10.07.2015 Views

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,Yaz, dinlenme dönemidir. Bu dönemde okurlarımız okumalarında kendileriniyormayacak edebî türlere yönelirler. Yazar ve şairlerimiz ise birşekilde eksik bıraktıkları okumalarını, yazılarını, şiirlerini tamamlamayaçalışırlar.Özellikle taşrada dergi çıkaran bizler, bu dönemde “dosya” konusunubir kenara koyar, takipçilerimizin yöneldikleri üzerinde durmayı tercih ederiz.Ama hakkını vererek…Buna rağmen 41. sayımızı pek serbest bırakmış sayılmayız. İki geziyazımız var. İsmail Çetişli Hocamız Balkan Seyahati İzlenimleri’ni anlatıyor.Mahir Adıbeş Hocamız Şam-ı Şerif’i. “Seyahat sonunda iki şeyeşiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim.” diyor, Sayın Çetişli“…birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasınıgezip görmesi ve tanımasıdır. İkincisi birinciye bağlı bir sonuç:Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendigerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadaranlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukça işlerle,çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizi daha iyi fark edeceksiniz.”Batıdan doğuya bize bir perspektif çizdiren gezi yazılarımızdan sonraüç söyleşi: Söyleşilerimizde gündemde olan, yeri geldiğince gündem belirleyenfakat okur halkasının genişlemesini popülist tavırdan uzak, kalıcıolandan yana kullanan iki yazar, bir şairimiz; İskender Pala, Sadık Yalsızuçanlar,Nurullah Genç… Bu isimlerden sonra söyleşiye dair bir şeylerdemeye gerek görmüyor, yalnızca okumanızı arzuluyorum.Tarık Özcan kalemiyle şiirin dilini kanatırken Nazım Payam, Lütfi Parlakfarklı pencerelerden roman okurluğu ve teması üzerinde durdu. M.Naci Onur’un “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eserler” isimli çalışmasıdileriz bütün illerimiz için bir örnek, lisans tamamlama ve yüksek lisans teziçalışmasına kaynak olur.41. sayımızda bazı şairlerimizin şiirleri alışılmışın dışında. Heyecanlanmanız,hislenmeniz için biraz dikkatli okumanız gerekebilir. NecatiKanter’in, Osman Koca’nın, Seher Keçe Türker'in hikâyeleri de öyle.Malum üslubuyla Şinasi Gülaçtı, Güler Yüzlü Yazılar’ının 17’ncisindetarih ve savaş konusu üzerinde duruyor.Bu yıl ilk defa “Elazığ İyilik Yapıyor” kampanyası çerçevesinde FıratÜniversitesi Eğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusal İyilik Sempozyumu”düzenlendi ve her yıl sonbaharda yapılan “Hazar Şiir Akşamları” hazirandagerçekleştirildi. Ayrıca yine Ağın Haber Gazetesi’nin katkılarıyla düzenlenen“Ağın Kültür ve Sanat Şenliği” ‘Habervitrin’imizde yer almaktadır.“Türk Edebiyatı ve Türkülerimiz” dosyasının yer alacağı 42. sayımızdabuluşmak ümidiyle Allahaısmarladık.<strong>Bizim</strong> Külliye


NAZIM PAYAMRoman okurluğumuzdagüven zafiyetine,zaman ve zevkkaybına uğramamak,“roman” adına sunulanduygu ve düşüncevirüslerini kendimizeyaklaştırmamak,tercihimizi kullanmak;her konuyu irdelemehakkına sahip romanyazarları kadar bizokurların da en tabiihakkı.Edebiyatın oluşturduğu atmosferipaylaştığım dostlar,romana tereddütlü yaklaştığımı, pekokumadığımı sanırlar. Oysa edebiyatzevki almış, okuma alışkanlığı edinmişlerinroman okumaması mümkünmü? Abraham H. Lass; “100 BüyükRoman” anlatısında, özet, teknik,kritik, karakter analizlerine yazar biyografilerinide katarak hazırladığı anlatısında, “Roman NasılOkunur?” sorusuna “Niye roman okuyacağız?”ıekleyerek şu cevabı verir: “Bir sayfayı çevirir, birbaşkasının dünyasına gireriz”. Lass “100 BüyükRoman” özetini, en az 1000 roman okuduktan soraçıkarmış ise -ki öyledir- onun bir cümleye sığdırdığıbirikimini yabana atamayız.İnsan tecrübesine bir sayfayı çevirerek girmemizinne kadar göz kamaştırıcı olduğunu yalnızcaLass söylemiyor, edebiyat yolculuğunda kendiniokumaya adamış birçokları benzer görüşü paylaşırlar.Eleştirmen Memet Fuat; romancının üstün-3eylül-ekim-kasım2009


lüğü, edindiği dünya görüşünü kültür düzeyine çıkarabilmesinde,insanların bilinçlenmesine, dünyanındeğiştirilmesine yardımcı olmasında, demesi;günümüz romanında imzası bulunan MehmetNiyazi’nin, zamanla hayatı monotonlaşan insanınokuyacağı romanlarla tekrar hareket ve heyecankazanacağını belirtmesi bir kalem ışığı gerçeğidir.Roman okumanın faydalarını bir iki paragraftanonlarca sayfaya çıkarabiliriz. Fakat ‘şöyle veyaböyle önümüze konulan, elimize tutuşturulan herroman okunmalı mı?’sorusu roman okurluğumuzlailgili düşüncelerimizi yoklamaya yetecektir. Hem,bu sorunun cevabı, bulunduğumuz yanlış okumaadreslerinde oyalanmamızı veya yıllar sonra edineceğimizpişmanlığımızı da engelleyecektir. Romanokurluğumuzda güven zafiyetine, zaman vezevk kaybına uğramamak, “roman” adına sunulanduygu ve düşünce virüslerini kendimize yaklaştırmamak,tercihimizi kullanmak; her konuyu irdelemehakkına sahip roman yazarları kadar bizokurların da en tabii hakkı. Okur, roman zenginliğindenseçiciliğiyle kazanır.Elbette ateşi yüksek iki aşk romanı ile bir sevgilipeydahlamaya, okuduklarından kendine ait olmayanıüstünde taşımaya, gazete sütunlarının siyasi/dinî çizgileriyle yazılmış romanlardan bilinçlenmeyekalkan okurdan değilim. Hatta yığın romanlarınakarşı umursamazım. Ama yine de “her romanokunmalı mı?” sorusunu evimin anahtarı gibiyanımda taşırım. Samimi okur için okumalarındakendine edineceği bazı ölçütlerin kaçınılmazlığınainanır, seçerek okurum romanlarımı.Okuyacağım romanın konusuyla, serüveniyleyetinmem; diline, perdeleri aralayışına, geleceğintasarılarına okuru nasıl hazırladığına bakarım.Okumanın her türden tecrübeye kazanımlar sağlayacağınıumduğumdan yazarımın tutku ve beğenilerinedikkat ederim. Fikrini insanların rahatlıklabenimseyeceği kahramanlarına söyleten yazarınyönlendirmesini hafife alamam.‘Okundu’ ve ‘okunacak’ mührümü vuracaklarım,birikim ve ölçütlerim neticesiyledir. Romanlarımızyaşanmışı daha anlamlı, anlaşılır, dahaseviyeli kılmalı, eğlendirmesinde, sezdirmesindeinsan tecrübesini zenginleştirmeli. Öfke, ayrılık,yalnızlık, çaresizlik nöbetlerini çoğaltmamalı. Herokuduğumuz, başka romanların, başka okumaların,başka sevgilerin prangalarını vurmalı. Yaşanılacaktaonurlu bir seçime öncelik vermeli.Benim romanlarım fikir, duygu, tip yoksunuolmamalı, sığ hiç olmamalı, dilin mayınlı tarlasındaseke seke yürütmemeli okurunu. Romanımınyazarıyla kalem kardeşliğine, yoldaşlığa yeltenmeliyim.Kendilerini paraya, şöhrete sömürterek kalemi,konuyu, okuru istismar eden romanlar niyebenim romanlarım olsun ki. Benim romanlarımbenden, ben romanlarımdan dolayı bir ayrıcalıktaşımalıyım.Bir başkasında durulmakEdebiyatın sihirli değneğini kendisine dokunduranlarıniyi yazarlar, iyi romanlar olduğunusöyleyen Ali Çolak “Tadı Damağımda” adlı yazısında(Periyi Uyandırmak Ötüken Yay. 2000) birde itirafta bulunuyor: “Kucak kucak okuduğum“İslamî” romanlardan bir cümlecik bile kalmamıştıraklımda. Hafızamın arşivini, damağımın tadınıyokluyorum, nafile! O romanlardan bir zerrecik tatyok… Neden? Çünkü edebiyat yoktu onlarda. Dilyoktu. Dile saygı yoktu.”Sanatsız, dilsiz roman okurunu sukut-ı hayaleuğratır. Okuyacağım romanın ilkin iç dünyamındengelerinde bir incelemeye uğraması, yazarıyla,bir iki sayfasıyla tartılması, daha önceleri okuduklarımaeş değer veya bir iki adım önde olması,yeryüzünde bulunan güzel seslerin sesime karışacağınıummamdan, edebiyatı aracı kılarak hayatıngüzelini aramamdan. Sabahattin Eyüpoğluda ‘Mavi ve Kara’sında sanatçıdan beklentilerineşu cümlelerle değiniyor: “Sanatçının bir evliya olmasını,dünyadan elini eteğini çekip güzellik yaratmanınmutluluğuyla yetinmesini mi istiyorum?Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasınıistiyorum, ama sanatçımın sanatçı kalması, insanlığınen temiz sesi olması şartıyla.”Sağlıklı okur, keşfedilmiş yazara referans olduğukadar okunacak esere de referanstır. Romantercihimde kitap dostlarının tavsiyelerine uymaktabir sakınca görmem. Anlatılanlarda zenginleştiriciyolları açabilenlerle bir kitabı paylaşmak, bir anıyıpaylaşma zevki veriyor bana. Hele kitap dostukalem tutmayı beceriyorsa onun önerisi bir an içinölçütlerime ekleniverir, tercihimi kolaylaştırır.Tartmalar, ölçütler, tavsiyeler sonrası okuyacağımroman, beni yanıltmayan roman, bütün bedenimiüstüne örteceğim, bütün uzuvlarımla sahiplenece-4eylül-ekim-kasım2009


KANSERKanser misin nesin, çek git başımdanSakın yanlış bir iş yapma, aman ha!Yazılacak gül gibi kitaplarımSöylenecek şiirlerim var daha.Gel sana bir Sivas türküsü öğreteyimBir Kerkük türküsü söyleyelim beraber“Ömrüm ömrüm!” diye diye “Yâr!” diye diyeAnlarsın o zaman yaşamak nedirKolay kolay kıyamazsın kimseyeDiyelim ki alıp götürdün beniNe olacak yani, ne değişecekBeti bereketi mi artacak yeryüzününKanatlanıp uçacak mı hep börtü böcek?Anlatsam zulmünü her kese bir birSen bile utanırsın kendi kendindenArtık ne okumak ne bir tek şiir…Yaşayıp gidiyordum, şurda gönlümceSayılı kaç günüm kaldı kim bilir?Sanma ki ben senden korkan biriyimHa bugün, ha yarın, ölüm mukadder.Bir kız torunum var; dünya güzeliKi şimdi burada ne söylesem azSabah akşam bir gül gibi elimde eliOnu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmazDurup durup diyorum ki: Ay havarİçimde tarifsiz bir sıkıntı var.Savuşsam buralardan, dolaşsam diyar diyarAma olmaz, biliyorum vaktim dar.Bu kaçıncı böyle hüzünlü baharTadı kalmadı suların zerre kadarHangi fırın ağzındandır bu rüzgârAy havar! Ay havar! Ay havar!Kanser misin nesin, çek git başımdanSakın yanlış bir iş yapma, aman ha!Yazılacak gül gibi kitaplarımSöylenecek şiirlerim var daha!YAVUZ BÜLENT BÂKİLER6eylül-ekim-kasım2009


Balkan seyahatiizlenimleriSeyahatsonunda ikişeye şiddetleihtiyacımızolduğunubir kez dahaidrak ettim.Bunlardanbirincisi; hervatandaşımızınmutlaka vemutlakaOsmanlı-Türkcoğrafyasınıgezip görmesive tanımasıdır...İSMAİL ÇETİŞLİ*Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı ile Uluslararası Novi PazarÜniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Uluslararası Mehmet Âkif veBalkanlar’da Kültür ve Düşünce Hareketleri ve Yeniden Yapılanması Sempozyumuvesilesiyle Balkanlar’daki Osmanlı coğrafyasının küçük bir kısmınıilk defa görme imkânım oldu. 24 Mayıs 2009 Pazar günü saat 13.25’teİstanbul Atatürk Hava Limanından başlayan yolculuğumuz, 31 Mayıs 2009Pazar günü saat 17.00’de yine aynı mekânda sona erdi.Gezip gördüğümüz topraklar, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulaneski Yugoslavya’nın (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) 1992’denitibaren dağılması sonucu oluşan yedi yeni devletten (Bosna-Hersek, Sırbistan,Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova) üçüne (Sırbistan,Kosova, Makedonya) aitti. Hemen belirteyim ki, bölge hâlâ bir barut fıçısıgibi. Onca farklı ırk, din, dil ve kültürün iç içe geçtiği ve sınırların çoğuyerde masa başında çizildiği bir coğrafyada, küçük bir kıvılcımın büyük biryangına sebep olması içten bile değil. Dün ve bugün olduğu gibi, yarın da* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen Ed. Fak.7eylül-ekim-kasım2009


çıkabilecek bir yangında en büyük acıyı yine Müslümanlaryaşayacak.Uçağımız, 24 Mayıs Pazar günü saat 14.05’teBelgrad Havaalanı’na indi. Zaman darlığı sebebiyleBelgrad’ı sadece otobüs turu sınırları içinde görebildik.Önce Tito yönetimi, ardından da savaş görenBelgrad, çıplak gözle görülebilen bir perişanlıkiçinde. Osmanlı döneminin bu ünlü şehrindeki pekçok ata yadigârı eserden bugün pek azı ayakta kalabilmiş;daha doğrusu Sırplar tarafından bırakılmış.Belgrad şehir turundan sonra, Sırbistan sınırlarıiçinde kalan Sancak bölgesinin merkezi NoviPazar’a (Yeni Pazar) doğru yola çıktık. Dağlar arasındakioldukça dar ve yetersiz yollardaki uzun biryolculuktan sonra, ancak gecenin ilerleyen saatlerindeşehre ve kalacağımız yere varabildik. Bölgecoğrafyasından hafızada kalan temel nitelikler;yer yer ovalarla karşılaşılmasına rağmen geneldedağlık bir bölge olması, Anadolu bozkırına göreçok daha fazla yağış alması sebebiyle yeşillik veormanlık olması, hemen her şehrin (Belgrad, YeniPazar, Prizren, Üsküp) ortasından bir nehrin geçmesişeklinde sıralanabilir.Novi Pazar, Kosova-Karadağ-Sırbistan sınırlarınınkesiştiği bölgede 50.000 nüfuslu bir şehir.XV. yüzyılın ortalarında, Saraybosna’nın da kurucusuolan İsa Bey İshakoviç tarafından kurulmuş.Sırbistan sınırları içindeki Sancak’ın önemli merkeziolan şehrin ortasından Raşka Nehri geçiyor.Halkın yüzde sekseni Müslüman. Bu sebeple sıksık minarelerle karşılaşıyorsunuz ve bu minarelerdenyükselen ezan sesleri, size âşına bir beldedeolduğunuzu hatırlatıp yabancılık tedirginliğindenkurtulmanıza vesile oluyor.Bugün Sırbistan sınırları içinde kalan Yeni Pazarmerkezli Sancak bölgesinde 400.000 Boşnakyaşıyor. Toplam 2.000.000 civarında olduğu söylenenBoşnak nüfusun bir kısmı Karadağ’da, birkısmı ise Bosna-Hersek’te kalmış.Yeni Pazar’da ev sahibimiz genç, ama dinamikUluslararası Novi Pazar Üniversitesi idi. 2002’deMüftü Muammer Zukorliç’in önderliğinde kurulanözel üniversitenin beş-altı fakültesinde (İlâhiyat,İktisat, Bilgisayar, Filoloji…) 4.000 civarındaBoşnak, Sırp, Hırvat, Türk, Arnavut asıllı öğrencieğitim-öğretim görüyor. Üzücü bir durum, üstsınıflarda çok az öğrencisi bulunan Türk Dili veEdebiyatı Bölümü’nün talep yetersizliği yüzündenkapanma aşamasına gelmiş olması.Pazartesi sabahı Uluslararası Novi Pazar Üniversitesirektörü Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Burdur MehmetÂkif Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr.M.Zeki Yıldırım ve Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve SanatVakfı Başkanı Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’ninkonuşmalarıyla başlayan sempozyum, iki günboyunca iki salonda yapıldı ve oturumlarda toplam35 civarında bildiri sunuldu. Sempozyum’aTürkiye’deki 18 farklı üniversiteden katılımcılarınyanı sıra Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutlukve Sancak’tan da katılımcılar mevcuttu.Bildirilerin yüzde doksanı Mehmet Âkif’le ilgiliydi.Öğrenci ağırlıklı dinleyicilerin Türkçe bilmemelerisebebiyle konuşmalar Boşnakça’ya çevrildi.İşin üzücü tarafı Başnokça’da Âkif ile ilgili bir satırbilgi veya tercüme edilmiş bir mısraın olmaması.Dolayısıyla Sempozyum, bu konudaki ilk ciddifaaliyet olması sebebiyle sevindirici bir teşebbüsoldu. Mehmet Âkif Üniversitesi ile UluslararasıNovi Pazar Üniversitesi arasında işbirliği protokolüimzalanması ise, geleceğe yönelik ümitlendiricigüzel bir adım.Başta Novi Pazar Üniversitesi Rektörü olmaküzere üniversite çalışanları canla başlaSempozyum’un verimli geçmesine gayret ettiler.Son derece sıcak ve samimi bir duyarlılık içindekusursuz bir ev sahibi olmaya çalıştılar. Buradanemeği geçen bütün dostlara (Müftü Muammer Zukorliç,Rektör Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Prof. Dr.Metin Izeti, Enes Akbulut, Bünyamin Bey ve diğerleri)bir kez daha şükran duygularımı ifade etmekisterim.28 Mayıs Perşembe günü sabah erkenden YeniPazar’dan ayrılıp Kosova’ya geçtik. Çünkü bir zamanlarYeni Pazar’a bağlı olan Âkif’in babasınınköyü Susişa, şimdi Kosova sınırları içinde. AmacımızMehmet Âkif’in Susişa’daki akrabalarını ziyaretetmekti. İpek’ten sonra ana yola 5-6 km içerdebulunan Susişa, 100 haneye yakın bir dağ köyü.Köyde ilk karşılaştığımız eser, mezarlık içindekiyıkık cami oldu. Camiyi Mehmet Âkif’in dedesiyaptırmış. Oğlu Tahir’i de camiye imam olsun diyeİstanbul’a tahsile göndermiş. Ancak Tahir Efendi,bir daha geri dönmemiş. Hatta Mehmet Âkif çoksonraları köyünü ziyarete gidip amcaoğullarınıİstanbul’a götürmek istediğinde amcaları; “Tahirgitti dönmedi, bunlar da dönmez” diyerek oğulları-8eylül-ekim-kasım2009


nın İstanbul’a gitmelerine izin vermemişler.Mehmet Âkif’in akrabalarının bir kısmıArnavutluk’ta bir kısmı Bursa’da yaşadığındanSusişa’da birkaç aile kalmış. İstiklâl Marşı şairimizinyaşayan en yakın akrabası 85 yaşlarındakiamcasının torunu Adem Mulay. Yaşlı adam, bizleriiçten bir samimiyetle karşıladı; izzet ü ikramdabulunmak için çırpındı; sorularımızı cevaplandırdı.İlerleyen yaşına rağmen Adem Mulay’ın tek arzusuTürkiye’yi görebilmek.TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı)’nınSusişa köyünün okuluna bir kat ilâve edip onarmasıve Mehmet Âkif adının verilmesi; duvarlarda yeryer Âkif’in resimlerinin bulunması sevindirici birdurum.Aynı gün akşama doğru Prizren’deyiz. 100 binnüfuslu tam bir Osmanlı şehri olan Prizren’deki 30camiden 26’sı Osmanlı eseri. Yüzünüzü hangi yöneçevirseniz ata yadigârı bir cami, medrese, türbe,han, hamam gibi tarihî yapılarla karşılaşıyorsunuz.29 Mayıs Cuma günü sabah erkenden yağışlı birhavada Priştina yolundayız. İlk olarak yol üstündekiMurad Hüdavendigar Türbesi’ne uğruyoruz. Osmanlıİmparatorluğu’nun Rumeli’yi fethinde büyükbaşarıları olan ve savaş meydanında şehit olan(1389 yılında yapılan 1. Kosova Meydan Muharebesi)tek Osmanlı padişahı Murad Hüdavendigar’ıntürbesi son derece temiz ve bakımlı. Hemen karşıtepede Gazi Mestan Türbesi var. Üçgenin diğerucunda ise Murad Hüdavendigar’ı kalleşçe hançerleyenSırp Miloş adına dikilmiş Sırp anıtı.Kosova’nın başkenti Priştina, inşa hâlinde Batılıbir şehir. Amerika Birleşik Devletleri’ne duyulanminnettarlık, bütün Kosova’da olduğu gibiPriştina’da da adım başı karşınıza çıkıyor. ŞehirdeTürk Konsolosluğunu ve TİKA şubesini ziyaretediyoruz.30 Mayıs Cuma sabahı erkenden Kosova’danMakedonya’ya geçiyoruz. Şardağları’nda bu Mayısayının son günü bir sürprizle karşılaşıyoruz. Çiseleyenyağmur çok geçmeden kara dönüşüyor. Böylebir atmosfer altında otantik bir dinlenme tesisindegüzel bir kahvaltı yapıyoruz. Makedonya sınırındakican sıkıcı bekletilmeye rağmen Üsküp’ü görme-9eylül-ekim-kasım2009


nin dayanılmaz arzusu var hepimizde. Ancak önceKalkandelen şehrine uğruyoruz. Türk-İslâm sanatınınnefis örneklerinden Alaca Cami ve zayıf daolsa hâlâ işlevini sürdüren Harabati Dede Tekkesiziyareti.Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Priştina,Kalkandelen’den sonra nihayet Üsküp’teyiz. YahyaKemal’in Türk ve Müslüman şehri, “YıldırımBayezid Han diyârı” Üsküp. Ne tarafa dönseniz bircami, bir medrese, bir çarşı, bir hamamla karşılaşacağınıztam bir Osmanlı ve Müslüman şehri Üsküp.Böylesi bir atmosferde Yahya Kemal’in “KaybolanŞehir”deki mısralarını hatırlamamak ve hayıflanmamakmümkün mü?Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçinÜsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,Biz sende olmasak bile, sen bizdesin geneGezimiz, Üsküp’ten tekrar Prizren’e dönüş ve31 Mayıs Pazar günü Priştina Havaalanı’ndan saat14.35’te İstanbul’a hareketle son buluyor.***Gezi boyunca olduğu gibi, sonrasında da kalbimehâkim iki temel duygu var; hüzün ve gurur.Hüznüm, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibarenfethettiğimiz ve tam beş yüz yıl üzerinde yaşadığımızbu coğrafyayı, XX. yüzyılın başında terk etmekmecburiyetinde kalmış olmamızdan. Zira bucoğrafya sıradan bir “toprak” değil. Tam beş yüzyıl kanımız, canımız, alın terimiz, göz nurumuzlataş taş, ilmik ilmik işleyip bizim kıldığımız bir vatan.Hüznüm ve kahroluşumun daha önemli bir sebebi,mecburi ayrılıktan sonra geçen yüz yıl içindebu coğrafyayı unutuşumuz ve unutturuluşumuzdur.Çünkü o vatan topraklarında nice “evlâd-ı fatihân”yadigârı güzelim eserlerin yanı sıra nice ırkdaş,dindaş ve gönüldaş bırakmışız. <strong>Bizim</strong> vefasızlığımızarağmen onlar bizi unutmamışlar ve hâlâ geridöneceğimiz günü bekliyorlar. Sancak bölgesiningenç müftüsü ve Uluslararası Novi Pazar ÜniversitesiRektörü’nün sürekli tekrar ettikleri “anneevlât”teşbihi çerçevesinde dile getirdikleri samimibağlılık duyguları karşısında insanın sarsılmamasımümkün değil.Diyorlar ki; “Annemiz, bir gün içinde bulunduğumecburiyet karşısında evâadını terk etti. Biz butopraklarda yetim kaldık. Yüz yıldır da yetim olmanınsıkıntı ve acılarını yaşıyoruz. Bugün şartlardeğişti. İstiyoruz ki anne artık evlâdını tanısın vebağrına bassın. Biz annemizi seviyoruz. Bir evlâtolarak ondan sadece sevgi ve şefkat bekliyoruz.”Hiç şüphesiz bu cümleler, şikâyetçi bir gönlündeğil, kırık ve buruk bir gönlün samimi duygu vedileklerini ifade ediyor. Elbette “evlât”ların siteminianlıyor; kırgınlıklarının acısını yüreğimde hissedebiliyorum.Ya annenin duyguları?Evlâtların bu yakıcı cümlelerini dinlerken RefikHalit Karay’ın “Gözyaşı” isimli hikâyesini hatırladım.Bir anne için evlâtlarını kaybetmenin ne büyükacı olduğunu dile getiren o güzel hikâyeyi... RefikHalit, hikâyesini yazarken anne-evlât ilişkisindehangi anlamı esas aldı bilemem, ama bana hem gerçekhem de mecazi anlamda yorumlayabileceğimidüşündürdü. Bilmeyenler için özetleyeyim:Rumeli topraklarını kaybetmemizin son büyükdarbesi olan Balkan Harbi başlayınca, düşman sınırınayakın Serfice bölgesindeki köylere bir akşamüstü“Düşman geliyor!” cümlesinin sebep olduğubir korku yayılır. Çünkü bu gelen düşman, “din veırz düşmanıdır”; “Müslüman erkeği süngüleyecekve Müslüman kadını kirletecek”tir. Bütün köy halkıgibi Dul Ayşe de yaşlı atı ve üç çocuğu ile kaçmakzorunda kalır. Beş yaşındaki oğlu Ali’yi atının terkisinebindirmiş, üç yaşındaki kızı Emine’yi bir kuşaklaatının eğerine bağlanmış, bir yaşındaki oğluOsman’ı da kucağına almıştır. Ancak Dul Ayşe,yağmurlu ve karanlık bir gecede yaşanan kaçışındaönce atını kaybeder; ardından da birer birer çocuklarını.Hikâyenin gerisini Refik Halit’in dilindendinleyelim:“Evvelâ çöken, sonra da başını uzatıp yan üstüuzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attaniniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zi ra durmadanilerleyen felâket kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’yehep sinden daha korkunç geliyor.Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkıyürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemekimkânı kalmadığını görüyor, hem koşuyor,hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için10eylül-ekim-kasım2009


irini feda etmek, hafiflemek lâzımdır.Hangisini?Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlarabata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elinibırakmak istemiyor. Boyuna dolanan me calsiz kollarıda çözmeğe cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak,hareket siz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor.Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan,ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidibudur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağıbir tarafa, en az ça murlu, en az batak yere bırakıvermek...Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu veomuzlarında taşıdı ğını sürüklerken kucağındakineeğiliyor, dinliyor... Ses işitmemek, ha reket duymamakümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık,ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara,vura çarpa sürük lediği bir enkazdan başka bir şeydeğildir. Karanlığın içinde düşerek, çamurlara gömülenler,üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe,hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudubelki de, yağmurdan faz la soğuk döktüğü terleıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarınıçamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarındave boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma,bir karıncalanma, nihayet bir duymayış var ki..Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden,bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, dahaağır, fakat daha sı cak, daha canlı, soluyan ve sarılanbirini hissediyor: Ali, gemi azıya almış, bir atınarkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi,yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı,sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir.Uzun bir hasretten sonra birbirlerine ka vuşmuşlargibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hâlâdevam edi yor, yağmur ve çamur da beraber...Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mıyine koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor,demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğinianlayarak, haykırarak, birini imdadınaçağırmak istiyor. Yine koşuyor ve birden, acayip birhafiflik, bir canlılık duyu yor, ileriye hamle ediyor.Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf,ufak kollar artık yoktur; Emine de dökülmüştür.- Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakıngevşeme!Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıpdüşerek, yine kalka rak, yine yuvarlanarak yağmur,ter, gözyaşlı yüzünü yıkaya yıkaya, bi teviye, molavermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle.Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor,kafileye yetişiyor, ka filenin önüne geçiyor, kafileyigeride bırakıyor ve seher vakti ay yıl dızlı bir ıslakbayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünübir cephane sandığının üstüne indiriyor:- Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe, saatlerdenberi bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor,hâlâ:- Kalk Ali, kurtulduk Ali.Diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmurgibi dökülen coş kun gözyaşları içinde gülümsüyor.”(Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka, İstanbul,1965, s.26-27)Dul Ayşe, o günden sonra bir daha ağlayamaz;ağlamak istese de gözlerinden yaş gelmez. İşteevlâtlarını -terk eden değil- kaybeden annenin hâli.Sanırım evlâtlar annelerini anlayacaklardır.***Gurur duygusunun sebebine gelince. TürkiyeCumhuriyeti sınırları dışındaki bu küçük coğrafyadaırkdaş, gönüldaş ve dindaşlarınızla karşılaşmak;tarihinizin önemli bir kısmını teşkil eden dönemlerinçok somut delilleriyle yüz yüze gelmek ve sözkonusu tarih sebebiyle sıcak ve samimi bir alâkayamuhatap olmak, elbette sizi mutlu ediyor ve gururlandırıyor.Kosova’daki Türk Birliği komutanınınyaşadıklarına dair anlattıkları, bu duyguları dahada perçinliyor. Çünkü her türlü etkinliklerde TürkBirliği komutanı, yabancı bir asker değil, ev sahibimuamelesi görüyor. Türkçe bilmeyen bir ana, sadeceüniformasındaki ay yıldızlı bayrak sebebiylegelip ona kendi evlâdı imiş gibi sarılabiliyor.Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımızolduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan birincisi;her vatandaşımızın mutlaka ve mutlakaOsmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır.İkincisi birinciye bağlı bir sonuç. Ne yapıpedip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak biraynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. Ozaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız,ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukçaişlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizidaha iyi fark edeceksiniz.■11eylül-ekim-kasım2009


MAHİR ADIBEŞŞam ismini Türklerkullanmış üstelikoraya olan meftunluklarındandolayıŞam-ı Şerif diyeanmışlardır. Osmanlı,“İlle de Şamille de Şam” demiş.Büyük ihtimalŞam’da çok sayıdasahabe mezarınınolması,Bir dost bağına girdik!... Halep, Humus, Hama’dagezilecek yerler belli, gerisi bildik şehirler. Şam-ıŞerif öyle mi? Her tarafında tarih her yanında insanın geçmişindenizler var! Her tarafında biz varız, biz, yani Osmanlı...Kökler burada toprağa sıkı sarılmış. Nereye gitsekkarşımıza bir iz çıkıyor; bazen bir cami, mescit türbe, bazenhan, hamam, köprü, kapalı çarşı, bedesten. Hepsinin üzerindeOsmanlının tuğrası var hâlâ canlı!... Cami avlusundaakan kurnalar bile Türkiye’dekilerin aynısı. İnsanlar farklımı? Hayır, hiç yabancılık çekmezsiniz çarşıda pazarda dolaşırken.Suriye halkı sanıldığı gibi içine kapanık, yabanideğil, oldukça sıcak cana yakın insanlar. Kendine güvenenbir toplum, ürkek ve tik üzerinde değiller. Hırsızlık, kaptıkaçtıyok denecek kadar az. Nemelazımcılık henüz buralarauğramamış. Gecelerinde insanlar sokaklara güvenle çıkabiliyor,evinin bahçesinde gezer gibi.Suriye’nin başkenti Şam, aynı zamanda Arap dünyasınınen eski ve kalabalık şehirlerinden birisidir. Şam, Arapça“Dimeşk” ismiyle anılır. Daha doğrusu Şam ismini Türklerkullanmış üstelik oraya olan meftunluklarından dolayıŞam-ı Şerif diye anmışlardır. Osmanlı, “İlle de Şam illede Şam” demiş. Büyük ihtimal Şam’da çok sayıda sahabemezarının olması, Kerbela şehitlerinin burada bulunmasıda bu isimin verilmesinde etkili olmuştur. “Dimeşk”, ismiise cinayet işlenen ilk yer anlamına gelmektedir. Kabil’inkardeşi Habil’i öldürmesi olayı Şam’ın hemen yanı başın-12eylül-ekim-kasım2009


daki dağın üzerinde olduğu için bu ismin verildiğirivayet edilmektedir. Burada Türklere olan ilgiyigördükten sonra “Ne Şam’ın şekeri ne de Arap’ınyüzü” sözünü bizim söylemediğimize kanaat getirdim.Şam’a girdiğimizde sağ taraftaki dağların yüksekyamacına kadar koyu tek renkli yerleşim yerlerininyayıldığını göreceksiniz. Buralarda her yılbir iki defa çamur yağdığı için ya binaları bu rengeboyamışlar ya da binalar çamurdan bu renge bulanmış.Bu dağların devamı güneybatı istikametindeuzanıp giderken uzaklardan açık havada GolanTepeleri’nin doğu uçları görülüyor; biz oradaykenüzerleri karla kaplıydı. Kuzeyindeki dağların zirvelerindede yer yer kar vardı.Şam-ı Şerif bir zamanlar Emeviler’in devletmerkezi olması itibarıyla sadece el yazma 400 bindenfazla eseri barındıran Orta Doğu’nun en büyükkütüphanesi olan Esad Kütüphanesi’ne sahiptir.Nüfusu beş milyon civarında olan Şam’da görülmesigereken tarihî eserlerin arasında Emeviye Camisive Selahaddin-i Eyyubi’nin türbesi ilk sırayıalır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’ayaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, Hamidiye KapalıÇarşısı ve Hicaz Demiryolu İstasyonu kenttekibelli başlı Osmanlı eserleridir.Zeyd ibn-i Sabit anlatıyor: “Biz bir gün Rasulullah(s.a.v.)’in yanındaydık. Rasulullah; ‘Şam’ane mutlu!’ buyurdular. Ben ‘Bu mutluluk nedeninereden geliyor ey Allah’ın Resulü?’ diye sordum.Buyurdular ki: ‘Çünkü Rahmanın melekleri onunüzerine kanatlarını geriyorlar.”Suriye ve özellikle Şam şehri, tarih boyunca birçokmedeniyete ev sahipliği yapmış, birçok önemliolaylara sahne olmuş, bunun yanında da önemlişahsiyetleri toprakları üzerinde ağırlamıştır.Müslümanlar tarafından “Mübarek Şehir”olarak kabul edilen Şam ve civarında peygamberler,birçok sahabe, İslam alimi ve evliya türbesibulunmaktadır.Dört mezhebe dört mihraplıEmeviye CamisiŞehrin en büyük en eski ve görkemli camisidir.Yerinde çok eski tarihlerde Jüpiter tapınağı varmış,havra, sonra kilise olmuş, İslam fetihlerinden sonramescide dönüşmüş. Hâlâ içinde arkalarda bir tarafta,vaftiz kuyusu orijinal yapısı ile duruyor. ŞehirEmeviye Camisi’nin iç kısmıMüslümanların eline geçtikten sonra kilisenin önceyarısı satın alınıp cami yapılmış, böylece uzunyıllar camiyle kilise yan yana faaliyet göstermiş.Şehirde Hristiyan kalmayıp, kilise cemaatsiz kalıncadaha sonraları diğer yarısı da camiye katılmış.Sonraki yıllarda yapılan tadilatlarla genişletilerekbugünkü hâlini almış ve tamamı cami olarak kullanılmayabaşlanmıştır. Müslümanlar tarafından kıyameteyakın Hz.İsa’nın yeryüzüne ineceği rivayetedilen ‘Ak Minare’ bu camiye aittir. Camide ayrıca,Hz.Yahya Peygamberin kabri ile İmam-ı Hüseyin’inKerbela’da kesilen ve Şam’a getirilen mübarek başlarınındefnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bulunmaktadır.Avluda bulunan, sekiz sütun üzerineyükselen hazine kubbesi, kamu hazinesini korumakamacıyla Abbasiler döneminde yapılmıştır. Camininilginç yönlerinden biri de, dört farklı mezhebitemsilen, Osmanlı mimarisiyle dört mezhep içindört tane mihrap yapılmış olmasıdır. Yakın zamanakadar dört mihrapta dört mezhepten imamlar dururmuş.Günümüzde imam yalnız Hanefi mezhebineait mihrapta namaz kıldırıyor. Caminin çok fazlaziyaretçisi oluyor. Çok temiz ve bakımlı bir cami.İnsanlar, “Hz. Hızır, burada namaz kılmış!” diyecamideki Hızır Makam’ına önem veriyor. Aynı şekilde,Hud Aleyhisselam’ın makamına da ilgi varama Hz. Hızır’ın makamı belli Hud Aleyhisselam’ınmakamı tam olarak bilinmiyor…Ünlü İslam âlimi İmam-ı Gazali meşhur eseriİhya-u Ulumid-din’i bu camide kaleme almıştır. AyrıcaBediüzzaman Said Nursi ünlü Şam Hutbesi’ni(Hutbe-i Şamiye) 1911 yılında bu camide irad et-13eylül-ekim-kasım2009


miştir. Üstad otuz beş yaşında gittiği Şam’da yediay kalmış ve herkes tarafından tanınmıştır. Onuniçin konuşmasını böyle büyük cemaat merakla dinlemiştir.Said Nursi, sözlerine şöyle başlar: “Ey buCami-i Emeviye’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!..Ben haddimin üstünde, bu minbere ve bumakama sizi irşad etmek için çıkmadım. Çünkü sizeders vermek haddimin fevkindedir. Belki, içinizdeyüze yakın ulema bulunan böyle bir cemaate karşıbenim durumum; medreseye giden bir çocuğunmisâlidir ki o sabi çocuk, sabahleyin medreseye gidip,akşam da pederine gelerek dersini izah eder; tâdoğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadve tasvibini bekler.”Emeviye Camisi’nin kapladığı yaklaşık on dönümlükalanda ayrıca Selahaddin Eyyubi Türbesi,Hz.Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camisi, TürkŞehitliği ve turistik eşya satan birçok dükkân bulunmaktadır.Daha önce hiç kimseye adıkonulmayan peygamberMezarı, Emeviye Camisi’nin içindedir. Öldürüldüktensonra başı getirilip buraya defnedilmiştir.Caminin ortasında bulunan türbesinden ziyaretçilerieksik olmuyor. Kur’an’da adı geçen peygamberlerdenbiri. Yüce Allah tarafından, Kur’an’da: “EyZekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz.Bu adı daha önce kimseye vermemiştik”(Meryem, 19/7) ayeti ile haber verildiğine göre;Yahya, Zekeriya’nın oğlu idi. Hz. İsa’dan altı ayönce dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla, Hz. Musa’nınşeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusudur.Küçüklüğünden itibaren saygılı ve ibadet ehliolduğu Kur’an’da şöyle haber verilmiştir. “(O’naçocukluğunda): Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut! (dedik).Henüz çocukken ona hikmeti verdik (Tevratıöğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalp yumuşaklığıve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttakiidi. Anasına ve babasına itaatli idi. Serkeş ve asideğildi. Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de,diri olarak (kabirden) kaldırılacağı gün de, ona selamolsun!” Hz. Yahya’da, babası Zekeriyya peygambergibi milleti tarafından şehit edildi.Olur mu hiç, peygamberin torununbaşı kesilir mi!Hz.Hüseyin; Sevgili peygamberimizin (s.a.v.)’inküçük torunudur. Rasulullah, onu ve ağabeyisiHasan’ı çok sever, zaman zaman onlarla oyun bileoynardı. Bazen namaz kılarken Hz.Hüseyin veHz.Hasan onun mübarek sırtına çıkar, o da torunlarıdüşmesin diye dikkat eder, secdeyi uzatırdı.Her hareketiyle peygamberimize benzeyenHz.Hüseyin, Hicretin altmış birinci senesinde Küfelilertarafından hilafet vazifesini yüklenmek üzereçağırıldı. Aile efradını yanına alarak Küfe’ye doğruyola çıktı. Ancak Muaviye’nin yerine halife olanYezit’in gönderdiği kuvvetli orduları tarafındanHz.Hüseyin, Kerbela’da sıkıştırılarak şehit edildi.Vefatı sırasında elli yedi yaşında bulunuyordu. Mübarekbaşının bulunduğu makam şu anda Şam’dakiEmeviye Camisi’nin yanındaki özel bölümde ziyaretedilmektedir.Seyide Zeynep, peygamber efendimizin torunu,Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın kızları, İmam-ı Hasan veHüseyin’in kız kardeşidir. Kabri (diğer bir rivayetegöre ise makamı) Şam’daki Seyide Zeynep Camisiiçerisindedir. Hz.Zeynep, Kerbela vakasını bizzatyaşamış, bütün yakınlarının ölümünü izlemiş, çokcefalar çekmiş, yüksek manevi makamlara sahiphanımlar arasındadır.Kardeşi Hüseyin şehit edilip başı kesilinceZeynep tarafından Şam’a getirilmiş. Şam’da Hz.Hüseyin’in başının kesildiği söylenince Şam halkıinanmamış. “Olur mu hiç, peygamberin torunununbaşı kesilir mi!” demişler. Bunun üzerine EmeviyeCamisi’nin yanında bir yer yapıp başı üç gün oradagösterilmiş. Sonrada hemen yanına mezarını yapmışlar.Hz. Hüseyin’le birlikte Şam’a on altı şehidinde başı getirilmiş. Onlar Kerbela Şehitliği’nde birarada bulunmaktadırlar. Sonradan oraya da türbeyapılmış. Günümüzde ziyarete açık tutulmaktadır.Sesiyle milleti sokağa dökenmüezzinHz. Peygamber’e ilk iman edenlerden biri vesonradan ona müezzin olan sahabi. İslam tarihindeunutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeşistanlıdır.Bilâl, İslamın ilk tebliğ yıllarında Ümeyyeb. Halef’in kölesiydi. İslamın ortaya çıktığı yıllardabirçok kimse soylarının yüksekliğine, şirk toplumuiçindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taassubunadüşmüş, İslama cephe almış ve sapıklıktakalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıfve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten14eylül-ekim-kasım2009


kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah İslam davetineilk icabet edenlerden biriydi. Hz. Bilâl’in doğrulukve ahlâkı, İslama bağlılığı bütün çağdaşları tarafındanaynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi.Artık o, siyahi bir köle değil, ashabın ilerigelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde sözsahibi olan müminlerden biriydi.Peygamberimizin ölümünde ezan okurken“Eşhedü enla ilahe illallah” demiş, arkasından“Eşhedü enne Muhammeden resulullah” diyemeyerekdüşüp bayıldığı söylenir. Sonradan Hz.Ebubekir’e imamlık yapar ama bunu kendi isteğiyleiçinden gelerek yapmaz. Gitmek isterse de İmambırakmaz. Bir gün namaz sırasında mescitte bağırır.“Ya Ebubekir, sen beni Allah için mi alıp azat ettinyoksa kendin için mi? Eğer Allah için azat ettinsebırak gideyim, artık dayanamıyorum.” Belli ki peygamberimizinölümünden sonra artık Medine’dekalmak istememiş Ebubekir’in isteği ile müezzinlikyapmıştır. Bu olaydan sonra oradan ayrılıp Şam’agelmiştir. Peygamber efendimizi bir gün rüyasındagörür. “Bilal, neden ziyaretimize gelmiyorsun?”demektedir, Resul. Bunun üzerine Medine’ye gitmiştir.Burada Hz.Hasan ve Hüseyin’in ısrarınadayanamayarak Medine’de sabah ezanını okumuştur.O gür sesiyle o kadar içten okumuş ki okuduğuezanla Resulullahın hasretiyle tutuşmuş olan bütünahali sokağa dökülerek Resulullahın sağ olduğugünleri hatırlamış ve sanki Resulullah kalkmış taBilal’e ezan okutmuşçasına herkes hıçkırıklara boğulmuştur.Tekrar Şam’a dönen Bilal-ı Habeşi Hz.’leri,642 yılında Şam’da vefat etmiş, Ehli Beyt Mezarlığıolarak bilinen (Bab’üs Sağir) mezarlığa defnedilmiştir.Şimdi bu mezarlıkta türbesinde istirahatetmektedir.Bilal-i Habeşi’nin türbesiEdison’un “üstadım” dediğiMüslüman bilginİsmi, Ebu Bekir Muhammed bin Ali olup, ‘İbn-iArabi’ ve ‘Şeyh-i Ekber’ lakaplarıyla meşhur olmuştur.Dini ihya eden manasında Muhyiddin isminide almıştır. Ünlü mutasavvıf, 1165 yılındaEndülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğmuştur.Mükemmel bir din ve fen ilimleri tahsili yapanMuhyiddin-i Arabi, kendisinden yüzlerce sene sonraortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğinibildirmiştir. Yüzyıllar sonra Edison’u dahi “üstadım”demek mecburiyetinde bırakmıştır. FatihSultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethedeceğini veYavuz Sultan Selim Han’ın Şam’a geleceğini keşifyoluyla haber vermiştir.“Şeceret-ün-Numaniyye fi Devlet-il-Osmaniyye” isimli eserinde; “Sin Şın’a gelince,Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” buyurdu.Muhyiddin-i Arabi Hz.’leri Şam’da, kalbi parasevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız,benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlarbu sözü anlayamadılar ve öldürdüler. Halkonu Şam’da bir yere defnetti ve büyüklüğünü anlayamadıklarıiçin de kabrinin üzerine çöp döktüler.İki yüz yetmiş altı yıl sonra Osmanlı SultanıYavuz Sultan Selim Şam’a girdiğinde “Sin Şın’agirince benim kabrim ortaya çıkar” sözünün ne demekolduğun anladı ve araştırarak Muhiddin’i ArabiHz.’lerinin kabrini buldu. Çöpleri temizleterek,kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına cami ve imaretyaptırdı. Ayrıca Şeyh Muhiddin’in vefatındanönce ayağını yere vurarak; “Sizin taptığınız benimayağımın altındadır” buyurduğu yeri tespit ettiriporayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktığı görüldü.Bundan “Siz, Allah’ü Teala’ya değil de, parayave altına tapıyorsunuz.” demeyi kastettiği anlaşıldı.Denir ki Osmanlıyı zengin eden hazine budur. Hanio sultan demişti ya; “Ben hazineyi altınla doldurdum,benden sonra gelenler bakırla doldursun buimparatorluk yine zengindir.” Türbesini yaptırdığıyerin yanına camiyi de yaptırmış. Türbenin girişinekoyduğu Osmanlı arması her girenin gözüne takılıyor;Osmanlı buralarda var…15eylül-ekim-kasım2009


Hamidiye Çarşısı1863 yılında Osmanlı padişahlarından SultanAbdülhamid Han tarafından yaptırılmıştır. Yapıolarak İstanbul’daki kapalı çarşıyı andıran HamidiyeÇarşısı yerli ve yabancıların en çok rağbet ettiklerimekânlardan biridir. Genel olarak ipek kumaş,kadın giysileri, çeyizlik ve turistik eşyaların satılmaktaolduğu çarşı yaklaşık bir kilometre uzunluğundadır.Sonunda bütün heybetiyle Emeviye Camisigirişi karşınıza çıkıyor.Hicaz Tren İstasyonuBugün bile hayata geçirilmek için çaba sarf edilenHicaz Demiryolu Projesini ilk olarak OsmanlıPadişahı Abdülhamid ortaya attı. Hicaz Demiryoluyapımına ise 1 Eylül 1900’de başlandı. Bu projebir bakıma Bağdat Demiryolu hattının devamıydı.İki demiryolu birleşince İstanbul, Şam üzerindenMekke ve Medine’ye bağlanacaktı. Proje, Hicazve Yemen’de Osmanlıyı güçlendirecek, Mısır’daOsmanlı nüfuzunu artıracak, askerleri bölgeye emniyetiçinde sevk etmek mümkün olacaktı. Hattınişçileri 7.500 civarındaki Osmanlı askerleriydi. Demiryolundaçalışan askerler bir yıl erken terhis ediliyordu.Güzergâhta ray döşemenin yanında köprüler,istasyonlar, hastaneler ve telgraf merkezleriyapılmıştır. Şam’ın tam ortasında bulunan istasyonbinası şu günlerde müze ama iki devlet arasındayapılan anlaşmayla bu demir yolu açılıp burası dayeniden aktif hâle geçeceği söyleniyor.Suriyeli tacirlerin sahiplendiğisultanOsmanlı mimarisinin güzel örneklerinden biriolan Süleymaniye Külliyesi, 1554 yılında KanuniSultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır.Külliye’ye 1566 yılında SüleymaniyeMedresesi eklenmiştir. Son derece yalın ve abartısızbir iç mimariye sahip olan ve Mimar Sinan’ın“Kalfalık eserlerimden biridir” dediği külliyeözellikle Türk ve diğer yabancı turistlerin uğrakmekânlarından birisidir. Avluda şu anda bir AskeriMüze bulunmasının yanı sıra külliye kısmında daturistik eşyalar satan bir kaç dükkânı mevcuttur.Ayrıca Külliye içerisinde, 1926 yılında İtalya’nınSan Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı PadişahıSultan Vahdettin’in mezarı da yer almaktadır.Son dönem Osmanlı padişahlarının torunlarındanSultan Vahdettin’in mezarı.bazılarının mezarlarının da içerisinde bulunduğubu küçük mezarlık, sadece Türk ziyaretçilere özelolarak açılmaktadır. Mezarlığın bakım ve tadilatmasrafları ise Türkiye tarafından karşılanmaktadırama görülen o ki buraya şu ana kadar bir masrafyapılmamış. Buradaki köklerimiz bakımsız ve atılkalmış.Sultan Vahdettin, İtalya’da ölünce Türkiye’yemektup yazıp Sultanın borçlarının ödenerek cenazeninalınması istenirse de bu konuyla hiç ilgilenilmezve cevap da verilmez. Bunu Şam tacirleri duyarlar.Aralarında para toplayıp Sultan Vahdettin’inİtalya’ya olan borcunu ödeyip cenazesini Şam’agetirerek Süleymaniye Camisinin bahçesine defnederler.Koca Osmanlı İmparatorluğunun sonpadişahı Vahdettin sade bir mezarda istirahatınaçekilmiş. Doğrusu, görünce gözlerim yaşardı. Gurbetteölüm ne zormuş!... Hele yalnız ve kimsesizolunca… Az Türkçe bilen gönüllü orta yaşlı biradam ona türbedarlık yapmaktadır. Gel de sen şimdiŞam’ı sevme.Cami ve külliye şu an bakımsız durumda hattakubbe çökmek üzereyken Suriye Hükümeti demiriskele kurarak çökmesini engellemiş. 1993’tegittiğimde de aynı durumdaydı. Buraların bakımıve tamiratı için 2007 yılında iki devletin anlaşmayaptıkları söyleniyor. Masrafları Türkiye karşılayacakmışama şu ana kadar bir girişim yok. Biz mezarlarınyanından ayrılınca türbedar demir kapıyıyeniden kapattı. Sultan kilitli, demir kapılar arkasındayine yalnız kaldı… ■16eylül-ekim-kasım2009


NECATİ KANTERVaktiyle buyurmuş ehl-i kerametMeyhane erleri bulur selametBaşıboş gezenler çeker nedametOnünçün ben de bu deryaya düştümO. R. M.Rüviyeti BabaO bir divanedir. Divanelerinbir başka yönü de ibnü’l-vaktoluşlarıdır. Onlar için gelecekve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar.Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.Aralarında rint olanları da vardır.Arada bir anasına uğrar, sonra sokaklara atardıkendini. Şair ruhluydu. Bir Bektaşi dedesi olanya da öyle bilinip öyle tanınan Rüviyeti Baba, ak sakalıve ilerlemiş yaşına rağmen sinemada, tiyatroda vesaireğlence yelerinden çıkmazdı. Kılık kıyafeti, sözü sohbetive davranışı ile sıradışı bir insandı. Konuşurken,gözler onda, kulaklar ondaydı. Daha çok felsefeden, tasavvuftan,ilahî ve mecazi aşktan bahsederdi. Hele heleBektaşi nüktelerine ve nefeslerine hiç diyecek yoktu.Şarkılar, türküler, şiirler okurken, yanındakilerin çenelerikısılır, dilleri tutulur, hayran hayran onu dinlerkenağızlar bir karış açıkta kalırdı. Genellikle şehrin hatırısayılır ekâbirleri ile gezer, çoğu kez de ölçüyü kaçıranlatifelerine katlanmak zorunda kalırlardı yol arkadaşları.Eski, fakat daima ütülü siyah takım elbise ve beyazgömlekle dolaşırdı. Göğsüne kadar uzayan sakalı, ensesindendökülen yağlı saçları, bakır rengindeki çehresi,şahin bakışı ve çatma kaşları, hele yakasına taktığıkırmızı gül, ona ayrı bir hava verirdi. Havanın yağışlıgünlerinde ya da kış mevsiminde başında leon şapkası,siyah eldiveni ve baston saplı şemsiyesi ile çıkardısokağa. Duru Türkçesi, ses tonunun mükemmelliği vediksiyonunun güzelliği ile dikkatleri üzerine çekmesinibilen, tuhaf görünümlü entelektüel bir insandı.Geçen gün fazlaca tutup kafayı / Hülyalar dolu birsevdaya düştüm17eylül-ekim-kasım2009


Hele son kadehte buldum şifayı / Sevdalar dolubir hülyaya düştümAkla yol vererek aldım cünunu / Bir yudum neşeyesattım fünunuSırtımdan atarak batıl zünunu / Yükseldimhuzur-ı Mevlaya düştümKalendermeşrep bir kişiliğe sahipti.Ayık gezmezdi.Özellikle de sarhoşluğunu kastederek, davranışlarındakiaşırılığı ve İslami kurallara uymadığını,şer’i sınırları zorladığını söyleyenlere:“Benim bu hareketim ve riyasız davranışlarım,kalbimin temizliğinin verdiği sarhoşluktur.” der,ardından da okurdu:Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğerOl zaman malum olurdu mest kim huşyar kimGerek gördüğü zamanlar da bu dizeleri açıklardı.(Haramlar içinde insanı sarhoş eden sadece içkidir.Eğer her günahın içki gibi mestliği söz konusuolsaydı, kimin sarhoş kimin ayık olduğu o zamanbelli olurdu.)Zühd’ün riya ve aldatmaca olduğunu söyler veher fırsatta zahit geçinenleri yererdi. Rind, rindlik,harabat, harabati, mey, meyhane, sarhoş gibi sözcükleriçokça kullanırdı. İçinde bu sözcüklerin geçtiğişiirler söyler, rindliği ve kalenderiliği övmektentuhaf bir keyif alırdı. Elbette Divan şiirinde bukelimelerin tasavvufi anlamlar taşıdığı bilinir. AncakRuviyeti Babanın yaşamı bu kelimelerin zahiranlamı ile motamot aynıydı. O gerçekten rind’di,sarhoştu ve hatta tam bir ayyaştı. Özel toplantılardabazen şiirler okur, kendinden geçerdi.Yardan mahçur iken düştük diyar-ı gurbeteDehr gösterdi yine hicran hicran üstüneGözlerini kısar, romantik havalara girer, hüzünlübir ses tonu ile ağır ağır mırıldanırdı:Sevgiliden ayrı kalmıştık, bir de gurbete düştük.Felek bize hicran üstüne hicran gösterdi, der sonrada devam ederdi Rasih’in meşhur şiirini okumaya.Hem mey içmez hem güzel sevmez demişlerEylemişler Rasih bühtan bühtan üstüneBenim için hem içki içmez, hem güzel sevmezdemişler. Vallahi de billahi de halt etmişler!... Üstelikde ifira üstüne iftira etmişler, der, ardındangevrek bir kahkaha atardı. Hüzünlü şarkılar da söylerdi.Bazen de bu hüzünlü havayı dağıtmak içinarkadaşlarına anlattığı fıkralarla neşeye boğardıonları.Zaten Rüviyeti Baba bir kere sözü eline geçirdimiydi kolay kolay kimseye teslim etmezdi.Harput’un ünlü şairlerinin şiirlerini de okurdu.Özellikle de Nüzhet Dedenin Sarhoş redifli şiirinidilinden düşürmezdi.İzhar eden ol cür’a idi kenz-i hafayıOlsa nola, suğrası da kübrası da sarhoşKadıları, vaizleri müftüleri hayranSeccadevü, tesbihi de fetvası da sarhoşDünya edebiyatının gözbebeği olan Fars şairiÖmer Hayyam’dan rubailer okurken ağır ağır ayağakalkar, elindeki kadehe diker gözlerini, sarhoşluğunda verdiği çakır keyif bir eda ile kendindengeçerdi.Hayyam sarhoşsun keyfine bakBir güzelle berabersin keyfine bakSay ki yoksun varmış gibi keyfine bakHele bir de kafalar iyice cilalandı mıydı değmekeyfine!.. İşte o zaman Rüviyeti Baba en güzel, enneşeli türküleri okurdu. Hüzünlenince de ağlatmasınıbilen yine oydu…Bazen dağıtırdı kendini!Gecenin birinde bir meyhane çıkışı, yalpa vuravura evine doğru giderken iyice sıkışır. Ay bulutta…Ortalık zifiri karanlık… Ayağı bir taşa takılır.Sendeler, düşer. Elini kulağına atıp, “Makber”denbirkaç mısra okur, sora ağır ağır kalkar. Bir duvardibine abdest bozmak için yanaşır, ancak dakikalarcauğraşır, uçkurunu bağlamayı bir türlü beceremez.Bekçi bağırır:“Yine meyhaneden değil mi? Kart ihtiyar!..”“Meyhaneye vardık ki saadet var içinde18eylül-ekim-kasım2009


Hazz ü heves ü sevk ü şetaret var içinde”“Yaşından başından da mı utanmıyorsun?!..Hadi, bağla uçkurunu da çek git buradan!”Pişkin pişkin sırıtır, ardından da bağlaması içinbekçiye ricada bulunmaz mı? İşte o zaman bir kıyamettirkopar! Aralarında çıkan kavganın sonu dakarakolda biter.Sabaha karşı namaza giden yaşlı bir adamınhayretle kendisine baktığını görünce:“Sen Allahın evine, ben de kendi evime gidiyorumSofi!.. bunda şaşılacak ne var ki?”“Sabah sabah karakoldan çıktığını gördümde!..”“Doğru görmüşsün.”“Hayrola bi vukuat mı var?”“Var yaa!.. Uçkuru elden bırakanın sonu vukuattır,gideceği yer de karakoldur.”Şedele Fehmi Efendinin her zaman fahri davetlisidirRüviyeti Baba. Bir gün havuz başında yapılansazlı sözlü bir eğlence dönüşü, çok içtiğindeniçi kavrulur.. Çeşmenin başına geçip daha önce soğutmakiçin koyduğu şişesinden birini içi su doluzannı ile bir defada kafasına diker, sonra rakı olduğununfark etmesine rağmen şişenin dibini bulur.Artık zil zurnadır!Sallana sallana evinin yolunu tutmuşken ağaçlarınarasında bir bataklığa saplanır kalır. Hırıltılarlainlerken bir yandan ağız dolusu küfürler savurur,bir yandan da şiirler okur, şarkılar türküler söyler.Umurunda bile değildir bataklığa saplanması!..Kısa bir süre sonra da sızar. Oradan geçen bir grupinsan Rüviyeti Babayı fark edip bataklıktan çıkarır.Ancak o yarı baygındır. Yüzüne bir kova su bocaederler, o an gözlerinin araladığını görenler sorar:“Baba!.. n’oldu, bu ne hâl?!..”Başını kaldırır, ciddi bir tavır takınır:Ben şehid-i badeyem dostlar demim yâd eyleyinTürbemi meyhane enkazı ile bünyad eyleyin”Gaslolunmaz ma ile gerçi şehidanı vegaYıkayın meyle beni, bir mezhep icat eyleyin.Rıfat Dedenin temennisini Harput’ta söylenenindışına taşırarak sarhoşluğunun da etkisiyle kendineözgü makamı ile okur.Müşip isimli mukallit; mukallit olduğu kadar dahaşarı mı haşarı, muzip mi muzip bir arkadaşı vardıRüviyeti Babanın. Çakıcızade Mehmet Efendininoğludur.Ehlikeyiftir.Saf, tertemiz, iyi niyetli, ciddi, çevresinde ağırbaşlıolarak tanınan bir anası vardır Müşip’in. GüllüAna…Bir gün kadıncağız baş ağrısından şikâyet eder,oğlundan ilaç getirmesini ister. Müşip de, peki anader, zulasından çıkardığı şişesine bir kadeh rakı koyarakilaç diye verir.“Ana!.. Avrupa’dan yeni gelmiş bu ilaç.. Hanisenin başın olur olmaz zamanlarda ağrır ya… düneczanede otururken sen aklıma geldin, ben de pahalıucuz demeden aldım. Biraz acıdır; bir defadaiçersen on dakika bile geçmeden hiç bişeyciğinkalmaz!..”Oğluna dua eder:“Acı olsun gadan alam.. biz ne acılar gördük!Rahmetlinin bana çektirdiğini it çektirmedi. Ondanda acı olamaz ya!..”Şişeyi diker kafasına, soluk bile almadan dibinibulur!Suratını buruştururken seslenir:“Hele gadan canıma bi üsgüre soğuk su ver.. nasılda cigerim yani…”Deli oğlan suyu uzatırken kıs kıs güler!..“Ya.. sana demedim mi acı?”“Olsun oğul, biber de acı ama…”!..Güllü Ana mutfağa girer, başındaki ak tülbentiomuzları üzerine atar, teşti yere indirir, yanı başınabir leğen un, bir de elek alır, başlar elemeğe.Bir de türkü tutturmaz mı?İndim yârin bahçesine gül açılmış gül güleYanakları al al olmuş haber verin bülbüleBen seni sevdim seveli düştüm dilden dileAllah Allaaah!..Keyfi yerindedir yaşlı kadının.Müşip, mutfağın aralı kapısından girince negörsün? Her tarafa savrulan unlarla mutfak bembeyaz...anası ayağa kalkmış bir yandan eliyor, biryandan göbek atıp söylüyor!..19eylül-ekim-kasım2009


Yürü yürü yavaş yürü cahilim aklım giderVallahi dost hilafım yok yüreğim yanmış tüterUzun uzun bakar, kendi kendine mırıldanır Müşip.“Hem de ne yanmış!..”“Ana, etrafa saçıyorsun!.. Teştin içine niye elemiyorsununu?”“Oğul oğul…"der yaşlı kadın "her yer teşt!”.Müşip’in önce yüzü genişler, yavaş yavaş makarayıkoyuverir, ardından da ellerini birbirine çarpıpbasar kahkahayı… Kasıklarını tutar, gözlerindenyaş gelinceye değin güler.Anası seslenir:“Müşip, gadan alam daha yok mu gâvurun builacından?”!..O günden sonra “darbımesel” olan bu sözü ençok da Rüviyeti Baba kullanır.“Ya hu!.. Baba!.. İbadet de kabahat da gizlidirderler, sen şişe elinde, olur olmaz yerde dolaşmayabaşladın. İçilecek yer var, içilmeyecek yer var!..”Gülerek karşılık verir.“<strong>Bizim</strong> Müşip’in anası ne demiş? ”Orada bulunanlar, bir ağızdan:“Oğul oğul, her yer teşt.”!..Rüviyeti Babanın ölümünden bir gün sonra Turangazetesinin üçüncü sayfasında kısa bir baş sağlığıyazısının altında Osman Remzi Memişoğlu'nunimzası ile sunulan bir mersiyeyi okur Elazığ halkı.Dervişlik postunu verip mezade /Ahiret derdindenoldum azadeDergâha düşürüp bir melekzade / Meyve-i lütfunuyağmağa düştümVaktiyle buyurmuş ehl-i keramet / Meyhane erleribulur selametBaşıboş gezenler çeker nedamet / Onunçün bende bu deryaya düştümÇekerek içimden bir ya sabura /İmdada yetişti“Ent-el-gafur”aAtladım sıratı “Nasran nasura”/ Destursuzcennet-i ulaya düştüm■KIRK DEDİK TARİHDÜŞÜRDÜKKirpinin takdirleriyle dopdoluIrayıp hünerle otuz dokuzuRengin, “aln’ak – yüz temiz” KülliyemizKırk dedi, Âbidemiz Külliyemiz…ORHAN KOLOĞLU20eylül-ekim-kasım2009


AKSİ ŞİİR*şeyhim yolcular pervanesinisır çözülür gölge yanar ay üşürhatıralar kan güller kırmızımuhacir sevdalar mukim ağrılargam makamında hicran şarkılarzaman emanet bize çilehanedeadın rüyadır uzak yetilmezaynalar sarhoş dervişler miskinbeyhude küldür ateşte cananyağmur ölür gözlerinde çaresizşehrayin kararsız ritimler aksakaşkta bahtına yenik mehlikamelal sızar saçlarına incedennadan sevgili mahir ayrılıkhatıralar kan güller kırmızıKALENDER YILDIZ*<strong>Bizim</strong> Külliye'den not: şiir sağdan sola da okunabilir.21eylül-ekim-kasım2009


13.YÜZYILDAGÜNDELİK HAYATElma kabuğu, saç, kemikElma sulu, saç kızıl, kemik horozunduÇakı ağaç saplı, tarak gümüştü.(Maharetim kâfi olsaydı çakının ve tarağın resmini çizerdim)(öncesine dönelim)Hava sıcak, ağaç altı serinken,Elma soyuldu.Kuşluk vakti dere kenarındaSaç ıslandı.Karşı köyün avcıları uğradı:Horoz kesildi.(tahmin edelim)(çöplerden başlayalım)Ağacı diken… beyliğindendi.Çakı yumurtayla alındı.Tarak usta işiydi (kıymet bilene hediye).O sabah horozun son güneşiydi.SEVAL KOÇOĞLU22eylül-ekim-kasım2009


TARIK ÖZCANŞuurun, dinamiksuskunluğu;ruhun, diyalektikkıpırtısıylabirleşerekdil cevherinibeyaz sayfanınsonsuzluğundamutlak bir parıltıyadönüştürür. Buiçkin parıltı, insanruhunda yankısınıbulur. Bunun içinşiir, dilin kendisinibulma sürecindekiyankısıdır.Dil kendilik olgularını barındıran yuva ve şairintek barınağıdır. Şair, yurt olarak dilin dünyasınıtercih etmiştir. Kuşun ağaçla gökyüzünün arasını doldurmaçabası, şair de dille gökyüzünün o arasını doldurmagayretine dönüşür. Her iki varlığın eyleminde devarlığı aşma hazzı ve tehlikelerden beri kalma anlayışıvardır. Kuşun kavgası kör doğayladır. Barınma içgüdüsüyüksekten yana tavır alır. Şairin kavgası ise genel dilinkör doğasıyladır. Çünkü genel dil, doğası gereği yutucudur.Konuşulan her şeyi dilin mutlak karanlığına doğrusürükler. Genel dil, kaosu besleyen karanlık nehirdir.Benzerlik ilişkileri, kullanılan dili itici, anlamsız ve biteviyebir hâle düşürür. Bir bakıma dolup boşalan bir kapkonumuna sokar.Şair, dili kendisinin yapmalıdır. Çünkü dil, şaire rağmenvardır. Şairin dışındaki bu dil, şairden önce ve sonrada var olacaktır. Bu dil, şiirin dışındadır. Şiir, kendi dilinikendisi üretir. Ve her özgün şiirin kendisine ait özelbir dili vardır. Bir bakıma her şiir kendi dilini yapar. Budil dinamik, diyalektik, üretici ve uzuvlaşmış bir özelliğesahiptir. Şiir, genel dilin dışındadır.Şair, her şiirinde yeni bir dille karşımıza çıkar. Budil, her okuma edimiyle birlikte anlam üreten bir dildir.Kısacası her şiir yeni bir üretim biçimi ve yeni bir dildemektir. Özgün bir şiir, dilin doğasına ters düşer. Geneldili ısırarak ve onu yadsıyarak kişiliğini kurar. Çünkü o23eylül-ekim-kasım2009


genel dilin doğasına karşı alınmış ve seçilmiş birtavırdır. Bilinçli bir karşı görüdür. Tıpkı şeytanıninsanın doğasına ters düşmesi ya da insan doğasınıkışkırtması/ aldatması gibi şiir dili de genel dile tersdüşerek, onu aldatarak kendi var oluşunu çizer. Birbakıma genel dili aldatarak, onu sınayarak, ısırarakve onun canını yakarak kendi var oluş serüveninigerçekleştirir.Modern şiir, yeni görüntüler yaratan üretici birşiirdir. Bu görevini geleneksel dilin yasalarını kırmaklabaşarılı bir biçimde yerine getirir. Bu kırmaişi yeni bir anlam ve yeni bir görüntü yaratmak içinşairin denediği bilinçli bir edimdir. Yapıyı temelindensarsan ve bozan bu eylem, yeni bir yaratmaeylemidir ve şiirin yorgun düşen klasik normlarınakarşı alınmış bir tavırdır. Şairin bu tavrı, bilinçli bireylemdir. Aynı zamanda eski şiir ağacına karşı atılmışbir taştır. Atılan taş, onun doğasını sarsacak veiçten yeni bir dil yaratıcı ayaklanmayı başlatacaktır.Bunun için modern şiir, geleneksel şiire karşıbir başkaldırıdır ve yapı bozucudur. Onun formülüşu iki kelimeyle izah edilebilir: Yıkmak ve yapmak.Çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadaryorgun düşen ve bitevileşen biçimleri yıkarak/gündemdenkaldırarak günümüz insanın ihtiyaçlarınacevap verecek yeni türleri ve biçimleri yaratır. OrhanVeli’nin ifadesiyle; “yeni zevke yeni vasıtalarla”ulaşır.Tüketim, şiirin doğasına aykırıdır. Modern şiirinen büyük özelliği üretici olmasıdır. Onun işleviyeni diller, yeni görüntüler üreterek sürekli gündemdekalmaktır. Bunun için değişmemekte ısrareden genel dile yaslanamaz. Modern şiirin dili çoğulokumalara müsaittir. Modern şiirin okuyucusunispetinde bir iç ka(y)naması vardır. O, nehrin anakaynağıdır. Kendi ruhumuzun dinmek bilmeyensürekli kımıldanışı ve ürpertisidir. Özünde süreklibir ka(y)nayış ve kımıldanma vardır. Tanpınar’cabir uzuvlaşmadır o. Aradığını bulan okuyucununruh ürpertisidir şiir.Ruhun tek bir hâli şiir olamaz. Şiir, genel dileolduğu gibi alışılmış insan tabiatına da aykırıdır.Bunun için şiir uysal değildir. Şiir, aykırıdır. Buaykırılık, ruhun sonsuzluk iştiyakını tatmin edecekkadar zengin bir kıpırtıdır. Şiir, var oldukça dil veanlam üretecektir. Onun doğası, tekdüzeleşmeyekarşıdır. Onun anlam ve dil üretmesi sorgulanamaz.Bu, onun varlığının ve mahiyetinin bir neticesidir.Var olmak istiyorsa üretici olmak mecburiyetindedir.Şiir, değişerek gelişir ve gelişerekdeğişir. Özünde dilin bu diyalektik kıpırtısını bulamayanhiçbir şair, kara zamanın karşısında tutunmaşansına sahip değildir.Şiir, mutlak bir suskunluğu kabul etmez.Tanpınar’ın ifadesiyle “Şiir, dinamik bir suskunlukturve tıpkı bir yılan gibi salt kendi yalnızlığınaçöreklenen rûhun mutlak parıltısıdır.” Bu yalnızlıkbiraz sonra kendi iç dinamiklerini harekete geçirerekejder kesilecektir. Şuurun, dinamik suskunluğu;ruhun, diyalektik kıpırtısıyla birleşerek dil cevherinibeyaz sayfanın sonsuzluğunda mutlak bir parıltıyadönüştürür. Bu içkin parıltı, insan ruhunda yankısınıbulur. Bunun için şiir, dilin kendisini bulmasürecindeki yankısıdır.Şair, dilden koparmak istediklerinin azamisinikoparır. Şiir, dilin kendi iç üretkenliğinin sonsuzsayıda çeşitlendiği bir üretim biçimidir. Bir bakımadil sonsuz sayıda bileşimleri girerek bu doğurganlığınıgerçekleştirir. Dilin rahmi şairin bilincidir.Parıltı hâlindeki bilinç, kendi yankısını buluncayakadar arayışını sürdürür. Yankısını bulan ses, tamlığınıkazanmış ve dilden dilediğini koparmıştır. Ancakbu kopuş dilin bütün sınırlarını ve imkânlarınızorlayan bir kopuştur. Buradaki zorlama tabiri azamikelimesine eş değer olarak düşünülmelidir. Aksitakdirde öz şiirde olması gereken rahat söyleme ilkesineters düşmüş oluruz.Şiirin doğası, dilin doğasına aykırıdır. Çünküdil, yasa koyucu ve usçudur. Bir bakıma da buyurgandır.Şiirse genel dilin bu yasa koyucu tavrınakarşı bir ayaklanmadır. Bu karşı koyuşuyla kendisinivar etmiştir. Hatta bir önceki kendi geleneğinikırarak ve hep yeni kalarak serüvenini sürdürür.Şiir, kendi var oluşunu genel dilin ve bir önceki şiiranlayışının yasalarını bozarak gerçekleştirir. Bueylem, yeni bir dil bulmak adınadır.Şiir, şiirden önce dilin dünyasında yoktur. Kendisineözgü özellikleriyle bir defaya mahsus yazılırve tamamlanır. Bunun için her şiirin kendisineözgü bir dili vardır ve her şiir tamamlanmış yeni birdildir. Şiirin dili genel dilin içinde değil, üstündedir.Valery’nin ifadesiyle şiir, bir üst dildir. Bu üstünlükmevkiden daha çok dili kullanma biçimindeyatmaktadır. Bu sebeple şiir diline ait çözümlemelerimizigenel dilin içerisinde aramak yerine; şiirinkendi dil örgüsünde aramalıyız.■24eylül-ekim-kasım2009


AHMET ULUDAĞGenellikle daha başarılı öğrencilerinin devamettiği ülkemiz okullarının Türkçedenbaşka dillerle öğretimini sürdürmesi, muhalif görüşlererağmen, artarak devam etmektedir. Yabancıdille eğitim ilköğretime kadar indirilmiştir. Üniversitelerimizineğilimi ise, palazlanınca taksit taksityabancı dille öğretilen derslerin miktarını artıraraktamamen Türkçe dışında bir dille, daha doğru birifadeyle -birkaç istisnası hariç- İngilizce öğretimegeçmek şeklindedir.Yabancı dilde eğitim-öğretim taraftarlarının gerekçesişöyle özetlenebilir:Türkçe ile bilim yapmak mümkün değildir, çünküne yeteri kadar Türkçe yayın ne de bilim faaliyetlerindekullanılacak kadar terim vardır. Oysaçağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak için bilimdeilerlememiz gerekir. Bugün geçerli ortak bilim diliİngilizcedir. Bu söylenenler kısmen doğrudur. Amayanlışı, doğrusundan fazladır. Bunları biraz açarsakgerçekler daha yakından görülebilir.Türkçe yayın miktarı azdır. Bilhassa ileri teknolojikonusundaki yayınlar ve temel eserler olmaküzere birçok bilim dalında, hatta her dalda, Türkçeyazılmış eserler bulunmamaktadır. Bazı temel eserlerTürkçeye çevrilmiş olsa da tamamen tercümekokmaktadır. Son yıllarda Türkçesi daha düzgüntercümeler bulunmakla beraber terimlere genellikledokunulmadığı görülmektedir. Türkçe makaleninaz olmasının başındaki sebep, yanlış yükselme politikalarıdır.Mesela, doçent olabilmek için gereklişartların başında, yani doçentliğe müracaatın önşartı, bilim dallarına göre değişiklik göstermekleberaber, belli sayıda makalesinin beynelmilel taramakuruluşunun (ICI) listesinde bulunan dergilerdeve/veya yabancı dergilerde yayınlanmış olmasıdır.Peki, ICI listelerinde bizim dergimiz yok mu, insanlaronlarda yayınlasın denilebilir. Bu listelerde deTürkiye kaynaklı bilim dergileri vardır ama bu dergilerimizinde dili İngilizcedir. Kısaca bilim alanındatemayüz edebilmek için İngilizce (veya başak biryabancı dil) yazmak mecburiyeti vardır. Bu da bilimadamlarımızın Türkçeyi terk ederek ağırlıklı olarakİngilizce bilim makalesi yazmasına sebep olmaktadır.Bu şartlar yeterince yabancı lisan bilmeyenöğrencilerimizin eldeki ile yetinmesi sonucunu doğurmaktadırki, bilim ve teknoloji alanında gelişmemizinönündeki önemli engellerin başında gelmektedir.Türkçe yazılmayınca Türkçenin tabii bir şekildegelişmesi ve bugünün bilim ve sanat anlayışınıifade edebilecek seviyeye gelmesi de engellenmişolmaktadır. Tercümeler ise tabii akışla gelişmemişTürkçenin yetersiz kalmasından dolayı sindirilmemişbir çabanın sonucu gibi görünmektedir.Çağdaş medeniyeti yakalamak için bilimde iler-25eylül-ekim-kasım2009


leme temel şarttır. Sanki başkaları, yani yabancıdilde öğretime karşı çıkanlar, istemiyormuş gibi birhavayla dile getirilen bu fikir üzerinde yoruma gerekolmadığı kanaatindeyim.Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğrudurama ilânihaye bunun böyle devam edeceği desöylenemez. Terim yapmanın yol ve yöntemi bilinmektedir.Bazen Türk Dil Kurumu veya başka kuruluşlarınçabasıyla suni olarak terimler üretildiğinigörmekteyiz. Bu tür terim yapma yöntemi kullanılabilirterimler yerine dayatılan terimlerin doğmasınasebep olmaktadır ve bu tip terimler yerine bozulmuşİngilizcesinin kullanılması devam etmektedir.Bu yollarla yapılan terimlerin bir kısmı ise zaten İngilizcesininbozulmuş bir şekilde yazılmasından yada terimin bire bir tercümesinden ibarettir. Oysa bilimdeTürkçe kullanılsa, her şuurlu bilim adamı da,kendi dalında yeri geldiğinde yazdıklarının içindeTürkçe terimler kullansa, bunlar bir şekilde zamanlaayıklanarak herkesin üzerinde mutabık kaldığı terimlerortaya çıkacaktır. Bazı meslek erbabının iseyabancı terimleri bilhassa kullandığı dikkati çekmektedir.Bu sanki o kişiyi halktan üstün kılan birdavranış biçimidir. Memleketin başarılı insanlarınıntahsil ettiği tıp alanında halkın kullandığı kelimelerdende geri gidilerek İngilizce veya İngilizcedenbozma terimler (bunların çoğu bazılarının iddia ettiğigibi Latince değildir, sadece iki dil arasındakibenzerlikten dolayı böyle zannedilebilmektedir)kullanıldığını görmekteyiz. Görüldüğü gibi Türkçebilim eseri yazılmaması, Türkçe terim kıtlığını dagündeme getirmektedir.Türkçe bilim yapılamayacağı ise tamamen birhezeyandır, batı karşısında ezilmişliğin tezahürüdür.Siz Türkçenin elini kolunu kanun, tüzük veyönetmeliklerle bağlayacaksınız, sonra da Türkçebilim yapılamaz diyeceksiniz. Buna kargalar dagüler… Bilim alanında çağdaş seviyeyi yakalayamadığımızve ana dilimizde bilim eserlerimizin azolduğu yorumu doğrudur ve bu durum, bizi, bilimdebaşka dilleri kullanmaya iten ana sebeplerdendir.Değerli bilim adamlarımızın ellerindeki bu kadar azkaynağa rağmen ortaya koydukları çabaları göz ardıetmemeliyiz. Burada daha fazla yayının ve patentinyabancı dille öğretim yapan kurumlarda olduğuitirazı karşımıza çıkabilir. Bunun cevabı ise basittirhem öğretici, hem öğrenci hem de imkân olarak işinkaymağı bu kurumlardadır. Taşradaki Türkçe öğretimveren bir üniversitenin kaynakları (insan veeşya olarak) bunlarla kıyaslanamaz. Bu da Türkçeninyetersizliğine bağlanamaz; belirtildiği gibi kaynaklarınyetersizliği/yeterliliğinin bir tezahürüdür.Bilim dilinin İngilizce olduğu ise külliyen bir aldatmacadır.Bilimin bir dili yoktur, bilim faaliyetlerindeiletişim bugün hâkim medeniyetin liderliğiniyapan milletin dili ile yapılmaktadır. Osmanlı aydınlarıo zamanın hâkim dili Fransızcayı kullanmışlardır.İşgaller bazen bir dilin mecrasından çıkmasınasebep olabilmektedir. Uzun süren Fransız yönetimiİngilizcedeki hukuk terimlerinin Fransızca olmasınasebep olmuştur. Atalarımızın anlayışı sonucuArapça ve Farsça bilim, kültür ve sanat hayatımızdaderin izler bırakmıştır. Bugün sadece biz değil, lisankonusunda daha muhafazakâr ve bilinçli olan Fransızve Alman bilim adamlarının da İngilizce yazdığınıgörmekteyiz. Buna rağmen kendi dillerinde deeserler vermeye devam etmektedirler. Baktığımızdakendi dillerinde terimler kullandıklarını görmekteyizama iletişimde İngilizceyi kullanmaktadırlar.Anlatılanları özetlemeden önce şunu da hatırlatmaktafayda vardır:Bilim dili Türkçe meselesi, içerisinde hiç yabancıkökenli kelime bulunmayan bir dil yaratmameselesi değildir. Bilimi ana dilinde yapmak suretiyle,hem maddi hem de manevi (kültür, sanat)alanda kalkınma meselesidir. Şu gerçekleri de gözönünde tutarak Türkçemizin ve kendimizin gelişmesiyolunda yürüyüşümüze devam etmeliyiz:Türkçe yayın miktarı azdır. Çağdaş medeniyeti yakalamakiçin bilimde ilerleme en başta gelen şarttır.Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğrudurama bunun ilânihaye olacağı söylenemez. Türkçebilim yapılamayacağı ise tamamen bir hezeyandır,batı karşısında ezilmişliğin tezahürüdür. Bilim dilininİngilizce olduğu ise külliyen bir aldatmacadır.Bilimin bir dili yoktur; bilim faaliyetlerinde iletişimbugün hâkim medeniyetin liderliğini yapan milletindili ile yapılmaktadır.Yabancı dilde öğretime talebin artmasının ruhumuzdagittikçe derinleşen karmaşayla birleşmesininsonucu olarak, ülkemizin önde gelen bilim kurumlarınınyabancı dille öğretime yönelmesini, ancakdil meselesini bir vicdan mesuliyeti olarak algılayaninsanlarla/bilim adamlarıyla önleyebiliriz. Belki debu suretle selin önünden bir dal parçası alabiliriz,geleceğe köprü olsun diye…■26eylül-ekim-kasım2009


LÜTFİ PARLAKSavaşın romanları denilince akla ilkin tarihîromanlar gelir. Ancak her tarihî romandaharp olmadığı için makalemizi; mevzusu savaşolanlardan birkaçıyla oluşturduk ve böylece hatayakarşı duyarlılığın bilince dönüşmesini sağlamayaçalıştık. Çünkü tarih, bizimle geçmiş arasına girenve bizi köksüzlükten ve öksüzlükten kurtaran bilgidir[1]Tabii, hayat söz konusu olunca yönetenleri düşünmemekolmaz. Çünkü her hâlimize, her şeyimizeonlar karar verir. Shakespeare’nin deyimiyleyaşadığımız dünyada; “Liderlerin bazıları büyükolarak doğar, bazıları sonradan büyüklük kazanır,bazıları da zorla büyütülür.” Galiba en şerlisi sondakalanlar... Çünkü devin omzuna çıkan cüceler; kendileriniefsane kahramanı sanınca savaşlar yaşanmaya,savaşın romanları yazılmaya başlamış olur.a) Savaş nedir?Savaş; nedir, ne değildir sorusuna kesin cevapvermek mümkün değildir. Hz. Peygamber TebükSeferinden dönerken “Küçük cihattan büyük cihadadöndük” sözü bu belirsizliği, biraz olsun somutlaştırmayaçalışır. Çünkü insanoğlu, güçsüz olduğu1. Tarihte Destana Akan Duyarlılık-Sadık Turalzaman kendini mağdur, güçlü olduğu zaman kendinimuzaffer kabul eder. Bu sebeple “büyük balığınküçük balığı yutması hakkı” diyerek kuvvetliolmakla zorbalığı karıştırır.Bu tavrı, biraz da şartların zorlaması olarak düşünmeklazım. Çünkü her dönemde görülen kuraklık,kıtlık, tehdit, göç… bir anlamda savaş demektir.Dolayısıyla tabiat şartlarına göre hareket etmekmecburiyetinde kalanlar, zamana direnmek içinhazırlıklarını yapmak zorundadır. Dirse Han’ın [2]verdiği toyda; “Oğlu olmayana mevki yok, kızı olmayanakımız yok, oğlu kızı olmayana iltifat yok.”demesi, bu hazırlığın devlet eliyle yapıldığına işarettir.Behramoğlu Balak [3] Romanında, benzer durumlarıgörmek mümkün. Artuk Bey, torunu olduğunda:“Varlığın sevincim, yiğitliğin güvencim,kumandanlığın övüncüm ve beyliğin geleceğim olsun.”deyip sevinmişti. Bu sebeple bıyıkları terlerterlemez silah eğitimine başlayan Balak da arzulanangüce ulaşınca gurura kapılmış ve Menbiç KaleKumandanı Hisan’ı küçümseyip zırhsız dolaşırkenkaleden atılan okla şehit olmuştu.2. Dede Korkut Hikayeleri-Orhan Şaik Gökyay3. Behranoğlu Balak-Lütfi Parlak27eylül-ekim-kasım2009


Aynı gururu: “Gökte bir Tanrı var, dünya üzerindede bir hükümdar olmalı” [4] diyen Timur’da,“Ben ki sultanların sultanı, kralların kralı veTanrı’nın yeryüzündeki gölgesi…” diyen SultanSüleyman’da, “Bu dünya iki hükümdara az bir hükümdaraçok” diyen Yavuz’da, “Dünyanın bir tekefendisi olmalı.” [5] diyen Cengiz Handa… görmekmümkün. Zaten savaş denilen bela da bu sebepleortaya çıkmaz mı?Koç ölürken etrafında dolanan kurdun bayrametmesine benzeyen bir hâdise de Gençosman [6] romanındayaşanır. Koyun Ağa, saldırgan RüstemAğa ile uyuşamayınca bulunduğu diyarı terk etmekzorunda kalır. Çünkü ikide bir Bihruz’un: “Ağamotlak parası istiyor, süt, peynir ve yün hakkı istiyor…Hazırlanması gerekenler, yarın akşama kadarambara teslim edilecek.” demesi, onu canındanbezdiriyordu.Aynı zorluk romanın bir başka bölümünde:“Ömer Ağa, Alevi değildi ama senelerdir buradayaşıyor, Aleviler de Sünniler de onu kendilerindenbiri sayıyordu. Ancak İran, bölgeyi casuslarıyla karıştırıncamezhep farklılıkları derinleşiyor ve dolayısıylaAhıskalı Dede için gene göç görünüyordu.Pekiyi nereye kadar? Tatar eşkıyası tarafından öldürülünceyekadar…Bu durum Yemen Romanında [7] şöyle anlatılıyor:“Savaş, öldürme sanatıdır. Onun kalemi, kılıç;mürekkebi kandır. Düşman ise hayalen oluşturulmuşbir kavramdır. Çünkü insan, tanımadığı birkimseye nasıl hasım olabilir? Ama savaşta öyleolmuyor. Birileri düşman diyorsa, sen de ona kurşunsıkmak zorundasın.” İşte savaş nedir sorusununcevabı.b) İnsan savaşa neden ihtiyaçduyar?Acaba savaş ihtiyaç mıdır, yoksa fantezi midir?Bilinmez ama her mücadelenin bir sebebi vardırelbet. Dolayısıyla kavganın azını ihtiyaç, çoğunufantezi saymak lazım gelir. Çünkü aykırılık, cennettekiyasak meyveyi yiyen Âdem babamızdan;öldürmek ise onun çocuklarından bize miras kalmıştır.Bu sebeple uyumsuzluğun ve kavganın; aç-4. Osmanlı Tarihi-Lamartine5. Cengiz Hana Küsen Bulut-Cengiz Aytmatov6. Gençosman-Lütfi Parlak (Baskıda)7. Yemen-Lütfi parlaklıktan, tokluktan; âlimlikten, cahillikten; zalimlikten,mazlumluktan… çıkabileceğini bilmek gerek.Kendisini Allah yerine koyan Firavunlarınveya Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğunusanan hükümdarların başlattığı muharebeleri, ihtiyaçsaymak çok zor. Hâliyle: “Savaşı, onun neolduğunu bilmeyen ve hiçbir zaman ateş altındabulunmayanların” [8] çıkardığı tezini kabul etmekgerekir. Yoksa başkalarının felaketi üzerine saltanatkurma, normal insanların işi değildir. Dolayısıylakılıçların vereceği kararın her zaman kanlı olacağıgerekçesiyle savaş aleyhtarlığı yapmanın da problemleriçözmeyeceği bellidir. Çünkü Budist Uygurlar,kan dökmeyi günah sayıp askerliği bırakıncaKırgızlar tarafından yok edilmişti.Kavga, genellikle fantezidir. Tarih bunun örnekleriyledoludur. Şehit olmadan Alpaslan’ın vasiyetiüzerine; her sabah askerlerin gelip sarayın önündeüç defa;“Mağrurlanma padişahım, senden büyükAllah var!” demesi bundandır. Çünkü kendisi; “Birtepe üzerinde dururken ordumun azametinden veaskerimin çokluğundan altımda yerin titrediğinihissettim. Bana kimsenin kudreti yetmez… diyegururlandım. Bu gurur beni öldürdü.” diyor. İşte buvasiyetle oğluna o zalim illeti hatırlatmaya çalışıyor.Yapılan tespitlere göre mücadelelerin bir sebebide taht kavgasıdır. Bilhassa Melikşah dönemindebu türden yapılan çekişmeler, BehramoğluBalak’ta uzun uzadıya anlatılır. Sökmen Bey’in:“Balak oğlum! Güçsüz ve zayıf olduğumuza inanırlarsadostlarımız bile bizi kaale almaz. Amakuvvetli olduğumuza inanılırsa herkes dostumuzolur.” dediğini unutmamak lazım. Tavsiyeye uyanyeğen, Kılıçaslan’ın dul eşi Ayşe Hatunla evlenincemücadelesiz bir hükümdarlığa konmuş vekendi kuvvetleriyle birleşen Malatya ordusu dadevlerle uğraşacak güce kavuşmuş olur. Ancak işbununla bitmez… Bu sefer de kader onun karşısınaBedirhan’ı çıkarır. Balak’ı ortadan kaldırırsa eskihayallerine ulaşacağı düşüncesiyle ihanete başlar.Sezilince kaçıp kendini Fırat’ın azgın sularına atar.Kürşat gibi, Celalettin Harzemşah gibi intihar ederama ihanetin gölgesinden de kurtulamaz.Silvan’da ölüm döşeğine yatmış olan amcasınagiden Balak, kendisiyle hesaplaşırken vefa kelime-8. Unutulanların Dışında Yeni Bir şey Yok-OsmanPamukoğlu28eylül-ekim-kasım2009


sini yargılar. Çünkü insan; işe yaradığı sürece sevenlerive dostları oluyor, işe yaramaz hâle gelincebir çukura gömülüyordu. Gerçi yeni neslin yolunugene de onlar çiziyor. Çünkü Sökmen Bey çocuklarıylabirlikte Balak’a: “Evlatlarım! Sizler bu boyunkumandanları olarak daha nice savaşlara katılıp birİslam mücahidi olarak ya şehit olacaksınız ya dagazi…” vasiyetini yapmıştı. Öyleyse gidilecek yolbelirlenmişti.Pekiyi vasiyete uymak zorunda olan Balak’akarşılık Haçlılar haksız mıydı? “Size derim: İnsanoğlununetini yiyip kanını içmedikçe kendinizdehayat hakkı bulamayacaksınız.” [9] emri karşısındaHristiyanlar ne yapabilirdi? Ya Müslümanlar! “Fitnekalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarlasavaşın.” [10] fermanı gereğince müminler, boşdurabilecek miydi? Bu şartlarda mücadele bitebilirmiydi?c) Savaşın ortaya çıkardığı vahşetHangi devirde veya hangi ülkede olursa olsunsavaş, netice itibarıyla vahşettir. Bu durum, eskigladyatörlerin; seyircileri eğlendirmek için dağdakiaslanları, zorla getirip öldürmesine benzer. Hâlbukişartlar insanı çekiç yaptığı gibi örs de yapabilir.Öyleyse kişinin; güçlü olduğu zaman yaptıklarınahak, güçsüz olduğu zaman kendisine yapılanlarahaksızlık deyip şikâyet etmesini anlamak mümkündeğildir. İşte savaşın romanlarında yansıtılmayaçalışılan budur. Yoksa felaket saatlerinde herkesinbirer yetim olduğunu bilmeyen mi var?Bu konuda bir yazar, mezarlığa sığınan birliğetop atan düşmana karşı: “Bu ölüler ikinci kez öldürüldüler.Ama mezardan püskürtülen cesetlerin herbiri bizden birine siper olup canımızı kurtardı.” [11]diyerek sevinir. Ancak aynı kişi bir yerde de: “Süngüartık eski önemini yitirdi. El bombaları ve küreklerlesaldırmak daha tutuluyor. Ucu bilenmiş birkürek daha kullanışlı. Kürekle boynun alt yanınavurdunuz mu adamın göksü yarılıveriyor.” diyerekvahşeti derinleştirmede akıl veriyor. Bunlar, birazevvel top mermilerinden yakınan insana yakışıyormu? Cevabı, savaşın romanlarında bulmak mümkün.Aynı konuda bir generalimiz de: “Dünyada in-9. Yuhanna İncili10. Enfal Suresi ayet 3911. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok-E. M. Remarkuesanlardan başka bir canlı türü var mıdır ki gençlerinesilah verip onlara kendi cinslerini nasıl öldürmesigerektiğini öğretsin ve öldürme işini iyi yaptıdiye onu kahraman ilan etsin.” [12] diye sorguluyor.İşte insan bu olunca dehşeti tasvir de romancılarakalıyor. Behramoğlu Balak’taki; “Soluk bir rengebürünmüş ova, kanları kapkara donmuş cesetlerledolmuştu. İniltiler arşa yükseliyordu.” ifadesi,başka neyin tasviri olabilirdi? Ama aynı romanda:“Bedenim işe yaramasa da gözlerim ve kulaklarımsağlamdır.” diyen kolsuz Karatekin’in çete savaşlarınakatılmak için ağlamasına ya ne demeli? Demekinsan; ölüye ağlasa da öldürme, hoşuna gidiyor.Yoksa savaş mukadder olunca aslan bile kendinisineklere karşı korumak zorundadır.Tahrik de bazen çekişmeyi derinleştirebiliyor.Çünkü esir düşen Josselin yalvaracağına Balak’a:“Ben galip gelseydim derhal seni parçalatır, kurtkuş yesin diye her parçanı bir dağa attırırdım.”diyerek onu kışkırtmaktan geri kalmıyor. Tabii neticedekendisi de taze bir deve derisine sarılıp dikildiktensonra güneşe bırakılıyor. İşte savaş, iştesavaşın romanı…Bu işte yanlış telakkilerin etkisi yok mudur?Çünkü Müslüman “Allah, Allah…” diye düşmanahücum ederken kâfir de “Hurra, Hurra…” diyerekrakibine saldırıyor. Yani her iki taraf; aynı Allahiçin, onun yaratıklarını öldürüyor. Bu sebeple zindandankaçan Josselin’ın dikkat çeken emri: “Yanabilecekher şey, kül veya kömür hâline getirilsin.”Aynı konu Gençosman romanında: “Rüstem Ağanın“Hücummm!” emri üzerine obaya saldırdık.Çoluk demedik, çocuk demedik, yaşlı demedik,genç demedik… Hepsini kılıçtan geçirdik. Eşyave davarları topladık ve aynı kabilenin katırlarınave eşeklerine yükledik.” şeklinde dile getiriliyorBu durumun insani olan yanını söylemek mümkünmü?Bağdat fethine katılan Gençosman’ın şahadetide aynı romanda şöyle tasvir ediliyor: “Gözleriaçıktı ama dolan kumlardan mı, hiçbir şeyi görmüyordu.Kulakları sağlamdı ama dolan kandan mı,hiçbir şeyi duyamıyordu. Çünkü can çekişiyordu.Husrev Paşa yere diz çökmüş; eliyle, kopan başayapışmış kumları siliyordu…” Adına kahramanlıkdesek de şu yaşananlara güzel deyip sevinmek12. Unutulanların Dışında yeni Bir Şey Yok-OsmanPamukoğlu29eylül-ekim-kasım2009


mümkün mü?Savaşın şuurları bozan etkisi, surların önünde dekendini gösteriyordu. Çünkü deliğin ağzına yığılancesetten tepeyi aşabilmek için ileri atılan Yeniçeriler,kan pıhtısıyla birbirine yapışmış bedenleri;kolundan, bacağından, boynundan… çekip; ileriyegeriyefırlatıyordu. Ama bu sefer de kendi ölüleriyleyeni bir tepe oluşturup geçidi tıkıyorlardı. Çünküsurdan atılan top, tüfek, ok, kaynar su… aynı andabir çok askerin şehit olmasına sebep oluyordu.Yemen romanında da insanı, insan olduğunapişman eden birçok sahne göze çarpıyor: “Kaleninbulunduğu tepede bir gürültü koptu. Top sesinebenzemeyen, tüfek sesine hiç benzemeyen bu gürültüacaba neyin nesiydi? Sesler, karanlığın içindekaybolmuş vadiyi sallarken hiçbir şey anlayamamıştım…Sabah kendime gelip elimle taşı yanaitince baskıdan kurtulan bacağımdan kan fışkırmayabaşladı. Kanı durdurmak için bir yandan tek elleyırtılan elbisemle bacağımı bağlarken diğer yandanyaralarıma konan sinekleri kovmaya çalışıyordum.Bedevilere yenildim ama bunlara yenilmemeliydim.”Bu romanın bir de hastane tasvirleri var ki yürekyakacak cinsten: “Zamana bağlı olmayan hıçkırıklar,ahlar, vahlar… diğer koğuşlardan bize, bizdenonlara doğru ağır ağır gelip gidiyordu. Kimi ağıtabenziyordu, kimi iç parçalayıcı çığlığa… Koğuşalabildiğince doluydu. Hepsi de ağır yaralıydı. Cerahatkokuları, ilaç kokuları… genzimi yakıyordu.İniltiler, hırıltılar… beynimi zonklatıyordu. Dahakötüsü, yanımızda ölenlerin cesetleri kaldırılırkençektiğimiz iç parçalayıcı acılar, geride kalanlarıdeli divane ediyordu.”Ya ardından gelen tutsaklık? “Altımız kum,etrafımız tel örgü ve başımızda süngülü nöbetçiler…Yetim çocuklar gibi birbirimize sokulupkumların üzerine çömelmişiz. Bu esnada kendimikafese konmuş yırtıcı bir hayvan gibi hissetmeyebaşladım ama yırtıcı da değildim ki. Onlar kükrüyor,pençelerini uzatıyor, dişlerini gösterip hırıltılısesler çıkarıyordu. Hâlbuki ben, küçük bir kuzudandaha masumdum. Ne sesim çıkıyordu, ne sedam.”Savaşın romanlarında hep kötüler ön plandadır:“Cellatlar kollarını sıyırmış, darağacı yerineortaya büyük bir deve getirmişlerdi. Hayvanınhörgücüne bağlanan iplerin uçları ilmek edilipidamlıkların boynuna geçirilmişti. Deve kalkıncasallanıverdiler.” [13] Pekiyi suçları neydi? Sefer esnasındaemre uymadan çocuk yapmak ve çocuğunsaklanmasına yardımcı olmak…d) NeticeTarihte işlenen vahşetler ortadayken kavgalarındevam etmesini anlamak çok zor. O. Pamukoğlu’nundeyimiyle muharebelerde;“Sadece ve sadece annelerkaybediyor.” olmalı ki krallar veya hükümdarlarolanları umursamıyor. Yavuz Sultan Selim; “Zafergüzeldir ama yolu mezarlıktan geçer.” demesinekarşılık seferden vazgeçmemiştir. Balak Gazi, kendinedeğen oka: “Bu ok, bütün Müslümanları katletti.”diyene kadar gazayı bırakmamıştır…Savaş, zalim bir sanat olduğu için yaptıklarındandolayı kahramanları kınamamak lazım. MehmetSait, yakalanan esire: “Yemen’i İngilizlere karşıkorumaya geldik ama siz bize düşman oldunuz.Onların yapamadığını siz yapıyorsunuz. Bu insafasığar mı?” dediğinde tutuklu Arap: “Biz, sizdenyardım istemedik ki…” cevabını vermişti. Kendikendime düşündüm. Ben de esir olabilirdim. Onlarbana: “Buralarda işin ne, ne arıyorsun?” deselerdine cevap verirdim? Çünkü burada işim de yoktu,bir şey aramak için de gelmemiştim.Aynı kahraman, bir köy aramasında bu iç çatışmayıdaha kuvvetlice hisseder. “Ölüm yatağınayatan ve iki gözünü, kin ve korku ile üzerime dikenkadına bakınca nenemi hatırlardım: Bu kadın,neneme ne kadar benziyordu? İyice yaklaştım.Korkudan gövdesini geriye çekiyordu. Kâbuslubir rüyadaymış gibi dehşet içindeydi. Korkmamasıiçin silahımı yere bırakıp öyle yaklaştım. Nenemebenzeyen bu kadının zorla elini tutarak öptüm, öptüm…Kendimi tutamayıp ağladım. Hâlbuki şimdiyekadar katillik, ruhuma bir sancı gibi saplanmıştı.Şimdi o melun duygudan eser yoktu.” Söylenenleridüşünüyorum; savaşın romanları olmasaydı çekilenbu vicdan azabını kaydetmek mümkün olurmuydu?İşte bu sebeple insanın aczini, kinini, nefretini,merhametini… ele alan savaşın romanlarındanbirkaçını birlikte işlemeye çalıştık. Salgın hastalıklardandaha beter olan lüzumsuz çatışmaların sadeceve sadece insanlara acı verdiğini hatırlatmakistedik. Gün döner harman olur, yazılanlar belki işeyarar dedik…■13. Cengiz Hana’a Küsen Bulut-Cengiz Aytmatov30eylül-ekim-kasım2009


EMRE MİYASOĞLUBüyük sanatçılar;fanteziler dünyasındagezinenler değil,içinde yaşadığıtoplumungerçeklerini kendineve kendi milletinedoğru bir şekildeitiraf edebilenlerdir.Ve yine büyüksanatçılar yol verirlertopluma. Her şeyanlayışa bağlıdır,siyaset de, ekonomide, tarih de.Gelenekten beslenerek yaşadığı devri iyiokuyan ve geleceği görebilen sanatçı sayısıher devirde az bulunur. Millî kültür anlayışına sahipYahya Kemal, Tanpınar, Necip Fazıl gibi kültüradamları bunun nadir örneklerindendir. Yaşadığıtoplumdan kendisini ve çevresini soyutlamaya çalışmadan‘gerçekçi’ sanat anlayışını sürdürmek Türktoplumunun gelişmesi yoluna kendini adamak demektir.Türk milletini millî değerlerinden, özelliklede dinî kimliğinden soyutlamaya çalışan ve edebî değeriolsa da, Türk insanını anlatmayan eserler verenanlayışa hizmet etmiyorsanız, yalnızsınız demektir.Tanzimat’tan bu yana, ideolojinin güdümündekiedebiyatımız; kimliksiz bir Türk portresi çizerken,edebiyatın sosyolojik gerçekliği boyutunu görmezdengelerek hiç var olmamış bir Türk toplumu fikriniaşılamaya çalışmıştır. Çok az da olsa bu kültür emperyalizminekarşı, yalnız kalmak pahasına direnenkültür adamları da bulunmuştur.Babam Mustafa Miyasoğlu da işte o yalnızlardan.Kültür ve sanat anlayışını takip edebildiğim son 8-10yıldır şu gerçeği gördüm ki, babam da o uzun ve zorluklarladolu yolu, o çetin davayı seçmişti.Bu yazıyı kaleme alma sebebim, 34 yıl önce yayınlananilk romanının yeniden basılmasıyla duyduğuheyecanın beni de duygulandırmasıydı. Babamın31eylül-ekim-kasım2009


her kitabı benim için çok değerli, fakat “KaybolmuşGünler”in onun olduğu kadar benim degönlümde ayrı bir yeri var. Roman kahramanıBeşir Güner, beni, bir gün devamını kaleme almayıciddi ciddi düşündürecek kadar etkilemiştir.Buna cesaret edebilecek yetkinliğe ulaştığımıdüşündüğüm zaman belki “Beşir Güner’inOğlu” doğacak. Kendi çıtasını yükseğe çıkarışıbu ilk romanıyla olmuştur babamın ve bu heryazara nasip olacak şey değildir. Akçağ Yayınları,babamın yıllar önce yazdığı beş eserini yenidenyayınlayarak bir anlamda tozlu raflardansıyrılıp şöyle bir silkinmelerini, kendilerini hatırlatmalarınısağladı. Bunlar babamın önemliçocuklarından Kaybolmuş Günler, Necip FazılKısakürek, Dede Korkut Kitabı, Güzel Ölüm veBir Aşk Serüveni…Kültür emperyalizminin kuklası olan ideolojitemelli edebiyata hiç paye vermezken, hidayetmisyonu yüklenen, bakış açısı kısıtlı akımada kendini kaptırmayan isimlerden biri olarakçağdaş bir millî sanatçı portresi çizmiştir MustafaMiyasoğlu. “Bu dava hor, bu dava öksüz,bu dava büyük!” diyen Necip Fazıl’ın takip ettiğiçile dolu o mukaddes davaya kendini adayanbir nefer de Miyasoğlu idi. Nitekim Türkiye’de,Üstad’ı en iyi anlayan ve anlatan isim olarakbabam, kapsamlı ve bu konuda bir başyapıt sayılabilecek“Necip Fazıl Kısakürek” portresinikaleme alarak bunu kanıtlamıştır. SağlığındaNecip Fazıl’a yaranmak için eteklerinden ayrılmayan,ama vefat ettikten sonra onun sanat,siyaset ve hayat anlayışını anlamaktan uzak olduklarıiçin Necip Fazıl’ı inkâr veya görmezdengelme furyasına kendini kaptıranlardan olmamıştır.Bir anlayışın körü körüne savunucusuya da muhalifi olmak gibi fanatizmi her zamaneleştirmiş, millî bir şuur geliştirmenin yolununönce hakiki anlamda anlamaktan geçtiğini bilerekokumuş, yazmış, anlatmış biridir babam.Üstad’ı doğru anlayabilmek için okunması elzemolan kitapların başında gelen Necip FazılKısakürek kitabı bu bakımdan çok önemlidir.Kıbrıs Harekâtı’nı iskeletine oturttuğu romanıGüzel Ölüm’de, Cumhuriyet’in ilk savaşınınyaşandığı devirdeki Türk toplumunun kırılmanoktalarını anlatır. Bu roman da pek çokbakımdan dikkat çekicidir ve Türk romancılığındaönemli bir yeri vardır.Bir Aşk Serüveni ise, Pancur adlıhikâyesinden 22 yıl sonra, bu hikâyenin karakterleriningerçek dünya ve kurgu dünyasındaki32eylül-ekim-kasım2009


gelişmeleri ve değişimleriyle birlikte yenidenşekillenmiş bir eser. Bir yazarın kahramanlarınıne kadar gerçek hissettiğini ve onlarla ilişkisininhiç bitmediğini gösteren bu durum, yazarınve eserinin samimiyetini gösterir. Özelde de“ben”in zamanla değişimi hissedilir ve kişininkendisini gerçekleştirmesi gerçeğine dayanır.Bu romanda aşkın yalnızca dünyevi boyutla sınırlıolmadığı, bir de manevi boyutu olduğu daişlenir.Türk toplumunun iyi anlaşılabilmesi vekimliğimize yaraşır bir gelecek çizebilmemiziçin, siyasi ve sosyal gelişmeleri farklı perspektiflerdenobjektif bir şekilde gözlemleyebilmemizgerekiyor. Büyük sanatçılar; fantezilerdünyasında gezinenler değil, içinde yaşadığıtoplumun gerçeklerini kendine ve kendi milletinedoğru bir şekilde itiraf edebilenlerdir. Veyine büyük sanatçılar yol verirler topluma. Herşey anlayışa bağlıdır, siyaset de, ekonomi de,tarih de… Anlayışı sağlıklı yönlendirecek şeyise, bilgi ve şuurdur. Yüzlerce yıl insanlığa âdilbir yol gösteren ecdadımız, beyliği hizmettegördüğü gibi, sanatın halka, dolayısıyla Hakk’ahizmet olduğu gerçeğini de bilerek azimle çalışması,nihai başarısının sırrıdır.Edebiyat, hayatın pertavsızıSanatı, özellikle de edebiyatı “Okurun algılarınıbilmek ve ona göre davranmak” şeklindeanlayarak bir tür müşteri odaklı pazarlamayöntemine başvurmak kısa vadeli “satış” başarısındanbaşka bir şey getirmez. Edebiyat camiasınıda işgal eden bu maddeciliğin iflah olmazkapitalizminin, gerçek sanatçıları bir süreliğinede olsa geri plana atması kültür hainliğidir.Hiçbir toplumda okuyucu yazarını yönlendirmez,yazar okuyucusunu yönlendirir. Bu dabir milletin millî değerlerini savunan samimidehalarının sayısıyla ilgilidir. İşte babam Miyasoğlu,kırk yılı aşkın bir süredir emek verdiğisanat alanında millî ve entelektüel duruşunizinde, doğru olanı yapmış ve eserlerinde samimiyetiniön planda tutmuş az sayıdaki sanatçılarımızdanbiridir.Bu açıdan baktığımda, çektiği sıkıntılarıda düşünerek, sanat hayatında geçen 40 senesinin,babam için ne kadar çetin bir mücadeledevresi olduğunu idrak ediyorum. Osmanlınınson döneminde başlayıp Cumhuriyet yıllarındahızlanan ve günümüzde doruk noktasına ulaşan‘kendi kültürünü inkâr etme’ rüzgârına kapılarakTürk insanına yabancı eserler veren, yozlaşmaideolojisi kuklalarından ya da bilmemne ödülü alma uğruna özünü satanlardan biriolmadığı için onunla iftihar ediyorum.Sanatta kırk yıl, gerçekten çok uzun birsüre. Özellikle de bir sanatçının, millî bir kültürve sanat anlayışından hiç vazgeçmeden, benimsediğientelektüel Müslüman kimliğindenhiç kopmadan, aynı çizgide yürüyebilmesi açısındanuzun bir süre. Türk toplumunun millî vemanevi değerlerini sanat anlayışına temel alanbir edebiyat adamı için, bu süreçte meydana gelençeşitli siyasi ve kültürel krizlerin ‘değişim’ezorlamasına karşı direnmek zor iş. Popülizminetkisiyle zaman geçtikçe kalitesini yitiren sanatdünyasında, kelimenin tam anlamıyla dimdikdurabilmek de gerçekten takdire şayan birmeziyet.Mustafa Miyasoğlu’nu en iyi anlayanlardanbiri belki de benim. Her şey önce insanın kendiiçinde olacak elbette, ama edebiyat aşkını banaaşılayan da, edebiyatın bir heves ya da yalnızcaciddi bir iş olmadığını anlamama yardımcıolan da kendisi. Edebiyatın, hayatın yavanlığına,anlayışsızlığa, boyutsuz yaşamaya karşıbir başkaldırı, saf iyiliğin arayışı, yaratılışınestetiğini arayan bir pertavsız olduğunu onunrehberliğinde öğrendim. Babamdan bahsederken,ona olan sevgimden dolayı subjektif bakıyorolabilme ihtimalimi yok eden de, gerçeklerigörebilme yetimi edinmemdeki eşsiz rehberliğidir.“Beylerin şerefi kendi malı değildir” derler.Gerçek bir sanatçı, artık bir birey olmaktanöte, milletinin temsilcisi, eğitimcisi ve ona karşısorumluluğu olan kişidir. Sanat da, her birtaş parçasını başka bir mimarın yerleştirdiğimanevi bir şaheserdir. Kendisini bu bilinçle yetiştirenkişinin, ancak yarınlarda adı rahmetleanılacaktır. Yazdığı her cümlede bir milletlebütün olduğunu hissederek hiçbir zaman sorumluluğunuunutmamıştır Miyasoğlu. Ve buyüzden, bu bilinçle eserleri okunmalıdır.■33eylül-ekim-kasım2009


İSKENDER PALAile klasik kültür üzerine"...on sekiz bin kelimeyle yaşayan adam hayatı binsekiz yüz kelimeyle yaşayan adama nazaran onkat fazla yaşar, on kat fazla algılar, on kat dahagüçlüdür, on kat daha acı çeker bu böyledir. "ÖMER KAZAZOĞLUTakdim1958 Uşak doğumlu. İ.Ü. EdebiyatFakültesi'ni bitirdi (1979).Divan Edebiyatı dalında doktor(1983) ve doçent oldu (1993). Edebiyataraştırmacısı olarak çeşitliansiklopedi ve dergilerde bilimselve edebî makaleler yayınladı. Ortaokulve liseler için ders kitaplarıyazdı. 1982 yılında teğmen rütbesiyleintisap ettiği Deniz KuvvetleriKomutanlığı bünyesinde çeşitligörevlerde bulundu ve denizciliktarihi araştırmaları yaptı. !998 yılındaprofesör oldu. 2009’da Uşaküniversitesi öğretim üyeliğine geçti.Evli ve üç çocuk babasıdır.Eserlerinden bazıları: ŞairlerinDilinden, Edebiyat Divanı, Ah!Mine’l­Aşk, Müstesna Güzeller, EfsaneGüzeller, Aşina Güzeller, DörtGüzeller, Perişan Gazeller, Leylaile Mecnun, Şiirler Şairler Meclisler,Kahve Molası, Babil’de Ölümİstanbul’da Aşk, Ayine, Tavan Arasıve Katre­i Matem .Klasik dönemi günümüze aktarırken hangi metotları kullanıyorsunuz,ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorsunuz?Klasik zamanlar bu çağın ne usulüne ne eşyasına ne de bakışaçısına pek fazla uygun; onun için çağları atlatıp modernitenin içinekatabilmenin çeşitli yolları var. Bir sefer tarihten bahsediyorsak, güzelsanatlardan bahsediyorsak, edebiyattan bahsediyorsak hepsininayrı ayrı o dönemdeki muhtevalarının, zenginliklerinin bu güne ruhve mana olarak aktarılması önemlidir. Yoksa şekil olarak aktarmakbu çağda Osmanlı kaftanı giyerek sokağa çıkmak gibidir. Onun içinişin manasını ve ruhunu aktarabilirsek kıyafetler değişebilir, her çağdadeğişebilir. Gök kubbenin altında duran bir kıyafet yoktur amaduran bir insan vardır. İyiler ve kötüler, güzeller ve çirkinler hepdurur. Güzelliklerin devamı ve yahut iyilerin ve iyiliklerin devamıiçin yapacağımız çalışma diğerinden daha zordur. Çünkü o zamangayret ister, emek ister, ter akıtma ister, şimdi klasik zamanları şiiriçin konuşacak olursak; mesela kasideler çağı kapanmıştır. Bugünkaside yazılarak kimseye bir dert anlatılamaz, bir yere de varılmaz.Ayrıca kaside yazarsanız kimse de sizi anlamaz bu çağın dilinikullanan, bu çağın şiirini esas alan bir kaside mazmunu, bir kasideruhu, bir kaside manası gerekir bize. Bir gazel yazılabilir; çünkügazel dünyanın en güzel formudur; iki dizeyi yan yana getirmek şiiriçin en eski çağlardan beri en güzel formdur; ama sırf şekil bir gazelformu olarak kullanılmaktadır. Ama gazelin içeriği 15. yy’dakigibi olursa bugünkü insana hiçbir şey veremeyebilir. Bugünkü insanınistediği şey daha öncekilerin söylediklerinin harmanlanarak34eylül-ekim-kasım2009


yeniden söylenmesidir belki. Bana zaman zaman şöylebir soru gelir: “Ben bir şair olmak istiyorum, şiiryazmak istiyorum, bana öneriniz nedir?” ve bendenşu cevabı beklerler: “Osmanlıca öğren, gazelleri, kasidelerioku, onları hatmet, onları taklit et, Fuzuli gibiyaz.” Fakat ben böyle söylemem. Fuzuli gibi yazmanındevri kapandı. Ama Fuzuli gibi söylemenin devrikapanmadı. Sözün muhtevası Fuzuli’den olursa o zamanaynı sözü Orhan Veli gibi söylerseniz daha etkiliolur. Tıpkı bugün için yeni müzik aletleri icat etmekgibi... Bu, musikiyi sadece zenginleştirebilir, değiştiremez;içine yeni bir saz katar. Düşünceme göre; iyibir şair olmak için önce kişinin kendisine bakması gerekir.Allah onu gerçekten bir şair ruhuyla mı yarattı,şairane bir eda var mı kendisinde, yoksa yeteneksizinteki mi? (Bunu haddini bilme anlamında söylüyorum)Kendisini bir şair gibi hissediyor, düşünüyor ve şiirlerde yazıyorsa, şiir bilgisiz yazılmaz. Fuzuli: " İlim birkiyl-ü kâl imiş." derken aslında ilimsiz şairin temelsizolduğunu da söyler. Onun için şöyle davranmasılazım: İyi bir şair, güzel bir şiir formu yakalamak içinYunus Emre’yi okumalı, Karacaoğlan’ı okumalı, birde Nedim’i okumalı. Yunus Emre’yi okuyarak TekkeŞiirindeki bütün güzellikleri, Karacaoğlan’ı okuyarakHalk Şiirinin içindeki bütün estetik boyutu, Nedim’iyahut Baki’yi okuyarak Divan Şiirinin içindeki ihtişamlıdünyayı hazmetmeli. Okuduğu her şiiri: "Buşiir nasıl söylenmiş, ben olsaydım bunu nasıl söylerdim,bu şiiri söyleten neydi, bu şiir bu çağda nasıl söylenir?..."gibi sorgulayarak okur, Yunus divanını birkere hatmetderse, sonra Karacaoğlan’ın şiirlerini birkere hatmerse, sonra Nedimin şiirlerini hatmederse,ardından oturup kendi şiirlerini yazarsa Nobel Ödülüayağına gelir Siz isimleri değiştirin. Ben Yunus dedimsiz deyin Pir Sultan Abdal, ben dedim Karacaoğlan,siz deyin Âşık Ömer, ben dedim Nedim, siz deyin Fuzuli...Yani bir Tekke şairini bir Divan şairini bir Halkşairini öğrendiği zaman bütün Türk şiirinin geleneğiniöğrenmiş olur. İşte o zaman ruhunu kazanır, kıvamagelir sözleri. Kelimelerinin her biri bir medeniyetiifade etmeye başlar, şimdiki gibi üç yüz, beş yüz kelimeyleşiir yazılmaz. Bunları ifade etmeye başladıktansonra yeni söylediği şiir ister vezinsiz olsun, ister kafiyesizolsun, adam gibi şiir olur.Gök kubbenin altında Yunus'un sesi yedi yüz yıldıryaşıyorsa Fuzuli’nin sesi beş yüz yıldır yaşıyorsaKaracaoğlan’ın sesi üç yüz elli yıldır yaşıyorsa bunlardanilham alan şiir üç yüz elli yıl yaşar. RahmetliBarış Manço bir şey yapardı; bütün Batılı enstrümanlarıkullanarak doğulu ruhla bir şarkı bestelerdi.Yapılmasıgereken belki budur. Batının bütün imkânlarınıkullanarak, teknolojisini kullanarak, bilgisayarını kullanarakdoğunun ruh zenginliğini yeniden insanlarasunabiliriz. Batıda ancak böyle var olabiliriz. Çünkübatı dediğimiz dünya, şu anda doğunun içinde varolan her şeye muhtaç. Bugün doğuya ait hangi çizgiyi,hangi deseni, hangi yemeği ihraç edecek olursanızolun batıda karşılık bulur; Çünkü batı, elindeki tümdeğerleri tüketti ve doğunun elindeki değerlerle biryerlere varmanın peşinde; bunun için hiç durmadanBağdat’a gelmek istiyor, hiç durmadan Afganistan’agelmek istiyor, hiç durmadan İran’a gelmek istiyor ...Bütün bunların altında bir de kültürel sebep var, sadecepetrol sadece su kavgası değil.Biz bize ait klasik değerlerimizi yeniden ürettiğimizdealıcısı her yerde hazırdır. Ancak yeniden üretmeninyolu yorucu bir yoldur. Ben çeyrek yüz yılımıverdim; bir başkası mimaride, bir başkası, tarihte, birbaşkası başka bir alanda bunları yeniden üretip sunmalıdır.Klasik Dönem medeniyetinin malzemesini günümüzeaktarırken ister istemez bir dil sorunu ortayaçıkıyor. Klasik dönem dilini günümüz çağdaşyapısına nasıl oturtalım?Bunun kolay bir yolu var; o da hiç durmadan okumak..."Dilimiz değişti, biz eski malzemeyi günümüzetaşıyamıyoruz." demek mazeret değildir.Fuzuli 16. yy.’da on sekiz bin kelimeyle konuşuyordu,üç dilde eser yazdı. Arapça, Farsça ve Türkçe.Tıp kitabı, astronomi, hadis, din ve ahlak kitabı yazdı.Mesnevi yazdı, şiir yazdı. İslam tarihi yazdı, siyeryazdı. On sekiz bin kelimeyle konuşan, altı farklı türdekitap yazan büyük babanızı şikâyet etmek ilerlemekdeğildir.Halk üç yüz, beş yüz kelimeyle konuşuyor. Her biröğretmen; kimya yahut matematik öğretmeni olmadanTürkçe öğretmeni olmak zorundadır. Bu sorumluluğutaşımayabilir; ama buna çare arayan insanlarınbu sorunu önce kendilerinin hâlletmesi lazım."Çocuklarımız kitap okumuyor, acaba onlara nasılkitap okutsak?" Bir tek yolu var. Çocukların sizigöreceği şekilde kitap okumak. Yani gözlerimizikendimize çevirip önce kendimize bakmalıyız. Dilproblemi var mıdır? Bence yoktur. Neden yoktur?Eğer biz istersek bu çağda büyük dedelerimizin di-35eylül-ekim-kasım2009


lini pekâlâ anlayabiliriz; ama elli kişi anlayabiliriz,ama seksen kişi anlayabiliriz, asıl önemli olan biz buseksen kişiden biri olmaya niyetli miyiz? Biz onlardanbiri olmaya niyetlenmeden bu konuyu kıyametekadar durmadan tartışsak bir çözüm bulamayız. Onsekiz bin kelimeyle konuşan Fuzuli’nin küçük küçüktorunu bugün onu bin sekiz yüz kelimeyle anlamayaçalışıyor. Ne kadarını anlar? Onda birini. Aynı hesabışöyle yapalım: Hayatı on sekiz bin kelimeyle yaşayanbir adam hayatı bin sekiz yüz kelimeyle yaşayanadama nazaran on kat fazla yaşar, on kat fazla algılar,on kat daha güçlüdür, on kat daha fazla acı çeker. Buböyledir. Şimdi biz diyoruz ki: "Bu adam benim anlayamadığımşekilde yazmış." Aslında şöyle söylemeklazım: "Ben büyük dedemi anlayamıyorum. Ondamı bir fazlalık var yoksa bende mi bir eksiklik var?"Biz kendimizdeki eksikliği kabul etmiyoruz. O, bizegöre eksiklik değil ya! O bizim anlayacağımız şekildeyazsaydı ya diyoruz. Şimdi hiç kimse bana HarfDevrimini, Osmanlıyı anlayamayışımızın bir sebebiolarak gösteremez. Anlamak istiyor muyuz, istemiyormuyuz? Soru bu. Ben gözlerinizi yıkayın, yenidengörün, diyorum. Çünkü gözlerimiz kirlendi ancak buşekilde kendi eksiklerimizi görürüz.İnsanlar eksiklerinin farkına varıp üzerlerine düşenieksiksiz yapmaya çalışsalar problem kalmaz.Formül şu: Ne yaparsanız yapın sevgilinize gösterecekmişgibi yapın. Birisi resim yapsa, birisi fotoğrafçekse, "Ben bunu sevgilime göstereceğim." dersenizeksiksiz yaparsınız, en azından hatalı yapamamakiçin gayret sarf edersiniz.Şimdi sevgiliniz bin sekiz yüz kelimeyle konuşsasiz bu bin sekiz yüz kelimeyi öğrenmeye hevesli olurmusunuz, olmaz mısınız? Yüce Sevgilimiz bizden neleristiyor. neler... Her öğrendiğimiz her inandığımızşey için ona biraz daha yaklaşacağız. Peki, orda niyebu kuralı uygulamıyoruz? Dil sadece kaçış bence. İsteyenherkes bu dili öğrenebilir.Türkiye’de şöyle bir anlayış var: Şu sıralar okullarkapandı, tatil... Üç tane yan yana ev düşünün, şöylebir konuşma geçiyor iki hanım arasında: "Çocuk yoruldu,bırak azıcık dinlensin. Kafasını dolduracak oeski yazılarla falan, doğru mu? Peki ama çocuklarımızınİngilizce öğrenmesi için para veriyoruz, çaba sarfediyoruz, çocuklarımızın ömürlerinden bir yılı hiçdurmadan onlara zehir ediyoruz ve yüz tane İngilizcekelime öğrendiği zaman da; "Benim oğlum şu kadarkelime öğrenmiş." deyip seviniyoruz. Beş yüz taneOsmanlıca kelime öğrense Fuzuli’yi anlayacak. Niyeöğretmiyoruz? İngilizce öğrenmek ayrı bir şey, Türkçeyesahip çıkmak diline sahip çıkmak ayrı bir şey.İngilizce öğrenirken harcadığımız gayreti Osmanlıcaöğrenmek için de göstermeliyiz.Eğer biz bu kültürü, bu medeniyeti yeniden inşa36eylül-ekim-kasım2009


etmek istiyorsak, bunu sokaktaki insanların hepsineOsmanlıca öğretelim manasında söylemiyorum, bununsancısını çekenlere söylüyorum.Ben gençken:"Bu dünyayı kurtarmalı, bu dünyakötüye gidiyor, mahvolacak." diyordum, bu yüzdenanarşinin pençesinde, sağ-sol kavgasında kaç yılımıharcadım. İnsan dünyayı kurtarmaya heveslenir gençken,orta yaşlara gelince ailesini kurtarmaya heveslenir,yaşı elliyi bulunca da der ki:" Kendimi nasıl kurtarabilirim?"Keşke bunu tersine çevirebilsek. Yaniyirmili yaşlarda; kendimi nasıl kurtarabilirim ki desekve yirmili yaşlarda kendimizi kurtarsak. Kırk yaşındaailemiz bize bakarak kurtulmuş olacak. Aileler kurtuluncaatmış yaşına gelince ülkeler de kurtulacak. Söylemekistediğim şu: "Biz bu soruyu kıyamete kadarsorup durmayalım, buna bir çözüm bulalım." Kendimizikurtarırsak çevremizdeki insanlar kurtulacak vebizim çocuklarımız çok daha iyi işler yapacak. Bunlarçoğaldığında her şey kendiliğinden olacak. Geriyedönelim manasında algılamayın bunu. Ne kadar Osmanlıcakelime bilirseniz düşünceniz o kadar artar, sizyine anlatacağınızı bugünkü dille anlatın; "Bugünküdil yetmiyor." diyorsanız siz zihninizi geliştirdikçe odile yeni bir anlayışı, yeni bir zemini siz getirirsiniz.Bazen benim yazdıklarımı anlayamadığını söyleyenşikâyet eden okuyucular oluyor. Diyorum ki:"Sen deanlama?" Bir yazarın görevi okuyucunun seviyesineinmek değildir. Okuyucunun seviyesini yükselterekkendi seviyesine yaklaştırmaktır. Benim bütün derdimbu. Biz bir şeye karar verirsek bu halkalar hâlindeçoğalacaktır.Çalışmalarınızda özellikle arşivci bir metot izliyorsunuz.Divan kültüründe de soyut somut iç içegeçmiş olduğundan ifadesi biraz güç. Bize eserlerinizinoluşmasındaki bu süreçten bahseder misiniz?Şimdi Osmanlı yahut atalarımız müşahhas olanlahiç ilgilenmezler. Müşahhas olanla ilgilenenler sanatçılardır.Onlar:"Somut olanı nasıl güzelleştirebiliriz ?"kaygısı taşırlar. Mimarı, dülgeri, araba ustası bunlarzanaat; zanaat somut olanla uğraşır. Hâlbuki insan soyutolana özlem duyan bir varlıktır. Ben insanı bileşikkaplar gibi düşünüyorum. Kimya laboratuvarlarındakibir U bileşik kabının içine bir sıvı koyduğunuzda, ikitaraf da eşit durur. Ama bir tarafa baskı yaparsanız diğertarafta su yükselir ya da bir taraftan çekerseniz diğertaraftan azalır. Allah da insanı yaratırken U bileşikkabındaki gibi yaratmış ve ortadan da bölmüş. Banagöre izafi olarak, demiş ki:"Bir tarafı madde olsun, birtarafı mana olsun." İnsanda madde ile mana dengesiya da soyut ile somut dengesi yüzde elli ile yüzde ellidir.Divan Şiiri tam yüzde ellinin ortasında durur vesomut örnek vererek soyut olanı anlatır. Divan Şiirininbaşka bir derdi yoktur: Tabiata bakar,çiçeği görür,ağacı görür; tekkeye bakar, meclise bakar insanlarıgörür, eğlenceyi görür ve somut olana bakarak soyutolanı anlatmaya başlar. Bu bir elyazması kitabın içineminyatür çizmek gibi bir şeydir. Eskiden elyazmasıkitapları yazanlar hikâyeyi anlatır, derdini döker sonrada kitabın bir yerinde boşluk bırakırdı. Bu şu demekti:"Buraya nakkaş ya da ressam benim anlattıklarımıçizsin."Nakkaşa giderdi kitap.Nakkaş kitabı okurdu,oraya bir nakış çizerdi. Minyatür resim sanatı sözündaha iyi anlaşılması için icat edilmiş bir sanat... Resimsomuttur fakat gayesi soyut olana anlam katmaktır.Bu, şu demektir: Ey okuyucu bak! Yukarıdan beriokuduğunu hâlâ anlamadıysan şu resme bak, anla."Mesnevilerdeki minyatürler de bu demektir.Şimdi gelelim soyut somut dengesine. Divan Şiirininhayatı ne kadar iyi anlattığı o U bileşik kabındadır.Somut olan tarafımızı yüzde elli olarak algıladığımızda;karşımıza etimiz, derimiz, kaşımız, gözümüz,tırnağımız çıkar. Görebildiklerimiz ve dokunabildiklerimizmaddemiz ama bu biz değiliz, sadece yüzdeellimizdir. Bu yüzde elliyi temsilen insanda, bir organvar: Mide. Midenizi iyi beslerseniz, ona iyi bakarsanızgelişmeniz devam eder. Maddesini kabul ettirmişU bileşik kabının diğer yarısı olan mana üç organlatemsil edilir: Duygularımız, hislerimiz, anlayışlarımız.Tam manasıyla titreyişimizle bir gönül, kalpdeğil. O inanmamız teslimiyetimiz ve hakkaniyetimiziçin... Bir ruh; düşüncemiz, fikrimiz, üretmemiz için...Bir akıl.Akıl da insanın mide gibi bir organıdır, gönülde insanın mide gibi bir organıdır, zihin de insanınmide gibi bir organıdır. Bunların tamamına 'can' denir.Madde kalıptır. Şimdi diyelim ki siz bir işletmecisiniz.Ben işletmeci değilim ama iyi bir işletmeciliğişöyle görürüm: Eğer bir beyaz eşya dükkânım olsaydıen iyi beyaz eşyalardan, televizyonlardan, bilgisayarlardangetirip vitrine güzelce yerleştirirdim. Mağazanıniçine de en iyilerinden koyar, satıldıkça bir sonrakimodeli getirirdim. Bu da bana kâr ettirirdi. Bakın bizmide denen mağazamızı da işte böyle işletiyoruz. Buişi biliyoruz yani. En güzelinden, en lezzetlisinden, enyenisinden koyuyoruz, tükendikçe yeniden koyuyoruz.İnsanı oluşturan mideden başka üç mağaza daha37eylül-ekim-kasım2009


var. Mide, maddemizi temsilen tek mağazamız; amamanamızı temsilen üç tane var. Allah mana mağazasınıönemsiyor. Kimin kalıbı Allah’ın makbuliyetiiçerisinde gönlünden daha ileridir ki? Kim daha yakışıklıdiye iyi bir kul sayılabilir, kim kör ya da topaldiye kötü kabul edilebilir? İyilik, kötülük, güzellik,kul olma tüm bunlar manaya ait olan mağazalarda.Birinci mağazamız zihin mağazası: Kitap okumuyoruz,okumadığımız için içindekileri bir oturuştabir seferde tüketiyoruz. Sonra yenisini koyamıyoruz,beyinler iflas ediyor ve müflis birer insan olarak ömrümüzünsonuna kadar da tekrar bu mağazayı işletelimgibi bir kaygımız da olmuyor. Sonra bizim birde gönlümüz var: Bizler anne ve babalarımıza onlarısevdiğimizi söyleyemeden onlar ölür gider, bizler dearkalarından ağlarız. Hangimiz söyledik: "Hanım,seni hakikaten çok seviyorum." Bize kayıp gibi gelir.Biz sevgilerimizi çoğaltamıyoruz, gönlümüzün içindekisevgiler kısır, çok az. Çok olanı da gösteremiyoruz.Zaten sevgilerimizi çoğaltamadığımız için kaşçatmalarımız, öfkelerimiz insanları yerle bir ediyor,darmadağın ediyor. Sabahleyin işe gidiyoruz insanlarbizden kaçıyor. Bir kibir bir kibir... Küçük dağları bizyarattık hesabı. Peki, ruhumuzu da birileri cenderealtında tutuyor. Hayır, buna inanmayacaksın, böyleyapmayacaksın. Ruhumuz iflas etmiş, gönlümüz, iflasetmiş, zihnimiz iflas etmiş. Sonra diyoruz ki: "Maddeile manayı dengede tutamıyoruz." İşte Divan Şiiritutturuyor, Divan Şiiri bize bu açıdan da lazım, manayadikkat çekebilmek için. Biz manadan ibaretiz,hiç kimse maddesiyle var olmuyor, o gidiyor toprakoluyor. Ruhi’nin bir beyiti var : "Sanma ki ey efendialtın ve gümüş isteyecekler; Altın ve gümüşün faydavermediği yerde kalb-i selim isterler."Bugün kalbimizi bir kenara koyacağız, gönlümüzüçiğneyip üstünden geçip yaşayacağız. Sonra eğitimsistemimizi düzelteceğiz, çocuklarımız büyük insanlarolacak. Yok böyle bir şey!Katre i Matem’de bir düzen var: "mesnevi, lale,mesnevinin ebcedi..." bu geleneksel anlamda bir anlatışdeğil, roman da değil ama tatlı bir anlatı. EvetKatre i Matem nasıl başladı?Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk!ı yazmayı kurguladığımdakendime şunu sordum: "İskender Pala, senbir romancı değilsin, ne işine senin roman yazmak?"Sonra dedim ki:"Benim romana ihtiyacım yok amaDivan Şiirinin romana ihtiyacı var." Kendim için yazmışdeğilim Divan Şiiri için yazdım. Sonra bir güngeldi Divan Şiirinin bir müzikale ihtiyacı oldu, birgörsel tasarıma ihtiyacı oldu, bunları da yaptık. Sonbirkaç yıldır İstanbul gözlerimin önünde acı çeker birhâlde yaşadı. Neden lale geldi İstanbul’a? Lalenin birromana ihtiyacı vadı, İstanbul’un bir romana ihtiyacıvardı. Ben romancı değilim, tarih beni romancı olarakkaydetmeyecek ama İstanbul’un romana ihtiyacı varsaben bunu yazarım, yazmazsam vebal olur, yazmazsamkimse İstanbul’u, laleyi benim yazdığım tarzdayazamaz. Başkaları başka türlü yazabilir.Şu günlerde İstanbul’un lale ile bütünleşen bir tarafıvar. 1729 yılını anlatan bir roman yazdım. 1729yılı İstanbul’un bütün tarihi boyunca, gök kubbeninaltında, güneşin onu gördüğü her gün içerisinde, 1729yılından daha güzel görmedi. Öyle bir şehirdi ki;Boğaziçi’nde yalılar, köşkler, kasırlar; Haliçte Sadabad,bağlar, bahçeler ve bostanlar… O güzelliği anlatabilmekiçin o yılı seçtim. O yılda olup bitenleri anlatabilmekiçin de bu yılla olan izdüşümlerini seçtim.Katre i Matem, Osmanlının Ergenekonudur. İçindebugüne dair ne varsa o gün de vardı. Osmanlının bugünümüze en çok benzeyen yılıdır o yıl. Çünkü iyilerve kötüler, fakirler ve zenginler orada daima çatışmahâlindedir, bugün olduğu gibi.Katre i Matem’i 66 soruda tamamladım. Çünkülale ile ilgili bir medeniyet birikimini anlatmak istiyordum,okuyucu da bunu gayet iyi anladı. BugünHollanda’da kurulan lale borsası inşallah yakın zamandaİstanbul’a da kurulur. Çünkü o, İstanbullu evdenkaçan kızımız geri dönmeli, oralarda namus belamızdır.Şimdi Katre i Matem’i bir mesnevi formundadüzenledim. Mesnevileri bilirsiniz monoton bir şiirakışı vardır. Belirli bir vezinde beş bin, on bin, elli bintane beyit alt alta dizilidir. Şair, o monotonluktan çıkabilmekiçin arada sırada bir gazel, bir murabba yerleştirir.Okuyucu sıkılmıştır aynı sesleri duymaktan.Ne kadar güzel olursa olsun bir süre sonra bıktırır. Buyüzden aralara farklı şiirler serpiştirir. Ben de bunlarıderkenarlarla yaptım; konunun akışı devam ederkenaraya farklı hikâyeler sıkıştırarak.Katre i Matem elli bininci nüshaları satıyor bugünlerde. İyi gidiyor iyi de gidecek inşallah. Bu aradakorsanı da yetmiş bin sattı. Onları da imzalatıyorlar.Geçen gün iki çocuk korsan kitap getirdi imzalatmayaben de korsan imza attım.İskender Bey, aramızda olup düşüncelerinizi bizimlepaylaştığınız için teşekkür ederiz.■38eylül-ekim-kasım2009


SADIK YALSIZUÇANLARile tarih ve edebiyat üzerineHer konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesiolarak yazarların hem kişilikleri hem dekültürleri dolayısıyla farklı açılardanyorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeliyarar umuduyla, propaganda amacıylayazılanlardır.YASEMİN GÜL GEDİKOĞLU-FATİH YÜKSELTakdimSadık Yalsızuçar 1 Aralık 1962’de Malatya’da doğdu.1970 yılında Malatya Melekbaba İlkokulu’ndan,1978 yılında Dörtyol Deneme Lisesi’nden ve 1983yılında da Hacettepe Üniversitesi Türk dili ve edebiyatıbölümünden mezun oldu. 1985-1987 yılları arasındaSivas’ta edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra1988'de TRT’ye geçti. 1988’den bu yana TRT AnkaraTelevizyonu’nda prodüktör olarak çalışmaktadır.Evli ve bir çocuk babasıdır.Eserlerinden : Şehirleri Süsleyen Eser (1985),Gerçeği İnciten Papağan (1992), Kış Uykusu (1996),Güzeran (1999)Roman: Yakaza (1992), Dem (2009),Masal: Mavi Kanatlı Bir Kuş (1991), Düş Bahçesi(1996), Kerem ile Aslı: Âşıklık Ne Müşkil Hâldir(2001), Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında(2001), Araştırma-İnceleme: Rüya Sineması (1994),Düş, Gerçeklik ve Sinema (1996), Televizyon ve Kutsal(1998), Geçen Gün Ömürdendir (1999), TarafsızlıkMasalı (1999), Dünyanın Orta Yeri Sinema, HayatMüzikle Devam Eder, Derleme: Yeni Şiir Antolojisi(1985), Çeviri: Kelile ve Dinme, Beydeba (1998),Bostan ve Gülistan, Sadî-i Şirazî (1988), Dede KorkutHikâyeleri (1999), Siyasetnâme, Nizamülmülk(1999), Mahzen­i Esrâr, Molla Câmi (1999).Öykü, ne yazık ki edebiyat dünyasında hakkındaen az konuşulan edebî türlerden biridir.Şiir ve roman edebiyat zemininde her zaman fazlacayer işgal etmesine rağmen aynı şeyi öykü içinsöyleyemiyoruz. Bunun belirli sebepleri olduğudüşünüldüğünde siz nelere dikkat çekersiniz?Biz, bilinen ilk şiirsel metinlerden itibaren,öyküleyerek anlatma eğilimini görüyoruz insanoğlunda.Kutsal metinlerin tümünde “kıssa” tabiredilen bir yapı karşımıza çıkıyor. Kuran’da, geçmiştoplulukların öyküleri, ibret olması bakımındananlatılıyor. Bu, aynı zamanda bize bir insanlıktarihi resmi de sunuyor. Öykü dilini, geçmiştenbugüne insanlar gündelik yaşamlarında da kullanıyorlar.İki tanıdık yolda karşılaşıyor ve “Nasılsın, nevar ne yok?”la birlikte bir öykü anlatımı başlıyor.Attar, Sadi, Mevlânâ gibi üstadlar öykülerle anlatıyorlarmeramlarını. Öyle sanıyorum, insanoğlu,hem dünyada varoluş hikayesini bir “hikâye” for-39eylül-ekim-kasım2009


mu içinde küçük parçalar halinde üretmeyi seviyorhem de kendi öyküsü olsa bile, anlatırken, “ötekileştirerek”anlatıyor. Bir tür epik bir dil üretiyoröyküyle. Bu konuda daha pek çok spekülasyonyapılabilir.Öykü, ‘romana geçişte bir ‘ara tür’ değildir.Ama, öykü yazarları genellikle roman da yazmışlardır.Bunun istisnaları vardır kuşkusuz, ne ki,öykü ile roman arasında önemli bir ayrım vardır.Öykü, esasında insanoğlu kadar kadim bir anlatımtarzıdır. Sözün sultanı şiirdir ama, öykü de masallaşiirin arasında bir yerde durur ve bir beyan biçimiolarak son derece yaygın ve yaşlı bir dildir. Öykü,daha çok bir anı, bir süreci, bir imayı, bir durumuanlatır. Roman ise, daha oylumlu ve kapsamlı olmanınyanı sıra, sosyolojik bir boyuta da sahiptir.Öykünün yapamayacağı bir şeyi yapar roman, birtoplumsal kesiti, bir tarihsel süreci, bir macerayıanlatır. Gerçi bu tanımlar da sorunludur. Romanındoğuşundan bugüne çok şey değişti. Özellikle yetmişleregelindiğinde bireysel perspektif kırıldı vedaha kolektif semboller üzerinden, daha mitik biranlatım tarzı yeğlenmeye başlandı. Latin Amerikaromancılarının açtığı bu çığı, sonradan Eco veRüşdi gibi yazarlarla daha da dönüştü. Roman, giderek,daha ‘yağmalayıcı’ ve her şeyi anlamsızlaştırıcıkalemlerce iyiden iyiye evrildi. Anlamsızlığavurgunun merkeze alındığı bu ortamda, roman,Enis Batur’un Acı Bilgi örneğinde olduğu gibi süreklibir değişim ve açılımlar içinde. Öyküye gelince,bu dil bize, gündelik yaşamdan, en kişisel deneyimlerekadar hemen her alanda ‘kullanışlı’ imkanlarsunar. Öyküde de bir dönüşüm yaşanmıştır,yaşanmaktadır, ama bu, romandaki kadar değildir.Öykünün geleneksel formları kutsal metinlerdekikıssa ve mesellerdir. Bu anlatılarla modern öyküarasında epeyi bir açı farkı var ama, esas itibariyle,anlatı aynı eksende gelişmiştir. Bu anlamda bakıldığında,benim, Yakaza adlı tek ‘roman’ıma romanda denmez. O da bir tür öyküsel katlardan oluşanepizodik bir metin olarak okunmalıdır.Öykü sizin için ne anlam ifade ediyor? Siziöykü yazmaya sevk eden etkenler nelerdir? Öyküyazmaya ne zaman başladınız?Çocukluğum sinema ortamında geçtiğinden,görsel bir anlatım tarzı öykü dilime alttan alta egemenoldu gibime geliyor. Ben öykü anlatmanınen masum şey olduğunu sanırdım. Oysa, zamanlagördüm ki, mesele öykü anlatmaktadır. Yani birşeyleri anlatmakta değil, öykü anlatmaktadır. Bubir nevi imgesel veya olgusal bir anlatım biçimi,bir dil olarak bende ortaya çıktı. Edebiyatı tanımayabaşladığımda, yalnızlıktan, aşktan, yoksulluktancanım yandıkça öyküler anlatıyordum. Uzuncabir süre bunları gizledim. Sonra, öykü yazdıkçakaçtığım acıların çoğaldığını fark etmeye başladım.Ama yine de bir acıyı anlatabiliyorsanız onualt etme bakımından bir imkân önünüze açılabiliyor.Öyleyse, en kolay yaptığım şeyi, yani öyküanlatmayı sürdürecektim. Nitekim de öyle oldu.Neyi anlatmak istesem bunu o tanıdık, hep yaptığımyolla, öyküyle anlattım. Bu, bende bir tutumadönüştü, Heidegger’in dediği o kendi yüreğine bükülmekvardır ya, öykü yazmak da bende kalbimeyönelmenin bir yolu hâline geldi zamanla.Öykülerinizde şiirsel ifadelere ve şiir formunarastlamaktayız. Öyküleri dizeler hâlinde yazmakya da kafiyeli kelimeleri satır sonlarında kullanmakgibi. Genel manada bakıldığında öykücülüğünüzdeşiirden faydalandığınız söylenebilir mi?Şiirin öykünüze ne gibi getirileri olduğunu düşünüyorsunuz?Doğrudur, öykülerimde hep şiirsel bir yan vardır.Bu, esasen, öyküde çok dikkat edilmesi gerekenbir şeydir. Abartılınca çekilmez hâle gelebilir.Kararında, yalın, samimi olmalı.Öykülerinizdeki kişileri ya da kurguyu oluştururkenkendi hayatınızdan mı yola çıkıyorsunuzyoksa tamamen hayal gücünüzün zenginliklerindenmi faydalanıyorsunuz?40eylül-ekim-kasım2009


İkisi de diyebilirim. Ama canım çok yanıncadaha çok yazıyorum. Yaşamadan, tatmadan yazdığımpek az öyküm vardır.Herkesin Batı’ya yönelmeyi tercih ettiği birdönemde yaşıyoruz. Sizin öykülerinize baktığımızdaysaDoğu kültürünün derin izlerine rastlıyoruz.Bu sadece köklerimizin bağlı olduğu topraklarabir vefa borcu ödemek için midir yoksafarklı bir sebepten bahsedebilir miyiz?Hem vefa, hem de irfanın Doğu’da oluşundandır.İrfan, kelamdır, kendini bilmektir, cevherdir,özdür, mayadır. Anadolu, güneşin doğduğu yer demektir.Güneş, hakikattir. Biz, kendi bilgelik geleneğimizdenbesleniriz. Bu muazzam dünya ile ilişkilerimizmodern zamanlarda örselenmiş de olsa,bu bağları yeniden güçlendirmek zorundayız.Çocukluk ve gençlik yıllarınızda okuduğunuzubelirttiğiniz Kemalettin Tuğcu, İsmail Hekimoğluve Nezihi Polat gibi yazarların eserleriylebüyümenizin yazın hayatınıza ne gibi tesirleriolmuştur?Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, önceliklebabamın işlettiği sinemalarda seyrettiğimyüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonraözellikle anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum.Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel amazengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sankiyaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninniçok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vâki değil neredeyse.Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişimde yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlarailgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu.Babamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır,sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Buyüzden dedemle aralarında bir gerilim daima oldu,bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedeminüzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabievladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çokfarklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor.41eylül-ekim-kasım2009


Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük.Dayım, son kabadayılardandı, Malatya’nın.Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakarortamda kısmen cüretkar idiler vs. Bu çelişkive acılar içinde büyüdük. Tabi bütün bunlar birşeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlendirmişolabilir.Söz ettiğiniz yazarlar arasında ise en çok Tuğcubeni etkilemiştir. Hekimoğlu İsmail’in romanınılisede iken okumuştum.Her sanatçı kendisine göre bir sanat tarifiyapmıştır. Siz de “Sanat, insan ile Allah arasındabir gizdir” diyorsunuz. Yaptığınız bu tariften yolaçıkarak sanat anlayışınız hakkında daha detaylıbilgi verebilir misiniz?İnsan eksiklerini gediklerini tamamlıyor, kendinimuhasebe ediyor ve yazı çileli bir şey olduğundanaynı zamanda bir riyazet yolu gibi,insanın kendisini bir anlamda disipline etmesinizorunlu kılıyor. Ayrıca, bu, Heidegger’in bilge birJapon dostu Hishamatsu’nun dediği gibi bir gei-doüzerinde yürümesini de sağlıyor. Kökene dönme,insanın eklerinden, yüklerinden kurtulması ve ruhundairesine doğru girmesi sanat yoluyla mümkünolabiliyor. Heidegger, düşünmenin felsefeyoluyla düşünmenin imkanlarının tıkandığını, bununbelki şiirle mümkün olabileceğini söylüyordu.Rilke, Goethe ve Hölderlin’le ilgilenmesinin,şiirin özüne ilişkin yazmasının nedeni bu. Sanat,kuşkusuz böyledir, insanı tekmil eder, belirli birkemal yoluna çeker, belki de bir yol, bir yordamarama çabasıdır. Necatigil bunu, insanın yalın, -e,-de, -den hâlleri olarak da ifade eder, hasret, gurbetve hikmet burçları biçiminde de. Zaman ve varlıkkürevi olduğundan ve feleklerin dairesi burçlarlaisimlendirildiğinden, hikmeti de bir yetkinlik düzeyi,bir sır olarak düşünürsek doğru.Ödül alan eserlerinize baktığımızda her ikisininde mistik ögelerle kurulu olduğunu görüyoruz.Kitaplarınızı bu metafizik olgularla oluşturmanızdaDoğu kültürünün ve tasavvuf öğretisininyerinin büyük olduğunu düşünüyoruz. Bueserlere ödülü getiren ya da eserleri önemli kılansizce kurgularda bulunan bu ögeler olabilir mi?Bizler, modern zamanlarda gelenekle bağı kopmuşbahtsız insanlarız. Muazzam bir irfan geleneğimizvardı, bir birikimin içinden geliyoruz. Ama,kutsalla bağlarımız zayıfladı. Daha maddeci, dünyevibir yere doğru geldik.Geleneksel tasavvuf geride kaldı. Eski formlar,eski kalıplar yok artık. Modernleşen yaşam içindebilgece yaşamak çok güç. Kendimizi korumak, tasavvufungeleneksel yollarını bu yeni hayat içindefarklı biçimde yaşamak durumundayız. Tasavvufile mistisizmi, metafiziği de karıştırmamak lazım.Bunlar farklı şeyler. <strong>Bizim</strong> modernleşme anlayışımız,daha çok Batılaşma olduğu için tasavvufgeleneğinde de bunun sonuçları beliriyor. Dolayısıylabaşka başka yolları, yöntemleri tasavvufataşımaya çalışıyoruz, karıştırıyoruz. Doğrusunuisterseniz ben planlar yaparak yazmıyorum. Zuhuratatabi oluyorum. Karşıma ne çıkarsa, içime nedoğarsa onu anlatmaya çalışıyorum.Çocuk edebiyatı alanında kaleme aldığınızeserlerinizde Doğu Edebiyatının önde gelen sanatçılarından,Mevlana ve Sadi Şirazî gibi, ilhamaldığınızı biliyoruz. Manevî değerlerin ön planaçıktığı bu eserlerin çocuklar için yazıldığı düşünüldüğündeonların dimağlarına ve yüreklerinedinî ve tasavvufî öğretilerle seslenerek daha bilinçlive İslam’ı öğrenerek yetişen bir kuşak yaratmadaöncü olduğunuz düşünülebilir mi?Hayır hayır estağfurullah…Bendeniz birkaçmasal kitabı yazdım sadece. Çocuk edebiyatınıpek bilmem. Bu alanda çok değerli Mustafa RuhiŞirin gibi, Mevlana İdris gibi yazarlar var.Ödül de alan Rüya Sineması adlı eseriniziyazarken sinema işletmecisi olan babanız AbdurrahmanYalsızuçanlar’dan ve çocukluk yıllarıhatıralarınızdan ilham aldığınızı söyleyebilir mi-42eylül-ekim-kasım2009


yiz? Eserler gerçek hayata ne kadar çok yaslanırsao derece başarı getirir düşüncesi ile ilgilifikirleriniz nelerdir?Tabii… İnsan büyük oranda çocukluğudur. Babamsinema işletmeciliği yaptı uzun yıllar. Benimedebiyata, öyküye, romana ilgi duymamda, sinemaile uğraşmamda bu çok etkili oldu. Esasen benimçocukluk yıllarım çok renkli, zengin bir dünyadageçti. Bende hem babamın işlettiği, özellikle yazlıksinemalarda seyrettiğim filmler hem de hayalsinemam çok fazla dokunaklı, komik ve maceralıhikâyelerle doludur. Çocukken rüyasız uykum olmadığınısöyleyebilirim. Hayalin sınırlarının budenli geniş olduğunu çocukluğuma dönüp bakıncabiraz anlayabiliyorum. Sonradan İbn Arabî veBediüzzaman’dan, hayal’in bir ‘âlem’ bir ‘berzah’olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım diyebilirim.Gerçek dünyadan çok, o büyülü, sinemasalâlemde geçmiş çocukluğum. Bu, yaşamımın tümünesirayet etti sonra. Daima gerçeklerden, gerçekliklerdenkaçtım; hayale, rüyaya, düşlere sığındım,onların daha gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi,yavaş yavaş yokuşu inerken bu duygum daha çokgüçleniyor, görüyorum.Melekbaba sinemamızda makinist Yusuf amcanınfeci bir şekilde can verdiği o yangını bugünmüşgibi hatırlıyorum. Seyrettiğim filmlerin adetaher karesini hatırlıyorum. Dayılarımın, teyzelerimindüğünlerini... İlkokulumuza bilhassa kışıngiderken, sabahları dizimize, belimize kadar karagömüldüğümüzü... Kolumuzun altına sıkıştırılanbirkaç meşe parçasının sınıfın sobasında çıtır çıtıryanışını, el ve ayak parmaklarımızın buzlarınınikinci üçüncü derste ancak çözülüşünü... Okulagiderken geçtiğim Issız Ceket (Patika)’nın cinlerini,o tuhaf, gizemli seslerini... İlkokul aşklarımı,onların acılarını, sızıları... Her şeyi hatırlıyorum.Unutamadığım bir başka şey, dedem... Kadirîidi, babaannem de öyle. Akşamları mutlaka bendirçalar, açık zikir yaparlardı. Babaannem çokcezbeli olduğundan kendini tümüyle kaybeder,başını duvara çarpar, yazmasının altından kansızardı. Yatışması uzun sürerdi. Dedem daha denetimliydi,öyle hatırlıyorum. Mütevazı yaşıyorlardı.Genellikle saç sobadan çıkarılmış meşekorunda (mangalda) pişirilen soğanlı bulgur aşıve ayran... Dedem riyazet ehliydi. Az şekerle tatlandırılmışsuya, kuru tandır ekmeği batırır yerdi.Ama tuhaf bir huzur, bir sükunet vardı içlerinde.Evleri de öyle. İki küçük odalı, bir sofalı, toprakzeminli, kerpiçten, toprak damlı bir evde yaşıyorlardı.Ben de dört yaşına kadar orda yaşadım.Hafızamı zorladığımda, çocukluğumun diplerindehep o evin ve dedemlerin anıları canlanır.Ne bileyim işte, ölümler, ağıtlar, düğünler, bayramlar,bolluklar, yokluklar, aşklar...la dolu birhayat.Bunlar var benim rüya sinemamdaki perdede.Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, önceliklebabamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlercefilmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonra özellikleanneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum.Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin birsözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuşgibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi.Ninnisiz uyuduğum vaki değil neredeyse. Tabi,bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişim deyaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgiduyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Babamlabir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır,sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzdendedemle aralarında bir gerilim daima oldu;bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedeminüzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabievladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çokfarklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor. Ben vekardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayımson kabadayılarındandı Malatya’nın. Fırtınalı biryaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakâr ortamdakısmen cüretkâr idiler vs. Bu çelişki ve acılar içindebüyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma,öyküler yazma isteğini hareketlendirmiş olabilir.■43eylül-ekim-kasım2009


NURULLAH GENÇile şiir üzerineMadem biz bir İslâm medeniyetinin insanlarıyızneden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onunkarşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetikayazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak.KEMAL BATMAZTakdimNurullah Genç 9 Eylül 1960, Horasan, Erzurumdoğumludur.1979’da Erzurum Üniversitesi’nebaşladı.1983 de İktisadi ve İdari BilimlerFakültesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl aynı üniversitedeasistan,1990’da doktor,1995’te doçentve sonra Profesör unvanlarını aldı. Şu andaKocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari BilimlerFakültesinde Öğretim GörevlisidirŞiir ve roman dalında çeşitli ödüller sahibi. Onuntanınmasını sağlayan 1990 TDV Naât­ı Şerif BüyükÖdülüdür.KitaplarıİntizarBaşarı Bedel İsterZirveye Götüren Yol: YönetimMüpteladır Gemiler Benim DenizlerimeYürüyelim Seninle İstanbul’daAşk Ölümcül Bir HülyadırYağmurRüveydaGül ve BenHüznün Lalesidir DünyaSensiz Kalan Bu Şehri Yakmayı Çok İstedimBirkaç Deli GüvercinNurullah Genç aldığı eğitim ve akademisyenkişiliği ile şairliğine neler katmıştır.Bu soruya insanın gerisindeki var oluş gerçeğiile bakmak lazım. Çünkü insan hayatında,adım adım tecridilik var. Bebek, çocuk, genç,olgun yaş, ihtiyarlık sonra ölüm… Hayatınbaşlangıcı ve bitişine baktığımız zaman hayatınkendisi Allah tarafından verilen bir nimetolmakla birlikte bir öğretidir de. Ya iyi şeyleröğrenirsiniz ya kötü şeyler. Ama eğer öğrenmeyeayarlıysanız her yenilik size bir şeyler katar.Bu anlamda benim çocukluk yıllarımla mevzuyagirmek lazım. Çünkü altı ve dokuz yaş arasıköy odalarında, büyüklerimizin dizinin dibindegeçirdiğimiz yıllar çok öğretici olmuştur bizimiçin. Benim hem bilmeden divan şiirine hemhalk şiirine, halk müziğine, âşık müziğine dinleyicive izleyici olarak adım attığım yıllardır.O yıllarla birlikte şiir, sanat, edebiyat bende şekillendi.İlkokulu bile olmayan bir köy düşünün. Amao köyün yaşayanları, dedeleri, orta yaşlıları ariflerhatta köy münevverleri, köy aydınları var.Onların içinde bazıları aralıksız 30 yıl kitapokumuşlar. Edebiyatı biliyorlar, divan edebiyatındanhaberdarlar, halk edebiyatını biliyorlar.44eylül-ekim-kasım2009


Erzurum’da kış geceleri uzun geçer. Akşamnamazından sonra bir araya gelinir, yatsıdan sonrada bir arada kalınarak günde 3–4 saat kültürsohbeti yapılır. Bu inanılacak gibi değildir, bugünküşartlarda tahayyül edemezsiniz. Çünkübugünkü şartlarda benim köyümde o yok, kalmadıartık. Nasıl ki Harput’ta birçok şeyi kaybetmişsekköylerimizde de birçok şeyi kaybettik.İnsanlarımızın dokusundan ve hafızasından dabirçok şeyi kaybettik. O zaman Siyer-i Nebi’yiokumak için bir araya gelirlerdi köylüler, babam,amcalarım, komşularımız… Okudukları, Siyer-iNebileri, Muhammediyeleri ara verip şiir sohbetleriyaparlardı. Çocuk hâlimizle şiir dinlerdik.Altı yaşından dokuz, on yaşıma kadar dört yılımKaracaoğlan’dan Dadaloğlu’ya kadar örnekleridinlemekle geçti. Ben Fuzuli diye bir şairin olduğunuyıllar sonra öğrendim ama çocukluk günlerimde“Beni candan usandırdı cefadan yar usanmazmı?” mısrasının yer aldığı “usanmaz mı?”redifli gazelini köylülerden makamla dinledim.Gazel şeklinde okuyarak, söyleyerek dinlettilerbize bunları. Kerem ile Aslı hikâyelerini, Köroğludestanlarını, Âşık Sümmanî, Âşık Şenlikhikâyelerini dinlettiler bize. Battal Gazi destanını,Peygamber’in hayatını anlatan kitapları manzumelerşeklinde okudular.Şiiri, önce kafiye ile kafiyeli bir işmiş şeklindealgılayarak kendi iç dünyamıza oturttuk, nakşettik.Sonra kafiyenin de ötesinde bir derinliğiolduğunu anladık. Ve okul hayatı; İmam HatipLisesi, İşletme Fakültesi sonra adım attığımızakademisyenlik… Bir taraftan akademik hayatınçalışmalarını örmeye çalışırken öbür taraftanşiirin, sanatın, edebiyatın o engin derinliğine,gizemli, esrarengiz sırlarına doğru yolculukyapmaya gayret ettik. İkisinden gelen bilgiler biryerde buluştu aslında. Çünkü hayat bir bütündür.Hayatı parçalayarak bir tarafını ayrı diğer tarafınıayrı düşünemezsiniz. Bu yüzden bana zaman zamansoruluyor: “İşletmecilikle sanatı, şiiri, edebiyatıbir araya nasıl getiriyorsunuz?” diye. Bende onlara şunu söylüyorum: “Beden nasıl oluşmuşki? Bir tarafında fiziki bir yan var sonra kimyasıvar, biyolojisi var, fizyolojisi var, psikolojisivar, sosyolojik bir hâli var. Bu beden nasıl birşey ki insanın bedenini, kendini, nefsini bilmesi;Rabbini bilmesi ile eş değer kabul edilmiş bizimkültürümüzde. Dolayısıyla hayata mütemmimbir realite olarak yaklaşırsanız, değişik alanlardan,dış dünyadan size gelen bilgilerin tamamınımütemmim olan tamamlanmış cüzün parçasını -çünkü o tamamlanmış olan da bir başka bütününparçası- onun içinde değerlendirebilirsiniz. İştebenim akademik hayatımdan elde ettiğim bilgiler:Sosyoloji okudum psikoloji, davranış bilimiokudum, antropoloji, yönetim organizasyonu,ekonomi okudum. Bütün bunlardan elde ettiğimbilgiler şiirde, sanatta, edebiyatta bir anlam ifadeetti benim için.”İktisatta “tasarruf teorisi” vardır. Ben, tasarrufteorisini edebiyatın dünyasına nasıl uyarlarımdiye düşündüm. Parite kuralı vardır, 80’e 20kuralı. Problemlerin % 80’ini insanların %20’sioluşturur şeklinde. Gelirin % 80’i nüfusun %20’sine dağılır, diyor. Dünyada böyle âdil olmayanbir dağıtım vardır. Ben bunu şiirlerimde farklışekillerde kullandım. Siz eğer değerlendirmeyibilirseniz Allah’ın var ettiği her bilgiyi En BüyükSanatkâr’ın yansıması şeklinde düşünürsenizkendi sanatınızda bir yerde kullanabilirsiniz.Bu mantıkla hem sanat geçmişim hem akademikgeçmişimden gelen bilgiler bende bir yerde mezcedipkarıştırıldı başka şeylere ve şiire dönüştü.Sayın Hocam, ekonomide bir piyasa var. Neticedesanat ve şiirde de bir piyasa var. İkisinikarşılaştırıp değerlendirir misiniz?Ekonominin piyasa kavramı sanatımızı mahvetti.Sanat ve edebiyatta çile vardır, karşılıkbekleme ve bu işin piyasasını düşünme yoktur.Para kazanayım, zengin olayım, evimi geçindireyimmantığı da yoktur. Eğer hakikaten sanatçıysakişi, eser verebilecek noktaya gelmişse onuortaya koyar. Ondan sonrası yok. Artık o eserlemuhatap olanların problemidir bu, ya da onlarınderdi olmalıdır. Yoksa bir hesapla şunu yapayım,bunu elde edeyim, şunu ortaya koyayım, şu neticeyeulaşayım demez. Bunu yapan kişi noksanlıkiçerisindedir. Ancak bunu söylemek edebiyatınürünlerinin bir ekonomik piyasa içerisinde alıcıbulmasına, okuyucu bulmasına mani değildir. Oayrı bir konu. Onu tüccarlar hesap edecek. Bu işinticaretini yapanlar, yayıncılar gibi... Sanat eseriniyüceltecekler, iyi sunacaklar. İnsanlara onun değerliolduğunu reklamlarla kabul ettirecekler. Bu45eylül-ekim-kasım2009


da bir derinlik meselesidir.Yayıncılıktaki derinlik edebiyatın piyasasınınderinliğini gösteriyor. O derinlik ne kadar zayıfsayayıncı da piyasanın derinliği de bir o kadar azalıyor.İktisatta şöyle bir kural vardır: “Kötü para iyiparayı piyasadan sürer, kovar.” ya da “İyi parayıyastık altına atar.” diye… İyi parayı çıkarmazlarpiyasaya, hep kötü ucuz parayı kullanırlar. Gümüşpara ile altın paranın tedavülde olduğu dönemdealtın para tamamen piyasadan çekilmiş. Eğer buanlamda bakarsanız edebiyatın böyle bir projeyedönüşmesi maalesef kötü eserlerin, popüler,sadece günübirlik tüketime yönelik eserlerin önplana çıkması anlamına gelir. Hakikaten derinliğiolanın, güzel olanın, naif olanın arkada kalmasıanlamına geliyor. Ben bundan bizarım.Bakın; şiiri, eserleri piyasada olan, okunan,defalarca baskı yapmış birisi olarak söylüyorum.Bundan rahatsızım ben. Çünkü eğer geleceği olmayacaksa;bir şiir, bir sanat eseri eğer bayatlamayacaksagelecek nesiller onu bilmeyecektir. Osadece bugün o sanatkâr hayatta olduğu sürecebilinecektir. Onun yedeğinde taşıdığı bir yük gibio eser taşınacak. Ama o öldükten sonra gidecek,kalmayacak. Çünkü gönüllerde yer etmeyecek,çünkü taşınmayacak; çünkü estetik bir tarafı yok,tarihî bir zenginliği yok, kültürel bir zenginliğiyok... Kelimelerin sadece sözlük anlamlarındanyola çıkılarak yazılmış eserler olarak karşımızaçıkacak. Istılahi anlamlarıyla kelimelerin kullanıldığıbir eser değil ise, şiir değil ise bu piyasadabugün çokça dönüp durabilir. Bu bizi aldatmamalı.Hakiki, derinliği olan, zenginliği olan; birazüzerinde düşünülmesi gerekli olandır. Biraz derinliğineinilmesi gerekli olandır. Bu ise bugünküpiyasa şartlarında çokça yakasından tutulup sahneyeçıkarılacak bir eser gibi duyulmuyor, görülmüyor.Onun için maalesef ekonomi bizim edebiyatımızınpiyasasından çok olumsuz etkilemişdurumda. Bu olumsuzluluklar gerçek eserlerin önplana çıkmasına, hakikatin ön plana çıkmasınabiraz mani oluyor. Ben bunun için Nurullah Gençolarak yıllardır mücadele ediyorum.Balık bilmezse Halik bilir. Hiçbir şey bekleyerekyazmayın. Bir şey kazanmak maksadıylayazmayın, kazandırmak maksadıyla yazın. Şiir,sanat, edebiyat kazanmak maksadıyla değil kazandırmakmaksadıyla yazılır, gelecek nesillerebir şey bırakmak maksadıyla yazılır.Edebiyattan şiirden yola çıkılarak Osmanlı dönemininiktisadı incelenmiştir. Yani şiir aynı zamandabir kültürel zenginliktir. Bunu vermiyorsabir şiirden siz topluma ait değeri de, sosyolojikbir değeri, iktisadi bir değeri alamıyorsanız- ki46eylül-ekim-kasım2009


ugün yayınlanan şiirlerin %99’unda belki bunualamazsınız-bir anlam ifade etmiyor yazılanlar.Ama piyasa maalesef gördüğünüz gibi işte günübirlik,şairi ile birlikte var olabilecek eserleredaha fazla meylediyor. Bu da işin kötü tarafı…Demek ki edebiyatın piyasası ile ekonomininpiyasası arasında müthiş bir ilişki varmış…Size şunu da söyleyeyim, bunun toplumsalseviye ile de ilgisi var. Ben sonuçta iktisatçı birakademisyenim. Geri kalmış toplumlarda sanatve edebiyat da geri kalıyor. Geri kalmış toplumlardaözdeşleşme duygusu fazla oluyor. Aşağılıkkompleksi fazla oluyor. Sanat ve edebiyatta dafazla…Benim şairlerimin, benim edebiyatçılarımınkompleksinden az mı çekiyoruz yıllardır. KendisiniBatı şiiri özentisi içinde bulduğumuz az mışair var Türkiye’de? Başka bir medeniyetin şiirinibirebir taklit eden az mı insan var? Son 50yıl içinde Türkiye’de yazılmış şiirlerin istatistikselanalizini çıkarsanız ve gerçekten bir incelemeyapsanız benim medeniyetimin, kültürümün, şiirgeçmişinin damarlarından, yataklarından, zenginliğinden,hazinelerinden beslenen şiir oranıBatı şiirinin dokusundan beslenen şiir oranı karşısındane kadar kalır? 80’e 20 kuralı dediğimbu… %80’i meyletmiş şiirler olarak karşımızaçıkacaktır.Daha başka bir şey söyleyeyim: Şu anda istisnalarıhariç tutmak lazım, onlar mutlaka ki varama büyük çoğunluk, Türkiye’de şu anda yayınlananedebiyat dergilerindeki- sağ ve sol edebiyatıbirlikte söylüyorum- şiiri alın, şairlerinin isminisilin, hepsine aynı ismi yazın. Bakalım bir tanefarklı şiir çıkacak mı karşınıza? Bu mu edebiyat?Şair kendine has bir sesi söyleyerek insanlara maleden kişidir. Ahmet Haşim ile Yahya Kemal’insesi benzer mi birbirine. Necip Fazıl, Faruk Nafizher biri ayrı bir ses… Bunu yapabilen, kendişiirini var edebilen kişi gerçek şairdir. Kalabilecekolan da odur diye inanıyorum. Ama siz alıp,büyük dergiler de dâhil - ki ben bunu yaptım- onlarcaşairin ismini silip tek bir adamın adını yazıpokuttuğunuzda. “Çok güzel hepsi birbirine benziyor…”diyorsa insanlar, orada bir problem vardır.Onun için derdimiz epeyce fazla.Türk şiirinde kendinizi dâhil ettiğiniz bir yervar mı?Ben kendimi hiçbir yere dâhil etmiyorum.Öyle bir derdim de olmadı. Şu akım bu akım diyede hiç düşünmedim. Başkaları yapsın. Beni ilgilendirmiyor.Ben Çanakkale’nin Çan ilçesinde bir şiir programınaçıktım. “Nurullah Genç Şiir Dinletisi”yapmışlar. Yaşlı bir adam geldi bana: “Ben siziServet-i Fünun şairi biliyordum.” dedi.Birileri tasnif edebilir, bir yerlere sokabilir.Hayır, o değil önemli olan, şairin kendisine nasılbaktığı önemlidir. Kendisi bilinçle yazıyor mu,o önemlidir. Edebî cereyanların pek çoğunu bilirim.Ben Divan şiiri, Halk şiiri, destanlarımızda dâhil olmak üzere-şiir geçmişinden kopmuşve bugünün toplumsal hakikatini bir tarafa itenve de hakikaten çözülmüş, yerle yeksan olmuşdünyamızın hakikatlerini bir tarafa iten-bunlarınhepsini kendisinde toplamış bir şiiri yazmanınpeşindeyim. “Ben kendimi nereye koyuyorum?”diye düşündüğümde. Ben hayatta olmadığım zamanlarda,bu ülke insanının bu ülkede doğacakyaşayacak olan insanların geleceğine sanat adınaküçücük de olsa; bir damla, bir iz bırakabilirmiyim? Bunun peşindeyim. Birileri beni şair bilesaymayabilir. Bunun bir önemi yok. Çünkü benbaşkaları beni tasdik etsin diye yaşamıyorum.Ben bir şeyler yazıp ortaya koyayım, bu benimsadakayı cariyem olsun. Milletimin edebî terekesinebir şey eklesin, gayreti içerisindeyim. Bunubecerebilirim, beceremem ayrı… Ama benimderdim bu… Onun için nerede durduğumu da çokönemsemiyorum.Bu aynı zamanda sizin şiir poetikanız olarakda anlaşılabilir mi?Söylediğim poetikadan belki bir küçük çizgiydi.Ama ben şiir poetikamı yazacağım zaten.Büyük çapta bir kitap şeklinde çıkmasını planlıyorum,hazırlığını da yapıyorum.Şiir poetikası için insanın yaratılışına gitmenizlazım. Yaratılışla başlar. Ta cennetten sürgünegitmek lazım… Şiirin, sanatın, edebiyatın başlangıcıorasıdır. Şeytan Hz. Havva ile Hz. Âdem’inasıl kandırdı? Aklıma hep o geliyor. Belki şiirokuyarak kandırdı. Neden Kur'an-ı Kerim’dekişairlerle ilgili ayeti çokça dikkate almıyorsunuz?Madem biz bir İslam medeniyetinin insanlarıyız47eylül-ekim-kasım2009


Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mahrem ve Münzevi”adıyla bir araya getiriyorum. Birçok şiirimi ve birçokşiirimden de mısraları attım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim,yırttım. Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline…neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerleonun karşısında gezen şairleri bir araya getiripbir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradanbaşlayacak. Şöyle mi zannediyor şairler; yazdıklarışiirin bir harfinden bile hesaba çekilmeyeceklerinimi zannediyorlar. Ben bir şair olarak Hz.Peygamber ile Ashab arasındaki bir konuşmayıhiç unutmuyorum. Ashabdan biri soruyor: “Buzerre kadar hayır zerre kadar şer de olsa insan neyaptığını bilecektir. En küçükleri de mi bilinecektir?”diye. “Evet, en küçükleri dahi bilinecektir.”cevabını alınca, o da “Vay anamın ağladığına…”diyor. Şimdi acaba yazarlarımızın anası nasıl ağlayacakyazdıklarından dolayı, takıntılarındandolayı, böbürlenmelerinden dolayı, kibirlerindendolayı. Kendilerini büyük bir varlıkmış gibi beyanetmelerinden, şımarık yürümelerinden dolayı.Bunların hepsi ortaya koyulacak. Çünkü Allah(cc) Kur'an-ı Kerim’de açık ve net; şımarık yürüyenleri,kibirle yürüyenleri sevmem, diyor. Birinançlı şairin, bir Müslüman şairin bunu dikkatealmaması büyük bir isyandır. Bunların hepsi opotikada olacak. Bunlara uygun da yaşamaya çalışıyorumama yanlışlıklarımız da olacaktır tabi.Günümüz Türk şiirini ve sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz?Karşılaştırma şansınızoldu mu Batı sanatı ve şiiri ile?Erdoğan Alkan’ın “Şiir Sanatı” adlı kitabınıokuyordum. Son 60–70 yıl içerisindeki büyükbazı şairler de dâhil Fransız şiirinden nasıl etkilendiğimizi,bazı büyük şairlerin bazı şiirlerininFransız şairlerinin nasıl kopyası olduğunu, nasılbirebir çevirisi olduğunu izah ediyordu. Bazılarışaşırabilir, “vay be!” diyebilir. Şaşırmıyorum ben,daha önce söylediğim gibi geri kalma ve çözülmehakikaten millet olarak ekonomik anlamda, siyasi,sosyal, kültürel anlamda düşüşümüz ve geriyegidişimiz sanat ve edebiyata da yansımıştır. Bizkendimize sadece musikide düşman olmadık, şiirve edebiyatta da düşman olduk. Kendi geçmişimize,eserlerimize ne kadar değer verdiğimizi,bundan elli altmış sene önceki ders kitaplarımızabaktığımızda görüyorsunuz. Biz Roma tarihine,Yunan tarihine ve felsefesine hangi değeri vermişsekFransız şiirine de aynı değeri vermişiz.Almışız, başımızın üstüne oturtmuşuz. Ben şunakarşı değilim: Okumak, öğrenmek, yararlanmakayrı şeydir. Onun meczubu olmak, o düşünceninpervanesi olmak, onun etrafında dönmek ayrışey... Biz elbette ki dünyadaki bütün gelişmelerisanatta ve edebiyatta takip edelim. Kendimizizenginleştirmenin bir vasıtası, ilmin bir uzantısıolarak görelim ama unutmayalım ki edebiyat değeryargıları ile var olur. Ve her edebiyatçı kendideğer yargılarını şiirine, sanatına, hikâyesine milimmilim dokur. Boşluktaysa boşluğunu yazar,loşluktaysa loşluğunu yazar, taşlıktaysa taşlığınıyazar… Eğer bir değer yargısı normu varsa o normuyansıtır eserine. <strong>Bizim</strong> değer yargılarımız venormlarımızla örülmüş bir şiirin, bir hikâyenin,bir romanın ne zaman çok daha güçlü şekilde yazılacağınıhep merak edip duruyorum. Çok dahagüçlü şekilde dememin sebebi de bizim bir geçmişimizvar. Yani Divan edebiyatının devasa birdoruğu var, o doruğun üstüne bir şeyler koyarakyazmak anlamında söylüyorum. O yüzden bizimsanatımızla Batı sanatını karşılaştırdığımızda durumpek iç açıcı değil. Biraz daha özdeşleşmiş,kendini onun içinde kaybeden ve bizim edebiyatımızaçısından da kaybolmuş şairlerimiz, akımlarımızvar. Bunlar ne zaman hakikatte tam olarakanlaşılır, 100 sene sonra bizim insanımız iyiyedoğru giderse bunlar edebiyatımızın neresindekalır, çok emin değilim.Konuşmalarınızda zaman zaman “güçlüşiir” söylemini kullanıyorsunuz. Bunu birazaçar mısınız?Şiir sanatının ruhuna uygunluk… Çok açık48eylül-ekim-kasım2009


ve net bir şey söyleyeyim: Her şair kendisininMolla Kasım’ı olmalı, kendisini okuyup değerlendirebilmeli.Tecdidilik dediğimiz budur. Yıllarcaönce yazdığı bir şiiri okuyup “Burada hatayapmışım, burada bir noksanlık var.” diyebilmelisanatçı. Okumanın yaşı yok. Şairlerin en büyükproblemlerinden biri de bir süre sonra okumamaları,kendilerini geliştirmemeleridir. Bir büyükşair televizyonda: “Ben kendimden küçükleriokumam.” diyordu. Böyle şey olur mu? Okuyacaksınızki gelişmeleri bilesiniz. Geçmişi okuyacaksınızki neler yazmışlar onu bilesiniz. Okumadankendinizi geliştiremezsiniz. Ben eminim kiokumayı becerebilen her sanatkâr gittikçe gelişir.Kendi yazdıklarına baktığı zaman da noksanlıklarınıgörür. Düzeltmelerini yapar. Belki atar birşiirini, bir daha almaz kitabına. Ben bunun böyleolması gerektiği kanaatindeyim ve güçlü şiirinde zaman içinde törpülendiği hâlde, rendelendiğihâlde dokusu kalan, mısraları kalan şiir olduğunainanıyorum. Eğer şair kendi şiirine yeniden döner,“Bu mısra olmamış.” deyip olmayan kısmınıatar, olan kısmını tutarsa güçlü şiir odur. Çünküilk anda bunu fark edemezsiniz. İlk anda tamamlanmışolmuyor sizin bilgileriniz. Şimdiye bakışınız,kültür yeterliğiniz tam olmuyor. O zamanda sınırlı bakıyorsunuz. Sınırlı baktığınız yerdenkurduğunuz bir mısra daha sonra daha geniş birperspektiften baktığınızda zayıf bir mısra olarakgelebiliyor size. Değerlendirip yeniden üzeriniçizebiliyorsanız, geriye kalandır güçlü şiir. Bunuböyle düşünüyorum. Ben kendimce bu çalışmalarıyapıyorum.Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mahremve Münzevi” adıyla bir araya getiriyorum.Birçok şiirimi ve birçok şiirimden de mısralarıattım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim, yırttım.Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline…Belki 20 sene sonra baktığımda “Mahrem veMünzevi”de de eksiklikler görecem bu günkü bakışımlabaktığım için ama onun da sonu yok, biryerde noksanlığı ile kalacak.Şiir akşamlarının katkısı nedir şiir piyasasına?Bundan on beş yirmi sene önce katkısı oluyordubelki ama şimdi katkısı olduğuna inanmıyorum.Çünkü genel bir çark hâline geldi bu. Sürekliaynı şeyler tekrar edilip duruyor. Şimdi sadeceşiir akşamları ile şiiri takip eden biri şiiri bu kadarbilecek. Ama şiir bu kadar değil, bundan daha büyükbir şey. Şiir akşamlarının şairlere de bir kötülüğüvar, sahneye çıkıp şiir okumak insana birtatmin duygusu yaşattığı için alkışlandığı için alkıştansonrası yoksa kişide bütün hayatı boyuncasahneye çıkıp alkışlanmak “Vay be şairmiş, şiirivarmış!” diye tasdik edilmek varsa, ondan sonrasışair için de bitiyor. Hâlbuki böyle değil, bu işinyüzyıllar sonrası var. Hayatta kaldığınız sürece,kıyamet kopmadığı müddetçe, bu topraklarda yada dünyada yaşayacak insanların daha sonra yaşayacaklarındünyasına hitap etmek var. Öyle birşey koyacaksınız ki ortaya 100 yıl sonra okunduğuzaman da sizin o zamanki hâlinizle yaşamayıbecerebilecek bazıları. Bunu gerçekleştirdiğinizzaman ayrı bir sonuçla karşılaşırsınız. Ama şiirşölenleri ve şiir programlarının iki sebepten şiirpiyasasına fazla katkısı olduğu kanaatinde de değilimartık: 1-Bu programı hazırlatanların yanibelediyelerin 2- Programa katılanların vücut ispatınadönüştüğü için.“Nasıl olur?” demeyin. Ben zaten bir “organizasyon”hocasıyım. Biraz da o gözle bakıyorum.Sürekli yenileyerek, üzerine bir şeyler koyarak,farklılaştırarak; hatta öyle bir hâle getire ki şiirakşamlarına katılan bir kişi beyni zonklayarakçıksın. Yorgunluktan, terden, bunalımdan sıcaktandeğil, arada anlatılanlardan dolayı beynizonklasın ve öyle ağrısın. Bu noktaya getirerekbunu güzelleştirebiliriz. Yoksa bir fasit daireyedönüşmüş durumda şiir programları. Böyle inanıyorumben. Birileri buna “hayır!”diyebilir.Sayın hocam, konuşmamızın başında halkkültüründen etkilendiğinizden bahsettiniz. Türkülerede çok yakın olduğunuzu biliyoruz. “Şiirinizve türküler” dersek neler söylersiniz?Çalamıyorum, söyleyemiyorum ama çok seviyorum.Çocukluğumda söylüyordum, yakınlığımondandır.Çocukluğumun kış gecelerinde bir şiir okumafaslı vardı bir de türkü söyleme faslı… Düşününyarım saat, 40 dakika şiir üzerine konuşuluyordu.Benim halk şairi olan rahmetli bir amcamvardı. 1000’in üzerinde şiiri vardır. 30 yıl babamile beraber köyde kitap okumuşlar. Benim rah-49eylül-ekim-kasım2009


metli babam Niyazi-i Mısrî Divanı'nı ve AlvarlıEfendi’nin gazellerinin tamamını ezberden okurdu.Fuzuli şiirlerinin %70’ini ezberden okurdu.Düşünün, o ağır şiirleri ezberlemişti. O ortamdabir de türküler, gazeller söylenirdi. Ben Keremtürkülerini, Karacaoğlan şiirlerini bolca ezberleyipelimi kulağıma atıp makamla söylerdim o zaman.Daha altı yaşındayken amcamın oğlu benimkulağıma fısıldardı, ben de makamla söylerdim.Türküleri henüz tam bilmiyordum. Sonra gitmişbabama demiş ki “Bu çocukta şair kabiliyeti var.Murat Çobanoğlu’nun yanına götüreceğim, banaizin ver.” Çobanoğlu, Reyhanî henüz popülerolmuş. Babam demiş: “Niye?” Amcamın oğluda: “Bu müthiş halk şairi olur, âşık olur. Çünkübenim unuttuğum kısımları, Kerem’in şiirini uygunşekilde tamamlıyor.” demiş. O unutunca bende uydurur söylerdim. Babam; “Ben onu İmamHatip’te okutacağım.” demiş. Durumu bana dasöyleyince o benim içimde bir ukde olarak kaldı.Bir ara saz alıp öğrenmeyi de düşündüm. Yakınlığımbu şekilde.Dinlediğim müziklerin %80’i türküdür. Uzunhava dinlerim bol bol. Sonraları türkülere dairmetinleri okuyunca ne devasa bir geçmişimiz olduğunugördüm. “Her türkümüz bir romandır.”der, Ahmet Hamdi Tanpınar. Gerçekten de öyledir.<strong>Bizim</strong> trajedilerimiz, komedilerimiz, dramlarımız,inancımız… Düşünün ayete, hadise telmihtebulunan türkülerimiz var. Bunlardan uzakduramayız. Bunların bizim şiirimizde bir yeri olmasılazım. Ya sesi ile olur ya kültürel zenginliğiile olur ya da o halk kültürü dediğimiz kültüründaha üst kesime taşınması ile ilgili olabilir. Amabenim türkülerle çok yakın bir ilişkim oldu zaten.Ve etkilendim, çokça etkilendim. Ama şiirimde,burası halk şiirinden etkilenmedir diye çok nettespit edebileceğiniz bir şey değildir bu. Sestebulursunuz. Ben kendi şiirime baktığım zamantürkülerin sesini birtakım yerlerde gösteririmsize. Vardır yani, o ses etkilemiştir bizi.Hocam sizin bir de fotoğraf merakınız var?Bu yönünüzü öğrendikten sonra şiirleriniz benimzihnimde daha farklı bir noktaya yerleşti.Çünkü o an’dan, ayrıntıdan zaman zaman birşiirin çıktığını, çıkabileceğini fark ettim. Siz bukonuda neler söyleyeceksiniz.“Fotoğraf görüntünün şiiridir.” der bir düşünür.Ama çekebilene. Ben ilk fotoğrafa başladığımzamanlarda bir fotoğraf sanatçısı hem debana hocalık yapmış bir arkadaş Osman Karadeniz,kulakları çınlasın, dedi ki: “Hocam bakın, fotoğrafçekmek fotokopi çekmek demek değildir.Gördüğünüz şeyi aynen yansıtmanız anlamınagelmez. Fotoğrafın da bir şiiri vardır, o şiiri yakalamayaçalışın. O farklılığı yakalayın.” Portre miçekiyorsunuz. Her insanın yüzünde bir şiir vardır.O yüzdeki şiiri her zaman okuyamazsınız. O birandır. O anı yakalayıp çektiğinizde yakalayabilirsinizo şiiri. Her çektiğiniz yüz portre değildir.Buna dikkat edin. Manzara fotoğrafı mı çekeceksiniz,sadece manzaradaki güzelliğe değil, omanzaradaki ayrıntıya, kompozisyona, grafiğedikkat edin. Bunlar bir şiirin alt öğeleridir. Yanişiirde de bir kompozisyonun olması lazım. Hattabir şiirde bir grafik bulup çıkarabilirsiniz ortaya,çünkü çizgiler vardır şiirde. O yüzden fotoğraflaşiiri ben birbirinden çok farklı görmüyorum. Birisigözünüzle kalbinizin buluşup bir teknolojikvasıtayla test etmeye tespit etmeye çalıştığınızbir sanat olarak karşınızda duruyor. Diğerinde isegözünüz içeriye dönüyor. O dışa dönen gözünüziç dünyanıza dönüyor. İç dünyanıza dışarıdangelen görüntülerle şiiri ki o görüntüler kültürelgörüntülerdir, psikolojik görüntülerdir, yüzlerdir,simalardır, tarihî olaylardır vs. Onlarla bir şiirinfotoğrafını arıyorsunuz içinizde aslında.Gerçek her şiirde fotoğrafik bir taraf vardır.Bana bir şiir söyleyin size oradaki fotoğrafı söyleyeyim.Çünkü mutlaka bir betimleme vardır orada.Şiir ile ilişkisini bu anlamda düşünmek lazım.Ben şimdi acaba 50 tane şiir gibi fotoğraf çekebilirmiyim ömrümce? Ama en iyi şiirlerim kadarbaşımın üzerine asabileceğim 50 tane fotoğrafçekebilir miyim, diye yakalamaya çalışıyorum.Fotoğraf sanatının şiirime şiirimin de fotoğrafsanatına katkı sağladığına inanıyorum, ayrıntıyıyakalamak açısından. Mesela az önce otobüslegelirken camdaki sivrisineğin fotoğrafını çektimve aklımdan: “Camdaki sivrisineğin şiirini yazabilirmiyim?” düşüncesi geçti. İşte bu fotoğrafınşiire şiirin de fotoğrafa katkısını gösterir.Hocam <strong>Bizim</strong> Külliye dergisi okurları vekendi adıma size çok teşekkür ediyorum. Sağolun. ■50eylül-ekim-kasım2009


ZAKKUM*Ören çarşılardan gelirim alışveriştenYıkık sütunlar sarılı dalgınlığımaDil döker durur tezgâhta zakkumlar,Çiçekler sunup cesedinden kraliçelerinİnatçı kemerlerin ayakları dibinde,Parçalanmış taçların parıltısından,Yeşili sızıyor kertenkelenin,Ağusu kralların şarap tasındanBaş üzverlik adlar ve buyruklar,Kazınmış taşlara ve devrilmişBütün muhafızlar uyuklar,İniltisi ayakta efendilerinKulakların gök kubbenin seyir defterindeKanar yüreğim suskun çeşmeler başındaEsrik yellerde kokusu nice çılgınlığınAradım durdum nice mezar taşında,Yalın sevmelerin kibirsiz türküsünüŞiirler alır saltanatlar satarım,Düştükçe yolum ören şehirlereEsir pazarında nice tahtı sergileyen,Esirler görürüm bir satırlık sevgiyeSen ey dili kekre kayaların tezgâhtarı,Kaldır pembe örtülerini pişmanlığın üstündenHayalinle fikri solan güller için,Söyle saklısını kökünde barınan zehrinYAHYA AKENGİN*Şairimizin bu yılki Uluslararası Struga Şiir Akşamlarında okuduğu şiir.51eylül-ekim-kasım2009


MUHACİRHaydi gel bir akşamüzeri,Elinde kan gülü:Hüzün!..Hüzün!..Nasıl da ateş saçıyor gözlerim?Dalıma konan titrek, sırlı dikenlerCan suyum,Çıplak tenimde akşam...Bu sırrı çözmeliyimHer şeyi yeniden/ yorumlamalıBilmeliyim sözü kime,Rengi kime çalmalıyım...2.Gece ışıyan yerde azapYıldızların oğlu bozan uykumuGözümü okşayan/ düş de olsaKemikten eşiklere sıkıştıran yolumuDinle, söylüyorum sırrımı:e r i y o r u mBoşlukta saklayarak çoğalışımıy ü r ü y o r u mMuhacirim içime doğru...3.Beynimi yedi şafakGökte yunmuş bulut yokNe de güneşin sabrı4.Bunca yoktan sonra düştüm yollaraIşık ışık akıyor sokaklar yorgunİlk adım onun’çin…Maiden sızan sedefKanayan FerhadGeceye dönen simya…Gözüm güneşle kardeş,Çözdüm sırrını gitmeninDoğduğum sabahaBeyaz bir tuvalGibi yansıyor yüzüm,Gitmelere u s a n ı y o r u m…ÖZCAN ÜNLÜ52eylül-ekim-kasım2009


GÜN SÖZLÜĞÜSabah yörük yurdudurAlabildiğine gecesiz ve hürYağmur toplar seslerdenDağıtır güneşlereDağlara dağıtır,Kuşlara gökyüzüneYalnız bir şehir kalırKuşluğunda selvi,dalında rüzgarVe gün bu yurdun ırmağında yıkanırÖğle bey konağıdırDenizler öpmeden güneşiBu hanede geçen yazıGelen hayal büyütürTaşların gözlerinde dolunay, yıldızlarMavi bir tablo gibiHüznün ikindisine yürürİkindilerdir göçebe akşamların habercisiVe ikindilerdir karanlıktan en fazla korkanAkşam mum bilmecesidirDeniz soluğunda ayı eritirBöyle başlamıştı büyüsüŞarkısını gül yaprağına yazmadan önceŞehirler dağıldı geceyeŞehirler büyüdüBüyüdü yalnızlıkYatsı bir çocuk ölümü kadar yalnızAşktan sonrası kadar uzakGece kaf dağıdırÇağı kapatmaya görsün Anka’nın gözleriTarihe kör diye geçer tutanaklardaGecesinde ateşe ve aşka paha biçilmezBaştan çıkarır dolunayBaşa getirir takvimlerTutuklanırsa leyla tutuklanırsa uykularımızSeher hatimedir meleğin sessizliğineVe şafak yeni bir rüyayaÖMER KAZAZOĞLU53eylül-ekim-kasım2009


SitareOSMAN KOCATarlanın öte yakasından seğirterek geliyor Encam. Düşen toprak rengi, ter kokulu poşusuna aldırmadan...Minicik ellerindeki değneği gelişigüzel savurup, avazı çıktığı kadar bağırıyor bir yandan:“Aneey, aneeey! Gelmiştir işte!..”Gök gözlü, kumral saçları örgülü, gün yanığı bronz yüzlü Encam. Bildik âlemi, birkaç dönümlük toprağamahkûm; altın kafesteki bülbül, tıpkı makûs yazgısı gibi. Oya işlemeli, bahtı gibi rengi kara çemberi,koşarak çıkardığı rüzgârın ensesinde. Takılmış ardına, gölgesini takip ediyor tatlı telaşla. Yumruk büyüklüğündekiyüreğini çatlatırcasına, ay yüzünü patlatırcasına, yıldızlara inat kayarcasına, uçarcasına koşuyorEncam. Özgürlüğünün sayılı daireleri arasında gidip geliyor ve bir yandan tazelemeye çalışıyor tükenennefesini:“Aneeey, canım aneey, bahtım aneey! Geliyooo işte! Dedimdi sana... Dediydim...Yanakları al al Encam. Tozu toprağa, umudunu kaskatı boğazına katarak kuş hafifliğiyle çırpınan kalbinianacığına sunarak koşuyor...Zilan, ocağın başında. Bulgura su katacak birazdan. Briketler arasında kıyametler koparan bebeği susturmanınbaşkaca çaresi yok. Tek gözlü oda, ocağın buhuruyla gözlerini puslandırıyor bebenin. Zilan’ıngözleriyse yangın yeri, ocağın kendisi...İşi başından aşkın Zilan. Tek parelik fistanı kir yağ içinde. Genç kızlığından hediye. Fakat o, renginibile hatırlamaz şimdi. Ersiz er meydanında, bir kadın başına, Encam’ına ablalık, bebesine analık eder. Hatıralarıkahır yüklüdür. Sol göğsü kesilmiştir sütten, kıtlık illetten. Kızlığından arda kalan bir tek kadınlığı.O da mahrem kesiktir, uluorta yerinden...Bulgurunu elekten, umudunu kahpe felekten geçiren Zilan. Koca yatağında küsmüş oyuncaklarına,henüz oyun çağında. Elleri nasır, sırtı kambur bağlamış. Doğum sancılarında yitirmiş dişlerini. Alnı kırışkırış, esmer yüzü zalim damarlarla çizili, düşleri ateşle çevrili. Bekleyeni yoktur hem, hem beklediği çokturbeklentilerine ilaveten. Saçları kar renginde, kar güzelliğinde Zilan...Mukadder hayatın muvakkat durağında kimsesiz, sahipsiz Zilan. Dargınlığı takvimlere değil, icat edene.Unutmuştur ağlamasını. Bilse, hatırlasa ne fayda! Ağlayacak tuz kalmamıştır ki ciğerlerinde. Tövbeleredip Allah’a, karıncalar katar aşına.Kundaksız, kuru toprakta ağlar bebe; anacığına nispet edercesine. Sanki dilini bilir, duygularını seslendirir.Görseniz; ne mütebessim ve ulvidir. Ama suyu sütten, gündüzü geceden, anayı babadan ayırt etmez.Dünyaya geldiğine bin pişman gibidir de, anacığına belli etmek istemez. Babasını attaya gitmeden önce, oda döl yatağında görmüştür ilk ve son kez...Yıldızı bol gecelerde, karanlığı yaran ayışığını sine sine çeker “sine”sine. Adı için, erini bekler anacığı.54eylül-ekim-kasım2009


Toprağın kokusuna, babasının yokluğuna alışkın bebe. Dilindeki bağın çözülmesini, babacığının evinedönmesini bekler, derviş sabrı içinde, mütevekkil. Bilir ki; “yıldız”ları çok sever anacığı. Uzanamasa daelleri, gözleri kuyruklarına değer. Bilir ki; eri geldiğinde “sitare” olacaktır ismi...Çivit mavisi gözleri, yıldızlara kayan Zilan. Ekmeği keder, suyu heder Zilan. Baba ocağına izin vermeztöreler. İzbe bir köyde, köyle aynı metruk kaderde. Yorgun vakitlerde söyleyecek türküsü, yitik iklimlerehicret edecek ülküsü dahi yoktur. Dişlileri döner de zalim dünyanın, o kaypak çarktan bile mahrumdur...Encam’ının buhurları dağıtan sesini duyanda, solgun üç adımda, kendini yele verip dışarı çıkıyor Zilan.Güneş yüzünü yakmıyor. Ellerini siper ederek bakmıyor ötelere. Başının düştüğü yerde, ışık tayflarıraksa durmuş. Şavkıyan alnını çorak toprağa vurmuş. Kırık bir heyecan gönül coğrafyasında... Buğulugözlerini yatırıp ıraklara, güpegündüz yakılan yıldızları kucaklar gibi açıyor kucağını...Ömrünün lekesiz -ter ü taze- çığırtkanlığına nazire edercesine koşan ve koştukça çatlayan dudaklarınıapak teriyle sulayan Encam. Dokuz yıllık harcırahında baba sevgisine muhtaç Encam. Şeffaf kanatlarınıaçıp kelebek edasıyla süzülüyor. Neşesine diyecek yok. O minicik, o körpecik aklından nice nice büyükdüşünceler, rengârenk cümleler geçiyor. Yaldızsız ve şatafatsız. Öylesine çocuksu öylesine yalnız. Mutantanama kifayetsiz sitemiyle, sahibi olduğu sese uşaklık etmenin ölgün lezzetini tadıp toprağı incitmedenhızlı hızlı yürüyor ve bir yandan:“Aneey!” diye haykırıyor. “Dedimdi sana. Geldi işteee!”Sözcüklerin merhametindense, değişmeyen ve asla ve kat’a değişmeyecek olan kavramların kokusunasırnaşan Sitare. Yakup’un Yusuf’u, Hacer’in İsmail’i bebe. Depreşen tarifi muhal duygularını acıyla yutupbir çarşaf gibi örtüyor ruhunu. O mukaddes lisanın merhametiyle kirpiklerini aralıyor. Gözleri nemli, kalbielemli. Birazdan kırkikindi yağmurları bastıracak. Bilir ki; göğsünün bam teli, tam o esnada uğultularlakıvranacak. Nar rengi gözleri ilişmese de, ezansız kulakları kutlu seferin ayak seslerini dinleyecek.“Sitare! Vakit ünleme vakti.”Sitare dertli. Süt kokulu ağzı; elbet bir gün dile gelecek...Zilan’ı kucaklıyor Encam’ın çıplak, cılız kolları. Kalbi küt küt Encam. Azıcık nefeslenir ise konuşacakve kim bilir belki bir daha hiç susmayacak. Cemre; havaya, suya, toprağa küsedursun, Encam’ın bayramlardabir daha boynu bükük kalmayacak. Utanç duvarlarını yıkıp simetrik iki heceyi “ba-ba” doyasıyakoklayacak, ölmeyesiye yaşayacak...Başı dumanlı, gönlü hazan Zilan. Okşuyor kızının örselenmiş saçlarını. Tomurcuk damlalar birikiyoralnında. Sımsıcak sevgisini, ılık nefesiyle üfürüyor etrafa. “Misk ü amber” değil, halis muhlis tezek havayasavrulan. Konuşamamanın ıstırabıyla çöküyor. Bir çatlayan toprağa, bir çatlamaya hazır kızına bakıpmüşterek iki bedeni küstürmek istemiyor. Hürriyetine mukabil sözcüklerin bağrı yanıp tutuşuyor:“De hele baham, ne ki derdin?”Ne değil derdi Encam’ın. Dert de ne ki?“Baboo geliiy aneey, babooo!..”Yok yok konuşmayacak Zilan. Bir dokunsan ağlayacak...Dört askılı miğfer görüyor önce, akabinde kağnı arabası. Büyücek bir sanduka var kızağında. Ar damarısızlanıyor. Nazlı bir gelin gibi sırça saraysız barakasına siniyor. Penceresiz, başlıksız, katlıksız tek gözlühanesine kuruluyor iyicene. Yapboz briketlerden birini söküp hareminden, gelenleri seyrediyor bir süre.Sitâre göğsünün sol köşesinde. Encam eşikte...Matruş dört simadan biri, beraberindekilere bağırıp bir şeyler emrediyor. Tek koşumluk arabada, kağnıbir başına, insanca riayet ediyor. Sırtındaki kambur hafiflerken, asaletine halel gelmiş gibi ezildikçeeziliyor. Kadersizliğine yanıyor için için. Tonlara bedel gövdesinin, gizemli bir buyrukla beniâdeme esiroluşuna sevgiden öte nefret duyuyor. Bu esnada küçük kızla konuşuyor sesi gür adam. Eline bir kâğıt tutuşturupsinekkaydı suratını güneşe sunuyor güzelcene. Dört matruş çehre; sandukadan nöbetini devralıpçekip giderken, toz kümeleri karışıyor havaya.Zilan merakta, Encam ayakta, bebe kundakta, sanduka toprakta.Koşaradım bir nefeste, içeri girip elindeki buruş buruş ıslak kâğıdı uzatıyor Encam. Ama okuyamaz kiZilan. Okul yüzü görmemiş anası gibi Encam. Gülen gözleri öyle berrak, sözleri şeker kıvamında nâk:“Bah aneey! Babamı uyandırmaya gıyamamışlar. Ne dersin ahşama uyanır mı?...”55eylül-ekim-kasım2009


Ne desindi Zilan ne cevap versindi şimdi? Ne dövünmeye mecali, ne ağlamaya takati kalmış. Yutkunur,söyleyemez. Boğazı düğümlenir, dillendiremez işte. Korkusu ateşe girmek değil! Ardında Encam’ı,kucağında bebesi.Titrek adımlarla dışarı çıkıyor Zilan. Haykırmak geliyor içinden. Ahıyla dumanlansın istiyor gök. Zarıylakıyamete dursun yer. Benzi acı bir tebessüme, genzi kekremsi hüzne çalıyor.Zilan önünde kapının, Encam arkasında. Sitare merhabasında hayatın, eri veda havasında...Toprağın sadakatiyle, toprakla aynı kaderde Zilan. Çukur gözlerinde hasret duman duman. Gökte güneş,sükûnetini bozmadan akıyor. Gözleri Zilan’ın sandukada, Nemrud’un alnı yasta. İki hazin çizgi süzülüyorkalem kaşlarından. Siması gülgûn, feleğin ahı tutmuş bir kere. Yarınlarının diğer adı yangın Zilan’ın.Tükenmişliğin kutbu, kutupların öte adresi... Meryem orucunda yitik sesi...Okşuyor babasının ağarmış saçlarını Encam, şeffaf elleri nurdan. Çenesine bağlı, kara yazgılı çaputukokluyor. Yokluyor babacığını. Uyanacağı o mesut ânı kolluyor. Aşina tek türküsü var Encam’ın, nakaratsız.Ayakları çıplak, kalbi revnak kalkıyor yerinden. Baba sevgisi derinden. El yordamıyla düşüyor yola.Uyansın istiyor babacığı, açılıversin gayrı gözleri. Kucaklansın diliyor Encam. Doyasıya öpülmek. Birgülse babacığı, bir kendine gelse; sözü var, Yılanboğan Tepesi’ne varacak, çocuksu nefesini Allah’ınasunacak Encam...Kundağı toprak bebe, anacığının sol memesinde. Sağ gözü, yıldızsız gökte. Bir dilek tutacak, arayıpbulacak, yıldızların kuyruğunu kırpacak, içeri giriversinler diye kundağını bir çeyiz gibi onlara sunacak.Henüz tanıyamasa da harfleri, sözler onu tanıyacak. Hazır babacığı gelmişken bir de adı “Sitare” olacak.Yazgısı felekten menkul Zilan. Eri, ermiş diyarında. Ermemişken “Murad”ına. Sabrın sonu felaket Zilan.Çiçekler gülücüklere hasret. Gülden kafeslerde cam kırığı düşleri. Zilan esrik, Zilan yitik, Zilan bitik!Örgüsüz saçları aynalardan azade. Teni Zilan’ın kefenden beyaz pek ziyade...Gayrı başkaca da haceti kalmamış. Onca yıldan kâm almamış. Göçecek, ille de terki diyar edecek.“Servi”ye andı var bir kez. Dönse de kahpe felek, Zilan andından dönmeyecek. Kederini yüreğine gömecek,yaralarına tezek tozu ekecek. Andı var ya Zilan’ın; kahpe feleğin dölsüz rahmine, peygamber çiçeğidikecek.Lakin önce Murad’ı. “Murad”ıyla muradından arta kalan tohumları hayın bağçesine serpecek. Zulasındayaftası hazır sılanın. Kırkı çıkanda Murad’ının, dağlara çıkacak. Kayalıkları mesken tutacak. Bilirki; sabırsızlıkla beklemektedir Nemrud. Zilan’ın pörsük eteği hâkî; Nemrud’un neftî. Zilan bir çıksın yola,Nemrud da ne ki!...“Servi”nin gölgesini tırnaklarıyla kazıyan anacığına bakıyor Encam, bir de uykusu ağır babacığına. Birduysa “Kehf”i, babası bilecek kimdir Yemlihâ. Nergis her ne vakit kulağına fısıldarsa, o da eşlik edecekbabasının sandukadan barakasına.Ama ne bilsin Encam? Saksağanların niye çığırdığını, çığırtılar arasında anacığının nasıl çıldırdığını?Aklı küçük, gönlü büyük Encam. Dizlerini dövmeyecek. Kaderine sövmeyecek. Babacığının mosmor yanaklarına“fıstık” yapacak. Doyasıya öpüp koklayacak. Söz verdi Allah’ına. Babası bir uyansın, bir dahaasla yalan konuşmayacak. Üstelik karınca yuvalarını da taşlamayacak.Başı göklerde Sitare. Yağmur kokuyor tel tel saçı. Gözbebekleri ondan bebek. Duygularını sağanaksele verdi verecek. Yanıyor can damarı. Peynir niyetine kanıyor ağzı. “Servi ile sanduka” arasını tavaf edenanacığının melaline bakıp ağlıyor. İsmail kadar şanslı değil belki, ama o denli mübarek teni. Tırmalıyorçenesini. Sızlıyor bir nefeslik kalbi. “Sitare”, sitare olalı böyle bir acı, böyle bir sancı görmedi.Yokluğun yok olduğu koğuşlukta, yerle gök arası bir boşlukta, hayatı can pazarının riştesinde Zilan.Yalnızlığın, unutulmuşluğun, kahrolunmuşluğun coğrafyasında Zilan. Narin gövdesini atıp bir kıyıya,“Murad”ını hele bir ısmarlayıversin öte yakaya, tırnaklarını al köpüklerle boyayacak. Günahın su komazçamurunda yunacak. Hele bir bulsun çerağı, zalim dünyanın gözüne sokacak.Nokta hükmünde, tırnak mesabesinde elbet onun da bir öyküsü var. Okuyup yazamasa da; tercüme-ihâlini, hazin sergüzeştini ilkin “Murad”ına, ahir “servi”sine anlatacak. Hatırında “Murad’ıyla servi”si birzira. İkisi de; konuşamamanın sabrıyla Zilan’a yol tutup yâren olacak...Ahdi var Zilan’ın... Güneş, bir daha üstüne doğmayacak!...■56eylül-ekim-kasım2009


Çimdik'tenDürtü'yeSEHER KEÇE TÜRKEREllerinden öpelim, mutlu kılalımAdayız hepimiz olmaya dede, nineBelediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde, akşamüstü kalabalığı içindeydi vetelâşlı insanlar etraflarına bakmadan yürüyordu. Ağaçların yaprakları güneşle oynaşırkenaraba trafiği sel gibi akmaya devam etti. “Dur durağı yok bu şehrin. Gelen gidiyor, gelengidiyor” derken duraklar, kadının aklına başka şeyleri getirdi. “Rahatlık yeri değil bu âlem,imtihan alanıdır. Ölmek için doğduk bu âleme ve birgün herkese “Son durağa geldin, inaşağı bakalım” denecek. İmtihanın nasıl geçti deseler, hâlim nicedir” diye geçirdi içindenderin bir nefes alarak.Yaşlı görmüyordu kendini, değildi elbette. İşini yapabiliyor, kendine gül gibi bakıyordu.Hareketli, sağlıklıydı, sorunu yalnızlıktı. Aslında görünürde bir yalnızlığı da yoktu. “Ağaçlar,gökyüzü, kuşlar bana arkadaş. Seccadem, tespihim, Kur-an‘ım bana yetiyor. Allah’tanbaşka ne isteyebilirim?“ derdi çoğu zaman. Ne var ki gerçeği kendisi biliyordu. Neşeli,gülen yüzlü görünmesine rağmen içi kan ağlardı. Bir türlü kendisi olamadığını düşündüyolda giderken. “Neden, neden kendim olamıyorum? Neden rol yapmak zorundayım? Hayır,hayır bu ben olamam. Ne olduğunu bilmediğim bir gariplik hissediyorum içimde. Kendimeyabancıyım. Ah bir eski durumuma dönebilsem, pısırıklığımdan, sessizliğimden kurtulabilsem,nerede o bolluk! İpin ucu kaçtı bir kere, tutabilene aşk olsun, içi beni yakar, seni” dediiçinden.“Hanımannemin kızıydım. Saygı içinde sevgi dolu günler geçirdik hep birlikte. Onlarımemnun ettim, ne derlerse yaptım, hiç karşılık vermedim, Allah şahit, onlar da benim içinaynı duyguları taşıdı. Bir dediğim iki olmazdı. Ektiklerimin karşılığında neler biçiyorum!Yoksa bunların nedeni narkoz mu? Narkozun insanın bünyesini değiştirdiğini duymuştum.Bazı bünyelerde kişiliklerin bozulmasına bile neden olduğunu söylüyorlar. Ben de apandisit57eylül-ekim-kasım2009


ameliyatı olmuştum yoksa onun için mi böyle pısırık, sessiz biri oldum? Ben, ben değilim,artık dayanamayacağım… En iyisi huzur evi mi dinlenme evi mi diyorlar böyle bir yer bulayım,Bulayım nereden? Evden kaçarak değil ya! Öyleyse nasıl yapacağım?” Makbule Hanım,düşünceler yumağı hâlinde kalabalık caddede yürümesini sürdürürken duyu organlarınıdünyaya kapatmış, hiçbir şey görmüyor, duymuyordu. Aniden acı bir fren ve çığlık sesleriile kendine geldi. “Teyze, ne yapıyorsun?” diye biri kolundan çekip kaldırıma sürükledi.Uğultu hâlinde kulağına gelen sesleri önce anlamadı. Taksi şoförü başını camdan çıkararaköfke içinde “Önüne baksana teyze, başımızı belâya sokacaksın. Yürümesini bilmiyorsanevinde paşa paşa otur” dedi. Makbule Hanım hiç aldırış etmedi söylenenlere. Olay sankionun başına gelmedi. Dalgınlığından silkelendi, yapacağı birşey yoktu, yürümesine devametti. Ayakları onu terminale getirdi. Uyurgezer durumda biletini aldı ve bekleme salonunadoğru ilerledi. Otobüsü vaktinde gelirse on beş dakikası vardı. Boş bulduğu sandalyeninucuna tünemiş gibi oturdu. Ruhunun sesini dinledi bir süre, iç sıkıntısı devam ediyordu,kendini iyi hissetmedi, yalnızlığı, içinde kıyamet kopardı. Sanki dünyada bir o ve gökyüzüvardı. Bu sırada önündeki sandalyede oturan kadının iştahla yediği simidin yanık susamkokusu burnuna geldi ve onu hareketlendirdi. Acıktığından değil birşey yapmış olmak içinyerinden kalktı, dışarıya çıktı. Oralarda bir yerde simitçi bulacağından emindi. Tahmin ettiğigibi köşede simitçi çocuk, sehpasına özenle dizdiği simitlerinin başındaydı. Susamları hafifyanık bir simidi aldı, salona döndü. Biraz önce simit yiyen kadınla gülüştüler. “Ne güzellerdeğil mi çıtır çıtır” dedi Makbule Hanım. “Evet, acıkınca da gözüme daha güzel göründüler”diye cevap verdi kadın. Karşılıklı konuşmalar devam edecekti ama otobüs geldi. Aslındakonuşmak istemiyordu, aklından geçenleri, iç huzursuzluğunu anlayacaklar diye az konuşmaya,iyi ilişkiler içinde olmaya çaba gösterirdi elinden geldiğince.Makbule Hanımın yeri otobüsün orta sıralarında pencere kenarıydı, yanı boştu. Bu durumahem memnun oldu hem olmadı. “Biri olsaydı, biraz laflardık” diye geçirdi içinden. Sonrada “Amaan, boş ver, konuşup da ne yapacağım, bakarsın boşboğazlık edebilirim. Böylesidaha iyi” dedi kendi kendine. Otobüs hareket ettiğinde de onun gözleri çoktan kapanmıştı.Uyandığında ihtiyaç molasında olduklarını anladı. Çay içmek niyeti ile yuvarlanır gibiotobüsten indi. Bekleme salonunda konuştuğu kadının bir başına oturduğunu görünce yanınagitti. Çaylarını yudumlarken havadan sudan konuşmaya başladılar. Öteki kadın “Ankara’yamı gidiyorsunuz?” diye sordu kibarca. Makbule Hanım “Hıı, evet” dedi. Deyişinde öyle birtuhaflık vardı ki merak etmemek mümkün değildi. Öteki kadın “Ankara’da mı oturuyorsunuz,gezmeye mi gidiyorsunuz?” dedi. “Nerede oturduğumu bilmiyorum. Ankara, İstanbularasında iki ayda bir gidip gelirim” dedi Makbule Hanım kadının yüzüne bakmadan. Ötekikadını daha çok merak sardı. “İyi iyi, gezmeyi seviyorsunuz. İmkân olduktan sonra nedenolmasın canım!” dedi. Makbule Hanım “Dışarıdan öyle görünüyor ama bana hiç gezme gibigelmiyor, ben, Çimdik’ten Dürtü’ye gidiyorum” dedi. Öteki kadın kendini tutamadı, güldü.“Çimdik’ten Dürtü’ye” lâfları komik geldi, merak içinde sordu: “O da ne demek?” MakbuleHanım ağzından kaçırdığı bu sözlerden utandı, yüzü hafifçe pembeleşti.Bolu Dağlarının çam kokulu havası, yolcuları her zaman olduğu gibi canlandırdı. Çoğu,çam kokulu serin, temiz havayı ciğerlerine çekmek için yolun kıyısında volta attı. Bazılarıtelefon kuyruğunda bekledi, bazıları aheste aheste çayını yudumladı, bazıları kıtlıktan çıkmışgibi yemekle meşguldü. Makbule Hanım, yolculuk boyunca uyumuş, ne etrafla ne deinsanlarla ilgilenmişti. Bu çam kokulu mola yerinde de hiçbir şey onun dikkatini çekemedi.İçinde kendini yaşadı ya da yaşayıp yaşamadığının kararını vermeğe çabaladı. Bildi bileliyalnızlıktan hoşlanmamıştı fakat yalnızlık, birgün aniden kapısını çaldı, içeri girdi, birdaha çıkmadı. Zaten, yolculuk arkadaşı bulma isteğinin nedeni buydu, sohbet istiyordu. Her58eylül-ekim-kasım2009


konuşmanın sohbet olmadığını biliyordu, kendi düşüncelerine uygun, kafa dengi bir kişi,sadece bir kişi olsa ona yeterdi.Birkaç kez yutkundu Makbule Hanım, bakışlarını başka yerlere çevirdi, bir an kaçacakyer aradı, buhar olup uçmayı, toz olup savrulmayı istedi. Bunları birkaç saniyede düşündüve sonra “boş veer“ dercesine yüzünü kadına döndü, gözlerini uzaklarda tutarak, kararlı biçimdekesik kesik anlatmaya başladı “Size komik gelebilir, ortada komik olacak bir durumgörünmüyor. Allah bağışlasın iki oğlum var. Sıra ile ikişer ay evlerinde misafir olurum.İkisinde de odam var, ayakaltında gezinmem. Zaten buna izin de vermiyorlar ya. Odamdaotururum, namazımı kılar, tespihimi çekerim, Kuran-ı Kerim okurum. Oğlumun arkadaşlarındanbazıları beni severler, görmek, hatırımı sormak isterler. Ne olsa eskiye dayanan birgeçmişimiz var, bir zamanlar ben de genç bir anneydim, çocukların arkadaşları evimize gelirgiderlerdi. Arkadaşlarımız, aile dostlarımız vardı. İşte o eski dostlardan bazıları beni görmekistedikleri zamanlarda mecburen yanlarına çağırırlar. Biraz otururum zira gelinim “çokkonuşma” diye tembih eder her seferinde. Konuşmamı beğenmiyormuş, köylü konuşmasıyapıyormuşum da! Bundan sonra konuşmamı nasıl değiştireyim? Konuşmam gerektiği zamanyani misafirler birşey sorarsa gelin hemen yanıma oturur, çaktırmadan bana bir çimdikatar. Bu “kısa kes” anlamına gelir. Ankara’daki de beni kolu, ayağı ile masa altından dürter,işte böyle kardeş. Çimdik’ten Dürtü’ye, Dürtü’den Çimdik’e gidip gelirim. Siz buna gezmemi diyorsunuz?” Öteki kadın güldüğü için mahcup oldu, ne diyeceğini şaşırdı. “Şimdikigençler böyle. Onları hoş görüp idare edip gideceği” gibi birşeyler söyleme gereği duydu.Kadının ne söylediği Makbule Hanım için önemli değildi, cevap vermeyi düşünmedi. Çektiğinikendisi bilirdi, durumunu dışarıdan bakmakla kimse değerlendiremezdi.Bu arada anlaşılmaz bir lisanla otobüsün hareket edeceğini bildiren duyuru yapıldı. Yavaşçaoturdukları sandalyeden kalktılar. Makbule Hanım, içtikleri çayın parasını vermekiçin kasaya doğru yürürken garson “Çaylar şirketten teyze” deyince hafif bir gülümseme ileteşekkür etti.Yerine otururken uyumaya devam etme isteğindeydi Makbule Hanım. Yıllardır içine attığısıkıntıları depreşti, konuşmakla yeni bir sıkıntı durumu meydana getirdi. Onları içindensökemedi. Sıkıntıları Allah’tan geldi ve onu Makbule Hanım yaptı, sıkıntıları ona hastı.“Yaradan, zorluğu sevdiği kullarına verir, bunun sonunda benim hayrıma olan iyi bir durumolgunu biliyorum” diye kendini teselliye çalışırken eski günlerden biri düştü önüne; kuzineninüstünde demlenen çayın buhar ile odanın ortasında çocukları yıkadığı leğenden gelensabunlu buhar buluştular ve Makbule hanımın gözlerinde acı veren bir yaş oldular.Ankara Terminaline geldiklerinde düşüncelerini bir kenara bırakarak uykulu, kısık gözleriniaçtı, yükü yoktu, bir küçük çantası vardı o da yanındaydı. İçinde torunları için aldığıhediyeleri bulunuyordu. İnerken kolaylık olsun diye bagaja vermemişti. Yolun karşısındabekleyen oğlunu ve arabasını hemen gördü. Otobüsün basamaklarından yuvarlanır gibi kendiniaşağı attı. Huzur evi de dinlenme evi de aklından uçtu gitti. Yol arkadaşı ile bile vedalaşmadı.Birden gözleri parladı, heyecanlandı. Biraz önce ayakları geri geri gidiyordu,oğlunu görünce annelik duyguları dillendi ve başka duygular yoktu artık. “Aman Hasanım,benim için buralara kadar gelip yorulmasın” diye geçirdi içinden ve kendini gayri ihtiyariyola attı. İşte olanlar oldu. Bu sefer şanslı değildi. Kolundan tutup kenara çeken olmadı.Kaşla göz arasında geri manevra yapan koca otobüsün tekeri altında kaldı. Artık onun içinzaman durdu, şehrin alaca karanlığında kıyameti koptu. Oğlunun “Anne gelme, anne dur”diye bağıran sesi geldi kulağına ve bunlar duyduğu son sesler oldu.■59eylül-ekim-kasım2009


"...yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralara muhatap bir neslinmensubu olarak, 'devlet memuru olamaz' şerhiyle devlet kapısına üçadımdan fazla yaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıllarındaAyasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan bir Müslüman olarak, sigara,çay, şeker, margarin, petrol, tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünlerikuyruğundan eli boş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim."ŞİNASİ GÜLAÇTIBundan önceki yazımız ‘tarih’ üzerineydi.Tarihle ilgili kocaman kelamlar eyleyip ‘Zulmünbayrağını dalgalandıranın Tanrı’nın rüzgârı değil,İblis’in nefesidir.’ dedik. Lakin hiç kimse bir “alo” ilebizi tebrik etmedi. Ya bu sözümüzü yavan buldular yada İblis’in kutsal topraklardaki mümin kulların taşlarıaltında kalıp geberdiğini düşündüklerinden sözümüzüciddiye almadılar.Biz “savaş”ı da yanına katarak yine “tarih” diyeceğiz.Şimdi birileri çıkıp “Sen kim, tarih kim kardeşim!”derse hem gücenir hem gocunurum vallahi.Çünkü yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralaramuhatap bir neslin mensubu olarak, “devlet memuruolamaz” şerhiyle devlet kapısına üç adımdan fazlayaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıllarındaAyasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan birMüslüman olarak, sigara, çay, şeker, margarin, petrol,tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünleri kuyruğundan eliboş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim.İşi biraz daha ciddiye alalım.İnsanlık tarihi denince akla -adına din deyin, milletdeyin, sınıf deyin, ne derseniz deyin- bir mücadelegelir. Bu mücadelenin iyileri kötüleri, haklıları haksızları,zalimleri mazlumları hep vardır… olacaktır da.Ancak tarih, kalemini hep kazananlardan hep kahramanlardanyana yontar. Ama öyle sanıyorum ki tarih21. yüzyıldan itibaren kazananların yanı sıra kaybedenleri,mertlerin yanı sıra namertleri, kahramanlarınyanı sıra alçakları da yazmaya başlayacaktır.60eylül-ekim-kasım2009


Savaş hilesi dışında arkadan vuranların sayısıkarşıdan vuranların sayısını aştığı an, savaş sözünüettiğimiz mantık ve mantalitesini kaybederek cibilliyetsizleşecek,mücadele anlam ve asaletini yitirecek,ölümler aleladeleşecektir.Çanakkale Savaşı’nı düşünün… Haklı olan, savunmadaolan biziz, netice itibariyle sevinen taraf dabiziz, zafer bizim. Kazanan yalnız biz değiliz, insantarafımız… Kanlı Sırt’ta birbirine sigara atan hasımlar.Yani aleladelikten eser yoktur.Yemen’de kaybeden biziz, kazanan karşı taraf.Ama aleladelikten eser yoktur.Doksan Harbi’nde kaybeden yine biziz, ama aleladelikteneser yoktur.13.4. 1 Ağlarım ser-i nuvişt-iBağdad’aIrak’ta patlamalar: 75 ölü, 310 yaralı…Bağdat hâlâ yanıyor. Gün geçmiyor ki bir alev,ana yüreğinin acısıyla harlanmasın.Ne diyordu Süleyman Nazif:Bir musibettir ki ehl-i İslâma,-Bir musibet ki hârikul’âde-Yaşıyorken de…Can verirken deAğlarım ser-i nuvişt-i Bağdad’aDe ki: - Ey mefharı sema-yı IrakYine İslâm elinde mâtem var,Bulunur, deste deste, her yer de,Kara bahtın gibi siyah siyah saçları(Dicle ve Ben, Nişantaşı, 6 Mart 1917)1917’den 2009’a Irak’ın tarihinde değişen ne?Bahtı da saçları gibi yine simsiyah…Harputlu Hacı Hayri’nin mısralarında olduğugibi:Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuşTek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydıYa da Nazım Payam’ın şiirindeki gibi:BenGecenin teninden bir ten aldım kendimeSonra olanlar oldu kemikle kaldım(Gecenin Teninden Bir Ten Aldım Kendime)Siyah, ayıp ve günahları ancak bizim gözümüzdeörter, Tanrı’nın indinde ise asla!Bağdat’ın baht genetik bir hâl mi ki yıllardır kadınlarınıngözleri erkeklerinin tenleri gibi siyahtanesmere gidip geliyor?...Geçme lâkayd önünden ey DicleHürmet et mâtem-i muazzamınaNüfus kütüğünde “Dini: İslam” yazan hiç kimsebu yangına kayıtsız kalamaz.Şairin de söylediği gibi “Çöllerinde yüz bin gençyatıyor ve hepsi de “Bağdad’a kurban”dır.Kimse kayıtsız kalamaz; çünkü “Kâh mecnun’unkâh Fuzuli’nin devr ile nevbet beklediği” diyardır.Ateist olduğunu söyleyen ve kendisine nüfusundakiİslam ibaresini niçin kaldırtmadığını soranlara,“Allah varsa benim Müslüman olmadığımı zaten biliyor.”mealinde bir cevap veren müteveffa Aziz Nesindahi, yaşasaydı bu zulme karşı çıkardı. Toprağı bololsun, moda söyleyişle “ışıklar içinde yatsın.” “Nuriçinde yatsın.”dersek anısına saygısızlık etmiş oluruz.13.5.1 Anılar defterinde gül yaprağıgibi unutuldumAnılardan ve tarihten ille de savaştan bahsedincesöz dönüp dolaşıp merhum Cahit Zarifoğlu’ [1] na dagelmeli.AnılarNe çok dostun vardiyen şaire.Edebiyat dünyamızın sağ cenahında oturan Zarifoğlu,ne mutaassıp ne muhafazakâr. Gönlündengeçeni yazan, zehir zakkum mısralarıyla tüylerimizidiken diken ederken müstehcen ötesi mısralarıylagözlerimizi belerten, savaş nidalarıyla at ve kılıç aratanbir şair.13.5.2 Tezgâhın altındaki meyd inAmerikaRahmeti Hocamız Mehmet Kaplan’lık bir şair.Mağara, karanlık, ışık, su… Gerisini siz getirindaha: Ana rahmine dönüş…“Aşkla şehvet, veliyle Zerdüşt, sevgiliyle fahişe,varlıkla yokluk, zaman ve ölüm, geçmiş ve gelecekarasında zikzaklar çizip durur şair… Açlık, varoluş,aşk, zaman, savaş hep iç içe örgütlenmiştir.” [2] derkendisini en iyi tanıyanlardan Rasim Özdenören.1. Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yay. İstanbul 1989.2. ---------------------------, age. s.1161eylül-ekim-kasım2009


Kadınımla bir hayvana benziyordukSaçaklı üç katlı üç ayaklıbir hayvanı (Boğuyorduk Yoruyorduk Ağırlıyorduk)aramızda(Çoğalmak)Gerisini yazmayalım, tahmin yürütün.İşte aydın’ın köşkü’nün başçayır köyüSay bakalım videolu kahvehaneleriSofular mollalar yatsıya gitsin heleTezgahın altından porno meyd in’AmerikaMeyd’in fransa almanya(Büyük Su)Eh, memleketimden insan manzaraları.Mısraların muhatabı olanlar hariç, Başçayır köylülerindenözür diliyor ve kendilerini sayfamızdanselamlıyoruz.13.5.3 Bitmez bir kartal çubuğutüttürmekAma biz savaş ve tarihten söz edecektik.Devam edelim.Bütün azalarını harbe çağırSofran açılsın elin şehit ballarından alsın……ArkadaşŞimdi yalnız savaş(Afganistan Çağıltısı)Şu mısra çok düşündürdü beni :Aynı kafa ayağımızın bodrumundaBaşımızı savaşlardan alabiliyor muyuz sanki! “Bukafa ne zaman köreldi?” sorusunun cevabını da zorbuluruz. Anlaşılan doğu ile batı arasındaki fikir cereyanıbizi fena çarptı. Bir ayağımız doğuda bir ayağımızbatıda, Boğazlar altımızda, fiziki yapımız değişti.Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçmeseydik keşke mi diyelim.Hissimizle doğulu kaldık ama fikrimizle bütüninsanüstü ve dahi tabiatüstü faaliyet ve gayrete rağmenbatılılaşamadık.Orda şehitler AfganDerler ki gel iman armağanıyla boyan(Yıldızlar Üstlerinde)Uçan Kartal’ın şefliğinde savaş boyası sürünenKızılderililer canlandı. Belki burada “Allah’ın boyasıylaboyan.”ayetine (Bakara; 138) telmih de var amabizim ona gücümüz yetmez. O Nedenle başka mısralarıgetirelim yanına da sözlerimiz askıda kalmasın:/Ben şair olarakBitmez bir kartal çubuğu tüttürüyorum(Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Aile)Batılılar bizden bahsederken özellikle iki yönümüzedikkat çekerlermiş: Savaşçı ve teşkilatçı.Orta Asya Türklerinin barış günlerinin savaş günlerindendaha az olduğu iki bilinmeyenli denklem değilki.Divanü Lügat’it-Türk’e şöyle bir göz gezdirelim.Kitabın müellifi bile kendini överken “… Türklerinen iyi kargı kullananıyım.” demekten kendinialamaz.Yaz ve bahar tasviri, av oyunları ve savaş at başıdır:Öpkem kelip ogradım /Arslanlayu kökredimAlplar başın togradım /Emdi meni kim tutarYa eserde geçen atasözleri:Tolum anutsa kulun bulur / Tolum unutsa bulunbolur(Silâh hazırlayan tay da bulur/ Silâhı unutan tutsakolur [3] .)Yagını aşaklasa başka çıkar(Düşman küçük görülürse başa çıkar.)13.5.4 Hapitiki Habitakü TâküMedeniyet nasıl kurulur?Yeni Dünya’da Kızılderilileri, Afrika’da Karaderilileriyok ederek.Sarıderililer hususunda alt komisyon çalışmalarınısürdürüyor.Bu noktada edebiyatımızın sol cenahında mevzilenen,zaman zaman bıkkınlık veren bir hümanizmayladünya tarihini resmeyleyen merhum Fazıl HüsnüDağlarca’ya kulak verelim:Neden dedim yanımdakineNeden Fransa AfrikasıHâlâElbet, dedi, uygarlık götürüyoruzDin taşıyoruz ışıldayan haçlar üstünde<strong>Bizim</strong>le olabilir o yerlerin uyanmasıVe yavaş yavaşHapitiki Habitakü Tâkü……3. Şükrü Kurgan, İzahlı Eski Metinler Antolojisi, MaarifMatbaası, Ankara1943.62eylül-ekim-kasım2009


İşte sana yeni Tanrının duası,İnsan derilerinden davulların(Fransa Afrikası, Batı Acısı’ndan)Adamlar haklı. Bunca insan aç ve açıklıktan, hastalıkve demokrasizlikten ölürken Batılı elbette kayıtsızkalamaz. Biz hay huy ederken onlar çelik kanatlıkuşların çoktan uçurmuşlardır insanlık adına.13.5.5 Filistin sınav kâğıdı müminkulun önündeFilistinliler için sağlı sollu yazmayan çizmeyen mikaldı ülkemizde!Cahit Zarifoğlu’ndan zorlu iki mısra:Filistin sınav kâğıdıHer mümin kulun önünde(Soru İşaretlerinden Biri)Bu iki mısradan sonra dememizi beklerdiniz?Evet, diyebilmek için bir mazeretimiz olmalıydı.Sınıfta kaldıkMürekkebimiz kurudu dadersek belki yanlış söylemiş ama yalan söylememişoluruz. Mürekkebimiz kurumuş olabilir lakin Filistin,Kenan Elleri hep kanayan bir yaramızdır, bir yanımızdır;yanlış söyledik bir yarımızdır. Kudüssüz bir Museviyidüşünürüm de bir Müslümanı düşünemem. Buda benim yanlışım.Veya ilk mektep çocukları gibiElektrikler kesildi deDers çalışamadımmı diyelim gözlerimizdeki bebeklerden utanmadan.Şairin sözü namluda:Bilirim aydınlık içinKaranlık da gerekli(Beyaz Camlar)Bu necip millet -devleti çok şey yapıyor KenanElleri için- hiçbir şey yapamasa da yönünü İslamınilk yıllarında olduğu gibi Kudüs’e çevirip dua eder.Şairin ifadesiyle “duasını ertele”mez. Filistin’i Filistinlileriher şeye rağmen, Güney Kıbrıs’ı ziyaret ediphaklı davalarında yanında olduğunu söyleyen uyduüssünden idare edilen uyduruk idarecilerine rağmensevmeye devam ediyor.Ve nihayet şairin şu duasına hepimiz“amin!”diyelim:AllahımYol boyuncaTarih boyuncaBaşıboş bırakma bizi(Böyle Ol Böyle Söyle)14.1.1 Savaşlar çıkmak için âdetabahane ararTarih= Savaş gibi bir Emin Oktayvari bir formülkâğıt üstünde bile ne sevimsiz duruyor.Hiç kimse ‘savaşa evet, barışa hayır’ deme hakkınasahip değildir. Savaş son çare olmalıdır. Bir doktorilaçla tedaviden ümidini kesip neştere sarılırsa, milletlerde hukukla sulhtan umudunu kestiği an silahasarılır.On litrelik beyaz boyayı grileştiren yarım litredendaha az bir kutu siyah boya dahi değildir.Öngörülerin hüsnükabul gördüğü bir ortamda bilgisayardenilen planlı programlı ama aynı zamandaruhsuz yaratıkların işgal ve gölgesi altında nefes tüketmeklemeşgulüz.Senaryoların ardı arkası kesilmiyor.Kıyamet teorilerinin ardı arkası kesilmiyor.Ölümü nasıl alırdınız efendim?Salgın bir hastalıkla mı? Gittikçe ısınan dünyayıbasan suda boğularak mı? Kara delik tarafından birlokmada yutularak mı? Her gün biraz daha genişleyenevrenle birlikte bir balon gibi bumlayarak mı? Meteoryağmuruna tutularak mı?İki büyük dünya savaşı görmüş olan dünyamızüçüncü büyük savaşa hazırlanıyor.Dünya silah ticaretini elinde tutan ülkelerin, BirleşmişMilletlerin en gözde ülkeleri olduklarını söylemekbu iddiamızı ispat için kâfidir sanırım.14.1.2 2020 yılında dünyaonuncusuyuzÖngörü ve senaryo lafını boşuna etmedik.“Önümde kristal kürem yok.”diyen bir zatın, GeorgeFriedman’ın [4] öngörüsü bu da.2020 yılında Türkiye dünyadaki ilk on ekonomiarasına girecekmiş.(s.194)“2030’lu yıllarda ABD, Türkiye’yi bölgesel çıkarlarıiçin bir tehdit unsuru olarak görecektir.” (s.198)Türkiye ABD’yi bölgesel çıkarları için tehdit unsuruolarak görme hakkına sahip mi?Bunu bana sormayın, televizyonlarda boy boy çı-4. George Friedman, Gelecek 100 Yıl (21.Yüzyıl İçinÖngörüler), Pegasus Yay. İst.2009, s. 258 vd.63eylül-ekim-kasım2009


kan strateji uzmanlarına sorun. Bir “çuval laf”tan sonrasoruyu başka bir soruyla karşılayıp iadeli taahhütlügöndereceklerdir bana. Bir de pembe karta “alındı”yazıp imza atmak zorunda kalacağım.Siz en iyisi Olasılıksız romanının yazarı AdamFawer’a sorun. O, başını sallamadan daha mantıklı vemakul bir cevap verecektir size.14.1.3 Süveyş Kanalı TürklerinkontrolündeCivcivli bir öngörü bizi bir hayli keyiflendirdi:“Türkiye’nin lider Müslüman güç konumunu kullanarakMısır’a girmesi ise kırılma noktası olacak…Süveyş Kanalı’nın kontrolü Türkiye için başka olanaklaraçacak…Ardından Kızıl Deniz’in ötesine geçecek,Hint Denizi havzasına ulaşacak, petrol rezervleriüzerindeki hâkimiyetini pekiştirecek.” (s.121 vd.)Vallahi ağzından bal damlıyor George kardeş.Lakin bizi “lider Müslüman” olarak kaç İslam ülkesikabul eder?İsviçre bankalarında milyon dolarları yatanlarmı?Sıkıştıklarında eteğimizden tutanlar mı?Her dönüşte arkamızdan atanlar mı?Filistin, Yemen, Irak, İran, Afganistan, Pakistan…gibi ülkeler dünya gündemine geldiğinde bizim milletinyüreği titremez mi!Hazır Hint Denizi havzasına gelmişken Japonlarlada ikili görüşmelerimiz olsun. Biz baklava ikram ederiz,onlar bize suşi ikram ederken de muhabbeti demleriz.ABD’den, NATO’dan ve BM’den unutmayalımAT ile İMF’den habersiz bir şeyler planlarız Mesela,dünyayı nasıl idare ederiz gibi. Ancak bu bölüm ‘düşmankazanma sanatı’na yönelik.“Türkiye, Polonyalıların, Hintlilerin, İsrail’inve her şeyden çok ABD’nin korkusu hâlinegelecek.”(s.214)İşte size tatilde okuduğum bir kitaptan alıntı: [5]“Luther, Türkleri, Tanrı tarafından Hıristiyanlığıtedib (terbiye, eğitim) tecziye (cezalandırma) ve ıslahiçin gönderilmiş millet sıfatıyla selamlıyordu.”Müellifin iddiasına göre Fatih olmasaydı, yaniİstanbul’u alarak Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı başlatmasaydı,Ortodoksluğu Katolikliğin elinden hiçbirkuvvet kurtaramazdı.Yorumsuz…5. Orhan Dündar, Medeniyetlerin Aşil Topuğu, KeçiyoluYay., Ankara 2003, s.132.14.1.4 Dünya Savaşını Türklerinmüttefiki olan Japonlar başlatacakÜçüncü Dünya Savaşı ne zaman patlak verecek?Cevap gelsin.“Üç Battle yıkımının, 2050 yılında 24 Kasım saat5’te yapılması planlanacaktır. Bu Şükran Günü’ndeABD’deki çoğu insan büyük bir öğünü sindirmekleuğraştıktan sonra şekerleme yapacaktır…”24 Kasım bizde aynı zamanda ÖğretmenlerGünü…Savaşı bize sen mi öğretiyorsun yoksa öğretmenim.Hâlbuki sen her yıl en az bir kere coplanmayıöğretirdin bize…Devam edelim. “İşte o an Japonlar saldırıya geçecektir.Battle Stars’ı hedef alan füzeler öğlene doğruateşlenecek…. Washington güvenlik ekibi yemekteolacağı için zamanında harekete geçmek imkânsızolacaktır.”Şimdi gelelim işin en şen şakrak yanına.“Japonlar 4.40 gibi Türkleri neler olduğu konusundabilgilendirecektir… Türkler, Japonların müttefikidirama Japonlar son ana kadar onlara detaylı bilgivermeyecek çünkü Türklerin onlara kazık atmasınıistemiyorlardır. Fakat Türkler bir şeylerin olduğunubilecek.”Vay vay!Bu senaryo da bir şeyler yanlış.1. Amerikalılar fast-food’cular. Yani ayaküstüyemek yerken kola içer, müzik dinler ve… <strong>Bizim</strong>için deseniz doğru. Milletimiz ‘yaşamak için yemek’ile ‘yemek için yaşamak’ ilkesi arasında gelgithâlindedir. Kararımız henüz kesinleşmedi.2. Türkler başkalarına kazık atma-tabirimi mazurgörün- hususunda sınıfta kalır. Çünkü biz bu işiaramızda yaparız. Esnaf ve zanaat erbabımız genelde1 yatırıp 10 kazanma temayülündedir. İşverenimiz 8saatlik iş süresini küçük bir çalımla 10 saatin altına hiçdüşürmemiştir maazallah ve maşallah. “Bu iş yerindeasgari ücret uygulanır” tabelası emeğe saygılı işverenimizinnazar boncuğu, devlet-i aliye adına bir şeylerkoparmaya gelen vergi memurlarının ser-levha-yı bîçaresidir.Bir enstantane: Kayserili vatandaş arabasına“Bu arabada dünyanın en pahalı benzini kullanılıyor”yazısını asınca arkasına ilkin vergi memurları düşmüştür…Gayet iyi gidiyoruz.“Aynı zamanda Türkler yıllardır Japonlarla bir-64eylül-ekim-kasım2009


likte yaptıkları savaş planına göre hedeflere kendisaldırılarını başlatacaklardır… Çoğu hedef ABD veMissisipi’nin doğusu olacak….”3. Vahim bir yanlış daha.2050 yılının iktidar parti ya da partileri olan ..Pile .P ile demokrasimizin “açık oy gizli tasnif” sistemininkapanmasından sonra değişmez anamuhalefetpartisi olan ..P vekilleri klasik dost ve müttefik ABDdururken ne diye gitsin de elin Japon’una sarılsın ki?Hem biz- bu satırları yazan kişi de dâhil olmak üzere-Missisipi’nin haritada yerini bile gösteremeyiz.Amma…Son zamanlarda adı yol’a çıkan haritalar peş peşesıralanmaya başladı. Bu gidişle belki ileride dünyaçapında bir numara “yol haritası” uzmanları çıkarırız.Bizi kimse “geometri” ile oyalayamaz.“Türkler aynı zamanda ana bir güç olmasa daPolonya blokuna ve Hindistan’a saldıracaktır. Koalisyonunamacı ABD ve müttefiklerini askeri açıdanbırakmak olacaktır.”Durup dururken batıda Polonya ve doğudaHindistan’ı da başımıza sardı mı!Bu senaryo hiç hoşuma gitmedi.14.1.5 İlli millet idim, ilim şimdi hani?Biz en iyisi kendi işimize bakalım.Mısır’ı, Süveyş Kanalı’nı, Hint Okyanusu’nu filanunutalım.Kendi coğrafyamızda barış ve huzur içinde yaşayalım.Milletimin ne başına bir iş gelsin ne ayağınabir taş değsin.Gerisi,Mevlâ görelim neyler /Neylerse güzel eyler.Tarihle başladık savaşla devam ettik; CahitZarifoğlu’nun duasına benzer bir duayla bitirelim barimübarek Ramazanı da fırsat bilerek. İçinizden gelmiyorsaaşağıdaki duaya amin demeyin.Tanrı’m bizi ilsiz, bizi kağansız bırakma!Bütün Turan illeri dâhil Türkiye’mizi Türk’süz,minarelerimizi ezansız, evladımızı izansız, ocaklarımızıdumansız bırakma Tanrı’m!Bizi kanunsuz töresiz, bileklerimizi güçsüz, göklerimizisüssüz, insanlarımızı yüzsüz bırakma Tanrı’m!Ey zamandan ve mekândan münezzeh olan, budünyada Türk’ü zamansız ve mekansız bırakma!Amin!■AŞKIN TÜRKÜSÜSeverim geceyi gündüze katıpKara saçlarına serperim gülapKonuşsana yârim şefkatle bakıpTakıver özüme layık güzel adEy yâr sakın bana yan bakmaHem de deme: “İsmin Güzel-Abat”Yok. El için değil ol ismi banaMuska dek boynuma asmak için takHer bakışımda muskacığımaSenin aşkın(ın) türküsünü söylerimSeverim kalbimin bütün aşkıylaSonra sevgi kulesine çıkarımKulede görürüm sevgi yaylasınHem bakarım narin yazın nakşınaArzularım gökyüzünde dans etsinYanıp tükenmeyen coşkun aşkımaOĞULABAT BAYRAMOVA65eylül-ekim-kasım2009


KURUTTUM ALINI MORUNUÜSTÜME SİNMEZ DÜNYAGündüz güneş taklit eder gözleriniGece yüzünü aySenden her dem çera görünürAdının alfabesiyle geçerim yüzlerin arasındanSuretin yoksa vitrinlerin camındaSokaklar tenha görünürKimden tevarüs etmiş bu güzellikOturanda şirin kalkanda leylaGözlerim aynada şehla görünürKar lekedir senin beyazındaBir ben dahi konsa tenineBurdan beyza görünürSeni seven kulun kahret yedi ceddineNamerdim sitem edersemÇün her kelamın dua görünürEn güzel yerini biçip bin bir dilberinSana benzettik diyelerVallahi iftira görünürNecati'ye nazireSana yönelişte açılır yedi kapıdan ilkiSesinde kevser şırıltısıGölgende tuba görünürÇığlık çığlığa açsa da cümle rengiKuruttum alını morunu üstüme sinmez dünyaBana bundan sonra bir veda görünürMAHMUT BAHAR66eylül-ekim-kasım2009


GAZELÖldüm sana gel gel diye bir anlayabilsenGösterdiğim ısrar niye bir anlayabilsenAslın benim ufkun ben ilin ben vatanın benGörsen bunu bir sâniye bir anlayabilsenFarkında mısın sanmıyorum böyle sevilmekKısmet mi ki her fâniye bir anlayabilsenSen benden olan sen ve de benden çalınan senSen hırsıza ikrâmiye bir anlayabilsenSensiz geçen ömrüm bana baştan başa mâtemGünler ise hep tâziye bir anlayabilsenBir anlayabilsen ne asilsin ve ne safsınKul olmadasın âdiye bir anlayabilsenGel cân gibi rahmet gibi iftar gibi gel gelÖldüm sana gel gel diye bir anlayabilsenÖMER DEMİRBAĞ67eylül-ekim-kasım2009


ÖLÜM GAZELİCanı tenden çıkarıp toprağa vermektir ölüm,Ebedî âleme can postunu sermektir ölüm.Kabri boydan boya kaplar bir ölüm velvelesi,Yâr için göğsünü her güçlüğe germektir ölüm.Yücelir katbekat Allâh’a adanmış her ömür,Boşa geçmişse hayat, nefsini yermektir ölüm.Sanmayın can suyu kalmaz kuruyan gül dalının,Yeniden kutlu başaklarca yeşermektir ölüm.Bir ışık müjdesi vardır yüce Rabbin kuluna,Açılan pencereden menzile ermektir ölüm.Hakk’ı mutlak bilip aşkıyla bezenmişse gönül,Allah adıyla açan gülleri dermektir ölüm.YUSUF DURSUN68eylül-ekim-kasım2009


İHSAN YAŞAİnsanlığınşahıslarda aradığıhususiyetlerişu cümle ilede özetlemekmümkün: Sağlambir ruhsal yapıve gelenekselkültürlebütünleştirilmişevrenseldeğerlere sahipbir fikrî kişilik.Köyden şehre yerleşenlerin elbette kazandıklarıvar ama biz bugün kaybettiklerindensöz edeceğiz.Mesela fedakârlık duygusu…Maddi sıkıntıdan mıdır başka bir sebeptenmidir, bilinmez ama şehirde oturanlarda buduygunun zayıf olduğu muhakkaktır. Üstelikfedakârlık duygusu sadece maddiyat ile alâkalıbir şey de değil. İşin manevi boyutu da var. İnsanın,sıkıntılı bir tanıdığının yanına gidip onudinleyerek sıkıntılarının çözümü konusundafikir yürütmesi, dertlerini ve üzüntülerini paylaşmasıda bir nevi fedakârlıktır. Üstelik bununiçin herhangi bir maddi harcamaya da gerekyoktur. Ama nedense bu da yapılamıyor. Acabavakit mi az, çekingenlik mi var, yoksa “nemelazımcılık” gibi bir zihniyetten dolayı mı? Bellideğil. Şair Karakoç’un şu mısraları köy hâlinene güzel uymuş:İsteyen soframızdan bal kaymak börek alsınİsteyen yüreğine bedel bir yürek alsınSebep her ne ise, maalesef köylerdeki bu güzelhaslet şehirlerde yavaş yavaş yok oluyor.69eylül-ekim-kasım2009


İlişkilerdeki samimiyet ve sıcaklık da…İnsanlar arasındaki münasebetler köylerdeveya kasabalarda daha samimi ve candandır.Meselâ hal hatır sormak kuru ve klişe bir laftanöte, dertleşmek, hâlleşmek ve paylaşmak arzusunufaş etme anlamına gelir. “Biz buradayız,danışacağın, dayanacağın, güç alacağın, bir yerinvardır.” manasındaki bir selamlaşmadır bu.İlişkilerdeki bu fark selamlaşmadaki ses tonundan,hal ve hatır sorma esnasındaki yüz ifadesindende belli oluyor. (Gerçi nezaketen de olsahâlen şehirlerde devam eden selamlaşma ve hâlhatır sorma görgüsü de yok olmak üzere ya!)Felâketler karşısındaki mukavemet gücü…Allah korusun, ölüm, yaralanma veya başkatürlü önemli bir vukuat karşısında, köylüler mütevekkilbir anlayışa sahip olduklarından dolayıdaha soğukkanlıdırlar. Saçını başını yolma, onabuna saldırma, kırıp dökme gibi taşkınlıklaryapmazlar. Birkaç günlük taziye faslından sonra“ne olursa olsun hayat devam eder” esprisiiçinde işine gücüne dönerler. Âdeta kıyametkopmuş, her şey bitmiş, yaşamanın anlamı kalmamışgibi bir çöküntü olmaz. “Veren de, alanda Allah. Felâketleri getiren de, salaha kavuşturanda o…” tarzındaki düşünceleri onların dayanmagücünü artırmaktadır.Kentlerdeki kişilerde tevekkül, tefekkür vekanaatkârlık gibi hususlarda gerileme var. Belkide günlük telâşe ve koşuşturmanın etkisidir.Nasıl para kazanacağım, nerede eğleneceğim,nereye takılacağım derken bir de bakar ki günbitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiş. Ezelî veebedî meseleleri hatırlayacak vakti ve takatikalmamıştır artık.Şehirdeki insanın kayıplar hanesinde başkaşeyler de var. Fakat bu kısmı fazla uzatmadan,sonuçlara bakalım.Saldırganlık, geçimsizlik, kavga, çalma,okuldan kaçma, kötü arkadaşa uyma, baş kaldırma,sorumsuzluk tarzındaki davranış bozukluklarınınkırsal kesimlerdeki çocuklarda dahaaz görüldüğünü biliyoruz. Keza soygun, şiddet,sabotaj, ırza geçme, fuhuş, yaralama, cinayet,hırsızlık, terörist faaliyetler, uyuşturucu ve alkolbağımlılığı şeklindeki suçların da gene küçükyerleşim alanlarında yetişen kişilerde dahaaz rastlandığı muhakkaktır.Bütün bu davranış bozukluklarının altındayatan sebepler hem kişilik hem de kültürlealâkalı olduğu için insan kişiliğinin teşekkülüile ilgili bilgileri hatırlamak lazım.Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. AtalayYörükoğlu’nun kitabında kişilik (benlik) oluşumuşöyle anlatılır:Kişilik üç bölümden oluşur: Alt benlik (id),benlik (ego) ve üst benlik (süper ego). Alt benlikdoğuştan gelen ve bedende var olan ilkel dürtülerdir.Bilinçdışıdır. Üst benlik; kişiyi uyaran,dizginleyen, yargılayan ve cezalandıran (ayıp,günah ve suç gibi) faktörlerdir. Benlik (ego) isealt benlik ile üst benlik arasında düzenleyici vedengeleyici rol oynayan bölümdür. Kişinin dışayansıyan, görünen hâlidir. Alt benlikten gelendürtüler ile çevrenin tesirliyle oluşan üst benlikarasında arabuluculuk yapar. Tabii bunu yaparkendış gerçekleri hesaba katar. İçten gelenihtiyaçlarla dış şartları ( kültürü) dengelemeyeuğraşır. Başka bir ifade ile benlik insanın çevresiyleuyumunu sağlayan ruhi aygıttır.Demek ki Türk-İslam düşünce tarihindenefsi emare olarak bilinen alt benliğe insanlarkendilerini teslim edemezler. Her istediğini, heryerde yapamazlar (hayvanlardan farkı) Eğitim,öğretim, aileden aldıkları terbiye ve edindiklerikültür (üst benlik) onları engeller. Bu ilmî verilerikonumuza indirgediğimizde durum şudur:Köylerde ayıp, günah, suç gibi üst benlik faktörleridaha kuvvetlidir. Dolayısıyla bireyleriniç dürtülerinin emrinde olarak hareket etmeleri,toplumun genel kurallarının dışına çıkmalarıdaha fazla kısıtlanmıştır. Bunun neticesindekırsal kesimde yaşayan insanların davranışbozuklukları, ayıp veya günah sayılacak fiilleriazalmış, suç işleme oranları asgari seviyeyeindirilmiştir. Köy veya geleneksel kültürile yetişmiş insanlarda üst benlik faktörlerininkuvvetli olmasından dolayı suç işleme oranlarınınve davranış bozukluklarının düşük olmasışüphesiz memnuniyet vericidir. Ancak aynı sebeplerdenkaynaklanan olumsuz gelişmeler deolmaktadır; Meselâ, köydeki gençlerde, hür ve70eylül-ekim-kasım2009


insanın ruhî yapısının, alt benliğin kimi dürtülerinibastırarak veya erteleyerek, kimi dürtülerine de yolvererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iç çatışmalarıönleyecek ve aynı zamanda genel ahlakî kuralları da makulseviyede tutacak bir özellikte olması lazım.bağımsız düşünme yeteneği ile girişimcilik veyaratıcılık ruhunun yeterli olmaması…Şehirde insanları değerlendirme ölçüleride değişiktir. Kişilerin iyi ve uyumlu giyinipgiyinmediğine, konuşma aksanına, bilgisine,görgüsüne bakılır. Köyde ise bunlardan ziyadekişilerin özüne, iç dünyasına, huyuna bakılır.Köydeki insanların dikkat ettiği hususlardanbirisi de kişinin başkalarının yanlışlıklarınave kusurlarına tahammül edip edemeyeceğidir.Ayrıca acı veren olaylar karşısındaki direnç,yokluk halindeki idrak, genel manadaki irfan,izan ve feraset gibi özellikler kırsal kesimdeönem taşır.Her üç meziyete sahip, yani hem yukarıdabelirtilen davranış bozukluklarını göstermeyenhem de kendi başına düşünüp karar verebilmekabiliyetini ve girişimcilik ruhunu taşıyan, aynızamanda da gönlü zengin olan gençlik nasıl yetişecek?Kanımca böyle bir gençliğin yetişmesi içinçağımızın evrensel değerleri ile geleneksel kültürümüzünmakul unsurlarını birlikte ve dengelibir şekilde, küçüklükten başlayarak çocuklarımızatelkin edilmesi ve benimsetilmesi gerekmektedir.Ayrıca kişilerin sağlam ve uyumlu birruh yapısına sahip olmaları için yapılacak pekçok şeyin olduğunu bilmek lazım. Kişilik teşekkülününbüyük ölçüde ilk altı yıl içinde gerçekleştiğinide belirtelim.İnsanlığın şahıslarda aradığı hususiyetleri şucümle ile de özetlemek mümkün: Sağlam birruhsal yapı ve geleneksel kültürle bütünleştirilmişevrensel değerlere sahip bir fikrî kişilik.Bunun için her şeyden önce göz önünde bulundurulmasıgereken en önemli husus şudur:İnsanlar bebekliğinden itibaren, özenle ve dikkatleyetiştirilmeli; onların dengeli, uyumlu,sağlam bir ruh yapısına kavuşmaları sağlanmalıdır.Normal ruh yapısına sahip olanlar, içerdengelen dürtülerle dış şartlar arasında uyumsağlayabildiklerinden iç çatışmaların ortayaçıkmasına fırsat vermezler. Her şeye rağmenuyumsuzluk olur da iç çatışma ortaya çıkarsa,o takdirde ruhî dengenin bozulmasına fırsatvermeden gerekli savunma mekanizmalarınıdevreye sokarak en az zararla kurtulmayı başarabilirler.Bu kabiliyeti gösterecek kişilik yapısınasahip olmaları gerekir. Yani insanın ruhîyapısının, alt benliğin kimi dürtülerini bastırarakveya erteleyerek, kimi dürtülerine de yolvererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iççatışmaları önleyecek ve aynı zamanda genelahlakî kuralları da makul seviyede tutacak birözellikte olması lazım.İşte asıl mesele buradadır. Böylesi sağlam birruhî ve fikrî kişiliği oluşturmanın yolu nedir?Galiba bütün bilimler, fikir nazariyeleri vefelsefi görüşler bu sorunun cevabını aramaktadır.Zira tarif edilen ruhî ve fikrî kişilik yapısınasahip insanlar, problem çıkarmadığı gibi ortayaçıkmış problemleri de çözmeyi başarabilirler.Mutlu olmayı ve tatmin edici bir hayat tarzınıgeliştirmeyi becerebilirler. En zor şartlarda bilepsikiyatrik dengesini bozmadan, saldırganlıkveya hırçınlık belirtilerini göstermeden çıkarbir yol bulabilirler. Mesut, mütevekkil, huzurlu,dünyevi nimetleri ciddiye alan ama uhrevi hayatıda göz ardı etmeyen fertlerden oluşmuş birtoplum meydana getirmek ancak bu şartlardamümkün olabilir diye düşünüyorum.■71eylül-ekim-kasım2009


MEHMET KURTOĞLUAkçay, aşkabir de farklı biranlam yükler.Aslında aşk,istemenin,almanın, sahipolmanın getirdiğibir duygudur.Ama Akçay’daaşk, almanındeğil vermeninadıdır. Almakistemez, çünküaldığı zaman bubencillik olur.Şiirini sağlam temeller üzerine oturtmuş, kendine mahsus birşiir dili oluşturmuş şairlerin içini kendileri doldurduklarıimgeleri vardır. Bu imgeler aynı zamanda o şairin ruh halinin şifresidir.Şiirin anlamını ve şairin yüreğinden geçenleri çözmek, birazda imgelerinin ruhuna sirayet etmekle mümkündür. Zira imge; “kişinin,mensubu olduğu toplumun, cemiyetin, cemaatin değil, kişininkendi kaderini yaşamasıyla belirir. Ve en açık biçimiyle de bubağlamda tezahür eder. İmge, kendi yazgısına yönelen insan, tıpkışiirde bir araya gelerek uzlaşıma dönüşen uzaklık ve çatışkılar gibi,kendini kabullenme noktasında kendisiyle barışıklığa yönelir. İştebu bağlamda imajinasyon, yazının içsel pratiği şeklinde karşımızaçıkmaktadır” [1]Dış dünyadaki kalabalıklardan kaçıp devamlı kendi iç dünyasındayaşayan, iç dünyasını çoğaltan Hasan Akçay’ın, sanatı ve hayatıgerçeklikten daha çok, şiirindeki imgeliriyle barışıktır. Bu anlamdaAkçay’ın şiirinin açılımına ya hayatından (özellikle de çocukluğundan)ya da imgelerinden hareketle ulaşabilirsiniz.Hasan Akçay’ın şiirinin anahtar sözcüğü hüzündür. Ama şairhüznü ortaya koyarken, yaşadığı coğrafyanın bütün imkânlarındanfaydalanır. Hüznü, gece gündüz, bahar-kış, deniz-sahil, bekleyenbeklenenanlamında, Karadeniz’in o çılgın dalgalarının sahili dövdüğügibi yürekleri döverek adeta anlatır. Onun şiirinde her şairinbeceremediği güçlü bir lirizm vardır. Şiiri, deniz ve doğayla iç içegeçen bir yaşamının bilânçosudur adeta. Doğanın sesi, denizin sesi,1. İsmail Süphandağı, Şiir ve Mutlak, Sh.76, İz Yay. 1999, İst.72eylül-ekim-kasım2009


gecenin, yıldızların, mevsimlerin döngüsü onun şiirindeahenkli bir sese ve sözcüğe dönüşür…Şairin “Gül Şafaklı bir Özlem” adlı kitabının aynıisimli ilk şiiri dikkatli bir şekilde irdelendiğinde, şehrinkarşısına doğayı, hafakanın karşısına inancı, bunalımınkarşısına hüznü koyduğunu görürüz. Akçay’ınşiirindeki hüzün, karamsarlıktan doğan bir hüzün değil,“Ben hüzün peygamberiyim” diyen efendimizin“Az gülüp çok ağlayan” ve Müslüman olmanın getirdiğibir durumdan kaynaklanır. Gül Şafaklı Bir Özlem,Üstat Necip Fazıl’ın “Çile” kitabındaki birçokşiirine göndermelerle dolu bir şiirdir. Bence şair bunubilinçli olarak yapmıştır. Özellikle Necip Fazıl’ın fikirçilesi çektiği yıllarda yazdığı ve eski adıyla Senfonyaolan Çile şiirini eksen almış gibidir. Zira o şiirde insanınkendisiyle hesaplaşması vardır ve bu hesaplaşmametafizik ürpertilerle anlatılır. Arayışta olan insanınşiiridir. Yine Kaldırımlar şiirini ise bohem yaşadığıyıllarda yazılmıştır. Üstadın şiirleri varoş sancısı çekenbir ruhun şiirleridir. Bu anlamda Hasan Akçay’ıngençlik dönemi diyebileceğimiz şiirlerinde varoşsalbir kaygı vardır ve bu kaygı onu Necip Fazıl’ın ruhiklimiyle buluşturur. Üstadın şehirde çektiği varoşsalsancıları Akçay doğada yaşar…Üstadın şiiri şehrin şiiridir. Hasan Akçay’ın şiiridoğa şiiri. Ama Akçay, insanın varoşsal sancılarınınyaşadığı yerin yalnız şehir olmadığının altını çizerve insan her yerde insandır gerçeği doğrultusunda,bir varoşsal sancı şiiri oluşturur. Onun imajlarındabu ruh birlikteliğini daha iyi görülür. “Bu yalnızlıkşehrinde her şey karmakarışık” [2] , “Günahlarbirer gölge kovalıyor kaçtıkça”, [3] “Gözüne milçektirmiş heveslerin ateşi” [4] “Aynalar ötesinde hesapsordum kendimden” [5] , “Su akar en derindentoprakla sarmaş dolaş” [6] “Beynimde sürer gider2. Deliler köyünden bir menrzil aşkınHer fikir içimde bir çift kelepçe/çile/sh.17/N.F.3. Esmer bir kadındır ki, kaldırımlarda geceVecd içinde başı dik hayalini sürüklerSimsiyah gözlerine bir an gözüm değinceYolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der. Kaldırımlar/N.F.4. Gözüne mil çekmiş bir ama gibi evler, Kaldırımlar/N. F.5. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F.6. Su akar yokuşlardan hep basamak basamakBenimse alın yazım yokuşlarda susamak/Sakarya/sh.398/N.F.sorularla bir savaş” [7] “Aşamam öteleri” [8] “Ellerimdengünahın yağmurları akıyor” [9] , Çilesini çekendenaşk manası sorulur” [10] “Gölge gibi üstümdedolaşan el senindir” [11] , “Hangi mevsime koşsamşaşırıp kalıyorum” [12] “Ölüm beyaz bir melek tükeniyorkorkuda” [13] “Asıl vatandan uzak içimizdedirgurbet” [14] “Ben bile yabancıyken aynalardakendime” [15] “bir rüyadır bu hayat, dünya söylenmişyalan” [16]Görüldüğü gibi Akçay’ın şiirinde de metafizikürperti fazlasıyla vardır ama bu ürperti Necip Fazılınşiirinde olduğu gibi şehir eksenli değildir. Şair,yalnızlığı seven ve yalnızlıktan beslenen bir kişiliğesahiptir. İç dünyanın zenginliği, dış dünya ile uyumsağlayamadığından hep bir gelgitler yaşamaktadır.Çocukluğunun geçtiği doğal ortam, onun şiirinde biraksesuar olarak yer alır. Aşk ve hüzün adamı olanşairin şiirinde çocukluğunun büyük bir izi vardır.Çocukluğunu büyük ve kadim şehirde geçirmemişolmasına rağmen, şiirlerinde çok güçlü varoluşçu(Eksiztansiyalizm) mısralara rastlamaktayız.7. Gördüm ki ateşte cımbızda yokmuşFikir çilesinden büyük işkence/Çile/sh.18/N.F.8. Öteler öteler, gayemin malıMesafe ekinim, zaman madenim/Çile/sh.20/N.F.9. Bu yağmur kanımı boğan bir iplikTenimde acısız yatan bir bıçakBu yağmur, yerde taş ve bende kemikDayandıkça çişil çişil yağacak/ Bu Yağmur/sh.298/N.F.10. Çile şiirinin bütünü kastediyor şair.11. Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleriOnun taşı erimiş, senin kafatasında” kaldırımlar/sh.157/N.F.12. Akrep nokta nokta ruhumu sokmuşMevsimden mevsime girdim böylece/Çile/sh.18/N.F.xGeçti geçti mevsimlerSüpürüldü takvimlerGidenlerden kalan şeyDuvarlarda resimler/ Geçti geçti/sh.232/N.F.13. Akıl bir çürük diş, at, kurtulursunÖlmemenin olsa gerek ilacı/Eski Rafta/sh.116/N.F.Ayrıca Necip Fazıl’ın “Ölünün Odası” adlı şiiri tamamenölümün soğuk ve korkulu yüzünü anlatır. Bakınız sh. 11814. Yolcu benmişim gibiBir gemi demir aldıEy her yerin garibiVatan ırakta kaldı/Iraklarda/sh.230/N.F.15. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F.16. Bir bardak suda çalkandı dünyaSöndü istikamet, yıkıldı boşlukAl sana hakikat al sana rüyaİşte akıllılık, işte sarhoşluk/Çile/sh.17/N.F.73eylül-ekim-kasım2009


Şair Karadeniz’in şirin bir köyünde doğmuştur.Doğanın kucağında geçen çocuklukta hep bir baharözlemi vardır. Zira iklim olarak Karadeniz hep yağmurludur.Ya yemyeşil ağaçlar ya da sararmış eylülyaprakları arasında hüzünlü renklere bulanır kalbi.Akçay’ın şiirinin köklerini köyde geçen çocuklukanılarında aramak gerekir. “Çocukluğumun ağaç dallarında,toprak yollarında geçtiği köy… O köyde birev yılların hüznünü yaşar en izbe köşelerinde. Dörtbir yanındaki meyve ağaçları arasında adeta kaybolmuşgibi duran bu ev, uzaktan bakıldığında bir kuşyuvasını andırır. Ağaçların yeşil saçlarını bir oyanabir bu yana çekiştiren rüzgârlar da olmazsa bahar dayüzünü hiç kimseye göstermeyecektir. Bütün mevsimlerekarşı aldığı farklı tavırlar vardı bu ahşap evin.Baharda gülümser gibi dururken, kış mevsimindeadeta onunda soğuktan benzi solardı. Bu soğuk solgunlukevin içindeki kirişlerden tutun dışarıda kendinigösterebilen tahtalara kadar yansırdı. Hemenhemen her yüreğin bir avuç kor taşıdığı bu evde hiçyangın çıkmadı… Yüreklerin küllenmiş birer mangalolduğunu çocukluğumdan sonraki yıllarda daha iyianlayacaktım.” [17]Akçay’ın da dediği gibi sonradan kendini dizelerdeaçığa vuracak bu doğallık ile şairin hüzünlü ruhhali onun şiirinin temelini oluşturacaktır. Şairin hüzünlüşiirler yazmasında yaşadığı bu doğal ortamınmı, yoksa bizatihi kendinden kaynaklanan bir halet-iruhiyeden mi kaynaklandığı sorusuna gelince; buradabu iki unsurun iç içe geçtiğini, birini diğerindenayırmanın mümkün olmadığını, doğanın mı hüznünübeslediği, yoksa yüreğinin mi yaratılıştan hüzne meyilliolduğu sorusu hep havada kalacaktır.Akçay’ın hüzünlü ama lirik bir şiiri olduğunu,imgelerini doğadan seçtiğini söylerken, bu sözcüklereyüklediği anlamı atlamak, onun şiirini çözümlemedebir eksikliktir. Özellikle Gül Şafaklı Bir Özlemşiirinde oluşturduğu imgeler ve onlara yüklediği anlamlarlaNecip Fazıl’ın soru olarak ortaya koyduğumısralarına bir cevap netliğindedir. Mesela Necip Fazılözellikle çile’de sorular sorarken, Akçay cevaplarbulmaya çalışır. Üstad şehri öne sürer, Akçay doğayı…Necip Fazıl’da yağmur “kanı boğan iplik, tenesaplı bir bıçak, vucuda batan kemik” iken Akçay’da“günahların döküldüğü” anı sembolize eder. İmgeleraynı ama yüklenen anlamlar farklıdır.17. Hasan Akçay, Çocukluğumun Gökyüzünde Beyaz BirBulut, Suhan <strong>Dergisi</strong>, Sh. 29, sayı 16, ocak-şubat 2007Her şairde olduğu gibi hasan Akçay’ın şiirinde deaşk önemli bir yer tutar. Ama Akçay, çift anlamlı veriraşkı. Onun şiirinde ilahi aşk ile beşeri aşk iç içe verilmiştir.İsteyen şiirini beşeri aşk olarak anlamlandırabilir,isterse ilahi olarak… Bu şairin, şiir dilini oluşturmadakigücünü gösterir aynı zamanda. Akçay, aşkabir de farklı bir anlam yükler. Aslında aşk, istemenin,almanın, sahip olmanın getirdiği bir duygudur. AmaAkçay’da aşk, almanın değil vermenin adıdır. Almakistemez, çünkü aldığı zaman bu bencillik olur. Ancakkendini sevgiliye verdiği, teslim olduğu, hatta İsmailgibi adadığı anda aşk, gerçek anlamını bulur. Âşıklarsevgiliyi elde etmek ister ama şair adanmak ister! Veşöyle der:“Bakışına sığındım çağır beni, al beniYangınlar ortasında kalmışım kurtar beniBitsin artık bu melal seven bir yar say beniBu izbe gecelerin girdabı yutar beniSensizlik ülkesinde hayatın yok albeniRuhun zindanında iken neylesin saray beni” [18]Türk şiirinde doğayı şiirine konu edinin bütünşairler onu, hüznün imgesi değil, coşkunun imgesiyapmışlardır. Akçay’ın şiirinde ise, doğa hüzün ilebirlikte tasvir edilmiştir. Şair, doğayı anlatır, doğayıhüzünlü duygularla tasvir eder ama doğadan kaçıpşehre sığınmak gereği de hissetmez. Bence Akçay’ınşiirinin önemli yanlarından biri de şiirine kattığı buhüzünlü doğa tasviridir. Özellikle lirizmin zirveyeçıktığı şiirlerinde, doğa hüznü coşkunlaştırır adeta.Şair, şiirde hüznü o denli içselleştirmiştir ki, acı çekmekzevk almakla özdeşleşmiştir. Tabi hüzün, aşkıninsana verdiği sarhoşluk gibidir. Örneğin “Ay YaralıBu Akşam” şiirinde:“Dokunma denizime açıkta gemiler varHüzündür adım şimdi sor yeminler söylesinSus… Konuşma, öyle dur ortasında geceminGül kırılır içimde ne zaman ufka baksamAy yaralı bu akşam” [19]Lirizmin ve duygunun doruğa ulaştığı bu şiirde,şair adının hüzün olduğunu söyler ve şiirinin diğeranahtar sözcüklerini de sıralamış olur: gece, akşam…18. Hasan Akçay, Gül Şafaklı Bir Özlem, Sh.16, BireyYay.2000, İst.19. Hasan Akçay, age. Sh.11174eylül-ekim-kasım2009


Tabi burada en özgün imge hiç kuşkusuz “gül kırılıriçimde” benzetmesidir… Susmak, içine dönen insanın,içinde fırtınalar kopan yalnızların, mısralar yazıpen güzel sözün hasretini içinde çeken şairlerin sığınağı…“Söylenmedik sözlerin hasreti dudağımda” dedirtensusmak! Akçay bu şiirinin tek mısrasında tamüç kez arka arkaya susmayı ifade eden sözcük kullanır:“sus/konuşma/öyle dur” Doğa biraz da içinedönmek değil midir?Akçay’ın şiirinde geceyi içselleştirenAhmet Haşim’in duyarlılığı görülür. Hüznükarşılayan sözcükler içinde; gece, akşam, karanlık,hüzün, hasret, özlem, yalnızlık, yolculuk, ayrılıkvs…Bir şair düşünün, “Gülüş Şehri” şiirinde sökenhıçkırıklarla dizelerini oluşturuyor. Akçay şiirindehüznü o denli içselleştirmiştir ki, hemen hemen bütünşiirlerinde dönüp dolaşır hüznü anlatır. Bu şair içinbir farklılık olduğu kadar bir handikaptır da... Farklışekillerde anlatmış olsa da aynı konu etrafında şiirinioluşturması onun, daha farklı konulara açılmasınıengellemektedir. Şiirlerinde bazen Yunusça söyleyişerastlamak mümkündür. Yunus rahatlığıyla söylediğişiirlerin yanında yoğun doğa tasvirleri ve imgeliriyleoluşturduğu şiirlerinde inançlı bir şairin çağa karşı sorumluluğuve inancının verdiği günah korkusu işlenir.Özellikle “günah” kavramı Müslüman’ca bir duyarlılıklaele alır. Özellikle “Kar” şiirinde, kar’ı kullanmasıanlamlıdır. Kar; beyazı, masumiyeti, saflığı ve günahsızlığısembolize eder. Akçay’ın şiirinde “günah”kavramını bu siyah/beyaz ikircilliğiyle verir.“Senin gelinliğinde benimse kefenimdeYol boylunca ikilik kıvrılır gider akarÇiçekten yaprak yaprak fal olur dökülür kar…” [20] Kar beyazdır, sevgilinin gelinliği, şairin kefeni debeyazdır. Gelinlik, tıpkı kefen gibidir. Çünkü gelinliktemasumiyet, saflık ölür. Aşkın, cinsellikte ölümüdürgelinlik. Şair, sevgilinin gelinliğiyle kefeniniaynı mısrada anması aslında masumiyetin ölümüneişarettir. Gelinlik gerdektir, ilk günahtır. Bu yüzdensevgiliye kavuşmak günah işlemektir. Belki de şair,bu yüzden diğer mısralarında karın yağmamasını isterve “Ne olursun ruhuma, yüreğime yağma kar”[21]deyi yakarır. Çünkü kar gelinliği ve ölümü anım-20. Hasan Akçay, age. Sh.3521. Hasan Akçay, age. Sh.35satmaktadır şaire.Karın simsiyah günahların üzerine örttüğünü vebeyaza boyadığını belirterek şöyle der:“Binbir günah sıkışık küçücük bedenimdeHer günah kara leke pişmanlıklara bakarSilmek için bu rengi, üstüme yağıyor kar” [22]Sezai Karakoç, Monna Roza şiirinde “Ben günahkadar beyaz, sen tövbe kadar karasın” der. Bufelsefi söylem, günah ve tövbeyi tersinden okumadır.Günah işleyen adam tövbe eder, günahlarındanarınır, masumlaşır(beyaz) ama henüz günahişlememiş adam, her an günah işlemeye arzuludur,içinde ukde vardır, günaha meyillidir ve bu yüzdenkirletilmiştir(karadır).Akçay, hüznü imgeleştirirken, onu çağrıştıracaktüm sözcükleri şiirinde kullanmaktan çekinmez.Hatta mutluluk, sevinç ifade eden sözcükleridahi hüzünle birlikte anmaktan hoşlanır. Mazoşist bireğilim gösterir. Örneğin kavuşmak sevinci, mutluluğusembolize ederken, bunu tam tersi bir kavram ileifade eder: “Kavuşsam, bir kavuşsam günün bittiğiakşam” [23] Akşam hüzün, kederdir. Kavuşmak ise sevinçmutluluk. Sevinçli anlarını hüzünlü vakitlerdeyaşamak ister…Ahmet Haşim gibi hüznü içselleştiren şair, melal,izbe geceler, zindan, duman, hıçkırık, ney sesi, çile,daralan derya, diyar, gün batsın, ruhun zindanı, işkenceevi, tükenen ömür, bitmeyen yokuş, ufuk, suyayazılan murad, ölüm, görünmeyen kıyılar, gidenler,uzaklar, hasret, ağlamak, günah, suskunluk, durgunluk,korku, düş, rüya, eylül, kor, ateş, kırılan gül, inengün, sonsuz uzaklık, iniş, yokuş, gölgeler, yalnızlık,şafak, acı, hazan, yorgun vurgun, kül, yangın, solantomurcuk, yitmek, kaybolan sevda, darağacı, yara,merhem vs birçok sözcüğe “hüzün” anlamını yükler.Zira şairin varoluş nedenidir hüzün. Hüznü budenli içselleştiren şairin en büyük başarısı ise, yukarıdabelirttiğimiz gibi gerek seçtiği sözcükler gereksekurduğu imgeleri hüzün ve doğayla birleştirebilmebecerisidir. Doğanın sunduğu imkânları bu denli hüzünleyoğurarak kendine mahsus bir şiir dili oluşturanAkçay’ın, şiiri bireysel ve hüzünlü bir şiirdir. Özellikleşairinin hayatından ayrı düşünerek bu hüznü açıklamakmümkün değildir. ■22. Hasan Akçay, age. Sh.3523. Hasan Akçay, age. Sh.775eylül-ekim-kasım2009


BEYHAN KANTER"...sanatedebiyatmisyonundankopuş,bugünün bazıdergilerinin darbir çerçevedekalmasınave dergilerinedebî zeminve platformdanuzaklaşmasınanedenolmaktadır."Tanzimat sürecinde başlayan edebî hareketliliğinen önemli noktalarından biri hiç şüphesizdergilerdir. Dergiler, edebî faaliyetlerin sergilendiğive edebî hareketlerin şekillendiği yerler olması nedeniylevazgeçilmezdir. Şair ve yazarların kendileriniifade ettikleri, kendilerini görünür kıldıkları dergiler,bu anlamda önemli bir misyon üstlenirler. Dergilerinbu misyonlarında, edebî kaygı ve sanatsal içeriği korumaarzusu hep ön planda olmuştur. Bu nedenle dedergi yayıncılarına ve dergi yayın yönetmenlerine büyükgörevler düşmektedir.Her şeyden önce dergilerin, edebî ürünlerin ilk sergilendiğive okurla ilk buluştuğu yerler olduğu düşünülürse,bu işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Ancak şunubelirtmek gerekir ki, dergicilikte İstanbul ve Anadolufarkı hemen göze çarpar. Bu farklılık, dergilerin çevresindebulunan şair ve yazarlardan kaynaklanmaktadır.Metropol dergileri bir noktada hazır kalemlerleokurlarına açılırken taşra dergileri kendi yazar veşairlerini yetiştirmek zorunda veya çevresindekilerigözetmek durumundadırlar. Bu da çoğu zaman taşradergilerini gerçek edebî ürünlerle yüzleştirememektedir.Oysa Anadolu’da çıkan pek çok derginin taşıdığı76eylül-ekim-kasım2009


İl Kültür Müdür Tahsin Öztürk, Elazığ Valisi Muammer Eroledebî ve sanatsal kaygı asla göz ardı edilemez.Bu taşra dergilerine, Türkiye Yazarlar Birliğiödülünü de almış olan <strong>Bizim</strong> Külliye bir örnektir.Derginin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam,“Taşra Dergileri ve Türkçe” başlıklı yazısında,Taşrada eli kalem tutanların yerel dergilerle dilimize,sanatımıza, kültürümüze, hizmet şansıyakaladıklarını ve merkez-taşra bütünlüğünehizmet ettiklerini ve metropol dergilerinden dahabir gayret içerisinde olduklarını vurgular.Bu ifadelerden hareketle Anadolu’da çıkandergilerin hepsi iyidir diye bir yargıya da varmakistemiyoruz. Elbette misyonunu unutan ya datam anlamıyla edebî kaygı taşımayanları da vardırAnadolu’da; İstanbul’da olduğu gibi… Bu,derginin çıktığı yerle ilgili değil, dergilerin yayınyönetmenlerinin edebî bir derginin görev vesorumluluklarından yoksun oluşları ve yerelliğinarkasına fazlaca sığınıp “mahalli” kalmalarınınsonucudur.17. Hazar Şiir Akşamları etkinlikleri kapsamındabir panelle gündeme getirilen “Sanat-17. Hazar ŞiirAkşamlarıkapsamındaedebiyat dergilerininişlevlerinin tartışıldığıbu panelde;katılımcılarındaha çok dergiçıkarma sorunlarınadeğinmeleri, hâlâkültür ve sanatahizmet etmeninöyle pek de kolayolmadığını bizleregöstermiştirEdebiyat Dergiciliği” dergi sorunlarının değişmezliğinibizlere bir kez daha göstermiştir.Çeşitli dergilerin genel yayın yönetmenlerininkonuştuğu bu panelde, dergi çıkarırken yaşanansıkıntılar, dergi okurlarıyla paylaşıldı.Panele başkanlık eden <strong>Bizim</strong> Külliye <strong>Dergisi</strong>Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, taşradaiyi bir dergi çıkarmanın sorunlarından bahsederkendergi çıkaranların daha büyük zorluklarlakarşılaştıklarını, zorlukların hâlli hususunda damaalesef yalnız kaldıklarını belirtti. “Merkeztaşra”ayrımcılığını birebir yaşayanlardan olmasınakarşın <strong>Bizim</strong> Külliye dergisinin bu anlayışıkırdığını, bu başarının oluşmasında yerelliğizenginleştirmenin sanatı, edebiyatı bir şehirligibi düşünmelerinde okurlarına yardımcı olduğunuve bunda Türkçeye hizmet etme sevdasınınönemli bir rol oynadığını ifade ederek <strong>Bizim</strong>Külliye’nin taşra ile merkez arasındaki farkı, sadecemesafe boyutuna indirgeyen titiz tutumlarısayesinde on yılı geride bıraktıklarını vurguladı.Uzun yıllardır Türk Edebiyatı dergisine hiz-77eylül-ekim-kasım2009


Yakup Deliömeroğlu (Kardeş Kalemler dergisi), Nazım Payam (<strong>Bizim</strong> Külliye dergisi), Belkıs İbrahimhakkıoğlu(Türk Edebiyatı dergisi), Nevzat Türkden (Erciyes dergisi)met eden Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Türk kültürünündevamlılığını amaçlayan Türk Edebiyatıdergisinin siyaset üstü, cemaatler üstü olduğunuvurguladı. İbrahimhakkıoğlu’nun çizdiği bu çerçeve,aslında bir edebî derginin en temel özelliğidir.Zira sanat-edebiyat misyonundan kopuş,bugünün bazı dergilerinin dar bir çerçevede kalmasınave dergilerin edebî zemin ve platformdanuzaklaşmasına neden olmaktadır. Türk Edebiyatıdergisinin başarısı ve kalıcılığı da, sanırım bu ilkelerebağlılıkla mümkün olmuştur.Oysa dini tebliğ etmek için edebiyatı araçolarak kullanan ya da siyasi bir kaygıyı her şeyinüstünde tutan dergiler, belli bir okur kitlesiniaşamadıkları gibi yitip gitmekten de kurtulamazlar.Edebiyatı besleyen dergilerde temel gayeedebilik olmalıdır.Türk Cumhuriyetleri arasında bağ oluşturmamekiği dokuyan Kardeş Kalemler dergisindenYakup Deliömeroğlu, dergilerinin misyonunun;Türk dünyasındaki şair ve yazarlar arasında köprükurmak, edebî bağı kuvvetlendirerek edebiyattabirlik sağlamak olduğunu söyledi. KardeşKalemler dergisinin Türk dünyasında bir boşluğudoldurduğunu vurgulayan Deliömeroğlu,Türkçenin önemi üzerinde dururken edebiyatbirliğinin yakalayacağı başarıyı kimselerin küçümseyemeyeceğinin,buna rağmen karşılaştıklarızorluklarda yalnız kaldıklarının altını çizdi.1978 yılında kurulan Erciyes dergisindenNevzat Türkden, aynı millete ve aynı kültürehizmet yolunda sanat ve edebiyat dergiciliğindekifikir ihtilaflarının sükûnetle çözülmesi gerektiğinivurguladı. Yine Kayseri’den Türkiye’yeses veren Berceste’den İbrahim Şahin, Anadoludergilerinin karşılaştıkları güçlükleri anlatırkenBerceste’nin dağıtım sorununa değindi.Panelde en etkileyici konuşmalardan birinide Temrin dergisi Genel Yayın Yönetmeni UğurUzunok yaptı. Uzunok, edebiyat dergilerininamacının sadece edebiyat olması gerektiğini vurguladı.Temrin dergisinin, kısa zamanda edebiyatdergiciliğinin sorumluluğunu aldığına dikkat çekenUzunok, ayrıca sanat ve edebiyatla dokunmak,dürtmek ve sarsmak amacında olduklarını,bir okul olma anlayışından yola çıktıklarını, bunedenle de karşılaştıkları güçlüklerin diğer dergilerdenbiraz farklı olduğunun belirtti.17. Hazar Şiir Akşamları kapsamında edebiyatdergilerinin işlevlerinin tartışıldığı bu panelde;katılımcıların daha çok dergi çıkarma sorunlarınadeğinmeleri, hâlâ kültür ve sanata hizmetetmenin öyle pek de kolay olmadığını bizleregöstermiştir.■78eylül-ekim-kasım2009


Elazığ'ın"İyilik Melekleri"ÖMER KEMİKSİZD oğu’nun güzel şehri Elazığ, haziranayında oldukça anlamlı bir etkinliğe evsahipliği yaptı. 20- 21 Haziran 2009 tarihlerindeİl Milli Eğitim Müdürlüğünün Elazığ Valiliği himayesindegerçekleştirmiş olduğu “Elazığ İyilikYapıyor” kampanyası çerçevesinde Fırat ÜniversitesiEğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusalİyilik Sempozyumu” düzenlendi. Ülkenin dörtbir tarafından akademisyenler, eğitimciler vedinleyiciler bu güzel etkinliğe katılımları veyasunumları ile ayrı bir güzellik kattılar. Sempozyumuniki günü iyilik bilincinin önemi üzerinekarşılıklı görüş ve bilgi alışverişlerinin gerçek-leştirilmesi ile dolu dolu geçti. İyilik gibi güzelbir değerin yaygınlaştırılmasında örnek şehirdurumuna gelen Elazığ, güzellikleri ile de misafirlerinioldukça etkiledi. Sunumlarımız içinMuğla’dan gelip iki günümüzü geçirdiğimiz güzelElazığ, ayrılırken gönüllerimizde güzel biranı olarak kalmaya başlamıştı bile.Okullarda gerçekleştirilen “iyilik” merkezliçalışmaların gerek sözlü gerekse poster bildirilerbiçiminde sunulduğu sempozyumun önümüzdekiyıllarda gerçekleştirilmesi planlanan çalışmalarayardımcı olacağı düşünüldüğünde, bu etkinliğinönemi daha iyi kavranacaktır. Aynı zamanda79eylül-ekim-kasım2009


yapılan çalışmaların paylaşılması da farklı şehirlerinve farklı okulların da bu tür çalışmalaryapması bakımından faydalıdır. Eğitim-öğretimfaaliyetlerinin önemli aşamalarından biri “değeröğretimi”dir. Yarının geleceği olan çocuklarımızabilgiyle birlikte millî ve manevî değerlerivermek, onları hem eğitim hem de öğretim bakımındandonanımlı bireyler olarak yetiştirmek,günümüzde eğitim kurumlarına düşen önemligörevlerdendir. Bununla birlikte bu değerlerinsadece okullarda verilmesi dışında toplumayaygınlaştırılmasına da çalışılmalıdır. Okullardagerçekleştirilecek değişik projelerle toplum bazındasürdürülecek çalışmalar, teorik bilgilerinpratiğe dökülmesine zemin hazırlayacak ve ortayasomut olarak faydalı ürünler çıkacaktır. Nitekimsempozyumun açılışında, Elazığ’daki okullardayapılan etkinlikler neticesinde öğrencilerinduygu ve düşüncelerini yansıtan mektuplardansunulan örnekler, yapılan çalışmaların amacınaulaştığını göstermesi bakımından oldukça manidardı.Bu çalışmaların sadece belli bir yerle değilde bütün ülkeye yayılmasını amaçlayan İl MilliEğitim Müdürlüğü de asıl hedefini şu cümlelerledile getirmekteydi: “İlimizdeki okullarda devameden bu çalışmanın daha da olgunlaşıp okullarımızındışına taşarak kapsayıcı bir çalışma halinedönüşmesi, bilim adamlarının ve Milli EğitimBakanlığı temsilcilerinin görüşleriyle mümkünolacaktır. Böylelikle bu çalışma başka illerde deuygulanabilecek yeterliliğe kavuşacak, belki detüm Türkiye’ye dalga dalga yayılarak ulusal biriyilik ikliminin oluşmasına zemin hazırlayacaktır.”Sempozyumda sunulan sözlü bildirilerdeöğrencilere iyilik bilincini kazandırmada ve bubilincin onlarda olgunlaştırılmasında müziktenedebiyata, okuldan aileye olmak üzere çeşitlibilim dallarının ve kurumların üstlenebileceğigörevler üzerinde durulurken poster sunumlardaağırlıklı olarak teorik bilgilerden ziyade uygulamayadökülen çalışmalar tanıtıldı. Elazığ’dakiokulların yapmış olduğu çalışmaların sunulduğuposterleri bu çalışmalara bizzat katılan öğrencilerinsunması ise etkinliğin bir başka güzel tarafıydı.Poster stantlarını dolaşırken onlarla yaptığımızkonuşmalarda ne kadar mutlu ve heyecanlıoldukları gözlerinden okunuyordu. Yaptıklarıçalışmaların semeresini almak onları son derecesevindirmiş ve ileriki yıllar için bu çalışmalarısürdürme konusunda cesaret ve inançlarını artırmıştı.Öğrencilerin gözlerindeki ışık, hepsinin80eylül-ekim-kasım2009


Ülkenin dört bir yanında birbirlerinden habersiz olarak teorikve uygulama bazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalaraimza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortaya koyduklarıfikirler, önümüzdeki yıllar için bir umut ışığı oldu.birer iyilik meleği olduğuna dair bir emareydi.Neler yapmamıştı ki Elazığ’ın güzel çocukları?Kimi okullar kendilerine kardeş okullar edinmişlerve okullar arasında gönül köprüleri kurmuşlardı.Bazıları huzurevi, çocuk yuvası gibikurumlarla irtibata geçmiş, hem yaşlıları hem dekimsesiz çocukları çeşitli aktivitelerle sevindirmişve onların hayır duasını almıştı. Farklı alanlarıağaçlandırarak çevrelerine güzellik katanöğrenciler de iyiliğin başka bir boyutunu gözlerönüne sermişlerdi. Kısacası onlar iyilik yapmakiçin ellerine geçen her fırsatı değerlendirmişlerdi.Zaten sempozyumun en önemli iletilerindenbiri şuydu: “İyilik yapmak için her zaman, uygunzamandır. İyiliğin nicelik olarak çok büyükolmasına gerek yoktur. <strong>Bizim</strong> çok ufak şeylergözüyle baktığımız nice çalışmalar aslında çokönemli birer iyiliktir. Çevremizde iyilik yapabileceğimizbirileri muhakkak vardır.”Günümüzde tüketim toplumu durumuna gelmişolmanın olumsuz sonuçlarından biri olan almayave kazanmaya dönük anlayışın terk edildiğive vermenin güzelliklerinin yaşatıldığı “İyilikProjesi” çalışmasında öğrencilerdeki fedakârlıkve yardımseverlik duygularının üst düzeye çıktığıyapılan sunumlarda sık sık dile getirildi. Farklıderslerde iyilik anlayışına yönelik metinlerinişlenmesinin somut olarak tatbik edilmediğindeherhangi bir anlamı olmayacağı düşüncesi dedile getirilen bir başka önemli konuydu. Yinesunulan bildirilerde, insanın özünde iyiliğin doğuştangelen bir değer olduğu ve yaşam süresincefarklı yer/ zamanlarda uygulamaya döküldüğüfakat bunun için de kişiye eğitim-öğretim yoluylabu bilincin kazandırılması ve model olunmasıgerektiği ortaya çıkan düşüncelerden biri olarakhafızalarımıza kazındı. Ülkenin dört bir yanındabirbirlerinden habersiz olarak teorik ve uygulamabazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalaraimza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortayakoydukları fikirler, önümüzdeki yıllar için birumut ışığı oldu. Sempozyum süresince, sunumaralarında fikirlerini paylaşma imkânı bulan değerlibilim insanları, kıymetli eğitimciler “iyilikmelekleri” yetiştirme yolunda gelecek planlarınıyapmaya başlamışlardı.Etkinlik için Elazığ’a gelen bütün katılımcılaraellerinden gelenin en iyisini yapmak için hertürlü fedakârlığı gösteren Valilik, Milli EğitimMüdürlüğü, Rektörlük başta olmak üzere çeşitlikamu kurum ve kuruluşları da bu davranışlarıylaiyiliğin güzel taraflarını konuklarına gösterdiler.Sempozyum dışında gerçekleştirilen çeşitligezi ve sosyal etkinlikler Elazığ’ın tanıtımındaönemli bir yer tuttu. Veda anında misafirlerinaziz diyar Elazığ’dan mest olmuş şekilde ayrılmaları,ilk fırsatta yine ziyarete gelecekleriniifade etmeleri tek kelimeyle “iyilik” paydasındabuluşmanın bir sonucuydu belki de.Bu yıl ilki gerçekleştirilen ulusal sempozyumunönümüzdeki yıllarda daha da genişletilereksürdürülmesi “iyilik melekleri”ni artırmadaönemli bir yer tutacaktır. Elazığ’dan yakılaniyilik ateşinin bütün ülkeyi hatta ülke dışını birmeşale gibi aydınlatması en büyük dileğimizdir.Elazığ, bu alandaki ilk bilimsel sempozyumaimza atmanın haklı gururunu yaşıyor. Kim bilir,belki önümüzdeki yıllarda farklı iller de bu türetkinliklerin tanıtımı için böyle sempozyumlardüzenlerler. Ulusal çapta başlayan bu çalışmalarınuluslararası düzeyde başlatılması ve milletlerarasında iyilik köprülerinin kurulması hayaldeğildir. Eminim, iyilik bilincinin bütün ülkeye/dünyayayayıldığı ve iyilik meleklerinin kolgezdiği bir ülkede/dünyada hayat çok daha güzelolacaktır. ■81eylül-ekim-kasım2009


EMRAH GÜRSUEdebiyatın, musikinin ve tarihin aynı mekândabuluşarak beden gibi canlı, ruh gibi sonsuzolduğu Hazar, damarlarını Orta Asya’nın beslediği,suyun söze, sözün şiire dönüştüğü bir içtenlikmekânına dönüşüyor. K. Popper’in dediği gibi“Tabiata ve tarihe bir maksat ve bir mana sokanbizleriz.” Zira ne Hazar’ın ne tarihin biçtiği rolünmaddesel anlamda önemi yoktur. Fakat onlara ruhkazandıran, anlam yükleyen, binlerce kilometredenve onlarca farklı ülkeden gelerek yatağını bulan nehirgibi mutlulukla akan insanları tek bir coğrafyadabirleştiren “biz” duygusudur.Mahallikten ulusallığa, ulusallıktan uluslar arasıboyuta ulaşan Hazar Şiir Akşamları’nın 26–28Haziran tarihleri arasında 17.si gerçekleştirildi. Hersene bir mümtaz şahsiyetin onuruna düzenlenen şiirakşamlarının 17.si ismiyle müsemma Necip Fazılonuruna yapılması şiir akşamlarını daha anlamlıkıldı. 17. Hazar Şiir Akşamları’nın bir milletin tefekkürdünyasına ve şiir anlayışına yön vererek “üs-tat” unvanını kazanmış olan “Necip Fazıl” anısınayapılmasının önemi büyük. Çünkü o kaleleri zaptedilmemiş bir mütefekkir. Şiiri kendine amaç değil,araç edinmiş bir şair. Şiir ki mutlak hakikati aramaişidir. Şair ki gaibi kurcalayan çilingir. Necip Fazılhakkında en yetkin ediplerden biri olan MustafaMiyasoğlu’nun tesbitleri yerindedir: “Üstad bu toplumunkendisini bulmasında ve tarihi misyonunayeniden kavuşmasında her şeyi önceden söyleyecekve gaiplerden ses getirircesine çarpıcı bir üsluplaeserler verecek ‘beklenen sanatkâr’dır.”15.si Cengiz Aytmatov, 16.sı Bahtiyar Vahapzadegibi usta isimlerin anısına yapılan Hazar şiir akşamlarınınson büyük halkası Necip Fazıl oldu.Azerbaycan, KKTC, Türkmenistan, Özbekistan,Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk diyarlarından birçokkardeşimiz bu şiir şölenini, şiir akşamlarını aydınlatmakiçin yüreklerinde kıvılcımlarla geldiler.Ve birleşen tüm kıvılcımlar şehri aydınlatan koradönüştü.82eylül-ekim-kasım2009


25 Haziran günü akşam Fırat T.V. de VehbiVakkasoğlu’nun şiirleriyle Necip Fazıl’ı tanıtmasıve arkasından kürsübaşı programı ile ilk etkinliklerbaşlatıldı. Ertesi gün 26 Haziran’da Prof. Dr. TuranYazgan’ın adının bir caddeye verilmesiyle başlayanetkinlikler, halkın büyük bir coşkuyla katıldığı veönde mehter takımı arkada büyük bir kalem ve kelamordusuyla “şairler yürüyüşü” ile devam etti.Öğretmenevinin önünde Elazığlı şairler adınaMithat Yılmaz, Türkiye’den şairler adına CemalSafi, Türkiye dışından katılan şairler adına AzerbaycanlıElçin İskenderzade, Türksoy Genel MüdürüDuysen Kasseinov, F.Ü. Rektörü Fevzi Bingöl,Elazığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu,Elazığ Valisi Muammer Erol konuşmalarıyla HazarŞiir Akşamları’nın önemine dikkat çektiler.“Hatıralarla Üstad” adlı panelde Necip Fazıl’ınSakarya şiirini Rıdvan Dağlar seslendirirken, oturumbaşkanlığını Ahmet Tevfik Ozan’ın yaptığı paneleProf. Dr. M. Sayım Tekelioğlu, Servet Kabaklı,Bekir Oğuz Başaran, Mustafa Miyasoğlu, VehbiVakkasoğlu ve İsa Kocakaplan katılarak, üstadile olan anılarını anlattılar. Özellikle Bekir OğuzBaşaran’ın üstadın defin işlemlerini anlatması kendinive dileyenleri hüzünlendirdi.Akşam programında ise açtığı okullarla OrtaAsya’nın eğitim fatihi olarak görülen, iktisat alanındayaptığı çalışmalarla dikkat çeken, Türk DünyasıAraştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. TuranYazgan’a Vali Muammer Erol tarafından “TürkDünyası Hizmet Ödülü” Belediye Başkanı tarafındanadına açılan caddenin beratı, Türk EdebiyatıVakfı Başkanı Servet Kabaklı ve İskender Pala tarafından“Türk Dünyasının bilgesi” beratı takdimedildi.Verilen ödüllerin hemen ardından sazıyla sözünübirleştiren sazıyla sözüne ahenk, sözüyle sazınaanlam katan Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğluuzun zaman hafızalardan silinmeyecek birkonser verdiler.27 Haziran cumartesi günü ise Necip Fazıl, ilçelerimizdeakademisyen, şair ve yazarların katılımıylaçeşitli yönleriyle anlatıldı. Aynı saatlerde Öğretmenevindeise oturum başkanlığını <strong>Bizim</strong> Külliyedergisinin genel yayın yönetmeni Nazım Payam’ınyaptığı ve Türk Edebiyatı, Temrin, Berceste, KardeşKalemler, Yenises, Kümbet, Kümbetaltı, Ay Vaktive Yüzakı dergilerinin katılımıyla dergilerin yayınçizgisi ve yayın ilkelerinin anlatıldığı bir panelgerçekleştirildi. Hemen ardından İskender Pala’nın“Şiirinin Sultanları” (Sultans of Poetry) adlı sergisiaçıldı. 36 Osmanlı padişahının 26’sının şair olduğuve her birinden bir şiirin bulunduğu sergi sanatseverlertarafından büyük takdir topladı. Aynı gün Prof.Dr. Ahmet Buran’ın başkanlığını yaptığı ve Prof.Dr. Mehmet Törenek , Mustafa Miyasoğlu, Doç. Dr.Galibe Hacıyeva, Eşgane Babayev, Mesud AkhtarShaikh gibi Necip Fazıl hakkında derin bilgiye sahipolan isimlerin katılımıyla, Necip Fazıl’ın şairlik,yazarlık, tiyatro yazarlığı ve mütefekkir yönlerininirdelendiği bir panel düzenlendi.Hazar’ın akşamla, akşamın şiirle buluştuğueşsiz dakikalar yaşandı. Çeşitli coğrafyalardangelerek 17. Hazar şiir akşamlarına renk katan şairlerimizşunlardır: Abdullah Satoğlu (Türkiye), AliAkbaş (Türkiye), Almas Temirbay (Kazakistan),Altynbek İsmailov (Kırgızistan), Ayşegül Dinçbaş(Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Ayşen Dağlı(Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Bahtiyar Aslan(Türkiye), Bedrettin Keleştimur (Türkiye), BolatMağazoğlu Sagındykov (Kazakistan), Cemal Safi(Türkiye), Çolpan Çetin (Tataristan), Doç. Dr. GalibeHacıyeva (Nahçivan/Azerbaycan), DolgormaaSainbayar (Moğolistan), Ecaterina Ganeva (Gagavuz),Elçin İsgenderzade (Azerbaycan), Erol Tufan(Makedonya), Esat Kabaklı (Türkiye), Esentur Kılıçev(Kırgızistan), Farida Butaeva (Özbekistan),Gazi Özcan (Türkiye), Güldeniz Ekmen Agiş (Türkiye),Gülşen Yılmaz (Türkiye),Hasan Ahmet (Gümülcine), Karani Arda (Türkiye),Mahym Rozyyewa (Türkmenistan), Metin ÖnalMengüşoğlu (Türkiye),Muhammed Ali Eşmeli(Türkiye), Mutalip Beppaev (Kabardey- Balkarya),Nurettin Gür Ozanoğlu (Türkiye), Nurullah Genç(Türkiye), Özcan Ünlü (Türkiye), Slave Dýmoske(Makedonya), Şemsettin Küzeci (Kerkük), ŞerefYılmaz (Türkiye), Türkeş Avşarlı (İran), YahyaAkengin (Türkiye).Hazar Şiir Akşamları, tarihte, fikirde, kültürdeve dilde birliğin ve ortak şuurun ortak bir sese dönüşmesidir.Türk Dünyasında Türkçe'nin yankılanmasınınsembolik bir ifadesidir.Çeşitli Türk lehçelerinde söylenen şiirlerledil kervanımız coğrafyalarda yürüyecek, birbirimizihissedebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüdeAnadolu'da konuşlanacaktır.■83eylül-ekim-kasım2009


NAMIK YUSUFAğın Haber Gazetesi’nin organize ettiği 2009Ağın Kültür ve Sanat Şenliği, 7–8–9 Ağustos2009 tarihlerine damgasını vurdu.Şenlik 7 Ağustos Cuma günü Niyazi YıldırımGençosmanoğlu Kültür Merkezi’nde düzenlenenaçılış töreni ile başladı. Törende Ağın KaymakamıSoner Zeybek, Ağın Belediye Başkanı Mustafa Yentürve Ağın Haber Gazetesi adına Lokman Öztürkbir konuşma yaptı. Konuşmalarda, böyle bir şenliğinAğın’da yapılıyor olmasının verdiği övünç ve mutlulukdile getirildi.Organizasyon adına yakışır bir açılıştan sonrakültür, sanat ve şenlik kavramlarının mükemmeluyumu ve “kültür” başlığının tecessüm ettiği “NedenOkuyoruz?” başlıklı konuşma ile devam etti.Adnan Binyazarın yaptığı “Neden Okuyoruz?”konulu konuşma dünü, bugünü ve yarını temsil eden,her yaştan izleyicinin yer aldığı salonda büyük ilgigördü. Programa yediden yetmişe kadın-erkek herkesinbüyük ilgi göstermesi özellikle belirtilmesigereken ve Ağın’ı anlatması açısından önemli birdurum... Ağın’da en sıradan durum okumuş olmakolduğundan en meşhur yönü zihninizi beslemeye yöneliktir.Binyazar bu bölgedeki sarı otların bile kendisinebüyük heyecan verdiğini belirterek konuşmaya başladı.Konuşmada birçok tespit gönül sıcaklığı ile dilegetirildi Adnan Binyazar tarafından: “İcat eden birtoplum olmayışımızdan, Türkiye ile Batı ülkelerindekişi başına düşen kitabın karşılaştırılması ve aradakiuçuruma, aydınlanmanın toplumun kendisinden başlamasıgerektiğinden, asıl kimliğin dil ile kazanılacağınakadar…Organizasyonun ikinci oturumunda Ağın’ınyetiştirdiği iki büyük isim (Niyazi YıldırımGençosmanoğlu-Fethi Gemuhluoğlu) ile bu isimlerinyetişmesini hazırlayan tarihi, siyasi, sosyal ve ekonomikyapı “Ağın Kültürünü Mayalayan İnsanlar veEğitime Adanmış Hayatlar” konulu panelle dinleyicileresunuldu.Panel, Prof. Zafer Gençaydın’ın başkanlığındaGalatasaray Üniversitesinden Prof. Dr. Füsun Üstel,Fırat Üniversitesinden Prof. Dr. Ahmet Buran, ElazığKültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk’ün konuşmacıolarak katılımı ile gerçekleştirildi.Tahtasız Hoca’nın torunu olan Prof. Dr. FüsunÜstel’in yaptığı konuşmada; Ağın tarihinde yer alanve eğitimi, adaleti, cesareti, azmi ve tevazuu ortayakoyan Tahtasız Hoca gibi insanların farklı kişilikleriortaya koyularak Ağın’ın ayırıcı özellikleri dile getirilmeyeçalışıldı.84eylül-ekim-kasım2009


Prof. Dr. Ahmet Buran, Ağın’da kullanılan, yaşayandilin özelliklerine değinerek Ağın Yöresi Ağzıüzerine bir sunum yaptı.Elazığ kültür Müdürü Tahsin Öztürk ise mekânlarile kişilikler arasındaki ilişki üzerinde durarak Ağın’ıfarklı bir açıdan anlatmaya çalıştı.Oturum Başkanı Prof. Zafer Gençaydın Ağın’ıniki önemli şahsiyeti üzerine yapılacak toplantılardabu hususların uzmanlarınca ifade edileceğini belirterekkatılımcılara ve izleyicilere teşekkür ederekpaneli tamamladı.Cuma günü akşam Kemaliye Belediyesi HalkOyunları Ekibi ve Fasıl Heyeti’nin gösterileri şenliğinilk gecesini sanatları ile süslediler.8 Ağustos Cumartesi günü sabah toplantısı NiyaziYıldırım Gençosmanoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı’naayrılmıştı. Elazığ Valisi Sayın Muammer Orhan’ın dakatılımı ile gerçekleştirilen Panelde Oturum BaşkanıOlarak Mehmet Nuri Yardım, konuşmacı olarak;Yard. Doç. Dr. Emin Sezer, Şair Nazım Payam, İsaKocakaplan, Şair Olcay yazıcı; Gençosmanoğlu’nunşiirlerini seslendirmek üzere ise; Şair Bestami Yazganve Şair Yusuf Dursun katıldı.Katılımcılardan Yard. Doç. Dr. Emin Sezer “kahraman”tipi üzerinde durdu. Gençosmanoğlu’nunşiirlerinde ortaya çıkan kahraman tipini MehdiErgüzel’in hazırladığı metni sunarak ifade etmeyeçalıştı.İsa Kocakaplan şiirleri teknik açıdan ele alarakGençosmanoğlu’nun bir sanatçı olduğunun unutulmamasıgerektiğini belirti.Olcay Yazıcı Gençosmanoğlu’nun destanlarlaberaber evrensel insan gerçeğini de yakaladığını, bugücü de Yesevî dergâhından günümüze taşıdığını belirtti.Bu sebeple bir ihya medeniyetini dile getirdiğini,Doğu medeniyetini anlattığını belirtti.Nazım Payam, Ağın’ın aydınları ile bilindiğinibunun devam etmesinin önemli bir sorumluluk olduğunubelirtti.Yusuf Dursun ve Bestami Yazgan okuduklarıGençosmanoğlu şiirlerinin bir mana ses bayrağı olduğunuve bir milletin bu bayrak altında binlerce yıloturduğunu ifade ederek gönül saraylarımızın mimarıolduklarını vurguladı Gençosmanoğlu gibi şairlerin.Gençosmanoğlu’nun kardeşlerinin de katıldığıpanelde şairin kardeş kişiliği de gözler önüne serilerekzor olanı nasıl kolaylaştırdığı belirtildi.Cumartesi günü yapılan ikinci oturumda ise yineAğın’ın yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan FethiGemuhluoğlu anılarak Ağın’ın Elazığımız, bölgekültürü ve Türkiye için ne kadar önemli bir yere sahipolduğunun resmini çizdi.“Fethi Gemuhluoğlu’nu Anarken” konulu oturumdaŞerif Aydemir bir açılış konuşması yaparakkatılımcıları tanıttı. Fethi Bey’in oğlu Mehmet AliGemuhluoğlu tarafından babası tanıtıldı. MalatyaValisi D.ç. Dr. Ulvi Saran’ın konuşmasından sonra,Oturum Başkanı Mehmet Nuri Yardım sırasıyla;Metin Eriş, Emin Işık, Emin Sezer, Nazif Gürdoğanve Sadık Yalsızuçanlar’a söz verdi. Mehmet AliGemuhluoğlu’nun yaptığı teşekkür konuşması ileoturum tamamlandı.Ağın Kültür ve Sanat Şenliği 8 Ağustos Cumartesigünü saat: 20.00’da Selahattin Alpay’ın da katıldığımüzik, tiyatro ve ödül töreni ile tamamlandı.Bu organizasyonu hazırlayan Ağın Haber Gazetesiyetkililerine Yazı işleri Müdürü Lokman Öztürk’eve Yayın Danışmanı Şerif Aydemir’e Türkiye’ye malolmuş bu insanları kendi memleketleri olan Ağın’danseslenerek yeniden gündeme getirdikleri için teşekkürederiz.■85eylül-ekim-kasım2009


"Harput ve Elazığ'adair kaynak eserler"M. NACİ ONURHarput’un tarihinin çok eskilere dayandığı kaynaklardantespit edilmekte, buna paralel olarakkültürünün ve hayat tarzının da aynı derecede eski olduğusonucuna varılmaktadır. Bu bakımdan kadim birkültür varlığına sahip Harput ve onun varisi Elazığ ileilgili kaynak görevini görecek yayınlanmış eserler iledergi ve gazeteleri gözler önüne sermek önemli bir göreviifa etmek manasına gelir.Herhangi bir dalda meydana getirilen eserler, elealınan konu hakkında geniş bilgi ihtiva etmesi yönündendeğer taşır. İçeriği itibariyle o konunun daha iyi anlaşılmasınıtemin ettiği gibi, başka dallara ışık tutmasıbakımından da önemlidir. Bir araştırmacı, ortaya konaneserlerde kendine yarayacak bilgileri arar bulur. “İğneylekuyu kazmak” diye bir deyim vardır. İşte bu deyimeuygun olarak; edebiyatla, şiirle meşgul olan araştırmacı,tarihî eserin bir yerinde şair olan kişinin şiirinerastladığında, onunla ilgili o ana kadar bilinmeyenleriortaya koymaya başlamak için bir anahtar bulmuş demektir.Aynı tarzda, şairin divanındaki bir gazelde veya zamanımızşairlerinin birinin şiirinde, tarihî hâdiseye aitişaret varsa ve tarihle ilgili bilgiler veriyorsa, tarih araştırmacısıiçin o şiir, mücevher kıymeti taşır. İşte biz deElazığ’la, Harput’la ilgili yazılmış ve neşredilmiş olaneserleri, Elazığ’da çıkmış ve çıkmakta olan dergi vegazeteleri burada sıralamak ve onlarla ilgili az da olsabilgi vermek suretiyle, araştırma ve inceleme yapacakolanlara yardımcı olmak ve bu konulara ilgi duyan kişilerindikkatlerini çekmek ve bilgi sahibi olmalarını teminetmek istedik. Bununla beraber, yayınlanmış olaneserlerin bizim için bir değer olduğunu, bu değerleri birbütün hâlinde gözler önüne sermeği amaçladık.Bu eserleri zikretmeden etmeden önce, Harput hakkındakısa bilgi vermek yerinde olur kanaatindeyim.Kerkük, Urfa, , Harput ve Azerbaycan Bakü’yü birat nalı şeklinde düşünürsek; dil itibariyle, hatta örf veâdetlerinin benzerliğiyle, bu at nalı içerisinde yer alansaydığımız vilayetlerin hemen hemen hepsi birbirineçok benzer. Bu bakımdan at nalını elimizde sıkıştırdığımızzaman, iki ucun birleşmesi bizi asıl çıkış yerimizolan Orta Asya’ya, yani köklerimize götürür.Harput kelimesinin oluşumuyla ilgili, eskiden beriortaya atılan görüş ve rivayet şudur. Kar-pert diye tabiredilen iki kelimeden meydana geldiği, “kar”ın taş,"pert"in de kale manasında olduğu, böylece kar-pet’inde “taş kale” anlamında kullanıldığı kaydedilmekte ,zaman içerisinde ağızlarda söylene söylene bugün telaffuzettiğimiz şekline dönüştüğü belirtilmektedir.Hurrilerden, Hititlerden, Urartulardan, RomanlılardanAraplara oradan da Artukoğullarına, Selçuklularadaha sonra da İranlılara ve 1514’lerde Osmanlılara geçenHarput’un böyle bir tarihî seyri var. 110 yıl evvelHarput’u düşündüğümüzde, 30 bin nüfusunun olduğunugörürüz.11 tane mahalle mektebi, 7 tane İlkokul, 1 Sultani,1 Rüştiye, 1 Darü’l – Muallimin yani öğretmen okulu,1 tane Yüksek İslam Enstitüsü, 1 Bayındırlık Okulu, 1İpekböcekçiliği Okulu’nun varlığını kayıtlardan öğreniyoruz.Böylece Harput’u bu şekliyle aktardıktan sonra, asılkonumuz olan “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eserlere”geçmek istiyorum.Kaynak eserleri meydana getirenler, büyük gayretsarf ettiler, gönüllerinden geldiği gibi şevkle ve arzuylaElazığ’a, Harput’a hizmet ederken kalemlerini kullan-86eylül-ekim-kasım2009


dılar. Hepsinin gözüne, eline, zihnine ve gönüllerinesağlık diyorum. Bu eserleri şu şekilde sıralayabiliriz.Sunguroğlu, İshak: Harput Yollarında İstanbul -1959Rahmetli İshak Sunguroğlu’nun hazırlamış olduğuve ilk baskısının 1959 yılında, daha sonra Elazığ Kültürve Tanıtma Vakfınca 2. baskının yapıldığı 4 ciltten müteşekkilbir eserdir.1.ciltte; Harput tarihi,2.ciltte kültür hareketlerine dair bilgiler, okullar,âlimler, mutasavvıflar, şairler ve hattatlar yer alıyor.3.ciltte, Harput folkloru, musikisi, oyunları,hikâyeleri ve kıyafetleri var.4.ciltte ise Harput’ta evlenme, düğün, doğum, ölüm,âdetler, sünnet, bayram, hac, kış ve yaz eğlencesiyle ilgilibilgiler yer alıyor.Kısacası, gerçekten İshak Sunguroğlu kendi hayatını,Harput’un bu folklorik araştırmalarına vakfetmiş,maddi manevi bütün varını yoğunu bu uğurda sarf etmiştir.Aydoğmuş, Günerkan: Harput Kültüründe DinÂlimleri, Elazığ-1998Günerkan Aydoğmuş’ın hazırladığı bu eser,Elazığ’da 1998 yılında yayınlanmıştır. Eser, 3 bölümdenmüteşekkildir.1.bölümde, Harput’taki müderrisler ( profesörler ),müftüler ve diğer dinî şahsiyetlere yer verilmiştir.2. bölümde, mutasavvıflar ve bunların türbeleri,3. bölümde, şehit türbeleri yer almıştır.Memişoğlu, Fikret: Harput Halk Bilgileri, Elazığ-1995Fikret Memişoğlu’na ait olan bu eser, Elazığ’da1995 yılında basılmıştır, Harput’un folkloru, edebiyatıve kültürü ile ilgili geniş bilgi ihtiva etmektedir.Ardıçoğlu, Nurettin: Harput Tarihi, Ankara - 1997Eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu’na ait bueserin, 2. baskısı Ankara’da 1997 yılında yapılmıştır.Başlangıçtan 17. yüzyıl dâhil; Harput’un tarihî, resimlerleokuyucuya sunulmuştur.Kısaparmak, Fatih: Dil Folklorü Açısından HarputAğzı:Fatih Kısaparmak tarafından Harput ağzı geniş şekildeirdelenmiş, Kerkük manileriyle Harput manilerikarşılaştırılmış, mukayese edilmiş ve birbirine son derecebenzedikleri tespit edilmiş, yorum getirilmiş vearkasına da bir sözlük ilave edilmiştir.Memişoğlu, Fikret: Harput Ahengi, İstanbul-1996Fikret Memişoğlu tarafından yazılmış, İstanbul’da1966 yılında basılmıştır. Harput’un ve Elazığ’ın meşhurçalgıcıları, bestecileri ve türkücüleri anlatılmış, mahallimakamlara örnekler verilmiştir.Aksın, Ahmet: 19. Yüzyılda Harput, Elazığ-1999Doç. Dr. Ahmet Aksın tarafından Elazığ’da 1999yılında yayınlanmıştır. Harput ve bu beldenin idari şekli,mahalleleri, nüfusu, sosyal yapısı, iktisadi durumuşeklinde, 5 bölümde incelenmiştir.Güler, Zülfü: Elazığ Ağzı, Elazığ-1992Yrd. Doç.Dr. Zülfü Güler tarafından Elazığ’da 1992yılında yayınlanmıştır. Harput-Elazığ ağzının Türkçeiçindeki yeri incelenmiştir. Atasözleri, hikâyeler ve masallarayer verilmiş, mahalli kelimeler ve bunların manalarısözlük şeklinde eserin sonunda yer almıştır.Elazığ Müftülüğü: Dünü ve Bugünüyle Harput,Elazığ.19982 ciltten müteşekkildir. 24 ve 27 Eylül – 1998 tarihlerindeElazığ Müftülüğünün tertiplediği sempozyumdakiHarput’la ilgili sunulan tebliğleri ihtiva eder.Buran, Ahmet: Elazığ Ağızları, Elazığ-2003Prof. Dr. Ahmet Buran tarafından Elazığ’da, 2003tarihinde yayınlanmıştır. Elazığ ağzıyla ilgili ilmî bireserdir. Eserin sonunda sözlük ve onu takiben de Elazığağzına has dualar, beddualar, deyimler ve tabirler yeralmıştır.Memişoğlu, Fikret: Harput Divanı, Ankara-1995Fikret, Memişoğlu tarafından hazırlanmış, ancakbaşka bir kurumca Ankara’da 1995’de basılmıştır.Harput’ta yetişmiş şairler ve şiirleri hakkında geniş bilgibulmak mümkündür.Ünal, Mehmet Ali: 16. Yüzyılda Harput Sancağı,Ankara-1989Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal tarafından Ankara’da1989 yılında bastırılmıştır. Harput’a sancaklık unvanınınverildiği 16. asırdaki idari taksimat ile idare şekli vebağlı olan vilayetler hakkında çok geniş bilgiler vardır.Günay, Umay: Elazığ Masalları, Erzurum-1975Prof. Dr. Umay Günay tarafından Erzurum’da, 1975yılında basılmıştır. Elazığ’dan derlenmiş olan masallar,kişilerin künyeleri verilmek suretiyle Elazığ ağzı özellikleriyleyazıya geçirilmiştir.Açıkses, Erdal: Amerikalıların Harput’taki MisyonerlikFaaliyetleri, Elazığ-2003Bu eser de Doç.Dr. Erdal Açıkses tarafından 2003yılında basılmıştır. Misyonerlerin Harput’taki faaliyetleri,konsolosluk, misyonerlik, eğitim ve sağlık başlıklarıylaele alınmıştır.87eylül-ekim-kasım2009


Onur, M.Naci: Harputlu Divan Şairleri, İstanbul-1988Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanmıştır. 9 taneHarputlu Divan şairinin hayatı incelenmiş ve şiirlerindenörnekler verilmiştir.Onur, M. Naci: Harputlu Rahmi Divanı, Ankara-1996Dr. M. Naci Onur ve İbrahim Kavaz’ın müştereken1996 yılında hazırlanan ve Ankara’da basılan eserde,Hoğulu (Yurtbaşılı) Rahmi’nin hayatı, edebî kişiliği veeseri tanıtılmış, divanı Türk harfleriyle verilirken, şiirlerintamamı nesre çevrilmiştir.Onur, M. Naci: Harputlu Şair Hacı Hayri Bey,İstanbul-2004Dr. M. Naci Onur tarafından 2004 yılında İstanbul’dabasılan bu eserde, şairin hayatı, edebî kişiliği, şiirleri vebu şiirlerin nesri verilmiştir.Onur, M. Naci: Harputlu Şair Mustafa Sabri Efendi,Elazığ- 2007Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanan eserde şairinhayatı, edebi şahsiyeti, şiirleri ve bu şiirlerin nesreçevrilmiş ve bir kitap hâlinde Elazığ’da 2007 yılındaneşredilmiştir.Ayrıca, aşağıda sadece yazarlarını ve isimlerini, basılışyeri ve tarihlerini vereceğimiz eserler ile dergi vegazeteler de Harput’a ve Elazığ’a dair önemli bilgileriihtiva etmeleri yönünden, müracaat edilecek kaynaklararasında yer almaktadır.Görkem, İsmail: Elazığ Efsaneleri, Elazığ-2006Katı İ. Ekrem: Elazığ Fıkraları, Elazığ- 2005Coşkun, Fikret: Harput Ezgileri, Elazığ-1997Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ-2005Yılmaz, R. Mithat: Şiir Şiir Elazığ, Elazığ-2006Demirel, Yurdal: Pulutlu Halil Efendi, Elazığ-2006Demirel, Yurdal: Bulutoğulları, Elazığ-2006Gökçe, Orhan: Olaylar ve Fıkralarla Biyografi,Elazığ-2005Demirtaş, Feyzullah: Mirdasi Hükümdarları-Palu ve Eğin Hükümetleri ve Çermik Beyliği,İstanbul- 2005Çarsancaklı, Ziya: Hatıralardan Bir Demet-DertYumağı, İstanbul-2002Yapıcı, Süleyman: Palu-Tarih, Kültür, İdari ve SosyalYapı Ankara-2004Septioğlu, Hüsamettin: Palu ve Şeyh Ali-yi SeptiHazretleri, Elazığ- 2004Bican, Zekeriyya: Sekizinci Şehir, Elazığ’a Harput’tanİnciler 1 Ankara-2005Güler, Meftune: Harput Efsaneleri, Elazığ-2000Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 1. ciltElazığ-1993Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 2. CiltElazığ- 1995Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 3.cilt, Elazığ-2002Ekici, Savaş: Elazığ Harput Müziği, Ankara-2009Kacar, Şükrü: Damdaki Saksağan, Elazığ- 2000Demirel, B.Ali: Doğu Anadolu Çıkmaz Sokak,Elazığ-1995Demirel, B.Ali: Elazığ’da Sanayi, Elazığ- 1998Komisyon: Mamuratü’l-Aziz Vilayet Salnameleri ,(çeşitli tarih)Kılıç Orhan-Hüseynikoğlu, Ayşegül: Elazığ Bibliyografyası,Elazığ-2003Aydoğmuş, Günerkan: Ak Topraklar Üzerinde Birİlçe, Ağın Elazığ- 1992Elgiad Yayın I:Anılarla Elazığ(Fotoğraflar) Elazığ-1992Fırat Üniv. Yayını: Tarih İçinde Harput, Elazığ-1992Kutlu, Muhtar: Şavaklı Türkmenlerde Göçer Hayvancılık,Ankara-1987Buran, Ahmet: Elazığ İli Ağızları, Elazığ-2003Gülensoy, Tuncer- Elazığ Yöresi AğızlarındanBuran, Ahmet: Derlemeler, Ankara- 1994Memişoğlu, Ferhan: Elazığ Kılavuzu, Elazığ-1977Binici, Muharrem: Elazığ-Harput Turizm Rehberi-ElazığBaşaran, Hanifi: Elli Yıl Öncesinin Elazığ ÇocukOyunları, Ankara -1993Sivrikaya, Sabahattin: Notalarıyla Elazığ YöresiHalk Oyunları Müzikleri, İstanbul- 2002Özel, Gönül: Elazığ El Sanatları, Elazığ- 2008Elazığ Valiliği: Notalarla Harput Musikisi (2 cilt)Elazığ- 1999Turhan, Salih -Taşbilek, Şemsettin: Elazığ-HarputHavaları, Ankara- 2009Bican, Zekeriya: Sekizinci Şehirde İz Bırakanlar 2Ankara-2009Danık, Ertuğrul-Balaban, Mustafa: Harput GeziRehberi, Elazığ - 2004Komisyon: Elazığ Mutfak Kültürü, Elazığ-2003Demirel, Yurdal: Tarık Tahiroğlu’nun HatıralarıylaElaziz’den Elazığ’a, Elazığ- 2007Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ-2005Payam, Nazım-Döner, Sıtkı: Elazığ Eğitim- ÖğretimTarihi, Elazığ-1998Elaziz Ticaret ve Sanayi Odası: Elaziz’de İktisadiUmran ve Refah Adımları(Büyük Türk Cumhuriyetimizin10.Yılında) Elazığ- 1933Günel, Sadi: Üçayak- Revü-Müzik-Oyun-Söz,İstanbul-1936Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Halk Türküleri ve Oyunları,İstanbul – 1936Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Bakırmadeni KazasıHalk Türküleri-İstanbul- 193688eylül-ekim-kasım2009


MAHALLİ GAZETELER1925 YILINA KADAR ÇIKANLARMamuratü’l-Aziz gazetesi:Elazığ’da ilk matbaa, taş baskısı olarak Vali HacıAhmet İzzet paşa zamanında 1866’da Müzlef-zade RızaEfendi tarafından kurulmuş, Süleyman ve Ali Efendilerinyardımıyla işletilmiştir. Bu matbaada ilk olarakKaside-i Bürde’e’yi şerh eden Ömer Nami Efendi’ninManzume-i Naimiye isimli eseri basılmıştır.1883’tede Matbaa Müdürü Hacı Ömer Bey’in gözetimindeMamuratü’l-Aziz gazetesi yayınlanmaya başlamış,1914 yılında kapanmıştır.Şark gazetesi:1918 yılında Mevlüt Apaydın tarafından çıkarılanbu gazete, daha sonra Aziz Bey’e devredilmiştir.Satvet-i Milliye:1922 yılında yayın hayatına başlamış, vilayetle tersdüştüğü için kısa zaman sonra kapanmıştır.Yeni Mefkûre1923’te Süleyman Sırrı Bey tarafından iki sene süreyleçıkarılmıştır.1925 YILINDAN SONRA ÇIKANLARTuran gazetesi:Merhum İhsan Turan terefından 1926 yılında çıkarılanbu gazete en uzun ömürlü gazete unvanına sahiptir.Kürsübaşı gazetesi:İstanbul’daki Elazığlılar tarafından 1944 yılında mizahgazetesi olarak çıkarılmıştır, yılda bir defa derneğindüzenlediği gecelerde okunmak ve dağıtılmak üzere çıkarılmaktaydı,uzun bir süredir yayınlanmamaktadır.Harput gazetesi:1949 yılında Tercüman Gazetesi eski yazarlarındanrahmetli Ali Rıza Alp tarafından çıkarılmış, ancak ömrüaz olmuştur.Doğu postası:1946 yılında eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlutarafından çıkarılmış, bunun da ömrü kısa olmuştur.Elazığ gazetesi:1951 yılında Necip Bingöl tarafından çıkarılan bugazete, yayın hayatına 1991'de son vermiştir.Uluova gazetesi:Muhsin Parlar ve Şevket Çeçen tarafından 1953 yılındaçıkarılan bu gazete, şu anda Aydın Meral’in sahipliğindeyayın hayatını sürdürmektedir.Yeni Harput gazetesi:1955 yılında Dursun Çolakoğlu tarafından çıkarılmış,bir müddet sonra Yılmaz Özgül kardeşlere devredilmiş,1970’li yıllarda da yayın hayatı sona ermiştir.Elazığ-.Harput Sesi gazetesi :Zamanın Elazığ Valisi Vefik Kitapçıgil’in gayretiile 1957 yılında yayın hayatına başlamış, ancak valininElazığ’dan ayrılmasıyla yayını son bulmuştur.Son Söz gazetesi:1961 yılında çıkmaya başlamış, daha sonra yayınhayatından çekilmiştir.Yeni Çağ gazetesi:Yunus Çelik tarafından kurulmuş ve 1995 yılındayayın hayatına başlamış ve devam etmektedir.Günışığı gazetesi:1997 yılında İbrahim Taşel tarafından çıkarılmış vehâlen çıkmaktadır.Fırat gazetesi:Kemal Ergun Aslan tarafından 1984 yılında kurulangazete yayın hayatını sürdürmektedir.Elazığ Birlik Haber gazetesi:Aydın Meral tarafından 2002 yılında kurulmuş vehâlen yayınlanmaktadır.Ayışığı gazetesi:Mustafa Feyzi Özer tarafından 2004 yılında kurulangazete hâlen çıkmaktadır.Günebakış gazetesi:2006 yılında Gülden Türk tarafından kurulmuş,günlük olarak neşredilmektedir.Yeni Ufuk gazetesi:2007 yılında neşriyata başlamış, bir müddet sonrayayın hayatına ara vererek, 2009 yılında yeniden günlükolarak çıkmaya başlamıştır.El-Aziz gazetesi:Mahmut Nacar tarafından 1998 yılında kurulan bugazete yayın hayatını haftalık olarak sürdürmektedir.Keban’ın Sesi gazetesi:Hüsamettin Kaya tarafından kurulan bu gazete de1995 yılında yayına başlamış ve üç ayda bir neşredilmektedir.Karakoçan’ın Sesi gazetesi:2008 Yılında Tahsin Aydın tarafından kurulan ve89eylül-ekim-kasım2009


devam eden gazete, haftalık olarak yayınlanmaktadır.Yeni Elazığ gazetesi:1998 yılında kurulmuştur ve yayını devam etmektedir.Elazığ Ticaret gazetesi:Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası tarafından 1996 yılındakurulan ve on beş günde bir yayınlanan gazetedir.Fırat İletişim gazetesi:F.Ü.İletişim Fakültesince 2003 yılında çıkmayabaşlamış ve 2005'te yayın hayatı sona ermiştir.Fırat Haber gazetesi:Fırat Üniversitesi tarafından 1985 yılında kurulangazete ayda bir çıkmaktadır.Harput gazetesi:Ahmet Fethi Arslan tarafından 1996 yılında yayınhayatına başlamıştır.Nurhak gazetesi:1972 yılında kurulan Nurhak Gazetesinin şimdikisahibi N. Rıdvan Kaya’dır. Gazete günlük olarak çıkmaktadır.Palu’nun Sesi gazetesi:Veysel Doğan tarafından 1999 yılında kurulan gazeteaylık olarak çıkmaktadır.DERGİLERBaşkan <strong>Dergisi</strong>:Mehmet Topal yönetiminde 2004 yılından beri yayınhayatını sürdürmektedir ve ayda bir defa çıkmaktadır.<strong>Bizim</strong> Külliye dergisi:İzzetpaşa Vakfı adına Vakıf Başkanı Nihat Eriş’inimtiyaz sahibi olduğu ve İzzetpaşa Vakfı tarafından1999 yılından beri çıkarılan kültür ve sanat dergisi, üçayda bir yayınlanmaktadır.Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüdergisi:Sosyal Bilimler Enstitüsünün, senede iki defa çıkardığıbilimsel bir dergidir.Fırat Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsüdergisi:Fen Bilimleri Enstitüsünün, her altı ayda bir yayınladığıbilimsel nitelikteki bir dergidir.Sağlık Bilimleri Enstitüsü dergisi:Enstitünün, sağlıkla ilgili yazıları ihtiva eden bilimseldergisidir ve altı ayda bir yayınlanmaktadır.Fırat dergisi:Vali Abdulkadir Bey zamanında, Fırat Mecmuasıadıyla 3 sayı çıkan bu dergi, valinin Ankara’ya tayinindensonra çıkmamıştır.Sesimiz dergisi:Elazığ öğretmenler Derneği tarafından 1963 yılındaçıkarılan bu dergi, bir müddet sonra, maddi sıkıntı dolayısıylaçıkamamıştır.Yeni Fırat dergisi:Fikret Memişoğlu tarafından 1965 yılında yayınlanmayabaşlayan dergi 36 sayı çıkmış ve 1968 yılında,yayın hayatı son bulmuştur.Altan dergisi:Elazığ(Elaziz) Halkevi tarafından ve Vali TevfikGür zamanında önce Çığır, sonra da Altan ismiyle, 22Şubat 1935 tarihinden itibaren çıkarılmaya başlanmışve 48. sayısı ile 29.İlkteşrin. 1939 yılında kapanmıştır.Bu dergiyle ilgili geniş bilgi, Fırat ÜniversitesiFen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Arş Gör. YavuzYalkır’ın Türk Dünyası Araştırmaları <strong>Dergisi</strong> Şubat.2007 tarihli ve 166. - 171. sayılardaki makalelerindentemin edilebilir.Elazığ’ın Sesi Harput dergisi:Elazığ İlim ve Kültür Derneği’nin bir yayın organıolarak yılda bir defa 1978 yılında çıkmış ve 1979 yılısonunda kapanmıştır.Hedef dergisi:Önce “Gakkoşa Hedef – Maziden Atiye” ismiyle1979 yılında yayın hayatına başlayan ve aylık çıkan budergi, bir iki sayı sonra ismini değiştirerek, sadece Hedefolarak neşredilmiş, bir yıl devam etmiş, daha sonrada kapanmıştır.Bütün bu bilgilerin yanı sıra Harput’un ve Elazığ’ınkültürüne ait istifade edeceğimiz eserlerden “Hazar ŞiirAkşamları Güldestesi ” de ayrı bir önem taşımaktadır.Hazar Şiir Akşamları programlarına katılan şairlerin,özgeçmişleri ile şiirlerinden örnekleri içeren bu eserlerineditörlüğünü ve programların organizatörlüğünüŞener Bulut yapmıştır, şu ana kadar yapılanlara ait14.15 ve 16. 17. “Hazar Şiir Akşamları Güldestesi” hariç,diğerlerinin hepsi kitap hâlinde yayınlanmıştır.Bir ilim, kültür ve irfan şehri olan Elazığ’da bu eserlerinçıkması bizler için iftihar vesilesidir. Daha nicelerininde bu kervana katılmaları, en hâlisane duygu vetemennimizdir.■90eylül-ekim-kasım2009


Saatsiz ülkeAHMET FARUK GÜLERY iğit Kulabaş’ın “Zamanya” adlı ilkromanının ardından ikinci romanı“Saatsiz Ülke” temmuz ayı içerisinde kitapçılardayerini aldı. İlk kitabında okuyu-cuların dikkatini zaman kavramı üzerineçeken ve kitabı bir ilke imza atarak internetortamında hazırlanan web sayfasıyla interaktifolarak destekleyen yazar, ikinci romanıylabirlikte yine karşımızda.İlk kitabının gördüğü beğeni ve olumlu eleştirilerinardından yazar ikinci romanı olan Saatsiz Ülke’dede zaman kavramını işlemeye devam etmekte. İnsanlarınhayatında önemli bir yere sahip olan “zaman”kavramının sorgulanması, aslında insanı ve evrenianlamlandırma çabasından başka bir şey değil. Saatlerekurulmuş bireylerin gündelik yaşamlarındabir koşturmaca içerisinde geçen yaşamlarına sıkıbir eleştiri getiren yazar Yiğit Kulabaş, ikinci kitabıolan Saatsiz Ülke ile bu eleştirinin dozunu artıraraksürdürmekte. İşlenen temanın zaman kavramı gibidikkat çekici bir hususta olması münasebetiyle insanlarındikkatini çekmeyi başaran yazar, ilk kitabınındevamı niteliğinde kaleme aldığı ikinci kitabında ilkkitabının gölgesinde kalmış gibi.Saatsiz Ülke tek başına ele alınması gereken müstakilbir eser olması gerekirken adeta Zamanya’nındevamı niteliğinde ve devam niteliğindeki kitaplayeni tanışan okuyucular için bu durum çok büyük birsıkıntı yaratmakta. Kitap, kendi içinde bağımsız birolay barındırsa da sürekli Zamanya’ya yapılan göndermelerokuyucuyu eserin iç dünyasından koparmakta.Karakterlerin bireysel gelişim ve değişimle-rinin Zamanya’da yer alması, SaatsizÜlke’de kahramanları tanıma sürecieksik kalmakta. Bu söylediklerimizkitabı bağımsız olarak düşünmemizdenkaynaklanmakta. Ancak gerekyayınevi gerekse yazar bunun aksiniispat edecek bir söyleme yer vermemektedirler.Bu sebeple ilk olarakZamanya’da yer alması gereken ancakeserin yayınlanma sürecinde kitaptan çıkarılmış birbölümün genişletilerek yeni bir kitap olarak karşımızaçıktığını düşünmek mümkün.Ayrıca eserin dünyasında yer yer monologlarınfazlalığı romanın akıcılığına sekte vursa da işlenentemanın ilginçliği kitabı okunur kılmakta. Kimi zamanokuyucuya bilgi verici bir mahiyet kazanan eserakabinde birden hızlanan temposuyla durağanlığınıkırmaya çalışmakta. Tüm bunlara rağmen “SaatsizÜlke”de zaman kavramının temel sorunsal olaraktartışıldığı ve okuyucuların zihninde saatlerin işlemediğibir dünyanın nasıl şekilleneceği ile ilgili soruişaretlerine yer verilmesi açısından oldukça akıllıcadüşünülmüş ve insanları düşünmeye sevk eden birroman.Günümüzde yayınlanan birbirinin kopyası kitaplarıokumaktan sıkılan okuyucular için alternatif birroman. Hayatın sürekli programlanmış bir düzendesürdürülen sıkıcı tekrarı karşısında değişiklik arayanlaraönce Zamanya ve akabinde Saatsiz Ülke’nin iyigeleceği kanaatindeyim.Saatsiz Ülke, Yiğit Kulabaş, Everest Yayınları,İstanbul 200991eylül-ekim-kasım2009


FATİH YÜKSELEdebiyatımızda HüzünEdebiyatımızda hüzün en yaygın temalardandır. Ayrılık, gurbetve ölüm konuları işlenirken hüznümüz anlatılmıştır. “EdebiyatımızdaHüzün” Türk edebiyatının son 200 yıllık geçmişindekihüzün haritasını ortaya koyuyor. Erken ölen şair ve yazarlar, çocuklarınıve yakınlarını kaybeden edebiyatçılar, türlü hastalıklarla,sıkıntılarla mücadele eden yazı erbabı, bu kitapta önümüzeçıkıyor.Edebiyat araştırmalarıyla tanınan Mehmet Nuri Yardım, benzeriaz olan bu eserinde melankolik ruhlu, bunalıma düşmüş, serazatkişilerin yanı sıra, yaşadığı acılara rağmen direnç göstererekayakta durabilen, ümidini ve coşkusunu kaybetmeyen kalemustalarına da dikkat çekerek,1815’ten günümüze kadar uzanan bir hüzün haritasının sınırtaşlarını işaretliyor.İsteme adresi: Yağmur Yayınevi; Cağaloğlu Yokuşu, Narlıbahçesk. No: 1 Özhekim İşhanı Kat: 2/23 Eminönü / İstanbulKaybolmuş Günler (Roman)“Kaybolmuş Günler”, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ikidefa yılın romancısı seçilen Mustafa Miyasoğlu’nun ilk romanı.Bu eserde yazarımız gelgitlerin yaşandığı ve fırtınalı dönemlerin,sancılı günlerin anlatıldığı 60 sonrasında ortaya çıkan üç nesli birarada anlatmaktadır.Kaybolmuş Günler, daha ilk baskısının yayınlandığı yıl içerisindeMilli Kültür Vakfı Armağanı(1975) kazanmıştır.İsteme adresi: Akçağ Yayım Pazarlama A.Ş. Tuna Cad. No:8/192eylül-ekim-kasım2009


Kızılay – Ankara, 2009.İslam Tarihinde İktisadiUygulamalar (İnceleme)Nevzat Ülgen, bu eserinde İslâm Tarihi içerisindekurulmuş devletlerin ekonomik yapısınıinceliyor. Her ne kadar kitabın başlığında İslâmTarihinde İktisadi uygulamalar denilse de kitabıincelediğimizde yazarın Anadolu’da varlıklarınısürdüren Ön Tarihteki kavimlerin kurduğu devletlerinekonomik yaklaşımlarından bahsettiğinigörmekteyiz. Bu da esere artı bir değer katıyor.İsteme adresi: Elif Ofset Matbaacılık, GaziCad. Horasan Sok. No:8/A Elazığ, 2009.Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler(Şiir)Son yıllarda çocuk edebiyatıyla dikkat çekenYusuf Dursun “Tatlı mı Tatlı Duam Kanatlı”eserinden sonra, şimdi de “Yıldız Gözlü MelekYüzlü Şiirler” adlı kitabı ile yine küçük okuyucularınınhuzurunda.“Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler”in her kelimesiçocukların sözlüğünden özenle seçilmiş,sevgiyle yoğrulmuş, insanî değerlerle bezenmiş,böylece çocukların kendini ifade etme şansınıonlara yakalatmış. Yalnız çocuklara mı?“Gök kuşağında yatan,Yıldızlara can katan,Her an gözümde tütenÇocukluğum nerdesin?”İsteme adresi: Nesil Yayınları, Sanayi Cad.Bilge Sok. No:2,34196 Yenibosna –İstanbul,2009.Bilge Terzi M. Said Çekmegil(İnceleme)Metin Önal Mengüşoğlu yakından tanıdığı M.Said Çekmegil’i anlatıyor Bilge Terzi kitabında.Çekmegil’in kişiliğinde tanık olduğu, son alaylımütefekkirin ilginç hayat ve düşünce serüveninibütün boyutlarıyla yansıtıyor. Çok az yazarınyakalayabileceği bir içtenlik ve duyarlılıkla SaidAğabeyini anlatıyor. Mengüşoğlu, ona duyduğusevgiyi dile getirirken onun fikir dünyasının temellerinide ortaya koyan bir sorumluluk bilinciylehareket ediyor.İsteme adresi: Bilge Terzi M. Sait Çemegil,Beyan Yayınları, Ankara Cad.49.34112Cağoloğlu-İstanbul, 2009,Bir Ayşe Akay Antolojisi“Kırmızı Hayaller”Şair ve yazar Ayşe Akay’ın “Kırmızı Hayaller”adlı eseri Hikâyeler, Denemeler, Eleştiri,Makaleler, Mülakat ve Şiirler bölümlerindenoluşmaktadır. Edebiyatçı olup da şiire mürekkebidamlamayan insan var mıdır acaba! AyşeAkay’ın da bu eseri daha çok şiir ağırlıklı. Zatenkitabında: “İşte şiir benim parçam, evladım.Şiire kardeşler verdim: Denemeler, öyküler, makaleler.”sözüyle şiire olan bağlılığını göstermiş,mensur türlerle şiirin ilişkisini kardeş gibi değerlendirmeside kitabın içeriğine yansımıştır.Kitaba ismini veren “Kımızı Hayal” adlıhikâye çocukluk ve aile temlerini yansıtırken,denemelerinde lirik bir üslup dikkat çekiyor.Şiirlerinde ise özellikle “Ona Dair” bölümündemanevi sığınağın eşiğinde dolaşan insanın,nesneden özneye dönüşme çabasını dini imgelerlegörüyoruz. Kendi ifadesiyle “Geçici itibarpeşinde olmadan kâinattaki muhteşem ifadeyisökmek ister.” Genç yazarımız da bu ifadeyisökmek için bir arayış içine girerek, mana ikliminedalmıştır.İsteme adresi: www.ayseakay.netRuşen Ali Cengi (Şiir)Yaşar Bedri imzalı kitap insanı kendi kabuğunagötüren dizelerden oluşuyor. 80 sonrasışiirimizin önemli kalemlerinden biri olan YaşarBedir’inin “Ruşen Ali Cengi” adlı kitabında,Şair günlük konuşma dilinden ustalıkla yararlanıyor,yer yer kültür dilinin peşinde olsa bile…Kemal Özer'in tespitini tekrarlarsak Yaşar Bedri"Çağrışımı kültürel birikime götüren sözcüklerlegünlük yaşamın en son ortaya çıkardıklarınıarkaik deyişlerle yerel söylemi çağdaş anlatımteknikleriyle meseleleri bir bileşim içerisindekaynaştırarak" veriyor. Bedri'nin bir şiirini"Hece Taşları"nı örnek olarak sunuyoruz. Kitap,Mor Taka Yayınlarından çıkmış.İsteme Adresi: Mor Taka Kitaplığı, FatihMah. Zübeyde hanım cad. kırklar apt. altı, 23Trabzon, 2009■93eylül-ekim-kasım2009


HECE TAŞLARI*karanlıktan daha sesiz ne olabilirkendi uçurumuna düşüyorsa karbabamı gördüm yorgundu üşüyordubelki ağrı belki Sarıkamış belki hiçbir yeryanmamıştı daha istasyonun feneridiyelim ki abim terhis ol(a)mayacaktıkonuşmayacaktır koma hatıralarınıkaranlıktan daha sesiz ne olabilirdağın titremesi ürperen bozkır çıldır(t)an yankı-Çöz atın eğerini dağlara sal diyor babamkaranlıktan daha karanlık ne olabilirkendi uçurumunu aşındırıyorsa karbu kibir çok değil mi ayrılığaçok değil mi şiirin adaklı piyadesineah gayb’oldum beni korku emzirsin benihece taşında kıvranan anlamlı sözlerbabamı gördüm tipiye karışıyorduelini tuttum soğuktu sözü sözden pektibizi eksiltmesin dedi bunca acı bunca talansaçaktan çözülenler koca bir ömürmüşkoca bir yalansis örttü babamı her yer kar revanhece taşımış bozkırı bekliyorduvedalaştık hiç konuşa(a)madangeliyordu sessizliğin yankısı-neden indirdin acını dağdan.YAŞAR BEDRİ* Yaşar Bedri'nin Ruşen Ali Cengi kitabından94eylül-ekim-kasım2009


BEN GECENİN TENİNDENBİR TEN ALDIM KENDİMEBenSüzülmüş balçıktan bir kervana dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumuBütün hatam bu, ne sorduysam ona sordum.Sustur şu kalbini, dedi,Sustur ve kapat konuşan gözleriniKoyun kırkar gibi kırk sözleriniBütün hatam bu,Ona sordum, silindimOndandır, toz duman oluşu dağlarınEvvel yağmurun çıkagelişi, sonra rüzgârınOndandır, kibritten bir ormanı yakışımBenKırık testiden akan ayrılığa dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.Ateş urbamdır, dedi, çilingirDökülmüş kandandır kalemTaif’ten Çanakkale’ye, Dicle’yeEbu cehiller bilir,Zift dökülür, mucurla örtülür vefamBütün hatam bu,Ona sordum, çilingireOndandır, her parçamı yama gibi taşırımBabadan oğul’a geçmez duam ondanMememde ekşi süt, devemin hörgücü ondanBenKitabın söylediklerini hatırlayana dâhildimSonra olanlar oldu kemikle kaldım.Bütün hatam bu,Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumuElimi tut, dedi banaVe soluma geç, unut,Sana okunanları, senin okuduklarınıHarfleri, elifi dedi, kül yataklarına göm,Bir ölüyü gömer gibi göm yazılmış olanıGünah, dedi, açılmayanı açmaktır insanaGünah dediğin zeytinin ham haliİncirin içi,BenGecenin teninden bir ten aldım kendimeSonra olanlar oldu kemikle kaldımNAZIM PAYAM95eylül-ekim-kasım2009


96eylül-ekim-kasım2009

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!