11.07.2015 Views

bülten 80 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

bülten 80 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

bülten 80 (pdf) - Bilim ve Sanat Vakfı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

BSVhavadisHazırlayan: Remzi ŞimşekDivan 33. sayı çıktı!Fıkıh <strong>ve</strong> İslâm felsefesi ağırlıklıyazılardan oluşan Dîvân’ın 33. sayısıiki nokta etrafında temerküz etti:ilmihâl kavramı <strong>ve</strong> fıkıh usulü. M.Cüneyt Kaya “felsefe ilmihali”, SamiErdem “ahir zaman fıkıh ilmihali” <strong>ve</strong>Özgür Kavak “siyaset ilmihali” olaraktanımlanabilecek metinleri ele alırken,Osman Güman, Mehmet Özşenel,Soner Duman <strong>ve</strong> diğer makalesiyleÖzgür Kavak, çalışmalarını fıkıh usulümeseleleri üzerine inşa ediyorlar.M. Talha Çiçek’in yakın tarihe <strong>ve</strong>Mehmet Birgül’ün felsefe tarihine dairçalışmalarıyla Divan tamamlanıyor.TALİD’in 17. sayısı “Türk FelsefeTarihi” çıktı!Felsefenin Türkiye’deki macerasınaodaklanan Türkiye AraştırmalarıLiteratür Dergisi’nin (TALİD) busayısı, söz konusu macerayı genelolarak felsefe tarihi yazımı, felsefî esertürlerinin gelişim seyirleri, belli başlıfelsefe disiplinlerine dair literatürdeğerlendirmeleri, bazı Batılı felsefîekol/yaklaşımların Türkiye’dekiyansımaları, felsefe çalışmalarınıyönlendiren kurumsal yapılar <strong>ve</strong> süreliyayın dünyası ile Türkiye’de felsefeninçeşitli alanlarına önemli katkılardabulunan isimlere dair tanıtımlarçerçe<strong>ve</strong>sinde inceliyor <strong>ve</strong> her sayıdaolduğu gibi bu sayıda da felsefeninTürkiye’deki tarihini iki duayenin,Mahmut Kaya <strong>ve</strong> Doğan Özlem’inhayat hikayeleri özelinde irdeliyor.Hayal Perdesi Sinema Topluluğu Atölye Çalışması 2012-2013(Yapım) başladı<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı <strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi bünyesinde Murat Pay’ınkoordinatörlüğünde yürütülecek bu atölyenin amacı filmleri <strong>ve</strong> film yapımınıteorik <strong>ve</strong> pratik düzlemde anlamaya çalışmaktır. Teorik çalışmaların ağırlıktaele alınacağı atölye programında yazın pratik çalışmalara (kısa film yapımı) yer<strong>ve</strong>rilecektir.Hayal Perdesi’nin 30. <strong>ve</strong> 31.sayısı çıktı!İki aylık sinema e-dergisi HayalPerdesi’nin 30. <strong>ve</strong> 31. sayıları www.hayalperdesi.net adresinde yayınlandı.Derginin 30. sayısında İranlı ustayönetmen Abbas Kiyarüstemi’ninsineması “Yakın Plan Kiyarüstemi”başlıklı bir dosya ile incelemeyealınıyor. 2012 Ağustosunda <strong>ve</strong>fateden, Türk sinemasının kurucuyönetmenlerinden Metin Erksanüzerine Kurtuluş Kayalı, Agâh Özgüç <strong>ve</strong>Giovanni Scognamillo’nun görüşlerinebaşvuruluyor. 31. sayısında Béla Tarr,Michael Haneke <strong>ve</strong> Lars von Trier’iortak bir paydada buluşturan ZeynepGemuhluoğlu’nun “Yedinci <strong>Sanat</strong> <strong>ve</strong>Yedinci Gün Üzerine: Son <strong>ve</strong> BaşlangıçArasında Tarr, Trier <strong>ve</strong> Haneke”başlıklı makalesi kapağa taşındı. SemihKaplanoğlu’nun Nederlands FilmFestivali’nde sinema anlayışı üzerineyaptığı “Bir Yaprak da Oyuncu KadarÖnemlidir” başlıklı konuşmanın metnidergide yer aldı. Ayrıca, 2012 yılının eniyi yerli yapımlarından Tepenin Ardıfilminin yönetmeni Emin Alper ilegerçekleştirilen söyleşi bulunuyor.


BSVhavadis2013’e girerken Türkiyeekonomisi KAM’ın panelindetartışıldıKüresel Araştırmalar Merkezi’nin,yılsonu ekonomi değerlendirmepanellerinin ikincisi 22 Aralık’tagerçekleştirildi. T.C. MerkezBankası Meclis Üyesi LokmanGündüz’ün oturum başkanlığınıyaptığı panelde İstanbul MenkulKıymetler Borsası’ndan OrhanErdem, Odeabank’tan Serkan Özcan,Albaraka Türk’ten Melikşah Utku<strong>ve</strong> HSBC-Londra’dan Murat Ülgen,Türkiye <strong>ve</strong> dünya ekonomisininmevcut durumuna ilişkin görüşlerini<strong>ve</strong> önümüzdeki süreçte yaşanabilecekgelişmelere dair öngörülerinipaylaştılar.Türk dış politikasınındeğerlendirildiği panele ilgibüyüktüKüresel Araştırmalar Merkezi’ninilkini 2011’de gerçekleştirdiği dışpolitika değerlendirme panellerininikincisi 26 Aralık’ta yapıldı. 2012yılında Türkiye’nin Ortadoğu,ABD, AB <strong>ve</strong> Avrasya’ya yönelik dışpolitikasının tartışıldığı <strong>ve</strong> muhtemelmeydan okumaların dile getirildiğipanelin konuşmacıları İstanbul BilgiÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nden Prof. Dr. İlterTuran, Bilkent Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndenDoç. Dr. Hasan Ali Karasar, İstanbulŞehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nden Yrd. Doç.Dr. Hasan Kösebalaban <strong>ve</strong> MarmaraÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nden Nuh Yılmaz idi.Hikmet Çetin, Afganistanmüdahalesini <strong>ve</strong> NATO’nunrolünü değerlendirdi17 Kasım’da Küresel AraştırmalarMerkezi, işgalinin 11. yıldönümündeAfganistan’a müdahaleyi <strong>ve</strong>NATO’nun rolünü konu alan bir paneldüzenledi. 2003-2006 dönemindeAfganistan’da NATO Kıdemli SivilTemsilciliğini yürüten eski DışişleriBakanı <strong>ve</strong> TBMM Başkanı HikmetÇetin’in konuşmacı, NATO <strong>ve</strong>gü<strong>ve</strong>nlik çalışmaları uzmanı YıldızTeknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi Siyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong>Uluslararası İlişkiler Bölümü’ndenProf. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney’inde müzakereci olarak katıldığı panel,büyük ilgi gördü.“Şehirötesi Ağlar” başlıklı panel dizisinin ilki yapıldı...<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi, network-ağ analiziyaklaşımının Osmanlı tarihçiliğindeki imkânlarını araştırmak <strong>ve</strong> tartışmak için“Şehirötesi Ağlar” başlığı ile bir seri panel düzenleyecek. Bu çerçe<strong>ve</strong>de ilk olarak15 Aralık 2012’de, “Şehirötesi Ağlar 1: Osmanlı İmparatorluğu’nda Misyonerlik–Kişiler, Kurumlar, İlişkiler–” başlıklı bir panel düzenlendi. Oturum başkanlığınıEmrah Safa Gürkan’ın yürüttüğü; Şamil Mutlu, Mehmet Ali Doğan <strong>ve</strong> AyşeAksu’nun panelist olarak katıldığı bu panelde, Katolik <strong>ve</strong> Protestan misyonerlerinOsmanlı Devleti’ndeki faaliyetleri <strong>ve</strong> Anadolu’daki Amerikan okulları tartışıldı.


BSVhavadisOsmanlıca Seminerleri 19.döneminde…<strong>Sanat</strong>Hafıza program dizisibaşladı<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi, Ekimayında yeni bir konuşma dizisibaşlattı. <strong>Sanat</strong>Hafıza başlıklı buprogram dizisinde sanatın hafızaile kurduğu ilişkinin irdelenmesihedefleniyor. Dizinin ilk konuğu<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı MedeniyetAraştırmaları Merkezi’nden EyüpSüzgün oldu. Süzgün ile “ÖznelDeneyim Mekânı Olarak BiyolojikHafıza: Hafızanın Bilinç <strong>ve</strong>Benlikle İlişkisi” üzerine konuştuk.Serinin ikinci konuğu olanİstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndenProf. Dr. Mahmut Mutman ile“Deleuze’ün Felsefesinde Hafıza<strong>ve</strong> Sinema”yı konuştuk. Programınüçüncü konuğu, Mardin ArtukluÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nden Prof. Dr. BülentTanju ile Aralık ayında cumartesigünleri gerçekleştirilen dörtoturumda “Mimarlık <strong>ve</strong> Hafıza”,“Mimarlık <strong>ve</strong> Anıt”, “Mimarlık <strong>ve</strong>Kimlik”, “Mimarlık <strong>ve</strong> Temsiliyet”başlıkları tartışıldı.<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı TürkiyeAraştırmaları Merkezi bünyesindebeş senedir devam eden OsmanlıcaSeminerlerinin kapsamı genişletilereköğrenim, kullanım <strong>ve</strong> neşir kademelerişeklinde yeniden yapılandırıldı. Bubağlamda, Osmanlı Türkçesi’negiriş <strong>ve</strong> paleografya birinci kademe;diplomatika, epigrafi, hüsn-i hat,nümizmatik, inşa, el yazmaları, metintahlilleri, transkripsiyon <strong>ve</strong> tahkikusulleri <strong>ve</strong> neşir çalışmaları diğerkademeler çerçe<strong>ve</strong>sinde önümüzdekidönemlerde ayrı ayrı ilan edilecektir.Osmanlı Türkçesi’ne Giriş <strong>ve</strong>Paleografya olmak üzere iki ayrıseviyede yapılandırılan ilk kademeseminerlerine, 8 Ekim 2012-4 Ocak2013 tarihleri arasında düzenlenen19. dönem Osmanlıca seminerleri iledevam edildi. 29 Eylül 2012’de yapılanseviye tespit sınavı neticesinde,6 grup ile 9 Ekim’de başlayan 19.Dönem seminerleri 4 Ocak 2013’tetamamlanacaktır.4 Mart-24 Mayıs 2013 tarihleriarasında devam edecek 12 haftalık 20.dönem seminerleri için başvurular ise15-22 Şubat 2013 tarihleri arasındawww.bisav.org.tr üzerinden kabuledilecektir.Müzik Odası Atölyesi 2012-2013 başladıMete Tunçay TAM’ın misafiriydiTürkiye Araştırmaları Merkezi’ningerçekleştirdiği özel toplantı serisininikinci konuğu Mete Tunçay idi.Tunçay ile Türkiye Cumhuriyeti’ndeTek Parti Yönetimi’nin Kurulması1923-1931 adlı kitabı çerçe<strong>ve</strong>sinde,Türkiye’de sol <strong>ve</strong> tek parti dönemitartışıldı.Hafıza <strong>Sanat</strong>ı <strong>ve</strong> VladimirNabokov Atölyesi başladı<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezitarafından Dr. Nagihan Haliloğluyönetiminde düzenlenen atölyede,‘hafıza’ bir tahlil birimi olarak elealınarak metin okumaları yapılacaktır.Metinlerin çoğunu, günümüz romanyazarları üzerindeki etkisi büyükolan Vladimir Nabokov’un kitaplarıoluşturmaktadır. Atölyede hafızahakkında kuramsal metinlerleNabokov’un metinlerinin okumalarıberaber yürütülecektir. Katılımcılarınçağdaş edebiyat <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya Türkedebiyatından karşılaştırmalaryapmaları teşvik edilecektir.Bu atölye hem Türk hem de Batı müziğini öğrenmeye yöneliktir <strong>ve</strong> makamteorilerinden Batı müziği ton <strong>ve</strong> modlarına kadar geniş bir alanı kapsayacaktır.Atölyenin amacı sadece Türk müziğini <strong>ve</strong>ya sadece Batı müziğini değil; her ikimüziği de teknik <strong>ve</strong> teorik yapılarının yanı sıra tarihleri, felsefeleri ile öğrenebilmişöğrenciler yetiştirmeye yöneliktir.


BSVhavadisSenaryo Atölyesi 2013 başladı<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezibünyesinde Gökhan Yorgancıgil’inkoordinatörlüğünde devam edecekatölyede, süreçlerin en başından bitmişbir senaryo metni elde edilmesinekadar geçen aşamalar kolektif çalışmaşeklinde teorik <strong>ve</strong> pratik dersler halindeyürütülecektir. Atölyenin öncelikliamacı 90 dakikalık bir sinema filmisenaryosu yazılmasıdır.BSV Notlar 25: Yayınevleri<strong>ve</strong> Yayıncılık Üzerine SohbetlerçıktıBSV Notlar serisinin yirmi beşincisiTürkiye Araştırmaları Merkezitarafından “Yayınevleri <strong>ve</strong> YayıncılıkÜzerine Sohbetler” başlığı ileyayınlandı. Notlar, çeşitli tarihlerdeTürkiye Araştırmaları tarafındandüzenlenen Türkiye üzerine yayınyapan yayınevleri konulu TAM sohbetprogramlarının geniş özetleriniiçermektedir. Ayrıntılı bilgi için http://bisav.org.tr/yayinlar web adresiziyaret edilebilir.BSV Notlar 26: Çin KonuşmalarıçıktıBSV Notlar serisinin yirmi altıncısıKüresel Araştırmalar Merkezitarafından “Çin Konuşmaları”başlığıyla yayınlandı. Notlar ZeynebHale Eroğlu, Kadir Temiz <strong>ve</strong> ÇağdaşÜngör’ün yüksek lisans <strong>ve</strong> doktoratez sunumları ile Çinli insan haklarıaktivisti Yang Jian-li’nin konuşmasınıiçeriyor.BSV Notlar 27: Medeniyetleri Karşılaştırmak,George Makdisi Örneği çıktı2013 Bahar Dönemi seminerleribaşlıyor<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı seminerleri 47.dönemi kayıtları 25 Şubat-8 Marttarihleri arasında alınmaya başlıyor.Seminerler ise 8 Mart-13 Nisan tarihleriarasında geçen dönem olduğu gibi6 hafta sürecek. Seminerler herkeseaçık olup katılım için herhangi bir şartaranmamaktadır. Seminer ayrıntılarınawww.bisav.org.tr üzerinden ulaşılabilir.Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından 31Mart 2012 tarihinde düzenlenen “MedeniyetleriKarşılaştırmak: George Makdisi Örneği” panelindekisunumlar Notlar serisinin 27. eseri olarak yayınlandı.Eyyüp Said Kaya’nın (İstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi)başkanlığındaki oturumda Ali Hakan Çavuşoğlu(İSAM), H. Tuncay Başoğlu (İSAM) <strong>ve</strong> Harun Yılmaz(Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi) medrese çalışmalarınınBatı’daki en önemli isimlerinden George Makdisi’ninİslam <strong>ve</strong> Ortaçağ Batı yükseköğretimleri hakkındakiyaklaşımı çerçe<strong>ve</strong>sinde medeniyetleri mukayeseetmenin imkânlarını ele aldılar.


Küresel Araştırmalar Merkezi panelKüresel Araştırmalar Merkezi panelAfganistan Müdahalesi <strong>ve</strong> NATO’nunRolü: 11 Eylül Sonrası UluslararasıBarış <strong>ve</strong> İstikrar Operasyonları17 Kasım 2012 Cumartesi / Vefa Salonu / 19.15-21.00Oturum Başkanı Talha KöseKonuşmacı Hikmet ÇetinMüzakereci Nurşin Ateşoğlu GüneyKonuşmacılarİlter TuranAvro-Atlantik Hattında Türk Dış PolitikasıNuh YılmazArap Dünyasındaki Dönüşüm Sancılarının Türk Dış PolitikasınaEtkisiHasan KösebalabanRekabetten Gerilime Türkiye’nin Değişen İran <strong>ve</strong> İsrail PolitikasıHasan Ali KarasarTürk Dış Politikasında Avrasya Derinliği2012 Türk DışPolitikasıDeğerlendirmesi26 Aralık 2012 ÇarşambaVefa Salonu18.30-20.30Oturum Başkanı Talha KöseKüresel Araştırmalar Merkezi panelTürkiye Araştırmaları Merkezi panelŞehirötesi Ağlar 1: Osmanlıİmparatorluğu’nda Misyonerlik /Kişiler, Kurumlar, İlişkiler15 Aralık 2012 / Zeyrek Salonu / 16.00Oturum Başkanı Emrah Safa GürkanKonuşmacılarŞamil Mutlu“Osmanlı İmparatorluğu’nda Katolik Misyonerler”Mehmet Ali Doğan“Osmanlı İmparatorluğu’nda Protestan Misyonerlik Faaliyetleri”Ayşe Aksu“Okuma Öğretiminden Koleje Çıkan Yol: Anadolu’da AmerikanOkulları”2013’e GirerkenTürkiye Ekonomisi:İktisadi <strong>ve</strong> SiyasiDış Şoklarla İmtihan22 Aralık 2012 CumartesiVefa Salonu18.30-20.30Oturum Başkanı Lokman GündüzKonuşmacılarOrhan Erdem - Serkan Özcan - Melikşah Utku - Murat Ülgen


KAM Küresele Kuramsal Bakışlar11 Eylül Sonrası KüreselSistemde Dönüşüm22 Eylül 2012Değerlendirme: Bilal YıldırımFuat Keyman“Küresele Kuramsal Bakışlar” toplantıdizisinin dördüncüsünde, İstanbul PolitikalarMerkezi direktörü <strong>ve</strong> Sabancı Üni<strong>ve</strong>rsitesiUluslararası İlişkiler Bölümü öğretimüyesi Prof. Dr. Fuat Keyman’ı misafir ettik.Keyman, üzerinden on bir yıl geçen 11 Eylülsaldırılarının küresel sistemde yol açtığıdönüşümü değerlendirdi.Uluslararası ilişkilere eleştirel teorilerperspektifinden bakan Keyman, küreselleşendünyayı, kimliği <strong>ve</strong> devletin rolünü buçerçe<strong>ve</strong>de değerlendiriyor. 1981-1996 yıllarıarasında yapılan modernite eleştirilerininprematüre olduğunu <strong>ve</strong> bugün bueleştirilerin daha ileri boyutlara taşınmasıgerektiğini düşünüyor. Çünkü meta-teorikdüzeyde yapılan kimlik tartışmalarındankimliğin ontolojik meydan okumalarlasiyasi önem kazandığı bir sürece gelinmişdurumda. Keyman’a göre, dünyanın dahariskli hale geldiği bu dönemde, uluslararasıilişkileri sadece meta-teorik <strong>ve</strong> yöntemseldüzeyde tartışmak yetersiz. Dolayısıylateorileri bu risklere cevap <strong>ve</strong>rebilecek tarzdayeniden düşünmek gerekiyor.KüreselAraştırmalarMerkeziKAMKeyman’a göre, bu süreçte Türkiye’ninde önemini artıran dört kırılma yaşandı.Bunlardan ilki Soğuk Savaş’ın sonaermesidir. Bu dönemde modernite <strong>ve</strong>realizm eleştirisi güçlenmekteydi; lakinkimlik temelinde gerçekleşen kırılmalar<strong>ve</strong> yapısal dönüşümler esnasında farklılığınereye kadar götürmemiz gerektiğisorusunun cevabı yoktu. Kırılma, farklılıktemelinde etnik bir kıyımın yapıldığıYugoslavya <strong>ve</strong> Bosna ile gerçekleşti.KAM Yuvarlak Masa ToplantılarıKÜRESELE KURAMSAL BAKIŞLAR11 Eylül Sonrası Küresel Sistemde Dönüşüm Fuat Keyman • 22 Eylül 2012Critical Geopolitics and International Relations Gerard Toal • 6 Ekim 2012TEZATTürkiye’nin Stratejik Kültürü <strong>ve</strong> Yeni Dış Politikası Ramazan Erdağ • 29 Eylül 2012ÖZEL ETKİNLİKTürk Dış Politikasında Balkanlar Birgül Demirtaş • 17 Ekim 2012ORTADOĞU KONUŞMALARISyrian Crisis and the Responsibility to Protect Vasilka Sancin • 19 Eylül 2012ASYA KONUŞMALARIThe Effects of Afghan War on South Asia Region Na<strong>ve</strong>ed Ahmad Rana • 21 Kasım 2012AVRUPA KONUŞMALARIThe Political and Economic Consequences of the Dimitrios TriantaphyllouGreek Debt Crisis 28 Kasım 2012İKTİSAT KONUŞMALARIOsmanlı Anonim Şirketleri (1908-1922) Celali Yılmaz • 3 Kasım 2012Ticari Bankalar ile İslâmi Bankaların Mukayesesi Hüseyin Aytuğ • 22 Aralık 2012ETKİN YÖNETİM SÖYLEŞİLERİBireysel <strong>ve</strong> Kurumsal Performans Bahattin Aydın • 29 Eylül 2012PANELKüreselAraştırmalarMerkeziKAMAfganistan Müdahalesi <strong>ve</strong> NATO’nun Rolü: 17 Kasım 201211 Eylül Sonrası Uluslararası Barış <strong>ve</strong>İstikrar Operasyonları2013’e Girerken Türkiye Ekonomisi: 22 Aralık 2012İktisadi <strong>ve</strong> Siyasi Dış Şoklarla İmtihan2012 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi 26 Aralık 20127


Netice itibarıyla 1995 sonrasında,uluslararası ilişkilerde ahlaki <strong>ve</strong> normatifgörüş öne çıkmaya başladı. Böylece,konstrüktivist okulun da etkisiyle, “güç”<strong>ve</strong> “çıkar”ın yanı sıra “norm” <strong>ve</strong> “değer”de disipline girdi. İkinci kırılma, 11 Eylülsaldırıları ile gerçekleşti. 2008 KüreselEkonomik Krizi ile gerçekleşen üçüncükırılma ise 11 Eylül temelinde düşünmeninkrizini temsil etmekteydi. Bu anlamda,küreselleşmenin 11 Eylül’le başlayan krizininsağlamlaşması demekti. Keyman’a göre,ekonomik krizin derinleşmesi gibi, bu krizde artarak devam edecektir. Dolayısıyla“11 Eylül’den sonra kriz içerisinde olanbir dünyada uluslararası ilişkileri nasıldüşünmeliyiz?” sorusu önemlidir. Dördüncükırılma ise 2010 yılında Tunus’ta başlayan <strong>ve</strong>Suriye’de çıkmaza giren “Arap Baharı”dır.Arap Baharı, genel uluslararası ilişkilerkuramını <strong>ve</strong> modernite tartışmasınıdüşündüğümüzde, dört noktada önemlikırılmalar doğurdu: (i) Batı dışındakitoplumların kendilerini değiştiremeyecekleridüşüncesini yıkarak oryantalizmin sonunugetirdi. (ii) Oksidentalizmin de sonunugetirdi; çünkü bu devrimlerdeki amaç, İslâmibir düzen <strong>ve</strong> şeriat devleti değil, daha fazlaiş, eşitlik <strong>ve</strong> onurlu hayat sağlayacak iyiyönetilen bir devlet <strong>ve</strong> demokratik bir siyasidüzendi. (iii) Post-kolonyal <strong>ve</strong> post-modernöznenin de sonuna işaret etti ki bunun entipik örneği, Londra’daki terör saldırılarınıdüzenleyen Pakistan asıllı kişilerin İngilizvatandaşı olmasıydı. (iv) 2008 Krizi, ArapBaharının asıl tarihsel bağlamı oldu. TunusluMuhammed Buazizi, kendisini yakarak neoliberalküresel ekonomik düzeni eleştirdi<strong>ve</strong> daha âdil bir yönetişim düzeni istediğinigösterdi. Böylece “adalet” kavramı ilepazarın birleştiği bir düzen arayışı tebarüzetti.Sözkonusu dört kırılma, uluslararası ilişkilerkuramını yeniden düşünmeyi gerektiriyor.Bu bağlamda Keyman, 11 Eylül’ün ArapBaharı <strong>ve</strong> sonrasındaki provokasyonlariçinde niçin devam ettiğine <strong>ve</strong> 11 Eylül’ü2008 Krizi <strong>ve</strong> Arap Baharıyla neden birlikte2012 GÜZ DÖNEMİ KAM SEMİNERLERİ LİSTESİGİRİŞ SEMİNERLERİ1 İktisadın Temel Kavramları A. Faruk AysanHalil TunalıLokman GündüzMustafa Çelen2 Uluslararası İlişkilerin Temel Ali AslanKavramları8KüreselAraştırmalarMerkeziKAMMesut ÖzcanMuzaffer ŞenelTalha KöseTEMEL SEMİNERLER1 İletişim Psikolojisi İ. Zeyd Gerçik2 İnsan Kaynakları Yönetimi Bahattin Aydın3 Orta Doğu Tarihi II: Z. Tuba KorOsmanlı Sonrası Dönem4 Siyaset <strong>Bilim</strong>ine Giriş Burhanettin DuranM. Akif Kayapınar5 Stratejik Yönetim <strong>ve</strong> Planlama Haluk Dortluoğlu6 Türk Dış Politikası: Teori <strong>ve</strong> Pratik Hasan Kösebalaban7 Türkiye Ekonomi Politiği Sadık Ünay8 Uluslararası Finansal Krizler Lokman GündüzOKUMA GRUPLARI1 Etnisite, Milliyetçilik <strong>ve</strong> Gruplar Arası Talha KöseÇatışmaları Anlamak2 İnsan Kaynakları Yönetimi Bahattin Aydın3 İslam <strong>ve</strong> İktisat A. Faruk AysanLokman Gündüz4 Uluslararası İlişkiler Teorisi Hasan Basri Yalçın5 Yönetim Düşüncesi Haluk Dortluoğluİ. Zeyd GerçikATÖLYELER1 Stratejik Derinlik Atölyesi KAM-MAM


düşünmek gerektiğine odaklandı. 11Eylül, beraberinde işgalleri <strong>ve</strong> İslâmofobiyigetirdi. Bununla birlikte, daha öncekiprematüre tartışmayı canlandıran üç meydanokumaya yol açtı. Uluslararası ilişkilerkuramının epistemolojik <strong>ve</strong> yöntemseldüzeyde tartışılması, yapı-sökümcü <strong>ve</strong>yeniden-kurucu bir süreç olsa da, alternatifgetirmedi. Zira bu tartışmada modernitenintutamadığı sözlerini gerçekleştirmesidurumunda sorunların çözüleceği beklentisivardı. Modernitenin üzerine kurulduğuiki ilkeden “ilerleme” gerçekleşirken,gelişen emperyalizm dolayısıyla “özgürlük”kısıtlandı. Bu durumda, modernite içerisindekalıp insan haklarını <strong>ve</strong> demokratik ilkeleriuygulayarak sorunların çözüleceği mantıksalsonucuna varıldı.Bu bağlamda ilk meydan okuma, devlet<strong>ve</strong> egemenlik kavramlarının uluslararasıilişkiler için öneminin anlaşılması oldu<strong>ve</strong> devlet egemenliğini <strong>ve</strong> aklını aşmanınimkânsızlığını gösterdi. Carl Schmitt, dolaylıbir katkıyla, siyasetin bir uzlaşmadan ziyadekarar <strong>ve</strong>rme <strong>ve</strong> istisnai olanı belirlemesüreci olduğunu gösterdi <strong>ve</strong> böylece birdost-düşman ayrımı ortaya çıktı. Keyman’agöre, 11 Eylül sonrasında bu mentalitebelirginleşti. Giorgio Agamben için Schmitt,devlet eliyle gerçekleşen bu karar <strong>ve</strong>rmesürecinde, bir cemaatin öncelik kazanmasına<strong>ve</strong> diğerinin düşman haline getirilmesineişaret etti. Böylece devlet aklı “öteki”nidüşman haline getirdi. Leo Strauss ise direktetkide bulunarak “dost”un Batı’dan, özelliklede Kutsal Kitap’tan çıkacağına işaret etti.Böylece Straussçu yaklaşım, uluslararasıilişkilerde etkinlik kazandı <strong>ve</strong> Kutsal Kitap’ınokunmadığı Batı dışında içsel dönüşümlerinyaşanmayacağını varsaydı. İşte Arap Baharıbu düşünceye meydan okudu. Son meydanokuma ise 2008 Küresel Ekonomik Krizi ilebirlikte “belirsizlik” <strong>ve</strong> “risk” kavramlarınınuluslararası ilişkilere girmesi oldu.Tüm bunlardan iki sonuç çıkıyor: Aktörler, yasonuçlarına bakarak meşruiyet aramaktadırya da normlar <strong>ve</strong> süreçler temelinde hareketetmektedir. Keyman’a göre, artık uluslararasıilişkilerin temelinde norm dairesindebakmak bulunmaktadır. Bu tarz biruluslararası ilişkiler <strong>ve</strong> dış politika Türkiye,Brezilya <strong>ve</strong> Hindistan gibi ülkelerin öneminiartırmaktadır. Son olarak, modernite kritiğiiçerisinde <strong>ve</strong> “norm”a önem <strong>ve</strong>rerek, farklıgörüşler arasında bir diyalog oluşturulabilir<strong>ve</strong> farklı katmanlardan bakılabilirse, oderece çoğulcu <strong>ve</strong> birbirinden öğrenenbir epistemoloji mümkün olabilir. Hemepistemolojik bağlamda çoğulculuk hem deülkelerin birarada hareket ederek birlikteöğrenme zorunluluğu, uluslararası ilişkilerintemeli olmak durumundadır.Prof. Dr. Fuat Keyman’ın konuşma kaydını,http://www.bisav.org.tr/merkez.aspx?module=yuvarlakmasaayrinti&dizi=1&altturid=<strong>80</strong>&menuID=9_6_<strong>80</strong>&merkezid=6&yuvarlakmasaid=997 linkinden izleyebilirsiniz.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM9


10KüreselAraştırmalarMerkeziKAMEleştirel Jeopolitik <strong>ve</strong>Uluslararası İlişkiler6 Ekim 2012Değerlendirme: Murat Yeşiltaş(Critical Geopolitics andInternational Relations)Gerard Toal“Küresele Kuramsal Bakışlar” toplantıdizisinin beşinci konuşmacısı, eleştireljeopolitiğin kurucu isimlerinden Virginia TechÜni<strong>ve</strong>rsitesi Yönetim <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkilerBölümü öğretim üyesi Prof. Gerard Toal(Gearóid Ó Tuathail) idi. Eleştirel jeopolitik,Toal’in ifadesiyle, klasik devlet-merkezlijeopolitik bakışın toplumsal <strong>ve</strong> siyasal ilişkilerimekânsal konumlanışın bir türevi olarakgören ana akım “stratejik bakış”ın entelektüelaçıdan karşısında duran muhalif bir söylemolarak 19<strong>80</strong>’li yılların son çeyreğinde ortayaçıktı. Toal, kuşkusuz bu muhalif duruşungerek entelektüel gerekse kuramsal düzeydeen önemli öncülerinden biri.Eleştirel jeopolitik, son yirmi yılda siyasicoğrafya <strong>ve</strong> uluslararası ilişkiler disipliniiçinde, coğrafyayı uluslararası ilişkilerin yada toplumsal varoluşun değişmez bir unsuruolarak yerleştiren determinist klasik jeopolitikkültürün karşısında toplumsal ilişkilerinözneler arası kurulumuna, mekânın toplumsalüretimine <strong>ve</strong> her şeyden önemlisi jeopolitiğinhâkim iktidar ilişkilerini doğaya başvurmaksuretiyle pekiştirme temayülüne bir dirençnoktası oluşturmaya çalışan bir yaklaşımolarak gelişti. Eleştirel jeopolitik bu nedenle,hâkim iktidar ilişkilerinin coğrafi olarakdeterministik, siyasi olarak anti-demokratik <strong>ve</strong>güç açısından hiyerarşik dünya temsillerininifşa edilmesinde analitik <strong>ve</strong> metodolojik birtemel sağlama iddiasında oldu.Toal, 20. yüzyılda hâkim olan <strong>ve</strong> farklıformlarda varlığını sürdüren hâkim jeopolitikparadigmanın serü<strong>ve</strong>ninin dört temel kültürüzerine oturduğunu anlattı.Politika Karşısında DoğaJeopolitik, bir kavram olarak ilk defa İs<strong>ve</strong>çlibilim adamı Kjellen tarafından 1899’dakullanıldı. Kjellen’in Alman Ratzel’insiyasi coğrafi düşüncesinden hareketlegeliştirdiği <strong>ve</strong> 20. yüzyılın ilk çeyreğindebelirginleşen jeopolitik tartışmalarda farkedilen ilk eğilimlerden biri, Toal’e göre,doğanın politika karşısında ontolojik birüstünlüğünün olmasıydı. Fiziki çevre, iklim<strong>ve</strong> coğrafi konumun siyaseti nasıl etkilediğibu döneme has jeopolitik kültürün entemel sorularındandı. İngiliz jeopolitikçiMackinder ile en yalın örneklerini <strong>ve</strong>ren bujeopolitik gelenek açısından siyaset, ancakdoğanın şartlarından mülhem bir şekildebelirlenmekteydi. Diğer bir ifadeyle, siyasetancak coğrafyanın şartları dikkate alınarakicra edilebilirdi. Toal, bu geleneğinhâkim anlatısının toplumdan öncedoğayı düşünen bir bakış açısınınyerleşmesine hizmet ettiğini, eleştireljeopolitik perspektifinden elealındığında ise doğayı düşünmenintoplumu düşünmeden mümkünolamayacağının altını çizdi.


Sosyal Darwinizm <strong>ve</strong> JeopolitikÖzellikle 1930’larda Almanya’da yaygın“organik jeopolitik” anlayışın ise nüfusuhedefine alan yeni bir jeopolitik pratik <strong>ve</strong>kültür ürettiğini söyleyen Toal’e göre, bujeopolitik kültür, devleti bir organizma olarakele aldı. Ratzelci organik devlet telakkisininhâkim olduğu bu jeopolitik geleneğinörneğini ise Nazi Almanya’sında jeopolitiğibir devlet bilimi olarak tanımlayaraksiyasete yol gösteren bir hakikat şeklindeele alan Karl Haushofer oldu. Haushofer’injeopolitik tahayyülünde klasik jeopolitikkültürün geneline nüfuz etmiş “ikilikler”,Mackinder’de olduğu gibi deniz güçlerikarşısında kara güçleri şeklinde coğrafiolmaktan ziyade, etnik <strong>ve</strong> kültürel temeledayanıyordu. Lebensraum siyaseti olarakAlmanya’da kendini gösteren bu jeopolitikkültürün hâkim anlatısı, etnik hiyerarşiyedayanan devlet-millet uyumu içinde devletinancak genişleyerek <strong>ve</strong> merkezileşerek hayattakalacağını öngören bir siyaset pratiğininyerleşmesine hizmet etti. Toal’e göre busiyaset tarzı, jeopolitiğin birçoklarınıngözünde gayrimeşru ilan edilmesine yol açtı.Pratik JeopolitikJeopolitik geleneğin üçüncü temel alanıise özellikle politik realizmle aynı kökeyaslanan Amerikan merkezli Soğuk Savaşjeopolitik siyasetidir. Toal’e göre bu gelenek,tıpkı klasik jeopolitikte hâkim olan dünyasiyaseti hakkındaki temel varsayımlardaolduğu gibi, mekân ile siyaset arasındasağlam <strong>ve</strong> sarsılmaz bir ilişki olduğunu ilerisürerek mekânın kontrolünün Amerikanhegemonyasının sürdürülmesi içinvazgeçilmez olduğunu savundu. Bu anlamda,Soğuk Savaş döneminde ABD’nin SovyetlerBirliği’ni çevreleme siyaseti jeopolitikpratiğin en yalın örneklerini sundu. AyrıcaTürkiye dâhil birçok ülkede Soğuk Savaşdöneminde dünya siyaseti jeopolitikmetaforlara referanslarla açıklandı.Eleştirel JeopolitikDiğer üç eğilime meydan okuyan birperspektif olarak öncülüğünü John Agnew,Simon Dalby <strong>ve</strong> Toal’in yaptığı eleştirel birperspektif olarak ortaya çıktı. Toal, eleştireljeopolitiğin bir çeşit “jeopolitik” düşünmebiçimi olmadığını, geleneksel jeopolitiğinötesinde coğrafyayı, mekânı <strong>ve</strong> en önemliside dünya siyasetini alternatif bir biçimdekavramsallaştırabileceğimizi ifade etti.Toal’e göre bu, jeopolitiğin bilimsellikiddiasına şüphe ile yaklaşmayı gerekli kılanoldukça önemli bir başlangıç noktasıdır.Toal’in eleştirel jeopolitik çalışmalarınınözünde ise Foucaultcu bilgi/iktidarperspektifi yer alır <strong>ve</strong> çalışmalarında önemlibir yer tutan jeo-iktidar kavramsallaştırmasıda bu anlamda Foucaultcu biyo-iktidarperspektifiyle paraleldir. Bu haliyleeleştirel jeopolitik post-yapısalcı kuramsalbir girişimdir. Bu nedenle Toal’e göre,eleştirel jeopolitik, küresel siyasetincoğrafi formülasyonunu açığa çıkarmak<strong>ve</strong> jeopolitiğin aşırı abartılmış anlamını <strong>ve</strong>hiyerarşik tahakküm ilişkilerini göstermekbakımından son derece önemlidir. Diğer birifadeyle, yerin (fiziki bir gerçeklik olarak) dışpolitikanın yapımında “değişmez <strong>ve</strong> daimiunsur” olmadığının farkına varmak,bunun da ötesinde jeopolitiğin modernulus-devlet paradigmasıyla sıkı sıkıyabağlı olduğunu <strong>ve</strong> bu paradigmanınKüreselAraştırmalarMerkeziKAM11


12KüreselAraştırmalarMerkeziKAMpolitik mekânı araştırma, düzenleme <strong>ve</strong>yeniden üretme kapasitesine sahip olduğunuyüksek sesle dile getirmektir. Bu nedenleeleştirel jeopolitik, jeostratejik bir muhakemetarzı olmak yerine hâkim “stratejizm”paradigmasına <strong>ve</strong> bu paradigmanın dünyayıobjektif olarak tasvir ettiğine ilişkin yerleşikbakış açısına hem entelektüel hem demetodolojik olarak meydan okumayı gerektirir.Prof. Gerard Toal’in konuşma kaydını http://www.bisav.org.tr/merkez.aspx?module=yuvarlakmasaayrinti&dizi=1&altturid=<strong>80</strong>&menuID=9_6_<strong>80</strong>&merkezid=6&yuvarlakmasaid=1000 linkinden izleyebilirsiniz.KAM TezatTürkiye’nin StratejikKültürü <strong>ve</strong> Yeni DışPolitikası29 Eylül 2012Değerlendirme: Abdullah ErboğaRamazan ErdağElli sekizinci KAM Tezat toplantısınınkonuğu, Eskişehir Osmangazi Üni<strong>ve</strong>rsitesiUluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr.Ramazan Erdağ idi. Erdağ, SakaryaÜni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal <strong>Bilim</strong>ler Enstitüsü’ndetamamladığı “Türkiye’nin Stratejik Kültürü<strong>ve</strong> Yeni Dış Politikası: Süreçler, Aktörler <strong>ve</strong>Eylemler” başlıklı doktora tezi çerçe<strong>ve</strong>sindebir sunum gerçekleştirdi.Doktora tezinde Türkiye’nin yeni dış politikadavranışının kuramsal <strong>ve</strong> pratik yönünüaraştırmayı amaçlayan Erdağ, kuramsalçerçe<strong>ve</strong> olarak Alastair Iain Johnston’un“stratejik kültür” kuramını referans almış.Pratik yön için Ahmet Davutoğlu’nunStratejik Derinlik <strong>ve</strong> Abdullah Gül’ün YeniYüzyılda Türk Dış Politikasının Ufuklarıkitaplarını temel almakla birlikte, dışpolitikada karar alma mekanizmasındakiaktörlerin makale, demeç <strong>ve</strong> konuşmaları gibiçeşitli dokümanlardan da faydalanmış.Değerlendirmesine Soğuk Savaş döneminden2002 yılına kadarki süreçte Türk dışpolitikasının temel ilkelerini izahla başlayanErdağ, bu dönemde dış politikanın dahaziyade tepkisel, inisiyatif almaktan uzak <strong>ve</strong>içe kapanık bir yapı arz ettiğini vurguladı.Son dönemde Türk dış politikasında yaşanandeğişim <strong>ve</strong> dönüşümü izah etmenin önemliolduğuna dikkat çeken Erdağ, 2002-2010 yıllarıarasında özellikle Ahmet Davutoğlu’nun etkilibir aktör olarak belirmesiyle birlikte Türk dışpolitikasında paradigmatik dönüşümlerinyaşandığını belirtti.Erdağ, tezin kuramsal yönünün dayandığı“stratejik kültür”ü, devletlerin stratejiktercihlerini açıklamaya çalışan, düşünsel<strong>ve</strong> kültürel düzeyde zihinsel arkaplanıortaya çıkaran semboller sistemi olaraktanımladı. Soğuk Savaş sonrasında gü<strong>ve</strong>nlikpolitikalarını açıklamada kültüre dahafazla önem atfedildiğine <strong>ve</strong> küreselleşmesüreciyle birlikte kültürün devletlerin dışpolitika tercihlerinde mühim bir unsurolarak rol almaya başladığına dikkat çekti.Johnston’un stratejik kültür çalışmalarınıüç kuşağa ayırdığını belirtti: (i) ABD <strong>ve</strong>Sovyetlerin nükleer strateji hakkındafarklı görüşlerini izah etme çabasındaolan kuşak; (ii) aktörlerin düşünce <strong>ve</strong>söylemleri ile pratikteki davranışlarıarasındaki büyük farklara odaklanankuşak; (iii) devletlerin stratejikkültürlerinin oluşup oluşmadığını,


oluşmuş ise gü<strong>ve</strong>nlik politikaları ile dışpolitika üzerindeki etkisini açıklamayaçalışan –Johnston’un da dâhil olduğu– kuşak.Sunumuna stratejik kültürün anaparadigmasını aktararak devam edenErdağ, stratejik kültürün incelendiği ülke <strong>ve</strong>aktörlerin çatışmalara bakış açısı, şiddetinetkinliğinde güç kullanımının boyutu <strong>ve</strong> nasılbir sonuç beklediklerinin önem arz ettiğinibelirtirken ülke <strong>ve</strong> aktörlerin çok taraflıilişkilere, uluslararası örgütlerin rolüne <strong>ve</strong> dışpolitikada yeni araçların kullanımına yönelikbakış açılarının da irdelenmesi gerektiğinivurguladı. Tezinde özellikle Davutoğlu’nunönemli bir aktör olarak devreye girdiği2002-2010 döneminde belirli bir stratejikkültürün oluşup oluşmadığını, oluştu isestratejik kültürün özelliğini <strong>ve</strong> Türk dışpolitikasındaki etkisini inceleyen Erdağ, Türkdış politikasında bölgesel <strong>ve</strong> küresel alandaikili ilişkilerde karşılıklı ekonomik bağımlılıkoluşturarak sorun <strong>ve</strong> kriz alanlarını minimize,çıkarları ise maksimize etme anlayışınıbenimseyen bir stratejik kültür oluştuğunuiddia etti. Bu bağlamda, Türkiye’nin stratejikkültüründe “ekonomi kalkınmacı” özelliğinön planda olduğunu belirtti.2002-2010 döneminde Türk dış politikasındaçatışma <strong>ve</strong> savaşları önlemeye yönelik çokyoğun bir çabanın olduğunu, diplomasiyi önplanda tutarak yumuşak güç kullanımınıntercih edildiğini, bölgesel <strong>ve</strong> küresel çok taraflıilişkilerin arttırıldığını, uluslararası örgütlerdedaha aktif roller üstlenildiğini <strong>ve</strong> busüreçlere destek sağlayacak yeni dış politikaaraçlarının devreye sokulduğunu belirtenErdağ; Türkiye’nin Medeniyetler İttifakıProjesi ile çatışma <strong>ve</strong> savaşların önlenebilirolduğunu pratikte göstermeye, komşularlasıfır problem ideali çerçe<strong>ve</strong>sinde gelenekselyakın tehdit algılamalarındankurtulmaya <strong>ve</strong> maksimumişbirliği geliştirmeye çalıştığınıaktardı. Türkiye’nin BMGK,NATO, İKT, AKPM, UAEK, KEİ,D-8, CICA gibi uluslararasıörgütlerde etkin <strong>ve</strong> aktifolmaya çalıştığını <strong>ve</strong> TİKA,THY, TRT <strong>ve</strong> TUSKON gibikuruluşların bu dönemdedış politikada stratejik birdeğer olarak belirdiğinisöyledi. Erdağ, Türk dış politikasını analizederken Türkiye’nin stratejik tercihleriniöncelikle uzlaşıdan, daha sonra stratejiksavunmadan <strong>ve</strong> en nihayetinde saldırıseçeneğinden yana kullandığını belirtti.Türkiye’nin oluşan bu stratejikkültüründe güç <strong>ve</strong> gücün yapısına dairzihinsel arkaplanın Davutoğlu’nunStratejik Derinlik kitabında belirttiğigüç formülünde görülebileceğini ifadeeden Erdağ, Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong>dış politika tercihlerinin oluşumundagücün kullanımına yönelik perspektifininklasik bakış açısından daha kapsamlı <strong>ve</strong>çok boyutlu olduğunu aktardı. Erdağ,Türkiye’nin stratejik kültürünün reelpolitikten ziyade ideal politik bir yaklaşımıolduğunu belirtmekle birlikte, stratejiktercih <strong>ve</strong> seçenekleri açıklamada idealpolitik bir tanımlamanın da tek başınayeterli olmayacağının göz önündebulundurulması gerektiğini söyledi.Sunumun soru-cevap kısmında iseTürk dış politikasında stratejikkültürün henüz yerleşmediğiyönündeki görüşler dikkat çekti.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM13


14KüreselAraştırmalarMerkeziKAMKAM Özel EtkinlikTürk Dış PolitikasındaBalkanlar17 Ekim 2012Değerlendirme: Nedim EminBirgül DemirtaşOsmanlı’nın Balkanlardan geri çekilişinin100. yıldönümünde Küresel AraştırmalarMerkezi, önde gelen Balkan uzmanlarındanTOBB Ekonomi <strong>ve</strong> Teknoloji Üni<strong>ve</strong>rsitesiöğretim üyesi Doç. Dr. Birgül Demirtaş’ımisafir etti. Balkanlardaki Osmanlı mirasına,dolayısıyla Türkiye’nin bölge ile tarihtenbeslenen organik ilişkisine vurgu yaparaksunumuna başlayan Demirtaş, tarihte <strong>ve</strong>günümüzde Türk dış politikasının Balkanlarperspektifini <strong>ve</strong> bölgeye gösterdiği ilgininnedenlerini konu edindi. Balkanların içsorunlarına da değinen Demirtaş, Türk dışpolitikasının bu sorunlara yaklaşımını <strong>ve</strong>çözüm önerilerini değerlendirdi.Türkiye’de Balkanlar dendiğinde zihinlerdeOsmanlı <strong>ve</strong> bölgedeki Osmanlı mirasıcanlanır. Zira Balkanlar, hem Osmanlıİmparatorluğu’nun yükselişinde kilit birrole sahip hem de çöküşünü hızlandıran enkritik bölge olarak hafızalarımıza kazındı.Türkiye’deki Balkan algısı bölgedeki tarihî<strong>ve</strong> kültürel miras üzerinden pozitif anlamlaryüklenerek şekillendi. Gerek Balkanlardahalen Osmanlı’yı benimseyen <strong>ve</strong> “canlımiras” olarak nitelenebilecek Müslümanunsurların varlığı gerekse nüfusumuzundikkate değer bir kısmını Balkangöçmenlerinin oluşturması, Türkiye’yibölgeye daha fazla yaklaştıran bir etkenoldu. Balkan halkları nezdinde ise Osmanlı,ya reddedilen <strong>ve</strong> ötekileştirilen bir mirasya da ortak geçmişe gönülsüz bir şekildeaidiyet hissedilen bir İmparatorluk olarakalgılanageldi. Bu farklı algı biçimlerinianlatmak için Adela Peeva’nın Bu ŞarkıKimin isimli belgeselinden yola çıkanDemirtaş, Balkanlardaki ortak kültürün neşekilde sahiplenildiğine/ötekileştirildiğineilginç açılardan değindi.Demirtaş’a göre, Cumhuriyet’in kuruluşununakabinde Türkiye’nin Balkan politikası,bölgedeki sorunlara <strong>ve</strong> tehditlere karşıönlem almaya ağırlık <strong>ve</strong>rilerek şekillendi.Bulgaristan’ın yayılmacı politikalarınakarşı 1934’te Romanya, Yunanistan <strong>ve</strong>Yugoslavya ile imzalanan Balkan Paktı<strong>ve</strong> 1954’te Yugoslavya <strong>ve</strong> Yunanistan ileyapılan Bled Antlaşması, bölgesel ittifaklarayönelen Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nlik kaygılarınadelalet ediyordu. Soğuk Savaş dönemindeise Türkiye’nin Balkan politikaları çokdaha sınırlı kaldı, Doğu ile Batı bloklarınınsıkıştırdığı alanda çok fazla hareket alanıbulamadı. Balkan politikalarında değişimi,küresel çapta Soğuk Savaş’ın sona ermesi<strong>ve</strong> bölgesel anlamda Yugoslavya’nınparçalanma sürecine girmesi tetikledi <strong>ve</strong>Türkiye, tıpkı Ortadoğu <strong>ve</strong> Kafkasya’daolduğu gibi, Balkanlarda da daha genişbir manevra alanı elde etti. BaştaBalkanlarda çıkarlarının örtüştüğüABD ile ortak politikalar izleyenTürkiye, Yugoslavya’nın dağılmasürecinde yaşanan Bosna <strong>ve</strong>Kosova Savaşları esnasında, barış


<strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliği esas alarak uluslararası sistemiharekete geçirme eğilimi gösterdi.2000’lerde özellikle AK Parti’nin iktidaragelmesinden sonra ise Türk dış politikasındaciddi bir hareketlenme gözlemlendiğinibelirten Demirtaş’a göre, küresel aktörlerözellikle son yıllarda ilgisini Ortadoğu’yayoğunlaştırırken Balkanlar Türk dışpolitikasının etkisine daha fazla açıldı.Ankara bu fırsatı iyi değerlendirerek son onyıldır kademeli olarak bölgede etkinliğiniarttırdı. Önceden gü<strong>ve</strong>nlik odaklı politikalarizleyen Türkiye, yeni dönemde ekonomikolarak daha görünür olmaya başladı. Dışpolitikanın yumuşak gücünü temsil edenkurumlara Yunus Emre Enstitüsü eklenirken,Diyanet İşleri Başkanlığı da kendinigöstermeye başladı. Bazı negatif tepkilere <strong>ve</strong>tartışmalara yol açmasına rağmen bölgedeyaygınlaşan Türk dizileri de birtakımönyargıların yıkılmasına katkı sağladı.Önceden sadece resmî temaslar ile yetinenTürk Dışişleri, Balkan halkları ile direkt ilişkikurmaya çalıştı.Son yıllarda Türk dış politikasının Balkanlarasorunlardan ziyade vizyon odaklı yaklaşmasıTürkiye’nin bölgedeki etkinliğinin dahakapsayıcı olmasını sağladı. Demirtaş’a göre,ekonomik olarak da bölgedeki varlığınınbelirginleşmesi ile birlikte Türkiye, neo-Osmanlıcılık tartışmalarıyla bölge içinbir tehditmiş gibi sunulmaya çalışıldı.Oysa Türk Dışişlerinin üzerinde durduğubölgesel yeniden bütünleşme, bölgeselsahiplenme, AB ile NATO entegrasyonu <strong>ve</strong>bölgesel <strong>ve</strong> küresel örgütlerle uyum içindeolma gibi tarihsel olmaktan ziyade geleceğeyönelik perspektif sunan yaklaşımlar, Türkdış politikasının Balkanlarda daha ciddiadımlar atmasının yolunu açtı. Balkanlarıniçinde barındırdığı bölgesel sorunlar,Türkiye’nin bu yaklaşımlarının pratikte birkarşılığının olmasını sağladı <strong>ve</strong> sorunlu üçülke –Sırbistan, Hırvatistan <strong>ve</strong> Bosna-Hersek–arasında üçlü mekanizmanın kurulması, yineTürkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşen önemlibir gelişmeydi.Demirtaş sunumun sonunda, Türkiye’ninBalkanlarda artık çok daha geniş bir hareketalanı elde ettiğini, ancak bölgenin negatif birbarışa sahip olduğunu, dolayısıyla bölgeninAB <strong>ve</strong> NATO’ya entegrasyonunun Türkiyetarafından önemsenerek yoğun bir şekildedesteklendiğini vurguladı. Türkiye’ninbölgede çok daha aktif bir rol almasını elzemgörürken, yine de bölgedeki sorunların dahafazla büyüme <strong>ve</strong> yayılma ihtimalinin yüksekolduğuna dikkat çekti. Sırbistan’da yeniseçilen <strong>ve</strong> Kosova konusunda daha milliyetçibir tavır takınan Sırp Hükümeti, Bosna-Hersek’te halen işlevselliği sorunlu haldekiDayton ürünü yönetim biçimi, yükselenBüyük Arnavutluk sesleri <strong>ve</strong> Yunanistan’dansonra Bulgaristan tarafından da AB üyeliği<strong>ve</strong>to edilen Makedonya, bölgede halen büyükkrizlere dönüşme potansiyeli taşıyan sorunlarbarındırıyor. Bu açıdan Demirtaş’ın da altınıçizdiği gibi, Türkiye’nin bölgede acil olarakdaha fazla inisiyatif alması gerekebilir;aksi takdirde pasif bir barışın hâkimolduğu Balkanlar, bir anda Türkiye’ninde etkileneceği bir çatışma bölgesinedönüşebilir.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM15


16KüreselAraştırmalarMerkeziKAMKAM Ortadoğu KonuşmalarıSuriye Krizi <strong>ve</strong> KorumaSorumluluğu19 Eylül 2012Değerlendirme: Kadir Temiz(Syrian Crisis and theResponsibility to Protect)Vasilka Sancin“Ortadoğu Konuşmaları” toplantı dizisininsekizincisine Slo<strong>ve</strong>nya Dışişleri BakanlığıUluslararası Hukuk Danışmanı Yrd. Doç.Dr. Vasilka Sancin konuk oldu. Sancinsunumunda “koruma yükümlülüğü(responsibility to protect)” kavramı ile beraberSuriye Krizini değerlendirdi.Sancin, günümüzde devletlerin egemenlikhaklarının, vatandaşlarına karşı belirlisorumluluk ilkeleri ile beraber yenidentanımlanmaya başlandığının altını çizdi.“İnsan hakları” ile “koruma yükümlülüğü”kavramlarının gelişiminin paralellikleriçerdiğini de ifade eden Sancin, kavramındaha çok insani müdahale <strong>ve</strong> devletlerinegemenlik hakları ile beraber anlaşılmasıgerektiğini dile getirdi. 1990’lı yıllarda Ruanda,Srebrenitsa <strong>ve</strong> Kosova örnekleri insanimüdahale <strong>ve</strong> bunun uluslararası hukukisonuçları konusunda yeni perspektiflereihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Buradakitemel mesele, bir başka devletin egemenliğialtındaki topraklar içinde şiddete maruzkalan insanların nasıl <strong>ve</strong> hangi yollarlakorunacağıdır. Kanada hükümeti <strong>ve</strong>BM’nin desteği ile devlet egemenliği <strong>ve</strong>müdahale kavramlarını ele almak üzere2001’de oluşturulan geçici bir komisyonun(ICISS) hazırladığı raporda ilk defa “korumayükümlülüğü” kavramı dile getirildi <strong>ve</strong> 2005’teherhangi bir devletin itirazı olmaksızınkavram kabul edildi.“Koruma yükümlülüğü” kavramı dörtkitlesel mezalim ile birlikte eşit önemdeki üçyükümlülük <strong>ve</strong> birbiri ardına gelen üç temelayağa dayanmaktadır:Dört kitlesel mezalim olarak sıralanansoykırım, savaş suçları, etnik temizlik <strong>ve</strong>insanlığa karşı işlenen suçların bir kısmıdaha önce imzalanan uluslararası belgelerdetanımlanmış olsa da “koruma yükümlülüğü”kavramı ile önemli yenilikler ortaya çıktı.Mesela en temel konulardan biri bu dörtmezalim esnasında kimin korunacağı ileilgilidir. Mezalim altında yaşayan bütüninsanların yanı sıra komşu devletlerinsınır bölgelerine sığınan mülteciler dedevletlerin koruma yükümlülüğü kapsamınasokulmuştur. Böylece sadece sorunu olandevletin değil, diğer devletlerin de üzerindekiyükün paylaşılması esas alınmıştır. Diğerönemli bir nokta da bahse konu olankorumanın ne zaman başlayacağıdır.Yeni tanıma göre dört mezalim ile ilgili enufak bir işaret ortaya çıktığında “korumayükümlülüğü” devreye girer. Bu kavramı“sivillerin korunması”ndan ayıran en temelözellik ise onun barış dönemlerinde deuygulanabilir olmasıdır; yani mezalimortaya çıkmadan müdahale etmekönemli yeniliklerden biridir.Eşit önemdeki üç yükümlülük ise“mani olma”, “tepki <strong>ve</strong>rme” <strong>ve</strong>“yeniden inşa etme”dir. Sancin’egöre koruma yükümlülüğü kavramıile asıl vurgulanan, zannedildiğigibi sadece somut bir müdahale


değil, müdahaleden önce sorunuçözebilecek eylemleri gündeme getirmektir;yani birinci amaç engellemektir. Müdahalesözkonusu olduğu hallerde bile yükümlülüklersona ermemekte, sorunun yaşandığı bölgeninyeniden inşa edilmesi gerekmektedir.Kavramın üç temel ayağına gelince, herhangibir mezalim karşısında ilk yükümlülükdevletlere düşer <strong>ve</strong> asıl muharrik güçdevletlerdir. İkinci olarak uluslararasıtoplumun yardımı gelir. Gerek uluslararasıorganizasyonlar gerekse devletlerin organizeettiği yardım kampanyaları ile mezalimekarşı mücadele unsurları belirlenir. Eğerdevletler mezalim karşısında sessiz kalır <strong>ve</strong>gerekli önlemleri almazsa üçüncü ayak olarakuluslararası toplumun barışçı <strong>ve</strong>ya zorlayıcıönlemleri devreye girer.Koruma yükümlülüğü kavramını bu şekildetanımlayan Sancin, Suriye Krizinde bukavramın nasıl bir rol oynadığını tartıştı. LibyaKrizini koruma yükümlülüğünün ilk defa BMtarafından onaylanarak uygulandığı bir örnekolarak açıklayan Sancin, bu krizde yazılı olarakifade edilen amacın hayatı tehdit altındaolan sivilleri <strong>ve</strong> sivillerin yaşadığı bölgelerikurtarmak olduğunu dile getirdi. Suriye’deise durum Libya’dan oldukça farklı bir yöndegelişti <strong>ve</strong> aktörlerin siyasi önceliği mevcutihlallere karşı eyleme geçmelerine engel oldu.Kavrama eleştirel yaklaşanlar Suriye Krizisürecinde kavramın içinin ne kadar da boşolduğunun ortaya çıktığını dile getirseler deaslında sorunun çözümüne yönelik “korumayükümlülüğü” çerçe<strong>ve</strong>sinde adımlar atıldı.BM Genel Kurulu’nda Suriye’yi kınayan22 Kasım 2011 tarihli önerge, 122 devletinlehte, 13’ünün aleyhte, 41’inin de çekimseroyuyla kabul edildi. Daha sonra bölgeselorganizasyonlar devreye sokuldu. Neticealınamayınca diğer bir kınama önergesi BMGü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’ne getirilse de Rusya <strong>ve</strong> Çin<strong>ve</strong>tosuna takıldı.Suriye Krizi için BM <strong>ve</strong> Arap Birliği ÖzelTemsilcisi Kofi Annan’ın 16 Mart’ta Gü<strong>ve</strong>nlikKonseyi’ne sunduğu altı maddelik çözümönerisi desteklendi <strong>ve</strong> nisan ayında otuzsilahsız askerî gözlemci Suriye’ye gönderildi.Ancak bir sonuç alınamadı <strong>ve</strong> ağustos ayındaLakhdar Brahimi, Annan’ın yerine getirildi.Bölgesel bir organizasyon olan Arap Birliği’ninyanı sıra Türkiye, ABD ile beraber Brezilya gibiülkeler de sorunun çözümü için çaba harcadı;ancak Rusya <strong>ve</strong> Çin’in <strong>ve</strong>tosu aşılamadı. Kısaca“koruma yükümlülüğü” kavramının içeriği<strong>ve</strong> uygulanması konusunda aslında bir sorunolmadı. Diğer taraftan Suriye Krizinde mevcutdurumun mu, yoksa müdahale edildiktensonra ortaya çıkacak yeni durumun mu dahakötü olacağı tam anlamıyla kestirilemiyor.Herhangi bir dış müdahale, sorunu daha daiçinden çıkılamaz bir hale getirebilir ki bu da“koruma yükümlülüğü” kavramı ile ulaşılmakistenen amaçların dışındadır.Sonuç olarak “koruma yükümlülüğü”kavramı Suriye Krizi sürecinde yerli yerindeduruyor. Ancak sorunun siyasi boyutu ileinsani boyutu birbiriyle çakışıyor. Bu sebepleVasilka Sancin’e göre Suriye Krizi kısa vadedeçözülecek bir kriz gibi görünmüyor. Rusya<strong>ve</strong> Çin’in <strong>ve</strong>tosu bir yana, Suriye içindekidurumun siyasi <strong>ve</strong> insani boyutu da tamanlamıyla değerlendirilebilmiş değil.Her şeye rağmen krize karşı “korumayükümlülüğü” kavramının temelüç ayağından son ikisini oluşturanuluslararası toplumun oynayacağı rolönemli.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM17


18KüreselAraştırmalarMerkeziKAM21 Kasım 2012KAM Asya KonuşmalarıAfganistan Savaşı’nınGüney Asya BölgesineEtkileri(The Effects of Afghan War onSouth Asia Region)Değerlendirme: Ebru AfatNa<strong>ve</strong>ed Ahmad Rana“Asya Konuşmaları” toplantı dizisininonuncusuna, Pakistanlı gazeteci <strong>ve</strong>akademisyen Na<strong>ve</strong>ed Ahmad Rana konukoldu. Savunma <strong>ve</strong> strateji, küreselleşme,nükleer silahsızlanma <strong>ve</strong> çatışma çözümüüzerine çalışmaları bulunan Rana, 2001’debaşlayan Afganistan işgalinin başta Pakistan<strong>ve</strong> Hindistan olmak üzere Güney Asyabölgesine etkilerini değerlendirdi.Rana, Pakistan’ın sadece bir Güney Asyaülkesi olarak değerlendirilmesinin bir hataolduğunu belirterek sözlerine başladı. ZiraPakistanlılar kendilerini Güney Asya’dandaha çok Orta Asya <strong>ve</strong> Ortadoğu’ya yakınhissederler. Hint alt-kıtasının bilhassakuzeyinde yaşayanlar, Orta Asya’dan gelenTuran kökenli kavimler <strong>ve</strong> Acemler vasıtasıylaİslâm ile tanışırlar; kültürel bir dönüşümgeçirirken etnik olarak da Turan kavimleri<strong>ve</strong> Acemlerle karışırlar. Günümüz Pakistanlıkimliğinin temelleri de bu bağlantınıngetirdiği kültürel <strong>ve</strong> etnik etkileşim üzerindeyükselir.Soğuk Savaş boyunca Batı kutbunu terciheden <strong>ve</strong> ABD ile yakın bir işbirliği kuranPakistan, Hindistan ile girdiği nükleer yarıştageri kalmayıp kendi nükleer silahlarınıüretmeyi başarmıştı. Ancak Rana’ya görePakistan’ın istikrarı 1970’lerde bozulmayabaşladı. Özellikle 1979 yılı ülke tarihindebir kırılma noktasıydı. General Ziyaülhak’ınyaptığı bir darbeyle 1977’de devrilenBaşbakan Zülfikar Ali Butto’nun 1979’daidam edilmesi Pakistan’ın uluslararası alandagü<strong>ve</strong>nilirliği <strong>ve</strong> imajını yerle bir etti. Aynıyıl uzun bir sınırı paylaştığı Afganistan’ınSSCB tarafından işgali de Pakistan’a çok ağırbir şekilde yansıdı. Sovyet işgali nedeniylePakistan’a sığınan Peştun mültecilerin,ABD-Suudi Arabistan-Pakistan işbirliğiyleSovyetlere karşı mücadele için medreselerdeeğitilip silahlandırılması, 1990’larda Talibanadıyla ortaya çıkan hareketin altyapısınıhazırlayacaktı. Yine 1979’daki devrimsonucunda İran’da İslâmi bir rejiminkurulması <strong>ve</strong> bölgede Şii nüfuz kurmaçabaları da önemli bir oranda Şii nüfusubarındıran Pakistan’ı olumsuz yönde etkiledi.11 Eylül 2001’de ABD’nin New Yorkşehrindeki İkiz Kulelere düzenlenen terörsaldırıları, Pakistan’ın kaderini de bütünüyledeğiştirdi. ABD’nin bu saldırılardansorumlu tuttuğu el-Kaide örgütünün lider <strong>ve</strong>savaşçılarını sınırları dâhilinde barındıranAfganistan, 7 Ekim 2001’de Amerikan <strong>ve</strong>İngiliz güçleri tarafından işgal edildi.1996’dan beri ülke topraklarının büyükçoğunluğunun kontrolünü elindetutan Taliban yönetimi devrilirken,Afganistan’daki yabancı güçlerinidaresi de Aralık 2001’de UluslararasıGü<strong>ve</strong>nlik Destek Gücü (ISAF)Komutanlığı’na devredildi. ISAF’ınAfganistan’da devlet otoritesini


sağlama, imar <strong>ve</strong> ıslah faaliyetlerine yönelikolarak Taliban 2003 yılında karşı saldırıyageçti. ABD <strong>ve</strong> ülkede asker bulunduran diğerNATO ülkeleri, çoğu intihar eylemi şeklindegerçekleşen Taliban saldırıları nedeniylebüyük kayıplara uğradı.ABD’nin “terörle savaş” programınıdestekleyen, ama bunu yaparken kendi içdengelerini korumak isteyen Pakistan ordusu<strong>ve</strong> istihbarat teşkilatı ISI, dönemin AmerikanBaşkanı George W. Bush’un “Ortaçağ’adöndürme” tehdidine maruz kaldı. Rana’yagöre, ABD’nin bu baskısı karşısındaAfganistan’daki savaşın ana lojistik üssünedönüşen Pakistan’ın, zaten 1979’dan berimütemadiyen sarsılan iç dengeleri kelimenintam anlamıyla altüst oldu.Pakistan Taliban’ı, 2003 yılında hemdevlet görevlilerini hem de sivilleri hedefalan eylemlerine başladı. Bu eylemler,son birkaç yılda, Pakistan’ı dünyanın entehlikeli ülkelerinden biri haline getirecekkadar yoğunlaştı. Rana, Pakistan halkının,Taliban güçlerinin uyguladığı şiddetinülkenin barış <strong>ve</strong> istikrarını tehdit eder düzeyeulaşmasından ABD’yi sorumlu tuttuğunubelirtti. Ayrıca Amerikan insansız havaaraçları tarafından Pakistan topraklarındakiTaliban <strong>ve</strong> el-Kaide mensuplarına yönelikdüzenlenen saldırıların da büyük bir sorunoluşturduğunu hatırlattı. Bu saldırıların ciddioranda sivil kayıplarına yol açması <strong>ve</strong> çoğuzaman Pakistanlı yetkililerin bilgisi dışındayapılması ülkede büyük tepki çekiyor.Rana, bugün gelinen aşamada, ülkesininbütünlüğünü korumak <strong>ve</strong> ağır iktisadi, siyasi<strong>ve</strong> toplumsal sorunlara çözüm üretmek içinmücadele ettiğinin altını çizdi. Bir yandanterör saldırılarının, diğer yandan her türdenkaçakçılığın Pakistan’ın ulusal ser<strong>ve</strong>ti <strong>ve</strong>gençliğini yok ettiğini belirtti. 2001-2012yılları arasında Pakistan’da yaklaşık 40 bininsanın terör saldırıları nedeniyle hayatınıkaybetmesi de bu tehlikenin boyutunu ortayakoyuyor.Sözlerini, Pakistan’da dindar halk kitleleriile liberal kesimler arasında yoğun bir kültürçatışması yaşandığını anlatarak tamamlayanRana’nın analizinde 2013 yılında yapılacakparlamento seçimleri hayati bir yer tutuyor.Zira Rana’nın da ortaya koyduğu gibi,bu seçimlerde çalışabilir bir parlamentotablosunun ortaya çıkması, Pakistan’ıngelecekte barış <strong>ve</strong> istikrara kavuşmasında kilitrol oynayacaktır.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM19KAM Avrupa KonuşmalarıYunan Borç Krizi’ninSiyasi <strong>ve</strong> İktisadi Sonuçları(The Political and EconomicConsequences of theGreek Debt Crisis)Dimitrios Triantaphyllou28 Kasım 2012Değerlendirme: Emre Metin BilginerYunan Borç Krizi’ni konu alan “AvrupaKonuşmaları” toplantı dizisininbeşincisinde, Kadir Has Üni<strong>ve</strong>rsitesiUluslararası İlişkiler Bölümüöğretim üyesi <strong>ve</strong> aynı zamandabu üni<strong>ve</strong>rsitenin Uluslararasıİlişkiler <strong>ve</strong> Avrupa Çalışmaları


20KüreselAraştırmalarMerkeziKAMEnstitüsü direktörü Yrd. Doç. Dr.Dimitrios Triantaphyllou konuk edildi.Triantaphyllou, konuşmasında Yunanistan’ınyıllar içerisinde ekonomik krize nasılsürüklendiği <strong>ve</strong> gelecekte Avrupa’da nasılbir konumda olacağı konusunda çok yönlüdeğerlendirmelerde bulundu. Öncelikle 1999sonrasında İsmail Cem <strong>ve</strong> Yorgo Papandreuarasında geliştirilen “deprem diplomasisi”ninönemine vurgu yapıp Türk-Yunanilişkilerinin yumuşama dönemine girdiği <strong>ve</strong>bu sayede kendisinin de Türkiye’de öğretimüyesi olarak çalışma fırsatı bulduğundanbahsetti.Triantaphyllou, farklı yıllarda Atatürk <strong>ve</strong>Karamanlis’in “Batı’ya aitiz” demelerine karşınkendilerinden alıntı yaparak Batı (NATO)’yaTürkiye <strong>ve</strong> Yunanistan’ın aynı anda (1952)dâhil olduğunun altını çizdi <strong>ve</strong> bu yüzdenYunan halkının büyük bir çoğunluğununkendisini çok uzun yıllardır Avrupa’nın birparçası olarak gördüğünü belirtti.Ancak gelinen noktada Borç Krizi’nin halkınkültürel <strong>ve</strong> sosyal açıdan büyük değişikliklereuğramasına <strong>ve</strong> sosyal yaşamda çöküntüye yolaçtığına dikkat çekti. Bunun ötesinde 1974’tesona eren askerî rejim ertesinde demokrasiyibirlikte kuran PASOK <strong>ve</strong> Yeni Demokrasi(ND) partilerinin artık dinozorlaşmayabaşladığını <strong>ve</strong> bunun da siyasetin hem sağhem de sol kanadında yeni hareketlenmeleresebep olduğunu vurguladı. Krizle berabergelen en radikal oluşum aşırı sağcı AltınŞafak Partisi oldu. Triantaphyllou, bu partiyifaşist, yabancı düşmanı, cinsiyetçi <strong>ve</strong> ırkçıolarak niteledi <strong>ve</strong> son anketlerde AltınŞafak’ın üçüncü parti konumunda olmasınınYunanistan için büyük bir utanç olduğunusözlerine ekledi.Krizin boyutlarını en açık gözler önüne serentablo herhalde özel sektörde çalışanların üçtebirinin işlerini kaybetmeleri. Bununla birlikteyükselen <strong>ve</strong>rgiler <strong>ve</strong> yaşam standardınıniyice düşmesi suç oranlarında da ciddi birartışa sebep oluyor. Ayrıca ekonomik krizebağlı intihar oranlarının da aynı paraleldeartışı Yunanistan’da yaşamın gün geçtikçezorlaştığını bize gösteriyor. Bunlara ekolarak, entelektüellerin <strong>ve</strong> gençlerin dahaiyi iş imkânları için farklı ülkelere göçetmeleri Yunanistan’ı uzun vadede dahazor durumlara düşürecek gibi gözüküyor.Gençlerin büyük bir kısmının son dönemdeTürkiye’ye de rağbet ettiğini belirtenTriantaphyllou, Soğuk Savaş’ın bitmesiyleYunanistan’a gelen yüz binlerce Arnavut’unbile ülkeyi terk etmeye başladığını sözlerineekledi.Özellikle 2010 yılından beri Yunanistan’ayapılan mali yardımlarla birlikte ticariilişkilerin üst düzeyde olduğu ülkelerde değişkenlik gösterdi. Buna bağlıolarak alınan mali yardımlarla dayatılanbazı koşullar yerine getirildiği takdirdeYunanistan ekonomisi 2014-2020 yıllarıarasında büyümeye başlayabilecek. Ancakbu koşulları halka kabul ettirmek oldukçagüç. Yunan Komünist Partisi (KKE) yapılangösterilerde gayet disiplinli bir biçimdeön safta yer alıyor <strong>ve</strong> polis birçok yerdegörevini yapmakta güçlük çekiyor. Ayrıcason dönemde yükselişe geçen RadikalSol Koalisyon (SYRIZA), ülke çapındagerçekleştirdiği “ödemiyorum”kampanyasıyla devlete <strong>ve</strong> sistemekarşı büyük bir hareket içerisinegirdi. Ancak birçok farklı görüşüniçinde toplandığı SYRIZA’nın uzun


vadede çözümler üretebileceğine şüpheliyaklaşan Triantaphyllou, parti içerisinde hergün farklı bir çatlak sesin çıktığını <strong>ve</strong> partininideolojik olarak nerede olduğu konusundakesin yargıya varamadığını belirtti.yurtdışında görev yapan birçok diplomatınmaaşlarında kesintiler yapıldığını, büyüksıkıntılar çekildiğini, hatta İstanbul’dakikonsolosun bir çevirmeninin dahi olmadığınısözlerine ekledi. Bu bağlamda Borç KrizininYunanistan’ın sadece siyasi, ekonomik <strong>ve</strong>Yunanistan’da yıllardır en çok eleştirilenkonuların başında yüksek savunma giderleri toplumsal hayatında değil, dış politikasındageliyordu. Eskiden GSMH’nin %5’ine ulaşan da ciddi bir erozyona sebep olduğunubu giderler son dönemde krizle berabersöyleyebiliriz.büyük kesintilere uğradı. Halkta en ılımlıkarşılanan kesinti de şüphesiz bu oldu. Diğertaraftan kamu alanındaki özelleştirmelerciddi siyasi kırılmalara sebep oluyor <strong>ve</strong> halkı“milliyetçiler” <strong>ve</strong> “Avrupa yanlıları” olarak ikikutba bölüyor. Tabii bu, “avro” <strong>ve</strong> “drahmi”kamplaşmasını da beraberinde getiriyor. Budurumda safını henüz belirleyememiş olanyurtse<strong>ve</strong>rlerin büyük bir sıkıntı çektiğini3 Kasım 2012belirten Triantaphyllou, bunun en çok ırkçı Değerlendirme: Melike AkkuşAltın Şafak Partisi’ne yarar sağladığının altınıçizdi. Son dönemde birçok yasadışı eylemle“İktisat Konuşmaları” toplantı dizisininanılan Altın Şafak, eğer kapatılırsa başkayedincisinde, Osmanlı Anonim Şirketleribir oluşumla hareketine devam edeceğini(Scala Yayıncılık, 2011) kitabını yayınaduyurdu. Bir seçim önce parlamentodahazırlayan Sermaye Piyasası Kurulubulunan Ortodoks Halk Birliği’nin (LAOS)(SPK) İstanbul Temsilcisi Doç. Dr. Celalide aşırı sağcı olduğunu, ancak birçok üyesiYılmaz’ı misafir ettik. Yılmaz, “Osmanlıeski ND üyesi olduğu için Altın Şafak kadarAnonim Şirketleri (1908-1922)” başlığıylaradikalleşmediğini belirten Triantaphyllou,gerçekleştirdiği sunumunda, şirketlerAltın Şafak’ı destekleyenlerin her geçen günhukukuna ilişkin geçmişe ışık tutarkenartmasını insanların sosyal bir şokta oluşunabugüne dair ipuçları <strong>ve</strong>rerek iki dönemarasındaki benzerliği <strong>ve</strong> farklılıklarıbağladı.örnekler üzerinden izah etti.“Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçeSözlerine sermaye piyasalarının asılinsan, yeni okyanuslar keşfedemez.” Andrémantığına dikkat çekerek başlayanGide’in bu ünlü sözüyle, kriz konusundaYılmaz, günümüz şirketlerinin halkaYunanistan’ın yine de ümitsizliğe kapılmayıparz süreçlerini şu şeklinde açıkladı:her şekilde mücadeleyi sürdürmesi“Şu anki halka arz süreçlerinde öncegerektiğini belirten Triantaphyllou,Yunanistan’ın son dönemde dış politikaarenasında tamamen kaybolduğunu <strong>ve</strong>KüreselAraştırmalarMerkeziKAM21KAM İktisat KonuşmalarıOsmanlı Anonim Şirketleri(1908-1922)Celali Yılmaz


22KüreselAraştırmalarMerkeziKAMbir şirket kuruluyor, belirli bir büyüklüğeulaşınca hisselerin bir kısmı satılarak halkaarz ediliyor. Ya patron kendi hisselerininbir kısmını satıp parayı cebe atıyor ya dasermaye artırımı yaparak şirketin borçlarınıkapatıyor. Hâlbuki sermaye piyasalarının asılmantığında ortada bir iş fikri olur; o iş fikrinihayata geçirmek için yeterli kaynağa sahipolmayan müteşebbis, ahaliye ‘Gelin beraberşirket kuralım bu işte iyi para var’ diyerekinsanları da<strong>ve</strong>t eder. Bu nedenle Cumhuriyetöncesinde anonim şirket kurmak için asgarisermaye oranı %10’dur. Yani bir şirketkurmak için 100 lira sermaye koyuyorsanız 10lirayı fiilen ödeyerek şirketi kurarsınız, kalan90 lirayı sermaye artırımlarıyla ya da kârettikçe karşılarsınız. Bu uygulama sermayepiyasası mantığına daha uygundur. BizimTürk Ticaret Kanunu’na (TTK) göre bu oran%25 iken, SPK’ya göre %100 olmalıdır ki bu,önce parayı bulup şirketi kurun, büyütündemektir.”Akabinde Yılmaz, Osmanlı Anonim Şirketleri(OAŞ) ile ilgili bilgiler <strong>ve</strong>rdi. Buna göre, OAŞen geniş haliyle Osmanlı topraklarındaOsmanlı kanunlarına göre kurulmuşşirket demektir. Osmanlı Bankası gibi butopraklarda faaliyet gösterdiği halde Osmanlıkanunlarına tabi olmayan birçok şirketolduğu için bu ayrım oldukça önemlidir.Ayrıca unvanında Osmanlı kelimesi geçenşirketlerin ortaklarının büyük bir kısmıOsmanlı vatandaşıdır, bu açıdan OAŞ’lerin“milli” bir yönü de vardır. Cumhuriyetdöneminde OAŞ’ye benzer olarak “TürkAnonim Şirketi (TAŞ)” tabiri kullanılmıştır,hatta 1950’lerden önce kurulmuş Akbank gibişirketler TAŞ olarak kayıtlıdır. Yılmaz’a göre,Osmanlı sistemi esnek bir sistem olduğu içinticaret hukuku da bu esneklikten nasibinialmıştır. Şirketlerin türlerini düzenleyennizamname dışında her şey özel hukukçerçe<strong>ve</strong>sinde belirlenmiştir. O dönemde TTKolmadığı için şirket tüzüklerinde şirketingenel kural <strong>ve</strong> yönetim ilkeleri, genel kurulşartları, yönetim kurulunun toplanma sıklığıgibi detayları içeren maddeler vardır. Öteyandan şirket unvanları da farklı bir şekildekurgulanmıştır. Mesela bir şirket bankaunvanına sahip olmasa bile bankacılıkyapabilirken unvanında banka kelimesigeçen bazı şirketler bankacılık yapmayabilir.Yılmaz, Osmanlı dönemindeki genelşirketleşme sürecine de değindi. Buna göre,Osmanlı’da 1909’dan itibaren hızlananşirketleşmeyi bir ihtiyaç haline getiren ikiönemli olay vardır. Farklı ülkelere karşıyapılan ticari boykotların ilk örneklerindenolan 1908 tarihli Avusturya boykotu,şirketleşme sürecini tetikleyen ilk faktördür.Avusturya’nın Osmanlı toprağı olan Bosna’yıdenetim altına almasına cevaben başlayanboykotla birlikte Avusturya mallarınınpazardaki hakimiyeti fark edilmiş, bumalların muadillerini üretmek için şirketlerkurulmuştur. Mesela Avusturya yapımıfeslerin yerine kalpak bu <strong>ve</strong>sileyle modaolmuştur. Boykottan dolayı eksikliği duyulanmalların ikamesini sağlayacak şirketleriçoğaltmak amacıyla <strong>ve</strong>rilen teşvikdestekleri ise 1909 öncesi şirketleşmeyiartıran ikinci faktördür. Teşvik-i SanayiKanunu’ndan sonra <strong>ve</strong>rilen teşviklerşirket kurmayı cazip hale getirincekonut kooperatifleri gibi çok sayıdaniteliksiz şirket kurulmuştur. 1909sonrası dönem ise zannedileninaksine çok daha değişkendir;çünkü savaş hali ülkenin


tamamında aynı şekilde hissedilmemiştir.Mesela Birinci Dünya Savaşı sırasındaİstanbul’da sinema şirketi, mesire yeriişletmeleri vs. kurulmuştur.Ticari Bankalar ileİslâmi BankalarınMukayesesiSon olarak Yılmaz, Osmanlı’danCumhuriyet’e geçişin şirketler üzerindekietkisinden bahsederken, “Osmanlı’danCumhuriyet’e geçiş şirketler için bir22 Aralık 2012travmaydı. Kurucularının büyük bir kısmıDeğerlendirme: Süleyman Aytuğİttihatçılardan oluşan Osmanlı şirketleri,kârlılıklarındaki düşüş nedeniyle batmamış,“İktisat Konuşmaları” toplantımülkiyet yapıları nedeniyle batırılmışlardı.dizisinin sekizincisindeKaliforniya Üni<strong>ve</strong>rsitesi (UC Santa Cruz)Mesela sermayesi İş Bankası’nın on katı olandoktora öğrencisi Hüseyin Aytuğ’u misafirİtibar-ı Milli Bankası önceki hükümete yakınettik. Lisans eğitimini Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesikişilerin şirketi olduğu için İş Bankası’naİktisat Bölümü’nde tamamlayan Aytuğ,devredilmiş, İş Bankası bu sayede sıçramasunduğu makaleyi Hazine Müsteşarlığı’ndanyapabilmişti. Nuri Demirağ’ın uçak fabrikasıHüseyin Öztürk ile birlikte hazırladıklarınıteşebbüsü sırf muhalif diye baltalanmamışbelirtti.olsaydı bugün birçok şey farklı olabilirdi.Demokratik dönemde bile basit iktidarSunumu iki ana bölümden oluşan Aytuğ,değişiklikleri ticari kesim üzerinde yıpratıcıilk bölüme ticari banka ile İslâmi bankamodelini birbirinden ayıran temel özellikya da şans getirici etkiler yaparken,olan faiz ile ilgili Bakara Suresinde geçenCumhuriyet’e geçiş İstanbul ekonomisininayetleri aktararak başladı. Ardından sıklıklabütün dengelerini değiştirmişti” diyerekdile getirilen, faiz oranları ile kâr payıCumhuriyet’in ilk yıllarında toplu iğneyi bileoranlarının rakamsal benzerliğinin bu ikisiniüretemeyen bir ülke olmamızın arkasındakibirbirinin aynısı yapmayacağını belirtti <strong>ve</strong> ikifarklı etkenlere de dikkat çekti. Katılımcılarınbanka modeli ile ilgili bazı rakamları aktardı.yoğun alakası <strong>ve</strong> katkılarıyla devam edenBuna göre dünya bankacılık sektörününsunum soru-cevap kısmıyla son buldu.genelinde İslâmi bankacılığın payı 2000yılı <strong>ve</strong>rilerine göre ülkeden ülkeye %5 ile%24 arasında değişirken, 2008’de burakamlar %11 ile %35 bandına çıktı.Genel olarak İslâmi bankacılığınticari bankacılığa göre daha hızlıbüyüdüğünü söyleyen Aytuğ, 2008yılı <strong>ve</strong>rilerine göre Türkiye’de İslâmiHüseyin AytuğKüreselAraştırmalarMerkeziKAM23


24KüreselAraştırmalarMerkeziKAMbankaların sektördeki payının %3,5 ikenbüyüme hızlarının %41, ticari bankalarınise büyüme hızlarının %20 kadar olduğunubelirterek bu durumun Suudi Arabistan<strong>ve</strong> Körfez ülkelerinde de benzer oranlardaseyrettiği sözlerine ekledi.Daha sonra Aytuğ makaleyi kalemealmalarının ardındaki üç temel sebebi dilegetirdi. Bunlardan ilki, İslâmi bankalarınfinansal istikrarı sağlaması gerekir fikri. Bukonuda IMF’nin 2010’da yaptığı bir çalışmadabulundukları yerlerde İslâmi bankalarındiğer bankalara göre daha kârlı olduklarının<strong>ve</strong> kriz sırasında finansal istikrara katkısağladıklarının tespit edilmesini örnekgösteren Aytuğ, kriz sonrasında ise kârlılıkaçısından durumun değiştiğini ifade etti.Bütün para işlemlerinin gerçek işlemleredayanıyor olması <strong>ve</strong> kredi derecelendirmekuruluşlarının kriz sonrasında İslâmibankaların kredi notlarını arttırmalarını dadiğer iki temel sebep olarak belirten Aytuğ,aynı dönemde ticari bankaların bir kısmınınbattığını bir kısmının da kredi notlarınındüştüğünü hatırlattı.İslâmi <strong>ve</strong> ticari bankaların yaptıkları bazıişlemlerin benzerliklerine de değinen Aytuğ,bu noktada Amerikan mortgage sektörü ileİslâmi bankaların yaptığı murabahanın örnek<strong>ve</strong>rilebileceğini söyledi. Bunun yanındaİslâmi bankalarda da asimetrik bilgi, yanihem alıcının hem de satıcının aynı bilgiyesahip olmama durumunun var olabileceğiniaktaran Aytuğ, iki banka modelindekimevcut bazı farklılıklardan da bahsetti.En temel farkın İslâmi bankalardaki şeriatkurulları olduğunu, bunun esasının adaletisağlama düşüncesinden geldiğini belirtti.Bu kurulların varlığının riskin dağıtılmasınısağladığını söyleyen Aytuğ’a göre İslâmibankalar ile ticari bankalar arasındaki ikitemel fark, ilkinde faiz <strong>ve</strong> spekülasyonunolmamasıdır. Bu noktada önemli bir konuyudile getiren Aytuğ, Adam Smith’in de iktisadifaaliyetlerin gerçek işlemlere dayanması, yanifaizin olmaması gerektiğine dair sözleriniaktardı. Aytuğ bir diğer farkı, “Ticari bankalarborç temellidir <strong>ve</strong> riski transfer ederler; İslâmibankalar ise gerçek işlemlere dayanır <strong>ve</strong> riskpaylaşılır” diyerek açıkladı.Sunumun ikinci bölümünde makaleninasıl konusu olan bankacılık sektöründekikârlılığa geçti. Burada iki temel soru ile yolaçıktıklarını belirten Aytuğ, bu soruları şöyledile getirdi: (i) Ticari bankacılıkta olduğugibi İslâmi bankacılıkta da kârlılığı belirleyençeşitli sebepler mi var? (i) İslâmi bankaolmak ile kârlılık arasında nasıl bir ilişkivar? Buradan kârlılığı ölçen iki temel faktöregeçen Aytuğ, bunların aktif kârlılığı (return onasset) ile özkaynak kârlılığı (return on equity)olduğunu <strong>ve</strong> bazı sebeplerin kârlılık üzerindeetkili olduğunu söyledi. Banka büyüklüğüile kârlılık, enflasyon ile kârlılık, kredilerinaktiflere oranı ile kârlılık arasında pozitif birilişki olduğunu da vurguladı.Makalede yirmi dokuz ticari <strong>ve</strong> dört İslâmibankaya ait <strong>ve</strong>riler üç aylık hesaplamalaragöre kullanılıyor. Verilere bütün olarakbakıldığında İslâmi bankalar daha kârlıgözükürken yukarıda bahsedilen heriki kârlılık ölçütünde ticari bankalardaha kârlı gözüküyor. Ama özkaynakkârlılığında oranlar birbirine yakın.Kullanılan propensity score matchingekonometrik modeli ile dikkati çekençalışmada Aytuğ, <strong>ve</strong>rileri 1994-2000,kriz öncesi <strong>ve</strong> kriz sonrası olmaküzere üç dönemde incelediklerinibelirtti. Aktif kârlılığı açısından


akıldığında gerek 1994-2000 dönemindegerekse kriz öncesi dönemde İslâmi bankaolmak ile kârlılık arasında pozitif bir ilişkivarken, kriz sonrası dönem için aynı şeyinsöylenemeyeceği belirten Aytuğ, bazı teknikbilgiler <strong>ve</strong>rerek sonuç kısmına geçti.“Bankacılık sektöründe İslâmi banka olmakile aktif kârlılığın ilişkisi pozitif iken net faizaralığında bu etki negatif çıkıyor” diyenAytuğ, kriz öncesi <strong>ve</strong> sonrası dönemler içinfarklı sonuçlar çıktığını belirtti. Bu konudayapılacak yeni çalışmalara ihtiyaç olduğutespitinin ardından soru-cevap kısmı ilesunum sona erdi.29 Eylül 2012Değerlendirme: Mahmut CelepKAM Etkin Yönetim SöyleşileriBireysel <strong>ve</strong> KurumsalPerformansBahattin Aydınİnsan hayatta maişetini kazanmak için birşekilde çalışmak zorundadır; bazen biriş<strong>ve</strong>ren olarak, bazen bir kurumda çalışarak,bazen de ferdi olarak kendi işini yaparak.İnsanın her ne şekilde olursa olsun harcadığıbir çaba vardır. Bu çabanın bir sonuçgetirebilmesi için doğru <strong>ve</strong> etkin bir şekildesarf edilmesi gerekir. İşte bu konulardabize yardımcı olması maksadıyla “EtkinYönetim Söyleşileri”nin yirmi ikincisinde,insan kaynakları uzmanı olan <strong>ve</strong> halenA<strong>ve</strong>a kıdemli insan kaynakları direktörlüğügörevini yürüten Bahattin Aydın ile “Bireysel<strong>ve</strong> Kurumsal Performans” başlığı altında birsöyleşi gerçekleştirdik.“Performans nedir?”,“Performansı etkileyenşeyler nelerdir?” sorularıylakonuşmasına başlayan Aydın,bireysel performans ile ilgilidört aşamadan bahsetti: (i)İşin tanımlanması aşaması. (ii)İşin, yapacak kişi tarafındananlaşılması aşaması. Buaşamada sorulması gereken“ne” sorusudur. (Bendenbeklenen ne? Yapmamgereken ne?) Bu noktadaönemli olan iki kavram iletişim <strong>ve</strong> geribildirimdir. Tanımlanan işin, yapacak kişitarafından doğru anlaşılması gerekir <strong>ve</strong> işingelişmesi, kişinin motivasyonu açısından geribildirim <strong>ve</strong>rilmelidir. (iii) İşin kabul edilmesiaşaması. Burada “neden” sorusu devreyegirer. (Neden bu işi yapmalıyım?) Bu, insanınyaptığı işin hangi bütüne ait olduğunugörmesini sağlar <strong>ve</strong> motivasyon faktörüiçin önem arz eder. (iv) İşin yapılabilmesiaşaması. Bu da “nasıl” sorusunun cevabıdır<strong>ve</strong> nitelikle alakalıdır… Aydın, bu şekilde izahettiği performansı kısaca şöyle formüle etti:Performans = İletişim x Motivasyon x Nitelik.Kurumsal performansa gelince, Aydın’agöre, organizasyona ait değerler ile kişiye aitdeğerlerin üst düzeyde çakıştığı noktadaetkin performans sağlanır. Bir kurumufarklılaştıran “ne” yaptığı değil, “nasıl”yaptığıdır. Bu noktada “nasıl” sorusunaistinaden Aydın’ın bizimle paylaştığıbir anekdota değinmek yerindeolur. Tadım şirketinin sahibi şunusöylemiş: “Sabri Ülker’le aşağıKüreselAraştırmalarMerkeziKAM25


26KüreselAraştırmalarMerkeziKAMyukarı bu işlere aynı zamanda girdik, fakato etrafında daha iyi insanları topladığı içindevreye girmeye başladım. Bu durumumgenel müdürün dikkatini çekti <strong>ve</strong> kendisiyledaha çok ilerledi...” Kurumsal performans ilgili tüm işleri yapmam noktasında ‘Ben buaçısından işe alımlarda dikkat edilmesiçocuğa hayran kaldım, bu işleri o yapsın’gereken en önemli hususlardan biri, Aydın’a diyerek beni işaret etmeye başladı. Benimgöre “tutum”lardır. Zira “tutum”lar zoriçin bir kırılma noktası olan bu gelişme,değişir <strong>ve</strong> buzdağının görünmeyen kısmıdır. sürekli etki alanı üzerinde çalışmamın <strong>ve</strong>“E<strong>ve</strong>t, ama…” deyip bir işin yapılamayacağı sabretmemin bir sonucuydu.”hakkında olumsuzlukları sıralayan insanlar Bireysel <strong>ve</strong> kurumsal performans ile ilgili buolduğu gibi, “Neden olmasın?” deyip işin <strong>ve</strong> benzeri bilgilerini <strong>ve</strong> tecrübelerini bizimleyapılması üzerine kafa yoran çalışanlar da paylaşan Aydın, Acar Baltaş’ın “Enerjinizivardır. Bu iki farklı tutum arasından “Neden nereye koyarsanız hayat orada akar”olmasın?” diyen kişilerin tercih edilmesisözünü hatırlatarak “Etki alanınız üzerindeyerinde olur.yoğunlaşın, kesinlikle sonuç alacaksınız”Aydın, hayata dair, insanın kariyeri açısından diyerek konuşmasını sonlandırdı.dikkat etmesi gereken birçok şeydenbahsetti, fakat bunlardan bir tanesi özellikledikkatimizi çekti. “Kişi için iki alan vardır:etki alanı <strong>ve</strong> ilgi alanı. İnsanın başarılıolabilmesi <strong>ve</strong> kariyer yapabilmesi için süreklietki alanı üzerinde yoğunlaşması gerekir.Zamanla etki alanı, ilgi alanı olmaya başlar<strong>ve</strong> kişi alanında söz sahibi hale gelebilir”diyen Aydın, bunu kendi kariyerinde bizzatuyguladığını şu anekdotla aktardı: “İlkçalıştığım firmada düzenli, insanlara zor17 Kasım 2012gü<strong>ve</strong>nen, kolay kolay işi delege etmeyen birDeğerlendirme: Mücahid Ekeryöneticim vardı. Bu yüzden iki yıl boyuncatelefonda iş görüşmesine çağrılacak kişilerinKüresel Araştırmalar Merkezi’ninorganize edilmesine baktım. Fakat bu aradadüzenlediği “Afganistan Müdahalesi <strong>ve</strong>kafamda Türkiye’nin en iyi işe alımcısı olmaNATO’nun Rolü” panelinde Ekim 2012planı vardı; buradaki işleri yaparken buitibariyle işgalinin üzerinden on bir yılamaca yönelik çalıştım <strong>ve</strong> sabrettim. Bir güngeçen Afganistan <strong>ve</strong> bu ülkedeki NATOholding bünyesinde yeni bir şirket kurulmasıvarlığı tartışıldı. Panele 2003-2006 yıllarıaşamasında, o şirkete atanan yeni genelarasında NATO’nun Afganistan’dakimüdüre şirket kadrosunun oluşturulmasıkıdemli sivil temsilciliğini yürütensırasında sekretarya işleri vs. yaparakeski Dışişleri Bakanı <strong>ve</strong> TBMMyardımcı oldum. Uzun görüşmeler sonrasıBaşkanı Hikmet Çetin konuşmacı,genel müdürün performansı düştüğündeNATO <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik çalışmalarıKAM PanelAfganistan Müdahalesi<strong>ve</strong> NATO’nun Rolü:11 Eylül SonrasıUluslararası Barış <strong>ve</strong>İstikrar Operasyonları


alanında uzman Yıldız Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesiSiyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Bölümüöğretim üyesi Prof. Dr. Nurşin AteşoğluGüney de müzakereci olarak katıldı.Afganistan’daki süreci bölgedekitecrübelerinden hareketle anlatan HikmetÇetin ülkenin tarih boyunca işgallerlekarşı karşıya kaldığını belirtti. Afganistan’ı20. yüzyılın büyük trajedisini yaşayan <strong>ve</strong>Soğuk Savaş döneminin bedelini ödeyenülkelerden biri olarak tanımlayan Çetin’egöre Afganistan’ı stratejik açıdan önemligören Sovyetler 1960’lardan itibarenişgalin altyapısını hazırladı. Gorbaçov’unbaşa gelmesiyle Sovyetlerin 1989’da geriçekilmesinin ardından yaşanan iç savaştakiyönetim boşluğunda Taliban iktidara geldi.2001’de Afganistan’da 28 yaşına gelmişolanlar ömürlerinde savaştan başka bir şeygörmemişlerdi. Bu dönemde 1,5 milyonAfgan hayatını kaybederken, 6 milyonuda Pakistan <strong>ve</strong> İran’a, daha şanslı olanlarıAvrupa, Amerika <strong>ve</strong> Kanada’ya göç etti.Çetin’e göre, Sovyetlerin çekilmesiyleAfganistan’ı kaderiyle başbaşa bırakıp 11Eylül’e kadar yaşananların farkında bileolmayan dünya, özellikle Batı, olanlardanmanen sorumludur. Bu ülke için 11 Eylülbeklenmemeliydi. Çünkü 2001’e gelindiğindeAfganistan’da devleti devlet yapan hiçbirkurum kalmamıştı.BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin 11 Eylül’denbir gün sonra ABD öncülüğünde çıkardığı1368 sayılı müdahale kararında 11 Eylül“uluslararası bir terör saldırısı” olaraktanımlanır <strong>ve</strong> gerekli tedbirlerin alınmasıçağrısı yapılır. ISAF’ın Kabil’de olmasıkararlaştırılır <strong>ve</strong> ABD öncülüğünde müdahalebaşlar. Kendi tarihi açısından önemli birkarar alan NATO, 11 Eylül’ü bir üyesinedışarıdan yapılan bir müdahale olarakgörür <strong>ve</strong> 5. Madde’yi devreye sokarak tümüyelerini Afganistan’daki müdahaleye destekiçin çağırır. ISAF’ın komutasını ilk önceİngiltere, sonra Türkiye, ardından Almanyaile Hollanda ortaklaşa yürütür. NATO ise2003 yılı ağustos ayında ISAF komutasınıdevralır; önce Kabil <strong>ve</strong> çevresinde görevliiken 2004’te kuzeyde Mezar-ı Şerif’in, 2005’tebatıda Herat’ın, 2006’da da güneye yönelerekAfganistan’ın tüm gü<strong>ve</strong>nliğinden sorumluhale gelir.Afganistan, NATO için üç önemli ilkinyaşandığı bir alandır. Bunlar ilk kez 5.maddenin işletilmesi, NATO’nun hem alanhem kıta dışı bir bölgeye gitmesi <strong>ve</strong> karasavaşına girilmesidir. NATO’nun SoğukSavaş döneminin izlerini hâlâ taşıdığınıbelirten Çetin, organizasyon genişledikçekarar almanın zorlaştığını, NATO’ya askergönderen her ulusun kendi masraflarınıkarşılamasının bir zaaf teşkil ettiğini<strong>ve</strong> bölgedeki NATO komutanının askerihtiyacının hızlı bir şekilde karşılandığı biryapılanmaya ihtiyaç olduğunu söyledi.Çetin, NATO’nun başarılı olup olmadığıkonusunda “Hem e<strong>ve</strong>t hem de hayır”diyor. NATO’nun 200 bin değil bir milyonaskeri de olsa Afganistan sorununuçözemeyeceğinin altını çizen Çetin,siyasi anlaşmalara gidilmedenülkede gü<strong>ve</strong>nliğin sağlanamayacağıdüşüncesinde.KüreselAraştırmalarMerkeziKAM27


28KüreselAraştırmalarMerkeziKAMÇetin, on bir yılın sonunda Afganistan’daher alanda önemli gelişmeler yaşandığınıanlattı. Buna göre terör kampları yok edilmiş,kilometrelerce yol yapılmış, 5 milyon göçmenmemleketine dönmüş. Bütçe disiplinisağlanmış <strong>ve</strong> Merkez Bankası kurulmuş, 330bin civarında asker <strong>ve</strong> polise sahip olunmuş,demokrasi açısından önemli bir adımatılarak ilk kez 2004’te <strong>ve</strong> ardından 2009’dacumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış, okul <strong>ve</strong>hastane bakımından büyük adımlar atılmış.Ancak Afganistan’daki büyük atılımlararağmen, terör <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik sorunları yüzündenbunların hepsi geri planda kalmış durumda.Çetin’in NATO’nun Afganistan’dan 2014’teçekilecek olması üzerine biri iyimser, diğerikötümser iki senaryosu var. NATO’nun2014’te Afganistan’dan çekilmesininardından iyi senaryonun gerçekleşmesini,önümüzdeki iki yıl içerisinde (i) ülkedekiyaklaşık 320 bin asker <strong>ve</strong> polisin nitelikkazanabilmesi için eğitilmesi <strong>ve</strong> gerekliteçhizatın sağlanması, (ii) ülkeye ekonomikyardımın artırılması, (iii) Taliban’laanlaşma yapılması, (iv) rüş<strong>ve</strong>t meselesininhalledilmesi, (v) temiz insanlarla bir devletyönetimi kurulması şartlarına bağlayanÇetin, özellikle Taliban’la anlaşma sürecindeiki tarafın da kırmızı çizgileri olduğuna işaretederek Taliban’ın kadın hakları konusunu<strong>ve</strong> anayasayı dikkate alması gerektiğini ifadeetti. Çetin, bunlar gerçekleşmediği takdirdeAfganistan’da yeniden iç savaş çıkma ihtimaliolduğunu söyledi.“Pakistan olmadan Afganistan sorunuçözülemez” görüşünü savunan Çetin,Pakistan’ın Afganistan’da Taliban üzerineyatırım yaptığını, eğer istikrar sağlanırsakullanıma açılacak zengin yeraltı kaynaklarısayesinde kısa süre içinde Afganistan’ınkalkınacağını, bu madenlerin çoğunun şu anÇin tarafından kullanıldığını ifade etti.Afganistan operasyonlarında meşruiyetsorunu olmadığını, çünkü tüm kararların BMGü<strong>ve</strong>nlik Konseyi kararlarına dayandığı <strong>ve</strong>bu yanıyla Irak’tan ayrıldığını belirten Çetin,terörü, “ideoloji tabanlı” <strong>ve</strong> “etnik <strong>ve</strong> mezheptabanlı” terör diye ikiye ayırdı. İdeolojikterörle mücadelede başarı sağlamanınkolay olduğunu, insanın ideolojisinideğiştirebileceğini ya da askerî güçle ideolojiktabanın yok edilebileceğini, ama etnik <strong>ve</strong>mezhep tabanlı terörün müzakere edilmedençözülemeyeceğini vurguladı.Afganistan’daki uyuşturucu meselesini“illegal realite” olarak tanımlayan Çetin,uyuşturucudan yılda yaklaşık 3 milyar dolarınülke içinde kaldığını, bunun <strong>80</strong>0 milyonila 1 milyar dolarının üreticiye, geri kalan2 milyar doların ise ülkedeki uyuşturucumafyasına gittiğini, bu uyuşturucununAvrupa pazarındaki değerinin 40-50 milyardolar olduğunu ifade etti. On yıl süreyleAfganistan’a yılda 3 milyar dolar kaynakaktarmak suretiyle ülkedeki uyuşturucuüretimini durdurup kalkınmayı sağlayacakbir proje hazırladığını aktaran Çetin,bunun yerine askerî alanda Amerika’nınAfganistan’da yılda yaklaşık 11 milyar dolar,NATO’nun 4 milyar dolar harcamayı tercihettiğine dikkat çekti.Afganistan’la 2014 sonrasına ilişkinstratejik bir anlaşma yapılacaksa bunaen çok Türkiye’nin hakkı olduğunubelirten Çetin, Afganlıların daistemesi halinde, herkes çekilsebile Türkiye’nin orada kalıpözellikle ordunun eğitimine


katkısını sürdürmesi <strong>ve</strong> mevcut ekonomikyardımlarını artırması gerektiğini söyledi.Askerî bakımdan Afganistan’ın hem NATOhem Türkiye için bir örnek vaka olduğunubelirten Çetin’e göre, NATO olması gerekeni,Türk askeri de başka ülkelerle birlikteçalışmayı orada öğrendi <strong>ve</strong> TSK, uluslararasıalanda başka ülkelerin askerlerine komutaetmede büyük bir deneyim kazandı.“Afganistan’da Türk askerinin ne işi var?”sorularının özellikle millet<strong>ve</strong>killerimiztarafından ortaya atılmasına anlam<strong>ve</strong>remediğini kaydeden Çetin, Türkiye’nineşit koşullarda üye olduğu tek uluslararasıkuruluşun NATO olduğunu hatırlattı.Nurşin Ateşoğlu Güney ise 11 Eylül’ünBatı gü<strong>ve</strong>nlik algılamaları açısından birdönüm noktası olduğunu söyledi. 11Eylül ile birlikte hem NATO hem de ABDgü<strong>ve</strong>nlik algılamalarında artık tehdidinniteliğinin değiştiğine <strong>ve</strong> en önemlisitehditlerin ülkelerin sınırları ötesindengeldiğinin görüldüğüne işaret eden Güney,ABD’nin o dönemdeki esas ilgi alanı olanIrak’ta zorlandığından Afganistan’da NATOmüdahalesi çerçe<strong>ve</strong>sinde müttefiklerdenyardım istediğini kaydetti.Güney’e göre, NATO’nun 2003’te ISAFkomutanlığını devralmasından sonraKabil’de gerçekleştirdiği “başarılı”operasyonlarda 2009’a gelindiğinde birtıkanıklık yaşandı. Zira NATO, Soğuk Savaşdöneminde askerî bir operasyon yapmamış,ilk kez Avro-Atlantik alanının dışına çıkmış<strong>ve</strong> askerî yapılanmada bürokratik zorluklarlakarşı karşıya kalmıştır. Afganistan’dakonvansiyonel kuv<strong>ve</strong>t kullanımınınzorluklarının görülmesiyle 2009’dan itibarenAfgan halkıyla birlikte hareket etme kararıalındı. Ancak NATO kuv<strong>ve</strong>tlerinin tek başınahalka ulaşmasının imkânsızlığı nedeniyleAfgan ordusu <strong>ve</strong> polisinin oluşturulmasıgündeme geldi.Pakistansız Afganistan’da bir sonuç almanınimkânsızlığının <strong>ve</strong> görüşme olmadansadece silahlı mücadele ile bir noktayagelinemeyeceğinin altını çizen Güney,ABD’nin yeni gü<strong>ve</strong>nlik stratejisi çerçe<strong>ve</strong>sindeartık düşmanıyla sahada bulunmayacağını,gerektiğinde arkalarında olduğu gü<strong>ve</strong>ncesiylemüttefiklerini öne süreceğini kaydetti.Güney’e göre, 2014 senaryosuyla uyumluolarak ABD Dışişleri Bakanı HillaryClinton’ın açıklamasında da görüldüğüüzere, hâlihazırda hit-build-talk stratejisiuygulanıyor; yani önce vururken, sonra inşaediliyor, daha sonra da konuşuluyor. Şuanda Taliban’la görüşmelere de bu nedenleoturulmuş durumda.Afganistan’da iyi senaryonungerçekleşmesini birçok faktörün bir arayagelmesine bağlayan Güney, kötü senaryonuniç savaşın canlanması <strong>ve</strong> yerel çatışmalarınartması olduğunu söyledi. Güney’e göre,eğer Batı, Afganistan konusunda bir şekildebaşarısız kalır <strong>ve</strong> siyasi irade gösteremezseyeniden çökmüş bir devlete dönmesi anmeselesi olacaktır. Sonuç olarak NATOAfganistan’da operasyonel olarakyapacağını yapmış durumda, bundanötesi daha başka şeylere bağlı.Nurşin Ateşoğlu Güney’inmüzakeresinin ardından programuzun <strong>ve</strong> son derece keyifli birKüreselAraştırmalarMerkeziKAM29


30KüreselAraştırmalarMerkeziKAMsoru-cevap faslıyla devam etti. PaneldeHikmet Çetin, yaklaşık üç sene yaşadığı buzorlu coğrafyaya dair bilgi <strong>ve</strong> deneyimleriniiçtenlikle bizimle paylaşırken Afganhalkının kendisine “Hikmet Abi” diyeseslenmesinin sırrını da bizzat anlamışolduk. “Afgan halkı kadar dünyada Türklerise<strong>ve</strong>n yoktur; başarımın sırrı Türkiye’dengelmiş olmam” diyen Çetin’in, Afganistanmeclisindeki <strong>ve</strong>da konuşmasında “Kalbiminyarısını Afganistan’da bırakarak Türkiye’yedönüyorum” sözlerine, meclis başkanının“Siz kalbinizin sadece yarısını buradabırakıyorsunuz ama 30 milyon Afgan halkınınkalbini alıp götürüyorsunuz” şeklindekikarşılığı bunun en <strong>ve</strong>ciz ifadesiydi. Ancakgerek akademik gerekse popüler alandaülkemizde Afganistan’a yeterince ilgiduyulmaması maalesef ciddi bir eksiklik.2013’e GirerkenTürkiye Ekonomisi:İktisadi <strong>ve</strong> Siyasi DışŞoklarla İmtihan22 Aralık 2012Değerlendirme: Said Salih KaymakçıKüresel Araştırmalar Merkezi tarafındandüzenlenen <strong>ve</strong> T.C. Merkez BankasıMeclis Üyesi Lokman Gündüz’ün oturumbaşkanlığını yaptığı yılsonu ekonomideğerlendirme toplantılarının ikincisine,HSBC-Londra Orta <strong>ve</strong> Doğu Avrupa ileSahra Altı Afrika Başekonomisti MuratÜlgen, Odeabank Genel Müdür YardımcısıSerkan Özcan, Albaraka Türk Genel MüdürYardımcısı Melikşah Utku <strong>ve</strong> İMKB AraştırmaMüdürlüğü’nden Müdür YardımcısıOrhan Erdem panelist olarak katıldılar.Lokman Gündüz, Türk ekonomisininiçinde bulunduğu durumu Güney Kore’nin19<strong>80</strong>’lerdeki haline benzetti. Güney Kore,ya katma değeri yüksek teknoloji ürünleriüreten Japonya ya da emek maliyetlerinidüşük tutan Çin gibi emek yoğun ülkelerlerekabet etmek durumundaydı. Bugünise Türkiye’nin ya Avrupa ya da güneykomşuları gibi olma ikilemini yaşadığınadikkat çeken Gündüz, ardından panelistlereiki turda yönelttiği sorularla küresel iktisadigelişmeler bağlamında Türkiye ekonomisinindurumunu değerlendirmelerini istedi.Gündüz’ün HSBC’den Murat Ülgen’e sorusu,küresel finansal sistemin merkezlerindenolan Londra’dan bakıldığında 2012’ninnasıl gözüktüğü <strong>ve</strong> 2013’te beklentilerinneler olduğu idi. Ülgen’e göre küreselkrizin Avrupa <strong>ve</strong> Amerikan ekonomilerineyansıması, kamu borcunda artış <strong>ve</strong>istihdamda azalma şeklinde gerçekleşti.Fakat yapısal farklılıklar ekonomilerininkriz ortamındaki performanslarına etkiediyor. Zira siyasi <strong>ve</strong> mali birliğe sahipAmerika dolar merkezli optimal bir parabirliği iken siyasi <strong>ve</strong> mali birliğini sağlamaktasıkıntılar çeken Avro Bölgesi optimal birpara birliği oluşturmaktan uzak. Bu,Amerikan ekonomisinin krizin etkileriniatlatmada daha başarılı olmasınısağlıyor. Türkiye’ye gelince, 2009’dakrizin etkisiyle yaşadığı sarsılmayıatlatmış bulunuyor <strong>ve</strong> normal birkonjonktür çevriminden geçiyor.Londra’dan bakınca Türkiye, krizortamında hem kamu borcununmilli gelire oranını azaltıp hem de


istihdamını arttırmayı başarabilen dünyadakiender ülkelerden biri olarak görülüyor.Türkiye’nin başarısı piyasa fiyatlarına dayansıyor. Ülgen, Türkiye ekonomisinin2012’yi %3 büyüme ile kapatmasını <strong>ve</strong> 2013’teise %4’lük bir büyüme oranını yakalamasınıöngörüyor.Lübnan menşeli Odeabank’tan SerkanÖzcan, “Arap Baharı” <strong>ve</strong> siyasi istikrarsızlığınhüküm sürdüğü Ortadoğu <strong>ve</strong> KuzeyAfrika’nın Türkiye açısından hangi fırsatlarıbarındırdığı <strong>ve</strong> bu fırsatları nasıl artıyadönüştürebileceği sorusunu cevaplandırdı.Özcan’a göre, Türkiye’nin 2023’te ulaşmayıhedeflediği kişi başına 25.000 dolarlık milligelir için yatırımlarını her yıl %25 arttırmasıgerekiyor; ama yatırımlara kaynaklıkedecek tasarruflar ülke içinde oldukçadüşük. Küresel krizden kurtulmaya çalışanAvrupa <strong>ve</strong> Amerikan merkez bankalarınınekonomilerine likidite pompalamalarıTürkiye’nin uygun faizlerle borçlanarakyatırımlarını finanse edebilmesineimkân sağlıyor; ancak bunun gelecektekisürdürülebilirliği şüpheli. Bu tehlikeyekarşı Ortadoğu ile ekonomik entegrasyonusağlamak <strong>ve</strong> bölgedeki likiditeyi Türkiye’yeçekmek önemli. Bu ise sadece para <strong>ve</strong>maliye politikalarıyla sağlanamayacağından,Türkiye’nin siyaseten güçlü olması <strong>ve</strong>cazibe merkezi haline gelmesi gerekiyor.Türkiye’nin uluslararası sistemde önemlibir aktör olabilmesi için bölge ülkelerindensermaye çekebilmesi elzem <strong>ve</strong> bunun içingerekli altyapının oluşturulması <strong>ve</strong> siyasilerinüzerlerine düşeni yapması gerekiyor. ZiraOrtadoğulu yatırımcılar Türkiye’ye yatırımyapmaya hazırlar, ama bunun için İslâmienstrüman bulamamaktan yakınıyorlar.Gündüz, Albaraka Türk’ten MelikşahUtku’ya, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesiile ilişkileri hakkında ne düşündüğünüsordu. Utku öncelikle Avrupa ekonomisiningidişatı ile ilgili endişelerinden bahsetti,ardından Türkiye’nin güneyi ile ekonomikilişkilerine değindi. Buna göre, Kuzey Afrikaile Körfez sundukları imkânlar açısındanfarklılıklar arz ediyor. Zira Kuzey Afrikaile ilişkilerde mevzuat eksikliği önemli birengel iken Körfez bölgesinin iyi işleyenoturmuş bir mevzuat yapısı var. “ArapBaharı”ndan korunmaya çalışan Körfezliderleri, bütçe harcamalarını arttırarakhalklarının gönlünü kazanmaya çalışıyorlar;fakat bu durumun sürdürülebilmesi,petrol <strong>ve</strong> doğalgaz fiyatlarının yüksekseyrine bağlı. Körfez’de oluşan likiditefazlasının Avrupa bankalarında yatırımolarak değerlendirilmesi ise bu bankalardasorunlar yaşanması ihtimali nedeniyle birrisk teşkil ediyor. Hal böyleyken Türkiye,gü<strong>ve</strong>nli limanlar arayan Körfez yatırımcılarıiçin cazip bir seçenek olabilir. Körfez’dekiönemli fonların hükümetlerin kontrolündeolması nedeniyle bu fonların Türkiye’yeçekilebilmesi için siyasilere büyük iş düşüyor.İlk turda son sözü alan İMKB’den OrhanErdem, sermaye piyasaları açısındanTürkiye ekonomisinin nasıl gözüktüğüsorusunu cevaplandırdı. Sermayepiyasaları açısından ürün azlığıkadar yatırımcı gü<strong>ve</strong>n eksikliğininde müşkülat teşkil ettiğini belirtenErdem, Borsanın uzun dönemKüreselAraştırmalarMerkeziKAM31


32KüreselAraştırmalarMerkeziKAMherkesin para kaybettiği bir yer olup halkarasında borsacılara yönelik “üçkâğıtçı”imajının yaygınlığından dem vurarak bubakışı değiştirmek için çalışmak gerektiğiniifade etti. Milli gelir artsa da hane halkınıntasarruf oranının giderek düştüğünedeğinen Erdem’e göre kredi kartı kullanımı,zaten tasarrufa meyilli olmayan insanlarıntüketimini daha da kolaylaştırıyor. Sermayepiyasaları açısından hayati olan tasarruflarınarttırılmasını sadece otoritenin aldığıkararlarla sağlamak mümkün değil. Büyümekiçin insanları ahlaki <strong>ve</strong> psikolojik olaraktasarrufa yönlendirmek gerekiyor ki bu dadaha ilköğretim çağından itibaren okullardatemel ekonomi eğitimi <strong>ve</strong>rilerek sağlanabilir.Oturumun ikinci turunda Gündüz, tümkatılımcılara “Ekonomide neleri iyi yapıyoruz<strong>ve</strong> yapmalıyız ki bize büyük bir kazanımolarak geri dönsün?” sorusunu yöneltti.Murat Ülgen’e göre işgücü <strong>ve</strong>rimliliğini,teknoloji <strong>ve</strong> rekabet gücünü arttırmayayönelik yatırımlar yapmak, dünya çapındamarkalar yaratmak <strong>ve</strong> dünyaya açılmakonusunda başarılı olmak Türkiye içinoldukça önemli. THY, TAV, Beko <strong>ve</strong> Vestelgibi dünya çapında markalarımızın varlığıumut <strong>ve</strong>rici. Yine ticaret <strong>ve</strong> turizm sektörleriTürkiye’nin dünyaya açıldığının en iyigöstergeleri. Zira ticaret yapmadığımız ülkeartık neredeyse yok <strong>ve</strong> yıllık 30 milyonu aşkınturisti ülkemize çekerek turizm sektöründedünya yedinciliğini yakalamış bulunuyoruz.Mal <strong>ve</strong> hizmetlerin aktığı Trans-Avrasyakoridorunda Türkiye’nin önemli bir konumuvar <strong>ve</strong> bunu pekiştirmek dünyaya açılmaperspektifi açısından oldukça mühim.Serkan Özcan ise, dışa açılmayı önemlibulmakla birlikte, Türkiye ekonomisiaçısından istikrarın ehemmiyetine vurguyaptı. Özcan’a göre istikrar demekle hiçbirşey dememiş ama aynı zamanda çok şeysöylemiş oluruz. Türkiye bugün sahip olduğusiyasi istikrar için çok büyük bedeller ödedi<strong>ve</strong> bunu kaybederse bedeli de çok büyük olur.Güçlü ekonomiye geçiş için para politikasınıniçine oturtulmuş finansal istikrar en az siyasiistikrar kadar gerekli. Küresel likiditeninarttığı bir dönemde Türkiye kredi büyümesiniyavaşlatarak belki ekonominin büyüme hızınıazalttı ama doğru bir iş yaptı. Zira ihracatımızarttı <strong>ve</strong> ekonomik büyümemizde hem içhem de dış talebin katkısı oldu. Özcan’a göreTürkiye’nin kredi notunun arttırılmasındafiyat istikrarının içine finansal istikrarıoturtmasının etkisi büyük. Öte yandanbüyüme potansiyelini arttıracak bir ARGEaltyapısını oluşturmak da oldukça önemli.Melikşah Utku’ya göre, Türk insanının güçlügirişimcilik yönünü, sayıları oldukça fazlaolan küçük işletmelerde görmek mümkün.Fakat küçük şirketler inovasyon açısındanönemli olsa da dünya markası oluşturmak<strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rimliliği sağlamak ölçekten geçiyor.Dolayısıyla Türkiye’nin küçük <strong>ve</strong> büyükşirketleri içine alan bir şirket politikasınınolması gerekiyor. KOBİ’lerin sermaye <strong>ve</strong>ihracat piyasalarına erişimini kolaylaştıracakara mekanizmalar oluşturmak bu türişletmelerin patlama yapmasına yolaçabilir. Utku, ekonomik başarı içinTürkiye’nin dört alanı kendisine hedefseçmesi gerektiğini vurguladı: (i) Cariaçığı kapatmada etkili olabilecekhizmet sektörüne önem <strong>ve</strong>rmek,(ii) enerji meselesini transit geçişbölgesi olarak <strong>ve</strong> alternatif enerjikaynaklarına yönelerek çözmek,


(iii) tarım sektöründe taşları yerine oturtmak,(iv) tasarruflara önem <strong>ve</strong>rmek. Bütünbunlar gerçekleşirse, Utku’ya göre, Türkiyeekonomisinin gelecek açısından çok ciddi birpotansiyeli bulunuyor.Orhan Erdem ise iyi zamanlarda herkesinatmamız gerekiyor.borç aldığına, Türkiye’de kredi kartısayısının çok fazla olduğuna dikkat çekerek,iyi yapmamız gereken şeyin tasarruflarıarttırmak olduğunu söyledi. NitekimAmerika’da kriz öncesi tasarruflar sıfırdı<strong>ve</strong> kriz kapıyı çaldığında yapacak çok da26 Aralık 2012bir şey yoktu. Erdem, Borsadaki yatırımcıprofiline de değindi. Buna göre BorsadakiDeğerlendirme: Mer<strong>ve</strong> Uğuryatırımların %65’i yabancılara aitkenKüresel Araştırmalar Merkezi 2012’yiişlem hacminin sadece %18’i yabancılar“2012 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi”tarafından gerçekleştiriliyor. Yani işlempaneliyle uğurladı. 26 Aralık günühacmini, esas olarak yatırımların %35’inedüzenlenen panele İstanbul Bilgi Üni<strong>ve</strong>rsitesisahip olan yerli yatırımcı oluşturuyor. BuUluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof.da yerli yatırımcının sürekli al-sat yaparakDr. İlter Turan, Bilkent Üni<strong>ve</strong>rsitesipara kazanacağını zannetmesindenSiyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkilerkaynaklanıyor. Hal böyleyken Erdem’e göre Bölümü’nden Doç. Dr. Hasan Ali Karasar,uzun vadeli yatırım yapmayı öğrenmek de iyi İstanbul Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi Siyaset <strong>Bilim</strong>iyapmamız gereken şeyler arasında yer alıyor. <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yrd.Borsada hisse senedinin dışında ürünlerDoç. Dr. Hasan Kösebalaban <strong>ve</strong> Marmaraoluşturmak <strong>ve</strong> yatırım yapılabilir ürünlerin Üni<strong>ve</strong>rsitesi İletişim Fakültesi’nden <strong>ve</strong> aynısayısını arttırmak gerekiyor.zamanda Star gazetesinin dış haberlerPanelde genel olarak Türkiye <strong>ve</strong> dünyakoordinatörlüğünü yürüten Nuh Yılmazekonomisinin bugünü <strong>ve</strong> geleceği hakkında katıldı. Tecrübe ettiğimiz üzere 2012 dıştemkinli bir iyimserlik hâkimdi. Fakat Avrupa politika açısından gü<strong>ve</strong>nlik eksenli bir<strong>ve</strong> Amerika’da işlerin rayına oturmasının yıl oldu. 2011’de “Arap Baharı”nındaha uzun bir süre alacak olmasını <strong>ve</strong> krizi gölgesinde kalan Avrasya-Rusya <strong>ve</strong>atlatmak için başvurulan likidite pompalama Avro-Atlantik hattı ilişkileri bu yıldaha bir ön plana çıktı <strong>ve</strong> paneldeenine boyuna tartışıldı.gibi politikaların yeni krizler yaratmapotansiyelini göz önünde bulundurursak,KAM bünyesinde daha uzun yıllar küreselkrizi konuşacakmışız gibi görünüyor. Dileriztasarrufların azlığı <strong>ve</strong> cari açığın finansmanıgibi konularda yaşadığımız sıkıntılarnedeniyle Türkiye ekonomisi bir krize girmezde önümüzdeki dönemde yine “Türkiye’ninkrizi” yerine “kürsel krizin Türkiye’yeetkileri”ni konuşuyor oluruz. Bu bakımdanLokman Gündüz’ün dikkat çektiği gibi,Güney Kore olma yönünde gerekli adımları2012 Türk Dış PolitikasıDeğerlendirmesiKüreselAraştırmalarMerkeziKAM33


34KüreselAraştırmalarMerkeziKAMProf. Dr. İlter Turan 2012 yılı Türk dışpolitikasını AB <strong>ve</strong> ABD ilişkileri açısındandeğerlendirdi. Öncelikle dış politikanındevamlı bir süreç olduğunu <strong>ve</strong> sadece kısabir zaman dilimi dikkate alınarak yapılacakherhangi bir değerlendirmenin çok sağlıklıolmayacağını vurgulayan Turan, 2012’deTürkiye-ABD ilişkilerinin daha öncekidönemde belirlenen gelişme çizgisindeseyrettiğini belirtti. Türkiye-AB ilişkilerindeise 2012’de her iki tarafta da bir ilgi azalmasıolduğunu, buna rağmen Türkiye’ninson yıllarda gösterdiği dinamizmin,AB ülkelerinde yaşayan Türk nüfusunmevcudiyetinin, ticari ilişkilerin <strong>ve</strong> ortakgü<strong>ve</strong>nlik kaygılarının iki taraf arasındakiçizdi.bağları koruduğunun da altını çizdi.Bilindiği gibi Güney Kıbrıs’ın AB dönembaşkanlığını yaptığı süreçte Türkiye, ABile ilişkilerini mümkün olduğunca azaindirgeme kararı almıştı. Ancak ilişkilerinrafa kaldırılması <strong>ve</strong>ya geri dönüşü olmayacakşekilde zarar görmesi iki taraf açısından daistenen bir durum değildi. Bu bağlamdailişkilerde üyelik için gerekli fasıllarınkapatılması açısından aşama kaydedilmesede vize muafiyeti gibi konularda görüşmelersürdürüldü; her iki taraf da pozitif gündemtasavvuru ile hareket etti. Geçtiğimizyıllarda askıya alınan fasıllar hususundaFransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinedikkat çeken Turan, eski CumhurbaşkanıNicolas Sarkozy’nin Türkiye’nin AB üyeliğikonusundaki şahsi tutumunu hatırlattı <strong>ve</strong>François Hollande döneminde Fransa’nıntutum değiştirme ihtimalinin olduğunubelirtti. Turan, 2012’de Birlik içerisindeyaşanan finansal kriz nedeniyle AB’ninTürkiye’yi gündeme almasının zorlaştığınıdüşünenlerin aksine, ilgi başka yönde ikenpozitif gündem oluşturup yol almanın dahakolay olduğunu öne sürdü. İleriye dönükdeğerlendirmesinde ise Turan ilişkilerdebir hareketlenme olduğunu, 2013’te debu hareketlenmenin devam etmesinibeklendiğini belirtti.Türkiye-ABD ilişkilerini değerlendirirkenTuran, tarafların birbirine bağlılık içinnedenleri olduğunun <strong>ve</strong> ilişkilerin karşılıklıfedakârlıklarla yürütüldüğünün üzerindedurdu. Her iki tarafın Ortadoğu konusundakigörüşlerinin örtüştüğünü, ancak Irak’ın içsiyasetindeki sorunlar, İsrail ile ilişkiler <strong>ve</strong>Ermeni meselesi gibi konuların halen ikiliilişkilerde bir sorun teşkil ettiğinin de altınıPanelde tartışılan bir diğer konu Türk dışpolitikasının Avrasya boyutuydu. Doç. Dr.Hasan Ali Karasar konuşmasına Anadolu-Avrasya ilişkilerinin anlaşılabilmesi için tarihîbir çerçe<strong>ve</strong> çizerek başladı <strong>ve</strong> Osmanlı-Russavaşları gibi belli başlı kırılma noktalarınadikkat çekti. Karasar’a göre 2012, Türkiye’ninbölge ülkeleri ile ilişkilerinin kurumsallaştığı<strong>ve</strong> resmî platformlara taşındığı, özellikleekonomik alanda ilişkilerin çok iyi seyrettiğibir yıl oldu. 2012 yılı boyunca BağımsızDevletler Topluluğu (BDT) ülkeleri ilekarşılıklı resmî ziyaretler gerçekleştirildi.Rusya ile ilişkileri değerlendirirkenSuriye konusunda iki taraf arasındakifikir <strong>ve</strong> tutum farklılığına da değinenKarasar, geçtiğimiz aylarda yaşananuçak indirme hadisesini hatırlattı.Bu olayın beklenenin aksine krizyaratmadığını, sonrasında yapılangörüşmelerin de olumlu geçtiğini


elirtti. İlişkilerin geleceği konusuna dadeğinen Karasar, BDT ülkeleri ile Türkiyearasındaki idari farklılıklara dikkat çekti.Türkiye son yıllarda Ortadoğu’da başgösteren rejim değişikliklerine <strong>ve</strong>rdiğidestekle demokrasi taraftarı imajınıpekiştirmiş durumda. Bu noktada akıllaragelen soru, sözkonusu ülkelerde ortayaçıkması muhtemel devrimlere Türkiye’ninnasıl tepki göstereceği. Karasar’a göreTürkiye, uluslararası toplumun da yardımıylagelişebilecek demokratikleşme hareketlerinedestek <strong>ve</strong>rebilir <strong>ve</strong> ekonomik ilişkileri oldukçaiyi düzeyde olan bu ülkelere karşı siyasitavrını değiştirebilir.Dış politika açısından geçtiğimiz yılın enönemli olayı şüphesiz ki “Arap Baharı” oldu.Özellikle Suriye’de devam eden iç savaşnedeniyle Ortadoğu, Türk dış politikasınınhalen en çok üzerinde konuşulan konusu.Türkiye son yıllarda diplomasiye dayalı dışpolitikanın önemini sürekli vurgulamakta <strong>ve</strong>komşularla sıfır sorun politikası ile hareketetmekteydi. Nuh Yılmaz’a göre “ArapBaharı”ndan sonra dış politika anlayışındabazı öncelik değişiklikleri yaşandı. Türkiyeyumuşak güce dayalı mevcut dış politikasınıbelli ülkelerle sürdürmeye çalışsa da bazıülkelere karşı sert gücün gündeme gelmesiihtimaller arasında. Örneğin Esed rejimininkimyasal silah kullanması gündeme gelirse,İsrail <strong>ve</strong> ABD’nin askerî güç yollamasıkuv<strong>ve</strong>tle muhtemel. Böyle bir durumdaTürkiye’nin de güç kullanması gündemegelebilir. Diğer yandan Suriye’deki krizbaşka ülkelere sıçrayabilir <strong>ve</strong> Türkiye’ninbu ülkelerle olan ilişkilerini etkileyebilir.Bir diğer muhtemel sorun ise bölgedekigelişmelerin Türk iç siyasetine yansımaları.Yılmaz’a göre eğer Suriye’derejim düşerse yenidenyapılanma konusundasıkıntılar yaşanma ihtimalioldukça yüksek. Siyasidengeler mezhep üzerindenyeniden oluşturulacak <strong>ve</strong> buesnada etnisite <strong>ve</strong> mezheptartışmaları gündemegelecektir ki Yılmaz’a görebu tartışmaların Türk içsiyasetinde yankı bulmasıkaçınılmaz. Yine Tunus <strong>ve</strong> Mısır’da yenianayasa hazırlanması sürecinde Türkiyesözkonusu ülkelere destek <strong>ve</strong>rmekdurumunda kalabilir <strong>ve</strong> bu esnada yaşanankavram tartışmaları Türk iç siyasetine deyansıyabilir. Özetle 2012’yi son derecedinamik bir yıl olarak değerlendiren Yılmaz’agöre birkaç yıl içinde kurulacak yeni bölgeseldüzen önümüzdeki on yılları etkileyecektir.Son iki yıldır Arap ülkelerinde yaşanandeğişimler bölgenin tamamını ilgilendiriyorolsa da Ortadoğu’da Arap olmayan aktörler,yani İran <strong>ve</strong> İsrail, Türk dış politikasıaçısından önemini koruyor. Türkiye’ninOrtadoğu ile ilişkilerinin geçmiştekidurumunu özetleyerek konuşmasınabaşlayan Yrd. Doç. Hasan Kösebalaban,daha sonra Arap Dünyasında meydanagelen değişiklikler çerçe<strong>ve</strong>sinde İran <strong>ve</strong>İsrail ile ilişkilerimizin son dönemdekigidişatını değerlendirdi. Kösebalaban,2003’te ABD’nin Irak’a girmesiyledevrilen Saddam rejiminin yerine Şii-Arap bir iktidarın geldiğini hatırlattı.Ortadoğu’da Şii-Arap iktidarınKüreselAraştırmalarMerkeziKAM35


İran açısından oluşturduğu avantajın altınıçizerken “Amerika’nın Irak’ı altın tepsi içindeİran’a sunduğu” yorumunu yaptı. İran’ıngüçlenmesinin Türkiye’nin bu ülkeye yönelikdış politikasını yeniden gözden geçirmeyesevk ettiğini söyleyen Kösebalaban, bununetkisiyle Türkiye’nin İsrail <strong>ve</strong> Suriye’yebakış açısını da değiştirdiğini belirtti.Kösebalaban, İsrail konusunda Türkiye’ninizlediği politikayı sadece insan hakları <strong>ve</strong>Filistin meselesi üzerinden değerlendirmiyor,Ankara’nın oldukça realist bir politikaylaİsrail’i karşısına alarak Arap kamuoyunundesteğini arkasına almayı başardığınıdüşünüyor. 2007-2011 yılları arasındaOrtadoğu’da müzakereci <strong>ve</strong> arabulucu rolüüstlenen Türkiye, 2011’den bu yana realistbir politika izleyerek Ortadoğu’da İran’ıngüçlenmesine <strong>ve</strong> “Arap Baharı”yla değişendengelere ayak uydurmaya çalışıyor. Bunoktada Türkiye, İsrail ile siyasi ilişkilerinikesip ekonomik ilişkilerini sürdürerekdurumdan zarar görmeden çıkmayaçalışıyor. Konunun Amerika boyutunu daele alan Kösebalaban, iki ülke arasındakigerilimin Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuzetkileyeceği yönündeki öngörülerin boşaçıktığını düşünüyor. Nitekim eskiye nazaranABD, dış politikada İsrail’den daha bağımsızhareket ediyor <strong>ve</strong> bu da Türkiye’nin işineyarıyor. Kösebalaban 2012’ye dair genel biryorum yaparak Türkiye’nin doğalgaz <strong>ve</strong> enerjikaynakları açısından Rusya <strong>ve</strong> İran’a bağımlıolduğunu, öte yandan Suriye meselesindegörüldüğü gibi kendi askerî gü<strong>ve</strong>nliğinisağlamada Batı’ya muhtaç bir görüntüçizdiğini, her iki durumun da imajımızaçısından olumlu olmadığını vurgulayarakkonuşmasını tamamladı.36KüreselAraştırmalarMerkeziKAM


molaHazırlayan: Turgay ŞafakKoşmaÂşık ÖmerKâfa dek anka gibi uçsan elimden yok halâsHem yedi deryaları geçsen elimden yok halâsPenç ber penç ehl-i aşkın resmidir bu imtisâlTîğ çeküp kanın dahi saçsan elimden yok halâsDüşüben hâk ile yeksân olmayınca tâ bu tenBiçmeyince eğnime çarh-ı felek yensiz kefenOlmayınca arada ağyâr yâhud sen ya benTâ diyâr-ı zulmete kaçsan elimden yok halâsÂkıbet bu can cesetten kurtulur bilmez misinArayan sıdk ile mevlâ’sın bulur bilmez misinAnda herkes sevdiğiyle haşr olur bilmez misinTâ adem iklimine göçsen elimden yok halâsGün begün revak <strong>ve</strong>rüp âlemde bulduk iştihârBana nisbet oldun ol ağyâr-ı bed rû ile yârRûy-i dil arzeyleyüp ettin Ömer’i ihtiyarGünde yüz bin kere and içsen elimden yok halâs


MAM TezgâhtakilerFelsefeKültür <strong>ve</strong> Doğal Evrim:Memetik Kuramı <strong>ve</strong>Eleştirileri6 Ekim 2012Değerlendirme: İlknur KaragözMetin DemirTezgahtakiler toplantı serisinin Ekim ayındakiilk oturumunda Metin Demir, 2012 yılındaŞehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi Kültürel ÇalışmalarYüksek Lisans Programı’nda tamamladığı“Can Culture be Considered In ContinuityWith Natural Evolution: Susan Blackmore’sMemetic Approach and Its Critiques” adlıyüksek lisans tezi çerçe<strong>ve</strong>sinde bir sunumyaptı.Sunumuna Darwin’in evrim teorisiniözetleyerek başlayan Metin Demir ardından,Richard Dawkins 1975’te yayınlanan GenBencildir (The Selfish Gene) adlı kitabındatemelini attığı memetik teori ile kültürmeselesini de Darwin’in oluşturduğubiyolojik çerçe<strong>ve</strong>de açıklamaya çalıştığınıbelirtti. “Darwinci kültür teorisi”diyebileceğimiz memetik, sosyal karmaşanınnasıl evrildiğine <strong>ve</strong> zihnin nasıl çalıştığıkonularına odaklanmıştır.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMDawkins, Darwin’in teorisini genetiğinbulgularıyla açıklar <strong>ve</strong> evrimin biriminin,yani canlıda evrimleşen şeyin genlerolduğunu söyler. Gen nesiller boyu kendinikopyalayabilen bütünlüklerdir, yanieşleyicilerdir. Bedenle ilgili <strong>ve</strong>riler genlerdesaklıdır <strong>ve</strong> gen bencildir; yalnızca kendiniçoğaltmak <strong>ve</strong> hayatta kalmak ister. Bunagöre bütün biyolojik varlığımız genlerdenkaynaklanır ama kültürü <strong>ve</strong> kültürel çeşitliliğisadece genlerle açıklayamayız. FakatDawkins’e göre kültürü de kodlayan, tıpkıgenler gibi bencil olan <strong>ve</strong> kendini sürekliçoğaltmaya çalışan “mem”ler vardır.Memetiğin kurucu babası sayılanDawkins’in mem kavramının özelliklerinianlatarak devam eden Demir, memlerintemel taklit birimleri olduğunu <strong>ve</strong> kültürdünyasının memlerden oluştuğunuMAM Yuvarlak Masa ToplantılarıTEZGÂHTAKİLERFelsefe: Kültür <strong>ve</strong> Doğal Evrim:Metin DemirMemetik Kuramı <strong>ve</strong> Eleştirileri 6 Ekim 2012Sosyal <strong>Bilim</strong>ler: Akademinin Medyatikleşmesi: Hediyetullah AydenizKamusal Entelektüel(ler) 3 Kasım 2012Felsefe: Tehâfütü’l-felâsife: Gazzâlî’nin Düşünsel Muhammet ÖzdemirGelişimindeki Yeri <strong>ve</strong> Felsefe Tarihindeki Önemi 10 Kasım 2012Düşünce Tarihi: Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Rıdvan Özdinç 24İrade Hürriyeti (1908-1918) Kasım 2012TOPLANTI DİZİLERİFelsefi Açıdan Tabakat Literatürü 3:Semih AtişEbû Süleymân es-Sicistânî, Sıvânu’l-hikme 22 Eylül 2012Felsefi Açıdan Tabakat Literatürü 4: Ebû Hayyân İbrahim Halil Üçer - M. Fatih Arslanet-Tevhîdî, el-İmtâ <strong>ve</strong>’l-müânese & el-Mukâbesât 29 Eylül 2012Felsefi Açıdan Tabakat Literatürü 5:Ahmet ÇapkuŞehristânî, el-Milel <strong>ve</strong>’n-nihal 20 Ekim 2012Felsefi Açıdan Tabakat Literatürü 5:Emrullah BulutKâdî Sâid, Tabakâtü’l-ümem 29 Aralık 2012Felsefi Açıdan Tabakat Literatürü 6:Kübra BilginZahîruddîn el-Beyhakî, Tetimmetü sıvâni’l-hikme 1 Aralık 2012Entelektüeller 1: Modern Bir FenomenToker DereliOlarak Entelektüeller 1 Aralık 2012


elirtti. Memler taklitle, beyinden beynesıçrayarak yayılırlar. Gen Bencildir’densonra The Extended Phenotype’ta (Dawkins,1982) bütün dünyanın memleri daha çokyaymaya eğilimli olduğunun ifade edildiğinisöyleyen Demir, günümüzdeki iletişimpatlamasının memlerin yayılma ilkesi lehineyorumlanabileceğini söyledi.Demir, konuşmasında Susan Blackmore’unbeslendiği kaynaklardan biri olan DanielDennett’ın memetik ile ilgili düşüncelerinede yer <strong>ve</strong>rdi. Dennett Darwin’s DangerousIdea adlı kitabında Darwin’in en tehlikelifikrinin Platoncu özcülüğe karşı çıkmakolduğunu belirtir. Buna göre Darwin’desabitler yoktur, evrim hiçbir özü kabul etmez<strong>ve</strong> temel düşüncesi algoritmadır. Darwin’inPlatonculuğun zihin-beden düalizminiyıkan bu özelliğine Dennett “evrenselasit” der <strong>ve</strong> bu asit karşısında tüm klasikparadigmalar erimektedir. Dennett’a göredüşüncelerin özleri yoktur, insanlarsadece düşünce taşıyan araçlardır <strong>ve</strong> birdüşüncenin kıymetini onun popülerliğibelirler, dolayısıyla bir düşünce doğruolduğu için değil, iyi bir eşleyici olduğu içinyayılır. Dennett son olarak ConsciousnessExplained eserinde “insan zihni memlerinhayatta kalma mücadelesinin bir ürünüdür”çıkarımını yapar.Blackmore’un memetiği meşhur edenkişi olduğunu ifade eden Demir’e göre,Dawkins’in önsözünü yazdığı, TürkçeyeMem Makinesi olarak çevrilen kitabındaBlackmore, içerisinde seçilim, kalıtım <strong>ve</strong>varyasyonun olduğu her konunun Darwinciparadigma çerçe<strong>ve</strong>sinde ele alınabileceğinisöyleyerek “Evrensel Darwinizm” iddiasınıortaya atmıştır. Doğal <strong>ve</strong>ya kültürel, bu üçözelliği taşıyan her şey eşleyicidir <strong>ve</strong> evrimcialgoritmaya uyar.Memler de genler gibi eşleyicidir fakatfarklılaştıkları yerler vardır. Genler biyolojikâlemde, memler kültürel âlemde mücadeleeder. Genler hücrelerde bulunur, bedenleriüretir <strong>ve</strong> üremeyle çoğalırlar. Memlerbeyinde <strong>ve</strong>ya kültürel nesnelerde bulunur<strong>ve</strong> davranışı, düşünceyi, kültürü üretir <strong>ve</strong>taklitle çoğalırlar. Memin üreme kabiliyetininkaynağı olan taklit, memlerin DNA’sı gibi2012 GÜZ DÖNEMİ MAM SEMİNERLERİ LİSTESİGİRİŞ SEMİNERLERİ1 Karşılaştırmalı İslam Düşüncesi: Bilgi <strong>ve</strong> Yöntem Osman DemirÖmer TürkerEkrem Demirli2 Sosyal <strong>Bilim</strong>lerde Temel Yönelimler I Nurullah ArdıçTEMEL SEMİNERLER1 Antik Dönemden 17. Yüzyıla Baha ZaferModern <strong>Bilim</strong>in Oluşumu2 Modernleşme Sürecinde İslami İlimler Eyyüp Said Kayaİsmail KaraM. Suat MertoğluFatma KızılSami ErdemOsman Demir3 Orta Doğu’da Sekülerleşme <strong>ve</strong> Devlet Nurullah Ardıç4 Siyaset Psikolojisi Medaim Yanık5 Yahudilik: Tarih <strong>ve</strong> Doktrin Eldar HasanovOKUMA GRUPLARI1 Antik Yunanca Okuma Grubu Hümeyra Özturan2 Farsça Okuma Grubu Turgay Şafak3 Klasik Mantık Okuma Grubu Mehmet Özturan4 Mukaddime Okuma Grubu M. Akif KayapınarATÖLYELERMedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM1 Bilişsel Sinirbilimleri <strong>ve</strong> Felsefe Lütfü HanoğluAtölyesi2 İslam Medeniyetinin A. Hakan ÇavuşoğluTeşekkül Dönemi AtölyesiHalit Özkan39


40MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMdüşünülebilir. Taklit memlerin tanımındahayati bir kavramdır <strong>ve</strong> bir insandandiğerine aktarılan her türlü fikir <strong>ve</strong> davranışolarak tanımlanır.Blackmore, kültürel dünyayı tamamenbiyolojik avantaja indirgememekte; doğal<strong>ve</strong> kültürel âlem diye iki âlem yaratmakta<strong>ve</strong> bunların birbirine benzer özellikleriüzerine çalışmaktadır. Memler <strong>ve</strong> genlerbirlikte çalışırlar ama bu uyum büyük orandamemler adına bozulur. Memlerin bazengenler üzerinde ölümcül etkisi vardır. Sosyobiyolojinin<strong>ve</strong> evrimsel psikolojinin dediğininaksine, her değişim biyolojik olarak avantajsağlamak için değildir.Blackmore, memetik teorinin kadimproblemleri çözdüğünü iddia etmektedir,buna göre insan beyninin boyutununbüyümesi, dilin ortaya çıkışı, moderncinsel tavırlar, bilinç <strong>ve</strong> benlik sorunumemetik teori ile açıklanabilir. Daha fazlamemlere ihtiyaç duyulduğu, daha iyi birtaklit yeteneği için beyin büyümüştür. Dilingörevi memleri yaymaktır; zira dil memlerindaha az değişerek daha başarılı bir şekildeaktarılmasını sağlar. Eşcinsellik, feminizm,doğum kontrolü gibi biyolojik avantaja tersdüşen modern cinsel tavırların amacı isememlerin nesiller boyu dikey aktarımınınyanında, yatay aktarımının sağlanmasıdır.Blackmore, öncüsü Dawkins’ten farklıolarak bir “mempleks” kavramı tanımlar.Mempleks, daha güçlü olmak için bir arayagelmiş ya da birbiriyle çok sıkı etkileşimdeolan, biri devreye girdiğinde ona bağlıdiğerlerinin de operasyona dâhil olduğumemlerden oluşur. Örneğin din <strong>ve</strong> bilimbirer memplekstir. Dawkins’e göre din zihninvirüsüdür; bilim değildir.Memetiğe göre bir mempleks olan benlikaslında illüzyondur, zihnin memleri korumakiçin ürettiği bir yanılsamadır <strong>ve</strong> memleriçin gü<strong>ve</strong>nli bir çatıdır. Çünkü benleşendüşünceler, kişiler tarafından daha fazlayayılmaya çalışılır. Memler hayatta kalmak <strong>ve</strong>çoğalmak için ben yanılgısını üretmişlerdir.Ancak bilinç, kendisi bir Zen Budist olanBlackmore’a göre, Dennett’ın dediğininaksine, benlik gibi bir illüzyon değildir;zira ona göre meditasyon esnasında benlikortadan kalkar; ama bilinç yok olmaz.Demir, memetik teorinin, kendi içindenaldığı eleştirileri anlaşılırlık adına davranışçı<strong>ve</strong> mentalist eleştiriler olarak sınıflandırdığınıifade etti. Davranışçılık, memlerin spekülatifbırakılması yerine, girdi <strong>ve</strong> çıktılarındeğerlendirilmesiyle ampirik <strong>ve</strong>riler halegetirilmesi gerektiğini savunur. Araştırmaları,memin içeriği üzerine değil memin yayılmasıüzerine sürdürmeyi, zihin yerine popülasyondüşüncesini incelemeyi önerir, sentaktiktir.Mentalistlere göre ise memler beyindedir,bu nedenle beyne odaklanılmalıdır. Bunagöre kültürel dünya semantiktir, eğer onuanlamak istiyorsak zihinsel temsillere, beyne<strong>ve</strong> nöronlara bakılması gerekir. Demir’e göreBlackmore, ne davranışçı ne de mentalisttir,bu iki görüşü uzlaştırmaz ya da ikisindenbirini reddetmez. Ona göre Blackmore, busorunu atlayıp memetik teorinin her şeyiaçıklayabileceğini göstermeye çalışarakepistemolojik sorunları görmezdengelmiştir.Memetik teoride anahtar birkavram olan taklit, Demir’e görebazı sorunlar taşımaktadır: Tümkültür taklide indirgenemez,


taklidi belirleyen öğretiler, normlar vardır.Blackmore gerçek taklidin insana özgüolduğunu, insan olmanın taklit etmekolduğunu söyler. Ancak bu iddianın da birdayanağı yoktur. Zira Reader <strong>ve</strong> Lalandkültürel aktarımın hayvanlar dünyasındada gerçekleştiğinin örneklerini <strong>ve</strong>rerekmemetiğin hayvan davranışı teorilerine deuygulanabilir olduğunu göstermeştir.Memetik teorinin metodolojik sorunlarıolduğunu da zikreden Demir’e görememetiğin dayandığı bir bilim felsefesiçerçe<strong>ve</strong>si yoktur. Memetik kendini <strong>ve</strong> çalışmasahasını sınırlamadığı için mem kavramıbir metafora dönüşmüştür <strong>ve</strong> memetikaçıklamanın kendisi totolojiktir; zira ennihayetinde “memler yayıldığı için yayılır”gibi bir sonuca varılmaktadır.Demir, konuşmasına memetik teoriye,alanının dışından yaptığı eleştirilerledevam etti. Antropolojik açıdan getirdiğieleştirisinde, kültür sorununu çözdüğünüiddia eden memetiğin aslında bir kültürtanımına dahi sahip olmadığını öne sürdü.Buna göre tüm antropolojik literatür gözardıedilerek kültür sadece taklitle açıklanmayaçalışılmış, sosyal bilim birikimine biganekalınmıştır. “Memetikte kültürel evrimbiyolojik evrime benzer” analojisinin,operasyonel değil aksiyomatik olarakkullanıldığına dikkat çeken Demir, bu tarzanalojiye dayalı bir kullanımın Foucault’undabelirttiği gibi pre-modern epistemeye aitolduğuna vurgu yaptı.Söylemsel eleştirisinde Blackmore’unmemetiğinde özne olmadığı için, memetiksosyal hayatı açıklarken güç ilişkileri <strong>ve</strong>kurumları açıklama dışında bırakmaktadır.Özneler, kurumlar <strong>ve</strong> çıkar ilişkilerinindevre dışı bırakılması da kapitalizminmeşrulaştırılmasına zemin hazırlamaktadır.Dennett memetik kuramın bir Platoneleştirisi olduğunu iddia etse de, Demir’egöre bu doğru değildir. Her şeyin hakikatiolan memler <strong>ve</strong> genler değişmez, ölümsüz,görünür dünyanın görünmez failleri olaraktasarlanmıştır <strong>ve</strong> bu tam da Platoncu idealarabenzemektedir. Platon’un ruh <strong>ve</strong> bedendüalizmi, memetikte doğa <strong>ve</strong> kültür ayrımınadenk düşer. Ayrıca memetikte merkezi birkavram olan taklit (mimesis), Platon’da daidealardan pay alma yöntemlerinden biridir.Böylece Demir, konuşmasını “memetikaslında, Platonculuğun Darwincilik içindeyeniden canlanmasıdır” diyerek bitirdi.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM41Sosyal <strong>Bilim</strong>lerAkademininMedyatikleşmesi:Kamusal Entelektüel(ler)Hediyetullah Aydeniz3 Kasım 2012Değerlendirme: Fatma Zehra ErcanMedeniyet Araştırmaları Merkezi’nindüzenlediği Tezgâhtakiler toplantıserisinin Kasım ayındaki ilk konuğuHediyetullah Aydeniz’di. “KamusalEntelektüeller Medya” başlıklıdoktora tezi çerçe<strong>ve</strong>sinde bir sunumgerçekleştiren Aydeniz, yazarlığadair iki tür yaklaşımı temsil eden iki


42MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMalıntı ile konuşmasına başladı. Bu alıntılardanbirincisinin medyanın, ikincisinin iseüni<strong>ve</strong>rsitelerin yazarlığa karşı yaklaşımınısomutlaştırdığını ifade etti. Ahmed Rasim’inMuharrir Bu Ya adlı kitabından “Yaz” başlıklımonoloğu, medyanın yazarlığa yaklaşımınıtasvir eden bir temsil olduğu için aktaranAydeniz, akademinin yazarlığa yaklaşımınıtasvir etmek için Lindsay Waters’ınAkademinin Düşmanları adlı kitabından ikicümle alıntıladı: “Yavaş düşünüyor olmanızaitiraz etmiyorum, düşünebildiğinizden dahahızlı yayınlıyor olmanıza itiraz ediyorum”,“Genç yazarları mah<strong>ve</strong>den şey aşırı üretim,aşırı üretime sebep olansa para ihtiyacı”.Çalışmasının odağında kamusal entelektüelkavramı <strong>ve</strong> onun tekabül ettiği anlamdünyası, pratikler, olgular yer alan Aydeniz,tezinde kamusal entelektüel kavramınıaçıklamak için, bilgi <strong>ve</strong> o bilginin hemüreticisi hem de efendisi konumundakiakademinin durumu <strong>ve</strong> medya ile ilişkisiniincelediğini söyledi. Bu kavramın anlamunsurlarını tespit edebilmek için moderntoplum, modern toplumun bilgi <strong>ve</strong>enformasyon kurumu olarak üni<strong>ve</strong>rsite<strong>ve</strong> medya kurumları, modern toplumunmeşruiyetini ifade eden kamusallık <strong>ve</strong>kamusallığın biraz dejenere olmuş formuolan kitleselleşme kavramlarından istifadeettiğini belirtti.Entelektüel kavramının tarihçesinin1890’lardaki Dreyfus olayından başlattığınıifade eden Aydeniz, kavramının eskiçağlardan günümüze gelen bir kavramolduğu tezine karşı çıkıyor. Modern toplumuise, bilim devrimi, aydınlanma, ekonomidesanayi devrimi <strong>ve</strong> siyasal olarak yönetiminhalka dayandırıldığı Fransız Devrimi ilebirlikte başlayan ulus-devletin siyasalmeşruiyeti olarak tanımlıyor.Kamusal entelektüellerin yaklaşık iki yüzyıllık bir tarihi olmakla beraber, kavram ilkdefa 1987’de Russel Jacoby’nin The LastIntellectuals adlı kitabında kullanılmıştır.Kitabın yayımlanmasından bir yıl sonraAmerikan Sosyoloji Derneği Başkanı yaptığıaçılış konuşmasında “kamusal sosyoloji”kavramını kullanarak bu kavramı disiplinerbir zemine çekmiştir. 1996’da Atlanta’dakamusal entelektüel yetiştirmek için birdoktora programı açılmıştır; ayrıca bazıbüyük üni<strong>ve</strong>rsitelerde (Harvard, New Yorkvb.) konu ile ilgili seminer programlarıyapılmaktadır. Aydeniz, kamusal entelektüelkavramının yirmi birinci yüzyıl ile birlikte birpazarlama sembolüne dönüştüğünü, örneğinyazarların tanıtımında, akademisyenlerintakdiminde kullanılmaya başlanan sektörelbir kavram haline geldiğini ifade edereksözlerine şu bağlamda devam etti:On sekizinci yüzyıldan günümüze gelen <strong>ve</strong>niteliksel olarak birbirleri ile taban tabanazıt kurumlar olan üni<strong>ve</strong>rsite <strong>ve</strong> medyanınmeşruiyet zeminleri de birbirlerindentamamen farklıdır. On dokuzuncu yüzyılortalarına kadar Alman geleneği hariçAnglo-Sakson <strong>ve</strong> Fransız geleneğindeakademisyenler <strong>ve</strong> gazeteciler her zamançatışmışlardır.Entelektüeller, on dokuzuncuyüzyılın sonlarında Fransa’da,bir haksızlık karşısında iktidarahakikati söylemek <strong>ve</strong> haksızlığı


gidermek için medya üzerinden siyasal<strong>ve</strong> toplumsal alana müdahale edilmesininbir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İkinciDünya Savaşı sonrasında Batı’da yaşananyeni arayışlar neticesinde entelektüel hayatınakademikleşmesi, uzmanlaşmanın artışı,sürekli içerik üreticisine ihtiyaç duyanuluslararasılaşmış <strong>ve</strong> yirmi dört saat yayınyapan bir kurumsal yapı olarak medyanınkazandığı yeni işleyiş, modern toplumunbaşlangıçta vaat edilen değerlerinin <strong>ve</strong>ideallerinin yeniden canlandırılmasıçabası neticesinde de kamusal entelektüelkavramı ortaya çıktı. Bu durum, mağaradankaçış/fildişi kuleden uçuş şeklindenitelendirilmektedir. Bu bağlamda mağara<strong>ve</strong> fildişi kule metaforları, akademi <strong>ve</strong>üni<strong>ve</strong>rsiteler için kullanılmakta; kamusalentelektüeller ise aydınlanma misyonuylahalka medya aracılığı ile ulaşan sonderece fonksiyonel bir grup olarak tezahüretmektedir.Kamusal entelektüel tipolojisi, gazeteci,yazar, filozof <strong>ve</strong> akademisyen tipolojileriarasında bir tipolojidir <strong>ve</strong> kurumsal olarakhem üni<strong>ve</strong>rsiteler hem de medya ile ilişkilidir.Filozoflar <strong>ve</strong> akademisyenler, işçilik <strong>ve</strong> emeksarf edilmesi gereken sistematik bilgiyiüretmeye çalışan aktörlerken, gazeteciler <strong>ve</strong>yazarlar ise sistematiklikten uzak, kavramlarıesnek bir şekilde, yer yer anlamı dışındakullanan, herkesin anlayabileceği dilde yazan<strong>ve</strong> maişetini yazarlık yaparak temin ettiği içinsürekli yazmak durumunda olan kesimdir.Aydeniz, entelektüellerin modern toplumunbir fenomeni olan bir alanda derinlemesineuzmanlaşmak yerine, birçok konudagazetecilerin bilgisi kadar yüzeysel olmayanama uzman akademisyenlerinki kadar daderin olmayan bilgiye sahip, hem akademidebir unvanı olan hem de medyada kanaatbildiren tipolojiler olduğunu ifade etti.Kısacası, bu grup, bilgi üretmekten ziyadeakademide üretilen bilgiyi seyrelterek, dahaanlaşılabilir bir dille medya aracılığı ile yayangruptur. Ontolojik (varlık), epistemolojik(bilgi) <strong>ve</strong> aksiyolojik (değer) boyutlarıylainsanoğlunun sorunlarının tümünü teşhisedebileceğini <strong>ve</strong> de teşhis ettiği sorunlarıçözebileceğini iddia eden <strong>ve</strong> bu çözüme talipolan “akil adam” olarak entelektüelin idealizeedildiği tanımlara rastlamak da mümkündür.Aydeniz, kamusal entelektüel tipolojisininoluşumunun, aydınlanma değerlerininvaat ettiği <strong>ve</strong> sağladığı imkânlar <strong>ve</strong> idealleruğruna, başta medya olmak üzere çeşitliiletişim kanallarını <strong>ve</strong> ortamlarını kullanaraksiyasal <strong>ve</strong> toplumsal alana müdahaleetme anlayışının mümkün kıldığı birsonuç olduğunu belirtti. Akademik unvansahibi kamusal entelektüellerin sistematikbilgi üretimi yerine kamunun (hususenmedyanın) ihtiyaç duyduğu kanaati üretmeyebaşladığını, bu bağlamda klasik medyanınakademiyi medya lehine bozduğunu ifadeederek konuşmasını sona erdirdi.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM43


44MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMFelsefeTehâfütü’l-Felâsife:Gazzâlî’nin DüşünselGelişimindeki Yeri <strong>ve</strong>Felsefe Tarihindeki Önemi10 Kasım 2012Değerlendirme: Sinan OruçMuhammet ÖzdemirTezgâhtakiler toplantı serisinin Kasımayındaki ikinci programında MuhammetÖzdemir, 2010 yılında Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesiSBE İslam Felsefesi <strong>Bilim</strong> Dalı’ndatamamladığı “Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife’sinde Üç Meselenin Ele Alınışı <strong>ve</strong>İbn Sînâ’nın Görüşleriyle Mukayesesi” adlıdoktora tezi çerçe<strong>ve</strong>sinde bir sunum yaptı.Muhammet Özdemir tezinin ana konusuolan meşhur üç meseleyi ele almadan öncetarihsel bir metne yaklaşırken karşısına çıkansorunlarla nasıl yüzleşmeye çalıştığındanbahsetti. Okurun zamanıyla metnin zamanıarasındaki uçurumun metni anlama <strong>ve</strong>yorumlama hususunda yarattığı sıkıntılaradeğinerek tarihsel süreç içerisinde artıkkalıplaşmış okuma biçimlerinin okuruzincirlediğinden <strong>ve</strong> okurun bizzat içindebulunduğu zamandaki dil <strong>ve</strong> anlamabiçimlerinin vazgeçilemez oluşunu vurguladı.Ancak burada hem metodolojik hem dehermenötik bir soru olarak zihnimizi kuşatanbu a priori yorum <strong>ve</strong> sorgu biçimlerindenbağımsız olarak Gazzâlî’yi yeniden okumanınmümkün olup olmadığını sorusunu soranÖzdemir, Gazzâlî’yi okurken farklı biryaklaşım <strong>ve</strong> yöntemin mümkün olabileceğini,çalışmasının ardındaki temel motifin de buarayış olduğunu söyledi.“Geride kalmış bir dönem tamamentükenmiş midir yoksa yeniden üretilebilirmi, yeniden okunabilir mi?” da “Verilibelli dikotomik okumaları sorgulayamazmıyız?” gibi sorularla Gazzâlî okumalarınadair kalıplaşmış yargıları sorgulamakistediğini belirtti. Aydınlanma artık miadınıdoldurmuş bir felsefe olduğu için onureferans alarak Gazzâlî’yi övmenin ya dayermenin anlamsız olduğunu; Gazzâlî’yiakıl <strong>ve</strong> aydınlanma karşıtı biri olarakyaftalayıp İslam düşüncesindeki rasyonelfelsefeyi yok ettiğini söylemekle onu Kantçıbir metafizik eleştirmeni olarak görerekakla <strong>ve</strong>rdiği önemi vurgulamanın aynı önkabullerden kaynaklandığını artık görebiliyorolduğumuzu vurguladı. Benzer şekilde,ilerleme-gerileme karşıtlığının artık geçerliolmadığını, bugün artık bizzat felsefe-din,akıl-inanç dikotomilerinin çözülmeyebaşladığını vurgulayarak günümüzde egemenolan İslam felsefesi tarihi okumalarınında terk edilmesi gerektiğini söyledi. Bubağlamda, Tehâfüt ancak günümüzfelsefesinin girdiği bu krizlerle birlikteokunarak yeniden yorumlanabilir.Bu ufuk açıcı metodolojik kaygılarıbelirttikten sonra Özdemir, tezinintemel konusu olan meşhur üçmeseleyi ele almaya başladı.Üç meseleyi ele alırken ilkvurguladığı husus felsefenin temelyöntemlerini sorgulayan <strong>ve</strong>


Gazzâli öncesi hiçbir düşünürde olmayantekâfü-i edille yani “delillerin denkliği”ilkesiydi. Bu ilkeye göre filozofların temelyöntemi olan aklî deliller herhangi bir şey içinhem müsbet hem menfi olarak aynı kuv<strong>ve</strong>ttesavunulabilir olmadığı gibi aklî açıdan biridiğerinden üstün de değildir. Özdemir,Kant’ın antinomi kavramını hatırlatan builkenin Gazzâli’nin eleştirisindeki en temelhusus olduğunu vurguladı. Filozofların çokgü<strong>ve</strong>ndiği burhan ilkesinin zannedildiğikadar açık <strong>ve</strong> seçik olmadığını, eleştiriye açıkolduğunu <strong>ve</strong> bizzat felâsifenin kendi aklîispatlarında bu durumun ortaya çıktığınıbelirtti.Özdemir’e göre Gazzâlî’nin İbn Sînâ’yımerkeze alarak genel itibarıyla filozoflarıtekfir ettiği ilk mesele olan kıdem-i âlemmeselesinin yaratmanın varlığıyla değil,nasıl gerçekleştiğiyle ilgili bir meseleolduğu gözden kaçırılmamalıdır. Meşşaifilozoflar sudur nazariyesiyle yaratmayıreddetmemiştir. Gazzâlî de bununbilincindedir <strong>ve</strong> eleştirilerini de bu açıdandeğil, filozofların Tanrı’nın hür iradesinireddetmesi bakımından yapmıştır. GazzâlîTanrı’nın zatından zorunlu olarak sudureden âlem fikrinin Tanrı’nın özgürlüğüne<strong>ve</strong> kâdir-i mutlaklığına halel getireceğini,çünkü Kur’an’da tartışmasız olarak Allah’ınâlemi yaratmayı dileyip yarattığını <strong>ve</strong>dolayısıyla sudur nazariyesinin Kur’an’aaykırı olduğunu iddia etmiştir. Bu mesele İbnSînâ düşüncesinde iki bakımdan ele alınabilir<strong>ve</strong> bu farka göre Gazzâlî’nin eleştirisisorguya açılabilir: Kıdem-i âlem hem zamanbakımından hem de illet bakımından olabilir.Dolayısıyla ezelilik <strong>ve</strong> kimin kimi öncelediğimeselesini iki farklı şekilde düşünebiliriz.Zatında illet bulunmayan kadim ile zamandabaşlangıcı olmayan kadim iki farklı düşüncebiçimidir. Tanrı âlemi zaman bakımındanöncelemese de illet bakımından yani zat<strong>ve</strong> mertebe bakımından önceler <strong>ve</strong> bu daTanrı’nın özgür iradesine halel getirmez.Özdemir daha sonra ikinci mesele olanilm-i ilâhî <strong>ve</strong> üçüncü mesele olan haşr-icismanî konularına özet olarak değindi.İlm-i ilâhînin Tanrı’nın cüzîleri nasılbildiğiyle alakalı olduğu <strong>ve</strong> Gazzâlî’nineleştirilerinin son derece önemli olduğunuvurgulayan Özdemir, Gazzâli’nin Tanrı’nıncüzîlerin bilgisine dair <strong>ve</strong>rdiği dua <strong>ve</strong>duanın kabulü örneğinin harika bir eleştiriolduğunu belirtirken, cismanî dirilişle alakalıolarak ruhun müstakil varlığıyla alakalıgörüşler konusunda tekâfü-i edille ilkesigereğince müsbet ya da menfi yargılardabulunulamayacağını ifade etti.Özdemir konuşmasının sonunda Tehâfüt’ünbugün için ne ifade ettiğini sordu <strong>ve</strong> artıkhesaplaşmamız gereken günümüz felsefesinekarşı yeniden bir Tehâfüt yazılabilir mi ya dayazılmalı mı şeklinde retorik <strong>ve</strong> oldukça cesurbir soru sordu.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM45


46MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM24 Kasım 2012Değerlendirme: Betül SezginDüşünce TarihiSon Dönem OsmanlıDüşüncesinde İradeHürriyetiRıdvan ÖzdinçTezgâhtakiler toplantı serisinin Kasım ayındakiüçüncü programında Rıdvan Özdinç, 2010yılında Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi SBE Kelam <strong>Bilim</strong>Dalı’nda tamamladığı “Son Dönem OsmanlıDüşüncesinde İrade Hürriyeti (1908-1918)” adlıdoktora tezi çerçe<strong>ve</strong>sinde bir sunum yaptı.Elimize, iradeyle alakalı, modernleşmesorununun herhangi bir şekilde gündemdeolmadığı bir dönemde yazılmış bir metinaldığımızda iradenin ya hukuki bir terimolarak hür <strong>ve</strong> köle arasındaki münasebetleya da tasavvufi bir terim olarak insanınAllah’ın dışında her şeyden azadeolmasıyla ilişkilendirildiğini görürüz. Bu türmetinlerde mevzu irade hürriyeti gibi birkavramsallaştırmaya tabi tutulmamakta,genel olarak mezheplerin itikadi yaklaşımlarıçerçe<strong>ve</strong>sinde ele alınmaktadır. Fakatmodernleşme sorununun ciddi bir krizedönüştüğü özellikle on dokuzuncu yüzyılınikinci yarısı <strong>ve</strong> onu takip eden süreçteirade meselesi radikal biçimde farklılaşıptamamen siyasi bir <strong>ve</strong>çheye bürünmüştür.Rıdvan Özdinç’e göre bu radikal dönüşümeSeyyid Bey’in “Hukuk <strong>ve</strong> şeriatın temel taşı,yani insanlar arasındaki tüm muamelat <strong>ve</strong>münasebeti içeren vaziyet-i hukukiye <strong>ve</strong>mesuliyeti tayin edecek araçlar, irade <strong>ve</strong> kadermeseleleridir” şeklindeki ifadesi çok güzelbir örnektir. Gelenekte hiçbir zaman bu denlihususi bir önem arz etmeyen irade <strong>ve</strong> kadermeselesinin bir anda tüm sosyal, hukuki, ahlaki<strong>ve</strong> siyasi yaşamın merkezine konması gerçektende dikkat çekilmesi gereken bir konudur.Özdinç’e göre bunun nedenlerini <strong>ve</strong> gelişimsürecini üç esasta incelenebilir.Bu esaslardan ilki, ilk dönemden itibaren bütünİslam coğrafyasını etkisine alan klasik geleneğin<strong>ve</strong> mezheplerin Allah-insan ilişkilerini açıklamabiçimlerinin bu süreçte tekrar nasıl gündemegelerek sorunsallaştırıldığıdır. İrade hürriyetinedair Maturidilik, Eşarilik <strong>ve</strong> Mutezile arasındakifarklar özellikle oryantalistlerin saldırılarıbağlamında yeniden gündeme gelmiş,Osmanlı dünyasında baskın olan Maturidiliğin,Eşarilikten farkları ortaya konulup busaldırılardan muaf olduğu vurgulanmıştır. Hattadaha radikal biçimde bu ikisini de reddederektamamen Mutezilenin görüşlerini temel alıpirade hürriyetini savunarak bu saldırılara cevap<strong>ve</strong>renler bile vardır. Örneğin Hoca Kadri Beytamamen Mutezili argümanlarla bir siyasetteorisi geliştirmeye çalışmış <strong>ve</strong> Mutezile’ninkader anlayışı üzerinden kurguladığı birmuhalefet dili arayışına girmiştir. Aynı şekildeSelefilik de yeniden gündeme gelmiş, örtük<strong>ve</strong> açık iki tavırda kendini göstermiştir.Bunlardan ilkine İbn Teymiyye fikriyatı yön<strong>ve</strong>rmiş, özellikle onun yerleşik kurumlarayönelttiği eleştirilerin irade hürriyetiile bağlantısı kurulmuştur. İkinci tavırise İbn Teymiyye’nin bilerek <strong>ve</strong>yabilmeyerek göz ardı edilmesi şeklindekendini belli etmiştir. Selefin birtaraftan genel olarak meşrulaştırmahizmeti görmesi, diğer yandanyeni durumlar için ayet <strong>ve</strong>hadisleri kolaylıkla kullanma


hakkı tanıması öne çıkmakta, bariz bir şekildeMaturidiliği savunan mesela Harputi, İzmirligibi isimlerde selefe bağlanma gayreti gözeçarpmaktadır.İkinci esas irade-kader meselesiyle doğrudanilgili olan Osmanlı’daki insan tasavvurudur.Osmanlı insan tasavvurunu ele alırkenen önemli esasların başında “tasavvuf”gelmektedir ki oryantalistlerin eleştirilerindekitemel vurgulardan biri bu kaderci insantipinin olumsuzlanmasıdır. Dönemde hâkimyaklaşım bu insan tipinin yeni sorunlara cevap<strong>ve</strong>remediği <strong>ve</strong> değişmesi gerektiğidir. Buyeni insan tipinin temel dayanağı da tabii kihürriyeti bir hak olarak değil adeta vazife ilaneden hür insandır. Terakkiye mani olan fatalistinsan tasavvuru artık miadını doldurmuştur.Bu yeni insan hür <strong>ve</strong> özgür karakterini fark edipçevresine <strong>ve</strong> siyasete bizzat müdahildir.Üçüncü esas ise sancılı modernleşmesürecinin bizzat kendisidir. Mevcut insantasavvurunu yok ederek büyük bir darbeylegelen bu akımın açtığı psikolojik <strong>ve</strong> toplumsaltahribattır. Umutsuzlukla acil pratik kaygılarayönelinmiş, yeni arayışlara girilmiştir. İrade<strong>ve</strong> hürriyet kavramlarının insan merkezliyorumlanmasında bu umutsuzluğun ciddi biretkisi olduğu söylenilebilir. Ayrıca bu sürecitamamlanmış bir şeymiş gibi almak, sanki hâlâbaşka biçimlerde benzer krizler yaşamıyormuşgibi davranıp meseleyi tarihselleştirmek, buperspektifte belli şablonlarla döneme bakmakson derece yanlış bir okuma biçimidir.Başta Seyyid Bey’den yapılan alıntıda dagörüldüğü gibi meşruiyet-gayrı meşruiyet,husun-kubuh vb. tüm ahlaki <strong>ve</strong> hukukikavramların yeniden gündeme gelereksorgulandığı bir dönem olan 19. yüzyılınikinci yarısı <strong>ve</strong> bu mirası takip eden dönemdeirade hürriyeti tüm bu sorunların esasındagörülmüştür.MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAM47MAM EntelektüellerModern BirFenomen OlarakEntelektüeller1 Aralık 2012Değerlendirme: Yusuf ÖzkırToker DereliEntelektüel nedir, kimeentelektüel diyeceğiz? Entelektüel, başı <strong>ve</strong>sonu olan bir kavram mıdır? Yoksa kavramınkendisi, söyleyene <strong>ve</strong> söylenilene göre yenibir anlam kuşanacak şekilde esnek midir? Bueksendeki sorular bugünlerde tartışılan konulararasında öne çıkıyor. İlim-İrfan geleneğinintemsilcileri, akademidekiler, gazete, dergi, TV<strong>ve</strong> sosyal medya zemininde kanaat belirticisi<strong>ve</strong>ya kanaat önderi olanlar hangi kategoridedeğerlendirilmelidir? Hepsi aynı kategoriyekonulabilir mi? ‘Entelektüel’, bir kavram olarakbütün bunların nesi olur? Kavrama dair sorularınkapsamı siyasetten iktisada <strong>ve</strong> başka alanlaradoğru genişletilebilir. Hatta çıtayı biraz dahagenişletir <strong>ve</strong> kavramı kendisine layık görenlerdende bahsedersek popüler kültürün <strong>ve</strong> tüketimtoplumunun üzerinde yükseldiği pop müzik,eğlence endüstrisi <strong>ve</strong> futbol üzerine yazıpçizenlerle birlikte oldukça geniş bir halkaylakarşı karşıya kalınabilir.Bu yüzden olsa gerek ‘entelektüel’kavramının üzerine giydirilenmuğlak <strong>ve</strong> esnek örtünün bir ölçüdenetleştirilmesi <strong>ve</strong> neye denk geldiğinoktasında bir yol haritasınınbelirlenmesi gerekliliği epey


48MedeniyetAraştırmalarıMerkeziMAMzamandır gündemdeydi. MedeniyetAraştırmaları Merkezi’nin başlattığı“Entelektüeller” başlıklı toplantı dizisibu bağlamda oldukça önemli bir boşluğudoldurmaya aday. 2012 güz dönemindebaşlayan toplantı dizileri, kavramı anlam <strong>ve</strong>tarihselliliği noktasında irdeleyerek ele alıyor.Lisans, yüksek lisans, doktora seviyesindeöğrenciler ile konuya ilgili araştırmacılarınkatıldığı toplantılar, iki aşama üzerineinşa ediliyor. İlk olarak okuma grubu ilgilikaynakları okuyarak derste tartışıyor. İkinciaşamadaysa alanında uzman bir isiminkonuk edilmesiyle konu detaylandırılıyor.Bu kapsamda “Entelektüeller” toplantıdizilerinin ilk konuğu Prof. Dr. TokerDereli oldu. “Modern Bir Fenomen OlarakEntelektüeller” başlıklı toplantı için Toker Dereliismini öne çıkartan nokta ise ülkemizde bualandaki ilk çalışmalardan birisini doçentlik teziolarak yapmış olmasıdır. 1969 yılında yaptığıçalışması, öğrenci hareketleri <strong>ve</strong> sendikalfaaliyetlere odaklanmakla birlikte özellikle girişbölümünde entelektüel kavramına dair genişbir çerçe<strong>ve</strong> çiziliyor. Entelektüel nedir, kime <strong>ve</strong>kimlere entelektüel denir? Batı’ya <strong>ve</strong> Doğu’yagöre entelektüel kimdir, gelişmiş ülkelerde<strong>ve</strong> gelişmekte olan ülkelerde entelektüelliğibesleyen dinamikler nelerdir? sorularına detaylıbir cevap bu girişte bulunabilir.Toker Hocanın misafir olarak dinlendiğitoplantıya gelirsek, beklenti, daha çokkavramın içeriği, ilk dönem anlam çerçe<strong>ve</strong>si<strong>ve</strong> Batı’daki ilk yaklaşımlara dair bir sohbetingerçekleşmesi üzerineydi. Sadece beklentideğil esasında da<strong>ve</strong>tin gerekçesini de budüşünce oluşturmuştu. Fakat Toker DereliHoca, ağırlıklı olarak otobiyografik birçerçe<strong>ve</strong> içinde yaptı değerlendirmelerini. Buçalışmayı nasıl yaptığını anlattı. Ve akademikkariyerindeki dönüm noktalarının üzerindedurdu. Deneyimlerini paylaştı. Kavramsalolarak entelektüellik alanına <strong>ve</strong> entelektüelinülkemizdeki serü<strong>ve</strong>nine dair sorulara yeterliilgiyi göstermedi. Böyle olunca da oturumadair temel sorular <strong>ve</strong> konuların konuşulması <strong>ve</strong>cevaplandırılmasından çok bir akademisyenolarak hocanın ilmi serü<strong>ve</strong>ni ön plana çıktı.Bir anekdot olarak da Sabri Ülgener’inkendi çalışmasından hareketle entelektüelkavramına yaklaştığını <strong>ve</strong> sonuçta bu alandaçok değerli bir eser <strong>ve</strong>rdiğini aktardı.Entelektüeller toplantı dizisi, farklı konubaşlıklarıyla yoluna devam ediyor. Yenitartışmalar <strong>ve</strong> değerlendirmeler içinepeyce vakit var. “Modern bir fenomenolarak entelektüeller” başlığı ilk derste <strong>ve</strong>“Entelektüeller sosyolojisi” başlığı ikinciderste tartışıldı. Bir sonraki aşamada ise“Osmanlı modernleşmesi <strong>ve</strong> yeni bilentipolojileri” tartışılacak. Sonrasındaise süreç “Cumhuriyet Türkiye’sindeentelektüeller”, “Soğuk Savaş dönemi <strong>ve</strong>Batılı entelektüeller”, “Batı’nın entelektüelkrizden çıkış arayışı: kamusal entelektüel/ler”, “Soğuk Savaş sonrası süreçte Türkiye’deentelektüeller” ile “Yeni iletişim ortamları<strong>ve</strong> entelektüellerin geleceği” gibi kuşatıcıüst başlıklar ele alınacak. Ayrıca herbaşlığı detaylandıracak şekilde altkonu başlıkları <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong> sorularsorularak konunun anlaşılır kılınmasıhedefleniyor.


molaHazırlayan: Turgay ŞafakKoşmaÂşık ÖmerGûş-i cân et dinle nazmım sun’-i Mevlâdır güneşMazhar-ı lütf-i ilâhi sırr-ı vâlâdır güneşMenzillinden her kaçan dûr eyleyip gösterse başRef’eder şeb zulmetin âlemde Dârâ’dır güneşOn iki burcu temâşâ eyleyüp seyretmedeTayyedip kevn ü mekânı menziline yetmedeFeyzedince nûrunu arza nebâtat bitmedeOl sebebten sebzevâra ayn-ı kimyâdır güneşKırk bu dünya denlü cismi gör niçe pinhan ederAkl erişmez hikmetine kim anı seyrân ederUğradıkça pây-i arşa secdeyi her ân ederArzeder hâcetlerini kenz-i ahfâdır güneşMatla’ından her kaçan etse tulu’ envâr-ı HakBahş olunur hem basîret ehline esrar-ı HakZiyneti kılmış cihânın kim anı settâr-ı HakNûr-i Ahmed katrasında hûb deryadır güneşPes ne mümkindir anın vasfın eder her şâiranMuktezâ-yi hikmetinden var edüp müsteanSakın ey Âşık Ömer bu himete açma dehanÂsümân-ı râbi’in fevkında yektâdır güneş


SAM Kırkambar Tez-Makale SunumlarıGölge Oyunu Karagöz<strong>ve</strong> Sinema15 Eylül 2012Değerlendirme: Aybala Hilâl YükselMurat PayMurat Pay, sinemanın bu topraklardakimuhtemel yorumlarını tartışan “Gölge Oyunu,Karagöz <strong>ve</strong> Sinema” başlıklı yüksek lisanstezini Eylül ayında Kırkambar Tez <strong>ve</strong> MakaleSunumu etkinliği kapsamında ilgililerlepaylaştı. Özgün bir film dili arayışı ile yolaçıkan Pay, çalışmasında Karagöz’ün yenidendiriltilmesinden ziyade kültür hafızamızdakiKaragöz’ün bugünün sanat türlerine nasıl birfikrî miras bıraktığı üzerinde duruyor. Ayrıca,Karagöz <strong>ve</strong> sinema arasında kurduğu çeşitlibenzerlikler ışığında Karagöz’ün birikimininsinemada nasıl tecessüm edebileceğine dairönemli tespitlerde bulunarak dikkate değersorular soruyor.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMMurat Pay, çalışmasında öncelikle Karagözoyununun fikrî yapısını ele alıyor. Derinliklibir fikrî arka planı olan oyunun muhatabıylakolaylıkla iletişime geçebilmesini <strong>ve</strong> belkibu sebepten basitmiş gibi algılanmasınıoyunun biçimi ile içeriği arasındaki uyumile açıklıyor. Oyunun başında okunan perdegazelleri ile Karagöz’ün tasavvufî zeminininaçıkça dile getirildiğini hatırlatıyor. Pay’agöre böyle bir bağlamda açılan hayalperdesinde beliren gölgeler “gölge sahibine”işaret ettiği kadar seyirciye tutulan bir aynaolarak da görülebilir; böylece perde bir ibretperdesine dönüşmektedir. Aynı bakış açısıile gölge oyunundaki Hacivat’ın mürşit (idealtip), Karagöz’ün ise mürit (ideale ulaşmapotansiyeline sahip tip) olarak okunabileceğinidile getiriyor. Oyun boyunca Karagöz’ünHacivat eşliğinde bir yolculuğa çıktığını;bu yolculuğa seyircinin kendi tecrübesi ileortak olduğunu tespit ediyor. Pay, tezindeKaragöz’ün anlam dünyasının oyunun formunayansımalarını da inceliyor. Biçime dair enönemli hususun formun seyirci ile birlikte inşaedilmesi olduğunu belirtiyor. Bu noktada olaySAM Yuvarlak Masa ToplantılarıKIRKAMBAR TEZGölge Oyunu Karagöz <strong>ve</strong> Sinema Murat Pay • 15 Eylül 2012Türk Edebiyatında Heft Peyker Mesnevileri Bahadır Sürelli • 22 Eylül 2012<strong>ve</strong> Hayâtî’nin Heft Peyker’iYeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri Turgay Anar • 9 Ekim 2012Medîhî <strong>ve</strong> Cennet-i Ahrâr Mesnevisi Esra Çakar • 31 Ekim 2012Şerif Muhittin Targan’ın Ud Tekniğine Katkısı: Bilen Işıktaş • 19 Kasım 20126 Ud Taksiminin Analiziİlk Dönem Türk Romanında Ahlâk Ahmet Emre Polat • 6 Aralık 201250KüreselAraştırmalarMerkeziKAMKIRKAMBAR KİTAPGeç Osmanlı Dünyasında Mimarlık <strong>ve</strong> Alev Erkmen • 30 Kasım 2012Hafıza - Arşiv, Jübile, ÂbideSANAT TARİHİNE MÜMKÜN BAKIŞLARMüzelerde Eğitim Etkinlikleri Kadriye Tezcan Akmehmet • 18 Ekim 2012KLASİK TÜRK EDEBİYATI KONUŞMALARITürk Tarih <strong>ve</strong> Edebiyatında Kültür Aileleri Kemal Yavuz • 16 Kasım 2012Fars Edebiyatının Oluşumunda Türk Dil İsrafil Babacan • 29 Aralık 2012<strong>ve</strong> Kültürünün EtkisiSANATHAFIZAÖznel Deneyim Mekânı Olarak Biyolojik Hafıza: Eyüp Süzgün • 20 Ekim 2012Hafızanın Bilinç <strong>ve</strong> Benlikle İlişkisiDeleuze’ün Felsefesinde Hafıza <strong>ve</strong> Sinema Mahmut Mutman • 29 Kasım 2012Mimarlık <strong>ve</strong> HafızaBülent TanjuI. Oturum: Mimarlık <strong>ve</strong> Hafıza • 8 Aralık 2012II. Oturum: Mimarlık <strong>ve</strong> Anıt • 15 Aralık 2012III. Oturum: Mimarlık <strong>ve</strong> Kimlik • 22 Aralık 2012IV. Oturum: Mimarlık <strong>ve</strong> Temsiliyet • 29 Aralık 2012


örgüsünün olabildiğince basitleştirilmesini<strong>ve</strong> belirli kalıplar ile tekrar eden unsurlarınkorunmasını, seyircinin dahline müsaadeeden tercihler şeklinde niteliyor. Biçimdekibu esnekliğin seyircide sürekli bir bilinç haliuyandırdığını, yani oyunun oyun olduğunuhatırlatarak muhatabın oyunun inşa edenfikre temasını kolaylaştırdığını ifade ediyor.Murat Pay tezinde bir Karagöz oyununubaştan sona tahlil ederek, tespitlerini örneküzerinde somutlaştırdı.Tezin “Karagöz Oyunu <strong>ve</strong> Sinema” başlıklıikinci bölümünde ise ilk bölümde tespitedilen Karagöz’ün fikrî unsurlarınınsinemadaki muhtemel yansımalarıtartışmaya açılıyor. Pay, farklı zaman <strong>ve</strong>mekânlarda doğmuş bu iki seyirlik sanatınarasında, “hareket” temel malzemesi üzerinebina olması bağlamında bir akrabalıkyakalıyor. Ancak Karagöz hareketi “gölge” iletemsil ederken, sinemanın hareketi “gerçek”ile temsil ettiğini de belirtti. Bunu da gölgeoyununun sözlü kültür içinde, sinemanın iseyazılı kültür içinde inkişaf etmesi ile açıkladı.Sözlü kültürün hayal gücüne daha fazla yeraçan <strong>ve</strong> dolayısıyla muhataba daha fazlasöz hakkı <strong>ve</strong>ren yapısının Karagöz sanatınanüfuz ettiğini ifade etti. Gölge oyunundakidöngüsel yapının sinemadaki özdeşleşme/yabancılaştırma diyalektiğine yeni bir imkânsağladığını vurguladı. “Sürekli farkındalık”diyebileceğimiz bu imkânın seyircininfilme kendi tecrübesi ile katılmasına olanaksağladığını <strong>ve</strong> filmin tesirinin bu şekildederinleşeceğini tespit etti. Formda inşaedilen bu “sürekli farkındalığın” örnekleriningünümüzün İran sinemasında <strong>ve</strong> Dreyer,Ozu, Bresson, Godard sinemalarındagözlemlenebileceğini belirtti. Pay, bunaek olarak Karagöz’ün formda yakaladığısadeliğin, seyirci üzerinde tahakkümkurmaktan kurtarması açısından sinemayakatkı sağlayacağını sözlerine ekledi. AyrıcaKaragöz oyununda gördüğümüz ideal tip<strong>ve</strong> ideale ulaşma potansiyeline sahip tipdenkleminin de sinemada uygulanabilirolduğunu hatırlattı. Bu hususta sinemadaalışılanın aksine “karakter” yerine “tip”kavramını kullanmasını ise bir kahramanıGİRİŞ SEMİNERLERİ1 Edebiyata Giriş Berat AçılTEMEL SEMİNERLER<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi 301 Görsel <strong>Sanat</strong>lar Ahmet Albayrak2 İslam Felsefesinde Estetik Ayşe Taşkent3 Kitap <strong>Sanat</strong>ları: Osmanlı Tezhip <strong>Sanat</strong>ı Gülnihal Küpeli4 Musiki Üzerinden Medeniyet Yalçın ÇetinkayaOkumaları5 Sinema Tarihi <strong>ve</strong> Kuramları İhsan KabilCelil Civan6 Şiir, Dil <strong>ve</strong> İslam Düşüncesi Zeynep GemuhluoğluOKUMA GRUPLARI1 Çocuk Edebiyatı Okuma Grubu: Melike Erdem GünyüzFantastik Edebiyat2012 GÜZ DÖNEMİ SAM SEMİNERLERİ LİSTESİATÖLYELER1 Hafıza <strong>Sanat</strong>ı <strong>ve</strong> Vladimir Nabokov Nagihan HaliloğluAtölyesi2 Hayal Perdesi İhtisas M. Emin Büyükcoşkun3 Hayal Perdesi Yapım Murat Pay4 İslam Düşüncesi <strong>ve</strong> Şiir Zeynep Gemuhluoğlu5 İslam <strong>Sanat</strong>ı <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Düşüncesi: Ayşe TaşkentAraştırma Atölyesi: Tasvir Teorileri Nicole (Nur) Kançal<strong>ve</strong> İslam <strong>Sanat</strong>ı6 Kötülük Felsefeleri: Romanlar <strong>ve</strong> Yaylagül CeranFilmler Ekseninde Günah Kavramı7 Kuramlara Osmanlı Edebiyatından Bakmak Berat Açıl8 Müzik Odası Yalçın Çetinkaya9 Şiir <strong>Sanat</strong>ı Atölyesi M. Lütfi Şen<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM51


52<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMtipikleştirmenin “temsil” kabiliyetiniarttıracağı sebebiyle tercih ettiği notunu dadüşmek gerek.Murat Pay’ın “Gölge Oyunu, Karagöz<strong>ve</strong> Sinema” başlıklı çalışması sinemadageleneksel sanatlarımızın yorumlanmasıkonulu tartışmaya yalnızca biçimsel <strong>ve</strong>yaiçeriksel değil “fikrî” bir zeminde eğildiğiiçin önemli <strong>ve</strong> ayrıcalıklı bir yerde duruyor.Yerli unsurların <strong>ve</strong> farklı kültürlerin giderekgörünmez olduğu günümüz dünyasınınen güçlü iletişim araçlarından sinemasanatının buraya has <strong>ve</strong> özgün dilininnasıl şekillenebileceği üzerine düşünüyor.Arkasındaki fikriyat ile bütünlüklü bir form<strong>ve</strong> içerik dünyası inşa eden gölge oyunununsinemaya nasıl bir miras bırakabileceğinedair zihin açıcı sorular soruyor. Filmüretimlerinin giderek birbirine benzetenzamanımız hastalığının merhemini samimibir muhakeme ile arıyor.Türk EdebiyatındaHeft Peyker Mesnevileri <strong>ve</strong>Hayâtî’nin Heft Peyker’i22 Eylül 2012Değerlendirme: Zehra FidanBahadır Sürelli<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi’nin KırkambarTez-Makale Sunumu etkinliğinin Eylül ayıkonuğu, Boğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türk Dili <strong>ve</strong>Edebiyatı bölümünde hazırladığı “TürkEdebiyatında Heft Peyker Mesnevileri <strong>ve</strong>Hayâtî’nin Heft Peyker’i” isimli doktora teziile Bahadır Sürelli idi.Sürelli, “Heft Peykerler” <strong>ve</strong>ya “Behrâm-ıGûr hikâyeleri” olarak adlandırdığı Behrâmanlatılarının tarihsel gelişimini ele aldığıtezinde, ilk amacın Behrâm’ın tarihselkişiliğini tespit etmek olduğunu ifadeetti. Tezin içeriğini (a) Behrâm’ın tarihselkişiliği, (b) Hayâtî’nin Heft Peyker’inintranskripsiyonlu metni, (c) TürkçedekiHeft Peyker mesnevileri ile Hayatî’nin HeftPeyker’inin karşılaştırılması, (d) Firdevsîile Nizâmî’nin Behrâm anlatılarınınkarşılaştırılması (e) Heft Peyker’in Nizâmî’yeintikal eden tarihsel, anlatısal <strong>ve</strong> dinîmitolojikkaynakları oluşturmaktadır.14. Sâsânî hükümdarı, Behrâm-ı Gûr olarak dabilinen, V. Behrâm’ın hayatı etrafında toplananefsanevî anlatıların hikâyesi diyebileceğimizHeft Peyker, yedi farklı renkteki köşkte yaşayanyedi prensesin birer gece boyunca Behrâm’aibretlik hikâyeler anlatması şeklinde Bin BirGece Masalı kurgusuyla oluşturulmuş, sayı,renk <strong>ve</strong> gezegen sembollemeleri güçlü olan birmesnevidir.Behrâm’ın hikâyesi tarihî kaynaklardageçmekle birlikte, edebî metin olarakilk defa Firdevsî’nin Şehnâme’sindekarşımıza çıkmaktadır. Şehnâme’dençıkartıp müstakil mesnevi formunda sadeceBehrâm’ın hikâyesini kaleme alan ilk kişiise meşhur İran şairi Nizâmî’dir. HeftPeyker, Nizâmî’nin hamsesini oluşturanmesnevilerden biridir <strong>ve</strong> isminihikâyedeki yedi renkli köşkteki yedigüzelden almıştır. Emir Hüsrev deBehrâm-ı Gûr’un hikâyesini anlatanbir diğer şair olarak karşımızaçıkmaktadır. Heşt Behişt, EmirHüsrev’in Nizamî’nin mesnevisineyazdığı naziredir; ancak Emir


Hüsrev “Behrâm’ın hayat hikâyesiniprenseslerin anlattığı hikâyelere ekleyip sekizbölümlü bir eser olarak” düzenlediği içinmesnevisini bu isimle adlandırmıştır. EmirHüsrev’in Behrâm-ı Gûr anlatısında yaptığıen önemli değişiklik ise kahramanı “dahamistik bir âşığa dönüştürmesi”dir.Farsçadaki Heft Peyker anlatıları Ali ŞirNevâî’nin Emir Hüsrev’i takip etmesiyleTürkçeye geçer. Ali Şir Nevâî de Seb’a-iSeyyâre ismini <strong>ve</strong>rdiği mesnevisinde“daha Mecnûnvârî bir âşık tiplemesi”oluşturmuştur. Anadolu sahasında ise ilkHeft Peyker tercümesinin Fatih dönemişairlerinden Molla Aşkî tarafından yapıldığıbilinmektedir.Ulvî, Behiştî gibi şairlerin tercümelerininardından dördüncü tercüme 15. yüzyılınsonu ile 16. yüzyılın başlarında yaşadığıbilinen Hayatî’ye aittir. Heft Peyker’le birlikteNizamî’nin hamsesini oluşturan diğermesnevileri de tercüme eden Hayâtî’nin;eseri tercüme ettiği tarih bilinmemeklebirlikte Sürelli, Sultan Bayezid’in şehzadeleriAhmed <strong>ve</strong> Selim arasındaki mücadeleninesere yansımasından dolayı, tercümenin1511-1512 yıllarında yapıldığını tahminettiklerini belirtti.Sürelli, Hayatî’nin 4170 beyitlik mesnevisindeNizâmî’nin metnine oldukça bağlı birtercüme yaptığını <strong>ve</strong> Nizâmî’nin girişbölümündeki bazı kısımları çıkardığınıaktararak Hayatî’nin Heft Peyker’inin mevcutiki nüshası olduğunu, ikinci nüshanın1840’da ilk nüshadan istinsah edildiğini <strong>ve</strong>Âgâh Sırrı Le<strong>ve</strong>nd’in kendi kişisel yazmalarıarasında olduğunu da ekledi.Sunumunu görsel içerikle de zenginleştirenSürelli, konuşmasının sonunda tümBehrâm-ı Gûr anlatılarında yer almış bir avmacerasınının tasvir edildiği 5. yüzyıla aitgümüş tabağın hikâyenin ne kadar geriyegötürülebileceğinin bir delili olduğunu söyledi<strong>ve</strong> söz konusu av hikâyesinin sonradanBehrâm’a atfedildiğini kabul eden görüşe dedikkati çekti.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziYeni Türk EdebiyatındaEdebiyat Mahfilleri9 Ekim 2012Değerlendirme: Adil Kıdıl <strong>ve</strong> Ümit Yaşar ÖzkanSAM53Turgay AnarKırkambar Tez-Makale Sunumu programınınEkim ayı konuğu “Yeni Türk EdebiyatındaEdebiyat Mahfilleri” başlıklı doktora teziyleİstanbul Medeniyet Üni<strong>ve</strong>rsitesi öğretimüyelerinden Yrd. Doç. Dr. Turgay Anar’dı.Çalışmasını Mekândan Taşan Edebiyatbaşlığıyla kitaplaştıran Anar konuşmasında,on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındangünümüze kadar İstanbul’daki edebiyatmahfillerinin tespitini <strong>ve</strong> incelemesini yaptı.Sunumunda kanon kavramı, edebiyatkanonları <strong>ve</strong> edebiyat mahfillerininkanon üzerindeki etkisine de anlatanAnar, sanatkâr hamiliği (patronaj),salon edebiyatı <strong>ve</strong> edebiyat mahfilikavramlarına değindi.Doktora tezi için başlangıçtabilim kurgu edebiyatı çalışmayıdüşündüğünü söyleyen Anar,


54<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMtez danışmanı Prof. Dr. Fatih Andı’nıntavsiyesiyle edebiyat mahfillerini incelemekonusu seçtiğini dile getirdi. 1860 yılındantezin tamamlandığı 2011 tarihine kadaryayımlanmış çalışmalardan faydalanmayaçalışan Anar, tez sunumuna kanonedebiyatı kavramını inceleyerek başladı.Türkiye’de edebiyat kanonlarının varlığıylailgili tartışmaların sürdüğünü dile getirenkonuşmacı, edebiyat kanonlarının toplumunbakış açısını, estetik değerlerini <strong>ve</strong> nasıl birgelecek tahayyülü oluşturduğunu ortayaçıkaran bir güç olduğunu söyledi. Anar’a göreedebiyat kanonları, akademisyenler, yazarlar,gazeteciler <strong>ve</strong> bir şekilde edebiyatla ilgileneninsanlar tarafından oluşturulmaktadır.Kanonların topluma yönelik etkisi iseders kitapları <strong>ve</strong> antolojilerde kendinigöstermektedir. Konuşmasının devamındaedebiyat mahfillerinin edebiyat kanonlarıüzerindeki etkisine değinen Anar’a göreedebiyat mahfillerinde bir şekilde de olsakanonu tek başına belirlemeye çalışankuruma <strong>ve</strong>ya kişiye cephe alınmakta, ancakbu tavır bir sonuç <strong>ve</strong>rmemektedir. Butarz karşı çıkışları ise karşı kanon hareketişeklinde tanımlamak mümkündür.Turgay Anar’ın tezinin ana çerçe<strong>ve</strong>sini deoluşturan salon edebiyatı kavramı ise 12.-13. yüzyıllara kadar geri götürülebilecekbir kavram. Fransız şatolarında Fransızsoylularını eğlendirmeye çalışan trubadurlar,saz şairleri oldukları için bir edebi mahfilinkırıntıları halinde karşımıza çıkmaktadırlar.Gerçek anlamıyla mahfiller ise 17.-18.yüzyıllarda ortaya çıkmaya başlamıştır.Avrupa’daki salon edebiyatından çeşitliörnekler <strong>ve</strong>ren Anar, sunumunun devamındaTürk salon edebiyatı üzerinde durdu. Anar’agöre bir edebiyat mahfili olarak salonunuaçan ilk isimlerden biri İhsan Raif Hanım,diğeri ise Şair Nigar Hanım’dır. İhsan RaifHanım’ın, günümüzde Şişli Kaymakamlığıolarak kullanılan Köse Raif Paşaapartmanındaki evinin salonunda YahyaKemal, Şahabettin Süleyman <strong>ve</strong> SalahaddinEnis gibi isimler bir araya gelmiştir. Busalonda Şahabettin Süleyman’ın tercümeleryaptığını Halit Fahri Ozansoy’un anılarındanöğrenmekteyiz. Ozansoy anılarında,Şahabettin Süleyman’ın kimi zamançevirilerden sıkılarak onları yarım bıraktığınıbunun üzerine kendisinin eksik tercümeleritamamladığını söylemektedir. Yine busalonda Salahaddin Enis’in kendi sürrealisthikâyelerini okuduğu bilinmektedir.Dolayısıyla salon, kişilerinin kendi eserlerinisergiledikleri, başka edebiyatçılarlapaylaştıkları bir ortam olarak da karşımızaçıkmaktadır.Konuşmasının son kısmında ise mahfillerdenbahseden Turgay Anar, bir edebiyatmahfilinin oluşması için öncelikle birmekâna ihtiyaç olduğunu dile getirdi.Anar’a göre, günümüzde sıkça kullanılansosyal ağlar bir edebiyat mahfili oluşturmapotansiyeline sahip değildir; çünkü aynımekânı paylaşmayan insanların teknikolarak bir mahfil meydana getirmesiolanaksızdır. Bununla birlikte birmahfilin oluşması için mahfilde yeralan diğer edebiyatçılar tarafından dakabul gören bir büyük edebiyatçıyaihtiyaç vardır. Bu edebiyatçınıngörevi bir mahfili oluşturmak,düzenlemek <strong>ve</strong> devam ettirmektir.Cuma günleri Cevat Çapan’ın


Çiçek Pasajı’nda düzenlediği mahfil ileTürk Dili dergisinin yönetmeni AhmetMiskioğlu’nun her Perşembe öğleden sonrasaat 15.00 sıralarında Bostancı İstasyonÇay Bahçesi’nde topladığı mahfil günümüzedebiyat mahfillerine örnek olarak <strong>ve</strong>rilebilir.Mahfillerin edebiyat dünyasına en önemlikatkısı kuşkusuz usta bir edebiyatçınınmahfiline gelen insanları görüşleri <strong>ve</strong>eserleriyle etkilemesi <strong>ve</strong> onların yetişmesinekatkıda bulunmasıdır. Buna Yusuf KamilPaşa’nın konağında ilk gençlik yıllarınıgeçiren Namık Kemal örnek gösterilebilir.Edebiyat mahfillerine insanlar istediklerizamanlarda gidememektedirler. Belirlibir toplantı zamanı olan bu mahfillerinkendilerine göre değişen bazı katılım şartlarıda bulunmaktadır. Örneğin İbnülemin’inkonağındaki sohbetlere katılmanın sazerbabı <strong>ve</strong>ya söz erbabı olmak üzere ikişartı bulunmaktadır. Bu şartları haizolmayanlar, mahfilde yer almamakta <strong>ve</strong>da<strong>ve</strong>t edilmemektedirler. Bu hassasiyetinen önemli sebebi kuşkusuz edebiyatmahfillerinin edebi etkileşimi sağlamafonksiyonudur. Zira sohbet geleneğinindevam ettiği bu ortamlarda iletişim mutlakaedebiyat üzerinden kurulmakta <strong>ve</strong> ilkolarak burada okunan kimi eserler üzerindesahipleri tarafından bazı değişiklikleryapılmaktadır.Tezinde edebiyat mahfilleriyle doğrudanilişkili olduğunu düşündüğü için sanatkârhamiliğine de değinen yazar, Türkiye <strong>ve</strong>dünyada bu alanda yapılmış çalışmalardanbazı örnekler <strong>ve</strong>rerek konuşmasınısonlandırdı.Medîhî <strong>ve</strong>Cennet-iAhrâr Mesnevisi31 Ekim 2012Değerlendirme: Hande Kizir<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMEsra Çakarİstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde FarsDili <strong>ve</strong> Edebiyatı alanındatamamladığı “Medîhî <strong>ve</strong> Cennet-i AhrârMesnevisi” başlıklı çalışmasıyla Esra Çakar,Kırkambar Tez-Makale Sunumlarının konuğuoldu.12. yüzyıl şairlerinden Nizâmî’ninmesnevilerinden biri olan Mahzenü’l-esrâr’agünümüze kadar ulaşmış, Farsça <strong>ve</strong> Türkçebirçok nazire yazılmıştır. Bu tip nazirelerdenbirinin sahibi de Akkoyunlu Devleti SultanYakub dönemi şairlerinden Medîhî’dir.Esra Çakar sunumunda Mahzenü’lesrâr’danbahsettikten sonra söz konusuşairin, kullandığı “mavi” kelimesindendolayı Türk olabileceğini belirtti. Dahasonra ise esere niçin Cennet-i Ahrâr isminin<strong>ve</strong>rildiğini açıkladı. Ayrıca sunumu yaparkenmetinden bazı kısımları paylaşıp ne anlamageldiklerini açıkladı <strong>ve</strong> Mahzenü’l-esrâr’a nekadar benzediği konusunda bilgiler <strong>ve</strong>rdi.Metinde 8 makale <strong>ve</strong> her makaleninsonunda da makaleyi açıklayan 8 adethikâye mevcuttur. Eserin muhtevasınagelirsek eser, besmelenin harflerininanlatıldığı 100 beyitlik kısımdansonra Allah’a hamd, tevhid,55


56<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMmünacat <strong>ve</strong> âlemin yaratılışı gibibaşlıklardan oluşan bölümlerle devametmektedir. Eserin yazılış amacı <strong>ve</strong> şairindiğer şairlerden farkından bahsettikten sonraMedîhî eserini Hatimetü’l-kitâb bölümüylesonlandırmıştır.Tek nüshası olan <strong>ve</strong> SüleymaniyeKütüphanesi’nde bulunan eser içerik,dil, üslup <strong>ve</strong> Mahzenü’l-esrâr’a benzerlikaçısından incelendikten sonra konu ileilgili dinleyicilerin soruları alınıp sunumtamamlanmıştır.Şerif Muhittin Targan’ınUd Tekniğine Katkısı:6 Ud Taksiminin Analizi19 Kasım 2012Değerlendirme: Mer<strong>ve</strong> YamanoğluBilen Işıktaş<strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı <strong>Sanat</strong> AraştırmalarıMerkezi’nin Kasım ayı Kırkambar TezSunum programı konuğu “Şerif MuhittinTargan’ın Ud Tekniğine Katkısı - 6 UdTaksimi’nin Analizi” başlıklı yüksek lisansteziyle Bilen Işıktaş idi. Işıktaş, İstanbulTeknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal <strong>Bilim</strong>lerEnstitüsü’nde hazırladığı tezinde Targan’ıdiğer ud icracılarından ayıran sol <strong>ve</strong> sağ eltekniği, özellikle sağ el mızrap tekniğine olanhakimiyetini <strong>ve</strong> belirlediği 6 ud taksiminimakamsal <strong>ve</strong> teknik açısından incelemiş.Işıktaş, Şerif Muhittin müziğinin içeriğinianlatırken, Şerif Muhittin Targan’ın müziğininsadece müzik içinde ele alınamayacağını;müziğin üretim koşulları, icrası, dönemindekihimaye durumlarının da göz önündebulundurulması gerektiğini belirtti.Şerif Muhittin Targan 1892 İstanbuldoğumludur <strong>ve</strong> son Mekke Emirinin oğludur.Kesinlik taşımamakla birlikte, otuz yedincikuşaktan Peygamber Efendimizin torunuolduğu belirtiliyor. Uda olan ilgisi ailesindengizli geceleri ud çalmaya başladığı çocuklukyıllarına kadar uzanır. Öyle ki, o yaşlardabedeni bu tempoya dayanamaz <strong>ve</strong> hastadüşer. Ailesi yaşadığı bu hastalıktan sonra uddersleri almasına izin <strong>ve</strong>rir. On dört yaşındanitibaren ayrıca viyolonsel eğitimi almayabaşlar <strong>ve</strong> üç ay gibi kısa bir sürede önemlikonçertoları çalabilir duruma gelir. Yüksekeğitimini beş yıl gibi bir zamanda hukuk <strong>ve</strong>edebiyat üzerine tamamlar. Targan Arapça,Farsça, Fransızca <strong>ve</strong> İngilizceye hakimdir.Birinci Dünya Savaşı sonrasında ailesininbağlantıları sayesinde Amerika’ya gider<strong>ve</strong> birkaç sene ciddi bir yoksulluk çekerekkendini konserlere hazırlar. Targan’ın kişiselyelpazesinin fazlasıyla geniş <strong>ve</strong> sanatçınınfarklı kitlelerle iyi ilişkiler içinde olduğunubelirten Işıktaş, “Bu dönemde sanatçılara nekadar sahip çıkılıyorsa o dönemde de o kadarçıkılıyordu” diyerek Targan’ın Amerika’yagitmesinin bir mecburiyet olduğunu belirtti.Targan’ın yakın arkadaşlarından MehmetAkif Ersoy, “Şarka Da<strong>ve</strong>t” şiirini Targan’ınAmerika’ya gitmesinin üzüntüsü ileyazmıştır.Targan 1928 <strong>ve</strong> 1929 yıllarındaAmerika’da <strong>ve</strong> dünyada tanınmasınısağlayan iki önemli konser <strong>ve</strong>rir.Dünyadaki en önemli kemanvirtüözlerinden biri eşliğinde, ilkkısımda uduyla ikinci kısımda iseviyolonselle konser <strong>ve</strong>rir. Işıktaş,


urada bir virtüöz için hem iki enstrümanıiyi derecede çalmanın hem de repertuarınınoldukça kuv<strong>ve</strong>tli olmasının önemine vurguyaptı. Işıktaş’ın aktardığına göre Targan 13Aralık 1928 konserinde viyolonsel ile KlasikBatı repertuarını icra ederken, udunu çaldığıkısımdaki performansı ise ünlü virtüözlerdenSegovia’ya benzetilmiş.Işıktaş, Targan’ın udu çok iyi derecedeçalmasında viyolonseldeki başarısının daönemli bir etken olduğunu belirtti. Bu ikifarklı enstrümanı çalması, parmaklarını diğericracılara göre daha farklı kullanabilmesineimkan sağlamış. Bu durum Targan’ı, dahasonra kendi eserlerini bestelerken de etkilemiş.Işıktaş, Targan’ın müzikle ilişkisindenbahsederken onun sözlü eserlerden ziyadeenstrümantal eserlere yoğunlaştığını ifadeetti. Eserleri ile ilgili bir diğer ayrıntı ise hiççocuk sahibi olmamış Targan’ın eserlerineçocuklardan esinlenerek isim <strong>ve</strong>rmesi. Işıktaş,ayrıca Targan’ın ilk kez bir enstrüman içineser besteleyen isim olduğunu sözlerine ila<strong>ve</strong>etti. Işıktaş temelde Targan’ın eserlerinin udrepertuarı için yazdığı eserler, saz semaileri <strong>ve</strong>üç adet sözlü eserden oluştuğunu belirtti.Targan’ın yaşamının bir döneminde da<strong>ve</strong>tüzerine Irak’a gittiğini <strong>ve</strong> sonrasında oradakurduğu konservatuarın Arap dünyası içinçok önemli olduğunu <strong>ve</strong> pek çok ünlü isminorada eğitim aldığını belirten Işıktaş, ŞerifMuhittin Targan’ın Irak’ta sadece müzikbölümünü değil, tiyatro <strong>ve</strong> heykel bölümlerinide kurduğunu ifade etti.Çok iyi bir ressam <strong>ve</strong> bir atıcı olan Targan,Safiye Ayla ile elli beş yaşında konservatuardaicra heyetinde tanışır <strong>ve</strong> evlenir. 3 Mart 1953’teSaray Sineması’nda son konserini <strong>ve</strong>rir. Bukonserde kendisine Cemal Reşit Rey eşlik eder.Targan’ı daha sağlıklı dinleyebilmekiçin o dönemdeki diğer icralarla birliktedeğerlendirmek gerektiğine işaret edenIşıktaş, o dönemde daha çok mızrap vuruşlarıolduğunu, arka arkaya gelen melodilerin dahayakın olduğunu belirtti <strong>ve</strong> bu türlü bir dinlemeile Targan’ın katkısının daha iyi anlaşılacağınısözlerine ekledi. Targan’a müzik dünyasındangelen eleştiriler ise Çinuçen Tanrıkorurekolünü benimseyenler tarafından yöneltilmiş.Targan’ın eserlerinin de tıpkı taksimleri gibidonuk olduğu <strong>ve</strong> arkasında ekol bırakmayanbir durum doğurduğu ifade edilmiş.Işıktaş, Uşak bir saz semaisi dinletisi eşliğinde,Türk makam müziği çalgılarında taksimanlayışının geliştirilmesi <strong>ve</strong> taksim tavrınınözelliklerinin ortaya konmasına dair bir örneksundu. Viyolonsel çalmasının parmaklarınıhangi sıra ile oynatacağını etkilediğini <strong>ve</strong>böylece kendine has ud çalışının Targan’akendine has bir ses daha kazandırdığını udeşliğinde gösterdi.Son olarak Işıktaş, günümüzde dahi farklıcoğrafyalarda Targan’ın eserlerinin icraediliyor olmasının önemine işaret edereksunumunu sona erdirdi.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM57


58<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM6 Aralık 2012Değerlendirme: Zeynep Gemuhluoğluİlk Dönem TürkRomanında AhlâkAhmet Emre PolatMüslüman toplumların bir anlatı olarak“roman”la ilişkisi, karşılaştırmalı edebiyatteorileri için olduğu kadar İslam düşüncesiçalışmaları için de önemlidir. Roman’ınTanzimat dönemiyle beraber Osmanlı’dakiserü<strong>ve</strong>nini Kırkambar Tez Sunumlarıçerçe<strong>ve</strong>sinde Ahmet Emre Polat’tan dinledik.Polat, sunumunda, öncelikle Tanzimatdöneminde romanın bir anlatı türü olaraktemellük edilmesinin hangi şartlarda <strong>ve</strong>kabullerde gerçekleştiğine açıklık getirerekilk romancıların roman <strong>ve</strong> ahlâk arasındakurdukları ilişkiyi değerlendirdi. Polat’a göreilk dönemde Türk romanı, Batı romanı gibibelli süreçler dâhilinde toplumun, düşüncesistemlerinin <strong>ve</strong> bunların dönüşümlerinin birsonucu değil, aksine toplumu <strong>ve</strong> insanlarındüşüncelerini dönüştürmek üzere belli amaçlariçin üretilmiştir. Bu amaçların en baskını da“ahlâkın düzeltilmesi”dir; yani Aydınlanmafelsefesinin hak, adalet, eşitlik gibi kavramlarıyeni <strong>ve</strong> sade bir dille halka anlatılmalıdüşüncesi seslendirilirken roman, bu vazifeyiicra edecek bir araç olarak gazetenin yanındayeni bir tür olarak yerini almıştır. Yazarlaragöre romanın tezi Tanzimat’ın yaratacağı yeniinsana eskinin kusurlu taraflarını göstermek<strong>ve</strong> yeni olanı düzenleyip eskiye adapte ederektadil <strong>ve</strong> tehzip etmekti.Tanzimat romancılarının düşüncelerindedikkat çeken husus, batılılaşma çabalarısonucu gerçekleşen değişim sürecindekendilerini ahlâkî bir sorumlulukla donatarakgeleneksel ahlâkın korunması <strong>ve</strong> Batıdüşüncesinin İslâm ahlâkı ile sentezlenerekyeni <strong>ve</strong> çağdaş bir yoruma ulaşmayı önplanda tutmalarıdır. Ancak burada kastedilenİslâm ahlâkının, Asr-ı Saadet döneminde Hz.Peygamber tarafından vaz edilen <strong>ve</strong> “insanlartarafından o güne kadar tahrib edildiğidüşünülen” ahlâk olduğu unutulmamalıdır.Roman yazarları <strong>ve</strong> düşünürler, geçmişinahlâk anlayışını eleştirirken geçmişi “şiir” ileözdeşleştirerek <strong>ve</strong> şiiri de hayal dünyasınınbir ürünü olarak kabul ederek iki eleştiriyibirleştirirler. Buna göre hayal dünyasınınürünü olan şiir, Türk insanının gerçeklebağını kopararak onu sadece duygusalolanın yönettiği bir düşünce dünyasındayaşamak zorunda bırakmıştır. Duygudünyasında hayalle yaşayan Osmanlı insanı,rasyonel alandan uzaklaşmakla dünyadanda uzaklaşmıştır. Bu durum insanın hemdünyasını hem de âhiretini kuşatan <strong>ve</strong> heriki âleme de dengeli bir şekilde yaklaşanİslâm düşüncesinde de bozulmalara sebepolmuştur. Bu bozulmalar, doğal olarak ahlâkîalana da yansımıştır.Ahlâk konusunda yaşandığı düşünülenbozulma ile beraber toplumda, İslâm’ınkadın, hürriyet, siyaset, insan gibiolgulara <strong>ve</strong>rmiş olduğu değerlerköhneleşerek âtıl hale gelmiş<strong>ve</strong> düşünce özgür bir şekildegelişememiştir. Bu sebeple romanyazarlarının romanlarında elealdıkları konulara bakıldığında,ahlâkî açıdan yaşanan


çöküntünün sebebi bu köhnemiş yapıdır.Ahlâkî açıdan yaşanan bozulma ise düşünceile beraber, bireyden topluma, toplumdandevlet sistemine doğru bir seyir izler.Roman yazarları bu noktada kendilerinevazife olarak benimsedikleri ahlâkın Batıdüşüncesinin rasyonel <strong>ve</strong> akılcı formu ileberaber yeniden tanzim edilmesi fikriylehareket ederler. Bunu gerçekleştirmek içingeleneksel edebiyatın zir<strong>ve</strong>sinde duranşiirden uzaklaşma, hem geçmiş ile yapılacakhesaplaşmanın sahih olması için hem deeskiden farklı olarak yeni olmanın bir gereğişeklinde düşünülür. Buna paralel biçimdedil araçsallaştırılır <strong>ve</strong> roman bunun birparçası haline gelir.Polat, bu dönemde yeni aydın tipi <strong>ve</strong>romancı kimliğinin birleştiğini, bu sebeplegelenekçi, Batıcı <strong>ve</strong> sentezci şeklindesınıflandırabileceğimiz ahlâk anlayışlarınınreferans noktaları olarak ele alınabileceğinigösterdi. Ancak bu referansların çakışmanoktaları da vardır. Söz gelimi sentezfikrinin öne çıktığı Ahmed Midhat’ta <strong>ve</strong>Batıcı anlayışı temsil eden Halide Edip’tebağlayıcı <strong>ve</strong> belirleyici bir din etkisi sözkonudur. Bu durum roman yazarlarınınideal bir ahlâk düşüncesi benimsemekleberaber geleneksel ahlâk düşüncesinden<strong>ve</strong> toplumsal kaygılardan bağımsız hareketetmediklerini gösterir. Öte yandan roman,kendisinin ortaya çıkmasına sebep olandüşünceleri <strong>ve</strong> Batı toplumunda mevcutfikirleri başka formlarla da olsa Türkdüşüncesine taşımıştır. Aydınlanma felsefesiile başlayan bu süreçte gelişen <strong>ve</strong> romanınana izleklerini oluşturan Hümanizm,milliyetçilik-ulusçuluk <strong>ve</strong> feminizm gibikavramlar, İslâm ahlâkı ile bağlantılarıkurularak Türk düşüncesinde yerini alırkenroman bunları halka taşıyan bir araç vazifesigörür.Polat, Ahmed Midhat Efendi, Namık Kemal,Hüseyin Rahmi Gürpınar, Fatma AliyeHanım, Halide Edip Adıvar <strong>ve</strong> Halit ZiyaUşaklıgil’in eserleri çerçe<strong>ve</strong>sinde döneminahlâk anlayışını yansıtma <strong>ve</strong> bu anlayışüzerine şekillenen görüşleri açısından dadeğerlendirdi. Yazar, son tahlilde romanlarıklasik İslâm ahlâk felsefesi, Tanzimat,çağdaş Türk düşüncesi, edebiyat, roman,şiir, batılılaşma, modernleşme, milliyetçilik,kadın <strong>ve</strong> erdem kavramları açısındankarşılaştırarak tartıştı.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM59SAM Kırkambar KitapGeç Osmanlı DünyasındaMimarlık <strong>ve</strong> Hafıza -Arşiv, Jübile, Âbide30 Kasım 2012Değerlendirme: Nermin TenekeciAlev ErkmenAlev Erkmen, Geç Osmanlı DünyasındaMimarlık <strong>ve</strong> Hafıza - Arşiv, Jübile, Âbide(Metis: Akın Nalça Kitapları, 2011) adlıkitabının ardında yatan temel niyetler <strong>ve</strong>araştırmasının seyrinde kendisine ilginçgelen odak noktaları üzerinde durduğukonuşmasında özetle şu mevzularüzerinde yoğunlaştı:Kitapta, Geç Osmanlı dünyasıOsmanlı modernleşmesinin üç


60<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMkarakteristik devresini tanımlayan Tanzimat,II. Abdülhamid <strong>ve</strong> II. Meşrutiyet dönemlerineayrılıyor. Bu üç dönemde devlet söylemineyön <strong>ve</strong>ren baskın ideolojik öğe sırasıyla,rasyonelleşmeci bir bürokratikleşme,monarşik bir modernleşme <strong>ve</strong> devrimci/yenilikçi bir modernleşme olarak belirtiliyor.Her biri hem bir kavram hem bir yapı türühem de bir resmi söylemin öğesi olan arşiv,jübile <strong>ve</strong> abideyi temsilen ise Tanzimatdöneminin arşivi olan Hazine-i Evrak Binası,II. Abdülhamid saltanatını yüceltmek üzereinşa edilen yüzlerce jübile yapısı <strong>ve</strong> II.Meşrutiyet yıllarının abidesi olan Abide-iHürriyet ele alınıyor. İlk Osmanlı arşivininkuruluş süreci, jübile yapılarının reel-politikmaksatları <strong>ve</strong> ilk ulusal abideyi ortaya çıkarangerilimli süreçleri içeren bu tarih aralığı,sadece Osmanlı dünyası için değil birçoktoplum <strong>ve</strong> pek çok üretim dalı için büyükdeğişimlerin yaşandığı <strong>ve</strong> I. Dünya Savaşı’nıyaratan koşulların üst üste birikmeyebaşladığı olağanüstü bir dönem.Arşiv (Hazine-i Evrak binası) -Tanzimat dönemi - rasyonelleşmeci birbürokratikleşmeBütünüyle 19. yüzyıl icadı bir kurum olanarşiv, Osmanlı’da Tanzimat’tan kısa birsüre sonra yeni yönetimin rasyonelleşmecitutunma çabaları içinde yaptığı ilkicraatlardan biri. Avrupa’daki birçok arşiv,başına ulusal, kamusal gibi isimler alarakyurttaşların kullanımına açılmışken,bürokratik düzenin daha sağlıklı <strong>ve</strong> kolayidame ettirilmesi gayesiyle yapılan <strong>ve</strong> sadecebürokratların kullanabilmeleri için tasarlananHazine-i Evrak binası, Osmanlı’da tamamenbu mekanizmanın bir parçası olarak işliyor.Bina ancak çok uzun yıllar sonra diğer‘seçilmiş’ kişilerin kullanımına açılıyor <strong>ve</strong>tarihi barındırmanın yanı sıra tarih yazabilmebu süreçte başlıyor.Burada korunacak olan belgeler üçtarihsel döneme göre tasnif ediliyor: 1786-1839 arası dönem; 1839 ile arşivin açılışıarasındaki dönem; arşiv kullanıma açıldıktansonraki dönem. Bu kronolojik düzenleme,Tanzimat’ın geçmişi nasıl tanzim ettiğinedair önemli ipuçları barındırıyor; diğer birdeyişle, Tanzimat yönetimi kendi arşivinitanzim ederken kendisini bir milat olarakkabul ediyor.Jübile (yüzlerce jübile yapısı) -II. Abdülhamid dönemi - monarşikmodernleşmeBugün farklı mânâlarda kullanılsa da aslındabir yöneticinin tahta geçme yıldönümüanlamına gelen jübile, kitapta çok sayıdakibüyüklü küçüklü hatıra yapılarını temsilediyor: saat kuleleri, çeşmeler, hükümetkonakları… Erkmen, II. Abdülhamiddönemindeki ‘imar patlaması’nıncülus yıldönümleri <strong>ve</strong> kutlamalarlabütünleşmesinden söz ettiği bu bölümde,padişahlığı yüceltmenin bu denli müthişbir yapı faaliyeti ile birlikte gündemegelmesini anlamlı buluyor.Jübilelerin iki başat kamusallaştırmaaracından biri olan basın büyükölçüde sarayın denetiminde. Cülusyıldönümlerinde (basın <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rgiaffının da etkisiyle) gazetelerdeözel sayılar yayımlanıyor <strong>ve</strong>marş ila<strong>ve</strong>leri vs. <strong>ve</strong>riliyor. Diğer


kamusallaştırma aracı olan mimarlıkise bu tür meşrulaştırıcı amaçlar içinbambaşka bir alan açıyor <strong>ve</strong> her yeni yapı,propaganda ağını mimari üzerinden yenidendüşünebilmek için bir zemin hazırlıyor.Erkmen’e göre, bir yandan saltanatınsorgulanmaya başlandığı ama bir yandanda onun yüceltildiği, sultanın rolünün,saltanatının, ‘baba’lığının hatırı sayılır birşekilde topluma farklı kanallardan empozeedildiği bu ironik dönemi basit bir geçmişnostaljisi olarak değerlendirmek hayli eksikkalır. Yaklaşan yeni yüzyılın araçlarının dayardımıyla bir propaganda <strong>ve</strong> meşrulaştırmakampanyasının görüldüğü bu yıllar, aynızamanda –son imparatorluklar arasındakidiplomatik dengelerin kurulmaya çalışıldığı–çok diplomatik bir dönemdir. Tüm buinşa faaliyeti, sembolik yapı alışkanlığıbulunmayan bir ülkenin ilk anıt denemeleriolarak okunabilir.Abide-i Hürriyet - II. Meşrutiyet dönemi -devrimci/yenilikçi bir modernleşme31 Mart Ayaklanmasındaki askeri kayıplarınanısına yapıldığı söylenen ama aslında yeniiktidarı meşrulaştırmak üzerine dikilenAbide-i Hürriyet aynı zamanda devrin idealistromantizminin de bir yansıması. Daha birinciyılında II. Meşrutiyet’in görsel ikonografisininarasında yerini alan abide, birbirlerinepamuk ipliğiyle bağlı bir toplumu bir aradatutacak bir ulusalcılık inşa etmek zorundaolan yeni yönetimin kendini ölümsüzleştirmearaçlarından biri <strong>ve</strong> aynı zamanda hem biranıt hem bir mezar hem de bir namazgâhişleviyle farklı kesimler arasında uzlaşısağlayan <strong>ve</strong> hepsi arasında bir denge kuranbaşarılı bir proje.Erkmen, Meşrutiyet yönetiminin, daha öncetepki gösterdiği II. Abdülhamid dönemicülus yıldönümlerine benzer kutlamalardüzenlemesini düşündürücü buluyor. Yazaragöre Abide-i Hürriyet aslında iki kez inşaedildi; ikincisi Osmanlı dünyasının simgesiolarak gazetelerin sayfalarında <strong>ve</strong> paralarda,madalyalarda vb. hemen her alandagörebileceğimiz Abide-i Hürriyet’ti.İnşası uzun süren <strong>ve</strong> ancak 1911’de, diğerbir deyişle Meşrutiyet’in itibarının içeride<strong>ve</strong> dışarıda azalmaya başladığı bir dönemdetamamlanabilen abide yazık ki mimarlarınyapılarla ilgili paylaştığı acı kadere yenikdüşüyor. Onun ölümsüzleştirmeye çalıştığısüreçle kurulan tarihsel bağımız öyle birnoktada dağılıyor ki abideyle kurduğumuzreel ilişki kopuyor <strong>ve</strong> o artık sadece tarihselbir nokta olarak kalıyor.Şüphesiz Erkmen’in bu çalışmasıylatartışmaya açtığı önemli meselelerden birimimarlık ile hafıza arasında kurduğu bağ.Yazar tüm bu yapıların hafızayla ilişkisini,her birinin söz konusu dönemin geçmişleilişkilendirilmesi bakımından oynadığı rolüzerinden kuruyor; bu minvalde, bilinendünyanın ayakların altından çekildiğiGeç Osmanlı’da onu yeniden tanıdık halegetirebilmenin <strong>ve</strong> kimi zaman da onunüzerine yeni bir dünya inşa etmeninyollarından birinin hafıza <strong>ve</strong> geçmişleilişkilenmekten geçtiğini bir kere dahateyit ediyor.Erkmen’e göre, her yapı türünde,her tarihsel anda <strong>ve</strong> her toplumsalgrup için yeniden tanımlanabilecekbir ilişki bu. Hafızanın bu kadar<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM61


62<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMönem kazanması, mikro tarihçiliğin büyükfotoğrafların gerçek hikâyelerine ulaşmanınbir aracı olarak görülmesi ile açıklanabilir;çünkü geçmiş aslında bugünün kurgusudur<strong>ve</strong> hafızanın temel işlevi de aslında değişimeanlam <strong>ve</strong>rmektir.SAM <strong>Sanat</strong> Tarihine Mümkün BakışlarMüzelerde EğitimEtkinlikleriKadriye Tezcan Akmehmet18 Ekim 2012Değerlendirme: Zeynep GökgözMüze eğitimi dediğimiz zaman ne anlıyoruz?Yıldız Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi <strong>Sanat</strong> <strong>ve</strong> TasarımFakültesi’nde öğretim üyesi olan konuğumuzKadriye Tezcan Akmehmet bu soru ilekonuşmasına başladı. Kendisiyle “<strong>Sanat</strong>Tarihine Mümkün Bakışlar” dizimizin onikinci oturumunda sanat tarihi disiplininindepoları olma vazifesi gören müzelerinbiriktirdiklerinin insanların eğitimlerine nasıl<strong>ve</strong> ne derece etkin katkılar sağlayabileceğininpeşine düştüğümüz bir konuşmagerçekleştirdik.“Müze eğitimi dediğimiz zaman neanlıyoruz?” sorusu, müze etkinlikleriçerçe<strong>ve</strong>sinde gerçekleştirilen her birprogramı, okul gezilerini, konuşmadizilerini cevap olarak düşündüğümüzhalde, düzenlenen sergilerin de bu soruya<strong>ve</strong>rilecek cevaplardan biri olabileceğinihiç düşünmediğimiz gerçeğini ortayaçıkarmasıyla ilginçti.Aslında bu çalışmaları bir anlamda kişilerinmüzelere giriş çıkışlarını artırmak <strong>ve</strong> biryakınlık kurma gayreti olarak okumak damümkün. Nihayetinde, müzelerin görevikoruma <strong>ve</strong> araştırmanın ötesinde iletişimde sağlamak. Kendinden haberdar etmek,elindekileri toplum yararına sunmak, biranlamda koleksiyon merkezli yaklaşımınyerini izleyici merkezli yaklaşımlarınalmasıyla paralel bir gelişme.Konuğumuz müze eğitiminin tanımınışu şekilde <strong>ve</strong>rdi: Müze nesneleri <strong>ve</strong>koleksiyonları aracılığı ile izleyicileringelişimine <strong>ve</strong> yaşam boyu eğitimine katkıdabulunma; yani bireylerin öğrenmesindemüze nesnelerini aracı kılmak. Böyleliklebireyin bilgi, beceri, tutum, inanç <strong>ve</strong>düşüncelerinde değişimi sağlamak.O zaman izleyici gruplarının değişkenliğinebağlı olarak farklı kişi <strong>ve</strong> gruplara yönelikçalışmalar gündeme getirilmeli, elde mevcutkoleksiyonların yorumuna gidilmeli <strong>ve</strong>nasıl aktarılacağına kafa yorulmalı, farklıyaş gruplarına farklı öğrenim modellerigeliştirilmeli.Etkin bir eğitim aracı olduklarıyadsınamayacak müzeler bu doğrultudasergiler düzenlemekte (ki temel iletişimişlevini gerçekleştirdiği alandır), eğitimprogramları gerçekleştirmekte (ki farklıişbirlikleri sağlanarak yol alınabilir) <strong>ve</strong> deyayınlar yapmakta (ki bunlar artık sadecesergi katalogları ile sınırlı değildir).Bu eğitimlerin işlerlik kazanabilmesiiçin müzelerin bu durumun farkındaolmaları, eğitim politikalarıoluşturmaları, bu iş için bölümaçmaları <strong>ve</strong> uzman kişileristihdam etmeleri gerekmektedir.


90 sonrası yıllar müze eğitiminin ayrıbir alan kabul edildiği yıllardır <strong>ve</strong> her birmüzede eğitim bölümleri kurulmaya başlanırya da en azından eğitim çalışmaları başlatılır.Daha önceleri müzelerin halka açıldığızamanlarda müzeler <strong>ve</strong> eğitim misyonlarıbirlikte düşünülmüştü. 19. yüzyılda isedoğrudan eğitim amacıyla pek çok müzekurulur. 20. yüzyılla birlikte sistemleşmebaşlar <strong>ve</strong> müze eğitiminde bilimselyaklaşımlar önem kazanır. Yetişkinlereyönelik çalışmalar ise 50 sonrasını bulur.İletişim ayağı da bu tarihten sonra eklenir.Konuğumuza göre maalesef Türkiye’dekimüze eğitimi çalışmaları yeterli değil.İstanbul’dan <strong>ve</strong> Anadolu’dan sevindiricibirkaç örnek dışında daha kat edilmesigereken çok yol var. Önce bir durum tespitiyapılması, ardından ne yapmak istiyorum,neye ihtiyacım var, nasıl ilişkiler kurabilirimdiye doğru soruların sorulmasıyla müzelerçok kolay yollarını çizebilirler. Bir degönüllülük oluşturulabilse. Bu noktadaKadriye Tezcan Akmehmet, Yıldız TeknikÜni<strong>ve</strong>rsitesi Müzecilik Bölümü’nün,gönüllü gruplarla birlikte 2003-2010tarihleri arasında Arkeoloji Müzesi’ndetarih öğretimi konusunda yaptıkları birpilot çalışmadan bahsetti. Önce ihtiyaçlarıbelirlemiş, ardından hem öğretmenlere hemgönüllülere hizmet içi eğitim <strong>ve</strong>rilmiş, ortakdeğerlendirmeler <strong>ve</strong> çocuklardan alınangeri dönüşlerle projeyi sürekli geliştirmişler.Yaşadıkları bu ciddi tecrübe ile, niyet <strong>ve</strong>isteğin önemini, her zaman yapılabilecek çokşey olduğunu görmüşler.Yalnız, standartların oluşturulması, daha üstdüzeyde düzenlemeler gerektiği de aşikar.Uluslararası kurumlara (ICOM gibi) üyelik bustandartları biraz sağlasa da yeterli değil. Kısavadeli projeler anı kurtarıyor. Müze eğitimleriise uzun vadeli çalışmalar olmak durumunda.Uzun aralıklarla geri dönüşlerin takibiyapılarak yeni hedefler çizilmesi gerekli.Dinleyicilerden birinin paylaştığı 1936 tarihlidünyada koruma amaçlı ilk laboratuarınTopkapı Müzesi’nde açıldığı bilgisinden (kiçoktan kapatıldı) bugüne geldiğimizde artıkkoruduğunun ne olduğunu bilmeyenlerile envanter çalışmalarının hâlâ beklenendüzeye erişememesi sorunları göz önünealındığında, müzelerin neyi koruduğunubilmeden neyin eğitimini <strong>ve</strong>receği sorusumanidar. Burada, öncelik kavgasınagirmeden herkesin kendi yapabileceklerininpeşine düşmesi ile bir gün bir yerde mutlakabuluşulacağı temennisi ile programımızınihayete erdirdik.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM63SAM Klasik Türk Edebiyatı KonuşmalarıTürk Tarih <strong>ve</strong> EdebiyatındaKültür Aileleri16 Kasım 2012Değerlendirme: Mukadder GezenKemal YavuzKlasik Türk edebiyat sahasına, “Türk Tarih<strong>ve</strong> Edebiyatında Kültür Aileleri” başlığıylayeni bir konu <strong>ve</strong> bakış açısı sunanİstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türk Dili <strong>ve</strong>Edebiyatı Bölümü Eski Türk EdebiyatıAnabilim Dalı Başkanı Prof. DrKemal Yavuz, <strong>Sanat</strong> Araştırmaları


64<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMMerkezi’nin Klasik Türk EdebiyatıKonuşmaları program dizisinin Kasım ayıkonuğuydu. Türk tarih <strong>ve</strong> edebiyatında aynıaileden eser <strong>ve</strong>rmiş kişiler bulunduğunadikkat çeken Yavuz, bu aileleri “kültüraileleri” olarak adlandırmanın mümkünolduğunu söyledi.Yavuz, tarihsel süreç içerisinde eser <strong>ve</strong>renşahsiyetlerden tek başlarına kalanları çeşitliörnekler üzerinden değerlendirdi: Yusuf HasHacib, Kutadgu Bilig’i yazmış fakat âdetakendi göğünde tek bir yıldız olarak kalmıştır.Atabetü’l-Hakayık yazarı Edip AhmedYüknekî, Divanü Lugati’t-Türk yazarı KaşgarlıMahmud da aileleri içinde eser <strong>ve</strong>ren tek isimolarak edebiyat tarihimizde yerlerini alırlar.Yavuz’un, “kültür aileleri” olarak tanımladığıaileler ise aile içinden en az iki, üç kişinin<strong>ve</strong> yahut da ondan sonra gelen torunlarıyazar-çizer olup edebiyat, tarih <strong>ve</strong> kültüralanlarında eser <strong>ve</strong>rmiş kimselerdir.İslamiyet öncesi dönemde, Kültigin <strong>ve</strong> kendiadına anıt diken Bilge Kağan ile yeğeni YollugTigin, ilk kültür ailesi olarak karşımıza çıkar.Biri tarihi yazarken, diğeri onun yazım işleriniyapmıştır.İslamiyet sonrası dönemden, 13. yüzyıla, yaniAlâeddin Keykubat’ın da<strong>ve</strong>tiyle Anadolu’yagelen Mevlâna’nın babası Bahaüddin Veledile başlayan Mevlâna nesli ortaya çıkıncayakadar, Türk tarihinde başka bir kültür ailesinerastlamıyoruz. Mevlâna nesli, 13. yüzyıldan21. yüzyıla kadar devam etmiş çok büyük birkültür ailesidir.Aynı dönemde Hz. Mevlâna neslininparalelinde bir başka kültür ailesi dahavardır: Baba İlyas ailesi. Âşık Paşa’nındedesi olan Baba İlyas, müritleriyle, devletibile korkutacak güce sahiptir. Nitekim I.Alaeddin Keykubat, Baba İlyas hakkındagizliden gizliye araştırma yaptırıp onunirşatlarının yerli yerinde olduğunu görüncevazifeye devam etmesini istemiştir.Ancak, aslen Hıristiyan olduğu söylenenBaba İshak adlı bir talebesi isyan çıkarıpBaba İlyas’ın ölümüne sebep olmuş, buhadiseden sonra Baba İlyas’ın oğlu MuhlisPaşa devlet takibine uğramıştır. MuhlisPaşa, Hz. Mevlâna’nın <strong>ve</strong>fatından iki seneönce doğan oğlu Âşık Paşa’yı babasınınmüritlerinden Şeyh Osman’a emanet eder<strong>ve</strong> onu yetiştirmesini, kızıyla evlendirmesiniister. Baba İlyas’tan sonra gelen, Garibnâmeyazarı Âşık Paşa ile bu aileyi üç yüzyıldevam eden bir kültür hareketinin başıolarak görüyoruz. Âşık Paşa’nın oğlu ElvanÇelebi’nin de Menâkıb-ı Kutsiyye adındabir eseri vardır. Âşıkpaşazâde, 1301 yılındaOsman Bey adına hutbe okunurken, OsmanBey kılıç kuşanırken oradadır. Âşık Paşa da,Âşıkpaşazade de Osmanlı hükümdarlarıylayan yanalardır. Âşıkpaşazade, I. Mehmed’in,II. Murad’ın <strong>ve</strong> Fatih’in arkadaşıdır. Harptede, ganimetler paylaşılırken de padişahlarlaberaberdir. Tevarih-i Âl-i Osman’ı yazmıştır.Osman Bey nesli tarihi yaparken bu ailede tarihi yazar. Bu kültür ailesi II. Bayeziddevrinden sonraki bir zamanda tarihtençekilir.Böylelikle 13. yüzyılda iki büyükkültür ailesinin, Hz. Mevlâna neslinintarikat yoluyla, Baba İlyas neslindenÂşıkpaşazade’nin ise tarih yazımıile faaliyetlerine devam ettiklerigörülüyor.Yavuz, 14. yüzyılda küçük kültüraileleri olduğuna da değindi.


Süheyl ü Nevbahar’ı yazmaya başlayanHoca Mesud’un yeğeni İzzettin Ahmed’dir.Yeğeninin ölümü üzerine eseri Hoca Mesudtamamlar. Aynı şekilde Hüsrev ü Şirin’iyazmaya başlayan Şeyhî ölünce devreyeyeğeni Cemâlî girer. Sultan I. Mehmeddöneminde yeni bir kültür ailesi ortaya çıkar<strong>ve</strong> Yazıcı Salih ile oğulları Ahmed-i Bîcan<strong>ve</strong> Yazıcıoğlu Mehmet’in edebi faaliyetleribu asrı doldurur. Ayrıca Selçuklu tarihiniyazan Âlî isimli bir zatın da Yazıcı Salih’inoğlu olduğu söylenmektedir. Bu şekildeeser <strong>ve</strong>ren aileleri “küçük kültür aileleri”olarak adlandırabileceğimizi söyleyen Yavuz,Fatih devrinin sonunda Akşemseddin <strong>ve</strong>oğullarının da küçük kültür ailesine örnekolarak ekledi. Akşemseddin’in büyük oğluâlim bir kimsedir, en küçük oğlu edebifaaliyetler içinde olan Hamdi’dir. Mevlîd,Leyla ile Mecnun, Ahmediyye, Yusuf u Zelihaadlı eserleri vardır.Bir kültür ailesi olarak: OsmanlıHanedanlığıKemal Yavuz, Fatih devrini bitirdiğimizzaman yeni <strong>ve</strong> büyük bir kültür ailesininortaya çıktığını söylüyor. Bu kültür ailesiOsmanlı Hanedanlığıdır. Fatih’le başlayannesil, ilk <strong>ve</strong> büyük divanını da Fatih ile<strong>ve</strong>rmiştir. Çocukları Cem <strong>ve</strong> Bayezid debabaları gibi şairdir. Cem’in, Asya’dan birmesnevi tercüme ettirmesi, Sarı Saltuk’unmenkıbelerini toplatması ise babasındanfarklı bir kültürel faaliyet olarak görülür.Böylece, Osmanlı Hanedanlığını bir kültürailesi olarak da değerlendiren Yavuz,bunun nedenlerini sıralarken OsmanlıDevleti’nin kuruluşunda üç şeyin mühimolduğunu belirtiyor: Gaza ruhu, alfabebirliği <strong>ve</strong> geçmişten gelen tarihin devrimeselesi. Osmanlı Hanedanlığının bir kültürailesi olarak ortaya çıkmasına yol açan buetkenlerdir. Ancak, 1300 yılında kurulanOsmanlı Devleti, ilk eserini 1409’da Mevlîdile <strong>ve</strong>rmiştir. Kemal Yavuz, devletlerde edebifaaliyetlerin birden bire oluşmadıklarına,Osmanlı’da bir asra yayılan bu süreninGermiyan Beyliğinde altmış sene içerisindegerçekleştiğine dikkatleri çekiyor. Budurumda, Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın<strong>ve</strong> ondan sonra gelen Yakup Bey’in şair <strong>ve</strong>yazarlara <strong>ve</strong>rdiği desteğin büyüklüğü ortayaçıkar. Osmanlı Hanedanlığı ise 400 senedevam edecek bir kültür ailesidir.Osman Hanedanın paralelinde Timur’unkendisi <strong>ve</strong> çocukları, bu dönemdeki ayrı birkültür ailesi olarak karşımıza çıkar. Timur’unbizzat kendisinin yazdırdığı bir kitabe vardır.Hüseyin Baykara’dan başlayarak BabürŞah’a kadar hepsi Timur hanedanlığınamensuptur.Prof. Yavuz, kültür ailelerini bu şekildetanıttıktan sonra her bir kültür ailesinin Türktarihinde farklı roller üstlendiklerini <strong>ve</strong> farklımesajlar taşıdıklarını iki büyük kültür ailesiüzerinden örneklendirdi:Hz. Mevlâna zamanı, bir parçalanma <strong>ve</strong>ayrılıklar zamanıdır. Anadolu Moğollartarafından işgal edilir. Böyle olunca Hz.Mevlâna, Mesnevi’sinde ayrılıklardanşikayet etmektedir. Yavuz, Mesnevi’nin ilkbeytinin tasavvufî tarafı ağır basmaklaberaber tarihsel koşullardan duyulanıstırabın da sesi olduğu görüşünde.Mesnevi’deki diğer hikâyelerle de bugörüşü destekleyen Yavuz, tarikat<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM65


66<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMyolu ile faaliyet gösteren bu kültür ailesinintaşıdığı mesajı “ayrılıkların zararları” olarakifade etti.Mevlâna’dan elli sene sonra, devrindiğer büyük bir kültür ailesi olan Babaİlyas ailesinden gelen Âşık Paşa ise“birliğin faydalarını” anlatacaktır. Yavuz,Garibnâme’den anlattığı hikâyelerle ÂşıkPaşa’nın taşıdığı mesajın “birliğin faydaları”olduğunu dile getirdi.Türk tarih <strong>ve</strong> edebiyatındaki “kültüraileleri”ni bulundukları tarihsel süreçiçerisinde ele alıp her kültür ailesinintaşıdığı mesajları ilim âlemine tanıtanYavuz, Osmanlı hanedanlığını diğer kültürailelerinden ayıran özelliğin sorulmasıüzerine, Osmanlı padişahlarının bizzat eser<strong>ve</strong>rmelerinin kültür <strong>ve</strong> sanat hareketlerinidaha ileri götürdüğünü belirtti. Kültürhareketlerini daha ileriye götüren buözelliği ise Osmanlı padişahlarının henüzsancaklarda yetişirken kazandıklarının altınıçizdi. Çünkü padişahlığa hazırlanan herşehzade sancakları birer “küçük saray” halineçevirmek, kültür hareketlerini desteklemekmecburiyetindedir.Fars EdebiyatınınOluşumunda Türk Dil <strong>ve</strong>Kültürünün Etkisiİsrafil Babacan29 Aralık 2012Değerlendirme: Turgay Şafak<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi tarafındandüzenlenen Klasik Türk EdebiyatıKonuşmaları’nın sekizinci oturumu YıldırımBeyazıt Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türk Dili <strong>ve</strong> EdebiyatıBölümünden Doç. Dr. İsrafil Babacan’ınkatılımıyla gerçekleşti. Konuşmasına İranüni<strong>ve</strong>rsitelerinde ders kitabı olarak okutulanedebiyat kitaplarında Türklere <strong>ve</strong> Türkedebiyatına yaklaşımlarının oldukça sorunluolduğunu belirterek başlayan İsrafil Babacanİran <strong>ve</strong> Türkiye’den konuya dair örnekler<strong>ve</strong>rdi. İranlı meşhur edebiyat tarihçisiZebihullah Safa’nın Tarih-i Edebiyat derİran adlı eserinden <strong>ve</strong> Türkiye’den ise FuadKöprülü <strong>ve</strong> Nihad Sami Banarlı’nın konuyadair eserlerinden örnekler <strong>ve</strong>rdi.Öncelikle Fuad Köprülü’nün Türk EdebiyatıTarihi adlı eserindeki İran edebiyatı başlıklıbölümünden hareketle İran edebiyatınayaklaşımı hakkında şunları söyledi: “Eski birmedeniyetin merkezi <strong>ve</strong> başlangıcı olan İran’ındaha Kiyâniyan zamanında bile milli biredebiyata malik olduğu muhakkaktır.”Yine Köprülü Türklerin İran edebiyatınımodel almaları hususunda ise şöyledemiştir: “Türkler İslam medeniyet <strong>ve</strong>edebiyatı ile temas <strong>ve</strong> ona alışarak kendileride o yolda bir medeniyet vücuda getirmekistedikleri zaman yani hicri beşinci yüzyıldacoğrafi mevki gereğince kendileriyle eskidenberi siyasi <strong>ve</strong> iktisadi münasebetlerdebulundukları Acemlerin edebiyatı belirlişekiller <strong>ve</strong> kaideleri <strong>ve</strong> mükemmelnumuneleri ile tam bir klasik edebiyathalini almıştır. Böyle olunca TürklerMa<strong>ve</strong>raünnehir’deki Türk saraylarındabüyük bir mevki kazanmış olan buedebiyatın şekil <strong>ve</strong> kaidelerini esaslıbir şekilde alarak onun vücudagetirdiği numuneleri taklidebaşladılar. Acem edebiyatı


yüzyıllar boyunca Türkler için örnek oldu,yalnız kelime <strong>ve</strong> nazım şekilleri değil hattaAcem ruh <strong>ve</strong> zevki de edebiyatımızdahükümran olmaya başladı.”Konuşmacı, İran edebiyat tarihiaraştırmacılarının Türk edebiyatınayaklaşımlarına örnek olarak ise daha öncede belirtilen Tarih-i Edebiyat der İran adlıhacimli eserin müellifi Zebihullah Safa’nıngörüşlerine yer <strong>ve</strong>rdi. Safa’nın, eserindehicri beşinci yüzyılda sosyal <strong>ve</strong> ekonomikdurumdan bahsederken “Gulâmân <strong>ve</strong>Kenîzekân-ı Türk” adlı bir başlık açarak dahabaşlıkta Türkleri küçük görmeye başladığınıbelirten Babacan, Türklerin Abbasi ordusuhariç tarihin hiçbir döneminde köleolmadıklarını belirtti. Safa’nın ayrıca Türkcariyelerle evlenen İranlıların soylarınınbozulduğunu ileri sürdüğünden, Selçukludöneminden bahsederken bu döneminsarı ırka mensup kölelerin hakimiyeti diyeadlandırdığından bahseden Babacan,Safa’nın Türkleri hakir gören görüşlere sahipİsrafil Babacan daha sonra bir diğerolduğunu da sözlerine ekleyerek oturumunedebiyat tarihi yazarı olan Nihad Samiasıl konusuna geçiş yaptı.Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı TarihiBir edebiyatın bir başka edebiyata etkisiadlı eserinde İran Edebiyatına yaklaşımınıhususu incelenirken dört konunun gözşu şekilde aktardı: “Mensur <strong>ve</strong> manzum eserönünde bulundurulması gerektiğine işaret<strong>ve</strong> tesirleriyle gerek Arap Edebiyatı gerekeden İsrafil Babacan bunları şu şekildeKlasik İran Edebiyatı sanatı yalnız kendilerisıraladı:için değil, bizim Türk edebiyatı için klasikörnek olmuştur. Üstün bir klasik sanatterbiyesiyle İslami Türk Edebiyatının yalnızilk simaları değil, bu edebiyatın yüksek çokseviyesindeki etkidevirlerinin en büyük şairleri de eski Arap<strong>ve</strong> İranlı üstatları devamlı saygı <strong>ve</strong> bağlılıklatakip etmişlerdir.” Böylece, Türk edebiyatBu sıralanan etkilerden en zayıfınıntarihi araştırmacılarının İran edebiyatınakelime seviyesindeki etki olduğunu, zirayaklaşımlarını bu örnekler üzerindenhiçbir medeniyet dilinin diğer dillerdendeğerlendiren Babacan, hem Köprülü hemetkilenmemesinin düşünülemeyeceğinide Banarlı’nın milliyetçi düşünce yapısınabelirttikten sonra asıl önemli etkinin gramer,sahip olmalarına karşın İran edebiyatınıüslûp, edebi malzeme <strong>ve</strong> en önemlisininoldukça yüceltici bir bakış açısıyla elepatronaj etkisi olduğunu ifade etti.aldıklarını söyledi.Türkçenin Farsça üzerindeki kelimeseviyesindeki etkisinden bahsederkenhenüz bu konu hakkında ne Türkiye’de nedünyada ciddi çalışmalar yapılmadığınıdile getiren Babacan, bu konu ile ilgiliyapılmış ilk çalışmanın Fuad Köprülü’nün1938 senesinde yapılan ŞarkiyatçılarKongresi’nde sunduğu “Yeni FarisidekiTürkçe unsurlar” adlı makaleolduğunu <strong>ve</strong> burada Köprülü’nün 2<strong>80</strong>Türkçe kelime tespit ettiğini söyledi.1. Kelime seviyesindeki etki2. Gramer, üslûp <strong>ve</strong> edebi şekil <strong>ve</strong> tarzlar3. Kültür <strong>ve</strong> edebi malzeme etkisi4. Patronaj etkisi<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM67


68<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMKonu ile ilgili ikinci çalışma iseGerhard Doerfer tarafından hazırlanmışTürkische und mongolische elemente imneupersischen (Yeni Farsçada Türkçe <strong>ve</strong>Moğolca unsurlar) adlı eser olup bu eserde 2545 Türkçe <strong>ve</strong> Moğolca sözcüğün DerîFarsçasında kullanıldığını tespit etmiştir.Günay Karaağaç’a göre bu eserin iki önemlizaafı vardır; birincisi Türkçe <strong>ve</strong> Moğolcakelimelerin ayrılmamış olması, ikincisiise günümüzde kullanılan pek çok Türkçekelimenin kitapta yer almamasıdır. Konuhakkında yapılmış en geniş çalışma iseİran’da Adil İrşadîferd’in hazırladığı Ferheng-iVâjegân-i Türkî der Zebân <strong>ve</strong> Edebiyât-ı Fârisîadlı kitaptır. Bu eserde müellifin sadece klasikFarsça sözlüklerdeki Türkçe olarak belirtilmişkelimeleri tespit ederek 3000 kelimeyi ortayaçıkardığını söyleyen Babacan konuşmadilinin incelenmediğini sözlerine ekledi.Gramer, üslûp, edebi şekil <strong>ve</strong> tarzlarseviyesindeki etkinin daha büyük <strong>ve</strong> önemlibir etki olduğunu söyleyen Babacan bukonunun kimsenin dikkati çekmediğiniiddia etti. Bu konu hakkında bazıdüşünceleri olduğunu ama henüz bunlarınkanıtlanmamış olduğunu söyledi.Konunun dilciler tarafından araştırılmasıgerektiğini belirten Babacan, Pehlevicedeolduğu halde Derî Farsçasında ortadankalkmış dişillik-erillik meselesi, gül-rû, pederzen,ru-siyeh gibi terkiplerin Farsça terkipyapısına uymaması <strong>ve</strong> bazı Farsça fillerdeettirgenlik <strong>ve</strong> oldurganlık yapılarının Türkçeyebenzemesi gibi konuları örnek olarak <strong>ve</strong>rdi.Nazım şekilleri açısından etkinin deönemli olduğunu belirten konuşmacıFars şiirinde rubaînin Türk nazım biçimiolan tuyuğdan etkilenerek ortaya çıkmışolabileceğini sözlerine ekledi. Bunun yanındaşehrengiz türünün ilk dönemlerde Farsçadabulunmadığı <strong>ve</strong> Türkçe şehrengizlerdenetkilenerek yazıldığını belirtti. Üslûpaçısından da Türkçenin Fars edebiyatüslûplarını etkilediği belirten Babacan,buna 17. yüzyıl şairlerinden Tarzî-yi Efşâr’ınkendine has üslûbundan örnekler <strong>ve</strong>rdi.Kültür <strong>ve</strong> edebi malzeme açısından etkileredair örnekler <strong>ve</strong>rirken dönemin şairlerininTürk İran kültürlerine bakışlarını yansıtanbeyitlerden faydalanan Babacan ilk dönemşairlerinin pek çoğunun şiirlerinde Türkleriövdüğünü <strong>ve</strong> İran kahramanları karşısındaTürk Sultanlarını yücelttiğini ifade etti.Türk kültürünün Fars Edebiyatına etkisikonusunda en önemli <strong>ve</strong> belirgin unsurunpatronaj olduğunu belirten Babacan, İran’daGazneliler’den itibaren yirminci yüzyıla kadarTürklerin hükümdar olduğunu <strong>ve</strong> Gazneli,Selçuklu, İlhanlı <strong>ve</strong> diğer Türk hükümdarlarınsaraylarında çok sayıda şair bulunduğunu <strong>ve</strong>sultanların pek çok caize <strong>ve</strong> hediyeler <strong>ve</strong>rerekşairleri teşvik ettiğini sözlerine ekledi.İranlı araştırmacıların patronaj konusundakigörüşlerini eleştiren Babacan, ŞibliNumanî’nin “İran’da şiir <strong>ve</strong> şairlik devletlerinbereketiyle ortaya çıkmış <strong>ve</strong> her yöneticininzevk <strong>ve</strong> anlayışıyla doğru orantılı olarakgelişmiştir” görüşünü aktararak GazneliMahmud’un Unsurî <strong>ve</strong> Zînetî’ye yazdığışiirler karşılığında elli bin dirhem <strong>ve</strong>rdiğini,Selçuklu sultanlarının şairlere çok iyidavrandığını <strong>ve</strong> Sultan Sencer’in şairleribizzat ziyaret ettiğini sözlerine ekledi.Konuşmasını konuya dair önemlianekdotlarla zenginleştiren Babacankonuşmasını dinleyicilerden gelensorulara cevap <strong>ve</strong>rerek sonlandırdı.


SAM <strong>Sanat</strong>HafızaÖznel Deneyim MekânıOlarak Biyolojik Hafıza:Hafızanın Bilinç <strong>ve</strong>Benlikle İlişkisi20 Ekim 2012Değerlendirme: Zeynep Lübeyna BiliciEyüp Süzgün<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi’nin yenibaşlattığı <strong>Sanat</strong>Hafıza toplantı dizisininilk konuğu Eyüp Süzgün’dü. İstanbulÜni<strong>ve</strong>rsitesi Felsefe Bölümünde“İndirgemeci-Olmayan Ben-MerkezliBir Bilinç Yaklaşımı” konulu doktoraçalışmasını sürdüren Süzgün, hafıza,bilinç <strong>ve</strong> benlik ilişkisi üzerinden “özneldeneyim” problemini içeren bir konuşmayaptı <strong>ve</strong> sanatın öznel deneyim mekânı olan“biyolojik hafıza”yla ilişkisine değindi.Süzgün sunumuna hafıza, bilinç <strong>ve</strong> benliksorunlarına genel bir girişle başladı <strong>ve</strong>bu meselelerin tarihsel arka planını <strong>ve</strong>ayrıştırıcı noktalarını aktardıktan sonra,temel mesele olan öznelliğe <strong>ve</strong> öznelliğinhafızayla ilişkisine değindi. Önce hafızayıkendi içerisinde tasnif eden nörobiyolojikyaklaşımları, ardından hafıza-bilinçilişkisini açıklayan modelleri, son olarakda bu modellere benliğin eklenmesiyleinsana özgü bir biyofiziksel zeminde ortayaçıkan öznel deneyim <strong>ve</strong> biyolojik hafızameselelerini açıkladıktan sonra bunlarınsanatla ilişkilendirilmesi için temel sorularınıgündeme getirdi.Her insan tekinin daha sonrahatırlamak için mevcutdünyayı iç <strong>ve</strong> dış dünyadaolmak üzere iki şekildekodladığını/biçimlediğinisöyleyerek sunumunabaşlayan Süzgün, dünyada“biyolojik hafıza”, dışdünyada ise resim, mimari,yazı <strong>ve</strong> dijital kayıtlar gibi“yapay hafızalar” aracılığıylakodlandığını ifade etti.Fenomenolojik açıdan ele alındığında, sahipolduğu biyofiziksel yapıdan dolayı insanındünyayı belli bir bakış açısından (bir öznellikiçinde) deneyimlemek zorunda kaldığınıvurgulayan Süzgün, biyolojik hafızanınöznel mimarisinin bu deneyime ev sahipliğiyaptığını, bu yüzden de öznel bir deneyimtürü olarak sanat söz konusu olduğundabu biricik bakışı mümkün kılan biyolojikhafızanın tartışmanın odağında olmasıgerektiğini belirtti.Hafızanın “tarihi” ile sunumuna devameden Süzgün, tarihsel bağlamda mitolojikhafıza ile modern hafıza anlayışı arasındaciddi farklılıklar olduğunu belirtti. “Mitolojikhafıza”, insanoğlunun bu dünyadabulunma durumunun ya da zihninin kendigündemine getirdiği bir takım konuların(Tanrı, evrenin varlığı <strong>ve</strong> ölüm sonrasıgibi) kökenleriyle ilgili merakınıngiderilmesine yönelik kozmogonik,teogonik <strong>ve</strong>ya jeneolojik anlatılardır.On sekiz <strong>ve</strong> on dokuzuncu yüzyıldanitibaren şekillenmeye başlayan“tarihsel hafıza” ise daha çok kişisel<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM69


70<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAManlatılarla tarihsel bir takım anlatıları bizeulaştırması açısından, mitolojik hafızatüründen ayırt edilir. Özellikle on dokuzuncuyüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayanbilimsel hafıza çalışmaları ise meseleyefarklı bir boyut kazandırmış <strong>ve</strong> 1950’lerdeortaya çıkan bilişsel bilimler ile 19<strong>80</strong>’lerdebilişsel sinirbiliminde yaşanan gelişmelerinardından hafızayla ilgili çalışmalar büyükoranda sinirbilimsel alana kaymıştır.Süzgün, sunumunu <strong>80</strong> sonrası tartışmalarçerçe<strong>ve</strong>sinde devam ettirdi.İnsanın hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaçduyduğu deneyimlerinin “depolandığı”yer olan hafıza, sinirbilimsel olarak içeriğe(örtük <strong>ve</strong> açık <strong>ve</strong>ya semantik <strong>ve</strong> epizodikgibi) <strong>ve</strong> zamana bağlı (kısa süreli, uzunsüreli) hafıza şeklinde iki farklı açıdansınıflandırılabilir. Ancak birincisinin ikincisiiçinde değerlendirildiği tek bir sınıflamayoluna da gitmek mümkündür. Buna görezamana bağlı hafıza kendi içinde “kısasüreli” <strong>ve</strong> “uzun süreli” hafıza olmak üzereiki sınıfa ayrılmaktadır. Dikkat işlevini yerinegetirmede kullanılan <strong>ve</strong> çalışma belleği olarakda adlandırılan kısa süreli hafıza, daha çokalgısal <strong>ve</strong> yüzeysel kodlamayla ilişkilendirilir<strong>ve</strong> az sayıda <strong>ve</strong>rinin (5-7 unsur) kısıtlı bir süreboyunca çevirim içi tutulduğu hafıza türüdür.Daha çok derin <strong>ve</strong> semantik kodlamaylailişkilendirilen uzun süreli hafıza ise, bilgiyiçevirim içi tutarak hayat boyu saklanmasınısağlar. Bu hafıza türü de, bilinçlihatırlamadan bağımsız olan <strong>ve</strong> bu sayedekişinin daha hızlı iş yapmasını sağlayanörtük (hazırlama <strong>ve</strong> prosedüral bellek) ile engeniş biçimde bilinçli hatırlamayı sağlayanaçık (epizodik/otobiyografik <strong>ve</strong> semantikbellek) hafıza olmak üzere içeriğe göre kendiiçinde ikiye ayrılmaktadır. Hafızanın buzamansal boyutu/karakteri aynı zamandaonun benzersiz yanını da oluşturur. Kişininister “şimdi” <strong>ve</strong> “burada” ile ilgili his, duygu<strong>ve</strong> düşünceleri olsun isterse zaman içindegeçmişe doğru zihinsel olarak yolculukyapması olsun, hepsi ancak <strong>ve</strong> ancakhafızayla mümkün olmaktadır.19<strong>80</strong>’lerde bilinç araştırmalarındameydana gelen hızlı yükselişle birliktebilinçli farkındalığın doğasının da giderekaydınlatıldığını <strong>ve</strong> hafızanın bundaki rolünündaha bir belirginlik kazandığını belirtenSüzgün, bilincin kabaca “bir kimseninkendi deneyimlerinin fenomenolojik olarakfarkındalığına sahip olmasını sağlayanzihinsel durum <strong>ve</strong>ya durumlar” şeklindekabaca tanımlanabileceğini ifade etti. Bilinç<strong>ve</strong> hafıza ilişkisini modelleyen yaklaşımların“yapısal temelli” <strong>ve</strong> “işlevsel temelli”olmak üzere iki şekilde tasnif edildiğiniaktaran Süzgün, öznel deneyimi işlevseltemelli teorilerin üç alt dalından biri olan“deneyim temelli” teoriler altında açıkladı.Ulrich Neisser ile Elden Tulving’in öncüçalışmalarıyla şekillenen <strong>ve</strong> diğerlerindenfarklı olarak hafızanın bir depolama aygıtıgibi düşünülmediği bu teoriye göre, herhafıza türüne (prosedüral, semantik <strong>ve</strong>epizodik) farklı bilinç durumları (anoetik,noetik <strong>ve</strong> autonoetik) eşlik eder. Özelliklebilinç <strong>ve</strong> hafıza arasındaki ilişkiye dayananbu yaklaşımlar ilerleyen dönemlerde farklıbenlik türlerini de (örneğin Damasiocuilkben, çekirdek ben <strong>ve</strong> otobiyografik benşeklindeki üçlü tasnifi) içerecek şekildegenişletilmiş <strong>ve</strong> bilişsel psikologlarınbir bilgi-işlem sürecinin parçasışeklinde değerlendirdikleri hafızaartık bilinç <strong>ve</strong> benlikle birlikteöznel deneyimin merkezi haline


getirilmiştir. Tulving’in anoetik, noetik<strong>ve</strong> otonoetik diye adlandırdığı üç bilinçtüründen bahseden Süzgün, bunlardanotonoetik bilincin, öznel deneyimlerimizintemeli olan <strong>ve</strong> “hatırlama”yı <strong>ve</strong>ya zamanınöznel olarak deneyimlenmesini sağlayanepizodik hafızada bulunduğu bilgisini <strong>ve</strong>rdi.Dolayısıyla kişide öznel deneyim ancakepizodik bellek <strong>ve</strong> otonoetik bilinç gelişimiylemümkün olmaktadır.Hafızayı hem tarihsel bağlamda hem desinirbilimsel açıdan teorik olarak ele alanSüzgün, bilinç <strong>ve</strong> benliğin dahil olmasıylabirlikte artık yalnızca insana özgü olan birbiyolojik hafızanın ortaya çıktığından sözedilebileceğini belirtti. Bu biyolojik hafızanınen temel niteliğinin ise, sanatın içindekonumlandırılabileceği öznel deneyimalanına “yer açması” olduğunun altını çizdi.En sonunda ise, hafıza-bilinç-benlik ilişkisi,biyolojik hafıza <strong>ve</strong> öznel deneyimin sanatlailişkisine dair birkaç soruyla konuşmasınınihayete erdirdi.u Mitolojik, tarihsel <strong>ve</strong> biyolojik hafızabağlamında düşünüldüğünde, hemontolojik hem de epistemolojik açıdansanatı nasıl konumlandırmak gerekir:<strong>Sanat</strong>, hakikatin bilgisini mi yoksasanatçının dünyada olma durumunadair öznel deneyimlerinin bilgisini mi<strong>ve</strong>rmektedir? (Bu durumda sanatçı kimdir:Varlığın <strong>ve</strong> varoluşun bilgisini sunan birozan mı yoksa insana özgü bireysel içselöznel dünyaya kapı aralayan, o dünyayısanatsal bir yaratıya dönüştürecek şekildedeğişik açılardan fotoğraflayan ya da onuözneler-arası bir alanda dolaşıma sokarakinsan özüne dair bilgiye ulaştıran biri mi?)u Tarihsel hafıza dikkate alındığında,sanatın büyük oranda işlevsel bir niteliktaşıdığı <strong>ve</strong> birtakım ideolojik amaçlardoğrultusunda kullanıldığı görülüyor.Acaba sanat, hafızayı ideolojik amaçlariçin kullanabilir mi? Ya da ideolojik açıdanbir (toplumsal) hafıza kurmak için sanatabaşvurulabilir mi? (Birinci <strong>ve</strong> İkinci DünyaSavaşları sonrasında insanlar geçmişlerini,yok olan hatıralarını yeniden inşa etmekdurumunda kaldıklarında yaptıkları gibi)u Bir bilince <strong>ve</strong> benliğe sahip olduğuiçin biyolojik hafıza öznel fenomenalbir karaktere sahiptir. Ancak bir öztaşımayan tüm yapay hafızalar hiçbirzaman bu öznel durumlara, fenomenaldeneyimlere sahip olamayacağı içinteknolojik imkânlarla gerçekleştirilenbirtakım sanatsal faaliyetler (örneğinsinema, fotoğraf) bir hafızaya tekabüledebilir mi? Bununla bağlantılı olarak,yapay belleklere sahip akıllı sistemlerin(örneğin robotlar, bilgisayarlar) sanat eseriyaratabileceğinden söz etmek mümkünmüdür?u Biyolojik hafıza, dünyanın öznel birbakış açısından içsel olarak kodlandığıinsana özgü bir sistemse <strong>ve</strong> sanatın daancak bu içsel öznel alanda kendisine yerbulabileceği kabul edilirse, bir sanatçıeliyle oluşturulmuş sanat eserinin başkabir kimse tarafından sanatçının sahipolduğu öznel bakış açısıyla yenidendeneyimlenebilmesi mümkün müdür?(Aksi durumda, sanatın bu içselöznel alanda değil, öznelliklerarasıbir ortak yaşam dünyasındakonumlandırılması gerekecektirki bu durumda da sanatçı ile eserarasındaki ilişkinin hakikatitartışmalı bir hal alacaktır.)<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM71


72<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMDeleuze’ün FelsefesindeHafıza <strong>ve</strong> Sinema29 Kasım 2012Değerlendirme: Celil CivanMahmut MutmanFransız düşünür Gilles Deleuze, Kant’tanKiergegaard’a, Nietzsche’de Bergson’a kadarfelsefecilere uzanıp o güne dek sinemadünyasının belli başlı bütün filmleriniele alarak “sinema <strong>ve</strong> felsefe” sahasınıentelektüel yetkinlikle kat eden <strong>ve</strong> filmteorisinde yeni bir çığır açan iki ciltlikkitabına görece mütevazı, sadece ele aldığıterimlere gönderme yapacak şekilde isim<strong>ve</strong>rmiştir: Sinema 1, Hareket-imaj <strong>ve</strong> Sinema2, Zaman-imaj.Deleuze, bu iki kavramla sinema tarihiniyeniden dönemlendirir. Düşünür, İkinciDünya Savaşı dönemini, İtalyan YeniGerçekçi sinemasına kadar gelen sürecihareket-imaj sineması olarak adlandırır.Söz konusu sinema etki-tepki odaklıdır;perdedeki imajın harekete bağlı bir amacıvardır <strong>ve</strong> bu imajlar seyircinin duyumotorşemasına hitap eder. İkinci DünyaSavaşı’nın yarattığı yıkım sonucunda buimajla hareketin bütünlüğü de kaybolur<strong>ve</strong> ortaya özerk bir imaj çıkar. Söz konusuimaja genel olarak zaman-imaj adını<strong>ve</strong>ren Deleuze’e göre bu terim saf düşünceodaklıdır. Avrupa’nın yaşadığı bunalımsinema dünyasını da etkilemiş, harekete bağlıimaja özerkliğini kazandırmış <strong>ve</strong> sinemanındüşünce alanında etkili bir sanat olmasınasebep olmuştur.<strong>Sanat</strong> Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği<strong>Sanat</strong>Hafıza programlarının ikincisininkonuğu Şehir Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nden Prof. Dr.Mahmut Mutman “Deleuze’ün FelsefesindeHafıza <strong>ve</strong> Sinema” başlıklı konuşmasındaDeleuze’ün felsefe <strong>ve</strong> sinemaya dairfikirlerinden ziyade Deleuze’ü etkileyenBergson’un zaman kavramı üzerine konuştu.Bergson’un mevcut hafıza teorilerindenfarklı bir teorisi olduğunu söyleyen Mutman,Bergson’a göre hafızanın bir yerde, meselabeyinde değil, zamanda muhafaza edildiğinibelirtti. Çoklukları niceliksel <strong>ve</strong> nitelikselolarak ikiye ayıran Bergson’a göre zamansayılabilir bir şey olmaktan çok “tecrübeedilir” bir şeydir <strong>ve</strong> Bergson bu tecrübeedilebilir zamanı “süre” (durée) olarakadlandırır. Niceliksel çokluk olarak zamanhomojen <strong>ve</strong> bölünebilir şeylerdir; bir gününyirmi dört saat, bir yılın on iki ay olması gibi.Oysa niteliksel çokluk olarak süre, tecrübeyedayandığı için bölünebilir, hesaplanabilirdeğildir. Başka bir deyişle yetmiş yaşına kadaryaşayan iki kişinin niceliksel zamanı (yetmişyıl) aynı olsa da niteliksel zamanları (tecrübeettikleri süre) aynı değildir. Bu noktadaMutman, süre’nin sempati gibi kişiselduygularla bağlantılı olduğunu belirtti.Bergson’un “hafızanın paradoksu”dediği kavramı ele alan Mutman, bunoktada geçmişin geçmiş olmadığını,şimdi <strong>ve</strong> geleceği her an ihtiva ettiğinivurguladı. Buna göre geçmiş <strong>ve</strong> şimdiiki ayrı ân değildir, her zaman biraradadır. Bu anlamda Bergson’unbir düşünsel devrim yaptığını


söyleyen Mutman, genel geçer düşüncedeki“önce algı gelir” önermesinin yerini “hafızaolmazsa algı da olmaz” önermesine bıraktığınıvurguladı. Bergson’dan hareketle kavramlarınıgeliştiren Deleuze Sinema 2 kitabında buiç içeliği –geleceği de katarak– şu şekildetanımlar: “Geçmiş <strong>ve</strong> geleceğin musallatolmadığı bir şimdi yoktur ki, bu geçmiş birönceki şimdiye indirgenemeyeceği gibigelecek de gelmekte olan bir şimdiden ibaretdeğildir.”Bergson’un zaman <strong>ve</strong> hafızaya dairdüşüncelerini özetleyen Mutmankonuşmasının son kısmında hareket-imaj <strong>ve</strong>zaman-imaja değindi. Bergson’un sinemayıbir yanılsama olarak gördüğünü söyleyenMutman burada Bergson’un sinemanın“saniyede yirmi dört kare” olmasına getirdiğieleştiriyi dile getirdi. Mutman, Bergson’a görehareket <strong>ve</strong> zamanın bölümlenemez olduğunu,bölümlenen şeyin ise mekân olduğunuifade etti. Oysa Deleuze’e göre sinemanınasıl marifeti yirmi dört kare aracılığıyla birsüreklilik sağlamaktır <strong>ve</strong> sinema hareket, dahadoğrusu hareket-imajlar yaratır. Hareketimajın“bildiğimiz Hollywood” sinemasıolduğunu söyleyen Mutman söz konusuimajın genel olarak üçe ayrılabileceğini dilegetirdi. Algı-imaj öznel bakış açısını göstersede Deleuze’e göre sinema kameranın görüşaçısını da devreye soktuğu için bu, yarıözneldir. His-imaj yüzün yakın plan çekimidir<strong>ve</strong> eylem-imaj anlatısal yapıya en uygunimajdır. Genelde bir olay örgüsüne dayananbu imaj mevcut bir durumu, mevcut durumunbozulmasını <strong>ve</strong> sonrasında tekrar eski halinedönmesini işaret eder. Dolayısıyla hareketimajklasik anlatıya en uygun yapıdır.İkinci Dünya Savaşı ile yaşanan yıkımneticesinde hareket-imajın dayandığı motorduyuşemasının, başka deyişle algının,nesneler arasında irtibat kuracak zihinselyapının krize girdiğini söyleyen Mutmanbu krizin aynı zamanda zaman-imajındoğumunu da sağladığını söyledi. Hitchcock,Yeni İtalyan Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgasıgibi akımların bu imaj üzerinden filmselsüreci dile getirdiğini söyleyen Mutmankameranın söz konusu akımlara ait filmlerdebir hikâyeden ziyade travmatik bir haliçinde olduğunu ifade etti. Zira bu imajlaralgının ötesine kaçan, yakalanamaz, ifadeedilemez imajlardır. Deleuze böylesi bir imajimkânının klişeleri aşarak “saf düşünceyi”harekete geçirebilme ihtimali üzerinde durur.Mutman haklı olarak Bergson’un sinemadanpek hazzetmediğini söylese de BergsonMadde <strong>ve</strong> Bellek isimli çalışmasında handiysesinemasal bir bellek imajı tasvir eder. NitekimDeleuze’ün imaj envanteri de buradanyola çıkarak oluşturulmuştur. Envanterdensöz etmişken Deleuze’ün hafızayı geçmiş,şimdi <strong>ve</strong> geleceğin bir arada olduğu sanal<strong>ve</strong> aktüel imajlardan oluşan, Borgesvariçatallanmış bir bahçeden ibaret gördüğünüde eklemek gerekir. Deleuze’e göre sinemaşimdiye odaklansa dahi geçmiş <strong>ve</strong> gelecektenkurtulamaz, her imaj aynı anda hem sanalhem de aktüeldir.<strong>Sanat</strong>Hafıza oturumlarının ikincisinekonuk olan Mahmut Mutman Deleuze’denziyade ağırlıklı olarak Bergson’un hafızakavramına değinirken “sinema <strong>ve</strong>felsefe” odaklı popüler girişimlerenispetle Deleuze’ün sinemaya dairdüşüncelerine de özet teşkil edecekkısa bir giriş yapmış oldu.<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM73


74<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM8 Aralık 2012Değerlendirme: Metin DemirMimarlık<strong>ve</strong> HafızaBülent Tanju<strong>Sanat</strong>Hafıza toplantı dizisinin üçüncüoturumunda Aralık ayı boyunca konuyla ilgilidört sunum yapan Prof. Dr. Bülent Tanju’yuağırladık. Bülent Tanju’nun sunumların ilki“Mimarlık <strong>ve</strong> Hafıza” üzerineydi.Tanju, konuşmasına Türkiye’de <strong>ve</strong> dünyadahafızanın mimarlık içinde <strong>ve</strong> diğer alanlardakullanımında belirli bir ortaklık olduğuiddiası ile başladı. Türkiye kültür tarihindehafıza kavramının kullanımını tartışmak içinmimarlık alanının uygun bir zemin olduğunuiddia eden Tanju, Deleuze dolayımındahafıza <strong>ve</strong> mimarlığı ele alan konuşmasındaDeleuze’ün, Bergsonculuk adlı eserindenyola çıkarak, Bergson’a göre zaman <strong>ve</strong> mekânkategorilerini birbirinden bağımsız iki unsurolarak ele alamayacağımızı belirtti. Oysamimarlık bilgisi büyük oranda zamandanarındırılmış mekân üzerine kurulmuştur.Tanju’ya göre, Deleuze <strong>ve</strong> Bergson’ungetirdiği yeni açılımlar birkaç istisna dışındamimarlık düşüncesine tahvil edilememiştir.Bülent Tanju, Deleuze’ün kitabı hakkındakonuşmaya şu hayatî noktadan devametti: Batı felsefesi kendi sorunsalını teklik<strong>ve</strong> çokluk üzerinde kurmuştur, halbukiBergson âlemi tekliğe indirgenmeyen <strong>ve</strong>basitçe tikellerin teşekkülünden müteşekkilbir çoğulluk şeklinde de anlaşılmayan birçoğulluk şeklinde kavrar. İki tikel nesne herzaman iki ayrı mekân-zamanı kaplamalarıhasebiyle hiçbir zaman birbirinin tekrarı <strong>ve</strong>aynı değildir.Bergson Madde <strong>ve</strong> Bellek eserinde maddeyihafızasız varlık diye, maddenin değişimini isenicel değişim şeklinde, yani türsel bir farklılıkyaratmayan süre içindeki transformasyonolarak tanımlar. Örneğin bir kayanındağılması, değişmesi nicel bir farklılaşmadır.Oysa organik canlıların değişimi, yanihafızanın yaptırdığı namütenahi nitelfarklılık üretmektir. “Hafıza alanında üretilenürünlerde bir ‘kesinlik yoksunluğu’ vardır”der Bergson. Fakat bu kesinlik yoksunluğupozitivist anlamda kullanılan bir kavramdeğildir, bilakis her tikel duruma uygulanacakbir üst modelin olmadığını, böylece hertikel durum <strong>ve</strong> aktüel oluşta yeniden revizeetmemiz gereken üst modellerin hafızaalanında var olduğunu iddia etmektedir.Tanju’ya göre, Deleuze’ün buradan hareketlehafıza üzerine bir ontoloji geliştirdiğinisöylemek mümkündür. Şimdi tüm birgeçmişi <strong>ve</strong> tüm bir geleceği içerisinde taşır.Bu anlamda şimdi geçmiş <strong>ve</strong> geleceğinsıkıştığı bir noktadır. Bu birikme noktasındagelecek, tüm geçmişlerin ihtimalleriylebirleşerek şu ânın virtüelliğindenedimselleşir. Bu edimselleşme sürecisayısız potansiyeller içerisindengerçekleşen bir imkândır. Tüm geçmişşu anda sıkışmış halde bulunduğundanaslında hafıza derken süreyi anlamakda mümkündür. Bu ânı <strong>ve</strong> geleceğiaynı zamanda nitel olarakkavramamızı sağlayan geçmişintüm birikimidir <strong>ve</strong> tüm geçmiştir,


hafızadır. Tüm geçmişin sıkıştığı şu andangeleceğin, gelmekte olanın ön hazırlığı olangeçmişin hafıza ile ne kadar bağlantılı olduğugörülebilir.“Mimarın yaptığı tikel nesne süreninetkisiyle dönüşür, mimarın öngöremeyeceğibambaşka bağlamlarda bambaşka şekillerdekullanılır ki mimarlar aslında bundan pekhoşlanmazlar,” diyen Tanju konuşmasınaDeleuze felsefesinin zaman <strong>ve</strong> mekânıbirbirinden kategorik olarak ayırmadığınıifade ederek devam etti. Evreni böylekavrayınca, süre belki de zaman <strong>ve</strong> mekânınbir arada olduğu bir hal şekline girer. Süreyikavramak bize şu çıkarımları <strong>ve</strong>rir: Birincisihiçbir şey sabit değildir, her şey oluşa tabidir<strong>ve</strong> bu anlamda hiçbir eser nihai anlamıylabitmiş değildir. Bunun gibi hiç değişmeyensabit bir formdan da bahsedilemez. Öyleysekağıt üzerindeki proje asla bitmiş değildir.Sabit bir forma inanınca, o formun herdönüşümü ancak bir deformasyon olarakanlaşılabilir. Deform <strong>ve</strong> reformdan ziyade‘transform’a işaret eder bu felsefe.Bu hat üzerinden hareket eden BülentTanju siluet tartışmalarında sabit, donmuşbir İstanbul siluetini savunmanın anlamsızolduğunu ifade etti. Şehirde yaşayan herkesinkatılımıyla gerçekleşecek <strong>ve</strong> süre içindeevrilecek, o virtüeliteden çıkacak yeni yeniİstanbul siluetlerine açık olmak gerektiğinisöyleyen Tanju, bugün içinde bulunduğumuzşimdileri çoğaltacak <strong>ve</strong> zenginleştirecek eserlerüzerinde yoğunlaşmak gerektiğini belirtti.Mimarlıkla alakalı sıkça kullanılan donmuşmüzik tabiri, saf zamansal olan müzik ilesalt mekansal olan mimarlığı zıt kutuplarayerleştirir <strong>ve</strong> bu konumlandırma mimarlıkaçısından bir an ev<strong>ve</strong>l kurtulmamız gerekenbir yargıdır, Tanju’ya göre. İkinci klişe,“Bir sanat eseri tamamlandığında onane bir şey ekleyebilirsiniz ne de bir şeyçıkarabilirsiniz”dir. Oysa her şey bitmemiş <strong>ve</strong>kusurludur, diyen Bülent Tanju bu iki klasiktanımı mimarlık alanında unutmakta yarargördüğünü ifade etti.Sunum toplumsal hafıza, öznellik,kusurluluk, dil <strong>ve</strong> bu kavramların Deleuzeüzerinden mimarlık bağlamındaki yeriüzerine sorular <strong>ve</strong> tartışmalarla devam etti.15 Aralık 2012Değerlendirme: Kübra Soğukkanlı<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM75II. Oturum:Mimarlık <strong>ve</strong> Anıt“Mimarlık <strong>ve</strong> Anıt” başlıklı ikinci oturumunahafıza ile takıntılı ilişkisi olan bir kültürelcoğrafyada yaşadığımızı söyleyerek başlayanTanju, hafızanın mimarlıkla ilişkimizdeönemli bir rol oynadığını söyledi. Hafıza ilemimarlık arasında ilişki kurmada çok fazlaönemsenen Georges Bataille’dan bahsederek,Bataille’ın mimarlığı yeniden tanımladığını<strong>ve</strong> mimarlığı en sade biçimde “anıt” olarakgördüğünü dile getirdi.Toplantıda ilk önce, daha önceki haftalardaKırkambar Kitap etkinliğinde <strong>Sanat</strong>Araştırmaları Merkezi’nin konuğu olanAlev Erkmen’in Geç Osmanlı DünyasındaMimarlık <strong>ve</strong> Hafıza kitabında anlatılanhafıza-mimarlık ilişkisine değinildi.Hafıza dolayımında dünyanınhatırlama ile değiştirildiği <strong>ve</strong>değiştirilerek hatırlandığı olgusu


76<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMüzerinde duruldu. Tanju’ya göre bu hafızanosyonuna çok uyan bir tanımlama; butanımlamaya göre herkes tikel hafızasısayesinde bir eylemde bulunabiliyor <strong>ve</strong> herbir insanın –hafızalarının farklı olmasındandolayı– <strong>ve</strong>rdiği reaksiyonlar da değişiyor.Bu farklılıklar tamamen insan hafızasınındoğasından kaynaklanıyor. Tabii, hafızada zamanla değişerek daha başka tepkilerede yol açıyor. İşte yukarıda bahsedilenhatırlayarak değişme <strong>ve</strong> değişerek hatırlamadurumu bu şekilde düşünülebilir.Alev Erkmen’in kitabında MauriceHalbwachs <strong>ve</strong> Pierre Nora’nınkavramlarından <strong>ve</strong> toplumsal hafızadanda bahsettiğini vurgulayan Tanju, burada,toplumsal hafıza diye tanımlanan olgununaslında ortak bir paylaşı değil sadecebelirli bir mekânda <strong>ve</strong> zamanda belirli birtoplumsallığın içinde inşa edilmiş olduğubelirtilmek istendiğini ifade etti. Yani, buhafızanın doğuştan olmadığı, inşa edilen,kurulan bir durum olduğu üzerinde durdu.Tabii, bu inşa sürecinde sadece fertlerin etkisideğil ayrıca kontrolümüz dışındaki etkilerinde olduğunu ekledi. Bu da hafızanın ne kadarkurgusal <strong>ve</strong> girift bir yapıya sahip olduğunuortaya koyuyordu.Alev Erkmen’in kitabında doğrudan aktardığıkavramlardan birinin de “anısal mekânlar”kavramı olduğunu ifade eden Bülent Tanju,bu kavramdaki mekânı fiziksel olarak değildaha çok genel anlamıyla düşünmek gerektiğibelirtti. Her tikel zaman <strong>ve</strong> mekânın buanlamda aslında “anısal mekân” olduğunudüşünülebilir. Okuduğumuz her metni<strong>ve</strong>ya gördüğümüz her durumu unutmuşdahi olsak aslında bunlar hafızayı inşaeden parçalardan oluşmuşlardır. Fakat,belli metinleri ya da durumları anısalmışdiğerlerini değilmiş gibi görmenin doğruolmadığını belirten Tanju, her imgenin,her zamanın <strong>ve</strong> her mekânın, –biz bunlarıönemli bir anmış gibi kaydetmesek dahi– bizibiz yapan o elastik <strong>ve</strong> sürekli değişen hafızapaketinin bir parçası olduğunu aklımızdatutmamız gerektiğini söyleyerek sözlerinedevam etti. Konuşmacı, aksi takdirde bazıdurumları hafızanın aslî parçaları, diğerleriniise aslî olmayan parçaları şeklinde ayırmadurumuna düştüğümüzü dile getirdi.Anısal mekân dediğimizde her tikeldurumun aslında anlatılmaya değer birhikâyesi olduğunu <strong>ve</strong> her küçük tikeldurumun toplamda etkisiz olmadığınıakılda tutmakta yarar gördüğünü söyleyenTanju, “Anısal mekânlardan söz edeceksekya da zaman <strong>ve</strong> mekânın hafızamızla <strong>ve</strong>anıyla ilişkisi hakkında konuşacaksak, bellibir anısal mekânı ayrıcalıklı kılmamak bukonuda önemli bir adım olacaktır” dedi.Böylece, hafızanın kurgusallığını dahafarklı bir açıdan okuma şansı doğacağınısözlerine ekleyen Tanju, Alev Erkmen’inkitabından açıklamalar yaparak sonlandırdığıkonuşmasının ilk yarısından sonra,üzerine notlar düşerek çevirdiği Mimarlık:İmkanMekan Sürümü adlı metinden pasajlarokuyarak devam etti. Tanju, bu çevirisini‘Georges Bataille’ın “Mimarlık” başlıklıküçük denemesinin, bir anlamda yenidenyazımı şeklinde tanımladı.Bataille’ın denemesinden alıntılarıokumaya başlayan Tanju, yazarın“Mekâna müdahale salt mimarlığınişi değil ama mimarlık müdahaleettiğinde özel bir şey yapıyor”şeklinde özetlenebilecek


ifadesinden yola çıkarak mimarlıkmüdahale etse de etmese de mekânsalöncelikle, gövdemizle var olduğumuzu,toplum dediğimiz şeyin de zaman-mekânsalvar oluşun dışında bir var oluşa sahipolmadığını belirtti. Mimarların kendilerinikaptırdığı yanılsamanın mekânı <strong>ve</strong>dolayısıyla zamanı düzenlediklerini ya dadüzenleyebileceklerini ya da düzenlemelerigerektiğini düşünmeleri olarak ifadeeden Tanju bütün var oluşumuz zamanmekânsalsa,mesela şehirle ilgili kararlarınasıl sadece bir gruba (diyelim ki mimarlara)bırakabiliriz diye sormak gerektiğinivurguladı.Bireyin indirgenemez tikelliğe sahipolduğunu işaret etmek üzere toplumyerine çokluk kavramını kullandığınıaçıklayan Tanju, çokluğun, farklı pratiklerinbütünselleştirilme stratejilerinin <strong>ve</strong>ktörelsonucu olarak belirli bir toplum, halk, milletvb. şeklinde göründüğünü dile getirdi. Butotaliterci “görünme”de görüntünün ortayaçıktığı perspektifin diğer olası perspektiflerinüzerini örtmesi, silmesinin söz konusuolduğunu söyleyen Tanju, “sahici hafıza”ile “modern hafıza” arasındaki farkın daburadan neşet ettiğini dile getirdi. Buiki hafızayı, hafızaların ya da üretiminperspektifler içinde olduğunu, o ya da buşekilde çeşitli nedenlerle farklı biçimlerlefarkına varmamış bir dünyaya ait hafızaile bu perspektif çokluğunun dolayısıylahafızalarımızın az ya da çok haklılığının,yani hafızaların dönüşen kurgusallığınınayırdına varanların dünyasına ait hafızaşeklinde tanımlayan Tanju, bir doktoratezinden yaptığı “Mimarlık mesleğinindoğasından kaynaklanan etik sorumluluğu”ifadesinden yola çıkarak, bu cümleninmimarlığın sadece mimarlıktan kaynaklanan,dayattığı bir perspektifinin olduğunu ortayakoyduğunu; fakat tek bir perspektifin diğerbütün perspektifleri örttüğü noktada etik <strong>ve</strong>değer probleminin de kalmadığını, cümleyibu şekilde kurmanın etik tartışmanınsonunu getirdiğini <strong>ve</strong> bu noktadan itibaren,bu cümleyi kurmaya başladığımız ândanitibaren aslında sorumluluklarımızdankaçtığımızı, bizim perspektifimizinüzerini örten başka bir perspektifesorumluluklarımızı yüklediğimizi anlatansözleriyle açıkladı.Mekânın doğrudan organizasyonunasoyunan mimarlık <strong>ve</strong> türevi pratiklerin isemekânın akışkan transformasyonunu ideal<strong>ve</strong> durağan bir formla kapatmaya çalışarakmekânı mülk edinen öteki <strong>ve</strong>ktörleriorganik yerlerine bağlayarak güçsüzleştirentahakküm pratikler olduğunu belirten BülentTanju söz konusu tahakkümün yüksekkültürü tanımladığını ifade etti. 20. yüzyılsanatının bu nedenle alçaldığını söyleyenTanju söz konusu alçalmanın modernizmitanımladığını <strong>ve</strong> modernist sanatın bununüzerine oturduğunu sözlerine ekledi.Bataille’ın metninin modernlik kavramınınsabit form yanılsamasının çözülmesikaybı olduğu akılda tutularak yazıldığınıhatırlatan Tanju, bu aynı zamandahafızanın kurgusal olduğunu, dönüşenbir şey olduğunu söylemektir, dedi.Bitmiş tek biçimle bir hafıza ya dahepimizi aynı şey yapan hafızanınolmaması bağlamında modernizmindiğer bir tanımı söz konusu<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM77


78<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAMçözülmenin kaybın olumlanmasıdır diyenTanju, formsuzlaşmanın en iyi örneğinintipsizleştirme olduğunu ifade etti. Tipsiz’eörnek olarak klasik tambur çalış biçimlerinialt üst eden Tamburi Cemil Bey’i gösterenBülent Tanju, mimarların rahatsızlıklarınıbelirtmek için kullandığı “İstanbul’un yağlekesi gibi büyümesi gibi bir problemiolduğu” ifadesini <strong>ve</strong> şehrin belli, tanımla birformda büyümesi beklentisini eleştirerek, bugörüşe göre İstanbul’un kendisinin zaten varoluşuyla, yağ lekesi gibi tanımsız saçılışıyla buanlayış için problem teşkil ettiğini dile getirdi.Tipoloji <strong>ve</strong> morfolojinin bugün akademyadamimarların <strong>ve</strong> şehircilerin neredeyse metinüretemedikleri kavramlar olduğunu önesüren Bülent Tanju, tip <strong>ve</strong> tipolojinin kimlikproblemiyle bağlantısı üzerinde durarak tip,tipoloji <strong>ve</strong> kentsel morfoloji anlatılarının, yanimimarlığın, bu anlamda mimarlık tarihinin,mimarlığın deformasyonu yozlaşmasıanlatılarının çok yaygın bir tahakküm talebiolarak dikkat çekici olduğunu sözlerine ekledi.22 Aralık 2012Değerlendirme: Gülsüm EkinciIII. Oturum:Mimarlık <strong>ve</strong> KimlikDizinin üçüncü oturumu “Mimarlık <strong>ve</strong>Kimlik”te Bülent Tanju, Yüksek MimarSedad Hakkı Eldem üzerinden (başkaisimler üzerinden de başka başkaokumalar yapmanın mümkün olduğunubelirterek) kimlik, dolayısıyla hafızainşasını <strong>ve</strong> varabileceği noktaları anlattı.Sedad Hakkı Eldem’in kendi kimliğiniarayışının <strong>ve</strong> kurgulamasının temelindeyatan (gayet anlaşılabilir) aidiyet arzusu,bir noktada ‘vatan’ının da kimlik arayışı <strong>ve</strong>kurgulamasıyla paralel gider. Fakat ‘vatan’ınaidiyet arzusu ifadesi kulak tırmalayıcıhafiften, tırmalamanın biraz üzerinegidince gerçekten de Sedad Hakkı Eldem’degördüğümüz köksüzlük duygusunu, henüzkurulma aşamasında olan Türkiye’de degörebiliyoruz. Geçmişi tümden reddedenbir ülke, vatandaşlarını düşünecek <strong>ve</strong> onlaraait olabilecekleri yeni bir temel atmayagirişecektir. Böyle söyleyince ne kadarmasum bir çaba. Fakat baktığımızda ortadakidurum ret bile değil, yoktan var etme; gerçekbir yanılsama.Sedad Hakkı’nın hiç değilse içerisindebüyüdüğü bir evi, bir ailesi vardı. Henüzkurgulanan Türkiye ise kendindenmenkul olma iddiasındaydı. Bu anlamdabaktığımızda ise “Mimarlık <strong>ve</strong> Kimlik”seminerinde gördüğümüz <strong>ve</strong> anlamayaçalıştığımız Sedad Hakkı Eldem’in bireyselkimlik bulma çabasıyla eşzamanlı inşaettiği “Türk Evi”, milli kimlik arayışımızauzatılan <strong>ve</strong> tabii olarak dört elle sarılınan bircan simidi gibi duruyor. Sedad Hakkı’nınmilletine bir “Türk Evi” armağan ederkengeçmişten-gelenekten feyz aldığını <strong>ve</strong>milli kimlik-milli hafıza inşasındaki devletiddiasını hafiften yaraladığını görmezdeğiliz; bu, o kadar kusur kadı kızında daolur kabilinden bir yara.Yine Sedad Hakkı Eldem’in arazlarından(yaralarından mı demeliyiz) biriniyeni kimliğimizde de görüyoruz;dil sorunu. Nasıl Sedad Hakkı’nınbildiği diller yarım yarımsa, yoktanvar olmaya çalışan Türkiye’ninde kurduğu, konuştuğu dil yarım,


yamalak. Dolayısıyla hem Sedad Hakkı(mimaride <strong>ve</strong> hafızamızda), hem de Türkiye(dilimizde, kimliğimizde, hafızamızda)“tutarlı, bütünlüklü” bir dil kurma çabasınada girişiyor. Dil devrimini, Öz Türkçeçabasını hatırlatmaya bile gerek yok, diyerekhatırlatıyoruz.Bülent Tanju’nun da dediği gibi “Tutarlı,bütünlüklü bir kimlik hayali arzulayanların,önerenlerin dahi o hayali bir yandan da inşaetmeleri çok da mümkün olmuyor”. Sırfbu bile tek başına umut vaat etmiyor mu?Tıpkı <strong>ve</strong> yine Sedad Hakkı’da (az da olsa)gördüğümüz sürçmeler, hesaplanamayançıkıntılar, kırıklıklar, aralıklar <strong>ve</strong> yarıklarla‘ortak hafıza’ başka başka, yeniden yenidenyazılıyor.Sedad Hakkı’nın notlarından değil belki amaçizimlerinden, ürettiklerinden yola çıkarakbelki on sene sonra bambaşka okumalarlakarşılaşacağız. Bugün bile (cımbızlaseçtiğimiz eserler üzerinden) tersinden birokumayla Sedad Hakkı’nın kimlik-hafızainşasını <strong>ve</strong> mimarisini yeniden yazabiliriz. BuSedad Hakkı adına iyi bir şey. Peki ya bizim“Bizim” halimiz ne olacak?“Mimarlık <strong>ve</strong> Kimlik” konulu seminerinsonlarına doğru Bülent Tanju, Sedad HakkıEldem <strong>ve</strong> sonraki mimarlık hocaları için“Daha da kötüsü bizim hocalarımızın dabirer Sedad Hakkı Eldem fotokopisi halinegelmeleriydi aslında. Giderek silikleşenfotokopinin de fotokopisi” diyor ya, silikleşenkopyaların bir gün kaybolacağını düşünerekümitlenebiliriz. Silinen <strong>ve</strong> kaybolankopyaların yerine artık bir asıl gerekiyor,diyorum. Ki işte tıkanılan yer burası. Sankita en başa geri dönüyoruz. Asıl-öz aramadolayısıyla kimlik <strong>ve</strong> hafıza arama kurtarmaçabalarına… Bu döngü hep böyle sürüpgidecek gibi gelmiyor mu size de?Haydi şimdi hafızamızı silmeyi deneyelim yada ortak hafızadan sıyrılmaya çalışalım. Yenibir kimlik kurma çabası çıkmayacak mı; ya yenibir hafıza oluşturma, anılar, anıtlar biriktirmezorunluluğu doğmaması mümkün mü?Son soru: Medeniyet tasavvur edilmeyecekmi, etmeyelim mi?<strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziIV. Oturum:Mimarlık <strong>ve</strong> Temsiliyet29 Aralık 2012Değerlendirme: Ayşenur Gönen<strong>Sanat</strong>Hafıza program dizisinin Bülent Tanjuile düzenlenen son oturumunda, mimarlıktatemsiliyet meselesini Taksim’in son yüz-yüzelli yılda geçirdiği değişimler örneğinde elealan etraflı bir okuma gerçekleştirildi.Bülent Tanju, temsiliyet meselesinin <strong>ve</strong>konuya ilişkin eleştirilerin anlaşılabilmesi içinön şart saydığı iki kavramı masaya yatırarakkonuşmasına başladı; Karl Marks’ın “kullanımdeğeri” <strong>ve</strong> “değişim değeri” kavramlarını.Hem mimarinin hem kapitalizmineleştirisinde sıkça kullanılmalarına rağmenaslında anlaşılamayan, dolayısıyla eleştiriargümanı olmaktan öteye gidemeyen buiki kavram, mimaride temsiliyet meselesietrafında tarif edildi.Öncelikle Marks’ın “kullanım değeri”kavramına açıklık getiren şu önermesigündeme geldi: “Kullanım değeri<strong>ve</strong>rili bir değer değildir”, der <strong>ve</strong>SAM79


<strong>80</strong><strong>Sanat</strong>AraştırmalarıMerkeziSAM“Kullanım değerini önceden bilmeyiz;kullanıldıktan sonra nesnelerin değeriortaya çıkar” diye devam eder bu önerme.Mimarlar <strong>ve</strong> tasarımcılar ise Marks’ınkullanım değerine ilişkin olarak söylediğinintersini yaparlar. Yani hiç de ihtiyaç yokkençeşitlilik olsun diye nesneyi başka bir şeyedönüştürürler; nesneye “yeni kullanımdeğerleri” biçerler.Tanju’nun ders niteliğindeki izahınıözetlemeyi deneyecek olursak kavramlararasındaki bağlantıyı yahut geçişi şöylesıralayabiliriz: Mimari çalışmalarda tanımlıbir işlev vardır (örneğin mutfağın işlevi) <strong>ve</strong>mimarlar ilke olarak kullanım <strong>ve</strong> mekânınçakışmasını hayal eder. Bildiğimiz birkullanıma kılıf biçmeye çalışırlar. Yani işle<strong>ve</strong>ilişkin bir değişim yokken –örneğin sandalyehep aynı şey için kullanılırken– sürekli yenisandalyeler tasarlarlar. Mimar yahut tasarımcıbir sandalyeniz varken bir başkasının ortayaçıkmasına imkân tanır. Dolayısıyla “mal”dediğimiz şey ortaya çıkar. Yani “meta”.Nesne nitel olarak değişmeden nicel olarakçoğalır. “Değişim değeri” de metanın,dolayısıyla modanın gündeme gelmesiylebirlikte tam bu noktada devreye girer. Buaşamada ortaya çıkan yeni bir kavramıvardır Marks’ın: Meta fetişizmi. Temsiliyetmeselesiyle doğrudan ilişkilendirilebilecekkavram da işte bu “meta fetişizmi”dir.Bülent Tanju gündelik dilde sıkkullanılmayan fetiş kavramının daha yaygınkullanılan akrabalarını çağırarak sözlerinisürdürdü: sembol <strong>ve</strong> simge. Bu noktada dakonumuz olan “temsiliyet” <strong>ve</strong> “kullanımdeğerinin kapatılması” meseleleri devreyegiriyor.Bir nesne yahut metin, kullanma/okunmabiçiminin sınırlandırılması, öncedenbelirlenmesi <strong>ve</strong> anlamının kapatılmasısonucu fetiş halini alır. Halbuki nesne,durum yahut metinler üzerinden zamangeçtikçe yeni anlamlar <strong>ve</strong> başka kullanımlarlakarşımıza çıkacaktır. Temsiliyet meselesi birnesnenin olası tek anlamının/kullanımınınolabileceği, bu anlamın üzerinde herkesinuzlaşabileceği yanılsamasıdır. Kimlik debunun yaygınlaşmasının üzerine oturur.Tanju, kavramsal altyapıyı kurduktan sonramimaride temsiliyeti örneklendirmek üzereTaksim Meydanı’nın yeniden yapılanmasınaodaklandı. Taksim erken Cumhuriyetdöneminden bu yana sosyolojik, kültürel<strong>ve</strong> siyasi bağlamlarda çeşitli temsiliyetbiçimlerine sahne olmuş bir meydan. Butemsiliyet çoğunlukla ilkokul müsamerelerineadını <strong>ve</strong>rdiği haliyle basit anlamda “temsiller”olagelmişlerdir. Bir dönem kravat <strong>ve</strong> şapkaylagerçekleşen temsiliyet, sonraları siyasal <strong>ve</strong>kültürel eylemlere <strong>ve</strong> eğlence mekânlarına evsahipliği etmesiyle değişik kılıklara bürünür.Görünen köy odur ki bugün Taksim’deyapılan yeni düzenlemeler <strong>ve</strong> yapılaşmaburanın sermaye merkezli, popüler kültürehizmet eden yeni bir temsiliyet biçimine evsahipliği yapacağı anlamına geliyor.Yeni bir gösteri/müsamere alanınadönüştürülmek üzere neden Taksim’inseçildiği hakkındaki görüşleriyle sözlerinedevam eden Tanju, izleyicilerin soru <strong>ve</strong>görüşlerini dinleyip cevaplandırarakoturumu sonlandırdı.


molaHazırlayan: Turgay ŞafakKoşmaÂşık ÖmerBir garîbim şübhesiz hasret mekân ağlar banaAnın içün gûşe-i vahdet mekân ağlar banaEy felek kahrın heman sen bana mı gördün mehalBir gedâyım hâne-i mihnet mekân ağlar banaİçmişim aşkın suyundan tâ ezel mestâneyimBağlıyım zincir-i aşka zira bir divâneyimBezm-i şem’inde demâdem bir yanar pervâneyimBâis oldu âteş-i firkat mekân ağlar banaBülbülüm gönlüm benim gülzâra girdim demediYanmağa pervâne-<strong>ve</strong>ş şol nâra girdim demediMâh-rûyum tutuşup esrâra girdim demediOl sebebten mesken-i zulmet mekân ağlar banaKalmasun hiç tab’ınızda zerre-<strong>ve</strong>ş efkârınızŞâdümân olun ki geldi âşık-ı bîdârınızŞübhesiz arzû çekerdim görmeğe dîdârınızHâsılı Âşık Ömer hasret mekân ağlar bana


TAM Tez/Makale SunumlarıXVII. Yüzyıl Askeri Gelişimi<strong>ve</strong> Osmanlılar13 Eylül 2012Değerlendirme: Kahraman ŞakulÖzgür Kolçak2012 senesinde İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal<strong>Bilim</strong>ler Enstitüsü bünyesinde FeridunEmecen’in danışmanlığında gerçekleştirilen“XVII. Yüzyıl Askeri Gelişimi <strong>ve</strong> Osmanlılar: 1660-1664 Osmanlı-Avusturya Savaşları” adlı doktoratezi on yedinci asırda Osmanlı askeri sistemindegörülen değişimleri Avrupa tarihindekiaskeri devrim tartışmaları bağlamında elealmaktadır. Kolçak’ın ana iddiası Osmanlı askeriyapısının sultanın kapı halkı olmaktan çıkıpdevletin ordusuna doğru evrildiği, bu alandakideğişimlerin “on yedinci yüzyılın ikinci yarısınadeğin Batı’da görülen askeri ilerleme çizgisinindoğal bir uzvu” olduğudur. Bu devirde, Batı’dakisavaş vakti müteşebbisleri/müteahhitlerinin(entrepreneur) yerini Osmanlı’da güçlü paşalaralmışlardı. Ümera kapılarının artan askerirolleri imparatorluğun yaşadığı mali <strong>ve</strong> siyasidönüşümlerin askeri yansımalarıdır.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMTez üç ana bölümden oluşmaktadır: “AskeriDevrim <strong>ve</strong> Osmanlılar”, “1660-1664 SeferlerindeOsmanlı Ordu Yapısı”, “1663-64 SeferlerindeStrateji <strong>ve</strong> Taktik.” Osmanlı arşiv malzemesininağırlıklı olduğu bölümlerde analitik bir üslupkullanılırken kuramsal tartışmaların ele alındığıbölümlerde (ilk <strong>ve</strong> üçüncü bölümler) klasik anlatıdüzeni hakimdir. Burada Avrupa orduları <strong>ve</strong>Osmanlı ordusu daha ziyade taktik <strong>ve</strong> teknolojiaçısından değerlendirilmektedir. İkinci bölümise ordu terkibi kadar, Osmanlı siyasetininhizipçi yapısını sergilemektedir.Kullanılan kaynaklar arasında Türkçe, İngilizce<strong>ve</strong> Almanca tarih neşriyatı ile bu dillerde basılmışhatırat <strong>ve</strong> anlatı kaynakları öne çıkmaktadır.Tezin en güçlü yönü hem orijinal Osmanlı arşivmalzemesini kullanması hem de süregidenkuramsal tartışmalara Osmanlı tarihçiliğindenbir katkı sağlamaya çalışmasıdır. Bu çabadaTAM Yuvarlak Masa ToplantılarıTEZ/MAKALE SUNUMLARIXVII. Yüzyıl Askeri Gelişimi <strong>ve</strong> Osmanlılar Özgür Kolçak • 13 Eylül 2012Cemal Paşa’nın Suriye Valiliği, 1914-1917 M. Talha Çiçek • 11 Ekim 2012Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Mu’âşeret Literatüründe Fatma Tunç YaşarDoğru Davranış Biçimleri 12 Kasım 2012Midilli Adasının İdari <strong>ve</strong> Sosyo-Ekonomik Yapısı, Metin Ün<strong>ve</strong>r • 10 Aralık 20121876-1914BİR KİTAP-BİR YAZARTürkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Mete Tunçay • 10 Kasım 2012Yönetiminin KuruluşuTARİH OKUMALARIMenâkıbnâmeler (1): Menâkıbnâmelere Giriş Ahmet Yaşar Ocak<strong>ve</strong> Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-Kudsiyye’si 29 Eylül 201282KüreselAraştırmalarMerkeziKAMMenâkıbnâmeler (2): Menâkıb-ı İbrahim Gülşeni Reşat Öngören • 20 Ekim 2012Menâkıbnâmeler (3): Velayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli Cemal Kafadar • 26 Kasım 2012Menâkıbnâmeler (4): Tezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye, Aslı Niyazioğlu • 20 Aralık 2012Yusuf Sinan EfendiSOHBETOtobiyografik Bir Anlatı (7):Ahmet Yaşar OcakTürkiye’de Kültür Tarihçiliği 28 Eylül 2012Otobiyografik Bir Anlatı (8): Cemil Oktay • 24 Kasım 2012Türkiye’de Siyasi Düşünce ÇalışmalarıOtobiyografik Bir Anlatı (9):Ahmet TabakoğluTürkiye’de İktisat Tarihçiliği 24 Aralık 2012PANELŞehirötesi Ağlar (1) Osmanlı İmparatorluğu’ndaMisyonerlik: Kişiler, Kurumlar, İlişkiler 15 Aralık 2012


Osmanlı kaynaklarının <strong>ve</strong> AlmancaHabsburg kaynaklarının öne sürülen savlaraçısından topluca analize tabi tutulmasıtakdire şayandır. Osmanlı tarihçiliğinin nezamandır ihmal ettiği köklü kıta Avrupasıtarihçiliği ile bu tarz etkileşimlere çok ihtiyacıolduğu bu tez sayesinde anlaşılıyor. Bilhassa,St. Gotthard Muharebesi’nin ele alındığıbölümler bu duruma işaret etmektedir.Evliya Çelebi’nin adeta bir savaş muhabiriolarak ele alınması da önemli bir katkıdır.Araştırmacı, seyyahın yanı sıra Köprülümuhalifi diğer kaynaklara iade-i itibar ederektarih yazımımızı zenginleştirmektedir.Tezin başlığına yansımamakla birlikteKöprülü hanedanının askeri <strong>ve</strong> siyasifaaliyetlerine dair etraflıca malumat<strong>ve</strong>rmesi tezin mühim bir katkısıdır. Giritkuşatmasının son safhalarında Fazıl AhmedPaşa’nın validesinin bile orduyla sefereçıkması, her zaferin Köprülü hanedanıncahizip siyasetine alet edilmesi gibi ayrıntılarbugüne dek gözlerden kaçmıştı.Tezin dönem seçimi, formatı <strong>ve</strong> yaklaşımlarıaçısından tenkide açık kısımları isekısaca şöyle özetlenebilir. Araştırmacıo asrın Osmanlı askeri dönüşümünütahlil etmek için niye 1660-64 yıllarınıseçtiğini tartışmamaktadır. Fakat, ümerakapılarının bu devirde Osmanlı orduterkibinde ehemmiyet kazandığı gibi biryaklaşım seziliyor. Kolçak, ülkemizdeyapılan sefer tezlerine hâkim kuru üsluplu,arşiv defter <strong>ve</strong>rilerini sergilemeye dayalı,karşılaştırmalardan kaçınan formata tepki2012 GÜZ DÖNEMİ TAM SEMİNERLERİ LİSTESİGİRİŞ SEMİNERLERİ1 Osmanlı-Türkiye Tarihi I: Klasik Çağ Mehmet GençCoşkun Çakır2 Türkiye Tarihçiliğine Giriş Talha ÇiçekF. Sel TurhanKadir YıldırımYunus UğurBetül İ. ArgıtTEMEL SEMİNERLER1 Beylikler Dönemi Anadolu Tarihi Fatih Bayram2 Orta Doğu Tarihi I: Osmanlı Dönemi Ebubekir Ceylan3 Osmanlı Afrika Coğrafyası Hatice Uğur4 Osmanlı’da İslami İlimler: Süleyman KayaFıkıh, Hadis, TefsirA. Taha İmamoğluMuhammet Abay5 Popüler Tarihçilik Mustafa Armağan6 Türkiye Tarihçiliği: Kişiler Mehmet İpşirli7 Türkiye Tarihinin Kaynakları: Arşivler Ahmet Zeki İzgöer8 Türkiye’de Sosyoloji Yücel BulutOKUMA GRUPLARI1 Çağdaş Türk Düşüncesi Tarihi Coşkun ÇakırYücel Bulut2 Kaynak Metinlerinden Osmanlı Tahsin ÖzcanToplumsal Tarihi3 Osmanlı Çalışmaları: Dil <strong>ve</strong> Kaynaklar Ömer Faruk Köse4 Osmanlı Diplomatikası: Baki ÇakırMaliye Kayıtları Okumaları5 Osmanlı Diplomatikasi: Fatma ŞensoyŞer’iye Sicilleri <strong>ve</strong> Vakfiye Okumaları F. Samime İnceoğlu6 Osmanlı Tasavvuf Tarihi Reşat Öngören7 Sosyoloji Okuma Grubu Yücel BulutOKUMA GRUPLARI1 Kaynak Metinlerinden Tahsin ÖzcanOsmanlı Toplumsal Tarihi2 Osmanlı İktisat Tarihi Kaynakları Baki Çakır3 Osmanlı Tasavvuf Tarihi Reşat Öngören4 Osmanlıca Okuma Grubu Ömer Faruk Köse5 Sosyoloji Okuma Grubu Yücel BulutATÖLYELER1 19. Yüzyıl Hukuk <strong>ve</strong> Siyaset Atölyesi Macit Kenanoğlu2 Balkan Tarihi Fatma Sel Turhan3 Fetva Mecmuaları Neşir Grubu Süleyman Kaya4 Mevzuâtu’l-Ulum Neşri Ahmet Süruri5 Osmanlı Hukuk Tarihi Engin Deniz Akarlı6 Sözlü Tarih F. Samime İnceoğluGüllü Yıldız7 Şehir Çalışmaları Yunus UğurAlim ArlıTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM83


84TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMolarak çözümleyici anlatı tekniğini tercihetmiş. Lakin, tezde tek bir harita, plan,gravür, minyatür <strong>ve</strong> grafik olmadığı gibi orduterkibi, mühimmat <strong>ve</strong> iaşe malzemelerinincinsini, sayısını <strong>ve</strong> senesini topluca sunantabloların olmaması bir eksikliktir. Osmanlıaskeri dönüşümü Avrupa’dakinin doğalbir uzvu olarak sunulmaktadır. Temelfark askeri müteahhitlerin yerini ümerakapılarının almasıdır. Bu noktada erkenmodern çağın Avrupa’sındaki askeri yapılarısadece strateji/taktik yönünden çözümleyenneşriyatın yanında askeri müteahhitlik, malidönüşüm <strong>ve</strong> siyasi kültür açısından inceleyençalışmalara yer <strong>ve</strong>rilmesi teze yeni açılımlarsağlayabilirdi. Hulasa, bu tez kuramsaltartışmalar dâhilinde yerli <strong>ve</strong> yabancı anakaynakları değerlendirmek suretiyle mevcutliteratürü tahlil etmekte <strong>ve</strong> adeta bir karadelik hüviyetinde olan on yedinci asırOsmanlı askeri sistemini anlamak için birzemin oluşturmaktadır.Cemal Paşa’nın SuriyeValiliği, 1914-191711 Ekim 2012Değerlendirme: R. Öznil ÇiçekM. Talha Çiçekİttihat <strong>ve</strong> Terakki Cemiyeti’nin öndegelen liderlerinden Cemal Paşa, OsmanlıDevleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nagirmesinin hemen akabinde Suriye GenelValiliği <strong>ve</strong> 4. Ordu Komutanlığı’na atanmış,böylece kendisinin 3 yıl devam edecek Suriyemacerası başlamıştır. Gerek İttihat <strong>ve</strong> Terakkizihniyetini anlamak açısından gerekse dahasonraki dönemde Türk-Arap ilişkilerineetkisi bakımından büyük önemi haiz budönem üzerine şimdiye kadar özgün birakademik çalışma yapılmış değildi. SabancıÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde M. Talha Çiçek tarafındanyazılan “Cemal Pasha’s Go<strong>ve</strong>rnoratein Syria, 1914-1917” başlıklı doktoratezi bu bakımdan önemli bir boşluğudoldurmaktadır.Tez sunumunda, Cemal Paşa’nın Suriye’yehangi amaçlarla gittiği sorusundanhareketle çalışmasının temel çerçe<strong>ve</strong>sinioluşturduğunu belirten Çiçek, bu soruyaiki tür cevap <strong>ve</strong>riyor. Birincisi Mısır seferiniorganize etmek; ikincisi Suriye’de asayişisağlamak.Çiçek, ilk olarak, Cemal Paşa <strong>ve</strong> emrindekidiğer Osmanlı subaylarının hatıratlarındaMısır seferinin asıl amacının Mısır’ıfethetmek değil, Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’nı <strong>ve</strong> Mısır’ıaskeri olarak tehdit ederek İngilizlerinburada daha fazla asker bulundurmasınısağlamak olduğunu iddia etseler de,kendi yaptığı araştırmaların bu tezidoğrulamadığının altını çiziyor. SinaÇölünde inşa edilen demir <strong>ve</strong> karayollarıgibi delillere istinad eden Çiçek’e göreCemal Paşa Mısır’ın “ikinci fatihi” olmakistemektedir.Cemal Paşa, bu askeri amacın yanında,siyaseten de Suriye’de Osmanlı devletotoritesinin en etkili bir şekildesağlanması için oldukça radikalicraatlara başvurmuştur. Bubağlamda Arap milliyetçilerininSuriye’de topluca idamıdeğerlendirilmiş, bunun devletile vatandaşları arasındaki ara


kategorinin ortadan kaldırılması olarakyorumlanması gerektiğini ifade etmiştir.Sunumda belirtildiğine göre, Suriye’deCemal Paşa’nın radikal icraatlarındanetkilenen yegane sınıf Arapçı muhalefetdeğildi. Filistin’de bir Yahudi devleti kurupburayı Osmanlı idaresinden koparmayıamaçlayan Siyonistler de Cemal Paşa’nınicraatlarından nasibini almıştı. Savaş başınakadar otonom bir yapıya sahip Siyonist tarımkolonileri Cemal Paşa’nın emriyle Osmanlıidaresine entegre edilmiş <strong>ve</strong> koloni liderleriOsmanlı muhtarlarına dönüştürülmüştü.Benzer şekilde Osmanlı vatandaşı olmayanbütün Yahudiler ya Osmanlı vatandaşıolmaya zorlanmış ya da –bunu kabuletmeyenler– sınır dışı edilmişlerdir. Benzerşekilde, önde gelen Siyonist liderlerin birçoğuFilistin’den sürülmüşlerdir. Siyonistlerin yanısıra, Cemal Paşa, Fransız nüfuzunun öndegelen temsilcileri, yani Hristiyan ruhbansınıfı üzerinde de devlet otoritesini kurmakmaksadıyla önemli icraatlara imza atmıştır.Yine bu bağlamda Cebel-i Lübnan’ın otonomidaresine bu dönemde son <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> ilkdefa bir Müslüman mutasarrıf olarak AliMünif Bey buraya tayin edilmiştir.Cemal Paşa, Suriye’deki görevi esnasındaAnadolu’dan sürgün edilen çok sayıdaErmeni’yi Suriye’nin değişik şehirlerindeiskan etmiştir. Ermenilere karşı takip ettiğipolitika da Arapçı <strong>ve</strong> Siyonistlere karşısürdürdüğü politikadan farklı değildi: Onları“zararlı külliyetlerden zararsız cüziyetleredönüştürüp” Suriye’ye “serpmek”.Suriye’deki gruplara yönelik bu politikanınbir diğer ayağı da Suriye’de yabancınüfuzunun yerine Osmanlı nüfuzunu ikameetmekti. Bu bağlamda, özellikle Fransıznüfuzuyla mücadele etmiştir. Ayrıca, Fransıznüfuzunun yerini Alman ya da Avusturyanüfuzunun almaması için de özel bir çabaharcamıştır. Çiçek’e göre, Cemal Paşa,Alman <strong>ve</strong> Avusturyalılara karşı da en azFransızlar kadar hoşgörüsüzdü.Bu dönemde Cemal Paşa, bahsedilen grup<strong>ve</strong> devletlerin nüfuzlarıyla mücadeleninyanında eğitim <strong>ve</strong> askerlik yoluyla“ideal” Osmanlı vatandaşına ulaşmayıamaçlamıştır. Cemal Paşa döneminde,Suriye’de dikkate değer bir okullaşmayaşanmıştır. Dahası Suriyeliler, Osmanlıtarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadarOsmanlı ordusuna alınmışlardır. 1 CemalPaşa Suriye’nin maddi açıdan da ilerlemesiiçin Şam, Kudüs, Beyrut gibi birçokArap vilayetinde şehirlerde önemli imarfaaliyetleri gerçekleştirmiştir.Sunumda son olarak savaş yıllarındakıtlığın Suriye’de büyük bir yıkıma yol açtığıvurgulanmış <strong>ve</strong> bu kıtlıkta Cemal Paşa’nınbirtakım yanlış uygulamalarının yanı sıraİngiliz <strong>ve</strong> Fransız boykotunun katkısına dadikkat çekilmiştir. Öte taraftan bu felaketCemal Paşa’nın ordusunun İngilizlereyenilmesinin en büyük sebebidir.1 Bu dönemde askere alınmış bir Arabın günlüğü yakın zamandaKlasik yayınları tarafından Arap Gözüyle Osmanlıserisinden neşredilmiştir; bkz. İhsan et-Tercüman,Çekirge Yılı: Kudüs 1915-1916, yayına hazırlayan SelimTemari, İstanbul: Klasik Yayınları, 2012.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM85


86TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMGeç Dönem Osmanlı Âdâb-ıMu’âşeret LiteratüründeDoğru Davranış Biçimleri12 Kasım 2012Değerlendirme: Zeynep GökgözFatma Tunç YaşarBoğaziçi Üni<strong>ve</strong>rsitesinde 2012 yılındatamamladığı “The Predicaments of AllaFranca: Visions of Proper Behavior in LateOttoman Etiquette Literature (AlafrangaHalleri: Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ıMu‘âşeret Literatüründe Doğru DavranışBiçimleri)” başlıklı doktora tezini bizlerlepaylaşan Fatma Tunç Yaşar, Osmanlıâdâb-ı mu‘âşeret kitaplarının literatürünüçıkarırken 1889-1918 aralığını kendisine konuedinir. Zira özellikle bu dönemde konuyailişkin çok fazla kitaba rastlanmaktadır <strong>ve</strong>bu merak da sadece geç Osmanlı için değildünya genelinde varolan bir eğilimdir;zira on dokuzuncu yüzyıl “medeniyet <strong>ve</strong>nezaket yüzyılı (age of civility)” olarakadlandırılmaktadır. Bu durum, bir neviyaşam kurallarını standartlaştırma olarakgörülebileceği gibi aslında merkezin <strong>ve</strong>öznenin muğlak olduğu bir değişim <strong>ve</strong>dönüşüme ayak uydurma isteğidir de.Kendisi için kilit kelimelerin değişim<strong>ve</strong> dönüşüm olduğunu, batılılaşma <strong>ve</strong>modernleşme yerine bu kelimeler üzerindengitmeyi uygun gördüğünü söyleyen Yaşar’agöre her bir yazarın bu durumla yüzleşme,uzlaşma <strong>ve</strong> de baş etme şekilleri farklıfarklıdır. Hem farklılıkları hem de aynılıklarıitibariyle kitapları toplumsal, siyasi, kültürelgündeminde <strong>ve</strong> dünya ölçeğinde tartışmayaaçarak Osmanlı entelektüellerinin değişim<strong>ve</strong> dönüşümden algıladıklarının peşinedüşer. Bu kitapların çıkışı, varlığı <strong>ve</strong>sürekliliğinin ne anlama geldiği ile ilgilenir.Bu yüzyıla özel âdâb-ı mu‘âşeret kelimesininetiket kelimesi ile karakterize edildiğigörülür. Zamanında ahlâkla birliktedüşünülen etiket, on dokuzuncu yüzyıldasekülerleşip artık sadece kamusal zarafetitanımlar hale gelmiştir. Bizde ise âdâb, usulanlamında olup edeple ilişki kurulurken,tamlamanın diğer ayağı mu‘âşeret hoşçageçinmenin yolları anlamında kullanılır.Tezinin girişinde bu kavramları mukayeseederek, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sındanasıl algılandığının (sadece görgü kuralı mıyoksa ahlâkla münasebeti kurulmuş musorusunun) cevabını aramak üzere yazarlarıkarşılaştıran konuğumuza göre, yazarlarınbu yabancı literatüre karşı hissiyatlarını dilegetirdikleri giriş bölümleri araştırmasının enkıymetli bölümleridir.Bu kitapların çıkışını değişimin bir sonucuşeklinde okuyanların yanı sıra değişiminaktörü olarak ele alanlar <strong>ve</strong> yüzleşmesinifarklı yaşayarak ikisinin yerine farklıreçeteler sunanlar da vardır. Girişlerini debu yönde ya literatüre karşı çıkarak, yatakip edelim, öğrenelim <strong>ve</strong> uygulayalımdiyerek ya da tamam öğrenelim amaasla <strong>ve</strong> de kat’a benimsemeyelimşeklinde bir tavır alarak yazmışlardır.İncelenen 13 kitaptan dördübenimsememe taraftarıdır


<strong>ve</strong> girişlerinde “alafrangayı niyeöğrenmemeliyiz” üzerine odaklanır.Meseleyi tartışmaya bu şekilde açmaklaiçerikle çeliştiklerini dile getiren Yaşar’a göre,bu durumun izahı şuydu: E<strong>ve</strong>t bir değişim<strong>ve</strong> dönüşüm vardı <strong>ve</strong> yeni ilişki biçimleri,yeni eşyalar <strong>ve</strong> yeni sosyal mekânlar yeni <strong>ve</strong>doğru davranış biçimleri gerektiriyordu. Budurumda yazarlar, yabancı, özellikle genedönemin icabı Fransızca eserleri tercümeederek (birinin Arapça olması dışında)ya sentez yoluyla ya seçici davranarak yada uyarlayarak kendi âdâb- ı mu‘âşeretkitaplarını meydana getirirler.Her yazar kitaplarının giriş bölümlerindekavrama ilişkin tanımlarını <strong>ve</strong>hesaplaşmalarını ortaya koyduktan sonrakıyafet <strong>ve</strong> buna bağlı olarak kimlik, ev içi,mesken <strong>ve</strong> salon kültürü, salon <strong>ve</strong> sofratanzimi, sokak <strong>ve</strong> sosyal yaşam gibi başlıklarıile devam ederler. Bu kitaplarda genel kabul;yabancılarla temasta evrensel kurallarıbilmenin icap ettiği, toplumsal değil ihtiyacayönelik oldukları, Batı’da ahlâkın olmadığı,kendi kültürünün öncelenmesi <strong>ve</strong> asıl bukuralların askeriye <strong>ve</strong> bürokrasi için geçerliolduğudur. Yaşanılması <strong>ve</strong> olması gerekendeğil bilinmesi gereken vurgusu hâkimdir <strong>ve</strong>“olması gereklidir” şartı için biraz daha vakitvardır.Yazarların gayet kendilerine gü<strong>ve</strong>nli birtavır sergilediklerinin <strong>ve</strong> yeni durumlarauyma noktasında gösterdikleri çabanınönemine dikkat çeken konuğumuza göre“uyma”, “kendine uyarlama” kelimeleri de“alma” yerine bu dönem için tercih edilmesigereken kelimelerden. Sonuçta batılılaşmaparadigmasına karşı çıkma yoktur amaistenen terakki merkezli bir değişimdir.Seçici, sentezci, eklektik, pragmatik <strong>ve</strong> kendigelenek <strong>ve</strong> maneviyatına gü<strong>ve</strong>nen bir duruşsergiledikleri gibi mahrem olanı korumayada ayrıca itina gösterirler. İlginçtir <strong>ve</strong>kolaylıkla “kadının yeri ne zaman olmuşturki zaten” klişesine varabilecek yorumlarasebebiyet <strong>ve</strong>recek şekilde bu on üçkitabın hiçbirinde Osmanlı kadınına yer<strong>ve</strong>rilmez. Bu hakikaten görmezden gelmeolarak okunabilir mi? Kadın zaten hayatıniçindedir, bu olsa olsa kadını <strong>ve</strong> aileyikoruma, bir anlamda onun dönüşmesiniistememeleri <strong>ve</strong>ya bunu nasıl yapacaklarınıbilememeleri ile açıklanabilir. Bir de odöneme ait Şehzade Abdülmecit Efendi’nin,Halil Paşa’nın <strong>ve</strong> de Namık İsmail’inresimleri hatırlanacak olursa kadınlarımızınbu alana bigâne kalmadıkları görülür.Burada acı olan hayata içkin, yaşama dairdoğru davranış kurallarının zamanla eskiköye yeni adetlerin girişiyle kitaplardanöğrenilen bir şeye dönüşmesi <strong>ve</strong> dahasonraki yıllarda hayranlığa dönüşen ilgi <strong>ve</strong>neticesinde yaşanan özgü<strong>ve</strong>n eksikliğiningetirdiği akıl karışıklığıdır. Yoksa siz de hâlâpeçetenizi <strong>ve</strong> dahi bıçağınızı sofrada nereyeyerleştireceğini bilemeyenlerden misiniz?TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM87


88TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM10 Aralık 2012Midilli Adasının İdari <strong>ve</strong>Sosyo-Ekonomik Yapısı,1876-1914Değerlendirme: Nurbanu DoğanMetin Ün<strong>ve</strong>rTürkiye Araştırmaları Merkezi’nin Tez-Makale sunumlarının 126. toplantısındaMetin Ün<strong>ve</strong>r’in, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Tarihbölümünde 2012 yılında tamamladığı “MidilliAdası’nın Sosyo-Ekonomik Yapısı (1876-1914)” isimli doktora tezi üzerine tartışıldı.Öncelikle tezin amacına değinen Ün<strong>ve</strong>r’inifadesiyle tez, bir şehir tarihi olmaklabirlikte, on dokuzuncu yüzyıl gibi karışık birsüreçte Rumlar <strong>ve</strong> Müslümanların birlikteyaşamalarının mümkün olup olmadığınınanlaşılması düşüncesine dayanır. Bunun içinbu tez çalışmasında, öncelikle BaşbakanlıkOsmanlı Arşivi kayıtlarından, ayrıca İSAM’dabulunan Hüseyin Hilmi Paşa Evrakı, İngilizarşivleri <strong>ve</strong> bir kısım Yunan kaynaklarındanyararlanılmıştır.Başlangıçta Midilli Adası’na dair bilgi<strong>ve</strong>ren Ün<strong>ve</strong>r’in ifadesiyle, 1462 gibierken sayılabilecek bir tarihte Osmanlıhakimiyetine giren Midilli, Cezayir-i Bahr-iSefid Eyaleti’ne bağlı bir sancaktır. Hattabu eyalete 1864-67 yılları arasında <strong>ve</strong> 1912yılında kısa bir süre olmak üzere iki kezmerkezlik yapmıştır. Midilli Adası’nınistisnai bir başka özelliği de Rumlar <strong>ve</strong>Müslümanların adanın birçok noktasındakarma köylerde beraber yaşamalarıdır.Midilli Adası’nın da içinde bulunduğucoğrafyayı anlayabilmek için Akdeniz’dekidengeleri iyi kavranması gerektiğine dikkatçeken Ün<strong>ve</strong>r’e göre, özellikle Yunanistan’ın1830’da kuruluşundan itibaren bölge siyasetiiyi değerlendirilmelidir. Bu süreçte Yunanbağımsızlığından 93 harbine kadar geçensürede Akdeniz’deki siyasi denklem varlığınıkorumuş, ancak İngiltere’nin Kıbrıs’ı geçiciolarak ele geçirmesi <strong>ve</strong> 1882 yılındaki Mısır’ıişgali bölgedeki dengeleri değiştirmiştir.Öte yandan Ün<strong>ve</strong>r, Yunanistan’ın bölgedekitavrının tam karşılığı olarak nitelediğiirridentism kavramını, megali ideayıanlamak açısından önemli görmektedir.Bu bağlamda, Yunanistan’ın, Rumlarınmeskûn olduğu tüm toprakları ele geçirmekamacını taşıdığını, ancak bu emellerinigerçekleştirebilmek için askeri <strong>ve</strong> ticaripotansiyele sahip olmadığını belirtmektedir.Bu eksikliklere rağmen 1864’te yedi adanınİngiltere tarafından Yunanistan’a ilhakedilmesi meselesinde diğer adaların daYunanistan’a ilhakı düşüncesi doğmuştur.Dolayısıyla bu süreçte Yunanistan askerigüçten yoksun olduğu için kültürel <strong>ve</strong> siyasifaaliyetlerle Yunanlılık algısını kullanarakbölgedeki etkinliğini arttırmaya çalışmıştır.Bu Yunan politikasının somut örneklerininMidilli’de de görülebildiğine dikkat çekenÜn<strong>ve</strong>r, ada bazında jimnastik kulübü gibiörgütlenmelerden <strong>ve</strong> kendilerini Yunanvatandaşı olarak gören grupları himayeeden konsolosluk görevlilerindenbahseder.Adanın mülki yapısı hususundaise, adada mutasarrıflık yapmışNamık Kemal <strong>ve</strong> Fahri Bey’e


yapılan vurgu dikkat çekmektedir. ÖzellikleNamık Kemal dönemindeki düzenli çalışansistemden <strong>ve</strong> yine bu dönemde, dahiligümrük meselesinin çözüme kavuşması gibibirçok sorunun halledilmesinden bahsedenÜn<strong>ve</strong>r, bu başarıları neticesinde NamıkKemal’in adaya gelen çoğu mutasarrıf gibiRumlar arasında çeşitli bahanelerle adadangönderilmeye çalışıldığını ifade etmektedir.Ekonominin ise, tarım ticaretine dayalıolduğu Midilli’de özellikle zeytinyağı<strong>ve</strong> sabun üretimi bu ticaretin temelinioluşturmaktadır. Hatta zeytinyağının ticariolarak üretilmesinde Yunanlıların iddiasınınaksine, 1850’lerden itibaren buharlıteknolojinin Midilli’ye getirilmesi hususundaOsmanlı yönetiminin teşviki söz konusudur.Midilli’de özellikle ekonomiye yapılanen önemli katkı kalemleri ise, karayoluulaşımının arttırılması <strong>ve</strong> ada halkınınzeytinyağı <strong>ve</strong> sabun fabrikaları için yurtdışından ithal edilen makinelerin gümrük<strong>ve</strong>rgilerinden muaf tutulmalarıdır. Ancakekonomideki bu iyileşme Rumların devletesadakatini aynı oranda arttırmamıştır. Başkabir deyişle ekonomik iyileşmenin, ayrılmatemayüllerini ortadan kaldırması, Midilliörneğinde geçerli değildir. Zira buradasorun, ayrılmacı temayüle karşı yalnızcaekonominin kullanılmasıdır.Sonuç olarak Ün<strong>ve</strong>r’e göre, OsmanlıDevleti, Tanzimat reformları ile çökmekteolan sistemi kurtarmaya çalışırken budurum taşraya hazırlanan talimatname <strong>ve</strong>nizamnameler ile yansıtılır. Bu kapsamdabölge halkına etnik <strong>ve</strong> dini açıdan farkgözetmeksizin idare, nahiye <strong>ve</strong> belediyemeclislerinde yer alma imkânı <strong>ve</strong>rilir,böylelikle ortak yaşam alanlarına dairsorunlara ortak çözümler bulmalarısağlanır. Öte yandan adadaki nüfuz sahibiRumlar Osmanlı yönetiminden elde ettikleriayrıcalıklardan mümkün olduğuncayararlanmaya çalışırlar. Bununla birlikteaynı din <strong>ve</strong> ırkı paylaştıkları Yunanistan’akatılma fikrine ise bu ayrıcalıkları kaybetmedüşüncesiyle temkinli yaklaşılır. Bunamukabil 1912 yılındaki Yunan işgalinimemnuniyetle karşılarlar, ancak bu durumBatı Anadolu ile iletişimi kaybetmelerineticesinde pazarlarını yitirmelerine nedenolur <strong>ve</strong> adada ekonomik anlamda bir çöküşyaşanır. Adadaki Müslümanlara gelince,onlar da Yunan işgali sonrası hemen adayıterk etmezler, 1923 yılına dek adadakivarlıklarını sürdürürler.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM89TAM Bir Kitap-Bir YazarTürkiye CumhuriyetindeTek Parti YönetimininKuruluşu10 Kasım 2012Değerlendirme: Mehmet Ali DoğanMete TunçayTürkiye Araştırmaları Merkezi bünyesindegerçekleştirilen özel toplantı serisininikinci konuğu Mete Tunçay’la TürkiyeCumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’ninKurulması 1923-1931 isimli kitabıbağlamında Türkiye’de sol <strong>ve</strong> tek partidönemi tartışıldı. Katılımcılardangelen sorular üzerine AnkaraHukuk Mektebi’nin kurulması,


90TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMŞeyh Said ayaklanması, Dersim harekatı,İstiklal Mahkemeleri zabıtları, Terakkiper<strong>ve</strong>rCumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, SerbestCumhuriyet Fırkası, alfabe değişikliği, GüneşDil Teorisi, Milli Mücadele’de Sovyet yardımı<strong>ve</strong> 1946 seçimleri gibi konular da gündemegeldi.Tunçay’ın ilk vurgusu, çocukların dahi odönemin etkisinden azade olamadığı 1936yılında, tek parti döneminin ortasında,doğduğu idi. İçine doğduğu ortamın öneminebu şekilde dikkat çeken Tunçay dahasonra kitabın neden <strong>ve</strong> nasıl yazıldığınınuzun hikayesini anlattı. Tunçay, AnkaraÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde siyasal düşünceler tarihikonusunda hocalık yaparken Türkiye’deki solakımların tarihi üzerinde çalışmaya başlar.Kitap olarak da yayınlanan Türkiye’de SolAkımlar 1908-1925 isimli doçentlik tezi buçalışmanın ürünüdür. Başlangıçta amacı busol tarihini 1960’a kadar getirmektir, ama buişin zorluğu belli bir noktada durmayı gereklikılmıştır. Bu nedenle Tunçay çalışmasını,önemli bir dönüm noktası olarak gördüğü1925 yılında bitirir. Tunçay’a göre 1925’teçıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu gerçektenbir dönüm noktasıdır; bir hafta öncesi <strong>ve</strong> birhafta sonrası arasında bile müthiş bir farkvardır; dahası, sadece sol akımlar için değiltüm ülke için önemli değişiklikler getiren birkanundur. İlerleyen yıllarda Tunçay, Takrir-iSükûn Kanunu’ndan sonra ülkede neleryaşandığı <strong>ve</strong> Türkiye Komünist Partisi’niniçinde çalıştığı ortamın nasıl olduğukonularına da eğilerek çalışmasını 1936 yılınakadar getirir.Türkiye’de sol akımları çalışırken karşılaştığıen büyük zorluklardan birisi de yasakyayınlardır. Milli Kütüphane’de yasakkitaplar bölümünde çalışırken rastladığıKerim Sadi’nin Ansiklopedik Vahşi adındakiküçük kitapçığını örnek gösterir Tunçay.Anne <strong>ve</strong> küçük kızdan oluşan zenginbir aile, bir gemiden rıhtıma inerken,küçük kızın eşya taşıyan hamallardanbirini göstererek “anne ansiklopedidekivahşi bu mu” demesi, eserin, Türkiye’deyasaklanmaya değecek provokatif biryayın sayılmasına yeter. Tunçay bunudoçentlik takdim tezi olarak sunar. HepsiAnsiklopedik Vahşi kadar masum olmasada birçok yayın yasaklandığından <strong>ve</strong> butür yayınları özel koleksiyonlarda bilebulmak mümkün olmadığından, TunçayTürkiye’de Sol Akımlar kitabında birtakımdergi <strong>ve</strong> kitapların hangi kütüphanede hanginumarayla kayıtlı bulunduğunu yazar.Türk solu hakkında yazarken gazetelerdekitevkifat haberleri <strong>ve</strong> bunların arka planınadair bilgiler, 1 Mayıs <strong>ve</strong> Dünya Barış Günübildirileri gibi kaynaklardan faydalanırTunçay. Sovyetlerin çöküşü ile arşivlerinkısmen kullanılabilir hale gelmesi de yeniimkânlar açar. Türk soluna dair vardığısonuçları şu şekilde özetler Tunçay: AslındaTKP diye bir şey yoktur. Komintern’inTürkiye seksiyonu vardır. Komintern(Komünist Enternasyonel) bürokratik birörgüttür, bir dünya partisidir <strong>ve</strong> Türkpartisinin bağlı olduğu doğu şubesivardır. Türkiye’de yapılan çalışmalarKomintern’e her ay rapor edilecek <strong>ve</strong>bütün yayınlar, çıkartılan bildiriler,dergiler <strong>ve</strong> kitaplar Komintern’egönderilecektir. Bütün bu


materyaller Komintern’in kütüphanesinegönderilir. Zira kütüphanenin Türkiyebölümü olduğu da bilinmektedir. Bubölümün şu an nerede olduğunun izinisüren <strong>ve</strong> kendisine 1943’te Kominternresmen kapatılınca Komünist Partinin sosyalbilimler akademisine <strong>ve</strong>rildiği söylenenTunçay, “kısmen bizde” cevabını alır.Burada, Fransızca, Almanca <strong>ve</strong> Rusça kitaplarmevcuttur ama Türkçe, Arapça <strong>ve</strong> diğerdillerdeki kitapların nerede olduğu hâlâ bellideğildir. Günün birinde birisinin mutlakabunları bulacağına dair inancını muhafazaetmektedir Tunçay.Türkiye’den yazılan raporların geneldeFransızca olduğunu ifade eden Tunçay’agöre, 1936 yılı TKP tarihi için önemli birdönüm noktasıdır. Çünkü KominternTKP’den partiyi dağıtmasını ister. 7 senesonra da Stalin, Fransız <strong>ve</strong> İngilizlerimemnun etmek için Komintern’i kapatır.Netice-i kelam, 1925-1945 yılları arasıTürkiye’de tek parti egemenliğinde geçen birdönemdir <strong>ve</strong> bu dönemdeki tek muhalefetde yer altındaki soldur. TKP’nin Türkiye’dekitek parti yönetimine bakışında çok ciddisınırlar vardır. Tek parti dönemindehükümetin Sovyet dostu bir dış politikaizlemesi nedeniyle Türk solu muhalefettefazla ileri gidememiştir. Bunun yanı sıratek parti döneminde yapılan millileştirmeuygulamalarını TKP’nin eleştirmesi de sözkonusu değildir. Zira bunlar, kendilerinin deyapmak isteyeceği şeylerdir.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM91TAM Tarih OkumalarıMenâkıbnâmeler 1MenâkıbnâmelereGiriş <strong>ve</strong> ElvanÇelebi’ninMenâkıbü’l-Kudsiyye’siAhmet Yaşar Ocak29 Eylül 2012Değerlendirme: Esra EvsenTAM Tarih Okumaları çerçe<strong>ve</strong>sindedüzenlenen Menâkıbnâmeler serisininilk konuğu Hacettepe Üni<strong>ve</strong>rsitesi Tarihbölümünden Ahmet Yaşar Ocak’tı. Bu serininilk toplantısı olması sebebiyle konuşmasınamenâkıbnâmeler hakkında genel bilgiler<strong>ve</strong>rerek başlayan Ocak, daha sonra ElvanÇelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye fî menâsıbi’lünsiyyeadlı eseri üzerine değerlendirmelerdebulundu.Bilindiği üzere menâkıbnâmeler, şeyhinyaşadığı dönemde <strong>ve</strong>ya <strong>ve</strong>fatının ardındanmüritleri arasında tedavülde olanmenkıbelerinin bir araya getirilmesiyleoluşur. Tarikat mensupları arasındaşeyhe <strong>ve</strong> tarikata bağlılığı sağlamak içinsıkça okunan bu eserler, aynı zamandatarikatın tarikat dışındaki çevrelerdeprestijini artırma fonksiyonuna dasahiptir.


92TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMMenâkıbnâmeleri tarihi birer kaynakolması bakımından da değerlendiren Ocak’agöre, “menâkıbnâmeler, genellikle tarihi birzemin ihtiva etmeyen bilgiler içerdiği için,tarih kaynağı olarak kullanılamaz” şeklindeifade edilebilecek mevcut yaklaşımınaksine, bu eserler tarih kaynakları dışındabırakılmamalıdır. Zira bu kaynaklar; örneğin,bir tarikat ortamının sosyo-psikolojikdurumunun analizi gibi, ilgili sahalardakullanıldığında önemli kaynaklardır.Ocak’ın konuşmasında dikkat çektiği birbaşka husus, bazı menâkıbnâme türlerininciddi bir tarihi zemine de sahip olduğudur.Mesela Elvan Çelebi’den daha eski tarihliolan Bedîüzzaman Firûzanfer’in EvhadüddinKirmani (ö. 1238) menâkıbnâmesi, İran <strong>ve</strong>Anadolu’da o devirde cereyan eden olaylaradair çok önemli bir tarihi zemine sahip,ciddi <strong>ve</strong>riler içeren bir eserdir. Ayrıca SeyyidAli Sultan Velayetnamesi; Rumeli’dekiKalenderî dervişlerin yapılanmalarının, budervişler arasındaki grupların rekabetlerininilginç örneklerle anlatıldığı Otman BabaVelayetnamesi de tarihi zemini çok güçlümetinlerdir. Bayrâmî Melâmilerle ilgiliolan Mir’âtü’l-ışk da bize İsmail Maşuki <strong>ve</strong>babasıyla ilgili olarak Şakâyık <strong>ve</strong> Melamikaynaklarda <strong>ve</strong>rilen bilgilerin yanlışolduğunu gösteren, tarihi zemine sahip bireserdir.Bu genel bilgilerin ardından İsmail Erünsal ileberaber yayına hazırladıkları Elvan Çelebi’ninMenâkıbü’l-kudsiyye’si üzerine konuşanOcak’tan öğrendiğimize göre, metindebulunan Farsça kısımlar her sayfada bulunanmetinlerin bir anlamda özeti halindedir.Elvan Çelebi’nin kaleminden çıktığı kesinolan bu Farsça kısımlar Türkçe bilmeyenlerinmetin hakkında malumat sahibi olması içinyazılmıştır. Bu eserde Babâî isyanıyla ilgilibilinenleri tersine çevirecek önemli bilgilermevcuttur. Mesela isyanın lideri olarakkaynakların birçoğunda Baba İshak’ın ismizikredilir. Bu menâkıbnâmenin söylediğiönemli şeylerden biri isyanın liderinin Babaİshak olmadığıdır. Eserde Dede Garkın’danbahsedilir ki bu zat Hacı Bektaş’tan çokdaha önemli, Türkiye’de ilk Sünnilik dışıyapılanmanın temel ocağını kuran kişidir <strong>ve</strong>Elvan Çelebi’nin metinde ifade ettiğine göreBaba İlyas’ın dedesidir. Eserde Baba İlyas’ınoğulları <strong>ve</strong> isyanın tarihi ile alakalı bilgileryer almaktadır. Aşık Paşa’nın bazı halifeleri,Emirce Şeyh, Balı Şeyh <strong>ve</strong> Ali Şir adında ikiayrı zatın isimleri de eserde zikredilir ki buisimler daha önce bilinmemektedir. AyrıcaBaba İlyas’la Selçuklu sultanı GıyasettinKeyhüsrev’in arasını açan Çat köyü kadısıKöre Kadı’dan bahsedilir. Bunun bir isimolmadığı, “kûre” isminin beş altı köydenoluşan yerleşim birimine <strong>ve</strong>rilen isim olduğudüşünülmektedir.Menâkıbnâmeler 2Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî20 Ekim 2012Değerlendirme: Emine KavalReşat ÖngörenMenâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî… TarihOkumaları çerçe<strong>ve</strong>sinde ReşatÖngören’in başkanlığında tartışılanikinci menâkıbnâme. Eserle ilgilitemel bilgilerle konuşmasınabaşlayan Öngören şunları dile


getirdi: Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî isimlieserin müellifi Muhammed Muhyiddin-iGülşenî’dir (ö.1608’den sonra). Hal<strong>ve</strong>tiyetarikatının Mısır merkezli bir kolu olanGülşeniyye koluna mensubdur. Kadı naibivazifesiyle Kahire’ye gittiğinde İbrâhîm-iGülşeni’nin oğlu Şeyh Ahmet Hayalî’yeintisab eder, aynı zamanda damadı olur. ŞeyhAhmed Hayalî, yazmaya başladığı babasıİbrâhîm-i Gülşenî’nin hayatını anlatanbir kitabı Muhyiddin-i Gülşenî’ye tevdieder, o da 1604 yılında bu eserin yazımınıtamamlar. 200’e yakın eseri bulunan Muhyi-iGülşenî’nin 40 kadar eseri günümüzekadar gelmiştir. Bunlar içerisinde en ilginciBaleybelen’dir. Bu eser üzerine yapılançalışmalar, Baleybelen’in dünyanın ilk yapaydili olduğunu ortaya koymuştur. Müellifmezkur eserinde Türk, Arap <strong>ve</strong> Farslarınortak anlayabilecekleri bir dil oluşturmayaçalışmıştır.1570 yılında yazılmaya başlanıp 1604’detamamlanan Menâkıb-ı İbrâhîm-iGülşenî’nin esasen bir tarih kaynağıdır. Eser,sadece İbrâhîm-i Gülşenî’nin menkıbeleriniiçermez. Menâkıbnâme olarak isimlendirilişinedeniyle gözden kaçan bu eser, diğerkaynakların bilgi <strong>ve</strong>rmediği tarih, kişi,dönem, kavim <strong>ve</strong> olaylarla ilgili net bilgiler<strong>ve</strong>rmektedir. Dolayısıyla mütereddit kalınanbazı tarihi olaylarda başvurulması gerekenbir kaynaktır.Eser öncelikle İbrâhîm-i Gülşenî’ninhayatını anlatmayı hedeflemektedir. AncakŞeyh İbrâhîm-i Gülşenî gittiği yerlerde pekçok millet gördüğünden <strong>ve</strong> yöneticiler ileyakın ilişki içerisinde olduğundan, eserdeAkkoyunlu, Safevi, Memluk <strong>ve</strong> Osmanlıdevletleri hakkında <strong>ve</strong>rilen bilgiler tarihçalışmaları için ihmaledilmemesi gerekenbilgilerdir Öngören’e göre.Müellif eserine “beraat-iistihlal” adı <strong>ve</strong>rilen <strong>ve</strong> eseriözetleyen 6 satırlık bir girişile başlamaktadır <strong>ve</strong> ilk nurolarak Hz. Muhammed’inyaratıldığını ifade etmesisebebiyle tasavvufî bir esersayılmaktadır.Eserin mahiyeti <strong>ve</strong> anlatım özellikleriise şöyledir: Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî’ninyaşadığı <strong>ve</strong> gittiği yerlerin sırasını takipederek olayları anlatan Muhyi, ana metinarasında –şairlik yönü hasebiyle– Türkçe <strong>ve</strong>Farsça manzum parçalara yer <strong>ve</strong>rmektedir.Bir olayı anlatırken, yeri geldiğinde delilolarak ayet <strong>ve</strong> hadis kullanan müellif,bilgi kaynaklarını “falancadan dinledim”şeklinde ifade etmektedir. Yazarın İbrâhîm-iGülşenî ile alakalı <strong>ve</strong>rdiği bilgiler ise oğluAhmet Hayali’den dinlediği bilgilerdir.Müellif sadece olayın içerisinde bizzatyer alıyorsa tarih <strong>ve</strong>rmekte, bu da eseringü<strong>ve</strong>nilir <strong>ve</strong> sağlam bir kaynak olmasınazemin hazırlamaktadır. Dikkat çeken diğerbir husus, kerametlerden bahsederken,kerametleri kabul edilebilir şekildeaçıklamaya çalışmasıdır. Ayrıca, bir olayıanlatırken olayın içerisinde yer alan başkaşahıslardan nakiller <strong>ve</strong>rerek olayı tasdikeder. Tarikat meselelerinin anlatımındaise şeriat vurgusu yapmaktadır.Müellif bazen ayrıntılı bilgi için farklıkaynaklara yönlendirmektedir.İbrâhîm-i Gülşenî’nin ulemayaTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM93


94TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMdeğer <strong>ve</strong>rdiğini gösteren olayları dazikreden Muhyi, Hal<strong>ve</strong>tiye tarikatındarüyalar önemli olduğundan, İbrâhîm-iGülşenî’nin rüyalarına <strong>ve</strong> yaptığı yorumlarada geniş yer ayırmaktadır.Sunumunun devamında mezkurmenâkıbnâmenin bir tarih kaynağıolarak önemine işaret eden örneklerdenbahseden Öngören, Safeviye tarikatınıntarikattan devlete <strong>ve</strong> Sünnilikten Şiiliğe nasıldönüştüğüne <strong>ve</strong> bu esnada yaşananlaradair malumat elde etmek için bu eserdenfaydalanılabileceğini görüşündedir.Buna göre mezkur eserden, bu mezhepdönüşümünün zorla gerçekleştiği <strong>ve</strong>Sünnilerin zulüm gördüğü anlaşılmaktadır.Eserde padişahlarla ilgili değerlendirmeler<strong>ve</strong> hatta eleştiriler bulmak mümkün. SultanMurad’ın na-Murad olarak isimlendirilişi bueleştirilere örnek olarak gösterilebilir.Nakledilen başka bir olayda, Memluk sultanıKansu Gavri, İbrâhîm-i Gülşenî’nin sözünüdinlemez, Yavuz Selim <strong>ve</strong> Şah İsmail’incenk etmelerini önlemek için yola çıkar.Kansu Gavri Şah İsmail’i desteklediği içinOsmanlı ordusu ile Mercidabık Ovasındasavaşır, ancak yenilir. Kansu Gavri’ninölümü ile ilgili, diğer tarih kaynaklarında yeralmayan, farklı bir bilgi mevcuttur. Müellif,Baba Şatır diye anılan Kansu Gavri’nin enyakın korumalarından birinin doğrudananlatımına dayanarak, Kansu Gavri’ninsavaşı kaybedeceğini anlayınca kaçmayabaşladığını, 17 kişilik bir grupla uzaklaştığını,bir çöle geldiklerinde istirahat için birmüddet durduktan sonra ölü bulduklarını <strong>ve</strong>naaşını çöle gömdüklerini nakletmektedir.Yeniçerilerin Bektaşi tarikatından ziyadeHal<strong>ve</strong>tiye tarikatına intisablarına, Fatih SultanMehmed’in son seferinde Acem diyarınagitme niyetine <strong>ve</strong> daha bunun gibi pek çokolaya dair, diğer eserlerde olmayan <strong>ve</strong>ya farklıaktarılan –gerek tarihe <strong>ve</strong> gerekse tasavvufalanına ait– bilgiler bakımından Menâkıb-ıİbrâhîm-i Gülşenî son derece değerli birbaşvuru kaynağıdır Öngören’e göre.26 Kasım 2012Değerlendirme: Güllü YıldızMenâkıbnâmeler 3Velâyetnâme-i HacıBektaş-ı VeliCemal KafadarMenâkıbnâme okumaları serisininüçüncüsünde Cemal Kafadar’danVelâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî’yi dinledik.Tarih teorisinden ‘Aziz İstanbul’da olupbitenlere, Trakya’daki Alevî-Bektaşîzümrelerin durumundan Türk milliyetçiliğininentelektüel tarihine zihninde dönenmeselelerden kısaca bahsederek kendimenâkıbnâme okumalarının bunlardanbağımsız olmadığını söyleyen Kafadar,Velâyetnâme üzerine değerlendirmelerinibu sorular çerçe<strong>ve</strong>sinde ortaya koydu.Kafadar’a göre Velâyetnâme gibikaynak eserler, “çok sesli bir metinokuması” olarak tarif ettiği yaklaşımla;her dönemin kendi soruları,sorunları açısından tekrar tekrarsorgulanmalıdır. Bir süredirSeyyid Ali Sultan (Kızıl DeliSultan) Dergâhı’nın göbeğindekidut ağacının anlamının <strong>ve</strong>


hikayesinin peşinde olduğuna; menâkıbnâmederyasında bir katre olan Kızıl Deli SultanMenâkıbnâmesi’yle başlayan okumalarının buarayışın peşinden gittiğine değinen Kafadar,Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Otman Baba,Veli Vaba, Şücaeddin Velî menâkıbları korpusuiçinde Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’ninen önemlisi olduğunu belirtti. Bunun dışındaDede Korkut, Oğuznâme gibi başka metinlerlede paralellikler bulunmaktadır; ses, üslup,kelime haznesi, anlatılardaki bazı motifler çokbenzerdir.On beşinci asrın sonlarında yazıya geçirildiğidüşünülen Velâyetnâme yazıldığında HacıBektaş-ı Velî kültü iki yüzyıllık bir geçmişesahiptir. Dolayısıyla metinde, Osmanlıhanedanın manevi aidiyeti itibariyle nereyeyöneldiği gibi birtakım asrî tartışmalaramüdahale etme çabası vardır. Ayrıca yine buasırda şifahi olanın yazıya geçirilmesi şeklindebir tavır söz konusudur. Dede Korkut, SeyyidBattal Gazi, Oğuznâme (Oğuzlara ait atasözlerikoleksiyonları), Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i(bazı yerlerde Menâkıb kelimesini kullanmasıkayda değerdir) Âl-i Osman kitabı, anonimOsmanlı tarihleri, Saltuknâme gibi diğer şifahikültür ürünlerinin de bu dönemde yazıyageçirilmesini birbirinden bağımsız düşünmekmümkün değildir. Velâyetnâme’yi okumakbütün bu unsurları göz önünde bulundurarakokumak demektir ki henüz hakkı <strong>ve</strong>rilebilmişdeğildir. Maalesef Abdülbâki Gölpınarlı’nın bualandaki çalışmalarının arkası getirilememiştir.Menâkıbın yazıya geçirilirken işin doğasıgereği aynı zamanda bir “ayar <strong>ve</strong>rme”sürecinden de geçtiğini, her şifahi anlatınınbir yorum olduğunu; yazıya geçtiğinde metinhalinin her okunuşunun da bir “performansyani icra <strong>ve</strong> tevil” olduğunu hatırda tutmakgerektiğini belirten Kafadar, “kayıtlar bir şeyinneyini kaydeder? Söz uçar yazı kalır deniyor;iyi de uçmanın nesi kötü?” sorularıyla içindeyaşadığımız kayıt çağında yazıya bu dereceöncelik <strong>ve</strong>rilmesine karşıdır.Daha sonra Velâyetnâme’nin yazmalarınadeğinen Kafadar, tarihleri açısından nüshalarınilginç dağılımına dikkatleri çekti. Manzum <strong>ve</strong>manzum-mensur karışımı yazmalardan BedriNoyan’ın yayınladığı nüsha, Gölpınarlı’nınlistelediği on nüsha <strong>ve</strong> TDV’nin yeni yayınındakullanılan dört nüshadan beş tanesi 1034-1044 arasındaki on yıla tarihlenmiştir ki onyedinci asrın tarihini bilenler için bu on yılçok şey ifade eder. Bağdat’ın düşüşü <strong>ve</strong> IV.Murat’ın Bağdat seferi bu yıllardadır. OsmanlıDevleti’nin Bektaşî geleneği ile ilişkilerininyeniden gözden geçirildiği <strong>ve</strong> harmanlandığıbir dönemdir. Bu dönemde birçok Velâyetnâmenüshası yazılması, o nüshaların bu tarihîbağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini açıkbir şekilde ortaya koymaktadır.Velâyetnâme’nin yazıldığı tarih <strong>ve</strong> yazarına aitkesin bilgilere sahip değiliz. Manzum şeklinin1481 ile 1501 arasında Uzun Firdevsî tarafındanyazıldığı en çok kabul gören görüştür. Mensurmanzummetin ise daha şüpheli olmaklabirlikte yine Uzun Firdevsî’ye atfedilir.Ali oğlu Musa’nın mensur metnin yazarıolması ihtimalini de bir kenara koymamakgerektiğini savunan Kafadar, neden<strong>ve</strong> ne zaman manzuma geçildiğininbilinmediğini belirtti.Metin Hacı Bektaş-ı Velî’nin nesebi,soyu ile başlar; Türkistan, Horasan,Bedehşan’da yaşadıkları, AhmedTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM95


96TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMYesevî’yle münasebeti ile devam eder.Kafadar’a göre yapılan son çalışmalarbirebir bir ilişkinin çok şüpheli olduğunuortaya koymaktadır. Ahmed Yesevî’nin HacıBektaş-ı Velî’yi Diyar-ı Rum’a göndermesi ileanlatı Anadolu’ya intikal eder. Diyar-ı Rum’agelirken kat ettiği İran, Mekke, Suriye yoluçok önemlidir. Rum erenleri onu kolay kabuletmez <strong>ve</strong> ciddi bir rekabet söz konusu olur.Velâyetnâme, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Mevlana<strong>ve</strong> Ahi Evren gibi Diyar-ı Rum’daki pek çokkişiyle olan musahabeleri ile devam eder.nasıl okunabileceği ile ilgili metodolojikbir çerçe<strong>ve</strong> ortaya koyan Kafadar, “Vahyinbile esbab-ı nüzulü vardır. Erenlerinnefeslerini şu yalan dünyanın değişenşartları <strong>ve</strong> mahpuslarının farklı sergüzeştleribağlamında okumak gerekmez mi?” sorusuile sunumunu bitirdi.Menâkıbnâmeler 4Tezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye,Yusuf Sinan EfendiKafadar sunumunu, girişte değindiği dutağacının hikayesine bağlayarak hitamaerdirdi. Kafadar’a göre menâkıbnâmelerdeçeşitli taşlar, ağaçlar (dut, kavak) <strong>ve</strong>20 Aralık 2012hayvanların (gü<strong>ve</strong>rcin, geyik, şahin) yeralmasında, doğa denilen şeye <strong>ve</strong> bu kavramın Değerlendirme: Güllü Yıldıziçinde canlı <strong>ve</strong> cansız diye tasnif ettiğimizTarih Okumaları serisi içerisinde devamvarlıklara yönelik farklı bir yaklaşımın izlerinieden menâkıbnâme okumalarında Koçbulmak mümkündür. Kuşatıcı <strong>ve</strong> kendi içindeÜni<strong>ve</strong>rsitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Aslıtutarlı bir yaklaşımın somut birer yansımasıNiyazioğlu ile Tezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye üzerineoldukları içindir ki menkıbelerdeki özgülkonuşuldu. “Osmanlı tarihini Osmanlımotifler; dut, gü<strong>ve</strong>rcin vs. yerine oturur <strong>ve</strong>kültür tarihi ile birlikte nasıl yazabiliriz?anlam kazanır. Elbette bütün toplumunAlimler, şeyhler, şairler dünyalarını nasılaynı baktığını varsaymak çok yanlış olur.gördüler?” gibi temel sorular eksenindeToplumun farklı kesimleri arasındakiçalışan Niyazioğlu, bir süredir çalışmalarındazihniyet farklarına <strong>ve</strong> gerilimlere de bakmakhayat hikayelerine odaklanmıştır.gerekir. Bu motiflerin anlatılarda yer alışRüyalar üzerine çalışması dolayısıylaşekillerini, Türkmenlerin zaten varolan <strong>ve</strong>menâkıbnâme okumaları serisi için birHorasan’dan Anadolu’ya taşıdıkları kültürehal<strong>ve</strong>ti menâkıbnâmesi seçen Niyazioğlu,atfen çizgisellik <strong>ve</strong> kalıtsalcılık çerçe<strong>ve</strong>sindeYusuf Sinan Efendi’nin menâkıbını buaçıklamak da acelecilik olur. Bilakis büyükbağlamda çalışır. Bu <strong>ve</strong> benzeri eserlerincoğrafi <strong>ve</strong> sosyolojik dönüşümler yaşayandillerinin zorlayıcılığı <strong>ve</strong> yazarlarıntoplulukların karşısına çıkan yeni imkânlaraanlatmaya çalıştığı dünyanın sadece<strong>ve</strong> içine düştükleri yeni travmalara cevapkendi aradığımız unsurlar üzerinden<strong>ve</strong>rebildikleri için başarılı olmuştur erenler.okunması <strong>ve</strong> bu esnada asılSunum süresince Hacı Bektaş-ı Velî’nin <strong>ve</strong> anlatmak istedikleri dünyalarınmenâkıbnâme türündeki diğer metinlerin gözden kaçırılması gibi bazıAslı Niyazioğlu


metodolojik sorunlarla karşılaşıldığını tespiteder. Ona göre, bu sorunlar ancak edebiyat,sanat, kültür <strong>ve</strong> tasavvuf tarihçilerinin ortakçabalarıyla aşılabilir <strong>ve</strong> onların bize sunduğudünya bu şekilde anlaşılabilir.Tezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye’nin müellifi, yazılışı,isimlendirilmesi nüshaları gibi bazıtemel özelliklerine bakıldığında; eserYusuf Sinan Efendi’ye aittir. Yusuf SinanEfendi, 1574’te Sultan III. Murad’ın MerkezEfendi’nin kabrini ziyareti münasebetiylebu menâkıbnâmeyi sultana sunmuştur.Kendisi o sırada Koca Mustafa Paşa şeyhidir.Babasından sonra yeni şeyh olmuştur<strong>ve</strong> dergâhın kuruluşundan itibaren ilkdört şeyhinin biyografilerini içeren bumenâkıbnâmeyi kaleme almıştır. Bunedenle 39 varaklık çok kısa bir eserdir.Yazar, Menâkıbnâmeyi Risâle olarakadlandırır. Eserin ismiyle ilgili karışıklığınsebebi ise Yusuf Sinan Efendi’nin eseriisimlendirmemesidir. Eser daha çokTezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye, Meşâyîhü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye olarak bilinir. Henüz edisyonkritiği yapılmayan eserin, SüleymaniyeKütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu’ndayer alan tarihsiz bir nüshası ile 17. asrınbaşlarındaki, 1610 tarihli nüshası üzerindeçalışır Niyazioğlu <strong>ve</strong> bu iki nüshanın çokilginç bir şekilde kelime-harf farkı olmaksızınbirbirinin aynı olduğunu tespit eder. AtatürkKitaplığı’nda bir yazması daha bulunduğusöylense de Niyazioğlu’na göre eser, risaleolması hasebiyle muhtemelen mecmualarıniçinde yer alır <strong>ve</strong> dolayısıyla kataloglayanlarındikkatlerinden kaçan başka nüshaları damevcuttur. Padişah’a sunulması dolayısıylaaslında Topkapı Sarayı’nda <strong>ve</strong> tekkeninkitapları arasında da bulunması gerekir.Fakat, eldeki kayıtlar başka nüshaların varlığıhususunda bilgi <strong>ve</strong>rmemektedir.Şinasi Tekin’in “tarihçiler olarak metinlerikonuşturmamız gerekir” sözünü hatırlataraksöz konusu menâkıbnâmenin “nelersöylediğine” geçen Niyazioğlu, bu kitabın<strong>ve</strong> başka menâkıbnâmelerin bir hafızaağı olduğunu; geçmiş ile gelecek, ölülerleyaşayanlar, hayatı yazılan şeyhlerle okurlaryazarlar <strong>ve</strong> tabii menâkıbnâmeler içinçok önemli olan dünyevî hayatla uhrevîhayatın birbirine bağlandığı bir hafıza ağıolarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürer.Bu bağlardan biri, giriş bölümünde YusufSinan Efendi’nin uzun uzun anlattığı yazarile hayatı anlatılan şeyhler <strong>ve</strong> okur ile hayatıanlatılan şeyhler arasındaki ilişkidir <strong>ve</strong> builişki bizlerin şu an anlayamayacağı kadarcanlı bir ilişkidir. Kendisini Koca MustafaPaşa Dergahı’nın <strong>ve</strong> Sünbül Sinan Efendi’nintürbesinin hizmetlisi olarak anlatır. Bu kitabıokuyacak kişiler ise burayı ziyaret edenlerdir<strong>ve</strong> onlar bu türbelerde yatan şeyhleri dahaiyi tanıdıkça, onların ne kadar hürmetedilecek şahıslar olduklarını anlayacaklar <strong>ve</strong>ruhaniyetlerinden aldıkları feyiz artacaktır.Tekke-türbe <strong>ve</strong> menâkıbnâmenin yazmalarıarasındaki ilişki de bu bağların birgörüntüsüdür. Taş <strong>ve</strong> kağıt, unutulmayakarşı iki önemli araç; biri şeyhin bedeninikorur, mezarını ‘yer’den ‘mekân’açevirir. Diğeri de şeyhin sîretini <strong>ve</strong>menkıbesini korur. İşlevleri <strong>ve</strong> korumaşekilleri farklı olmakla birliktegenelde bir arada görülürler. TürbeTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM97


98TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMyapımıyla menâkıbnâme yazımının nasılbir arada gittiğini Zeynep Yürekli Görkay’ınçalışmaları açıkça ortaya koymuştur. BirçokHal<strong>ve</strong>tî şeyhi –mesela Kastamonu’daŞabaniye tarikatından Fuadî– hem türbeyapımı hem de menâkıbnâme yazımıylailgilenmişlerdir. Menâkıbnâme olmadığızaman o türbe bir taş yığınına dönüşür.Bir hafızaya <strong>ve</strong> bu hafızayı nesilden nesileaktarmaya ihtiyaç vardır <strong>ve</strong> kağıt bu hafızayıkaydedip koruyacak <strong>ve</strong> aktaracak bir araçtır.Yusuf Sinan Efendi’nin bu eseri SultanIII. Murad’a takdim etmesi de üzerindedurulması gereken bir başka husustur.On altıncı asır tarihini bilenler sultanların<strong>ve</strong> sarayın Hal<strong>ve</strong>tîlerle yakın ilişkilerinihatırlayacaklardır. 1570’lerde, Sultan, ValideSultan, Vezir-i Azam <strong>ve</strong> hadım hepsininHal<strong>ve</strong>tî şeyhleri vardır. Dolayısıyla YusufSinan Efendi’nin de bir hami arayışı içindeolduğu şeklinde bir değerlendirme yapılabilir.Tekkenin yapısını düşündüğümüzdeise bir külliye ile karşılaşırız: Hocaları<strong>ve</strong> talebeleriyle bir medrese <strong>ve</strong> her güngelen yüzlerce ziyaretçi. Bunların damenâkıbnâmenin okuyucuları, dinleyicileriolarak düşünülmesi muhtemeldir.Rüyalar, hafıza ağında önemli bir ilmektir. Bu,göz önünde bulundurularak menâkıbnâmedeyer <strong>ve</strong>rilen rüyalara bakıldığında çok seçicidavrandıkları görülür. Belli motifler sözkonusudur. Bu seçicilik kelime seçimindebile kendini gösterir. Mesela Yusuf SinanEfendi ‘hâlâ’ <strong>ve</strong> ‘el-ân’ kelimelerini çoksistematik bir şekilde kullanır. Geçmiş ileşimdi arasında kurulan bağı anlamak içinbu kelimelerin kullanımına da bakılmalıdır.Genel olarak menâkıbnâmelere rüyalarbağlamında bakıldığında bir şeyhin seyr üsülukla ilgili rüyalarını görmeyi beklersinizya da siyasi rüyalar olmalıdır bunlar. Bunedenle Tezkiretü’l-Hal<strong>ve</strong>tiyye’de menâkıbıanlatılan şeyhlerden, gördüğü rüya üzerineKanunî’nin son seferi olan Zigetvar seferineçıkan Hal<strong>ve</strong>tî şeyhi Nureddin-zâde ile aynıdönemde yaşayan Yakub Efendi’nin rüyalarınaodaklanır Niyazioğlu <strong>ve</strong> ne nefs mücadelesine de siyasetle ilgili bir tek rüya tespit edebilir.Nakledilen üç rüyadan ilki Yakub Efendi’nininabet rüyasıdır. Diğerleri ise Yanya ataması<strong>ve</strong> türbe <strong>ve</strong> dergâhın yeri ile ilgilidir. Burüyalar şeyhlik kariyeri için önemli aşamalarıgösterir. İnabet, önemli bir atama: Yanya,türbenin <strong>ve</strong> Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nınyeri. Zaviye, halife <strong>ve</strong> kıssanın kendisi. Biryönüyle silsilenâmeye de benzemektedir. BirHal<strong>ve</strong>tî şeyhinin menâkıbı çok daha uhrevîolmalıdır beklentisine karşın menâkıbnâmedevarolan şey; silsilede aldıkları yer, bu yerenasıl geldikleri <strong>ve</strong> uhrevî alandan bunun nasılonaylandığıdır. Ayrıca tabire açık olmayıp kesinolmaları ilginçtir. Literal rüyalar denilen burüyalar genellikle tartışmalı konular üzerinedir.28 Eylül 2012Değerlendirme: Tuba Nur SaraçoğluTAM SohbetOtobiyografik Bir Anlatı 7Türkiye’de KültürTarihçiliğiAhmet Yaşar OcakOtobiyografik anlatılar dizisindeAhmet Yaşar Ocak ile kendiserü<strong>ve</strong>ni çerçe<strong>ve</strong>sinde Türkiye’dekültür tarihçiliği konuşuldu.


1963’te Yozgat İmam Hatip Lisesinibitirdikten sonra İstanbul Yüksek İslâmEnstitüsü’nde okumaya başlayan Ocak,burada aldığı eğitim, arayışlarını tam olarakkarşılamayınca tarih okuma kararı alır.Düz lise bitirme imtihanlarına girip, farkderslerini <strong>ve</strong>rerek İstanbul Erkek Lisesi’ndenmezun olur. Ardından Mehmet İpşirli’ninde tavsiyesi ile İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi TarihBölümü’nde Tayyip Gökbilgin’in kürsüsüneyazılır. Osmaniye İmam Hatip Lisesi’nde birsüre öğretmenlik yapan Ocak, 1971 yılındanbu yana Hacettepe Üni<strong>ve</strong>rsitesi TarihBölümü’nde görev yapmaktadır.Ocak, her ne kadar tarih eğitiminde kararkılsa, Yüksek İslâm Enstitüsü’nde aldığıeğitim sonraki yıllarda yaptığı çalışmalarınzenginliğinin temelini teşkil edecektir.Zira bu yıllardaki sorgulayışları Yüksekİslâm Enstitüsü’nde iken Ömer NasuhiBilmen (kelam), Ali Nihat Tarlan (Fars dili<strong>ve</strong> edebiyatı), Nihat Sami Banarlı, AhmetDavutoğlu (fıkıh), Ali Üsküdarlı (Kur’an),Muhammed et-Tanci (mezhepler tarihi)gibi hocalardan istifade etmesi Ocak’ınaraştırmalarının mezhepler üzerineyoğunlaşmasında etkili olmuştur. Bununlabirlikte Yozgat <strong>ve</strong> İstanbul’daki hocalardanilahiyat eğitimini destekleyen klasik eserleride okuyan Ocak, bu klasik tarzdaki İslâmiilimler eğitiminin dini ilimler noktasındakendisine daha güçlü bir eğitim sağladığınınaltını çizmektedir. Ocak’ın çalışmalarınınistikametini belirleyen bir başka kişi, kendideyimiyle, Fuat Köprülü’dür. Köprülü’nünTürk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, YunusEmre <strong>ve</strong> Tasavvuf isimli eserleri kendialanını belirleme noktasında önemli bir yeresahiptir. Özellikle İlk Mutasavvıflar ondabüyük bir hayranlık uyandırmıştır. Bu eserdetakip edilen metot, kullanılan kaynaklar,Köprülü’nün kaynaklara bakış tarzı <strong>ve</strong>bunları eleştiriş <strong>ve</strong> kullanış biçimi <strong>ve</strong> sentezikendisini etkilemiştir.Mezhepler tarihi merakı güçlü olmakla birliktesosyal tarih eğilimi de olan Ocak hocasınıntavsiyesi üzerine kültür tarihi çalışmalarınayönelir. Zira bu sahada ciddi bir boşluk vardır.Genel olarak Türkiye’de tarih çalışmalarısiyasi tarih, sosyo-ekonomik tarih <strong>ve</strong> tahrirdefterleri nedeniyle sancak çalışmalarıalanlarında ilerlerken kültür tarihi çalışmalarızayıftır. Ona göre, Tanzimat’la başlayan<strong>ve</strong> Cumhuriyet’le devam eden birbirinereaksiyonel tavır gösteren iki kültürel yapınınbirbirini ötekileştirmesi tarih çalışmalarınıda etkilemiştir. Muhafazakar kesim İslâmtarihi <strong>ve</strong> Osmanlı tarihine kutsallaştırıcıbir perspektifle yaklaşır <strong>ve</strong> bu durum bazıkonuların çalışılmasını engeller. Örneğin,Cemel Vakası ile ilgili kültürel arka planı ortayaçıkaran bir çalışma henüz yapılmamıştır. İslâmtarihinin problemlerinin ortaya konulmamasıdurumunda sanal bir İslâm tarihi, sanal birOsmanlı tarihi ile yetinmek durumundakalınacaktır. Öte yandan bu çıkmazlar sadecemuhafazakar kesime ait değildir. İdeolojikkarşıtlıklar Türkiye’de tarihin gelişmesikarşısındaki en önemli engel olarak birçokbiçimde varlığını sürdürmektedir. İdeolojikarşı ideoloji, resmi ideoloji <strong>ve</strong> bununkarşıtı olarak ortaya çıkan her türlü yapı,hangi taraftan bakarsanız bakın aynıneticeyi <strong>ve</strong>recektir.Kültür tarihçiliğinin Türkiye’de canlıbir saha olmamasının sebeplerindenTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM99


100TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMbiri de daha külfetli bir çalışma disiplinineihtiyaç duyulmasıdır. Kültür tarihçiliğindeözellikle birkaç kaynak diline çok iyişehirdeki medrese <strong>ve</strong> tekke hayatı, ulema,derecede vakıf olunması gerekir. Özellikle orada yaşanan Müslümanlık bugünküOsmanlı kültür tarihçiliği demek çok iyi bir araştırmalarda göz ardı edilmekteyse deİslâm tarih <strong>ve</strong> uygarlığı ilahiyatı birikimiyle kurumsal yapı yanında o şehrin insanı <strong>ve</strong>birlikte çok iyi bir Arapça <strong>ve</strong> Farsça bilgisi kültürünün de mutlaka çalışılması gerekir.gerektirmektedir. İkinci husus, Selçuklu <strong>ve</strong>Osmanlı kültür tarihçiliği alanında yapılançalışmaların genellikle yalnızca yönetim,ordu gibi meselelere odaklanmasıdır.Şüphesiz bu konular önemlidir, fakatdonmuş konulardır. Çünkü sadece bunlarıincelemek yapıyı ortaya koymaktır. OysaAnadolu Selçuklusunun entelektüel profiligibi bir konu Osmanlı İmparatorluğunun24 Kasım 2012entelektüel temelini <strong>ve</strong>recek çok daha canlı Değerlendirme: Serdar Serdaroğlubir meseledir. Çalışılmayı bekleyen başkabir önemli konu da Osmanlı MüslümanlığıTürkiye Araştırmaları Merkezi’ninmeselesidir. Ocak bu konuda kaleme aldığıdüzenlediği “Otobiyografik Bir Anlatı”programının Kasım ayı konuğu Yeditepemakalesinde devlet, medrese, sufiye <strong>ve</strong>Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Siyaset <strong>Bilim</strong>i <strong>ve</strong> Uluslararasıhalk açısından dört sektörde bu hususuİlişkiler Bölümü öğretim üyesi Cemil Oktayinceler. Osmanlı imparatorluğundaidi. Oktay ile kendisinin kişisel akademikhalkın Müslümanlığını nasıl yaşadığıserü<strong>ve</strong>ni merkezli olarak Türkiye’de siyasibilinmemektedir. Bu konuda kaynakdüşünce çalışmaları üzerine keyifli birolmadığı söylense de menâkıbnâmeler,toplantı gerçekleştirildi.seyahatnâmeler başta olmak üzere istifadeedilecek kaynaklar vardır. Bu mânâda cami<strong>ve</strong> ibadet kültürü başlı başına muazzambir konudur. Kur’an tila<strong>ve</strong>ti kültürü, kutsalgecelerin nasıl kutlandığı, mevlidin nasıl icraedildiği, cenaze kültürü, bayramlar, halkınokuduğu kitaplar, Osmanlı kültür tarihindeentelektüel sirkülasyon, kitap dolaşımı, sufidolaşımı, şeyh sirkülasyonu, tâlib-i ilimdolaşımı, hoca dolaşımı <strong>ve</strong> daha pek çokkonu meraklı araştırmacıları beklemektedir.Konuşmasında Osmanlı şehir tarihiçalışmalarına da değinen Ocak, bunlarıntahrir defterlerinin latinize edilmiş haliolarak kalmaması gerektiğini dile getirdi. BirOtobiyografik Bir Anlatı 8Türkiye’de Siyasi DüşünceÇalışmalarıCemil Oktayİlköğretim <strong>ve</strong> Lise eğitimini Çanakkale’detamamlayıp, 1962’de Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesiSiyasal Bilgiler Fakültesi’nde lisans eğitiminebaşlayan Cemil Oktay, ülkemizdeki kalifiyeiş gücü eksikliğinin etkisiyle üni<strong>ve</strong>rsiteyıllarında “Doktora” eğitimi yapmanoktasında bilinçlenmeye başlamıştır.Özellikle Turan Güneş’in telkin <strong>ve</strong>yönlendirmeleriyle doktora yapmakonusuna ısınan Oktay, yurtdışındayüksek lisans <strong>ve</strong> doktora yapmahakkı kazanarak 1968 yılındaFransa serü<strong>ve</strong>nine ilk adımını


atmıştır. Dönemin şartları içerisindeyurtdışında eğitim alma hakkını elde eden15-20 öğrenciden birisi olan Oktay’ın doktorakonusu hakkında zihninde belli konularcanlanmaya başlamıştı. Kendi ifadesiyle“Siyasal Güçler ile Bürokrasi Arasındakiİlişki” çerçe<strong>ve</strong>sinde bir doktora konusuüzerinde araştırmalar yapan Cemil Oktay, yine“Bürokrasi” temelinde bir doçentlik teziyleakademik serü<strong>ve</strong>nine devam eder.Toplumsal güç ilişkileri hakkında kafa yoranCemil Oktay henüz lisans eğitimi sırasındabelli konular üzerinde rahatsızlık hissetmeyebaşlar. Siyasi meşrebe göre farklı analizlerinyapılması, üni<strong>ve</strong>rsitelerde okutulan teorikbilginin hayatın gerçekliği ile ne kadaruyumlu olduğu, hukuk devleti ilkesinintutarlılığı, değişim-modernleşme hadisesininaçmazları gibi başlıklar Oktay’ın doktoraeğitimi almadan önce merakını cezbedenkonular arasında yer almaktadır. Özelliklebu başlıkları zikretmesinden sonra sözlerinedevam eden Oktay, kendisinin en temelsorusunun “resmi anlayış” ile “toplumsalgörüş <strong>ve</strong> anlayış” arasındaki büyük makasınneden kaynaklandığı sorusu olduğunubelirtmektedir.Bu temel sorunun etrafında kişisel araştırma<strong>ve</strong> çalışmalarına devam eden Oktay,modernleşmenin nasıl cereyan etmesigerektiği ya da Türkiye toplumunda nasıltelakki edildiği <strong>ve</strong> ideolojik farklılıklarınyenileşme çabalarına olan farklı bakışlarıhakkında birçok soru ile Fransa’dakieğitimine başlar. Cemil Oktay’ın ParisÜni<strong>ve</strong>rsitesi’ndeki danışman hocasınınAnkara Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde lisans dönemindealdığı derslerin kimler tarafından <strong>ve</strong>rildiğiniöğrenmesi üzerine yaşadıklarını paylaştığıanekdot dikkate değerdir. Yavuz Abadan,Turan Güneş <strong>ve</strong> diğer hocaların isimleriniöğrenen tez danışmanı Oktay’ın dahaaz ders alarak tez dönemine geçmesineizin <strong>ve</strong>rmiştir. Bu hadisenin Türküni<strong>ve</strong>rsitelerinin saygınlığı noktasında şuanda sahip olmadığımız bir gururu kendisineyaşattığından dem vuran Oktay, bununlaberaber kendisinin tez dönemi için ders dışıkitap <strong>ve</strong> kişilerden beslenmesi için uygunortamın sağladığını görüşündedir.Dönemin şartları içerisinde Fransa’dasol ideoloji çok revaçtadır. Balibar’ınKapitali Okumak isimli edisyon eseriniokumayanın o dönem içerisinde esamisininokunamayacağını kişisel hatıraları eşliğindepaylaştı Oktay. Vietnam Savaşının sıcaklığınıkoruduğu <strong>ve</strong> Soğuk Savaş döneminin tümhızıyla devam ettiği 1960 <strong>ve</strong> 70’li yıllardaFransa’da beslendiği kaynakları da aktaranOktay, bu noktada Max Weber, RaymondAron, Georges Dumézil, Claude Lévi-Straussgibi yazarların isimlerini zikretti. ÖzellikleStrauss’un “antropolojik yaklaşımı” ogünlerden kendisine miras kalmıştır <strong>ve</strong>günümüzde bu yaklaşımı hâlâ derslerinde birtarz olarak okuttuğu bilinmektedir.Cemil Oktay, modernleşme sorunsalınıTürkiye özelinde araştırırken bürokrasiile halkın <strong>ve</strong> toplumun arasındakikopukluğun 19<strong>80</strong>’lı yıllardan itibarenözellikle sosyolojik açıdan incelenmesigerektiğini düşünür. Buradakendi akademik alanıyla ilgili birde serzenişte bulunan Oktay,TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM101


102TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMTürkiye’de siyasi düşünce çalışmalarındasosyolojik araştırmalara olan ihtiyacadikkat çeker. Türkiye’nin yaşadığı darbetecrübesinin kendisine olumsuz etkilerininyanında olumlu etkilerine de ironik biryaklaşımla değinen Oktay, özellikle <strong>80</strong> darbesisürecinde bir doçent olarak yaşadığı gü<strong>ve</strong>nliksoruşturmaları sonrasında hayatının engüzel makalesini yazabildiğinden bahseder.Daha sonra Bağlam Yayınları tarafındankitaplaştırılarak basılan “Hum ZamirininSerencamı” isimli bu makaleyi kalemealan Oktay, bu çalışma içerisinde Osmanlıdöneminde 1876 yılında anayasa tartışmalarısırasındaki ötekileştirme hadiselerindenhareketle bağnazlık derecesine varan otoritetutkumuzun <strong>ve</strong> her şeyi devlet etrafındagörmemiz nedeniyle sivil düzeyde sorunçözme alışkanlığımızın kısıtlı oluşuna değinir.Modernleşme-yenileşme, kamusalsivilotorite görüş ayrılığı <strong>ve</strong> sosyolojiktartışmaların yanında kendisinin kafayorduğu bir diğer önemli araştırma başlığıda “Kuv<strong>ve</strong>tler Ayrılığı” konusudur. AnayasaMahkemesinin 25. yılı münasebetiylehazırladığı bu çalışmanın başlığı “Kuv<strong>ve</strong>tlerAyrılığı İlkesinin Yargı Açısından Anlamı <strong>ve</strong>Türkiye Örneği” şeklindedir. Bu makale ileOktay kuv<strong>ve</strong>tler ayrılığı üzerinde Türkiye’deyaşanan sorunların, askeri baskının, yargıbağımsızlığının <strong>ve</strong> sosyolojik arka planıylaTanzimat döneminin önemi ile darbedöneminde yaşananların üzerinden biranayasal tartışma yapmaya çalışmıştır.Oktay, akademik çalışmalarının yanında Türksiyasi tarihinde orijinal bir hareket olarakincelenmeyi bekleyen “Yeni DemokrasiHareketi” oluşumu içerisinde yer aldı.Hakkında birkaç anekdot aktardığı buhareketin siyasi süreçleri içerisindeki kişiseltutum <strong>ve</strong> ikbal anlayışını da değerlendirenOktay, akademik ahlâk, ilkesel siyasi duruş<strong>ve</strong> Türkiye’nin gelişimi ile siyasi kültürühakkında ümitvardır.24 Aralık 2012Değerlendirme: İlker AykutOtobiyografik Bir Anlatı 9Türkiye’de İktisatTarihçiliğiAhmet TabakoğluMarmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi İktisat Bölümü İktisatTarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi AhmetTabakoğlu hem üni<strong>ve</strong>rsite öncesi hem deüni<strong>ve</strong>rsite sonrası hayat hikâyesi üzerindenbir iktisat tarihçisi olarak yetişme serü<strong>ve</strong>niniaktardı.Akademisyen olma hikâyesini orta okul,lise yıllarına dek geri götürür Tabakoğlu.Memur bir ailenin çocuğu olarak dünyayagelir, orta öğretimine Çarşamba İmam HatipLisesinde başlar. İlk yıllarda derslerindeyeterli başarıyı gösteremediğini söyleyenTabakoğlu özellikle okul müdürünündesteğiyle okumaya devam eder. Bu yıllardahayatının dönüm noktalarından biriolarak tanımladığı bir olay yaşar. 1965yılında 27 Mayıs İhtilalinin sıkıntılarıbitmeye başlamıştır <strong>ve</strong> genel seçiminyapılacağı bir dönemde Necip Fazıl’ınEyüp’te <strong>ve</strong>rdiği bir konferansa katılır.Bu konferans bilinçlenmesindekitemel köşe taşlarından biridir,onun ifadesiyle. Tabakoğlu’nun,tercihini etkileyerek ona ilimle


uğraşıp akademisyen olma kararı aldıranbir diğer etken Emin Işık’ın nasihatleridir.Dönemin Hareket dergisinde yazılarıyayınlanan Emin Işık aynı zamanda lisederslerine de girmektedir. Işık, öğrencilerinedönemin siyasi olaylarından uzakdurmalarını nasihat eder. Tabakoğlu bunasihati dinler <strong>ve</strong> ilmi faaliyetlere yönelir.1971 yılında, lise son sınıftayken üni<strong>ve</strong>rsiteimtihanına giren Tabakoğlu, o yıllardaİmam Hatip Lisesi diplomasıyla üni<strong>ve</strong>rsiteyegiremeyeceği için fark derslerini tamamlayıpVefa Lisesi’nden, İmam Hatip Lisesi’ndengeldiği şerhiyle beraber bir diploma daha alır.Üni<strong>ve</strong>rsite sınavına girerken aklında sosyolojiasistanlığı fikri vardır. Fakat ilk tercihineİ.Ü. İktisat Fakültesi’ni yazar <strong>ve</strong> kazanır.Böylece İktisat Fakültesi’ne kaydını yaptırır.Üni<strong>ve</strong>rsite yıllarında Ömer Celal Sarç, LütfiGüçer gibi çok değerli hocalardan dersleralır. Fakat özellikle Halil Sahillioğlu’nunderslerinden; bilhassa iktisat tarihi dersindenetkilenir. İktisat tarihi branşını seçmesindebu dersler büyük önem taşır. Nitekim1970’li yılların karışık ortamında dersleregiren <strong>ve</strong> lisans öğrenimini tamamlayanTabakoğlu üçüncü sınıfta sınavlara girerekdoktoraya başlar. Halil Sahillioğlu artıkdoktoradaki hocasıdır. Hocası Sahillioğlu,Tabakoğlu’nun ifadesiyle bildiklerini hiçbirşekilde saklamayan bir insandır. Kendisiyleuzun mesailer harcarlar. Öte taraftan hocasıSahillioğlu’nun takdirini kazanmasınarağmen, onun asistanı olamamasını,kendisinin de hayatı boyunca düşündüklerinisaklamaması <strong>ve</strong> ayrıca “sağa angaje”olmasına bağlar Tabakoğlu. Burada önemlibir diğer anekdot Sahillioğlu’nun Osmanlıcaharfleriyle tezinin kenarına aldığı notlarıtranskript ederek tezine eklemesidir.Vefa Lisesi diplomasıyla üni<strong>ve</strong>rsite hayatınabaşlayan Tabakoğlu İmam Hatip Lisesidiplomasıyla da Yüksek İslâm Enstitüsü’nekaydolmuştur. Burada İslâmi ilimler alanındakendini yetiştirmeye devam eder. Bu,şüphesiz İslâm İktisadı alanında yapacağıçalışmalara önemli katkılar sağlayacaktır.Tabakoğlu, daha sonrasında GerilemeDönemine Girerken Osmanlı Maliyesi ismiylekitaplaştırılacak olan doktora çalışmasınıtamamlar. Sahillioğlu’nun yanında ErdoğanAlkin <strong>ve</strong> Lütfi Güçer’in de içinde bulunduğubir jüri karşısında tezini başarıyla savunur.Aynı dönemlerde İstanbul İktisadi <strong>ve</strong> Ticariİlimler Akademisi’nden Orhan Oğuz iletanışır. Bu, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde kadroyagirmesinde bir engel sayılan Yüksek İslâmEnstitüsü eğitiminin kendisi için avantajhaline gelmesini sağlar <strong>ve</strong> 1979 yılındaİktisadi <strong>ve</strong> Ticari İlimler Akademisi’ndegöre<strong>ve</strong> başlar. Önceleri çalışma ekonomisiderslerine giren Tabakoğlu, daha sonraiktisat tarihi dersleri de <strong>ve</strong>rmeye başlar. 12Eylül sonrasında Akademi’nin MarmaraÜni<strong>ve</strong>rsitesi’ne dönüşmesinin ardından birİktisat Tarihi Anabilim Dalı kurulur.Tabakoğlu’nun hayatında yer tutanen önemli kişilerden biri de NurettinTopçu’dur. 1970-79 yılları arasındaTopçu ile her hafta görüşürler. Hercumartesi Topçu’nun seminerlerinekatılır. Nurettin Topçu’nun yayınladığıHareket dergisinde, üni<strong>ve</strong>rsiteyıllarından itibaren yazıları çıkmayaTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM103


104TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMbaşlar. Önceleri soyadı yerine “Debbaoğlu”müstearıyla yazmaya başlayan Tabakoğlusonraları kendi ismini kullanır. Bu dergideyayınlanan birçok yazısı daha sonra İslamİktisadı ismiyle kitaplaştırılır. Öğrenimhayatında birçok önemli kişinin desteğinigörmüştür. Fethi Gemuhluoğlu’nu da buradasaygıyla anar Tabakoğlu. Gemuhluoğlu,Tabakoğlu’nun deyimiyle kendisini öğrenimhayatı boyunca finanse etmiştir.Çalışma alanlarını üç alanda özetleyenTabakoğlu bunları birbiriyle ilişkili olarakİstanbul İktisadı, İslâm İktisadı <strong>ve</strong> Osmanlıİktisat Tarihi olarak sınıflandırmaktadır.İktisat tarihini multidisipliner bir alan olaraktanımlar. Osmanlı İktisat Tarihi çalışacakbir kişinin bu alanları bilmesi gerektiğinidüşünmektedir. Tarih <strong>ve</strong> coğrafya bilgisinindışında ayrıca mutlaka fıkıh, fıkıh usulü,hadis, hadis usulü öğrenilmelidir bununiçin bir iktisat tarihçisi. Bu bağlamda hocasıHalil Sahillioğlu’nun bir iktisat tarihçisiolarak fıkıhla ilgili doktora tezleri jürilerinegirebilecek düzeyde fıkıh bildiğinin dealtını çizer. İstanbul ile ilgili elinde pek çokmalzeme bulunan <strong>ve</strong> bunlar üzerine hâlâçalıştığını <strong>ve</strong> çalışmaya devam edeceğinibelirten Tabakoğlu’nun vurguladığı bir diğerhusus “Braudel’in tarihçi olmak isteyenlerinon sekizinci yüzyıl <strong>ve</strong> öncesini çalışmasıgerektiği” tezidir. Kendisi de bu yaklaşımıbenimsemektedir.TAM PanelToplumsal Mekân Etiği<strong>ve</strong> İstanbul’da Gü<strong>ve</strong>nlikliSiteler12 Mayıs 2012Değerlendirme: Ahmet BaşBSV-TAM bünyesindeki Şehir ÇalışmalarıAtölyesi tarafından organize edilen ikioturumluk “Toplumsal Mekân Etiği <strong>ve</strong>İstanbul’da Gü<strong>ve</strong>nlikli Siteler” isimli panelin“Kentsel Yenileşmenin Boyutları” adlı birincioturumu Ferhat Kentel başkanlığında, ikincioturumu Aslı Telli Aydemir başkanlığındayapıldı.Birinci oturumun konuşmacılarından UğurTanyeli “İstanbul Konutunda MahremiyetinKısa Tarihi: Osmanlı’dan Bugüne”, Alim Arlı“Kentsel Ayrışmadan Dışlamaya: ToplumsalEtik Arayışları” <strong>ve</strong> Tuna Kuyucu “Yeni BirPiyasa Yaratma Aracı Olarak TOKİ <strong>ve</strong> KentselDönüşüm Projeleri” konularına odaklandı.Programın ikinci oturumunda ise oturumkonuşmacılarından Murat Gü<strong>ve</strong>nç“İstanbul’da Toplumsal-Mekânsal Değişim:1990-2010 Dönemi Nasıl Okunabilir”, EmrahAltınok “Bir -Mekânsal Sabite Aygıtı- OlarakTOKİ <strong>ve</strong> İstanbul Projeleri” <strong>ve</strong> Köksal Al<strong>ve</strong>r“Siteleşme-Sterilleşme: Mekân <strong>ve</strong> YaşamTarzları ” üzerinde durdu.Uğur Tanyeli, İstanbul özelindemahremiyeti işlediği konusunda,özellikle mahremiyetin günümüzdeoluşan kapalı sitelerle ilişkisinedeğindi. Mahremiyet nedirsorusunun cevabını arayanTanyeli’ye göre mahremiyet


çok boyutlu bir alanı kapsamaktadır. Buboyutlardan birisi de insanların özel hayatını;diğer insanlara bu özel hayatın ne kadarınıngösterilmesi <strong>ve</strong> ne kadarının gösterilmemesigerektiğini içermektedir. Bu noktadanhareketle mahremiyet kısaca bir sınır tanımıolarak öne çıkmaktadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de neyinözel neyin kamuya açık olduğu ile ilgilitartışmalar ise on dokuzuncu yüzyıla kadargitmektedir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılınikinci yarısından itibaren, Roma’da <strong>ve</strong>Batı’da olan ama daha önce biz de olmayanbir kavram <strong>ve</strong> bu kavram etrafında gelişenkelimeler <strong>ve</strong> olaylarla artık düşünülmektedir.Bu yüzden on dokuzuncu yüzyıl öncesindekiinsanlar için günümüz kavramlarının daonlar için geçerli olduğunu varsayarakkonuşmak bir dikatomiye dönüşmektedir.Mahremiyet algısına değinen Tanyeli’yegöre, bugün mahremiyetin sürekli olarakaşındırıldığı düşünülmektedir. Oysagünümüzde özel hayatın korunmasına <strong>ve</strong>mahremiyetin sağlanmasına yönelik çoksıkı kurallar uygulanmakta <strong>ve</strong> mekânsaldüzenlemeler yapılmaktadır. Diğer taraftangeçmişte mahremiyet <strong>ve</strong> özel yaşamın dahasıkı korunduğu düşünülür; acaba öyle midir?Örneğin on altıncı yüzyıldaki İstanbul VakıfTahrir Defterleri incelendiğinde İstanbul’dakikonutların yaklaşık %75’i tek odalı evlerdenoluşmaktadır. Ayrıca vakıfların işlettiğitek hücreli sıra evleri de bu orana dâhiledersek on altıncı yüzyılda İstanbul’dayaşayan insanların büyük çoğunluğununtek odalı evlerde yaşadığı gerçeği ortayaçıkmaktadır. Hatta bu hûcuratlar ortakkullanılan mekâna açılan sıra evlerdenoluştuğu <strong>ve</strong> dışa kapalı olduğu için bir nevikapalı siteleri de andırmaktadır. Buna ekolarak bu durum sadece İstanbul’a özgü birdurum olmayıp, küçük ölçekli de olsa Bursa<strong>ve</strong> Edirne gibi şehirlerde <strong>ve</strong> Kahire’de debâb adı altında görülmektedir. Bu durumbir tür grup mahremiyetini oluştururkenayrıca bu grupların oluşturduğu mahallelerinde mahremiyetinden söz edilebilmektedir.Böyle bir mahremiyet ortamında iç mekândadaha az mahremiyet ortamı mevcutken, dışmekânda daha sıkı bir mahremiyet duvarıörülmektedir. On sekizinci yüzyılda budurum değişmeye başladı. Bu dönemde artıkevlerde bağımsız tuvalet <strong>ve</strong> banyo görülür <strong>ve</strong>apartmanlaşmaya doğru ilk adımlar atıldı.Fakat bu dönemde kat kullanımlarının nasılolduğuna yönelik elde yeterli bilgi <strong>ve</strong> belgeyoktur. Zaman içerisinde bu durum daha çokoda barındıran evlerin inşa edilmesi sürecinedoğru evrilmektedir. Bu ise mekânın konutölçeğinde işlevsel ayrışmaya yöneldiğinigöstermektedir. Sayılan sebeplerden dolayıon altıncı ile on sekizinci yüzyıl arasındakimahremiyet algısının idealize edilmemesindefayda görülmektedir. Kısaca günümüzdesağlanan çok odalı mahremiyet ortamınınönceki dönemlerde olmadığı gerçeğiniortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden günümüzdekullanılan mahremiyet kavramınınmodernliğin parametreleriyle ortaya çıkan birdurum olduğunu anlamamız gerekmektedir.Alim Arlı konuşmasında kentsel dönüşümile ilgili sürecin neden yeterincetartışılmadığı ya da neden istenilendüzeye çıkamadığı, farklı dini, etnikgrupların süreçteki konumları <strong>ve</strong>etkileri üzerinde durdu.TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM105


106TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMKapalı siteler gerçekte bir mahremiyettalebi midir, sorusunu inceleyen Arlı,aslında durumun sadece bir özel hayatdurumu olmadığını, olayın küresel ölçekteele alınması gerektiğini ileri sürmektedir.Küreselleşme <strong>ve</strong> sermaye birikimi ile birlikteser<strong>ve</strong>t çok sınırlı kişilerin elinde büyükoranlarda birikmeye başlayınca bu kişilerkendilerini toplumdan ayırmak isterler.1950’den sonra devletin konut alanınadoğrudan müdahil olmaması ile bugün fazlamüdahil hale gelmesi birbiriyle doğrudanilgili konular olarak ortaya çıkmaktadır.Türkiye dünyanın farklı bölgelerinde yaşananmodernlik krizlerinin farklı ayaklarınıbugün bir arada yaşamaktadır. Ekonomikdaralmaların olduğu dönemlerde inşaatsektörü piyasayı hareketlendirerek istihdamalanı açmakta <strong>ve</strong> ekonomik bir rahatlamayısağlamaktadır. Bu durumun bir tür serapetkisi oluşturduğu ise yeterince farkedilememektedir.İstanbul ölçeğinde incelendiğinde isedurum daha farklı değildir. Şehrin gelişmetemayüllerini büyük inşaat firmalarıbelirlemektedir. Bu durum ise şehirdeyaşayan insanların şehir ile ilgili alınankararlara doğrudan müdahil olmadığısüreçleri doğurmakta <strong>ve</strong> katılımcığıengellemektedir. Mevcut inşaat sistemi <strong>ve</strong>konut yapım yöntemlerinde kullanıcılarınyeterince söz sahibi olmadıklarını belirtenArlı, insanların bu sürece daha fazlakatılmaları gerektiğini belirtti. Kapalı sitelerinsanlar arasındaki gelir farkındaki büyüklüğebağlı olarak o sitelerde yaşayan insanlarıngü<strong>ve</strong>nlik algısı ile gerçekleşen bir durumolarak karşımıza çıkmaktadır. Gelir farkıaçıldıkça insanlar kendilerini daha gü<strong>ve</strong>nlihissettikleri alana doğru çekmektedirler.Tuna Kuyucu yaptığı sunumda 19<strong>80</strong>’denbugüne kadar geçen sürede Türkiye’ninyaşadığı dönüşümü/değişimi, TOKİ’ningerçekleştirdiği uygulamalar üzerindenpiyasanın nasıl şekillendirildiğini <strong>ve</strong> kentseldönüşüm projelerinin şehirde oluşturduğuetkiyi incelemektedir.19<strong>80</strong>-2001 döneminde Türkiye hızlı birliberalleşme süreci yaşar <strong>ve</strong> bu süreçteİstanbul başta olmak üzere çok büyükprojeler hayata geçirilir. Kuyucu, tamolarak bir kapitalist sistemin ülkedehâkim olmasının önünde engel olarakgecekonduların mevcudiyetini, kent-içiformel yoksulluk alanlarının olmasını<strong>ve</strong> kamu mülkiyetindeki taşınmazlarınfazlalığını sıralamaktadır. Bu dönemdekurulan TOKİ, dönüşüm projelerinigerçekleştirmede <strong>ve</strong> konut arzı sağlamadaistenilen başarıyı sağlayamamıştır.2001 krizi sonrasında gerçekleşen dönüşümise çok daha büyük <strong>ve</strong> farklıdır. Binyılınbaşında gerçekleşen kriz Türkiye’deyeniden yapılanmanın önünü açan biranahtardır. Öncelikli olarak TOKİ’ninyapısında gerçekleşen dönüşüm ile birliktemüdahale alanı genişletilmiş <strong>ve</strong> müdahalearaçları artırılmıştır. Kapatılan EmlakBankasının <strong>ve</strong> Toplu Konut Fonununaraçları TOKİ bünyesine katılır <strong>ve</strong> kurumdoğrudan başbakanlığa bağlanarak idariyapılanmasında bürokratik süreçlerasgari düzeye çekilmeye çalışılır.Bankacılık sektörü yeniden düzenlenir<strong>ve</strong> daha sağlam temellere oturtulur.Yerel yönetimlerin hareket alanıgenişletilmiş <strong>ve</strong> büyükşehiryasasında yapılan değişiklik ile


irlikte idari sınırlar değiştirilmiştir. Yapılanbu dönüşümler her ne kadar neoliberalpolitikaların bir uzantısı gibi görünse de artıkyeni bir kavramsallaştırmayı gerektirmektedir.Fakat güçlü hükümetlerin olduğu <strong>ve</strong> hızlıkalkınmanın amaçlandığı her ülke <strong>ve</strong>dönemde bu şekilde yapılmış dönüşümlergörülmektedir. Bu sebeple şu an yaşanangerçekliklerin ne İslami bir dönüşümle ne deMüslümanlıkla bir ilgisi vardır.İstanbul’daki 1990-2010 yılları arasındakimekânsal dönüşümü istatistikî programlar<strong>ve</strong> matematiksel modeller ile görselleştirerekanlatan Murat Gü<strong>ve</strong>nç, aslında İstanbul’dadüşünce olarak ayrışmış mekânların varlığınadikkat çeker.Ulus-devletler ile birlikte oluşan hukuksisteminde mekânsal ayrışma yoktur <strong>ve</strong>hukuki bir durum ülkenin bütün birimlerindeortak uygulanır. Farklı mekânsal oluşumlarasahip ülke bütününde aynı kararlarıuygulamak çelişik bir durumu ortayaçıkarmaktadır. Hukuk mekânsal olarakdüşünülmeye başladığında farklı alanlardaçok değişik gerilimler ortaya çıkmaktadır. Bunoktada özellikle adalet, eşitlik, hakkaniyetgibi sübjektif kavramlar da sürecin içine dahiledildiğinde hayli zor bir süreç oluşmaktadır.Adil bir kamu hizmeti, o bölgede yaşayan engayr-i müsait insanın ulaşabileceği seviyedesunulan hizmettir. Yer seçiminde mekânsaldağılımın kuramsallaştırılması süreciyseböyle bir adalet arayışı yerine etkin olmadurumu ele alınarak işlenmektedir. Buçerçe<strong>ve</strong>de kurulmuş kuramların başlangıcıise on dokuzuncu yüzyıla kadar gitmektedir.Mekânın tanımı ise çok farklı olarakyapılabilmektedir. Mekân, her ne isemekânsal oto-korolasyon denilen şeyintüründen yapılmıştır. Oto-korolasyon isebir mekânın ona komşubirimler üzerindeki etkisişeklinde açıklanmaktadır.Bu sebeple mekân sadeceüzerinde nesnelerin yeraldığı şeyler değildir. Aynızamanda nesnelerin kendiaralarındaki ilişkilerin deşekillendirdiği bir şeydir.Mekânsal oluşumlarıinceleyen yapısalcı tarihçilermekânı onun üzerindenişlerken, yerel özgünlüklere ağırlık <strong>ve</strong>renlerise durumu yapısalcılar gibi el almayıp şehrinoto-biyografilerini yazmışlar <strong>ve</strong> mekânoluşumlarını bir birinden bağımsız olaylarolarak ele almışlardır.Mekânsal örüntüler aslında tarihi süreçtekendilerini yeniden oluşturmaktadır. Budurum Türkiye’nin eğitim, göç, iş gücü <strong>ve</strong>seçim sonuçları gibi alanları incelendiğindeortaya çıkmaktadır. Kısaca mekân kendisiniyeniden üretmektedir.Emrah Altınok doktora çalışması ile ilgiliolarak David Har<strong>ve</strong>y’in iki kuramı üzerindengelişmiş ülkelerde geliştirilen kuramlarındiğer ülkelerde nasıl göründüğünü test etmekamacıyla, İstanbul’daki TOKİ uygulamalarını<strong>ve</strong> bu uygulamalarının oluşum aşamalarınıişlediği sunumunda, TOKİ’nin sahip olduğuaraçları nasıl kullandığını anlattı.Anglo-Sakson bir ontolojiye dayanankentsel ekonomi-politikler mevcutdurumu açıklarken büyük imkânlarsunmaktadır. Bu politikalar,öncelikle makro-ekonomikdönüşümleri <strong>ve</strong> politik dönüşümlerigerçekleştirmekte <strong>ve</strong> kentselTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM107


108TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMşekillerde inşa edilirken değişik anlamlarda yüklenmiştir. Bu süreçte insanın enmekânlar bu dönüşümlerin izlendiğiyakın <strong>ve</strong> gizli tanıklarından birisi olarakmekânlar olmaktadır.ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple ev içindeyaşayanların değerlerini yansıtan, birTürkiye 2000 sonrasında özgün birnoktada onların kimliği olan bir olgu olaraksüreç yaşamıştır <strong>ve</strong> bu yaşanan süreçtekarşımıza çıkmaktadır.öncelikle devletin rolü <strong>ve</strong> yapısı yenidentanımlanmış, sermaye değişmiş <strong>ve</strong> buŞehir, bünyesinde barındırdığı farklılıklardeğişim bir mantık üzerine oturtulmuşsebebiyle o şehrin yöneticisine ya da<strong>ve</strong> sonuncu olarak toplumsal bir değişimbürokratlarına bırakılamayacak kadar önemlisüreci gerçekleşmiştir. Bu değişim süreçleri bir mekândır. Şehir, içinde yaşayanlarınkapitalizmde aşırı sermaye birikimi sonucu bir bütün olarak oluşturdukları bir alandırortaya çıkmaktadır. Oluşan krizlerde ise<strong>ve</strong> bu alan bütünlüğüyle bir anlam ifadesermaye sahipleri kurtuluşu, kent mekânın etmektedir. Bu noktadan hareketle gü<strong>ve</strong>nlikliyeniden organizasyonunda aramaktadırlar. sitelerin bir şehrin değeri olup olmadığı,Sermaye sahipleri sermayelerini toprağakullandığı şehre borcunu ödeyip ödemediğisabitleyerek krizden çıkmaktadır; fakat bu sorularının cevaplanması gerekmektedir.da riski içerisinde barındırmaktadır. Çünkü Katılımcıların soruları ile devam edenyatırımlar banka kredileri ile yapılmakta <strong>ve</strong> programda farklı görüşler, yorumlar <strong>ve</strong>oluşan bu kredi balonu bir gün patlayarak katkılar yapıldı.yeni krizleri doğurmaktadır.2000 sonrası süreçte İstanbul’da yaşanandeğişim süreci de benzer özelliklertaşımaktadır. Özellikle şehrin çeperlerindegerçekleşen büyük yatırımlar <strong>ve</strong> emlakpiyasasının gelişmesi aşırı sermayebirikiminin <strong>ve</strong> kriz sonrası oluşan pazarınmekâna yansımasının bir göstergesidir.Sermaye kendi sahip olduğu fonlar içerisindekriz yaşamaktadır <strong>ve</strong> kendi dışından fonlar ile 15 Aralık 2012desteklendiğinde örneğin kamu kaynakları Değerlendirme: Elif Sorkungibi, ferahlamakta <strong>ve</strong> krizi aşmaktadır.TOKİ <strong>ve</strong> hazine arazilerinin büyük sermaye <strong>Bilim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sanat</strong> Vakfı Türkiyesahiplerine <strong>ve</strong> GYO’lara transferi de bunu Araştırmaları Merkezi tarafındanaçıklamaktadır.Şehir Ötesi Ağlar temalıKöksal Al<strong>ve</strong>r, “Siteleşme-Sterilleşme: Mekân paneller dizisinin ilki “Osmanlı<strong>ve</strong> Yaşam Tarzları” isimli konuşmasındaİmparatorluğu’nda Misyonerlik,kapalı siteler konusunu ev <strong>ve</strong> onun algısıKişiler, Kurumlar, İlişkiler”üzerinden işledi. Ev, tarih boyunca işlenen adıyla 15 Aralık 2012 tarihindebir konu olmuş <strong>ve</strong> her dönemde farklıgerçekleştirildi. BaşkanlığınıŞehirötesi Ağlar 1Osmanlıİmparatorluğu’ndaMisyonerlik: Kişiler,Kurumlar, İlişkiler


Emrah Safa Gürkan’ın yaptığı paneldeŞamil Mutlu, Mehmet Ali Doğan <strong>ve</strong> AyşeAksu’nun sunduğu tebliğlerle Osmanlıİmparatorluğu’nda misyoner faaliyetlerimercek altına alındı.Tebliğinde Katolik misyonerlerinimparatorluktaki çalışmalarına değinenŞamil Mutlu, himaye politikasının misyonerfaaliyetlerine etkisi üzerinde durdu.Mutlu’nun ifadesiyle, ilk önce Fransatarafından uygulanan himaye politikasıdaha sonra Rusya, Avusturya-Macaristan,İtalya <strong>ve</strong> Almanya tarafından uygulanmıştır.Katolik misyonerler arasında faaliyet alanı<strong>ve</strong> yoğunluk bakımından en etkili grupFransız misyonerleridir. Mersin, Suriye,Lübnan, İstanbul, İzmir, Halep, Filistinbaşta olmak üzere imparatorluğun dörtbir yanında faaliyet gösteren Cizvitler,Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransızetkisinin yoğun biçimde hissedilmesineön ayak olurlar. Mühendishaneler,Tıbbiye Mektebi <strong>ve</strong> Harbiye Mektebi’ndeFransızca okutulması, Fransa’ya öğrencilergönderilmesi gibi hususlar on dokuzuncuyüzyılda imparatorluktaki Fransızcahakimiyetine açıklık getirmektedir. AhmedCevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım’ınkızının rahibe olması Fransız etkisininbir göstergesi olarak değerlendirilebilir.Devlet ricalinin çocuklarının misyonerokullarına gönderilmesine getirilen yasak,II. Abdülhamid’in durumdan duyduğurahatsızlığın bir göstergesidir.Misyoner cemiyetlerin aralarındaki rekabetedikkat çeken Mutlu, 1866 yılında Amerikanmisyonerler tarafından Suriye ProtestanKoleji’nin kurulmasının hemen ardındanaynı bölgede Cizvitler tarafından Saint-Joseph Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nin temelini oluşturacakdarülfünunun tesis edilmesini örnek gösterdi.Bununla beraber, on dokuzuncu yüzyılmisyoner faaliyetleri ile emperyalist çıkarlararasında da bir ilişki sözkonusudur. Devletlerönceleri yoğun şekilde misyoner faaliyettebulundukları Osmanlı topraklarında BirinciDünya Savaşı sonunda manda yönetimlerikurmaya teşebbüs eder. 1901-1913 tarihleriarasında Osmanlı Devleti’ndeki Fransızokullarının sayısı neredeyse iki katına çıkar.Burada, Lorando-Tubini Alacakları’nın etkiside dikkat çekicidir. 1875 tarihinde Lorando <strong>ve</strong>Tubini isimli Levanten bankerlerden alınanbir miktar paranın ödenmemesi üzerineFransa <strong>ve</strong> Osmanlı Devleti arasında ortayaçıkan anlaşmazlık, bankerlerin Osmanlımahkemelerinde haklılıklarını ispat ettiktensonra Fransız hükümetine başvurmaları ilebüyümüştür. Fransa Midilli Adası’nı işgaletmiş <strong>ve</strong> alacakları bahane ederek OsmanlıDevleti’ne farklı konulardaki isteklerini kabulettirmeye çalışır. Eğitim faaliyetleri açısından;Fransa’nın himayesi altında bulunanokulların resmen tanınmasını talep etmesibir dönüm noktasıdır. Mutlu’nun zikrettiğiüzere Osmanlı hükümetinin Fransız isteklerinikabul etmesi emsal teşkil eder, bundan sonrabüyük devletler kriz çıkartarak isteklerinikabul ettirme yoluna giderler, Amerika,İngiltere <strong>ve</strong> Almanya gibi diğer devletler deokullarının resmen tanınmasını ister.İkinci panelist Mehmet Ali Doğan’ıntebliği ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaProtestan misyonerlerin faaliyetlerineodaklandı. Doğan, en etkili ikigrup; İngilizler <strong>ve</strong> AmerikalılarTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM109


110TürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAMüzerinden konuyu inceledi. İlk önce İngilizmisyoner cemiyetlerinden en büyükleri olanChurch Missionary Society (Kilise MisyonerCemiyeti), London Missionary Society(Londra Misyoner Cemiyeti), British andForeign Bible Society (İngiliz <strong>ve</strong> Yabancı İncilCemiyeti), London Society for PromotingChristianity Among the Jews (LondraYahudiler Arasında Hıristiyanlığı YaymaCemiyeti)’ne dikkat çeken Doğan’a göre,kuruluş tarihleri açısından bu cemiyetler,Amerika <strong>ve</strong> İngiltere’de yaşanan dinin ikinciyeniden ihyası şeklinde tanımlanabilecek‘Second Great Awakening’ akımındanetkilenmişlerdir. Bu akım ile Amerika <strong>ve</strong>İngiltere’de kiliselerin üye sayısında <strong>ve</strong>toplanan bağışlarda ciddi bir artış meydanagelir, pek çok yardım <strong>ve</strong> misyoner cemiyetlerikurulur. Öte taraftan, İngiliz misyonerlerdaha sonra gelen Amerikan misyonerlerinelojistik <strong>ve</strong> diplomatik destek sağlamıştır.Amerikan cemiyetleri içerisinde Osmanlıİmparatorluğu’nda en yoğun faaliyetgösteren iki cemiyet; American Board ofCommissioners for Foreign Missions <strong>ve</strong> onunçalışmalarının genişlemesi sonucunda ayrıbir cemiyet olarak varlık göstermeye başlayanBoard of Foreign Mission of the PresbyterianChurch’dür.Müslüman, Yahudi <strong>ve</strong> diğer Hıristiyanlararasında Protestanlığı yayma amacıyla gelenilk misyonerler çok geçmeden Müslüman<strong>ve</strong> Yahudilerin Protestan inancını kabuletmesinin güçlüğünü kavramış <strong>ve</strong> bunedenle faaliyetlerini diğer mezheplerdekiHristiyanlar arasında yaygınlaştırmıştır;özellikle, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler<strong>ve</strong> Maruniler arasında. Doğan, Pliny Fisk<strong>ve</strong> Levi Parsons gibi öncü misyonerlerinimparatorluğu dolaşarak edindikleri bilgileredayanarak Board’un misyon istasyonları<strong>ve</strong> dış istasyonların nerelerde açılacağınakarar <strong>ve</strong>rdiğini vurguladı. Buna göre,Board’un Osmanlı topraklarında oluşturduğumisyonlar; Avrupa Türkiye’si Misyonu, BatıTürkiye Misyonu, Orta Türkiye Misyonu<strong>ve</strong> Doğu Türkiye Misyonu’dur. Harput,Kayseri, İzmir, İstanbul gibi merkezlermisyon istasyonlarını oluştururken Tokat,Konya, Isparta gibi merkezler dış istasyonlarolarak varlık gösterir. Misyon istasyonlarındamuhakkak bir Amerikan misyoner bulunur,dış istasyonlarda ise Ermeniler gibi yerelgörevliler aracılığıyla faaliyet gösterilir.Misyoner faaliyetleri eğitim, sağlık <strong>ve</strong> matbaaolmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.İngiliz elçisi Stratford Canning’in diplomatikçalışmaları neticesinde Protestanlığın birmillet olarak 1850 tarihinde tanınmasıdönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra,Protestan misyonerlerin faaliyetleri hızkazanır. 1914 yılında American Board’unOsmanlı topraklarında yaklaşık 450 okulu,25.000 öğrencisi, 24 misyon istasyonu, 308dış istasyonu, 209 misyoneri, 1300 yerelçalışanı, 9 hastanesi, 10 sağlık ocağı vardır.İngiliz misyoner teşkilatlarında ise 1905yılında yaklaşık 120 okul <strong>ve</strong> 10.000 öğrencisibulunmaktadır. Bununla beraber, Amerikanmisyoner matbaası da zikredilmesi gerekenbir başka konudur. Board Matbaasınınönemi Osmanlı tebaasına ulaşmak içinetkili yöntemler denemesidir. Ermeniharfli Türkçe <strong>ve</strong> Ermeni harfli Kürtçeİnciller basarak Ermeni <strong>ve</strong> Kürtlereulaşmaya çalışılır.Ayşe Aksu ise Anadolucoğrafyasında Amerikan


okullarının muhtevaları, amaçları <strong>ve</strong>okullaşma sistematiği ile ilgili bilgiler <strong>ve</strong>rdiğikonuşmasında Amerikan misyonerlerininokuma öğretimi ile başlayıp kolejevaran eğitim faaliyetleri üzerinde durdu.Osmanlı topraklarına ilk gelen Amerikalımisyonerler, Müslüman <strong>ve</strong> Yahudilerin dindeğişmelerinin zor olduğunu gözlemlemelerineticesinde Doğu kiliselerine mensupdiğer mezheplerdeki Hristiyanlar arasındafaaliyetlerini yoğunlaştırır. Ruhban sınıfıile irtibata geçen misyonerler Doğukiliselerinde İncil’de var olmayan bazıdogmalara inanıldığını fark ederler <strong>ve</strong> halkınanlayabilecekleri bir dille yazılmış İncil’inolmamasından rahatsızlık duyarlar. Bunedenle, misyoner faaliyetlerin başladığıbölgelerde kısa bir süre içinde matbaakurulmuş <strong>ve</strong> insanlara anlayabileceklerişekilde İnciller basılarak ücretsiz <strong>ve</strong>ya çokdüşük bir ücret karşılığında dağıtılmıştır.Ancak, halkın büyük çoğunluğunun okumayazmabilmemesi bu çalışmaların önündeengel teşkil eder. Bu sebeple, ilk misyonerlerineşleri evlerinde okuma-yazma öğretmeyebaşlar.Yerli ruhban ise Amerikan misyonerlerinçalışmalarından rahatsızlık duyar,cemaatlerinin onlarla irtibata geçmesineengel olabilmek için aforoz <strong>ve</strong> anatemagibi büyük yaptırımlara başvururlar.Protestan misyonerler öncelikle din adamıyetiştirmek için ilahiyat okulları kurarlar.Amerikan okullarına dair diğer bir önemliözellik de erkekler için açılan okulların eşdeğerinin kızlar için de açılmasıdır. Amerikanmisyonerleri, bununla, aynı ideallere sahipkadın <strong>ve</strong> erkek yetiştirmeyi amaçlar. Böylece,Harput Teoloji Okulu, Antep Kız İlahiyatOkulu, Merzifon İlahiyat Okulu, Maraş TeolojiOkulu, Fırat Erkek Koleji, Fırat Kız Koleji,Maraş Kız Koleji, Arnavutköy Amerikan KızKoleji gibi farklı Amerikan eğitim kurumları <strong>ve</strong>eğitim dilleri ortaya çıkar.Dinleyicilerden gelen sorulardan ilkimisyoner okullarında gayrimüslimçocuklarına Osmanlı karşıtı düşüncelerinaşılanması ile ilgili idi. Mutlu, bu bağlamda,misyonerlerin sadece uhrevi değil, dünyeviamaçlarının da bulunduğuna değinerek,Bulgar bağımsızlığı, Ermeni hadiselerigibi olaylarda misyoner etkisine dikkatçekti. Daha çarpıcı bir husus, bu okullardaHalide Edib Adıvar gibi manda fikrinisavunan Müslüman Osmanlıların dayetişmesiydi. Misyon istasyonu seçimindekikriterlerin sorulması üzerine Aksu, iklim,denize yakınlık, ulaşım, gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong>Protestan inancına göre kutsal sayılanyerlerin etkisinden bahsetti. Misyonlararasındaki haberleşme konusunda isehaberleşmenin hem İstanbul’dan hem dediğer misyon istasyonlarından Boston’dakimerkeze yapılan bilgi akışı ile sağlandığınıbelirten Doğan’ın ifadesiyle, seneliktoplantılarda misyoner faaliyetlerinin nasılgenişletilebileceği <strong>ve</strong> hangi topluluklararasında faaliyetlerin devam etmesi gerektiğihususları belirlenmiştir. Misyonerler ileMüslümanlar arasındaki ilişkide 1870’lerekadar ciddi sorunlar olmadığını belirtenAksu’ya göre de, Protestanlarınçan çalmak, Pazar günlerinin tatiledilmesi gibi isteklerinin ortayaçıkmasından sonra Müslümanlarile sorunlar baş gösterir. Ermenilerile Müslümanların karşı karşıyaTürkiyeAraştırmalarıMerkeziTAM111


seyrüseferCle<strong>ve</strong>land, Gönlümün Yeni HasretiAlperen Manisaligil“Eğer burası sizin için ev demekse, evinizehoşgeldiniz” diyordu kaptan pilot,uçak Cle<strong>ve</strong>land’a inerken. Bu sözlerineen az dört yıl hoşbulduk diye karşılık<strong>ve</strong>receğim. Bu şehre, Case Western Reser<strong>ve</strong>Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde, örgütsel davranışalanında doktora yapmak üzere göçettiğimden beri. Yeni bir ülke, yeni birkültür, yeni bir yaşantı biçimi, yeni insanlar<strong>ve</strong> doktora yolculuğunun ta kendisiile üzerime yığılan değişimlerinaltından daha iyi bir insan olarak kalkabilmeyeçalışıyorum. Söz konusu ABDolunca, yeni diye saydıklarım ne kadaröyle olabilir ki diye içimden geçirsemde, bugüne dek karşılaştıklarım o sıfatınhakkını <strong>ve</strong>rdi. Şimdi sadece bu şehirdeedindiğim izlenimlerin bazılarını paylaşmazamanı.Cle<strong>ve</strong>land, ABD’de bir şehre büyüklükatfettiren pek çok şeye sahip: Basketbol,beyzbol, Amerikan futbolu gibi ilgiyletakip edilen spor dallarında mücadeleeden takımlar, sanat <strong>ve</strong> gösterimerkezleri, festivaller, büyük alış<strong>ve</strong>rişmerkezleri, bütün önde gelen markalar,72 milletin restoranları, müzeler <strong>ve</strong>dahası… Ancak, bunların hepsini zamanındapeşinden getiren sanayininbaşka ülkelere kaymasıyla, Cle<strong>ve</strong>landgeçmişteki parıltısını yitirmiş. Hayatpahalılığı büyük şehirler arasında endüşük düzeye inmiş. Bütün bunlar buşehri doktora yapmak için ideal kılıyor:Bir şehirde arayacağınız hemen her şeyibulabiliyorsunuz, ama çok azı kendinize“Haydi çıkıp göreyim!” dedirtecek kadarçekici.Cle<strong>ve</strong>land Museum of Art


seyrüseferBizim üni<strong>ve</strong>rsitenin kampüsü şehrin içinekurulmuş. Uni<strong>ve</strong>rsity Circle semtindebulunuyor. Zaten şehirde görülecekne varsa ya burada ya da şehir merkezindetoplanmış. Bir da<strong>ve</strong>tte terasa çıktığımızdagöl kenarındaki bu şehrin nekadar da yeşil olduğuna daha iyi şahitoluyorum. Parkların <strong>ve</strong> yeşilliğin çokluğuşehri aileler için cazip kılıyor. Boston’dayken,MIT mezunu bir hocamaCle<strong>ve</strong>land’a taşınmanın kendisini nasılhissettirdiğini sormuştum. O zamanlarbebek beklediklerini <strong>ve</strong> Cle<strong>ve</strong>land’ısükuneti, trafiğin olmaması, hayat pahalılığındüşüklüğü <strong>ve</strong> parklarıyla, yeşilliğiile aslında ailecek yaşamak için Boston’atercih edilir bulduğunu ifade etmişti.Museum of Contemporary Art of Cle<strong>ve</strong>landCle<strong>ve</strong>land Museum of ArtUni<strong>ve</strong>rsity Circle’da geçen seneRembrandt’ın sergisinin ABD’de uğradığısayılı adreslerden olan Cle<strong>ve</strong>landMuseum of Art, sergilerine binasınınbizzat kendisiyle başlayan Museum ofContemporary Art of Cle<strong>ve</strong>land, dünyanınen iyi üç klasik müzik orkestrasındanbiri olan Cle<strong>ve</strong>land orkestrasının (kendilerinesorarsanız dünyanın en iyi klasikmüzik orkestrası) sahne aldığı Se<strong>ve</strong>ranceHall <strong>ve</strong> Cle<strong>ve</strong>land Botanical Gardenyer alıyor. Cle<strong>ve</strong>land Orkestrası’nınşefine bir röportajda dünyanın en iyiorkestralarından birisinin bu şehirdeolmasının garip olup olmadığı sorulunca,benim doktora için düşündüklerimebenzer bir yanıt <strong>ve</strong>rmiş: “Cle<strong>ve</strong>land’dayapacak pek bir şey yok, o yüzden bizde müziğimizle uğraşıyoruz!” Orkestra,karşılığında ücret istemediği üyelik aracılığıylaöğrencilere çok uygun fiyatlarabilet satıyor. Okul da 15 günde bir çekilişleöğrencilere bilet dağıtıyor.Uni<strong>ve</strong>rsity Circle’ın içinde Little Italy(Küçük İtalya) mahallesi de yer alıyor.Adı üstünde, burası lokantaları, bakkalı,fırını, kilisesi, terzisi ile Cle<strong>ve</strong>land’agöç eden İtalyanların yerleştiği tam birİtalyan mahallesi. Ancak günümüzdekineslin çoğu İtalyanca bilmiyor ya daNapoli lehçesi konuşuyor. Bazen oradakiPiestri’s Bakery’e ekmek almak için gidiyorum.Başlarında duran şirin, yaşlı birteyze ile birlikte bütün çalışanlar çok sevimli<strong>ve</strong> güleryüzlü görünüyor. Bu kadarcıkgözlemle, aslında fırının sahibi olanamcanın yerel İtalyan mafyasının başıolduğunu bir hocam söylemese çıkarsayamazdım.Little Italy, İtalyan mafyasınınABD’de aktif olduğu o eski zamanlardakiüç önemli merkezi olan New York, Chicago<strong>ve</strong> Cle<strong>ve</strong>land’da, sonuncusunun konuşlandığıyermiş. Bugün bile, hâlâ bazıproblemlerde “Baba”ya danışılıyormuş.Cle<strong>ve</strong>land Afrika kökenli Amerikalılarınnüfusunun yoğun olduğu şehirlerden.Bana etrafı gezdiren, birbirinden farklıüç Türk arkadaşım da, gezerken geçtiğimizmahalleleri işte buraya siyahilergelmiş <strong>ve</strong> beyazlar tamamen başka yerleretaşınmış, buraya siyahiler gelmekte113


seyrüseferPresti’s Bakery, Little Italy114<strong>ve</strong> beyazlar kaçıyor, burası hâlâ tamamenbeyaz diye anlatıyor. Okul şehriniçinde olmasına rağmen gü<strong>ve</strong>nliği zayıftı.Geçen sene mail kutumuza havakarardıktan sonra işlenmiş suçlara dairraporlar geliyordu. Bir hocam bana havakarardıktan sonra okuldan otoparka yürümesigerekiyorsa, yüzüklerini ters çeviripöyle yürüdüğünü söylemişti. Neyseki, bu sorun ortadan kalkmaya başladı.Ben okula üç-dört dakika yürüyüş mesafesindeoturuyorum <strong>ve</strong> geçen sene evimindibine bir market, karşısına da pekçok lokanta açıldı. Elhamdülillah. Etraftageç saatlere kadar ışık <strong>ve</strong> insanlar olunca,suç sayısı düştü. Belediye açılan market<strong>ve</strong> lokantalara sunduğu <strong>ve</strong>rgi, kira,vb. teşviklerin karşılığını bu şekilde dealıyor.Şehir merkezi ise bir ölü şehri andırıyor.Sokaklarda gezen insan sayısı çokaz. Aslında ABD’de her şey arabalaragöre yapıldığından kaldırımlar da Türkiye’dekinegöre daha dar <strong>ve</strong>ya yollargeniş olduğundan ben öyle algılıyorum.Alış<strong>ve</strong>riş yapılacak yerler de araba ileulaşılabilecek mesafelere taşınmış. Toplutaşıma Amerikan şehirlerindeki standartlaragöre iyi olsa da Boston, NewYork <strong>ve</strong> Chicago seviyesinde değil.Şehir merkezindeki en bahse değer mekanise, Rock&Roll Hall of Fame and Museum.Cle<strong>ve</strong>landlılar “Rock ‘n’ Roll”unkendi şehirlerinde doğduğunu iddiaediyor. Şehir merkezine NASA müzesinigörmek, bazı evrak işlerini halletmek,film seyretmek <strong>ve</strong> şehirlerarası otobüsseyahati dışında pek gitmedim. Buradakibir duraktan yola çıkan Megabusadlı şirket, 1 dolardan başlayan fiyatlarlaşehirlerarası otobüs seferlerine koltuksatıyor. Buna rağmen çok sayıda koltuğunboş olduğunu görünce şaşırmıştım.Sonradan öğrendim ki, belli sayıda koltuk1 dolarmış. Seyahat tarihi henüz kesinleşmemişbazı uyanıklar, muhtemeltarihler kaç taneyse o kadar koltuk alıyor;neticede tercih etmedikleri günlereait koltuklar boş kalıyormuş. Şehirlerarasıotobüsün kalitesi Türkiye’dekilerinoldukça aşağısında ama idare ediyor.Otobüs biletini en yüksek fiyattan da alsanız,koltuk numarası yok: Erken gelen,dilediği koltuğu kapar!Zamanında sanayi atıklarından doğançevre kirliliği öyle bir boyuta varmış ki,


seyrüseferCle<strong>ve</strong>land’ı Toronto’ya bağlayan ErieGolü’nde yangın çıkmış. Şimdiyse, işletmeokulumun danışmanlığını yaptığı birproje kapsamında şehri yeşil hale getirmeyeçalışıyorlar. Bunun temsili bir ürünüeski bir fabrikayı akvaryuma çevirmeleri.Fabrikaların yerini doğal hayatıhatırlatan bir mekânın alması, çabalarınıhalka duyurmak için iyi bir kanal.Eğitimi sürdürdüğüm işletme okulu,Weatherhead School of Management,örgütsel davranış alanında ün yapmışbir eğitim kurumu. Dünyanın ilk örgütseldavranış doktora programını açanbu okul ilgili okul sıralamalarda hepilk üçte yer alıyor. Bugüne dek 300’denfazla doktora mezunu <strong>ve</strong>rmiş. Program,Weatherhead School of Management, Frunk Gheryişletme alanında teori <strong>ve</strong> pratiği özgünşekilde sunarak öğrencilerini bütüncülyetiştiriyor. ABD’de cesur fikirlerin çıktığı<strong>ve</strong> radikal bir okul olarak nam salmış.Frank Gehry’e yaptırdıkları <strong>ve</strong> 60 milyondolara mal olan okul binası, Peter B.Lewis Building, etrafındaki binaların sıradanlığınıniçinde farklılığı <strong>ve</strong> yenilikçiliğiylecesurca yükseliyor. Bu haliyle,işletme okulunun kimliğini de hakkıylayansıtıyor.Okulun fakülte isminden tutun da, sınıflarınavarıncaya kadar akla gelebilecekpek çok yer bağışçıların adlarını taşıyor.ABD’deki özel okullar, hele işletme fakülteleri,özellikle mezunlarından bağışçekip böylelikle okulu yenilemeyi <strong>ve</strong>yaaraştırma fonu toplamayı çok iyi beceriyorlar.Bazen bu durum, aklıma Türkiye’dekison seçimde bir partinin gelirtoplamak için sokak adlarını satışa çıkartmavaadini getiriyor.Okulda hocasından öğrencisine kadarbir çeşitlilik var. Her sene doktoraprogramına dört öğrenci alıyorlar <strong>ve</strong>çok önemsedikleri bir kriter alacaklarıöğrencinin mevcut çeşitliliği arttırıparttıramayacağı. Şu anda programdakidört kıtadan, on beş ülkeden <strong>ve</strong> en azsekiz dinden fakülte üyesi <strong>ve</strong> doktoraöğrencisi bulunuyor. MBA programlarınaAfrika’dan da öğrenci almaya özengösteriyorlar. Adeta ufak bir BirleşmişMilletler haline geliyor okul. Zaten DavidCooperrider gibi hocalar BirleşmişMilletler’e danışmanlık da yapıyor. İşletmealanını bilenlerin daha çabuk hatırlayabileceği“Global Compact” ahlâkîsözleşmesi, kendisinin danışmanlığındaortaya çıkan bir gelişmeydi.Okuldaki akademik ortamın özgürlüğü,fakülte üyeleriyle doktora öğrencilerininbirbirlerine <strong>ve</strong>rdikleri destek <strong>ve</strong> fikirpaylaşımının cıvıl cıvıl olması hayranlıkuyandırıcı. Bunu en iyi anlatan örnek,ayda en az bir kez tüm doktora öğrencilerinin<strong>ve</strong> hocaların bir araya geldiğitopluluk seansları. Bu seansların birisinintipik bir konusu “Pişen Fikirler”: Biraraştırma fikriniz hangi aşamada olursaolsun, herkesin huzurunda sunuyor, top-115


116Cle<strong>ve</strong>land’ın Akron bölgesinden olmasıda bana ilginç gelmişti. 2001 yılındapatlak <strong>ve</strong>ren Enron şirketindeki finansalskandal ise Amerikalıların kapitalist sistemedönük inançlarını sarsmış, böylebir şey nasıl başımıza gelebildi diyorlar.İşletme okullarında, iş ahlâkı <strong>ve</strong> maneviyatkonularının yoğun şekilde araştırılmayabaşlamasının ardında yatan sebeplerdenbirisi de bu.Artık maneviyat konusu ABD’deki bir işletmeokulunda her an öğrencilerin karşısınaçıkabilir, hele Budizm, hatta Şamanizm.Dalai Lama’nın resimleri, Budistdin adamlarının sözleri, Şamanizm’denne öğrenebiliriz gibi konular <strong>ve</strong> diğerdinlerden öğretiler ders sunumlarında<strong>ve</strong> işletme kitaplarında gündeme geliyor.Aslında İslamiyet’in daha çok konuşulmasıiçin Batı medeniyeti uygun birhal alıyor ama bu konuda çaba göstermeklazım. Mesela, iki sene önce peksevmediğim Prag’da –orasının İstiklalcaddesi sayılabilecek– Vaclavske caddesindekikitapçıları dolaşırken farkettimki, diğer dinlerin aksine, İslamiyet’ianlatan bir kitap raflarda yoktu.ABD’de önceden tahmin etmediğim sayıdadindar insanla karşılaştım. Tanıştığım<strong>ve</strong> gözlemlediğim insanların tümnüfusu temsil etme gücü beni genellemeyapmaktan aciz bıraksa dahi, buradaetkileyici bir çalışma ahlâkı gözlemlediğimide belirtebilirim. Bunlarla beraber,ağzımı açık bırakacak noktaya varan birkarşılıklılık prensibine <strong>ve</strong> bencilliğe sahipler.Dindarlık meselesine dönersem,okuldaki, özellikle “duygusal zeka” gibidaha kısa süreli eğitim programlarındamutlaka birkaç rahip <strong>ve</strong>ya hahamarastladığımı söyleyebilirim. Bunlar haricinde,asistanlığını yaptığım her dersteöğrencilerin en az yüzde 20’si kendilerini<strong>ve</strong> gelecek hedeflerini anlatan finalprojelerinde, bağlı oldukları kilise<strong>ve</strong>ya cemaate nasıl katkı yaptıklarını <strong>ve</strong>yapmayı hedeflediklerini yazıyor. HattaHristiyanlığın belli bir mezhebinde raseyrüseferladığınız görüşlerle onu ilerletmeye gayretediyorsunuz. Fikir hırsızlığı, intihal,akademik kıskançlık gibi tehlikelerin azolması böyle seansların yapılabilmesinikolaylaştıran etkenlerden. Beri yandan,birinci <strong>ve</strong> ikinci sınıf doktora öğrencileriderslerin çoğunu birlikte alıyor. Okul,sizi alana, araştırmaya, öğretmenliğe <strong>ve</strong>mesleğin diğer gerekliliklerine işbilirşekilde kademe kademe hazırlıyor. Buradabenim için beklenmedik olan birşey ise “ÖD (Örgütsel Davranış) Zamanı”diye isimlendirdikleri bir âdet oldu.Dersler, toplantılar, buluşmalar 10-15dakika geç başlıyor. Zamana bu kadarehemmiyet <strong>ve</strong>ren bir medeniyetin eğitimkurumunda bunu beklemezdim, amahele departmanın 50. yılını 53. yılda kutladıklarındaartık söyleyecek sözüm kalmadı.ÖD zamanı, her şeye sirayet etmiş.İşletme fakültesi haricinde, okulun tıpfakültesi de çok meşhur. Özellikle kalpcerrahisinde dünyanın en iyi hastanelerindenbirisi Cle<strong>ve</strong>land’da. Malum, Türkiye,Cle<strong>ve</strong>land ismini eski bir bakanıntedavi için buradaki hastaneyi tercihetmesiyle duymuştu. Buraya Türkiye’dekihastanelerden bir <strong>ve</strong>ya üç aylığınagözlemci statüsüyle doktorlar sıklıklageliyor. Tıp fakültesinde görev almış birTürk doktorun aktardığına göre, burayarağbet eden Türkler saydıklarımla sınırlıdeğil. Türkiye’den pek çok işadamı,sanatçı, millet<strong>ve</strong>kili <strong>ve</strong> diğer ünlü kişiler,haber olmamak <strong>ve</strong> daha iyi sağlık hizmetialmak için Cle<strong>ve</strong>land’a ayak basıyor.Hastanenin yanı başındaki IntercontinentalHotel çalışanları, orada sinekavlamıyor.Yaşı yeten her Cle<strong>ve</strong>landlının başını öneeğdirecek iki söz var: LeBron James <strong>ve</strong>Enron. Birkaç yıldır Miami Heat takımındabasketbol oynayan <strong>ve</strong> geçen sezonNBA şampiyonluğunu kazanan LeBronJames’in Cle<strong>ve</strong>land Cavaliers’ı bırakıporaya gitmesi, gitmesinden ziyadegidiş biçimi Cle<strong>ve</strong>landlıları derindenyaralamış. Bu arada LeBron James’in


seyrüseferhibe olan bir öğrenci, durmadan 14 ülkede87 ruhtan sorumlu olduğunu arayasıkıştırıyordu. Bir derste kendisindenaldığım maillerden tipik bir tanesi şöyle:“Sevgili Alperen, Bildiğin üzere ben14 ülkede 87 ruhtan sorumlu olan filancamezhebin bir rahibesiyim. Acaba buödevde Times New Roman dışında biryazı tipi kullanmamız mümkün mü?” Busoruyu “Elbette, en rahat ettiğiniz yazı tipinikullanabilirsiniz” diye yanıtlıyorum.Dahası, burada kayda değer bir yerelmisyonerlik faaliyeti var. Okuldaki Asyalısayısı son yıllarda artmış. O kadarki, geçen sene Finans yüksek lisansıprogramının tamamı Çinli öğrencilerdenoluşuyordu. MBA programında iseABD’liden çok uluslararası öğrenci var.İlk başta neden kendi vatandaşlarındançok diğer ülkelerden insanları eğitiyorlardiye kafama takılmıştı. Bununbir açıklaması, böylelikle onlara kendideğerlerini aşılama fırsatı yakalıyor olmaları.Bu işin vardığı en uç boyut, kendisiniHristiyanlığı seçen öğrencilerdebelli ediyor. Mesela, okulun uluslararasıöğrenciler ofisi, çeşitli etkinliklerini kiliseile kol kola düzenliyor: Yeni gelenöğrencilere kullanılmış eşya bağışı gibi.Kilise, dersler kilisede gerçekleştirilmeküzere, yabancı öğrencilere ücretsizİngilizce eğitimi <strong>ve</strong>riyor. Kendileri hakkındabir şeyler paylaştıkları projeleriniokuduğum Çinli öğrencilerden ikisi,buraya geldikten sonra Hristiyanlığıseçtiklerini anlatıyor. Bir başka Koreliarkadaşım, Facebook’ta Hristiyan olduğunuduyuracak şekilde durumunugüncelliyor. Bugüne dek bulunduğumçeşitli ülkelerde karşılaştığım çoğuÇinli, Çin’den kurtuldum da rahatladımhavasındaydı. İnançlarının samimiyetinisorgulamak gibi olmasın ama, sanırımABD’lileşmeye çalışırken din değiştirmekde bir ölçüde buraya intibaklarınıkolaylaştırıyor.Bu meselenin bize bakan bir yönü devar. Yaptığım uçak yolculuklarından birisindeyanıma küçük kızıyla bir hanımoturuyor. Başka bir şehre aktarma yapacak.Yaşadığı şehirde görüştüğü Türk ailelerinuçak masraflarını bahane ederekTürkiye’ye gitmediklerini söylüyor. Kendisiise, gene Türk olan eşinin “Ne gerekvar” türü itirazlarına rağmen, kızını hersene Türkiye’ye götürdüğünü; şahsendini <strong>ve</strong>cibelerini yerine getirmemesinerağmen kızını bilsin diye camilerigezdirdiğini söylüyor. Tanıdığı, bunuyapmayan bazı Türk ailelerinin ilkokulagiden çocuklarının, Hristiyan arkadaşlarınınanlattıklarından etkilenip “Anne,baba, biz ne zaman kiliseye gideceğiz?”diye sorduklarını öğrenmiş. Bir başkaortamda tanıştığım bir Türk, küçük kızlarınınTürkçe bildiğini zannettikleriniama işin öyle olmadığını memleketlerinegidince anladıklarını söylüyor. Dahası,bir gün evin içinde korkuyla koşuşturmayabaşlamış, “Don’t make himsay amin, don’t make him say amin! (onaamin dedirtmeyin, ona amin dedirtmeyin!)”diye bağırarak. Meğersem ezanokunuyormuş <strong>ve</strong> kız –herhalde ilk defaduyduğundan– böyle bir tepki <strong>ve</strong>rmiş.Bunları anlatarak dertleştiğim hem Türkhem de diğer memleketlerden Müslümanlarise her zaman bana, haklı olarak,ABD’de bir Müslüman ülkedekindenbile daha iyi yetişmiş Müslüman gençleriörnek gösterebiliyor. Bazıları ise hicretinkıymetini anlatıyor. Onlar da haklılar,zaten hepimiz “İlim Çin’de dahi olsagidip öğreniniz” hadis-i şerifine uyarakburalara geldik.Hangi ülkeye gidersem gideyim, tanıştığım,yurtdışına çıkan Türklerde, istergeri dönsün ister orada kalsın, bir şekildeTürkiye’ye hizmet etme ideali olanlarınyanı sıra, zaten hep Batı’da yaşamakistemiş, oraya varınca da gönlündekivatana gelmiş havasındakiler de var.Bir keresinde birisinin “Keşke İngilizcekonuşulan bir ülkede doğmuş olsaydım,bütün güzel filmler, diziler filan oradançıkıyor” demişliği bile var. İşte kültür117


118seyrüseferürünleri ile bir milletin gönlü böyle çelinir!Burada tanıştığım, Hristiyanlıkla Budizmarasında gidip gelen bir yabancıarkadaşım, bir gün benimle Cuma’yagelmek istediğini söylüyor. Bizimle birlikteCuma namazını da kılıyor. Dahasonra, oradayken kendisini çok huzurluhissettiğini ifade ediyor, ama imamın İngilizcesinianlayamadığını söylüyor. Maalesefben de anlayamadığımdan sessizkalıyorum. Evine misafir olduğumda,zaman dilimi icabı namazı orada kılmakiçin izin istediğim bir başka Hristiyanarkadaşım, bir parkta <strong>ve</strong>rdiği da<strong>ve</strong>ttenamaz kılmak için müsaade istediğimdebenim için su kenarında <strong>ve</strong> ağaçlarınarasında önceden keşfettiği <strong>ve</strong> namazkılarken huzur bulacağımı düşündüğüiki yeri gösteriyor. Bir zaman sonra, beniarabasıyla evime bırakırken, eviminsokağında arabasını parkediyor. Duruyor<strong>ve</strong> kendisine nasıl dua edileceğiniöğretmemi istiyor. Şaşırıyorum; sadecebir Müslüman gibi dua etmesini bildiğimi<strong>ve</strong> bunu anlatabileceğimi söylüyorum.Dilim döndüğünce anlatıyorum.Kendi mezhebindeki din görevlilerininonu kiliseden <strong>ve</strong> ibadetten soğuttuğundanbahsediyor. Bir başka Hristiyanarkadaşım, Ramazan ayına denk gelenbir da<strong>ve</strong>tte benim gibi yemek yemiyor.Sohbet ediyoruz. Evlenmeyi düşündüğübir Müslüman kız arkadaşı varmış<strong>ve</strong> gelecekteki durumuna alışmak içinRamazan’da oruç tutmaya başladığınısöylüyor.Zaman zaman görüştüğüm, pek çok Türköğrenciyi tanıyan, gönlü İslam’a ısınmışbir yaşlı ABD’li çift, bir gün arabada giderkenşöyle söylüyor:– Biliyor musun Alperen? Biz, siz Türkleriçok seviyoruz…– Öyle mi?– E<strong>ve</strong>t, çünkü siz Türkler yaşlılara karşıçok hürmet gösteriyorsunuz; siziniçin yaşlılar kıymetli. Amerika’daise sadece gençler önemlidir <strong>ve</strong>onlar kraldır! Yaşlanınca artık kimsesana itibar etmez, ama siz Türklerdebu böyle değil.Peygamber Efendimize (s.a.v.) hakareteden o saçma sapan filmin ardından Libya’dakiAmerikan Büyükelçisi’ne saldırılaraköldürülmesine varan vahim olaylar,bu yaşlı çifti de diğer görüştüğümAmerikalıları olduğu gibi epey etkilemiş.Başka bir vakit, arabada adeta beniunutup kendi aralarında konuşurken,Hristiyanlıklarını Amerikan kimliklerineperçinleyip sıkı sıkıya sahip çıktıklarını,böylelikle İslamiyet’ten uzaklaştıklarınıgörüyorum. Seçim zamanına denk gelmesihayli manidar olan bu kıvılcımınyol açtığı yangın beni üzüyor.Yurtdışında yaşayan duyarlı Müslümanlar,helal et meselesine kafa yorar <strong>ve</strong> alkollüiçeceklerin karıştırıldığı şeylerdenkaçınmanın yollarını öğrenir. Tanıdığımçoğu ABD’linin başkalarının inanç <strong>ve</strong> yaşantıbiçimlerine saygısının ürünü olanşekilde, Chicago’daki bir Amerikalı arkadaşım,bir lokantada bana çok güzelbir taktik öğretiyor. “Burada alerjik hassasiyetlereçok önem <strong>ve</strong>rirler <strong>ve</strong> müşteriyebir şey olur korkusuyla kesinliklealerjinin olduğu maddeyi asla yemeğinekatmazlar” diyor. “Bu yemek alkolkullanılarak mı pişiriliyor? Dinime göreharam olduğundan tüketemem” gibisözler söyleyeceğime, “Alkole alerjimvar” dememin daha pratik <strong>ve</strong> garantilibir yol olduğunu kavrıyorum. Bir taraftanda “Yahu insanın alkole karşı alerjisiolabilir mi?” diye düşünmeden edemiyorum.Daha sonra Boston’da tanıştığımgayrimüslim bir Malezyalının gerçektenalkole karşı alerjisi olduğunu öğreniyorum.Helal et meselesi ise bir başkahikâye. Pittsburg’da helal et kesimi yapanbir mezbahadan et ürünleri çevreillerdeki marketlere dağıtılıyor. Gittiğimizbir markette etin bazen bozuk çıktığıya da evlerimiz uzakta olduğu içinyolda bozulduğu oluyor. Bir keresindeise gözlerimin önünde eti koyan market


seyrüsefergörevlisinin üretim tarihini bir gün sonrasınayazdığını görüyorum. Aynı markettesatılan Türk ürünlerinin son kullanmatarihlerinin bazen aylar önce geçmişolması <strong>ve</strong> bunu görmezlikten gelmeleribizlere “Müslüman Müslümana bunu yaparmı!” dedirtiyor.Biriktirdiğim pek çok anıdan şimdilik bukadarını dökebiliyorum. 1,5 sene geridekaldı en az dört sene sürecek olan buyolculukta. Bu sürede üç defa Türkiye’yegelmek nasip oldu. Ülkeme girdiğimzaman, cennete kabul edilirsem nasılhissedeceğimi zerre miktarınca da olsatecrübe ediyorum sanki. Gelip, bir soluklanıp,geri dönüyorum. Öbür yandanise, başka ülke <strong>ve</strong> şehirlere de gidip geldikçe,Cle<strong>ve</strong>land’daki düzenimi özlediğimihayretle farkediyorum. Bu da aynıyollardan geçmiş, çok kıymetli bir hocamınsözlerini kulaklarıma tekrar fısıldıyor:“Sen şimdi Türkiye’yi özlüyorsunama, bir süre sonra oraya da alışacaksın<strong>ve</strong> Türkiye’ye dönünce bu sefer oralarıözleyeceksin. Oralara dönünceyse geneTürkiye’yi özleyeceksin. Bundan böyle,nereye gidersen git, gurbet duygusuhep kalbinin bir parçası olacak…”9 Aralık 2012, Cle<strong>ve</strong>land, ABD119

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!