23.11.2012 Views

White-Karde%C5%9Fler

White-Karde%C5%9Fler

White-Karde%C5%9Fler

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

WHITE KARDEŞLER<br />

SEMİH SÜREN


<strong>White</strong> Kardeşler<br />

ARKA KAPAK<br />

Bahse Varım Normal Bir Sayfaya Benzeyen Böyle Bir Arka Kapak<br />

Yazısı Görmemişsinizdir<br />

Bu novella, <strong>White</strong> Kardeşler’in, üçüzlerin, altmış yıla yayılan<br />

renkli, tutkulu, olağanüstü, enteresan, nefes kesen hayatlarını hikaye<br />

ediyor. Sizler sayfaları şaşkınlıkla çevirdikçe talih bir kardeşten<br />

diğerine konacak, yıkım bir kardeşin peşini bırakıp ötekine musallat<br />

olacak. Satır aralarında ansızın beliren gizemi, ürpertiyi, karanlık<br />

noktaları, cinsel çekimi, hain planları, nefreti, dostluğu, kardeşliği,<br />

ruhsuzluk ve kalpsizliği, yer yer merhameti yüreğinizde kıpırtılar<br />

halinde duyacaksınız. Kardeşlerden birisi Figo ve Beckham kadar<br />

yakışıklı, Messi ve Ronaldo kadar yetenekli bir futbolcu olacak. Sonra<br />

bir bakacaksınız ki, futbol süperstarı olan kardeş zoraki emekliliğinin<br />

ardından kopkoyu bir uçuruma yuvarlanıp hayatının kalanını bir enkaz<br />

olarak yaşarken, diğer kardeş beklenmedik gelişmelerle Mourinho<br />

kadar karizmatik ve başarılı bir teknik adam oluverecek. Yo, yanlış<br />

saymadınız, üç kardeş var. Ancak birisi, en parlak ve en akıllı olanları,<br />

kardeşleri sırayla dünyayı fethederken, bilim heveslisi akademisyen<br />

babalarının yanlış bir ecza uygulaması yüzünden ömrünün üçte birini<br />

zihinsel ve bedensel engelli olarak geçirmek zorunda kalacak. Tabii ki<br />

o da bir <strong>White</strong> ve talih onu da sonsuza kadar karanlıkta bırakmayacak.<br />

Hâlâ kararsız mısınız? Peki bakalım buna ne diyeceksiniz. Sinem ve<br />

Scott <strong>White</strong>. Anne babaları. Öyle çılgın bir çift ki bu ikisi, zamanında<br />

karadaki mal varlıklarını satıp Allegria ismini verdikleri bir tekne<br />

satın alarak ilişkilerini okyanuslara taşıyorlar. Üçüzlerin Ümit Burnu<br />

açıklarında gerçekleşen doğumunu bizzat babaları üstleniyor. Çatlak<br />

ebeveynler çocuklar büyümeye başladığında dahi karaya yerleşmeyip<br />

üçüzleri teknede kendi başlarına deneysel bir eğitime tabi tutuyorlar.<br />

<strong>White</strong> Kardeşler biraz da bu yüzden böylesi tuhaf karakter özellikleri<br />

gösteriyor, inanılmaz başarılar tadıyor, olmadık talihsizlikler yaşıyor.<br />

Artı, hikayede hem joker hem de bonus görevi gören ilik gibi bir<br />

hatun var. İpek. O olmasaydı bu üçüzlerin hayatları böylesine sıra dışı<br />

gelişmezdi. İpek, geçmişte uğruna destanlar yazılan, imparatorluklar<br />

yıkılan nadir hatunların günümüzdeki yansımalarından birisi. Neler<br />

yapıyor neler. Öğrenmek için hemen okusanız ya?


Birinci Kısım


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

1<br />

Doğum<br />

Scott, eline geçirdiği bir maket bıçağıyla bebeklerin göbek bağlarını<br />

dikkatle kesti. Üçüzleri tek tek kucağına aldı. Onları sırtüstü, masanın<br />

üzerine serili, altında yumuşak havlular olan ince muşambaya sırayla<br />

yatırdı. Üzerinde kan, et ve ölü doku parçaları olan üç küçük vücut<br />

kıpkırmızıydı. Tenlerinden belli belirsiz bir buhar yükseliyordu.<br />

Üçer santimlik göbek bağı kalıntılarını steril beyaz bantlarla<br />

bebeklerin gövdelerine yapıştırdı. Scott küçük parmağıyla çocukların<br />

pipilerine dokundu gülümseyerek. Huylanan bebekler muşambayı<br />

hışırdatarak kıpırdadılar. Gözlerini sımsıkı yummuşlar, var güçleriyle<br />

ağlıyorlardı. Scott ılık suya batırdığı pamuklarla temizledi onları.<br />

Yatıştılar. Daha sonra, yalnızca başlarını açıkta bırakarak, bebekleri<br />

teker teker kalın havlulara sardı. Üçünü yan yana beşiğe yatırdı.<br />

Scott saatini kontrol etti. Sinem yirmi dakika kadar önce kendinden<br />

geçmişti. Bebeklerin ikincisinin başı ve sağ kolu ortaya çıktığı an,<br />

çektiği acının şiddetine dayanamayarak bilincini yitirmişti. Scott<br />

deterjansı kır çiçeği kokan sarı bir havluyu Sinem’in terlemiş alnına<br />

ve boynuna dokundurdu. Ardından dakikalarca, en ufak bir tiksinti<br />

duymadan, dahası, derin bir şefkat hissiyle, Sinem’in üzerindeki kan<br />

ve doku kalıntılarını temizledi. Temizliği sona erdiğinde sedye<br />

mekanizmasının kolunu hızlı hızlı çevirerek Sinem’in ayrık<br />

bacaklarının yan yana, rahat bir biçimde uzanmasını sağladı.<br />

Doğumun kayda alınması için ısrarcı olan Sinem’di. Fakat, ortalığı<br />

toparladıktan sonra, Scott kaydı yok etmek zorunda kaldı. Üçüncü<br />

bebeğin boynuna kordon dolanmış, nefessiz kalmış, ıslak siyah saçlı<br />

küçük başı mosmor, neredeyse siyah olmuştu.<br />

Saat sabahın dördünü biraz geçiyordu. Yıldızların aydınlattığı,<br />

büyülü, yumuşak havalı, inanılmaz derecede tatlı bir geceydi.<br />

Gökyüzü siyahın beş tonunda, kadifemsiydi. Denizin yüzü hafif bir<br />

esintiyle kırışıyor, dalgalar bir anlığına soluk mermer beyazlığında<br />

köpürüp sönüyorlardı.<br />

En yakın kara parçası Güney Afrika topraklarıydı. Ümit Burnu’nun<br />

160 km güneydoğusunda olan Agulhas Burnu’ndan güneybatı<br />

yönünde yetmiş dokuz mil açıktaydılar.<br />

Dört yaşındaki teknenin ismi Allegria idi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

2<br />

İsimler<br />

Sinem derin uykusundan ancak ertesi gün akşamüzeri uyanabildi.<br />

Scott’ın zoruyla bir iki lokma bir şey atıştırdıktan sonra bebeklerinin<br />

yanına gitti. Üçü de derin uykudaydı. Oy, oy, nasıl tatlılardı, nasıl.<br />

Küçük burunları, pembe dudakları, yarı şeffaf gözkapakları her<br />

soluklarında hareket ediyordu. Yüzünde bir gülümseme, bir süre<br />

büyülenerek seyretti onları. Eğilip burnunu pembe alınlarına,<br />

boyunlarına dokundurdu, derin derin kokladı her birini.<br />

Bebeklerin aç olduklarını sanıyordu Sinem. Onları uyandırmaya<br />

nasıl kıyacaktı, bilemiyordu. Nemli gözleriyle, mutlu bir ifadeyle<br />

baktı kocasına. Scott’ın yüzünde en sevimli, en yakışıklı gülümsemesi<br />

vardı. Yanına yaklaşıp güçlü kollarıyla sımsıkı sardı Sinem’i.<br />

Saçlarını öpüp kokladı onu.<br />

Scott bileğinden kavradığı Sinem’i teknenin başka bir bölümüne<br />

götürdü. Çalışma masasının üzerindeki bilgisayarın ekranında Sinem<br />

uyuyordu. Scott uzanıp orta parmağıyla space tuşuna hafifçe dokundu,<br />

video devam etti. Kamerayı yataklarının karşısındaki kitaplığın<br />

raflarından birine koymuştu. Yatağı karşı çaprazdan, yukarıdan<br />

çekiyordu. Kollarını bacaklarını deniz yıldızı şeklinde açarak yatar bir<br />

pozisyon almış olan Sinem’in sol bacağı ve sol kolu kadrajın dışında<br />

kalıyordu. Videoyı izlerken Sinem’in yanakları pembeleşti, yüzünü<br />

ateş bastı, kulakları ısınıp kızardı. Videodaki Scott Sinem’in<br />

üzerindeki kendi gömleğinin düğmelerini teker teker açtı. Sinem’in<br />

mevsimsel yarı kavurucu Atlantik güneşiyle yanmış dolgun göğüsleri<br />

meydana çıktı. Scott içeriye gidip bebekleri birer birer annelerinin yarı<br />

çıplak bronz gövdesinin yanına getirdi. Baygın haldeki, derin<br />

uykudaki Sinem’in ruhuna duyurmadan bebeklere kırk dakika<br />

boyunca meme emdirdi. Sinem Scott’ın da meme sırasına girmesini ve<br />

bebeklerin karınlarını doyurduktan sonra sütünün tadına bakmasını,<br />

hmmm yapmasını izlerken dayanamayıp ona bir güzel dirsek geçirdi.<br />

Akşam yemeğini uzun tuttular. Scott Sinem’i yemeğe zorladı.<br />

Sinem yemeklere yüz vermedi ama tatlısını iştahla çatalladı. Keyifle<br />

sohbet ettiler. Yemeğin ardından tekrar bebeklerin yanına gittiler.<br />

Biri Sean Hakan, birisi Stanley Kaan, birisi de Steven Arda ismini<br />

alacaktı. Hangisinin hangisi olacağına karar vermeleri çok uzun sürdü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

3<br />

Le Violon Rouge<br />

Üçüzlerin birinci doğum günleri Avustralya’da, karada, ikincisi ise<br />

Karayip Denizi’nde, Panama kıta sahanlığında, teknede kutlandı.<br />

İkinci kutlamada tek başlarına değillerdi. Son birkaç haftadır<br />

Hollandalı emekli bir çiftin koyu kırmızı teknesiyle yan yana, art arda<br />

seyahat ediyorlardı. Yedi senedir okyanusları arşınlayan, nadiren<br />

karaya çıkan, tutkulu, cömert, iyi kalpli insanlardı. İnsanların<br />

ikiyüzlülüğünden kaçıyorlardı. Altmışlı yaşlarını sürüyorlardı.<br />

Mülklerini satıp mavi yolculuğa çıktıkları ilk sene, adam hayat<br />

sevinciyle dolmuş, rüyamsı gün batımlarının sayesinde akciğer zarı<br />

kanserini yenmişti. Teknelerinin ismi Le Violon Rouge’du; Kırmızı<br />

Keman. Sinem bayılmıştı bu isme. Deniz işlerinden anlayan, tekneyi<br />

çekip çeviren adam değil kadındı. Adam usta bir pastacıydı. <strong>White</strong>lar<br />

hayatlarındaki en güzel kekleri, kurabiyeleri, tartları onun elinden<br />

yediler. Kadın, Scott gibi, tam bir kitap kurduydu. İkisinin de favori<br />

kitabı aynıydı; Moby Dick. Allegria üç sene sonra Le Violon Rouge’a<br />

Akdeniz’de tekrar rastladı. Bu defa kadın tek başınaydı. Eşini önceki<br />

sene Japonya açıklarında kaybetmişti. Bir başına, hiçbir bağı<br />

bulunmadığını söylediği karadan uzakta, denizlerin büyükannesi gibi<br />

gezip duruyordu. <strong>White</strong>lar’ı gördüğüne inanılmaz mutlu oldu.<br />

Kocaman olmuşlar dediği çocuklarla öz torunlarıymışçasına vakit<br />

geçirdi. Birbirlerinden ayrılırlarken uzun süre gözyaşı döktüler. Takip<br />

eden aylarda Allegria ve Le Violon Rouge telsiz vasıtasıyla irtibatta<br />

kaldılar. Bir kış gecesi bağlantıları koptu. Çocuklar bu masalcı<br />

büyükannenin yokluğu yüzünden gecelerce uyuyamadılar.<br />

Allegria sıcak denizlerde binbir serüven yaşıyordu. <strong>White</strong> kardeşler<br />

belki de dünyanın en şanslı çocuklarıydılar. Böylesine renkli, keyifli,<br />

maceralı bir çocukluk evresine tarih boyunca az kişi sahip olmuştur.<br />

İngiltere’den ve Türkiye’den, <strong>White</strong> ve Barış aileleri, özellikle<br />

çocukların büyükkanneleri, büyükbabaları ve Scott ve Sinem’in yakın<br />

arkadaşları onları yıllardır eleştirip duruyorlardı. Scott kendini bildi<br />

bileli durumu uygun olduğunda denize yerleşmeyi, sular üzerinde bir<br />

aile sahibi olmayı ve çocuklarını deneysel eğitime tabi tutmayı<br />

arzulardı. Otuz dokuz yaşında bu düşü gerçek oldu ve kanına girdiği<br />

genç eşi Sinem’le birlikte birlikteliklerini okyanuslara taşıdılar.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

4<br />

Yüzen Okul<br />

Scott ve Sinem üçüzleri birlikte eğitiyorlardı. Henüz dört<br />

yaşlarındayken okuma yazma öğrenmişlerdi. Şaşırtıcı bir hızla<br />

kendilerini geliştiriyorlardı. Aralarında öğrenmeye en isteklisi ve en<br />

zeki görüneni Steven Arda’ydı. Saatlerce hiç sıkılmadan resimli çocuk<br />

kitapları okur, babasının kucağında belgesel izler, detayca zengin<br />

resimler çizerdi. Steven Arda sessiz, düşünceli, ciddi, mantıklı bir<br />

çocuktu; Stanley Kaan ve Sean Hakan ise Steven Arda’ya nazaran<br />

daha hareketli, yaramaz, çabuk sıkılan çocuklardı. Sürekli birbirleriyle<br />

yarışırlar, solukları kesilinceye kadar kavga ederler, anne babalarına<br />

sezdirmeden birbirlerine kötülük eder, kin güderlerdi. Scott iki kardeş<br />

arasındaki anlaşmazlığı ve yarış tutkusunu gelişimleri açısından<br />

yararlı buluyor, Sinem’in onlara karışmasını engelliyordu.<br />

Scott ve Sinem çocuklara isimlerini kendi koydukları dersler<br />

veriyorlardı. Üçüzler babalarından ‘Centilmen İngilizcesi’, ‘Yeryüzü<br />

Harikaları’, ‘Tapılası İnsanlar’, ‘Harika Kitaplar’, ‘Pratik Matematik’,<br />

‘Yaratıcı Empati’ gibi isimleri olan on dört adet ders görüyorlardı.<br />

Anneleri ise onlara ‘Modern Türkçe’, ‘Irklar ve Devletler’,<br />

‘Muhteşem Sanat Tarihi’, ‘Bizden Önceki Nesillerin Barbar ve Kanlı<br />

Tarihi, Savaşları, Zararlı İnançları ve İnsanlık Dışı Öbür Durumları’,<br />

‘Kendimizi Tanımalı’, ‘Hayvancıklar, Bitkicikler, Sevimli Böcekler<br />

ve Öteki Dostlarımız’, ‘Kafamızı Çalıştıralım’ tarzı yirmi bir ders<br />

veriyordu. Scott derslerini İngilizce, Sinem ise Türkçe işliyordu.<br />

Sinem çocukların beden eğitimleriyle de ilgileniyordu. Haftanın altı<br />

günü uyacakları bir antrenman programı hazırlamıştı. Programın<br />

şiddetini çocukların gelişimine göre iki ilâ altı haftada bir artırıyordu.<br />

Arka güvertede, sekiz metrekarelik bir alanda sıkışmış üç kardiyo aleti<br />

önlü arkalı duruyordu. Çocuklar pedal çevirirken, kürek çekerken ve<br />

koşarken teknenin köpürttüğü okyanus sularını seyrediyorlardı.<br />

Scott’sa tıkış tıkış laboratuvarında küçük hayvanlar ve bitkiler<br />

üzerinde karmaşık çalışmalar yürütüyordu. Ailesini daha güçlü, daha<br />

dayanıklı, daha zeki kıldığına inandığı şeyler üretip duruyordu.<br />

Çocuklar Scott’ın karamel esansıyla tatlandırdığı, gıda boyasıyla<br />

renklendirdiği hep şekerli ve hep pembe olan hapları, şurupları,<br />

jelibon ve bonibonları, minik kekleri, krakerleri zevkle tadıyorlardı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

5<br />

Arada Karada<br />

Çocukların hayatının büyük bölümünün su üzerinde geçtiği<br />

doğruydu. Ama tamamı değil. <strong>White</strong>ların bazen haftalar, bazen<br />

aylarca karada yaşadığı olurdu. Allegria’yı marinanın birinde kiralık<br />

kilitli bir su garajında bırakırlar ve bulundukları ülkenin diledikleri bir<br />

kentine seyahat ederlerdi. Scott burada eşyalı bir daire ve bir aile<br />

arabası kiralardı. Uzun kalacaklarsa Sinem çocuklarla birlikte kentin<br />

fitness merkezlerinden birine üye olurdu.<br />

Allegria’yı karaya yanaştırmadan haftalar önce Sinem teknenin<br />

bakımıyla ilgilenebilecek insanlarla internetten temas kurardı.<br />

<strong>White</strong>lar kaldıkları kentte büyük bir iştahla alışveriş yapar, aldıkları<br />

şeylerin Allegria’ya yerleştirilmesi için bu onlarca koliyi kargoyla<br />

teknenin bakımıyla ilgilenen kişilere gönderirlerdi. Kitaplar, filmler,<br />

albümler, PlayStation oyunları, kutu içinde oyunlar, bozulabilecek<br />

teknolojik cihazlar için yedek aksamlar, mutfak gereçleri, Scott’ın<br />

deneyleri için pek çok türde kafes kafes küçük hayvan, özel<br />

mahfazalarda çeşitli bitki saksıları, ilaçlar ve Allegria’nın ileride<br />

yanaşacağı küçük liman kentlerinde bulamayacakları bir ton ıvır zıvır.<br />

<strong>White</strong>lar denizler üzerindeki o sıra dışı yaşama büyük tutku<br />

duyuyorlardı ve olanca çekiciliğine, çeşitliliğine, renkliliğine,<br />

konforuna rağmen karadaki yaşama uzun müddet katlanamıyorlardı.<br />

Mavi dünyaları onları çekiyordu. Kum gibi saçılmış sayısız yıldızın<br />

aydınlattığı nemli geceler, dört yanda ufuk çizgisiyle sonlanan<br />

kesintisiz ve ferah manzara, tertemiz okyanus bulutlarından düşen ılık<br />

ve ağır yağmur damlaları, insanın ciğerlerine ve tüm bedenine<br />

yerleşen taptaze okyanus esintisi, karadan millerce uzak denizlerin<br />

korkucutu sessizliği ve dünya sularının kendilerine has bin bir sesi,<br />

kokusu, rengi, ışıltısı onları çekiyordu. <strong>White</strong> kardeşler karada yeni<br />

edindikleri arkadaşlarından, sosyal çevreden, göz kamaştırıcı<br />

hareketlilikten bir zaman sonra sıkılıyorlar ve denizleri özlüyorlardı.<br />

Allegria yılda bir defa İngiltere bir defa da Türkiye sularına demir<br />

atıyor ve üçüzleri onları özlemle bekleyen büyükannelerine ve<br />

büyükbabalarına kavuşturuyordu. Scott’ın ebeveyleri Büyük <strong>White</strong>lar<br />

Londra Westminster’da müstakil binada, Barış ailesi ise İstanbul<br />

Moda’da aile apartmanında oturuyorlardı; kibar, kültürlü insanlardı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

6<br />

İpek<br />

İpek, Barış Apartmanı’nın ikinci katında kirada oturan ailenin tek<br />

kızıydı. İnce yapılı, uzun boylu, beyaz tenliydi. Gözleri bal<br />

rengindeydi. Uzun kumral saçları dalgalıydı. Üçüzlerden iki yaş<br />

büyüktü. İlk önce Steven Arda ile tanışmıştı. Steven Arda, akşam<br />

yemeğinden sonra karanlıkta tek başına, apartmanın karşısındaki<br />

çocuk parkında bankta oturuyor, elindeki Rubik küresiyle<br />

uğraşıyordu. İpek onu odasının penceresinin kenarındaki küçük<br />

dikdörtgen kaktüs saksılarını sularken görmüş, annesinden izin alıp<br />

yanına inmişti. Arda’yla tanıştıktan sonra (Steven Arda ona ilk ismini<br />

söylememişti) ona abileriyle neden anlaşamadığını sormuştu. Bu soru<br />

Steven Arda’yı kızdırmıştı. Kendisi gibi saatlerce eğilip kitap<br />

okumayan, ondan daha hareketli olan diğer iki kardeşi Steven<br />

Arda’dan onar santim daha uzundu. Üçüz olduklarını bilmeyen herkes<br />

Steven Arda’yı onlardan küçük zannediyordu.<br />

Ertesi gün, gönlünü almak için, İpek ona bir Snickers hediye etmek<br />

istedi. Arda babasının hazırladığı birer lokmalık veya birer yudumluk<br />

karamelli pembe gıdalar haricinde ağzına şekerli şey koymazdı. Bir<br />

çocuk olmasına karşın, büyük bir iradeyle değil bilinçli bir<br />

alışkanlıkla, üç beyazdan (un, şeker, tuz) kaçınırdı. Arda belki de<br />

favori yiyeceği çiğ karnabahar, brokoli, havuç üçlüsü olan dünyadaki<br />

tek çocuktu. Annesi ona bu üç sebzeyi doğrar, Arda kitap okurken<br />

elini İrlanda bayrağı renklerindeki kaseye uzatır, sebze parçalarını<br />

katır kutur yerdi. Stanley Kaan ve Sean Hakan onun tuhaflıklarından<br />

yalnızca biri olan bu tercihiyle asla dalga geçmezlerdi. Çünkü Steven<br />

Arda’nın yemek konusundaki bu hassasiyeti onların öğününe daha<br />

fazla yaş pasta, daha fazla Nutella, daha kalın pizza dilimleri, daha<br />

büyük bardaklarda kola vesaire olarak dönerdi.<br />

İpek kendi parasıyla aldığı çikolatayı reddedince Steven Arda’ya<br />

fena darıldı, gözleri nemlendi hemen, ağladı ağlayacaktı. Steven Arda<br />

centilmence atıldı, İpek’e şekerli, tuzlu ve unlu şeylere karşı alerjisi<br />

olduğu yalanını söyledi ve böylece onu yatıştırmayı başardı. O esnada<br />

ılık bir yaz yağmuru atıştırmaya başladı. Steven Arda’nın kibar<br />

tavırları, yumuşak ses tonu, saçlarına düşen iri yağmur damlaları,<br />

parktan yükselen toprak kokusu birleşip İpek’i bir anda ona aşık etti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

7<br />

Yaz Aşkı<br />

O yaz İpek on üç, Steven Arda on bir yaşındaydı. Girişken olan<br />

kardeşlerinin aksine Steven Arda daha önce bir kızla hiç o kadar<br />

samimi olmamıştı. İpek’se o seneye kadar bir kız çocuğu değil bir<br />

erkekmişçesine yaşamıştı. Steven Arda İpek’in kalp çarpıntılarının<br />

ilkiydi. Steven Arda içinse İpek daima ilk ve tek olarak kalacaktı.<br />

İpek üçüzlerden Steven Arda ile çıkıyordu, fakat gününün çoğunu<br />

diğer iki kardeşle geçiriyordu. Mahalleler arasında günlerce süren bir<br />

turnuva düzenlenmişti ve İpek harika top oynayan iki <strong>White</strong> kardeşi<br />

kendi mahalle takımına aldırmayı başarmıştı. Çeşitli mahallelerden<br />

turnuvaya katılan elli dört çocuk arasında tek kız İpek’ti. Mahalle<br />

takımının defansında görev alıyordu; narin ve cılız görünmesine<br />

karşın ikili mücadelelerde ayakta kalıyor, rakibini omuz darbeleriyle<br />

yıkıyor, attığı uzun toplarla ve şık arapaslarıyla takımının ataklarına<br />

katkı sağlıyordu. Çenesi düşüktü, ikna kabiliyeti inanılmazdı; kendi<br />

mahalleleri de galip gelene kadar elli üç çocuğu motive ederek peş<br />

peşe altı turnuva düzenlemesini bildi. Steven Arda futboldan büyük<br />

keyif alıyordu, üst düzey organizasyonları (Şampiyonlar Ligi, Dünya<br />

Kupası) televizyon başında büyük bir keyifle izlerdi, ancak sahada<br />

berbat bir oyuncuydu; top ayağına yakışmıyordu, duran toplardaki<br />

başarısı ve kestiği klas ortalar haricinde göze batmıyordu, hızlı değildi<br />

ve nefesi çabuk kesiliyordu. Mahalle maçlarında o yaz görev<br />

almayarak İpek’in çantasını taşımakla ve vuvuzela çalmakla yetindi.<br />

Okulların açıldığı hafta Allegria ülke sularından çoktan ayrılmış,<br />

Cebelitarık Boğazı’nı henüz arkada bırakmıştı. İpek farklı üsluplarla<br />

kardeşlerin üçüyle de internetten yazışıyordu. Şimdilik Stanley Kaan<br />

ve Sean Hakan kankası, Steven Arda sevgilisiydi. İki sevgili son<br />

akşam Barış Apartmanı’nın çatısında doksan dakika boyunca tek<br />

kelime etmeden öpüşmüşlerdi. Çeneleri günlerce ağrımıştı.<br />

Çok değil, yedi hafta sonra, İpek, Facebook özelinden gayet resmi iki<br />

satırlık bir mesaj yazarak Steven Arda’yı terk etti. Mesajında seneye<br />

tekrar gelse dahi onunla görüşmeyeceğini kesin olarak bildiriyordu.<br />

Deli gibi sevdiği kız arkadaşından gelen mesajı okuduktan sonra<br />

Steven Arda, haliyle, ani bir hayal kırıklığı ve derin bir üzüntüye<br />

boğuldu. Vurdu başını uyudu. Gece yarısı uyandı ve içmeye başladı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

O nasıl bir sinir! İnsan düşmanına vurmaz öyle!<br />

8<br />

Sabahın erken saatleriydi. Dünya sütbeyazdı. Steven Arda bu<br />

beyazlığın tam ortasındaydı. Bir elinde babasının viski şişesi, arka<br />

güvertede dikiliyordu. Her yudumda canı yansa da durmadan içiyordu.<br />

İpek en güzel, en beğendiği halleriyle aklına geliyordu. Sabahın bu<br />

büyülü dakikalarında Steven Arda kız arkadaşıyla yaşadığı altın anları<br />

hatırlıyor, kahroluyordu. Çocukluğu boyunca az ağlamıştı. Bütün<br />

ağlamalarını bugüne, bu güzel, büyülü sabah saatine saklamışçasına.<br />

Çocuktu. Boğazından ilk defa alkol geçiyordu. Sert viski onu<br />

çabucak çarptı. Steven Arda kontrolünü yitirdi. Şişeyi denize fırlattı.<br />

Fırlatırken dirseği kıtladı. Yüzü asıldı. Kardeşleriyle birlikte uyuduğu<br />

bölmeye girdi. Orada abuk subuk hareketler yaparak, eşyaları<br />

devirerek ses çıkardı. Kardeşleri gürültüye uyandı. Onu yatıştırmaya<br />

çalıştılar. Steven Arda onlara yumruklarını savurdu. Çenesine alttan<br />

isabet eden bir yumruk yüzünden Sean Hakan dilini ısırdı. Canı feci<br />

yandı. Uyku sersemiydi. Hırsla, gözüdönmüşlükle Steven Arda’nın<br />

üzerine atıldı. Stanley Kaan onları ayırmaya çalışıyor, başaramıyordu.<br />

Baktı olmayacak, hızla ayrıldı oradan. Babasını uyandıracaktı.<br />

Sean Hakan eline bir metal pergel geçirdi. Başladı kardeşine<br />

saplamaya. Çocuğun kollarında, bacaklarında, karnında küçük yaralar<br />

açıldı. Yaralardan hemen kan geldi. Bununla kalmadı. Küçük<br />

kitaplıktan ayağının yanına lacivert flütlerden biri düştü. Flütün küt<br />

ucuyla kendinde olmayan Steven Arda’nın kafasına acımasız darbeler<br />

indirdi. Babasının sesini duydu. Yavaşladı. Ani bir korku hissetti.<br />

Scott odaya daldı. Sert bir hareketle Sean Hakan’ı Steven Arda’nın<br />

üzerinden çekti. Onu bir köşeye itti. Sinem kapıdaydı. Sesi<br />

çıkmıyordu. Elleri başının üzerindeydi. Boş bakıyordu.<br />

Scott yaralı oğlunu kucağına alıp küçük laboratuvara götürdü.<br />

Kapıyı içeriden kilitledi. Kapının ardındakileri bağırıp kovdu. Steven<br />

Arda bir şeyler sayıklıyordu. Scott çocuğun üzerindeki tişörtü çıkardı.<br />

Karnında iki delik açılmıştı. Bunlar önemli görünmüyordu.<br />

Bacağındakiler fenaydı asıl. Scott hafifçe nemlendirdiği pamuğu bir<br />

kutudaki şap tozuna batırıp yaralara bastırdı. Kanama aniden kesildi.<br />

Bir ara çocuk kendine geldi. Scott onunla konuştu, tekrar uyumasını<br />

istedi. Çocuk gözlerini yumunca yaralarına özel bir ecza damlattı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

9<br />

Dönüşüm<br />

Laboratuvarın zapzayıf bir kedisi vardı. Ailenin kedisi değildi. Scott<br />

çocukların laboratuvar hayvanlarını sahiplenmelerini, onlarla iletişim<br />

kurmalarını istemezdi. Kediye bir isim bile verilmemişti. Scott her<br />

gün düzenli olarak onu morfinle uyutur ve jiletle tıraş ederdi. Steven<br />

Arda’ya sürdüğü eczayı sadece kedi üzerinde denemişti. Normalde<br />

böyle bir tedbirsizlik yapmazdı. Medikal buluşlarını kedinin ardından<br />

domuzda, ardından mide kanseri olan şempanzede denerdi. Çocuğun<br />

yaralarını küçük ve önemsiz bulmuş olmalı ki, kendi koyduğu bu<br />

prensibi hiçe saydı. Deneme aşamasında olması gerektiğini bildiği<br />

eczayı oğlunun yaralarına damlattı. Eczadan açık ve kanamalı<br />

yaralarda iyileştirmeyi hızlandırıcı etki göstermesini bekliyordu.<br />

Scott kedinin kulaklarının arkasına neşteri belli belirsiz<br />

dokundurarak hızla kanayan birer yarık açmıştı. Kanı durdukduktan<br />

sonra yaralardan birine eczayı nüfuz ettirmişti. Bu yara diğerinden<br />

daha hızlı kabuk dökmüştü. Yani kedide işe yaramıştı. Belki çocukta<br />

da işe yarayacaktı. Fakat Scott’ın yeterince deney yapmadığı için<br />

henüz keşfetmediği bir şey vardı. Ecza açık yarayla buluştuğunda altı<br />

saat süreyle katiyen uyku hali yaşanmamalıydı. Scott eczayı<br />

uygularken Steven Arda uyuyordu oysa ki. Ne acı.<br />

Akşam yemeği yiyorlardı. Gün boyunca kimse ağzına lokma<br />

koymamıştı. Yine de yerken zorlanıyorlardı. Sofrada çıt çıkmıyordu.<br />

Göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Sinem ağlıyordu. Gözyaşları<br />

tabağındaki patates püresinden kaleye düşüyordu. Püreden yaptıkları<br />

kalenin burçlarında turuncu bayraklar dalgalanıyordu. Bayraklar<br />

peynirli Doritos üçgen cipslerdi. <strong>White</strong>lar pürelerini böyle yerlerdi.<br />

Teknenin arka taraflarından birden korkunç bir çocuk çığlığı<br />

yükseldi. Steven Arda’nın sesi değildi. Sanki ormanda kaplanla<br />

karşılaşıp ölesiye korkmuş bir yerli çocuğun bağırmasıydı. Boğazı<br />

yırtılırcasına. Korkunçtu. Sofrada öyle bir panikleyip gerildiler ki,<br />

Steven Arda’nın uyuduğu bölmeye doğru hep birlikte hareketlenirken<br />

neredeyse masayı deviriyorlardı.<br />

Hayır, başkası değil, Steven Arda bağırıyordu. Ama başka, hiç<br />

duymadıkları, genizden boğuk boğuk çıkan ürpertici bir biçimde.<br />

Steven Arda böylece başka birine dönüştü. On bir yaşındaydı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

10<br />

Kanserojen Düşünceler<br />

Steven Arda düne kadar <strong>White</strong> Kardeşler’in en özeli, en akıllısı, en<br />

parlağıydı. Şimdi ise hiç kendini bilmiyordu. Aklı uçup gitmişti.<br />

Bedeninin kontrolünü yitirmişti. Saatler içerisinde zihinsel ve<br />

bedensel engelli bir çocuk oluvermişti. Bakışları donuklaşmış,<br />

gözlerinde en ufak zeka pırıltısı kalmamıştı. Uyumamalıydı. Yarası<br />

eczayı emene kadar, vücudu o tehlikeli kimyayı kabul edene kadar<br />

uyumamalıydı. Ah, bilmiyorlardı. Keşke elinde heyecan duyacağı bir<br />

kitap olsaydı, uyuyacağı yerde saatlerce okusaydı. Keşke hemen yan<br />

bölmede olsaydı, babasıyla o saatlerde PlayStation oynasaydı. Keşke<br />

yunuslar çıksaydı, etraflarını sarıp Allegria ile birlikte yüzselerdi,<br />

Steven Arda onları izleseydi. Uyumasaydı. Keşke. Ama uyudu.<br />

Scott günlerdir teknenin ucunda bir başına oturuyor. Katlanır bir<br />

sandalyede. Oraya çöktü kaldı adam. Uyumuyordu. Gözleri kan<br />

çanağı. Yemekten içmekten kesildi. Yanına kimseyi yaklaştırmıyordu.<br />

Durmadan puro içiyordu. Yerinden sadece işemek için kalkıyordu.<br />

Ağlıyordu Scott. Çok ağlıyordu. Geceleyin üşütüyordu. Sabah deniz<br />

beyazlaşırken çiğden sırılsıklam oluyordu. Yeni yükselen güneşle<br />

birlikte giysileri kuruyordu. Nemli gözleri ufka dalıyordu. Dişleriyle<br />

sıktığı puro Scott nefes alıp verdikçe kendi kendini içiyordu.<br />

Türkiye’den demir aldıkları hafta Milli Piyango bileti almışlardı<br />

birer tane. Üç adet çeyrek, iki adet yarım bilet. Sadece Sinem’in<br />

biletine amorti çıkmıştı. Düşünüyordu Scott. Milli Piyango çekilişinin<br />

olduğu hafta ülkedeki birçok aileye talih gülümsüyor, ellerine ama az<br />

ama çok para geçiyordu. Hayatları yeniden şekilleniyordu. Aynı<br />

şekilde bir de kara piyango vardı. Bazı ailelere de ölüm uğruyordu.<br />

Bazı aileler bir anda gelen beklenmedik bir parayla hayata<br />

gülümserken, kimi ailelerin fertleri ansızın bu dünyadan göçüp<br />

gidiyordu. Scott bu tarz bir kara piyangonun Allegria’yı isabet<br />

aldığına inanıyordu. Evet, o talihsiz bir adamdı. Sürekli bunu<br />

düşünüyordu. İçerideki şu küçüçük laboratuvarda geliştireceği bir şey<br />

neticesinde Nobel Ödülü de alabilirdi. Şanslı olsaydı. Fakat Scott o<br />

aptal, o delice, o lanetli, evet böyle düşünüyordu, o kahrolası deneyleri<br />

yüzünden bir oğuldan olmuştu. İçerideki o çocuk, tuhaf sesler çıkarıp<br />

salyalar akıtan o yabancı Steven Arda değildi artık, değildi, değil!


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

11<br />

Islak Ve Soğuk Bir Son<br />

Günler süren uykusuzluğun, açlığın ve hareketsizliğin bünyesinde<br />

yarattığı sıkıntıyla zihni iyice bulanmış olan Scott, okyanus<br />

sabahlarının o tatlı beyazlığının yeni günün mavisine döndüğü<br />

dakikalarda, kucağında sıcak yatağından aldığı, hâlâ uyuyan Steven<br />

Arda ile ön güverteye çıktı. Makaranın yanına yöneldi, halatın ucunu<br />

kolunun kenarıyla kıstırdı ve olduğu yerde sabırla yirmi defa dönerek<br />

kucağındaki oğlunu kendi gövdesine gergin bir şekilde sabitledi. Bir<br />

makas yardımıyla kendisini makaradan kurtardı, bedenini sıkıca saran<br />

halatın açık ucunu sarmallar arasından rastgele geçirdi, ardından sıkı<br />

bir düğüm attı. İstediği şeyi hemen hemen gerçekleştirmeyi<br />

başarmıştı. Hem de çocuğu uyandırmadan.<br />

Dengesini yitirip devrilerek gürültü etmekten kaçınarak, yarım<br />

adımlarla, dikkatle, arka güverteye yürüdü. Dambıl setine yaklaştı, iki<br />

defa doğrulup eğildi, yirmişer kiloluk dambılların birisini sağ diğerini<br />

sol eline aldı. Birkaç saniye boyunca, yanağını göğsüne yaslamış<br />

uyuyan Steven Arda’nın masum yüzünü seyretti, gözleri hemen<br />

nemlendi, gözyaşlarının damlayıp çocuğu uyardırmasını istemediği<br />

için daha fazla bakamayıp başını çevirdi.<br />

Teknenin kenarına yaklaştı, çevik ama yumuşak bir hamleyle bir<br />

yükseltinin üzerine çıktı. Kendisini suya bırakmadan önce içeride<br />

uyuyan diğer oğullarını ve güzel karısını hatırına getirdi. Steven<br />

Arda’yı yatağından almadan önce teker teker onların başlarında<br />

durmuş, uyumalarını izlemiş, kafasına koyduğu şeyin katılığı<br />

yüzünden onları son defa öpmek içinden gelmemişti.<br />

Ciğerlerindeki nefesi boşaltıp üzerine bir süre daha nefessiz<br />

beklerken başını eğip suya baktı, ardından kendisini, soğukkanlılıkla,<br />

tekneye vurup köpüren dalgaların üzerine attı. Suya battığında ve hızla<br />

dibe doğru çekilmeye başladığında elindeki dambılları bütün gücüyle<br />

sıktı. Birkaç saniye sonra, belki yüzeyden on iki metre kadar aşağıda,<br />

Steven Arda’nın gözleri açıldı. O esnada, dibe doğru yol aldıkça<br />

giderek karanlıklaşan loş atmosferde baba oğul göz göze geldi ve<br />

Scott tuhaf bir his duydu. Avuçlarını açtı, dambılları bıraktı, can<br />

havliyle hareketlendi, şans eseri doğru hamleler yapmayı becerdi;<br />

bedenini saran halat Steven Arda’yı salıvereceği kadar genişledi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

12<br />

Kalpler Endişe Ve Umutsuzlukla Sıkışıyor<br />

Scott’ın kendisini oğluyla beraber suya atışının üzerinden yetmiş<br />

dakika geçti. Güneş iyice yükseldi. Scott’ın gece yere fırlatıp kırdığı<br />

şişeden zemine saçılan, güverte tahtalarının bir kısmını emdiği şarap<br />

birikintilerini güneş kuruttu. Teknede ilk uyanan Stanley Kaan oldu,<br />

fakat Steven Arda’nın yatağında olmadığını fark eden de, daha sonra<br />

onu teknenin arka kısmına yakın bir yerde çalkalanan suyun üzerinde<br />

yatar vaziyette ilk gören de Sean Hakan’dı. Gece yarısı birden esen<br />

sert rüzgarlar yüzünden deniz dalgalanmamış, Allegria demir atmamış<br />

olsaydı, Steven Arda’yı bir daha görmeleri mümkün olamayabilirdi.<br />

Sean Hakan ve Stanley Kaan kendilerini suya attılar. Zihinsel ve<br />

bedensel özrü yüzünden ters hareketler yapıp güçlük çıkaran Steven<br />

Arda’yı tekneye almaları kolay olmadı; önce Sinem’in suya atlayan<br />

oğullarının peşleri sıra saldığı katlanır asma merdivenle onu sırtlarında<br />

çıkarmayı denediler, ancak bir saatten fazla süre suyun üzerinde<br />

çırpındığı için çocuğun kollarında kardeşlerinin boynuna sarılıp<br />

bedenini taşıyabileceği güç kalmamıştı, sonra akıllarına teknenin kıç<br />

kısmındaki boş duran filika indirme mekanizmasını kullanmak geldi.<br />

Steven Arda bolca tuzlu su yuttu, kendisini tekneye çıkarmaları<br />

yarım saatten uzun sürdü, telaşlı, korkulu, uykusunu alamamış<br />

annesinin şefkatli kollarında hemencecik içi geçti, uyuyuverdi.<br />

Steven Arda’yı kurulayıp, üzerini değiştirip yatırdıktan sonra<br />

Scott’ı aramaya koyuldular ve çok geçmeden onun denize girip başını<br />

ve kulaç atan kollarını gözlerinin seçemeyeceği kadar uzağa açıldığını,<br />

veya daha kötüsü, bir şekilde denize düşüp gözün göremeyeceği bir<br />

derinliğe battığını kabul etmek zorunda kaldılar. Bekledikçe<br />

umutsuzluğa kapılan çocuklar dayanamayıp kendilerini tekrar suya<br />

attılar, anneleri onlara engel olmaya kalkışmadı, farklı yerlerden suya<br />

dalarak teknenin altını kontrol ettiler. İki saat önce ölmüş babalarının<br />

cesediyle teknenin altında bir yere takılmış vaziyette karşılaşsalardı<br />

muhtemelen akıllarını kaçırırlardı.<br />

Hava kararana değin ağızlarını açamadan gözleri sularda beklediler.<br />

Sinem bir ara, belki kocasını ölü de olsa su yüzüne çıkarır umuduyla<br />

çıpayı çekti. Çıpayı güverteye çekmeden tekrar demir attı. Scott fazla<br />

açılmıştır, er geç dönecektir umuduyla beklemeyi sürdürdüler.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

13<br />

Allegria Kül Olup Sulara Gömülüyor<br />

Sinem’in isteği üzerine Allegria ederinin çok altında bir fiyata<br />

satışa çıkarıldı; böylesine düşük bir para talep etmesi tekneden bir an<br />

önce kurtulmak istediği içindi. Kuzenlerinden biriyle bununla ilgili<br />

yaptığı bir sohbet esnasında içinde önlenemez bir arzu doğuverdi ve<br />

tekneyi umulandan daha kısa sürede hayatlarından çıkarabileceği bir<br />

diğer yol keşfetti; Allegria’yı yakmaya karar vermişti.<br />

Sinem tekneyi yok etme fikrini babasıyla paylaştı ve onun<br />

görüşlerini dinledi; babası insanın kendi malı da olsa böyle bir şeyi<br />

alenen yapmasının birtakım sıkıntılar doğurabileceğini öne sürdü.<br />

Belki yasal sakıncaları bile olabilirdi; çünkü her ne kadar tekne<br />

Sinem’in malı olsa da, onun ateşe verileceği alanda böyle bir şey<br />

yapmaya hakkı olmayabilirdi. Aile dostları olan bir avukata<br />

danışmaya niyetlendiler, ancak kadın yurt dışındaydı, ulaşamadılar.<br />

Sinem tekneyi ateşe vermeye kararlıydı. Verilen ilanlar geri<br />

çekildiği halde bir şekilde hâlâ kendisine ulaşıp tekneye talip<br />

olduğunu bildiren alıcılarla mutahap oluyor, nedenini söylemeksizin,<br />

kibarca, tekneyi satmaktan vazgeçtiğini belirtiyordu.<br />

Liseyi ve üniversiteyi beraber okuduğu veya bir şekilde hayatının<br />

bir döneminde yakınlık kurduğu, iyi vakit geçirdiği arkadaşlarına birer<br />

birer telefon açtı. Seksen civarında arkadaşıyla görüştü. Sinem<br />

bunların arasında önerdiği şeyi birlikte yapmaya takvimi müsait olan<br />

on dokuz kişi bulabildi. Kimse sözünden caymadı ve bazıları birbirini<br />

önceden tanıyan bu kişiler belirlenen vakitte bir araya geldiler.<br />

Allegria’dan yedi metre uzun ve güverte genişliği muazzam olan<br />

başka bir tekne daha kiralandı. Böylece iki tekne, mesafeleri<br />

neredeyse yan yana katederek, altı gün sürmesi planlanan Karadeniz<br />

yolculuğuna çıktı. Davetlilerin bir kısmı, Sinem’in daha samimi<br />

oldukları Allegria’da, diğerleriyse öteki teknedeydi. Türkiye kıta<br />

sahanlığından epeyi açıklarda, Samsun ile Ordu arası bir hizada, beyaz<br />

eşyadan Scott’ın labaratuvar gereçlerine içindeki her şeyle birlikte<br />

Allegria ateşe verildi. Diğer tekneden, iki mil uzaktan izlemeye<br />

koyuldular, patlamalar başladığında ve göğe yükselen alevlerin, renk<br />

renk dumanların boyları uzadığında ise bu mesafeyi artırdılar.<br />

Yangını Karadeniz üzerinden uçmakta olan on farklı uçak ihbar etti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

14<br />

Acıdan Biraz Olsun Uzaklaşmak Adına<br />

Başlarından geçen oldukça ağır, oldukça korkunç o aile dramını<br />

hatırlayadurup kederlenmesinler diye, dedeleri Mustafa Bey, Sean<br />

Hakan ve Stanley Kaan’ı semtlerinde bulunan, altyapı oluşumu en<br />

sağlam olan futbol okuluna yazdırdı. Renkleri ülke milli takımının<br />

renkleriyle aynı olan kırmızı beyazlı bu sevimli amatör kulübün<br />

başkanı ile Mustafa Bey çocukluk çağlarını beraber geçirmişlerdi.<br />

Çocukların ilgisini çeken, iki katlı, tuhaf ve hep terli bir gıdığı olan bu<br />

şişman ve kel başkan, <strong>White</strong> Kardeşler’i kendi torunlarıymışçasına<br />

sevdi; onları kulüple yeni kontrat imzalayan, aslen bir lisede<br />

matematik öğretmenliği yapan antrenöre, Hasan Hoca’ya teslim etti.<br />

Beklenmedik ağlama krizlerine tutulan, sık sık gözleri kararıp eli<br />

ayağı boşalan, kalbi yaralı Sinem’i ailesi nasıl teselli edeceğini<br />

bilemiyordu. Sinem kimseyle görüşmüyor, çoz az yiyor, az uyuyor,<br />

vaktinin çoğunu pencerenin önüne oturttuğu Steven Arda’nın yanı<br />

başında, ona kitap okuyarak ve çocuğun yedi yirmi dört durmadan<br />

akan ağzını renkli bez mendillerle silerek geçiriyordu. Aylar içerisinde<br />

birkaç yaş yaşlanmış gibiydi; ömründe ilk defa elli kilonun altına<br />

düşmüş, kasları erimiş, kemikleri çirkince ortaya çıkmış, uzun boynu<br />

ona hastalıklı bir görünüm vermişti. Tam bu sıralarda Mustafa Bey’in<br />

sadece bulutsuz açık havalarda asfalta çıkardığı, gıcır gıcır parıldayan,<br />

yavruağzı, 1960 model Cadillac arabası garajdan kayboldu. Mustafa<br />

Bey’in kızına hazırlıyor olduğu sürprize biraz daha vakit vardı, fakat<br />

ailesi Sinem’in çocukluğundan beri gece vakitleri onlardan gizli garaja<br />

inip sigara içtiğini bilmiyordu; böyle gecelerin birinde Sinem örtü<br />

altında görmeye alışık olduğu aracın yokluğunu fark edince sürpriz<br />

bozulmuş oldu. Sabahleyin, kahvaltıdan sonra, annesi ve babası<br />

Sinem’den hazırlanmasını istediler, çağırdıkları bir taksiye binerek<br />

Beyoğlu’na gittiler. Tadilat halinde olan, toz duman içinde, küçük ama<br />

pek şirin bir dükkanın önünde dikildiklerinde Sinem babasının<br />

kendine yapmakta olduğu büyük jesti hemen hemen tahmin edebildi.<br />

Sonraki ayın ilk pazartesi günü Mustafa Bey kızına anahtarları teslim<br />

etti. Elinde antika enstrümanlar satacağı bir dükkanın anahtarlarını<br />

tuttuğunu sanan Sinem üzerinde Handmade Chocolate (El Yapımı<br />

Çikolata) yazan tabelayı gördüğünde şaşkınlığa uğradı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

15<br />

Figo / Mourinho / İnter<br />

İkizler iyi top oynuyorlardı. Kısa sürede kulüpteki abilerinin<br />

hayranlığını kazanıp, yaşıtlarının kıskançlığına hedef oldular. Dedeleri<br />

her maçta, camı boydan boya çatlak, içilen sigaralarla duman altı,<br />

derme çatma şeref locasında, kulüp başkanının yanındaki yerini alıyor<br />

ve torunlarının nefes kesen performanslarını yüzünde sevimli bir<br />

gülümsemeyle, heyecanla, gururla izliyordu. Sezonun ikinci yarısının<br />

ilk haftalarında, Avrupa yakasındaki, tesisleri daha elverişsiz ama<br />

maddi imkanları ve sportif potansiyeli daha yüksek olan bir başka<br />

kulüp, ikizlerin ikisi için yirmi asgari ücret tutarında transfer teklifinde<br />

bulundu. Bu teklif Mustafa Bey’le çocukluk arkadaşının arasını açtı<br />

açacaktı, çünkü ansızın gelen teklif paragözlülüğüyle ün yapmış<br />

başkanın iştahını kabartmıştı. Uykuları kaçan Mustafa Bey, sıkıntıdan,<br />

yavruağzı arabasının satışından sonra garajda yalnız kalan lacivert<br />

motosiklerinin yanına iner oldu. Motoruna binmeyeli belki yirmi yıl<br />

oluyordu. Sabahın ilk ışıklarını bekleyip, yeni yükselen güneşin<br />

ışıklarına sırtını verip, bol bol turladı birkaç gün. Başkan çocukların<br />

transferini gerçekleştirmeye kararlıydı ve Hasan Hoca’yı bir şeyler<br />

yapıp ikizleri kulüpten soğutması için sıkıştırmaya başlamıştı. Mustafa<br />

Bey gelişmeleri kaygıyla izliyordu; işler son noktaya gelecek olursa<br />

motosiklerini elden çıkaracak, parayı bastıracak, torunlarının lisansını<br />

mı, bonservisini mi neyse eline alacak ve çocukluk arkadaşı olan o pis<br />

gıdıklı iğrenç pezenvenge siktiri çekecekti. Daha sonra SMS atıp<br />

yalvaran bankaların birinden kredi kullanacak ve çocukları Üç<br />

Büyükler’den birinin altyapı futbol okuluna yazdıracaktı.<br />

İkizlerin bütün dünyası Hasan Hoca olmuştu. Yeteneklerini ve<br />

güçlerini, Hasan Hoca’nın gözüne girmek için, büyük bir irade ve<br />

nefretle karışık bir hırs sayesinde kısa sürede geliştirmişlerdi. Hasan<br />

Hoca onların gözünde futbol tanrısıydı; o öyle dedi diye, gelmiş<br />

geçmiş en efendi, en klas, izlemesi en keyifli futbolcu Figo, en en en<br />

en karizma ve en büyük teknik adam Mourinho, en büyük ve en köklü<br />

kulüp İnter idi. Yaz yaklaşırken Hasan Hoca antrenman sırasında<br />

gözlerinin önünde geçirdiği kalp spazmı neticesinde hayata veda<br />

edince, Figo / Mourinho / İnter üçlüsü <strong>White</strong> Kardeşler’in zihnine<br />

derin bir travmayla ebediyen kazınmış oldu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

16<br />

<strong>White</strong>ların Çikolata Dünyası<br />

İkizlerden birisi Galatasaray’ı tutuyor, öteki de aslen Türkiye’de<br />

taraftarı olmaya değecek düzgün bir takım olmadığına inanmasına<br />

karşın, kardeşine inat, Fenerbahçe’yi destekliyordu; onların bu<br />

sürtüşmesi yüzünden Mustafa Bey torunlarını mecburen Beşiktaşlı<br />

yaptı. Bu haberi sevinçle karşılayan, doğuştan Beşiktaşlı Sinem, o<br />

sıralarda, ‘<strong>White</strong>ların Çikolata Dünyası’ ismini verdiği dükkanını<br />

şahane biçimde temsil edebilmiş, sosyal medyayı ustalıkla kullanmış<br />

ve kısa sürede radyolara ve tv programlarına konuk olmayı başarmıştı.<br />

Çikolata dünyasının ürünlerini İzmir’deki bir pastacılık kursundan<br />

yeni mezun olan Gizem ve interrail yaparak dünyayı gezerken<br />

parasızlıktan İstanbul’da çakılı kalmış olan Rosalba üretiyordu.<br />

Gizem, Sinem’in lisedeyken çıktığı çocuklardan birinin yeğeniydi.<br />

Müşteriler çikolatalar damaklarına temas ettiği an onun ana rahminde<br />

çikolatacılık ön eğitimi aldığından kuşkulanıyorlardı. Rosalba yirmi<br />

iki yaşındaydı, Kolombiyalı bir hatundu. Çikolatacılıktan anladığı<br />

söylenemezdi, fakat müthiş bir süsleme ve sunum içgüdüsüne sahipti.<br />

Satışlar harikuladeydi. Tüm bu güzel gelişmeler neticesinde <strong>White</strong>lar,<br />

üç artı bir, parçalı Boğaz manzaralı, arka balkonuna sürekli kuş<br />

yuvalayan sevimli bir daire kiralayıp karşı yakaya taşındılar.<br />

Peki, Steven Arda n’apıyordu? N’apsın yavrum… İnsanın içi<br />

parçalanıyor. Ah çocuk, ah. Dilerseniz ondan şimdilik bahsetmeyelim.<br />

Ya da… Neyse… Madem İpek’ten söz açacağız az sonra; Steven<br />

Arda’dan biraz söz etmek yerinde olacaktır.<br />

Sean Hakan, Steven Arda’yı çoktan silmişti bile. Kardeşine pencere<br />

pervazında duran bir saksı muamelesi yapıyordu. Steven Arda bir<br />

şekilde bunu sezmiş olacak ki, perdeler çekili olmadığı takdirde<br />

pencere civarında bulunmaktan huzursuzlanır oldu; deli deli bağırıyor,<br />

ellerinin tersiyle yüzünü şamarlıyor, kıpkırmızı ediyordu. Stanley<br />

Kaan ise Steven Arda’dan çekiniyordu, onun yanındayken tedirginlik<br />

yaşıyor, onun başına gelenin bir gün kendi başına da gelebileceğinden<br />

müthiş tırsıyordu. Yine de evde geçirdiği vaktin çoğunu, yüreğinde<br />

mahcup, vicdani, karanlık bir sızı hissederek onunla geçiriyor,<br />

hareketlerini kolluyordu; çünkü İpek’le çıkmaya başlamışlardı ve<br />

kardeşinin bunu sezdiğini sezecek olursa kahrından ölürdü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

17<br />

İpek Yine Ortalığı Karıştırıyor<br />

Stanley Kaan, İpek için deli oluyordu, harçlığından biriktirdiği<br />

paranın tümünü onun için harcıyordu; İpek’i sinemaya, restoranlara<br />

götürüyor, AVMlerde gezdiklerinde kızın aklı bir kıyafette kaldıysa,<br />

Stanley Kaan, onu cebinde yeterli parası varsa derhal, yoksa da kalan<br />

parayı sonradan denkleştirip, kız arkadaşının hevesi geçmeden satın<br />

alıyordu. Hakkını yememeliyim, İpek’in zaman zaman Steven Arda’yı<br />

sorduğu oluyordu, gerçi vicdani rahatsızlık duyduğundan değil sırf<br />

meraktan soruyordu, olsun, sonuçta soruyordu kız, Stanley Kaan’sa<br />

kız arkadaşının bu tarz rahatsız edici sorularına kısa yanıtlar veriyor,<br />

sohbeti çok geçmeden daha ilgi çekici konulara kaydırıyordu.<br />

Sean Hakan küçük çapta peş peşe nüks eden sakatlıklar dolayısıyla<br />

sezon sonuna yarım performansla yaklaşıyordu. Onun formsuzluğu,<br />

hemen herkesin kıyasıya bir rekabet içinde gördüğü kardeşinin, ekstra<br />

performans sergilemediği halde, hızla parlamasına sebep oluyordu. O<br />

günlerde, yerel bir semt gazetesinin spor sayfasında, <strong>White</strong> Kardeşler<br />

ilk defa habere konu oldular; özellikle deplasman maçlarında<br />

kendisini kanıtlayan, son dönemin gözde ismi Stanley Kaan’ın,<br />

çıkışını sürdürür, yeteneğinin ve fiziki yapısının üzerine koyarsa,<br />

yirmi yaşına gelmeden Beşiktaş ilk on birinde forma kapabileceği<br />

yazıldı. O siyah beyaz sayfada yanlışlıkla Stanley Kaan’ın değil, Sean<br />

Hakan’ın fotoğrafı basılmıştı; bu elbette dikkatsizlikten kaynaklanmış<br />

acemice bir hataydı, çünkü tek yumurta ikizleri (hatta üçüzleri)<br />

oldukları halde kardeşler hiçbir zaman gurbetçi Hamit ve Halil<br />

Altıntop kardeşlerin birbirlerine benzediği kadar benzememişlerdi.<br />

İstisnaen benzetenler oluyordu gerçi; mesela İpek. Belki de bu<br />

yüzden, yaratılışında da hafiften bir hafiflik olan bu kızın gönlü bir<br />

kardeşten diğerine kayıp durmaktaydı ve daha da kayıp duracaktı.<br />

Vücudu tamamen iyileşince, sabahları erken kalkıp tek başına<br />

fazladan antrenman yapmaya başlayınca, Sean Hakan, Stanley Kaan<br />

ile İpek için kavga etme yürekliliğini buldu kendinde ve kardeşine<br />

ölünceye değin asla unutamayacağı feci bir dayak attı; Stanley Kaan’ı<br />

üç hafta kala sezonu kapatmak ve gelecek sezona iki hafta geriden<br />

başlamak zorunda bıraktı. Kavga nedensiz değildi. İpek bir akşam<br />

Sean ile yakınlaşmış, aklı karışmış, ertesi gün Stanley’i bırakmıştı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

18<br />

Büyükbaba <strong>White</strong>’ın Teklifi<br />

Futbola ara verilen kısa yaz tatili süresince Sean Hakan dedesinden<br />

ve anneannesinden para koparıp İpek ile gününü gün etmekten başka<br />

bir şey yapmamışken, uykusuzluğa yakalanan Stanley Kaan kendisini<br />

kitap okumaya, film izlemeye, üye olduğu fitness merkezindeki küçük<br />

havuzda yüzmeye ve arta kalan vaktinde <strong>White</strong>ların Çikolata Dünyası<br />

bünyesinde işin ucundan tutmaya başladı. Kendi buluşu olan beyaz<br />

çikolata tadında pembemsi mor çikolatalar üretiyordu, fakat muhteva<br />

yoğunluğunda zaaflar olan bu çikolatalar kalıplardan öyle eğri büğrü<br />

çıkıyordu ki, müşterilerin değil direkt kendi afiyetine kalıyordu.<br />

Temmuz yarılanmışken kapılarını beklenmedik bir ziyaretçi çaldı;<br />

büyükbabaları Mike D. <strong>White</strong>. Sinem yaşlı kayınpederini elinden<br />

geldiğince rahat ettirmeye çalıştı, kaldığı hafta süresince dükkanına<br />

neredeyse hiç uğramayarak onu kapsamlı bir şehir turuna çıkardı.<br />

Büyükbaba <strong>White</strong> torunlarının futboldaki yeteneğini, potansiyelini,<br />

coşkularını, hırslarını, hedeflerini öğrenmiş ve onlara hayatlarının<br />

fırsatını sunacağına inanarak uçağa büyük bir hevesle binmişti. Her<br />

şeyi ayarlamaya kararlıydı (İngiltere’deki ayarlamalar tamamdı) ve<br />

çocuklar en erken kırk en geç altmış gün içerisinde, babalarının ve<br />

büyükbabalarının tuttuğu takım olan (<strong>White</strong> Hanedanlığı’nın yeşil<br />

sahalardaki temsilcileri yani) Fulham forması altında antrenmana<br />

çıkacaklardı. <strong>White</strong> Kardeşler’in üçü de geçen seneye kadar Fulham<br />

taraftarıydılar, üçünün de odasının bir duvarını hâlâ Thames Nehri’nin<br />

kıyısındaki, o kibrit kutusuna benzeyen, sevimli Craven Cottage<br />

Stadyumu’nun helikopterden çekilmiş devasa posterleri asılıydı; ancak<br />

Stanley Kaan ve Sean Hakan, Hasan Hoca’nın etkisinde kalmışlar ve<br />

favori kulüpleri olarak İnter’i seçmişlerdi. Ama yanılmıyorsam Steven<br />

Arda her neredeyse hâlâ ateşli bir Fulham sempatizanıdır.<br />

Büyükbaba <strong>White</strong>, ışıl ışıl Boğaz manzaralı bir akşam yemeğinde<br />

niyetini torunlarına açtı ve hiç beklemediği iki tepki aldı: Sean Hakan<br />

teklife sanki doğduğu günden bu yana bunu bekliyormuşçasına, hatta<br />

bu teklifi kabul etmek için yaratılmışçasına atılıverdi; Stanley Kaan<br />

ise bir zamanlar Emre, Okan ve Hakan’ın yaptığı gibi İstanbul’dan<br />

dosdoğru Milano’ya gitmeyecekse Beşiktaş formasını hiçbir şartta<br />

katiyen sırtından çıkarmayacağını net şekilde belirtti. İyi bok yedi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

19<br />

Stanley Kaan’ın Ezikliği<br />

İki kardeşin en büyük alışkanlıkları, aslında alışkanlıkları yerine<br />

saplantıları da diyebilirim, birbirlerine her konuda zıt gitmeleriydi.<br />

Sean Hakan kardeşi gibi kararsız olmadığı için genelde bir fikri ilk o<br />

belirtir, seçimde bulunacaksa önce o bulunur, Stanley Kaan’a ise<br />

kardeşine mümkün mertebe zıt düşmek kalırdı. Stanley Kaan o akşam<br />

yemeğinde daha atak davranıp, Londra’ya yerleşme düşünü Sean<br />

Hakan’dan daha önce bildirmeyi dilerdi kuşkusuz, ancak her zamanki<br />

gibi çok geç kalmış, yine şoka uğramış, birkaç dakika boyunca<br />

kendini toparlamaya çalışmış, ardından söz sırası kendisine geldiğinde<br />

koyu bir Beşiktaş milliyetçisi pozu takınmıştı. Hatta o esnada kazara<br />

damarı kesilseydi, kendisini utandırmamak için öyle bir kasardı ki, o<br />

damarlar ne yapar eder kanını siyah ve beyaz pompalamayı bilirdi.<br />

Kardeşi Sean Hakan’ın kendini bildi bileli babalarına yakın<br />

olduğunu, babalarının verdiği derslerde daha çok eğlendiğini ve<br />

kendisini Türk değil daha çok İngiliz hissettiğini sezdiğinden beri,<br />

Stanley Kaan, annesine kalbinde daha geniş bir yer açmış, Sinem’in<br />

çok önem verdiği empati yeteneğini geliştirmiş, yüreğini yumuşatmış,<br />

iyi bir insan ve örnek bir Türk olmaya çabalamıştı. Sean Hakan,<br />

Steven Arda’yı zeki zamanlarında da, zihinsel ve bedensel engelli<br />

birine dönüştüğü zamanlarında da hep hor gördüğünden, onunla temas<br />

halinde olmaktan kaçındığından ötürü, Stanley Kaan, kendisini Steven<br />

Arda’ya yakınlaşmaya öylesine zorlamıştı ve buna öylesine alışmıştı<br />

ki zaman zaman onu kardeşi değil oğluymuş gibi yüce bir şefkatle<br />

sevmeyi becerebilmişti. Hayatta her şeyleri böyle, olabildiğince zıttı.<br />

Fakat İpek. İpek başkaydı. Biri ona tutuldu diye öteki İpek’ten<br />

vazgeçemiyordu. İpek sanki iki düşman hattının tam ortasında kalmış,<br />

savaşın kaderini etkileyecek, stratejik önemi müthiş bir tepe gibiydi;<br />

ama ipler İpek’in elindeydi elbette; o tepeye çok isteyen, çok gayret<br />

gösteren değil, tepenin kuşatılaşı geldiği tekinsiz anlarda ona en<br />

yakında olan taraf sahip olabiliyordu ancak.<br />

Harika vakit geçirdiği, aşk satrancındaki doğal kabiliyetiyle başını<br />

döndüren Sean Hakan’ın İngiltere yolcusu olduğunu ve kendisinin<br />

onunla gitmesinin mümkün olmadığını kesinen anladığı an, İpek ne<br />

yaptı etti, kendisini Stanley Kaan’ın kollarına attı, ötekine yol verdi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

20<br />

Kardeşlerin Yolları Ayrılıyor<br />

Havaalanında vedalaşırlarken Büyükbaba <strong>White</strong> yanağını sıktığında<br />

Stanley Kaan’ın gözleri hırsından kıpkırmızı oldu. Yerinden fırlayıp,<br />

kendisine ters ters, havalı havalı bakan kardeşinin yüzüne son bir<br />

yumruk geçirmeyi düşledi, ama kendini tuttu. İhtimal, bir karşı<br />

yumruk da kendi yüzüne isabet ederdi ki, bu o an dünyada isteyeceği<br />

son şeydi. Üç gün önce, farklı arkadaş gruplarından ayrılıp aynı<br />

vakitlerde eve dönerlerken, ıssız bir sokakta birbirlerine rastlamışlar<br />

ve güçleri tükeninceye değin saç saça, baş başa dövüşmüşler, ikişer<br />

diş kaybetmişler, parmak eklemlerini fena derecede incitmişlerdi.<br />

Oğullarının birbirlerine nefretle bakmasına daha fazla dayanamadı<br />

Sinem, gidip kayınpederini losyon kokulu yumuşak yanağından,<br />

oğlunu ise toz kokan başından öptü, arkasını döndü ve koluna girdiği<br />

Stanley Kaan ile hızlı hızlı yürümeye koyuldu. Epeyi yürüdüler o<br />

şekilde ve ardlarına baktıklarında ötekileri yerlerinde göremediler.<br />

Yeni sezonda <strong>White</strong> Kardeşler’in ikisi de takımları adına birer<br />

hayal kırıklığıydı. Fulham kulübü altyapısından sorumlu antrenörler<br />

Sean Hakan’ın katıldığı antrenmanların her birinde onun potansiyeline<br />

olan inançlarını pekiştirmişlerdi, ancak delikanlı görev aldığı maçlarda<br />

vasatı aşamıyordu. Öte yanda, İstanbul’da, durumlar daha fenaydı;<br />

Stanley Kaan, olanca enerjisi futbola yönlendiği halde, istediklerini<br />

sahaya yansıtmayı bir türlü başaramıyordu. Bu sebeple, gayet formda<br />

olduğu halde sezonun tamamına yakınını yedek kulübesinde geçirdi.<br />

Rahmetli Hasan Hoca’ları Sean Hakan’ı yaptıkları ilk hazırlık<br />

maçında santrfor olarak denemiş ve Sean Hakan o maçta birisi<br />

penaltıdan iki gol bulmuş (maçı 7 - 6 kaybetmişlerdi), sonradan<br />

pozisyonunu sevmiş, kariyerine bir golcü olarak adım atmıştı. Stanley<br />

Kaan ise doğal olarak, dizilişte santrfora en ters ve en uzak olan<br />

mevkiyi benimsemiş, kendisini stoper olmaya adamıştı.<br />

Londra’daki ikinci sezonunda, çok çalışan Sean Hakan, Fulham’ın<br />

genç takımında istikrarla goller buldu, gol pasları verdi ve adından söz<br />

ettirmeyi başardı. O sezon Stanley Kaan’ın tek başarısı ise U-17<br />

Türkiye Milli Takımı’nın İzlanda ile yapacağı tırt bir hazırlık maçının<br />

kadrosuna alınmak oldu. Sene boyunca forma bulamamıştı, formsuz<br />

ve isteksizdi, artı, yanlış mevkide oynatıldı; fakat bir harikaydı o gece.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

21<br />

Zoraki Mevki Değişikliği<br />

On sekizinci yaşlarını doldurdukları o müthiş sene <strong>White</strong> Kardeşler<br />

birbirlerine mesafe olarak ve duygu olarak değil ama, sahada görev<br />

aldıkları mevki olarak yaklaştılar. Stanley Kaan, yirmi üç ay önce<br />

parladığı o İzlanda maçının ardından her defasında defansif orta saha<br />

oyuncusu olarak sahaya sürüldü. Sean Hakan ise gençler arasında<br />

harikalar estirip, dört defa da A takım ile Premier League tecrübesi<br />

yaşadığı geçen sezonun ardından, Fulham takımı yeni sezonda Galli<br />

bir yaşlı kurta teslim edilince, kendisine hiç beklenmedik bir şekilde<br />

ilk on birde yer buldu. Ancak bu lütufa karşılık kendisinden zoraki<br />

mevki değişikliği talep edildi ve o da Premier League’de bütün bir<br />

sezon geçirebilmek umuduyla, santrfor kimliğinden vazgeçti, yeni<br />

sezonun hazırlık maçlarında ofansif orta saha olarak göründü.<br />

Stanley Kaan için işler yolunda görünüyordu. Yüzde yüz konsantre<br />

olabildiği maçlarda yeni mevkisinde sahada harikalar yaratıyordu.<br />

Zaten kariyerine inadına stoper olarak başladığını, bu mevki için fazla<br />

ağır ve fazla teknik bir futbolcu olduğunu kendisi de biliyordu. Ama<br />

defansif orta sahada başarılı olması için de çok fazla çalışması ve<br />

konsantrasyonunu uzun süre koruması gerekiyordu. Bu kolay<br />

olmuyordu. Çoğu maçta doksan dakika sahada zor kalıyordu; ilk elli<br />

dakikanın ardından Stanley Kaan birden iptal oluyor, ani bir çöküş<br />

yaşıyor, kenar yönetimi onu oyundan almak zorunda kalıyordu.<br />

Sean Hakan hayatının ilk depresyonunu İsviçre’deki hazırlık kampı<br />

öncesinde yaşadı. Artık bir ofansif orta sahaydı o, ve bu, karşı kaleye<br />

dilediği yakınlığı sağlayamayacağı, sevdiği boş koşuları yapmaktan<br />

mahrum kalacağı, dilediği pozisyonları bulamayacağı, ardı ardına<br />

goller sıralayıp egosunu tatmin edemeyeceği anlamına geliyordu.<br />

Geceleri ağlıyordu. Uyuyamıyordu. Küfrediyordu. İçmeye başlamıştı.<br />

Yalnızca alkol almıyor, fosur fosur da sigara içiyordu. Böyle yaparak<br />

hazırlık kampı maçlarına berbat bir moral çöküntüsü ve kaygı verici<br />

seviyede formsuzlukla başladı. Fakat her yeni maçla birlikte büyülü<br />

şeyler oluyor, yaptıklarına o dahi şaşırıyor, teknik heyeti de hayretler<br />

içerisinde bırakıyordu. Sanki futbol tanrıları onun aracılığıyla herkesle<br />

dalga geçiyorlardı. Kendisini ne kadar dağıtırsa sahada o denli<br />

yıldızlaşıyordu ve bu şaşılası şey kendiliğinden oluveriyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

22<br />

Rüya ve Kabus<br />

Geceleri başlarını yastığa koyduklarında, birbirlerinden habersiz,<br />

aynı şeyi düşlüyorlardı; ileride bir gün (umuyorlardı yakın gelecekte)<br />

lacivert siyahlı İnter formasıyla Guiseppe Meazza çimlerini ezmeyi.<br />

Ve aynı şey için kaygılanıyorlardı; düşlerinin er geç gerçekleşeceğine<br />

inanıyorlar, ancak denize kıyısı olmayan Milano’da yaşamın onlara<br />

nasıl da zor geleceğini kestirmeye çalışıyorlardı. Öyle ya, onlar engin<br />

maviliklerin bağrında doğmuş, orada büyümüşlerdi; okyanusların,<br />

denizlerin, akıntıların, mercanların, resiflerin, buğu altındaki adaların,<br />

ufukta görünen tüten serapların, kavurucu güneşlerin, bilinmedik<br />

diyarların, yerin ve göğün bembeyaz kesildiği sabah saatlerinin,<br />

dolunayın altın yakamozuyla göz aldığı gecelerin çocuklarıydı onlar.<br />

Zaman hızla akıyordu. Sean Hakan bir rüyayı yaşıyordu. Stanley<br />

Kaan bir kabusu. Yirmi birinci yaş günlerinde, Sean Hakan, Avrupa<br />

Şampiyonası elemeleri altıncı grup maçında, Wembley’de, Ukrayna<br />

karşısında ilk on birde ilk defa milli formayı terletti. Henüz birkaç ay<br />

önce Türkiye Futbol Federasyonu’nun teklifini geri çevirmiş, milli<br />

kariyerini İngiliz Milli Takımı ile sürdüreceğini açıklamıştı. Stanley<br />

Kaan ise o seneye dek dokuz defa Ümit Milli forması giydi, ancak bir<br />

defa olsun A Milli Takım kampına davet edilmedi. Bu gidişle de milli<br />

forma onun için hayal olacak gibi görünüyordu, çünkü çıkış<br />

gerçekleştirmesi beklenen son iki sezonun ilkinde kiralık olarak<br />

İstanbul dışına gönderildi, sezon boyu moralsizlikten ve sakatlıktan<br />

varlık gösteremedi, ardından ertesi sezon sözleşmesi tek taraflı<br />

feshedildi, ortada kaldı. Ona dedesinin memleketinin takımı, ikinci<br />

ligin gediklisi Samsunspor sahip çıktı. Canını dişine takarak kendisini<br />

hazırladığı halde istediği performansı burada da sergileyemiyordu.<br />

Ertesi sene Stanley Kaan kendi oyununu oynamayı başardı, takım<br />

arkadaşları da gayretliydi, ancak Samsunspor üst lige terfi etme<br />

şansını son haftalarda aldığı skandal niteliğindeki seri mağlubiyetlerle<br />

yitirdi. Sean Hakan’ın kanatlandırdığı Fulham ise Premier Leauge’in<br />

dev ekipleriyle kafa kafaya oynadı, ligi liderin yalnızca dört puan<br />

gerisinde üçüncü bitirdi, Uefa Avrupa Ligi’nde yarı finale kadar<br />

yükselip, ikinci maçta San Mamés Stadyumu’nda Athletic Bilbao’ya<br />

penaltılar sonucunda mağlup olarak final şansını kaçırdı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

23<br />

Sean Hakan Potansiyelinin Sınırlarını Zorluyor<br />

Babasını hatırladığında bilim sevdası uğruna hayatın zevklerinden<br />

vazgeçmiş, olmayacak hayallere kapılmış, vaktinin tamamını saçma<br />

kimyasal icatlara adamış mutsuz bir adam beliriyordu zihninde. Asla<br />

babası gibi biri olmayacak, mutsuzluktan, yalnızlıktan kaçacak,<br />

hayatını para, şöhret, başarı sahibi olmaya adayacaktı; bunun uğruna<br />

emekli olacağı otuzlu yaşlarına kadar hırslı bir şekilde gayret edecekti.<br />

Sean Hakan çağının en güçlü sporcularından birisiydi. Genlerinde<br />

taşıdığı, <strong>White</strong> ailesinin hemen hemen tüm bireylerinde görülen o<br />

enerji patlamasına o da sahipti; ne kadar az uyursa uyusun (genelde<br />

dört saat uyurdu) zinde uyanıyor, fiziksel ve zihinsel aktivitelerde en<br />

ufak bir bitkinlik sergilemiyor, vücudunu hareket halinde tutmaktan,<br />

tüm kaslarını her fırsatta çalıştırmaktan büyük keyif alıyordu. Fulham<br />

antrenörlerinin kendisini ve takım arkadaşlarını gereğinden fazla<br />

dinlendirdiğine inanıyor, haftalık antrenman programına artı olarak,<br />

kulübünden habersiz gizlilikle ek fitness programı uyguluyordu. Bu<br />

fazladan çalışmalarını daha kontrollü bir sisteme oturtmaya ve büyük<br />

bir disiplin örneği sergileyerek kendisini fiziken olağanüstü çizgilere<br />

taşımaya niyetleniyordu. Bu niyetlerini, uzun süredir dostu olan,<br />

sırlarının önemli kısmını bilen menajerine açtı ve olumlu bir tepki<br />

gördü ve menajeri Sean Hakan’a Fulham kulübü teknik heyetinin<br />

haricinde bir antrenman programı uygulatacak gizli bir ekip kurma<br />

görevini üzerine aldı. Kısa zamanda müthiş isimlerle anlaştılar. İşte bu<br />

ekstra çalışmalar neticesinde genç adam yeryüzündeki tüm aktif<br />

futbolcuları kıskandıracak bir form grafiği yakaladı ve kulübünün<br />

kasasına astronomik bir para kazandırarak, efsanevi teknik adam Sir<br />

Alex Ferguson’ın hayata veda etmesinin ardından radikal şekilde<br />

yeniden yapılanma yoluna giden Manchester United’a transfer oldu.<br />

Hollandalı eski stoper Jaap Stam’dan, o yıla kadar en zayıf olduğu<br />

konularda (top kapma, alan markajında etkin pozisyon alma, ikili<br />

mücadelelerle ayakta kalma ve hava topu hakimiyeti) özel ders aldı.<br />

Ekipteki bir diğer isimse, dünyanın gördüğü en büyük futbolculardan<br />

birisi olan, iki sezon önce sahalara veda eden Lionel Messi’ydi; Sean<br />

Hakan o büyülü adamın yönlendirmesiyle daha ince bir fiziğe kavuştu<br />

ve daha kolay adam eksiltir, oyunu içgüdüleriyle oynar oldu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

24<br />

Stanley Kaan’ın Bitmez Kederi<br />

Stanley Kaan, keder ve kıskançlık karışımı duygularla izlediği<br />

kardeşinin aksine, kendisini kaybetmişti. Samsun’a yerleşmek zorunda<br />

kaldığında, henüz kırk gün geçmemişken, İpek kendisini terk etmiş ve<br />

bir süredir gizliden gizliye flört ettiği genç bir tütün tüccarıyla<br />

çıkmaya başlamıştı. İçine sinen derin mutsuzluktan kendisini bir türlü<br />

kurtaramıyordu. Çok çalışıyor, fark yaratmak için inanılmaz efor<br />

sarfediyor, elinden geleni fazlasıyla yapıyor, ancak istediği oyunu bir<br />

türlü sahaya yansıtamıyordu. Kederli zamanlarında içtiği sigaradan<br />

ruhuna iyi geldiğini, stresini aldığını söylediği alkol partilerinden,<br />

PlayStation oynayarak sabahladığı gece eğlencelerinden uzaklaştı,<br />

dikkatini, düşüncelerini, enerjisini, olanca konsantrasyonunu oyununu<br />

geliştirmeye verdi, ancak ne yaparsa yapsın sonuç alamadı.<br />

Saçmaydı. Çok saçmaydı. Onca gayret, emek boşa gidiyordu. İçi<br />

sızlıyordu Stanley Kaan’ın. Maçların ardından, takım arkadaşlarının<br />

tümü soyunma odasını terk ettiğinde, o, sıcak duşun altında kalmayı<br />

sürdürüyor, buhar içinde kalan banyoda buğulu fayansların karşısında,<br />

gevşeyen kaslarının verdiği rahatlıkla, ayakta dikilerek dakikalarca<br />

süren hüzünlü düşüncelere kapılıyordu. Asla ama asla büyük bir<br />

futbolcu olamayacağını, değil İnter’de oynamak, bir daha İstanbul’a<br />

bile dönemeyeceğini hissediyordu, ki bu doğruydu; futbol tanrıları ona<br />

ilk zamanlar yaşıtı onca genç arasında sivrilmesini sağlayan inanılmaz<br />

derecede bir potansiyel bahşetmiş, fakat kariyerinin kalanında bu<br />

potansiyeli zorlamasını sağlayacak gizli kulvarlardan Kaan’ı mahrum<br />

bırakmışlardı. Böyle hissediyordu ve hislerinde haklıydı. Kendisi o<br />

sıralarda bilemezdi, ama ona hep bıkkınlık hisleri veren Samsunspor<br />

camiasında koskoca altı sezon daha geçirmek zorunda kalacaktı ve bu<br />

altı sene süresince üst lige çıkmayı bir defa olsun başaramayacaklardı.<br />

Finansbank Çiftlik Şubesi’nde çalışan bir bankacı kızla kısa süren,<br />

kötü sonlanan, kalbinin fena kırıldığı, büyük acılar çektiği on yedi<br />

aylık bir ilişkisi oldu. Fakat kariyerinin en kötü topunu oynadığı bu<br />

dönemde, sırf Samsunspor peş peşe gelen kötü hakem kararlarının ve<br />

şansın yardımıyla Türkiye Kupası’nda yarı finale kadar yükseldiği<br />

için, iki defa yetmişer dakika milli formayı terlettiği bir Avrupa<br />

Şampiyonası deneyimi edindi. Bu bile Stanley Kaan’ı teselli edemedi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

25<br />

Anne <strong>White</strong> Hiç İyi Değil<br />

Sinem kariyerleri arasındaki uçurumun iki oğlunu apayrı dünyalara<br />

yönlerdirmesini kabul edemiyordu; Stanley Kaan’ın mutsuz hayatına<br />

Sean Hakan’ın görkemli başarıları yüzünden yeterince üzülemediğini<br />

hissediyor, kendisinden nefret ediyordu; aynı şekilde S. Hakan’dan<br />

gelen neşeli bir telefonun ardından, yüzünde bir gülümseme, bir keyif<br />

sigarası yakmışken, aklına birden S. Kaan geliyor, boşluğa dalıveren<br />

gözleri nemleniyor, kendisine geldiğinde sigarasının kendi kendisini<br />

içtiğini, kırılmış uzun küllerin eteğinin üzerinde olduğunu görüyordu.<br />

<strong>White</strong>’ların Çikolata Dünyası, birisi şehrin anadolu yakasında olan<br />

üç şubeye sahip oldu. Avrupa’nın önde gelen birtakım klas gurme<br />

dergilerinde <strong>White</strong> ailesinin nefis çikolataları haberlere konu oluyor<br />

ve Sinem yurt içinde ve dışında yiyecek içecek üzerine birçok<br />

programa davet ediliyordu. Fakat Sinem’in yaralı kalbi içten içe sızım<br />

sızım sızlıyordu. Futbolcu oğullarının arasındaki adaletsiz rekabet,<br />

birbirlerinden nefret eder dereceye gelmiş olmaları, Scott’a hâlâ<br />

duyduğu tükenmez aşk ve derin özlem, engelli oğlu Steven Arda’nın<br />

içler acısı durumu Sinem’i zaman akıp geçtikçe çok daha fazla<br />

sarsıyordu. Geceleri yalnız yatağına girerken ve sabahları gözünü<br />

açtığı ilk dakikalarda, yaşadığı trajediler zihnine hücüm ediyor ve onu<br />

istemsiz ağlama krizlerine sokuyordu.<br />

Sonunda herkesten sakladığı, onu içten içe tüketen, amansız bir<br />

hastalığa yakalandı; belirtileri görmezden geldiği, kendini olduğundan<br />

güçlü sandığı, önünde daha çoook uzun seneler varmış ve torunlarının<br />

büyüdüklerine, koca adamlar, kadınlar olduklarına şahit olacakmış<br />

gibi hissettiği için hastalığına karşı hiçbir önlem almadı, hatta ondan<br />

dikkatle kaçarak hastalığını tanımaya bile razı olmadı.<br />

Böylelikle, bir zaman geldi ki, ansızın çöküverdi. Stanley Kaan’ın<br />

Samsun’a kök saldığı, S. Hakan’ınsa harikalar yaratıp Ada futbolunu<br />

yıllar sonra tekrar dünyanın göz bebeği yaptığı zamanlara denk geldi<br />

bu. <strong>White</strong> Kardeşler’in yirmi altıncı yaşlarından gün aldıkları hafta,<br />

Steven Arda’nın iştahsızlıktan epeyi zayıfladığı sıralarda, Sinem iyice<br />

kötüledi, iyice güçten düştü. Bir gece eğlencesinde düşüp bilincini<br />

yitirdi. Apar topar hastaneye yetiştirildi, yoğum bakıma alındı. Bu<br />

tatsız gelişme <strong>White</strong> Kardeşler’i seneler üzerine bir araya getirdi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

26<br />

Felaketlerdir Aileyi Bir Arada Tutan<br />

Stanley Kaan ve Sean Hakan hastanenin kafeteryasında yan yana<br />

oturdular. Sean Hakan sigara paketini masanın üzerine koydu. Yer<br />

gibi, sigaraları peş peşe içmeye başladılar. İki saate yakın bir süre<br />

birbirleriyle göz teması kurmadılar, tek çift laf etmediler. Sonra, Kaan,<br />

kardeşinin birkaç hafta önce Arsenal’e attığı akılalmaz gole iltifat etti.<br />

Konuşmaya başladılar. Bu esnada bir basın ordusu hastane çevresini<br />

kuşattı. Kafeterya açıktaydı. Sokaktan yükselen birbirinden lüzumsuz<br />

sorulara ve röportaj isteklerine dayanamarak içeri geçtiler. Anneleri<br />

için koridordaki banklarda gece yarısına kadar oturdular. Sabahın<br />

ikisine doğru çıkıp fasıl parçaları çalan bir meyhaneye gittiler.<br />

Karınlarını doyurdular, eski defterleri açtılar, kafaları çektiler.<br />

Taksiyle eve döndüler. Bakıcısı uyumuştu, Steven Arda uyanıktı,<br />

yatağında sessizce uzanıyor, yağmur damlalarının pencereye vuruşunu<br />

dinliyordu. Odaya girdiklerinde ışığı kısık bir şekilde açtılar. Oda tatlı<br />

bir alacasarılığa büründü. Stanley Kaan yatağın kenarına oturdu. Sean<br />

Hakan da yatağın yanına sandalye çekti. Çocukken birlikte neşeyle<br />

söyledikleri şarkıları mırıldandılar. Beşinci şarkıyı yarıladıklarında<br />

Steven Arda huzurla uykuya daldı. Uyuyunca yüzü güzelleşti. Ondan<br />

bu denli nefret ettiği, onun acı varlığından utandığı için Sean Hakan<br />

kendisini kötü hissetti. Benzer hisleri, ama daha derinini, Stanley<br />

Kaan da hissetti. Işığı söndürüp çıktılar odadan.<br />

Sinem üç gün sonra kendine geldi. Bir ertesi gün de taburcu oldu.<br />

<strong>White</strong> Kardeşler kulüplerinden izin almışlardı. On gün boyunca, Anne<br />

<strong>White</strong> iyice toparlanıncaya, yüzüne kan gelinceye kadar onunlaydılar.<br />

Anneanneleri, dedeleri ve Sinem onları havaalanından uğurladılar. İki<br />

kardeş yaşadıkları şehirlere döndükler, birbirleri hakkında normalden<br />

daha sıcak hisler duyarak. Fakat birinin süren başarısı, ötekinin bitmez<br />

performanssızlığı bir zaman sonra aralarına yine soğukluk sokacaktı.<br />

Emekli oluncaya değin bunun böyle süreceğini biliyorlardı.<br />

Sinem çocuklarını tekrar bir arada görmenin verdiği moralle hızla<br />

toparlandı. İçi huzurla doluydu. Onları yan yana oturur, sohbet eder,<br />

şakalaşır görünce, birbirlerinden sonsuza değin nefret etmeyeceklerini,<br />

ileride bir gün temelli bir araya gelip eski günlerdeki gibi hep beraber,<br />

mutlu olabileceklerini düşündü ve bunu ne zaman düşünse içi ısındı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

27<br />

Başarı, Şöhret, Servet<br />

Hırsı Sean Hakan’ı ele geçirmişti. Başarı, şöhret, para, mutluluk<br />

onda doygunluk yaratmıyor, kısa vadeli hedeflerine umduğundan daha<br />

kısa sürelerde ulaştıkça, büyük bir hevesle daha fazlasını istiyor ve<br />

mesleğine kendisini tutkuyla adamayı sürdürüyordu. Manchester UTD<br />

ona adanın en yüklü maaşını ödüyordu ödemesine, ancak diğer<br />

Avrupa devlerinin kendisini kadrolarına katmaya yönelik artan<br />

girişimleri ve durmadan yükselen istikrarı sayesinde gerek ülkede<br />

gerek Avrupa ve dünya çapında ödüllere doymuyor oluşu, onu sıra<br />

dışı bir konuma sürüklüyor, şımarıklaştırıyor, iştahını kabartıyordu.<br />

Futbolcu maaşlarının, futbola yönelik yatırımların çığırdan çıkmasının<br />

ardından, bir önceki jenerasyonun en çok kazanan futbolcusu<br />

vatandaşı David Beckham’ın kulüplerden ve sponsorlardan elde ettiği<br />

gelirin neredeyse yedi katı bir geliri elinde tutuyor, spor dışında<br />

gerçekleştirdiği yatırımlarla servetini büyütüyordu. Şato benzeri bir<br />

malikane, yüzen bir saray olan ultralüks bir yat, en ucuzu yarım<br />

milyon Euro olan klasik ve spor araçlardan rengarenk bir filo ve<br />

dünyanın en çok arzu edilen, perileri andıran güzellerin yanında geçen<br />

dudak ısırtan hareketli bir yaşam sahibiydi. Üç senedir adından en çok<br />

söz edilen adamlardan birisiydi ve doymuyordu, dahasını istiyordu.<br />

İnsanlığını yitiriyordu ama. Ondaki şeytani bir hırstı. Elini attığı her<br />

alanda mutlak başarı istiyordu ve elde etmesi için gereken insanüstü<br />

gayreti hakkıyla gösteriyordu. İsmi Pele ve Maradona’yla, Messi’yle,<br />

iki Ronaldo’yla, Zidane’la anılıyordu. Futbol, evet, değişmişti, 21.<br />

yüzyıla has, tuhaf, hareketli, dinamikleri kestirilemeyen bir oyun vardı<br />

artık ve Sean Hakan bu yeni futbolun en büyük sihirbazı, yaşayan<br />

efsanesiydi. Forvette değil, orta sahanın ilerisinde oynadığı halde, tüm<br />

forvet oyuncularından daha fazla gol buluyor, özel antrenörleri olan<br />

Andrea Pirlo, Alessandro Del Piero ve Luis Figo ile Karayipler’deki<br />

bir adada inşa ettirdiği özel sahada senelerdir duran top antrenmanları<br />

yapıyordu ve daha şimdiden futbol tarihindeki en fazla frikik golü atan<br />

futbolcu ünvanını almıştı. Deniliyordu ki, büyük ihtimalle, insanlığın<br />

futbola olan ilgisinin kaybolacağı ve futbolun devrinin geçeceği gün<br />

bu ünvan hâlâ kendisine ait olacaktı. Dile kolay; yüz yedi frikik golü.<br />

Sean Hakan kelimenin tam anlamıyla inanılmazdı. İnsan değildi o.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

28<br />

Bir Rüya Gerçekleşiyor<br />

Dünya tarihinde kazancı milyarın üzerine çıkan ilk sporcu oldu. Bu<br />

noktadan sonra sapıtmaya başladı. Servetine servet katmak için<br />

ülkelerarası silah kaçakçılığına sardı. Arap baharı ismiyle anılan<br />

olaylar dizisinin son halkalarına gizliden dahil oldu. O dönemde,<br />

uluslararası kimi kanuni açıklardan yararlanıp hukiken legal fakat<br />

ahlaksız kazançlar elde etti, büyük vurgunlar yaptı; yetinmeyip, yasal<br />

olmayan yollardan korkunç miktarlarda kanlı ve kirli paralar elde etti.<br />

Karanlık girişimlerini aktif futbol kariyeri sonlanana kadar, dünyanın<br />

dört yanında kazan-kazan ilişkisi içinde bulunduğu sansasyonel devlet<br />

adamlarının kanatlarının gölgesinde soğukkanlılıkla gizleyebildi.<br />

Futbol kitlelerin afyonuydu. Sean Hakan’ın üzerinde gerilen efsane<br />

perdesi ise kitlelerin kafasının trilyon olmasını sağlıyordu. Ancak<br />

hakkını vermek gerekiyor. Çocuk gerçekten bir harikaydı. Oyununda<br />

hile yoktu. Yeryüzünden geçmiş en büyük sporculardan birisi, belki<br />

en iyisiydi. Performansı uyuşturucuydu. İzleyene sonsuz haz verirdi.<br />

Yirmi dokuz yaşını yarıladığında çocukluk hayallerini süsleyen<br />

imzayı attı ve dört yüz kırk milyon Euro bonservis karşılığında<br />

İnternazionale oyuncusu oldu. La Gazzetta della Sport, transferini<br />

tarihi bir manşetle, yayın tarihindeki en çarpıcı, en büyük puntolarla<br />

ve oldukça esprili dille şöyle duyurdu: ‘Sir <strong>White</strong>, peygamberliğini<br />

tebliğ etmek için kitleleri Giuseppe Meazza’ya davet edecek.’<br />

O sezon yalnızca Türkiye’de yirmi altı milyon adet orijinal İnter<br />

forması satıldı. Yüz bir milyon nüfusu olan bir ülke için gayet sarsıcı<br />

bir rakamdı bu. Sean Hakan’ın göz kamaştırıcı performansı sayesinde<br />

İnter seneler üzerine tekrar Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu; en son<br />

2010 yılında José Mourinho önderliğinde bu kupayı kazanmışlardı. Ve<br />

Sean Hakan <strong>White</strong>, Şampiyonlar Ligi’nde o sezon rakip fileleri otuz<br />

bir defa havalandırarak, iki yıl önceki, kendisine ait olan Şampiyonlar<br />

Ligi gol krallığı rekorunu kırmayı başardı. Bu rekor günümüzde hâlâ<br />

kırılamamıştır. <strong>White</strong>’ın zoraki emekliliğinin on altı sene ardından,<br />

başka bir İnterli, Macar forvet Szabolcs Laluska rekora ortak olacaktı.<br />

Sean Hakan <strong>White</strong> kendisine suikast düzenlenen (hatta defalarca)<br />

ilk sporcu olarak da tarihe geçmişti. Ama çeşitli devletlerin istihbarat<br />

birimlerince fevkalade bir biçimde korunuyordu. Kılına zarar gelmedi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

29<br />

0 - 8<br />

Bir maç hayal edin ki, ilk yarı taraflardan birisi rakibine 8 - 0’lık<br />

üstünlük sağlıyor, fakat ikinci devre, mağlup olan ekip bir çift sarı kart<br />

bir de direkt kırmızı karttan dolayı dokuz kişi kalıyor, ama öyle bir<br />

mücadele sergiliyor ki, son otuz yedi dakika iki kişi eksik oynadığı<br />

halde, ilk yarıdaki korkunç hezimetin aksine, kalesinde tek gol olsun<br />

görmüyor. İşte bu maç, aynı sahayı San Siro ve Giuseppe Meazza<br />

isimleriyle paylaşan, ezeli rakipler AC Milan ve İnter arasındaydı.<br />

Henüz üçüncü dakika dolmamışken, İnter, Sean Hakan <strong>White</strong>’ın<br />

yirmi sekiz metreden kullandığı ve iki yüz on dört milyon Euro<br />

değerindeki dört kişilik AC Milan barajından aşırmayıp, direkt İsrailli<br />

kaleci Maor Shushan’ın üzerine vurduğu sert ve düzgün frikikle öne<br />

geçti. Milan takımı ev sahipliği yaptığı maçta kalesinde erkenden<br />

gördüğü bu şok golün etkisini atlatamamışken, dört dakika sonra,<br />

lacivert siyahlıların Uruguaylı sol bekinin oldukça uzak mesafeden<br />

çektiği ve tam doksana isabet eden enfes şutla ikinci golü yedi.<br />

İsrailli file bekçisi takip eden dokuz dakikada, ikisi bariz kendi<br />

hatasından kaynaklanan, çünkü moral ve motivasyonu epeyi kötü<br />

etkilenmişti, üç seyri güzel gol daha yedi. Böylece, henüz ilk yarım<br />

saat tamamlanmadan, ezeli rakipleri inanılması güç şekilde beş gol<br />

buldu. Takım kuşkusuz alt üst olmuştu. Stattan çıt çıkmıyordu.<br />

Sonraki iki golü atan da, ondan sonraki gole şık bir ortayla asist<br />

eden de Sean Hakan <strong>White</strong>’tı ve bu karşılaşma hiç şüphesiz İngiliz<br />

oyuncunun kariyerindeki en parlak maçlarından biriydi.<br />

Soyunma odasına vardıklarında sevinçten ne yapacaklarını şaşırıp<br />

deliler gibi eğlendiler. Alman teknik adam Franke ikinci devre için<br />

oyuncularına herhangi bir taktik vermedi, çünkü hem kendileri, hem<br />

stadı dolduran Milan taraftarları, hem de maçı tv başında izleyen yüz<br />

milyonlar, İnter’in maçı en az on gole taşımadan bitirmeyeceğini<br />

düşünmekteydiler. Hakemin kolayca ve ucuzca çıkarttığı kırmızı<br />

kartların ardından, abartmıyorum, yirmi bine yakın kırmızı siyahlı<br />

taraftar ağız dolusu küfürler savurarak, kimilerinin kucağında gözleri<br />

yaş içinde minik taraftarlar vardı, stadı tarihi bir hayal kırıklığıyla terk<br />

ettiler. Ancak AC Milan ikinci yarı deyim yerindeyse sahaya yüreğini<br />

koydu ve çok daha büyük bir hezimete izin vermedi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

30<br />

Milano Göğünü Rengarenk Boyayan O Görkemli Düğün<br />

Sean Hakan, Milano’daki dördüncü ayını doldururken, görkemli bir<br />

düğünle dünya evine girdi. Orta Çağ’dan kalma bir manastırdan<br />

bozma gizemli bir butik otelde gerçekleşen rüya düğün tamı tamına<br />

dört milyon Euro değerindeydi. Gecenin onur konukları, birer ayakları<br />

çukurda olan Umberto Eco ve Berlusconi idi. Bir gece için cebinden<br />

çıkan bu paranın S. Hakan’a pek koyduğu söylenemezdi, çünkü geçen<br />

pazar gecesi, derbide, menajeri aracılığıyla üçü Jamaika menşeli olan<br />

onlarca offshore bahis bürosundan, devre arasında, maçın ikinci yarısı<br />

için canlı bahis oynamış ve düğün gecesi savurganlığına yaklaşır<br />

miktarda para kaybetmişti. O gece tek gol, İnter yalnızca bir tek gol<br />

daha kaydedebilseydi, Sean Hakan <strong>White</strong>, göz alıcı koleksiyonuna<br />

Rio’daki bir oto fuarında gözüne kestirmiş olduğu gıcır gıcır bir Rolls<br />

Royce daha ekleyecekti. Nasip değilmiş. Olmayınca olmuyor.<br />

Seksi posterleriyle dünya genelindeki on milyonlarca genç kızın<br />

duvarlarını, bilgisayar ve telefon masaüstlerini ve hayallerini süsleyen<br />

gözde bekar Sean Hakan’ı kafalayıp nikah masasına oturtan şanslı<br />

isim İpek’ten başkası değildi. İpek tütün tüccarı flörtünden hevesini<br />

çabuk almış ve rotasını başarılı futbolcuya çevirmiş, onunla temasa<br />

geçmeyi başarmış ve Milano’ya ilk uçup dudaklarını genç adamın<br />

dudaklarıyla buluşturup onu yatağa devirdiğinde, her nasılsa, hamile<br />

kalmayı becermişti. Sean Hakan, evet, dünyadaki erkeklerin büyük<br />

çoğunluğunun ağzının suyunu akıtan, farklı sektörlerden, birbirinden<br />

meşhur güzellerle olaylı birliktelikler yaşamıştı, ancak kalbinin ilk ve<br />

tek sahibi, bunu herkesten gizlerdi, İpek’ti. İpek’se <strong>White</strong> Kardeşler’in<br />

üçünün de kendisine fena halde hasta olduğunu biliyor, yeri zamanı<br />

gelince kardeşlerden dilediğini şıp diye elde ediveriyordu.<br />

O gece Stanley Kaan inadına oradaydı ve geç vakitte eğlence sona<br />

erip davetliler dağılana kadar gözlerinden mutluluk akan çifte dik dik<br />

baktı durdu. Fakat bir rüyayı yaşıyor olmaktan dolayı tatlı bir baş<br />

dönmesine tutulmuş olan çift onu fark etmedi bile. Stanley Kaan,<br />

dertli dertli bir köşeye çekildi, kendisine iş atan güzel İtalyan kızlarla<br />

ilgilenmedi, kolunu masaya dayadı, boynunu büktü, omuzları düştü,<br />

yarım şişe visti, iki koca kalıp bütün bademli bitter organik İsviçre<br />

çikolatası, altı puro, dört kadeh şampanya tüketti; haliyle zom oldu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

31<br />

Ülkeyi Yasa Boğan Atalanta Deplasmanı<br />

Atalanta deplasmanında, İnter korner kullanmak üzereyken, konuk<br />

takımın kaptanı otuz altı yaşındaki Romano Monti ansızın yere yığıldı.<br />

Kulağına bir kurşun isabet etmiş, deneyimli stoper oracıkta ölmüştü.<br />

Maç iptal edildi. Tribünler karıştı. İnsanlar can havliyle çıkışlara<br />

akın ettiler, müthiş izdiham yaşandı. Atleti Azzurri d’Italie Stadı’nın<br />

üzerinde helikopterler belirdi. Bazıları sahaya iniş yaptı. Stadın çıkış<br />

kapıları kapatıldığı için taraftarlar çılgına döndü, koltukları söktüler,<br />

meşaleler, ateşler yaktılar, birbirlerini ezdiler. Kulakları tıkayan bir<br />

uğultu hakimdi. Futbolcuları önce uç uca park ekip bir dikdörtgen<br />

oluşturan yedi ambulansın ortasına aldılar, orada her birine çelik yelek<br />

ve kurşun geçirmez kask giydirdiler, ardından çevik kuvvet ekipleri<br />

nezaretinde tek tek soyunma odasına gönderildiler. Monti’nin hayatını<br />

kaybettiği anons edildi. O esnada emniyet helikopterlerinin yanı sıra<br />

tv kanallarının kiraladığı başka helikoplerler göründü yukarıda.<br />

Coşkulu maç atmosferi cehennemi bir havaya bürünmüştü. Çığlık<br />

çığlığa ağlayan, küfreden, haykıran onca insanın yüksek perdeden sesi<br />

mahşeri bir hava yaratıyordu. Stat sahaya atılan meşaleler yüzünden<br />

giderek kalınlaşan bir sis altında kalıyordu. Anonslarla yatıştırılmaya<br />

çalışılan çepeçevre kalabalık, aralarından birinin ölümün ta kendisi<br />

olduğunun bilinciyle, dakikalar geçtikçe geriliyor, çılgına dönüyordu.<br />

Olayların kontrol altına alınıp stadın tamamen boşaltılması sabahın<br />

dördünü buldu. O felaket dakikalarına tüm çizme ekran başından şahit<br />

oldu. Kanlı olay ertesi gün tüm dünyanın manşetindeydi.<br />

Kimliği ertesi hafta belirlenen Pakistan asıllı tetikçi emniyet güçleri<br />

tarafından ele geçirilemedi. Güvenlik kameraları temiz yüzlü orta yaşlı<br />

adamın hareketlerini saniye saniye kaydetmişti. Adam, Sean Hakan’a<br />

nişan almış, ancak son anda genç <strong>White</strong> kendisini marke eden<br />

Atalantalı defansla itişmiş, sendelemiş ve kurşun ona değil, hemen<br />

arkasında bulunan Monti’yi bulmuştu.<br />

Seria A üç hafta tatil edildi. Sezonun kalan maçlarında da Seria<br />

A’dan Seria C’ye ülkedeki takımların tümü resmi maçlara siyah<br />

pazubentlerle çıktılar ve ilk düdükten evvel milli oyuncu Romano<br />

Monti adına birer dakika saygı duruşunda bulundular.<br />

Monti anısına İnter ve Atalanta her yaz hâlâ dostluk maçı oynuyor.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

32<br />

Adam Öldürmek<br />

Bir insanın ömründe yaşayacağı en uç deneyimi, başka bir insanı<br />

öldürmeyi, Sean Hakan, yirmi dokuz yaşındayken tattı. Bir gece yarısı<br />

gizli numaralara kapalı telefonu gizli bir numara tarafından arandı,<br />

Sean Hakan hattaki sesle kısa bir konuşma yaptıktan sonra duş aldı,<br />

hazırlandı, golf arabasına binerek malikanesinin dış kapısına yöneldi.<br />

Malikanenin geniş topraklarında ufuk çizgisi bile olan devasa bir göl<br />

yaptıran Sean Hakan, Milano’da değil hâlâ İngiltere’de yaşıyor,<br />

antrenmanlara iki şehir arasındaki mesafeyi bir saatten az sürede<br />

kateden özel jetiyle katılıyordu.<br />

Yüreğinde bir sıkışma ve endişe duyarak, Sean Hakan, soğukta on<br />

beş yirmi dakika kadar eldivenlerine hohlayarak bekledi. Sonra farlar<br />

malikane girişindeki koruluğa vurdu. Gri bir limuzindi. Sean Hakan<br />

tanımadığı adamların karşısına oturdu. Ona içki ve puro ikram ettiler.<br />

Boğazını ve ciğerlerini yakarak hızlı hızlı dört parmak votka içti.<br />

Sean Hakan’ı arpa, pirinç ve bulgur çuvallarıyla dolu bir fabrikaya<br />

getirdiler, asma katta bulunan bir ofise soktular. Ağzı burnu dağılmış,<br />

kan tüküren, üç numara tıraşlı, zayıf bir adam döner sandalyeye<br />

bağlanmıştı. Yamulmuş, kan sızan burnuyla zor soluyordu. Atalanta<br />

maçındaki suikastçıyı tanıdı Sean Hakan. Silah uzattılar. Silahı aldı ve<br />

hiç tereddüt etmeden adamın sol gözüne dayadı, ateşledi. Parçalanan<br />

kafatasının ve beynin parçaları duvarda iğrenç, pembe bir leke bıraktı.<br />

Döndüğünde İpek uyanmış, bej rengi kaşmir geceliği içerisinde,<br />

iyiden iyiye belirginleşen karnını pencereye, ay ışığına dönmüş, şarap<br />

kadehinden meyve suyu içiyordu. Sean Hakan güzel karısına yaklaştı,<br />

ona arkadan sarıldı, saçlarını çekip beyaz, yumuşak boynunu öptü,<br />

kulağına fısıldadı, suikastçıyı vurduğunu itiraf etti, yatak odasına<br />

dönüp kaynar bir duş daha aldı, başını yastığı kor koymaz uyudu.<br />

Sabah kahvaltıda İpek ona Pakistanlının isminin ne olduğunu bilip<br />

bilmediğini sordu. Suikastçının kamuoyuna açıklanmamış olan ismi<br />

Ahmad Akbar Aslam’dı. İpek karnını sıvazladı ve Sean Hakan’ı deli<br />

eden kararını açıkladı. Oğullarının ismi Ahmet Ekber olacaktı. Sean<br />

Hakan öfkelendi, tartıştılar, İpek’e feci bir tokat patlattı. İpek diretti.<br />

Sean Hakan’ı, adı bu olmayacaksa çocuğu, her ne kadar kürtaj evresi<br />

geçmiş olsa da, iğneğle öldürtüp düşük yapmakla tehdit etti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

33<br />

Prematüre Bebek Yüz Dört Günlükken Atılan Şu Meşhur Gol<br />

Ahmet Ekber, karlı bir ocak sabahı, altı buçuk aylıkken dünyaya<br />

geldi. Çocuğa neden bu ismi verdiklerini kimseye açıklamadılar. Bir<br />

Hristiyan olarak yetiştirilecek Ahmet Ekber bebek, dedesi Mike D.<br />

<strong>White</strong>’ın ricası üzerine Jesse ismiyle vaftiz edildi. Stanley Kaan,<br />

annesiyle birlikte bebek ziyaretine geldiğinde, Ahmet Ekber otuz<br />

dokuz günlüktü. Dünya tatlısı bir şeydi. Gözleri, burnu aynı babasıydı.<br />

Amcası ona on kilo Eti Cici Bebe getirmişti, ancak bebeğin sütten<br />

kesilmesine daha epeyi vakti vardı. Bu ziyarette, Sean Hakan’ın özel<br />

antrenörlerinden eski futbolcu Andrea Pirlo da oradaydı. Pirlo bebeği<br />

her kucağına aldığında bebek ağlamaya başlıyordu. Yaşlandıkça yüz<br />

çizgileri derinleşmiş, saçlarında tek tük griler belirmiş, bakışları<br />

sertleşmişti Pirlo’nun; çocukcağız ağlamasın da n’apsındı.<br />

Ahmet Ekber babasına şans getirmedi. Sean Hakan tam yüz gün gol<br />

bulamadı. Bir türlü gol atamıyordu. Yüzde yüzlük gol pozisyonlarını<br />

berbat son vuruşlarla harcıyordu. Dört de penaltı kaçırmıştı. Elbette<br />

bunun suçlusu minik <strong>White</strong> değil, aşil tendonundaki geçmeyen, çok<br />

sancılı, son dönemde sık nükseden, ama çabuk düzelen zedelenmeydi.<br />

Ahmet Ekber’in doğduğu sezonun Şampiyonlar Ligi yarı final ilk<br />

maçında, Giuseppe Meazza’da, Liverpool karşısında, Sean Hakan göz<br />

doldurdu. İki gol, bir asistle oynadı ve maçın adamı seçildi. En şık<br />

gollerinden birine imza atmıştı: Frikik kullanmış, top barajdan sekip<br />

yine tam önüne düşmüş, baraj daha öne atılmadan, henüz dağılmadan,<br />

hemen hemen aynı noktadan, topun sekmesine müsaade etmeden,<br />

tekrar bir plase vurmuş ve topu üst direğin sol tarafına çarptırarak<br />

bütün stadı coşkuyla ayağa kaldıran, dargınları birbirlerine sarıltıp<br />

barıştıran, tv başındaki insanların gözlerini kocaman kocaman açtıran<br />

harika bir gol bulmuştu. Hızla üzerine gelen topu bir an gözden<br />

kaçıran Liverpool kalecisi, Giuseppe Meazza bir anda uluduğu için<br />

şok olmuş, başını aniden kale içine çevirdiği için boynu kıtlamış, kısa<br />

süreli sakatlık geçirmişti. Maç bitimine kadar her beş on dakikada bir<br />

bu süper golü stadyumun dev ekranları yavaş çekimde tekrar tekrar<br />

göstermiş ve her gösterimde taraftar mest olmuş bir şekilde kendinden<br />

geçerek, hep bir ağızdan, muhteşem ‘Oley!’ler çekmişlerdi.<br />

Son golüydü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

34<br />

Yeşillenmiş Sol Ayak<br />

Gözlerini açmadan önce, Sean Hakan <strong>White</strong>, elinin tanıdık bir elin<br />

içinde olduğu duydu. Elini İpek’in kokusu burnuna gelen kremli<br />

avucundan çekti, bu defa kendisi onun elini avucuna aldı, özlemle<br />

sıktı. Kendisine ne olduğunu hatırlamıyordu, hatırına hiçbir şey<br />

gelmiyordu, ama karısına dokunmayı özlediğini duyuyordu. Gözlerini<br />

açmaya çalıştı, açamadı. Kirpiklerinin arasından bile zor bakıyordu.<br />

Bulunduğu hastane odasının normal, yumuşak ışığını kör edici bir<br />

parlaklık olarak algılıyordu. Bir hastanede olduğunu beline kadar<br />

çekilmiş çarşaflara sinmiş ecza kokusundan anlamıştı.<br />

Birden bir çığlık koyverdi. Sol ayağı yerinde değildi. Kıpırdamaya<br />

çabaladı. Her yanı ağrılar içerisindeydi. Gözleri yaşardı. Bilinci kapalı<br />

yattığı müddetçe akmamış olan gözyaşları göz aklarını yaktı. Ayağını<br />

sordu İpek’e, zayıf bir sesle, bir yandan ağlamaya çalışırken. İpek ona<br />

verecek cevap bulamadı. Günlerdir bu sorunun kendisine sorulacağı<br />

anı hayal etmiş, soruya onlarca, yüzlerce yatıştırıcı cevap üretmişti;<br />

ancak o an gelip çattığında hiçbir şey diyemedi. Hıçkırarak ayrıldı<br />

odadan. Beş dakika sonra Sinem girdi odaya. Sean Hakan’ın saçlarını<br />

okşayarak, eğilip onu alnından öperek, yüzünü koklayarak ve arada<br />

kendisi de ağlayarak, olanı biteni bildiği kadarıyla anlatmaya başladı.<br />

İpek bir gece yarısı bacağına sürülmüş yapışkan bir ılıklık sezdi,<br />

yataktan korkuyla fırlayıp ışığı yaktı, bütün çarşafın kocasının sol<br />

ayağına dürülü olduğunu gördü, çığlığı bastı. Çarşaf kopkoyu bir kan<br />

içerisindeydi. Kanın büyük kısmı henüz kurumamıştı. Sean Hakan<br />

baygındı. İpek onu kendine getirmeye çalıştı ama genç adamın gözleri<br />

açılmak bilmiyordu. Son çare olarak kocasının göğüs kafesini var<br />

gücüyle yumrukladı, ardından eline büyük bir kumaş makası geçirip<br />

sivri ucuyla soluğu düzenli baygın adamı sağından solundan dürttü.<br />

Hemen ambulans çağırdı. Malikanenin merdivenlerine, asma katın<br />

kalın perdelerine, devasa saksılardaki gerçekçi yapma çiçeklere, her<br />

şeye aslında, her şeye sinmiş olan tuhaf kokuyu acil sağlık ekibi<br />

personali hemen aldı. Mutfağa yöneldi içlerinden birisi ve ocakta altı<br />

açık unutulmuş, fokur fokur kaynayan, içindeki su buharlaşıp dibe<br />

inmiş, üzeri açık düdüklü tencerede, saatlerdir kaynaya kaynaya birazı<br />

yeşilleşmiş kesik ayağı gördü, lavaboya zor yetişip böğk diye kustu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

35<br />

Bazı Sıkıntılı Zamanlarda Ruhumuz Çürüyebilir<br />

Sean Hakan, kariyerini sonlandıran, hayatını karartan, kendisini<br />

sonu gelmez bir acıya, eksik bir adam olmaya mahkum eden kişi veya<br />

kişilerin kimliğini hiçbir zaman öğrenemedi.<br />

Büyük keyif aldığı bahçeleri gezesi, yapay gölde gondol turu yapası<br />

gelmiyordu. Kimseleri kabul etmiyor, insanlardan kaçıyordu. İnterli<br />

elçiler sözleşmesinin karşılıklı feshini belgeleyecek evrakları ona<br />

imzalatmak için geldiklerinde dahi onları istirahat odasına aldırmadı.<br />

Kendisini arayıp teselli etmek isteyen takım arkadaşlarının, teknik<br />

direktörünün, özel antrenörlerinin telefonlarına çıkmadı. Bir akşam<br />

Sean Hakan erkenden uyuduktan sonra, İpek onun İtalya’daki sayısız<br />

metreslerinden birine yazdığı, bir daha asla Milano’ya gitmeyeceğine<br />

dair öfkeli SMSleri okudu. Yıllar sonra bu yeminini bozacak, ateşli<br />

fakat kalbi kırık bir taraftar olarak, bir kez daha Giuseppe Meazza’nın<br />

sadık bir müdavimi olacaktı. Milano şehrine birdenbire yüz çevirmesi<br />

tuhaf karşılanmıştı, çünkü Milano’daki dairelerinden birinde değil,<br />

İngiltere’deki kendi malikanesinde, yatağında saldırıya uğramıştı.<br />

Aksileşti Sean Hakan. Dünyanın en aksi adamlarından birisi oldu.<br />

İpek ona başlarda büyük empatiyle yaklaştı, tekrar hayata dönmesi<br />

için çaba sarfetti, fakat her defasında Sean Hakan haksız yere güzel<br />

karısının kalbini kırdı. Sonunda hayat İpek için de katlanılamaz bir hal<br />

aldı ve Ahmet Ekber’in onun sakat bacağından korktuğunu bahane<br />

ederek Sean Hakan’ı terk etti, Türkiye’ye döndü. Boşanma dilekçesi<br />

çok geçmeden kocasına ulaştı. Sean Hakan arıza çıkarmadı, yıldırım<br />

hızıyla, tek celsede, şak diye boşandılar. İpek, Sean Hakan’ın müthiş<br />

servetinden tek kuruş istemedi. Oğlunun güzel bir eğitim alması için<br />

gerekli olan masrafların karşılanması kafiydi.<br />

Dünyada tek başına kaldığını ve buna kendi aksiliğinin sebep<br />

olduğunu hissedince, Sean Hakan <strong>White</strong>, kendisini ruhunun karanlık<br />

eğilimlerine teslim etmeye başladı. Dünyanın sağlıklı, mutlu, huzurlu<br />

kısmından intikam almak istiyordu. Önünde gözle seçilemeyen bir<br />

amipten devasa bir ispermeçet balinasına yeryüzündeki tüm canlı<br />

formlarını yok etmesini sağlayacak bir buton olsaydı, Pakistanlının<br />

canını aldığı gece gösterdiği kararlılıkla, hiç tereddütsüz basardı ona.<br />

Öylesine derin, öylesine yoğun bir acı çekiyordu. Ruhu çürüyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

36<br />

Le Violon Rouge, fils<br />

Ligler bittiğinde, Stanley Kaan banka hesabından yüklü miktarda<br />

para çekti ve ülkeden ayrıldı. Batık teknenin haberini yabancı internet<br />

sitelerinde rastgele dolaşırken tesadüfen bulmuştu. Le Violon Rouge<br />

isimli Fransız yapımı, Hollanda bandıralı tekne, içindeki insan iskeleti<br />

ile birlikte Hint Okyanusu’nun Sri Lanka kıyılarına yaklaşık sularında<br />

neredeyse bir enkaz halinde, solmakta ve çürümekteyken bulunmuştu.<br />

Teknenin kalıntıları Maskeliya ismiyle bilinen ve özellikle günün son<br />

dakikalarında büyüleyici bir güzelliğe bürünen küçük bir kasabadaydı.<br />

Kasaba sakinleri, eğer Stanley Kaan ortaya çıkıp onu sahiplenmemiş<br />

olsaydı, Le Violon Rouge’un kalıntılarını o akşam yakacaklar, alevler<br />

ışığında eğlence düzenleyeceklerdi. S. Kaan, gün batımının ardından<br />

telefonunu çıkarıp kalıntıları fotoğrafladı. Hâlâ sağlam görünen kimi<br />

kalın parçaları çocukların yardımıyla kenara ayırdı. Enkazın kalanını<br />

ateşe verdi, eğlenceye kendisi de katıldı.<br />

Dokuz ay sonra, malikanesini sislerin örttüğü serin bir sabah, Sean<br />

Hakan, başında akşamdan kalma bir ağrıyla uyandı. Beyni betondu<br />

sanki. İki kopkoyu, acı kahve içtiği halde kendisine gelemedi. Bir saat<br />

geçmemişti ki, internetten oğlunun son yüklenmiş olan fotoğraflarına<br />

bakıyorken, evin baş kahyası odasının kapısını nazikçe tıklattı ve Sean<br />

Hakan’a kardeşinin kendisini ziyarete geldiğini birdirdi. Sean Hakan<br />

kahyanın yüzündeki muzip ifadeyi fark ettiyse de üzerinde durmadı.<br />

Çabucak hazırlanıp kardeşinin yanına indi. Stanley Kaan’ı samimi bir<br />

sıcakkanlılıkla karşıladı. Başı fena halde zonklamasına karşın neşesi<br />

yerindeydi, yeni yeni kullanmaya başladığı protez ayağı hakkında şık<br />

espriler yapıyordu. Kahvaltı ettiler. Birbirlere sürekli gülümsüyorlardı.<br />

Kahvaltının ardından Stanley Kaan ona siste bir gezinti yapma<br />

teklifinde bulundu. Çiseliyordu. Kahya onlara sarı birer yağmurluk<br />

getirdi. Eteklerinde yapay gölün bulunduğu tepelere doğru yürüdüler.<br />

Suya en yakın tepeyi, birbirlerinin koluna girmiş, büyük bir ihtiyatla<br />

iniyorlarken, sisin ardında kocaman bir siluet gördü Sean Hakan ve bu<br />

karaltıyı derhal tanıdı. Le Violon Rouge. Çocukluk düşlerini süsleyen<br />

kırmızı tekneye yaklaştıklarında Le Violon Rouge’u ilk gördükleri<br />

haliyle, sanki geçmişten kopup gelmişçesine, hatıralarında olduğu gibi<br />

karşılarında buldular. Tekneye çıkarlarken S. Hakan sevinçten ağladı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

37<br />

Kırmızı Keman<br />

Stanley Kaan, Le Violon Rouge’u yıllar önce özenli ve disiplinli bir<br />

çalışmayla dünyaya getiren tersane ekibinden iki kişiye ulaşabildi ve<br />

teknenin birebir ölçekte bir kopyasını yapabilmeleri için cömertçe bir<br />

meblağ sunarak teknenin yeniden yaratımını hızla gerçekleştirebilecek<br />

dinamik bir ekip kurdurdu. Orijinal teknenin mühendisi hayattaydı ve<br />

proje hakkında kendisini bilgilendirdiklerinde kişisel arşivini araştırıp<br />

teknenin çizimlerini yeni kurulan ekibe iletmeyi seve seve kabul etti.<br />

Le Violon Rouge, fils isimli yeni tekne, böylelikle, orijinalinin tıpa tıp<br />

benzeri olarak, yedi buçuk ay gibi kısa bir sürede inşa edilerek Stanley<br />

Kaan’a teslim edildi. Eski teknenin son kalıntılarının bir şenlik ateşine<br />

odun olduğu akşam enkazdan kenara ayırdığı sağlam destek kirişlerini<br />

Stanley Kaan Venedik’teki bir keman atölyesine götürdü ve bunlardan<br />

verniğine koyu kırmızı boya karıştırılan usta işi bir keman yaptırdı.<br />

Sean Hakan gözleri mutluluk yaşları içerisinde teknenin içine girdi.<br />

Teknenin içerisi çocukluklarındaki orijinalinin tarzında, eski teknenin<br />

içindeki hoş eşyaların ve tasarımın bulunabilen en yakın benzerleriyle<br />

döşenmişti. İnanılmaz derecede orijinal olanı andırıyordu. Sean Hakan<br />

kardeşinin hafızasının çocukluk dönemlerinde kalmış o mutlu mekanı<br />

böylesine canlılıkla koruyabilmesine şaştı. Asıl Le Violon Rouge’un<br />

açık denizde harap oluşunun, sağının solunun okyanus güneşi altında<br />

kuruyup çatırdayarak dökülüşünün, batıp deniz dibini boylayışının, su<br />

altında şişerek çürüyüşünün öyküsünü kardeşinden dinlerken hüzünle<br />

iç geçirdi, çünkü gizemli bir şekilde kendisinin ruhu duymadan yapay<br />

göle taşınmış olan bu teknenin, ilkine mucize derecede benzeyen bir<br />

kopya değil, hünerli bir restoranyondan geçmiş orijinal tekne olduğa<br />

inanmak istemişti. İki kardeş, birbirlerinin kolunda, tekneyi gezdiler.<br />

Stanley Kaan’ın, Sean Hakan’a keyifli bir sürprizi vardı. Kokusu<br />

insanı başka âlemlere götüren özel bir mahfazaya koydurttuğu, orijinal<br />

Le Violon Rouge’u ayakta tutan kirişlerin gövdelerinden meydana<br />

gelmiş olan harika bir kırmızı keman. Enstrümanı yaptırırken, Stanley<br />

Kaan, kardeşinin ona derin bir gönül bağıyla bağlanacağını, Avrupalı<br />

meşhur bir virtüözden keman dersleri alacağını ve böylece, kendisini<br />

Batı müziğine adayarak, geçmişindeki insanüstü başarılarını hatırlayıp<br />

hatırlayıp kendisini üzmeye son vererek avunabileceğini hayal etmişti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

38<br />

Anneyi Toprağa Vermek<br />

Sean Hakan kemana bir defa olsun elini sürmedi. Kırmızısı bakanın<br />

içine dokunan hoş enstrümanın kendisine hediye ediliş niyetini sezdi.<br />

Bunu istemiyordu. Çektiği acıdan uzaklaşmaya niyeti yoktu. Acısı onu<br />

besliyordu. Acısını derin bir lezzet alarak yaşıyor ve acının, içindeki o<br />

belalı karanlığı büyütüşünü şevkle izliyordu. İçerisindeki olağanüstü<br />

kokuyu son defa soluduktan sonra mahfazası kapadı, Stanley Kaan’a<br />

uzattı, onu Ahmet Ekber’e hediye etmesini ve çocuğun Türkiye’nin en<br />

iyi keman eğitmenlerinin gözetiminde Batı müziğini öğrenmesini<br />

istedi. Sonraki iki gün Stanley Kaan ile iyi vakit geçirdi, fakat Stanley<br />

Kaan’ın gideceği gün kasıtlı olarak kardeşinin kalbini kırdı ve ikisini<br />

senelerdir dünyanın ayrı yerlerinde yaşamaya zorlayan nefretin tekrar<br />

alevlenmesini sağladı. Stanley Kaan öfkeyle terk etti malikaneyi.<br />

Birbirleriyle uzun müddet şayet mümkünse yıllarca karşılaşmamayı<br />

umuyorlardı. Fakat altı hafta sonra gök yarılmışçasına yağmur yağdığı<br />

cenaze törenine katıldılar, öfkelerine bir an olsun ara vererek omuz<br />

omuza durdular, genç bir kapkaççının bıçak darbeleriyle hayatından<br />

olan annelerini birlikte toprağa verdiler. İki kardeş şehre cenazenin<br />

defnedileceği günün sabahında geldiler. Annelerinin başına gelenleri,<br />

cenaze namazının kılınmasını bekledikleri sırada, o semtin en gözde<br />

muhallebicilerinden birinde salep içerlerken İpek’ten dinlediler.<br />

İki gece önce, saat on bir gibi, Sinem bir taksiye binerek nöbetçi<br />

eczane aramış, evine çok uzakta olmayan eczaneden antibiyotik içeren<br />

ilacını almış, dönüşte yürümek istemişti. Bir yokuş başında karşısına<br />

uzun boylu bir genç çıkmış, Sinem’in çantasını çekiştirmiş, direndiği<br />

için bıçak çekmiş, Sinem’i oracıkta dokuz yerinden yaralamıştı. Bir<br />

mobese kamerası bu korkunç sahneyi saniye saniye kaydetmiş, kayıt<br />

bütün haber bültenlerinde tekrar tekrar yayınlanmıştı. <strong>White</strong> Kardeşler<br />

kayıdı izlemediler. Annelerine karşı son vazifelerini gerçekleştirdikten<br />

sonra hemen o gece ilk uçakla şehirden ayrıldılar.<br />

S. Kaan ertesi hafta kardeşini aradı. Annelerinin mezarı açılmıştı.<br />

Emniyet Müdürlüğü’yle işbirliğinde bulunmak için tekrar İstanbul’a<br />

döndüler. Çok sonra, vasiyeti üzerine ölümünün ardından yayımlanan<br />

hatıratında, Sinem’in naaşını kaçırtanın Sean Hakan olduğu, annesini<br />

malikanesine ait korunun kalbine gömdürdüğü ortaya çıktı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

39<br />

Bir Karanlık Ki Bitmek Bilmiyor<br />

Otuzuncu yaşında Sean Hakan servetinin neredeyse yarısını yitirdi.<br />

Yersiz harcamalar yapmış, günlerce süren eğlenceler düzenlemiş, para<br />

balyalarıyla dolu valizleri koluna takıp dünyayı gezmiş, kumarhane<br />

masalarında sabahlamış, hapla kafayı dağıttığı bir gece Tayland’daki<br />

ucuz bir lokalde soyulmuştu. Lüks yatını, jet uçağını ve şık araçlardan<br />

oluşan koleksiyonunun yarısını elinden çıkarmak zorunda kaldı. Bu<br />

yıkım yalnızca dört aylık kısa bir sürede oldu. Sonunda kendisine dur<br />

diyebildiğinde artık epeyi geç kalmıştı, farkındaydı. Kalan servetini<br />

koruması gerekiyordu. Eski gözükaralığını yitirmişti. Eskiden olduğu<br />

gibi silah ticaretiyle, kaçakçılıkla ve diğer karanlık işleriyle uğraşacak<br />

denli taşaklı hissetmiyordu kendisini.<br />

Yirmili yaşlarının ortalarına doğru bulaştığı o karanlık dünyadan<br />

koptuğu söylememezdi; sadece, zamanında devletlerarası işlerde dahi<br />

ismi anılırken, son dönemde kendine güvenini kaybetmesiyle beraber,<br />

bu sinsi ve ahlaksız âlemde zayıflamış, bunu ne yazık ki diğerleri fark<br />

etmiş ve Sean Hakan’ın konumu zayıflamıştı. Bedel ödemek zorunda<br />

kalıyordu. Birisi veya birileri, tanıdığı ya da tanımadıkları, gece<br />

yarıları malikaneyi basıyor, S. Hakan’a stres dolu dakikalar yaşatıyor,<br />

para dolu çantalarla veya imzalatılmış, kolayca paraya çevrilebilecek<br />

belgelerle oradan ayrılıyorlardı. Eli kolu bağlıydı bu konuda.<br />

Kendisini yalnız hissediyordu. Çok öfkeliydi. Kalbi çok çok kırıktı.<br />

Haftalarca yanında kalan fahişeler kiralıyor, onlardan kendisini çok<br />

ama çok seven biricik karılarıymış gibi sıcak davranmalarını istiyordu.<br />

Fakat bu yapmacık oyunlar da yüreğine huzur vermeye yetmiyordu.<br />

Son dönemde İspanyol bir ahbabıyla av gezilerine katılır olmuştu. Sıkı<br />

paralar harcamıştı bunlar için de. Bir gergedan avında az kalsın nalları<br />

dikiyordu. O günden sonra uslandı, duruldu. Derken, okuma listesinde<br />

bulunan kimi kitaplar sayesinde ruhu biraz huzur bulmuşken, sevdiği<br />

bir adam olan kahyasının zamansız intiharıyla yıkıldı. Adam kendisini<br />

Sinem’in kabrinin bulunduğu korunun girişindeki asırlık ağaçlardan<br />

birisine asmış, ölüsünü günler sonra Sean Hakan, oralardan doru bir<br />

atın sırtında dört nala geçerken fark etmişti. Yaşlı Perulunun ölüsü<br />

içler acısı bir durumdaydı. Havaların nem yüklü seyretmesinden ötürü<br />

kurtlanmış, erken bozularak mosmor, tanınmayacak hale gelmişti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

40<br />

Toz<br />

Üniversite eğitimi sebebiyle dört seneliğine Samsun’da yaşayacak<br />

olan Gaziantepli bir güzelin sayesinde Stanley Kaan bir nebze olsun<br />

mutluluk tattı. Bir kafede tanıştırdılar onları. Birbirlerine tutuldular. O<br />

güzel Kürt kızı, kız yurdundan çıkış aldı ve Stanley Kaan’ın dairesine<br />

yerleşti. Hayat onlara mutluluk yönünden oldukça cömert davranıyor,<br />

hatta zaman zaman aşktan öyle sarhoş oluveriyorlardı ki, birbirleri için<br />

yaratılmış olduklarını düşündükleri oluyordu. Kız şehre o sene gelmiş,<br />

dört sene boyunca Stanley Kaan’ın her şeyi olmaya ant içmişti.<br />

Samsunspor her zamanki Samsunspor’du. Stanley Kaan’ın futbol<br />

hayatı sıkıcı bir rutine bağlanmıştı. Bütün dünya kendisini unutmuştu.<br />

Ancak asıl şaşırdığı, kardeşinin de aynı unutuluşun içinde olmasıydı.<br />

Öylesine meşhur, öylesine insanüstü bir oyuncunun kariyerinin hemen<br />

ardından insanların kalbinden ve ilgisinden silinmiş olmasını oldukça<br />

tuhaf karşılıyordu. Ama tabii içten içe buna seviniyordu, çünkü onca<br />

sene kardeşinin başarılarına zor katlanmıştı; Allah biliyor, kaç defa<br />

intihara kalkışmış, son anda caymıştı. Şimdiyse mutluydu. Yapması<br />

gereken tek şeyin bu mutluluğu koruması ve sevgilisinin kalbini asla<br />

kırmaması olduğunu düşünüyordu. Kızmazdı da. Kızdan korkuyordu.<br />

Sevgilisinin ürpertici yanları vardı. Sömestr tatilini gözlerden uzak<br />

bir yerde baş başa geçirmek yerine, birlikte İstanbul’a gitmeyi önerdi;<br />

Steven Arda ile tanışmak, onunla ilgilenmek, bir şekilde onun karanlık<br />

yaşamına ışık olmak istiyordu. Kız bir Süryaniydi. Tılsımla, büyüyle,<br />

doğaüstü güçlerle, perilerle ve meleklerle dolu efsanevi bir soy ağacı<br />

hikayesi anlatıp duruyordu Stanley Kaan’a. Soyunun, taşıdığı kanın<br />

kutsal olduğuna dair sonsuz bir inanç besliyordu.<br />

İstanbul’da bir sabah, Stanley Kaan’ın önüne, içinde iki yüz gram<br />

kadar, altın renginde parıltılı toz olan deri bir kese koydu. Söylediğine<br />

göre kesedeki toz yedide biri bu dünyadan olmayan yüzü aşkın madde<br />

içeriyordu. Kullanışını gösterdi; küçük parmağının ucunu diliyle ıslattı<br />

ve nemli parmağı ile toza dokundu, tozun küçük bir kısmı parmağında<br />

kaldı, daha sonra sandalyesinden kalktı, Stanley Kaan’ı da kaldırdı,<br />

birlikte Steven Arda’nın odasına gittiler, engelli genç adam her zaman<br />

olduğu gibi yine pencerenin önünde salya akıtıyordu, kız diğer elini<br />

kullanarak Steven Arda’nın ağzını araladı ve tozu damağına sürdü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

41<br />

İç Ürpermesi<br />

Gece yarısı Stanley Kaan ona biraz kitap okumak için kardeşinin<br />

odasına girdi. Seçtiği kitabı okumaya bir türlü başlayamıyordu. Çünkü<br />

Steven Arda’nın bakışlarında bir şeyler görüyordu. Aklı başında bir<br />

adam gibi anlamlı bakıyordu. Stanley Kaan tedirgin oldu. Steven Arda<br />

ona sanki kendisindeki bir şeyin onu tedirgin ettiğini fark etmiş gibi<br />

çekinerek bakıyordu. Bir ara Steven Arda konuşacakmışçasına ağzını<br />

açtı. Bu jesti Stanley Kaan’ın içini ürpertti. Çabucak ayağa kalktı, ışığı<br />

kapattı, odadan ayrıldı. Sinirlerinin yatışması için kız arkadaşıyla biraz<br />

sohbet etmeye niyetlendi, oturma odasına geçti, ancak kız uyumuştu.<br />

Kız arkadaşının kahvaltı hazırlarken çıkardığı gürültüler uyandırdı<br />

onu. Bu gürültüler mutlu etti Stanley Kaan’ı. Yatış pozisyonu değişti.<br />

Sırtüstü uzandı, ellerini ensesinin altında birleştirdi. Yüzüne sevimli<br />

bir gülümseme geldi. Mutfakta kahvaltı hazırlayan sevgilisi hakkında,<br />

ilişkileri hakkında, mutluluklarına ilişkin küçük detaylar hakkında bir<br />

sürü düşünce toplandı zihninde. Öyle keyifli bir andı ki, üşenmese o<br />

an yataktan fırlayacak, kıza arkadan sarılacak, onu öpecek, ardından<br />

evlenme teklifinde bulunarak kızı şoke edecekti. Stanley Kaan’ın Kürt<br />

kökenli güzel sevgilisini, yıllar sonra bile, onunla tanışmış olan herkes<br />

kolayca hatırlayabiliyordu. Ancak yalnızca görünüşünü. Her nasılsa<br />

kızın ismini Stanley Kaan dahi bir defa olsun hatırına getiremedi hiç.<br />

<strong>White</strong> Kardeşler’in hikayesini anlatırken Kürt güzelinden söz etmem<br />

gerektiğinde ismini veremememin sebebi budur. Hiç öğrenemedim.<br />

Kürt güzeli sıktığı taze portakal suyunu paylaştırdığı bardaklardan<br />

birine pipet koydu. Meyve suyunu içirmek ve ona ezberinden destansı<br />

Kürt şiirleri okumak için Steven Arda’nın odasına girdi. Bardağı onun<br />

ağzına yaklaştırdı, pipeti dudaklarının arasına koydu, Steven Arda taze<br />

portakal suyunu keyifle hüptürmeye başladığında, Kürt güzeli de en<br />

sevdiği şiirin ilk dizelerini seslendirmeye başladı. İşte bu sırada karşı<br />

koltuğun üzerinde açık defteri, kitaplığın bulunduğu rafların altında<br />

olan masanın üzerindeyse o defterten koparılmış sayfalara düzgün bir<br />

el yazısıyla yazılmış uzun mektubu gördü. Bardak boşaldığında pipeti<br />

engelli adamın ağzından çekti, ıslak dudakları ve salya sızmış çeneyi<br />

havlu bezle sildi. Onu yataktan kaldırdı, tekerlekli iskemlesine oturttu.<br />

Ardından masadaki sayfalara hızlı hızlı göz attı. Okudukça içi ürperdi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

42<br />

Satırlarına Korku Sinmiş Sayfalar<br />

Kürt güzeli, yüzünde bir kaygı ifadesi, elindeki sayfalarla yatak<br />

odasına girdiğinde Stanley Kaan pantolonunu giyiyordu. Sayfaların ne<br />

olduğunu sordu. Kız açıklamaya çalıştı. Stanley Kaan’ın kaşları çatıldı<br />

birden. Giyinmeyi sürdürdü. Sayfaları aldı yatağa oturdu, okudu hızla.<br />

Mektup ikisine hitaben yazılmıştı. Kardeşinin odasına girdi. Onunla<br />

konuşmaya çalıştı, ama Steven Arda her zamanki gibiydi, bilinçsizdi.<br />

Stanley Kaan mektubu yazanın kardeşi olduğundan en küçük şüphe<br />

duymuyordu. Görünen oydu ki Steven Arda’nın bilinci yıllar üzerine<br />

yerine gelmişti. Mektuptan anlaşıldığına göre kendisini hâlâ bilincini<br />

yitirdiği yaşta zannediyordu. Mektubu kendisini tanımadığı bir binada,<br />

yan odada uyuyan tanımadığı bir çiftin yanında, aynaya baktığında da<br />

yine tanıdamadığı birinin bedeninin içinde bulunan on bir yaşındaki,<br />

çok korkmuş bir çocuk kaleme almıştı. Kendisinin bu bedenin sahibi<br />

olmadığını, aslında o an Allegria isimli bir İngiliz teknesinde ailesiyle<br />

birlikte bulunduğunu iddia ediyordu, hatırladığı son şey, kardeşleriyle<br />

kavga ettiği için yaralanmasının ardından babasının onu teknedeki<br />

laboratuvara götürüp onunla ilgilendiğiydi. Laboratuvarda kendinden<br />

geçip uykuya dalmış olmalıydı. Yaşadığı korkunç şeyin gerçekçi ve<br />

anlaşılmaz bir rüya olması gerektiğine inanıyordu. Yazanlara göre, ilk<br />

şoku atlattıktan sonra dairenin içinde keşfe çıkmış, yandaki odada bir<br />

kadına sarılmış olarak uyuyan, aynada gördüğü, içinde bulunduğu<br />

bedene sima olarak ikizmişçesine benzeyen bir adam görmüş, korkusu<br />

artmıştı. Ancak uyuyan çifti uyandırmaktan korkmuştu. Çünkü rüya<br />

denen tuhaf âlemin kurallarını bilmiyordu ve eğer yanlış bir şeyler<br />

yapacak olursa kendi hayatına geri uyanamamaktan korkuyordu.<br />

Mektubun son kısımları karışıktı. Ne söylediği anlaşılmıyordu. Acı<br />

sayıklamalarla doluydu. Son sayfayı da okuduktan sonra Stanley Kaan<br />

dağıldı. Kız onu yatıştırmaya çalıştı. Bunlara Steven Arda’nın ağzına<br />

sürdüğü büyülü tozun neden olduğunu, Steven Arda’nın toz sayesinde<br />

sağlıklı bilincini geri kazandığını söyledi. Stanley Kaan’ın inanmaktan<br />

başka çaresi kalmadı. Kürt güzelinin Steven Arda’ya ikinci defa toz<br />

yutturmasına izin verdi. Ardından gergin bir bekleyişe girdiler. Steven<br />

Arda’nın ağır bir uykudan kendi kendine uyanması akşam saatlerini<br />

buldu. Gözlerini açtı Steven Arda. Yine o aynı, korkunç rüyadaydı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

43<br />

Veda<br />

İstanbul’da birkaç hafta daha kaldılar. Bu süre zarfında Steven Arda<br />

ile kurdukları doğaüstü iletişimde birtakım yalanlara başvurdular. Onu<br />

üzmemek için. O bir çocuktu. Gerçekleri bilmesi onun için bir işkence<br />

olurdu. Kız arkadaşı ve Stanley Kaan bir karar aldılar ve Steven Arda<br />

eski bilinciyle aralarında olduğu süre boyunca onu iyi niyetli yalanlar<br />

ile kandırdılar. Yalanlar şöyleydi: Burası bir diğer âlemdi. Yaşadığı bu<br />

inanılması güç deneyim, kendisinin de kuşkulandığı gibi, son derece<br />

gerçekçi bir çeşit rüyaydı. Denizlerde geçen o hayat, Allegria isimli o<br />

tekne gerçekti ve kendisi gerçek hayatında, burada bulunduğu süre<br />

zarfında bir çeşit koma halindeydi. Ailesi yanındaydı. Bilinci bir nevi<br />

bir seyyahtı ve başka bir âlemi ziyaret etmekteydi. Kendisine geldiği<br />

zaman burada yaşadıklarını başlarda belli belirsiz hayatırlayacak fakat<br />

bir süre sonra yaşadıkları hafızasından sonsuza kadar silinecekti. Buna<br />

inandı Steven Arda ve o günden sonra deneyimini keyifli bir oyunmuş<br />

gibi yaşamaya başladı. Kendilerini başka kimliklerle tanıtan Stanley<br />

Kaan ve kız arkadaşıyla birlikte iyi vakit geçirdi, bol bol eğlendi.<br />

Ama günler günleri kovaladı, zaman doldu ve Stanley Kaan ağustos<br />

ortalarına doğru Samsun’a dönmek zorunda kaldı. Steven Arda’yı geri<br />

getiren o sihirli tozun kırkta birini bile kullanmamışlardı henüz. Fakat<br />

Stanley Kaan içini acıtan bir karar verdi, Steven Arda’ya böyle bir şey<br />

yapmasının haksızlık olduğuna inandığından, ona son defa, rüyalarda<br />

görülen mutlu günlere benzeyen bir gün geçirtti, gün boyunca Steven<br />

Arda’nın yüzünde eksik olmayan gülümsemeyi her gördüğünde içi bir<br />

fena oldu ve gece yarısı, kardeşi kendisine iyi geceler dileyip odasına<br />

çekildiğinde, gizlediği yerden toz dolu keseyi aldı, lavaboya gitti, tozu<br />

alafranga tuvaletin içerisine boşalttı, sifonu çekti.<br />

Ertesi sabah uyandığında tatsızdı. Kahvaltıda gözleri dolu doluydu.<br />

Yüzünde ağladı ağlayacak bir ifadeyle dolaştı tüm gün. Kız arkadaşı<br />

da büyük hayal kırıklığı yaşıyordu, çünkü o doğaüstü tozun tekrardan<br />

meydana gelmesi fiziki ve fiziküstü kanunlara göre mümkün değildi.<br />

Olayı olabildiğince hızlı unutmaya çabaladılar. Son gün, Steven Arda,<br />

onlar oradayken memleketinde tatilde olan, dün akşam dönen bakıcıya<br />

teslim edildi. Bakıcı kadın hiçbir şeyden kuşkulanmadı. Stanley Kaan<br />

maneviyatı bozuk, sinirleri altüst olmuş bir şekilde şehirden ayrıldı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

44<br />

Kürt Güzelinin Esrarengiz Kayboluşu<br />

Sean Hakan gizemli bir e-mail aldı. Mailde dört tane fotoğraf vardı.<br />

Steven Arda, Stanley Kaan ve güzel kız arkadaşının yanında, ayakları<br />

üzerinde, gayet sağlıklı, onlarla yan yana yürürken görüntülenmişti. O<br />

dört fotoğrafa neredeyse bir saat boyunca şaşkınlıkla bakakaldı. Nasıl<br />

bir tepki vermesi gerektiğini kestiremiyordu. Saatlerce bunu düşündü.<br />

Sonunda bir tanıdıkları vasıtasıyla edindiği Stanley Kaan’ın mailine o<br />

gizemli maili olduğu gibi gönderdi ve bir açıklama bekledi. İki üç saat<br />

sonra Stanley Kaan ona telefon etti, inanılmaz gerçekleri anlattı, fakat<br />

S. Hakan kandırıldığını hissetti, kardeşiyle tartıştı telefonda. Akşama<br />

doğru bu sefer kendisi onu aradı ve büyük öfke kusarak, hem onu hem<br />

de bir ömür boyu engelli rolü yaparak ailesinin hayatını mahveden,<br />

babalarının ölümüne neden olan Steven Arda’yı kardeşlikten sildi.<br />

İçi içini yiyordu. Uykuları kaçıyordu. Kimsenin haberi olmamasını<br />

sağlayarak İstanbul’a gitti, Steven Arda’yı ziyaret etti, bakıcı kadın<br />

arka odada ütü yaparken kardeşiyle kırk dakika yalnız kaldı, kendisini<br />

kaybetmiş gibiydi, zavallı engelli adamı uzun müddet tartakladı ancak<br />

sonuç alamadı. Şehirden ayrılırken, uçakta darmadağındı, moralsizdi,<br />

ne yapacağını, neye inanacağını bilemiyordu. Ancak uçağı henüz ülke<br />

hava sahasını terk etmemişken aklında bir plan şekillenmeye başladı.<br />

Engelli kardeşini içeriden duyulmasın diye kısık sesle yalancılıkla<br />

suçlayıp tartaklamasının üzerinden on bir gün geçmişti. Bir puro yaktı.<br />

Bir haftadır tıraş etmediği sert sakallı yüzüne aynada şöyle bir baktı ve<br />

yüzünde en azından bir saat kalacağını umduğu ruhsuz bir ifade seçti.<br />

Tavanı yüksek, geniş, karanlık bir konuk odasında, duvarlara asılı şık<br />

ve birbirinden pahalı modern tabloların arasında, lacivert kadifeden<br />

bir üçlü koltuğa elleri çarmığa gerilmiş İsa gibi açık vaziyette denizci<br />

halatıyla bağlanmış oturan Kürt güzeli, Stanley Kaan’ın simaen tıpatıp<br />

benzeri, ancak vücut olarak kendini salmış, hafifçe göbeklenmiş, adım<br />

atarken bir tuhaf görünen, kirli sakallı, şeytani soğukkanlılıkla bakan<br />

bir adam gördü karşısında. Adamı elbette tanıyordu. Medya sağ olsun,<br />

Türkiye’de yaşayıp da <strong>White</strong> Kardeşler’i tanımayan yoktu.<br />

Sean Hakan kızın bağlı olduğu koltuğun çaprazında bulunan berjere<br />

oturdu. Bacak bacak üstüne attığında yukarı çekilen paçasının altından<br />

protez ayağı meydana çıktı. Doğrudan kızın gözlerine bakıyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

45<br />

Ne Anlatmış Olabilir Ki Kız?<br />

Sean Hakan kıza tozu sordu. Kız anlattı. Bu anlatılanların aynısını<br />

kardeşinden de dinlemişti. Yeni bir şey söylemiyordu kız. Sean Hakan<br />

böyle söyleyince, kız oturduğu yerde doğruldu, bakışları sertleşti, puro<br />

dumanı iyice seyrelince Sean Hakan’ın gözlerinin tam içine baktı, ona<br />

şuna benzer bir şey söyledi: Kendisi dahil, tüm ailesi, sülalesi, kısaca,<br />

onunla aynı kanı taşıyan tanıdığı tanımadığı tüm insanlar kutsal, gizli,<br />

açığa çıkması hem kendileri hem insanlık için hiç de iyi olmayacak<br />

birtakım saklı ilimlere sahipti. Kendisine bahşedilmiş birbirinden özel<br />

dokuz ilimden biri ise kendi başına gelecek kötü, belalı, ürpertici, feci,<br />

nahoş olayları matematiksel kesinliklere benzeyen bir doğru sanıyla<br />

sezebilmesiydi; ve o esnada, bulunduğu malikanenin kendisine kabir<br />

olacağını, ölümle burada buluşacağını sezmekteydi. Bu beklenmedik<br />

sözler üzerine Sean Hakan biraz gerildi, öyle ki, hiç adeti olmadığı<br />

üzere purosundan ardı ardına derin nefesler aldı ve hararetlenen puro<br />

parmaklarını yakmaya başladı.<br />

Kızın ölümüne yönelik niyeti yoktu. Kız bir müddet sustu, sonra,<br />

onun aslında böyle bir şeye niyetlenmediğini bildiğini ama birazdan<br />

söylemek zorunda olduğu bazı şeyler yüzünden buna karar vereceğini<br />

ve kendisini saatler gece yarısını vurmadan önce öldürmüş olacağını<br />

söyledi. Sözleri Sean Hakan’ı endişeli bir merak içerisinde bıraktı. Bir<br />

şey soracaktı, soracağı şeyi unuttu.<br />

Ve kız hâlâ nefes alabiliyorken sarfettiği son sözcüklerin büyüsüne<br />

kendisini kaptırarak, ağır ağır, kelimelerin tadını çıkara çıkara, gözleri<br />

Sean Hakan’ın gözlerine dikili olarak, sakin, tutarlı, düzgün ve akıcı<br />

bir anlatımla yirmi dakika boyunca konuştu. O gece malikanede olan<br />

şeyleri, Kürt güzelinin anlattıklarını bilebilmeyi çok isterdim doğrusu.<br />

Malikane hizmetlilerinin kendi odalarına çekildikleri geç bir saate<br />

kadar ölünün yanında kaldı Sean Hakan. Yeleğinin cebinde bulunan<br />

diğer puroları da peş peşe içerek birtirmiş, ne ile oyalanacağını bilmez<br />

halde geniş odanın içerisinde ileri geri yürüyor, kırdığı boynu korkunç<br />

bir açıyla yamulmuş duran ölüye iğrenerek bakıyor, kızdan dinlediği<br />

kahredici gerçeklerin ağırlığı altında eziliyordu. Açık havaya çıkmasa<br />

çıldırabilirdi. Ölüyü pencereye kadar taşıyıp aşağı attı. Bahçeye indi.<br />

Boynu ve düştüğünde kolları kırılan ölüyü arabayla koruya götürdü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

46<br />

Yarin Memleketine Yolculuk<br />

Stanley Kaan antrenmanlara mutsuz katılıyordu. Performansı berbat<br />

haldeydi. Son iki maçta on sekiz kişilik maç kadrosuna alınmamış ve<br />

takım arkadaşlarının bazıları kendisine karşı cephe almıştı. Güzeller<br />

güzeli sevgilisini özlüyor, onun için endişeleniyordu. Kızın kaçırıldığı<br />

aklına bile gelmiyordu. Belirsiz bir nedenden ötürü Kürt güzelinin onu<br />

terk ettiğini ve okulunu dondurup memleketine döndüğünü sanıyordu.<br />

Otuz yaşındaydı Stanley Kaan. İçinde futbola karşı en ufak bir tutku<br />

kırıntısı kalmamıştı. Artık her şey zorlamaydı, her şey birer keyifsizlik<br />

örneğiydi. Gelecek sezon sözleşmesini yenilememeyi, oynadığı mevki<br />

göz önüne alınacak olursa, yeşil sahalara gönüllü erken veda yapmayı<br />

istiyordu. İsteğini kulüp yönetimine açtığında kendisine mani olmaya<br />

kalkışan olmamıştı. Bu kararı şimdilik taraftarlardan gizlenecekti.<br />

Samsunspor ile manevi bağlarını kopardığı ve son dönemde son<br />

derece formsuz olduğu için, en azından bir hafta sürecek bir kafa<br />

iznine çıkma talebinde bulunduğunda ona karşı gelmediler. Bavulunu<br />

topladı Stanley Kaan ve sevdiği kızı yeniden elde etmek için Antep<br />

uçağına bindi. Aile üyelerinin de kız arkadaşı gibi mistik kimseler<br />

olmasını normal karşılamaya hazırdı, ama kız arkadaşının abilerinden<br />

birisi kendisini havalimanında karşıladığında içine ürpertiler salan bir<br />

şaşkınlık duydu. Kürt güzelinin, ailesine kendisiyle olan ilişkisinden<br />

bahsedip etmediğini bile bilmiyordu. Telefonu sürekli kapalı olduğu,<br />

sosyal medya hesaplarındaki mesajları da yanıtlamadığı için Stanley<br />

Kaan Gaziantep’e geliyor olduğunu kız arkadaşına bile bildirmemişti.<br />

Kürt güzelinin kardeşi olduğu yüzünden belli olan, uzun boylu, geniş<br />

yapılı, sakallı, takım elbiseli bir adamın elinde ‘Sporcu Kaan Bey’<br />

yazılı tabelayı gördüğünde hissetmişti ilk şaşkınlığı. Kürt güzelinin<br />

ailesiyle olmadığını, dahası, ailenin de kendisinden haber alamayıp<br />

kaygılandığını, kendi yaşlarında olan sakallı adamla beraber bindikleri<br />

takside öğrendi. Adam konuşurken kesin bir ifade ve tavırla ‘görmek’<br />

sözcüğünü kullanıyordu; Stanley Kaan ile kızlarının ilişkisini, kızın<br />

ansızın ortadan yitişini, kendisinin kızı aramak için oraya gelişini ve<br />

bundan sonra kendisiyle birlikte atılması gereken adımları birer birer<br />

sırasıyla ‘görmüşlerdi.’ Stanley Kaan taksinin geçtiği güneş altında<br />

parıldayan sokakları seyrediyor, sıkıntılı bir sessizlikle susuyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

47<br />

Bir Tedirginlik<br />

Aile eski bir taş konakta oturuyordu. Stanley Kaan’ı geniş mi geniş<br />

serin bir salona geçirdiler. Yer sofrası kurulmuştu. Vakit henüz öğlen<br />

olmamıştı, ama Stanley Kaan yemek davetini kabul etmezlik edemedi.<br />

Kızın babasının tam karşısına oturmuştu. Adamın simsiyah, kabarık,<br />

ilginç bir posbıyığı ve çenesinde bir tutam uzun sakalı vardı, saçlarını<br />

arkadan lastikle bağlamıştı, yanaklarındaki sakalları kazınmıştı, yeşil<br />

gözlerinin birisine kan oturmuştu, o göz sanki hafifçe kısık bakıyordu.<br />

Konuşurken Stanley Kaan’a ‘oğlum’ diye hitap ediyor, Stanley Kaan<br />

önündeki ayranı yudumladığında adam sürahiye uzanıyor ve konuğun<br />

bardağını tekrar ağzına kadar dolduruyordu. Epeyi uzun ve sıkıntılı<br />

süren yemeğin ardından Stanley Kaan kayıp kız arkadaşının babası ve<br />

abileriyle birlikte nargile odası denen ve kış bahçesine benzer şekilde<br />

güzelce döşenmiş camlı bir mekana geçti.<br />

Kızın babası açık sözlüydü. Soğukkanlıydı. Tipi, duruşu, oturuşu,<br />

tavırları, sıcak sıcak bakan gözleri hiç öyle söylemese de, konuşmaya<br />

başladığı an karşınızdakinin taş gibi kaskatı yürekli, adamına göre<br />

acımasız ve eşkıya ruhlu olabilen birisi olduğunu anlıyordunuz. Lafı<br />

dolandırmadan, sakin tavırlarla, sesi hiç titremeden, gözlerinden belli<br />

belirsiz bir üzüntü perdesi bile geçmeden, Stanley Kaan’a kızlarının<br />

Sean Hakan tarafın kaçırılıp öldürüldüğünü ve malikanesinin kalbinde<br />

bulunan koruya hayvan leşi gömermiş gibi saygısızca gömüldüğünü<br />

söyledi. Stanley Kaan ilk anlarda bir tutukluk geçirdi, ardından itiraz<br />

edecek oldu, ama onu yatıştırmayı bildiler; şakağına gümüş renginde,<br />

ahşap kabzalı bir altıpatlar dayadılar. Bunun üzerine S. Kaan kulağını<br />

iyice açıp anlatılanları sakin sakin dinledi.<br />

Akşam saatlerinde Stanley Kaan kızın babasıyla birlikte konaktan<br />

gri bir atın sırtında ayrıldı. Düşmemek için yaşlı adamın beline sımsıkı<br />

sarıldı; adamın balıksırtı ceketinin arkası kebap dumanı kokuyordu.<br />

Atı yosunlu bir akarsuyun yanındaki bir söğüt dalına bağladılar. Yirmi<br />

dakika boyunca yan yana yüreyerek zemini yumuşak, çakıllı bir patika<br />

katettiler. Yirminci yüzyılın son gecesinden beri yerin altında yaşayan,<br />

gün ışığına çıkmayan, gözlerine perde inmiş, zayıflıktan ve yaşlılıktan<br />

beli iki büklüm bir ihtiyar kadını ziyaret ettiler. Toprağın dört beş<br />

metre altında kalan, modern tasarımlı, penceresiz bir daireye indiler.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

48<br />

Cici Anne Hatun<br />

Stanley Kaan yaşlı ev sahibesini gördüğünde onun doksanında falan<br />

olduğunu düşündü. Haklıydı da. Cici Anne Hatun ismiyle karanlık bir<br />

ün salmış olan cadımsı ihtiyar, Stanley Kaan’ı evine kabul ettiği sene<br />

doksan altıncı yaşını sürüyordu. Ağzı bozuk hatundu. Misafirlerinin<br />

yanında ağız dolusu küfretmekten çekinmiyordu. Stanley Kaan’dan<br />

daha yakına gelmesini, yanına oturmasını istedi, genç adamın bileğini<br />

kavradı, birden bağrını açıp Stanley Kaan’ın elini kırış kırış bağrına,<br />

sarkıp porsüyüp yok olmuş iki memesinin ortasına koydu, ardından<br />

ağıda benzeyen, nece olduğu anlaşılmayan, insanı gerim gerim geren<br />

bir ezgi mırıldandı. Bu gizemli törenlere alışık olduğu rahat tavrından<br />

belli olan yaşlı adamsa, odanın diğer köşesine, rengarenk bir kanepeye<br />

oturmuş, ellerine bolca döktüğü tütün kolonyasıyla bıyıklarını ıslatıp<br />

keskin kokuyu ciğerlerine çekiyordu.<br />

Kadın Stanley Kaan’ı rahat bıraktıktan sonra diğer konuğuyla bir<br />

şeyler konuşmaya başladı. Kürtçe konuşuyorlardı. İhtiyar kadın uzun<br />

uzun bir şeyler söylüyor, adam onu sakince dinliyor, kafa sallıyor ve<br />

nadiren sözünü kesiyordu. Kolonya bu kez Stanley Kaan’daydı, sol<br />

elini, kadının bağrına soktuğu elini kolonyalıyordu boyuna.<br />

Konuşmaları bitince kadın ayağa kalktı, başka bir odaya geçti, bir<br />

süre dönmedi. Adam fırsattan istifade Stanley Kaan’a birazdan olacak<br />

şeyleri özetledi. Duydukları karşısında Stanley Kaan’ın kanı dondu.<br />

İtiraz etmeye yeltendi, ama adam belindeki altıpatları çekip Stanley<br />

Kaan’a doğrultunca sesi kesildi. Stanley Kaan korkuyla yutkundu. Az<br />

sonra kendisini bir nevi ameliyat edeceklerdi. Burnuna eterli mendil<br />

dayayıp bayıltacak, vücudundaki bir yeri bıçakla yaracak, oraya, etin<br />

içine, güya bu dünyadan olmayan, başka bir âlemde Debişol ismiyle<br />

bilinen meyveleri tuzlu bir ağacın reçinesinden yapılmış insan figürü<br />

şeklinde bir tılsım koyacak, sonra açık yarayı, adamın işaret ettiği,<br />

duvarda asılan, Süryani ermişlerinden birine ait olduğu rivayet edilen<br />

bin yaşındaki paslı palanın küt ucunu kızdırarak dağlayacaklardı.<br />

Dediklerini harfiyen uyguladılar. Stanley Kaan günler boyunca ateş<br />

içerisinde kıvrandı, titreme nöbetlerine tutuldu, dudaklarına bastırılan<br />

nemli mendillerdeki birkaç damla şekerli su ile beslendi. Ayıldığında<br />

ise toparlanması güç oldu. O yer altı dairesinden üç hafta ayrılamadı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

49<br />

Depresyon<br />

Gaziantep’ten ayrılmadan evvel, ölen kız arkadaşının tekinsiz aile<br />

fertleri Stanley Kaan’ı teker teker bir köşeye çekip ona ömrü süresince<br />

sır gibi sakladığı (bu yüzden burada sayamayacağım) birçok tembihte<br />

bulundular. Bu sırlardan birisi -belki de kurallar demeliyim bunlara-,<br />

tahminime göre, kız arkadaşını acımasızca öldüren Sean Hakan’dan<br />

asla nefret etmemesi gerektiğiydi. Neden bu kanıya vardım: Stanley<br />

Kaan, çocukluklarından şu yaşlarına kadarki evrede kardeşi ile yoğun<br />

bir nefretleşme içerisindeydi. Zaman zaman hayat onları çeşitli şekilde<br />

sınamış, kalplerini yumuşatacak olaylar yaşamışlar, belirli zamanlarda<br />

bir arada bulunup ortak hisler duymuş ve birbirlerine yakınlaşmışlardı.<br />

Ancak bir şekilde aralarındaki nefrete gerek duymuş, onu olur olmaz<br />

sebeplerle körüklemişlerdi. Belki de, özellikle çocukluk evrelerinde<br />

yaşanan aile travmasından ötürü, yaşama tutunabilmeleri ve hayattan<br />

zevk alabilmeleri için birbirlerine nefret beslemeye korkunç, zalimce<br />

bir gereksinim duyuyorlardı, bilemem. Ama şunu kesinlikle biliyoruz<br />

ki Stanley Kaan ve Sean Hakan on ve otuz yaşları arasında geçen<br />

sürede birbirlerine kin gütmüşlerdi. Siz sayfaları ağır ağır çevirdikçe,<br />

ben anlattıkça öğreneceksiniz, ama ben bulunduğum yerden biliyorum<br />

ki, kitabımın kalanına konu olacak sonraki otuz sene boyunca nefretin<br />

en küçük bir gölgesi dahi girmedi aralarına. Benim bundan anladığım,<br />

ailenin, karanlık bir nedenden ötürü, Stanley Kaan’a Sean Hakan’dan<br />

nefret etmeyi yasaklamış olması ihtimalidir.<br />

Samsun’a döndüğünde Stanley Kaan <strong>White</strong> bedenen ve ruhen tam<br />

manasıyla bir enkazdı. Yoğun bir depresyon içerisindeydi ve ruhu bu<br />

depresyonu akla hayale gelmeyecek boyutlarda yaşayarak hayatı genç<br />

adama zindan ediyordu. Evinden çıkmıyor, antrenmanlara katılmıyor,<br />

telefonlara bakmıyor, kapı çaldığında açmıyordu. İnsanlıktan çıkmıştı.<br />

Varoluş nedeni belirsiz kendi halinde bir organizmaymışçasına asalak<br />

bir yaşam sürüyordu. Akşama kadar tv karşısında, bir battaniye altında<br />

pinekleyerek, ülkenin dört bir yanına dağılmış mutsuz ev hanımlarını<br />

oyalamaya yönelik bomboş programlar izliyor, derinliksiz, basit, sığ,<br />

onlarca defa tekrarı verilen Yeşilçam melodramlarını boş bakışlarla<br />

takip ediyor, ağzına lokma koymuyor, hareket etmiyor, günden güne<br />

kasları eriyor, başına ağrılar saplanıyor ve kondüsyonu yok oluyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

50<br />

Balmumu Heykeller<br />

Sean Hakan da, kardeşi Stanley Kaan’la eş zamanlı olarak, bir çeşit<br />

depresyondaydı, triplerdeydi. Çabuk öfkeleniyor, düşünmeden hareket<br />

ediyor, çocukça davranıyordu. Hayatının tamamını saran huzursuzluk<br />

illetine tutulmuştu. Boğuluyordu. İçi sıkılıyordu. Kötü, şeytani birisine<br />

dönüşmeyi, ruhunun tamamıyla canavarlaşmayı arzuluyordu, kötülük<br />

etsin, durmadan can yaksın istiyordu, ancak kalpleri yumuşacık, sevgi<br />

dolu bir ana babadan doğmuştu o; <strong>White</strong> Kardeşler, üçüzler, tutkulu<br />

bir aşkın meyveleriydiler. Şeytanlaşmayı saplantı haline getiren Sean<br />

Hakan’ın mayasında iyilik vardı daha çok; ne yaparsa yapsın içindeki<br />

yumuşak noktayı silip atamıyordu ve bu onu çılgına çeviriyordu.<br />

Hatıralar çekiyordu onu. Her bir köşesi modern mimarinin bir başka<br />

şık temsili olan harikulade malikanesine sığamıyor, günlerini Stanley<br />

Kaan’ın hediye ettiği Le Violon Rouge, fils içinde geçiriyordu. İpek’le<br />

telefonlaşıyordu ara sıra. Ahmet Ekber’in müziğe yaratılıştan eğilimi<br />

olması, sanatta hızla kademe atlaması, daha şimdiden kendi çocuksu<br />

doğaçlama bestelerini üretmeye odaklanması onu müthiş mutlu ediyor<br />

ve yüreğini gururla çarptırıyordu. Oğlunu nadir hediyelerle şımartmak<br />

istiyordu, ancak Ahmet Ekber incelikli, özel bir çocuktu; kendisinden<br />

varlığını esirgeyen, insanlardan kaçan, katı kalbini yumuşatmaya hiç<br />

de hevesli olmayan babasının hediyelerini geri çeviriyordu. Babası ve<br />

annesi boşandıktan sonra ondan yalnızca bir kez kazara hediye almıştı.<br />

Kırmızı Keman’ı. Kemanı ona amcası hediye etmişti. Bu hoş kemanın<br />

aslında babasına hediye edildiğini, kendi eline geçmesini babasının<br />

istediğini öğrendiğinde çoktan bağlanmıştı ona; yoksa bir saniye olsun<br />

tereddüt etmeksizin duvarlara çarparak kemanı parça parça ederdi.<br />

Sean Hakan bir gün internette gezinirken insanları göz kamaştıran<br />

bir ustalıkla balmumu heykellere çeviren bir sanatçıya rastladı. Özel<br />

bir davet göndererek heykeltıraş kadını malikanesinde ağırladı ve ona<br />

dünyanın kalanından gizlemesini istediği, varlığından yalnızca ikisinin<br />

haberinin olacağı bir dizi balmumu heykel sipariş etti. Dudakları<br />

uçuklatan cinsten bir para karşılığında, heykeltıraş, ona oğlu Ahmet<br />

Ekber’in İpek’le boşandıkları sıralardaki halini tıpatıp yansıtan bir<br />

heykel yarattı. Ardından çocuğun şimdiki halinin bir ikizini. Ve takip<br />

eden her Noel’de oğlunun güncel bir heykeli S. Hakan’ın eline ulaştı.


İkinci Kısım


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

51<br />

Küllerinden Doğmak<br />

Sözleşmesi sürdüğü halde kulüp ile ilişkisini kesmiş bir görüntü<br />

çizen Stanley K. <strong>White</strong>, Samsunspor yönetimince uluslararası futbol<br />

mahkemelerine şikayet edildi; Fifa tahkim kurulunun Stanley Kaan’a<br />

gönderdiği açık muhtırada derhal kulübüne dönmeyecek olursa rekor<br />

bir tazminat ödemesi gerekeceğine yönelik maddeler yer almaktaydı.<br />

Bu ikazlar sonuç verdi ve Stanley Kaan Samsunspor tesislerine geldi,<br />

kulüp yöneticileriyle saatler süren bir toplantıda bulundu. Kondüsyon<br />

seviyesi yerlerdeydi, bu yüzden fizik antrenörü gözetiminde bir buçuk<br />

ay süresince takımdan ayrı düz koşu yapması gerekti. Bunun peşi sıra,<br />

fiziken toparlanıp takım ile toplu antremanlara çıkmaya başladığında<br />

kendisinde akıl erdiremediği değişiklikler sezdi. On seneyi aşkın bir<br />

zaman, kariyerinin başından beri elde etmek için büyük bir disiplinle<br />

uğraştığı şeyi, yani zihnindeki oyun planını sahaya yansıtmayı artık<br />

büyülü bir kolaylıkla gerçekleştirebildiğini fark etti. Stanley Kaan’ın<br />

gösterdiği performans farklılığını antrenörleri ve elbette teknik adamı<br />

da görmekte gecikmedi ve bunun sonucunda, kısa süre öncesine kadar<br />

fiziksel ve zihinsel bir enkaz halinde bulunan Stanley Kaan belirlenen<br />

toparlanma sürecinin tamamlanmasını beklemeksizin formayı kaptı ve<br />

ilk on birdeki yerini garantiye aldı.<br />

Samsunspor senelerdir alt ligdeydi. Güncel sezonda yine bekleneni<br />

verememiş, ligin henüz ilk yarısı tamamlanmamışken liderin on dokuz<br />

puan gerisinde kalarak tablonun orta yerlerinde çakılı kalmıştı. Ancak<br />

takip eden haftalarda, Stanley Kaan’ın alkış alan çıkışı ve rakiplerini<br />

kıskandıracak denli temiz ve istikrarlı performansı sayesinde topladığı<br />

puanlar neticesinde ligin ikinci yarısında tabloda liderliğe güreşmeye<br />

başladı. Sezon sonu geldiğinde ligi üçüncü bitiren Samsunspor playoff<br />

mücadelesine çıkma hakkı kazandı ve eşleştiği Kasımpaşaspor’u<br />

Stanley Kaan’ın hat trick yaptığı müthiş maçta mağlup ederek üst lige<br />

çıkma biletini aldı. Performansı ona yine milli takımın kapılarını açtı,<br />

Uruguay asıllı Makedonyalı bir teknik adama teslim edilen Türkiye A<br />

Milli Futbol Takımı’nın yaz döneminde İsviçre ve Ukrayna ile yaptığı<br />

dostluk maçlarının kadrosuna çağrıldı ve deyim yerindeyse döktürdü<br />

Stanley Kaan. İki mevsim öncesine kadar neredeyse herkesin ismini<br />

unuttuğu futbolcu böylelikle piyasa değerini dörde katlamayı bildi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

52<br />

Sportif Başarı + Maddi Refah<br />

Samsunspor kimsenin beklemediği bir şekilde, kadrolarının market<br />

değerleri yüz milyonlarca lirayı bulmuş olan Üç Büyükler’i ardında<br />

bırakıp ligin ilk yarısını lider kapattı. Başarının mimarı, elbette, kaptan<br />

sıfatıyla her maç doksan dakika sahada yer alarak takımını sırtlayan,<br />

vasat oyunculardan kurulu takım arkadaşlarını kimsenin anlayamadığı<br />

biçimde motive etmeyi bilen Stanley K. <strong>White</strong> idi. Ara transfer sezonu<br />

açıldığında Fenerbahçe ve Galatasaray kendisini kıskaca aldılar, otuz<br />

yaşını aşmış bir futbolcu için Samsunspor tarihinin görüp görebileceği<br />

en dolgun bonservisi ödemeye gönüllü oldular. İstanbul’dan gelen iki<br />

teklif öylesine cazipti ki, kulüpten ayrılmayı kesinen düşünmediğini,<br />

Samsun’da gayet mutlu olduğunu belirten Stanley Kaan’a Samsunspor<br />

camiası gönül koydu. Kulübünün maddi refaha ermesine yarayacak ve<br />

Samsunspor’a gelecek sezonlara yönelik radikal bir yapılanma imkanı<br />

sağlayacak teklifi Stanley Kaan’ı ikna etmenin mümkün olmadığı için<br />

üzülerek geri çevirmek zorunda kaldılar. Ancak Stanley Kaan <strong>White</strong><br />

şampiyonuk, artı, ertesi sezonlar için Avrupa kupalarında başarı sözü<br />

vererek yönetimin ve taraftarın gönüllerini almayı bildi.<br />

Defansif orta saha mevkisinde, savunmaya yönelik oynadığı halde<br />

Stanley Kaan o sezon on dokuz gol buldu, bunun yanı sıra on sekiz de<br />

asist yaparak asist kralı ünvanını elde etti. Ligin son üç haftasında<br />

sıralamada ilk dokuz içerisinde yer bulan üç takımla yaptığı maçları<br />

berabere bitirmesi sonucunda, Samsunspor, kulüp tarihinde ilk defa lig<br />

şampiyonluğunu tattı. Alt ligden gelen bir takımın sezonu şampiyon<br />

bitirmesi futbolda nadir rastlanır başarılardandı ve bu inanılmayacak<br />

çıkışın hemen her basamağını Stanley K. <strong>White</strong> hem kaptan futbolcu<br />

hem de asistan menajer sıfatıyla tek başına elde etmişti.<br />

Ertesi sezon için, Üç Büyükler’in haricinde, Stanley Kaan <strong>White</strong>’ı<br />

renklerine bağlamak isteyen takımların arasında AS Roma, Liverpool,<br />

Borussia Dortmund, Atlético Madrid gibi Avrupa devleri yer alıyordu.<br />

Gerçi Samsun ekibi artık milli futbolcu Stanley Kaan’ı göndermekten<br />

vazgeçmiş görünüyordu, çünkü beklenmedik bir şekilde gelen sportif<br />

başarıların ardından kulübün kasası tatmin edici miktarlarda gelirler<br />

elde etmişti ve bu, büyük bir aksilik olmadığı sürece, böyle süreceğe<br />

benziyordu. Allah nazardan saklasın, ne diyelim. Amin, deyin siz de.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

53<br />

İpek Yine Rahat Durmuyor<br />

Çiftlik Mahallesi’nden geçtiği için herhalde, Samsunluların Çiftlik<br />

dediği İstiklal Caddesi’ni kesen sokaklardan birisine Stanley Kaan’ın<br />

ismi verildi. Kentin dört yanında fotoğraflarına rastlanıyordu. Samsun<br />

insanı kendisine büyük bir sevgi ve hayranlık besliyordu. Dünyaya<br />

gelen oğlan çocuklarına Kaan ismi veriliyordu. Stanley Kaan ömründe<br />

ilk defa bu denli popüler oluyordu; yüksek reytingli talk showlarda<br />

boy gösteriyor, yerli sermayeyle dünyaya açılmış tekstil firmalarına<br />

modellik yapıyordu, ayrıca, en büyük pazarlarından birisi Türkiye’de<br />

olan çok uluslu otomotiv firmalarından birinin reklam yüzü, bir başka<br />

çok uluslu saat firmasının marka elçisiydi. Sevgili babasının ismini<br />

verdiği (Akademi Scott) bir şubesi de İstanbul’da olan bir futbol okulu<br />

kurmuştu. Tecrübeli futbolcu kariyerinin sonbaharında olduğu biliyor,<br />

bu yüzden elde ettiği parayla yatırımlar yapıyordu. Anneleri öldükten<br />

sonra kendisi ile kardeşlerine kalan meşhur çikolata dünyası zincirinin<br />

kardeşlerinde olan diğer üçte ikilik hissesini üzerine alarak markayı<br />

İzmir, Antalya ve Samsun’da açtığı şubelerle Anadolu’ya taşımıştı.<br />

Yeğeni Ahmet Ekber’i oğlu gibi severdi. Sean Hakan gibi, çocuktan<br />

uzak kalmayı sürdürüp bunun yerine evine Ahmet Ekber temalı bir<br />

balmumu müzesi yaptırmak yerine, her fırsatta çocuğu ziyaret ediyor,<br />

ona sıcacık bir baba şefkati hissettirmeyi başarıyordu. Bunu gerçekten<br />

içinden geldiği için yapıyordu, ama bu samimi efora bonus olarak, o<br />

henüz sezmemiş olsa da, bir yandan eski aşkı İpek’in gönlünü de elde<br />

etmişti. İpek, oğluna gösterdiği şefkatin (aslına bakılacak olursa daha<br />

çok da S. Kaan’ın başarısının ve popülerliğinin) sebebiyle ona tekrar<br />

tutulmuştu. Oğluyla birlikte her hafta televizyonun karşısına geçiyor,<br />

Stanley Kaan’lı Samsunspor’un maçlarını büyük bir keyif ve tuhaf, iç<br />

gıcıklayıcı, tutkulu bir kamaşma duyarak izliyor, Samsunspor İstanbul<br />

deplasmanına geldiğinde tribünde yerini alıyor, Stanley Kaan şehirden<br />

ayrılana değin de tüm vaktini onunla geçirmeye çalışıyordu.<br />

İpek ilgisini öylesine belli ediyor, eski kaynına öylesine açıktan kur<br />

yapıyordu ki, Stanley Kaan şöyle bir durup düşünmek zorunda kaldı,<br />

kendisinin de onca yıl üzerine İpek’e karşı hala boş olmadığını anladı.<br />

Bir ekim akşamı Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda oynanan (3 - 1 yenildiler)<br />

Türkiye Kupası maçından sonra, eve döndüklerinde, beraber oldular.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

54<br />

Benden Söylemesi, Bu Bölüm 18+ Bir Sahne İçeriyor, O Yüzden,<br />

Okumadan Önce Çocukları Yatırdığınızdan Emin Olun<br />

İpek, Ahmet Ekber ile birlikte, Stanley Kaan’ın duş alıp, üzerini<br />

değiştirip, stadı terk etmesini beklediler arabanın içinde. Stanley Kaan<br />

geldiğinde İpek arabayı ailesinin hâlâ kirada oturduğu, orada doğup<br />

büyüdüğü Barış Apartmanı’na sürdü. Çocuğu anneannesine bıraktılar.<br />

Ardından klas bir İtalyan lokantasında karınlarını doyurdular. Oradan<br />

dans edebilecekleri, başlarını döndürmeye, onları çılgınlıklar yapmaya<br />

itecek bir ruh haline sokmaya yetecek kadar içecekleri bir eğlence<br />

mekanına geçtiler. İpek’in, mülkiyeti Sean Hakan’ın üzerinde olan,<br />

lüks ve modern eşyalarla döşeli geniş dairesine vardıklarında saat gece<br />

yarısını epeyi geçiyordu. Kalpleri çılgınca çarpmaya başlamıştı.<br />

İçeriye henüz girmişler, kapıyı henüz kapatmışlardı, Stanley Kaan<br />

daha çişini bile yapmamıştı, İpek uzanıp öptü onu. Dudakları yıllar<br />

üzerine tekrar buluştuğunda Stanley Kaan ve İpek iç organlarını altüst<br />

eden bir heyecana tutuldular. Yıllardır kimseyle sevişmeyip aseksüel<br />

takılmış iki insan gibi, biraz ne yaptığını bilmezlikle, biraz hayvansı<br />

bir içgüdüyle ve sanki biraz da bu çılgınca sevişmenin ölmeden önce<br />

yaşayacakları son sevişme olacağından korkuyormuşçasına öpüştüler.<br />

Öpüşmeyi sürdürüp yan yan yürüyerek oturma odasına geldiler, orada<br />

ağır hareketlerle, sanki odadaki bir başka kişi bu ateşli anların her<br />

saniyesini fotoğraflayacakmışçasına yavaş yavaş soydular birbirlerini.<br />

İpek, Stanley Kaan’ın kaslı, ince, atletik vücudunu sert bir hamleyle<br />

koltuğa itti, genç adamın kot pantotolunu bacaklarından sıyırıp attı ve<br />

eskiden, çıktıkları sıralarda, Stanley Kaan yalvardığı halde bir defa<br />

olsun yapmadığı o malum aşk oyununu oynamaya başladı. Kaan yarı<br />

loş bir ışıkta yaşadığı o haz dolu sahneyi izlerken başının döndüğünü,<br />

kulaklarına kadar kızardığını duydu, ardından belinden tutarak İpek’i<br />

ayağa kaldırdı, tamamen soydu onu, baş döndüren bir parfüm kokusu<br />

saçan bembeyaz bedeni karşı kanepeye uzandırdı, eğilip başını İpek’in<br />

krem kokan baldırlarının arasına soktu, biraz önce onun yaptığı aşk<br />

oyununun başka bir çeşitlemesiyle İpek’i deliye çevirdi; parmakları<br />

Stanley Kaan’ın saçlarına geçmiş, saçları yolacakmışçasına çekiyordu,<br />

ardından dayanamadı, soluk soluğalardı, tenleri ateş gibiydi, uzun ve<br />

bakımlı tırnaklarını kaslı omuzlarına batırarak Kaan’ı üzerine çekti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

55<br />

Restleşme<br />

İpek’in o gece Stanley Kaan ile birlikte olmasının tek nedeni vardı:<br />

Onun çocuğunu doğurmak. Ertesi gün Stanley Kaan İpek’i ertesi gün<br />

hapı alıp almadığını kontrol etmek için aradığında İpek yalan söyledi.<br />

İpek, onun çocuğunu taşıdığını Kaan’a beş buçuk ay sonra itiraf etti,<br />

kendisiyle evlenmek istediğini söyledi.<br />

Hazırlıklar sürerken, eski eşiyle evlenecek olmasını ilk kendisinden<br />

duymasının daha doğru olacağına inanarak, Stanley Kaan, kardeşinin<br />

malikanesini ziyarete gitti. Kış ayı olmasına, sisli ve yağışlı havaların<br />

buz gibi olmasına karşın Sean Hakan hâlâ yapay göl üzerinde demir<br />

atmış olan kızıl teknenin içinde yaşıyordu. Stanley Kaan’ın onu son<br />

gördüğüne nazaran değişmişti; yedi kilo almış, yüzündeki kırışıklıklar<br />

belirginleşmiş, göz altları kararmış, cildi bozulmuştu. Kısacası berbat<br />

haldeydi. İki kardeşin karşılaşması sıcak olmadı. Daha ilk dakikalarda<br />

Stanley Kaan ona iki tane kötü haber vereceğini söylemişti çünkü.<br />

Kardeşinin verdiği ilk haberi, İpek’le evleniyor olduklarını duyunca<br />

Sean Hakan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi, lafın ucunun kendi annesine<br />

dokunduğunu belli ki fark edemeyerek hırsla ‘orospu çocuğu’ tabirini<br />

kullanarak küfretti ona. Ancak soğukkanlılığını koruyan, iğrenmeye<br />

benzeyen bir bakışla onu süzen Stanley Kaan, Sean Hakan’ın öfkesini<br />

başka bir kulvara, şaşkınlık ve korkuya yönlendirdi diğer konudan söz<br />

ederek; ona, eski kız arkadaşını, Kürt güzelini kaçırıp öldürdüğünü ve<br />

buraya, korunun kalbine gömdüğünü bildiğini söyledi. Sean Hakan bir<br />

puro yaktı. Söylenene bir itirazı olmadı. Bir süre düşündü. Evlenecek<br />

olurlarsa oğlunun vesayetini üzerine alacağını söyledi. Stanley Kaan<br />

bunu duygusuz bir tavırla reddetti. Kendisinden bahsedilen çocuğa ait<br />

son balmumu heykeli hayranlıkla süzerek, Sean Hakan’a oğlunun ona<br />

karşı en küçük bir olumlu duygu beslemediğini hatırlattı. Sean Hakan<br />

sessizleşti bunun üzerine. Yüzü kalın ve gri dumanlar arasında kaldı.<br />

Stanley Kaan söyleyeceklerini söylemiş, ayaklanmıştı, tekneyi terk<br />

etmek üzereydi. Ölüm tehdidi o zaman geldi. Bu tarzda bir mutluluğa<br />

izin vermesinin mümkün olmadığını söyledi Sean Hakan. Kaan dönüp<br />

kardeşine acımayla baktı, ters bir şey söyledi ve son olarak elinden<br />

geleni ardına koymamasını öğütledi, düğün davetiyelerinin yanında<br />

bulunan bir tasladığını tv ünitesinin üzerine bıraktı ve çıktı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

56<br />

Bu İpek var ya… Neyse… Bir Şey Demiyorum!<br />

İpek, Orta Çağ’dan kalma bir manastırdan bozma büyülü bir butik<br />

otelde gerçekleşen ilk düğünü unutamamıştı. İkinci düğününde ilkinde<br />

olan şaşaayı istemiyordu, daha sade, daha sıcak bir düğün arzuluyordu<br />

ancak bir noktada dirediyordu; yine Milano’da, aynı butik otelde olsun<br />

istiyordu tören. Her ne kadar rahatsız olsa da Stanley Kaan bu dileği<br />

geri çevirmedi. Tekneden ayrılırken kenara bırakıverdiği davetiyenin<br />

üzerinde Milano’daki butik otelin ismi yazmaktaydı. Kardeşi oradan<br />

çıkar çıkmaz Sean Hakan hemen yerinden kalktı, davetiyeye çabuk bir<br />

göz attı. Yüzü yine kıpkırmızı oldu, elini yakınlardaki bir çekmecenin<br />

içerisine soktu, ardından arka güverteye fırladı, sisler arasında sadece<br />

bacaklarının alt kısmı belli olan kardeşinin belli belirsiz seçilen sırtına<br />

doğru nişan aldı, tabancayı ardı ardına ateşledi. Uzaklardan acı bir<br />

feryat işitti. Onu vurmuştu. Tekneden ayrılıp kıyıya çıktı. Malikanenin<br />

önüne kadar yürüdü, içeri girip hizmetlilerle konuştu, golf arabasına<br />

atlayıp bahçeleri gezdi, ancak Stanley Kaan’ın izine rastlayamadı.<br />

Stanley Kaan’ın omzunu sıyıran kardeş kurşununun yarası çabucak<br />

iyileşti. Damatlık provalarında sargı bezinden sızan kan gömleklerde<br />

nokta nokta leke bırakmıştı, ancak bu sorun düğün haftası yaşanmadı.<br />

Güzel bir düğün oldu. O gece çeyrek tona yakın şampanya içilmiş.<br />

İpek manyaktı biraz. Gerçi bunu çoktan anlamışsınızdır. Anlaşılmaz<br />

emrivakilerinin sonuncusu skandal niteliğindeydi: Doğacak olan oğlan<br />

çocuğuna amcasının ismini verecekti. Bunu tartışmaya yanaşmıyordu<br />

bile. Stanley Kaan’a göre bu aptalca istek, Sean Hakan’a açıkça ‘gel<br />

birader, kaşındık biz, gel bizi boğ’ demek anlamına geliyordu, fakat<br />

çocuğuna kardeşinin ismini vermeye sonunda razı oldu. Yoksa İpek<br />

çocuğunu hiç sevmeyecek, ona analık yapmayacak, çocuğu evlerinde<br />

istemeyecekti, böyle söylüyordu. Yine de, Stanley Kaan, bundan daha<br />

çok, İpek’in çocuğu bir Müslüman olarak yetiştirmek istemesine şaştı.<br />

Bu daha bir şey değildi: İpek o çocuğu gerçekten de sevemedi. Dokuz<br />

yaşına geldiğinde çocuğun okulunu Anadolu’nun ücra kentlerinden<br />

birine naklettirdi ve ülkede pek de popüler olmayan, pek köklü de<br />

olmayan tarikatlardan birisine yolladı, molla olarak yetiştirilsin diye.<br />

Stanley Kaan ömrü süresince aradığı, İpek’in kimliğini de değiştirttiği<br />

oğullarının izini bir daha hiç bulamadı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

57<br />

Hayattaki Kırılma Noktaları<br />

Stanley Kaan bir sabah menajerinden gelen heyecanlı bir telefonla<br />

uyandı. İnter kendisiyle ilgileniyordu; kulübün resmi internet sitesi<br />

üzerinde kullanıcıların şık ekleyip oylayacağı interaktif online anket<br />

düzenlenmiş ve lacivert siyahlılara gönlünü vermiş olan taraftarlar<br />

yeni sezonda Giuseppe Meazza çimleri üzerinde izlemek istedikleri<br />

futbolcular arasında kendisini de göstermiş ve Stanley Kaan <strong>White</strong><br />

oylamanın bittiği dakikalarda anket paydasında en büyük dilimi alan<br />

ilk beş isim arasında yer almıştı. Giuseppe Meazza’da, hayallerini<br />

süsleyen o görkemli futbol mabedinde kardeşi gibi forma giyebilmek<br />

Stanley Kaan’ın çocukluk düşüydü ve aldığı bu sevindirici haberle<br />

birlikte morali tavan yaptı.<br />

Üç gün sonra Şampiyonlar Ligi ikinci ön eleme turunda Avusturya<br />

ligi ekiplerinden Wacker Innsbruck ile 19 Mayıs Stadyumu’nda karşı<br />

karşıya geleceklerdi. Stanley Kaan, Internazionale kulübü bünyesinde<br />

görev alan bazı adamların kendisini izlemek üzere statta bulunacağını<br />

öğrenmiş, bu yüzden olanca konsantrasyonuyla maça hazırlanmıştı.<br />

Maç sabahı tesislere giderken kontrolünü yitirdi, aracı takla attı ve<br />

Stanley Kaan beyin travması şüphesiyle müşahede altında tutulurken<br />

asıl acı haberi, futbol hayatının sona erdiğini, büyük olasılıkla bir daha<br />

yürüyemeyeceğini öğrenerek kahroldu.<br />

Kaza onun için öylesine bir yıkım olmuştu ki, defalarca intihar etme<br />

girişiminde bulunmuş, bunlar yakınları tarafından son anda şans eseri<br />

önlenebilmişti. Sonradan, İpek’in ve Ahmet Ekber’in manevi desteği<br />

sayesinde, yavaş yavaş hayata tutunmaya başladı. Yarı olimpik yüzme<br />

havuzlarının birinde İsveçli yaşlı bir fizyoterapistin gözetiminde katı<br />

bir rehabilitasyon süreci geçirdi. Gayreti ve yitirmediği umudu sonuç<br />

verdi ve Stanley Kaan kazadan iki yüz gün sonra ilk adımlarını atmayı<br />

başardı. Ne yazık ki, öngörüldüğü üzere, sahalara tekrar dönemedi.<br />

Kendisi sayesinde ligin en tehlikeli ekiplerinden birisi haline gelen<br />

ve Avrupa’da isminden söz ettirmeye başlayan Samsunspor Stanley<br />

Kaan’a vefa borcunu ona teknik direktörlük teklifi götürerek bir nebze<br />

olsun ödemiş oldu.<br />

Stanley Kaan <strong>White</strong>, otuz üç yaşında, formasını çıkarıp gardırobuna<br />

astı ve takım elbiseye bürünerek sahanın kenarındaki yerini aldı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

58<br />

Kıskançlık<br />

Kardeşinin artık teknik direktör olduğunu öğrendiğinde Sean Hakan<br />

içinde küçümseme duydu. Stanley Kaan’ın futbolculuğunda olduğu<br />

gibi bu yeni kariyerinde de asla büyük bir başarı yakalayamayacağına<br />

inanıyordu. Çünkü, ona göre, Stanley Kaan bir ezikti. Kaybetmeye, ne<br />

kadar çabalarsa çabalasın, sportif alanda hatırı sayılır bir başarı elde<br />

edememeye mahkumdu. Aklına ilk anda gelen yatıştırıcı düşünceleri<br />

bunlarsa da, bazen bu konu üzerinde ciddi ciddi düşündüğünde içini<br />

sıkıntılar bastığı da oluyordu. Ya başarırsa? Ya bir gün dünyaca ünlü<br />

bir teknik adam olursa? Böyle bir şey gerçekleşirse neler hissederdi?<br />

Kardeşi her zaman kendisinden daha çalışkan, daha disiplinli, çok çok<br />

daha özverili olmuştu, bunu biliyordu, ama Sean Hakan’ın inanışına<br />

göre Stanley Kaan’da yetenek yönünde derin bir eksiklik vardı.<br />

Korkulu bir merak duyarak Stanley Kaan’ın bu yeni alandaki ilk<br />

tecrübelerini izlemeye koyuldu. Teknik adamlığa şaşırtıcı derecede iyi<br />

bir başlangıç yaptı Stanley Kaan. Samsunspor ilk sezonunda, bir defa<br />

olsun mağlubiyet yaşamadan, ama bolca maçı berabere bitirerek ligi<br />

üçüncü sırada tamamlamaya başardı. Stanley Kaan oyun için detayları<br />

kendine has bir 4-2-2-2 dizilişi benimsemişti. Çift defansif orta saha<br />

ve çift ofansif orta saha oyuncusu kullanıyor, ileriye bir pivot forvet<br />

sürüyor, onun hemen yanına, ama oyun içinde kendi inisiyatiflerine<br />

sahip, özgür bir ikinci forvet koyuyordu; bu serbest mevki kimi zaman<br />

ofansif orta sahayı üçlüyor, kimi zamansa uzun bölümler süresince<br />

sabit pivot forvetten daha uç bir konumda, rakip savunmanın arasında<br />

pozisyon arıyordu. Bu joker mevki için Stanley Kaan ayağına çabuk,<br />

süratli, topa hakim, kolay adam eksiltebilen, son vuruş kabiliyetinden<br />

öte, top tekniğiyle göze batan, fazla uzun boylu olmayan, devamlılığı<br />

sağlam ve en önemlisi kendine güveni sonsuz, biraz da başına buyruk<br />

oyuncular kullanıyordu. Dörtlü savunması, karşıdaki rakibin kimliğini<br />

önemsemeksiniz hep ileri kuruyor, arkada, savunma çizgisi ve kale<br />

arasında, spor basını tarafından sürekli eleştirilen genişçe bir alan<br />

bırakıyordu. Oyuncularını birbirlerine alışılmadık denli yakın oynatıp<br />

onlardan son düdüğe kadar yorulmak bilmez bir etkin pres bekliyordu.<br />

Samsunspor’un başarısının tek sahibinin Stanley Kaan’ın yönetimi<br />

olduğu konusunda herkes hemfikirdi; <strong>White</strong>’ın önü açıktı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

59<br />

Szabolcs H. Laluska<br />

Stanley Kaan’ın kötü olduğu bir konu varsa o da genç oyuncuların<br />

potansiyellerini öngörememesiydi. Gerçi ilerleyen yıllarda bu zaafını<br />

kapatmayı başaracaktı. Teknik adamlığının ikinci senesinde, takımı<br />

kamptayken, yetenek avcılarından oluşan heyet kendisine on sekiz<br />

yaşında olan Macar bir genci önerdi. Delikanlının ismi Szabolcs H.<br />

Laluska’ydı. Yarı amatördü. Henüz hiçbir takımla profesyonel kontrat<br />

yapmamıştı. Hızlıydı, hırslıydı ancak Stanley Kaan oyun içinde bazı<br />

anlarda parlayan, çoğu zamansa vasat görüntü sergileyen bu çocuğu<br />

altyapıya kazandırmanın akıllıca olacağı görüşünde değildi. Eskiden,<br />

<strong>White</strong> Kardeşler henüz doğmamışken, Samsunspor, Finlandiyalı genç<br />

bir spoperi hazırlık antrenmanlarında denemiş, ancak onda potansiyel<br />

görmeyerek delikanlıyı ülkesine göndermişlerdi. Sami Hyypiä isimli<br />

bu defans oyuncusu sonradan kendisini geliştirmiş ve Avrupa’nın<br />

önde gelen oyuncularından birisi haline gelmiş, Liverpool forması<br />

altında 2005’te İstanbul’da oynanan ve futbol kamuoyunca gelmiş<br />

geçmiş en olağanüstü Şampiyonlar Ligi final karşılaşması kabul edilen<br />

maçta AC Milan’a karşı alınan galibiyetle kupa sevinci yaşamıştı.<br />

Yukarıda ismi anılan Macar çocuk da Samsunspor’un peşin hükümde<br />

bulunup hatalı karar verdiği ikinci bir örneğe konu oldu. Takip eden<br />

senelerde Macar forvet Fifa tarafından defalarca en değerli oyuncu<br />

seçildi, Avrupa’nın birbirinden büyük takımlarının formasını giydi,<br />

İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda ülkesinin final oynamasını<br />

sağladı ve aynı organizasyonda gol kralı ünvanını hak etti. Stanley<br />

Kaan onu elinden kaçırdığı için uzun seneler boyunca, kader onlara<br />

sonradan birlikte çalışma şansı verene kadar büyük bir eksiklik duydu.<br />

Samsunspor, Stanley Kaan <strong>White</strong> yönetiminde sonraki beş sezonun<br />

ikisinde Şampiyonlar Ligi’nde mücadale ettiyse de gruplardan çıkıp<br />

sonraki turlarda yer alma başarısı elde edemedi. Fakat bu katılımlar<br />

teknik adamın Avrupa’da ismini duyurmasına, hakkında spekülasyon<br />

oluşmasına yaradı ve Samsunspor’un başında olduğu altıncı sezonu iki<br />

domestik kupayla sonlandırmasının ardından heyecan verici kimi<br />

Avrupa kulüpleri Stanley Kaan While ile ciddi manada ilgilenir oldu.<br />

Stanley Kaan ise Avrupa’da çalışmak için biraz daha zamana ihtiyacı<br />

olduğunu düşünüyordu. İlk hedefi Türk Milli Takımı’nı çalıştırmaktı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

60<br />

La Coruña<br />

İki aydır milli takımın teknik direktör koltuğu boştaydı. En büyük<br />

aday Stanley Kaan <strong>White</strong>’tı. Futbola yaz arası verilmişti. <strong>White</strong>, karısı<br />

ve yeğeni ile birlikte keyifli bir Karayip tatilindeydiler. Kendisini<br />

psikolojik olarak milli takımı çalıştırmaya hazırlıyordu. Fakat hiç de<br />

beklemediği bir anda, İspanya’nın, La Liga’nın köklü ekiplerinden<br />

olan ve Tunuslu bir milyarder aileye satıldıktan sonra son dönemde<br />

Avrupa’da da eski parlak günlerini yakalama umudu vermiş olan ve<br />

lakaplarından birisi de Los Turcos (Türkler) olan, mavi beyazlı klasik<br />

çubuklu formasıyla efsaneleşmiş olan Deportivo De La Coruña kulübü<br />

kendisine yazılı görkemli bir sunumla menajerlik teklifinde bulundu.<br />

Teklif gerek sportif olanakları, gerek başarı potansiyeli, gerek maddi<br />

yeterlilik olarak değerlendirildiğinde reddi imkansız bir teklifti. Milli<br />

takımın başında geçirmeyi arzuladığı zaman dilimini belirsiz bir tarihe<br />

erteledi böylece. Tatil dönüşü İpek ve Ahmet Ekber’le birlikte Galiçya<br />

şehri olan fırtınalı denizi bir başka güzel olan La Coruña’ya taşındılar.<br />

Deportivo De La Coruña kadrosu Türk milli takımının daimi sol<br />

beki yirmi dokuz yaşındaki Mustafa Fırat İlkerol’a sahipti. Mustafa üç<br />

sezon önce Fenerbahçe’den bonservisi elinde olarak ücretsiz transfer<br />

edilmişti. Farklı saç tarzıyla, değişik giyimiyle, komik gol sevinçleri<br />

ve çat pat konuştuğu İspanyolcasıyla kentin maskotu haline gelmişti.<br />

Filiz isminde tatlı bir eşi vardı. <strong>White</strong>lar ve İlkerollar aralarındaki yaş<br />

farkına rağmen kısa sürede iyi anlaşıp sıkı aile dostları oldular.<br />

La Liga’da klasikleşmiş Barcelona ve Read Madrid hegemonyası<br />

on yıllardır sürüyordu. Şampiyonluğu hemen her sezon iki takımdan<br />

ya birisi tadıyordu, ya ötekisi. Deportivo De La Coruña tarihinde bir<br />

kez, yalnızca bir kez, 99/00 sezonunda, Roy Makaay’lı, Djalminha’lı,<br />

Conceição’lu kadrosuyla lig şampiyonu olabilmişti. Ama Avrupa’dan<br />

henüz ülkesine kupa kazandırmışlığı yoktu, en fazla yarı finallere dek<br />

yükselebilmişti. Stanley Kaan <strong>White</strong>’tan beklentiler yüksek değildi.<br />

Kulübe geçmişindeki gibi ve son senelerdekine benzer parlak sezonlar<br />

yaşatması kafiydi, ama eğer kıyasıya yarışacağı bu üç ünvandan bir<br />

veya birkaçının sahibi olabilirse şüphesiz ki La Coruña’da efsane bir<br />

isim olarak ebediyen anılırdı. Kulüp yönetimi kendisine gayet makul<br />

bir transfer bütçesi ayırmıştı. Sürpriz bir şekilde, transfer istemedi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

61<br />

Kemanın Talibi<br />

Stanley Kaan oyuncularının çoğunluğu ile ana dili, pardon baba dili<br />

olan İngilizceyle anlaşıyordu, kalan oyuncularla ise İngilizceye hakim,<br />

kültürlü bir kitap kurdu olan genç bir çevirmenin yardımıyla iletişim<br />

kuruyordu. Toplu çalışmaların son derece keyifli geçmesini sağlıyordu<br />

ve böylece morali, motivasyonu yüksekte tutmayı başarıyordu.<br />

Kırkıncı yaşına kulübün düzenlediği özel bir davetle girdi. Gerçi<br />

nezle olduğu için o gece pek eğlenemedi. Burnu akıp duruyordu. İpek<br />

geceye damga vurması için oğlu Ahmet Ekber’i haftalar öncesinden<br />

özel bir çalışma programına sokmuştu. Ahmet Ekber iki yüz elli kişiyi<br />

aşkın davetli topluluğunu, çeyrek saat süren, kendi modern doğaçlama<br />

bestelerinin birbirine eklenmesiyle oluşan enfes performansıyla adeta<br />

büyüledi. Davetliler arasında kutup bölgelerine, buz dağlarına turistik<br />

amaçla seyahat düzenleyen firmalardan birinin yeni inşa edilip denize<br />

indirilmiş bir transatlantiğe ismini verdiği yaşlı bir denizci vardı. Gece<br />

boyunca yaşlı adamın gözleri Ahmet Ekber’in üzerindeydi. Bakışları<br />

fark eden İpek oldu, adamın yanına oturdu, onunla gece üzerine tatlı<br />

bir sohbete koyuldu. Adam çok geçmeden sözü Ahmet Ekber’e getirdi<br />

ve on dakika konuştuysa bunun yedi sekiz dakikası çocuğun değil o<br />

kırmızı kemanın hakkındaydı. İpek onun niyetini sezer gibi olduğu<br />

için yaşlı adamın sözünü kesti ve kemanın hikayesini, ahşabının <strong>White</strong><br />

ailesine ait özel hatıralarda yaşayan kızıl bir tekneden geldiği anlattı,<br />

son olarak ise oğlunun kemanına kalbi bir bağla bağlı olduğu belirtti.<br />

Adam sakalını sıvazlayarak bir süre düşündü. Daha sonra İpek’e oğlu<br />

hakkında bir iki soru yöneltti, sordukları yanıtlanınca da, acaba Ahmet<br />

Ekber’in yanlarına gelip kendilerine katılmak isteyip istemeyeceğini<br />

öğrenmek istedi. İpek yerinden kalktı, kendisinden uzun boylu olan iki<br />

kızla kakara kikiri sohbete dalmış olan Ahmet Ekber’in yanına gitti ve<br />

ona kendisiyle tanışmak isteyen (daha doğrusu kemanıyla ilgilenen ve<br />

bu yüzden de fazla yüz göz olmamasını tembihlediği) yaşlı bir Hırvat<br />

beyefendi olduğunu söyledi.<br />

Ahmet Ekber kızlardan müsaade istedi ve annesinin zarif bir çene<br />

işaretiyle gösterdiği yaşlı Hırvat’ın yanına gitti. Adam çocuğu ayakta<br />

karşıladı. El sıkıştılar. Davetlilerin çoğunun dans pistinde olduğu aşırı<br />

gürültülü mekanın çıkışına doğru kol kola, sohbet ederek yürüdüler.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

62<br />

Ürperten Teklif<br />

Yaşlı Hırvat, lafı hiç dolandırmadan, enteresandır, tuhaf bir Türkçe<br />

ile (annesinden çocuğun İngilizceye henüz yeterince hakim olmadığını<br />

öğrenmişti), Ahmet Ekber’e kendisinin ölmüş olan kimselerle iletişim<br />

kurabildiğini ve hatta bazılarını, öldürülmüşleri, görebildiğini söyledi.<br />

Doğası gereği Ahmet Ekber mistisizme yatkın ve ilgili bir çocuktu, bu<br />

yüzden olağandışı şeyleri olağan karşılamaya müsaitti. Dikkatle, ilgi<br />

ile dinliyordu muhatabını. İhtiyar ona kırmızı kemanının doğaüstü bir<br />

gücü olduğundan söz etti. Bu gece kendisi doğaçlama bestelerini icra<br />

ederken, tarihin başlangıcından bu yana bulundukları bina civarında<br />

hayatını kaybetmiş insanların maneviyatlarının salonu ziyaret etmiş<br />

olduğunu söyledi. İddia ettiğine göre, kahverengi çuha giyinmiş, beli<br />

çevresinde kalın ip bağlanmış bir cizvit keşişi, şiş karınlı bir hamile,<br />

yedi yaşlarında, uzun sarı saçları ışıltılı, zayıf bir kız ve modern giysili<br />

olup, bacaklarında bir kot şort bulunan top sakallı bir genç adam, bir<br />

saat önce Ahmet Ekber kendisini kaptırmış bir halde kırmızı kemanını<br />

çalmaktayken kalabalığın arasında birer birer görünmüş, ruh okşayıcı<br />

müziği müthiş bir dinginlikle dinlemiş, ardından yok olmuşlardı.<br />

Ahmet Ekber heyecanlanmış görünmüyordu. Yüzünde endişeden ve<br />

korkudan eser yoktu, sevimli gülümseyişiyle yaşlı Hırvatı dinliyordu.<br />

Adam sustuğunda, çocuk, dinlediklerini tuhaf karşılamadığı, çünkü bu<br />

tarz, kemanından kaynaklanan ürpertici deneyimleri sık sık kendisinin<br />

de yaşadığından bahsetti; sözgelimi, odasında kendi doğaçlamasının<br />

yaratımı olan notalara kulak verirken, parçanın tam da biraz sonra bir<br />

şekilde takılacağını hissettiği anlarda, görünmeyen birisi veya birileri<br />

ensesine hohluyor, çalış pozisyonunu bozarak gayriihtiyari arkasına<br />

dönüyor, bir süre tedirgin tedirgin bekliyor, ardından tekrar konsantre<br />

olarak parçayı sürdürdüğünde beklemediği ilhamların esintine kapılıp<br />

inanamayacağı türden incelikli ve estetik ezgiler üretiyordu. Benzeri<br />

birtakım başka olaylardan da örnekler verdi. Adam şaşarak dinledi.<br />

Kırmızı kemanını satmayı reddediyordu. Çünkü kemanının bir ruhu<br />

olduğuna veya içinde cin yaşadığına, kendisinin kemanı her çalışında<br />

ona hayat veriyor olduğuna inanıyordu. Ölümün eşiğinde olan Hırvat<br />

inançsız bir adamdı. İlk insanın Adem olduğuna inanmıyordu. Çocuğa<br />

birlikte dünyayı gezip yaşamış ilk insanlarla temas kurmayı teklif etti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

63<br />

Ahmet Ekber’i Yolluyorlar<br />

<strong>White</strong>lar gizemli Hırvat’ın Ahmet Ekber’e yaptığı teklif uzun uzun<br />

tartıştılar. Çocuk heyecanlanmıştı. Yaşlı adamla mistik bir dünya turu<br />

düzenlemeyi istiyordu. Annesinin buna mani olacağını sanmıştı ancak<br />

İpek duyar duymaz bu fikri desteklemişti. Son söz Stanley Kaan’daydı<br />

ve onun buna kesinen karşı çıkacağını sanıyorlardı. Stanley Kaan’ın<br />

hayatta en önem verdiği şeylerden birisi, insanların bireysel farklarını<br />

öne çıkararak hayatta özel bir konuma sahip olabilmeleriydi. Ahmet<br />

Ekber’in ileride adından çokça söz ettirecek ünlü bir müzisyen olacağı<br />

kuşkusuzdu. Ancak dünyada biribirini alt edebilecek denli disiplinli ve<br />

yetenekli sayısız çocuk yaşta müzisyen vardı. Eğer Ahmet Ekber yaşlı<br />

Hırvat ile dünyayı gezer ve ölü insanlarla temas etmeyi başarabilirse,<br />

işte o zaman hiçbir insanın sahip olamayacağı bir konumu elde etmiş<br />

olacaktı. Kemanını öyle bir çalacaktı ki, icrasına huzur bulmaya gelen<br />

sıkıntılı ruhlar eşlik edecekti. Onun ilerideki konserlerini hayal ediyor,<br />

Ahmet Ekber kendisini çalmaya kaptırmışken, salonun gizli yerlerinde<br />

konuşlanmış, parapsikoloji kürsülerine bağlı mistik araştırmacıların<br />

doğaötesi frekanslara hassas teknolojik cihazlarla mekanın ürpertici<br />

ziyaretçilerini saptamaya çalıştıklarını gözününü önüne getiriyor, daha<br />

sonra bu insan aklını zorlayan bulguların raporlara dönüşerek dünyayı<br />

sarsacağını ve Ahmet Ekber’i yeryüzündeki en özel sanatçılardan biri<br />

yapacağını umut ediyordu. Dolayısıyla, fikre destek verdi.<br />

Stanley Kaan güzeller güzeli Kürt kız arkadaşının kaybedene, onu<br />

aramak için Gaziantep’e gidene kadar materyalist birisiydi. Duyuların<br />

ötesinde başka âlemler olabileceğine ihtimal vermiyordu. Zaten Sinem<br />

ve Scott çocuklarına dini eğitim vermemiş, onlara ampirik birer bakış<br />

açısı kazandırmışlardı. Ancak Gaziantep’te düşüncelerinin ötesinde,<br />

akıl yürütmeyle anlamlandıramadığı pek çok gizemli enteresanlıklar<br />

deneyimlemek zorunda bırakılmış ve katı zihnini o zamandan sonra<br />

doğaötesi algısına açmıştı.<br />

Gece yarısı, bir türlü uykuya dalamamasının ardından, biraz İpek’in<br />

huzurlu soluğunu dinledikten sonra yataktan çıktı, buzdolabından bir<br />

şişe soda aldı, sodayı bir dikişte içti, sonra balkona çıkıp biraz nefes<br />

alıp verdi, ardından sessizce yeğeninin odasına girdi, ışığı biraz açtı ve<br />

kırmızı kemanı eline alarak incelemeye koyuldu. Kokusu ne de hoştu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

64<br />

Kaybedilen Sevgiliye Dökülen Gözyaşları<br />

Yaşlı Hırvat’ı o hafta akşam yemeğine davet ettiler. Yemekleri İpek<br />

ve Stanley Kaan internetten izledikleri yemek programlarına bakarak<br />

birlikte yaptılar. Çorbasından ara sıcağına, salatasından tatlısına tamı<br />

tamına dokuz çeşit yemek hazırladılar. Fakat yaşlı konukları renk renk<br />

yemeklerin kokularına ve görünüşlerine, sofra sunumuna, masanın şık<br />

atmosferine iltifatlar ettiyse de, yemeklerin hiçbirini, mezeleri dahi bir<br />

çatal olsun tatmadı. Bir sürahi soğuk suyun eşliğinde yanında getirdiği<br />

kapkara hurmaları yedi sadece. Sorduklarındaysa ruhani âlemle daha<br />

rahat temasta kalmasına sağlayan özel bir diyet uyguladığını söyledi.<br />

Çocuk da sofrada olduğu için, nasıl öğrendiğini sormamalarını rica<br />

ettiği aksanlı, tuhaf Türkçesiyle konuşuyordu. Bahsettiği anlaşılması<br />

güç konuları ev sahibi çiftin daha rahat kavrayabilmesi adına çok hoş<br />

alegorik hikayeler anlatıyor, böylece çocuğun da dikkatini vermesini<br />

sağlıyordu. Kendisi hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Planlarından<br />

bahsetmeyi yeğliyordu. Ahmet Ekber ile öncelikle tarihe geçmiş kimi<br />

katliamların gerçekleştiği yerleri ziyaret etmek istiyordu. Toplu olarak<br />

ölüme gönderilmiş insanların yaşayanlarla temas kurmaya biraz daha<br />

gönüllü olduğunu görmüştü. Hem de birçok ruhaniyete kulak verildiği<br />

için kendilerinden elde edilen bilgilerin doğruluk payı artıyordu.<br />

İlerleyen saatlerde İpek’ten kışkırtıcı bir teklif geldi. Eski eşi Sean<br />

Hakan’ın malikanesine gitmelerini, keza malikane topraklarında insan<br />

gömülü olduğunu bildiğini, bunların bazılarının kendisi orada yaşıyor<br />

iken gece yarıları gizlilik ve çabuklukla defnedildiğini söyledi. Öneri<br />

Stanley Kaan’ın moralinin bozulmasına yol açtı. Yaşlı Hırvat cidden<br />

ölüler ile temas kurabiliyorsa, Kürt güzelini er geç öğrenecekti İpek.<br />

Bunu istemiyordu. Fakat bilmeği, İpek’in bildiğiydi. Kızdan haberi<br />

vardı. Kızı acı şekilde öldürdükten sonraki haftalarda vicdanı sızlayan<br />

ve korku duyan Sean Hakan İpek’i aramış, yaptığı büyük kötülüğün<br />

detaylarını ona anlatmıştı. İpek bundan söz etmeye başladı. Stanley<br />

Kaan eliyle yüzünü, daha doğrusu, akmaya başlayan acı gözyaşlarını<br />

gizledi. Ona dokunmadılar. Yaşlı konuk ve İpek sohbete kaldıkları<br />

yerden devam ettiler. Böylelikle mistik dünya turunun ilk rotası belli<br />

olmuştu. Yalnız, malikane topraklarına Stanley Kaan’ın arzuladığınca,<br />

gizlice girilmeyecekti. Ertesi gün çocuk babasına telefon açacaktı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

65<br />

Kimseye Etmem Şikayet<br />

Ahmet Ekber babasının görünüşüne epeyi şaşırdı. Sean Hakan onun<br />

hatırladığı son haline hiç benzemiyordu. Gözle görünür bir biçimde<br />

yaşlanmıştı; Stanley Kaan ile yan yana gelselerdi, onun kardeşinden<br />

on yaş daha büyük olduğu düşünülürdü. Oğlunu ve beraberinde gelen<br />

yaşlı arkadaşını (ikili arkadaş gibi davranıyordu) coşkuyla karşıladı.<br />

Le Violon Rouge, fils dışarıdaki sert esinti yüzünden tatlı bir ritimle<br />

hafifçe sallanıyordu. Sean Hakan yaşlı konuğuna viski ve puro ikram<br />

ettiği sırada, Ahmet Ekber kendisine olağanüstü derecede benzeyen<br />

son balmumu heykelin önünde hayranlıkla dikiliyordu. Savrulan puro<br />

dumanları ahşap tavana ağır ağır yükselmeye başladığında bile Ahmet<br />

Ekber hâlâ heykelin yanındaydı. Sean Hakan’ın gözü hasretle özlediği<br />

oğlunun üzerindeydi. Yüzü gülüyordu. Yaşlı Hırvat’ın gözlerindeyse<br />

kibirli bir gülümseme vardı. Sean Hakan ile zamanında bir ortaklıkları<br />

olmuştu. Bir kış ayı, medeni dünyanın unuttuğu iki Afrika hükümetini<br />

birbirlerine düşürerek, iki tarafa da mühimmat pazarlayarak yüklüce<br />

bir miktarda para kaldırmışlardı. Hırvat, geçen kuşağın belki en büyük<br />

futbolstarı olan Sean Hakan <strong>White</strong> hakkında hemen her şeyi biliyordu,<br />

ancak Sean Hakan kendisini tanımıyordu; zaten ortaklıkta bulunduğu<br />

kimseleri şahsen hiç görmemiş, onlarla tanışma imkanı bulamamıştı.<br />

Malikanenin yeni kahyası yanındaki hizmetli kızlarla birlikte belirli<br />

aralıklarla tekneye gelerek ikramlarda bulundu. Ahmet Ekber önceden<br />

hiç tatmadığı bir meyveyi denedi yalnızca. Asıl tuhafına gidense, yaşlı<br />

Hırvat’ın, önüne konan bütün tabaklara oburca elini uzatmasıydı. Aynı<br />

adam daha iki gün önce kendi sofralarındayken sadece hurma yemişti.<br />

İkram faslının ardından, yaşlı Hırvat, Ahmet Ekber’den, babasına jest<br />

olarak, biraz keman çalmasını rica etti. Çocuk malikaneye koyu kızıl<br />

vernikli özel kemanını değil, ondan pahaca çok daha üstün olan yedek<br />

kemanını getirmişti. Bunu çocuğun tam da anlayamadığı bazı kapalı<br />

nedenler öne sürerek yaşlı Hırvat önermişti. Ahmet Ekber ilkin kendi<br />

bestelediği parçalardan ikisini çaldı. Sean Hakan’ın gözleri mutlulukla<br />

nemlendi. Daha sonra yaşlı Hırvat çocuğun kulağına yaklaşıp bir şey<br />

fısıldadı. Çocuk, hiç görmediği dedesi Scott <strong>White</strong>’ın bayıldığı Türkçe<br />

parçalardan olan Kimseye Etmem Şikayet’i çalmaya başladı ve Hırvat<br />

hoş nağmelere yumuşak Türkçesiyle eşlik edip parçayı seslendirdi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

66<br />

Bir Dolap Dönüyor Yine<br />

Ziyaretime aileden olmayan birisi geldiğinde, Nurhayat Hanım ona<br />

on dakika süre tanır, on dakika dolduğunda kapıyı tıklatmadan odaya<br />

girer ve beni ziyaretçiden kurtarırdı. Son gelen ihtiyar beni huzursuz<br />

etmişti. Pencereye dönüktüm, penceredeki yansımadan çapraz duvarda<br />

asılı saati gözlüyor, dakikaların geçmesini bekliyordum. Fakat dakika<br />

dolduğu halde Nurhayat Hanım odaya girmeyince ters giden bir şeyler<br />

olduğunu anladım. İşte o zaman kendi kasti mırıltılarımdan ötürü ne<br />

dediğini duymamayı başardığım adamı dikkatle dinlemeye koyuldum.<br />

En sonunda inadı bırakıp kendisini dinlediğimi fark edince yaşlı adam<br />

oturduğu sandalyeyi götürüp kapının koluna dayadı. Nurhayat Hanım<br />

istese bile giremeyecekti odaya. Öd kopması nedir, o esnada yaşadım<br />

diyebilirim. Şaşkınlıktan kıpkırmızı kesildiğimi hissediyordum.<br />

İnsanlardan sakladığım gerçeği her nasılsa biliyor gibiydi. Yine de<br />

o konuşadursun tedbiri elden bırakmıyor, rol yapmayı sürdürüyordum.<br />

Yanında getirdiği sarı zarfı o zaman açtı. Gece yarıları tebdili kıyafet<br />

evden ayrılıp sokaklarda sürterken çekilmiş onlarca fotoğrafım vardı<br />

elinde. Numara yapmayı kestim haliyle. Belimi doğrulttum, tekerlekli<br />

iskemlemden kalktım, vücudumu esnettim, ohh, boynutu kütürdettim.<br />

Kim olduğunu sordum ona. Herkesin bildiği kimliğini açıkladı ve<br />

bunun asıl kimliği olmadığını da. Ardından uzun bir müddet sustum ki<br />

konuşsun, ne biliyorsa, bana şov yaparcasına anlatsın. Anlattı. İhtiyar<br />

bildiklerini anlattıkça öfkeden kudurdum. Üzerine atılıp onu boğasım<br />

geldi. Kimse de benden bunu yaptım diye hesap soramazdı. Fakat o<br />

konuşmayı sürdürdükçe onu boğmamın imkanı olmadığını sezdim ve<br />

yapmamı dilediği şeyleri sıraladığında isteklerini mantıklı buldum. El<br />

sıkıştık. Tekrar ziyaretime geleceği ana değin sabırsızlık duydum.<br />

Ertesi haftanın başında, gece yarısı, Nurhayat Hanım yaşlılığına has<br />

ölüm uykusuna yatmışken, önceki gelişinde kalıbını aldığı ve herhangi<br />

bir anahtarcıda basitçe çektirdiği kopya anahtarla daireye girdi. Yanı<br />

sıra birini daha getirmişti. Adam benim bire bir kopyamdı. Annem ve<br />

babam, tövbe estağfurullah, tekrar hortlayıp bir araya gelseler, bana bu<br />

denli benzeyen bir herif mümkünü yok doğmazdı. İşgüzar ihtiyarımız<br />

yaşlı adamı haplamış, öyle getirmişti. Herif ayakta zor duruyordu, onu<br />

tekerlekli iskemleme oturttuk. Gerginliğimizi alsın diye sigara yaktık.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

67<br />

Meğerse<br />

Sigaraya doyamadık. Birer tane daha yaktık. Sonra birer tane daha.<br />

Odam iyice duman altı oldu. Ceket cebinden bir ustura çıkardı ihtiyar.<br />

Bana ikizlerim gibi benzeyen herifin tişörtünü çıkarmamı istedi. Okey,<br />

yaptım dediğini. Herifi öne eğdik. Usturayla sırtına iki tane çizik attı.<br />

Bu kez cebinden küçük parmağıma benzeyen şeffaf, cam bir şişe çıktı.<br />

Kapağını açtı, şişenini ağzına parmağının ucunu dayadı, şişedeki ıslak<br />

şeyle nemlenmiş parmağını herifin sırtındaki, ustalıkla incecik çizilip,<br />

doğru dürüst kanamamış bile olan kesiklere sürdü. Ardından ceketinin<br />

ceplerini tekrar karıştırdı ve hayatımda gördüğüm en minik şırıngayı<br />

çıkardı oradan. Siyah tişörtünü tekrar giydirdik, onu geriye yasladık.<br />

Sol eliyle çenesinden kavradı onu, ağzını açtı, dilinin altına, yumuşak<br />

dokuya şırınganın iğnesini batırdı ve içindeki sıvıyı enjekte etti. Sırt<br />

bölgesinde bulunan kesiklere uygulanan ecza sayesinde adam benim<br />

önceki halim gibi zihinsel ve bedenli engelli olacak, dil altına batırılan<br />

iğne sayesinde de ekstradan salya akıtıp duracaktı. Keşke bu sıvıdan<br />

haberim olsaydı, diye düşünmeden edemedim, tükürüğümü biriktirip<br />

salya gibi akıtmaktan nefret ediyordum çünkü.<br />

E tanımışsınız artık; Steven Arda, ben. Başından beri dehşetle takip<br />

ettiğiniz bu novellayı kaleme alan kişi; <strong>White</strong> Kardeşler’in en akıllısı.<br />

Bilincim yirmi sene kapalıydı. O sıralar ne âlemlerdeydim bilemem.<br />

Kardeşim Stanley Kaan esmer güzeli o hatunla ziyaretime geldiğinde,<br />

hatırlarsınız, bana büyülü bir toz yutturdular. Gerçi, hani kaşıkla zorla<br />

yuttururlar, öyle değil, damağıma birazcık sürdüler, ben onu sonradan<br />

yuttum gitti, ondan diyorum. Neyse. Bilimcim ilk yerine geldiğinde<br />

nasıl da dehşete kapılmıştım! Aklım başımdan gitmişti. Bu tabir pek<br />

uymadı farkındayım, çünkü aklım zaten başıkda değildi. Of, niye lafı<br />

uzatıp duruyorsam! Çeneme vurdu herhalde onca yılın acılı yalnızlığı.<br />

Onlarla o senesi güle oynaya güzel vakit geçirdim. Sonra bir şekilde,<br />

dönüş vakitlerine yakın, kardeşimde huzursuzluk sezdim. Ne kadar<br />

anlamamazlıktan gelsem de, beni kandırdıklarını anlamıştım, bir rüya<br />

değildi yaşadıklarım; babam yüzünden tam yirmi koca senem gitmişti.<br />

Nasıl fark ettim bilmiyorum, Stanley Kaan’ın niyetini sezdim; bana bu<br />

yalanı daha fazla yaşatmamak için tozdan kurtulacaktı. Yok canım! O<br />

kadar kolay değildi işte o iş! Tozu yok olmaktan kurtarmayı başardım.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

68<br />

Türk İşi Seyreltilmiş Büyü<br />

Bana tozu gün aşırı uyguluyorlardı. Bir gün benimle geçiriyor, bir<br />

gün kendi başlarına gezip tozuyorlardı. Onlar gezerlerken ben eski<br />

halimde bilinci kapalı olarak kalıyordum. Derken büyülü tozun yerini<br />

buldum. Anlaşılmayak küçük bir kısmını zulaladım. İyi geceler dileme<br />

vaktim geldiğinde, uyumadan önce tozdan bir tutam yutuyordum ki<br />

uyandığımda aklım başında olsun. Tabii onlar bunu bilmiyor, mamamı<br />

yedirdikten, salyamı sildikten sonra hiç utanma duymadan karşımda<br />

öpüşüyor, yiyişiyor, hızlarını alınca toparlanıp gezmeye çıkıyorlardı.<br />

Onlar evde yoklarken babamın laboratuvarında tanık olduğum bazı<br />

deneyleri hatırlamaya zorladım hafızamı ve toz üzerinde birtakım<br />

çalışmalarda bulundum. Hatta bir gün çıkıp parasız kaldığı için kaçak<br />

kürtaj yapan esrarkeş bir eski kimyagerle saklı muayenehanesinde<br />

görüşüp tozun seyreltilebileceğini ve bunun nasıl yapılacağını adım<br />

adım harfiyen öğrendim. Adam tozla pek ilgilenmemişti ve anlatmaya<br />

kalkıştığımda da kendisiyle kafa bulduğumu düşünmüştü, ama yine de<br />

oyunuma ortak oldu; tozu seyreltme yöntemini öğrenmekle kalmayıp<br />

aslına çok benzeyen bir kese plasebo çakma toz da ürettik. Kardeşimin<br />

üzerine sifon çektiği o içinde mısır ununa kadar bir sürü bok püsür<br />

olan toz sahteydi anlayacağınız.<br />

Büyülü tozun aslını ne kadar seyreltsem de etkisi değişmiyor. Şu an<br />

zulamda yedi çuval seyreltilmiş toz var. Tadını falan da güzelleştirmiş<br />

olduğumuz için bazen dayanamayıp yemek kaşığıyla ağzına tıktığım<br />

oluyor. Dozajındaki değişiklik etkisini değiştirmiyor; dilimin ucuna<br />

bir tutam değdirmemle, boğazımdan aşağı bir maşrapa sulandırılmışını<br />

dökmem hiç fark etmiyor.<br />

Yeri gelmişken: Kullandığım üslup sizi yanıltmasın. Bu novellayı<br />

yazmaya, şu son bölümlerde hikaye ediyor olduğum zamandan yirmi<br />

yıl sonra, altmış yaşımı doldurduğumda başladım. Ailemin hikayesi<br />

olan kitap, üç kardeşin altmış yaşlarına kadarki hayatını anlatıyor.<br />

Tekrar hayata dönüp yerime hayatını elinden aldığım bir benzerimi<br />

koyduğumu, yaşlı ortağım haricinde bir kişi daha biliyor: Pek sevgili<br />

yeğenim Ahmet Ekber. Tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki kendisi<br />

çok çakal ve düzenbaz bir çocuk, ama aynı zamanda büyük bir keman<br />

virtiözüdür. Karanlık bir ortaklık içerisindeyiz üçümüz. Hah ha.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

69<br />

Yaşlı Hırvat’ın Asıl Amacı<br />

Yaşlı Hırvat’ın aslında öte âlemlere karşı ilgisi yoktu, hatta onun bu<br />

âlemlerin varlığına inandığından bile şüpheliyim. Yeğenimin kırmızı<br />

kemanını istemesinin nedeni, bunu kendisi açıkladı, çocukluğumuzda<br />

karşılaştığımız Le Violon Rouge teknesinin sahibesine ömrü boyunca<br />

aşık olması, kadının teknede tek başına ölmesi, kemanınsa teknenin<br />

omurgasındaki kirişlerden yapılmasıydı. Bütün ömrü boyunca aşkıyla<br />

yanıp tutuştuğu, kendisinden on üç yaş büyük olduğunu öğrendiğim<br />

kadından kendisine kalan tek hatıra bu kemandı. Le Violon Rouge, fils<br />

isimli teknenin orijinalinin eş kopyası olduğunu bildiği için, ihtiyar,<br />

kardeşim kendisini teknede ağırladığında duygu dolu anlar yaşamıştı.<br />

Onlar teknedelerken, yeğenim Ahmet Ekber yanında getirdiği yedek<br />

kemanıyla Sean Hakan’a babamızın sevdiği parçalardan bir potpuri<br />

icra etmekteyken, kırmızı kemanın haftalar önce hazırlanmış ustaca<br />

bir kopyasını Hırvat’ın adamları aslıyla değiştirmişlerdi. Yaşlı Hırvat<br />

keman çalmayı bilmiyordu, bu sebeple hayatının son dönemlerini, bir<br />

camekanın içerisine koyduracağı kızıl kemanı yaşlı gözlerle süzerek<br />

ve Ahmet Ekber’in kırmızı kemanı çalarak doldurduğu demo kayıtları<br />

yürek yakıcı eşşiz acısıyla dinleyerek geçirecekti. Zamanında kendisi<br />

meteliksiz bir adam olduğu için, kocası ölüp aşkla bağlı olduğu kadın<br />

okyanuslarda yapayalnız kaldığında onun izini sürüp de aşkını itiraf<br />

edememişti. Karanlık işlere girip eli paralandığındaysa izini sürdüğü<br />

artık o kadın değil, kadınla birlikte suların derinliğini boylamış olan<br />

tekne enkazıydı. Yüreğim sıkışarak dinledim hayat hikayesini.<br />

Hollandalı kadının bizi çocukluğumuzda torunlarıymışçasına sevip<br />

anne babamıza da aynı şekilde büyük bağlılık duyduğunu öğrenmiş ve<br />

kendisi de bizi yıllar yılı araştırdıkça her birimize sempati beslemişti.<br />

Kardeşlerimin sportif kariyerlerinin yükselişlerinde olsama bile bu<br />

yükselişlerin istikrarını korumasında gizliden gizliye katkısı olmuş ve<br />

özellikle Sean Hakan’ın göz kamaştıran müthiş servetini elde etmesine<br />

yardımı dokunmuştu, ancak onu tehlikeli ortaklıklardan, cinayetlerden<br />

ve başına gelen trajediden korumakta başarılı olamamıştı. Şimdilerde<br />

ise Ahmet Ekber sayesinde aileye karşı açıktan bir yakınlık kurabilmiş<br />

ve beraber zaman geçirdikçe bağlandığı Ahmet Ekber’e alışıp torun<br />

sevgisini tadabilmişti. Gözlerinden anlıyordum. Bizi seviyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

70<br />

En Zor Şeyidir Dünyanın, Ne İsteyeceğine Karar Vermek<br />

Resmi olarak yeryüzünde değildim. Kimliksizdim. Sahte hüviyetler<br />

ile dolanıyordum. Görünür ve karanlık iş çevrelerinde ihtiyar Hırvat<br />

beni insanlara yaveri ve manevi oğlu sıfatıyla takdim ediyordu. Bir<br />

dizi estetik operasyon geçirmiş, kardeşlerimi andıran kırk iki yıllık<br />

yüzümden kurtulmuştum. Yeni görünüşümle sanki daha karizmatik bir<br />

adam olmuştum. Param vardı, nüfuzum vardı ve dilediğim her alanda<br />

olanaklar alabildiğine önümde seriliydi. Ne istersem yapabilir, nasıl<br />

biri olmayı arzularsam öyle bir adam olabilirdim. İtiraf etmeliyim ki<br />

başlarda odağımı şaşırdım; on yıllar boyunca bir odaya hapsolmuş<br />

biriyseniz, hayatınız birden değişip bütün olanaklar önünüze serildiyse<br />

atılacak bir sonraki adım için (veya en basitinden canınızın neler neler<br />

istediğiyle ilgili) öyle kolay kolay karar veremiyorsunuz.<br />

Ciddi ciddi, oturup düşündüm bunu. Bir karar vermem gerekiyordu.<br />

Yoksa niye yaşıyordum ki? Beni hayata bağlayacak, küçük şeylerden<br />

zevk almamı sağlayacak, kanımı ısındıracak bir hedefim, hedeflerim<br />

olmalıydı. Çocukken heves ettiğim gibi ressam olmayı düşledim. Çok<br />

özenirdim yaptığım resimlere. Yahu bu yaşta çocuk bu kadar detaylı<br />

nasıl resmediyor, derdiniz görseydiniz. Bir diğer düşüm de bir ekiple<br />

birlikte gecemizi gündüzümüze katıp büyük bir şevkle dünyanın dört<br />

yanında her şey hakkında belgeseller çekmekti. Safari belgeselleri, av<br />

belgeselleri, tarihi belgeseller, kozmik belgeseller, daha bilimsel olan<br />

belgeseller, arkeolojik belgeseller… Karar veremiyordum. Zordu.<br />

Sonunda kararımı verdim. Benim istediğim İpek’ti. Nabokov’un o<br />

satırlarındaki gibi; İpek, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım,<br />

ruhum. İpek’e hâlâ aşağım. Bilincim yirmi yıl üzerine yerine geldiği<br />

an inanın ilk düşündüğüm İpek’imin çocuklukta kalan o güzelim yüzü<br />

olmuştu. İpek şu an kırk dört, kırk beş yaşlarında olmalı. Bense kırk<br />

ikiyim, ama bunun yalnızca yirmi ikisini gördüm, duydum. Anladınız<br />

ne demeye çalıştığımı; hâlâ bir delikanlıyım ben, hâlâ. Onu istiyorum.<br />

Kardeşlerimden Stanley Kaan’ı hep daha çok sevmişimdir, ama İpek’i<br />

elde etmek için ömrümün en büyük ikinci kötülüğünü ne yazık ki ona<br />

yapacağım. Kardeşimin mutluluğunu elinden alacağım. Ve muvaffak<br />

olacağıma inancım tam; kardeşimin çok sorumluluğu var, benimse<br />

İpek için vaktim, enerjim, imkanlarım. Aşığım ulan! Var mı dahası?


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

71<br />

Yirmi Birinci Yüzyıl Beyefendisi<br />

İşim zordu, kolay değildi. İşleri başından aşkın Stanley Kaan’ı fazla<br />

hafife alıyordum. Onun yerine göre tam bir aşk meşk adamı olduğunu<br />

unutuyordum. Bense öylesine toydum ki bu işlerde. Ama kafaya bir<br />

kere koymuştum. İpek benim olacaktı.<br />

Öncelikle kendimi aileye nasıl takdim edeceğimi bulmalıydım. En<br />

iyisi belki Ahmet Ekber’in musiki çalışmaları ve dünyaca tanınması<br />

için olanak sağlamak, anne babası ile bunu kullanarak yakınlaşmamdı.<br />

Evet, en doğrusu buydu. Yeğenim ile görüştüm. Benim tekrar ailesinin<br />

kopmaz bir parçası olabilmem için işbirliği yapmaya hazırdı.<br />

O sıralarda yaşlı Hırvat’ımız, çocuğun kemanını ele geçirdiği için,<br />

biraz geri plana çekilmek isteyip kendisine seyahat etmesinin sakıncalı<br />

bulunduğu bir hastalık icat etmişti. Mistik dünya turları şimdilik rafa<br />

kalkmak zorunda kalmıştı böylece. Ahmet Ekber ile İspanya’ya dönüp<br />

çocuğu tamamen müzik çalışmalarına yönlendirdi. Bense hazırlıklarla<br />

uğraşmaktaydım. Kendimi İpek gibi zarif bir kadının hoşuna gidecek<br />

şekilde geliştiriyordum. Çok eksiğim vardı. Kalabalık meclislerde, şık<br />

kokteyllerde, galalarda, iş toplantılarında, toyluğum yüzünden elim ve<br />

ayağım birbirine dolanıyor, hareketlerimi nasıl yönlendireceğimi, nasıl<br />

konuşmam gerektiğini, duruşumu, tavrımı nasıl etkin kılabileceğimi<br />

tam kestiremiyordum. Yaşlı Hırvat dostumun, Ognjen Bey’in nüfuzu<br />

sayesinde bulunduğum şehirdeki kalburüstü etkinliklere çağrılıyor ve<br />

bu tarz elit toplantılarda acemiliğimden, eksikliklerimden kurtulmaya<br />

çabalıyordum. Ognjen Bey, bana yol yordam öğretmesi için, nereye<br />

gitsem eşlik eden, son derece tatlı, modellik yapan yirmi dört yaşında<br />

bir kızla tanıştırdı. Kız, Ognjen Bey’in ailesinin uzak kanadından bir<br />

akrabasıydı. Araları da çok iyiydi. Şimdi düşünüyorum da, o dünyalar<br />

sevimlisi, tatlı Jelena olmasaydı, kendimde kesinlikte İpek’in karşısına<br />

çıkacak cesareti bulamazdım. Yirmi birinci yüzyılın henüz girdiğimiz<br />

ikinci yarısında, seçkin hanımların kalplerini çarptıracak niteliklerde<br />

uygar bir beyefendi nasıl olursa layığıyla öyle olabilmemi Jelena ile<br />

olan tanışıklığıma borçluydum şüphesiz ki.<br />

Bir öğle vakti İspanya’dan telefon aldım. Bir bayan sesi. Tanımam<br />

imkansızdı. İpek’ti hattın öte ucundaki. Kendisini tanıttığı ve çocuğu<br />

için sağladığım olanaklar adına teşekkür ettiğinde soluğum kesiliverdi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

72<br />

Caz Dinletisi<br />

Jelena’yı beraberimde gelmeye ikna ettim. İpek’in üzerinde daha<br />

yoğun bir etki bırakabilmem için Jelena sevgilimmiş gibi rol yapacak<br />

ve böylesi hoş bir genç bayanı elde edebilmiş olmam İpek’in ilgisini<br />

çekecekti. Biletlerimizi aldığımız sabah İspanya’dan ikinci bir telefon<br />

aldım. Bu defa arayan kardeşimdi. Telefonu kendisiyle henüz tanışma<br />

fırsatı bulamamış bir yabancı edasıyla yanıtladığım halde kardeşimle<br />

sohbet etmek bana iyi geldi, mutluluk duydum, onu özlemiş olduğumu<br />

fark ettim. Çalıştırdığı takım ile İspanya Kral Kupası’nı, Copa Del<br />

Rey’i almış ve geleceğim akşam, kaldığı villanın bahçesinde toplu<br />

davet düzenliyormuş, buna katılacak olmam onları sevindirmiş falan.<br />

Olanca ikiyüzlülüğümle tebrik ettim onu; izlememiş olduğum halde<br />

final maçının rövanşında takımının gösterdiği nefis performansla tv<br />

karşısında nasıl da büyülendiğimden söz ettim.<br />

Aeropuerto de La Coruña dış hatlar çıkış peronunda bizi kendisinin<br />

bizzat almaya geldiğini görünce onore oldum. Takınmam gereken rolü<br />

az kalsın unutuyor, yıllardır görmediğim kardeşimin boynuna hasretle<br />

sarılıyordum. Neyse ki güzel Jelena kolumu hafiften şöyle bir dürterek<br />

toparlanmamı sağladı. Kendine nasıl da bakmıştı Stanley Kaan. Çakı<br />

gibiydi. Maşallahı vardı. Yakışıklı kardeşimle gurur duydum. Diğeri<br />

ise, Sean Hakan, duyduğuma göre berbat haldeydi. Kan öksürüyor,<br />

hızla kilo kaybediyordu. Sean Hakan’ın onca servetine karşın yalnız<br />

kalması ne acı. İnsanlardan nefret etmemem ve başımdan ne geçerse<br />

geçsin kalbimi katılaştırmamam gerektiğinin en canlı örneği odur.<br />

Nihayet o beklenen an geldi. İpek bizi villanın girişinde bekliyordu.<br />

Stanley Kaan’ın aracından indik. Sıcakkanlı bir tavırla geldi yanımıza.<br />

Yanaklarımızdan öptü bizi. Gördüğüm en güzel kadındı. Gözlerimin<br />

içine içine bakarak konuşması aklımı başımdan almaya yetti. Sizlere<br />

yemin ediyorum, kadın hiçbir şey yapmadan iki dakikada sarhoş etti<br />

beni. Gece boyunca da en çok bizimle ilgilendi. Bunu belki S. Kaan<br />

istemişti ondan, belki de gözlerimi üzerinden zor ayırışım yüzünden.<br />

Son dönemde dünya çapında popüler olmuş, isimlerini sık işittiğim<br />

bir caz grubu sahne alıyordu bahçede. Dört yüzü aşkın davetli vardı.<br />

Deportivolu futbolcularla, antrenörlerle, kulübün başkanıyla, sportif<br />

direktörüyle, kongre üyelerinden bazılarıyla tanıştırıldım.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

73<br />

Mümkün Değil Şu İpek’i Anlamak<br />

Evinde istirahatte olduğu zannedilen Ognjen Bey’in aslında Çad’da<br />

olduğunu yalnızca ben biliyordum. Kendisinden haber alamıyordum<br />

günlerdir. Evlerinde ağırlanmak üzere İspanya’ya gideceğimiz haftaya<br />

kadar düzenli olarak Ahmet Ekber ile görüşebiliyordum, fakat son altı<br />

gündür telefonu sürekli kapalıydı. Stanley Kaan havaalanında Jelena<br />

ve beni karşılayana kadar bir şeylerin ters gidiyor olduğundan korkup<br />

telaşlanmıştım. İpek’le karşılaştıktan sonraysa tamamen rahatladım.<br />

Gece boyunca Ahmet Ekber’i ortalarda göremedim. İpek’e sordum.<br />

Midesinden rahatsız olduğunu, ilaç içip erkenden yatağına girdiğini,<br />

kendisini kahvaltıda görebileceğimi söyledi. Üzerinde durmadım.<br />

Gece sonlanıp davetliler villadan ayrıldığında İpek bizi bizim için<br />

hazırlanan odaya çıkardı. Üzerimi değiştirdikten biraz sonra ben tekrar<br />

bahçeye indim. Jelena çok içmiş, sarhoş olmuştu, çarşafı açmadan küt<br />

diye yatağın üzerine devrilmiş, hemen uyumuştu. Güzel esiyordu hava<br />

ve dolunay vardı. Mutluluktan şaşkın haldeydim. İpek’e bunca yakın<br />

olabilmenin mutluluğuydu bu. Ardı ardına sigara yakıyordum farkına<br />

varmadan. Üzerimdeki parlak yıldızlar sanki ruhumun göğe dağılmış<br />

parçalarıydılar. İçim öylesine ferahtı.<br />

Sallanan hasır bir sandalyedeydim. Bacaklarımı uzatmıştım, keyif<br />

çatıyordum. Arkamda bir çakmak çaktı. Başımı çevirdim. Anlaşılan<br />

İpek de uyuyamamıştı. Kibarca selamladı beni. Sigarasını tutuşu, içişi,<br />

serin esinti yüzünden hırkasına sarılışı, ağzına giren saç tellerini geri<br />

atışı, kısaca her şeyi öylesine büyüleyiciydi ki o gece. Ben de selam<br />

verdim. Konuşmaya başladık. Ayakta dikilmekten sıkılınca karşımda<br />

duran hasır kanepeye oturdu. Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.<br />

İpek birden gece boyunca neden sürekli kendisini izlediğimi sordu.<br />

Yanımda dünyalar güzeli bir kız olduğu halde. Ben bu ani soruya bir<br />

yanıt ararken, yine ansızın, benimle sevişmek istediğini söyledi. Yine<br />

öyle gözlerime bakıyordu. Göz temasımız bu defa epeyi heyecanlıydı.<br />

Kalbim delice çarpıyordu. Boynumdaki nabız atışını duyuyordum. İki<br />

dakika kadar sessizce durduk. Tepki vermekte gecikmiş, belki de bu<br />

yüzden utanmasına neden olmuştum, belki de, daha kötüsü, ne kadar<br />

toy birisi olduğumu sezmiş ve bana acıdığı için, kendisine kızdığı için<br />

susuyor, kalkıp gitmek için küçücük bir jestimi bekliyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

74<br />

Dört Tekerli Pembe Garsoniyer<br />

Yer yarılsa da içine girsem diye bekliyordum ki, İpek gene, hafiften<br />

bozulmuş bir sesle, deminki gibi ansızın, kendisiyle sevişmek istiyor<br />

muyum istemiyor muyum öğrenmek istedi. Üzerime lanet olası bir<br />

tutukluk gelmişti. Dayanamadı sonunda, ayağa kalktı, elinde tuttuğu<br />

paketteki son sigarayı dudaklarına koydu. Çakmağın titrek alevi güzel<br />

yüzüne vurdu. Kendisini izlememi söyleyip yürümeye başladı. Dışarı<br />

çıktık. Pembe arabasına bindik. Arada böyle çılgınlıklar yaptığını ama<br />

kesinlikle kocasının evinde başkasıyla sevişmediğini söyledi.<br />

Heyecanla soluyordum. Böylesi heyecanları insan rüyalarında bile<br />

nadiren yaşar. Zaten nedense insan rüya görüyorken normal hayata<br />

nazaran daha ihtiyatlı oluyor, ancak uyandıktan sonradır ki, lan keşke<br />

şöyle şöyle davransaydım, rüyaymış, ne bileyim, falan diyor. Karanlık<br />

bir yoldan ilerledik. Issız bir kırsaldan geçtik az sonra. Yoldan çıkardı<br />

bizi İpek, araba eğimli, tümsekli, çimenlik bir arazide tangır tungur<br />

dalgalanmaya başladı. Sertleşmiş ve ıslanmıştım. Bir kontrol ettim ki<br />

şortumun üzerine bile geçmiş ıslaklık; tam rezillik. Derken büyük mü<br />

büyük bir ağacın kalın gövdesinin önünde durduk. İpek farları kapadı.<br />

İncecik bedeniyle uzanıp dokunmatik kontrol ekranındaki göstergeye<br />

basmasıyla birlikte oturduğum koltuk mekanik bir yumuşak tıkırtı<br />

çıkararak arkaya yattı. İpek elbisesini kalçasının hizasına kadar sıyırdı<br />

ve çevik bir hamleyle, yüzü bana dönük, kucağıma oturdu. O elbiseyi<br />

üzerinden tamamen sıyırırken ben de şortumun düğmesini çözdüm,<br />

fermuarımı açtım, şortu çıkarıp dizlerimden aşağı ittim zorlanarak.<br />

Başımı kaldırdığımda, ay ışığı sayesinde oluşan harika alacakaranlıkta<br />

İpek’in dolgun göğüslerinin yüzümün tam önünde olduğunu gördüm.<br />

Vücudu yirmili yaşlardaki genç bir kadının vücudu gibi diriydi hâlâ.<br />

Tutkuyla, heyecandan nefes nefese, bedenlerimiz ateşler içinde yana<br />

yana, biraz sertçe, biraz hırpalayarak, ısırarak, tırmalayarak, kızartarak<br />

ve yolarak, bazen gözlerimizi yumarak, rahat ve zevkten kıvrandırıcı<br />

olan pozisyonumuzu hiç değiştirmeden, uzun uzun öpüşerek seviştik.<br />

Dönüş yolunda gözlerimiz kapanıyordu. Pembe araba çok düşük bir<br />

hızla ilerliyordu. Yolda İpek bir kez konuştu. Kim olduğumu bildiğini<br />

söyledi. Gözlerim o an zınk diye açıldı. Geceyi uykusuz geçirdim.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

75<br />

Liverpool’a<br />

İpek önceki gece aklımı başımdan öylesine almıştı ki uykusuzluğun<br />

da etkisiyle kahvaltıda elim ayağıma dolanıyordu. Kendisi ise normal<br />

davranıyordu, demek ki böyle kaçamaklara alışkındı, toparlanabilmiş,<br />

hiçbir şey olmamışçasına sakinleşebilmişti. Tanışmamı istediği birisi<br />

olduğunu söylüyordu Stanley Kaan. Kahvaltı bitiminde beni yanına<br />

aldı, üst kata çıktık. Tanışmamı istediği kişi Mike’tı; babamın sakat<br />

kalmama yol açan eczasının bir benzeri sebebiyle yerimi alan talihsiz<br />

adam. Nurhayat Hanım’ın kalbine yenildiğini öğrenince kötü oldum.<br />

Kadının ölümünün ardından, ona yeni bir bakıcı aramak yerine Kaan<br />

ben sandığı Mike’ı bakımını burada sürdürmek için evine almıştı.<br />

İpek, Ahmet Ekber’in kendisinden bir şeyler gizlediğini, bir şeyler<br />

çevirdiğini anlamıştı ve oğlunun ağzından girmiş burnundan çıkmış,<br />

sırrımızı ona itiraf ettirmişti. Zavallı yeğenim utancından yüzüme bile<br />

bakamıyordu. Müsait bir zaman kollayıp onunla yalnız kaldım, sorun<br />

olmadığını, kendisine kızmadığımı söyledim. Hâlâ dosttuk yani.<br />

Stanley Kaan gün boyu evde olmuyordu. İpek ile baş başa kaldık<br />

hep. Her fırsatta delileler gibi seviştik. Benimle (ve başka adamlarla)<br />

yatıyordu, ancak İpek kocasına aşıktı. Kendisinin fuck buddy’lerinden<br />

biriydim yalnızca, ilişkimiz, söylediğine göre, ben istedikçe sonsuza<br />

değin sürebilirdi. Bunu şimdilik bu şekilde yürütecek, İpek’in kalbini<br />

ileriki zamanlarda elde etmeye çabalayacaktım. Ne yalan söyleyeyim,<br />

mutluydum. Olaylar bekletimin üzerinde olumlu gelişmişti.<br />

Futbola yaz arası verilmişti. Ama Stanley Kaan takıma yeni sezon<br />

için takviye olacak olası transferlerin peşinden koşuyordu. Baş başa<br />

oturup uzun uzun sohbet ettiğimiz bir gece bana hayalinin gelecekte<br />

bir gün İnter’in başına geçmek olduğunu söyledi. Eğer bir gün bu düşü<br />

gerçekleşirse kulüp kendisini zorla kapı dışarı edene kadar İnter’den<br />

ayrılmayacak, ayrılmak zorunda kalırsa da, bu teknik direktörlük için<br />

erken bir yaşta gerçekleşecek olsa bile kariyene son verecekti.<br />

İspanya’dan derin bir huzurla ayrıldım. Bu huzurdan uzun süre ayrı<br />

kalamazdım. Yeni sezon başlamadan önce La Coruña’ya yerleştim bir<br />

sebep bulup. Fakat, şu talihsizliğime bakın ki, sezonun ilk haftasında<br />

kardeşim şok bir kararla Deportivo’yla sözleşmesini feshetti ve Ada<br />

ekiplerinden Liverpool’u çalıştırmak üzere ailesiyle İngiltere’ye göçtü.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

76<br />

Kardeş Ziyareti<br />

Onların peşine hemen harekete geçip Liverpool’a gitmeyi kendime<br />

yediremedim. Böyle yapsaydım hem kardeşimi kuşkulandırır, hem de<br />

İpek’in gözünde değersizleşirdim. Dişimi sıkmalı, bir müddet İngiltere<br />

dışındaki ülkelerde oyalanmalı, İpek’i yılda birkaç defa görmeye razı<br />

olmalıydım. Türkiye’ye döndüm ben de. Stanley Kaan ve İpek beni<br />

kimi varlıklı ailelerin koleksiyonlarına katmak istedikleri orijinalliği<br />

kuşkulu eserleri araştırmak üzere özel olarak görev alan sanat tarihçisi<br />

Profesör Yiğit Özaldem olarak tanıyordu. Bu kimliğimi bir nebze daha<br />

inanılır kılmak için sanat tarihi üzerine çeviri yayınlar yapacak olan<br />

küçük bir yayınevi kurdum. Yoğun bir şekilde kitap okumaya ve boş<br />

zamanlarımda bir şeyler karalamaya bu sıralarda merak saldım.<br />

Ognjen Bey, bakire olduğu yalanıyla kendisine yutturulmuş, ama<br />

aslında turistlere daha yüksek ücret karşılığında pazarlanmak üzere<br />

yakın zamanda vajinasını diktirmiş, olduğundan genç gösteren yerli<br />

bir kadından belsoğukluğu kapmış, fakat hastalığının semptomlarını<br />

geç göstermesi yüzünden ağır, sancılı bir başka rahatsızlığa kapılmıştı.<br />

Beni kendisine nasıl yakın gördüğünü şuradan hesap edin; akrabalarını<br />

değil direkt beni aradı. Gittim Çad’a. İlk uçağa atlayarak. Ne yazık ki<br />

kaldığı hastaneye vardığımda dünyasını değiştirmişti. Çok ağladım.<br />

Madem ki Ahmet Ekber’in bir nevi sponsoruydum ve Sean Hakan<br />

da oğluna onun heykelini yaptıracak denli kalben bağlı bir babaydı, o<br />

zaman kardeşime şöyle bir görünmenin vakti gelmişti. Bunu aslında<br />

İngiltere’ye gidecek bir sebebim olsun diye istemiştim. İpek’e yakın<br />

olmak için. Biraz da, çocukluk hatıralarımdan birinin somut örneği<br />

olan kopya kızıl tekneyi görmeyi arzuladığım için. Aralık ayında Sean<br />

Hakan’ın malikanesine gittim, ancak tekneyi görmem mümkün olmadı<br />

çünkü iki ay önce fırtınalı bir akşamüzeri üzerine yıldırım düşmüş,<br />

tekne çatırdayarak yanmaya başlamış, kardeşim bu üzücü sahneyi içi<br />

yanarak izlemişti. Olayı bana anlatırken gözyaşlarını gene tutamadı.<br />

Malikanenin yukarıdaki katları tadilattaydı. Kardeşim beni Stanley<br />

Kaan’ın kız arkadaşını öldürdüğü odada ağırladı üç gün. Ancak o sıra<br />

bunu bilmiyordum. Bu kitabı yazmaya başlamadan evvel insanlardan<br />

bilgi toplarken fark ettim kaldığım o odanın o oda olduğunu. Benden<br />

hâlâ nefretle bahsediyordu, karşısındakinin ben olduğunu bilmeden.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

77<br />

Skandal<br />

Birkaç hafta sonra, yeni yılın ilk ayında, beni mutluluktan uçuran<br />

bir gelişme oldu. Channel 5’te yayınlanan yüksek reytingli bir dizinin<br />

baş aktristi olan Venezuela kökenli bir oyuncunun ada magazinini<br />

epeyi süre meşgul eden gayrımeşru bebeğinin babasının Stanley Kaan<br />

olduğunun ortaya çıkmasının ardından, İpek kardeşimi terk etti, bana<br />

kaçtı. Bir sene önce Stanley Kaan Deportivo renklerine bağlamak için<br />

Manchester City altyapısında bulunan bir futbolcuyu gözlemek üzere<br />

adaya gelmiş, genç aktris ile bir eğlence mekanında tanışmış, o gece<br />

birlikte olmuşlardı. İpek’in saçma kararları ve takıntıları yüzünden şu<br />

sıralar Anadolu dergahlarından birinde yaşayan, Sean Hakan’ın adaşı<br />

olan oğlunun izini yitirmişti. Yeğeni Ahmet Ekberi çok seviyordu ama<br />

bir öz evladın ihtiyacını çekiyordu, bu yüzden, o geceden sonra da<br />

görüşmeyi sürdürdüğü aktristen çocuğu doğurmasını istemişti. Kız da<br />

zaten inancı gereği asla kürtaj masasına yatmayacak cinsten birisiydi.<br />

Aslına bakılırsa İpek’im böylesi konularda oldukça geniş birisiydi.<br />

Stanley Kaan’ın başka birinden çocuğu olduğunu ilk duyduğunda hiç<br />

de kötü hissetmemişti, çünkü kendisinin de yapmaktan geri durmadığı<br />

gibi, kocası dilediği kişiyle düşüp kalkmakta özgürdü, ama bu tarz<br />

çarpık ilişkilerin mutlaka gizli kalması gerekiyordu. İpek’i rahatsız<br />

eden şey basına malzeme olup rezil olmalarıydı. Buna katlanamazdı.<br />

Boşanma dilekçesini İstanbul’daki daireme yerleştiği gün ben dikte<br />

ettirdim İpek’e. Sevinçten yerimde duramıyordum o esnada.<br />

Boşandılar. Ahmet Ekber amcasıyla yaşamayı sürdürdü. Babası ile<br />

olan ilişkileri de aşama kaydetmişti. Fırsat buldukça malikaneye gidip<br />

orada öldürülmüş zavallıların ruhlarının kendisine görünmesi için boş<br />

tepelerde keman çalarak geziniyordu. Bazense kafasına esiyordu, bizi<br />

ziyarete İstanbul’a geliyordu. Son ziyaretinde, kısa süre önce babasına<br />

benim aslında asıl Steven Arda olduğumu, ben sanıp evinde beslediği<br />

o adamınsa karanlık planıma kurban gitmiş birisi olduğunu söylediğini<br />

öğrendik. Bunu babasına açıklamış olmasına kızmadık. Aksine bu iyi,<br />

rahatlatıcı bir haberdi. Üzerimizden yük kalkmıştı.<br />

Stanley Kaan bir sabah kapımızı çaldı. Sabah haberlerinde onun az<br />

evvel Atatürk Havaalanı’nda görüntülendiğine rastlamıştım. Kahvaltı<br />

hazırlamış bekliyordum. Kapıyı çalışı asıl İpek için sürpriz oldu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

78<br />

Finale Ramak Kala<br />

Dünyanın en çok kazanan altıncı teknik adamı olan Stanley Kaan<br />

çalıştırdığı üçüncü takım olan Liverpool’dan memnundu, kafasındaki<br />

oyunu sahaya istediği şekliyle yansıtabilen üst düzey oyuncuları vardı.<br />

Daha ilk sezonunda Avrupa Ligi’ni ve Süper Kupa’yı kulüp müzesine<br />

yerleştirerek büyük başarıya imza attı. Başarının ardından Liverpool<br />

kasasına yüklü miktarlarda para girdi, yönetim kendisine ciddi bir<br />

transfer bütçesi ayırdı. Takıma sadece iki takviye yaptı, kan kırmızı<br />

formayı iki Türk’ün sırtına geçirdi; Fenerbahçe’den Koray Urallı ve<br />

Borussia Mönchengladbach’tan Zafer Müjde.<br />

Yönetim Stanley Kaan’ı takımın başına getirdiğinden bu yana takım<br />

hiç maç kaybetmemişti. Yakaladıkları form umut vericiydi. Gelecek<br />

sezonda Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için favori adaylardan birisi<br />

olarak gösteriliyorlardı. Taraftarlar Stanley Kaan’a çılgıncasına destek<br />

veriyor, ona olan sevgilerini akla hayale gelmedik yaratıcı pankartlar<br />

açarak gösteriyorlardı. Ancak bu tatlı ortam Stanley Kaan’ın yaptığı<br />

bir söyleşide İnter kulübüyle çalışmaya yönelik tutkusundan kazara<br />

söz etmesiyle riske girdi. Ada basını teknik adamın bu sözlerini onun<br />

İnter’e gitmek üzere yavaş yavaş yol yaptığına, Liverpool ruhunu hiç<br />

benimsememiş olduğuna ve kulübünü asıl hedefine ulaşmak için bir<br />

basamak olarak gördüğüne yordu.<br />

Kendisine eleştiri oklarını savuranlara Stanley Kaan sezona müthiş<br />

bir hız ile başlayarak cevap verdi. Şampiyonlar Ligi üçüncü ön eleme<br />

turunda, geçen sezonu kendileri gibi ligde hayal kırıklığıyla kapatıp<br />

liderin birkaç basamak gerisinde bitirmiş olan İnter’le eşleşti, İtalyan<br />

rakibini 4 -1 ve 2 - 5 skorlarıyla iki defa bozguna uğrattı. Gruplarda<br />

Alman devi Bayern Münih, son dönemde iyi bir ivme yakalamış olan<br />

Portekiz ekibi Boavista ve eski günlerini arayan Fransız Marseille ile<br />

eşleşti. On üç puan toplayarak grubu lider bitirdi. Sonraki turlardaysa<br />

Palermo ve Real Madrid’i eleyerek kendisiyle birlikte Ada’yı temsil<br />

eden bir diğer İngiliz ekibi Manchester United ile yarı final oynama<br />

şansını yakaladı. İki maç da golsüz bitti. Uzatmalarda da taraflardan<br />

gol sesi çıkmayınca karşılaşma penaltılara uzadı. Liverpool çektiği üç<br />

penaltı atışından da yararlanamadı ve Anfield Road’da, elli yedi bin<br />

taraftarının ıslıkları altında final biletini rakibine teslim etti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

79<br />

Yad Edildi O Eski Mutlu Günler<br />

Sean Hakan uzun süre üzerine kabuğundan çıkmaya karar verebildi.<br />

Liverpool’un geçtiğimiz sezonki iç saha maçlarının tamamını Anfield<br />

Road’da, başkanın iki arkasındaki koltukta, şeref locasında izledi.<br />

Onca yıl kendisini malikanesine hapsettiği için büyük bir pişmanlık<br />

içerisindeydi. Yılların acısını hiç olmadığı kadar sosyalleşerek biraz<br />

olsun dindirmeye çabalıyordu. Liverpool’da, Mathew Street’te hoş bir<br />

daire kiralamış, orada yaşamaya başlamıştı. Stanley Kaan ve Ahmet<br />

Ekber ile dostluk kurmuştu. Pek anlaştıkları söylenemezdi. Diğer ikisi<br />

Sean Hakan’ı idare ediyorlardı. Onun gibi ne zaman ne yapacağı belli<br />

olmayan adamlarla sıkı fıkı olmaya gelmezdi.<br />

Şükran Günü’nde İpek ile ben de onlarla birlikteydik. <strong>White</strong> ailesi<br />

uzun zaman sonra bir araya geliyordu. Mike da bizimleydi. Yaşlanmış<br />

gördüm onu. Kolları incelmiş, boynu kürdan gibi uzamış yüzünün sert<br />

kemikleri ortaya çıkmıştı, sanki biraz da saçları seyrelmişti. Gerçek<br />

Steven Arda’nın ben olduğumu, Mike’a yaşattığım dramı Sean Hakan<br />

o gece öğrendi. Tepkisi beklenmedikti. Kalkıp sarıldı bana. Seneler<br />

önce kaybettiği bir yakınının tanıdığı birisinin içine girmesi karşısında<br />

sevinsin mi üzülsün mü bilemeyen birisinin halleri içerisindeydi. Çok<br />

eskiden, Allegria’da geçirdiğimiz günlerde olduğu gibiydik, bir arada<br />

olmayı (iki dakika bile birbirimizle geçinemiyor olsak da) özlemiştik.<br />

Ahmet Ekber’e ve Sinem’e çocukluğumuzu anlattık; Güney Afrika<br />

açıklarında, Ümit Burnu’na yakın konumda doğuşumuzdan başladık,<br />

hem evimiz, hem oyun alanımız, hem kreşimiz, hem okulumuz olan<br />

Allegria’yı tüm detaylarıyla, birbirimizin hafızasına destek olarak tarif<br />

ettik, doğumda boynuna kordon dolanan bebeğin hangimiz olduğuna<br />

yönelik ateşli ama keyifli bir tartışmanın içine daldık, Le Violon<br />

Rouge’u, teknenin sakini olan masalcı büyükanneyi, pastacı dedeyi<br />

andık, teknemizi bağlayıp eşyalı daireler kiralayarak yaşadığımız<br />

ülkeleri, şehirleri bir bir saydık, <strong>White</strong> ve Barış ailelerinin tuhaflıkları<br />

üzerine uzun uzadıya konuştuk, anne ve babamızın bizlere verdiği o<br />

birbirinden eğlenceli deneysel dersleri (tapılası insanlar, kafamızı<br />

çalıştıralım vesaire) hatırladık, babamızın enteresan deneylerinden söz<br />

ettik, teknedeki mini laboratuvarda yer alan denek hayvanlarının tuhaf<br />

alışkanlıklarını saydık ve bu uzun sohbet bizi birbirimize bağladı.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

80<br />

Bir Rüya Gerçekleşiyor<br />

Liverpool ertesi sezon koyu bir milliyetçi olan çılgın bir milyardere<br />

satıldı. Deli herif futbol tarihine geçen akılalmaz miktarlarda tazminat<br />

ödeyerek takımdaki yabancı oyuncuların, antrenörlerin tümünü, hatta<br />

hızını alamayarak sevgili kardeşim Stanley Kaan’ı kovdu. Kişiliğinde<br />

tuhaf yanlar olan kardeşim bunu bir tatil fırsatına çevirdi ve futbol<br />

kamuoyuna iki sezon süresince takım çalıştırmayacağını duyurduktan<br />

sonra izini kaybettirdi. Dizisinin final bölümünü çekmiş, boşa girmiş<br />

olan Venezuelalı seksi sevgilisiyle yalnızca ailele bireylerinin çağrılı<br />

olduğu mütevazı bir törenle dünya evine girdi. Ardından onların izini<br />

biz de yitirdik. Sevimli bebekleriyle beraber ortadan kayboldular.<br />

Stanley Kaan söz verdiği gibi iki değil, altı sene sonra (kendisine<br />

buradan oha diyorum), menajerlik koltuğunu yapışmış gibi bırakmak<br />

bilmeyen, yedi sezondur takımın başında olan Alman teknik adam Ulf<br />

Leistner’in bir uçak kazasında hayatını yitirmesinin ardından İnter’in<br />

kendisine sözleşme önermesi üzerine kariyerine tekrar döndü. Bir<br />

zaman Sean Hakan’ın lacivert siyahlı formayı sırtına geçirmesi gibi,<br />

sonunda Stanley Kaan’ın da rüyası böylece gerçek oldu.<br />

Takımıyla çıktığı ilk maç, yıllar evvel, Sean Hakan’ın da sahada<br />

bulunduğu maçta, Sean Hakan’ı vurmak için ateşlenen uzun namlulu<br />

bir silahtan çıkan kurşuna hedef olup oracıkta feci şekilde hayatını<br />

yitiren Romano Monti anısına, her sene sezon öncesi gelenekselleştiği<br />

üzere Atalanta ileydi. İzleyicisine dört dörtlük bir seyir zevki sunan bu<br />

müthiş maç 4 - 4 sona erdi. İnter gollerinin dördü de Stanley Kaan’ın<br />

transferini ısrarla istemiş olduğu Macar santrfor Szabolcs Laluska’nın<br />

ayağından geldi. Gollerin birisi şık bir Panenka penaltısıydı.<br />

O sezon İnter tarihindeki üç rekorun kırıldığı efsanevi bir sezon<br />

oldu. Szabolcs Laluska, nihayetinde kupayı kaldırdıkları Şampiyonlar<br />

Ligi’nde rakip fileleri otuz bir defa havalandırarak yıllar önce Sean<br />

Hakan’ın yine İnter formasıyla elde ettiği gol krallığı rekoruna ortak<br />

oldu. Uzatmalarda buldukları frikik golüyle Arsenal’e karşı 3 - 2 galip<br />

geldikleri final maçını Barcelona’da, Nou Camp’ta tribünde izleyenler<br />

arasında Sean Hakan da vardı. Maç yayını sırasında reji kendisini sık<br />

sık kadraja aldı. Yine eski bir İnterli olan, kendisinden bir kuşak sonra<br />

forma giyen emekli Romen kaleci Vlad Roşu’nun yanında oturuyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

81<br />

Toz Bulutu<br />

Ognjen Bey öldüğünde vasiyetinde servetinin önemli bir kısmını<br />

<strong>White</strong> ailesini bir arada tutmam ve afiyetlerini sağlamam için bana<br />

bıraktığını açıkladığı ortaya çıkmıştı. Kırmızı keman da tekrar aileye<br />

dönmüştü. Kemanı artık koca bir adam olan yeğenimde bulunan<br />

kopya kemanın yerine koydum. Kopya kemanın iki üç yerinde çizik<br />

görmüş, bunları mecburen orijinal kemana aynen yansıtmak zorunda<br />

kalmıştım. Taklit kemanı atmadım ama. Bir kenara kaldırdım. Olur da<br />

orijinalinin başına bir şey gelirse, taklide tekrar ihtiyaç duyabilirdim.<br />

Mike’ı kaybettik. Ölümü hepimizi derinden üzdü. Sinem, Stanley<br />

Kaan’ın izini bulamadığımız dönemde <strong>White</strong>’ların Çikolata Dünyası<br />

ile ilgilendi. Dört elle sarıldığı işleri büyüttükçe büyüttü. Sanıyorum<br />

çikolatalarımızın tadına henüz bakmamış olan çok az insan kalmıştır.<br />

Stanley Kaan tekrar ortaya çıktığında tüm hisseleri kendisine ait olan<br />

şirkete Sinem’i CEO olarak atadı. Sinem yaman bir iş kadınıydı, bunu<br />

hak etmişti. Ben de bu esnada yayınevimle ilgilendim, kurgu kitaplar<br />

da basmaya başladım. Elbette konusunda sanat tarihine göndermeler<br />

yapılmış olması koşuluyla. Bu dönemde bir roman yazmaya başladım<br />

ama hemen başında anladım ki romancılık hiç de bana göre değilmiş.<br />

Şu kitabı yazarken bile öylesine daraldığım anlar oluyor ki, inanın<br />

altmış yaşımdan sonra sivilce sahibi oldum yeniden.<br />

İnter, Stanley Kaan’ın kontrolündeki ikinci sezonunda da Avrupa’yı<br />

domine etmeyi bildi. Şampiyonlar Ligi’ne tekrar uzandılar. Bu defa<br />

Süper Kupa’yı da aldılar. Tartışmasız dünyanın bir numarası olarak<br />

gösterilen kardeşim daha şimdiden iki Şampiyonlar Ligi, iki de Süper<br />

Kupa zaferi tattı. En çok kazananlar listesinde ise ikinci basamakta yer<br />

alıyordu. Birinci olması zaten pek muhtemel değildi. Dünyanın en çok<br />

kazanan teknik adamı, çalıştırdığı kulübün aynı zamanda sahibiydi.<br />

Kişilik bozukluğu olduğunu düşündüğüm megaloman birisiydi, tam<br />

bir asalaktı. Futbolseverlerin neredeyse tamamı kendisinden nefret<br />

etmekteydi. Babasının elinde tuttuğu nüfuzdan ve servetten yararlanan<br />

bir diktatör oğlu gibi iticiydi bu adam.<br />

Richter ölçeğine göre yedi şiddetinde olan bir depremde içinde bir<br />

sürü anımız olan yaşlı Barış Apartmanı yerle bir oldu. Otuz sekiz tane<br />

insan enkaz altından cansız çıkarıldı. Birisi de İpek’in annesiydi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

82<br />

Entelektüel Gelişim<br />

Kardeşim Stanley Kaan, babamızın ismini vererek açtığı Akademi<br />

Scott futbol okulunda eğitimini sürdüren on dört yaş altı altı çocuğu<br />

Milano’ya çağırdı, onları İnter altyapısına kazandırdı. Akademi Scott<br />

saygı gören bir okuldu. Burada yetişen gençlerden yedisi ilerleyen<br />

yıllarda milli takımda görev almıştı. O çocuklardan ikisi Avrupa’ya<br />

transfer olmuştu. Kendileriyle gurur duyuyorduk.<br />

Ahmet Ekber sakin bir kafayla birbiri ardına besteler üretmek için<br />

babasının malikanesinde yaşamaya karar verdi. Malikaneye sonradan<br />

dokuz kişiden oluşan bir arkadaş grubunu da davet etti. Kasıntılıktan<br />

hoşlanmıyordu. Henüz oraya yerleşmeden uzun süredir malikanenin<br />

bakımıyla ilgilenen hizmetlilere yol verdi. Arkadaşlarıyla beraber bir<br />

çeşit komün hayatı yaşamaya başladı. Ara ara ziyaretine gidiyordum.<br />

Bu bohem gençler nasıl eğleneceklerini iyi biliyorlardı. Yanlarında<br />

olduğum sürece ben de kendimi genç, dinamik, çılgın hissediyordum.<br />

Ahmet Ekber son gidişimde arkadaşlarından birisiyle aramı yaptı. Hiç<br />

beklemediğim bir anda genç bir sevgili sahibi olunca tuhaf bir keyif<br />

aldım bundan. Genç kız arkadaşım şehir hayatına dönmek istemiyor,<br />

malikanenin sunduğu dingin imkanlardan yararlanmayı yeğliyordu, bu<br />

yüzden ben de oraya yerleştim. Tabii arada İstanbul’a dönüp işleri<br />

başından aşkın tutkulu iş kadını İpek’le sevişmekten geri kalmıyor,<br />

ellilerinin ortasında olmasına karşın hâlâ ateş saçan milf aşkım İpek ve<br />

kusursuz beyaz teni ve atletik bedeniyle (harika karın kasları vardı)<br />

beni daima baştan çıkarmış olan genç sevgilim arasında yoğun bir aşk<br />

trafiğinde günümü gün ediyordum.<br />

Sanat tarihi üzerine düzenlenen sempozyumlara, panellere çağrılı<br />

olduğum zamanlarda malikanenin yapay nehri gören pencerelerinden<br />

birinin önüne oturuyor, kürsüye çıktığımda beni dinleyecek olan onca<br />

insanı gülmekten kırıp geçirecek eğlenceli denemeler kaleme alıyor,<br />

bunların prova taslaklarını malikanedeki genç dostlarıma okuyor, ilk<br />

tepkilerini ölçtükten sonra metinlerim üzerinde son ana dek çalışmayı<br />

sürdürüyordum. Sahte kimliğimi tam manasıyla benimsemiştim artık.<br />

Dünyanın dört yanındaki üniversite öğrencilerinden, meslektaşlarım<br />

ve diğer branşlardaki akademisyenlerden okuduğumda beni kıvanca<br />

boğan sayısız mail alıyordum. Giderek daha dolu biri oluyordum.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

83<br />

Korunun Kalbindeki Gizli Mezarlık<br />

Genç kız arkadaşım, eğitim için geldiği Londra’daki okulunu yarıda<br />

bırakmış bir Gürcüydü. Gece yarılarına, bazen sabahlara dek baş başa<br />

vakit geçiriyor, aramızdaki yaş farkını sorun etmeksizin olabildiğince<br />

eğleniyorduk. Favori eğlencelerimizden birisi olan koruda saklambaç<br />

oyununu dolunaylı gecelere saklıyorduk. Birimiz malikanenin büyük<br />

basamaklarında gözlerini yumarak bine kadar sayıyor ve bu esnada<br />

diğerimiz korunun girişlerinden birisini seçiyor ve o yöne doğru var<br />

gücüyle koşuyordu. Basamaklarda oturan diğerinin koruya ulaşıp iyice<br />

kendisini gizleyebilmesi için yavaş yavaş sayıyordu. Sayması bitince<br />

golf arabalarından birine atlıyor -arabanın farlarını kullanmak yasaktı-<br />

ve koruya kadar onunla gidiyordu. Korunun girişinden on on beş adım<br />

sonra zaten sıklaşan ağaç gövdeleri arabanın daha fazla ilerlemesine<br />

müsaade etmiyordu. Burada da yine el feneri, telefon ışığı türü cihaz<br />

kullanmak yasaktı; korunun içine sızmayı başaran parçalı ay ışığıyla<br />

idare etmek durumundaydık. Baykuşların, puhuların, tilkilerin, diğer<br />

gece yırtıcılarının sesleri oyunumuza karanlık bir derinlik katıyordu.<br />

Meğersem o gece kız arkadaşım karanlıkta sırıtarak kaçarken gölge<br />

altında kalmış ince bir ağacın gövdesine yüzünü çarpmış, alnı çizilip<br />

kanamış. Eline yüzünden kan bulaştığını anlayınca, en yakın çıkışa<br />

doğru yönelip korudan ayrılmış ve malikaneye dönmüş. O malikane<br />

yolunu yarılamışken, benim golf aracının üzerinde koruya ilerleyişimi<br />

görmüş ancak bana seslenesi gelmemiş. İstemiş ki orada tüm gece<br />

boyu sersem sersem onu arayayım, onu kaybettiğimi sanıp ümitsizliğe<br />

kapılayım. Gerçekten de bir saat onu aradıktan sonra oyun oynamayı<br />

bir kenara bıraktım ve yüksek sesle kaygılı bir biçimde onu çağırmaya<br />

başladım. İşte tam bu sırada, devrilmiş görünüşü veren kalın ve yosun<br />

kaplı ağaç gövdeleri çıktı karşıma. Merakıma yenildim ve gövdelerin<br />

yakın olan birine tırmandım. Yirmişer, belki otuzar metre uzunlukta<br />

olan ağaç gövdeleri genişçe bir üçgen oluşturacak biçimde uç uça<br />

yıkılmıştı ve bunların üzerinde çapları alttakilere nazaran daha ince<br />

olan ikişer gövde daha yer alıyordu, sarmaşıklarla tutturulmuşlardı.<br />

Gözlerden uzak, yeryüzünün ayak basılan kısımlarından saklanmış,<br />

gizli, küçük, uğursuz bir mezarlıktı gördüğüm. Kabri açılıp kaçırılan<br />

sevgili annemin de orada yattığından o zaman henüz haberim yoktu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

84<br />

Üzerinde Elbisesi, Zarif Bir İskelet<br />

Etraf yarı yarıya karanlıktı. Yatırılmış ağaç gövdelerindeki sarmaşık<br />

ve yosunlar kahverengiye çalan bir grilikteydi. Üzerlerinden de sanki<br />

belli belirsiz ipince bir sis tütmekteydi. Sis buğusu duman mavisiydi.<br />

Ayağımda sandalet vardı. Zemini örten çimenlerin üzerindeki ıslaklığı<br />

parmaklarımda hissediyordum. Güzel kokuyordu burası. Ne olduğunu<br />

çıkaramadığım birtakım böcekler ötüyor, hışırdıyordu.<br />

Tümsek halindeki mezarlar yüksek değildi. Zeminden yedi parmak<br />

yukarıda ya varlar ya yoklardı. Biçimleri dikdörtgen değil ovaldi. Orta<br />

yerlerinde, bir uçtan öteki uca, kesik alçı parçalarıyla isimler yazılıydı.<br />

Igor, Dirk, Khalid, Marianne, Berke, Maureen, Jale… On yedi mezar<br />

saydım. Bir tanesi, üçgen mezarlığın tam kalbindeki, diğerlerine göre<br />

daha genişti. Şeklinin de oval olduğunu söyleyemem. Belki beşgendi.<br />

Bu büyük mezarın üzerinde isim yazmıyordu. Toprağında fesleğen ve<br />

adaçayı bitmişti.<br />

İleride kavrama yerleri üzerine örtülü bezin dışında kalmış bir el<br />

arabası gördüm. Tekerinin önünde su hortumu vardı. Yanına gittim ve<br />

bezi kaldırdım. İçinde uçları çıkarılmış, sapı katlanır birer kazma ile<br />

kürek duruyordu. Heyecanlandığımı duydum. Kazma küreği arabanın<br />

içinden aldım, monte ettim. Sonraki kırk beş elli dakikayı o mezarı<br />

dikkatle açmakla geçirdim.<br />

İki iskelet gömülüydü. Soldaki bir kadındı. Elbisesi üzerindeydi.<br />

Kardeşim Sean Hakan buraya bir çift gömmüş veya gömdürmüştü<br />

anlaşılan. Kafataslarının yüzleri birbirlerine dönüktü. Sevgililerdi bana<br />

kalırsa. O an kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Gömleğimin cebinden<br />

kavun aromalı bir sakız çıkarıp ağzıma koydum. Düşüncelere daldım.<br />

Açtığım mezarın başına çömelmiş, cak cak sakız çiğniyor ve içimde<br />

tuhaf düşüncelerin uyanışını izliyordum.<br />

İçimden bir ses elbiseli iskeletin Stanley Kaan’ın otuzlu yaşlarının<br />

başında birlikte olduğu Kürt güzeline ait olduğunu söylüyordu. Mezarı<br />

süzdükçe, bu fikre giderek daha çok inandım ve sonunda bir şekilde<br />

emin oldum. Ayağa kalkarken sakızımı yuttum.<br />

Niyetim iskeleti elbisesiyle birlikte kucaklayıp yan tarafa serdiğim<br />

bezin üzerine yatırmaktı. Fakat kemikler birbirinden ayrılmıştı. Önce<br />

elbiseyi serdim beze, ardından içine kemikleri teker teker yerleştirdim.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

85<br />

Tövbe Estağfurullah! Anneminmiş Ya La O İskelet!<br />

Elbiseli iskelet anneminmiş. Bilemezdim.<br />

Ha bu arada; başlığı neden böyle yazdığımı garipseyebilirsiniz. Bir<br />

anda içimden böyle yazmak geldi. Demin, bir önceki bölümü bitirmek<br />

üzereyken Stanley Kaan aradı, onunla konuştuk biraz. Bu başlıktaki<br />

cümleyi kullandım. Sonra garibime, sonra da komiğime gitti, yazayım<br />

mı yazayım dedim, yazdım işte. Kusuruma bakmazsınız artık. Neyse.<br />

Yanılmakta haklıydım ama. Elbise genç işiydi. Hem de hiç öyle<br />

annemin giyeceği tarzda bir şey değildi. Zaten tekne günlerinden beri<br />

annem elbise giymedi. Belki özel gecelerde şıkırtılı pıkırtılı şeyler<br />

giymiştir, bilemem. Ama Sinem Hatun spor kıyafetler, rahat parçalar<br />

giyerdi. Bol kot pantolonlar, kalın fitilli kadifeler, salaş tişörtler falan.<br />

Hemen ertesi gün Türkiye’ye, Gaziantep’e uçtum. Havalimanında<br />

beni bir şok bekliyordu. Otuz bircinin kralı olduğu yüzündeki koca<br />

koca sivilcelerden belli olan, yapılı, uzun boylu bir delikanlı üzerinde<br />

ismim olan bir çıktı tutuyordu: ‘Sporcu <strong>White</strong> İkizlerinin Kardeşi<br />

Arda Bey’. Hatırlayacaksınız, bu Stanley Kaan’ın da başına gelmişti.<br />

Anlattığında inanmamıştım. Gördüm de yine inanamadım gördüğüme.<br />

Delikanlıyla takside sohbet ettik. Harbi profesyonel otuz birciymiş.<br />

Hafta başında indirdiği dört yüz terabaytlık, on yedi dakikalık, kokulu<br />

ve dokunmatik bir porno videoyu yarım saat övdü bana kerata. Onu<br />

dinlerken bir yandan benim Gürcü fıstığı düşünüyordum ki, düşüncem<br />

ondan kayıp İpek’i buldu. Tenim İpek’im için hafiften alevlenmeye<br />

başlamıştı. N’apıyor diye bir aradım onu hemen ama ulaşamadım.<br />

Elbiseli iskeleti (anacığımın kemiklerini, ah, bilemedim) belinden<br />

nazikçe ikiye kırıp katlamış, şifreli krom bir valize sığdırmıştım. Biraz<br />

naftalin koymuştum içine, biraz da tütün kolonyası serpmiştim.<br />

Kızın babası daha hayattaydı. İyice kocamıştı. Aklı başındaydı hâlâ.<br />

Gözlerimle şahit olduğum en yaşlı insandı. Ama kendisinden de yaşlı<br />

bir hanım varmış, Cici Anne Hatun. Kadının otuz yedi bölüm önce<br />

kardeşimin üzerinde gerçekleştirdiği ameliyat benzeri müdahaleden<br />

bahsetti. İlgiyle dinledim. Kardeşim bunu benden gizlemişti nedense.<br />

Yer altında yaşamını hâlâ bir köstebek gibi sürdüren bu gizemli nine<br />

artık evine misafir kabul etmiyormuş. Ölmeyi beklediği sanılıyormuş.<br />

Bazılarına gelmek bilmiyor ölüm. Misal Samsun’daki Nazan Hanım.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

86<br />

İskeleti İhtiyara Beğendiremedik<br />

İsveç asıllı Nazan Hanım anne tarafından aile dostumuz olur. Ona<br />

bir selam olsun diye, kısaca adını anayım istedim. Yaşının kaydını<br />

tutmayı yıllar önce, daha çocukken bırakmıştım. Korkuturdu beni.<br />

Düşünsenize, vampir midir nedir artık, Felak ve Nas surelerini eğer<br />

hâlâ hatırlıyor olsam okurdum şu an, dedemiz öğretmişti, bu kadın<br />

bizim anneannemizin doğumunda bulunmuş ve onu bebekken bir iki<br />

defa emzirmiş. Lan ben dede olacak yaştayım be. Oradan hesap edin.<br />

İhtiyar amcayla karşılıklı oturduk. Nargile tüttürdük. Tattığım en<br />

kaliteli nargileydi. Bizim çikolatalardan getirmiştim. İkram ettiler.<br />

Evin içerisinde, bize hizmette bulunan, çok güzel bir kız vardı. Gözüm<br />

hep ona kaydı. Bence anladılar. İstesem onu bana verirler mi diye<br />

düşünmedim de değil. Öyle bir güzeldi hatun. Dişlerini yediğimin…<br />

Annemizin mezarını açtırıp naaşı malikanesine getirttikten sonra<br />

Sean Hakan, ölünün üzerindeki kefeni yırtmış, hafiften kurtlanmaya<br />

başlamış ölü bedene kendi elleriyle giydirmiş elbiseyi. İntiharından<br />

sonra elimize geçen yazısında detaylıca bahsediyor. Altmış sene ömrü<br />

boyunca yediği haltların tamamına yakınını güzelce itiraf etmiş.<br />

Valizi getirttim. Yaşlı adam haricinde, ben valizi açarken, odada üç<br />

akrabaları daha vardı. İhtiyarın gözleri dolu dolu oldu. Yerinden bir<br />

süre kıpırdayamadı. Sonra dizlerinin üzerinde emekleyerek valize<br />

yaklaştı. İskeletin yüzük parmağı kemiklerinin bir boğumunu aldıktan<br />

sonra oturduğu yere döndü. Gözlerini yumdu. Bir şeyler mırıldanarak<br />

kemiği avucunun içinde sımsıkı tuttu. Sonra, şaşakaldım, bozuk para<br />

atar gibi kemiği valizin içine fırlattı baş parmağının üzeriyle.<br />

Yanlış iskeleti getirmiştim. Valizdeki kemikler kızlarına ait değildi.<br />

Eliyle ‘götürün, götürün’ yaptı. Valizi baştaki kayışının ucundan tutup<br />

ağır hareketlerle, tuhaf bir törenle odanın dışına çektiler.<br />

Akşam şerefime kuzu çevirdiler. Yanında ismini duymadığım bir<br />

çeşit alkollü erik hoşafı sundular. İnanılmaz kafa yapıyordu. Kontrollü<br />

içmemi tavsiye ettiler, o yüzden fazla kaçırmadım.<br />

Bana bir kitap yazacağımı söyledi ihtiyar. Yazmakta olduğum şu<br />

kitaptan bahsetti. Fakat onunla bu kitaptan bahsettiğimi unutacak ve<br />

yıllar sonra kitaba başlayıp şu bölüme gelene dek o geceyi hayal<br />

meyal hatırlayacaktım. İster inanın ister inanmayın dediği gibi oldu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

87<br />

Holografik Led Zeppelin Konseri<br />

Malikaneye döndüğümde iskeleti bulduğum gibi defnettim. Arkaya,<br />

kafatasının arkasına küçük bir taş koymak zorunda kaldım ama. Yoksa<br />

onu ilk bulduğum gibi diğer iskelete muhabbetle bakamıyordu. Sonra<br />

dosdoğru İpek’e gittim, birlikte olduk, muradıma erdim. O da beni çok<br />

özlemişti. Detayları atlıyorum, perişan etti beni, iliklerimi tınlattı.<br />

Ertesi hafta, sağ kolumu Gürcü fıstığımın omuzuna atmış, ağzımda<br />

el işi bir puro, kalın dumanı yeşillenen cinsten, öbür elimde bir bardak<br />

bira, İnter - Lazio maçını izliyordum. Sol yanımda Sean Hakan vardı.<br />

Stanley Kaan aşağıda, kulübenin önünde karizmatik karizmatik ayakta<br />

dikiliyordu. Takımı daha maçın başında iki kolay, erken gol bulmuştu.<br />

Stanley Kaan maç sonu röportajının uzamasına izin verdiği için<br />

holografik Led Zeppelin konserinin ancak ikinci yarısına yetişebildik.<br />

Grup bizi mest etti. Babamız Scott bu adamların hastasıydı. Annem,<br />

çocukken, grubun bateristi öldüğü, sonrasında grup dağıldığı zaman<br />

babamın üzüntüden yemeden içmeden kesildiğini anlatırdı. Konserin<br />

sonlarına doğru Milano’da bulunan Ahmet Ekber de katıldı bize.<br />

Ahmet Ekber kendi ismiyle bir prodüksiyon şirketi kurmuş, holografik<br />

konserler furyasının bir ucundan tutmaya başlamıştı. Gelecek yaz<br />

Müzeyyen Senar’ı ve hâlâ hayatta olduğu halde sahnelerden emekli<br />

olmuş Sertab Erener’in gençliğini diriltmeyi planlıyordu. Bense Sezen<br />

Aksu dönsün dilerdim. Kalbim Ege’de Kaldı parçasını seslendirsin.<br />

Sakat kaldığım sene teknemiz Allegria Ege sularındayken İpek’in beni<br />

terk edeceğini sezmiştim. Şu an İpek’i dilediğim her an kollarıma<br />

alabiliyor olsam da (çok şükür), bu parçayı her dinlediğimde hâlâ<br />

kalbime bir tornavida sokuluyormuş gibi hissederim. 1980 (Sigaramın<br />

Dumanına Sarsam) isimli diğer nefis parçanın Ezgi’nin Günlüğü’nce<br />

enfes yorumlanışı da bünyemde benzer etki yapar. Ama, kim ne derse<br />

desin, şu eşsiz holografi teknolojisiyle hayata döndürülmüş en kral<br />

performanslar Queen’inkiler. Bohemian Rhapsody, derim, susarım.<br />

Konserin ardından otele döndüğümüzde Gürcü fıstığımın hamile<br />

olduğunu öğrendim. Baba olacaktım. Çocuğumun büyümesini sağlıklı<br />

kafayla izleyebilecek kadar miktarda sihirli tozum vardı zulamda. Bir<br />

gün hesap yapmıştım. Daha fazla inceltmemin mümkün olmadığı toz,<br />

ömrüm olursa -olmaz da, hani olursa- yüz yetmiş yaşıma kadar yeter.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

88<br />

Sıkılıyorum Çocuk<br />

Bir oğlumuz oldu. İpek tutturdu, çocuğun adını o koyacakmış.<br />

Yahya oldu oğlanın ismi. Kerata öyle sevimli bir bebekti ki. Bebeği<br />

görmeye geldiğinde, İpek hepimizin ortasında açtı memesini, dayadı<br />

çocuğun ağzına. Çocuk memeyi cok cok cok emdi. Gerçi sütü yoktu.<br />

İpek, Yahya’yı emzireceği zaman memelerinin ucunu toz şeker, krema<br />

veya (daha sonraki aylarda) Nutella ile ovuyor, çocuk da bu dolgun,<br />

tatlı, bembeyaz memeleri büyük bir iştahla ağzına alıyordu.<br />

Yahya fantastik bir biyolojiye sahipti. Sanırım bünyemdeki sihirli<br />

tozdan kaynaklandı bu. Röntgen filmlerinde iskeleti görünmüyordu.<br />

İlk dişini çıkardığında durum anlaşıldı. Dişleri süt mavisiydi. Okyanus<br />

sabahları mavisi. Beyazımsı, güzel, temiz bir mavi. Yaşı ilerledikçe<br />

rengi normal maviye döndü. Doktoru Çiçek Hanım, yirmili yaşlarına<br />

vardığında oğlumuzun dişlerinin laciverde döneceğini, yaşlılığındaysa<br />

gülümsediğinde zift gibi kapkara görüneceğini öngörüyordu.<br />

Bunun haricinde Yahya’nın damarları içinde gezinen kanı örten yarı<br />

şeffaf bir bejlikteydi. Hiçbir damarı belli olmuyordu dışarıdan. Tuhaf,<br />

ürkütücü, manyak bir bebekti o. Daha altıncı ayını doldurmadan bazı<br />

kelimeleri telaffuz etmeye başladı. Bok. / Gonuşma. / Götüm. İkinci<br />

yaşında ise koca bir adam gibi bizimle sohbet edebiliyordu. Sözlerine<br />

şunları ekliyordu: Gelgelelim / Bakın ama… / Ancak şu da var ki… /<br />

Ya, hiç öyle düşünmemiştim. Vallahi böyle konuşuyordu eşşoğlueşek.<br />

Sonraki sene ölülerle konuşma huyu çıkardı. Parka değil mezarlığa<br />

gitmek istiyordu. Bir mezarın kenarına oturuyor, bıdı bıdı dakikalarca<br />

konuşuyordu. Ancak her ölü ona sadece bir cümle söyleyebiliyordu.<br />

Kardeşlerim sayesinde medyada popüler oldu oğlan. Kendi kendini<br />

popüler yaptı. Bizden gizli tv kanallarına telefon açıyor, onları peşine<br />

takıp şehir mezarlıklarında mistik turlar düzenliyordu. Hatta, eminim<br />

bunu hatırlıyorsunuzdur, TRT kendisini canlı yayın ekibiyle atamızın<br />

uyuduğu Anıtkabir’e götürmüştü. Ülke tarihinin en büyük reytingi.<br />

Yüz kırk milyon kişi nefesini tuttu, atamızın kuracağı cümleyi bekledi<br />

ve sonunda Yahya’nın dudaklarından içimizi sızlatan şu dokunaklı<br />

cümle döküldü: “Sıkılıyorum çocuk.”<br />

Dört yaşında kaybettik Yahya’yı. Bunu ilk burada öğreniyorsunuz.<br />

Basından gizledik hep. Onu odasında kemikleri cıvalaşmış bulduk.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

89<br />

Atlantik Okyanusu’na<br />

İpek, Yahya’nın Türkiye’de yetiştirilmesini istemişti. Ben de zaten<br />

ülkeye dönmek istiyordum. Gürcü sevgilimin çocukla alâkası yoktu.<br />

Doğumdan sonra onu hiç görmedim. Yahya’yı benim başıma bıraktı.<br />

Hamilelik süresinde büyük sıkıntı yaşadık. Gürcü aşkım çocuğun gece<br />

gündüz demeden kendisini içeriden parmakladığını söylüyordu. Bazı<br />

gecelerse ıslık çalıyormuş içinde. Bunlar beni hayrete düşürüyordu.<br />

Kızcağızın kafayı sıyırdığına inanmıştım. O bizi bırakmasa, ben onu<br />

terk edecektim, o dereceye gelmiştim. Meğersem suçlu bizimkiymiş.<br />

Yahya’yı damacanayı andıran, geniş, pembe bir cam mahfazanın<br />

içine koydurdum. Çocukken annem bize ezcane vitrininde sergilenen<br />

bebek ölülerini göstermişti. Oradan heves etmişim demek ki. Böylece<br />

oğlanın turşusunu kurduktan birkaç ay sonra ondan ürkmeye başladım<br />

ve kemikleri olmadığı için kamyon altında kalmış gibi görünen oğlanı<br />

mahfazasıyla birlikte gömdürdüm. Nereye gömüldü bilmiyorum ve<br />

bilmek de istemiyorum. Ara ara aklıma gelir. Keşke gelmese.<br />

Türkiye, futbolla yatıp futbolla kalma alışkanlığını hâlâ kıramamıştı<br />

ve bu yüzden hemen her gün Stanley Kaan’ı gazetelerde, televizyonda<br />

görüyor, sokakta yürürken milletin ağzında duyuyordum.<br />

Ertesi sene İnter, Stanley Kaan’a yaz süresince, Dünya Kupası<br />

boyunca Türkiye’nin başına geçebilmesi için bir kereliğine izin verdi.<br />

Aldığımız ilk ve tek Dünya Kupası budur. Hâlâ da futbola doyamadık<br />

ya ona şaşıyorum.<br />

Yine aynı sene Fenerbahçe’den komik bir teklif aldı. Kısaca şöyle<br />

diyorlardı; birader, al, takımı sana veriyoruz, bundan böyle adı da,<br />

‘Fenerbahçe Kaan <strong>White</strong>’, yeter ki gel başımıza geç, bize Şampiyonlar<br />

Ligi şampiyonluğu kazandır. Kardeşim teklifi geri çevirdi. Çünkü o<br />

zaten hayallerindeki takımı çalıştırıyordu. Parasında değildi.<br />

Sean Hakan yıllar üzerine döndüğü malikanesinde bizi bir araya<br />

topladı. Güldük eğlendik. Gecenin sonunda bizlere reddemeyeceğimiz<br />

bir teklifte bulundu. Atlantik Okyanusu’na gidip babamızı yeryüzüne<br />

çıkarmanın vakti gelmiş, geçiyordu. Yeni sezon kampına katılmadan<br />

önce Stanley Kaan’ın önünde beş hafta vardı. Son senelerde kampı<br />

yardımcı antrenör heyetiyle başlatıp, takımının başına ilk resmi maçın<br />

oynanacağı hafta katılma alışkanlığı edinmişti.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

90<br />

Scott <strong>White</strong>’a Son Elveda<br />

Sicilyalı bir kaptanın kumanda ettiği gösterişsiz bir yatla dört kişi<br />

yola koyulduk. Ahmet Ekber ve İpek de bizimle gelmeye niyet ettiler<br />

ancak onları yanımızda istemedik.<br />

Keşke Sean Hakan annemizin kemiklerinin kendisinde olduğunu<br />

itiraf etseydi. Kendisinin intiharından sonra yaptığımız şeyi o zaman<br />

yapardık. Kemikleri dibi kiremit döşeli bir bavula koyup babamızı<br />

yitirdiğimiz koordinatlarda deniz dibine yollamak. Evet, bunu o gün<br />

değil ama, birkaç yıl sonra Stanley Kaan ile birlikte yaptık. Hakan’ın<br />

küllerini de oradan savurduk. Bizim gideceğimiz yer de orası.<br />

Elimizde belirli bir koordinat vardı. Yüz dört mil çapında. Scott<br />

<strong>White</strong> on yıllardır süren ıslak uykusunda bu koca daire dahilindeydi.<br />

Onu bulacağımızdan emindik. Elimizde doksan bin dolar değerinde<br />

teknoloji harikası bir radar vardı. Fakat radar koordinatlar içerisinde<br />

su altında bulunan seksen dört farklı insana ait kemik bulguladı. Her<br />

birini gün yüzüne çıkardık ve hangi parçaların babamıza ait olduğunu<br />

saptayabilmek için bir dizi DNA testi uygulattık. Babamız aralarında<br />

değildi. Sonrasında çemberi üç katına genişlettik. Okyanustan çıkan<br />

üç yüz altı kimliksiz iskeletten hiçbirisi babamız değildi.<br />

Jelena’yı hatırlıyor musunuz? Jelena aradı bir akşam. Ümitsiz sona<br />

eren çabalarımızı duymuştu. Babamızın kemiklerinin yerini bildiğini<br />

söylüyordu. Kemikleri seneler önce Ognjen Bey çıkarıp sahiplenmişti.<br />

Sean Hakan’a özenerek, içinde gerçeğinin kemiklerinin bulunduğu bir<br />

Scott <strong>White</strong> balmumu heykeli yaptırmıştı. Heykel, Ognjen Bey’in<br />

akrabalarına ait özel bir müzedeydi. Kahire’deydi bu müze. Heykeli<br />

bize vermeye gönüllü olmadılar. Ne teklif ettiysek yaramadı. Son çare<br />

Sean Hakan onları müzeyi havaya uçurmakla dahi tehdit etti. Yanıt<br />

tekrar olumsuz olunca bu dediğini yaptı. Müze kundaklamasını gerekli<br />

yerlere aktardığımız paralarla örtbas etmeyi başardık. Ardından enkazı<br />

ateşe verdirdik. Oradan çıkan yüz kırk metreküp tozu Atlantik’teki<br />

koordinatlar dahilinde bulunan geniş çember üzerinden uçakla geçerek<br />

her köşeye eşit olarak boşalttık.<br />

Babamızın balmumu heykelinin karşısında üçümüzün omuz omuza<br />

durup gözyaşı döktüğümüz o öğle vakti hatırımdan gitmiyor. Heykel<br />

camekanın ardındaydı. Kucağındaki tüysüz kobay kediyi seviyordu.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

91<br />

Bunalıyordum<br />

Futbol otoritelerinin tamamına yakını Stanley Kaan’ı gelmiş geçmiş<br />

en başarılı teknik adam olarak kabul ediyordu. Alanında kırılmadık<br />

rekor bırakmamıştı. Böylesine görkemli bir kariyer bir daha zor inşa<br />

edilirdi. Kardeşimle gurur duyuyordum. Keşke babamızın ömrü uzun<br />

olsaydı da kardeşlerimin başarılarını paylaşabilseydi.<br />

Hayat ilk otuz sene Sean Hakan’a, sonraki otuz sene ise Stanley<br />

Kaan’a oldukça cömert davranmış, kardeşlerime hayallerinin ötesinde<br />

başarılar tattırmıştı. Kendimi de şanslı sayıyorum. Bana da ikinci bir<br />

şans verilmişti. Yeniden dönebilmiştim hayata.<br />

Kendim üzerine son dönemde fazla düşüncelere dalıyordum. Bana<br />

bahşedilen doğaüstü geri dönüşü yeterli bulmuyordum. Hayat belki<br />

bana daha fazlasını vermek istiyor, bende bu potansiyeli yaratıyor,<br />

ancak ben ne yöne doğru gideceğime karar veremediğim için yerimde<br />

sayıyordum. Sabahlara kadar oturuyor, düşünüyordum. İşte tam da bu<br />

bunaltı dönemimde aklıma Gaziantep’teki ihtiyarın söyledikleri geldi.<br />

Onca süre bunu hatırlayamayışıma şaştım.<br />

Ben bir yazar olacaktım. Bir yazar. İçimde bir kitap saklıydı.<br />

Hayatımın bir döneminde, birkaç sene evvel yaptığım gibi, gene<br />

kitaplara gömüldüm. İstanbul’un Anadolu yakasında, Bostancı’da,<br />

denize yakın, adresini ve telefonunu kimselerle paylaşmadığım güzel<br />

bir daire tutup döşedim. Kendime bir çalışma odası tasarladım. Burası<br />

benim mabedim oldu. Günde on altı saat, on sekiz saat çalışıyordum.<br />

Olağanüstü miktarlarda okuyor, bir yandan da hikayesi beni saracak,<br />

okuyanı cezbedecek bir kurgu tasarlamaya çalışıyordum.<br />

Ne kadar sürdü bilemiyorum. On bir veya on üç ay. Yoğun çalışma<br />

temposu neticesinde bitkin düştüm. Yaşım da ilerlemişti. Bedenim<br />

güçten düştüğünde, kendimde yaşlılık belirtileri gözlemler olduğumda<br />

zihnim de yenilgiyi kabullenmekte gecikmedi. Kafamdaki kitaplardan<br />

birini kendi çabamla meydana getirebilmem mümkün değildi. Gözüm<br />

korkmuştu. Ancak en korkuncu da üzerinde adım olmayan bir eser<br />

bırakamadan dünyadan göçüp gidecek olmamdı.<br />

Böylece genç yazarları takibe başladım. Kanı soylu bir av arayan<br />

bir vampir, ihtiyar bir kan içici gibi davranmaya başladım. Kariyerleri<br />

başlamış, ilk kitabını veya kitaplarını yayımlamış gençleri izliyordum.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

92<br />

Luke ve Eda<br />

Birisi İngiliz, birisi Türk olsun istiyordum. İngiliz olan erkek, Türk<br />

olan kız olsun istiyordum. <strong>White</strong> Kardeşler’in tohumlarını atan Scott<br />

ve Sinem gibi.<br />

Luke ve Eda’yı buldum.<br />

Kuşku uyandırmamak için rotamı kitabını yayımlamayı başarmış<br />

gençlerden, henüz bir yayımcı bulamamış fakat inanılmaz derecede<br />

gelecek vaat eden gençlere çevirmiştim. Zamanında dev yayımcılarla<br />

çalışmış amansız yetenek avcılarına teslim ettim bu işi. On ay sonra<br />

ekibim bana yirmi bir isimden oluşan bir liste sundu. Listenin yalnızca<br />

yedisi Türk’tü ve Türk’lerin sadece birisi kızdı. Eda bambaşka biriydi.<br />

Onu yerine hiç alternatif aramaksızın benimsedim. Luke’un ismi ilk<br />

dört listede yoktu. Beşinci liste ise Luke’tan ibaretti.<br />

Stanley Kaan’dan iki milyon Euro istedim. Niyetimi öğrenemedi.<br />

Sağ olsun sormadı da. Beni seviyordu. Dilesem bütün servetini bana<br />

vakfedebilirdi. Sean Hakan’dan ise belirsiz bir süre malikanesinde<br />

konaklamayı rica ettim. Evleri değiş tokuş ettik. Sean Hakan Bostancı<br />

sakini oldu böylece. Son günlerini denizin kıyısında geçirdi. Umarım<br />

bir nebze olsun huzur bulmuştur orada. Bu süre zarfında herkesten söz<br />

aldım. Kimse malikaneyi ziyaret etmeyecek, beni kendi halime bırakıp<br />

yokmuşum gibi hayatlarını sürdüreceklerdi.<br />

Böylelikle Eda ve Luke yirmi sekiz ay arayla malikanenin yeni<br />

sakinleri oldular. İkisi de yirmi sekiz yaşındaydı. Malikaneye geldiği<br />

yıl Eda yirmi altısındaydı. Luke ise o dönem kasaplık yapmaktaydı.<br />

Luke’un geldiği hafta, birbirlerini tanıma imkanı tanımadan, onları<br />

evlendirdim. Kendilerine sunduğum, insanın hayatında bir defa sahip<br />

olabileceği teklifin koşullarından birisi buydu. Birbirlerine kısa sürede<br />

alışacaklarını, kalben sevişeceklerini peşinen biliyordum. Yalnız kafa<br />

olarak değil, fiziki görünüm olarak da eşlerine az rastlanır çarpıcı genç<br />

insanlardı. Yalanım yok, yüzlerine bakmaya doyamazdım.<br />

Kendilerini minyatür bir cennet köşesinde birer Adem ve Havva<br />

gibi hissetmeleri için gençlere modern dünyanın olanaklarını sundum.<br />

Eda altı yıl süren uzun bir ilişki ve gözü yaşlı bir nişanlı bırakmıştı<br />

ardında. Luke ise canı gibi sevdiği, ölmek üzere olan mide kanseri bir<br />

anneyi. Ancak teklifim reddedilemeyecek denliydi. Tek hayalleriydi.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

93<br />

Morukcuğum<br />

Şüphesiz kandırdım onları. Kanlarına girdim. Bir meleği oynadım.<br />

Yüzümden gülümsemeyi eksik etmedim, kibarlığı, nezaketi asla elden<br />

bırakmadım. Beni akşam yemeklerinde masalarına oturan dost bir<br />

tanrı gibi benimsediler. Kalplerinde yer verdiler. Büyükleri, patronları,<br />

ev sahipleri değildim, hayır, arkadaşlarıydım. Bana ‘moruk’ diye hitap<br />

etmelerini istemiştim. Luke dahi bana bu Türkçe lakapla sesleniyordu.<br />

Adım buydu benim. Moruk veya Morukcuğum.<br />

Halihazırda bir yayınevi olan <strong>White</strong> Publishing’i satın aldım. Piyasa<br />

dahilinde bulunan kitapları derhal geri çektim, sözleşmeleri feshettim,<br />

yazarları geçimlerini sağlayacak yüklü tazminatlarla uğurladım.<br />

Luke ve Eda’ya teklifim şuydu: Benim sağladığım nezih ortamda,<br />

kendi kurallarıyla, olanca özgürlükleriyle, içlerinden geldiği, içlerine<br />

sindiği şekliyle yazabilecekleri en güzel kitapları yazmalarını istedim.<br />

Kısa sürede ardı ardına birçok kitap tamamlamak veya aynı kitap<br />

üzerinde yıllarca çalışmak tercihi onlara aitti. Diledikleri zaman yeme<br />

içmeden kesilip günlerce çalışmakta veya diledikleri müddetçe yayılıp<br />

keyif çatmakta özgürlerdi. Çalışmalarını yakınen izleyecektim ve o an<br />

geldiğinde kendilerine bildirecektim. Eserlerini teslim alacak, bilinen<br />

tüm dillere çevrilmesini sağlayacak, dünyanın kitap satılıp okunan her<br />

köşesinde eş zamanlı olarak piyasaya sürecektim.<br />

Üzerinde hevesle ve aşkla çalıştıkları biricik eserlerinin, gecelerini<br />

gündüzlerine katıp büyük bir şevkle kurdukları dünyalarının benim<br />

olacağını, benim adım altında yayımlanacağını bilmiyorlardı. Niyetim,<br />

birbirine hemencecik uyum sağlayan bu oldukça dinamik, üretken ve<br />

parlak ikiliden olabildiğince çeşitli ve enteresan eserler almak ve son<br />

olarak da onları ana hatlarını kafamda belirlediğim <strong>White</strong> Kardeşler<br />

hikayesini, kardeşlerimle benim hayat hikayelerimizi birlikte kaleme<br />

almaya teşvik etmekti. Kitapları yazdırdıktan sonraki akıbetleri ne<br />

olacaktı, henüz karar vermemiştim. Modern tıbbın geldiği nokta hafıza<br />

silmeye yetiyorsa hafızalarını sildirirdim muhtemelen, böyle bir şey<br />

mümkün değilse de aklımda hafızalarını komple kapatacak alternatif<br />

senaryolar türetmek zor değildi.<br />

Ben morukla birlikte çok mutlulardı. Mutlulukları gözlerinde pırıl<br />

pırıl parlıyordu. Canlarım benim. Siz perilerimdiniz çocuklar.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

94<br />

Büyük Yanılgı<br />

Bir gün bana bu müthiş gençleri bulan yetenek avcılarından birine<br />

memnuniyetimi bildirmek üzere bir teşekkür mektubu kaleme aldım.<br />

Gecenin geç bir vaktiydi. Mektubu zarfa yerleştirdim. Masanın ışığını<br />

söndürdüm. Yapay gölden esen yosun kokulu tatlı rüzgarla serinlemiş<br />

olan yatak odama gittim, yatağıma girdim ve uyudum.<br />

Uyandığımda mektup çalışma odamda değildi. Deliye döndüm, kan<br />

beynime sıçradı. Çünkü satır arasında planlarımdan da söz etmiştim.<br />

Ve görünen oydu ki, çocuklar mektubu okumuşlardı.<br />

Malikanede üçümüzden başka kimse yaşamıyordu. İç temizliğini ve<br />

bahçe düzenlemesini kendimiz yapıyorduk. Onlara birer at almıştım.<br />

Atları yerinde bulamadım. Çıldırmak üzereydim. Büyük bir öfkeye<br />

kapılmıştım. Gözüm dönmüştü.<br />

Koyduğum kural gereği malikane topraklarından ayrılmalarına veya<br />

yapay gölde gözün görmeyeceği bir mesafeye açılmalarına müsaade<br />

etmiyordum. Onları gölde bulamayacağımı biliyordum. Kaçmışlardı.<br />

Emindim bundan. Yine de golf arabalarının birine atlayıp her yanda<br />

uzun müddet dolaştım, izlerini aradım, seslerini duymayı umdum.<br />

Geç kalkmıştım o gün. Yorgun düşüp içeri dönmeye karar verdiğim<br />

zaman hava neredeyse kararıyordu. Büyük salonun ışıkları yanıyordu.<br />

Yine de kaçıp gitmemiş olduklarına sevinemedim. Ben bir köşeyi<br />

yoklarken onların öte köşede at biniyor olmaları umurumda değildi.<br />

Büyük bir aksilikle, devasa dış kapının kanatlarını çarparak girdim<br />

içeriye. Beni bu öfkeden kudurmuş halde görünce şaşırıp korktular.<br />

Eda çalışma odamı temizlemiş, mektubumu hiç açmadan, çünkü bu<br />

yasaklarımdan biriydi, hiç ellemeden çekmecelerden birine kaldırmış,<br />

masayı sildikten sonraysa aldığı yere öylece bırakmayı unutuvermişti.<br />

Bunu ertesi gün, öğlen, öfkem dindiğinde fark ettim ve saatler boyu<br />

hıçkırarak ağladım, dövündüm.<br />

Mektubu okudukları ve niyetlerimi öğrendikleri zannıyla üzerlerine<br />

yürüdüm. Çıtları çıtmıyordu zavallıların. Bir koşu, soluk soluğa üst<br />

kata çıktım. Pompalı tüfeklerden birini aldım. Tüfeğe mermi sürdüm.<br />

Onları önüme kattım, koruya doğru ağır adımlarla, diyalog kurmadan<br />

yürüdük. Daha doğrusu ben bitmez bir tirada başlamıştım. Niyetlerimi<br />

detaylıca itiraf ediyor, küfrediyordum. Şoka girmişlerdi yavrularım.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

95<br />

İşe Sonradan Uyandım<br />

Bir açıklamada bulunmam lazım. Okumakta olduğunuz bu kitabı<br />

kendi hikayemi anlatmak niyetiyle yazmaya başlamadım. Eğer o fena<br />

yanılgıya düşmeseydim, Eda ve Luke bu kitabı yerime yazacaklardı ve<br />

planladığım üzere beni de hikayeye dahil edeceklerdi. Onların yerine<br />

benzer potansiyelde başka gençler ikame edip planımı yürürlükte<br />

tutabilirdim. Fakat istemedim bunu. Hikayemizi kendi başıma yazmak<br />

istiyordum artık. Kitabım üç kardeşin değil, Stanley Kaan ve Sean<br />

Hakan’ın hikayesi olacaktı yalnızca. Kendimi geri planda tutacak ve<br />

kardeşlerimin kariyerlerine odaklanacaktım. Ama, sanıyorum altmışlı<br />

bölümlerde, kendimi bir anda aktif olarak hikayeye dahil ediverdim.<br />

Yeni amacım, kitabı bir an önce bitirip <strong>White</strong> üçüzlerinin enteresan<br />

hayatlarını gelecek kuşaklara ulaştırmaktı. Evet, gelecek kuşaklar için<br />

yazmaktaydım, çünkü kardeşlerimin inanılmaz şöhretleri sayesinde<br />

hikayemiz ama yanlış ama doğru olarak sizler tarafından biliniyor. O<br />

pasparlak başarı hikayeleri sizin çağınızda yaşandı, tanık oldunuz.<br />

Fakat şu son bölümleri yazıyorken kitabta sakıncalı birçok şeyden<br />

bahsettiğimin ancak farkına varabildim. Yahu, düşünüyorum, bu kitap<br />

çıksa, okunsa, bilinse… E yandım o zaman ben! Ne kadar edepsiziz,<br />

ne kadar hayvanız, ne kadar şuyuz, buyuz, katiliz, duygusuzuz,<br />

hepsini bir bir sayıp döktüm yahu. Bu kitabın yayımlanması demek,<br />

ömrümün şu son dönemini içeride geçirmem demek. Kendi kendimi<br />

ihbar etmek. Bir sonraki bölümde okuyacaksınız, o gece o güzelim iki<br />

gencecik insanı kalpsizce öldürdüm ben.<br />

Böyle olmayacak. Kitabı yayımlamaktan şu an cayıyorum. Büyük<br />

kafasızlık benim yaptığım. Değil kitabı yayımlamak, bunu şu an en<br />

yakınlarımın bile okumasını istemiyorum.<br />

Bu kitap, <strong>White</strong> Kardeşler’in kalan ikisi de (ben ve Stanley Kaan)<br />

öldüğünde yayımlanacaktır. Kararım kesindir. Gerekeni yapacağım ve<br />

kitabı bahsettiğim güne kadar koruyacağım, o günün hemen ertesinde<br />

ise yayımlanma prosedürlerinin başlanması için hazırlık yapacağım.<br />

Bakın ne kadar değişiğiz, marjinaliz, başarılıyız, olağanüstüyüz ve<br />

doğaüstüyüz, manyağız, sevimliyiz, dünya tatlılarıyız, bambaşkayız<br />

biz diye hevesle kaleme almaya başladığım kitabın resmen kontrolünü<br />

yitirdim arkadaş. Ne rezilliğimiz kaldı, ne katilliğimiz…


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

96<br />

Son Sarılış<br />

Onlar önde ben arkada koruya girdik. Tüfeği ortamızdan yürüyen<br />

Luke’un tam ensesine doğrultuyordum. Çocukken en sevdiğim adam<br />

öldürme yöntemi enseden kurşunlamaktı. Filmlerde görür ve heyecan<br />

yapardım. Düşünüyordum, pompalıyla ensesine ateş etsem ne olurdu?<br />

Boynu kopup kafası gövdesinden ayrılır mıydı? Onlara gerçekten ateş<br />

edebilecek miydim, bilmiyordum. Korkuyordum bir yandan. Oğlan<br />

hop diye üzerime atılsaydı, sıçardım, orası kesin.<br />

Mezarlığa duvar olan devrilmiş ağaç gövdelerinin önünde durduk.<br />

Küçük bir aralık vardır arka tarafta. Oradan sırayla içeriye süzüldük.<br />

Gördükleri atmosferi betimlemelerini istedim.<br />

Seksen dördüncü bölümün ilk paragrafında yaptığım betimlemeyi o<br />

gece çocukların yaptıkları betimlemeden arakladım. O paragraf biraz<br />

önce ikisinin burada yaptığı ortak betimlemedir. Ancak onlar benim<br />

ilk buraya geldiğim gece gördüğüm gibi ortadaki büyük mezarın<br />

üzerinde bitmiş fesleğen ve adaçayını göremediler. Çünkü mezarı iki<br />

defa eştim ben daha önceden.<br />

Sırtım ağaç gövdesinden duvara sürtünceye kadar geriledim. Tüfeği<br />

hâlâ üzerlerine doğrultmaktaydım. Kazma küreği alıp işe koyulmasını<br />

istedim Luke’tan. Eda da ona yardım etti. Artık nasıl bir psikoloji<br />

onları esir almışsa, hızlı hızlı kazdılar. Kendi mezarlarını kazdıklarını<br />

bildikleri halde. Ağlamamaları, mutsuz görünmemeleri garibime gitti.<br />

İskeletler ortaya çıkınca Eda’dan ‘hiayyk!’ benzeri bir cırlama çıktı.<br />

Luke of çekti. Başını ümitsizce kaldırıp korunun üzerinden geçen, ayı<br />

çevreleyen ince gri bulutlara baktı. Yeni yükselmeye başlayan ay ışığı<br />

bulutların kenarlarını sarının turuncunun tonlarında sırmalıyordu. O an<br />

bir düşünce belirdi aklımda. Korunun ortamı harikaydı. Burayı bensiz<br />

keşfetmiş, mezar açılmamış ve iskeletler belirmemiş olsaydı, mutlaka,<br />

eminim bundan, bir mezarlıkta dikildiklerini boşverip öpüşürlerdi. Ne<br />

harika bir büyüdür o saatlerde orada bulunmak. Birazdan ay yükselip<br />

büyülü renk tonlarını yitirecek, giderek solacaktı. Tam zamanıydı.<br />

Hayatta gördükleri son manzara bu olmalıydı. Yoksa yazık olacaktı.<br />

Onları öldüreceğimi, birbirlerine son bir veda öpücüğü vermelerinin<br />

hoş olacağını söyledim. Öpüşmeyip uzun uzun sarıldılar. Birbirlerinin<br />

boyunlarını kokladılar. Çok dokunaklıydı. Elim tetikte ağlattılar beni.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

97<br />

Biz İhtiyarlara İçirmeyin, Cıvıtıyoruz Sonra<br />

Ölüleri ayaklarından çekerek diğer iskeletlerin üzerine düşürdüm.<br />

Yüzlerini birbirine çevirdim. Ellerini tutuşturmayı beceremedim ama.<br />

Çukurun içine ve yavaş yavaş katılaşan, hâlâ ılık, genç karı kocanın<br />

üzerine kürek kürek toprak attıkça kendimden iğrendim. Ben bir aşk<br />

evliliğinin meyvesiydim. Anne babam ellerinden geldiğince çok sevdi<br />

beni. Ben neden böyle oldum? Bana bir canavara dönüşmem için mi<br />

bu ikinci şans verildi? Bunları düşünürken baktım ki mezar kapanmış.<br />

Sean Hakan’ı ve Stanley Kaan’ı aramak, suçumu itiraf etmek, içimi<br />

dökmek istiyordum. Kendimi tuttum. Tam aramız düzeldi derken gene<br />

aramıza nefret girebilirdi. Kulaklarım çınlıyordu dönüş yolunda.<br />

Viski doldurdum dört parmak. Nasıl daralıyordum, anlatamam. Bir<br />

üst kattaydım, bir ondan da üst katta, bir çatı katında, bir de bakmışım<br />

en alt katta. Ne yapıyordum, bilmiyordum. Belki hayaletler dolmasın<br />

diye odaları capcanlı ama kokuşmuş varlığımla şereflendiriyordum.<br />

Ne yaptım, diye dövündüm. Ömrümde ilk defa duvara doğru depar<br />

atıp alnımı küt diye körlemesine vurdum. Tarifsiz bir acı duydum,<br />

ama bunu üç defa daha tekrarladım. Sonuncusunda epeyi incindim,<br />

belim de kıtladı. Kendime daha fazla eziyet etmeyip yatağıma gittim.<br />

Uyuyamadım. Vakit daha erkendi. İpek’i aradım. Anlatacaktım.<br />

İpek neşeli açtı telefonu. Neşesi anında beni de kavradı. Ummadığım<br />

anda kendimi kakara kikiri bir sohbetin ortasında buldum. Başım<br />

çarpmaların etkisiyle zonkluyordu. Alnım yüzülmüş kanıyordu. İpek<br />

bunları bilmiyordu. Ben de onun nasıl göründüğünü bilmiyordum.<br />

Derken nasıl göründüğümüz değil, birbirimizi nasıl hayat ettiğimiz<br />

üzerine bir sohbete daldık ve ömrümde ilk defa bir kadınla telefonda<br />

sanal seks yapmış oldum. Yarım saatten uzun sürdü bu. Çok da saçma<br />

ve gereksiz buldum. Bir daha ölsem yapmam herhalde.<br />

Üçü de birbirinden berbat üç film izledim peş peşe. Korku filmiydi<br />

güya bunlar. Ohoo, dedim içimden, manyak mısınız siz evladım, insan<br />

denen kan içici iblis böyle korkar mı? Gelin malikanemize ben size<br />

interaktif bir korku kuşağı sunayım da aklınızı başınızdan alayım. Ne<br />

demiş Shakespeare Birader? Hell is empty and all the devils are here.<br />

Cehennem bomboş ve tüm iblisler aramızda. İyi dememiş mi? Milleti<br />

efektle, bok püsürle korkutacağınıza, ilhamı hayatın kendisinden alın.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

98<br />

Kendine Kıymak<br />

Çocukları hakladıktan sonraki salı günüydü. Yataktan sıçrayarak<br />

uyandım. Müthiş bir gürültüydü. Bir üst kattan geliyordu. Malikanede<br />

yalnızdım. Ben uyurken içeri birisi girmişti. Duyduğumun silah sesi<br />

olduğuna emindim. Sesi rüyamda duymuş olmayı umdum. Uyku ile<br />

uyanıklık arasındaki o ince alanda duymuş olmayı.<br />

Dirseklerimin üzerinde korkuyla doğruldum. Ardından bacaklarımı<br />

yataktan sarkıttım. Ayaklarım terlikleri aradı. Yoğun bir tedirginlik ve<br />

korku bedenimi esir almıştı. Dudaklarım titriyordu. Pencere önünde<br />

duran sandalyenin arkalığına astığım yeleğe uzandım. Yeleği çabucak<br />

sırtıma geçirdim. Odadan ayrılırken kalbim deli gibi vuruyordu.<br />

Merdivenleri tırmanmadan önce yukarıya seslendim. En ufak bir<br />

tıkırtı bile gelmiyordu. Malikane her zamanki sessizliği içerisindeydi.<br />

Yavaş yavaş, korkarak çıktım merdivenleri. Sean Hakan’ın bir dönem<br />

çalışma odası olarak kullandığı, daha sonradan gözden düşen eşyaların<br />

kaldırılıp tozlanmaya bırakıldığı yüksek tavanlı aydınlık odanın kapısı<br />

aralıktı. Orada birisinin olduğundan emindim.<br />

Titreyen elimle kapıyı içeriye doğru iterken kalbimin duracağını<br />

zannettim. Güneş karşı camdaydı. Odayı kızıl ışığıyla doldurmuştu.<br />

Gözlerimi kısarak girdim odaya.<br />

Kardeşim oradaydı. Sean Hakan. Sırt yerinin desen dikişleri attığı<br />

için buraya kaldırılmış ahşap ayaklı tekli koltuktaydı. Mide bulandırıcı<br />

bir sahneydi. Bol ışık yüzünden her detay apaçık ortadaydı. Kardeşim<br />

kendisini ensesinden kurşunlamıştı. Yüzünün yarısı yok olmuştu. Başı<br />

öne doğru eğilmiş, göğsüne çekilmişti. Hafifçe yan duruyordu cansız<br />

baş. Silah ölünün kabarmış ensesindeki tümsek ile koltuğun sırtı<br />

arasında asılı kalmıştı. Silahı kavramış, namluyu ters ama usta bir<br />

hareketle arkadan burun hizasına doğrulmuş, ardından tetiği çekmişti.<br />

Kolu boşa çıkmış, koltuğun yanına savrulmuştu.<br />

Genzime bulantı yükseldi. Çok kalamadım orada. Önce polisi ve<br />

ambulansı, ardından Stanley Kaan ve İpek’i aradım. Ahmet Ekber’in<br />

telefonu kapalıydı. Ağlamak istiyor yapamıyordum. Çok feciydi.<br />

Alt kata inip yüzümü ılık su ve portakal özlü sabunla iki defa iyice<br />

köpürterek yıkadım. Dişlerimi de iki defa sertçe fırçaladım. Havluyla<br />

yüzümü kuruladım. Oyalanıyordum. Cesaretim yoktu tekrar bakmaya.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

99<br />

Kardeşime Ağıdımdır<br />

Biraz önce yine oradaydım. Vakit gece yarısını çoktan geçti. Odada<br />

kısılmış bir ışık sürekli yanıyor. Odanın alacakaranlık dokusu, verdiği<br />

sevimsiz his, oradayken insanın içine sinen melankoli, yüreğe oturan<br />

hüzün dolu anılar, hatırlayışlar… Koltuğun üzerinde siyah bir çarşaf<br />

serili. Çarşafı İpek oraya koltuğu tozdan koruması için değil üzerinde<br />

bulunan kan ve doku parçası lekelerini gizlemek için serdi. Geceleri<br />

koltuğa kuruluyorum, sırtımı arkaya yaslıyorum, sağ elimi silah yapıp<br />

enseme dayıyorum ve kendimi Sean Hakan’ın yerine koyuyorum. İşte<br />

orada hâlâ. Çıkmıyor lekesi. Ahşap zemine sıçrattığın ölüm lekeleri.<br />

Biraz önce yine oradaydım. Yine ağladım. O acı günü hatırlamak,<br />

bunu yazmak bir işkence. Yazmalıyım yine de. <strong>White</strong> Kardeşler bu<br />

kitabın ismi. Ve <strong>White</strong> Kardeşler ne yazık ki bunu da yaşadı.<br />

Yaratılışında senin bir arıza vardı kardeşim. Kendini olduğundan<br />

hep daha yaşlı duyardın. Kaprisli, şımarık, eğlence düşkünü bir çocuk<br />

değil aksine kendisine o yaşta ulaşılabilir hedefler koyabilen hırs<br />

küpünün tekiydin. Ergenliğinde koca bir adamdın. İş hayatına atılmış,<br />

ekmeğini eline almış taş gibi hatunlarla çıkardın. Kariyerinde her daim<br />

profesyonel, olgun ve ne istediğini bilendin. Normal halinde kendine<br />

güvenirdin. Özgüven sorunu yaşadığında bunu sindiremez, hayatını<br />

zindana çevirirdin. Hataların oldu. En büyüğü bendim. Affedildin.<br />

Biraz önce yine oradaydım. Kendimi yine senin yerine koydum.<br />

Altmışıncı yaşını süren birisi ruhen nasıl bir enkaza döner, bedenen<br />

nasıl yetmişlerinde seksenlerindeymiş gibi olabilir, anlamaya çalıştım.<br />

Zamanında bütün dünyanın gıpta ettiği, insanüstü rekorlara imza atmış<br />

bir sporcu nasıl olur da ömrünün ikinci yarısında enkaza döner, işte<br />

buna kafa yordum. Seni şimdiden özledim kardeşim, kanım, canım.<br />

Biraz önce yine oradaydım kardeşim. Ancak bu kez canına kıydığın<br />

koltukta güneş odayı kızıla boyayıncaya değin kalmadım. Kitabımızı<br />

bitereceğim bu gece kardeşim. O yüzden. Ruhun ve öte dünyanın var<br />

olduğuna inanmayan bir babanın, aslolanın ahiret, yaşanılanın bir rüya<br />

olduğuna inanan bir ananın çocuğusun sen. Hangisi haklıydı, şu an sen<br />

biliyorsun. Ya bir yoklukta kayboldun, ya sonsuz varoluşuna kavuştun<br />

kardeşim. Bu kitaptan sağlığında sana bahsetmedim. Seni tanıdığım<br />

kadarıyla, kalemim yettiğinde yansıttım. Hoşça kal. Seni seviyorum.


semihsuren.com<br />

<strong>White</strong> Kardeşler<br />

100<br />

Haliyle Okyanusta Biter Bu Hikaye<br />

<strong>White</strong>’ların Çikolata Dünyası’nın ilk şubesinde bir araya geldik.<br />

Ben, Stanley Kaan, İpek, Ahmet Ekber. Dördümüz. Gece yarılanalı,<br />

dükkan müşteriye kapatılalı epeyi olmuştu. Güneşliği indirmiş, içeride<br />

loş bir spot aydınlatmayı açmıştık.<br />

Sean Hakan’dan arta kalanları Atlantik Okyanusu’na, babamızın<br />

yanına serpmiş, ülkeye yeni dönmüştük. Ahmet Ekber biraz gecikti, o<br />

gelene kadar biz İpek’le ağlaştık, aramızda en dayanıklı görünen Kaan<br />

ise Sean Hakan’ın ölümü sebebiyle siyah pazubentli forma ile sahaya<br />

çıkan takımının Juventus deplasmanı maçının son yarım saatini izledi.<br />

Ahmet Ekber içeriye sırılsıklam girdi. Deli bir yağmur yağıyordu<br />

dışarıda. İpek onun çırılçıplak soyunması için diretti. Oğluna bir servis<br />

önlüğü getirdi. Ahmet Ekber dizlerinin altına kadar uzanan önlüğü<br />

boynuna geçirdikten sonra yanımıza oturdu. İpek önüne bir tabak taze<br />

kurabiye koydu. Genç adamın karnı kazınıyordu. Kurabiyelerin peşine<br />

iki dilim yaş pasta yedi, peşine de sıcak kakao içti bir fincan.<br />

Kendimizi hazır hissettiğimizde Sean Hakan’dan arta kalan yazıları<br />

ortamıza aldık. Avukatı bize bir dosya içerisinde iletmişti onları. Açtık<br />

dosyayı ve kitap tutarında olan yazıları sırayla yüksek sesle okuduk,<br />

yorumladık, üzerinde tartıştık. Güneş doğumuna kadar sürdü bu. Üç<br />

defa çay demledik. Sabahleyin çalışanlar kapıyı tıklatınca oradan çıkıp<br />

Ahmet Ekber’in dairesine gittik. Dışarıdan sipariş verip karnımızı bir<br />

güzel doyurduktan sonra bir ertesi gün doğumuna kadar incelikli bir el<br />

yazısıyla kaleme alınmış sayfaları acele etmeden değerlendirdik.<br />

Sean Hakan’ın bilmediğimiz karanlık yönlerini öğrenmek bizi epeyi<br />

sarstı. İpek onun sırdaşıydı. İpek’in bile şaşkınlıktan ağzının bir karış<br />

açık kalmasına neden olan kısımlar okuduk. Okudukça telaşa kapıldık.<br />

Tüm bu sayfalar, kendisinin ‘hatırat’ olarak nitelendirdiği bu itiraflar<br />

yayımlanacaktı. Avukatı girişimlere kardeşim aramızdan ayrılmadan<br />

önce başlamıştı bile. Avukatı, o rezil herif, intihar edeceği günü, saati<br />

ve intihar şeklini de kesinen biliyordu önceden. Bunlar da yazılıydı.<br />

Gaziantep’e kadar götürüp getirdiğim, üzerine Eda’yı canlı canlı<br />

gömdüğüm, elbise içindeki iskeletin anneme ait olduğunu o zaman<br />

öğrendim. Kaan’a durumu özetledim. Mezar tekrar açıldı. Annemizin<br />

kemiklerini Eda’nın altından çıkardık ve bir tekne kiraladık.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!