklerisaptıran propagandalarına karşı (ki Şamyönetimine göre bunların arasında kendiçalıştığı medya kuruluşu el-Arabia dabulunuyor) kendi deyimiyle “zihinlerdesoru işareti oluşturmak”tı.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM11


14KüreselAraştırmalarMerkeziKAMUfuk UlutaşParti ise bu teorinin hayata geçmiş halinitemsil ediyor ki zaten Gannuşi, AK Partideneyimini model alacağını açıkça ifade etti.Kösebalaban’a göre, Tunus’taki gösterilerin<strong>ve</strong> Bin Ali sonrasında iktidara gelişine kesingözüyle bakılan Nahda’nın Batı medyasınayansıma şekli, bu ülkelerin politikalarınada ışık tutuyor. Bu çerçe<strong>ve</strong>de, ABD medyasıNahda hakkında ılımlı söylemiyle dikkatçekerken, Fransız medyası İslâmî eğilimlipartiyi terörize ederek Batı için tehlikeliolduğu yönünde propaganda yürüttü. WallStreet Journal gazetesindeki bir makalede,Nahda’ya şans tanınması gerektiği, aksitakdirde marjinalize olup el-Kaideleşebileceğiuyarısı Washington’ın resmî yaklaşımına daayna tutuyor. ABD, Batı’daki muhtemel birNahda iktidarına karşı çekimser <strong>ve</strong> tedirginyaklaşımın aksine, Tunus’ta demokrasiolgusunun denenmesinden yana. Zira Tunusdeneyimi, başarısız olması durumundadahi başka ülkeleri menfi etkilemeyeceğiiçin “risksiz” olarak görülüyor. Amerikaniyimserliğinin arkasında başka hesaplar damevcut. Devrim öncesinde iktisadî alandakivarlığı oldukça sınırlı olan Amerika, Nahda’yatanıdığı opsiyonla bu alandaki ilişkilerinigeliştirmeyi hedefliyor.Son olarak konuşmacılar, Tunus’u diğer Arapülkelerinden farklı kılan hususlara –güçlü ortasınıf, eğitimli <strong>ve</strong> nispeten homojen bir nüfus–değinerek iktisadî açıdan bu ülkenin hızlakalkınabileceğini belirttiler. Etnik, mezhepsel<strong>ve</strong> sekteryen fay hatlarıyla bölünmemiş olanbu ülkede İslamcılık-laiklik eksenindekikutuplaşmanın demokrasi içinde eritilebilirolduğuna da dikkat çektiler.26 Kasım 2011KAM İktisat KonuşmalarıEndüstri İlişkilerindeParadigma Değişimi <strong>ve</strong>Yeni YönelişlerDeğerlendirme: Erdem DereliMustafa Aykaç“İktisat Konuşmaları”nın beşincisindeKırklareli Üni<strong>ve</strong>rsitesi Rektörü Prof. Dr.Mustafa Aykaç, Sanayi Devrimi ile başlayansürecin ortaya çıkardığı endüstri ilişkilerisistemini <strong>ve</strong> bu sistemde yaşanan paradigmadeğişimini <strong>ve</strong> yeni yönelişleri değerlendirdi.Bu değişimleri sanayileşmenin başlangıcı,sanayileşme dönemi <strong>ve</strong> sanayi ötesi dönemolarak üç grupta inceledi.“Klasik iktisat, sanayi üretiminin birideolojisidir. Klasik iktisat olmasaydı belkiSanayi Devrimi gerçekleşmezdi. Yine oyıllarda eğer büyük çatışmalar <strong>ve</strong> insanyaratılışına aykırı durumlar yaşanmasaydı,belki de ‘endüstri ilişkileri’ kavramıdoğmazdı” sözleriyle sanayileşmeninendüstri ilişkileri sistemiyle irtibatını ortayakoyan Aykaç, zamanla endüstri ilişkileri ileilgili teorik <strong>ve</strong> felsefî çalışmaların <strong>ve</strong> yasaldüzenlemelerin zorunlu hale geldiğinedikkat çekti. Bu noktada Endüstriİlişkileri Teorisini geliştiren Amerikalıiktisatçı John T. Dunlop’un kurduğusisteme değindi.“Endüstri ilişkilerinde ilkaşama, işçi sınıfının sömürü


<strong>ve</strong> sefalet içinde çok uzun süre koruyucudüzenlemelerden muaf olarak çalışmakzorunda bırakıldığı Sanayi Devrimi’ninbaşlangıcıdır. Bu, her şeyin piyasayabırakılması, mümkün olan her türlükısıtlamadan, düzenlemeden uzak kalınmasıgerektiğini öngören liberal doktrinin biruzantısıdır. İkinci aşamada devletin sosyalniteliği yavaş yavaş ortaya çıkar. Devletbirtakım düzenlemeleri işçi lehine yapmakzorunda kalır. İlk sendika örnekleri de busafhada ortaya çıkar. 1980’lerden itibarenise üçüncü aşamaya geçilir” diyerek Aykaç,endüstri ilişkilerinin tarihsel sürecine aşamaaşama değindi.Mustafa AykaçAykaç, endüstri ilişkilerinin üç temel eylemalanını içerdiğini belirtti: (i) bireysel ilişkilerçerçe<strong>ve</strong>sinde işçi-iş<strong>ve</strong>ren ilişkileri, (ii) topluilişkiler çerçe<strong>ve</strong>sinde işçi-iş<strong>ve</strong>ren-sendikalar,(iii) kamu kuruluşları arasında kurallarındüzenlenmesi. Emek piyasası hakkındabilgiler <strong>ve</strong>rerek konuşmasına devam edenAykaç’a göre emek, üretim faktörlerindenbiridir <strong>ve</strong> bir meta değildir. Piyasada aynendeğerlendirilemez; zira tamamen piyasayabırakıldığında toplumun kendini yenidenüretme gücünü ortadan kaldırır. Diğer üçüretim faktöründen (doğal kaynak, sermaye<strong>ve</strong> girişim) ayrı incelenmesinin asıl nedeni debudur.Aykaç emek piyasasına ilişkin analizini şöylesürdürdü: “Piyasada emek lehine birtakımdüzenlemeler kaçınılmazdır. Bunda kurumlar<strong>ve</strong> sosyal faktörler (yani dış çevre faktörleri)de rol oynar. Dış faktörlerden etkilenmede ilksırayı, arz-talep dengesini oluşturan piyasagüçleri; ikinci sırayı, kurumsal kuv<strong>ve</strong>tlerolarak tanımlanan sendikalar, şirketler <strong>ve</strong>hükümetler alır. Kurumlar emek piyasasınıbirbiriyle ya çok zayıf ilişkileri olan ya daçıkarları farklılaşan <strong>ve</strong> çatışan alt piyasalarşeklinde parçalara, bölümlere ayırır.”Ardından Aykaç, Japonya örneği üzerindendaha yakın tarihsel süreci ele aldı: “20.yüzyılın ikinci yarısında tüketici zevklerindekideğişimlerle birlikte Fordist sistemin sonunagelindiği anlaşıldı. Piyasalar bölünmeye<strong>ve</strong> uzmanlık alanlarına ayrılmaya başladı.Çok kaliteli, çok yönlü tasarım özelliklerinesahip mallar piyasaya girdi. Japonya’ylabirlikte yükselen Uzakdoğu piyasaları, Batısanayisinin maruz kaldığı krizi daha daderinleştirdi. 1970’lerde Japonya özellikleotomotiv <strong>ve</strong> elektronik sanayisinde lideroldu. Japonya’nın başarısı, kütlevi mallara azsayıda üretilen malların kalite <strong>ve</strong> çeşitliliğinikazandırmasından kaynaklanıyordu.”Fordist-Taylorist üretim sisteminin sonderece rutin <strong>ve</strong> yabancılaştırıcı bir niteliktaşıdığına değinen Aykaç, değişiminkaçınılmazlığını şu sözlerle anlattı: “Busistemde yüksek <strong>ve</strong>rimlilik stratejisi sadeceyüksek ücretler <strong>ve</strong> sendikalara <strong>ve</strong>rilentavizlerle sağlanabiliyordu. Sonuç olaraksanayinin emek maliyeti hızla yükseldi<strong>ve</strong> sendikalar büyük bir güç haline geldi.Güçlü sendikaların <strong>ve</strong> işçi sınıfınınfabrikalarda kendi kanunlarınıdayatabilir noktaya ulaşması, emeğinyönetilebilirliğini zayıflattı <strong>ve</strong>teknolojik gelişmeyi engelleyici birKüreselAraştırmalarMerkeziKAM15


16KüreselAraştırmalarMerkeziKAMniteliğe büründü. Neticede Fordist sisteminköklü bir değişim geçirmesi kaçınılmazdı.Yeni ‘post-Fordist’ dönemde ise işlevselesneklikortaya çıktı.”Konuşmasının son bölümünde Aykaç,sanayileşmenin ilk dönemi ile bugün gelinenaşamayı kıyaslarken endüstri ilişkilerindeparadigma değişimini de özetlemiş oldu:“Hâkim güç olarak başlangıçta iş<strong>ve</strong>ren,sendika <strong>ve</strong> devlet vardı; şimdi ise iş<strong>ve</strong>renvar. Bu noktada başa dönülmüş durumda.Hâkim felsefe, başlangıçta liberalizm <strong>ve</strong> liberaldoktrin iken, sanayileşme döneminde sosyalliberalizm <strong>ve</strong> refah devleti anlayışı oldu; şimdiise neo-liberalizm. Hâkim sektör, daha öncetarım <strong>ve</strong> ticaret idi, şimdi ise hizmet sektörü.Temel üretim faktörü, sanayileşmeninbaşlangıcında toprak <strong>ve</strong> emek iken,sanayileşme döneminde emek <strong>ve</strong> müteşebbis,günümüzde ise bilgi <strong>ve</strong> emek oldu. Hâkimteknoloji, başlangıçta tarımı işleyen aletleriken, günümüzde bilgisayar haline geldi.Temel kuruluşlar, özel <strong>ve</strong> kamu ikenşimdilerde bunlara bir de STK’lar eklendi.”KAM Küresele Kuramsal BakışlarDünya Gü<strong>ve</strong>nliği Kuramı26 Kasım 2011(Theory of World Security)Değerlendirme: Kadir Temiz & Murat YeşiltaşKen BoothKüresel Araştırmalar Merkezi’nin yenibaşlattığı etkinliklerden “Küresele KuramsalBakışlar” toplantı dizisinin ilk konuşmacısıProf. Ken Booth oldu. Booth, uluslararasıilişkiler disiplinin ilk defa (1919) birüni<strong>ve</strong>rsitede bölüm olarak kurulduğuAberystwyth Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde EleştirelGü<strong>ve</strong>nlik Çalışmalarının kurucu isimlerindenbiri. Önümüzdeki günlerde Dünya Gü<strong>ve</strong>nliğiKuramı başlığıyla Türkçe tercümesi KüreYayınlarından çıkacak olan kitabı Theory ofWorld Security’nin (Cambridge Uni<strong>ve</strong>rsityPress, 2007) yanı sıra uluslararası ilişkilerdisiplininin geleceği Booth’un konuşmasınınana konularıydı. Muhafazakâr düşüncenindünya siyasetindeki gü<strong>ve</strong>nlik kavramınıkısıtladığını tartışan Booth, gü<strong>ve</strong>nliği,bireylerin <strong>ve</strong> toplulukların öncedenbelirlenmiş <strong>ve</strong> indirgenmiş hayatlar yaşadığıbir olgu değil, onlara insanlığın icadınınpeşinden gitme imkânını sağlayan kıymetlibir araçsal değer olarak inceliyor.Konuşmasına kendi teorisini kurgularkendüşündüğü sorularla başlayan Booth’agöre, küresel toplum, üst üste gelen birdizi tarihî krizle karşı karşıya. Bu krizdeeski <strong>ve</strong> yeni bazı düşüncelerle yüzleşiliyor.Uluslararası ilişkiler perspektifindenbakıldığında yüzleşilen bu düşüncelerden enönemlisi, Booth’a göre, 17. yüzyılda Otuz YılSavaşı’nın hemen ardından kurulan Vestfalyasistemidir. Vestfalya, “devletçilik/statism”insomut olarak ortaya çıktığı bir dönem olmasıhasebiyle önemlidir; zira dinsel egemenliksöylemi ulus-devletlerle beraber farklı biregemenlik alanına dönüşür. O günlerdedinsel egemenlik çağı kendi sınırlarınıtest eder <strong>ve</strong> nihayetinde sınırlarınınsonuna geldiğini görür… Bugünde benzer bir şekilde Vestfalyadüzeninin sınırlarının test edildiğinisöyleyen Booth, konuşmasındakapitalizm, milliyetçilik, ırkçılık <strong>ve</strong>


Ken Boothçevre sorunları ile beraber küresel anlamdabir “büyük hesaplaşma” dönemindengeçtiğimizi ifade etti. Booth’a göre, ulusdevlettam da böyle bir yüzleşme sürecindekendi sınırlarını test edecektir. “Dünyanıngeldiği bu noktada, eleştirel teori, mevcutdeğişimi anlamada kapsamlı bir düşüncebiçimi sunmaktadır. Başta Horkheimer’danneo-Gramscian okula kadar eleştirel teorininstatükoya <strong>ve</strong> kurumlara meydan okuduğunaşahit oluyoruz” diyen Booth, eleştirel teorininbizatihi “güç” kavramını incelemeden ya daonunla hesaplaşmadan bir teori kurmasınınçok zor olduğunu da sözlerine ekledi.Bu anlamda Booth, kendi eleştirel teorisiniüç seviyede kuruyor: (i) transandantalteori, (ii) pür teori, (iii) pratik teori. Booth,geleneksel teorilerin aksine, transandantalteori ile “insan sosyolojisi” kavramınıtartışmaya başlıyor. Bununla insanınkarmaşık kurumları kurma <strong>ve</strong> yönetebilmekabiliyetinin olduğunu, sınırlı olmadığını <strong>ve</strong>kendisi için potansiyel özgürlük alanlarınınbulunduğunu kabul ediyor. Pür teoriseviyesine gelince artık mevcut teorilerinsorunları ile beraber eleştirel teorinin neyapması gerektiğini tartışıyor. Booth’agöre eleştirel teori, mevcut kurumlardakisorunların ne olduğunu ortaya çıkarmalı <strong>ve</strong>bunları eleştirmeli. Pratik teori seviyesindeise Booth yeni bir kavramsallaştırmayagiderek “özgürleştirici realizm” kavramınıortaya atıyor. “Özgürleşim” kavramınınçeşitli seviyelerle uyumlu bir siyasal projeönerebileceğini savunan Booth’a göre,bu kavram fazlasıyla Avrupa-merkezci biralgılamaya yol açıyor. Kavramdan “…denözgür olmak” anlamını çıkaran Booth’agöre ekmek, özgürlük <strong>ve</strong> bilgi kelimeleritam anlamıyla bu kavramı tanımlıyor.Ekmek, maddi tatmini; özgürlük, siyasalmücadele alanını tanımlarken, bilgi ise doğrusöylemeyen hükümete karşı bir özgürlükalanı oluşturuyor.Bu noktada Booth, “İnsanlığın dünyayıdeğiştirmek gibi bir kaygısı varsa, önceliklegücün nasıl bir kavram olduğunu anlamalı”tezini savunuyor. Booth’a göre “tarih”,realist teorilerin anladığı anlamda sabit<strong>ve</strong> durağan değildir; tarih boyunca radikaldeğişimler olmuştur <strong>ve</strong> bundan sonra daolacaktır. “İlerleme” konusunda da oldukçapozitif bir düşünceye sahip olan Booth,Nor<strong>ve</strong>çli bir şairden yaptığı alıntıyla insanınimajinatif bir yanının olduğunu <strong>ve</strong> tam dabu sebeple gelişimi yine kendisinin ortayaçıkaracağını savunuyor. “Eğer bir şey mevcutise aynı zamanda mümkündür” cümlesiile bu gelişimi tanımlayan Booth, “İlerlememümkündür, ancak zorunlu değildir”ifadesiyle ilerlemeci değil, iniş-çıkışları olanbir tarihsel gelişimden bahsediyor.Konuşmasının son bölümünde uluslararasıilişkiler disiplini hakkındaki düşüncelerinipaylaşan Booth, bu disiplinin çok kritik birdönüm noktasında olduğuna <strong>ve</strong> önündeçok fazla belirsizlikler bulunduğuna dikkatçekti. Booth’a göre, uluslararası ilişkilerçalışan akademisyenlerin bazı sorunlarlayüzleşmesi gerekir. Bu anlamda biryanda dünyayı nasıl çalışacağımızsorunu dururken, diğer yanda nasıl birdünyayı çalışacağımız sorunu var.Bunu aşmanın yolu ise uluslararasıKüreselAraştırmalarMerkeziKAM17


18KüreselAraştırmalarMerkeziKAMilişkiler alanında çalışanların kaybettikleriodak noktasına tekrar kavuşmaları. Farklıbilimlerin hâlihazırda çalıştıkları göç, çok özelfelsefî sorunlar gibi konulardan ziyade bugündünya siyasetinin nereye gittiğini test edecekaraştırmalara ihtiyaç var. Küresel yönetişimsorunları, küresel savaşın nasıl önlenebileceği,uluslararası etkileşimin nasıl geliştirilebileceği<strong>ve</strong> ulus-devletlerin egemenlik sorunu gibiuluslararası ilişkileri doğrudan ilgilendirenkonuları çalışmak gerekiyorBooth’un bu önemli değerlendirmelerininardından program, uzun <strong>ve</strong> keyifli bir sorucevapfaslıyla devam etti. Toplantıyı kaçırıpda merak edenler, aşağıdaki linke yüklenenvideodan konuşmayı izleyebilirler: http://bisav.org.tr/merkez.aspx?module=yuvarlakmasaayrinti&dizi= 1&altturid=80&menuI D=9_6_80&merkezid=6&yuvarlakmasaid=876KAM TEZATTürkiye’de AB Şüpheciliği:CHP, MHP <strong>ve</strong> AK PartiAnalizi26 Ekim 2011Değerlendirme: Kadir Temizİsmail ErmağanLisansüstü çalışmalarını Almanya’da yapanMedeniyet Üni<strong>ve</strong>rsitesi öğretim üyesi Dr.İsmail Ermağan, ekim ayındaki TEZATtoplantısının konuğu oldu. Ermağan,Almanya’da Erfurt Üni<strong>ve</strong>rsitesi Max WeberKültür <strong>ve</strong> Sosyal <strong>Bilim</strong>ler Yüksek ÇalışmalarMerkezi’nde tamamladığı “Türkiye’de ABŞüpheciliği: CHP, MHP <strong>ve</strong> AK Parti’ninTutumları” başlıklı doktora tezi üzerinden“AB şüpheciliği” kavramına teorik <strong>ve</strong> pratikaçılımlar getirdi. Doktora tezinin Almanya’dayazılması <strong>ve</strong> tezin <strong>ve</strong>ri kısmının Türkiye’deçok farklı kesimlerle yapılan mülakatlaradayanması bu çalışmayı farklı kılan en temelözelliklerdendi.Konuşmasına Tansu Çiller’in “En geç 1998’detam üyeyiz” sözü ile başlayan Ermağan, ABüyelik sürecinin Avrupa’da <strong>ve</strong> Türkiye’de herdaim şüpheci <strong>ve</strong> karşıt eğilimleri bir aradabarındırdığını <strong>ve</strong> bunun da aslında normalsayılması gerektiğini dile getirdi.Tezin teorik çerçe<strong>ve</strong>sini kurgularken AB’yimakro bir alan olarak düşünüp Türkiye’dekisiyasî partileri de mikro bir alan olarakele alan Ermağan temelde üç teoridenyararlanmış: (i) entegrasyonist <strong>ve</strong> genişlemeciteoriler, (ii) transformasyon teorileri, (iii)çevre teorileri.Ardından Ermağan, tezinin kavramsaltanımlamalarını yaptı. Buna göreAvrupa’daki düşünürler, “AB şüpheciliği”kavramını “katı şüphecilik” (AB’ninneredeyse bütün kurumsal <strong>ve</strong> düşünselyapısına karşıtlık) <strong>ve</strong> “yumuşak şüphecilik”(AB’nin bazı politikalarına <strong>ve</strong>ya kurumsalişleyişine eleştirel yaklaşım) olarak elealmakta. Ancak mevcut literatürünTürkiye’ye uymadığını, ülkemizde “ABdestekçiliği”, “AB karşıtlığı” <strong>ve</strong> “ABşüpheciliği” şeklinde üç ayrı tutumolduğunu belirten Ermağan, yenibir kavramsallaştırmaya giderek


özellikle Türkiye örneğinde “hareketlişüphecilik” kavramını önerdi.İsmail ErmağanTürkiye’de siyasî partilerin AB şüpheciliğiniCHP, MHP <strong>ve</strong> AK Parti örnekleri üzerindeninceleyen Ermağan, her üç partinin defarklı sebeplerle farklı oranlarda şüphecidavranışlar sergilediklerini dile getirdi.CHP’yi genel olarak “E<strong>ve</strong>t ama” diyen birparti olarak tanımlayan Ermağan’a göre buşüpheci tavrın ardında temelde üç sebep var:Birincisi, parti içindeki farklı grupların ABşüpheciliğinin parti politikasına yansıması.İkincisi, 2002’den bu yana ana muhalefetpartisi olması sebebiyle iktidar partisindenfarklı bir söylem geliştirme isteği. Üçüncüsü,ABD’nin model ortaklık olarak Türkiye’yigöstermesi <strong>ve</strong> AB’nin bu çerçe<strong>ve</strong>dekirolünden CHP’nin duyduğu rahatsızlık.MHP’nin genel olarak “onurlu üyelik” sloganıçerçe<strong>ve</strong>sinde AB politikasını geliştirdiğinisöyleyen Ermağan’a göre bu partinin Türkçü<strong>ve</strong> Turancı ideolojik duruşu AB şüpheciliğininen temel sebebini teşkil ediyor. Buna ekolarak Kürt milliyetçiliğine Avrupa’nın<strong>ve</strong>rdiği destek <strong>ve</strong> muhalefet partisi olması daMHP’nin AB şüpheciliğinin diğer sebepleriarasında yer alıyor.Ermağan, “AB destekçisi” bir parti olaraktanımladığı AK Parti’nin içindeki ABşüpheciliğini ise, CHP’deki gibi konjonktüreldeğil, daha yapısal nedenlere bağlıyor:İslâmcı, muhafazakâr <strong>ve</strong> milliyetçidüşüncelerin varlığı. Ermağan’a göre, iktidarpartisi olarak AB’yi destekleyen AK Parti,önemli konularda bu şüpheci yaklaşımlarınetkisiyle eleştirel bir tutum takınabiliyor.Ermağan, konuşmasının son bölümündegenel olarak Avrupa’daki <strong>ve</strong> Türkiye’dekişüpheci argümanları sıraladı. Avrupabağlamında AB kurumlarının, AB üyesiülkelerin <strong>ve</strong> AB kamuoyunun farklışüphecilikler geliştirdiklerini dile getirdi.Kurumsal olarak, Türkiye’nin üyeliği içinyapılacak muhtemel bir referandumu,hazmedememe sorununu, Kıbrıs <strong>ve</strong> imtiyazlıortaklık gibi sorunları şüpheci argümanlararasında sıraladı. Üye ülkeler arasındaözellikle Almanya ile Fransa’nın şüpheciliğinedeğinen Ermağan, Angela Merkel ile NicolasSarkozy’nin farklı açılardan bu şüpheciliğibeslediklerini belirtti. AB kamuoyundada Hz. Muhammed’in karikatürleri <strong>ve</strong>Papa’nın Türkiye ile ilgili açıklamalarıözelinde görüldüğü gibi değişen tonlarda birşüphecilik olduğunu söyledi.Ermağan tarihî, siyasî, jeopolitik, iktisadî<strong>ve</strong> dinî argümanların Türkiye’de ABşüpheciliğini doğrudan etkilediğini ifade etti<strong>ve</strong> bu argümanları tek tek ayrıntılandırdı.Sonuçta Ermağan’a göre AB şüpheciliği,sadece bir iç sorun olarak değil, dışarının daetkisiyle şekillenen karşılıklı bir süreç olarakgelişti. Türkiye’deki şüphecilik, karşıtlıkile destekçilik yönünde değişen hareketlibir yapıya sahip olduğundan, bazenrasyonel bazen de oldukça duygusaltezlerle dile getirilegeldi.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM19


ilgiler <strong>ve</strong>rdi: “Türkiye 2023 vizyonuna uyanbir büyüme eğrisine sahip. Kriz sonrasındaşartların iyileşmesini bekliyoruz. Kamu maliyapısının yanı sıra düşük hane halkı borcu<strong>ve</strong> yüksek borç ödeme kabiliyeti, Türkiye’ninöne çıkan güçlü özellikleri; ancak yüksek cariaçık hâlâ büyük bir problem. Avrupa’daki krizbir müddet daha bu seyrinde devam ederseTürkiye cari açık problemini çözecek ya dahafifletecek yapısal değişiklikler için zamankazanabilir. Dış borç stokunda devam edenuzun vadeli yapı, kısa vadede ekonomiyeesneklik kazandırıyor.”Finansal sistemin ana oyuncusu olanbankacılık sektörünün durumunuda değerlendiren Özcan, son krizdesergilenen performansla bankaların yapısalsağlamlıklarını ispat ettiğini <strong>ve</strong> sektörünbüyüme potansiyeline sahip olduğunudüşünüyor. Önümüzdeki dönemdebankacılık sektöründe yaşanacak en önemlisıkıntıların, tahsili gecikmiş alacak miktarınınartması, banka mevduatlarının beklenendenaz büyümesi, öz kaynak kârlılığının öncekiyıllara nazaran azalması olacağını öngörüyor.Oturum başkanı Lokman Gündüz’ün“2008’de Amerika’da başlayarak küreselpiyasaları etkileyen Mortgage Krizi finansalbir krizdi; dolayısıyla 2001 Krizi’ndensonra finansal sektörü denetim altındatutan Türkiye, bu krizden doğrudanetkilenmemişti. Ancak Avrupa’daki krizreel sektörde başladığı için Türkiye’ye dereel sektör üzerinden yansıyacak.” diyereksözü <strong>ve</strong>rdiği Ahmet Çimenoğlu, AvroBölgesi Borç Krizi’nin Türk ekonomisine<strong>ve</strong> özel sektörüne ticaret <strong>ve</strong> finansmankanalından etkilerini değerlendirdi. Krizinticarî kanaldan etkileri konusunda şunlarısöyledi: “Ekim ayı <strong>ve</strong>rilerine göre Türkiye,dış ticaretinin %44’ünüAB ülkeleriyle yapıyor;dolayısıyla AB ekonomisindeyaşanan olumsuzluklarındış ticaretimize etkileriyadsınamaz. Ancak2009’da Avrupa ekonomisi%5 küçülürken 2012için bu küçülmenin%1 civarında olmasıbekleniyor. Avrupa’dakibu nispî iyileşmeyeistinaden krizin Türkiyedış ticaretine menfi etkilerinin azalacağınıöngörüyoruz. Avro Bölgesi’nde kontrolsüzbir iflas durumu yaşanmadığı müddetçeAhmet ÇimenoğluAvrupa’ya ihracatımızın devam edeceğinisöyleyebiliriz.”Çimenoğlu’nun daha önemli bir boyut olanfinansman kanalına ilişkin öngörüleri ise şuşekildeydi: “Finansman kanalında daha ziyadeyabancı yatırımcıların yaklaşımları belirleyicioluyor. Yabancı yatırımcılar, Avrupa’dakibankaların sermaye açığı sebebiyle AB’debilanço küçülmesi yaşanırsa, Türkiye’dekişirket <strong>ve</strong> bankaların Avrupa’dan finansmansağlamalarının zorlaşacağını <strong>ve</strong> bu nedenlebüyümenin ciddi oranda azalıp bir krize yolaçacağını öngörüyorlar. Ancak Türkiye’ninmevcut borcu ile borç ödeme kabiliyetimukayese edildiğinde bu senaryonunöngörüldüğü şekilde gerçekleşmeyeceğinisöyleyebiliriz. 2009-2010 dönemindeciddi bir eşik atlaması yaşandı, milli geliryükseldi, istihdam ciddi miktarda arttı,faizler tarihin en düşük seviyesinegeldi <strong>ve</strong> bu üçünün aynı dönemdeyaşanmasıyla tahminlerin üstündeKüreselAraştırmalarMerkeziKAM21


devlet bilançolarına geçti. Bu aşamadadevletlerin, mevcut durumu düzeltebilmekiçin ekonominin 20 trilyon dolarlık borcunuödemeleri gerekiyor; ama Türkiye’nin 5 yılboyunca üstü üste faiz dışı %5 fazla <strong>ve</strong>rerekyaptığını AB’de yapacak kimse çıkmadığı içinbu kriz çözülemiyor.Bana krizi sorduklarında ‘Bu kriz 15. yüzyılınilk yarısında başladı’ diyorum. Zira 15.yüzyıla kadar dünyanın iktisadî merkeziDoğu Akdeniz’di. Habsburg Hanedanı’nındâhil olduğu Yüz Yıl Savaşları neticesindemerkez, aralarında Portekiz, İspanya <strong>ve</strong>Fransa’nın olduğu Batı Akdeniz’e kaydı. 17.yüzyılda yaşanan Otuz Yıl Savaşları’yla OrtaAvrupa’ya, Napolyon Savaşları’nın akabinde19. yüzyılın başında Avrupa’dan Atlantik’ekaydı. İki dünya savaşının gerçekleştiği 20.yüzyıl, Amerika’nın doğuşuna <strong>ve</strong> Avrupa’nınbatışına sahne oldu. Bütün bu savaşlardanönce ciddi ekonomik krizler yaşandı. 2000-2010 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde Çindünyanın ikinci en büyük ekonomisi halinegelirken, en büyük ekonomiler listesindeBrezilya, Rusya <strong>ve</strong> Hindistan gibi ülkeler yeralmaya başladı. Bu kadar kısa bir sürede budenli büyük bir iktisadî güç kayması tarihinbaşka hiçbir döneminde yaşanmadı. Buda üzerinde durup düşünmemiz gerekenkonunun sosyopolitik yönü.”Turhan, konuşmasında Türkiye ile ilgili önemlibir probleme de dikkat çekti: “Türkiye’nin2002’den sonra potansiyel büyüme hızı%3-5’ten %5-7’ye çıktı <strong>ve</strong> ekonomide dahaaz yatırım oranıyla daha çok büyümeyaşandı. Ancak gelirlerin tüketici gü<strong>ve</strong>ninidestekleyecek ölçüde artış göstermemesi<strong>ve</strong> tasarrufun milli gelire oranının %12’yedüşmesi, yatırımların sürdürülebilirliğiaçısından önemli bir problem.”21 Aralık 20112011 Türk Dış PolitikasıDeğerlendirmesiDeğerlendirme: Mer<strong>ve</strong> Uğur & Hüseyin Ali UğurDünya gündeminin tarihte örneğine enderrastlanacak derecede hızlı değiştiği <strong>ve</strong> Türkdış politikasının temel parametrelerininsorgulandığı bir yılın ardından KüreselAraştırmalar Merkezi’nin düzenlediği“2011 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi”paneline ilgi yoğun oldu. Oturumbaşkanlığını KAM’ın koordinatörlüğünüyürüten İstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi öğretimüyesi Talha Köse’nin yaptığı panele,Habertürk televizyonu dış haberler müdürüCeyda Karan sağlık sorunları nedeniylekatılamazken, İstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesiöğretim üyesi Burhanettin Duran “ArapBaharı” ile birlikte Ortadoğu’da yaşanandönüşümü <strong>ve</strong> bunun Türk dış politikasınıngenel söylem <strong>ve</strong> pratiklerine etkilerini,İstanbul Kültür Üni<strong>ve</strong>rsitesi öğretim üyesiMensur Akgün Türkiye’nin Amerika <strong>ve</strong>Avrupa Birliği ile ilişkilerini, Radikal gazetesiyazarı Fehim Taştekin ise Türkiye’nin OrtaAsya-Kafkasya-Karadeniz havzası ülkeleri ileilişkilerini değerlendirdi.“‘Arap Baharı’ Bağlamında Dış PolitikadakiDönüşümü Anlamak” başlıklı konuşmasındaBurhanettin Duran, modern Ortadoğu’nunortaya çıkışında birçok kırılma anıyaşandığını, “Arap Baharı”nın bunlarınsonuncusu ancak belki de en önemlisiolduğunu belirterek sözlerine başladı.Halkların “ekmek, onur, hürriyet <strong>ve</strong>bu düzen yıkılısın” sloganlarıylabölgedeki tüm dengeleri yerindenKüreselAraştırmalarMerkeziKAM23


24KüreselAraştırmalarMerkeziBurhanettin DuranKAMoynattığı “Arap Baharı”nın ortaya çıkışını,otoriter yönetimlerin uyguladıkları liberalekonomi politikalarının iflasına <strong>ve</strong> dış politikaalanındaki lidersizlik sorununa bağladı.Duran, Ortadoğu’nun geleceğinin, özellikleüç bölge ülkesinin –İran, Suudi Arabistan<strong>ve</strong> Türkiye’nin– eylemleri <strong>ve</strong> birbirleriyleetkileşimlerinin yanı sıra, “bölgesel öteki”İsrail <strong>ve</strong> “bölge dışı öteki” ABD arasındakietkileşimlerle şekilleneceği görüşünde. Ayrıcabu dengenin “boşlukta kalan ayağı” Mısır’ınevirileceği yönün de bölgenin kaderinde etkiliolacağı düşüncesinde. Bu noktada Duran’ın,bölgenin geleceğine dair en kötü senaryonun,yani İran ile Suudi Arabistan’ın Şii-Sünnieksenli mezhepsel kutuplaşmayı kışkırtıcıyönde izledikleri politikaların, Türkiye-Mısır aksı tarafından delinmesi/bozulmasıgerektiği vurgusu önemliydi. Dış unsurlaragelince, Duran’a göre, İsrail’in Türkiye’ninGazze çıkışı ile başlayan yalnızlaşması “ArapBaharı”yla iyice belirginleşti. Türkiye-ABDilişkilerindeki İsrail parantezi ise kapandı;İsrail ile kötü olan ilişkilere rağmen “ArapBaharı” sürecinde Türkiye-ABD ilişkileri çokparlak bir dönemi yaşıyor.İran, Suudi Arabistan, Türkiye <strong>ve</strong> Mısır’ınkendi İslâm <strong>ve</strong>rsiyonları çerçe<strong>ve</strong>sindebölgede yeni milliyetçilik anlayışlarıüreteceklerini <strong>ve</strong> “Arap Baharı”nın yolaçtığı dönüşümden en fazla İslâmcıunsurların istifade edeceklerini öngörenDuran kritik bir soruyu gündeme getirdi:“Acaba yeni milliyetçilik <strong>ve</strong> milli menfaattanımlamalarıyla <strong>ve</strong> birbirleriyle yarışanİslâm anlayışlarıyla bu ülkeler arasındakirekabet bir gerilimi <strong>ve</strong> çatışmayı mıberaberinde getirecek, yoksa CemaleddinAfgani’nin öngördüğü gibi aralarında birişbirliği <strong>ve</strong> entegrasyon mu doğacak?”Duran’a göre bu sorunun ABD <strong>ve</strong> İsrail’inkonumu <strong>ve</strong> politikalarıyla birliktedüşünülmesi gerekiyor.“Arap Baharı” bağlamında Türk dışpolitikasını ele alırken Duran, son dönemdeözellikle Libya <strong>ve</strong> Suriye bağlamında izlenendış politikanın “komşularla sıfır sorun”ilkesine ters düştüğü yönündeki eleştirileride değerlendirdi. “Komşu ülkelerde mevcutyönetimler düşerken <strong>ve</strong> devrimler, iç savaşlar<strong>ve</strong> dış müdahaleler sözkonusuyken sıfır sorunpolitikasının siyasî anlamda yürütülmesimümkün değil” diyen Duran, öte yandanTürkiye’nin iktisadî <strong>ve</strong> diplomatik alanda sıfırsorun politikasından vazgeçmediğinin dealtını çizdi. Türkiye’nin son dönemde izlediğidış politikayı “kontrollü gerilim” olaraktanımladı <strong>ve</strong> sözlerini şöyle tamamladı:“Türkiye’nin dış politika alanında idealde‘sıfır sorun’ prensibini sürdürürken reelsiyasette ‘kontrollü gerilim’ yönteminiuygulayarak bölgesel liderlik yolundabaşarıya ulaşması mümkün.”“2011 Avro-Atlantik Hattında Türk DışPolitikası” başlıklı konuşmasının ilkbölümünde Türkiye-ABD ilişkilerinideğerlendiren Mensur Akgün, iki ülkeilişkilerindeki temel belirleyici faktörünOrtadoğu olduğunu vurguladı. 2011yılında ilişkilerin yeni bir boyuta ulaştığıtespitinde bulunan Akgün, bundaetkili olan faktörleri de sıraladı:(i) Ankara’nın hiç beklenmedikhamlelerinin Washington’ınTürkiye’ye yönelik bakış açısınıdeğiştirmesi (özellikle NATO füzesavunma sisteminin parçası


26KüreselAraştırmalarMerkeziKAMFehim Taştekinsöylemin bir an önce bırakılması gerektiğinisözlerine ekledi.Fehim Taştekin “Rusya’nın GölgesindeTürkiye’nin Avrasya Politikası”nıdeğerlendirdiği konuşmasına, Kafkasya, OrtaAsya <strong>ve</strong> Karadeniz havzasını tanımlarken“Avrasya” kavramının kullanılmasınaRusya’nın genişleme stratejisinin önemli birkonsepti olması hasebiyle karşı olduğunubelirterek başladı. Ardından Türkiye’ninbir Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya stratejisinin varolup olmadığını tartışmaya açtı. Taştekin’egöre, Kırım konusunda Ukrayna’yı, KuzeyKafkasya’da Rusya’yı, Abhazya <strong>ve</strong> GüneyOsetya konusunda Gürcistan’ı, Karabağ’daAzerbaycan’ı, Orta Asya’da Muhammed Salihkonusunda Özbek lideri <strong>ve</strong> Doğu Türkistan’daÇin’i gücendirmeme <strong>ve</strong> kızdırmamapolitikası, Türkiye’nin bölgeye ilişkin genelpolitikalarının temel taşlarını oluşturuyor.Türkiye’nin elini bağlayıcı bu kadar çokçekince alanının varlığı, bölgeye yönelikstratejik politikalar geliştirmesini engelliyor.Taştekin, Türkiye’nin Osmanlı’dan beribölgeye ilişkin stratejik bir politikasınınolmadığını, bölge ülkeleriyle ilişkileriniyüzeysel politikalarla geçiştirdiğini,unutma politikasıyla Orta Asya’yı Ruslarıninisiyatifine terk ettiğini düşünüyor. SovyetlerBirliği’nin yıkılmasının ardından Türkçümotiflerle bölgeye yöneliş ise, Taştekin’e***göre, Türk Cumhuriyetlerine <strong>ve</strong>rilen sözlerintutulmaması <strong>ve</strong> “büyük ağabey” Türkiye’niniktisadî açıdan bölgeye bir katkısınınolamayacağının anlaşılması üzerine hiçbirişe yaramadı. Ayrıca 1997’de Rusya’ylaimzalanan Mavi Akım doğalgaz anlaşması ilebirlikte Ankara, Kuzey Kafkasya’yı Rusya’nınegemenlik alanına terk etti.Taştekin, AK Parti’yle birlikte, siyasetalanında varolan dil <strong>ve</strong> ırk kardeşliğininyanına bir de din kardeşliği eklendiği,ancak şu ana kadar bunun ciddi politikalaradönüşmediği görüşünde. TİKA’nın bölgedetakdir toplayan önemli yatırımları <strong>ve</strong> benzeriolumlu adımlar ise Türk dış politikasınınbölgeye yönelik temel stratejisinideğiştirmeye muktedir değil.Taştekin Ermenistan ile 2008’de imzalanprotokollerin hayata geçirilmemesinide eleştirdi: “Ermenistan ile ilişkilerindüzelmesi Türkiye’nin Kafkasya politikasınıçok ciddi bir şekilde değiştirebilirdi. Ancakbunun gerçekleşmemesi <strong>ve</strong> Ankara’nıntüm yumurtaları Azerbaycan sepetinekoyması, bu ülkeyi olağanüstü önemli halegetirdi ki bu aslında içi boş bir stratejikdeğer. Yine bu nedenle Abhazya <strong>ve</strong> GüneyOsetya politikalarımız tamamen Gürcistan’aendekslenmiş durumda.”Son olarak Taştekin, Orta Asya’ya ilişkin şöylebir resim çizdi: “Bölgede varolan iki önemligüç, Rusya’nın yanı sıra 2001’deki Afganistanişgaliyle birlikte Amerika. Türkiye ise bu ikigüç arasında ABD’ye yakın durarak kendihareket alanını genişletmeye çalışıyor. RusyaBaşbakanı Vladimir Putin şu anda AvrasyaBirliği’ni kurmaya çalışıyor <strong>ve</strong> Türkiye’ninbuna <strong>ve</strong>rebileceği pek fazla yanıt yok.”Yaklaşık üç saat süren panelde, salt 2011yılında yaşanan gelişmelerden ziyade,dış politikanın ana konuları Ortadoğu,Avro-Atlantik hattı <strong>ve</strong> Avrasyabağlamında çok yönlü <strong>ve</strong> tarihsel birperspektifle ele alındı. Programakatılamayıp da merak edenler,panelin videosunu şu linktenizleyebilirler: http://bisav.org.tr/merkez.spx?module=panelayrinti&menuID=6_6&merkezid=6&panelid=44&icerikid=12


30MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMnokta buradadır. Bu geçişle birlikte, İbnSînâ’nın ikircikli dilinden kaynaklanan temelbir sorun ortaya çıkmaktadır. Zira filozofnefste anlamın oluşma sürecini anlatırkenbunu bir yandan “soyutlama” (tecrîd) olarakifade ederken, diğer yandan “feyz” ile izahetmektedir. İkincisi, ilkinden tamamen farklıolarak, “külli”nin dıştan soyutlanarak değil defaal akıldan feyz yoluyla geldiğini ifade eder.Bedenin nefse herhangi bir şey <strong>ve</strong>rmeyeceğisadece hazırlanmasını sağlayacağı kabulüylebirlikte düşündüğümüzde, Türker’e göre birsorun ortaya çıkmaktadır: Nefse herhangi birşey intikal etmiyorsa bu hazırlık ne anlamagelmektedir? Öyle görünüyor ki, nefsinhazırlanmasından anlaşılan soyutlamaylamüfekkire gücünün zir<strong>ve</strong>ye ulaşmasıdır.Bir diğer ifadeyle bunun anlamı, doğrudan<strong>ve</strong>hmin, nefsin tesiriyle yaptığı fiiller sebebiylenefiste bir tür “tanışıklık” oluşmasıdır.Söz konusu hazırlanmayı görünür bir şekildeanlatmak, Türker’e göre mümkün değildir.Çünkü nefste fiil durumu olmadığı gibi kuv<strong>ve</strong>durumunun da bulunması mümkün değildir.Nefis aklî olduğu için maddî anlamdabir kuv<strong>ve</strong>den de söz edilemeyeceğinden,onun hakkında sadece bir “imkân”danbahsedilebilir. Hazırlanmak, nefsin, <strong>ve</strong>hmintesiriyle yaptığı soyutlama işlevleri anlamınagelmektedir. Bu işlevler sayesinde nefis,hangi alanda ne kadar hazırlık yaptıysa küllîformu o kadarıyla idrak edecek bir tanışıklıksağlamaktadır. Mesela normalde varlık şartınıküllî olarak kavramak demek bütün âlemdekivarlığı kavramak demektir. Varlıkla ilgili herbirey soyut anlama sahiptir fakat metafizikçifilozof değildir. Çünkü insanlar <strong>ve</strong>himgücüyle yaptıklarıyla ne kadar şey idrakedebiliyorlarsa onun dışına çıkmaya el<strong>ve</strong>rişlideğillerdir. Vehim gücünü bu kadar önemlikılan şey, nefsin <strong>ve</strong>hme tesiridir. Nefis <strong>ve</strong>hmetesir etmeseydi, diğer hayvanlarda da <strong>ve</strong>himgücü olduğuna göre, insanın onlardan birfarkı kalmayacaktı. Bu nedenle İbn Sînâ’dametafizik bilginin kaynağı duyu organlarıdeğil onların sağladığı hazırlık sayesindeküllî/faal akıldır. Nefis “aklî” bir varlık olduğuiçin onun idrak ettiği şeyler de aklî olmalıdır.Bu noktada ortaya “zihnî varlık” meselesiçıkmaktadır: Zihnimizde bulunan anlamlarnasıl bulunmaktadır? Bunların zihindebulunmasının zihnin kemâliyle nasıl birilişkisi vardır? İbn Sînâ’ya göre anlamlarzihinde makul olarak bulunmaktadır. Bumakuller başlangıçta bütünlüklü mahiyetlerolarak düşünülebilir. Zihindeki varlık dıştakigereklere sahip değildir. İbn Sînâ gibi zihindevarlığı kabul eden filozoflar, anlamlar eğerdışta meydana gelirlerse, zihindeki anlamınta kendileri olarak meydana geleceğigörüşündedirler. Tümel kavramlarınbireylere yüklenmesinin dayanağını dabu zihnî varlık oluşturur. Mesela “Aliinsanlıkla nitelenmiştir” demek yerine, “Aliinsandır” denir. Diğer bir deyişle, “O, odur”yüklemesini yapabiliyoruz. Ali’de gerçekleşeninsanlık, zihindeki insanlık mahiyetinin takendisidir. Bu nedenle insan fertlerinintamamında gerçekleşen anlam bir tanedir.Hepimizde farklı farklı insanlık zatlarımevcuttur; fakat bu tek bir anlamdır.İbn Sînâ düşüncesinde nefsinhazırlanmasına, iç duyu organlarınınsoyutlama yapmasına zemin teşkileden de dönüşümlü olarak bu“zihnî varlık” düşüncesidir.


Kitabın birinci bölümündeki bu meselelerdensonra Türker, ikinci bölümde “nefsinbirliği” meselesini ele aldığını ifade etti. Bukonunun kitap içerisindeki önemi ise İbn Sînâdüşüncesinde nefsin başlangıcıyla kemâliarasındaki süreçte, ayrışmadan birliğe doğrugiden bir anlatımın varolmasıyla ortayaçıkmaktadır. Buna göre, nefis anlamları idrakettikçe kemâli artacaktır. Nefsin kemâl sahibiolması ise faal akıldan Tanrı’ya varıncayakadar üst ilkelere benzemesi demektir. Nefsinbütün gayesi, üst ilkesi olan faal akla benzemekolduğu için onun gayesinin yetkinliği de“basitlik” <strong>ve</strong> “birlik”e ulaşmaktır. Bunun içinnefsin sahip olduğu bilgiyle ittihat etmesigerekmektedir; bu da bilen, bilinen <strong>ve</strong> bilgininnefste tam bir birlik halinde olması demektir.Nefsin bütün gayesi bu olduğunu vurgulayankonuşmacı, İbn Sînâ’nın “süreçtekikemâl” <strong>ve</strong> “başlangıçtaki kemâl” diye ifadeettiği şeylerin böylece anlam kazandığınısöyledi. Zira bu felsefede, süreçte makulünbulunmasından nefsin makulü idraketmesinden bahsedilebilmekte fakat nefisbir kere makulü idrak edip müstefâd akıldüzeyine ulaştıktan sonra bilgiyle bilinenarasındaki ayrım ortadan kalkmaktadır.Bunun ilk-örneği, nefsin başlangıçtaki“kendilik bilgisi”dir. Nefsin gayesi, kendiliğinedair bilgisinin bütün bilgi formlarına, eşyayadair bilgisine de taşınmasıdır. Bedenin işlevide nefsin süreç halindeki kemâline aracılıketmesidir. Nefis nesneleri idrak eder, bunlarıngenelliklerini kavrar, bu hazırlıkla faal akıldangelen makullerle donanır. Türker, nefsinidrak ettiği makulle başlangıçta tam olarakittihat ettiğinin söylenemeyeceğini belirtti.Zira nefis, gelen makulü ancak hazırlıklıolduğu konuyla ilgili olarak kavrayabilir.Yetkinleşme sürecinde beden nefse engelolur; fakat nefis kuv<strong>ve</strong>den fiile çıkarılırsamüstefâd akıl seviyesinde olacağından, faalakıldan bilgi alarak eşyayı önceleyen birbilgi tarzına sahip olur. Burada artık nefis <strong>ve</strong>bilgi neredeyse “O, odur” denecek seviyeyeulaşır. Fakat yine de bu durum kendi içindebir “imkân hali” barındırmaktadır. Zira tambir birliğin olması için bedenle nefis arasındaölümle gerçekleşecek bir mufârakatınbulunması gerekmektedir. Bu gerçekleşirsenefis herhangi bir engel kalmadan üst ilkeyleirtibata geçeceğinden artık tamamıylabirliğe ulaşacaktır. Ölüm gerçekleşmediyse,“Neredeyse odur” diyeceğimiz bir birliğeulaşır. Metafizikçi dediğimiz insanlar da busüreci gerçekleştirmiş kişilerdir.Türker kitabın son bölümünde bu “birlik”ehangi yöntem kullanılarak ulaşılabileceğinianlattığını belirtti. İbn Sînâ felsefesi mantıkîkıyas formlarını kullanan “burhanî” birfelsefedir. Bu da istidlâl <strong>ve</strong> kıyas formlarınıkullanarak insanın eşya hakkında bilgi sahibiolup tümelleri idrak etmesi demektir. Türker,İbn Sînâ felsefesi hakkında yaptığı araştırmalarsonucunda, burhanî yöntemin tümellerinbilgisini kesin olarak <strong>ve</strong>receğinden İbnSînâ’nın epeyce “kuşku” duyduğunu <strong>ve</strong> onunaslında insanın istidlâl yoluyla metafizikçiolacağını kabul etmediğini düşündüğünüvurguladı. Bunun nefiste bir dayanağıbulunmaktadır. Yetkinleşme sürecindedaima istidlâl vardır; fakat nefis istidlâliaşan bir seviyeye ulaşmadıysa, başka birdeyişle kıyas formlarıyla düşünmektenkurtulmadıysa, İbn Sînâ’ya göreMedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM31


32MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMo asla metafizikçi değildir. Çünkü böylekalarak küllî olana ulaşılamaz. Küllî olanaulaşmak demek bir şeyi o şeyin duyulurformlarını kullanmadan bilmek demektir.Bu bir süreç olduğu için İbn Sînâ, felsefeninistidlâli kullanması gerektiğini düşünmektedir;fakat tek başına istidlâl yönteminin bir insanı“filozof” yapan külliliğe el<strong>ve</strong>rişli olmadığıkanaatini de taşımaktadır. Bu nedenle nefisbedenden öyle soyutlanmalıdır ki, doğrudanfaal akıldan suretleri almaya hazır halegelebilmelidir. Bu da “müşahede” yönteminiifade etmektedir.İbn Sînâ “müşahede”nin tamamlayıcı biryöntem olduğunu hatta bunun müstakilolarak Tanrı hakkında bilgiye ulaştıracağınıdüşünmektedir. Ancak müşahede istidlâldenayrı olarak ele alınırsa ayrıntıyı yok etmekte<strong>ve</strong> bu durumda bağımsız disiplinlerin ortayaçıkmasına fırsat <strong>ve</strong>rmemektedir. Böyle birneticeyi mündemiç olsa da metafiziktekiyakîni sağlayan tamamlayıcı unsur müşahedeyöntemidir. Bu yöntem burhan yöntemindenbağımsız olarak da böyle bir yakînegötürebilir fakat burhan yöntemi ayrıştırmayı<strong>ve</strong> tafsili <strong>ve</strong>rir. İbn Sînâ’nın mezkur yöntemibenimsediğini düşünen Türker, bu meseleyiçalışırken filozofun düaliter felsefesindenkaynaklanan birtakım sorunlar tespit ettiğinisöyleyerek, bunların sebebini de metafizikçiolanla olmayan arasında kapanmayacak olanbir mesafenin mevcudiyetiyle ilişkilendirdi.Zira metafizikçi olmayan kişi, istidlâlî birizah beklediği halde metafizikçi filozof onoktayı geçtiği için böyle bir izah mümkünolmayacaktır, dolayısıyla ortada izahı kabilolmayan şeyler kalacaktır.22 Ekim 2011Felsefe 19Davûd Kayserî’deVarlık, Bilgi <strong>ve</strong> İnsanSema Özdemir İmamoğluDeğerlendirme: Berra KepekçiSema Özdemir İmamoğlu, 2011 yılındaMarmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi SBE Tasavvuf <strong>Bilim</strong>Dalı’nda hazırladığı “Dâvûd Kayserî’de Varlık,Bilgi <strong>ve</strong> İnsan” başlıklı doktora çalışmasınıMedeniyet Araştırmaları Merkezi’nindüzenlediği Tezgâhtakiler toplantı dizisindesundu.İmamoğlu, Osmanlı döneminin ilk müderrisiolan Dâvûd Kayserî’nin İbnü’l-Arabî <strong>ve</strong>Fususu’l Hikem şarihi, vahdet-i vücudekolünün önemli temsilcisi, Fusus <strong>ve</strong> tasavvufkültürünü Osmanlı eğitim sürecine taşıyan enkilit isimlerden biri olduğuna dikkat çekerekbiyografik bilgilerini ana hatlarıyla ortayakoydu. Biyografisinde farklı bir malumataulaşılabilmek amacıyla hocası Urmevî’ninhayatını incelediğini belirten İmamoğlu,bu araştırmasından hocasının Mevlânâhayranı olduğunu, onun sohbetlerinekatıldığını <strong>ve</strong> ders <strong>ve</strong>rdiği Konya’dakiKaratay Medresesi’nde sema törenlerininyapıldığını anlattı. Bu bilgiler ışığındaKayserî’nin sadece Fususu’l Hikem<strong>ve</strong> İbnü’l-Arabî değil aynı zamandaMevlânâ’dan, Mesnevi’den <strong>ve</strong> bukültürden de istifade etmiş olmasıgerektiğini belirtti. İmamoğlu,


36MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMehmet Ali ÇalışkanMAMardından matematiksel yapısına değindi.Fiziksel gerçeklik bağlamında rastlantının,istatistiksel fizik <strong>ve</strong> kuantum rastlantısallığıiçinde incelendiğini belirten Çalışkan,istatistiksel fizikte her olgunun rastlantısalolduğunu, ama kendisini oluşturanunsurların çokluğundan ötürü de birorantısallığın doğduğunu ifade etti. Ona göre,nedenselliğin araştırılmasının üstesindengelinemediği için yirminci yüzyılınbaşlarından itibaren fizik giderek bir istatistikfiziğine döndü. Bu dönemlerde, istatistiktenfaydalanmanın sebebi olarak dahahassas ölçüm aletlerinin kullanılamamasıgösteriliyordu, fakat kuantum fiziği budurumu tamamen değiştirdi. Çünkü parçacıkseviyesindeki rastlantısallık gerçektenontolojiye kayıtlı bir rastlantısallıktır; diğer birdeyişle rastlantısal olduğu için rastlantısaldır.Bu yüzden, gerek atom-altı parçacıklarıngerekse atom-üstü yapının rastlantısallığıaçısından kuantum fiziği rastlantıyı mutlakbir koşul olarak gerçekliğin en temelineyerleştiren bir disiplin haline gelmiştir.Canlılık problemi açısından bakıldığındaise yirminci yüzyılın başında canlılıktakimetafiziği dışlamak için kullanılanbir terimken, son dönemlerde evrimemetafiziği da<strong>ve</strong>t eden bir boyut olarakrastlantının karşımıza çıktığını belirtenÇalışkan, evrimsel değişimin belirli birmantık çerçe<strong>ve</strong>sinde açıklanabilir <strong>ve</strong>makul bir rastlantıyla gerçekleşebilirbir şey olduğunu ifade etti. Evrimseldeğişimin gerçekleşmesi için en önemlişey materyalin kopyalanabilmesidir, yanibir önceki nesildeki kazanımın korunmasıgerekir. Bunun için de kendini kopyalayanyapılara ihtiyaç vardır <strong>ve</strong> bu yeteneğe sahipRNA’ların rastlantısal olarak oluşma ihtimaliise oldukça yüksektir.Çalışkan, bilimsel analizin üçüncübasamağında rastlantının matematikselbiçimini ele aldı. Rastlantısal bir sayınınmatematikte üretilemeyeceğini <strong>ve</strong>evrensel olarak hep aynı biçimde çalışanmatematiksel gidimde rastlantının mümkünolmadığını ifade eden Çalışkan, yüzyılınbaşında bütünüyle nedensel olduğudüşünülen fiziksel gidimin bir yanılsamaolduğu anlaşıldığında matematiğin fiziğintutarsızlıklarından arî mutlak hakikatadası olarak göründüğünü belirtti. Fakatbu yüzyılda “matematiksel doğru” dasorgulanmaya başladı: Matematiğintamamlanmış olarak tahayyül edilmesi,tutarsızlıklara neden olmaktadır. Tutarlı biryol izlendiği durumda ise matematiğin eksikolduğunu düşünmek gerekir. Matematiğineksik olduğunu kabul etmek, onun bir türlükuşatılamayan, sınırlarına ulaşılamayan <strong>ve</strong>büyüyen bir disiplin olduğunu kabul etmekdemektir. Matematiksel doğruları sorgulayanGregory Chaitin’in, matematiksel doğrularınmutlak bir neden olmadan yani rastlantı icabıdoğru olduğunu kanıtladığı makalesine atıftabulunan Çalışkan, rastlantısal başlangıçlarbir kere kabul edildikten sonra artıkdüzenli matematiksel gidimin aktığınıifade etti <strong>ve</strong> bunun en önemli örneğiolarak da fraktal geometriyi gösterdi.Yirminci yüzyıl pozitif evrengörüşünün, diğer muhtemelbiçimlerini reddederek evrenikatı bir nedenselliğin içinehapsettiğini ifade eden Çalışkan,


kuantum rastlantısallığının bu pozitifrüyadan uyanma sürecini hızlandırdığınıbelirtti. Bu paradigmaya göre atomaltında parçacıklar tekil olduğu için fizikkanunlarının da rastlantısal bir yapısıvardır. Örneğin, x parçacığının t anındakitekil davranışı nedenden yoksun ontolojikbir rastlantıdır <strong>ve</strong> belki de x parçacığının ydavranışı t anına kayıtlı bir fizik yasasıdır.Öyleyse suyun 100 dereceye kayıtlıkaynaması, tüm t anlarında tekrar tekrargözlenebilen tekil bir ontolojik rastlantıolarak değerlendirilebilir; çünkü onun atomaltıseviyedeki temeli rastlantıdır.Bu analizlerden yola çıkan Çalışkan,maddenin katı bir ontolojik gerçekliklesağlam <strong>ve</strong> sarsılmaz bir varoluşa sahipolduğunu savunan solidizmin pozitifgerçeklik görüşünün yirminci yüzyıldaçöktüğünü savundu. Buna göre, cisim artıkkatı bir gerçek değil, haricî bir gerçekliğingösterisidir <strong>ve</strong> bu da maddenin kendisindetanrısal bir varoluş gücü olduğunu gösterir.Haricî gerçeklikten bahsedilince kaçınılmazolarak bir metafizik alan açıldığını amabunun rasyonaliteden uzaklaşmak anlamınagelmediğini söyleyen Çalışkan, maddenintemelindeki zorunlu rastlantısallığın yaharici bir metafizik tarafından üretildiğinivarsaymak ya da rastlantısallığın oradakendiliğinden bulunduğunu savunmakdurumunda kaldığımızı belirtti <strong>ve</strong>bunun da metafiziksel bir açıklamaolduğunu vurguladı: Katı gerçeklik olarakdüşündüğümüz şey aslında bir takdim, birgösteridir <strong>ve</strong> bu bir inanış meselesi değil, birrasyonel çıkış yoludur.Son olarak, gerçekliğin felsefe-bilimselaçıdan analizine değinen Çalışkan,gerçekliğin yapısının göreceli, belirsiz,zorunsuz, süreksiz <strong>ve</strong> mekânsız/yersizolduğunu ifade etti. Ayrıca fizik, kendinedeğil sadece dünyaya yönelik bir açıklamaolduğu, diğer bir deyişle kendi kendisininnedeni olamadığı (kendi içinde kalarakkendisini açıklayamayacağı) için evren pozitifdeğildir. Dolayısıyla, evren için metafizik birkuşatılma söz konusudur. Evren sonludurama sınırsızdır, evrenin dışı yoktur. Evreninnedeni her ne ise, ontolojik olarak kendisinetemas edemez (ontolojik temassızlık).Evrenin sınırlarından sonra evrene ait birşey yoktur, yalnızca mutlak bir hiçlik vardır.Fakat yine de üreticisiyle evren arasındavaroluşu mümkün kılan pozitif <strong>ve</strong> aktif birilişki, yaratıcı bir temas olması zorunludur.Çalışkan, evreni dışarıdan kuşatan bumetafiziğin ancak beyin ile düşünce,kitap ile hikâye, bilgisayar ile algoritma/program arasındaki ilişkilere benzetilerekanlaşılabileceğini ifade etti.Bu koşullar bağlamında Çalışkan’a göreevren, kendisiyle ontolojik bir temasdurumunda olmayan bir metafiziğin/üstfiziğinyaratıcı-üretici eyleminin çıktısıdır.Bugün bu üst-fizik ile fiziksel gerçeklikarasındaki ilişkiyi tayin eden yeni bir lisanmodelolarak bazı algoritmik evren modelleri(hücresel otomatlar, kuantum bilgisayar,kombinatoryal fizik modeli) geliştirilmiştir.Böyle bir evren modelinin unsurları iseiç içe sistemler, algoritmik varolan,algoritmik nedensellik, algoritmik uzayzaman<strong>ve</strong> algoritmik perspektiftir.Çalışkan, bu perspektifi benimseyenbazı yaklaşımları özetleyerekkonuşmasını nihayete erdirdi.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM37


38MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM10 Aralık 2011<strong>Bilim</strong> 3Yeni İnsan:Kaderle Tasarım ArasındaDeğerlendirme: Özlem BildikNazife ŞişmanNazife ŞişmanTezgâhtakiler dizisinin Aralık ayındaki ikincitoplantısında Nazife Şişman son kitabı Yeniİnsan: Kaderle Tasarım Arasında üzerindenbir konuşma yaptı. Sunumuna Foucault’nunbir değerlendirmesi ile başlayan Şişman,onyedinci <strong>ve</strong> onsekizinci yüzyıllarda bedeneilişkin iki düzenleyici teknolojinin varlığındansöz etti: Bunların ilki, devletin hastane,hapishane <strong>ve</strong> işyerleri gibi ortamlardanüfusu gözetlemeye başlamasıdır.Modern dönemde yükselen ulus-devletinihtiyaçlarına uygun bir şekilde bedeninsosyalleştirilip bir gözetleme nesnesi halinegelmiştir. İkinci teknoloji ise biyo-iktidarkavramıyla ilişkilidir. Bu iktidarın, genelhatlarıyla doğum <strong>ve</strong> doğurganlık oranlarının,üreme <strong>ve</strong> yaşamanın devletin kontrolünegeçmesi şeklinde tanımlandığını <strong>ve</strong> bedenüzerinde bir tahakküm gerçekleştirmeklealakalı olduğunu söyleyen Şişman’a görehapishane, hastane <strong>ve</strong> işyerlerinde gelişenbu disiplin <strong>ve</strong> kontrolün arka planınıhazırlayan bir bilgi ağı mevcuttur. Bunagöre, biyo-iktidarın gelişmesi ile bu bilgiyiüreten disiplinlerin ortaya çıkış süreçleribirbirine paralel olarak gerçekleşmiş <strong>ve</strong>ulus-devlet de giderek bedenleri kontroleden bir sisteme dönüşmüştü. Fakat bugünartık yönetimin küresel düzeye yükselmesinedeniyle ulus-devletlerin bu tahakküm edicigücünün sorgulandığını hatırlatan Şişman’agöre bilginin üretimi, teknolojik buluşlar <strong>ve</strong>kapitalizm arasındaki bağlantı sayesindehücrelerin insan bedeni üzerinden finansaldolaşımı <strong>ve</strong> organ ticareti küresel düzeydesöz konusu olmaktadır.Şişman’a göre, Dünya Sağlık Örgütü gibibüyük organizasyonlar birtakım standartlargetirmekte <strong>ve</strong> bir sağlık tanımı yapmaktadır.Medyatik birtakım söylencelerle oluşturulanpazarlar, uluslararası tıp endüstrisi ileberaber bazı hastalıklar icat etmektedir.Kimilerinin makineye bağlı <strong>ve</strong> uzatmalıbir ömür yaşarken, kimilerinin basit<strong>ve</strong> tedavisi mevcut hastalıklardan <strong>ve</strong>yabesin yetersizliğinden ölmekte olduğu birdünyada, sağlık endüstrisinin <strong>ve</strong> gelişenyeni teknolojilerin insan oluş tanımımızınasıl etkilediği sorusunu gündeme getirenŞişman, biyo-teknolojiye bir şekilde muhatapolan insanın, hayat <strong>ve</strong> ölüm tasavvurundameydana gelen değişiklikler üzerindedüşünmesi gerektiğinin altını çizdi.Şişman, ölümün teknoloji <strong>ve</strong> tedavininbaşarısızlığıyla gelen, istenmeyen bir sonuçolarak algılandığını, doğum <strong>ve</strong> ölümünbütünüyle tıp kontrolünde tutulduğutıbbileştirilmiş bir hayatın yaşanıldığınıbelirtti. Popüler kültürde fetiş haline gelensağlık yaklaşımıyla birlikte sağlık, hayataanlamını <strong>ve</strong>ren şey olarak görülmekte<strong>ve</strong> “daha sağlıklı olma” çabası “dahaiyi insan olma” çabasının önünegeçmektedir. Tarih boyunca herzaman bir ölümsüzlük arayışıiçinde olan insanın bugün ölümü“bir gün çaresi bulunacak birhastalık” olarak algılaması artık


farklı boyuttaki bir ölümsüzlük talebinidoğurmaktadır.Sağlıkla ilgili herhangi bir uygulamayayöneltilen eleştirilerin genellikle duygusalaçıdan ele alındığına değinen Şişman, başkaherhangi bir alanda “bu teknoloji bizi nereyegötürür?” gibi sorular rahatça sorulabilirken,sağlık alanında rutin şekilde uygulanan organnakline yönelik bir eleştirinin çoğunluklainsanların sağlıklarını önemsememekşeklinde anlaşıldığını ifade etti. Günümüzdebilim <strong>ve</strong> teknolojinin ortaya çıkarabileceğifelaketlerin eleştirisi, nükleer enerji <strong>ve</strong> biyoteknolojiüzerinden dile getirilmektedir.Şişman, bu konuda iki hâkim yaklaşımdan sözedilebileceğini söyledi: <strong>Bilim</strong>in geldiği de factoteknolojik seviyeye tabi olmaktan başka çareolmadığı iddiasını barındıran birinci yaklaşım,bilimin, amacını kendi kendine tayinedebileceğini varsaymaktadır. İkinci yaklaşımise, bilimin <strong>ve</strong> bilimin ürettiği teknolojininamacını teoloji, felsefe ya da siyasetin tayinedebileceğini savunmaktadır. Bu doğrultudaFukuyama, biyo-teknoloji ile ne yaptığımızınteknokratik olarak belirlenmesinin mümkünolmadığını, bunun siyasî bir mesele olduğunuvurgulamaktadır. Meseleyi ahlâkî açıdanele almanın önemine dikkat çeken Şişman,de facto durumlara teslim olmayan yeni biranlayışın geliştirilmesi gerektiğini, bilim <strong>ve</strong>teknolojinin geldiği son noktanın tartışılmazolmadığını belirtti.Bu noktada, mutedil bir dili imkânsızkılan birtakım karşı-ütopyaların (dystopia)devreye girdiğini <strong>ve</strong> bunların meseleyieleştirmekten ziyade âdeta “gelecekteolacak olan budur” dediğini ifade edenŞişman, cyborgların <strong>ve</strong> hybridlerindeterminist bir tavrı beslediğini; bilimkurguile bilimsel tahayyül arasındaki ilişkininbu gözle de değerlendirilebileceğinibelirtti. Aydınlanmanın kartezyen mantığı,Şişman’a göre, bugünkü ırk <strong>ve</strong> cinsiyetayrımlarının da temelindeki mantıktır. Bucinsiyet ayrımcılığını aşmak için insanıniki cinsle bedenlenmesini aşacak bir yolbulmak gerekiyordu. Donna J. Haraway’incyborg ontolojisi (1985) böyle bir aşmayısağlayabilecek bir metafordu.Kültür <strong>ve</strong> doğadan uzak, bir sınırı <strong>ve</strong> tanımıolmadığı halde bir varlığa sahip olancyborg, Haraway’e göre, cinsiyet <strong>ve</strong> ırk gibiayrımların bedenlere işlendiği bu kurgudankurtulmanın bir yolu <strong>ve</strong> kartezyen mantığınsınırlarını aşmanın bir metaforudur. İnsanlar<strong>ve</strong> insan-olmayanlar arasında yeni bir dünyakurulabileceği yönünde ütopik bir yaklaşımısavunan Haraway, her ne olursa olsun buihtimali kartezyen düşüncenin ortaya koyduğuikili karşıtlıklara tercih etmektedir. Şişman’agöre, Haraway’in, bedenin sınırlılıklarınıaşmak için dijital <strong>ve</strong> medikal teknolojilerdenazami derecede istifade etmenin korkutucubir gelecek tahayyülü olmadığı görüşününardında, aslında insanın varoluşsal bir özününbulunmadığı fikri yer alır.Son dört yüzyılın Batı düşüncesinebakıldığında, “insan” tanımında çok ciddi birdeğişim <strong>ve</strong> dönüşümün yaşandığına dikkatçeken Şişman, günümüzde bu kavram ileartık hayvanlar âleminin en üst üyesi olanalelâde bir türün kastedildiğini <strong>ve</strong> böylebir tanımın, kültürümüzdeki “insan-ıkâmil” kavramından çok uzakta yeraldığını ifade etti. Beden üzerineyoğunlaşmaktan ziyade, bedeniterbiye ederek ruhu güçlendirmekşeklinde anlaşılan <strong>ve</strong> insanınMedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM39


Abdurrahman Aliyda diyalektik, etik, din felsefesi, felsefi teoloji,pedagoji, psikoloji, estetik <strong>ve</strong> siyaset felsefesisahalarına çok önemli katkılarda bulunmuşbir filozoftur. Onun teoloji sahasındaki enönemli eseri aydınlanmacı din anlayışınışiddetle eleştirdiği Din Üzerine Konuşmalaradlı eseridir. Ayrıca Berlin Üni<strong>ve</strong>rsitesiTeoloji Fakültesi’nin kurucusu da olanSchleiermacher, burada okutulacak müfredatıbelirlemiştir. Bugün Amerika’daki Protestanteoloji fakültelerinin neredeyse tamamı hâlâonun hazırladığı bu müfredatı esas almaktadır.Felsefe <strong>ve</strong> felsefe tarihi arasında yöntemsel birayrılık olsa da sistematik bir birlik olduğunudüşünen Schleiermacher, hermenötikyöntemini kullanarak Platon’un diyaloglarınıtarihlendirdiğini belirten Aliy, günümüzdede onun yaptığı bu tarihlendirmenin dikkatealındığını ifade etti. Din felsefesi sahasına daönemli katkılar yapan filozof, dini “mutlakbağlılık duygusu” olarak tanımlamış,bu sebeple Hegel’in yoğun eleştirilerinemaruz kalmıştır. Aliy’e göre, Marks-Engelsçizgisindeki materyalist din eleştirisi deaslında Schleiermacher’in din felsefesialanındaki görüşlerini hedef almaktadır.Aktif olarak siyaset yapan filozof, siyasetfelsefesiyle, özellikle de “devletin kuruluşu”meselesiyle ilgilenmiş <strong>ve</strong> bu konuda ilerisürülen bütün klasik teorileri eleştirereksosyalleşme <strong>ve</strong> devletleşmenin aynı şeyolduğunu, dolayısıyla bu konuda özel bir teorigeliştirilemeyeceğini vurgulamıştır.Konuşmanın ilerleyen kısımlarındaSchleiermacher’in hermenötiğin birkurucusu değil ancak çok önemli birtemsilcisi olduğunu vurgulayan Aliy, onunbu sahadaki önemini şu sözlerle açıkladı:“Schleiermacher’in hermenötik tarihindekiönemi, çoğu araştırmacının kabul ettiğiüzere, onu yalnızca teoloji, filoloji <strong>ve</strong>hukuk felsefesine bağlı özel bir hermenötikolmaktan çıkararak genel bir hermenötikbilim haline getirmesinde aranmalıdır.”Nitekim Schleiermacher’e göre hermenötiğinasıl meselesi de “anlama praksisi için bilimselbir teori geliştirmek”tir.Schleiermacher hermenötiği “birkonuşmanın ya da metnin mükemmel birbiçimde anlaşılmasını hedefleyen <strong>ve</strong> bizeyabancı olan bir konuşmanın anlaşılmasınıkonu edinen bir sanat öğretisi ya da sadecebir tekniktir” şeklinde tanımlamıştır.Aliy’e göre burada önemli olan noktametinle konuşma arasında bir ayrımyapılmamasıdır. Nitekim Schleiermacherİncil’i de bir konuşma olarak değerlendirmiş<strong>ve</strong> hermenötik yöntemi İncil’e deuygulamıştır. İncil’deki ayetleri tek tekele alıp bağımsız sözler olarak anlamayaçalışan filozof, daha sonra bütün İncil’indökümünü yaparak bu ayetleri bütün içinenasıl yerleştirebileceğini düşünmüştür. Buçalışmaların neticesinde Schleiermacher,İncil’de yer alan dört adet mektubun sahteolduğunu iddia etmiştir.Son olarak Schleiermacher’in, yorumlamayöntemlerini birbirini tamamlayan “gramatik,komperatif, objektif” <strong>ve</strong> “psikolojik, sezgisel,subjektif” şeklinde iki kola ayırdığını ifadeeden Aliy, bu iki yaklaşımdan ilkinin diledebiyatkurallarıyla sınırlı olup özdeşaklın bildirimlerini açıklamayı, diğerininise yazarın ufkuyla birleşip bireyselolan konuşmayı yeniden kurmayıamaçladığını vurguladı. Aliy’inkonuşmasının ardından toplantıkatılımcıların sorularıyla devam etti.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM41


SAM Kırkambar Tez/SohbetBir Sebk-i Hindî ŞairiOlarak Şevket-i Buharî <strong>ve</strong>Osmanlı Şiirine Etkisi13 Ekim 2011Değerlendirme: Kadir TurgutTurgay ŞafakTurgay Şafakİstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nden mezun olduktansonra doktorasını 2007 yılında TahranÜni<strong>ve</strong>rsitesi Fars Dili <strong>ve</strong> EdebiyatıBölümü’nde “Tashih-iİntikadî-yi Divan-ı Şevket-i Buharaî” başlıklıteziyle tamamlayan Turgay Şafak, Şevket-iBuharî’nin Osmanlı şiiri üzerindeki etkisihakkında konuştu. Tezini üç bölüm halindesunan Şafak, birinci bölümde genel olarakedebiyatta üsluplar <strong>ve</strong> Fars edebiyatıtarihinde üslupların gelişimi hakkında bilgi<strong>ve</strong>rdikten sonra, sebk-i Hindî (Hint üslubu)üzerinde durdu.Edebî ekol ya da yaklaşım anlamındakullanılan sebk kelimesi, Fars edebiyatındabir kişinin üslubundan çok uzun yıllarboyunca devam eden bir edebi anlayışı ifadeetmektedir. Fars edebiyatı ilk eserlerini <strong>ve</strong>ripklasik bir edebiyat olarak varolduğundan beribazı dönemlere ayrılarak incelenmektedir.Çoğunlukla coğrafî bölge isimleriyleanılan bu dönemler aynı zamanda bir<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMSAM Yuvarlak Masa ToplantılarıKIRKAMBAR SOHBETBir Sebk-i Hindî Şairi Olarak Şevket-i Buharî Turgay Şafak • 13 Ekim 2011<strong>ve</strong> Osmanlı Şiirine EtkisiMevlevîhânelerde <strong>Sanat</strong> Eğitimi Safi Arpaguş • 27 Ekim 2011Dün - Bugün İstanbul Bienalleri Zeynep Gökgöz • 1 Kasım 2011KLASİK TÜRK EDEBİYATI KONUŞMALARIBir Mecmua Ekseninde Kültürümüzde Murat Ali Kara<strong>ve</strong>lioğlu • 17 Kasım 2011Mecmua DerleyiciliğiKlasik Türk Edebiyatında Bir Otobiyografi Vildan Serdaroğlu Coşkun • 22 Aralık 2011Örneği: SergüzeştnâmFOTOĞRAF NEYİ ANLATIR?Siyah Beyaz Fotoğraf: Mehmet Kısmet • 28 Ekim 2011Karanlık Odadan DijitaleTürkiye’de Basın Fotoğrafçılığı Selahattin Sevi • 28 Kasım 2011TÜRKİYE’DE SİNEMA DERGİCİLİĞİ SÖYLEŞİLERİSonsuz Kare Örneği Mesut Uçakan • 10 Aralık 2011GEZİGüncel <strong>Sanat</strong> GezileriRumeysa Kiger6 Ekim 2011 Garajistanbul ; 8 Ekim 2011İstanbul Modern; 12 Ekim 2011 Pilot Galeri;11 Aralık 2011 Borusan Contemporary PeriliKöşk; 11 Aralık 2011 Yedi Yeni İş Sergileri;22 Aralık 2011 Hayal <strong>ve</strong> Hakikat SergisiTOPLANTI DİZİSİModernizm, Postmodernizm <strong>ve</strong> Küresellik Beral Madra • 2, 9, 16 2011;Bağlamında Görsel <strong>Sanat</strong> <strong>ve</strong> Kültür Toplantıları 24, 31 Aralık 2011PANELSadeliğin Derinliğinde Ö. Lütfi Akad Sineması 24 Aralık 2011OKUMA GRUBUEdebiyat <strong>ve</strong> İktisat Okuma Grubu Mustafa Özel • Ekim 2011(İki haftada bir Cumartesi)Çocuk Edebiyatı Okuma Grubu Melike Günyüz • Ekim 2011(İki haftada bir Salı)ATÖLYELERHayal Perdesi Film Atölyesi, Yapım 2011-2012 Murat Pay • Aralık 2011(her Cuma)Hayal Perdesi Film Atölyesi, Yazım 2011-2012 İhsan Kabil • Aralık 2011(iki haftada bir Çarşamba)Hayal Perdesi Film Atölyesi Kademe Çalışması Murat Pay • Kasım 2010 (her Perşembe)2010-2011Senaryo Atölyesi Gökhan Yorgancıgil • Kasım 2011(her Cumartesi)<strong>Sanat</strong> Tarihi Atölyesi Nur Kançal, Ayşe Taşkent • Aralık 2010(iki haftada bir Cuma)Şiir Atölyesi Lütfi Şen • Ekim 2011 (her Cumartesi)Kuramlara Osmanlı Edebiyatından Bakmak Berat Açıl • Kasım 2011Atölyesi(iki haftada bir Cumartesi)İslâm Düşüncesi <strong>ve</strong> Şiir Zeynep Gemuhluoğlu • Kasım 2011(iki haftada bir Çarşamba)“Fotoğrafın Dili Üzerine” Fotoğraf Kamil Fırat • Aralık 2011Okuma Atölyesi(İki haftada bir Perşembe)Müzik Odası Atölyesi Yalçın Çetinkaya • Aralık 2011(iki haftada bir Cumartesi)


Buhârî bir saray şairi olmamış, şiirlerindeŞia inancının kutsal saydığı on iki imamdışında kimseyi övmemiştir. Kendisinin derint meşrep, dünyadan va-reste <strong>ve</strong> cünûnhalli olduğu kaynaklarda bahsedilmesindenbaşka bir kısım şiirlerinden deanlaşılmaktadır.Şevket-i Buhârî, İran’da yaşamış Farsedebiyatının önemli şairlerinden biriolmasına karşın İran dışında daha çoktanınıp takip edilmiştir. Farsça konuşulanAfganistan <strong>ve</strong> Tacikistan dışında Hindistan,Pakistan <strong>ve</strong> Türkiye’de de oldukça ilgi <strong>ve</strong>takdir görmüştür. İran’daysa hakkındaneredeyse hiç çalışılmamış <strong>ve</strong> bir şairolarak da tanımamıştır. Bunun nedenimuhtemelen idelolojik/milliyetçi yaklaşımolmalıdır. Turgay Şafak, kendisinindoktora tezi içerisinde hazırladığı Şevket-iBuhârî’nin divanının Topkapı Sarayı <strong>ve</strong>Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunannüshalarına dayanarak yaptığı tenkitlimetninden seçtiği yukarıda bahsi geçenhususlara ışık tutacak beyitlerden okuyuptercümelerini de <strong>ve</strong>rdi.Şafak sunumunun son bölümünde iseŞevket-i Buhârî’nin Türk edebiyatına etkisinedeğindi. Şafak’a göre, Şevket-i Buhârî, Türkedebiyatında birçok kişiye etki etmiştir.Bunlar içerisinde hem etkisinin büyüklüğühem de Şevket-i Buhârî’den etkilendikleriniaçıkça ifade etmeleri bakımından ŞeyhGalib <strong>ve</strong> Arpaeminizâde Sâmî önemlidir.Şeyh Gâlib’in “Merd ana dinür ki aça nevrâh”mısraıyla ifade ettiği “şairin yenilikgetirmesi gerektiği düşüncesi” aslında Hintüslubunun genel anlayışını yansıtmaktadır.Gâlib bir başka şiirinde de Türk edebiyatında“Şevket-vârî” şiiri kendinin başlattığınısöylemektedir. Gerçekten Şeyh Gâlib’inşiirleri incelendiğinde ince hayal <strong>ve</strong> yenimânâ için uğraştığı görülür. Yine bu şiirlerincelendiğinde Şevket-i Buhârî başta olmaküzere Hint üslubu şairlerinin mazmunlarınıandıran çokça ifadeyle karşılaşılır.Arpaeminizade Sâmî de Şevket-i Buhârî’yitakip eden <strong>ve</strong> ondan doğrudan etkilenen birbaşka şairdir. Şiirlerinde Şevket-i Buhârî’ninmazmunlarının yansımaları görülür.Ayrıca, Hint üslubunun Türkiye’dekitemsilcisi sayılan Koca Ragıp Paşa’nın daSâib-i Tebrîzî yanında Şevket-i Buhârî’yide takip ettiği anlaşılmaktadır. AyrıcaŞafak, Şevket-i Buhârî’nin şiirlerine iki şerhyazıldığını belirtti. Bu şerhlerden birisiniMolla Murad <strong>ve</strong> diğerini ise MuhammedHakîm yazmıştır. Molla Murad’ın yazdığıŞevket-i Buhârî’nin kasideleri üzerinedir <strong>ve</strong>basılmıştır (İstanbul, 1291).Konuşmasının sonunda kendisine yöneltilensoruları cevaplayan Turgay Şafak, Şevket-iBuhârî’nin Farsça konuşulan Afganistan<strong>ve</strong> Tacikistan’da oldukça iyi bilindiğini,şiirlerinin ezberlendiğini ifade etti. AyrıcaTürk edebiyatında, Şevket-i Buhârî’ninokunup takip edilmesinin Fars edebiyatıkonusunda da oldukça yerindedeğerlendirmeler yapıldığını gösterdiğinibelirtti.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM45


46<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM27 Ekim 2011Değerlendirme: Volkan YahşiSafi ArpaguşMevlevîhânelerde<strong>Sanat</strong> EğitimiSafi Arpaguş<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı <strong>Sanat</strong> AraştırmalarıMerkezi Kırkambar Sohbet etkinliğikapsamında Ekim ayında Doç. Dr. SafiArpaguş ile “Mevlevîhânelerde <strong>Sanat</strong>Eğitimi” üzerine keyifli <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rimli bir sohbetgerçekleştirdik. Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Temelİslâm <strong>Bilim</strong>leri Bölümü, Tasavvuf AnabilimDalı öğretim üyesi olan Arpaguş 1994 yılındaAziz Mahmud Hüdâyî’nin Nasâyıh <strong>ve</strong> Mevâizisimli eseri üzerine yaptığı çalışma ile yükseklisansını; 2001 yılında “Mevlana’nın DinîAnlatım Metodu” isimli tezi ile de doktorasınıtamamladı. 2002-2003 yıllan arasında biryıl İngiltere’de alanıyla ilgili araştırmalarda,2010 yılında ise kısa bir süre Suriye’de (Şam)bulundu. Hâlen Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesiİlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı olanDoç. Dr. Safi Arpaguş’un tasavvuf, Mevlânâ<strong>ve</strong> Mevlevîlik üzerine akademik çalışmalarıdevam etmektedir.Oldukça <strong>ve</strong>rimli geçen toplantıda Arpaguşöncelikle sanat eğitiminin tasavvufeğitiminin bir parçası olarak okunmasıgerektiğini, tasavvuf eğitiminin, insanmerkezli <strong>ve</strong> insanı maddî <strong>ve</strong> manevîolgunlaştırma amacında olduğunu vurguladı.Bu minvalde mevlevîhânelerde dervişyetiştirmek bir sanat olarak görülmekteydi.Balçıktan yapılan seramik metaforundada billurlaşan bu şiar Hz. Mevlana’nınMesnevî’sinde de genişçe yer bulmaktadır.Arpaguş’a göre mutlak güzelliğin bir tecellisimeyanında sanat, sufiler için ekmel birmürebbi konumundadır. Bu mânâda aşk,iman <strong>ve</strong> edebin bir yansıması olarak şiir,musiki, hat, ebru <strong>ve</strong> diğer klasik sanatlarınyanı sıra Mevlevîlikte tekkelerde müridana<strong>ve</strong>rilen mutfaktan meydancılığa 18 ayrıgörev inanç <strong>ve</strong> amel bağını da sağlamaktadır.Özelde Mevlevîlikte genelde ise hemenhemen tüm tasavvuf ekollerinde İslâm’ınçalışmaya <strong>ve</strong>rdiği önemin bir yansımasıolarak müridan geçimini sağlayacak bir işlemeşgul olmalı idi. Bu sayede inanç <strong>ve</strong> amel,mânâ <strong>ve</strong> madde birlikteliği sağlanmaktaydı.İncelmiş olan estetik algılar kuyumculuk,hattatlık, çilingirlik, marangozluk,kalemtraşçılık, oymacılık, tesbihçilik gibibirçok zanaat branşına aksetmekteydi.Arpaguş’un vurguladığı üzere sanat <strong>ve</strong>zanaat, duygu, düşünce <strong>ve</strong> amel birliğinisağlayarak ruhlara sekinet, safa <strong>ve</strong> beka hissi<strong>ve</strong>rir; güzeli öğretir; bedii zevkleri geliştirir;iç dünyayı incelterek hayata güzellikle örülübir kıvam <strong>ve</strong>rir. Bu yönüyle dinî hayatı canlıtutup ruhun madde üzerinde hakimiyetinisağlar, nefsanî meyilleri tasfiye edereknefs <strong>ve</strong> irade terbiyesinde mühim bir roloynar.Mevlevîhânelerde her müridinyeteneğine, meşrebine <strong>ve</strong>muhabbetine uygun bir sanatayöneltilmesi, şiir <strong>ve</strong> musikiile nefsin terbiye edilmesi


gelenekselleşmişti. Bu minvalde maddeten<strong>ve</strong> manen boş <strong>ve</strong> atıl kalınması kat‘i surettemen edildiğinden mevlevîhâneler bir ocakhüviyeti kazanmışlar; pek çok zanaatkarınyanı sıra büyük şairler, musiki üstadları,hattatlar çıkarmışlardır. Şiirde Şeyh Galib,Esrar Dede, III. Selim, Mustafa Sakıb Dede,Hasan Nazif Dede, Konyalı Şem’i, LeylaHanım, Veled Çelebi İzbudak, AhmedRemzi Akyürek, Tahirü’l Mevlevî <strong>ve</strong> AhmedAvni Konuk… Musikide Hammamizadeİsmail Dede Efendi, Zekai Dede, Itri, NayiOsman Dede, Köçek Mustafa Dede <strong>ve</strong> dahapek çok ismi saymak mümkündür. YineMehmed Sadık, M. Zekai Dede, HasanLeylek Dede, Said Dede, Hasib Dede <strong>ve</strong>Hüsnü Yusuf Bey gibi hattat <strong>ve</strong> kalem ehlide Mevlevî sanatkarlardandır. Örneğinsadece Galata Mevlevîhânesi, dörtyüz otuzyıllık hizmeti süresinde yetmiş kadar divansahibi şair yetiştirmiştir. Arpagaş’un dason olarak vurguladığı gibi, Mevlevîlik 700yıldır saraylardan en ücra kasaba köşelerinekadar toplumun pek çok kesimiyle sıkı birilişki içinde olmuş, ciddi bir disiplin içinde<strong>ve</strong>rilen din, dil, edebiyat, musiki, kültür <strong>ve</strong>sanat eğitimiyle birer kültür merkezi; ilim,irfan <strong>ve</strong> terbiye mektebi; birer akademi <strong>ve</strong>konservatuar niteliği taşımış; büyük edip,şair, mesnevihan, mütefekkir, musikişinas,ressam, hattat, nakkaş <strong>ve</strong> el sanatkarlarıyetiştirmiştir.SAM Klasik Türk Edebiyatı Konuşmaları17 Kasım 2011Bir MecmuaEksenindeKültürümüzdeMecmuaDerleyiciliğiMurat AliKara<strong>ve</strong>lioğluDeğerlendirme: Turgay ŞafakMurat Ali Kara<strong>ve</strong>lioğlu<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi tarafından Ekimayında başlatılan “Klasik Türk EdebiyatıKonuşmaları” dizisinin ilk konuğu İstanbulÜni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili<strong>ve</strong> Edebiyatı Bölümü öğretim üyelerindenYrd. Doç. Murat Ali Kara<strong>ve</strong>lioğlu’ydu.“Bir Mecmua Ekseninde KültürümüzdeMecmua Derleyiciliği” başlıklı konuşmasınınbaşında halen üzerinde çalışmakta olduğuMecmua-i Kasaid-i Türkiyye adlı eseri niçintercih ettiğinden bahseden Kara<strong>ve</strong>lioğlu,mecmuaların klasik edebiyat çalışmalarındalâyık olduğu derecede ilgi görmediğinedeğindi. Daha sonra da mecmuanın edebîbir terim olarak tanımını yaptı: “Aynışairin <strong>ve</strong>ya başka başka şairlerin çeşitlinazım biçimlerinde yazmış olduğuşiirlerin belirli kıstas <strong>ve</strong> ölçüleriçerisinde bir araya getirildiği geneleserler.” Konuşmasının devamındamecmuaların sadece edebi ürünlerin<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM47


48<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMderlendiği eserler olmadığını bunun dışındafetva mecmuaları, hadis mecmuaları gibifarklı mecmualarla da karşılaşılabileceğindenbahseden Kara<strong>ve</strong>lioğlu, mecmuaları derleyeninsanların sıradan insanlar olmadığını; bellibir zevk-i selim sahibi, derin bir edebiyatbilgisine sahip olan, <strong>ve</strong>zin ile imlayahâkim kimseler olduğunu belirtti. Ayrıcamecmuaların basit bir he<strong>ve</strong>s ile meydanagelmiş bir çalışma olmayıp uzun yıllarnotlar alınarak meydana geldiğine, mecmuaderleyicisi müellif kendisi olmadığı içingenellikle imza atmadığına <strong>ve</strong> mecmuaderlenirken belli kıstaslara uyma mecburiyetiolduğundan bahsetti.Konuşmasında farklı edebiyat otoritelerininmecmua tanımlarına yer <strong>ve</strong>ren Kara<strong>ve</strong>lioğlu,Ali Canip Yöntem’in mecmuanın gelişigüzelhazırlandığına dair görüşünü eleştiripbunun böyle olmadığını örneklerle açıkladı.Mecmuaların çok çeşitli türlerinin olduğunadeğinen Kara<strong>ve</strong>lioğlu, Agâh Sırrı Le<strong>ve</strong>nt’inyaptığı mecmua tasnifini esas alarak mecmuatürlerini şöyle sıraladı: Nazire mecmuaları,şiir mecmuaları, konu birliği olanmecmualar, tanınmış kişilerin eserlerindenyapılan mecmualar.Konuşmasının ikinci bölümündemecmuaların önemine değinen Kara<strong>ve</strong>lioğlu“Şairin divanına girmemiş şiirler bumecmua içinde yer alabilir. Bunun sebebişairin divanını tertip ettikten sonra da şiirleryazması <strong>ve</strong> divanını yeniden düzenleyiptertip etmeye ömrünün <strong>ve</strong>fa etmemesiolabilir” dedi. Ayrıca mecmuaların“Derleyenin edebi zevk sahibi olmasısebebiyle dil, imla <strong>ve</strong> edebi açıdan katkılarsağladığını; şair tezkirelerinde dahiadına rastlanmayan şairlerin adlarınamecmualardaki küçük bir kayıtla dahi olsarastlanabileceğini <strong>ve</strong> bunun edebiyat tarihiçalışmalarına çok önemli katkı sağladığınıbelirten Kara<strong>ve</strong>lioğlu, mecmualarınaynı mahlası kullanmış şairlerin ayırtedilmesinde de oldukça faydalı kaynaklarolduğunu dile getirdi. Kara<strong>ve</strong>lioğlu’nundeğindiği bir diğer önemli nokta da kayıpeserlerin mecmua içinde bulunabilmesiydi:“Kaynaklarda adını bildiğimiz ama ortadaolmayan bir eser bir mecmua içindeçıkabilmektedir. Mesela Ahmed Fakih’inÇarhnâme’si Hacı Kemal’in derlemiş olduğuCâmiü’n-nezâir içinde bulunmuştur.”Konuşmasını mecmuaların bir türüolarak kabul edilen nazire mecmualarınadeğinerek sürdüren Kara<strong>ve</strong>lioğlu nazireyazma geleneğine dair de bazı bilgiler<strong>ve</strong>rdi: “Nazireler bazen şairin beğendiği,sevdiği kendinden önce yaşamış şairlerinşiirlerine bazen aynı dönemde yaşayanşair arkadaşına jest maksadıyla bazen demeydan okuma amacıyla yazılmakta <strong>ve</strong> dahaçok edebiyat mahfillerinde okunmaktadır.Nazire yazılırken dikkat edilmesi gerekenen önemli kıstas konu bütünlüğü olup birmersiyeye nazire yazılacaksa mersiye olarakyazılmasıdır. Yine aynı şekilde nazımşekli açısından da bütünlük olmalıdır.Divan edebiyatında en bilinen naziremecmuaları ise şunlardır: Ömer b.Mezid, Mecmûatü‘n-nezâir; EğridirliHacı Kemal, Camiü’n-nezâir;Edirneli Nazmi Mecmeu’n-nezair;Pervane Bey, Mecmua-i nezair.”


Kara<strong>ve</strong>lioğlu konuşmasının son bölümünüSüleymaniye Esad Efendi 3418 numaradakayıtlı Mecmua-i Kasaid-i Türkiyye adlı esereayırdı. Mecmuanın teknik özelliklerindenbahsettikten <strong>ve</strong> mecmuayı hazırlarken karşılaştığısorunlar <strong>ve</strong> çözüm yollarına dair takipettiği metodu dinleyicilerle paylaştıktan sonraprogram soru-cevap faslıyla sona erdi.Klasik Türk EdebiyatındaBir Otobiyografi Örneği:SergüzeştnâmeVildan Serdaroğlu Coşkun22 Aralık 2011Değerlendirme: Mustafa Özağaç“Klasik Türk Edebiyatında Bir OtobiyografiÖrneği: Sergüzeştnâme” başlıklı sunumuylaVildan Serdaroğlu Coşkun, “Klasik TürkEdebiyatı Konuşmaları” program dizisininikinci konuğuydu. Coşkun, henüz baskıdaolan Sergüzeştüm Güzel Hikâyetdür, DivanEdebiyatında Otobiyografik Bir Eser: Za’îfî’ninSergüzeştnâmesi isimli kitabını bizlerlepaylaştı. Bu kitapta nelerin yeni olduğunu,kitabın eski edebiyat sahasına neler kattığını<strong>ve</strong> bu kitaba neden ihtiyaç duyulduğunuaçıklayarak konuşmasına başlayan Coşkun,mevcut literatüre metodolojik <strong>ve</strong> içerik olarakbir katkı sağlamayı amaçladıklarını belirtti.Genelde yapılan çalışmalarda metin neşri ilebirlikte şairin hayatı <strong>ve</strong> eserleri incelenirken,burada sergüzeştnâmenin ne olduğunun,niçin sergüzeştnâmeye ihtiyaç duyulduğununizahının yapıldığını; eserin içindeki tarihî <strong>ve</strong>tasavvufî yönlerin ayrı ayrıele alınarak teorik bağlamdaincelendiğini dile getirdi.“Divan şiirinde şair,okuyucuya genellikle‘kendisi’ olarak görünmez.Şairin varlığı tecrit sanatı<strong>ve</strong>ya üçüncü şahıs kis<strong>ve</strong>sialtında <strong>ve</strong> hep mahlaslarladır.Sergüzeştnâme türündekieserlerde ise durumtamamen aksinedir.Sergüzeştnâmelerde şair kendisi olarakgörünmekle kalmaz, şahsî hayatı hakkındakiönemli bilgileri de ilk ağızdan paylaşır.”Coşkun’un kitabında incelediğisergüzeştnâme, 16. yüzyılda bürokrat birşairin kendi kaleminden çıkmış olan, dil <strong>ve</strong>muhteva olarak o döneme ait pek çok yönütaşıyan önemli bir eserdir. Belli orandatarihî <strong>ve</strong> tasavvufî bilgiler içermesi, eserideğerli <strong>ve</strong> önemli kılan özelliklerdendir.Bir yanda maişet kaygısı çekip öte yandamüderris olmak <strong>ve</strong> mansıb elde edebilmeuğruna hayat-bürokrasi-patronaj ağı içindemücadele <strong>ve</strong>ren müderris bir şairin şahsî<strong>ve</strong> meslekî hayatındaki tecrübelerinintoplamıdır Sergüzeştnâme. Eserde şairinkendi hayatına olduğu kadar bürokratiksisteme, hâmilik ilişkilerine <strong>ve</strong> bununsanata yansıyışına, gündelik hayata,değer yargılarına, askerî hayata, devletkurumları arasındaki ilişkilere, dilinceliklerine rastlamak mümkündür.Eserde bir mesnevi, onun içinde yer<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM49Vildan Serdaroğlu Coşkun49


50<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMalan mensur tasavvufi bir aşk hikâyesi <strong>ve</strong> birfalnâme de bulunmaktadır.Hem tenkitli neşir hem de eser üzerineinceleme yaparak bu kitabı oluşturanCoşkun, sahada çokça yapıldığı gibi 16.yüzyıldan bir şair <strong>ve</strong> onun hayatı bağlamındatek bir noktadan değil, daha geniş birçerçe<strong>ve</strong>den teorik <strong>ve</strong> pratik bağlamdadivan edebiyatında sergüzeştnâme örneğiolarak yaklaşmanın önemli olduğunubelirtti. Coşkun, metin neşri metodlarıylatranskripsiyonlu metni ortaya konulanSergüzeştnâme’in neşrini, mevcut dörtnüshanın temin edilebilen üçü üzerindengerçekleştirildiğini ifade etti. 26 varakgibi nispeten az sayılabilecek bir varaksayısına sahip olsa da, eserin 25 satır <strong>ve</strong>4 sütundan oluşması <strong>ve</strong> Za’îfî’nin kendihayatını okuyucuya sunarken hikâye içindehikâyeler anlatmış olması, söz konusuçalışmanın niceliği hakkında fikir <strong>ve</strong>rebilecekhususlardır.Kitabın giriş bölümünde sergüzeştnâmeotobiyografiayrışması incelenmektedir.“Doğu’nun öz-anlatısı: Sergüzeştnâme” <strong>ve</strong>“Batı’nın öz-anlatısı: Otobiyografi” şeklindeiki başlığın ardından, kitabın sorunsalıile ilgili kısım olan “Sergüzeştnâme’ninsoruları, soruların Sergüzeştnâme’si” başlığıyer almaktadır ki kitabın, çerçe<strong>ve</strong>sineoturtulmaya çalışıldığı temel soruyubarındıran bu bölümdür. “İslâm kültüründekendinden bahsetme, kendi hakkındakonuşma <strong>ve</strong> yazma geleneği var mıdır?” Busoru ile esere yaklaşan Coşkun, çalışmasıboyunca bu soruyu <strong>ve</strong> onun uzantısı olanbaşka soruları sorarak kitabı bina ettiğini dilegetirdi.16. yüzyılda Osmanlı hayatına dair kısa birbilgilendirmenin ardından Za’îfî’nin adı <strong>ve</strong>mahlası üzerinde durulmuştur. “Şahsiyeti”bölümü, bu tip çalışmalarda kendisine pekde yer bulabilen bir bölüm değildir. Buradaşairin kendi anlattıklarından yola çıkılarak birkişilik çizilmeye çalışılmıştır. Azimli, sabırlı,kanaatkâr, yardımse<strong>ve</strong>r gibi kendi olumluözelliklerini dile getirmiş olsa da, esere birazuzaktan bakınca şairin bu özelliklerle çelişendavranışlara düşebildiği görülmektedir.“Şahsiyeti” bölümünün diğer çalışmalaranazaran, burada bir orjinalite barındırdığıâşikârdır.Kitaptaki bölümler hakkında yapılan bazıaçıklamalardan sonra kitabın içeriğinegeçildi <strong>ve</strong> Sergüzeştnâme’yi anlatan Coşkunsunumunu böylece sonlandırdı.28 Ekim 2011SAM Fotoğraf Neyi Anlatır?Siyah Beyaz Fotoğraf:Karanlık Odadan DijitaleDeğerlendirme: Seyhan HaznedarMehmet KısmetFotoğraf tarihinin yaklaşık 170 senelikgeçmişi içerisinde çok kısa sayılabilecekbir gelişim sürecini kapsayan sayısaldevrim ile filmin temel yapısınıoluşturan ışığa duyarlı gümüştaneciklerin yerini, sayısal görüntüalgılayıcı teknolojisinde öncüfirmaların geliştirdikleri sensörleralmıştır. Sürekli gelişen sayısal


fotoğraf makinelerinin kimi zaman dahada küçülen <strong>ve</strong> kullanımı kolaylaşabilenteknolojileri, amatörler arasında hızlayaygınlaşmasını <strong>ve</strong> daha geniş kesimlercekullanılabilen ekipmanlar halinedönüşmesini sağlamaktadır.Mehmet Kısmet“Fotoğraf Neyi Anlatır” program dizisininkonuğu Mehmet Kısmet bu hızlı gelişimleilgili şunları söyledi: “Fotoğrafın kendisi zatençok <strong>ve</strong> çabuk üretilen bir ortam ki bu durum,göreceli olarak ilk başlarda da böyleydi.Geçen yüzyılın başlarında, Kodak’ın yaptığıkutu şeklinde ‘Brownie’ makineler ‘snapshot’denilen çabuk çekim diyebileceğimiz türdebir patlama yaptı. İlki 1900 yılında yapıldı<strong>ve</strong> belki de milyonlarca satıldı. Kodak’ınreklam sloganı ‘Siz düğmeye basın, gerini bizhallederiz’ idi. Bugünün dijital makineleri<strong>ve</strong>ya cep telefonlarındaki megapiksel savaşıo günlerden çok farklı değil. Bütün bugelişmeler, tabii ki fotoğraf dillerinin de dahageniş açılımlara yayılmasına yol açtı; örneğinsonraları Leica’nın da 35mm film ile başka birçığır açması gibi. Bugün yaşananlar pek farklıdeğil, ne var ki, iletişim, internet, televizyon,vs... üreticiler tarafından daha sık <strong>ve</strong> çoketkilenmemize sebep oluyor. Yoksa banagöre, Garp cephesinde yeni bir şey yok.”Fotoğrafın yaygınlaşmasına paralel olarak,aynı oranda kalitesinin de artmasınayönelik projelerde yer alan Mehmet Kısmet,ülkemiz çağdaş fotoğrafına özellikle ‘‘müze<strong>ve</strong> koleksiyon kalitesinde’’ fotoğraf baskısıkavramını yerleştirmeyi <strong>ve</strong> yaymayı hedefalarak 2003 yılında ‘‘İstanbul FotoğrafMerkezi’’ni kurdu. Fotoğraf Merkezibünyesinde yer alan Leica Galeri dünyanınsaygın fotoğrafçılarının eserlerine ev sahipliğiyaptı.Toplantıya, Mehmet Kısmet’in ilk olarak 2008yılında İstanbul, ardından Paris, FrankfurtLeica Galeri’de sergilenen ‘‘Distilasyon’’ adlısergisinde yer alan fotoğrafların gösterimiile başlandı. Fotoğrafların büyük çoğunluğuKısmet’in titiz çalışması ile karanlık odadabasılmış. Fotoğraflar, farklı yerlerde, farklızamanlarda çekilmiş, bir konu bütünlüğüdeğil ama anlam bütünlüğü taşıyor. Bufotoğrfalar, Kısmet’in tabiriyle yıllar içinde‘‘damıtılarak’’ üretilmiş.Karanlık oda çalışmalarına çocuk yaşlardabaşlayan Kısmet, kimyalarla, kağıtmalzemeyle daha rahat yorum yapabildiğini,daha üretken olabildiğini düşünüyor. Bunundiğer çalışma tekniklerini reddettiği anlamınagelmeyeceğini, yeri geldiğinde aydınlık odayıda kullandığını ama siyah-beyaz karanlıkodayı farklı kılanın, belkide atmosferiylealakalı olarak, kendinizi sınadığınız,duygularınızın gidip geldiği bir ritüel tarafıolduğunu ifade ediyor.Toplantıya, Kısmet’in bilgi <strong>ve</strong> tecrübeleriniaktardığı, sergi fotoğraflarının perdedegösterimiyle devam edildi. Kısmet,fotoğraf çekerken, özellikle siyahbeyazda,daha ışığı gördüğünüzanda işin bitmiş halini, onu nasıl<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM51


52<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAManlatacağınızı görüyor olmanın <strong>ve</strong> bunuyapabilmek için işin zanaat kısmının daihmal edilmemesinin önemine değindi.Kısmet, –dünyada önemi çok önceanlaşılan– fotoğrafın bir baskı ürünü olarakalıcısına; başta müzeler, fotoğrafse<strong>ve</strong>rler <strong>ve</strong>koleksiyonerler olmak üzere sunulabilmesiiçin müze kalitesinde basılmış olmasıgerektiğinin altını çizdi. İstanbul ModernMüzesi Fotoğraf Bölümü kurucu heyetindebulunan Kısmet, İstanbul FotoğrafMerkezi organizasyonuyla müzenin ilkdaimi koleksiyonunun oluşturulmasısırasında müzeye seçilen fotoğraflarınçoğunun, kaliteli baskısının bulunmamasıgüçlüğüyle karşılaştıkları örneğini <strong>ve</strong>rdi.Bugüne gelindiğinde de durumun çok farklıolmadığı görüşünde olan Kısmet, içindebulunduğumuz görüntü bombardımanıaltında, bilgisayar ekranında gördümüz çoğufotoğrafın –içeriğini ayrı tutarsak– kaliteolarak basılabilmekten çok uzak olduğunusöyledi.Dünya fotoğraf tarihine baktığımızda,Türk fotoğrafından söz edebilmemizinpek mümkün olmadığını belirten Kısmet,fotoğrafçıların, uluslararası sanat piyasasındayer alabilmelerinin galeriler <strong>ve</strong> yurtdışısanat fuarları aracılığıyla müzayedeleregirmekle gerçekleşebileceğini söyledi. Çağdaşfotoğrafta, bu kanala giren az sayıda da olsaTürk fotoğrafçısının olmasını umut <strong>ve</strong>ricibulduğunu <strong>ve</strong> bu tür gayretlerin sadece iyifotoğrafçı olmakla değil o mecrada zamanharcamak, emek <strong>ve</strong>rmekle de ilgili olduğunuifade eden konuşmacı ayrıca dünyada sanatınbiraz da spekülatif kaynaklı olduğunu dasözlerine ekleyerek, bu ferdi çabaların, belkiileride yukarıdan aşağıya, fotoğrafımızdakikalite <strong>ve</strong> dil arayışını yaymaya öncüolabileceği tespitinde bulundu.Mehmet Kısmet’in içtenlikli paylaşımlarıylakatılımcılar açısından <strong>ve</strong>rimli geçen‘‘Fotoğraf Neyi Anlatır?’’ program serisininbu bölümü, izleyicilerin yönelttiği sorulara<strong>ve</strong>rilen cevaplarla sona erdi.28 Kasım 2011Değerlendirme: Zübeyde YücedalTürkiye’de BasınFotoğrafçılığıSelahattin Sevi“Fotoğraf Neyi Anlatır” adlı yuvarlak masatoplantılarının Kasım ayı konuğu SelahattinSevi’ydi. 1994 yılında Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesiİletişim Fakültesi’nden mezun olan Sevi,Türkiye, Zaman <strong>ve</strong> Milliyet gazetelerindeçalıştı. 2001 yılından bu yana Zamangazetesinde fotoğraf editörlüğü görevinisürdürüyor.Söyleşi, Sevi’nin son günlerde İstanbul’da <strong>ve</strong>Ankara’da sergilenen “Türkiye’de Zaman”sergisinin nasıl ortaya çıktığını anlatmasıylabaşladı. Zaman’nın 25. kuruluş yılımünasebetiyle, Türkiye’de fotoğraf adınabir boşluğu doldurmak için başlanan buproje, 25 fotoğrafçıya ait 250 fotoğraftanoluşuyor. Sevi, sergi açmak için izinalma sürecinde yaşanan trajikomikhalleri <strong>ve</strong> bu tarz girişimlerinTürkiye’de ne kadar zor ilerlediğinide özellikle belirtti.


Selahattin SeviKatılımcıların sorularıyla devam edensöyleşinin ilk sorusu basın fotoğrafçılığı <strong>ve</strong>belgesel fotoğrafçılık arasındaki farklardı.Sevi, bu konu hakkındaki görüşlerini şöyleizah etti: “Bizde bir şey yanlış anlaşılıyor;fotoğrafçı gazetede çalışıyor ise fotojurnalist; sosyal bir kimliği, sendika üyeliğivs. varsa belgesel fotoğrafçı oluyor .” Sevi,gazeteciliğin pahalı bir iş olduğunu –afetbölgesinde haber yapmanın zorluklarınıörnek göstererek– söyledi. Ayrıca, 80’lersonrası Türkiye’de gazeteciliğin “stargazeteciler” <strong>ve</strong> “iyi muhabirler” olmak üzereiki yolda ilerlediğinden bahsetti. Sevi’yegöre Türkiye’de daha çok “star gazetecilik”tabiri geçerli. Bir “star gazeteci” haberiyapılan kişiyle birlikte sansasyonal birkaçpoz <strong>ve</strong>rdiğinde yaptığı haberden çok dahafazla akılda kalıyor. Buna rağmen hâlâ “iyimuhabirler” de iyi haber yapabiliyor.Sevi’ye yöneltilen diğer bir soru isepaparazziler <strong>ve</strong> magazin haberciliğihakkındaydı. Sevi yurtdışında magazinin ayrıbasın organlarıyla neşredildiğini, ulaşımınında herkse açık <strong>ve</strong> kolay olmadığını söyledi.Bizde ise magazinin ana akım gazetelerdeyayınlandığını, haber programlarında dahifazlaca yer aldığını ekledi.80 darbesinin basın fotoğrafçılığınauyguladığı sansürle ilgili yorumlaraise; “Fotoğrafçının fotoğraflarına sahipçıkamaması Türkiye’deki işleyişle ilgili. Enbüyük sebep de fotoğrafçının negatiflerigazeteye teslim etmesi <strong>ve</strong> onların artıkgazetenin malıymış gibi farz edilmesidir.Önceden gazeteci kendi malının hırsızısayılıyordu. Gerçekte böyle bir şey olmamasıgerekir, fikir <strong>ve</strong> sanat eserleri kanununagöre tüm haklar çekene aittir. Buna rağmen80 darbesi döneminde çektiği fotoğraflarıkorumayı başarabilen iki muhabir tanıyorum;hatta biri bu fotoğrafları kitaplaştırdı”şeklinde karşılık <strong>ve</strong>rdi.Etik <strong>ve</strong> sansürle ilgili soruları ise, birfotoğrafın kamusal faydası varsa izin alınmasıgerekmediğini, etik sınırlarının fotoğrafınçekilmesi kadar kullanılmasıyla da alakalıolduğunu söyleyerek cevapladı. Sevi, haberdeğeri olan her fotoğrafın belge niteliğiyleçekilmesi gerektiğini fakat onun yayınlanıpyayınlanmayacağına kurulun karar<strong>ve</strong>receğini, editöryel elemeden geçmemişfotoğrafın iş <strong>ve</strong> haber değeri olamayacağınıda ekledi. Bir başka önemsediği hususuda “Akılda kalan haberden çok fotoğrafkaresidir <strong>ve</strong> iyi fotoğraf illa şok eden fotoğrafdeğil sıradan bir fotoğraf da olabilir. Ayrıcaher şeyin direkt gözler önüne serilmesiyerine, bazı haberler dolaylı anlatılmalı<strong>ve</strong> görüntünün bir kısmı zihinlerdetamamlanmalıdır” diyerek belirtti.Sevi, günümüz şartlarında fotomuhabirliğinin eskiye oranla daha avantajlıolduğunu, foto muhabirlerinin birçokgazetecinin gezemediği sıklıkta gezip,haber durumunda herkesten önce olayyerine ulaşma imkânı bulduklarınıbelirterek sözlerini tamamladı.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM53


54<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM10 Aralık 2011SAM Türkiye’de Sinema DergiciliğiSonsuz Kare DeneyimiDeğerlendirme: Mevlüt ÜçpınarMesut UçakanMesut Uçakan“Hepimiz sonsuz karelerden oluşan bir filminiçindeyiz!”Hayal Perdesi Sinema Dergisi ekibinden BarışSaydam <strong>ve</strong> Esra Tice’nin moderatörlüğündedüzenlenen söyleşide, filmlerinde işlediğikonularla <strong>ve</strong> üslubuyla kendine has birçizgi oluşturabilmiş bir yönetmen olanMesut Uçakan konuk edildi. Mesut Uçakanyönetmenlik, yapımcılık, senaristlik ağırlıktaolmak üzere bir filmin tüm unsurlarıylayakından ilgilenmiş; filmlerin yapımındandağıtımına kadarki tüm aşamalarda emek<strong>ve</strong>rmiş bir isim. Uçakan film yapmaklakalmamış, üstüne üstlük sinema dergisiçıkarmış, filmler üzerine kaleme aldığı oncayazının yanında derginin editörlüğünü dekendisi yapmış bir yönetmen olarak ülkesinema tarihimizde belki de ilk <strong>ve</strong> tek örnek.Mesut Uçakan’ın yaptığı tüm bu işlerebakıldığında, sinemayı bir bütün olarakalgıladığı <strong>ve</strong> meselesini anlatırken de bubütüncül bakış açısıyla hareket ettiği sonucukolayca çıkmaktadır.Yönetmen, sözlerine öncelikle sinemaylanasıl tanıştığını anlatarak başladı. Söyleşinindevamında ise, yöneltilen soruların içeriğininsinema dergiciliği kapsamında olmasınarağmen; sık sık sinema serü<strong>ve</strong>nindenbahsetti. Söyleşi esnasında hatıralarını,çalıştığı oyuncuları, fikir olarak çoketkilendiği Necip Fazıl’ı anmadan edemedi.Uçakan, gençliğinde en büyük hayalininNecip Fazıl’ın Reis Bey <strong>ve</strong> Para eserlerinisinemaya uyarlamak olduğunu söyledi. Oyıllarda sinema ile uğraşmanın dışarıdanbir gözle bakıldığında çok gülünç <strong>ve</strong> boşbir şeymiş gibi algılanmasına rağmen;Uçakan <strong>ve</strong> birkaç arkadaşı Milli Türk TalebeBirliği’nin sağladığı imkânlarla sinemaylaolan gönül bağlarını sağlamlaştırma yolunagitmişler. Ülke sinemasında yaygın <strong>ve</strong> baskıngörüşün aksine, geleneklerine bağlı <strong>ve</strong> dinîhassasiyetleri olan bir sinema görüşünüsavunmuşlar. Bu minvaldeki yazılarınıMutlak Fikir Estetiği <strong>ve</strong> Sinema adlı birsinema dergisi çıkararak üni<strong>ve</strong>rsitelere,vakıflara, derneklere ulaştırmaya çalışmışlar.Bu dergideki yazıların çoğunu, farklı isimlerkullanarak Mesut Uçakan bizzat kalemealmış. Uçakan’ın yükünün büyük bir kısmınıüzerine aldığı bu dergi, ülkemizdeki çoğudergi gibi yayın hayatına devam edebilmekiçin gerekli maddi kaynağı sağlayamamış <strong>ve</strong>altı ay sonra kapanmış.Mesut Uçakan, senaryosunu yazdığı <strong>ve</strong>yönetmenliği yaptığı Lanet (1978) filmiylesinemaya adımını atmış. En beğenilenfilmlerinden biri olan Reis Bey’i (1988)çekebildiği için ise yönetmen kendinibahtiyar addediyor. Yalnız Değilsiniz(1990) filmi, kıyafetinden dolayı entemel haklardan biri olan eğitimhakkı engellenen binlerce kadının


durumunun görmezden gelinmesine birnevi isyan. Kelebekler Sonsuza Uçar (1993)filmiyle, bu toprakları düşman işgaline karşısavunanların, bu toprakların asıl sahiplerininde aralarında bulunduğu binlerce kişiye sırfsarık taktıkları için yapılan zulmü Uçakan,İskilipli Atıf Hoca’nın şahsında belgelemiştir.Bu yıl 18. Adana Altın Koza Film Festivali’ndeödül alan Özcan Alper’in, faili meçhulcinayetler hakkında yaptığı konuşmadansonra bir anda göklere çıkarıldığını hepimizgördük. <strong>Sanat</strong>çıların (hele de yönetmenlerin)toplumsal duyarlılıklarının böyle yüksekolması, az rastlansa da çok güzel bir durumolduğu kesin. Uçakan, Ölümsüz Karanfiller(1995) filmiyle faili meçhul cinayetleredeğinmiştir ama sinema çevrelerininte<strong>ve</strong>ccühünü bir türlü görememiştir. Bufilminden sonra sinemaya uzun bir ara<strong>ve</strong>rmesinde belki de aramamız gerekennedenlerden bir tanesi; toplumun <strong>ve</strong>sinema çevrelerinin ona göstermediği bute<strong>ve</strong>ccühtür.Mesut Uçakan uzun bir aradan sonra 2003yılında Ayşe Şasa’nın yayın danışmanlığınıyaptığı Sonsuz Kare sinema dergisiniçıkararak sinema dergiciliğine tekrar döner.Sonsuz Kare’nin ilk sayısında “hedefimizgeleceğe bir taş atmak” diyerek yeni birüretim sürecine başlar. Sonsuz Kare sinemadergisinde yazan çok önemli sinemacılararasında Lütfi Ö. Akad, Halit Refiğ, YücelÇakmaklı, Nuri Bilge Ceylan, Ersin Pertangibi pek çok önemli yönetmenin imzası var.Uçakan, bugünle 2000’lerdeki sinema ortamıkıyaslandığında, o dönemin şartlarında birsinema dergisi çıkarmanın “delilikle” eşdeğerolduğunu da sözlerine ekledi.Ülke sinema tarihimize bakıldığında,özellikle de sinema yazınında yönetmenlerlesinema eleştirmenleri arasında 1960-1970döneminde bir kamplaşma yaşandığınıgörüyoruz. Sırf birbirlerine cevap <strong>ve</strong>rmek <strong>ve</strong>taraf olmak için çıkarılan sinema dergilerininuzun soluklu olamaması gayet tabii olsagerek. Mesut Uçakan yönetmenlerle sinemaeleştirmenlerine Sonsuz Kare dergisiyle biranlamda yeniden buluşma ortamı sağlamıştır.Geçmişten beri süregelen önyargıları kırarakfarklı ideolojik görüşe mensup yönetmen <strong>ve</strong>sinema yazarlarını aynı sinema dergisindebir araya getirebilecek bir ortamı hazırlamak,bir dergi editörü olarak Uçakan’ın kaydadeğer işlerinden biridir. Sonsuz Kare dergisi,yönetmenin yeni bir filme başlamasıyla yayınhayatına son <strong>ve</strong>rmiştir. Fakat oluşturduğuçizgisiyle birçok sinema dergisi tarafındanörnek alınmıştır. Güncel olarak sıklıkla takipedilen sinema dergilerinden biri olan FilmArası dergisi de bunlardan biridir. SonsuzKare’de çalışmış yazarlardan bir kaçınaev sahipliği yapıyor olması <strong>ve</strong> formatınınbenzerliğiyle; Film Arası, Sonsuz Karedergisinin boşluğunu aratmıyor.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM55


56<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM24 Aralık 2011SAM PanelSadeliğin DerinliğindeLütfi Ö. Akad Sineması19 Kasım 2011’de <strong>ve</strong>fat eden Türksinemasının kurucu yönetmenlerindenLütfi Ö. Akad’la ilgili üç oturumlu bir paneldüzenlendi.Bülent VardarHayal Perdesi Sinema Dergisi’nin organizeettiği panel, Akad’ın “Anadolu Üçlemesi”ninson ayağı olan Diyet (1974) filminingösterimiyle başladı. Film gösterimindensonra panelin ilk oturumunda OkanÜni<strong>ve</strong>rsitesi Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi DekanıProf. Bülent Vardar, Mimar Sinan Üni<strong>ve</strong>rsitesiSinema Televizyon Bölümü öğretimgörevlisi Prof. Sami Şekeroğlu <strong>ve</strong> Film Arasıdergisinin yayın yönetmeni Suat Köçer yeraldı. İkinci oturumda Otobüs Yolcuları (1961)<strong>ve</strong> Karanlıkta Uyananlar (1964) gibi Türksinemasının önemli filmlerine imza atanyönetmen Ertem Göreç <strong>ve</strong> başta VesikalıYarim (1968) olmak üzere Türk sinemasınınpek çok klasiğinde pay sahibi olan senarist<strong>ve</strong> yönetmen Safa Önal, Akad’ı <strong>ve</strong> sinemasınıanlattı. Üçüncü oturumda ise Akad’ın sinemaserü<strong>ve</strong>ninde önemli bir yeri olan, Türksinemasının unutulmaz oyuncularındanSezer Sezin’le birlikte Akad’ın pek çok filmdeberaber çalıştığı Muzaffer Hiçdurmaz hazırbulundu.I. OturumDeğerlendirme: Ceyda BilginLütfi Ö. Akad filmlerinin tartışılıp nedenönemli bir yeri olduğunu konuşmanınamaçlandığı ilk oturumda, Akad filmlerindenderlenmiş kısa bir video ile başlangıçyapıldı. Ardından panele katılamayanSami Şekeroğlu’yla yapılan video röportajgösterildi. Röportajda Şekeroğlu, Akad’ınkendisi gibi sinemasının da sade <strong>ve</strong> etkiliolduğundan, heyecanlarına kapılacak biradam olmadığından, kendini daima kontroleden <strong>ve</strong> ciddi bir insan olduğundan söz etti.Ortaya çıktıkları dönemdeki Türkiye’nindurumuna değinen Şekeroğlu, 60-70 yıllarıarasında Türk sinemasına sahip çıkankimsenin olmadığını, o zamanın aydınlarınınsinemanın Batı’dan geleceğine inandığınıbu yüzden şanssız bir dönem olduğunubelirtti. Akad sinemasını diğerlerindenayıran özellikleri anlatırken, kendineözgü bir sinema dili <strong>ve</strong> ulusal bir karakteriolduğundan, halkı bilgilendirmek gibi birderdinin olmadığından söz etti. Akad’ın“Yaraları bulup gösteririm, benim işimreçete yazmak değil” sözüne değinirken,tedavi kısmını da o işlerin ehillerinebıraktığını dile getirdi. Ayrıca onunsinemasında fırıl fırıl oynayan birkameranın olmadığını, oyuncularınhareket ettiğini, kahramanlarının az<strong>ve</strong> öz konuştuklarını, senaryodanherhangi bir diyaloğun çıkarıldığındafilminin eksik kaldığından bahsetti.Akad’la birlikte yerel sorunlarıbulup çağdaş düzeye çıkarıp


yerel olanı koruyarak çözüm üretmeyi,yani “ulusal sinema” meydana getirmeyiamaçlandıklarına değinen Şekeroğlu, sinemaeleştirmenlerinin bütün bunları “ırkçılık”olarak değerlendirdiklerinden söz etti.Sinema eğitimi <strong>ve</strong>rirken, öğrencilerle uyumsağladığını, bildiklerini öğretmekten ziyadeproblem sunup onlardan çözüm istediğini,onları konuşturup dinlediğini belirtti. Sonolarak Akad’ın Türk sinemasındaki yerinincenaze töreninde belli olduğunu söyleyenŞekeroğlu, onun sinemasının gücünüsadeliğinden aldığını belirtti <strong>ve</strong> “Ondan sonraonun kadar yalın sinema yapılmadı” diyereksözlerine son <strong>ve</strong>rdi.Ardından söz alan Bülent Vardar, sinemayıvareden insanların gelecek için sinemacıyetiştirmeyi de başardıklarına değinerek,Akad’ın rutine yönelik işleri sevmediğini <strong>ve</strong>film yapmaya karar <strong>ve</strong>rdiğinde ne yapmasıgerektiğini iyi bildiğini belirtti. Aynı zamandaAkad’ın, toplumun sadece kentten ibaretolmadığını fark ettiğini; köyden kente göç,kentleşme sorunları, işçilerin sorunları gibiproblemlere değindiğini söyleyen Vardar,bu problemlere değinirken filmi “görseldilden <strong>ve</strong> estetikten” yoksun bırakmadığınısöyledi. Sinemada ne anlattığın kadar nasılanlattığının da büyük öneme sahip olduğunadikkat çeken Vardar, Akad’ın mekân, zamanolanaklarını, kamera gücünü <strong>ve</strong> sinema diliniustalıkla kullandığını dile getirerek sözlerineson <strong>ve</strong>rdi.Son olarak söz alan Suat Köçer, Akad’ın“Bizim bugüne kadar yaptıklarımız, neyapmamamız gerektiğinin göstergesi”sözüne dikkat çekti. Akad’ın normal senaryodışında, kendisinin birçekim senaryosu yazdığınıbelirten Köçer, süreklidiyalogları eksilttiğini, neyine kadar yaptığını <strong>ve</strong> yapmasıgerektiğini çok iyi bildiğini<strong>ve</strong> bu sayede her şeyin onuniçin çok kolaylaştığını söyledi.Bir saati aşkın süren oturum,izleyicilerden gelen sorularıncevaplanmasıyla son buldu.II. OturumDeğerlendirme: Aybala Hilâl YükselErtem GöreçProf. Dr. Bülent Vardar’ın moderatörlüğünüüstlendiği oturumda Türk sinemasınınkurucu yönetmeni Lütfi Akad’ın çalışmaarkadaşları onun kişiliğinden, özelhayatından <strong>ve</strong> çalışma tarzından söz ettiler.Kariyeri boyunca Otobüs Yolcuları (1961)<strong>ve</strong> Karanlıkta Uyananlar (1964) filmlerininde içinde bulunduğu seksene yakın filmyöneten <strong>ve</strong> yedi filmin de senaryosunuyazan Ertem Göreç, olgunluk <strong>ve</strong> tevazuyüklü bir tavır ile kendisini yalnızca vaktiyleAkad’ın yanında kurgucu olarak çalışmış birgenç olarak tanıttı. Göreç’in anlattıkları,Akad’ın kurgucusunun işini oldukçakolaylaştıran bir yönetmen olduğunugösteriyor. Kurgu masasında yapılandoğaçlama denebilecek değişiklikleridahi öngörebilmesi, çekim aşamasını<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM57


Muzaffer Hiçdurmazda yönetmenle nasıl tanıştıklarını anlattı.Birçok ismi sinemaya kazandırdığını ifadeeden Sezin, Akad’ı büyük ısrarları sonucuyönetmenliğe ikna eden kişi olduğunusözlerine ekledi. Yönetmenin sinema hayatıboyunca yanından ayrılmadığını, sık sık fikiralış<strong>ve</strong>rişinde bulunduklarını <strong>ve</strong> birbirlerindençok şey öğrendiklerini dile getirdi.Konuşmasında, her fırsatta yönetmeninzekasına <strong>ve</strong> bilgi derinliğine olan hayranlığınısöze döken Sezin; yönetmenin bu derinliğinihiçbir zaman teşhir etmediğinden,işlerini sakince <strong>ve</strong> gayet planlı bir şekildeyürüttüğünden bahsetti.Oturumun bir diğer konuğu olan MuzafferHiçdurmaz da hem kendi sinematecrübelerini hem de Akad’ın sinemadakibaşarılarını dinleyicilerle paylaştı. Akadiçin “o benim âdeta babamdı” diyenHiçdurmaz’ın kendi sinema yaşamında,yönetmenin büyük katkıları olduğunuanlattı. Birlikte yaptıkları işlerden bahsedenHiçdurmaz, sözlerine Akad’ın sinemadaneler başardığını anlatarak devam etti.Bu başarılardan en önemlisinin sinemayadeneysel davranışı getirmesi olduğunu ifadeetti. Ayrıca Akad’ın, sinemanın isteklerinegöre iş yaptığını fakat hiçbir zaman kendiüslubundan taviz <strong>ve</strong>rmediğini <strong>ve</strong> tekniğide üslubuna hizmet edecek şekildekullandığını sözlerine ekledi. Akad’ınyönetmen tavrıyla ilgili konuşurken onun,etik değerlere sahip bir yönetmen olduğunu<strong>ve</strong> sosyal meselelere parmak basmasıylaöne çıktığını belirtti. Son olarak, sinemayaeskiden <strong>ve</strong>rilen emeklerin büyüklüğünüanlatarak sözlerini bitirdi.Sohbet havasında gerçekleştirilen oturum,konukların yönetmenle ilgili anılarınıpaylaşmalarıyla zenginleşti. Dinleyicilerinsorularının cevaplanmasıyla oturuma son<strong>ve</strong>rildi, böylece panel de nihayete erdirilmişoldu.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM59


molaİnanmak İhtiyacıTevfik FikretBütün boşluk: Zemin boş, âsuman boş, kalb ü vicdan boş,Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i hasârımda.Bütün boşluk: Döner bir hîçî-i mûhiş civarımda;Döner beynim berâber, ihtiyârım, sanki bir sarhoş,Düşer, lagzîde-pâ, her sâha-i ümmîde bir kerre…Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre;İnanmak… İşte bir âgûş-ı rûhânî o gurbette.Karanlık: Her taraf, her şey karanlık, bir hazin yeldâ!Karanlık: Fehm ü dâniş, akl ü istihrâc hep muzlim;Bütün ruhumda müz‘iç bir cemâdiyyet olur nâim,Kesâfetten ibâret bir tecellî arzeder eşyâ,Hakîkat zâhir olmaz dîde-i idrâke bir zerre…Bu <strong>ve</strong>hm-alûd bir zulmet ki benzer zulmet-i kabre;İnanmak… İşte bir şeh-râh-ı nûrânî o zulmette.


26 Eylül 2011TAM Tez/Makale SunumlarıBektaşilik SonrasıOsmanlı’da TarikatPolitikalarıDeğerlendirme: Emine KavalMuharrem VarolMuharrem VarolTez-Makale Sunumlarının Eylül ayımisafiri Muharrem Varol ile MarmaraÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde tamamladığı doktora teziçerçe<strong>ve</strong>sinde Bektaşiliğin ilgası sonrasındaOsmanlı Devleti’nin tarikat politikalarıüzerine konuşuldu.Tekke <strong>ve</strong> zaviyelerle ilgili literatürün geneldebirbirinin tekrarı niteliğinde olduğuna dikkatçeken Muharrem Varol’a göre bu noktadaiki metodolojik sorun gözlemlenmektedir:Tekke <strong>ve</strong> zaviye çalışanlar geneldeilahiyat formasyonludur. Hazırladıklarıçalışmalarda arşiv belgelerinden yeterinceyararlanmamaktadırlar. Ayrıca bu çalışmalarsavunmacı bir refleksle yazıldığındantasavvufî hayat bağlamında tarikatlar <strong>ve</strong>şeyhler hakkında ideal tablolar çizilmekte<strong>ve</strong> tekke <strong>ve</strong> müntesiplerine yönelik eleştirikapısı kapatılmaktadır. Bunların da ötesindekitabî olmaktan kaynaklanan birtakımsilsilevi, eserden esere aktarılan yanlışlıklarsözkonusudur. Bir diğer husus, 19. yüzyılOsmanlı tasavvufî hayatına dair elimizdebol miktarda ansiklopedik bilgi kabilindendevasa çalışmalar bulunmasına rağmen,1866’da kurulan <strong>ve</strong> 19. yüzyıl tasavvufî hayatıiçin önemli bir müessese olan Meclis-iMeşâyih’in ilk nizamnamesi bile henüzgün ışığına çıkarılmamıştır. Hem birincihem de ikinci nizamnameye BaşbakanlıkOsmanlı Arşivi’nden ulaşan Varol, bu suretledaha önce birtakım otoritelerden –kaynağısorgulanmadan– alınan kitabî bilgilerdekibazı hataları tashih etme imkânı bulmuştur.Dört bölümden müteşekkil tezin birincibölümünde 1826’da kaldırılan BektaşilikTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMmerkeze alınmakla beraber, devletin ayrıbir tehdit olarak gördüğü Halidiliğe de yer<strong>ve</strong>rilmektedir. İkinci bölümde Tanzimat’ınuygulamalarıyla tekkelerin nasıl birTAM Yuvarlak Masa ToplantılarıTEZ/MAKALE SUNUMLARIBektaşilik Sonrası Osmanlı’da Tarikat Politikaları Muharrem Varol • 26 Eylül 2011Osmanlı Devlet Teşkilatında Bostancı Ocağı Murat Yıldız • 31 Ekim 2011Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Cemaati: Gürer Karagedikli • 21 Kasım 2011Edirne Örneği (1686-1750)Osmanlı’da İşçi Hareketleri (1870-1922) Kadir Yıldırım • 12 Aralık 2011Osmanlı Taşra Maliyesinde Reform (1864-1913) Yakup Akkuş • 19 Aralık 2011BİR KİTAP-BİR YAZARDeğişim Sürecinde Bir Osmanlı Kenti: Yasemin Avcı • 24 Ekim 2011Kudüs (1890-1914)TARİH OKUMALARIOsmanlı Öncesi Anadolu Kronikleri: Fatih Bayram • 26 Aralık 2011Menâkıbu’l-ÂrifînTAM SOHBETYerel Tarihçilerle Buluşuyoruz: Bursa: Safiyüddin Erhan • 20 Ekim 2011Şehir, Mimari <strong>ve</strong> İhyaBugünü Tarihten Okumak Kemal Karpat • 11 Kasım 2011Türkiye Tarihçiliği: Otobiyografik Bir Anlatı Engin Deniz Akarlı • 28 Kasım 2011


62TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMdeğişime uğradığı ele alınmaktadır.Üçüncü bölümde tekke-siyaset ilişkisi <strong>ve</strong>Meclis-i Meşâyih’in kurulmasına giden süreçincelenmektedir. Dördüncü bölümde iseEdirne-Yanya-Selanik örnekleri üzerinden1826-1866 yılları arasındaki devlet-tekkeilişkileri irdelenmektedir.Devlet ricalinin Bektaşîliğe –olumsuz–bakışını gösteren bir hikâye ile tezinebaşlayan Varol’a göre, devlet arşivleriincelendiğinde, aslında bu tip vakalar başatbir etkiye sahip değildir, ancak Bektaşilerindine <strong>ve</strong> dinin ritüellerine karşı sergilediklerilakayt tavırlar bu tarikatın yasaklanmasınagiden süreçte devlet tarafından kullanılanmeşrulaştırma araçları olmuştur. DolayısıylaBektaşiliğin kaldırılması doğrudan YeniçeriOcağı’nın kaldırılması ile alakalıdır.Öte taraftan, Bektaşilik meselesini çokönemseyen II. Mahmud, siyaset-din ilişkisibağlamında ta cumhuriyete kadar süren bazıkalıplaşmaların da banisidir. Binaenaleyhdin-siyaset ilişkisini anlamanın yolu II.Mahmud’un saltanat eserlerini iyi okumaktangeçmektedir. II. Mahmud, tebaasınınMüslüman olmasını çok iyi kavramış birhükümdardır. Takvim-i Vekâyi’nin hersayısında tekke <strong>ve</strong> zaviyelerle ilgili propagandaamaçlı yazılar vardır <strong>ve</strong> her sayıda II. Mahmudyaptığı bir tekke ziyaretini özellikle yayınlatır.Gazetede çıkan bu <strong>ve</strong> benzeri haberlerledevlet, Bektaşiliğin kaldırıldığı bir ortamdadiğer tekkelere yakın durarak Sünni-Hanefiçizgide bir devlet yönetimi anlayışına sahipolduğunu halka göstermektedir.Bu dönem üzerine yapılan çalışmalarınçoğunda Bektaşiliğin kaldırılmasındansonra devlet tarafından ön plana çıkarılantarikatların Mevlevilik <strong>ve</strong> Nakşibendilikolduğu söylenegelmektedir. Bu, kısmen doğruolmakla beraber eksik bir değerlendirmedir,çünkü bu iki tarikatın yanı sıra HasarizadeTekkesi/Sadi Tekkesi-Süleyman SudiEfendi, Aziz Mahmut Hüdayi Tekkesi-RuşenEfendi, Keşfi Cafer Tekkesi-Yunus Efendi, II.Mahmud’un kendisine bağladığı önemli tekkemerkezleri <strong>ve</strong> şeyhleridir.Daha sonra Tanzimat’ın bazıuygulamalarından dolayı tekkelerle ilgiliortaya çıkan sıkıntılara değinen Varol,1826 yılında kurulan Evkaf-ı Hümayundairesinin, önemli gelirlere sahip tekkeleringelirlerini zapt edip bir havuzda toplamayabaşladığına <strong>ve</strong> fakat kontrollü bir şekildeaylıklara bağlayarak tekrar tekkelere<strong>ve</strong>rdiğine dikkat çekiyor. Son tahlildeEvkaf-ı Hümayun’un kurulması tekkelereyaramıştır: Çünkü pek çok tekke mensubutekkesini tamir ettirmek, maaş almak vb.nedenlerle devlete başvurmaya başlar. Buekonomik bağımlılık tekkeleri devletin siyasîdenetim mekanizmasına açık hale getirir <strong>ve</strong>Meclis-i Meşâyih’in kurulması bu sürecin biruzantısıdır. Devlet böylece “destek siyaseti”tabir edilen bir siyaseti uygulayarak tekkelerebirtakım hizmetler sunmaktadır.Özetle; 1826 devletin tekkeleri modernanlamda daha çok denetim altında tuttuğubir dönemin başlangıcıdır <strong>ve</strong> 1866’dakurulan Meclis-i Meşâyih ile bu durumkristalize hale gelir. Arşiv <strong>ve</strong>sikalarınında yardımıyla bu süreçte meydanagelen olayları anlamaya çalıştığınısöyleyen Varol, arşiv belgelerinintekrarlana gelen yanlışları tashihetmede de faydadan haliolmadığının da altını çiziyor.


31 Ekim 2011Osmanlı DevletTeşkilatında BostancıOcağıDeğerlendirme: Yakup KaraoğluMurat YıldızSon yıllarda Osmanlı teşkilat tarihiçalışmalarına yönelik ilgi gittikçe artıyor.Türkiye Araştırmaları Merkezinde de Ekimayı tez-makale sunumlarında bu konuyayer <strong>ve</strong>rildi. Bu minvalde, “Osmanlı DevletTeşkilatında Bostancı Ocağı” başlıklı teziile Dr. Murat Yıldız misafir edildi. MarmaraÜni<strong>ve</strong>rsitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsübünyesinde 2008 yılında tamamlanan tez,Osmanlı Devleti’nin önemli kurumlardanbiri olan Bostancı Ocağı’na odaklanmaktadır.Ocağın tarihçesi, kuruluşundan 1826’daYeniçeri Ocağı ile birlikte lağ<strong>ve</strong>dilişine kadargeçirdiği aşamalar <strong>ve</strong> üstlendiği görevler tezinçerçe<strong>ve</strong>sini oluşturuyor. 4 ana bölümdenoluşan tezde “Bostancıbaşılık” da ayrıcaincelenmektedir. Tez, ayrıca, BahçıvanlıktanSaray Muhafızlığına Bostancı Ocağı adıylayayına hazırlanmış durumda.Ocak, adını nereden alıyor? Neden “Bostan”?Yıldız’dan öğrendiğimize göre, ocağaismini <strong>ve</strong>ren “Bostan” kelimesi Farsça bû(güzel koku) kelimesi ile sitan (yer bildirenek) kelimesinden müteşekkil, “koku yeri”mânâsına geliyor. Zira, acemi oğlanlarstatüsündeki bu ocak Topkapı Sarayıbahçesindeki işlerden sorumlu. Çalışırken birde keşfi olmuş Yıldız’ın. Kuruluş tarihi kesinolarak bilinemeyen ocağınkuruluş tarihini, araştırmalarıesnasında ulaştığı bir arşivbelgesinden hareketle FatihSultan Mehmet dönemi olaraktespit ediyor.Yaklaşık üç buçuk asır varlığınısürdüren Bostancı Ocağıhakkında çeşitli makale<strong>ve</strong> tez çalışmaları mevcutolmakla birlikte zamanlaortaya çıkan arşiv belgeleri<strong>ve</strong> diğer kaynaklardaki bilgiler Yıldız’ı bukonuyu yeniden incelemeye sevk ediyor.Başta arşiv belgeleri olmak üzere, kronikler,kanunnameler, telhisler gibi kaynakmalzemeler <strong>ve</strong> araştırmalardan faydalanılıyortezde.Murat YıldızYıldız’a göre, yukarıda da ifade edildiği üzereFatih döneminde İstanbul’da kurulan, YeniSaray’daki bahçelerin bakım <strong>ve</strong> tamirat işleriiçin duyulan ihtiyaç üzerine tesis edilen ocakbaşlangıçta, bahçıvanlık <strong>ve</strong> padişah kayığındahizmet görmek gibi görevleri yerine getiriyor.Zamanla çeşitli gelişmelere bağlı olarakçok fonksiyonlu bir ocak haline geliyor. Bufonksiyonları arasında saray muhafızlığı,Boğaziçi <strong>ve</strong> İstanbul civarındaki kırsal alanınasayiş <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğini sağlama, üstdüzeydevlet görevlilerinin idamını infaz etme,yangın söndürme, mirî malını tahsiletme, yasa <strong>ve</strong> yasakları uygulama, beledîhizmetleri yerine getirme, şenlik <strong>ve</strong>törenler için top atma, savaşa katılmagibi görevler bulunmaktaydı.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM63


64TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMBölük <strong>ve</strong> cemaatlerden oluşan ocağınİstanbul’daki Hassa Bostancı Ocağı <strong>ve</strong>Edirne’deki Edirne Bostancı Ocağı olmaküzere iki şubesi vardı. İstanbul ocağı rütbe<strong>ve</strong> nitelik olarak üst konumda idi. Öyle kibir örnek hariç hiçbir Edirne Bostancısı,Bostancıbaşı rütbesine erişememiştir.Ocağa adam toplama devşirme yöntemiyleyapılmaktaydı. Sayıları zamanla artanocağın, asıl özelliği sultana yakınlık <strong>ve</strong>bağlılıklarıydı. Örneğin 17. yüzyılda yaşananidarî <strong>ve</strong> siyasî kargaşalarda padişahtan yanatavır almışlardır. Bunun tek istisnası ise 1703tarihli isyandır. Üç aydır maaş alamadıklarıgerekçesiyle karışıklık çıkarmışlar<strong>ve</strong> karşılığında padişahın gü<strong>ve</strong>ninikaybetmişlerdir. Bu konuyla ilgili kayıtlaramevacib defterlerinden ulaşılmaktadır.Ayrıca, asker sıkıntısının olduğu dönemlerdesavaşa gitmişler (özellikle 17. yüzyılda) <strong>ve</strong> sondönemde içerilerinden seçilenlerden yeniordu cüzleri tesis edilmiştir.Özetle, Bostancı Ocağı’nın kuruluşundankaldırılışına kadarki süreçte, ocağa neferalımı, ocağın nefer sayısı, ocağın görevleri,ocağın idareci <strong>ve</strong> hizmetlileri ile bostancılarınyevmiyeleri, terfileri, tayin <strong>ve</strong> tahsisatları,emeklilikleri <strong>ve</strong> ayrıca bostancıbaşılarıntayinleri, terfileri, emeklilikleri, gelirleri <strong>ve</strong>görevlerine yer <strong>ve</strong>riliyor tezde. Bir dipnotolarak, kendisine sorulan bir soru üzerineYıldız’ın <strong>ve</strong>rdiği cevaba binaen saraya alınangüllerin Edirne’den, toprağın Haliç’ten,ağaçların Beykoz’dan getirildiği bilgisini depaylaşalım burada…21 Kasım 2011Osmanlıİmparatorluğu’ndaYahudi Cemaati: EdirneÖrneği (1686-1750)Değerlendirme: Bilge Özel İmanovGürer KaragedikliTürkiye Araştırmaları Merkezi’nin tez-makalesunumları kapsamında Kasım ayında, BilkentÜni<strong>ve</strong>rsitesi Tarih Bölümü’nde hazırladığı “InSearch of a Jewish Community in the EarlyModern Ottoman Empire: The Case of EdirneJews (c.1690-1750)” başlıklı yüksek lisans teziçerçe<strong>ve</strong>sinde Gürer Karagedikli misafir edildi.Selanik, İstanbul, İzmir, Kudüs gibi şehirlerinYahudi cemaatleri hakkında önemli çalışmalarbulunmasına rağmen Edirne Yahudi Cemaatihakkında çok fazla çalışma olmaması,mevcut çalışmaların ise bazı genellemelerdenhareket etmesi, Karagedikli’yi Edirne Yahudicemaatini çalışmaya iten saiklerin başında yeralıyor. Bu çalışmaya zemin hazırlayan belkidaha da önemli bir diğer faktör ise, 17. <strong>ve</strong> 18.yüzyıllar sözkonusu olduğunda, Osmanlıgayrimüslim cemaatlerinin, özelde iseYahudi cemaatinin, Osmanlı Devleti’ninpolitik durumuyla paralel olarak <strong>ve</strong>dolayısıyla gerileme paradigmasıçerçe<strong>ve</strong>sinde değerlendiriliyor olması.Karagedikli, Osmanlı arşiv kaynaklarıtemelinde Edirne Yahudi cemaatinin,17. <strong>ve</strong> 18. yüzyıllarda, bahsedildiğigibi bir gerileme içerisinde olupolmadığını sorguluyor. Bunun


Gürer Karagedikliyanı sıra, 17. yüzyıl sonundan 19. yüzyılortalarına kadar şehrin demografik gelişimi,Edirne kaza merkezinde Yahudilerin mekânsalkonumlarının nasıl şekillendiği <strong>ve</strong> cemaatinidarî yapısı tezde incelenen diğer hususlar.Tezin ana kaynakları, avarız <strong>ve</strong> cizyedefterleri, şikayet defterleri, fermanlar <strong>ve</strong>siciller. 17. yüzyıl sonundan itibaren OsmanlıYahudi cemaatlerince oluşturulan Responsaliteratürü Edirne için de mevcut; ancaknüshaları ABD <strong>ve</strong> İsrail’de olduğundan<strong>ve</strong> modern İbraniceden çok farklı bir dilleyazıldığından bu literatür bu çalışmadakullanılamamış. Oysa Karagedikli, EdirneYahudi cemaatine ait resmin diğer yarısınınancak İbranice kaynaklar kullanılabildiğindetamamlanacağı kanaatinde.Edirne Yahudi cemaati, Bizanstankalan Romanyot Yahudileri, 14. yüzyılboyunca Fransa, Polonya <strong>ve</strong> GüneyAlmanya’dan göç eden Aşkenaz Yahudileri<strong>ve</strong> İber Yarımadası’ndan sürülen SefaradYahudilerinden müteşekkil. 16. yüzyılbaşında şehirde 8 alt-cemaat mevcutkenyüzyıl sonunda bu rakam 14’e çıkıyor.Geldikleri yere bağlı olarak cemaat-i Alaman,Katalan, İspanya vs. şeklinde adlandırılıyorlar<strong>ve</strong> kullandıkları dil bakımından dafarklılaşmaktalar.Karagedikli temel tezini şu şekilde ortayakoymaktadır: 17. yüzyıl boyunca <strong>ve</strong> 18. yüzyılortalarına kadar Edirne Yahudi cemaatininnüfusu iddia edildiği gibi azalmamış, bilakisartmıştır. Dolayısıyla demografik anlamdabir gerilemeden bahsedilemez. Karagediklibu tezini, nüfus hakkında bilgi sunanşu kaynaklara dayandırıyor: 1686 tarihlimufassal avarız defterinde Yahudi cemaati,kale içindeki 9 mahallede meskun 420 haneolarak kayıtlı. Karagedikli’ye göre <strong>ve</strong>rgilerdenmuaf olduklarını bildiğimiz gruplar dadâhil edildiğinde varolan nüfus bundançok daha fazla olmalı. 1690 tarihli mufassalcizye defterinde ise Yahudi cemaati 832nefer olarak kaydedilmiş. Demografik artış18. yüzyıl boyunca da gözleniyor. Yalnızcaerkeklerin kaydedildiği 1703 tarihli nüfuskaydında Yahudi cemaatine dair rakam600. Seyahatnameler <strong>ve</strong> ticaret konsülününraporundan hareketle şehirde 1740’larda1000 Yahudi hanesi olduğunu görüyoruz.17. yüzyıldan itibaren Edirne Yahudilerinigerileme paradigması çerçe<strong>ve</strong>sinde elealan şablonun dayandırıldığı bazı somutolaylar var. Sabetay Sevi’nin ihtidası <strong>ve</strong>bunu müteakiben gerçekleşen ihtidalarıncemaati demografik anlamda küçülttüğüiddiası bunlardan biri. Oysa yukarda <strong>ve</strong>rilenrakamlar böyle bir gerilemeyi doğrulamıyor.Yine 1703 Edirne Vakası akabinde payitahtınİstanbul’a taşınması literatürde Edirneiçin bir dönüm noktası olarak belirtiliyor.Karagedikli, bu münasebetle şehirden önemlibir insan göçü olduğunu ancak bununinhitata yol açacak düzeyde olmadığınısöylüyor. Şehrin gerilemesinin 18. yüzyılortalarına tarihlenen diğer iki sebebi ise,1742’de yaşanan ihrak-ı kebir <strong>ve</strong> 1751tarihli zelzele-i azim.Karagedikli, 1680-1750 arasına aitEdirne kadı sicillerinden hareketlede Yahudi cemaatinin mekânsalyerleşimi <strong>ve</strong> idarî yapısı hakkındaTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM65


66TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMbilgilere ulaşıyor. Bu dönem sicilleribüyük ölçüde terekelerden oluşuyor <strong>ve</strong> busebeple hüccetler gibi sosyal hayat hakkındaönemli bilgiler <strong>ve</strong>ren belgelere ulaşamayanKaragedikli, toplumsal ilişkilerin bu kaynaküzerinden ayrıntılı analizini yapamıyor. Bunarağmen, sicillerden hareketle, Yahudilerinkale içindeki 9 mahallenin dışındakimahallelerde de mevcut olduklarını;diğer gayrimüslim cemaatlerle fizikîyakınlık içinde olduklarını; Yahudilerlekimi askerî sınıf mensupları arasındakiilişkilerin mekânsal yapıyı da etkilediğini<strong>ve</strong> bu grupların merkezi <strong>ve</strong> merkeze yakınmahallelerde yoğunlaştığını; mekânsalyapının şekillenmesinde ibadet mekânınayakın olma isteğinin de etkin olduğunugörüyoruz. Cemaatin içyapısı da OsmanlıDevleti’nin diğer gayrimüslim cemaatleriylebüyük ölçüde benzer <strong>ve</strong> Osmanlı makamlarıdaha ziyade idarî önder olan cemaat başlarınıdikkate alıyor.Karagedikli ayrıca, Edirne Yahudi cemaatinin18. yüzyılda 17. yüzyıla nispeten sicillerdedaha az görüldüklerini tespit ediyor. Budurumun, bazı araştırmacılarca dile getirilenYahudi cemaatinin group solidaritysinindaha kuv<strong>ve</strong>tli olduğu tespitiyle bağlantılıolup olmadığına da değinen Karagedikli’yegöre, meseleleri cemaat içinde çözme refleksiesasında –esnaf grupları gibi din temelindeörgütlenenler de dâhil– tüm gruplariçin geçerlidir; Rumların <strong>ve</strong> Ermenilerinaksine Yahudilerde İstanbul merkezli birliderin olmaması cemaatin iç yapısınıgüçlendiren bir faktör olarak değerlendirilipdeğerlendirilemeyeceği bir soru işaretidir;ancak her hâlükârda aidiyet bilincininYahudilerde daha fazla olduğu söylenebilir.Öte taraftan İstanbul merkezli bir patriğesahip Ermeni <strong>ve</strong> Rum cemaatlerinin gündelikyaşamlarında bu “üst şemsiye”nin varlığınınne denli hissedildiğinin de sorgulanmasıgerekir.Osmanlı’da İşçi Hareketleri(1870-1922)12 Aralık 2011Değerlendirme: İlker AykutKadir Yıldırımİstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi İktisat Fakültesi İktisatTarihi Anabilim Dalı’nda “Osmanlı Çalışma Hayatındaİşçi Örgütlenmesi <strong>ve</strong> İşçi HareketlerininGelişimi (1870-1922)” adıyla tamamladığı doktoratezi çerçe<strong>ve</strong>sinde konuğumuz olan KadirYıldırım, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıemek tarihinin gelişimini işçi hareketleri <strong>ve</strong> işçiörgütlenmesi bağlamında ele alıyor.Çalışmasında yöntem olarak ilk planda ikincilkaynaklara yönelmekten ziyade dönemeait süreli yayınları, matbu eserleri <strong>ve</strong> arşivkaynaklarını inceleyen Yıldırım, bu kaynaklarınyönlendirmesiyle tezinin temel taslağınıbelirlemiş. Osmanlı emek tarihine yönelik1930’lardan itibaren başlayan literatürüngenel bir değerlendirmesini yaparak,literatürde arşiv kayıtları gibi birincilkaynakların ancak 2000’ler gibi geç birtarihte değerlendirilmeye başlanmasınınyol açtığı çeşitli yanlı yorumlar <strong>ve</strong> eksikbilgiler üzerinde duruyor.İşçi örgütlenmesi <strong>ve</strong> işçi hareketlerinitemel aldığı tezinde Yıldırımbu konulara geçmeden önce


Kadir YıldırımOsmanlı çalışma hayatının genel yapısınıdeğerlendirirken, Osmanlı işgücünü ücretli sivilişçiler dışında yabancı uzman <strong>ve</strong> çalışanlar,askerler, savaş esirleri, mahkumlar, kölelervb. alternatif işgücü kaynaklarıyla bir aradadüşünerek bütüncül bir bakış açısı ortayakoymaya çalışıyor. İşgücünün etnik <strong>ve</strong> dinselboyutta farklılaşmasıyla, cinsiyet açısındandurumunu da ayrıntılı şekilde ele alarak,tarihsel perspektifte bu farklılıkların gelişimini<strong>ve</strong> oluşan farklılıkların işçi örgütlenmesi <strong>ve</strong>hareketlerine etkilerini inceliyor.İşçi örgütlenmesiyle ilgili literatürde işçicemiyetlerinin geçmişine yönelik “ilk işçisendikaları” vb. genel kabulleri sorguladıktansonra, erken dönem işçi örgütlerinihayırse<strong>ve</strong>rlik amaçlı, ticarî <strong>ve</strong> sosyal nitelikli,siyasî nitelikli <strong>ve</strong> sendikal mahiyetteörgütler şeklinde tasnif ederek ele alıyor.İlk işçi örgütleriyle ilgili bu ayrıntılı tasnifte,sendika olarak bilinen çeşitli işçi örgütlerininsendikal mahiyette olmadığını savunarak,birincil kaynaklardan ortaya çıkardığı çeşitliörgütlerle 1870’ler <strong>ve</strong> sonrasında kurulmuşçeşitli işçi örgütlerine değiniyor. 1922’yekadar geçecek sürede işçi örgütlerininkuruluşları, faaliyetleri, devletle ilişkileri <strong>ve</strong>işçi hareketlerindeki yerlerini incelediktensonra, işçi örgütlenmesinde sosyalist hareketenüfusun farklı unsur <strong>ve</strong> bölgeleri açısındanyaklaşıyor. Ülkede sosyalistlerin faaliyetlerineyönelik 1850’li yıllarda tutulmuş kayıtlardanbahsederken, 1890’lardan itibaren Ermeni <strong>ve</strong>Bulgar sosyalistlerin, 1900’lerle birlikte Rum<strong>ve</strong> Yahudi sosyalistlerin, 1908 sonrasında daülkedeki Müslüman-Türk unsurun sosyalistfaaliyetlerini mevcut literatürün yanındaarşivler <strong>ve</strong> dönemin süreli yayınlarındantespit ettiği bilgilerle inceliyor. İşçiörgütlenmesinin sosyalist <strong>ve</strong> diğer niteliktekiteşkilatlanması üzerinden, somut örnek <strong>ve</strong>olaylarla Osmanlı işçileri arasındaki sınıfbilinci sorunsalına değiniyor.İşçi hareketleriyle ilgili dönemde boykotlara,makine kırıcılığına <strong>ve</strong> gre<strong>ve</strong> dönüşmeyendiğer işçi merkezli eylemlere yer <strong>ve</strong>rdiktensonra, ülkenin farklı bölgelerindeki limanlardaçalışan hamallar üzerinden bir işçileşmesürecini <strong>ve</strong> yeni düzene, teknolojik gelişmelere,şirketlerin faaliyetlerine ilişkin işçi tepkisinitarihsel gelişimiyle değerlendiriyor. Literatürdebilinen toplam grev sayısından yaklaşık %50oranında fazla grev hareketi tespit edenYıldırım, özellikle 1886-1902 arasında tespitettiği yeni grevler, yine aynı dönemde tersaneişçilerinin yaptığı çok sayıda grevi de günışığına çıkararak literatürde bu alandakieksikliğin kapatılmasına katkıda bulunurken,devlet yönetiminin işçi hareketleri üzerindekibaskısına yönelik genel kabulü sorgulayarak,Osmanlı’da işçilerin her dönem içinmücadeleci olduklarını <strong>ve</strong> iş uyuşmazlıklarıdurumunda grev silahına başvurmaktan geridurmadığını gösteriyor. İncelediği 50 yıllıksüreçte 351 adet grev hareketine yer <strong>ve</strong>rirken,bu grevlerin nedenleri, gelişimi, sonuçlarıüzerinde duruyor. Halk ayaklanmasınadönüşen Samsun tütün işçilerinin grevi ilebirlikte, aynı dönemde “yaşasın tüccar!”<strong>ve</strong> “yaşasın amele!” nidalarıyla sonlananKavala tütün işçilerinin grevleri gibiörneklerle işçi hareketlerine sadecesayılar üzerinden değil, işçi, iş<strong>ve</strong>ren<strong>ve</strong> devlet adamlarının grev öncesi <strong>ve</strong>TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM67


68TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMsonrasındaki davranışları üzerinden ayrıntılıolarak yaklaşıyor.İşçi örgütlerinin kurulmaya <strong>ve</strong> işçihareketlerinin sıkça görülmeye başlanmasındansonra hayata geçirildikleri için son bölümde yer<strong>ve</strong>rmeyi tercih ettiği Osmanlı çalışma hayatınayönelik yasal düzenlemeler bölümünde ise,ilgili dönemde uygulanan bireysel <strong>ve</strong> toplu işhukukuna yönelik yasaları inceliyor. Osmanlıçalışma hayatı için olduğu kadar, erken dönemCumhuriyet çalışma hayatında da en önemliyasalardan biri olarak değerlendirdiği Ta‘til-iEşgal Kanunu’nun çıkarılması sürecini, işçi,iş<strong>ve</strong>ren <strong>ve</strong> devlet tarafının yasanın hazırlıksürecindeki tavır <strong>ve</strong> eylemlerini, yasanınzamanla uygulamaya geçirdiği farklılıklarıele alıyor. Yasal düzenlemeleri sadece kanunmetinleri üzerinden değil, gerek kurulan işçiörgütleri, gerekse 1922’ye kadar ki somutgrev hareketleri üzerinden inceleyerek,sendika <strong>ve</strong> grevlerin yasak olup olmadığınadair ayrıntılı bir açıklama yapıyor. Grevlereilişkin somut örnekler üzerinden yasanıngrevleri yasaklamadığını ortaya koyarken,işçi örgütlenmesini sendika <strong>ve</strong> diğer işçicemiyetleri ayrımıyla ele alarak yasanınuygulanışını 1913 yılını bir kırılma noktasıolarak değerlendirerek anlatıyor. Çalışmasınınson bölümünde ise, mevcut yasal düzenlemelerdışında, kanun olarak teklif edilen ancakçeşitli nedenlerle kabul edilmeyerekyasalaşmayan düzenlemelerden bahsediyor.Bu düzenlemelerin Osmanlı çalışma hayatındahukukî açıdan neyin eksik olduğu kadar nelerinyapılabileceğini de gösterdiğini belirterek,Osmanlı devlet adamlarının üretim ile üretimiyapanlar, yani işçiler arasındaki tercihlerinidönemin siyasî, askerî <strong>ve</strong> iktisadî şartlarını dadikkate alarak inceliyor.Osmanlı Taşra MaliyesindeReform (1864-1913)19 Aralık 2011Değerlendirme: Ü. Serdar SerdaroğluYakup AkkuşYakup Akkuş ile İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndetamamladığı “Osmanlı Taşra MaliyesindeReform: Merkez-Taşra Arasındaki İdari-Maliİlişkiler <strong>ve</strong> Vilayet Bütçeleri (1864-1913)”başlıklı doktora tezi çerçe<strong>ve</strong>sinde, 1864-1913yılları arasında merkez-taşra arasındakiidarî-malî ilişkiler <strong>ve</strong> vilayet bütçeleri üzerinekonuşuldu.Akkuş, sunumuna tez konusunu nasıl seçtiği,tezin hangi saikler üzerinden belirlendiğinedeğinerek başladı. Burada tez konusubelirleme aşaması, araştırılacak konuüzerinde kavramsal bir temel oluşturabilme<strong>ve</strong> bu bağlamda ortaya çıkan teorikçerçe<strong>ve</strong>nin şekillenmesi gibi konuların izahıaraştırmacılar için güzel bir örnek olarakgösterilebilir. Bu anlamda Akkuş’un tezkonusuna dair kararının Osmanlı maliyesiüzerine yapılan mevcut çalışmalarınekseriyetinin merkez maliyesi üzerine olduğutespiti neticesinde alındığı söylenebilir. Bunagöre Osmanlı taşra maliyesinin yeterincearaştırılmamış olması <strong>ve</strong> bu anlamdakidikkat çekici boşluk tezin yöntemselyaklaşımının da “Osmanlı merkezmaliyesine taşra’dan nasıl bakılacağı?”sorusu etrafında şekillenmesisonucunu doğurmuştur.Osmanlı taşrasındaki idarîyapıların malî anlamda nasıl


Yakup Akkuşbir özellik ihtiva ettikleri sorusuna cevaparayan bu çalışmada teorik anlamda“mahalli idare” <strong>ve</strong> “taşra idaresi” kavramlarıüzerinden kavramsal bir tercih yapılmayaçalışılmıştır. Günümüzde kullanılan“mahalli idare” kavramının bu çalışmadatercih edilmemesinin sebebi, araştırmadönemi olarak belirlenen 1864-1913 yıllarıarasında Osmanlı vilayet idarelerinin tüzelkişiliklerinin (idarî özerklik) bulunmamasıdır.Bu önemli hukukî statü gerçeği sunumda <strong>ve</strong>tez çalışmasında dillendirilen “Osmanlı taşramaliyesi” kavramının neden daha doğru birkullanım olduğunu anlaşılır kılmaktadır.Yöntemsel <strong>ve</strong> kavramsal çerçe<strong>ve</strong>ye ila<strong>ve</strong>tençalışma döneminin başlangıç <strong>ve</strong> bitiştarihleri de belli teorik konuları temsilediyor. Dönemsel olarak Osmanlı Devleti’ninmerkez-taşra ilişkileri üzerinde sadeceidarî anlamda değil mali anlamda da çeşitlidüzenlemeler getiren 1864 tarihli ilk vilayetnizamnamesi ile başlayan tez, çalışmada“idarî bir dönüşüm” olarak tanımlanan <strong>ve</strong>1913 yılında gerçekleşen vilayetlerin idariözerklik kazanmaları ile nihayetlendiriliyor.Ayrıca çalışmada Osmanlı merkez-taşrailişkisi tasvir edilirken taşrayı temsilen Edirne,Selanik, Konya, Kastamonu, Aydın (İzmir),Hüda<strong>ve</strong>ndigar (Bursa), Erzurum, Halep<strong>ve</strong> Bağdat vilayetleri olmak üzere toplam9 vilayet ele alınmaktadır. Bu vilayetlerüzerinden bir değerlendirme yapma isteği,sözkonusu vilayetlerin Tanzimat Fermanıöncesinde de eyalet yapısı içerisinde olmaları<strong>ve</strong> büyük eyaletlerin merkezi konumundaolan köklü bir idari geçmişe sahipbulunmalarından kaynaklanmaktadır.Osmanlı merkez bütçesinin %50’lik birkısmını da açıklama imkânı <strong>ve</strong>ren bu 9vilayet üzerinden yapılan değerlendirmeile Osmanlı mali reformlarının taşradakiyansımaları bu vilayetlerin bütçe rakamlarıvasıtasıyla ortaya konulmuştur. Osmanlıarşiv kayıtları çalışmanın temel kaynağıdır.Birincil kaynak anlamında hayli zengin birmuhteva içeren çalışmada, Osmanlı arşivkayıtları dışında diğer arşiv kaynakları,özellikle bir kısım malî <strong>ve</strong>riler için İngiliz <strong>ve</strong>Fransız arşiv kayıtlarına başvurulmuştur.Önemli bir taşra arşivi olan Rumeli GenelMüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’nın özelevrakından da yararlanılmıştır. Bunlaraila<strong>ve</strong>ten İngiliz Parlamentosu yayınları,yerli <strong>ve</strong> yabancı gazeteler, matbu eserler<strong>ve</strong> raporlar, yerli <strong>ve</strong> yabancı görevlilerinhatıratları, gezi notları, Osmanlı dönemindeyayınlanmış mecmualar <strong>ve</strong> istatistik yayınlarıkullanılan diğer birincil kaynaklardır.Vilayet idarelerinin hukukî <strong>ve</strong> malî anlamdakamu yönetim sistemi içerisindeki konumunuele alarak başlayan bu çalışma toplam dörtbölümden oluşmaktadır. Çalışmanın birincibölümünde merkez-taşra idaresindekidönüşüm incelenmektedir. Bununla doğrudanilişkili ikinci bölümde yer alan “mali tevzin”uygulamaları Osmanlı merkez-taşra malîilişkilerinin temelini oluşturmaktadır. Bütçesürecinin de tartışıldığı üçüncü bölümdeOsmanlı vilayetlerinin bütçelerinin fazla<strong>ve</strong>rdiği yıllarda vilayet maliyesinindurumun aslında çok kötü olduğu<strong>ve</strong> vilayetlerden merkeze gidentelgraflarda da bu durumun iletildiğitespit edilmiştir. Bu bilgiler ışığındaçalışmanın son bölümünde vilayetTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM69


70TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMbütçelerinin analizine yer <strong>ve</strong>rilmekle beraberdurumun aslında nasıl olduğu anlaşılmayaçalışılmaktadır.Vilayetlerin maliyesinin daha iyi anlaşılmasıiçin vilayet gelirleri ile giderlerinin zamanbakımından değerlendirilmesinin gereğinedikkat çeken Akkuş’a göre Osmanlıekonomisinin temelinin Tarım sektörünedayanması nedeniyle <strong>ve</strong>rgi gelirlerinin; aşarağnamörneğinde olduğu gibi; mali yılınbaşlangıcı sayılan Mart ayında toplanmasıimkânsızdır. Kış aylarından yeni çıkılmasıile doğrudan irtibatlı bu hadise nedeniylevilayetlerin gelirlerini toplayamadıklarıaylardaki giderleri için merkezden yardımistemesi gerekiyordu. Bu durum taşra-merkezarasındaki telgrafların temel konusunuteşkil eder. Vilayet gelirlerinin tarıma dayalıolması ile giderlerin yılın ilk günündenitibaren oluşması arasındaki dengesizliktaşra maliyesinin durumunu olumsuzetkilemektedir. Bu, gelir gider arasındakidengesizliğin yılsonuna kadar aylık bazdadeğerlendirildiğinde açık <strong>ve</strong>rmesininsebebini izah eder. Dolayısıyla yıl içerisindeortaya çıkan bu gelir-gider dengesizlikleridikkate alınmadan, vilayetlerin sadece bütçe<strong>ve</strong>rilerine <strong>ve</strong> kesin hesap sonuçlarına bakarakmali performansları hakkında yorum yapmak,eksik <strong>ve</strong> hatalı sonuçlara yol açacaktır.Çalışmanın temel sonuçlarına gelince, bunuidarî <strong>ve</strong> malî olmak üzere iki kısımda özetlemekmümkündür. 1913 yılına kadar Osmanlıvilayetleri tüzel kişiliğe sahip olmadıkları içinOsmanlı taşra idareleri için “mahalli idare”kavramını kullanmanın teorik olarak birkarşılığı yoktur. Osmanlı taşra idaresi adem-imerkeziyet temelinde değil tevsi-i mezuniyetilkesine göre faaliyetlerini sürdürmüş,kısacası merkez taşraya idarî alanda özgürlüktanımamış; belirlenen hukukî çerçe<strong>ve</strong>de taşraidarelerinin yetkilerini kimi zaman genişletipkimi zaman da daraltarak kendi kontrolüiçerisinde tutmaya çalışmıştır.Osmanlı vilayet idareleri, gelir <strong>ve</strong> gidertahminlerinde bulunup, merkezegönderdikleri tahmini vilayet bütçeleriylegenel bütçe hazırlık aşamasına aktif olarakkatılmaktadır. Merkezden uzak, toplumsalyapısı diğer yerlerden farklı vilayetlerdetaşra mülkî <strong>ve</strong> malî idaresi oturtulamadığıiçin malî uygulamalar başarısız olmuştur.Çalışmanın son iki bölümünde yapılananaliz sonuçlarına göre, taşra maliyesindeyaşanan en önemli sorunlardan biri de <strong>ve</strong>rgikonusunun tarımsal alandan ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> geliralanına taşınamamasıdır. Kağıt üzerindeyapılan birçok <strong>ve</strong>rgi reformunun taşradakikarşılığı; bitirilemeyen kadastro sayımları<strong>ve</strong> biriken bakaya sorununun Osmanlı taşramaliyesi üzerinde olumsuz etkileridir. Vergitahsilatı işinde bir türlü organize olamayan <strong>ve</strong>taşrada malî bürokrasisini kuramayan merkezihükümet <strong>ve</strong>rgi tahsilinde yine mültezimleremuhtaç kalmıştır.Sonuçta idarî <strong>ve</strong> malî alandakurumsallaşamayan merkezi idare, hareketalanını kısıtladığı <strong>ve</strong> gelişimine ön ayakolamadığı taşrayı dönem sonuna kadarkontrolü altında tutmaya çalışmıştır.Akkuş’un çalışmanın başında vurguladığıüzere, vilayet idarelerinin malî <strong>ve</strong> idarîözerkliğe sahip olmaması <strong>ve</strong> dolayısıylataşra <strong>ve</strong> merkez maliyelerinin birbirineeklemlenmesi, malî bunalımdönemlerinde taşra <strong>ve</strong> merkezarasında karşılıklı olarak ikiyönlü bir bozulma yaşanması ilesonuçlanmıştır. Bu dönemlerdemerkezi maliyenin altyapısını


oluşturan taşra maliyesindeki anibozulmaların doğrudan merkeze yansıdığıgörülmektedir. Malî performanslarıdüşen vilayetler merkezi besleyemez hâlegelmişlerdir. Üstelik vilayetlerdeki artanmasraflar <strong>ve</strong> azalan gelirler taşra idarelerininkendi gelir <strong>ve</strong> giderleri değildir; hukukîolarak merkezi bütçeye aittir. Dolayısıyla buolumsuzluklar da devlet bütçesi hanesineyazılacaktır. Tüm bu bilgiler ışığında, taşradanbeslenen devletin ilgili dönemde malî durumukötü olan vilayetlere yardım etmesininzorlaştığı aşikârdır.24 Ekim 2011TAM Bir Kitap Bir YazarDeğişim Sürecinde BirOsmanlı Kenti: Kudüs(1890-1914)Değerlendirme: Seda KaravuşYasemin AvcıTarihi M.Ö. 4000 ila 3500’lere kadar gidenKudüs üç İbrahimî din için de kutsalbir şehir. Tarih boyunca uğruna nicesavaşların <strong>ve</strong>rildiği bu kutsal şehrin idaresi,1517-1917 tarihleri arasında OsmanlıDevleti’ndedir. Türkiye AraştırmalarıMerkezinin düzenlediği, “Bir Kitap BirYazar” başlıklı program dizisinde, DeğişimSürecinde Bir Osmanlı Kenti: Kudüs (1890-1914) (Phoenix Yayınevi, 2004) başlıklı kitapçerçe<strong>ve</strong>sinde son dönem Osmanlı Kudüs’ümasaya yatırıldı. Hacettepe Üni<strong>ve</strong>rsitesiTarih Bölümü’nde tamamladığı doktoratezini kitaplaştıran Yasemin Avcı eserinde,Osmanlı Devleti’nin Tanzimatdöneminden itibarengerçekleştirdiği bazı idarîreformların Kudüs kentineyansımalarını incelemektedir.Avcı’nın Kudüs’e olan ilgisi,bir yıllık bir çalışma için gittiğiİsrail’de belediye arşivlerinikeşfetmesiyle başlar. Yazarbu durumu güzel bir tesadüfolarak değerlendirmektedir.Zira belediye arşivinde hiçkimsenin dokunmadığı 16defterlik yaklaşık iki bine yakın bir belgekoleksiyonuyla karşılaşmıştır. Avcı’yagöre; belediye arşivlerinin önemi, şehiraraştırmaları için mühim bir kaynak niteliğiniYasemin Avcıhaiz olmasından <strong>ve</strong> 1517’den 1917’ye kadarOsmanlı idaresinde bulunan Kudüs’leilgili yerel evrakları ihtiva etmesinden ilerigelmektedir.Şehre ilişkin araştırmaları esnasındaAvcı’nın dikkatini çeken bir başka husus,Kudüs’e; bilhassa 19. yüzyıl Kudüs’üne,dair pek çok çalışma bulunmakla birliktebunların ekserisinde, Haim Gerber’inKudüs’te Osmanlı Yönetimi adlı kitabıhariç, Kudüs’teki Osmanlı yönetimineilişkin pek fazla bir şey söylenmemesi. Bunoktada, Avrupalı misyoner örgütleriile 1882’den itibaren bölgeye gelenYahudi cemaatlerinin bu durumunoluşmasındaki rolüne atıf yapan, başkabir deyişle şehirdeki değişimin Batımerkezli açıklanmak istenmesininbunda önemli bir payı olduğunuvurgulayan Avcı, bu bakış açısınındengelenmesi gerekliliğinin altınıTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM71


72TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMçiziyor. Kaynakça olarak mahalli evrakları(belediye zabıtları, Ali Ekrem koleksiyonu),merkezdeki arşivleri (irade <strong>ve</strong> yıldız tasnifi)<strong>ve</strong> İngiliz arşivini kullanan Avcı, bu kaynaklararacılığıyla, Kudüs’teki belediye mevzuatınınnasıl uygulandığı, belediye meclisikararlarının nasıl çıkarıldığı, diğer mahallîyönetim kurumlarıyla merkezi hükümetinilişkisi, belediyenin mali olanakları <strong>ve</strong> özerkbir kurum olup olmadığı gibi birçok sorununda cevabına ulaşıyor.Kitabın ana teması ise bir din kenti olanKudüs’ün –din kenti olma özelliğini korumayadevam etmekle beraber– 19. yüzyılınyarısından itibaren idarî-siyasî merkeze doğruevrilmesi etrafında şekillenmektedir. Buevrilmede özellikle Osmanlı’nın Tanzimat’tanitibaren uyguladığı idarî reformların rolübüyüktür. Bu idarî reformlar merkezietkinliği arttırmak maksatlı bürokratikkurumsallaşmanın oluşturulmasıdır kibelediyecilik bunun bir örneğini oluşturur.Bu merkezi etkinliği arttırmada Kudüs şehireşrafının payı da unutulmamalıdır Avcı’yagöre. Önemli dinî mevkileri dolduran ulemamensubu Kudüs eşrafı 1880’lerden itibarenbelediye başkanı, meclis-i idarede başkan,askere alma komisyonunun başkanı gibibirçok idarî mevkii doldurmuştur. Başkabir deyişle Avcı’nın belirttiği üzere, Kudüseşrafı Tanzimat’ın getirdiği reformlarınsonucunda geleneksel, dinî önderlikleriniidari etkinliklerle birleştirerek politik birkimliğe dönüştürmeyi başarmışlardır. İştebu düzenlemelerle Osmanlı Devleti Kudüshalkı nezdinde daha çok görünür olmuştur.Sözkonusu düzenlemelerin Kudüs şehrindeartış göstermesinde ise 19. yüzyılın yarısındansonra Avrupalı devletlerin Kudüs şehriüzerindeki nüfuz mücadelelerinin başlamasıile 1882 yılında Mısır’ın İngilizler tarafındanişgal edilmesi etkilidir. Bütün bunlarınyanında Kudüs’te Osmanlı idaresi sonaerdikten sonra da devam edecek çok önemlibir belediye geleneği ortaya çıkmıştır.Kudüs şehrindeki değişimde Kudüs’ün idarîsiyasîbir merkeze dönüşmesinin dışındaYahudi göçü ile Avrupalı devletler arasındakinüfuz mücadelesi de önemlidir. AyrıcaKudüs’e çok yüksek oranda yabancı nüfusungelmesi şehrin sur dışına doğru genişlemesine<strong>ve</strong> Kudüs belediyesinin çalışmalarınınkısıtlanmasına neden olur. Son olarak Avcı,Osmanlı Devleti’nin Kudüs’ün kentselgelişimine katkısını <strong>ve</strong> 19. yüzyılda Kudüs’tekideğişimi Yafa Kapısı <strong>ve</strong> yolu ile 1863’te kurulanilk hükümet konağı (ilk modern belediyelerdenbirini oluşturması bakımından önemlidir)gibi yapılar üzerinden görebilmenin mümkünolduğuna dikkat çekmektedir.26 Aralık 2011Değerlendirme: Turgay ŞafakTAM Tarih OkumalarıOsmanlı ÖncesiAnadolu Kronikleri 1Arifi Ahmed Eflakî,Menâkıbü’l-ÂrifînTürkiye Araştırmaları Merkezi,“Tarih Okumaları” çerçe<strong>ve</strong>sindeFatih Bayramdaha önce Bizans <strong>ve</strong> Osmanlıkronikleri üzerine gerçekleştirdiğiprogramların ardından yeni birprogram serisine daha başladı.


Osmanlı öncesi Anadolu kronikleri konulubu yeni serisinin ilk oturumunda İstanbulMedeniyet Üni<strong>ve</strong>rsitesi Öğretim üyesi FatihBayram ile Mevlana Celaleddin Rumî’ninmenkıbelerinden oluşan <strong>ve</strong> Ahmed Eflakîtarafından derlenen Menâkıbü’l-Ârifîntartışıldı.Konuşmasına eserin menkıbelerden oluştuğuhalde, Fuad Köprülü’nün tespitiyle gerek yerisimleri gerekse şahıs isimleri bakımındantarihî hakikatlere uygun bir kronik olarakdeğerlendirilebileceğini belirterek başlayanBayram’ın belirttiği üzere, Menâkıbü’l-ÂrifînMevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ninemriyle yazılmıştır. Ulu Arif Çelebi biryandan Mevleviliği Anadolu <strong>ve</strong> İlhanlıcoğrafyasında yaymaya çalışırken bir yandanda Mevleviliğin tarihinin yazılmasını istemiş,bu sebeple aynı zamanda müridi olan AhmedEflakî’den bu kitabı yazmasını talep etmiştir.Asıl adı Şemseddin Ahmed olan Eflakî’ye,ilm-i nücum ile iştigal etmesi hasebiyle –felekkelimesinin çoğulu olan– eflake nispetleEflakî, şeyhi Ulu Arif Çelebi’ye nispetle deArifî denmektedir. Tam künyesi ŞemseddinAhmed el-Eflakî el-Arifi’dir.Kitap, Hazreti Mevlana’nın babası ile başlar;bu dönem Harezmşahlar Devleti’ni kapsayanbir dönemdir. Daha sonra Moğol istilasınınyaşandığı dönem <strong>ve</strong> İlhanlılar döneminedair ilgi çekici ayrıntılara yer <strong>ve</strong>rir. ÖzellikleUlu Arif Çelebi’nin dönemine ilişkin bilgiler,yazarın da bizzat tecrübe ettiği olaylarıiçermektedir. Zira yazar, Ulu Arif Çelebi’nin1306 tarihinde Gazan Han’ın tahtına; Tebriz’eyaptığı seyahat ile 1316 yılında Olcaytu’nunhuzuruna; Sultaniye’ye yaptığı yolculuklarakatılmıştır. Tarihler incelendiğinde <strong>ve</strong>rilenbilgilerin hemen hemen hakikate yakınolduğu görülmektedir.Menâkıbü’l-Ârifîn AnadoluBeylikleri için de önemlibir kaynaktır. Eser,Eşrefoğulları, Aydınoğulları,Menteşeoğulları <strong>ve</strong> bilhassaKaramanoğulları hakkındaoldukça mühim bilgileriçermektedir. Bununla birlikte,gerek Selçuklu dünyasınıyansıtması gerekse Belh’tenAnadolu’ya, iki coğrafyaarasındaki fikrî alış<strong>ve</strong>rişlerigöstermesi bakımından ayrıbir öneme sahiptir. Kitapta adından en çokbahsedilen Anadolu Selçuklu hükümdarıFatih Bayramise Alaeddin Keykubad’tır. Burada çizilenAlaeddin Keykubad portresi bir “sultan-ıâdil” portresidir; önceleri içki <strong>ve</strong> eğlencemeclislerine düşkün iken Bahaeddin Veled’intelkinleriyle kötü alışkanlıkları terk ettiğirivayet edilir.Her ne kadar abartılı olsa da Moğolistilasına dair bazı yorumlara rastlamakmümkün kitapta. Aslında bu, dönemindiğer kaynaklarıyla uyumludur. Menâkıbü’l-Ârifîn’deki anlatıya göre: “Cengiz Han oğluÇağatay ölünce büyük bir hiddete kapılır,12 bin mescidi ateşe <strong>ve</strong>rir, 50 bine yakıntalebe <strong>ve</strong> hafız katledilir, 200 bin insanyere gömülür.” Sayıların bu denli abartılı<strong>ve</strong>rilmesinin nedeni, bu olayın İslamdünyası için büyük bir yıkım <strong>ve</strong> buhranasebep olmasıyla ilişkilendirilebilir. Öteyandan, eserde Moğollara sempati ilebakılan anlatılara da şahit oluyoruz.Ayrıca, kitapta ilginç ayrıntılarda mevcut: Mesela iki yerdeTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM73


74TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMİstanbul’dan bahsedilmektedir. Bunlardanbirinde İstanbul’a seyahat eden bir Mevlevitacir ile Mevlana’nın bir rahibe selamgöndermesi anlatılır. Bu örnekler, o dönemdeticaretin gelişmiş olduğunu <strong>ve</strong> rahibe selamgönderen bir Mevlana figürünün çizildiğinigöstermesi bakımından önemlidir. Zira bu odönemde oluşan barışçı ilişkileri resmeder.Diğeri ise Şems-i Tebrizî’den aktarılan şusözde geçer: “Hakikat sahibi İstanbul’daysaMekkeli birinin ona uyması gerekir.”Menâkıbü’l-Ârifîn’de anlatılan tarihî olaylarıdönemin diğer kaynaklarıyla mukayeseeden, aynı zamanda konulara dair modernaraştırmaları da zikreden <strong>ve</strong> böylecedinleyicilere zengin bir literatür sunanBayram’a göre diğer tasavvuf metinlerindegördüğümüz, hanedanların yıkılışıylatasavvuf büyüklerinin arasındaki ilişki,Harezmşahların yıkılışıyla ilgili aktarılanrivayette de karşımıza çıkmaktadır. Bunagöre, Ne zaman ki Baha Veled ile Harezmşahhanedanının arası bozulmuşsa Moğolsaldırılarına maruz kalınmış <strong>ve</strong> Baha Veled’inHarezmşah ülkesini terk etmesiyle devletyıkılmıştır. Yine aynı şekilde Mevlana’nın<strong>ve</strong>fatının ardından Konya <strong>ve</strong> Rum iklimiharap olur. Eserde bahsedilen <strong>ve</strong> önematfedilen bir başka konu ise rüyalar <strong>ve</strong> rüyayorumlarıdır.Eser, Anadolu Selçuklular zamanındakikültürel hayata dair pek çok bilgi taşıması<strong>ve</strong> o dönemde hangi eserlerin yaygın olarakokunduğunun tespiti açısından önemtaşımaktadır. Yine önceki menakıbnamelerdede mevcut ihtida olayları bu eserde de yeralmakta <strong>ve</strong> Mevlana’nın eliyle 18 bin kişininihtida ettiğine dair rivayetler aktarılmaktadır.Ayrıca, dönemin diğer kaynakların bunuteyit etmemekle birlikte, Ulu Arif Çelebi’ninziyaret ettiği beylerin hepsinin Mevleviliğeintisap ettiği iddia edilmektedir.Eser, 1319-1353 yılları arasında kalemealınmış olup ilk ismi Menâkıbü’l-Ârifîn <strong>ve</strong>Merâkıbü’l-Kâşifîn olarak yazılmış, dahasonra Menâkıbü’l-Ârifîn’de karar kılınmıştır.Menâkıbü’l-Ârifîn Anadolu Selçuklularıhakkında çok önemli bir kaynak olmasınarağmen Osmanlılara dair hiçbir kayıtbulunmamaktadır. Kendinden sonrakieserlere kaynaklık eden eser, bu yönüylehenüz incelenmemiştir.TAM SohbetYerel Tarihçilerle Buluşuyoruz 7Bursa: Şehir, Mimari <strong>ve</strong> İhya20 Ekim 2011Değerlendirme: Tubanur SaraçoğluSafiyüddin ErhanBursa, Osmanlı’nın ilk payitahtı… Osman’ınrüyası, Orhan’ın vuslatı… Keçecizâde FuadPaşa’nın tanımlamasıyla “Osmanlı’nındibacesi”… Bugünkü Bursa ne Osman’ın nede Orhan’ın Bursa’sı şüphesiz. Ancak bizOsman’ın <strong>ve</strong> Orhan’ın Bursa’sını zamanameydan okuyarak ayakta kalabileneserlerinden tanıyoruz. Peki ya, Osman<strong>ve</strong>ya Orhan bugün Bursa’ya gelsekendi eserlerini tanıyabilir miydi?Türkiye Araştırmaları Merkezi YerelTarihçilerle Buluşuyoruz adlı toplantıdizisinde Bursa’nın tarihî mirasınıdeğerlendirdi. Yapılar üzerindenşehirlerin teşekkülünün <strong>ve</strong> devir


devir geçirdikleri değişimlerin ele alındığıtoplantıda Bursa tarihine birbirinden değerliçalışmalarıyla hizmet eden restoratör <strong>ve</strong>yazar Safiyüddin Erhan misafir edildi.Bursa’da vakıf, dergah, türbe, mescit <strong>ve</strong>hazire gibi pek çok tarihî mirasın restitüsyonprojelerinin hazırlanması ile ilgili çalışmalaryürüten Erhan, Bursa’da halen ayakta olanNumaniye Dergahı’nın son temsilcisi aynızamanda.Safiyüddin ErhanVücuda getirilmiş bir mimari eserinyaratıcının kudreti olarak görülmesininönemine dikkat çekerek sözlerine başlayanErhan, Karagöz izlerken çocuklarınşekilden ses geliyor sanması, erbabınınise perde arkasındaki sahibi görmesi gibi,binaların vücuda gelişini Cenab-ı Hakk’ıno gönüllere <strong>ve</strong>rdiği kıymetler <strong>ve</strong> değerlerolarak niteler. Ona göre, İstanbul dışındaher şey çok daha ev<strong>ve</strong>l sükut etmiştir. Buminvalde Bursa, tarihî mirasına sahip çıkanbirkaç şehirden biridir. II. Murad’a kadarpadişahların selâtin külliyeleri ile zenginleşenBursa’da, bu devirden sonra selâtin esergörülmemesi Bursa’nın kuruluş dönemimimarisine ait bir laboratuar niteliğinikazanmasını beraberinde getirir. Bu, Bursa’yıdiğerlerinden ayıran en temel özelliktir.Erhan’ın üzerinde durduğu bir başka husus,hâlâ üzerinde yaşadığımız medeniyetimizinvücuda getirdiği bu kıymetlerinkorunmasıdır. Zira, bu eserlerin korunmasıen az onların varlığı kadar önemlidir. Bubağlamda, eserlerin korunması adınagünümüzde yapılan tahribatlara; bilhassaBursa’nın tarihî yapılarındaki tahribatadeğinen Erhan, kültürümüzde bu eserleriyaşatan vakıf müesseselerinin geçmişte birşeyin büyük ölçüde değişmeden muhafazaedilmesinde, dolayısıyla bir yerin tarihindetahrifat yapılmamasında mühim bir roloynadığı görüşündedir. Günümüzdeise, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bireserin vakıf gelirlerinin o yerin tamirineharcanması yönündeki uygulaması, öncelerikendi kaderine terk edilen birçok tarihîeserin yanlış usullerle tamir edilmesine yolaçmaktadır. Bu noktada, vakıf gelirlerinindoğru yönde kullanılmasının gerekliliğiaçıktır. Zira müdahale gerektirmeyen bireser üzerinde keyfi olarak değişiklik yapmakbir tür cinayettir. Bu, eseri bizden sonragelen nesillerin tanıyamayacağı bir halesokar. Bunu önlemenin yolu ise, önceliklebizim eserlerimizi tanımamızdan geçer.Ancak bu şekilde tarihî miras geleceknesillere sağlıklı bir şekilde aktarılabilir.Peki, bu noktada tahrifatı nasıl tespitedebiliriz? Dia gösterisi eşliğinde 1980<strong>ve</strong> sonrasına ait fotoğraflarla somutörnekler üzerinden konuşmasına devameden Erhan’a göre, bunun için bir şehrinuzun seneler sonra aynı açıdan ikinci birfotoğrafı alınarak iki fotoğraf arasındaki farkgözlemlenebilir. Eğer fark az ise o şehrinkorunduğuna hükmedebiliriz. Konuya Bursaözelinde bakıldığında bugün artık kareyebüyük apartmanların girmediği bir fotoğrafalmak neredeyse mümkün değildir. Diğertaraftan, sözkonusu eserlerin bugünküdurumlarına göz atıldığında Bursa’nınkendi mimarisinin korunduğu birkareyi bulmak da oldukça güçtür.Zira Bursa’daki pek çok eser, tamirgörürken tahrif edilmiştir. Mesela,TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM75


76TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMBursa mimarisinin mühim örneklerindenolan Ulu Cami, Yıldırım Külliyesi, YeşilCami, Muradiye Cami gibi eserler yapılantamirlerde mimari inceliklerini <strong>ve</strong> zevkiniyitirmiştir. Bir başka ilginç örnek, Hisariçerisinde yer alan bir caminin tamir edilmeksuretiyle üslubunun değiştirilmesi üzerineilk devir eseri olmaktan çıkarılmasıdır. Sondevre kadar bir müddet harap kalan cami,Yunan harbinden önce halk yardımıylayeniden yapılmıştır. Son devirde çalışmasahası <strong>ve</strong> üslup, mimari zevk açısındanRum <strong>ve</strong> Ermenilerin elinde bulunduğuiçin bu caminin tamiratında politik birtavır da dikkat çekmektedir. Bu suretlesözkonusu caminin üslubunda ciddi birdönüşüm gerçekleşmiş <strong>ve</strong> Orhangazi’ye aitbir cami, ona addedilmeyecek derecedetahrif edilmiştir. Burada kayda değer hususyapılan işçiliğin güzelliği mühim olmaklabirlikte üslupta bir aidiyet problemibulunmamalıdır. Özetle, Erhan’a göre üslubugöz ardı eden bir mimari, mimari değildir.Bugün, Bursa’da Bursa yoktur. Bu eserlerintahribine seyirci kalınmaması kadar buhassasiyetin tek tek kişilerin heyecanı olarakkalmaması da önemlidir.Bugünü Tarihten Okumak11 Kasım 2011Değerlendirme: Mehmet Hakan VaizoğluKemal KarpatYakın dönem cumhuriyet tarihinin önemlisimaları <strong>ve</strong> meselelerinin tartışıldığı TAMSohbet programının konuğu Kemal Karpatidi. Karpat ile yakın dönem cumhuriyettarihinin mihenk taşları; özellikle sosyal sınıf<strong>ve</strong> devlet meselesi, dönemin önemli figürleriüzerinden gündeme getirildi.1970’li yıllardan bu yana yakın dönemTürk siyasî tarihi üzerine pek çok değerlieser kaleme alan Karpat, öncelikle, halençeşitli akademik çalışmaların konusuolan bu meselelerin doğru bir şekildeidrak edilebilmesi için 1950’lere <strong>ve</strong> 60’laragitmenin gerekliliğine dikkat çekti. Karpat’agöre dönemin şahsiyetlerini tanımadan, odönemin meselelerini kavramak mümkündeğildir. Kişileri iyi anlamak, tarihi deanlamayı mümkün kılar. Şahsiyetleryetiştikleri muhiti, zamanı <strong>ve</strong> bu zamanınfikirlerini bünyelerine çekip aksettirirler. Budüşüncelerden yola çıkan Karpat, döneminsiyasetinin en etkili isimleri olarak, baştaAdnan Menderes olmak üzere, Celal Bayar<strong>ve</strong> İsmet İnönü üzerinden bir değerlendirmeyaptı. Karpat’ın dönemin bu önemli üç figürühakkındaki değerlendirmeleri ise özetleşöyledir:Milli mücadeleye katılmış kendine mahsusbir milliyetçi olan Menderes, bu milliyetçiliğihiçbir zaman ideolojik hale getirmemiş <strong>ve</strong>mevki için bir basamak olarak addetmemiştir.Menderes ile ilgili bir diğer hususiyet, toprağı<strong>ve</strong> köylüyü sevmesi, <strong>ve</strong>rimi arttırmaya <strong>ve</strong>ihtiyaçları karşılamaya yönelik; kredi<strong>ve</strong>rmek, ziraati makineleştirmek gibipratiklerle hareket etmesidir. Menderes,bu iki unsuru siyasetle bir arada tutmayıamaçlamıştır. Tabandan yükselecek,kendi imkânlarını kullanacak<strong>ve</strong> özellikle yerli mahsullerideğerlendirerek güçlenecek birorta sınıfı, açıkça dile getirmemiş,kavramsallaştırmamış olsa dapratikte böylesi bir orta sınıfı


Kemal Karpatortaya çıkarmaya çalışır. Burada şunu daözellikle ifade etmek gerekir ki, orta sınıfmeselesi, Menderes’ten önce de vardır, ancakAnadolu kökenli bir orta sınıf oluşturmayateşebbüs eden ilk kişi odur.Menderes’e dair üçüncü önemli hususiyet,bürokrasiden gelmemesi <strong>ve</strong> serbest hareketedebilmesidir. Bu durum ona diğer önemlisiyasî aktörler karşısında bir üstünlüksağlamıştır. Menderes, bürokrasiye, özellikleaskerî bürokrasiye karşı açıkça cephe almıştır.Devleti yakından inceleyip, felsefî temellerinisorgulamayan Menderes’e göre devlet,kararları yerine getirecek bir mekanizmadır.Menderes’in aksine Celal Bayar ise,devletin gücü, bütünlüğü <strong>ve</strong> üstünlüğünüvurgulayarak bunları muhafaza etmek ister <strong>ve</strong>bu gücün azaltılmasına asla taraftar değildir.Bu tavır ile Bayar, İnönü’ye yakındır. İkisininde devletçi yönü ağır basmaktadır. Ne varki, İnönü, devleti CHP’nin başkarakteriolan elitle muhafaza etmek istemiş, Bayarise bu tutumun aksine, devletin vatandaşadaha yakın olduğu, onunla kucaklaştığı <strong>ve</strong>bütünleştiği bir durum öngörmüştür.Karpat’a göre 1954 seçimlerini DP’nin eziciçoğunlukla kazanmasının ardından, Bayar’ındevlet merkezli görüşleri geri plana itildi.Çok duygusal, yer yer frenleyemediği fevriduygular taşıyan, kendine gü<strong>ve</strong>ni gittikçeartan “aklı başında, dinamik, pragmatik birköy ağasının mentalitesi”ne sahip Menderes,bu tarihten sonra pratik ekonomik yatırımtemelli orta-sınıfsal politikaları alabildiğinehayata geçirmeye yönelir. 1957 seçimlerinde,<strong>ve</strong>kil sayısını üç katına çıkartan DP, artanmuhalefeti sert bir şekilde frenlemepolitikaları yürütür. 1958’den sonrası ise,“demokrasinin çığırından çıkma devridir”.Aynı şekilde, Menderes, laiklik konusundada, meseleyi teorik olarak irdelemedenpragmatik düşünüp; halk evlerinin, köyenstitülerinin milli birlik <strong>ve</strong> bütünlüğü bozmatehlikesi taşıdığı gerekçesi ile kapatılması <strong>ve</strong>ezanın Arapça okunması gibi pratik kararlaralıyordu.1950’li yıllarda ortaya çıkan bazı anameseleler zamanla genişlemiş, çetrefilleşmiş,yeni boyutlar kazanmış <strong>ve</strong> bugüne kadarçeşitli şekillerde devam edegelmiştir. Bunedenle, yakın tarihin, daha yakın tarihinianlamak için bu meseleleri gözönündebulundurmak elzemdir. Bu cihetten,günümüze ulaşan konular arasındanen önemlisi, Karpat’a göre, İttihatçılartarafından tanımlanmış <strong>ve</strong> üzeri kapatılmış,DP döneminde ele alınmış <strong>ve</strong> bugün tekrar<strong>ve</strong> değişik şekilde tartışılmakta olan “millet”meselesidir. İttihat <strong>ve</strong> Terakki Partisidöneminde pragmatik bir çare olarak ortayaçıktığı düşüncesinin aksine milliyetçilik, herşeyden önce bir kimlik <strong>ve</strong> bilinç meselesidir.Osmanlı Devleti’nde çok geniş “Türk” <strong>ve</strong>“Müslüman” diyebileceğimiz bir nüfusyaşamıştır. Ancak bu nüfusun entelektüel,dinsel, linguistik özellikleri hiçbir zamantartışma konusu yapılmamıştır, devletmüdahalesi olmaksızın, etnik gruplararası etkileşim süregelmiştir. “KültürelTürkleşme” süreci ise, 19. yüzyıl sonundaiyice yaygınlaşır. Öyle ki, Osmanlı devletbürokrasisi dahi kendini Türk olarakifade eder. Bununla birlikte bu durumuırk değil, kitlelere hâkim olan bir üstkimlik olarak değerlendirmek gerekir.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM<strong>77</strong>


78TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMİttihat <strong>ve</strong> Terakki Partisi döneminde,özellikle Balkan Savaşları sırasında, bukültürel Türkçülük, siyasî Türkçülüğedönüşür.Nihayetinde, “Yeni Türkiye” söylemi,içeriğiyle, insanıyla yeni bir Türkiye’yikastediyor olsa da bu, tarihimizden kopmakanlamına gelmiyor, bir asimilasyon damuhteva etmiyor, aksine yaşamak içingerçekleştirilen bir entegrasyonu ifadeediyor. Kültürel temelde geçmişiyle süreklilikihtiva eden günümüz Türkiye’sinde, zamaniçinde en Büyük değişiklik büyük bir kitleninülke <strong>ve</strong> dünya meseleleriyle ilgilenir halegelmesi <strong>ve</strong> böylece yeni <strong>ve</strong> otantik bir toplumyaratılmasıdır.28 Kasım 2011Otobiyografik Bir Anlatı 4Değerlendirme: Mustafa ÖztürkTürkiye TarihçiliğiEngin Deniz AkarlıTürkiye Araştırma Merkezi’nin bir süredirdüzenlemekte olduğu “Otobiyografik BirAnlatı” program serisinde halen FulbrightÖğretim Üyesi olarak Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndeakademik faaliyetlerini sürdüren EnginDeniz Akarlı ile hayat tecrübeleri <strong>ve</strong> engintarih bilgisi ışığında Türkiye Tarihçiliğideğerlendirildi.Öncü birçok yayınıyla tarih alanındaçalışanların yakından tanıdığı Akarlı, 1968yılında, o zamanki adı Robert Kolej YüksekOkulları olan Boğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndenmezun oldu. Wisconsin Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndemastırını, Princeton’da ise doktorasınıtamamlayan Akarlı sırasıyla BoğaziçiÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde (1976-1983), Ürdün YermükÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde (1983-89), WashingtonÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde (1989-1996) <strong>ve</strong> BrownÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde dersler <strong>ve</strong>rdi.Sözlerine her tarihçinin incelediği konularıseçerken kendi hayat tecrübesindenetkileneceğini belirterek başlayan Akarlı’yagöre, kişinin yaşamı kullandığı kaynaklardaneyi görüp neyi göremeyeceğine dahi tesireder. Bu durumun tersi de geçerlidir; yaniinsanın seçtiği meslek diğer yandan onunhayata bakışını da etkiler. Hayat <strong>ve</strong> meslekarasında diyalektik bir ilişki mevcuttur <strong>ve</strong>bu diyalektik çok önemlidir. Tarihçininçalışmalarına etki eden bir diğer unsur dao kişinin yaşadığı devirdir. Zira tarihçi aynızamanda yaşadığı devrin insanıdır.Akarlı çalışmalarına zihninde yer eden temeliki soru üzerinden başlıyor. Bunlardanbirincisi, Türkiye’nin sahip olduğu arşivkaynakları <strong>ve</strong> bunların kullanımı meselesidir.Akarlı’ya göre, tarihçilik, başka unsurları daiçinde barındırmasına rağmen, netice olarakbir kaynak meselesidir. Meseleye bu açıdanyaklaşıldığında, Türkiye tarihi, kaynak olarakçok zengin bir mirasa sahiptir. Bu miras,sadece ülkemizin tarihine değil, bugünkomşu olduğumuz, tarihte Osmanlı’nınhakimiyeti altında yaşamış birçok milletin<strong>ve</strong> devletin tarihine de ışık tutabilecekniteliktedir. Akarlı’nın zihnindekiilk soru da bu noktada beliriyor: Buzenginlik, günümüze kadar dünyadaniçin bir yankı uyandırmamıştır <strong>ve</strong>bu kaynaklara dikkati çekmek içinneler yapmak gerekir? Akarlı’nınikinci sorusu ise, tarihin milli


kimlik üzerindeki etkisiyle alakalıdır.Aslına bu soru birinci soruyla yakındanilgilidir. Akarlı’ya göre tarihçilik, milli kimlikoluşturmak için belli başlı araçlardanbirisidir. Tarihimizi dünyaya açarken millikimliği nasıl oluşturmamız lazımdır? Yaniçok seslilik ile tek sesliliği bir arada nasılbarındıracağız?Bu sorular aslında kendi hayat tecrübesininsonuçları Akarlı’nın ifadesiyle. Bu minvaldeöncelikle yetiştiği ortam <strong>ve</strong> eğitim sürecinedeğinen Akarlı, Eskişehir’de MaarifKoleji’nde başlayıp 1960’ta Robert Lisesi’ndedevam eden eğitim sürecinin ardından,Boğaziçi’nde lisans eğitimini tamamlıyor.Boğaziçi yıllarında arkadaşlarıyla yaptıklarıçeşitli faaliyetlerde bazı isimlerle tanışıyor:Boğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndeki İstanbul-taşra,zengin-fakir gibi ayrımlar <strong>ve</strong> sınıfsalkültürelçelişkileri içinde barından ortamatepki olarak Anadolu Grubu’nu kuruyorlararkadaşlarıyla. Bununla birlikte, bu faaliyetlerçerçe<strong>ve</strong>sinde tanıştığı isimlerden biri olanNuri Arlasez kendisi için bir dönüm noktası.Arkadaşlarıyla organize ettikleri yazma sergisiiçin Nuri Arlasez’le görüşmesi Akarlı’ya arşivgibi bir deryanın kapılarının açılmasına <strong>ve</strong>tarihçilikle yakınlaşmasına <strong>ve</strong>sile oluyor.Üni<strong>ve</strong>rsitede arkadaşlarıyla organize ettikleriseminerlerde Aziz Nesin, İdris Küçükömer,Nurettin Topçu, Sencer Divitçioğlu baştaolmak üzere dönemin birçok önemli fikiradamını ağırlıyorlar.Aynı dönemde tecrübe ettiği İşçi Partisideneyimi ise bir başka tecrübedir Akarlıiçin. Aktif olarak yöneticilik de yapacağıHacı Bektaş Derneği’ni bu partide yaptığıçalışmalar sırasında tanıyor. İşçi Partisiyıllarında Mersin’in dağ köylerindeyürüttükleri faaliyetler sırasında, o köylerdeyaşan Alevi nüfusla tanışanAkarlı, bu tanışıklık sonrasındaHacı Bektaş Derneği yönetimkuruluna seçilip derneğinkültür kolları başkanlığınageliyor.Engin Deniz AkarlıLisans eğitiminin ardındanyaşadığı tüm bu olaylarınkendisini siyasettenuzaklaştırması, Kemal Tahir’leolan yakınlığı <strong>ve</strong> onuntavsiyeleri sayesinde PoliticalEconomy’yi seçmeyip tarihiseçmesi Akarlı için bir başka mihenk taşı.Bu seçimin ardından 1969 yılı kışına kadarWisconsin Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde çalışmalardabulunan <strong>ve</strong> buradan Princeton’a geçen Akarlı,1971 askeri darbesinin ardından Türkiye’deyaşanan bazı hadiseler üzerine DemocraticResistance in Turkey hareketinin Amerikaşubesini kuruyor. 1973 yılında Türkiye’yedöndükten sonra arşiv çalışmalarına ağırlık<strong>ve</strong>riyor. Yabacı araştırmacıların o dönem içindaha fazla yer aldığı arşivde, Tevfik Güran,Yavuz Cezar, Mehmet Genç, Cevdet Küçük iletanışıyor.Son olarak, yaşamında tanıştığı birçok isim<strong>ve</strong> olaylar, Türk siyasî hayatında yaşanankırılmaların ardından gittiği yurt dışındaedindiği tecrübelerden bu şekilde bahsedenAkarlı’nın hayatında dikkate değer diğerbir husus yapısalcı bir tarih anlayışıylaçalışmalar yapan Belgelerle Türk Tarihidergisindeki mesaisidir. Akarlı, buradakiilk çalışmalarında nüfus tarihi,bütçeler, şehirlerin yerleşke yerlerininmekân içerisindeki dağılımı gibikonulara yer <strong>ve</strong>riyor.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM79


mesnevî’denNiteliğe hapsolmuş niteliksiz bir can…İnsan cevherdir, gökyüzü onun arazıdır; her şey ayrıntıdır,basamaktır, maksat insandır.A akıllar, tedbirler, düşünceler kulu kölesi olan,kendini nasıl böyle ucuza satıyorsun? Sana hizmetetmek, bütün varlığın üstüne farzdır. Bir cevher,arazdan nasıl bağış dilenir?İlmi kitaplarda arıyorsun ha, ne yazık! Tadı helvadanistiyorsun ha, ne yazık! Sen damlada gizlenmişbir bilgi denizisin; üç karışlık bedende gizlenmişbir âlemsin. Şarap da nedir, çalıp eğlenme de nedirki sen onlarda neşe arayansın, yarar umasın.Güneş bir zerreden borç istemede; bir Zühre, küçücükbir küpten kadeh dilenmede! Sen niteliğehapsolmuş niteliksiz bir cansın; tutulmaya uğramışbir güneşsin, işte bu, yazık sana.Kaynak: Mesnevî, trc. Derya Örs <strong>ve</strong> Hicabi Kırlangıç, Konya,Aralık 200880KüreselAraştırmalarMerkeziKAM

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!