10.07.2015 Views

Editör'den... - İSMEK - İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Editör'den... - İSMEK - İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Editör'den... - İSMEK - İstanbul Büyükşehir Belediyesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

82Hem FizikHem Kukla Mühendisi!88SaraybosnaEl Sanatları94GelenekselSanatlarınSırlı Rengi“Çini”104Estetikve ŞıklığınBileşkesi:ŞapkaRealizatörlüğüSemra ÜNLÜProf. Sahrudin SARAJCICÖzlem BİLGİElif Kübra YAZGAN110DolmabahçeSarayı’nda43 Bin ParçalıkMuhteşemKoleksiyon118RessamHoca Ali Rıza veBinbaşıHasan Rıza’nınResim DersiRaporu124SuMedeniyeti;İstanbul136Moda,Müzikve ÇağdaşSanatlarKütüphaneleriİrem GÜVENDoç. Dr. Süleyman KIZILTOPRAKYrd. Doç. Dr. Şükrü SİMHatice ÜRÜN142Biz TürkülerdenBiliriz Yemen'i148GörünmezMüzisyenlerKorosu154Terkîb-i HatYazı SanatındaKompozisyonİbrahim DIVARCIDuru ÖZÇELİKÖmer Faruk DERE3


lerimi kâğıda geçersin’ dedi ve her biri adeta birer çeyiz bohçasıgibi, içerisinde muntazam bir şekilde katlanmış desenlerinbulunduğu cilbentleri açtı, desenler hakkında bilgi verdive bana birkaç desen armağan etti. Ölecek gibiydim mutluluktan.Dışarı çıktığımızda Emin Hocam, Rikkat Hanım’ınbeni çok sevdiğini ve sağlığı el verdiğince bana yardım edeceğinisöylediğini iletti. Her şey rüya gibiydi. O günden sonravefatına kadar her hafta sonu Rikkat Hocam'ı ziyarete gittim.Desenlerimi birlikte etüt ettik, tashih ettik vefatına kadarve son öğrencisi olmam hasebiyle bana taktığı ‘Tekne Kazıntısı’lakabını unutamıyorum.”Mimar Sinan Yılları Profesörlüğün Yolunu AçtıHalen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, GelenekselTürk Sanatları Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapanProf. Dr. Faruk Taşkale, bugün bulunduğu bu yere gelmesindeemeği geçen hocalarını minnetle anıyor. Sanatçı, “Kendimiçok şanslı bir müzehhip olarak addediyorum. Hamit Aytaç,Rikkat Kunt, Emin Barın, Süheyl Ünver, Ali Alparslan, KerimSilivrili gibi üstatlarla tanışma şansına ve şerefine nail oldum.Bunun için sonsuz teşekkür ediyorum Yüce Allah’a. VeEmin Barın, Rikkat Kunt hocalarımdan intikal edip bana ışıktutan desenleri ve malzemeleri Rikkat Kunt Hocam'ın yaptığıgibi özenle koruyup saklıyorum… Rikkat Kunt ve Emin BarınHocalarımı rahmetle anıyorum” diyor.Taşkale, İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu olduktan sonra, kariyeryaşamında suyu adeta tersinden akıtarak, hep gönlündeyatan sanat aşkını mesleğe çevirme serüvenini şu sözlerledile getiriyor: “1989’da Mimar Sinan Üniversitesi GüzelSanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Tezhip AnasanatDalı’nda araştırma görevlisi olarak üniversitedeki görevimebaşladım. 1991 yılında Prof. Kerim Silivrili danışmanlığında‘Tezhip Sanatı ve Rikkat Kunt’ konulu çalışmam ileYüksek Lisans programını, 1994 yılında ise Prof. İlhami Turandanışmanlığında ‘Tezhip Sanatının Kullanım Alanları’ konuluçalışmam ile Sanatta Yeterlik (Dr.) programını tamamladım.1996’da Yrd. Doç., 2000’de Doç., 2006’da Prof. oldum.2006-2008 tarihleri arasında bölüm başkanı yardımcılığıyaptım. 1996 yılından bu yana Tezhip Anasanat Dalı Başkanıve Öğretim Üyesi olarak göre yapmaktayım. Bölümde,lisans, yüksek lisans ve sanatta yeterlik programlarında tezhiptasarım, serbest tasarım, diploma ve teorik derslere girmekteyim.”Yurtiçi ve Yurtdışında 70 Sergiye KatıldıUsta müzehhip 1981 yılından bu yana yurtiçi ve yurtdışındayaklaşık 70 kadar sergiye katıldığını anlatıyor. Taşkale’nin sanatsalanlamda faaliyetleri, sadece tezhiple sınırlı değil.Taşkale’nin, çeşitli kitap ve dergilerde geleneksel sanatlar vetezhip sanatı üzerine 50 kadar makalesi bulunuyor. Her ikiside Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanan, Hüseyin Gündüz’lebirlikte hazırladıkları “Rakseden Harfler/Dancing Letters”ve “Hilye-i Şerîfe” isimli iki kitabı da bulunuyor Taşkale’nin.İstanbul’da Artam AŞ, Portakal Sanat ve Kültür Evi ile AlîfArt gibi müzayede ve sanat kuruluşları ile Sadberk HanımMüzesi ve birçok özel şahsın tezhip konusunda danışmanlıklarınıyapan Taşkale’nin halen Sabancı Üniversitesi SakıpSabancı Müzesi, Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi, yurtdışıve yurtiçinde birçok özel koleksiyonda eserleri bulunuyor.“Eserlerimin büyük bir bölümü 1984’te tanıştığımızdan2005 yılında vefatına kadar maddi-manevi beni destekleyenve çalışmalarım konusunda beni yönlendiren merhumSevgi Gönül koleksiyonunda bulunmaktadır.” diyor sanatçı.Sevgi Gönül’ün, sanata ve sanatçıya son derece önem veren,sanatı ruhunda yaşayan bir insan olduğunu vurgulayanTaşkale, Gönül’ün, Türk müzeciliği ve kültür hayatının SevgiGönül’e şükran borçlu olduğunu da ifade ederek, “SakıpSabancı ve Sevgi Gönül’ün günümüz koleksiyoner ve sanatseverlerineörnek teşkil edecekleri inancındayım.” diyor.11


Bugünün Eserleri Geleceğin Antikaları OlacakTezhip sanatçısı Faruk Taşkale, el yazması eserlere yaklaşımkonusunda Türkiye’deki koleksiyonerler ile yurt dışındakilerarasında bir karşılaştırma yapıyor. Avrupa’dayapılan İslâm eserleri müzayedelerinde, yazı kalitesi dışındakitabın ve levhanın tarihine önem verildiğini söylüyorFaruk Taşkale. Sanatçıya göre yurt dışında bir eserinyaşı ne kadar eskiyse o kadar kıymet arz ediyor. Kûfî hatlayazılmış eserler, Yâkut, Karahisârî, Şeyh Hamdullah,Hâfız Osman gibi sanatkârların eserlerinin, Avrupa müzayedelerindeyüksek bedellerle satıldığını söyleyen Taşkalesözlerine şöyle devam ediyor: “Oysa ki Türkiye’deklasik hattatların dışında en iyi hattatlar 18. ve 19. yüzyıllardayaşamışlardır. Dolayısıyla Türkiye’de koleksiyonerlerdaha bilinçli eser toplamaktadır. Yurtdışında el yazmasıeserlerin fiyatları ülkemize göre daha yüksek. Arapkoleksiyonerler yazılara meraklı olmakla birlikte çok değerliyazılar koleksiyonlarına henüz girmemiş. Arap ülkeleridaha ziyade Kur’ân-ı Kerîm ve ilmî el yazmalarınıtoplamaktadır. El yazmaları müzayedelerde önemli biryer tutmaktadır. Müzayede yapanların el yazmalarınıntanıtımlarına daha fazla önem vermeleri, koleksiyonerlerinde koleksiyon yelpazesini açmaları gerekmektedir.Kıymetli el yazmaları korunmalı, ülkemizde tutulmalı veyurt dışındakileri de ülkemize kazandırmak gibi bir misyonumuzolmalı.Faruk Taşkale, sırası gelmişken, klasik sanatlara ciddi anlamdailgi duyan birkaç kişinin dışında el yazması koleksiyonculuğunun,Türkiye’de ciddi anlamda 1980’li yıllarınbaşında başladığına değiniyor. Taşkale bu konuda şöylekonuşuyor: “Bir merak, duvarları süsleme amacı ve ilgiylebaşlayan el yazması koleksiyonculuğu zaman içerisindekoleksiyonerler ve sanatseverler için vazgeçilmez birtutku haline gelmiş; hat ve tezhip sanatları bugün güzelsanatlar içerisinde gecikmiş yerini almıştır. 8 asır boyuncayazılmış ve tezhiplenmiş Kur’ân-ı Kerîm’ler, dua kitapları,hilye-i şerîfeler, levhalar, kıt’alar, karalamalar, yazı albümlerive fermanlar büyük bir keyifle özel koleksiyonlaradahil edilmekte ve Türk kültür hazinesine kazandırılıp,koruma altına alınmaktadır. Özel koleksiyonlarda bulunan,şimdilik sadece sahip olan kişilerin ve çevresiningözüne ve gönlüne hitap eden sanat eserlerine olan ilgigün geçtikçe artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bir koleksiyonerinbeğendiği bir eserin peşine düşmesi, İslâm eserlerimüzayedelerindeki heyecan ve günümüzde hat vetezhip sanatlarına olan ilgi bunun en açık göstergesidir.Bugün artık koleksiyonerler resim ve objelerin yanı sırasahip oldukları el yazması koleksiyonunun zenginliği ilede övünmekte ve müze kurma hayalini gütmektedirler.Sergiler ve sempozyumlar sanatın yaygınlaşması, sanatseverlerinbilinçlendirilmesi, tanıtılması, aktif olarak klasiksanatlarla uğraşanların güzeli görmesi ve teşviki açısındanson derece önemlidir.”Klasik eserlere ilaveten koleksiyonerlerin günümüz sanatınıdesteklemek ve sanatkârları teşvik etmek amaçlıçağdaş sanatkârların eserlerinden oluşan bir grup yapmalarısanatın tekâmülü için gerekli nedenlerden birisidir.Bugünün sanatkârlarının ürettikleri eserlerin geleceğinantikaları olma özelliği taşıdıkları unutulmamalıdır.”Günümüzde çağdaş sanatkârların eserlerinin, birkaçönemli isim dışında çok fazla ilgi görmediğini düşünenFaruk Taşkale, “Hat, tezhip, ebru gibi sanatların eğitimininverildiği devlete bağlı ve özel kurumların sayıcaartmasına; geleneksel sanatların yaygınlaşmasına, uygulayankişilerin sayıca çoğalmasına rağmen koleksiyonerve sanatseverlerin ilgisinde paralel bir artışın olduğu düşüncesindedeğilim. Tezhip, yalnızca yazının süsü olarakdüşünüldüğünü ve yazıyla uyumuna, işçiliğine çok fazladikkat edilmediğini düşünmekteyim. Dolayısıyla çok sayıdamüzehhip, sanatı geliştirme, daha ileriye götürmekaygısından uzak, kendilerinden talep edileni yapmakdurumunda kalmaktadırlar. 30 yıl önce yapılanların halenaynı çizgide devam ediyor olması düşündürücüdür.Bu bağlamda öğreticiler ve kursların programlarını gözdengeçirmeleri ve revize etmeleri gerekmektedir. Birkaçmüzehhip bazı kaygıları bir kenara bırakmış, tamameniçinden geldiği gibi çalışmalarını sürdürmekte ve tezhipsanatının gelişimi açısından önemli addettiğim güzel çalışmalaryapmaktadırlar.” diye konuşuyor.Sanat ve Duygular Tekdüze GitmezFaruk Taşkale, tezhip sanatında etkilendiği müzehhiplerede değiniyor. “Tezhip sanatıyla ilgilenmeye başladığımdanbu yana, lâle, gül, karanfil, sümbül, servi ağacı vebahar dalı gibi bahçe çiçek ve bitkilerini yarı stilize olarakTürk tezyini sanatlarına ilk kez tanıtan Karamemi ile natüralisttarzda çiçekleri tezhip sanatında ilk kez kullanan12


Ali Üsküdarî çok etkilemiştir beni.” diyor Taşkale. Aslındaher tarz ve ekolde mutlaka ilgisini çeken bir konu olduğunuanlatan sanatçı, koskoca bir yüzyılı -en üst yöneticisindenhalkına kadar etkileyen- mimariden, tezyinisanatlara kadar birçok alanda güzel örneklerine rastladığımızbarok-rokoko ekolünün de yabana atılmamasıgerektiğine dikkat çeken Taşkale, “Bu tarz icra edilirkensanatkârların beynine silâh dayanmadı. Tamamenkendi içlerinden geldiği gibi dönemin modası doğrultusundasanatlarını icra ettiler. Dolayısıyla bu insanlarınbeğenilerine ve sanatlarına saygı duyulması gerektiğineinanmaktayım. Bu ekol de bizim kültürümüze girmiş birrenktir… Sanat ve duygular tekdüze gitmez. Etkilenebilir,değişebilir.” diye konuşuyor.Restorasyon öncesi (üstte) , Restorasyon sonrası (altta)Faruk Taşkale, tezyini sanatlarda dönem olarak 20. yüzyıldaRikkat Kunt’un yanı sıra Muhsin Demironat’ın eserlerindende çok etkilendiğini ve istifade ettiğini hatırlatıyor.Taşkale, sanatını etkilemiş ve yön vermiş olan hocalarının,birebir birlikte çalıştığı hocaların dışında BabaNakkaş, Karamemi, Hasan bin Abdullah, Ali Üsküdari,Abdullah Buhari, Osman Yumnî, Süheyl Ünver ve MuhsinDemironat’ın isimlerini de zikretmeden geçemiyor.Taşkale, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in tezhip sanatınınyeniden canlandırılmasına bağlı olarak gerek uygulayıcıgerekse araştırmacı kimliğiyle bıraktığı eserlerin, sanatseverlerve sanatkârların başvurduğu kaynakların başındageldiğine vurgu yapıyor ayrıca.13


luplarını ve kuralları özümsemiş bir sanatçının yeni vefarklı yorumlar yapmasını yadırgamadığını, tersine desteklediğinisöyleyen Taşkale, “Amaç sadece tezhip sanatınıyaşatma gibi kısır bir düşünce olmamalı. Sanat yaşıyorve yeni gelişmelere açık. Birçok kişinin konuşma esnasındakullandıkları ‘Kaybolmaya yüz tutmuş gelenekselsanatlar’ sözünü duymaktan nefret ediyorum. Kaybolanbir şey yok ortada. Gayet güzel gidiyor her şey.” diyekonuşuyor.Faruk Taşkale, üniversitede verdiği ‘Serbest Tasarım’ dersindeöğrencileri, aldıkları klasik eğitimden sonra tüm bilgive becerilerini kullanarak form, desen ve renkte tamamenözgür bir şekilde neler yapabileceği konusunda yönlendirdiklerinibelirtiyor. Bu bağlamda çok güzel çalışmalarortaya çıktığını anlatan Taşkale, “Günümüzde serbesttasarım derslerimizde yaptığımız çalışmalar birçok sanatçıyıetkilemiş ve bu yeni akıma paralel çalışmalar yapılmayabaşlanmıştır. Öğrencilerimin ve birçok sanatçı arkadaşımınsergilerinde gördüğümüz özgün ve serbest yorumlartezhip sanatında başlayan yeni bir akımın prototipleridir.Bu akım tezhip sanatının gelişimi açısından kaçınılmazve zorunludur. Bu bağlamda sanatkârların motif,desen, kompozisyon, tasarım ilkeleri, renk uyumu, teknolojininimkânlarını yerinde kullanmak ve yazıyla uyumgibi özellikleri dikkate almaları gerekmektedir.” diyor vegünümüzde uygulayıcı ve öğretici olarak Atilla Yusuf Turgut,Arda Çakmak, Aysun Mert, Berrin Çakın, Emel Türkmen,Eda Şahan, Dilek Yerlikaya ve Hasan Türkmen ileyüksek lisans ve sanatta yeterlik yapan Esin Kazazoğluve Asiye Kafalıer‘i başarılı öğrencileri arasında zikrediyor.Tezhibin dışında başka sanat dallarıyla da ilgilenip ilgilenmediğinisoruyoruz Faruk Taşkale’ye. Sanatçı sorumuzuşu sözlerle cevaplıyor: “Gözüme, gönlüme, ruhuma hitapeden sanatın her dalı ilgimi çekmektedir. Resim, heykel,müzik, hat, tezhip, ebru bir bütünün parçalarıdır vezaman zaman birlikte yürümektedirler. Geleneksel motifleri,yazıyı özellikle 1980’li yıllardan itibaren etkin bir biçimdeeserlerinde kullanan Erol Akyavaş, Burhan Doğançay,Ergin İnan, İsmail Acar bu konuda ön plana çıkmışve ilgiyle takip edilen ressamlarımızdandır. Bir besmelenin,Lafza-ı Celal’in veya bir ‘vav’ harfinin mistik cazibesiheykeltıraşlara ilham kaynağı olabilmekte ve üç boyutluolarak metal, ahşap ya da camdan yapılmış eserler görebilmekteyiz.”Eseri Restore Etmek Hastayı İyi Etmek Gibi Bir ŞeyUğraştığı sanatın ve bu sanattaki tarzının; aldığı eğitim,kültür yapısı, inançları, yaşam biçimi ve duyguları doğrultusundakendisini ifade edebildiği bir besin kaynağı, birışık olduğunu söylüyor Faruk Taşkale. “Bu konuda önümügörebildiğim ölçüde çalışmalarımı sürdürmekteyim.Tezhip sanatında gelmek istediğim bir nokta, bir son yoktur.”diyen tezhip sanatçısı, böyle bir noktanın olabileceğinidüşünmüyor.Faruk Taşkale’nin klasik çalışmaları dışında özgün tasarımlarındatezhip sanatında ilk kez uygulanan kâğıt zeminlerindeve hayatî çiçeklerinde renk geçişleri ve çokrenkli uygulamalar, asimetrik kompozisyonlar ve softrenkler dikkati çekiyor. “Gözü ve ruhu yorduğuna inandığımcanlı ve parlak renklerden daima kaçınmışımdır.Serbest kompozisyonlar ve bitkisel motifler daima ilgimiçekmiştir.” diyen sanatçı; geometrik motifler, birbirinintekrarı desen ve zencerekler çok şık görünse de çalışmalarındabu süsleme öğelerini çok fazla tercih etmediğinidile getiriyor. Son yıllarda hazırlamakta olduğu “Gül” koleksiyonununnatüralist tarzda kendisinin geliştirdiği birteknikle renklendirilmiş güllerden oluştuğuna değinenTaşkale şöyle diyor: “Bu koleksiyonumda zeminler, vazgeçilmezimolan renk geçişli kâğıtlardır. Bitkilerin vazgeçilmeziolan su damlacıkları, karınca, uğurböceği, örümcekgibi böcekler çoğunlukla çiçek ve yapraklar üzerindekiyerlerini almaktadırlar.15


Çalışmalarımda yazı ile tezhip yan yana yürümektedirler.Yazılarımı, tasarımlarımı hazırlarken yorumlarınımutlaka aldığım Hüseyin Gündüz yazmaktadır. Onarımave bakıma ihtiyacı olan bir elyazması eserin restorasyonunugerçekleştirmek; bilgi, beceri, dikkat ve sabıristeyen bir çalışmayı gerektirmektedir. Restorasyon çalışmalarınayeni bir eser üretmek kadar önem ve zamanveriyorum. Restorasyon çalışmalarının tamamına yakınınıHüseyin Gündüz ile beraber yürütüyoruz. Bu konudaçok başarılı çalışmalar yaptık. Restorasyona ihtiyacıolan bir eserin; levha, ferman ve yazının öncelikle bozulmuşve ölmüş kısımları dikkatlice temizlenir. Gerektiğindemantar ve kurtlardan arındırmak için ilaçlanır.Daha sonra eksik kısımlar uygun kâğıt ve kâğıt hamuruile doldurulur ve düzeltilir. En son eksik yazı ve tezhiporijinaline uygun olarak tamamlanır. Dolayısıyla eserinömrü en az 100 yıl daha uzatılmış olur. Bir eserin restorasyonunutamamladıktan sonra karşıma alıp seyretmekkadar güzel bir duygu yoktur sanırım. Bir doktorunhastasını tedavi etmesi gibi mutluluk verir insana.”16


Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeziyaret ettiğimiz tezhip sanatçısı Faruk Taşkale, dergimiziçin son olarak şunları söylüyor: “Çoğumuzun klasik uygulamalarıbirbirine benzer ve aldığımız eğitime paralelolarak hocalarımızın tarzını yansıtırız. Bir süre sonra bazıkaygılardan uzak kişisel özelliklerimiz çalışmalarımızdagörülmeye başlar. 1983 yılında Süheyl Ünver Hoca'nındoğum günü nedeniyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndedüzenlenen toplantı sırasında bir konuşma içerisinde‘Hocam keşke sizin yarınız kadar olabilsek’ dediğimdebana ‘Çok yanlış, sen benim yarım, senin öğrencin seninyarın olmayı dilerse, sanat geriye gider, yok olur. Sensanatı benden daha ileriye, senin öğrencin senden ileriyegötürmeyi düşünecek ki, sanat devam etsin, gelişsin’demişti. Klasik eserleri birebir tekrar etmek, benzerleriniuygulamak ve bununla övünmek, sanatın gelişimini yavaşlatanve engelleyen en önemli nedendir. Müzehhipleriçin Süheyl Ünver’in ‘öğrenci sanatı hocasından ileriyegötürmeli’ sözü bir ilke olmalı ve sanatla aktif olarakuğraşan seçilmiş kişiler duygularını harekete geçirmeli.”17


lanmayı deneyen Yusuf Usta, tornasına motor takmış.İbrahim Özgen, bugün bile hâlâ babasının geliştirdiğimotorlu tornada icra ediyor sanatını. Çoğu tesbih ustasındada muhakkak bir Yusuf Usta tornası bulunduğunuanlatıyor anti-parantez."Kendim" Olduktan Sonra TesbihiDaha Çok SevdimSanatında isim yapmış bir babanın oğlu olarak, aynı sanatıicra edip ismini kabullendirmek zor olsa gerek diyedüşünüyoruz. Her şeyden önce kendi tarzını oluşturmameselesi var. İbrahim Özgen için de farklı olmamış durum.Uzun yıllar, kendi deyimiyle, babasını taklit edenİbrahim Özgen, “1999’a kadar İbrahim diye biri yoktu.Çünkü babamı taklit etmeye çalışıyordum. Sonra kendimolmayı denedim. Kendim olduktan sonra zaten, işidaha bir severek yapmaya başladım. Sabah ezanıyla gelipgece 12’lere kadar çalıştım” diye konuşuyor.Bir tesbih sanatkârının ‘artık ben ustayım’ diyebilmesiiçin ne kadar süre bu sanatla iştigal etmesi gerektiğinisoruyoruz İbrahim Usta’ya. Bu sanatta olgunlaşmaaşaması için belli bir süre olmadığına vurgu yapan gençtesbih sanatkârı, bu sürenin kişiden kişiye değiştiğinisöylüyor.36 yaşında olmasına rağmen, tesbihe gönül veren,kendisinden yaşça büyük onlarca kişiye bu sanatıninceliklerini öğreten bir usta olması, İbrahimÖzgen’in bu tezini doğrular nitelikte.başlıyorsunuz, yoksa ne kadar kazanacağım diye mibaşlıyorsunuz, önemli olan bu” diyerek özetleyen ustasanatkâr, kendisinin gerçekten sanat için torna çektiğinivurguluyor.Atölyede babadan kalma tornasının başında sorularımızıyanıtlayan İbrahim Özgen, tesbih tanelerine dönüşenhammaddelerden birkaçını da bize göstermek için hazırlamış.İlgimizi en çok, tesbih sanatkârlarının “bağa”dedikleri kaplumbağa kabuğu çekiyor. Rengiyle, parlaklığıylagöz kamaştırıcı bu kabuğun, İbrahim Usta gibimaharetli ellerde aşkla işlenince muhteşem bir tesbihedönüşeceğine inanamıyor insan. Atölyenin bir köşesindede minik küpler halindeki bir başka tesbih malzemesinigösteriyor İbrahim Usta, kukayı… Orijinal haliyleküçük bir hindistan cevizine benziyor. Kehribarı işlemeyide çok sevdiğini anlatan usta sanatkâr, ancak kehribarınkırılgan yapısı dolayısıyla tesbih olarak, deyim yerindeyse‘çekilmelik’ değil, ‘seyretmelik’ olduğunu belirtiyor.İbrahim Usta’ya, tesbihlerin tasarımı konusundakararı kendisinin mi verdiğini soruyoruz. “Tasarım, tesbihihangi malzemeden yapacağınıza, malzemenin renkve dokusuna bağlı” diyen sanatkâr, malzemenin kesimiaşamasında kimi zaman tesbihin sahibini de olaya dahilettiğini, tesbihin o vakit sahibi nezdinde daha bir kıymetliolduğunu vurguluyor.Tesbihle Meşk Edeceksiniz Dermiş Yusuf UstaTesbih sanatkârı İbrahim Usta, daha çok dostları ve koleksiyonerleriçin tesbih yaptığını ifade ediyor. En beğendiğikoleksiyonu sorduğumuz sanatçı, “NecipSarıcı’nın koleksiyonu benim için çok özeldir. Babamıntesbihleri açısından da Necip Amca'nın koleksiyonuçok önemlidir, çünkü her bir tanenin kesimindegece geç saatlere kadar babamla birlikte uğraşırlardı.Emek verdiğiniz zaman o sizin için kıymetli olur”diye konuşuyor.Tesbih Sanatı Altın Dönemini Yaşıyorİbrahim Usta’nın tesbih atölyesine gelmişken, tesbih sanatıhakkında aklımıza gelen ne varsa soralım istiyoruz.Zor bir sanat mı, eskiye göre ilgi nasıl,hammaddeleri neler, nerelerden teminediliyor, maliyeti ne kadar, gibi sorularıarkası arkasına sıralıyoruz. İbrahim Özgen,öncelikle tesbih sanatına duyulanilginin eskiye göre daha üst sevideolduğunu belirterek, “Tesbih altındönemini yaşıyor şu an. Yani talep,insanların bilgisi, yatırımı, bunlarşu anda üst seviyede” diye konuşuyor.Teship sanatının zor olup olmadığıkonusunda da usta sanatkâr, “Hemzor, hem basit” diyor. İbrahim Usta’ya göre,eğer ticari kaygıdan uzak, gerçekten aşklayapılıyorsa hiç de kolay değil bu sanat. Amapara kazanmak için, ticari amaçla üretim yapıyorsabir tesbih ustası, günde 10-15 tane tesbih üretebiliyor.Konuyu, “İşe sanat eseri ortaya çıkarmak için mi19


İbrahim Usta, ayrıca iş adamı Zeki Cemal Özen’in koleksiyonununda beğendiği koleksiyonlar arasında bulunduğunukaydediyor. “Tanımadığım, yüz yüze gelmediğiminsanlara tesbih yapmam” diyen İbrahim Özgen, koleksiyonundatesbihleri olmasına rağmen bugüne kadar birtek Serdar Neziroğlu ile yüz yüze gelmediğini anlatıyor.“Tesbihlerim üçüncü şahıslara gitmez, babamın tesbihleride öyleydi” diyen İbrahim Usta, hafta sonlarında bile uğramadanedemediği atölyesinin, dostları için bir sohbet,muhabbet kapısı olduğunu dile getiriyor.Usta sanatkâra, tesbihlerin bakımının ne şekilde yapıldığını,özel bir yöntem olup olmadığını da soruyoruz. İbrahimUsta’nın anlattığına göre, tesbihin en büyük bakımıokşar gibi çekmek. Okşar gibi çekeceksiniz ki, sanatkârınvermek istediği duyguyu alabilesiniz. Babası Elazığlı YusufUsta’nın tesbih bakımıyla ilgili güzel benzetmesini hatırlatıyorİbrahim Usta, “Tesbihi eline aldığın zaman onunlameşk edeceksin, derdi babam. Zincir sallar gibi değilde, hissederek çektiğiniz zaman tesbih güzelleşir” diyor.Koleksiyon sahiplerine de hatırlatmada bulunuyor ustasanatkâr, “Koleksiyonunuzdaki bütün tesbihlerin ara sıraçekilmesi lazım. Çekilmeyen tesbih küser” diye konuşuyor.Tesbihin küsmesi nasıl olur diye geçiriyoruz aklımızdan.İbrahim Usta, zihnimizden geçenleri okumuşçasınadaha sormadan yanıtını veriyor, “Tesbihin küsmesi şöyleoluyor: Kullanılan malzeme natürel olduğu için, içindeağaç reçinesi vardır. Mesela kehribarda, çekilmeden durdukça,içinden dışına doğru bir pusluk verir. Bir ten temasıgerekiyor. Bu sayede polisaj yapmış oluyorsunuz tesbihe.Ayrıca boynuz malzemesinden yapılan tesbihte, çekilmezsegüve oluşur. Çekilen tesbihe güve gelmez.”21


“Bakımı için tesbihi çekmek gerekir de, peki çok çekilentesbihin ipi eskimez mi?” diye bir soru geliyor aklımıza.Dostlarının, genelde ipi eskiyen tesbihi atölyeye getirdiklerinisöyleyen sanatkâr, “Aslında bütün koleksiyonerdostlarım tesbihin ipini değiştirebilir. Ama o tesbihin ipinideğiştirmek de hayli keyifli olduğu için getirir, biz buradabirlikte değiştiririz. Koleksiyonerin ipi değişmeyi öğrenmesişart, onun için de bir nevi rehabilite fırsatı olur ipdeğişimi” diyor.Sadelikteki Güzelliği Vurguluyorİbrahim Özgen usta bir tesbih sanatkârı, ama aynı zamandaiyi bir Yusuf Usta eksperi. “Bundan 15 sene önceyapılmış bir kehribar getiriyorlar, gerçekten babamın elindenmi çıkmış, yoksa sahte mi söyleyebiliyorum” diyenİbrahim Usta, sahte tesbihe karşı da, özellikle koleksiyonyapılıyorsa, dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Ustayagöre, çok büyük para harcamakla koleksiyoner olunmuyor.Koleksiyonun kıymetini tesbih sayısı değil, tesbihleriyapan ustanın yeteneği belirliyor. Koleksiyonlaragirebilecek bir tesbihin yapılma süresini merakediyoruz. İbrahim Usta, yalnızca malzemeninkesim işleminin bir haftayı bulduğunu, işlenerekipe takılacak hale gelinceye kadarda bir hafta daha geçtiğini vetoplamda yaklaşık 15 gündebir tesbihin tamamlandığınıanlatıyor.Usta sanatkâr, tesbihtetarzının sadelikten yanaolduğunu da söylemedengeçemiyor, “Sadelikteki güzelliğivurgulayabilmek benimamacım. Sade, ama göz alıcıolanı yakalamaya çalışıyorum” diyor.Bir tesbihin 10-15 günde ortaya çıktı- ğ ı -nı öğrendiğimizde, tek geçim kaynağının bu sanat olupolmadığını sorduğumuz İbrahim Usta, başka kazanç kaynağıolmadığını söylüyor ve ekliyor, “Sanat kaygısı olmadan,fazla emek harcamadan yaparsanız geliri güzeldirbu işin. Ama benim yolum bu olmamış, babamın da yolubu olmamış. İşin ticareti değil bizim derdimiz.”İbrahim Usta, son olarak, sanatına duyduğu aşkı,“İstanbul’un tapusu bende olsa, yine aynı aşkla tesbihyaparım ben.” sözleriyle anlatıyor.Tesbih Sanatına Neziroğlu KoleksiyonuBerat Serdar Neziroğlu, tesbih sanatkârı İbrahim Özgen’in,yüz yüze gelmediği halde tesbih yaptığı tek kişi. Tesbihegönül veren koleksiyonerlerden biri olan Neziroğlu,tesbih tutkusunu, üç ciltlik bir koleksiyon ile perçinledi.Aralarında İbrahim Usta’nın da olduğu yaklaşık 50 tesbihsanatçısının eserlerini bir araya getiren Neziroğlu’nun“Türk Tesbih Sanatı Neziroğlu Koleksiyonu” adlı çalışmasında,400 kadar tesbihe yer verilmiş.Araştırmacı-yazar Necdet Sakaoğlu ile yazar DenizGürsoy’un yazıları ve gazeteci Refik Durbaş’ın söyleşileriylezenginleştirilmiş bin sayfalık koleksiyondafil, gergedan, balina dişi, keçi ve koç boynuzundan;zümrüt, kehribar, yakut gibi taşlara kadar 250 farklımalzemeden üretilmiş ve hepsi birbirinden göz alıcıtesbihler bulunuyor.Tesbih ustaları tarafından Türk tesbih sanatı için önemlibir hizmet olarak değerlendirilen bu dev koleksiyon,her biri 300 sayfalık 3 cilt halinde büyük boy kitaplardanoluşuyor. Berat Serdar Neziroğlu’nun koleksiyonuna dahilettiği tesbihlerin her biri rengini, üretildikleri malzemedenalmış. Yakut kırmızıları, kehribar sarıları, Oltu taşısiyahı, fildişi beyazı… Renkleriyle büyüleyen küçük taneler,tesbih sanatına gönüllerini ve yıllarını vermiş ustalarınellerinde eşsiz sanat eserlerine dönüşmüş.Koleksiyon İlhamı Uçaktayken GelmişBerat Serdar Neziroğlu, dört yıldır tesbihlerle ilgiliaraştırma yapıyor. Koleksiyon fikri ise Fransa’yayaptığı bir iş seyahati sırasında oluşmuş.Uçakta oyalanmak için kullandığı gümüşbir tesbihten ilham alan Neziroğlu,Türkiye’nin dört bir yanını dolaşıptesbih ustalarıyla tanışmayabaşlamış. Aralarında İbrahimÖzgen’in de bulunduğu;Metin Karakuş,Ragıp Öner, Fatih Bazılı,İsmail Ademoğlu,Mustafa Korucu gibiyaklaşık 50 tesbih ustasıylatanışan Neziroğlu, sanatçılarınve kendi koleksiyonundakieserleri, kendisi gibi tesbihegönül verenlerin beğenisine sunuyor. Neziroğlu,Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanan eserle aynı zamandaTürk tesbih sanatının dünyaya tanıtılmasını amaçlıyor.Neziroğlu’nun üç ciltlik koleksiyonuna katkıda bulunanaraştırmacı-yazar Necdet Sakoğlu, koleksiyonun, tesbihsanatı dünyası için muhteşem bir çalışma olduğunu dilegetiriyor. “Günümüzde bu sanat, eskiye göre daha dailerlemiş, çok iyi boyutlara ulaşmış durumda. Yeni ve çokiyi ustalar yetişmiş” diyen Sakoğlu koleksiyonun; tesbihinmaddi, manevi ve sanatsal değerini kitlelere tanıtmakbakımından önemine dikkat çekiyor.Yazar Deniz Gürsoy ise Neziroğlu’nun dev bir koleksiyondatopladığı tesbihin hayatımızdaki yerini anlatırken,elindeki tesbihi göstererek, “Tesbih, ‘ağzın sakızı’ demişler.İşte bu da benim ağzımın sakızı. Stresten uzaklaşmakiçin elime alır, çekerim.” diye konuştu. Yazılarıyla ‘TesbihSanatı Koleksiyonu’na katkı sağlayan Gürsoy, tesbihinkültürümüzdeki yerini anlatırken, “Tesbih sanatı bizimgenlerimize kazınmış. 700 yıldan fazla bir süredir tesbihçekiyoruz, yalnızca çekmiyoruz bir de üstelik en güzelleriniüretiyoruz” diyor.23


Sevdası İçin Yalın AyakYollara Düşen Bir Hattat:Hüseyin KutluYazı: Hamza ASLAN24


Hüseyin Kutlu, inandığı kutsî değerlerin zenginliğine gönlünü kaptırmış usta bir sanatçı. Bu sanatta öğretenile öğrenen arasında göz ile el, kulak ile dudak münasebetinin ötesinde ruhî bir alışverişin gereğineinanan Kutlu, "Usûl olmadan vusûl olmaz" diyor. Ünlü hattat Hamit Aytaç'tan hat meşk ederek başladığıuzun ve çileli sanat hayatında, her hattatın gönlünde yatan Mushaf-ı Şerif yazma hayalini gerçekleştirenHüseyin Kutlu ile hat sanatından felsefe eğitimine, camilere fonksiyonellik kazandırma projesindenonline hat meşkıne kadar pek çok konuda konuştuk.Celi Sülüs Zerendüd Levha (İnfitar / 6) Hat: Hütesin Kutlu Tezhip: Sema NakışhanesiLügat manası “çizgi, ince ve doğru yol” olan hat, sanatterimi olarak Arap harflerinin estetik ölçüler dâhilindegüzel bir şekilde yazılma sanatıdır. İslâmiyet’in farklı coğrafyalarayayılmasıyla Arap yazısı "İslâm yazısı" olarakinsanlık tarihinde yerini almış, “O, kalemle yazmayı öğretendir,insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 4-5), “Hiçbirkâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geridurmasın, yazsın." (Bakara 282) gibi ayetlerinin de referansıylageniş kabul görmüştür.Arap yazısı İslam dininin zuhuruyla yavaş yavaş sanatkimliği kazanmıştır. Son hak din olan İslâmiyet, Müslümanlarailim öğrenmeyi ve bunun yazıyla kayda geçirilmesiniemir buyurmuştur. Dolayısıyla İslâmiyet’in okumave yazmaya (ilme) verdiği önem, hat sanatını salt bir estetikbeğeni kalıbına sıkışmaktan kurtarmıştır. Bununlabirlikte Hz. Muhammed’in (S.A.V) “İlmi yazıyla bağlayınız”(Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,1,130;2,136) hadis-i şerifleriMüslümanları yazmaya teşvik etmiştir. Hattatların pirikabul edilen Hz. Ali de, yazının fazileti hakkında: "Çocuklarınızayazı öğretin. Çünkü yazı pek mühim olduğugibi insana sürûr veren şeylerin en büyüklerindendir."buyurmuştur.Hat Sanatına Gönül Düşüren HattatHat sanatının teşekkülü, hem maddi, hem de manevi olgunluğunsemeresi kabul edilir. Arap harflerinin anatomikyapısı sanatın ihtiyaç duyduğu zenginlik ve farklılığınsağlanmasına imkân tanımış, bu sayede İslâm hattıgelişip ilerlediği süreç içinde zenginlik ve çeşitlilik arz etmiştir.Bu zenginliğe gönlünü düşürenlerden biri de birçokesere imzasını atan Hüseyin Kutlu’dur. Hat meşkine1969’larda başlamış Kutlu. O vakitler bu sanatın pekrağbet görmediğini söyleyen bugünün tanınmış hattatlarındanHüseyin Kutlu, eskinin zor şartlarını, “KoskocaHattat Hamit mezbele gibi bir yerde oturuyordu. Fitilligaz ocağı ile ısıtıyordu odasını.” sözleriyle dile getiriyor.Usta sanatçı, o dönemin zor şartları altında gönlününhat sanatına nasıl düştüğüne değinirken, “Büyüklerimiz,bizi idealist yetiştirdiler. Kendi nefsimiz için değil, inandığımızdeğerler için yaşamamız gerektiği fikrini adetahücrelerimize kadar yerleştirdiler.” diye konuşuyor. Hattohumunun’ gönlüne ilk düştüğü ânı ise şu sözlerle yâdediyor sanatçı: "İmam Hatip Okulu 1. Sınıfta Arapça hocamızınmedresede öğrendiği rik'a hattıyla tahtaya harfleriyazmasıyla başladı her şey."Hattat Hamit ile İlk TanışmaGönlüne bu sevda düşünce, hat sanatını ve yaşayan hattatlarıaraştırmaya başlar Kutlu. “O zamanlar Hattat Hamit(Aytaç) var, Necmeddin Efendi, Kemal Batanay var.Başka kimse yok. Demek ki, bu sanat kaybolmaya yüztutmuş. E biz de kurtarıcıyız ya…”İstanbul’a gelince ilk işi Hattat Hamit’i bulmak olmuş HüseyinKutlu’nun. Uzun ve verimli bir ömür süren, tümİslâm âleminden hatta Japonya’dan bile öğrenciler yetiştirenHattat Hamit Aytaç ile ilk tanışmasını şöyle dile getiriyorKutlu: “Sirkeci’de bir han, kapkaranlık. Bastığındöşeme çürük, içerisi düzensiz. Her şey her yerde. Hocanınönünde sabitlenmemiş bir tahta duruyor. Onu masagibi kullanıyor. Onun üzerinde neler yok ki. Tavandan bir25


ampul sarkmış, sadece bir bölgeyi aydınlatıyor.” Geçmişgünleri, Sirkeci’deki kırık dökük han odasının özelindehatırlarken duygulanıyor Hüseyin Kutlu: Biz, hazineninviranelerde olduğuna inananlardanız. İbrahim HakkıHazretleri’nin buyurduğu gibi ‘Harabat ehlini hor görmeşâkir, Hazineye mâlik viraneler var.’ Dolayısıyla zâhire itibaretmedik ve aldığımız terbiye istikametinde hocamızdakihazineye talip olduk.”Usûl olmadan vusûl olmaz demişler. Hattat Hamit Bey debu usûl çerçevesinde meşk yazıp Kutlu’ya vermiş. Aralarındabelki gözle görülmeyen manevi bir irtibat başlamış.Celi Sülüs Zerendüd Levha (İnfitar / 6) Hat: Hütesin Kutlu Tezhip: Sema Nakışhanesi“O irtibatımı hayatımın sonuna kadar devam ettirmeyeçalıştım. Kutlu’ya göre kadim sanatlarımızı diğer sanatlardanayıran en önemli özelliklerden biri usûldür. Kutluda bu noktaya dikkat çekiyor ve “Üzerinde özenle durulmasıgereken nokta, öğreten ve öğrenen arasında dudakile kulak münasebetinin, göz ile el arasındaki irtibatın dışındaruhî bir alışverişin olması gerekliliğidir. Bizim kadimeğitimimizin nirengi noktası budur. Bu, esmanın ÂdemPeygambere öğretilmesiyle başlıyor.” diyerek hat sanatıylatasavvuf ilişkisine gönderme yapıyor. Asırlarca tekkeve dergâhlarda meşk edilen hat sanatının günümüzdede bu usûl çerçevesinde sürmesini sağlam referansla-26


a bağlıyor usta hattat ve şöyle diyor: “Efendimiz (SAV)'ibir kez gören ve O’nunla teşehhüt miktarı sohbet etmişolan kişi sahâbe olur. Nasıl oluyor bu? O feyiz membaındanmuhatabına mübarek bir nazarla aktarılması gerekenşeyler aktarılıyor, verilebilecek ne varsa veriliyor; tabiiki muhatabın kabiliyeti nisbetinde.Tuğra Hadis-i ŞerifBu usûl dairesinde hat sanatını meşk eden usta hattatHüseyin Kutlu, nihayetinde birçok güzel çalışmalara imzaatmış. İmamlık görevini sürdürürken Hekimoğlu Ali PaşaCamii bahçesinde Türk-İslâm Sanatları 1. sergisi ‘Lâlezâr’ıaçtıktan sonra, 'Lâlezar',‘İcazet’, ‘Gül’, ‘Mevlâna’ albümlerinihazırlamış. Hekimoğlu Ali Paşa Camii haziresindekitarihi mezar taşları hakkındaki “Kaybolan Medeniyetimiz”kitabını, “Türk Kültür ve Medeniyet TarihindeFatih Külliyesi” kitabını, Hakk dostlarından Alvarlı EfeHazretleri'nin “Tarihçe-i Hayat” adlı biyografi eserini,yine aynı zatın Hulasat'ü-l Hakâyık ve Mektûbat-ı HaceMuhammed Lutfi isimli eserini ve bu kitaptan derlenenmünâcaat niteliğindeki yakarışları ihtiva eden“NazlıNiyazlar”ı ve yine Alvarlı Efe Hazretleri’nin bestelenmişeserlerinden oluşan "Ah Gönül", "Seyreyle Güzel","Gülistan" CD'lerini yayına hazırlayan Kutlu’nun hat sanatıözelinde ise binin üzerinde eseri koleksiyonlarda27


Celi Sülüs Levha (Hûcurat / 13) Hat: Hüseyin Kutlu Tezhip: Nurdan 29 Erkal


yer alıyor. Adana Sabancı Merkez Camii, Aşkaabad Camii,Berlin Camii, Tokyo Camii, Konya Hacı Veyszâde Camii,Selçuk Üniversitesi Kampus Camii, Şâkirin Camii veBilkent Doğramacızade Camii ve daha bir çok camideKutlu’nun yazıları bulunuyor.El Ele, El Hakk’aGeleneksel sanatlarımızda bir kimsenin ehliyeti hocasıtarafından verilen icazetle vesikalandırılır. Ünlü hattatHüseyin Kutlu, günümüzde icazet kurumunun tamanlaşılmadığını düşünüyor. Modern bakış açısıyla icazetyorumunu sorduğumuz Kutlu, “İcazet mevzuunu ben,‘insandan insana irtibatı sağlayan ve neseb tesbitini ifadeeden bir husus olarak mütalaa ediyorum. Bana filanel verdi, ona filan el verdi, ona filan… Efendimize kadargider bu. El ele, el Hakk’a. Bu sadece sanatta değil, zenaettada böyledir. Onlar da muhakkak sırtlarını bir uluya,bir mana erine yaslıyorlar. Mesela berberler Selman-ıFarisi’yi pir olarak kabul ederler. Alâ silsiletihim ondanfeyiz alırlar. Terziler Hz. İdris’in gölgesi altındadırlar,hattatlar da Hz. Ali’nin... Dolayısıyla bizdeilmin, fenin, sanatın nesebi bellidir. Bununtemelinde tasavvuf anlayışı vardır.Onun da kaynağı Efendimizdir."Kâinatı Okumadan Hat Meşk EdilemezKutlu’nun hocalarından gördüğü usül Rabbiyesir ile talebelerineaksediyor. Çünkü Rabbiyesir satırında, hat sanatınınihtiva ettiği hemen hemen tüm hareketler vardır.Bunun da, daha yolun başında olan talebenin kalemleyakınlık kurmasına yaradığını anlatan Kutlu, “TalebeRabbiyesir dersini getirdiğinde kalemi elimize alır, hatalarıtespit ederiz. Tashih etmeye başlayınca talebelerdenbazıları, elim kaydı böyle oldu, mürekkep biraz taştı,kâğıt buruştu gibi mazeretleri ileri sürerler. Yani kendisininhiç kabahati yok. Kısaca bana dokunma, diyor. Oysaki bu tavır çok yanlıştır, asla kabul edilmez. Hatta talebeninkendi yazısı üzerinde tashihler yaparak hocasınameşkini getirmesi dahi saygısızlık sayılır. Tashih etmesinibiliyorsan hocaya niçin getiriyorsun? Hocaya bilmediğiniöğrenmeye mi yoksa bildiğini ispat için mi geliyorsun?Kadim sanatlarımızın eğitim ve öğretiminde bilgi ve becerikazandırma yanında önemli yer tutan nefis terbiyesi,hat meşkinde de talebenin yetişmesi için gerekli unsurlarınbaşında geliyor. Nefis terbiyesine “eyvallah” diyen talebe,yazıyı gaye değil, nefsini terbiye için bir vesile kabuleder. Kutlu, “Asıl olan yazı yazmak değildir. Bu ebruda,musikide de böyledir. Bizim bunları gaye değil, vesile kabuletmemiz lazım. Kâğıdı değil rûhu bezemenin vesilesi.”dedikten sonra tasavvuf-hat sanatı ilişkisinin altını şuKelime-i Tevhid Hat: Hüseyin KutluKalemişi: Semih İrteşUsta hattat, bu usûl çerçevesindekırktan fazla talebesine icazet vermiş,genç nesilden çok ümitli olduğunubelirtirken, şimdiki dönemlekendi dönemini karşılaştırmadanedemiyor: “Şimdiki gençlerbizden daha şanslılar. Biz çalkantıdönemleri geçirdik. Yasaklarlaboğuştuk. Bu işler gericilikmiş gibigösterildi. Şimdi öyle değil. Gençler,bunların utanılacak değil, iftihar edilecekdeğerler olduğunun anlaşıldığı bir dönemdeyaşıyorlar.”Tasavvuf erbabı “bu iş kal işi değil, hâl işidir” der.Hat meşkinde, üzerinde süluk edilen yol da hâl yoludur.Fakat lisana dökülebildiğince anlatıyor Hüseyin Kutlu,hâl yolcuğunun usûlünü. Usta hattat, “Hoca, talebesinihat meşkine Rabbiyesir’le başlatır. Talebe elif yazmayı bilmiyorkenRabbiyesir’le başlanması biraz garip değil mi?Fakat bunun hikmetleri vardır.” diyerek bizi de o yolculuğaçekiyor. Anlatmaya devam ediyor Kutlu: “Birinci hikmet,henüz elif dahi çekmemiş talebe aczini anlasın, buişin zorluğunu yaşasın. Rabbine sığınsın ve kendi benliğinimum gibi eritmeyi öğrensin. İkinci hikmet ise, hoca talebeninhem kabiliyetini hem de ahlâkını ölçsün. Üçüncüsüde sabır testi.”sözlerle tekrar çiziyor: “Bu sanatlar tekkelerde yeşermiş.Peki, tekkeler sanat atölyesi mi? Hayır. Fakat sanat eğitimiyleinsan ruhunun incelmesini, derinleşmesini sağlamışoluyorlar. Kendi içinde derinleşmeden insan kâinatınasıl okuyacak? Kâinatı okuyabilmek için kendini hazırlamaktırmeşk aslında. Önce kendini terbiye edeceksin,sonra kâğıdı; ya da kağıdı bezerken aslında ruhunu bezemeyiöğreneceksin. İşte bunun için gelenekli sanatlarımıztekkelerde icra edilmiş."İnsanlık Tarihinin En Sanatlı KitaplarıKur'ân-ı Kerîm'lerdir.Her sanatçının sanatında ulaşmak istediği bir hedefi vardır.Hüseyin Kutlu’nun sanatıyla ilgili gönlünde yatanaslan da Mushaf-ı Şerif yazmak olmuş hep. Buna muvaffakkıldığı için Cenab-ı Hakka hamd ediyor ve EfeHazretleri’nin buyurduğu gibi “Kurban olayım ben sanaey Kadiru Kayyum, isyanıma bakmaz bana ihsanlar edersin.”dedikten sonra, zahiren beş yıl fakat yazılması ha-30


Hilye-i Şerif Hat: Hüseyin Kutlu Tezhip: Mamure Öz34


Ser-levha Hat: Hüseyin Kutlu Tezhip: Ersan Perçemgeliyorlar camiye. Kimse zor kullanmıyor. Ama bu insanlaracamide bir şey veremiyoruz. Hayatları değişmiyor.”diyerek hayıflanan Kutlu şöyle devam ediyor:“Vaizlik kadromu imam hatiplik kadrosuna dönüştürdüm.Günümüzde ideal bir cami nasıl olmalıdır sorusunusordum kendime. Önce Hekimoğlu Ali PaşaCamii’nin konumunu tespit ettim. Davutpaşa, SeyitÖmer ve Sancaktar Hayrettin Mahalleleri'ni kapsayancaminin kendine göre sınırlarını belirledim. Dedim ki,ben bu bölgeden kapı kapı sorumluyum. Dolayısıylabu sınırlar içinde 6-16 yaş arası kaç çocuk var, onlarıben biliyordum. Bu çocukların eğitimi ile ilgili çok gayretlerimoldu. Dağınık ve işini angarya olarak görenimamlar, müezzinler yüzünden dünyası yıkılan çocuklarıyeniden kazanmaya çalıştım.” diyen Kutlu, görüşlerininütopik bulunduğu fakat ütopik zannedilen görüşleridikkatle uygulandığında Türkiye’de sosyal hayatındüzeleceğini iddia ediyor.“Eğer camiler fonksiyonel olursa Türkiye’nin çehresideğişir. Çünkü insanların en güçlü duygusunun kaynağıdindir. Biz o kaynağı kullanmıyoruz. Biz o hassas damarlarıdeğil çalıştırmak, köreltiyoruz. Seksen bin camideböyle bir sistem kurulduğunu düşünün. Kesinliklesuç oranları düşer, boşanmalar asgariye iner, vs.”Kutlu’nun kurduğu "medeniyet merkezi olarak cami"hayalinden uygulayabildikleri de olmuş, şartları zorolsa da: “Caminin avlusunda lale sergisi yaptım. Bunuizin almadan yaptım. Ertesi sene gül sergisi için izin istedim,verilmedi. Cami avlusunda böyle şeylerin yapılmasınınuygun olmadığı söylendi. Oysa ki cami bahçesinde63 çeşit 92 adet gül yetiştirmiştik. 63 çeşit Efendimizinyaşını, 92 adet de "Muhammed" isminin ebcedkarşılığını sembolize ediyordu. Cami avlusundasergiye izin verilmeyince, 92 adet gülü toprağıyla saksılaraalarak Cemal Reşit Rey sergi salonuna taşıdık.Ayrıca Ali Paşa Caamii'nde yetişen veya yetişirken AliPaşa Camii'ne cemaat olan hattat, müzehhip, ebru sanatçılarınınhazırladığı 92 adet sanat eseri CRR'de sergilendi.Konu, Gül Efendimiz. Gül sohbeti, gül konseri,gül sergisi, güllü ikramlar… Gül suyu, gül lokumu,gül böreği, güllaç… İkramı sunanlar yine Ali PaşaCamii'nde yetişen Ayşegül, Songül, Gülay, Gülşen…Bakınız bütün bu güzellikler medeniyet merkezi olmasınıistediğimiz caminin bereketi. Ne ki diyanet camiasıo gün bütün bunlara ilgisiz kalmadı, engellemeye çalıştıve Ali Paşa İmamı'nı sürgüne gönderdi. Bugün buzulmü yapanlara hesap soran olmadığı gibi resmi devairdediyanet, bu konuda ayıbını bertaraf edecek birşey de yapmadı."Genç yaşında bir yüce davanın sevdasına kapılan, busevdası için yollara düşen, hat sanatını gaye değil, hedefeulaştıran bir vasıta kabul eden ve bu çerçevedeHattat Hamit’in verdiği icazetle kırktan fazla talebesinede icazet veren Hüseyin Kutlu, macerasını bir cümleyleözetliyor: “Arayan ve aradığını bulmak için yollaradüşen bir yolcu.”35


Nargilenin DumanındaZarif MotiflerYazı: Muzaffer S. İNANÇBir zamanlar nargile kahvehaneleri, İstanbul’da hatırı sayılır mekânlarınbaşında gelirdi. Bilhassa Aksaray, Beyazıt, Kasımpaşa gibi semtlerdeağırlıkla bulunan nargile kahveleri, sabah namazından sonra Fatiha’ylauyandırılır, afyonu henüz patlamamış müdavimlerine benzeri olmayantömbekiler hazırlanırmış. Hatta kahvelerin bazı köşelerinde, “nargilecilereaittir” yazılı levhalar asılı olurmuş ki bunlar o köşelerin bir sahibiolduğu, yanlışlıkla başkası otursa bile en fazla bir çay içimi müddetindensonra uyarılacağı anlamını taşırmış.Keşfi yıllar evveline dayanan tütününinsan hayatına girmesiyle başköşeyeoturması bir olur. Başlarda çeşitli dinimerasimlerde, özellikle Maya ve Aztek medeniyetlerinintörenlerinde din adamları tarafındandumanı kullanılan ve ayinlerde bolca içilen tütün, dumanınınverdiği haz ve sağladığı baş dönmesi nedeniyle,o dönemin anlayışıyla “tanrıların kendilerine temasetmesi ve onları himaye altına alması” olarak değerlendirilirve “dokunulmazlık” sağlar. Kendisine kutsallık atfedilentütün, bu imtiyazı sayesinde çeşitli coğrafyalarda dinîve tıbbî görevler üstlenir.36


metaldir. Lülenin üzerindeki ateş ve közleri rüzgârdan koruduğu için buisim verilmiştir. Maşa, mangırları lülenin üzerine yerleştirmek için kullanılanalettir. Eskiden gümüş ve altından yapılan maşalara bile rastlanırken,günümüzde maşalar genelde pirinçten yapılmaktadır.Mangır, lülenin üstüne bırakılan nargile ateşidir. Meşeodunundan yapılır, fakat her meşenin odunu mangıryapılmaya uygun değildir. En ideal mangır,Fethiye’de yetişen, çok kısa ve çalıyı anımsatan,“pırnal” namıyla maruf meşe cinsinden yapılır.Sanat Tohumu Tarlaya DüşünceSon zamanlarda nargileye karşı artan ilgi, muhtelifaromalı tütünlerin piyasa sürülmesine ortam hazırladı.Elma ve cappucino aromalı tütünlerin başı çektiğilistede gül-nane, çilek ve kavun aromalı tütünlerde sıralamayı zorlamakta. Arap ülkelerinden ithaledilen meyve aromalı tütünler, güzel kokması veiçimin kolay olmasından dolayı rağbet görüyor.Yelpazesini otuzdan fazla aromalı tütünle zenginleştirennargilenin hası ise tartışmasız tömbeki.Aslı “tenbagû” olan kelime, nargilenin birçoköğesi gibi dilimize Farsça’dan girmiş.Türkiye’de Hatay ve Konya civarlarında üretilen tömbeki, diğer tütün çeşitlerine nazarandaha enlidir. Yaprakları daha kısa ve etli olan tömbeki, diğer tütünlere göre daha dirayetlidir.Dünya genelinde en kaliteli ve tercih edilen tömbeki tütünü İsfahan, Hicaz veŞiraz bölgelerinde yetişmektedir. Başka tütünlerle girdiği nitelikyarışında açık ara önde olan tömbeki, her tütün çeşidindenelde edilmez. Toplandıktan sonra farklı işlemlerdengeçer ve diğer tütünlerle karşılaştırıldığında yaprakları çokserttir, yakmak için epeyce uğraşmak gerekir. Türkiye’dearomalı tütünlerin listede ilk sıralarda yer almasına rağmentömbeki, Ortadoğu’daki liderliğini korumaktadır.Mütemadi nargileciler için tömbekinin yeri ayrıdır. Onlaragöre nargile, tömbekiden ibarettir. Bu nedenleCumhuriyet ilan edilene kadar tömbeki tütünününİran’dan getirtildiği, hatta Reji İdaresi zamanındabile bu tütünün gayr-ı resmi yollarla ülkeye sokulduğutömbekiciler tarafından rivayet edilmektedir.Cumhuriyet’in ilanındansonra kurulanTütün Enstitüsü,tömbekitütünüiçin İran’aö d e n e ndövizlerinülkedekalmasıve yerliüreticiye iş sahasıoluşturulmasıiçin, bu bitkiyeuygun alan arayışınabaşlar. Bu sayede hemtömbekiye olan yerli talebecevap verilecek, hem de ülke içi zi-39


aat gelişecektir. Bu amaçla Tütün Enstitüsü’nün çalışmalarıyoğunlaşır ve neticede 1927 yılında üç olan tömbekitütünü yetiştirici sayısı, beş yıl içinde 370’lere kadar yükselir.Günümüz Türkiye’sinde genel olarak Hatay’ın birbölümünden elde edilen tömbeki tütününün akıbeti isepek iç açıcı değildir.Hatay Yaprak Tütün İşletmeleri'nin 2006 yılı verilerinegöre, Türkiye’deki 350 yetiştiriciden toplam 70 ton ürünalımı yapıldı. 2001 yılında ise 14 bin dekarolan ekim alanından yaklaşık 400ton alım yapılmış. Son yıllarda, nargiledekullanılan meyve aromalı ürünlerinçoğalması da tömbekiye olan talebiazaltır. Bu da yöre çiftçisinin tömbekiüretiminden vazgeçmesine nedenolur.Maşa, Meşe, Köşe, AyşeSapları koparılmadan hasatedilen tömbekiler, hasattansonra kurumalarıiçin bir hafta kadar tarladabırakılır. Kuruma esnasında,hasat edilen tömbekilerinihtiyaç duyduğu çiğ düşmemişse,yapraklara sabah vaktinde suserpilir ve yaprakların üzerindekahverengi-kırmızı benekler oluşur.Renkleri uçuk sarı olan buyapraklar 30-40 cm uzunluğunda,20-25 cm genişliğindedir. Butütünler, İzmir’de işlenerek tömbekihaline getirilir.Bu işlemlerden sonra sıra tömbekininnargileyle buluşmasınagelmiştir. Geceden ıslatılan tömbeki,bir beze sarılı halde bırakılır.İçime sunulacağı zaman,“harbi” namıyla meşhur demirçubukların yardımıyla lüleyeyerleştirilir ve damarlarındanarındırılmışıslaktütün yapraklarıylasarılır. Artıktömbeki,muhabbete ortak olmaya hazırdır. Sırada, iyi bir köşebulup nargilenin keyfini çıkarmak vardır.Nargile içmek, başlı başına bir merasimdir. Yüzyıllar boyulülesinde biriktirerek günümüze kadar getirdiği adabı, ritüellerivardır. Marpuçtan çekilen nefesle şişede fokurdayansuyun sesi, merasim bitene kadar kederlerden ve sıkıntılardanuzak tutar müdavimi. Aynı zamanda oluşanbaloncuklar, özene bezene süslenen şişenin içinde öylebir raks ederler ki, müdavimi için eşi olmayan bir göz ziyafetidir.Bir akşamüzeri, belki bir seher vaktinde nargilesindennefes çekerken aslında o başka bir âlemdedirve ağyarın tecavüzünden emniyette kalmak için kendisinebir “köşe” bulmuştur. Sırtında bir minder, dudaklarındadede mirası kehribar bir sipsi… Her nefesinde canlananateş, lülenin üstünde küllenmeye yüz tutmuştur.Elinde “maşa”sıyla, lülenin üzerindeki “meşe”den yapılmamangırları tazelemeye gelen “Ayşe”yi görüverir.Anlaşıldığı gibi “Ayşe”, nargilenin ateşini tazeleyen veince belli Çerkez bardaklarında tavşankanı çaylar ikrameden garsonların namıdır. Böyle gelmiş bu düzen, birnargileci bir “Ayşe” kalana kadar gider böylece.Nargile, Medeniyetimizin TescillenmişKodlarındandırHer sanat eseri bir adabın ürünüdür. Kadim sanatkârlarbu adaba “usül” derler. Bazen usülden eser, bazeneserden usûl hâsıl olur. Bütün zarafet ve ihtişamınıOsmanlı’da bulan nargile de, başköşeye konulduğumeclislerde, tabii bir gelişim içinde kendine has bir yeredinmiştir.Kültürümüzün kadim sanatlarından biri olan Karagöz-Hacivat temaşalarında, elinde nargilesiyle huzura çıkanKambur Tiryaki, esasında nargilenin medeniyet kodlarımızdanbiri olduğunun göstergesidir. Yetmezmiş gibihalkın kullandığı dile de sirayet etmiştir nargilejargonu. Eskiler bir saatlik zaman dilimine“nargile içiş müddeti” derlermiş.Sayısız türküye demisafir olmuştur nargile.Hayranlarının “ses tellerindebir bülbül oturuyor”sözüyle niteledikleriMelihat GülsesHanım’ın sesinden“Nargilem duman duman,ah bayıldım amanaman”ı kim unutabilir?Bir zamanlar İstanbul’da, nargilekahvehanelerinin hatırı sayılırmış.Bilhassa Aksaray, Beyazıt, Kasımpaşagibi semtlerde ağırlıklabulunan nargile kahveleri sabahnamazından sonra Fatiha’ylaocaklarını uyandırır, afyonu henüz patlamamış müdavimlerebenzeri olmayan tömbekiler hazırlarlarmış. Hattakahvelerin bazı köşelerinde, “nargilecilere aittir” yazılılevhalar asılı olurmuş ki bu levhalar o köşelerin bir sahibiolduğu, yanlışlıkla başkası otursa bile en fazla bir çayiçimi müddetinden sonra kaldırılacağı anlamını taşırmış.Günümüzde bu kültür çoğu mekânda sırlanmış olsada, hala verdikleri söze sadık kalan kahvecilerinin ve“Ayşe”lerin bulunduğu, has tömbekilerin fokurdatıldığımekânlar uyanık. Bir ipucu vermek gerekirse, “aramaklabulunmaz, ama bulanlar arayanlardır.”41


Medeniyet Tasavvuruve İnsanProf. Dr. Sadettin Ökten ile Söyleşiİlk insanla birlikte yeryüzünde başlayan medeniyetmaceraları, değişen zaman ve mekânşartlarıyla birlikte farklılaşmış, bazen gelişmişbazen de tarih sahnesinden tozlu raflarakalkmıştır. Bu tozlu rafları uzun yıllardır karıştıran,satır aralarında binlerce farklı insanınmüziğine, mekânına, diline doğru yolculuğaçıkan Sadettin ÖKTEN ile medeniyet tasavvurunuve medeniyetlerin oluşumunu konuştuk.Türkiye’de doğup yaşayan bir insan olarakTürkiye’nin içinde bulunduğu problemlerle altmışyıldır meşgul olduğunu söyleyen SadettinÖkten; “Geldiğim noktada, yaşadığımız hayatınarka planında gözle görünmeyen küllibir bütünlük ihtiyacı olduğunu hissettim.İnsanların sürekli eylemlere bakmaları bir sonuçgetirmiyor. Bendeniz ise, bu noktada bueylemlerin hepsinde külli bir irade var mıdır,yok mudur, onu görmeye çalıştım. Çok farklınoktalarda görünseler bile, bu eylemlerin eşgüdümlegerçekleştiğini gördüm.” sözleriylemedeniyet araştırmalarına nasıl başladığınıanlatıyor, gözlemlerinin ve okumalarınınbu çalışmaları beslediğini belirtiyor.“Gözlemledim, okudum ve hala gözlemliyorve okuyorum. Böyle bir külli organizasyonvarsa bu nedir, bunun adını nasıl koyacağız şeklindedüşüncelerim oldu. Ne zaman bu fikre ulaştımbilemeyeceğim ancak bunun bir medeniyettelakkisi olduğu görüşüne geldim. Herhangibir toplum ne zaman yeryüzünde yenive özgün bir hamlede bulunmuşsa onun arkasında,o toplumu motive eden bir fikirler vedeğerler bütünü olduğunu idrak ettim o zamanşunu sordum: Benim mensup olduğum toplumunböyle bir medeniyet telakkisi veya algısı varmı? Bunu bulabilmek için kaynaklara inmeye çalıştım.Bu kaynakların, şuan ki toplumsal olguiçerisinde çok geriye gittiklerini gördüm. Buradanbir resim çıkarttım ve bunu irdelemeyebaşladım. Konuşuyorum, konuştukça karşıtaraftan sorular, cevaplar, eleştiriler geliyor.Bunları bir yere kaydediyorum ve giderek daharafine etmeye çalışıyorum.”42


İçgüdü, Akıl ve Duyguİlk insanla birlikte yeryüzüne medeniyet tohumlarınınatıldığını belirten Ökten, medeniyet oluşumuna insanınfıtri yapısını göz önünde bulundurarak yaklaşmak gerektiğinişu cümlelerle savunuyor: “İnsana baktığımızdaüç katman görürüz. Birinci katman, bütün canlılardavar olan içgüdüdür. Bütün canlılar hayatlarını idameettirebilmek için içgüdüleri ile davranırlar. Ama insandabunun ötesinde iki katman daha vardır. Bunlardanbir tanesi akıl katmanıdır; insan aklı ile hem soru sorar,hem de sorduğu soruyu çözer. Dolayısı ile içgüdü ve akılüst üste geldiğinde insanı diğer canlılardan ayıran çokbüyük bir fark ortaya çıkar. Çünkü insan, istikbale dairplanlar yapar ve o akıl katmanı ile dünyayı değiştirebilir.Kendisine daha rahat, daha mutlu yahut daha zalim birdünya kurabilir ya da onu yıkabilir. Diğer canlılarda böylebir yetenek yoktur. Bu iki katmanın dışında insanlardabir üçüncü katman daha vardır; duygu katmanı. İnsanınbin bir türlü duygusu vardır ve genellikle duygu katmanı,hayatını yönlendiren bir konumdadır. İçgüdü, akıl veduygunun hangisi hangisinden daha üstün olduğunusöylemek ise pek mümkün değil.”43


Medeniyet tasavvurunun ancak bu resim içerisinde açıklanabileceğidüşüncesini taşıyan Ökten, bu üçlü katmantemelinde insanların eylemlerinde bir bilincin olduğunafakat bu bilincin her zaman kitleye mâl edilemeyeceğinedikkatleri çekiyor: “Birileri bir bilinç oluşturur, kitleise o bilinci uygulamaya döker. O bilinç nedir dediğimizzaman, insanların bir takım evrensel soruları olduğunaulaşırız. Eski insanlar bunlara ‘başlangıç ve son soruları’derler. Her insan kendisine ve çevresine bakar ve benimsonum ne olacak diye sorar. Bilir ki ölüm diye bir hadisevar, ama ölümden sonra başka bir dünya var mı?”Birçok insanın ölümden sonra yok olmaya razı gelmediğini,ölümden sonrası içinse içgüdü, akıl ve duygununinsana bir şey söylemediğini ifade eden Ökten, sözlerineşu şekilde devam ediyor: “Bundan dolayı başlangıç sorusunda‘ben nereden geldim?’ merakı vardır. Şüphesizinsanlar doğuyorlar, peki doğumdan evveli var mı? Akılbu soruyu sorar ancak cevap alamaz. Diğer bir problemise bu dünyada ‘nasıl yaşamalıyım’ sorusudur.”Medeniyet Tasavvuru, İnsanın EvrenselSorularına Cevap VerirHayvanlar âleminin içgüdüleri ile yaşaması neticesindekuvvetin olaya hâkim olduğuna, insanların davranışlarınıise içgüdülerinin ötesinde biçimlendiren başka kurallarınvarlığına vurgu yapan Ökten, evrensel ahlak kavramınınortaya çıkışıyla medeniyet tasavvuru arasında paralellikolduğunu şu sözlerle belirtiyor: “Bir güçlünün,bir zayıfı ezdiğini gören insanlar acırlar. Fakat çoğu zamangüçlüye kuvvetleri yetmez ve sadece acırlar. Buradanahlak ortaya çıkar. Bundan sonraki aşamada ‘bukuralları kime göre kim koymuş, neden böyle koymuş,bizi kim yönetecek, benim dışımda bir varlık âlemi varmı, bunun bir başlangıcı var mı?’ gibi evrensel sorularoluşur. Bu soruların cevabını ne aklı ile ne duyguları ilebulabilir insan.” Bunlar gibi evrensel arayışların yanındayerel soruların da zihinleri meşgul ettiğini belirtenÖkten; “Örneğin bir ülkede fakirlik veya hastalık varsa,‘bu bizim kaderimiz mi?’ gibi yerel sorularla meşgul olurinsanlar. Bu soruların cevaplarını veren sistemler vardır.Bunlara da medeniyet sistemleri diyoruz. İnsanoğlununihtiyacı olan bu tip sorulara karşı medeniyet tasavvuruder ki; ‘sizin hayatınızın bir başı bir de sonu vardır, başışöyle sonu böyledir, siz de bu arada dünyada şunu bunuyapmakla mükellefsiniz.’ Yani medeniyet tasavvuru, insanınevrensel sorularına cevap verir. Bunların hepsi otasavvura mensup insanlar için geçerlidir. O toplumdakitasavvura herkesin uyacağını düşünürüz, hâlbuki bureel bir kabul değildir. Birey vardır, bireyin kendi kabullerivardır ve birey o kabuller dairesinde davranır.”Medeniyet TasavvurlarıBirer “Metin”den İbarettirMedeniyet tasavvuru denilen mefhuma ‘metin’ benzetmesiyapan Sadettin Ökten, insanın sorularına bu metnincevap verdiğine, fakat bu metinle birey arasındakiaidiyet bağının sevgiyle kuvvet kazanacağına değiniyor:“Bu metin kişiye akli sahada bir şey söyler. Ama otasavvura inanmak için idrak etmek yetmez, onu sev-44


mek de lazımdır. Dolayısı ile medeniyet tasavvuru dediğimizhadise, bize nakledilen bir metindir. Bu tasavvuruniki boyutu vardır. Biri akli boyutu, ikincisi ise kalbiboyutudur. İnsanın bu tasavvura bağlanması için onusevmesi gerekir.”Medeniyet tasavvurunun bireylere zorla kabul ettirilmeihtimalinin mümkün olmadığını, günümüzden 3binyıl evvel ki Mısır Uygarlığı’nı örnek vererek izah ediyorÖkten: “Piramitlerin yapımında 30bin Mısırlı çalışmış.Firavun’un, tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olduğunudüşünüyorlar ve ona edilen hizmeti büyük bir ibadetaddediyorlar. Bu yorumla bakıldığında 30bin kişi çalışıyorama hayata keşiş gibi yaklaşıyorlar. Dolayısıyla medeniyettasavvuru hakkında geldiğimiz nokta o ki, hangisiyasal rejim olursa olsun toplumun sevmediği ve kabuletmediği herhangi bir kural ve değer, o siyasal rejiminbekasını temin etmez, bir yerden patlar. O rejim ilelebetpayidar olmaz ve dönemleri daima lanetle anılır.Çünkü despot dediğimiz, toplumun genel akışına karşıçıkan güçtür ve toplum tarafından sevilmeyen güçtür.”Medeniyet algısını bir takım cevaplar bütünü olarak tarifeden ve bu “metin”e her veçhesiyle yaklaşmaya gayretgösteren Ökten; “Kısaca medeniyet tasavvuru, toplumlarınhayatını düzenleyen bir değerler sistemidir. Busistemin bir takım ön kabulleri vardır. Bu ön kabuller, bualgıya inanan ve sevenler içindir. Bu değerler sistemikendi içinde oluşur ve çıktıları olur. Çıktıları dainsanların eylemleridir. İnsan, bir değerler sisteminialıp kendine mâl ettiği zaman, o sisteme göre davranmakmecburiyetindedir. Aksi halde bir değerlersistemini benimseyin onun emrettiği şekilde davranmamakbüyük bir yüktür.” diyerek kişinin kabulettiği medeniyet sistemine karşı mükellefolduğunun altını çiziyor.Bir Medeniyet Savaşçısı, Sokratesİlk insandan itibaren var olan medeniyet tasavvurlarıdâhilinde bireyler ve toplumlar, inandıkları değerleruğruna mücadele vermiştir. Mekâna ve zamana göremuhtelif biçimler alan bu mücadelelerde bazı şahsiyetlersembolleşmiştir. Sadettin Ökten’e göre Sokratesbu sembol şahsiyetlerden biridir: “Sokrates başlangıçtaAtina’da hiçbir sıkıntı çekmez. Diyaloglarını sürdürür,soru sorar ve cevaplar alır. Fakat savaşlardan sonra,Atina’nın ahlakını bozduğu düşüncesiyle Sokrates’iyargılarlar. Nihayetinde Sokrates ne af diler ne de mahkemeheyetine yalvarır; zehir içerek ölümünü kabuleder. Öyle bir medeniyet algısı var ki taviz vermiyor bualgıdan, eğer vermiş olsa o Sokrates olmaz zaten. Sokratesinandığı bu değer yargılarını hayatı boyuna savunmuştur.”sözlerinden sonra Sokrates’in verdiği medeniyetmücadelesi ile Türkiye’nin yakın tarihini karşılaştırıyorÖkten.“Son yüzyılda Türkiye’nin Tanzimat ve sonrasındaki hayatı‘batılı oryantalist’ biçimdedir. Ben bu resmi kabulettim ve Türkiye’deki batıcıların arka planının ne olduğunugörmeye çalıştım. Batı toplumunun özellikle sanayidevriminden itibaren dünya üzerinde yönlendiricibir arka planı olduğu ortaya çıktı. Fakat insanlık tarihinebaktığımız zaman bu yönlendiriciliğin, insanlığınsorunlarını çözecek durumda olmadığını görüyoruz.14-18 ve 39-45 savaşları çok önemlidir batı tarihinde.İkinci savaştan sonra batının, kendisi tarafından sorgulandığınıgörmekteyiz.” diyerek medeniyet tasavvurunabüyük planda bakmaya gayret gösteren Ökten, batınınkendini sorgulamasının soğuk savaş bittiktensonra şiddetlendiğini ve hala bu sorgunun devamettiğini ifade ediyor.45


“Dolayısıyla Türkiye’nin batıcılarının onlar gibi olalımtakıntısını ben rezerv koyarak karşılıyorum. Çünkü bununbizim tarafımızdan ödenen bir bedeli yok. Batıyabaktığımda uzun asırlar çok ciddi şeyler vermesi karşılığındaçok şey aldığını görüyorum. Bu karşılıklardan birtanesini ise dünyaya ödetiyor: Kyoto Sözleşmesini imzalatıp,kendisinin imzalamaması. Çünkü kendi imzalarsahayat damarlarından birinin kesileceğini çok iyi biliyor.Özellikle 2000’den sonraki gelişmeler çok iyi ifadeediyor ki artık batı dünyasının evrensel boyutu kalmadı,tekrarcı politikası devam ediyor. Onun geçerliliğininne kadar devam edeceği ise bilinmiyor. O halde medeniyettasavvuruna mutlak ve değişmez gözle bakmamızdoğru olmaz. Her toplumun kendine göre bir tasavvuruvardır ve bu tasavvur o toplumun kendi malı olarak ortayaçıkar. Ve bunlar eylem halinde hayata uygulanır.”Dünyanın Kuralı Evirilerek Devam EtmektirToplumların medeniyet tasavvurlarının “tepeden inme”değil, “tabandan gelme” hamlelerle şekillendiğini ifadeeden Ökten, Türkiye’de yaşayan insanların asırlarboyunca biriktirerek eyleme döktükleri medeniyet ilkelerinin,modern çağa “biçim” değiştirerek intibak ettirilmesigerektiğini belirtiyor.“Türkiye’de yaşayan insanların bir zamanlar sahip olduklarıtoplumsal ilkeler bütünü varmış. Ama günümüzdeilkelerin bütünlüğü açısından zaaflar var. Hayatayansıması açısından ise daha büyük zaaflar var. Bizimyaşadığımız tarihi çağda bizim medeniyetimizin temelivar; İslami temel. Uygulanmış bir temeldir. Ama şu zamandabunun uygulanma şansını görememekteyiz, fakatbaşka bir temelde de yaşayamayız.” sözleriyle toplumunbir öze ait olduğunu fakat eskiyen biçimin, kabukdeğiştirir gibi atılması gerektiğini ifade ediyor SadettinÖkten.“Bu temeli zaman ve mekânın şartlarına göre özden kopmayarakyeniden inşa edip, yeni bir medeniyet algısı çıkarmakzorundayız. İki asır bu ilkeler hayatın tümünü yönlendirmiş,hayata bir anlam katmış. Dolayısıyla bu ilkeleri terketmek çok zor. Bu ilkeleri terk ettiğiniz zaman artık siz, sizolmaktan çıkarsınız. Bir başka deneyimin insanı olmak dafevkalade zordur. O ilkeleri yeniden yorumlayıp, hayatımızadüstur yapmak mecburiyetindeyiz. Kendimize medeniyettelakkisi inşa etmek, eskiyi bugüne uygun hale getirmekgerek diye düşünüyorum.”Tarihin birçok kritik dönemecinde toplumların öz-biçim ikilemiyleimtihan olunmalarının birer tarihi vakıa olduğunusöyleyen Ökten, Batı Medeniyeti’nin aslında biçim değiştirmişbir Roma olduğunu şu sözleriyle belirtiyor: “Biz, değerlerimizegöre tekrar yaşamak noktasına itiliyoruz. Demekki değerler sistemi bir topumun kişiliğini belirliyor. Bueylemle beraber bütünlük, bir kimlik ortaya çıkıyor. Roma,Akdeniz’in, yani eski dünyanın hâkimiydi. Devlet, ordu, arena,tapınaklar… ‘Bu Roma yıkılmaz’ denirdi. Ama aradan300 sene geçmeden çöküş başladı ve 476’da Batı Romabitti. Roma bitti ama onun değer hükümleri Hıristiyanlıklabirleşerek yeni bir medeniyetin temeli oldu. Dünyanın kuralıevirilerek devam etmektir.”’Öz’e Yapılan Yolculuğun RotasıBiçimler zamana ve zemine tabidir, değişebilir. Ama öz değişmez.Öz değişirse, artık siz “siz” olmaktan çıkarsınız.Çünkü biçim ve öz arasında farklı bir ilişki vardır. Gelenekise, o biçimlerin taşlaşması demektir. Kitle, özü tam anlayamayıpbiçimle çok daha iyi anlaştığı için, biçimle birlikteözü de değiştirmeye yeltenir. Biçim değişmeye mahkûmdur,önemli olan özdeki cevheri kaybetmeden hayata karşı yenibiçimler üretebilmektir.46


Her dönemde, hayata eleştirel bakan toplumların özlerinikoruyup yeni biçimler üretebildiğini söyleyen SadettinÖkten, Türkiye toplumunun hala diri olduğunu ve eleştiridamarının attığını şu sözlerle tespit ediyor: “GünümüzdeTürkiye’de genel olarak bir eleştiri var. Toplum hembüyüyor hem zenginleşiyor; alttan bir basınç var. Toplumhayattan ümidini kesseydi üremezdi. Toplum olarak derinedoğru inmeye çalışıyoruz şu anda, oralarda ne var anlamaya,öze inmeye çalışıyoruz. Bunun devamında yapmamızgereken Orta Çağ İslam Dünyası’ndaki dirilişin neolduğuna bakmaktır. İslam Dünyası’nın dünyaya sunduğubirikim neydi? Hz. Mevlana batının ilgisini neden çekiyor?Bunu önce bizim araştırmamız ve bundan sonrahamle yapacaksak bu insanlar çapında insanlar yetiştirmemizlazım.”Toplum genelinde kabul edilen medeniyet ilkelerinin bireylerarasında birlik oluşturmasını ve ortak eylemlerinzuhur etmesini, toplumun kendini fark etmesiyle açıklayanÖkten; “Toplumda eğer mutabakat oluşursa, bueylemlere yansır. Toplumun kendini fark etmesine sebepolur. Bu da irade oluşturur. ‘Ben sevdiğim sistemi hayatageçiriyorum’un iradesi oluşur. Bu da imkân oluşturur. Buimkân iki türlüdür: Birincisi maddi imkân, diğeri ise siyasaliktidardır.” sözleriyle, bireylerin müşterek eylemlerindensağlanan imkanlara değiniyor.“Maddi güç, iktidar sağlar. Eğer sizin maddi imkânınızyoksa medeniyet hamlesini hayata geçiremezsiniz. Çünküekonomi, tarım toplumunun anlayışı, sanayi toplumununanlayışı ve bilgi toplumunun anlayışı olmaküzere üç safhadadır.” diyerek insanlığındeğişim /gelişim merhalelerini açıklayan Ökten,kas gücünden makineye, makinedenbilgiye doğru evirilen toplumların yapılarınıve dünyaya yansımalarını sırasıyla şu şekildeanaliz ediyor:“Tarım toplumunda teknoloji yoktur. Gelir sadece tarımdansağlanır. Birikimin olması için tarım insanının az yemesi,bunun yanında da çok üretmesi gerekir. Fakat insantek başına kalırsa her ürettiğini tükettiği için tarımtoplumu bir yöneticiye ihtiyaç duyar. Ona da “Monark”denir. Ayrıca yaşamak için insanların bilgiye ihtiyacı vardır.O da Monark’ın hemen yanındaki rahipler ya da dinadamlarıdır. Bu biçim topluma, ataerkil aile biçimi şeklindeyansır.”Tarım toplumunda gençlerin, hayat tecrübeleri az olduğuiçin ataları kadar güçlü olmadığına değinen Ökten,bu toplumun tipik yapısının kas gücüne dayandığını belirtiyor:“Tarım toplumunun karakteristik yapısı budur.Üretilen malın nüfusla doğru orantılı olması gerekir. Nüfusaz olunca üretim de az olacağından fakirlik olur. Neticedebir birikimin olması için monark bir otorite önekoyarak, üretilenin bir miktarını alır ve onunla alt yapıyıoluşturmaya başlar. Toplum da bundan mutmain olur.”Tarım toplumunun bir aşama sonrasında sanayi toplumuvücuda gelir. Sanayi ortaya çıkınca tarım toplumunun yapısıbozulur. İnsanlar üretmek için toprağa, zamana veinsana bağlı olmaktan kurtulurlar. Bu durumun bir pazarihtiyacı doğurduğunu neden olduğunu söyleyen Öktensözlerine devam ediyor:“Pazar kavgası ortaya çıkınca ulus devletler ortaya çıktı.Sanayi ortaya çıkınca teknoloji var oldu. Artık nüfusunsayısı değil kalitesi önem arz ediyordu. Kriterlerdeğişti ve eğitilmiş nüfus, gücü tekelinealdı. Kapitalizmin çıkışı da böyledir:“Ben para kazanıyorsam, bu para banabirtakım bilgiler getiriyorsa diğerleri dekim!” der kapitalist insan.”47


Sanayi toplumunun bir aşama sonrasının ise bilgi toplumuolduğunu ifade eden Ökten; “Bilgi toplumlunda iseeğitimden ziyade yetenek ve yaratıcılık önemlidir. Buradatekrar bireysellik ve özgürlük öne geçer. Çünkü modernçağda insanlar bilgi satıyorlar ve bunun için de önce bireysellikgerekir. Çünkü artık farklılık para ediyor.” diyor.İlk Uygarlıklar Su Kenarlarında KurulduMedeniyet algısı teorik bir kavramdır, biçime dönüşmezseanlaşılmaz. Medeniyet değişimi ise, toplumsal ölçektedaima diridir. Bireye ve topluma yeni ilhamlar verir,yeni biçimler ürettirir. Toplumların soyut haldeki medeniyetilkelerini kabul edip eyleme döktüklerinde ortayaçıkan resmin bütünü kültürdür. Bu uygulama, küçükplanda şehirlerimizde, büyük planda ise Türkiye’de görülür.Sadettin Ökten’e göre kültürün oluşması için iki unsurgereklidir; zaman ve mekân: “Yaşamak için insanınzamana ve mekâna ihtiyacı vardır. Bu zaman ve mekâniçinde insanın yemek yemesi, tokalaşması, evlenmesigibi bütün eylemleri kültürdür.”Tarihe baktığımızda uygarlıkların var olması ve gelişmesiiçin mekâna ve zaman ihtiyaç duyduklarını görürüz.Çünkü bir varlık zamansız ve mekânsız düşünülemez.Mekân söz konusu olduğunda toplumun yerleşik olmasılazımdır. Göçebenin mekânla direk bir ilişkisi söz konusudeğildir. Tarıma geçildiği an bir altyapı hazırlanır. Çadırdanvazgeçip ev yapılmıştır ve o ev çadıra göre bir birikimoluşturmuştur. Sonra bahçe yapılmıştır. Neticede birresim ortaya çıkar ve insanlarda hatıralar birikmeye başlar.Bu medeniyetin ilk aşamasıdır.Medeniyetin bu ilk aşamasında topumun iklimi uygunyerlere gönül düşürdüğünü belirten Ökten, dolayısıylaNil, Dicle, Fırat, Ganj ve Sarınehir’in ilk uygarlıklara ev sahipliğiyaptığını söylüyor: “Bu mekân-zaman içerisindenehir uygarlıkları doğar. Daha sonra da deniz uygarlıklarıoluşur. Eski Yunanlılar, Mısırlılar ve Fenikeliler birer Akdenizuygarlıklarıdır. Zaman geçip Akdeniz Uygarlıkları işgaledilince okyanuslara çıkarlar. Önce Portekiz ve İspanya,sonra Hollanda, İngiltere ve A.B.D. oluşur.”Sadece Perdeleri Açık Medeniyetler GelişirlerFakat mekân sabit değildir, zamanla değişir. Birileri sizinmekânınızı sizden alır ve o zaman siz o mekân üzerindeyoğunlaşamazsınız. Bununla birlikte uygarlıklar etkileşimsizne kurulur ne de gelişir. İnsan kendi kimliğini anlamakiçin, farkı fark etmek durumundadır. Bu her yerdegeçerlidir. Bir medeniyet mutlaka başka medeniyetlerleetkileşir çünkü kendi varlığını tespit edebilmek içinmutlaka etkileşim yapmak zorundadır. Medeniyet, yaşamakistiyorsa perdelerini korkmadan açmak zorundadır.Bu etkileşimin medeniyetlerin varlığı, gelişimi ve değişimiiçin şart olduğuna şu sözlerle vurgu yapıyor SadettinÖkten: “Sınırların geçilimli olması medeniyetlerin farkıgörmesine olanak sağlar. Diğer medeniyetlerle etkileşimegeçince, medeniyet yapınızda problem varsa onutespit edebilirsiniz. Ne kadar büyük uygarlık varsa sınırlarıgeçirimlidir. İslam Uygarlığı’nın ilk aşaması Bağdat’tır.Sınır yoktur Bağdat’ta. Herkes gelir, gider, para kazanır.Bütün antik dünyanın birikimi Arapça’ya çevirilir ve bueserler üzerinden yorumlar başlar. Yorumlardan sonrayeni fikirler oluşur.”Aydınlanma öncesi Rönesans Dönemi’nde Batı Avrupada İslam Dünyası’na açıktır. Bir taraftan Roma üzerindenAntik Yunan’ın birikimi incelenirken, diğer taraftanArapça’dan çevrilen İslam Dünyası’nın kadim eserleriylealt yapı çalışmasına başlanır. Bu geleneğin onlarda haladevam ettiğini, Ruslar’ın bütün Batı Dilleri’ndeki eserleriçevirerek Sibirya’da araştırma merkezi kurduğunu ısrarlabelirten Ökten, Türkiye’nin ise uzun yıllar “perdeleri kapatalım!”demesinin izahı mümkün olmayan bir problemolarak nitelendiriyor.48


Bir medeniyetin oluşumunun ve diğer medeniyetlerleetkileşimi sayesinde belirginleşen farklılıklarının ancaktarih laboratuarına bakılarak anlaşılabileceğini ifadeeden Ökten; “Tarihe bakarken de tarihçi gibi değil,daha genel, ana parametrelerle ve uzaktan bakmak gerekir.Medeniyet tarihçileri için olayların bizatihi önemivardır ama o olayların üzerine dizildiği büyük zincirindaha çok önemi vardır.” diyor ve bir örnekle medeniyettarihçiliğini izah ediyor: “Yatay bir zaman ekseni varsayalım.Bir medeniyet, bir dalga halinde bu eksendebaşlıyor, çıkıyor, çıkıyor ve aşağı doğru iniyor. Bu, uzunbir süre, bin yıl gibi…. Bu medeniyet grafiğinin içindeher nokta bir olaydır; örneğin Mohaç Savaşı. Tarihçi buolaylara bakar. Medeniyet tarihçisi ise bu tarihe baktığızaman, “Bu insanlar Anadolu’ya ne zaman ve niye geldi,bu göçte Bağdat’taki İslam Halifesi’nin yeri neydi ?”diye bakıyorlar meseleye ve grafiği böyle başlatıyorlar.”Dolayısıyla bir medeniyete baktığımız zaman, bu medeniyetiuzun vadeli düşünüp alt dalgayı okumak gerekir.Dip dalga okunduğu zaman olaylar farkı boyutta değerlendirilir.O dip dalgalarının özü, medeniyetin kurucuözelliklerine dayanır. Bu temel özelliklerin iki ana kategoridedeğerlendirildiği söylüyor.“Medeniyetlerin kurucu özelliklerinden ilki, hem batıdahem bizde vahye dayanan haberin öncülüğü ve önderliğidir.Diğeri ise akla dayanan çıkarsamaların öncülüğüve önderliğidir. İnsanoğlu bu iki kategori arasında birgider, bir gelir… Bu nedenle batıda aydınlanmanın devamında‘vahiy bir kenarda dursun akıl öne geçsin’ dediler.Şu an dünyanın durumu budur.” diyerek sözlerinitamamlayan Sadettin ÖKTEN ile El Sanatları Dergisi’ninbir sonraki sayısında “Osmanlı Medeniyeti”ni konuşmaküzere vedalaşıyoruz.SADETTİN ÖKTENKİMDİR?1942 yılında İstanbul'da, BeyazıtSoğanağa’da dünyayagelen Sadettin Ökten, okumayıbildiği için 1949 senesindeKoca Ragıp Paşaİlkokulu’na için ikinci sınıftanbaşlar. Devam ettiği diğerokul ise Kabataş, Darüşşafakave Vefa liselerinin efsane edebiyathocası ve imam-hatipokullarının kurucusu Mahmud Celaleddin Ökten’in, yani babasınınsohbetleridir. 1953 senesinde Vefa Lisesi’ne başlayanÖkten, 1964’de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirir ve aynı yıl İTÜMimarlık Fakültesi’nde akademik hayatına başlar. 1971-1973yılları arasında ABD’de misafir doktora öğrencisi olarak bulunanÖkten, 1977’de doktor unvanı alır; 1979-1980 akademikyılında Belçika'da araştırmalar yapar ve 1982’de doçentliğeyükselir. 1985 yılında MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’ne geçenve 1989’da profesör olan Ökten, 2004 yılında kendi isteğiyleemekliye ayrılır. “İslam medeniyeti”, “Batı medeniyeti”ve “Şehir” konularındaki entelektüel birikimiyle maruf olanProf. Dr. Saadettin Ökten çalışmalarına devam etmektedir.49


İSMEK, Türk-İslam Sanatlarında"İhtisas" Çıtasını YükseltiyorYazı: Nermin SULTANÜç yıl önce altı branşla yola çıkan İSMEK Bağlarbaşı Türk-İslam Sanatları İhtisas Merkezi, ortaya koyduğusanat değeri yüksek ürünlerle sanat camiasının dikkatini çekiyor. Eğitimini verdiği sanatın özüne ve o sanatıyaşatan dinamiklere yönelerek çalışmalarını sürdüren İhtisas Merkezi, uygulamalı eğitim ile teknik eğitimibirlikte veriyor. İlk iki yılda tekâmül, sonraki iki yılda ise ihtisas eğitimi alan yaklaşık beş yüz kursiyer, yükseksanat değeri olan ürünler üretiyor.50


İSMEK temel kurslarında yetişen geleneksel sanatlarkursiyerlerinin belli bir seviyeye gelmeleriyleortaya çıkan ihtiyaç, üç yıl önce İS-MEK Bağlarbaşı Türk-İslam Sanatları İhtisasMerkezi’nin açılması sonucunu doğurdu.Hüsn-ü hat, tezhip, minyatür, çini,ebru ve kalem işi branşlarıyla yolculuğunabaşlayan Türk-İslamSanatları İhtisas Merkezi,kültür-sanat camiasınınve taliplerinin bakışlarınıson yıllarda üzerineçekmeye başladı. İşinin ehliusta öğreticilerle eğitiminisürdüren İSMEK Türk-İslamSanatları İhtisas Merkezi'ninidarecisi, Sanat Tarihi mezunuBahriye Nur Yürük ile buserüveni konuştuk.Kurulduğunda altı branştaeğitim veren İhtisas Merkezi,bir yıl içinde çıtasınıyükseltmiş ve branş sayısınıon ikiye çıkarmış. Ahşap şekillendirici,boyacı-çini işlemeci, ebru, filografitekniği, hüsn-ü hat, kalem işi, kaligrafi,katı’, minyatür, sedef işçiliği, tezhip ve OsmanlıTürkçesi gibi branşları bünyesine ekleyen İhtisasMerkezi, yelpazesini her yıl daha da genişletiyor. İhtisasMerkezi kursiyerleri, Marmara Üniversitesi ÖğretimGörevlisi Talip Mert’in usta öğreticiliğinde devam edenOsmanlı Türkçesi derslerinde Safahat’ı aslından okuyupbitiriyorlar.Kursiyer alımının sınavla yapıldığı İSMEK Türk-İslam Sanatlarıİhtisas Merkezi, uygulama sınavını başarıyla geçenkursiyer adaylarından bir sunum dosyası hazırlamalarınıisteyerek usta öğreticilerden oluşan kurulun mülakatınadavet ediyor. Hocaların öğretim görevlileri ve işin ehliinsanlardan oluşması, her sene başında birçok gencinmülakata girmek istemesine neden oluyor. Bu ilgi doğrultusundaİhtisas Merkezi kapılarını, temel sanat kursiyerlerininyanı sıra dışarıdan gelen taleplere de açıyor.Uygulamalı eğitimle teknik eğitimin birlikte verildiği Türk-İslam Sanatları İhtisas Merkezi, iki yıldır temel sanat eğitimide veriyor. Yrd. Doç. Dr. Savaş Çevik tarafından verilenderslerde renk bilgisinden bir eserin nasıl sergileneceğinekadar, sanata dair her şey işleniyor.İyi bir ürün çıkarabilmek için alanında nitelikli hocalarlaeğitim veren İhtisas Merkezi, usta-çırak ilişkisini gözönünde bulunduran bir yöntem izliyor. Bunların yanında,kursiyerlerin sanatsal alt yapılarını kuvvetlendirme gayesiylehalka açık seminerler düzenleyen İhtisas Merkezi,yoğun ilgi gören bu seminerleri sayesinde faaliyetlerinihalkla iç içe yürütüyor.Çırağan Sarayı’nda Sergi Açtılarİlk iki yılda tekâmül eğitimi, sonraki iki yılda ihtisas eğitimialan yaklaşık beş yüz kursiyerlerinin bulunduğunusöyleyen Yürük, her kursiyerin doğal olarak sanatçı olamayacağını,ama beş yüz kursiyerin içinden bir tane bilesanatçı çıksa, imzasıyla güzel ürünler üretse, İSMEK olarakgörevlerinin layıkıyla yapılmış olacaklarını belirtiyor.Diğer kursiyerler de kadim sanatlarımızın kitabi bilgisiniedinmiş ve kendilerini geliştirmiş birer sanatsever olaraksertifikalarını alıyorlar. Eğitim süresince yeteneklerini açığaçıkaran kursiyerlerin sanatlarını icra edebilmeleri için“öğrenci-sanatçı” isimli proje grupları oluşturan İhtisas51


Asırlar boyunca el yazması eserleri, padişah tuğralarınıve çeşitli evrakları altın yaldız ve boya ile süsleyentezhip sanatı da İSMEK’in önem atfettiği değerlerarasında yer alıyor. Tezhibin tanımı ve önemi, tezhibintarihi süreci, tezhibin uygulamalı tatbiki, tezhipsanatının teknikleri, tezhip çeşitleri şeklinde sıralananmüfredat; 400 saat temel eğitim ve 800 saat uygulamalıeğitim üzerinden işleniyor.Hat ve tezhip gibi önem atfedilen bir diğer branş daebru. Bir tür kâğıt bezeme sanatı olan ve lügatte su,bulut gibi manalara gelen ebru, yoğunlaştırılmış sıvıüzerinde renklerin sınırsız değişimlerle birbiriyle kucaklaşması,kaynaşması, dans etmesidir. Bir kâğıt boyamasanatı olan ebru, tezhip ve hat ile birlikte kitapsayfalarında, murakka kenarlarında, ciltlerde, yazıboşluklarında kullanılmaktadır. 200 saat temel eğitimve 400 saat uygulamalı eğitim verilen ebru branşında,Fuat Başar gibi ebru sanatçıları da kursiyerler içinseminer veriyor.Unutulmaya yüz tutan kadim sanatımız katı’ da İS-MEK Türk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nin branşlarıarasında yer alıyor. Uygun desen, motif veya yazı örneğinin,kesilecek nitelikteki ince kâğıt veya deriden,özel keski yardımı ile ustalıkla oyulup, çıkan parçanınveya içi oyulmuş olan parçanın yine ustalıkla başkabir zemine yapıştırılması sanatı olan katı’, hat, cilt vetezhip sanatları içinde çok önemli bir yere sahip. Bubranşta verilen eğitimin süresi ise 248 saat. Bu branşlarınyanında Osmanlı Türkçesi, minyatür, boyacı-çiniişlemeci, kalem işi, sedef işçiliği, kaligrafi, filografitekniği ve ahşap boyama gibi branşlarda eğitim verenİhtisas Merkezi, kadim sanatlarımızla halkı buluşturmayadevam ediyor.55


gösteriyor ve anlatmaya devam ediyor Mehmet Usta: “Kesime hazır hale gelen tiftiğin, sikketâlibinin baş ölçüsüne göre oval bir şekilde kesimi-yayımı yapılıyor, üzeri hafifçe ıslatılıyor.Oval şekilde tezgâhta serili olan tiftiğin iki parçası kenarlarından birbirine birleştirilip;tiftiğe “külâh” şekli veriliyor. Üzerine sabunlu su serpiliyor -ki bu sayede kat iziningözükmemesi sağlanmış olur- ve malzeme kurumaya bırakılıyor.”“Bilir misin, niye yansıtmaz aynan?Yüzünden pas silinmemiş de ondan.”Ehlinin nefesiyle evvelâ tozuna üflenir tiftiğin, kabası alınsın ki özündeki cevherişlenmeye hazır hale gelsin. Biraz kesilir ki hünerini sergilemesine mâniolan fazlalıklarından sıyrılsın, kemâle ereceği şekli ortaya çıksın. Sonra birmüddet bekletilir bu şekil, şekline mâna gelsin, diğer muamelelere “eyvallah”diyebilsin. Yoldaşı olan Mevlevî muhibbi de bir Mevlevî dergâhınıneşiğinde, belki Konya’da Âsitâne’de, belki Yenikapı Mevlevîhânesi’ndebekletilmektedir çünkü. Kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor MehmetUsta bu yolculuğu:“Ortalama dört saat sonra sikke görünümü alan malzemenin üzerinebir miktar şekerli su serpilir; su buharı üzerinde tutularak tâlibdenalınan ölçüye göre daha önceden hazırlanan ağaç kalıba yerleştirilir.”dedikten sonra Yenikapı Mevlevîhânesi’nin sandukalarının sikkelerinionardığı ağaç kalıbı gösteriyor Mehmet Usta. “Bu kalıpla YenikapıMevlevîhânesi’nin sikkelerinin bakımını yaptık. Hizmet olmadan himmetolmaz demiş büyükler.” diyerek işin farklı boyutlarına da dikkatimiziçekiyor. Biz de ekliyoruz hemen: “Himmet olmadan da hizmetolmaz vesselam.” Mehmet Usta’nın bahsettiği kalıp, sikkeler için birnevî ters mengene işlevi görüyor. İki parçadan oluşan ve enine doğrugenişletilebilen, ağaç kalıba yerleştirilen sikke kurumaya terk edilir.Eğer tiftik yaz aylarında pişmeye (keçeleşmeye) bırakılmışsa birgünde keçeleşme tamam olurken, soğuk günlerde bu zaman üçgüne kadar uzar.Kurumaya terk edilen sikke üç gün ağaç kalıpta bekler. Mevlevîmuhibbi de matbahta üç gün saka postunda oturtulur çünkü.Muhib, üç gününü dergâhta geçirir. Nasıl yürüyeceğini, nasılyatıp nasıl kalkacağını, kime hangi üslupla hitap edeceğini,buyrulan soruya nasıl cevap vereceğini ihvânda görür.Sikke de üç gün boyunca oturtulduğu kalıpta keçeleşmesinitamamlar.“Mustafa’sın sen bana, ben de Ömer,Bağladım sana, hizmet için kemer.”Keçeleşme işlemi bittiğinde malzememizana hatlarıyla sikke görünümüalır. Keçeleşme tamamlanırken tiftiğinince elyafları birbirinin içine giripbütünlük arz eder, fakat kalın elyaflarbu bütünlüğün dışında kalaraksikkenin dış yüzeyinden taşarlar.Mehmet Usta’nın tecrübelerineve tahminine göre Mevleviyyeyolu teşekkül ettiğinden berisikke yapımı bu merhaleye kadaraynı şekilde yapıla geliyor.57


Mehmet Usta, aynı zamanda dedesi olan ustasından buişi böyle görür yıllarca. Fakat günümüzde dedesindenfarklı şekilde yaptığı bir uygulama var: Sikkenin tıraşlanması.“Sikke keçeleştiğinde, yüzeyinin temizlenmesi içinben tıraş makinesi yahut ustura kullanıyorum. Eski ustalarve benim de ustam olan rahmetli dedem dâhil sikkeninyüzeyini ispirtoyla yakarak düzlerlermiş. Fakat sikkeyesinen keskin ispirto kokusu bazen bir yıl sikkeyi terketmezmiş. Bu nedenle günümüzde jilet ve makine ile tıraşlamaksikke ustaları tarafından tercih edilmekte.” diyorMehmet Usta.“Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham?Sözü, kısa kesmek gerek, vesselam!”Bunca işlemden sonra son hâlini alan sikkeye Dal sikkedenir. Dal sikke, destarsız sikke demektir ve üç gün sakapostunda oturtulup talebi kabul edilen Mevlevî muhibbineşeyhleri tarafından tekbirlenir. “Sikke Tekbirlenmesi”Mevlevilikte âdâb gereğidir ve Mevlevî olmak isteyen muhib,sevdiği, inandığı bir şeyhe müracaat eder. Müracaatıkabul edilen muhib, bir sikke alıp şeyhe götürür. Şeyh, bizzatkendisi yâhut tensibiyle aşçıdede, muhib olacak kişiyisoluna oturtur; derviş olacak zat diz çöker, dizini şeyhinindizine yapışacak kadar yakınlaştırır. Her ikisi de abdestli birhalde; yüzleri kıbleye bakacak şekilde otururlar. Muhib,şeyhle birlikte âdâb gereği tövbesini ve duasını okuduktansonra şeyh, mürid olacak kişinin sikkesini iki eliyle tutar,bir İhlâs Sûresi okuyup sikkenin önüne, bir ihlas okuyupsağına, bir İhlas da soluna okuyup üfler. Sonra yenidervişi yüzü kıbleye gelecek ve ayakları toplu olacak şekildesağ dizine yatırır ve sikkeyi kıbleye karşı elinde tutarakduasını okur. Dua bittiğinde sikkeyi iki eliyle tutup öncesağ, sonra sol, daha sonra da ön tarafını öpüp dizinde yatankişiye de aynı şekilde öptürüp başına giydirir; elleri sikkeninüzerindeyken tekbir getirir ve sikkeyi giyen kişi Hz.Mevlâna’nın evlâdı olur. Çeşitli merhalelerden geçen dervişve sikke, nihayet mürşitlerinin huzurunda buluşurlar.“Dervişin paçası itten yakası Yezit’ten kurtulmaz.” demişler.Her türlü mâsivaya göğüs gerebilen sikkenin başı, eğerdikkat edilmezse güvelerden kurtulamaz. Özen gösterilerekyapılmış bir sikke eğer ki güvelerin hışmına uğramazve kesilmezse nesiller boyu tekbirlenebilir. “Sikke zahireno kadar sağlam olur ki, av tüfeğiyle ateş edilse saçmalar ilkkatı belki deler, fakat ikinci katı geçip de başa temas edemez.”diyor Mehmet Usta.Sikkeye HürmetYaptığı sikkeler bu kadar sağlam ve âdâba uygun oluncahem Mevlevî dervişleri hem de UNESCO Mehmet Usta’ya“eyvallah” derler. UNESCO tarafından 2007 yılında “korunmasıgereken kültür öğeleri” listesine alınır MehmetUsta. “Gerçi benim için UNESCO listesine girmek çok mühimdeğil, sikkeye destar dolayanların gönüllerine girelimyeter.” diyecek kadar da sikkenin bâtınına vâkıf.58


59Fotoğraf: Halid Ömer CAMCI


Mevlevî kıyafeti denilince akla ilk olarak sikke gelir. Çünküsikke, Mevlevilîğin sembolü olan bir serpuştur. Mevlevîler,sikkeyi kutsal addettikleri için kahvehâne gibi geneldeavâmın bulunduğu ve sikkeye hürmet gösterilmeyeceğinidüşündükleri mekânlara sikkeleriyle gitmezler. Kendiaralarında kabahat işlemiş olan dervişlerin de ceza olaraksikkesi alınır ki bu bir Mevlevî’ye verilecek en ağır cezalardandır.Hatasını kabullenip mürşidinin huzurunda yenidenayak mühürleyen dervişin -affedilirse- sikkesi yenidentekbirlenir. Eğer derviş olmak isteyen kişi sikkeye hürmetedecek idrake sahip değilse onlara arakıyye giydirilir.“Arakıyye”nin lugât manâsı ter emendir. Mevlevî dervişlerininbaşlarına giydikleri sikkeden daha kısa ve yumuşak,yün külâha arakıyye denir. Mevlevîler, merasimlerdenarta kalan zamanlarda, evlerinde ve günlük işlerinde arakıyyegiyebilirler. Mevlevîlikte gece yatarken de sikke giymekâdettendir. Bu sikkenin ismi “şeb-külâh”tır ve normalsikkeden kısa, arakıyyeden biraz uzundur.Sikkenin Seyr-i SülûkuMehmet Usta’nın bahsettiği “sikkeye destar dolayanlar”ise muhiblere sikke giydirmekle vazifeli Mevlevî mürşitleridir.Destarın lugât manâsı sarık, başa sarılan tülbenttir.Mevlevî mürşitlerinin sikkelerinin üzerinde, bu destar sarılıdır.Destar denilince, ilk olarak akla “şeyh” gelir; destarsarmak da ancak şeyhin ve Çelebi halifelerinin hakkıdır.Fakat zaman geçtikçe destarın kullanım alanı genişletilmiş;mesnevîhanlara, dedelere ve diğer tarîkat şeyhlerindenbazılarına da teberrüken destar sarma ruhsatı verilmiştir.Makam çelebilerinin, yani Mevlâna Hazretleri'ninsoyundan gelen mürşitlerin destarları,sikkenin alt halkasının hizasındanbaşlayarak sarılır.Çelebiler’in destarı duhânîdenilen ve siyahı andıracakkadar koyu mor renktedir.Çelebi olmayan mürşitler isedestarı, sikkenin alt halkasınınbir parmak kadar yukarısındandolarlar.Şeyhlerden “Seyyid”lerin,yani Hz. Peygamber soyundanolanların destarlarıkoyu yeşil, seyyid olmayanlarınise beyazdır.Son zamanlardaise şeyhler koyu yeşildestar sarmayabaşlamıştır, beyazdestara pek rastlanmaz.İlk Mevlevîlerindestarları, genişbir tülbendin hiç60


ir kırışığı olmadan bükülmesinden ve soldan sağa sarılanbüklümlerle karşılaşmasından meydana gelen “örfî”biçimdedir. Destarlar “Cüneydî, Şeker-âviz, Şeker-âvizkafesî, Dolama, Hüseynî…” diye adlandırılan çeşitli şekillerdede sarılabilirler. Destarlar, sikke gibi oğlak tiftiğindendeğil, pamuktan yapılırlar."Bir denizi, bir testiye doldursan,Kısmetten fazlasını almaz, ey can!"Destarların, öne bırakıldığında göğse kadar, arkaya bırakıldığındabele kadar uzanan ucu vardır. Bu uca “taylasan”denir. Taylasanı, sikkenin alnından başlatıp, tepedenarkaya, ense tarafına geçirmek “Kutup”luk alametidirve bunu her şeyh yapamaz. Özellikle KlasikTürk Şiiri’nde taylasana “giysû-yı Külâh-ı Mevlevî, zeyl-iKülâh-ı Mevlevî…” gibi isimler takılmıştır.Sikke yapımı tamamlanınca “sağlam bir kaleye bir tuğla,hatta ufak bir taş taşıyabildiysek ne mutlu.” diyorMehmet Usta. Mütevazı bir edayla ekliyor: “Aslındasikke işin remzi, sembolü… Mevleviyye hizmetlilerinin,âşıklarının alınlarında birer damga. Ne diyor Yunusumuz:“Dervişlik baştadır, tacda değil.” Her insanın birsikkesi vardır. Kiminin ki destarlıdır, kiminin ki Dal Sikkedir.Esasen elimizdeki testiyi doldurabilirsek olur bu iş!”Konya Mevlevî Dergâhı’nın, Kıbrıs, Afyon ve YenikapıMevlevî Müzeleri’nin sandukalarının sikke ve destarlarınıda onaran Mehmet Usta’nın son sözü: “Öyleyseaşk olsun.”61


Kapadokya SandıklarındaSaklı HayatlarYazı: Ayça Olcaytu İŞÇENSandıklar… Hayallerimiz, sırlarımız, sevincimiz, hüznümüz, yaşamımızda kendimize ayırdığımız, mahrem tuttuğumuzne varsa içine koyup kilidini çevirdiğimiz kutular… Tarihi Eski Mısır’a kadar inen sandıklar, Anadolu’nun kültüreldeğerlerini yansıtan birer aynadır adeta. Topraklarından pek çok uygarlık geçen Kapadokya’nın çok katmanlıkültürünü de sandıklardan okuyabilmek mümkün. Yıllarını Kapadokya’nın sandıklarına ve daha nice kültürel değerlerineadamış Mehmet Yuğuran’ın koleksiyonundaki sandıklar, Kapadokya’da en çok kabaralı ve ahşap oymasandıklara rastlandığını gösteriyor.Kapadokya’da, butik tarzı hizmet veren otellerden birinde,kayadan oyulmuş bir odadayım. Eski bir ahşap sandık,üzerindeki işlemeli örtüsüyle bana bakıyor. Bu güzelimsandıkta acaba kimlerin hayalleri, sırları, geçmişi yada geleceği saklandı? Askerdeki nişanlının mektubu, yıllarboyu emekle işlenen danteller, örtüler, oyalı yazmalar,takılar, babadan kalan kuka tesbih, dede yadigârı, sedefkakma kabzalı tabanca… Onca yaşanmışlıktan sonraherhangi bir süs eşyasına indirgenmiş, hatta otel görevlisinin,üzerine bavulumu koymaktan çekinmediği bu sandıkhangi hünerli parmaklardan çıktı? Üzerindeki motiflerin,renklerin bir anlamı var mı?62


En doyurucu cevapları konunun uzmanı verebilir. Ertesisabah, yıllarını Kapadokya’nın sandıklarına, kilitlerine,anahtarlarına, kapılarına ve daha nice kültüreldeğerlerine adamış Mehmet Yuğuran’ın Uçhisar’dakidükkânında alıyoruz soluğu. Antikacı Mehmet Beyişini gücünü bırakıp, sandıkların Kapadokya yaşamındakiyerini, teknik özelliklerini keyifle anlatıyor. Arkasındandükkândan çıkıp, Uçhisar’daki deposuna gidiyoruz.Bölgenin dört bir tarafından topladığı sandıklardanseçtiği 50 tanesini çırağının yardımıyla dışarıyataşıyor. Biz de, yaşları 50 ilâ 200 arasında olan bumuhteşem sandıkları fotoğraflıyoruz.Sandıkların Hayatımızdaki YeriTarihi Eski Mısır’a kadar inen sandıkların Osmanlı’dayoğun olarak kullanımı 19. yüzyıla rastlar. Batılı ya-64


şam tarzının Osmanlı’da etkili olmasıyla birliktegömme dolapların yerini alan sandıklaröylesine hayatımıza girdiler ki, büyük evlerde‘sandık odaları’ yapılmaya başlandı. İçlerinemendilden çoraba, giysiden nakışlı örtülerekadar pek çok şeyin konulduğu cins cins bohçalar,artık gömme dolaplara değil, itinalı birdüzenle sandıklara yerleştiriliyordu. Çam, abanoz,sedir, ceviz, elma, gül gibi ağaçlardan yapılansandıklar, maharetli ustaların ellerinde birersanat eserine dönüşüyor; ahşap oyma, metal,sedef, fildişi gibi malzemelerle kakma, deriveya metal levhalarla kaplama ya da kök veyatoprak boyalar kullanılarak boyama teknikleriylesüsleniyor, motifler bazen de kabara denilençiviler aracılığıyla oluşturuluyordu.65


Ağırlıklı olarak genç kızların, daha küçücük bir çocukkenoluşturulmaya başlanan çeyizlerini saklamak amacıylayapılan sandıklar, genellikle anneden kıza geçerek yıllarcakullanılırdı. Çeyiz sandıklarında kullanılan ağacın cinsive süslemenin zenginliği çok önemliydi. Çünkü çeyizlebirlikte sandık da bir hediye olarak kabul edilirdi. Zenginaileler, sedir ya da ceviz ağacından, oymalı, kakmalı,kapak içlerine kök veya toprak boya ile çiçek, manzararesmi yapılmış sandıklar kullanırlardı. Özellikle, tahtakurdunave güveye karşı dayanıklı olan sedir ağacı çok gözdeydi.Yine de bu sandıkların arada bir açılıp havalandırılmasıadettendi. Sandıkların içleri kadife, saten kumaşlaya da desenli kâğıtla kaplanır, böylece hem içlerine konacakeşyalar neme ve zedelenmelere karşı bir kat dahakorunur, hem de görselliği katmerlenmiş olurdu. Giysi veörtülerin güzel kokması da önemsendiğinden sandık içlerinekurutulmuş çiçek yaprakları, lavanta veya parfümşişesi bırakılırdı.Bazılarının içinde tığ, iğne-iplik, düğme, çakı, tesbih gibieşyaların koyulduğu bir göz veya değerli takıları saklamayayarayan gizli bir bölme bulunurdu. Kimilerinin üzerineKur’an-ı Kerim koymak için fildişi, sedef ya da gümüşkakmalı kutular yapılırdı. Kilit sistemleri farklı, hatta şifreliolur, kimilerinin kapağı açılınca alarm niyetine bir çıngırakçalardı.Sandıklar, genç kızların çeyizleri kadar sırlarını da saklamayayarardı. Yavukludan gelen mektupların, fotoğraflarınveya özel eşyaların yeri sandıklardı. Genç kızın mahremiolan sandığını ondan başkası açamazdı. Evlendiğindekoca evine götürdüğü sandığını hatıra defteri gibi kullananlarada rastlanırdı. Sandık sahibi, evlendiği, çocuklarınındoğduğu, hatta aile büyüklerinin vefat ettiği tarihlerigenellikle bir kurşun kalemle kapak içine yazardı. Evliliktenitibaren kocaya ve çocuklara ait, tabanca, tesbih,göbek bağı, bir tutam saç gibi kimi kişisel eşyalar da busandığa konurdu.Yiyecek, kap-kacak, çeşitli malzeme koymak amacıylaüretilen sandıklar ise genellikle basit, sade ve süslemesizolurlardı.Kapadokya Sandıklarının ÖzellikleriTopraklarından pek çok uygarlık geçen Kapadokya’nınçok katmanlı kültürünü sandıklardan da okuyabilmekmümkün.. Mehmet Bey’in koleksiyonundaki sandıklarıincelediğimizde Kapadokya’da en çok kabaralı ve ahşapoyma sandıklara rastlandığını görüyoruz. Kabaralı sandıklarda,genellikle kilise veya cami kubbeli olan demirsac kesmelerin etrafına ‘kabara’ denilen, pirinç, demir,porselen gibi maddelerden yapılma çiviler çakılarak motifoluşturuluyordu. Ahşap oymalı olanlar ise hayat ağacı,göz, çift göz, muska, doğurganlığı ve gelecek nesilleritemsil eden meyveli ve çiçekli ağaçlar, uzun ve sağlıklıömrü simgeleyen servi veya kavak ağaçları, lale, gül,papatya, karanfil gibi çiçek motifleriyle süsleniyordu. Şamangeleneklerinden kaynaklanan hayat ağacı, ötekidünyaya geçişi sağlayan yolu simgeler. Ancak, çeyiz sandıklarındakihayat ağacının diğer motiflerle birlikte kullanımınabaktığımızda üremeyi de çağrıştırdığı görülür.Göz, çift göz ve muska ise nazardan korunmayı vurgular.Ahşap oyma sandıklarda boyama tekniğine de rastlanıyor;ay, yıldız, cami, gül, minare, kubbe gibi İslam dinini66


çağrıştıran simgeler ya da kilise, haç, Meryem, İsa ve azizmotifleri gibi Hıristiyanlara ait simgeler de süslemede kullanılıyordu.Sandıkların ön kısmında olan işleme ve motiflerden başkabazen de iç bölümlerinde, özellikle kapak içinde kökboya veya toprak boyayla yapılmış motifler sıklıkla görülür.Bunlar arasında vazolara yerleştirilmiş çiçek buketleri(ağırlıklı olarak lale, karanfil ve gül), kilise, cami, hayatağacı gibi genel motiflerin yanı sıra, Osmanlı bayrağıve gemisi, manzara gibi daha özel motifler de sayılabilir.Çeyiz sandıklarının taşıma kulpları, anahtar ve kilitleri deözenilerek yapılmıştır.Kapadokya’da kullanılan yemeni ve tülbent sandıkları iseçeyiz sandıklarına göre çok daha küçük ve genellikle süslemesizdir.Bazılarının ön tarafında sandığın içini göstermeyeyarayan bir cam bulunur.“Ayşem’in Yeşil Sandığı”Genellikle yeşil renkte olan kabaralı ve oymalı sandıklara,dış etkenlerden, özellikle de böceklerden korunabilmesiiçin önce kireçli bir karışım sürülür; ardından da kökya da toprak boya ile yeşile boyanır. İslamiyet’in sembollerindenbiri olan yeşil renk kutsaldır; ayrıca muradın dasimgesidir. Sandıkların genellikle çeyiz saklama amacıylakullanıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, evleneneşlerin sağlıklı ve huzurlu yaşamayı, çocuk sahibi olmayı,kısaca ömür boyu mutluluğu istemeleri de murattır.Yeşil sandıklar bölgenin türkülerine bile girmiştir. Örneğin;Ürgüplü halk ozanı Refik Başaran’ın “Gelin Ayşem”türküsü Kapadokya’da bugün de söylenmektedir. Türküşu dörtlükle başlar:Ayşem’in yeşil sandığıDaha elinin değdiğiHiç aklımdan çıkmıyorKapılıp sele gittiği.Sandık Geleneğinin Hazin SonuGelenek ve göreneklerimize ilişkin pek çok usûl gibi gelinçeyizini sandıkla taşıma ya da kıymetli eşyaları sandıklardasaklama geleneği günümüzün yaşam koşullarınayenik düşmüş ve hemen hemen yok olmuştur. Köylerdebile bu geleneğe nadiren rastlanmakta, çeyizler bavullarlataşınmaktadır. Bu tarz sandık üreten ustalar da azalmıştır.Eskiden günümüze ulaşan sandıkların ise butiktarzda hizmet veren otellerde ve evlerde dekoratif amaçlarlakullanıldığı görülmektedir. Yeni üretim sandıklarınçoğu da bu amaçla yapılmaktadır.Belki bu geleneğin sürmesini sağlamak artık imkânsızgibi görünüyor ama antikacı Mehmet Yuğuran’ındükkânındaki gibi kültürel ve estetik değeri yüksek sandıklarımızınyok olup gitmesine de gönlümüz elvermiyor.Zengin bir tarihe ve kültüre sahip Kapadokya bölgesindeyapılacak bir kent müzesinde bu sandıkların da sergilenerekgelecek kuşaklara aktarılması en büyük arzumuz.67


Mini Hollanda:MadurodamYazı: Semiramis DOĞAN68


Özgürlükler ülkesi Hollanda’nın anayasal başkenti Den Haag’dayız. KraliyetSarayı, hükümet binaları, bakanlıklar ve parlamento, hepsi bu şehirde. Yeşilinhâkim olduğu bu Flemenk şehrinde gezilecek yerler arasında ilgimizi ençok"Madurodam” çekti. 1952 yılında bir savaş anıtı olarak kurulan bu minikentte gözünüzün gördüğü her şey, aslının tam 25’te biri boyutunda. TümAmsterdam’ı, hatta Hollanda’yı bir çırpıda görebilme imkanı sağlayan minikent, aynı zamanda İstanbul'daki Miniatürk'ün de esin kaynağı.69


kuş bakışı görmek mümkünmüş Madurodam’da. BizdekiMiniatürk, buradan ilham alınarak kurulmuş olmalı,diye geçiriyorum aklımdan. Hollanda kent yaşamınınhemen hemen her anının, hareketli ve hareketsizobjelerle canlandırıldığı Madurodam’a doğru yolakoyuluyorum. Hollanda’nın bu en küçük şehrine geldiğimdekendimi Jonathan Swift’in cüceler ülkesindekiGulliver gibi hissediyorum. İnsana kendisini koca birdev gibi hissettiren minyatür kentte, Amsterdam’a hattatüm Hollanda’yı bir çırpıda görebiliyorsunuz. BütünHollanda’yı gezmek istiyorum ama buna imkânım yok,diyorsanız Madurodam’ı kesinlikle gezmelisiniz.Madurodam’da Her Şey Aslının AynıBurada gözünüzün gördüğü her şey, aslının tam 25’tebiri boyutunda.. Bu kadar küçültülmüş olduğuna bakıp,gördüklerinizin daha az gerçek olduğu gelmesinaklınıza. Her bir yapı, en ince detayına kadar aslınınfotokopisi gibi âdeta.. Girişte aldığım Türkçe Madurodamtanıtım kitapçığında, maketlerin yapılmasında vebakımında her gün 35 kişinin emek harcadığı yazıyor.Maketlerin, en az 30 yıl açık havada kalacakları düşüncesiyleçoğu makette ahşap yerine plastik malzemekullanılmış. Madurodam’ın minyatürlerini, 2002 yılındanberi Miniaturk’ün de yapımcısı olan İstanbul merkezliMiniatureart firması yapıyor.Mini şehrin yeşil olan bölgelerinde suni ağaç ya da çiçekkullanılmamış, her şey doğal. Bu yüzden özel muamelegörmeleri gerekiyor. Budama yöntemiyle boyları60 santimetrede tutulan küçük yapraklı ağaç ve çalılardanyararlanılmış.Madurodam’da tüm maketler, belirli bir düzene görenumaralandırılmış. Gezi yolunun üzerindeki sarı çizgilerle,yol haritasındaki maketlerin sırası aynı. Mini kentidolaşırken istediğiniz yolu seçmekte özgürsünüz. Minyatürşehri farklı bir şekilde keşfetmek isteyenler içintemalarına göre adlandırılmış yollar öneriliyor. Bu konudaresepsiyondan bilgi alınması mümkün. Mimariyolu tercih ettiğinizde, Hollanda’nın seçkin mimari yapılarıarasında gezinebiliyorsunuz. Suyolunu seçtiğinizdeise Hollanda’da hidrolik üzerine yapılan tüm projeleribir anda görme şansına sahip oluyorsunuz.Mini Şehir Yarım Bir Daire Şeklinde Tasarlanmış1952 yılında kurulan Madurodam’ın şehir planını SeibeJan Bouma adlı bir mimar hazırlamış. Mimar, şehribir çeyrek daire şeklinde çizmiş. Dairenin merkezi,eski şehir merkezini gösteriyor. Merkezin çevresindede yeni semtler; liman, sanayi bölgesi ve dinlenmetesisleri kurulmuş. Yüzölçümü 18 bin m2 olanMadurodam’ın merkezinde kiliseler, müzeler, peynirpazarı ve Amsterdam’ın simgesi kanallar bulunuyor.Unutmadan söyleyeyim; Binenhof hükümet binaları ileRijksmuseum ve Meryem Ana Bazilikası da burada yeralıyor. Bu binalardan bana göre en ihtişamlısı MeryemAna Bazilikası. Hollanda’nın Maastricht kentinde kuruluolan bazilika, Roma mimarisi özelliklerini taşıyor.Rijksmuseum Ulusal Müzesi de etkileyici bir mimariyesahip. Amsterdam’daki Rijksmuseum, Hollanda’nın enönemli müzesi. Müzeyi her yıl 1 milyonun üzerinde ziyaretçigeziyor.Amsterdam’ın simgesi kanalların da Marudodam’ınmerkezinde olduğunu söylemiştim. Burada Herengrachtkanalına baktığınızda, ihtişamlı görüntüleriyle birsıra boyunca vaktiyle soyluların yaşadığı evleri görürsünüz.İstanbul Boğazı manzaralı yalılarda oturanların yaşadığıkadar olmasa da burada konaklayanlar da zamanındamanzaranın keyfini sürmüştür mutlaka, diye71


geçiyor aklımdan. (Ne kadar güzel yerleri gezerse gezsin,insan memleketinden uzakta olunca, gördükleriyle kendiülkesindekileri karşılaştırmadan edemiyor. Zaman zamanyurt dışına çıkma fırsatı bulanlar hak vereceklerdir bana.)Sahip olduğu 112 metre yükseklikle Hollanda’nın en yüksekkatedrali olan Domun Kulesi’ne de mini kentte yer verilmiş.Gotik mimari ile 1382’de inşa edilmiş bu yapı, 61yılda tamamlanmış. Madurodam’da sadece Domun Kulesideğil, saat mekanizması ve kulenin çanları da gerçeğineçok benziyor. Düğmeye basıyorsunuz ve çanlar sizin çalıyor.Dünyanın en uzun kapalı su kayak kompleksi olan “Tikibad’yüzme havuzu da unutulmamış Madurodam’da. Heryıl yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlayan bu su parkına, 1994 yılındabaşka modüller de eklenmiş ve tabii ki yapılan bu değişiklikler,kompleksin Madurodam’daki mini taklidine deuyarlanmış.Bir Avuç Bozuk Para İle Şehir Canlanıyorİstanbul’daki Miniatürk’e kıyasla daha ufak bir alana kurulmuşolan Madurodam’da her şey hareketli. Bir avuçdolusu bozuk para ile Madurodam’da gördüğünüz herşey hareket etmeye başlıyor. Yeni Amsterdam HavaalanıSchiphol’da çeşit çeşit uçaklar hareket ediyor, yemek tedarikaraçları gelip gidiyor, yel değirmenleri dönüyor, gezintitekneleri kanallarda ilerliyor. Bir bakıyorsunuz limandabir yangın söndürülüyor, öte yanda hareketli trenler dünyanınbelki de en büyük minyatür demir yolları üzerinden(koca!) bir şehri baştanbaşa dolaşıyor. Leiden şehrindeki“De Walk” (Un Değirmeni), Madurodam’da minyatürizeedilmiş. Yedi katlı bu un değirmeni, şimdilerde müze olarakgezilebiliyormuş.Hollanda’daki tarihi ve önemli 198 parça yapının ölçekleküçültülmüş kopyalarının sergilendiği Madurodam’ı gezdiniz,dolaştınız ve acıktınız. Madurodam’ın yıl boyuncaaçık olan Waterland ve Paviljoen lokantalarında, lezizara yemek ve özel mönüleriyle karnınızı doyurabilirsiniz.Her iki lokanta da minyatür şehri gözler önüne seriyor.Hollanda’nın bu en küçük şehrinde, çok fonksiyonlu salonlarda yıl boyunca hizmet veriyor. Eğlenceli partilerdeniş toplantılarına kadar her türlü özel organizasyon düzenlenebiliyorbu salonlarda.72


Mini kentte hediye dükkânı da unutulmamış. Budükkânda şehri tanıtıcı kartpostallardan tutun da fotoğrafmakineniz için hafıza kartlarına, bez bebeklerdengüneş kremine, pile kadar çok geniş yelpazedeürün bulabiliyorsunuz. Hollanda’daki 198 parça yapınınmaketlerinin sergilendiği bu mini şehri dolaşırkengerçekten de bütün o yerleri; meydanı, köprüleri,kanalları, havaalanını gezmiş gibi yoruluyor insan.Elimde Türkçe Madurodam rehberim, içimde ‘burayıda gezmekle ne iyi ettim’ rahatlığı, minyatür şehri arkamdabırakıp otelime doğru yola koyuluyorum. YoluAvrupa’ya düşen herkese bir de Hollanda’ya uğramasını,Amsterdam ve Den Haag’ı görmesini tavsiye ediyorum.Madurodam’ın ilk belediye başkanı Prenses Beatrixolmuş. Beatrix, Madurodam’ın açılışından, kendisinintahta geçtiği 1980 yılına kadar geçen süredeMadurodam’ın belediye başkanlığını sürdürmüş. KraliçeBeatrix, bugün Madurodam’ın koruyucu meleğiolarak kabul ediliyor. Lahey’in orta dereceli 22 okulundangelen öğrencilerin oluşturduğu MadurodamGençlik Derneği, 1980 senesinden beri Madurodam’aher yıl yeni bir belediye başkanı tayin ediyor.Madurodam, Savaş Anıtı Olarak KurulmuşBugün turistlerin büyük ilgisini çeken bir eğlence merkeziolan Madurodam, esasında bir savaş anıtı olarakkurulmuş. 1952 yılında yapılmış olan minyatür şehiradını, bir hukuk öğrencisiyken Nazi işgalinde Hollandalıdirenişçiler arasında bulunan ve Nazi toplamakamplarında 9 Şubat 1945’te öldürülen savaş kahramanıGeorge Maduro’dan alıyor. George Maduro’nunannesi ve babası, George Maduro’nun anısına kurduklarıbu mini şehirden gelir sağlayarak bunu bir hayırkurumuna yatırmayı düşündüklerinden, burayı finanseetmişler. Madurodam Yardım Fonu Vakfı, kurulduğugünden bu yana gençlere maddi, manevi destek oluyor.Madurodam’da, George Maduro’nun Willemstadşehrinde doğduğu eve de yer verilmiş.73


41 Usta41 Kere MaşallahYazı: Duru ÖZÇELİKMinyatür sanatçısı Taner Alakuş, kendi adıyla açtığı minyatür atölyesinde “41 kere maşallah” dedirtecek bir sergiyeev sahipliği yaptı. “Taner Alakuş Minyatür Atölyesi”, “41 Usta, 41 Kere Maşallah” adlı sergiyle minyatür, ebru,katı’, hat, tezhip, çini, cilt ve oyma sanatlarının kıymetli temsilcilerini bir araya getirdi. Alakuş’un sergisine, GülbünMesara’dan Cahide Keskiner’e, Semih İrteş’ten, Mamure Öz’e, Ülker Erke’ye kadar Prof. Süheyl Ünver’in rahle-i tedrisindengeçmiş çok sayıda sanatçı da katıldı.Yedi tepeli İstanbul’un yedi tepesindenbiri olan Edirnekapı’dayız. Fatihilçesi sınırlarındaki bu meşhur semtinçok turist çeken bölgesi Kariye’yedoğru yürüyoruz. Yokuşu inerken,her adımda tarihe yolculuk ediyormuşhissine kapılıyoruz. Aklımızdan,bugüne kadar nasıl olup daİstanbul’un bu “gizli bahçesine” gelmemişiz,diye geçirip hayıflanıyoruz.Tarihi dokusu mümkün olduğuncakorunmuş olan semtin turistler tarafındanen çok ilgi gören mekânı KariyeMüzesi’ni görüyoruz yokuşun sonunda.Yunanca adıyla Khora Kilisesi.Semt, adını bu kiliseden almış. Yunancakent dışı, kırsal alan anlamındakiKhora sözcüğü zamanla Türkçeleşerek‘Kariye’ olmuş. Bizans KralıJustinianus tarafından yaptırılmış kiliseve 11. yüzyılda yine Bizans KralıAlexios zamanında yeniden inşa ettirilmiş.Her gün yerli ve yabancı yüzlerceturisti ağırlayan kilisenin hemensolunda, semtin dokusuna uyumluiki katlı şirin bir yapı insanın yüzünegülüyor. Son günlerde tarihi kilise kadarolmasa da, burası da epey bir misafirağırlamış. Biz de o misafirler arasınadâhil olmak için giriyoruz kapıdaniçeri.Dilek YERLİKAYA'ya ait minyatür çalışması74


“Taner Alakuş Minyatür Atölyesi” burası. Atölyenin sahibi,minyatür sanatçısı Taner Alakuş karşılıyor bizi. “41 Usta,41 Kere Maşallah” adlı sergiye ev sahipliği yapan atölyeyiAlakuş’un eşliğinde gezmeye başlıyoruz. Atölyenin girişkatının ve ikinci kata çıkan merdiven bölümünün duvarları,41 ustanın eserleriyle bezenmiş. Birbirinden harikasanat eserlerinin adeta görsel bir şölen olarak sunulduğusergiyi gezerken, bir yandan da Taner Alakuş bizesergi hakkında bilgiler veriyor. Her biri birbirinden kıymetli41 sanatçının katıldığı “41 Usta, 41 Kere Maşallah” sergisiniaçma fikrinin nasıl doğduğunu soruyoruz ilk olarak.Kariye’deki bu evi alıp restore edince burasının minyatürsanatına hizmet eden bir atölye olmasına karar verdiğinianlatarak başlıyor sanatçı söze.Atölyenin sanat menajerliğini yapan Ceylan Harmancı ile‘geleneksel sanatlarla ilgilenen sanatçılarla nasıl daha çokberaber olabiliriz, bu sanatçılar birbirleriyle nasıl daha çokAsiye KAFALIER'e ait daire formunda tezhipiletişime geçebilirler’ ana fikri üzerinde düşünürken bu sergininzihinlerinde ışıldadığını söylüyor Taner Alakuş. “Bu41 fikri böyle ortaya çıktı. 41 kere maşallah, biz Türklerdeçok yaygın bir söz. Biz de neden bu atölyede 41 sanatçıyıbir araya getirmeyelim dedik. Aynı gün, hemen o anda aklımızagelen isimleri yazdık.” diyen sanatçı, geleneksel sanatlardaartık belli bir seviyeye ulaşmış olan sanatçıların listesiniçıkarıp, Ceylan Hanım vasıtasıyla bu kişilerle derhaliletişime geçtiklerini söylüyor. Sergiye katılan 40 sanatçının(kendisi hariç elbette) daha önce bir araya geldiğine şahitolmadığını, ilk kez bu sergide bir araya geldiklerini vurguluyorTaner Alakuş. Büyük ustalar ve genç sanatçılar, “maşallah”fikrini olumlu karşılayınca organizasyon işi bir gündebaşlamış ve gelişmiş.Geleneksel Sanatlarda İlk KüratörFikrin ortaya çıkmasından serginin açılışına dek yaklaşık üçaylık bir sürenin geçtiğini belirten Taner Alakuş, serginin75


Şehnaz Biçer ÖZCAN'ın kırmızı ve mavi geçişli tezhip çalışmasıorganizasyonuyla ilgilenen Ceylan Harmancı’nın bu sergiile bir ilki gerçekleştirildiğini, “Çağdaş sanatlarda küratörçoktur, bilirsiniz. Her sanatçının bir menajeri vardır. Amaklasik sanatlarda bu bir ilk oldu. Ceylan Hanım, bu sergiylebir ilki gerçekleştirdi.” sözleriyle vurguluyor. TanerAlakuş’un, Kariye’deki şirin atölyesinde çok kıymetli sanatçılarilk kez bir araya geldi dedik. Kimler yok ki bu kıymetlisanatçılar arasında… Hayatını geleneksel Türk süsleme sanatlarınınyaşatılmasına adayan, geride büyük bir sanat arşivibırakan Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in rahle-i tedrisindengeçmiş olan Gülbün Mesara (Ünver’in kızı), CahideKeskiner, Semih İrteş, Mamure Öz, Ülker Erke gibi kıymetlisanatkârlar, göze ilk çarpanlar.Minyatür, ebru, katı’, hat, tezhip, çini, cilt ve oyma sanateserlerinden oluşan “41 Usta, 41 Kere Maşallah” sergisine76


Prof. Dr. Süheyl ÜNVER'in kızı Gülbin MESARA'ya ait tezhip çalışması77


78Kitap okuyan genç prens / Taner ALAKUŞ, 2011


Altın Celî yazı: Hat, Osman ÖZÇAY - Tezhip, Fatma ÖZÇAY79


Büyük Ahlâk / Necati SANCAKTUTAN, 2011eserleriyle ayrıca şu isimler de katıldı: Ahmet Zeki Yavaş-Hat, Ali Saraç-Ebru, Ali Toy-Hat, Ali Rıza Özcan-Hat, AlparslanBabaoğlu-Ebru, Arda Çakmak-Tezhip/Hat, AsiyeKafalıer-Tezhip, Berrin Çakin Güç-Minyatür, ÇiçekDerman-Tezhip, Davut Bektaş-Hat, Dilek Yerlikaya-Minyatür, Emel Ogan-Katı’, Faruk Taşkale-Tezhip, FatmaÖzçay-Tezhip, Firdevs Çalkanoğlu-Ebru, Fuad Başar-Ebru, Gülnihal Küpeli-Tezhip, Gürcan Mavili-Cilt, HüseyinGündüz-Hat, İnci Ayan Birol-Tezhip/Minyatür, İslamSeçen-Cilt, Levent Kum-Çini, Mahmut Peşteli-Ebru,Mehmed Özçay-Hat, Münevver Üçer-Tezhip, NecatiSancaktutan-Tezhip, Nilgün Gencer-Minyatür, NilüferKurfeyz-Tezhip, Osman Özçay-Hat, Sadrettin Özçimi-Ebru, Salih Balakbabalar-Sedef Kesme ve Kakma, SavaşÇevik-Hat, Selim Sağlam-Tezhip, Şehnaz Biçer Özcan-Minyatür, Taner Alakuş-Minyatür, Turan Sevgili-Hat, YılmazEneş-Ebru.”Ali TOY'a ait kırmızı modern hat41 “Buçuk” Kere MaşallahGülbün Mesara, Cahide Keskiner, Semih İrteş, MamureÖz, Çiçek Derman, İnci Ayhan Birol, Ülker Erke gibi değerliisimlerin sergiye katılmasından büyük bir onur duy-80


duğunu dile getiren Taner Alakuş, “Bu isimleri nasıl düşünmezsinizsergi hazırlarken. Bunlar sanata yön veren insanlar,belli ekollerin, belli okulların başındaki insanlar. Herbiri, seve seve geliriz, dedi” diye konuştu. Sanat yaşı kendiyaşından daha fazla olan Ülker Erke’nin, sergi için eserinibizzat kendisinin getirdiğini anlatan Alakuş, “Utandırdıbizi. Bizden daha hevesli ve daha ataktı. Nilgün (Gencer)Hanım keza öyle. Hepsi kendi elleriyle teslim ettiler. Keşkegenç arkadaşlarımız da gösterebilse bu inceliği. Keşke, bizlerde onlar gibi olabilsek” diyor.Serginin adı “41 Usta, 41 Kere Maşallah” olarak lanseedildi ancak, aslında bir eser daha vardı sergiye katılan.Sergiye ev sahipliği yapan Taner Alakuş’un 9 yaşındaki kızıİklim Alakuş da, sergiye ebru eseriyle katılmış. “İklim’le birliktesergi ‘41 Buçuk Kere Maşallah’ oldu” diyen sanatçı,kızının geleneksel sanatlarımıza olan ilgisinden duyduğumemnuniyeti dile getiriyor.Sırada 99 Sanatçı Sergisi VarAynı zamanda İSMEK’te geleneksel sanatlar alanında minyatürbranşında zümre başkanı olan ve minyatür dersleriveren Taner Alakuş’a, ufukta 41 usta sergisinden sonrayeni bir sergi olup olmadığını soruyoruz. “Biz yaşadığımızsürece bu atölyede her sene 41 sanatçıyı buluşturmayı hedefliyoruz”diyen Alakuş, 41 usta sergisini her yıl düzenleyerekgeleneksel hale getireceklerini ifade ediyor öncelikle.Bu sergide çok önemli iki noktayı tespit ettiklerine değinenminyatür ustası, “Bu sergide anladık ki, İstanbul’da çoknitelikli sanatçılar var. Bir de bu sergi sayesinde böyle birgüzide mekânı kimsenin bilmediğini anladık. İstanbul’dabir bahar yeri, gizli bir bahçe burası. Burası aslında sanatçıbölgesi olmaya çok ciddi aday. Çünkü bunu besleyecekciddi bir turist potansiyeli var.” diye konuşuyor. Kuş seslerinineksik olmadığı semti anlatırken, burasının huzur verenbir atmosfere sahip olduğunu söyleyen Taner Alakuş,“Hafta sonları ailemle kalıyorum burada. Sabah bülbül sesiyleuyanıyoruz. İstanbul’un neresinde öter bülbül? Yüksekbir ambiyansı var buranın.” diyor.“Sergide güzel bir enerji doğdu. Sanatçılar bir araya geldi,sanatçıları tanımak isteyen sanatseverler bir araya geldi.Ben bile hepsini bir arada görmemiştim.” şeklinde konuşanAlakuş, bu sergiden büyük keyif aldıklarını belirtiyor.Bu yıl bitmeden 60-70 veya Allah’ın 99 ismine atıfla99 kişilik daha geniş bir sanatçı grubuyla bir sergi dahaaçmayı planladıklarını söylüyor. “Şimdi bu fikri olgunlaştırmayaçalışıyoruz.” diyen Taner Alakuş, sergiyi Eylül ayındaaçmayı hedeflediklerini anlatıyor. Taner Alakuş Atölyesi,Fatih <strong>Belediyesi</strong>’nin desteği ile düzenlenen “41 Usta, 41Kere Maşallah” sergisinde gördüğü ilgi üzerine yeni sergiiçin farklı belediyelerden teklifler almış. Teklifleri değerlendireceklerinianlatıyor sanatçı.Yılmaz ENEŞ'e ait ebrulu alem41 Usta sergisinde sanatseverlerin beğenisine sunulaneserlerin, ustalar tarafından özellikle bu sergi için yapılmışeserler olup olmadığını soruyoruz Taner Alakuş’a.“Sanatçıları bir günde ikna edince, onlara artı bir yüklemeyapmak istemedik” diyen Alakuş, hazırlığı içerisindeoldukları yeni sergiye de sanatçıların yine ellerinde mevcutolan eserleriyle katılacaklarını ifade ediyor. Diğer yandan,“41 Usta” sergisinde ortaya güzel bir enerji çıktığınıhatırlatan Taner Alakuş, “Sergide herkes elindekini getirdi,ama oradaki sergide öyle bir enerji oldu ki bir dahakisergide özel bir şeyler gelebilir diye düşünüyorum. Çokiyi sergide, çok sayıda insan bir araya geliyor. Sanki bukez tatlı bir rekabet ortamı olacak gibi” diye konuşuyor.Taner Alakuş Atölyesi’nde düzenlenen ve bu yıldan itibarengeleneksel hale getirilecek olan 41 Usta, 41 Kere Maşallahsergisine basının da büyük ilgi gösterdiğini söylüyorminyatür ustası. Çeşitli televizyon ve çok sayıda gazeteninsergiye yer verdiklerini kaydeden sanatçı, sergiyi veserginin yansımalarını değerlendirip bir sonraki sergi içineksiklikleri not edeceklerini, daha nitelikli bir çalışmanınortaya çıkması için gayret göstereceklerini vurguluyor.81


Hem FizikHem Kukla Mühendisi!Yazı: Semra ÜNLÜİTÜ Fizik Mühendisliği Bölümü mezunu olan İskender Giray, toplumda ‘gerçek bir iş’ olarak kabul görenama içine bir türlü sindiremediği işinden istifa edip kukla sanatına yöneldi. Yaşamın kendisine biçtiğirolü gönülsüzce oynamayı reddeden Giray, şimdilerde Nişantaşı’ndaki küçük atölyesinde kuklalaryapıyor. İlk aşısını 8 yaşındayken bir İmralı mahkûmundan aldığı resim sanatını da sürdüren Giray’ınamacı, öteden beri ilgi duyduğu seramik sanatlarında kendisini geliştirmek, iyi bir heykeltıraş olmak.82


İskender Giray'ın, ABD'li yönetmen Kubrick'in "Dr. Strangelove" filmine gönderme yaptığı kukla.Kuklanın kompozisyonu, bir nükleer bombanın üzerine oturan Amerikan subayını anlatıyor.İskender Giray’ın, plazadaki iş yaşamını bıraktığında esasındakuklacılıkla pek ilgisi yokmuş. Daha küçük yaşlardaresim sanatıyla tanışan ve eğitim hayatı boyunca karakalemi,fırçayı elinden bırakmayan Giray’ın amacı herzaman plastik sanatlarda bir şeyler yapmakmış. Kendisinigeliştirmek için sürekli çalışan sanatçı, bir arkadaşınınkendisini kukla yapan arkadaşlarıyla tanıştırdığı gün aradığınıbulmuş. Evini atölyeye çeviren Giray’ın yaptığı ilk kukla,babasının kuklası olmuş. “Babam, kuklasını yaptığımıbiliyordu ama çok da hoşuna gitmiyordu” diyen sanatçı,“Kukla oynatılabilen bir şey ya, ataerkil bir adam olduğuiçin gücü elinden alınmış gibi hissetti belki de. Fakat kuklayıbitmiş halde görünce çok beğendi.” diye konuşuyor.İlk kuklasına babasının arkadaşlarından da övgüler alanİskender Giray, babasının dost çevresinden ilk kukla siparişinialmış. Sonrasında da kulaktan kulağa yayılan başarısıylasiparişlere hep bir yenisi eklenmiş. Maison Francaisedergisinde çalışan bir bayanın arkadaşının kuklasını yapmışGiray, bu da dergide kendisiyle yapılacak bir mülakatınyolunu açmış. Derken başka gazetelerde çıkan röportajlarİskender Giray’ın kukla sanatçısı olarak tanınmasıkonusunda epey yarar sağlamış. Hatta yetiştiremediğiiçin reddettiği siparişler bile olmuş o dönem. Okuduğunuzüzere İskender Giray artık hayatını sanatıyla kazanabilirhale gelmiş.Resim Yapmayı İmralı Mahkûmundan ÖğrenmişKukla yaparken, bir yandan da resim çalışmalarına devamettiğini söylüyor ve atölyenin bir köşesinde duran henüztamamlanmamış yağlıboya bir tabloyu gösteriyor. Atölyedeayrıca birkaç karakalem resim de gözümüze çarpıyor.İskender Giray’ın resim sanatıyla tanışmasının çok küçükyaşlarda olduğunu söylemiştik. Bundan da biraz bahsetmesiniistiyoruz. Memur bir babanın çocuğu olan Giray,(Babasının emekli savcı olduğunu öğreniyoruz) babasınıngörevi gereği yazları İmralı Adası'nda lojmanda kaldıklarınıanlatıyor. İmralı’nın yarı açık cezaevi olduğu zamanlar,gönüllü mahkûmlar lojmanda çalışırmış. O sıralar 7-8 yaşlarındaolan Giray da mahkûmlarla arkadaşlık edermiş. Bumahkûmlardan biri -ki Giray şimdi bu mahkûmun adınıhatırlamasa da o zaman 8 dil biliyor olmasından pek etkilendiğinisöylüyor- kamptaki duvarlara resimler yaparkeno da saatlerce izlermiş. Küçük çocuğun kendisini ilgiyle izlemesindenetkilenen mahkûm, ona da bir fırça vermiş.Giray, “Böylece resimle ilgili ilk aşıyı almış oldum. Yaz tatiliboyunca birlikte resim yaptık. Lisede, üniversite dönemindeyağlıboya resimler yapmaya başlamıştım artık.” diyor.Kuklanın Yapım AşamalarıResimden sonra esas konumuza kukla sanatına dönüp,bir kuklanın hangi aşamalardan geçtiğini soruyoruz İskenderGiray’a. Öncelikle eğer hayali bir kahraman değil degerçek birinin kuklasını yapacaksa, o kişinin fotoğrafınıgörmesi gerektiğini belirtiyor sanatçı. “Ne kadar çok açıdanfotoğrafını görürsem, benim için o kadar iyi” diyensanatçı, "Bir profilden, bir de ön cepheden ve göz hizasındanbakan fotoğraf, surat ifadesi için de önemli.” diyor.Ardından kullandığı malzemelere değiniyor sanatçı: “Seramikçamuru, polyester, ahşap, strafor kumaş, deri, metal…O kadar geniş ki malzeme skalası. (Atölyenin duvarındakirafı gösteriyor) Mesela şurada hemen hemen olmayanyapıştırıcı yok. Atölyenin bu kadar kalabalık olmasınınnedeni, çok fazla malzemeye ihtiyaç olması..84


İhtiyacınız olan doğru çözümü bulmak için her şeyin elinizinaltında olması gerekiyor.” İskender Giray, kuklalarınkıyafetlerini de kendisinin diktiğini belirterek, espriyle“İçerde her genç kızın rüyası bir Singer makinemvar. Kıyafetleri onunla dikiyorum” diyor. Kukla ve resimsanatçısı İskender Giray, seramik çamuru kullanıyorkuklalarını yaparken. Akçin denilen bu çamur, esasenfırınlanabilecek bir çamur, ancak sanatçı bunu kalıpalmada kullanıyor. Kalıbını aldığı mini heykelciği, (Heykeldemek yanlış olmaz esasında sanatçının yaptıklarına.Giray’ın yaptıkları da elleri, kolları hareket edebilenheykelciklerden başka bir şey değil.) bu kez polyesterdentekrar döküyor. Ve artık işleme prosesi başlıyor.Giray’ın anlattığına göre ne kadar temiz çalışırsanız çalışın,kalıbı ne kadar temiz alırsanız alın yine de istenilenoranda pürüzsüz çıkmıyor malzeme. Bu pürüzleri gider-85


me ve detayları keskinleştirme işlemiyledevam ediyor süreç. Sonraboyama aşamasına geçiliyor,makyajı yapılıyor, gerektiği şekildesaç ekimi yapılıyor. Kuklasınaorijinal saç isteyenler olabiliyormuşzaman zaman. O vakit,gerçek saçtan yapılmış peruk satınaldığını anlatıyor sanatçı. Tabii bu şekildemaliyet de daha yüksek oluyor.Ardından gövde ve kol-bacak kriterlerinegeçiliyor. Normalde kollar bacaklar,ahşap çıtalardan oluşuyormuşfakat kuklasına tişört veya şort giydirmekistiyorsa siparişi veren, o zamankollar ve bacaklar için yine seramikçamurunu kullanıyor İskenderGiray. Sanatçı, kuklada kollar ve bacaklarınçıtadan olmasını daha çok tercihettiğini belirtiyor.Göbekli, Gıdılı KuklalarMutsuz EdiyormuşMeraklıları bilirler. Kuklalarda bir parça abartı,gerçek modelin bir parça karikatürize edilmesisöz konusudur. Giray, modelleri, kendi deyişiyle ‘deforme’ederken yüzde gıdı kısmı ve vücutta göbek kısmıüzerine deformasyon yaptığında, bu insanların hoşunapek de gitmiyormuş. Tersine mantık devreye giriyormuşbu durumda ve olduğundan daha az gıdı, daha küçükgöbek yaptığında karşı tarafın yüzü gülüyormuş kuklasınıgörünce. İskender Giray, kuklalarda vücudu yaparkengenelde strafor kullandığınısöylüyor. Bunda maksat,kuklayı olabildiğince hafifyapmak. Zira polyesterağır bir malzeme olduğundankukla da ağıroluyor. “Kuklasını bitmişhalde görünce insanların tepkisi ne oluyor?”sorumuza, “Genel olarak ilk onbeşsaniye benim için çok önemli. Kuklayıverirken yüzüne bakıyorum. Şu anakadar beni kötü hissettirecek bir tepki almadım”diye karşılık veriyor sanatçı.Elinde hâlihazırda yapımı süren kuklalar olduğunu,tezgâhtaki iki adet kafa taslağı ile atölyenintavanından aşağı sallandırılan, ucu çengellibir başka kafa taslağını görünce anlıyoruz.İpe asılı, abartılı saçları mora boyanmış hazırlıkaşamasındaki bir kukla ilgimizi çekiyor ençok. Bu, sanatçının yapmak istediği bir kuklaserisinin karakterlerinden biri tanesi olacakmıştamamlandığında. Gövdesini, gazetekâğıdı ve tutkalın sıkıştırılması yöntemi olan“papya maşe” denilen yöntemle yapacakmış.Sırtı kambur, incecik elleri olan bir kukla olacakmışbu. Lord adını verdiği bu kuklanın elleri veaylakları da papya maşe ile yapılacak. Siyah peleringiydireceği Lord’un dışında seride kısa ve geniş karakterlerde olacak sanatçının anlattığına göre. Animasyonçizgi filmlerden etkilenip tasarladığı bu karakterleryalnızca erkek olmayacak, kadın karakterler deolacak.Sanatçı, serinin ismi konusunda ise henüz bir karar vermemiş.Bu seriyi, bir yıla kadar açmayı planladığı kişisel sergisiiçin hazırladığını söyleyen Giray, aynı sergi için bir dizi deresim yapmak istediğini belirtiyor.İlginç DekoratifPropaganda Projesiİskender Giray’ın devameden bir başka projesi de“Dekoratif Propaganda”.İsim ilginç geliyor. Sanatçının“Dekoratif Propaganda”sı,Amerika Birleşik Devletleri tarafından1945 yılında Japonya’yaatılan ilk atom bombası“Little Boy”a bir gönderme.Orijinal boyutu baz alınarak1/600 ölçeğinde küçültülmüşmodelden on adetüretmeyi planlıyor Giray. Sanatçı,bu seriden bir gönderme de AlmanOrdusu'na yapıyor. Seramik,ahşap karışımı yapacağı çalışmada, birhaçın üzerine asılmış seramik bir Almanaskeri miğferi, mezar görünümlü taş bir kaideninüzerine asılı olacak. Bu kompozisyondanda on adet üreteceğini anlatan İskender Giray, bu çalışmalarlaamaçladığı şeyin, şu ana kadar propaganda amacıolarak kullanılmış olan malzemelerin bu kez de ev ortamındainsanlara bir şeyler hatırlatması. Little Boy serisihenüz tamamlanmamış olmasına rağmen, 7-8 adedi alıcıbulmuş bile.86


Sanatçı, kuklalarını, heykelciklerini yaparken çok farklışeylerden ilham aldığını, farklı göndermeler yaptığınısöylüyor. Mesela kuklalarından birinde, Amerikalı ünlüyönetmen Kubrick’in “Dr. Strangelove” filmine göndermeyapmış. Kuklanın kompozisyonu, bir nükleer bombanınüzerine oturarak yere düşen bir Amerikan subayınıanlatıyor. Tüm bu anlattıklarından İskender Giray’ın, basitPinokyo’lar yapan bir kukla ustası olarak kalmayı protestoeder bir yanı olduğunu anlıyoruz. Giray; iyi paralarkazandığı, bir sürü insanın yerinde olmak isteyeceği takımelbiseli, kravatlı iş hayatını bir anda terk edip kollarısıvadığı sanat yaşamında çok geniş hedefler koymuşkendine. Giray’ın amacı, plastik sanatlara devam etmek,heykel, resim üzerinden hayatını kazanmak..Kuklalarıyla Arasında Duygusal Bir Bağ Oluşuyorİskender Giray, sanat yaşamında şu ana kadar geldiğiyerden memnun ama daha yolun çok başında olduğunuda belirtmeden geçmiyor. “Gelmek istediğim nokta,iyi bir plastik sanatçısı olarak anılmak. Dolayısıyla dahaişin başındayım ve öğrenecek çok şey var. Öğrenmeyedevam ediyorum. Malzemeyi daha iyi kullanmayı öğrenmeliyim."İstediğim malzemelerden heykel yapmakistiyorum."diyen Giray, hayatın her alanında olduğu gibisanatta da öğrenmenin sınırı olmadığına vurgu yapıyor.Sanatçı, sözlerine şöyle devam ediyor: “Ben artık bir yeregeldim, dediğinizde ilerleme durur, olduğunuz yerde kalırsınız.Aslında hiçbir şey olmamışsınız demektir bu. Süreklibir şeyler öğrenip, sürekli ileri gitme hevesindeyim.Umarım hep böyle bir enerjiyle devam edebilirim.”İskender Giray konuşurken gözümüz henüz sadecebaş kısmı kabaca şekillendirilmiş Pinokyo kuklasına takılıyor.Hemen yanında da Homeros kafası duruyor.Bu ikisinin ne kadar sürede tamamlanacağını soruyoruzsanatçıya. “Bu üçlü bir sipariş; Pinokyo, Homerosve Sezen Aksu. Mesela Sezen Aksu’nun kuklası bir ayıbulacak. Homeros’un kuklası da yine bir ayı bulacak.Çünkü bunlar müzede sergilenmek üzere sipariş edildi;İzmir Oyuncak Müzesi. Aynı zamanda çiftlerini deçıkartmak istediğim kuklalar bunlar. Bundan bir taneyapabilmek için farklı bir yöntemle kalıbını alıyorum,kırmadan tekrar yapabilmek için. Bu kalıbı almak daüç-dört günümü alıyor. İkinci kalıbı almak için kullandığımbu yöntem de süreci iki katına çıkarıyor.” diyenGiray, bir kuklanın minimum 10-15 günde tamamlandığınısözlerine ekliyor. Sanatçı, bir kuklanın bitip deteslim edileceği vakit geldiğinde ise içini garip hüzünkapladığını belirterek, çalışmalarıyla arasında kurduğuduygusal bağı şu sözlerle aktarıyor:“Günlerce üzerinde çalışıyor, zımparalıyorsunuz, macunluyor,boyuyorsunuz son şeklini veriyorsunuz sonrabunu para karşılığı başkasına veriyorsunuz. Ve o zamançok üzülüyorsunuz. Gitmeden önceki son gecekesinlikle yatak odama alıyorum. Orda bir yere asıyorumsabah uyanınca görebileceğim şekilde. Çünkü gidincebir daha göremeyeceğim. Fotoları varsa onlarabakabiliyorum sadece.”Kullanılan Malzeme ve Detaylar Fiyatı BelirliyorÜzerinde o kadar çalışıp, bir de sanatçıların genelde söylediklerigibi her bir üretimini çocuğu gibi görüp, duygusalbir bağla bağlandığı kuklalarına değer biçerken neleribaz aldığını soruyoruz İskender Giray’a. “Her kuklanınkendine ait bir fiyatı var. İnsanların istekleri, ‘nükleer birbombanın üstüne otursun’a kadar çeşitlilik gösteriyor.Genelde fiyat vermiyorum” diyen sanatçı, istenilen detayagöre fiyatın 1,200 ile 2,500 TL arasında değişebildiğini,kısacası fiyatı, kullanılan malzemenin belirlediğinivurguluyor. Giray, fiyattaki parametrelerini şöyle sıralıyor:“El ayak detayları, kollar ve kıyafet. Bir kot pantolontişört dikmem ile bir gelinlik-damatlık dikmem arasındazaman bakamından epey bir vakit farkı var. Kuklanın büyüklüğüve küçüklüğü de önemli etkenler. Küçük bir şeyibenzetmek daha zor mesela. Dediğim gibi her bir detayartı bir malzeme ve artı bir fiyat demek.”Türkiye’de pek de yaygın olmayan kuklacılık sanatınınaz sayıdaki temsilcisinden biri olan İskender Giray’a,bu sanatın zorluklarını da soruyoruz. En büyük sıkıntıyımalzeme konusunda yaşadığını anlatan kukla ustası,“Ancak yurt dışında bulunabilen birçok malzeme,Türkiye’ye gelmiyor bile” diyerek sitemini dile getiriyor.Giray’ın anlattığına göre bir de mesai konusu var zorlukdenilince aklına gelen. “Mesainiz çok fazla bir kere.Ama bu işi yapacak insanın, hayatının bu iş olması gerekiyor.Buna bir mesai olarak bakmıyorsanız sorun yokelbette” diye konuşuyor sanatçı.87


SaraybosnaEl SanatlarıProf. Sahrudin SARAJCIC *Saraybosna’da da dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi belli tipteki eski ve geleneksel el sanatları yavaş yavaş ortadankalkmaktadır. Çünkü bu tür sanatlar ile uğraşmakta olanlar topluma olan vazifelerini yerine getirecek şekildegerekli fonlamayı sağlayamamakta, yaşamlarına devam edebilmek ve işlerini sürdürebilmek için çoğunlukla kendiolanaklarına dayanmaktadırlar. Saraybosna şehri bölgesinde tarihi olarak sanatın gelişmesi, ilk defa meşhur KadastroDefteri’nde belirtildiği üzere 1489 yılında teşvik edilmesi ile başlamıştır. Bahse konu edilen bu listeden, mesela demircilik,sabljar, çizme yapımcılığı, saraca cebedzije, halaci gibi mesleklerin ve aynı zamanda mesari, fırıncılık, buzadzijegibi ilk olarak rapor edilen zanaatların ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere hizmet verdiklerini görmekteyiz.88


30 yıl sonra söz konusu zanaatların sayısı iki katındanfazlasına çıkmıştır. 1528-1536 yılları arasında defterde19 yeni meslekten bahsedilmektedir ve bunlara nalbantlık,nalbanti, nalcadzije, bravar, dundteri, doğramacılık,ašcije, mutabdzije, bakırcılık, gümüş işleri, papudzijevs. dahildir.Zanaatların daha da gelişmesi ile XVII. yüzyılın başlarındaçan kulesi yapımcılığı, kantardzije, sahadzije, jorgandzije,abadzije, cešljari gibi XIX. yüzyılın sonlarındasayıları toplamda 70’e ulaşacak şekilde farklı zanaatlaroluşmuş ve bunlar aralarında 400 farklı ürünün üretilmesinisağlarken içlerinde en fazla sayıda ürüne sahipolanlar saraca pirinç işçiliği, kazaza ve demircilik meslekleridir.Endüstrilerin ve piyasaların süregelen gelişmeleri ve yirminciyüzyıldaki modernleşme ile bazı zanaatlar tamamenortadan kalkmış ve varlıklarını sürdürmeye devamedenler ise piyasa taleplerine uyum sağlamak üzere zamaniçinde adapte olmuşlardır. Bu açıdan, yeni zanaatlarınyeni piyasa koşullarına uyarlandığını, modernleştiğinive bu şekilde piyasada rekabetin arttığını görmekteyiz.Küreselleşme süreçlerinin baskısı altında ve son zamanlardakiliberal ithalat politikalarının liderliğinde, yeni elsanatlarının ortaya çıktığını görmekteyiz. Mesela moderncipelarski sanatı, terzicilik, daha sonra kovinskoçevirme,elektro-instalaterski ve üretimi ile hizmet aralığıgenellikle geleneksel el sanatları üretiminin dar kapsamınıaşan muhtelif mekanik işlerdir.Bunların birçoğu önem arz eden sektörler olmakla beraber,Saraybosna şehri bölgesinde el sanatları faaliyetlerininteşviki ve geliştirilmesi ile ilgili süreç şehrin ekonomikkalkınmasında önemli rol oynamış ve konumuüzerinde etkili olmuştur.Elde edilen ilk sonuçlardan bir tanesi, piyasanın küçülmesidir.Artan ithalat, el sanatlarının halihazırda kompleksolan durumunu daha da kötüleştirmiştir. Zanaatlardanelde edilen üretim büyük bir düşüş yaşamış ve buişsiz kalan el sanatlarından geçimini sağlayanların sayısınıartırmış ve ticari mesleklerin sonlanmasına nedenolmuştur.Burada hatırlamamız gereken husus Saraybosna'daki ticarihizmetler ve ticaretin uzun süredir devam etmekteolan bir geleneğe dayandığı, şehrin genel ekonomik hayatınınönemli ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur.Burada kayda değer bir husus, el sanatlarının korunmasıve geliştirilmesi, sadece ekonomik önem taşıması nedeniile değil, eski ve geleneksel zanaatların muhafazaedilmesi sureti ile Saraybosna şehri, Bosna ve Hersek'inkültürel ve tarihi mirasının da muhafaza edilmesi mümkünolduğu için sağlanmalıdır.Saraybosna şehri hâlâ sanatlarının korunması, teşvikedilmesi ve geliştirilmesi ile ilgili olarak problemler yaşıyorolmasına rağmen, Saraybosna'nın sosyalizm zamanındaşanslı olduğunu ve bu dönemde özel inisiyatifinive girişimci ruhunu muhafaza etmeyi başardığını söyleyebiliriz.Birçok girişimci, belli bir tipte sanat faaliyeti vezanaatçılığa başlamak için kuruluşlar oluşturmuşlardır.89


2007 yılında Saraybosna şehri için Federal İstatistik Bürosutarafından sunulan mevcut resmi verilere göre toplamda8.745 kayıtlı gerçek kişi – zanaatkar mevcuttur ve bunlardankayıtlı olan 4.127'si veya Saraybosna kantonununtoplam sayısının % 97'si şehirde imalat ve sanat hizmetlerialanlarında iştigal etmektedir.El Sanatlarında DurumSaraybosna şehrindeki ticari faaliyetleri tipleri açısındangözlemlersek, söz konusu faaliyetlerin toplam % 30'ununsanat üretici faaliyetler ile ilgili olduğunu görebiliriz. 2007yılında Saraybosna şehri için mevcut olan veriye göre4.127 adet zanaatkar kayıtlıdır ve ilgili belediyelerin bu sayıdakipayı aşağıda belirtildiği şekildedir: (Kaynak: İstatistikAjansı, BiH, Saraybosna, 2008)Bölgede kayıtlı bulunan zanaatkarlar ve birlik temsilcileriile gerçekleştirilen temaslar sonucunda çoğunun çok iyibir finansal durumda olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu özellikledevam etmesi ve ilaveten gelişmesinin şüpheli olduğusanat faaliyetleri için geçerlidir çünkü gittikçe azalan sayıdagenç insan bu faaliyetlere ilgi göstermektedir.Belli tipteki eski ve geleneksel el sanatları yavaş yavaş ortadankalkmaktadır çünkü bu tür sanatlar ile uğraşmaktaolanlar topluma olan vazifelerini yerine getirecek şekildegerekli fonlamayı sağlayamamakta, yaşamlarına devamedebilmek ve işlerini sürdürebilmek için çoğunlukla kendiolanaklarına dayanmaktadırlar. Bahse konu edilen bu sebeplerleel sanatları ve sanat üretim faaliyetlerinin yönlendirilmesiniklasik ticari faaliyetler arasına koyabiliriz.Bu açıdan, ticaret üzerine olan kanundan yola çıkarak kanunlarve tüzüklerin oluşturulmasını amaçlayan faaliyetlerinyanı sıra kanton bakanlığının şehirler ve belediyelerile işbirliği halinde muhtelif şekillerde yardım etmek üzerefaaliyette bulunması, imalat ve hizmet sanatlarının yenidencanlandırılması, geliştirilmesine katkıda bulunması,bu esnada eski geleneksel sanat dallarına teşvik sağlamayaözellikle dikkat etmesi gereklidir.Saraybosna şehri bölgesinde bağımsız sanatçıların çalışmakoşullarının korunması ve daha iyi hale getirilmesini desteklemeküzere, devletin daha yüksek seviyeleri ile işbirliğihalinde belli bazı telekomünikasyon maliyetleri, elektrikkullanımı için sübvansiyonlar sağlanmış, ayrıca daha avantajlıemeklilik ve sağlık ödemeleri temin edilmiştir.Ayrıca Saraybosna kantonunda, mevcut vergilendirmeüzerine olan ve bütçe açığı ve ticari faaliyetleri düzenleyenkanun, düşük kümülatif vergi ödemesi getirmekte vebu şekilde defter tutma yükümlülüğünden, alışveriş yapmaktankaçınmalarını mümkün kılmakta, daha dezavantajlıdurumlara düşmelerini engellemektedir.91


El sanatlarına tanınan ikinci teşvik kesimi “Geleneksel ElSanatları ve Eski Ticari Zanaatlerin Korunması ve Geliştirilmesiİçin Sübvansiyon Fonları Üzerindeki Hakların KullanılmasınaDair Kararname”nin hükümleri uyarınca geliştirilmiştir.(20/06, 4 / 07 ve 17 / 07 sayılı SaraybosnaKantonu Resmi Gazetesi) Bahse konu edilen teşvikler yıllıkolarak verilmektedir ve bunlar sicile kayıtlı olan profesyonelkişiler için 1.500 KM (veya 750 Euro) bedelindemali bağışlar olup kamuya açık ödeme duyuruları ile yapılmaktadır.Onaylanmış bireysel oranlar 2007 yılında 66 kullanıcı ve2008 yılında 119 zanaatkar olmak üzere yaklaşık olarak170 kişiye finansal yardım sağlamayı öngörmektedir. Tahsisedilen fonlar genel olarak mevcut finansal problemlerinçözülmesine yöneliktir mesela malzemeler, hammaddelerve diğer ek masrafların karşılanmasında kullanılmasıgibi…2007 yılında Saraybosna kantonu hükümetinin temin ettiğibu fonlara ilaveten, beş birlik bireysel ticari faaliyetlerinyeniden canlandırılmasına yönelik projeleri hedefleyen22.000 KM sağlamışlardır. Saraybosna şehrinde mevcutel sanatlarının durumu, halihazırda belirtilen ekonomikproblemlere ilaveten, ayrıca belli derecede kurumsalve yapısal uyumsuzluklar ile karakterize olmaktadır.2005 yılında Saraybosna kantonu hükümetinin kararı ileSaraybosna El Sanatları Odası oluşturulmuş ve odanınkurucuları, yine Saraybosna Zanaatkarları Birliği ile kayıtlıbulunmaktadır.Bununla birlikte odanın kurucularının farklı davranış biçimlerinedeni ile Saraybosna'da halen üyelerinin menfaatlerinive haklarını korumak için bir katalist olarak hareketedememekte, ticari faaliyetlerin ilaveten geliştirilmesive teşvikine çok fazla katkıda bulunamamaktadır.Ayrıca Saraybosna'da el sanatları işindeki ilişkilerin dahaetkin bir şekilde düzenlenmesinde karşılaşılan bir diğerproblem de el sanatları birliklerinin fonlanmasında karşılaşılansorundur. (Üyelik aidatı olarak zorunlu bir ödemeyoktur). Bunun yanı sıra odaya mesela ustaların sınavlarıve uzman niteliklerinin sınanmasına dair gerekli kamuyetkileri tanınmamıştır.Yeni kanunun FBIH seviyesinde kabul edilmesi ile buplanda belli bazı değişikliklerin olması beklenebilir. Sözkonusu kanunun oda için üyelik ücretlerini düzenlemesive ayrıca fonlamanın kaynakları ve yollarının sağlanmasıile ilgili düzenlemeler getirmesi beklenmektedir.Bu anlamda, belediye sınırları içerisinde zanaatkarların/el işi ustalarının kaydedilmesinden önce organizasyonun,üyelerinin pozisyonlarını ve operasyonlarını Saraybosnaşehrinde önemli ekonomik sektörlerde daha iyi hale getirmeyeyönelik uygun politikaları uygulamak üzere bellibazı ihtiyaçlarının karşılanması gerektiği açıktır.Saraybosna şehrinde resmi olarak kayıtlı olan birliklerinçalışmalarından elde edilen görüşlere göre, zanaatkarlarınhakları ve menfaatlerinin korunmasında en etkin dörtadet mevcut birlik bulunmaktadır ve bunlar şu şekildedir:92


• Saraybosna Eski Ticaretler Birliği; bahse konu edilenbirlik 60 farklı meslekten 270 üyeye haizdir.• Geleneksel El Sanatları Esnafları Birliği diğer taraftan 35üyeye sahiptir.•"Bağımsız Zanaatkarlar Genel Birliği" Saraybosna kantonubölgesinden yaklaşık olarak 2.200 üyeye sahiptir.• Ticari Alan Kullanıcılarının Haklarını Koruma Birliği diğerbir deyişle "OBRTNIK".Bahse konu edilen bu birliklere ilaveten, Bašcaršije, USA-ID 2007 yılında bölgede bulunan bağımsız zanaatkarlarındesteklenmesi için bir proje başlatmıştır; “Gelişmiş TicariFaaliyetler Bölgesi – Bašcaršija”. Bu birliğin üyeleri,mevcut zanaatkarlar birliklerinin temsilcilerinin yanı sırabelediyelerde ve kantonlardaki ilgili kuruluşların temsilcileridir.Birliğin başlıca amaçları gerekli özelliklere sahip ortamınyaratılması, Bašcaršija bölgesinde genel ticari çekiciliğinartırılması ve bunun yanı sıra, belediye, şehir, kanton vedevlet seviyesinde birlikler ve kuruluşlar arasındaki koordinasyonun,iş birliğinin daha iyi hale getirilmesidir.Birliklerin birbirlerinden ayrı bir mevcudiyete sahip olduklarıve fonksiyonlarını ayrı ayrı gerçekleştirdiklerini gözönünde bulundurarak, bunların temsilcileri devletin farklıseviyelerinden (belediye, şehir, Saraybosna, federasyon)kısmi olarak finansal destek almakta ve bu şekilde işçilikmaliyetlerini karşılarken ticari fuarlara ve benzeri etkinliklereve teşviklere katılmakta söz konusu mali desteği kullanmaktadırlar.Saraybosna geleneksel folk sanatlarını, bütçede özel birpozisyon öngörmüş bulunan platformda tanımlanan objektifleruyarınca korumak ve teşvik etmek zorundadır.Söz konusu bütçe aracılığı ile birlikler tarafından teklifedilen belli projeler için finansal destek sağlanmakta,mesela zanaatkarların promosyonel etkinliklere katılımları,bilgisayar ekipmanını satın almaları, broşür bastırmalarıve hediyelik kalemleri satın almaları desteklenmektedir.Bu şekilde zanaatkarların istihdamı ve çalışması, el sanatlarınındevamı ve korunması için son derece önemli olduğuşekilde yeni ustaların eğitilmesinde biraz da olsa dahaavantajlı koşullar oluşturulmakla beraber, yerel ekonomininönemli bir kesimini oluşturan bu iş alanı, muhtelifproblemler ile karşı karşıyadır ve bazıları özellikle aşağıdabelirtildiği şekildedir:• Faaliyetleri gerçekleştirmek için ticari tesislerin eldeedilmesi,• Yeni usta zanaatkarlar istihdam etmek için yeterli fonlarınolmaması,• Saraybosna kantonu seviyesinde resmi kayıt mekanizmasınınolmaması,• Diğer ülkelerden ithal edilen hediyelik eşya satışlarınınhaksız rekabet oluşturacak şekilde büyümesi (özellikleTürkiye Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyetleri’nden).Bahse konu edilen problemlere değinmede, ilgili kuruluşlarınsistematik bir yaklaşımının olmaması, bazı gelenekselmesleklere gençlerin ilgisizliğine sebep olmakta,bu da eski ve geleneksel el sanatlarının yavaş yavaş ortadankaybolmasına neden olmaktadır. Bahse konu edilenproblemler ve el sanatlarında belirtilen durumun ışığındaSaraybosna geleneksel el sanatlarının korunmasıve geliştirilmesi için gereken koşulların oluşturulmasındaaktif rol alacaktır.Mesela:• Ticaretler üzerine olan kanundan yola çıkarak, devletindiğer seviyelerinin yetkisi altında yönetmeliklerin vediğer düzenlemelerin geliştirilmesi için faaliyetlere başlanması,• Saraybosna'da kayıtlı olan zanaatkarların istihdam koşullarınıdaha iyi hale getirmek için gelecek bütçelerdeteşvik fonlarının planlanması,• Belli ticaret-hizmet sektörlerinde yaz sezonunda dahaesnek çalışma saatlerinin getirilmesi ve bu şekilde şehrinsunduklarının kalitesini artırmak ve aynı zamanda dahafazla gelir elde etmek,• Fuarlar ve diğer benzeri etkinliklerde imalat hizmetlerininteşvik edilmesi,• Kardeş şehirler ile işbirliğinin teşvik edilmesi ve ekonomikve girişimci planlama deneyimlerinin paylaşılması.*Saraybosna Yerel Çalışmalar ve Kalkınmadan Sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı93


Geleneksel SanatlarınSırlı Rengi “Çini”Yazı: Özlem BİLGİ Fotoğraflar: Kübra SAKMANİnsanlığın medeniyeti kurarken kullanmayı keşfettiği toprağın, ateşin ve suyun, turkuaz sırrı ile gözlere vegönüllere ışık saçan yüzüdür çini. Özellikle Selçuklu'nun, topraktan yarattıklarıyla adeta bir müzeye dönüştürdüğüAnadolu toprakları, her dönem çini sanatının görsellik ve stil bakımından zenginleşmesine tanıklıketmiştir. Kütahya ve İznik çinileri ile Anadolu’nun sesini dünyaya duyuran çini sanatı, İSMEK kurslarında daeğitimi verilen geleneksel sanatlarımızdan biri.94


Sanat, bir anlatış, bir ifade ediş şeklidir. Anlatılan ise,sanatkârın iç ve dış dünyası. Başka bir deyişle sanat,insanın yaşadıklarını gönül gözüyle seyrederken, gördüklerini,hissettiklerini, sembollerle anlatmasıdır. Sanat,içinde bulunduğu topluluğa ayna tutarak insanlarıgerçeklerle yüz yüze getirir. Bu aynada toplumungelenekleri, tarihi, inanışları, felsefesi, kültür seviyesikısaca maddi manevi tüm dünyası seyredilir ve tarihebelge niteliği taşır. Geleneksel sanatlar, ait olduğumedeniyetin kültür mirasıdır. Sanatta çağdaşlık,klasiği çok iyi bilerek geçmiş ile gelecek arasındakibağları koparmadan yeni sentezler üretmektir. Gelenekselsanatlarımızdan biri de çini sanatıdır. Sözcükolarak “çini”, halk arasında hem sırlı duvar kaplamalarınıhem de kap kacak türünden ev eşyalarınıtanımlamak için kullanılır. Diğer taraftan ise bu tanımlamadeğişmiş kâse, tabak, vazo gibi kap-kacaktüründen eşyalara seramik, duvar kaplamalarına iseçini adı verilmeye başlanmıştır. Osmanlı dönemindekap-kacak formlar için “evani”, sırlı duvar kaplamalarıiçin de “kaşi” terimi kullanılmıştır. Duvar çinilerineverilen kaşi ismi, Orta Asya’daki Kâşân şehrindengelir. Bu şehirde yapılan kazılarda bulunan fırınartıkları ve parça çiniler, çiniciliğin, Türkler tarafındanbir sanat olarak değerlendirilmiş ve birbirinden güzeleserler verilmiş olduğunu gösterir. Bu arada, çiniisminin nereden geldiğine de değinirsek, Farsça’daÇin’e ait demek olan çini sözcüğü, Osmanlı sarayının15. yüzyıl Çin porselenlerine olan hayranlığındandoğduğunu söyleyebiliriz.Kültürün, Refahın Göstergesi ÇiniMimari eserleri renklendiren çini sanatının Türkler tarafındanilk uygulandığı örneklerin Uygurlara (8.-9.yüzyıl) kadar dayanan bir tarihi vardır. Türklerin Müslümanlığıkabul edişinden sonra da Karahanlılar,95


Gazneliler ve Büyük Selçuklular devirlerinde çini süslemelerinçeşitli mimarı eserlerde kullanıldıkları görülmeklebirlikte, çininin Anadolu’ya yerleşmesi ve günümüzedek bize ulaşmasının temellerini 11. yüzyıl AnadoluSelçukluları atmıştır. Anadolu toprağı, insanoğlunun,onu kaplar ve başka eşyalar için kullanabileceğiniakıl ettiği Cilalı Taş Devri’nden beri hamur edilip,pişirilip, süslenip yaşamımıza katılmıştır. Bu bağlamdaSelçuklular da toprağı kullanarak başkent Konya,Sivas, Tokat, Kayseri ve Beyşehir’de çinilerle bezeliönemli eserler vermişlerdir.Hitit, Urartu, Lidya, Likya, Karia, İonya, Bizans, Selçuklu,Osmanlı; Anadolu’da yeşeren ve art arda dünya tarihsahnesinde önemli roller oynayan büyük uygarlıklarınhemen hepsi seramik ve pişmiş toprak işleri ileunutulmaz işler bırakmışlardır. Sırlarla kaplanan çini,diğer sanatlar gibi toplumların refah derecesini yansıtanprestij kaynağı olmuş aynı zamanda bugünkü resimtabloları gibi kültür ve sanat düzeyinin de göstergesikabul edilmiştir.Selçukluların Anadolu’ya kazandırmış olduğu sırlı duvarkaplamaları daha önceki uygarlıkların ve Bizans’ınbıraktıklarından çok farklıydı. Turkuaz ışıltılar saçarakAnadolu’yu çiniler yurdu haline getiren Selçuklularıneserleri de sıradan duvar bezemeleri, şirin ama basitelişçiliği ürünleri değil, yaratıcılarının övünçle imzaladıklarıbirer yüksek sanat eseriydi. Selçuklular bu toprakları,ondan yarattıkları eserlerin sergisi, müzesi halinegetirmiştir.Anadolu Selçuklu çinileri stil ve tema bakımından ikigruba ayrılmıştır. Tek renkli sırlı çini levhalar ve bunlardanuygun biçimlerde kesilerek hazırlanan mozaik çinilerbirinci gruptur. Bunlarla geometrik, stilize bitkiselmotif ve kompozisyonlar, yani hep soyut temalı bezemelermeydana getirilmiştir. Her türlü yapıda kullanılansırlı tuğla esas olarak bu kapsamda yer alır. Çeşitlibiçimlerde levhalar üzerine bitki, hayvan ve insan figürleritasvir edilerek sırlanmış çiniler ikinci gruptur vebüyük çoğunlukla saraylarda kullanıldıklarından “sarayçinileri” olarak anılırlar. Selçuklu devri çinilerindegörsel zenginliği artırmak için çeşitli teknikler uygulanmıştır.Sırlı tuğla, tek renk sırlı çiniler, sır altı tekniği,yaldız (altın kaplama) tekniği, lüster tekniği, minai(emaye) tekniği, çini mozaik tekniği, sır kazıma tekniği,kabartma tekniği, renkli sır tekniği.Anadolu’da bağımsızlığını ilk ilan eden beylerden EşrefoğluSüleyman Bey, Beyşehir Gölü kenarında kısaömürlü bir beylik kurup günümüze, kadar ulaşan külliyesininçinilerini tek renk sırlı çini yöntemiyle inşa ettirmiştir(1296-1299).Osmanlı Çinisinde Renk ve Desen Zenginliği ArttıSelçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi,Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuştur. Budurum, Osmanlılar devrinde renk ve desenlerin artışıyladevam etti. İznik, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaçiniciliğin merkezi olmuştur.Osmanlı çini sanatının muhteşem üslubu, Bursa’da YeşilCami ve türbe ile başlar (1421-24). Yine Osmanlıçini sanatının getirdiği ilk büyük yenilik, çok renkli sırtekniği olmuştur. Diğer bir yenilik ise “sır altı” tekniğiile yapılan mavi-beyaz çinilerdir.On dört ve on beşinci yüzyılda yapılan, en büyük kısmımavi ve beyaz renkte olan Kütahya çinileri ile ilk “Haliççinisi” mamullerine, Bursa’da Sultan Mustafa Türbesi,Yeşil Türbe ve Cem Sultan Türbesi ile Edirne’de İkinciMurad Camii’nde rastlanır.96


On altıncı yüzyılda ise sırlı ve renkli duvar çinilerinerastlanmaktadır. İstanbul’da renkli sır tekniğindeyapılan çinilerin ilk örnekleri, 1522-1523 yıllarıarasında inşa edilen Yavuz Sultan Selim Camiive Türbesi’ndedir. Bu çeşit çinilerin son şaheserleri,İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Şehzade MehmedTürbesi’ni (1548) süslemektedir. Ayrıca Hatice SultanTürbesi ve Haseki Hürrem Sultan Medresesi’nin duvarçinileri bunlardandır.1550’li yıllardan sonra renkli çini tekniği terk edilmişve çini sanatında sır altı tekniği hâkim olmuştur.İkinci ve en büyük üsluptaki çiniler, ilk olarak SüleymaniyeCamii'nin (1557) kıble duvarını süslemektekullanılmıştır. Yine bu dönemde yapılan RüstemPaşa Camii'nin (1561) çinilerinde 41 çeşit lüle motifivardır. Ayrıca çinicilik sanatında bir çığır açan üstünkaliteli bu çiniler, bugün İstanbul’da Kanunî SultanSüleyman Türbesi (1566), Sokullu Mehmed PaşaCamii (1572), Piyale Paşa Camii (1574) ile TopkapıSarayı’ndaki Üçüncü Murad Han Dairesi’nin duvarlarınısüslemektedir.Altın Devrini 16. Yüzyılda YaşadıOn altıncı yüzyıl, Osmanlı çinicilik sanatının en yüksekseviyeye eriştiği devredir. İznik atölyelerinin büyükbir teknik başarısı olan kabarık parlak mercan kırmızısınınçinilerde kullanılması, bu zamanda gerçekleşti.Firûze, mavi, koyu bir tatlı yeşil, kırmızı, açıklâcivert, beyaz ve bazen görülen siyah olarak yedirengin, bu çinilerde sır altına tatbiki, dünya çini sanatındabenzeri görülmemiş bir teknik gelişmedir. Budevir çinilerinde kullanılan motiflerde, karanfil, sümbül,lâle, şakayık, narçiçeği, bahar yani çiçek, açmışerik ve kiraz dalları ile artık tamamıyla tabii örneklerhâkimdir. Hançer gibi kıvrılan iri yeşil yapraklar, çiçeklerinarasını doldurmaktadır. 1600 tarihinde yapılanSultan Üçüncü Murad türbesiyle bu büyük üslubundevri de kapanır.İstanbul’da Tekfur Sarayı’nda 1725’ten sonra birçini atölyesi kurulmuş ve Sultan Ahmed Çeşmesi ileHekimoğlu Ali Paşa Camii bu çinilerle süslenmiştir.Fakat bu atölyenin de ömrü uzun olmamıştır. SadeceKütahya atölyeleri günümüze kadar varlığını devamettirebilmiştir.İslâm seramiklerinin önemli bir merkezi, 833-884 tarihlerindekurulan Samarra şehridir. Perdah tekniğiile yapılan ilk seramikler, Samarra’da ortaya çıkmıştır.Plaka çini yapımı ilk defa burada gerçekleştirilmiştir.İslâm seramik sanatının çok çeşitli kalite ve formdazengin örneklerini sergileyen Selçuklularda; firûze,yeşil, kobalt mavisi, kahverengi, renkli ve şeffaf sırlıörnekler, çok bol bir şekilde görülmektedir. Anadoluseramikleri arasında İslâm seramik sanatının gelenekselkırmızı hamurlu gevşek hamur yapısında vazo,sürahi, kâse ve büyük küpler yapıldığı görülür.97


Ne yazık ki, bu çok değerli güzel sanat dalı, 17. yüzyılınbaşından itibaren gerilemeye, sonra da sönmeyeyüz tutmuş ve çini yapımevleri, peş peşe kapanmıştır.Muhteşem devirler yaşayan Türk çinicilik sanatı,eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına rağmen,bugün de hayatiyetini sürdürme gayreti içerisindedir.Çininin Yapım AşamalarıÜretim süreci içinde çiniciyi hamuru hazırlarken, tornasıbaşında, boya ve sır yaparken, fırınlarken ve ürünüpazara hazırlarken izlersek tamamlanmış ürüneolan hayranlığımız daha da artar. Eski çini ustaları,ürünleri dışında çok az yazılı kaynak bırakmışlardır.Buna karşın birkaç Osmanlı saray fermanı, iki Farsçarisale ve İran ve Türkiye’deki 20. yüzyıla ait etnografikbulgular üzerinde yapılacak bilimsel araştırmalarlabu ustaların malzemeleri ve zanaatlarına ilişkin bilgileredinilebilir. Seramik hamurunun hammaddelerişöyledir: Yüzde 80 silika (kuars), yüzde 10 kil ve yüzde10 frit yani camın fırınlanmış hali. Seramik bağlamında“frit” (Sırça) terimi öğütülmüş camın seramiktekullanılan başka hammaddelerle karıştırılması anlamınagelir.Kil ıslatılarak boza kıvamına gelene kadar sulandırılır,ince bir bezden öğütülmüş frit ve kuarsın üstünesüzülür, karıştırılır ve ayakla çiğnenirdi. Teknelerdeelle iyice yoğrulan karışım güneşte kurutularak suyunfazlası alınırdı. Kurutma işlemini hızlandırmak için bukarışım tuğlaların üstüne ya da alçı kalıplara dökülürdü.Bu biçimsiz kütleye bir hacim ve ses kazandırmak98


gerekirdi. Çiniye formunu kazandırmak tornada elle şekillendirmeveya kalıplarda şekillendirme yöntemleriylegerçekleştirilirdi. Tarihi süresince çini buna benzer ilkelmetotlarla imal edilmiş olup günümüzde ise teknolojikullanılarak daha fabrikasyon şekilde yapılmaktadır.Şeklini alan çini nemini atacak şekilde kuruduktansonra ön fırınlama (900 derece civarında) yapılır. BugünKütahya’da ön fırınlama bir kat astar sürüldükten sonrayapılır. Bisküvi dediğimiz ilk pişirimi yapılan mamuldekorlama (desen bezeme) ve sırlamaya hazır hale gelir.Aslında teknik açıdan fritli kaplara ön fırınlama uygulamakgerekmez, ancak kaplardaki çatlakları ve hatalarıbezeme ve sırlamadan önce ortaya çıkarma açısındanönemlidir.Hamurun yapısındaki yüksek kuars oranına karşın bileşimekatılan düşük orandaki demir oksitten dolayı hamur,bejimsi bir renk alır. Boyama uygulanacağı parlak,beyaz bir zemin elde etmek için, mamulün yüzeyiince bit tabaka astarla katlanır. Astar hamurla aynıyapıya sahiptir ama içinde demir atıklarının bulunmamasıiçin özenle seçilip ince öğütülerek hazırlanır.99


Tuval üzerinde ki astar gibi sırlama için iyi bir zeminoluşturacak pürüzsüz ve beyaz bir yüzey elde edilmeyeçalışılır.Astar: Günümüz Kütahya’sında astar yüzde 75 kuars,Eskişehir ve Mihaliçcik kili yüzde 25’tir. Önce kilhazırlanır, çökertilir ve birkaç gün bekletildikten sonrakaynatılıp karıştırılır. Sulandırıldıktan sonra karışımsüzülür ve öğütülmüş kuars eklenir, elenip bir yada iki gün dinlenmeye bırakılır. Sonunda sık dokunmuşkumaştan geçirilip istenen kıvama gelinceye kadarsüzülür. Kütahya’da geleneksel olarak astar fırçaylasürülse de püskürtme yöntemi de uygulanabilir.Renkler: Astarlama işleminden sonra ünlü seramikçiEbul Kasım seramiklerin güneşte kurutulmasınıönermiştir. Kuruduktan sonra ürünler boyamaya hazırdır.İznik seramiklerinin ünü desenin yoğunluğu verenklerin parlaklığından kaynaklanır. Bu kadar zenginrenklerin yalnız mavi, turkuaz, yeşil, siyah, mor,kırmızı ender olarak ta gri ile elde edilmiş olmalarışaşırtıcıdır. Bu renklerin parlaklığı boyarken görülemezancak sırlanıp fırınlandıktan sonra kazanılan buparlaklık boyama sırasında sadece düşlenebilir. Bütünrenkler boyar madde (pigment) ile cam, frit, yaşöğütme yöntemi ile karıştırılır. En önemli İznik rengikobalt oksitten elde edilen mavi ve uzun yıllar sırrıbulunamayan kırmızıdır. Kırmızı sır altı renkler içindebelki de en zor elde edilen renktir. Bazı İznik seramiklerindeve duvar çinilerinde görülen parlak domatesya da mercan kırmızısına başka hiçbir seramik geleneğinderastlanmamıştır. Hafifçe kabarık olan bu kırmızısırla kaplandığında bombelendiğinden olağanüstü görsel bir etki uyandırır. Oksitlerin öğütülerekpişirilmesi ile oluşturulur, oksitler ısıtılıp yüzde oranlarıarttırıldıkça renkler koyulaşır. Oksitler sır ile reaksiyonagirerek sırrı renklendirir. Boyalar sır içinde dağılaraksırrı renklendirir.Hangi maddeden hangi rengin elde edildiğinede değinelim.Krom oksit: Hammadde olarak yeşildir, sarımsı yeşildenkoyu yeşile kadar renk verir, kromla kırmızı renklisırlarda elde edilir. Krom ve Sipinel minerallerindensiyah sağlanır.Bakır Oksit: Kurşunlu sırlarda yeşil tonlarını verir. Alkalisırlarda mavi renk verir. Sırrın bileşimine ve fırınlamayabağlı olarak ta turkuaz renkte bakır oksittenelde edilir.Nikel Oksit: Suda rahat çözünür. Kirli sarı, yeşil ve bazenpembe elde edilir.Kobalt Oksit: Pişirim sonrasında açık maviden koyulaciverte kadar renk verirler.Mangan Oksit: Kurşunlu sırlarda kahve tonlarınıverir, alkali sırlarda mor renk oluşturur.100


Sır içinde kullanılan hammaddeler değirmenlerdeuzun zaman öğütülür, karışım bezden süzülür çökmeyebırakılır ve daha sonra üstünde ki fazla su atılır.Kurşun oksitten dolayı turuncu kırmızı olan sır karışımıiçin bir bağlayıcı gerekmektedir. İran’da bu bağlayıcıgenellikle kitre idi; Kütahya’da ise bugün un kullanılmaktadır.Sırlama işlemi ya çininin sırra batırılması ile ya da sırrınmamulün üzerine akıtılması ile yapılır. İznikli ustalarınduvar çinilerini akıtma yöntemi ile sırladıklarıaçıktır. Bugün Kütahya’da ustalar çinilerin tabanındakifazla sırrı bıçak ya da süngerle temizleyip, sırlamasıeksik kalmış yerleri fırça ile doldurur. Artık ürünfırınlamaya hazırdır.Fırınlama: Bir amaca yönelik olarak dekorlanan malzemeninistenilen özellikleri kazandırmak için geçirmişolduğu ısıl işlemlere pişirme denir. Fırınlama, yüklemedenboşaltmaya kadar olan safhaları içine alır.Demir Oksit: Oksidasyan pişirimi (elektrikli oksijenliortam) sarımsı kahveden, şarap kırmızısına, kahverengine kadar renk verir. Redüksiyon pişiriminde (azoksijen) gri maviden griye dek renk verir.Kurşun Oksit: Kurşun oksit çok ise sırda sarımsı renkverir.Selen Bileşikleri: 900 derece ile 1000 derecede çokgüzel kırmızı renk verirler, başka sırlarla karışırsakahvemsi, siyahımsı sonuçlar oluşur.Sırlama: Seramik ürünlerin estetik veteknik amaçlarla üzerine kaplanan sertve genellikle parlak camsı ince tabakayasır denir. Boyalarla yapılan bezeme (desençizme) tamamlandıktan sonra çini,şeffaf, renksiz, parlak bir sırla kaplanır.101


102


Isıl işlemlerin yapıldığı kontrollü mekânlara fırın denir.Fırının büyüklüğüne, içinin doluluk oranına, kullanılanmalzemenin cinsine göre genellikle 800-930derece arasında ısı kullanılır. Pişirme süresi doluluksıklığı, fırının hacmi, ısı homojenliği yine malzemeyegöre değişir.Fırındaki değişimler göz önüne alınarak pişirim ve fırınısoğutma yavaş yapılır. Aksi takdirde çininin bünyesizayıflar. Üzerinde sır çatlakları oluşur. Pişirim sırasındamalzemelerin moleküler yapısı değiştiğindençeşitli gazlar ihtiva ederler.İSMEK’li Kursiyerler Tarihi Mekânları Restore EttiÇinicilik, geleneksel sanatları öğretmeyi ve yaşatmayıamaç edinen İSMEK’in en çok ilgi gören branşlarındanbiri. Kursiyerler, bu kurslarda çini ile ilgili teknikve uygulamalı bilgilerin dışında çinicilik kültürü ilegünümüze ulaşan eserler hakkında da donatılıyorlar.Branşın usta öğreticileri eşliğinde eğitilen kursiyerlerinbir kısmı bu işi meslek edinip profesyonel olarakürünler ortaya çıkarıyorlar. İSMEK’te çini usta öğreticisiSevim Ersoy’un denetiminde, kursiyerlerin katılımıylaüretilen TÜRSAB destekli Kütahya AnemonOteli dekorasyon çinileri ile Beyoğlu <strong>Belediyesi</strong> destekliSütlüce Şehadet Camii mihrap çinileri buna örnekgösterilebilir.Sevim Ersoy, kursiyerleriyle birlikte hayata geçirdikleribirkaç projeyi şu şekilde anlatıyor: “Bir otel çalışmasında(otelin hamamı, havuz, bar, resepsiyon bölümlerindekiçini duvar panoları vb.) Selçuklulara olanhayranlığımızı yansıtmak istedik. Kursiyerlerle birlikteziyaret ettiğimiz Konya’daki Selçuklu eserleri veBeyşehir’deki Eşrefoğlu Camii mihrabı, çalışmamızınyol haritası oldu. Konya’daki Karatay Medresesi’ninkubbe yüzeyinde gök kubbeyi aydınlatan, güneşiçağrıştıran son derece üst düzey bir çini mozaikkonçertosu, adeta Eşrefoğlu Camii mihrabında tekrarkarşımıza çıkarak, bizi aydınlattı ve çalışmalarımızınana odağını oluşturdu.Mihraptaki tüm esere hâkim turkuaz zemin, mor hat,beyaz konturdan oluşan tek renkli sırlı çini mozaiklerinisiyah kontur, turkuaz ve kahve renklerinin tonlarınıkatarak eserin estetiğini farklı boyama teknikleriyleKütahya’daki otel çalışmamıza da taşımaya çalıştık.”Çini usta öğreticisi Sevim Ersoy, çalışmalardan bahsederkenprojede çalışan kursiyerlerin isimlerini zikretmedengeçemiyor. Ersoy, “Osmaniye İSMEK’ten GünseliDevrim, Serap Gedik, Deniz Erdoğan ile Yavuz SelimİSMEK’ten Hamide Özkabaş, Dilek Ustabaşı, NimetŞentürk, Leyla Yeniciler, projede birlikte çalıştığımızİSMEK’li kursiyerler” diyor.Ersoy, kursiyerlerle ortak bir diğer çalışma olan ŞehadetCamii mihrabının da Eşrefoğlu Camii’ninyansıması olduğunu ifade ediyor. Ersoy, GünseliDevrim, Serap Gedik adlı kursiyerlerin bu projeyede katkıda bulunduklarını belirtiyor.Sırlı Denizlere İSMEK’le YolculukİSMEK’te çini branşı usta öğreticisi olan SevimErsoy’un, öğrencileriyle birlikte hayata geçirdiği sonproje, “Sırlı Denizlerin Seyir Defteri” adlı bir sergiçalışmasıydı. Bu sergide Osmanlı Donanması’naolan hayranlıklarını dile getirmek istediklerini anlatanSevim Ersoy, “Piri Reis, Barbaros Hayrettin Paşagibi güçlü denizcilerin tarihimizdeki önemini fırçalarımızlabir kez daha vurgulayıp, sanatseverlerlepaylaşmak istedik.” diyor. Projenin nasıl geliştiğinedeğinen Ersoy, “Denizcilik tarihimizle ilgili kitaplararasında gezinirken 16. ve 17. yüzyılda yapılmışkalyonlu çinilerin dışında çok daha renkli birOsmanlı Donanması’nın var olduğunu keşfettik. Buheyecanla yaptığımız araştırmalarda 21. yy. yıldagerçekleşen uzay çağı savaşlarının geçmişte denizyoluyla yapıldığını öğrenerek pusulamızı bu yöneçevirdik.” diye konuşuyor.“Sırlı denizlerin seyir defterinde atalarının hatıralarınıyâd etmek istersen köpük renginde bir rüyayagirer gibi gir bu serginin içine ve dimağına çarpantuz lezzetindeki hayalleri canlandır zihninde… Ozaman geçmişinle yeniden karşılaşacaksın ve bundangurur duyacaksın…” sloganıyla yola çıkılansergi, İstanbul Beşiktaş Deniz Müzesi ve EskişehirOdunpazarı Kurşunlu Külliyesi’nde sanatseverlerinbeğenisine sunuldu. Çini duvar panolarının ağırlıktaolduğu sergide; küp, tabak, sehpa gibi pek çokçini eser Piri Reis, Barbaros Hayrettin Paşa gibi güçlüdenizcilerin tarihteki izlerini yansıtıyordu.103


Estetik ve Şıklığın BileşkesiŞapka RealizatörlüğüYazı ve Fotoğraflar: Elif Kübra YAZGANİlk çıraklık deneyimini İstanbul Devlet Tiyatroları’nda terzihaneşefi olan annesinin yanında yaşayan Nilgün Kural, annesindenöğrendiklerinin üstüne kendi becerisini de ekledive bugün harika tasarımlara imza atıyor. İstanbul ŞehirTiyatroları’nda şapka realizatörü olarak çalışan Kural ile şapkalarve şapka yapımını konuştuk.Babasının memurluk vazifesi sebebiyle 1954 senesinde AkdağMadeni’nde dünyaya gelen Nilgün Kural, 5 çocuklu ailenin3 kızından birisidir. Hazır giyimin gelişmediği kasabada kardeşlerininkıyafetlerini dikmesinde annesine yardım ederek mesleğeyavaş yavaş çocukluk yıllarında adım atar. Beşiktaş Akşam Kız SanatOkulu’nda iki sene resim, iki sene de çiçek yapımıeğitimi alır. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda terzihaneşefi olan annesiyle özel proje uygulamalarını birlikteyaparak mesleğe adım atamaya başlar. Kurslarıbitince resim yeteneği sebebiyle hocalarının YıldızÇini Fabrikası’na yönlendirmelerini reddedipHoute Couture atölyelerinde kalıpçı olarak çalışmayabaşlar.Evliliğinin ardından çocuklarıyla ilgilenmekiçin işten ayrılsa da dikiş dikmekten vazgeçmez.Değer verdiği isimlerden gelenşapka ve kostüm isteklerini evindeyapar. Kare Tiyatro, Dormen Tiyatro,Gencay Gürün Tiyatrosu’na oyunlariçin şapkalar tasarlar. İstanbul ŞehirTiyatroları’ndan gelen teklifi kabuleden Nilgün Hanım, ilk olarak şapka,kostüm atölyesinde işe başlar. Tiyatronunşapka tasarım atölyesindeki realizatöreksikliği sebebiyle şapka atölyesinde20 yıldır çalışmaya devam ediyorNilgün Hanım. Şapka yapabilmekiçin öncelikle dikiş bilgisinin öneminivurgulayan Nilgün Hanım ayrıca,özel tasarım şapkalarındaki çiziminbütününü 3 boyutlu görebilmek içinheykel bilgisinin gerekliliğine dikkatçekerken, dönem şapkalarını yapabilmekiçin de genel kültürünşart olduğunu belirtiyor.104


Şapka Her Dönem Moda OlduŞapka tarihiyle ilgili önemli bir kaynak olan Elif JülideDereboy’un “Kostüm ve Moda Tarihi” adlı kitabında dabelirttiği gibi kullanılmaya başlanıldığı ilk zamandanbugüne kadar şapkanın gelişmesi şöyledir:Şapka ilk olarak Bronz devrinde Avrupa’da görülenilk medeniyet olan Giritliler’de kullanılmayabaşlanmış, külah biçiminde yün kumaştanyapılıp miğfer altında kullanılan Pilosise Antik Yunan halkının kullandığıtarzda bir şapka modeli olmuştur.Roma döneminde altından veyabir defne yaprağından tacı sadecekral kullanmış, halk isePilues adı verilen geniş kenarlışapka kullanmıştır.Ortaçağ’da ise sivri uçluşapkalardan tüller sarkıtılmış,Romaneskdönemde de İngilizerkekleri, ön tarafısivri yan kısımlarıhafif kalkık şapkalarındatüykullanmıştır.Kalp ve boynuzformundaüzerindedore kumaştaniçi tellerlekaplı olan,kenarlarındanipek ve ketenparçaların sarkıtıldığımücevherleziynetleşmişşapkalar iseGotik dönemeaittir. Hennin tarzıdenilen iç kısımlarıpamuk ile doldurulup, siyah kadife bant ve sırmaların kenarlarınısüslediği, bir metreyi bulan başlıkların uç kısımlarındansarkıtılan kumaşlar sayesinde yere kadar uzundur.Bu dönemin İngiliz erkekleri ise liripipe adı verilen sivrikukuleta tarzında modeller, İtalyan erkekleri ise yuvarlak,kenarları olmayan keplerinde tüyler kullanmıştır. Rönesansdöneminde şapkaların tamamlayıcı aksesuarlarıolarak deve kuşu tüyleri, mücevherler, kurdeleler ve incilersayesinde gösterişli şapkalar, dönem sonuna doğru yeriniminik kadife kumaştan yapılan keplerin şıklığını arttırmakiçin zarif klipsler kullanılmıştır.Barok dönemi erkek şapkalarının kenarları genişlemiş önve yan kısımları yukarı kıvrılmış, kimi zamanda dar formdatüylerle birlikte kullanılmıştır. Kadın şapkalarında isedantel başlıkların yanı sıra kapüşon türünde siyah taftadanminik formda şapkalar moda olmuştur. Rokoko dönemindeise balina kemiğinden yapılan şeffaf kumaşlarlakaplanan calash tarzda şapkalarhanımlar tarafındantercih edilmiştir. Fransızİhtilali’nden sonra erkekleryüksek kalotluve kenarlı şapkalarıtercih etmiş, JosephineBonapartedönemi erkekleriise hasırdanmamul silindir şeklindekenar kısımlarıçiçeklerle süslü şapkalarıtercih etmiştir. Dönemhanımları büyükve gösterişli şapkalarınıdekoratif çiçek, kurdeleve parlak renktekitüylerle süslemiş, kumaşlardaise ipek vesateni tercih etmiştir.19.yy. şapkaları yıllaragöre değişiklikgöstermiş, zamanzaman üstü geniştüylerle süslüçene altındanbağlanan bonelerve türban stilişapkalar tercihedilmiş, kimivakit kare formdasilindir şapkalar,otrişlerle abartılımodeller Chanel ilesadeleşmiş, çarliston stilikepler kullanılmıştır. Bazıdönemlerde ise tüy ve fiyonklarlasüslenip başa eğik takılan şapkalar,Rawling’in tasarımı fötr kepi, kalpakstilleri, Pillbox denilen Jackie Kennedy için tasarlanmışşapkalar, kürk başlıklar, sarık stili şapkalar kullanılmıştır.Rus stili kalpaklar, Greta Garbo stilinde kloş genişkenarlı şapkalara günümüz tasarımcıları Jean Paul Gaultier,Angelo Tarlazzi,Sonia Rykiel, VivienneWestwood şapkatarzlarına değişik yorumlarkatmıştır.Şapkada OrantıÇok ÖnemliŞapka uygulamasındamatematiğin, orantılarınson derece önemliolduğunu belirtenNilgün Hanım,kendisine105


tasarım talebi geldiğinde bir ön görüşmenin akabinde buşapkayı kimin giyeceğini sorar. Oyunda şapkayıkullanacak olan oyuncunun boyu, kilosuve vücut anatomisi mühimdir. Herkesinbaş ölçüsü farklıdır; 1 mm. dahi,şapkayı oyunda eğri gösterir. Çokyuvarlak hatlı birisine ufak şapkaolamayacağı gibi, yüz hatları inceolan oyuncuya da ufak şapka yapamazsınız.Nilgün Hanım’ın anlattığınagöre, bu orantıları çizim geldiktensonra kalıp çıkartırken ayarlamaklazımdır. Ayrıca oyun tiyatrodasergilendiğinde aynı tarzdaki şapkalarınbiri büyük, biri küçük olmamalı.Orantılar değiştiği zaman modellerde değişiyor. Nilgün Hanım şöyle devamediyor: “Bazı kallavi kavukları oyundaaynı yerde yer alacaksa kısa olanların ölçülerinibiraz yüksek tutuyorum, bazıları ise birazdaha kısaltıyorum ki göz hizasında bir bozuklukolmasın. Şapka kalıplarının hepsi farklıdır, aslabir kalıbı diğerinde kullanamazsın. Şapka açıları dateknik anlamda mühimdir. Orantılarda açıların paralelolması lazımdır; eğer bir şapkada 60 baş ölçüsüne70 açılım veriyorsanız 57 baş ölçüsüne açılım vermekiçin orantıyı bilmek gerekir. Şapkaya teknikle başlarsınız,estetik şeklini verip bitirirsiniz.”Modern şapkalar ve dönem şapkalarının teknik çalışmalarınınayrı olduğunu belirten tasarımcımız, bu kısımiçin genel kültürün ve tarz bilgisinin önemini şöyleanlatıyor: “Bir oyunda padişah, vezir, askerler, hanımsultanlar, kalfa kadınlar ve halk oluyor. Hepsininçizimleri farklıdır. Şapka kostümün bir parçasıolduğu için, kıyafetin rengini, aksesuarını ya dakumaşını taşımanız gerekmektedir. Halk içindeise gayrimüslim kişilerin başlıkları da Müslümanfeslerinden farklıdır. Sadrazam ve vezirleriçin muhakkak sarıkla kullanılan ‘kallavikavuklar’, hanım sultan için inci elmasve altın tellerle süslü krep veya biçilen‘hotoz’, devlet ricaline ‘mücevveze’,yüksek memurlar için‘horasani’, şeyhülislâm vekadılar için ‘örf’, yazıcıdevlet memurları için‘kâtibi’, ilmiye mensuplarıiçin ‘molla kavuğu’,yapılması gerekir.Çuha veya keçeden yapılankavukların iç kısımlarına sıkıcapamuk sarılarak kavuğun dik durmasısağlanır. Pamuk dolgusu olan bölüme kavuğuntürüne göre dilimli, baklavalı ve kafeslidikişler dikilmiştir.Ayrıca ilk kez Sultan I. Selim’in (Yavuz) kullandığı‘Selimi’, Padişah I.Süleyman’ın (Kanuni) kullan-106


“Eski ustalar kavukların iç kısımlarında elyaf olmadığı içinpamuklar kullanmışlardır. Bu pamuklar ağır ve baş içindeterlemeye sebep olmasın diye iç astarlarındahava sirkülasyonunu sağlayıp sıcaklığı dışarı atmakiçin sepet kullanılmışlardır. Ayrıca fesleriniçinde keçe kumaş kullanıldığı için, fötrşapkaların içinde incecik hasır kullanılmıştır.Bu bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasıiçin onların emeklerinin sağa solaatılmaması ve hak ettiği önemin gösterilmesigerekmektedir.”Zaman ve imkân buldukça yurt dışına çıkanNilgün Hanım, ülke dışında hiç ummadığıyerlerde şapka malzemesi ve aksesuarçeşidinin ziyadesiyle bulunduğu mağazalardanalış veriş yapma olanağı bulmuştur.Şapka uygulayıcısı olmak için gözlem ve araştırmayapmanın önemini vurgular. Bazen birmimarideki detay, bazen de kapı tokmaklarındakidesenlerin zihninde yer ettiğini, bunlarınmuhakkak ileride işine yarayacağını bildiğindenbunları zihninde müşahede altındatutar. Bir şapkada kullanacağı tüyün havadadik durması için pipetleri kumaşla kapladıktansonra pipetleri balen vazifesindeşapkada kullanmış, ayrıca ince sineklik telindenkavuk yapımında yararlanmıştır.108


Dönem şapkalarında hazır çiçekler yapaydurduğu için dönem çiçeklerini kendisiyapmaktadır. Zaman buldukça kapalıçarşıda önceki dönemlere ait el işlemeleriolan gelinlerin beline taktıkları kemerleri,kuşakları, işlemeli örtüleri alıp evindepano olarak çerçeveletir. Anadolu köylerinegittiğinde mevsiminde yapılmış sebzeve meyve motifli oyaları gördükçe satınalır, çünkü yapılan iğne oyalarının hepsininbir mesajı vardır ve feslerde kullanılmaktadır.Şapka dar bir alanda çalışıldığı için çeşitliboy ve kalınlıkta dikiş iğneleri kullanmakta,18-20 cm. boyundaki kavuklar, şapkalariçin uzun iğneleri tercih etmektedir. Uygulamasınıyaptığı her şapkanın fotoğrafını arşivleyenNilgün ilerleyen zamanlarda şapka çizimkalıplarını ve teknik uygulamasını anlatanbir kitap çıkartmayı planlıyor. Kendini yenilemekiçin Prag’da 4 senede bir yapılan tasarımfuarını takip edip oradan kendi işiyle ilgili kitaplarıözel arşivinde biriktiriyor. Üniversitelerden bitirmetezleri için gelen öğrencilere şapka dikim tekniğiniöğretir, ayrıca tasarım bölümü öğrencileri şapka yapımınıgörmek için hocalarıyla birlikte şehir tiyatrosu şapkaatölyesini ziyaret etmektedir.Nilgün Hanım tiyatro atölyesindeki işinin dışındabazı vakitlerde moda tasarımcılarından gelen şapkayapım işlerine yardımcı olur. 10 sene kadar önceİş Bankası sponsorluğunda Topkapı Sarayı’nda yapılanPadişah Portreleri Sergisi'nin akabinde FarukSaraç’ın, Aya İrini’deki “Padişahın Esvapları” defilesindeyer alan 46 parça kavuğun reazilatörlüğünüyapar. Faruk Bey ustalara değer veren bir modacı olduğuiçin kumaşların seçimi ve malzemelerin kullanımındaNilgün Hanım’a tam destek ve yetki verir.Çok övgü alan defilenin ardından modacımız NilgünHanım’dan üç adet hanım sultan kostümünün dikiminirica eder. Bu koleksiyon Faruk Bey'in özel arşivindedir.Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden Faruk Saraç'agelen teklif üzerine “Ases Başlıkları”nın realizatörlüğünüNilgün Hanım yapar. Yapılan defileninakabinde başlıklar Ankara EmniyetGenel Müdürlüğü Müzesinde sergilenmektedir.İstanbul Emniyet MüdürlüğüFaruk Saraç’tan polis başlıklarınıtalep eder ve bu başlıklar için yineNilgün Hanım görevlendirilir. SadıkKızılağaç’la çalışan Nilgün Kural ayrıcaİstanbul, Konya ve Bursa’daki Türkİslam Eserleri Müzesi sandukalar üzerindekikavuklar için çalışmalar yapmıştır. Harbiye AskeriMüzesi'ndeki padişah kavuğu, Edirne’deki Mimar Sinaneseri olan Edirne Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon HastaneMüzesi’ndeki Osmanlı başlıklarını yapmıştır. Ayrıca Martayı içinde yapılan İSMEK tarafından düzenlenen “Hayalimizİstanbul” adlı defilenin şapkalarının hazırlanmasındagörev almıştır. Gelen teklifleri geri çevirmeyen NilgünHanım sadece yanlış çizimle gelen başlıkları çalışmayı kabuletmiyor. “Her çizilen şeyin uygulama yapılması mümkün”değildir diyor usta tasarımcı.109


Dolmabahçe Sarayı’nda43 Bin ParçalıkMuhteşem KoleksiyonYazı: İrem GÜVENYıllardır Milli Saraylar’ın depolarında bekleyen43 bin saray objesi gün yüzüne çıktı. OsmanlıHanedanlığı’nın son altı hükümdarı ile Atatürkve İnönü dönemine ait eşya ve objeler, geçtiğimizŞubat ayında TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’inaçılışını yaptığı ‘Saray Koleksiyonları Müzesi’ndesergileniyor. Sergilenen saray eşyaları arasında dişçiünitesinden yorgana, bebek kıyafetlerinden gramofonakadar birbirinden renkli objeler bulunuyor.110


Osmanlı Devleti'nin sultanlarının İstanbul’dakiüçüncü büyük sarayı olan Dolmabahçe Sarayı,1856 yılında tamamlanarak kullanılmaya başlanmış.Saray, mimarisiyle dönemin kültürel yapısını,sosyal ve sanatsal etkilenmeleri önemli ölçüde yansıtıyor.Batı ile ilişkilerin yoğunlaştığı 19. yüzyılda,Boğaz girişinde bir prestij yapısı olarak inşa edilenDolmabahçe Sarayı, hızla büyümekte olan kentinsiluetini önemli ölçüde değiştirdi.Sarayı yaptıran Sultan Abdülmecid burada kısa birsüre kalabildi, vefatı üzerine 31 yaşındayken tahtageçen Abdülaziz de saltanatını Dolmabahçe’desürdürdü. Sultan Abdülaziz’in bu sarayda darbesonucu tahttan indirilişin ardından yerine V. Muradgeçti, tahta ancak üç ay oturabildi. V. Murad’ınardından hükümdarlık koltuğuna Sultan II. Abdülhamidoturdu. Tarihçi İlber Ortaylı’nın “Dünyanınson hükümdarı, son evrensel imparator” dediğiII. Abdülhamid, Dolmabahçe Sarayı’nda 7 aykadar kısa bir süre yaşadıktan sonra, daha emniyetliolduğu gerekçesiyle Yıldız Sarayı’na taşındı,Dolmabahçe’yi ise sadece merasimler için kullandı.Ta ki Sultan Mehmed Reşad, V. Mehmed unvanıyla1909 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda oturmayakarar verinceye kadar. Bu tarihten itibaren mimarVedad Bey tarafından onarılan saray yenidenişlerlik kazandı.Kristal Sofra Takımları:Sanayi Devrimi ile birlikte ithal cam ürünler revaçtaolduğundan, 19. yüzyıl saraylarında özellikle ziyafetlerdeAvrupa’daki en gözde fabrikaların ürünleri olankristal sofra takımları sıklıkla kullanılmış. Fransa’dakiBaccarat, Bohemia Bölgesi’ndeki Moser fabrikalarındaüretilen bu kristal takımlar altın yaldızlı ve armalısüslemeleri, kazıma ve kesme tekniğindeki incelikleriyleOsmanlı saray sofralarının zarafet sembolü olmuş.111


114


Uzun süre etkin bir şekildekullanılan saraydabu onarımlar sırasındaönemli tadilatlaryapıldı. 1918 yılındaSultan Reşad’ınvefatı üzerine tahtabu kez de, kimilerinegöre vatan haini, kimilerinegöre ise Kurtuluş Savaşı’ndaMustafa Kemal’e en büyük desteğiveren bir devlet lideri olan VI. MehmetVahdettin oturdu. Vahdettin de birsüre Dolmabahçe Sarayı’nda kaldıktansonra Yıldız Sarayı’na geçti. 1922 yılındaülkeden ayrılana dek Yıldız’da kaldı. Bundansonra, 18 Kasım 1922’de Abdülmecid Efendi,halife olarak Dolmabahçe Sarayı’na yerleşti.Yeni halife Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndengelen heyeti Dolmabahçe’nin Mabeyn DairesiSalonu’nun üst katında kabul etti.Dolmabahçe’deAtatürk’le Yeni Dönem3 Mart 1924’te hilafetinkaldırılmasıyla, AbdülmecidEfendi de hanedanlabirlikte sarayı terk etti. M.Kemal’in emri doğrultusundahazırlanan bir yasa ile Osmanlıhanedanının malları, aralarındaDolmabahçe’nin de bulunduğu tüm saray,köşk ve kasırlar, millete intikal etti. Böylece DolmabahçeSarayı’nda bir devir kapanmış oldu. Osmanlı SultanıAbdülmecid tarafından yaptırılan saray da hanedanlığaveda etmiş oldu.Dolmabahçe Sarayı, M. Kemal Atatürk döneminde ikiyönden önem kazandı; yabancı konukların ağırlanması,kültür ve sanat bakımından saray kapılarının dışarıyaaçılması. İran Şahı Pehlevi, Irak Kralı Faysal, ÜrdünKralı Abdullah, özel ziyaret için gelen İngiliz Kralı Edwardgibi liderler, Mustafa Kemal tarafından DolmabahçeSarayı’nda ağırlandılar. Sarayın Muayede Salonu’nda,27 Eylül 1932 tarihinde Birinci Türk Tarih Kongresi açıldı.1934 yılında da Birinci ve İkinci Türk Dil Kurultayları buradatoplandı. Bu arada turing şirketlerinin dünya kuruluşuAlliance Internationale de Tourisme’in Avrupa toplantısının1930’da Dolmabahçe’de düzenlenmesiyle sarayınturizme açılışı sağlanmış oldu.Sultan Abdülmecidve kendisinden sonrakibeş Osmanlı padişahıile Mustafa KemalAtatürk ve İsmetİnönü’nün dönemlerindekullanılan sarayeşyaları, 25 Şubat2011 tarihinde açılan SarayKoleksiyonları Müzesi’nde sergileniyor.Açılışı TBMM Başkanı MehmetAli Şahin tarafından yapılan müzede,Milli Saraylar Koleksiyonu’ndaki 70bin eserin yaklaşık 43 binini barındıranmüzede halen 5 bin seçme eser sergileniyor.Dolmabahçe Sarayı’nın eskiden mutfakolarak kullanılan bölümünde açılan müzedesergilenen bu koleksiyon yalnızca DolmabahçeSarayı’nda kullanılmış eşyalardan değil,aynı zamanda Aynalıkavak, Küçüksu, Ihlamur,Maslak Kasırları ile Beylerbeyive Yıldız saraylarında Osmanlıİmparatorluğu’nun son 70yıllık sürecine tanıklık etmişeserlerden oluşuyor.Dolmabahçe Sarayı'ndaki SarayKoleksiyonları Müzesi’ndesergilenen tarihi eserler arasında;saray için, döneminde sipariş usulüile yurt içi ve dışında yaptırılan ya dasaraya hediye olarak gelen eşyalar da var,bizatihi saray marangozhanesinde özel olarak üretilmiştarihi eserler de... Bu tarihi eserler, müzede, belirlenentema başlıkları altında bütünlüklü bir yaklaşımlasergileniyor. Belirlenen ana konu başlıkları; SaraydaÇocuk Olmak, Dini Yaşam, Hat Sanatı ve Yazı Takımları,Sağlık ve Kişisel Bakım, Yemek Takımları, MutfakAraçları, İşlemeli Eserler gibi sınıflara ayrılıyor. Milli Saraylarbünyesinde bulunan Hereke Halı ve İpekli DokumaFabrikası ile Yıldız Porselen Fabrikası’nda üretilmişve saraylarda kullanılmış tarihi objeler de müzede sergilenenobjeler arasında bulunuyor.Sarayın Eski Mutfağı Şimdi MüzeAtatürk’ün, İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarakkullandığı Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım1938 günü vefat etmesi, sarayda yaşanan enönemli olay olarak tarihe geçti. Atatürk’tensonra İsmet İnönü de İstanbul ziyaretlerindeDolmabahçe’de konakladı.115


Sarayda Çocuk Kıyafetleri:Milli Saraylar Tekstil Koleksiyonu’nda bulunan çocuk kıyafetleri arasında pamuklu ve tülbent gibiince iç giyim grubu zıbınlar ile mintanlar, pabuçlar ve çeşitli çocuk şapkalarının yanı sıra, kundaktakımı, yorganlar ve bohçalar bulunuyor. Koleksiyonda bulunan az sayıdaki çocuk kıyafeti,dönemin saray çocuk giyimi ve eşyaları hakkında bizleri aydınlatacak birer belge niteliği taşıyor.Saray Koleksiyonları Müzesi, ziyaretçilerine tarihte kısabir yolculuk sunuyor. Kurulan camekânların ardında şehzadeve prenseslere ait eşyaları, padişahlar tarafındankullanılmış yazı takımlarını, mühürleri, kitabet gereçlerini,ilaç sandığını ve ilaçları, dişçi ünitesini görmek mümkün.Padişahlara ait tıraş gümüş takımları, valide sultanlaraait temizlik ve bakım gereçleri ile kristal, porselen vegümüş yemek takımları, kristal ikram setleri, el yazmasıKur’an-ı Kerimler, işlemeli seccade ve örtüler, mutfakaraç ve gereçleri, Hereke halıları, Yıldız porselen ürünleri,tarihi saatler, çini sobalar, sanayi araç ve gereçleri, saraykütüphanesinden kitaplar, dekoratif araçlar ve şamdanlardanoluşan çok geniş bir koleksiyon sergide ziyaretçileresunuluyor..116


Dürrüşehvâr’ın Oyun ve Eğitim Gereçleri:Son Halife Abdülmecid’in kızı Dürrüşehvâr Sultan’ın 10yaşına kadar kullandığı eğitim ve oyun gereçleri, saray çocuklarınıneğitimi ve gündelik yaşamıyla ilgili fikir veriyor.İlk Kez Gün Yüzüne ÇıktılarSaray Koleksiyonları Müzesi, bugüne dek sergilenmemişçok sayıda saray eşyasını gün yüzüne çıkardı. Kremamakinesi, tekerlekli soba, gramofon, ütü, sinemamakineleri, elektro şok cihazı, ecza dolabı ve hava gazlıısıtıcılar, şimdiye dek hiç sergilenmeyen saray eşyalarıarasında yer alıyor. Ayrıca son halife Abdülmecid’inkızı Dürrüşehvar Sultan’ın 10 yaşına kadar kullandığıeğitim ve oyun gereçleri de müzede sergileniyor. Saraylardakullanılan mobilyalar, hat sanatı koleksiyonlarıve yazı takımlarının yanı sıra kalemtıraş, hokka, Osmanlıhayatında önemli roloynayan mühürler, Osmanlıdevlet arması,dini objeler grubundanise çini levhalarve zemzem sürahileride sergileniyor.Özel işlemeli abdest havlularındanseccadelerekadar kadın örtü ve kıyafetlerininde sergilendiğimüzede gümüş ve kristalsofra takımları, saraylarınaydınlatılmasında kullanılan kristal avize ve şamdanlar,ısıtma, sağlık ve sanayi araçları da ilkkez gün yüzüne çıkarılan önemli eşyalararasında yer alıyor.Müzede Zıbın da Var, Yorgan daDolmabahçe’deki Saray KoleksiyonlarıMüzesi’nde, çocuk kıyafetleride dikkat çekiyor. MilliSaraylar tekstil koleksiyonunda yer alan çocuk kıyafetleriarasında iç giyim grubu zıbınlar, mintanlar, pabuçlar,çocuk şapkaları, kundak takımı, yorgan ve bohçalar dasergileniyor.Müzenin “Sarayda Çocuk Olmak”adı altında oluşturulanbölümünde çocukkıyafetlerinin yanısıra gündelik eşyalardanoyuncaklarakadar çok çeşitlieşyalar var. SonHalife Abdülmecid’inkızı Dürrüşehvâr Sultan’ın10 yaşına kadar kullandığıeğitim ve oyun gereçleri,saray çocuklarınıneğitimi ve gündelikyaşamıyla ilgilifikir veriyor.Sarayda dini yaşamailişkin müzedeoluşturulanbölümde ise el yazmasıKur’an-ı Kerim’lerden diğerdini objelere kadar birçok eser sergileniyor.Dolmabahçe’nin bir zamanlar saraymutfağı olarak kullanılan bölümünde kurulanmüzede, mutfak eşyaları geniş yertutuyor. Bu kısımda yemek kazanlarından,et çekme makinesine, ilk buzdolabıörneklerine kadar çeşitli objelerde müzede görülebiliyor.117


Ressam Hoca Ali Rıza veBinbaşı Hasan Rıza’nınResim Dersi Raporu1Doç. Dr. Süleyman Kızıltoprak / MSGSÜ Fen-Edb. Fak. Tarih BölümüOsmanlılar’da Batılı anlamda resim sanatının başlamasıXVIII. yüzyılda başlayan reform çalışmalarınınetkisiyle olmuştur. Gerek İstanbul’da gereksebüyük devlet başkentlerinde karşılıklı açılan sefaretlervasıtasıyla, Avrupa ile diplomatik faaliyetlerinyoğunlaşması sanat alanına da yansımıştır.Osmanlı toplumundaki Müslümanlar, İslâm dinininfigürlere ilişkin yasaklayıcı yorumuna sıkı sıkıyabağlıyken aynı toplumun Hrıstiyan üyeleri böylebir kısıtlama içinde değillerdi. Dolayısıyla, resimsanatındaki batılılaşmada Hristiyan Osmanlı tebaasınınönemli bir katkısı olmuştur.Türk Resminde Batılılaşmaya Genel BakışOsmanlı’da Batı tarzı resme geçilmesi, XIX. yüzyıldadiğer askeri, sosyal ve hukuki yenileşmehareketleri ile birlikte olmuştur. XIX. yüzyılınortalarına gelindiğinde, batılı ressamların saraytarafından davet edildiklerini görüyoruz.Batı tarzı resim örnekleri olarak kabuledilebilecek ilk çalışmalar İtalyanressamlar tarafından gerçekleştirilmişFatih Sultan Mehmet’in yağlıboyaportreleri olarak Osmanlısarayına girmiştir. III. Selim’inson yıllarından itibaren özellikleII. Mahmud zamanında Türkressamları artık minyatür geleneğindenayrılıp tabiatı ve canlılarıgözle görüldüğü gibi çizmeye başladılar.Renkler eskiden olduğu gibi düz birsatıh değil, ışığın tesirlerine göre yarım tonlarve gölge ışıklarla işlendi. Böylece, Avrupa tekniğindeyağlı boya ve sulu boya resimlere rağbet arttı. 2 Bu118


ağlamda, Osmanlı Devleti’nde figürlü kompozisyon çalışansanatçıların erken dönemlerde gayri-müslimler arasındançıktığı söylenilebilir. Bunlar XVIII. yüzyılın sonlarınakadar eserlerini daha çok kiliseler için üretmişlerdir.Dolayısıyla, resim sanatındaki Batılılaşmada Hristiyan Osmanlıtebaasının önemli bir katkısı olmuştur. Osmanlı’daBatı tarzı resim sanatının gelişiminde yerli ve yabancı gayrimüslimsanatçılarla, askeri okullarda görev yapan Türkve yabancı ressamların ve İstanbul’a gelen gezginlerinayrı ayrı katkıları olmuştur. Özellikle yerli ve yabancı gayrimüslimsanatçılar figür ve portre çalışmalarında etkinolurlarken; askeri okul mezunu Türk tebaalı ressamlardaha çok peyzaj / manzara ve natürmort çalışmalarıylatanınmışlardır.Resmin Ders Programlarına Girmesi1793-94’te askerî okullarda başlayan resimderslerine hemen hemen peyzajla başlanmışve bu mekteplerde döneminterbiye anlayışı nedeniylefigür çalışmalarına yer verilmemiştir.Böylece yalnızHoca Ali Rıza değil, kendisindenönceki kuşağın ressamlarındanŞeker Ahmet Paşa,Süleyman Seyyid Bey ile; çağdaşlarındanZekai Paşa ve HalilPaşa gibi pek çok asker sanatçınınmanzara resmiyle ilgilendiklerigörülür. Resim dersinin daha genişbir vizyonla okullarda öğretilmeyebaşlanması 1834 yılındaMekteb-i Harbiye’nin açılmasıylayeni bir ivme kazanmıştır.Daha sonra askerive sivil okullarda buderse daha fazla önemverilmeye gayret edildi. 31851’den sonra resimderslerinin resmî ve özelbütün Türk Mektepleri’nekabul edilmiş olması; Batı tarzıresim alanındaki değişimlerietkinleştirdi. 1883’te Sanayi NefiseMektebi açılıp Osman Hamdi Bey’inçabalarıyla bu alanda sanatçı muallimler yetişinceye kadartarih, coğrafya, riyaziye, fizik vb dersler gibi resimdersi de askeri muallimler tarafından verilmiştir. BöyleceXIX. yüzyıl başından itibaren pentür çalışan ve ilk Türkyağlıboya ressamları olarak da bilinen kuşağın; askerimekteplerle mühendishane ve Darüşşafaka mezunu ressamlaroldukları görülmektedir. Bu kuşağın ressamları albümfotoğraflarını resmetmişlerdir. Hilmi Kasımpaşalı’nınYıldız Bahçesi’nde Köşkler, Şefik’in Yıldız Sarayı’nda YemekSalonu, Hüseyin Giritli’nin Yıldız Sarayı Bahçesi adlıtabloları bu konuda örnek verilebilir. 4 XIX. yüzyıldan itibarengeleneksel biçimlerin yerini peyzaj / manzara resmialmıştır. Şeker Ahmet Paşa (1841–1906/1907), HüseyinZekai Paşa (1859/1860–1919) gibi peyzaj ressamlarınınyetişmesini sağlayan bu süreç önemli bir geçişdönemidir. 5 Aynı zamanda Üsküdarlı olan bu sanatçılaraHoca Ali Rıza Bey (1858–1930), Süleyman Seyyid Bey(1842–1913) ve Halil Paşa (1857–1939)’nın ismini de eklemekgerekir. Zira ülkemizde peyzajın gelenekselleşmesiadına öncülük etmiş bu ustalar, eserleriyle Üsküdar’ın 6tanınmasına da önemli katkılar sağlamışlardır.” 71860-1861 yıllarında Askeri Mektep talebelerinin batıtarzı resim sanatını öğrenmeleri için, Paris’te Mekteb-iOsmani adında bir okul kurulmuştur. 8 Şeker AhmetPaşa, Süleyman Seyit Bey bu mektebe gönderilenlerarasındadır.Sonuç olarakTürk resimsanatında askerressamların ve askeriokulların öncü bir rolü vardır.Türkiye’de bir çok alandayeniliklerin ve modernleşmeninöncüsü olan askeri kurumlar, resimalanında da aynı başarıyı göstermiştir.9Binbaşı Hasan Rıza ve Hoca AliRıza Bey’in yaşadığı yıllar, TürkResim Sanatı’nda peyzaj resminingelişimi ve benimsenmesiadına önemli bir dönemdir. Budönemde, aynı zamanda KuleliAskeri İdadisi’nin resim muallimlerindenolan Hüseyin ZekaiPaşa’nın kardeşi ÜsküdarlıHasan Rıza Bey 10 (1864-?)ile yine aynı okulun muallimlerindenolan Hoca AliRıza Bey, pek çok askeriokul öğrencisinin peyzajressamı olarak yetişmesinekatkıda bulunmuşlardır.Ayrıca devrindeki pek çok sanatçıBatı etkisinde kalarak resimyapmasına rağmen, Hoca Ali RızaBey’in etki altında kalmadan bir ekolmeydana getirmesi dikkate değerdir. 11 Türk resim sanatıHoca Ali Rıza Bey gibi asker ressamlar vasıtasıyla millibir ruha kavuşmuş ve bu yolu takip eden sanatçılar ortayaçıkmıştır. 12Türk resim sanatında Üsküdarlı Hoca Ali Rıza adıyla meşhurolan büyük sanatçının resim dersi konusunda kendisigibi askeri okulda çalışan Ressam Binbaşı Hasan Rıza ilebirlikte yazdığı kısa ama öz rapor, resim eğitimine bakışıve tespitleri açısından önemlidir. Salih Akyüzol’un özelarşivinde yer alan bu raporun trankripsiyonu ve sadeleştirilmesiHoca Ali Rıza ile Binbaşı Hasan Rıza’yı ve dö-119


nemin sanat anlayışını bir nebzecik de olsa anlamamızayardımcı olacaktır.Bu raporda resim eğitiminde malzeme konusuna verilenönem ve atölye mekânlarının düzeni hakkında titizve ayrıntılı bir anlatıma yer verilmiştir. Ayrıca öğrencilerinsınıf düzeylerine göre ön görülen modellerdenhangilerinin çalışabileceği açıklanmıştır. Hoca AliRıza özgeçmişinde belirttiği gibi, bu modellerle ilgilialbüm çalışmaları da yapmıştır. 13 "…Meşrutiyet'ten üçsene sonrasına kadar da Mekteb-i Harbiye MatbaasıSerressamlık vazifesiyle tavzif edildim. Matbaada bulunduğummüddetçe Mekâtib-i Askeriyye resim ders-120


lerini temini intizam ve muvaffakiyeti için vuku’ bulanemri ve teklif üzerine mekteplere mahsus olmaküzere otuzar modeli havî üç sınıf için üç albüm tarafıâcizanemden tersim ve tab‘ edilmiştir Ve ba‘dettekâüdhariçteki matbaalar hesabına da Mekâtib-i Mülkiyeiçin resim modelleri tersim ve imâl edilmiştir.” 14Kısacası bu rapor harikulade güzellikteki ifadeleriyle resimsanatının önemi ve öğretilmesi konusunda çok kıymetlidir.Bu kısa ve öz raporda, Hoca Ali Rıza’nın malzemekonusuna verdiği önemi ve çalışma mekanının düzenihakkındaki titizliğini bir kez daha görüyoruz.Ressam Hoca Ali Rıza veBinbaşı Hasan Rıza’nınResim Dersi Raporu 15Bismillâhirrahmânirrahîmİdâdî Mektebi’nin çeşitli sınıflarındakiöğrencilerin resim dersinde uygulamaktaoldukları doğadan resim yapma yöntemininmükemellik derecesini inkâr etmekhiçbir zaman mümkün değildir.Şu kadar ki, bu öğrencilerin yukarıdabelirtilen ve genelkabul görenyöntemden layıkıylave verimli birşekilde yararlanmalarıiçin adı geçendersin temelinindaha fazla sağlam biryönteme bağlanmasıylailişkili olduğu açıktır.Bu da Hüsn-i Hatt-ıTürkî’deki (Türk GüzelYazı Sanatı’ndaki) Rehber-iSıbyân/Çocuk Rehberi adlıkitap gibi Rehber-i Tersîm / ÇizimRehberi ismiyle yapılması muhtemel olan rehber niteliğindekibir kitabın resim dersinde de kullanımının gerekliolacağını göstermektedir.Bu kitapta temel çizgiler yani bir takım yatay çizgi ve dikeyçizgiler ve yatay çizgilerden itibâren altlı üstlü farklıaçıları teşkîl eden eğik ve eğri çizgiler ve muhtelif elipslerve bahsedilen eğik çizgilerin aynı şekilde yatay çizgilerenazaran gerek aşağı ve gerek yukarı doğru muhtelifköşeleri teşkîl etmek üzere çeşitli durumları ve dörtköşe, kare gibi geometrik şekillerden bazılarıyla kırık çizgilerve testere gibi dişli çizgiler ve daha basit eğik şekillerRaporun orjinal metninden bir bölüm121


İdâdî Mektebi’nin ilk senesi için kabul edilen üç boyutluobjeler, pek güzel ve uygundur. Ancak son derece ufakboyutlu olmaları nedeniyle, mevcudu çok olan sınıflardakiöğrenciler,bu ufacık objelerigörmekte epeycezorluk çekerlerve arka sıralardabulunan öğrenciler,hiç göremezlerdenilse hata edilmemişolur. Bu durumdabelirtilen şekilleriniçerdikleri sakıncaları ortadan kaldırmakiçin mevcut büyüklüklerinin iki katınaçıkarılması yoluna gidilirse, söz konusu öğrencilerinde bu eğitimden yeterince yararlanmalarısağlanmış olur ve bu şekillerin içinde bulunan köşelerikesik şekilleri içerenler epeyce zor olduğundanonların taratılması uygun olur.vesâire olmak ve bunlar derslerin adedine nazaran muhtelifzamanlara ayırmak suretiyle ve bahsi geçen şekilleribir takım hafif noktalarla zihnen ihtivâ eden bu albümlerAskerî Rüşdiye Mektepleri’nin birinci senesinde verilmelidir.Öğrenciler aynı Hüsn-i Hat / Güzel Yazı çalışmalarındauygulandığı gibi, adı geçen albümün içinde zihnen kurgulananşekillerin üzerinden kalemle geçerler ve bu şekildebir sene içinde yoğun bir çalışma ile bakış açıları güçlenenöğrenciler resim sanatının temelini oluşturan muhtelifçizim usullerinde deneyim kazanacakları için üst sınıflarabu nitelikte yetişmiş talebeler hazırlanmış olur. NitekimAskerî Rüşdiye’nin ikinci ve üçüncü sınıflarında düz bir yüzeyüzerinde resmedilmiş modelden resim yapmalarındabir sakınca yoktur.İdâdî Mektebi’nin ikinci senesi öğrencileri için seçilenmodeller çeşme, değirmen, kurnalı çeşme ve birşato ve benzerleridir. Mâdem ki, öğrencilere doğadanresim yaptırmak isteniliyor, o hâlde gerçek boyutundanelli-altmış ve belki yüz defa küçültülmüşbulunan şekiller gereği gibi doğadan uzaklaşılmış olduklarıiçin, asıl amaçtan uzaklaşılmış olunacağındanbunlardan kaçınarak doğal şekillere başvurulmalıdır.Örneğin bir sandalye veyahut testi veya birnamaz lambası, âdî bir iskemle ve buna benzer özelküçük ev eşyalarından resme elverişlileri model yerinekullanma veyahut adıgeçen yapılmış modelleri büyülterektalebenin istenilen ölçüde faydalanmalarının sağlanmasıyoluna gidilmesi gereklidir. Ve dershânelerin içerisindeçeşitli dolablar yaptırılarak tüm resim malzemelerininidari olarak korunması sebebiyle gerektiğinde aramaktanuzak durulacaktır.Mekteb-i İdâdî-i Şâhâne üçüncü senesi öğrencilerinin dışardakidoğal şeyleri resimlemek metodu en muvâfık veen uygun bir yoldur. Ayrıca bu usûl söz konusu öğrencilerinyetenek ve maharetlerini bir kat daha yükselterek gelecektebüyük bir iktidâr bahş etmeğe kabiliyetli bulunduklarınazar-ı şükrân ile görülmekdedir. Yalnız bunda da dikkatedilecek bir şey var ise, o da öğrencilere verilmesi gerekliolan eğitim malzemelerinin meselâ her bir öğrenciyemahsûs olmak üzere ayrı ayrı mükemmel boya takmalarıve fırçalarla kurşun kalemlerinin timsahlılarını ve kalemyontmak içün ihdâs edilmiş bulunan dörder kuruşluk122


ufak çelikli âletlerin ve lastik gibiçeşitli resim aletlerinin alınmasıhusûsunda hoşgörü gösterilmemesihusûsunun çünkü“tahassulü kemâlât kemâlât ile olmaz” (Mükemmelüretim, eksikmalzeme ile olmaz)faydalı kuralıncapek çok şeyetesir edeceği cihetlebu hususunusûl ittihâz edilmesigerekir.Öğrenciler çalışma esnasındaciddi bir şekilde gözetim altında tutulmalıdırve mümkünse okul dışında açıkhavaya çıkılarak, doğadan beğenilen bir modelinçizim yönteminin önce öğretmen tarafındangösterilmesi, daha sonra öğrencilerin tümünün bu modelüzerinde çalışmayı sürdürmeleri sağlanmalıdır. Öğretmenlerbazan öğrencilerin aralarında dolaşarak ortaya çıkanhatalar hakkında uyarılarda bulunmalı ve bazen deöğrencilerin gerisinde bir yerde durarak onların çalışmalarınıkontrol etmelidirler.Ancak onlar ne olursa olsun çalışacaklarından genel sınavdahiçbir kimsenin az numara almasına sebebiyyet verilmişolmaz. Çünkü öğrencilerin çalışması veya çalışmamasıidare tarzının düzeniyle ve öğretmen beyefendilerinsarf edecekleri özenle çalışma ilkesine bağlıdır ve bu kesinbir şekilde ortaya çıkacaktır.Her şeyde maksadın hâsıl olmasına ulaşmadan evvel onunne gibi malzemeye ve bu malzemenin de oldukça sağlamve seçimindeki zarâfet nazar-ı dikkat ve ehemmiyyetealınırsa amaçlanan şeyi en güzel şekilde ortaya çıkarmakpek kolay ve gözle görülür olacaktır. Çalışma esnasındakullanmaları için öğrencilere verilmekde olan iskemlelerpek kaba bir tarzda yapılmış olduğundan öğrenciler bunlarıtaşıyarak okul dışına çıktıklarında zaten kıyâfet açısındanimkânı kısıtlı olan bu zavallılar, düzensiz bir muzıkabölüğü görüntüsünde oluyorlar. Hiç olmazsa bu iskemlelerkullanıldıkdan sonra yerlerine yeniden alınacaklar bazısanatkârların yaptıkları ince demir çubuklu hem sağlamve hem zarîf olan iskemlelerden verilmesi daha uygundur.Bir sınıftakiler çalışmaya çıkmaksızın sınıf idarecileri mümkünmertebe öğrencileri gözden geçirerek özellikle ayaklarındaterlik bulunmamasına dikkat etmelidir. Ayrıca, çeşitliyanlarında bir uygunsuzluk gördüklerinde o öğrencinindışarı çıkmasını engellerlerse, öteden beri askerliğimizdeövünç kaynağımız olan düzen ve temizlik işleri konusunadikkat edildiği gibi, böyle öğrencilerin dışarıya çıkmakhevesiyle sürekli temizliğe alıştırılmış bulunur.Tüm öğrenciler için Avrupa yüksek okullarında resim eğitimihakkında kabûl olan ve bu sıralarda Bursa ve Manastırmekteplerinde de mümkün mertebe uygulamaya konulanve yalnız bir yönden ortaya çıkan şikâyetlere nazaranenfüsî teessür (öznel duygulanım) usûlünde olmaküzere mükemmel bir resimhânenin/resim atölyesinin yapımınakesin bir şekilde ihtiyaç duyulmaktadır. Bu dershaneniniç duvarları kütüphanede mahfûzen bulunmakdaolan bazı kıymetli localarla süslenmesi gereklidir. Çünküöğrenciler yeterli derecede liyakat ve maharetle yapılmışbulunan tablolar nezdinde pek mükemmel sûrette kıyaslamayapacak ve doğal olarak bazı kusurları ortaya çıktığındakendi eksikliklerini anlar ve ona nazaran sarfı lâzımgelen çalışma gayretini göstererek ileri bir adım atar. Sonuçtadoğru ve açık bir şekilde ilerleme olur ve asıl amaçortaya çıkar. Böylece iftihâr ile hizmet eylemiş bulunacağımızıbeyân için âcizane olarak kaleme aldığımız raporumuzuyüce makamınıza takdim ederiz. Emir sizindir.15 Kânûn-ı Sânî Sene 314/27 Ocak 1899Mekteb-i İdâdî-i Harbî-i Şâhâne Mu‘âvinlerinden Yüzbaşı RızaMekteb-i İdâdî-i Şâhâne Resim Mu‘âvinlerinden Binbaşı Hasan Rıza1) Ressam Hoca Ali Rıza (1858-1930) / Binbaşı Hasan Rıza (1860-1912) / Bu makalenin yayınahazırlanmasında çok kıymetli katkıları olan sanat tarihçisi ve Hoca Ali Rıza uzmanı NaciyeTurgut ve özel arşivindeki belgeyi bana veren Salih Akyüzol’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.2) Celal Esad Arseven,Türk Sanatı Tarihi, c. III, Istabul, Maarif Basımevi, s. 128. 3) Okullardaresim dersinin programa alınıp uygulanması hakkında bkz., Mustafa Cezar, a.g.e., s 354-372.4) İlkay Karatepe, Asker Ressamlar Kataloğu, Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı, 2001,s. 12; Gül İrepoğlu, Feyhaman, s. 18; Adnan Çoker, “Fotoğraftan Resim ve Darüşşafakalı Ressamlar”,Yeni Boyut Dergisi, 9.I, Eylül 1996, s. 7-11. 5) İpek Duben, Türk Resmi ve Eleştirisi(1880-1950), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2007, s.74 6) Naciye Turgut, “Hoca AliRıza’nın Üsküdar’ı”, Üsküdar Sempozyumu I, 23-25 Mayıs Bildiriler, II, İstanbul: 2004, s. 205.7) Naciye Turgut, “Üsküdarlı Yaver Ressamlardan: Hüseyin Zekai Paşa”, Uluslar arası ÜsküdarSempozyumu VI, 6-9 Kasım Bildiriler, I, İstanbul: 2008, s. 123-124. 8) Celal Esad Arseven,Türk Sanatı Tarihi, III, İstanbul: Maarif Basımevi, ty, s. 130. 9) Nüzhet İslimyeli, Asker Ressamlarve Ekoller, Ankara; Asker Ressamlar Derneği, 1967, s. 30. 10) S. Pertev Boyar, Türk RessamlarıHayatları ve Eserleri, Ankara: 1948, s. 75; Mehmed Esad, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye,İstanbul 1310, s. 622; Sami Yetik, Ressamlarımız, İstanbul; Marifet Basımevi,, s.76. 11) Türkresim sanatında Hoca Ali Rıza Bey’in başarılı bir değerlendirmesi için bkz, Naciye Turgut, TürkSanatında İstanbul Tutkunu Bir Resim Ermişi, Hoca Ali Rıza, İstanbul, (Basılmamış Yüksek LisansTezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul, 1999;ss. 4-15. 12) HüseyinÖzdemir, Türk Resim Sanatında Asker Ressamların Öncülük Rolü, (Basılmamış Yüksek LisansTezi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), İstanbul, 1994,s. 5. 13) Hoca Ali Rıza’nın hazırladığı bu albüm örnekleri, Eczacıbaşı Sanal Müze’de Sergiler/Hoca Ali Rıza/ Taşbaskılar bölümünde izlenebilir. Bkz, www.sanalmuze.org/sergiler/ 14) A.Süheyl Ünver, Ressam Ali Rıza Bey’e Göre Yarım Asır Evvel Kahvehanelerimiz ve Eşyası, Ankara,Ankara Sanat Yayınları,1967, s. 6. 15) Bu raporun aslı Salih Akyüzol’un özel arşivindedir.123


Su Medeniyeti; İstanbulYazı: Yrd. Doç. Dr. Şükrü SİM Fotoğraflar: Şükrü SİM, Ahmet FERAHSu, hayatın sırrıdır. Medeniyetin hem kurucusu, hem taşıyıcısıdır.Su ve medeniyet, ayrılmaz ikilidir. Su, medeniyeti yüceltir,medeniyet suyu “aziz” kılar. Su ile medeniyetin birbirineen güzel yakıştığı, birbirini en güzel biçimde yücelttiğive bu birlikteliğin muhteşem bir tutkuya dönüştüğü şehirse,İstanbul’dur. Ne büyük bir tevafuktur ki; su da, İstanbulda “aziz”dir. İstanbul ve su, bu iki azizden, muhteşem birsu medeniyeti ortaya çıkar.Mezopotamya’dan Eski Mısır’a, Hindistan’dan GüneyAmerika’ya kadar pek çok kültür ve uygarlık, su kenarındakurulmuştur. Yüzlerce yıllık ihtişamlı tarihi boyuncaçok sayıda medeniyete beşiklik eden İstanbul, mimarîsanatının su yapılarında doruğa ulaştığı kentlerin başındagelir.Tarihte, İstanbul kadar kaderi suyla bağlanmış, suyla bütünleşmişçok az şehir vardır. Yüzyıl önce İstanbul’a gelmişolsaydınız sarnıçlardan, kemerlerden dökülen suyunahenkli sesi sizlere eşlik ederdi. İstanbul’a geçen yüzyıllardagelseydiniz, sokak aralarında dolaşan sucuların çıngıraklarıile deniz üzerinde yüzen sandal ve kayıklar karşılardısizleri. Bugünse boğazdan geçen gemilerin sirenleriile iki kıtayı birleştiren denizin dalgalarını dinleyebilirsiniz.İki denizin çevrelediği, ortasından bir boğaz geçen ve iriliufaklı 10’dan fazla göle sahip İstanbul, suyla sarmalanmışbir rüya şehridir. Su, İstanbullunun rüyasıdır, şehrinionsuz düşünemediği panoramasıdır; suyun yokluğuise İstanbullunun en büyük kâbuslarından biri. Ancak bukadim şehrin ezelden kader yoldaşı sularının büyük birkısmı tuzlu olduğundan, insanların ihtiyacını gidermektenuzaktır. Şehrin büyük bir kısmı kayalık zemin üzerineoturduğu için kuyu açmak ve suya ulaşmak zahmetlidir.Büyük tatlı su kaynakları olan göller ise şehir merkezinekilometrelerce uzaktadır. Yani, İstanbul suyla çevrelenmiştir;ama içme suyu hiç de bol değildir.Antik çağda, İstanbul’un nüfusu az olduğundan su ihtiyacısarnıçlar ve kuyularla karşılanabiliyordu. Romaİmparatorluğu döneminde şehrin nüfusunun artmasıylafarklı çareler aranmaya başlandı. Suya ulaşmaktakizorluklar, Roma döneminden başlayarak Bizans veOsmanlı dönemlerinde İstanbul’un kemerlerden sarnıçlara,bentlerden çeşmelere pek çok türde mimarîyapıyla süslenmesini sağladı.Roma döneminden Osmanlı’ya uzanan zaman dilimindeşehre suyun ulaştırılması, birkaç farklı türde yapının eklemlenmesiylesağlanıyordu. Sistemin birinci basamağındabentler vardır. Su kaynakları önüne çekilen farklı yüksekliktekibentler suyun biriktirilerek kontrollü olarak sukanallarına verilmesini sağlıyordu. Bentlerin arkasında birikensuyun, kilometrelerce uzaklardaki şehre ulaştırılmasıda hiç kolay değildi. Suyun naklinin önündeki en büyükengel, derin vadilerdi. Su kanalının geçtiği noktalardainşa edilen su kemerleri, suyun seviyesini sabit tutarakakışın kesilmemesini sağlayan köprü şeklinde ayaklı yapılardır.Bentlerde biriken sular, eğimsiz arazilerde su kanallarındangeçerek, vadilerde ise kemerlerin üzerinden aşa-124


ak şehre ulaşıyordu. Bu kanallar kurşundan veya pişmiştoprak malzemeden yapılmaktaydı. Suyu şehre taşımakdışında, dağıtımını yapmak da bir başka beceriydi. Bellimerkezlerdeki açık havuzlarda ve sarnıçlarda dinlendiriliparıtılan su, maslaklar ve maksemler aracılığıyla şehre dağıtılıyordu.Bentlerden şehre giden suyollarının ana kollaraayrıldığı yapılara “maslak” adı veriliyordu. Maslaklarşehrin dışında, su kaynaklarına daha yakın noktalardainşa ediliyor ve hangi semte ne oranda su verileceğiniayarlıyordu. Su, şehre girdikten sonra her semtin yüksekliğineve nüfus yoğunluğuna göre farklı basınçla bölüştürülmekteydi.Romalı tarihçiler, suyun şehrin surlarınakadar getirildikten sonra bir su haznesine boşaltıldığını,125


126


uradan da üç ayrı havuza dağıtıldığını yazarlar. Bu havuzlardanbirisi, şehrin çeşmelerine, ikincisi hamamlara,üçüncüsü evlere su sağlamaktaydı. Şehrin önemli noktalarındasu basıncını ayarlamak ve suyu ölçerek dağıtmakiçin ise, “su terazileri” ve “maksem”ler inşa edilmişti.Taksim semti, ismini kenarındaki tarihi maksemindenalmıştır, ancak İstanbul’da bu maksem dışında daha birçokmaksemin varlığı bilinmektedir.Şehrin bütün ihtiyacını karşılamasa da, tarihi yarımadaiçindeki pek çok kuyu küçük çaplı su ihtiyacını gideriyordu.Bu kuyuların sularının çökeltilerek ve süzülerek temizlenmesiiçin yerin altına, “sarnıç” olarak da bilinen büyükdepolar inşa edilmişti. Sarnıçların açık havada olanlarınaise “hazne” deniliyordu.İstanbul’da suyla ilgili ilk önemli imar faaliyetini, milattansonra 2. yüzyılda Roma İmparatoru Hadriyen başlattı.Hadriyen, sur dışındaki bir kaynaktan Haliç’in kenarmahallelerine kadar suyolu inşa ettirdi. Ondan ikiyüzyıl kadar sonra ise İmparator Valens, Halkalı civarındanBeyazıt’a kadar su getirtti. Yine Valens’in hükümdarlığısırasında Belgrat Ormanları'na bir bent yaptırıldı,Kâğıthane Deresi’nin suları havuzlarda toplanarak şehirmerkezine getirildi. Roma’nın son imparatoru 1. Teodosyusise Belgrat Ormanları’ndan Sultanahmet’e kadar dördüncüsuyolunu inşa ettirdi.Bizanslılar, Roma’dan kalan suyollarına yenilerini eklemediler,mevcut suyollarını tamiratla yetindiler. Bizans’ın supolitikası, ‘dışa bağımlılık yerine kendine yeterlilik’ şeklindeydi.Bizans Krallığı, gücünü sürekli kaybetmiş vekendi surları içine adeta hapsolmuştu. Hem doğudanhem batıdan gelen kuşatmalara depremler de eklenince,İstanbul’a su taşıyan suyolları kullanılamayacak halegelmişti. Bizans imparatorları kuşatmalar sırasında susuzkalmamak için suların depolandığı sarnıçları canlandırmakve yaygınlaştırmakla yetindi.İstanbul’u fethettikten hemen sonra büyük bir imar faaliyetinegirişen Fatih Sultan Mehmet, hem önceki dönemeait suyollarını onardı, hem de mevcut suyollarını Fatihve Turunç gibi yenileriyle çeşitlendirdi. Şehr-i İstanbul’unnüfusu arttıkça, her padişah bu suyollarına yeni halkalarekledi, dereler, göller İstanbul’a akıtılmaya devam etti.Su ihtiyacını gidermek için sürekli yeni tesisler kuruldu.Fatih’ten sonra en büyük imar faaliyeti ise Kanuni SultanSüleyman tarafından yaptırıldı. Kanuni dönemininbaş mimarı Mimar Sinan, mevcut suyollarını ve tesislerinionarmakla kalmadı, 1555 senesinde, eski Roma suyoluüzerinde “Kırkçeşme” adında yeni bir suyolunun inşasınabaşladı. Alibeyköy ve Kâğıthane Dereleri'nden toplanansular, havuzlarda biriktirilerek Eğrikapı’ya getirildi.25 kilometre uzunluğundaki bu suyoluna 21 adet kemerdaha eklendi. İstanbul’a getirilen su miktarını neredeyseiki katına çıkartan bu suyolu, 94 çeşme, 19 kuyu,15 maslak, 13 hamam ve 7 sarayı besliyordu. Suyollarınıyapmak kadar korumak da önemli bir işti. Bu amaçlakemerlerin civarında bulunan köyler, bu yapıların korunmasıve temizliğiyle görevlendirilmişti ve bu hizmetlerindendolayı vergi ödemekten muaftılar. Osmanlı dönemiboyunca İstanbul’un suyu, üç ana isale hattı ile şehreulaşmaktaydı. Bu hatlar; Halkalı, Kırkçeşme ve TaksimSuları’ydı. Bunlara, Osmanlı’nın son döneminde, II. Abdülhamidtarafından, klasik Osmanlı su sisteminden farklıolarak, dönemin modern teknolojisi ile getirtilen meşhurHamidiye Suları da eklenir. Kırkçeşme ve Halkalı’nınİstanbul’a olan bin yıllık kesintisiz yolculuğu 1930’lardaaniden son buldu. Yüzey sularını taşıyan bu kanallara kolibasili karıştığı gerekçesiyle belediye tarafından bütün suyollarıkapatıldı. Bundan böyle İstanbul’u Terkos gibi civarbarajlardan gelen sular besleyecekti. Bentlerden ke-127


merlere, sarnıçlardan maksemlere kadar yüzlerce zarifyapı, besledikleri binlerce çeşme ile birlikte artık susmuştu.Eski İstanbul’un yadigârları olan bu yapılara iş olaraksadece sokakların ve meydanların süsü olmak kalmıştı.Ancak bazıları yol genişletme çalışmalarının kurbanıoldu, bazıları gökdelenlere yer açmak için feda edildi,bazıları ise unutulduğu köşede, yavaş yavaş ölmeyebırakıldı. Peki, İstanbul’daki mimari yapılar içinde büyükbir yer tutan suyla ilgili bu eserler nelerdi?Bendler ve HavuzlarSuyollarının başlangıç noktası, bendler ve havuzlardır.Bu yapılar, baraj işlevi görüyordu. Kırkçeşme suları içinİstanbul’a 20–30 kilometre uzaklıkta çeşitli bendler yapılmıştı.Bendler suyun bol olduğu zamanlarda suyu depoluyor,buralarda biriken sular yaz kuraklığında şehreiletiliyordu. Kırkçeşme suyolunun batı kolu 3. Mustafadönemi eseri olan Ayvad Bendi ile başlar. Roma dönemindenkaldığı tahmin edilen Büyük Bend veya diğer128


adıyla Belgrad Bendi, Osmanlı döneminde birçok kez tadilatgörmüş ve genişletilmiştir. Kirazlı Bend, 11 metreyüksekliğinde 59 metre genişliğindeki bir mimari harikasıdır.Bu bendi ancak Belgrad Ormanları’na gelen piknikçilerfark ederler. Kırkçeşme’nin doğu ve batı kollarıKemerburgaz’daki Başhavuz’da birleşir. Silindir şeklindekiBaşhavuz’da sular çökeltilerek temizlenir. Bu havuzdabirleşen sular, ana galeriye girerek yolculuğuna başlar, suborularından ve kemerlerin üzerinden geçerek İstanbul’aulaşır. Aynı suyolu üzerindeki diğer birikme noktaları iseBalıklı Havuz ve Çifte Havuz’dur. Karanlık Bend olarakda bilinen Topuzlu Bendi ise Taksim Suları’nın başlangıçnoktasıdır. Bu bend, Bahçeköy’de, Kâğıthane Deresi’nekatılan Acıelma Deresi’nin üzerindedir. Adını, ilk yapıldığındafarklı yerlerine asılmış olan, daire biçimindeki dörttaştan alır. Aynı derenin üzerine, III. Selim’in annesi MihrişahSultan tarafından yaptırılan Valide Bendi, TaksimSuları’nın ikinci bendidir.Valide Bendi, Taksim Su Yolu Sistemi bünyesinde yer almasınarağmen, bendin altındaki bir maslaktan ayrılan ikincibir galeri ile Kırkçeşme Sistemi’ne de su vermekteydi. II.Mahmud ise Arabacı Mandırası Deresi’nin batı kolu üzerine,kendi adını taşıyan bendi inşa ettirir. Bu bend, Bend-iCedid, yani “yeni bent” adıyla da anılır. Kitabesi, HattatMustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır.Su KemerleriGerek Roma ve Bizans gerekse Osmanlı döneminde yapılansuyollarının hem en masraflı hem de en görkemli parçaları,birçoğu günümüze de ulaşan su kemerleridir. Bu sukemerlerinin büyük bir kısmı, Mimar Sinan’ın imzasını taşır.Muhteşem camileriyle tanıdığımız Mimar Sinan, kendinibir “su mimarı” olarak tanımlar. İstanbul ve civarındakisu kemerlerinin büyük bir bölümünü ya bizzat kendi inşaetmiş, ya da onararak günümüze kadar ayakta kalmalarınısağlamıştır.İstanbul'un kuzeyindeki ormanlık bölge, şehrin kuruluşundanberi başlıca su toplama alanıydı. Bu yüzden suyla ilgiliyapıların büyük çoğunluğu bu bölgede yer alır. Kemerlerinçoğu Kırkçeşme, bir kısmı ise Halkalı suyolunun üzerindedir.Romadöneminde yapılmış ve günümüze kadar ulaşabilmişsu kemerlerinin en eskileri, Halkalı su suyolunda sıralananMazul Kemer, Karakemer, Ali Paşa Kemeri ve BozdoğanKemeri’dir.Halkalı suyolunun üzerindeki ilk kemer Mazul’dur. Mahmutbeyile Atışalanı arasındaki vadiden su geçişini sağlayanMazul Kemer’in 110 metre uzunluğa sahip olduğu tahminediliyor. Tahmin ediliyor çünkü bir kısmı toprakla dolmuş,bir kısmı ise yağmur tarafından aşındırılmış olan kemerinnereden başlayıp nerede bittiğini belirlemek bir hayli zor.Blok biçiminde çok sert kalker taşları kullanılarak inşa edilenkemer iki katlıdır. 2 bin yıldır ayakta duran bu kemer,“Kemerkeçe” ve “Mazlum Kemer” adlarıyla da bilinir. MazulKemer, askeri bölge içinde kaldığından, etrafı gecekondularveya sitelerle çevrilmemiş ve bir yeşillik denizinin ortasındanefes almaya devam ediyor.Cebeciköy’ün batısında yer alan Karakemer, Mazul kadarşanslı değildir. Hem Roma/Bizans hem de Osmanlı dönemlerindekullanılan kemer 3 gözlüdür. Günümüzde taş ocağıatıklarıyla 10 metre kadar toprağa gömülmüş ve bir gözükaybolmuştur. Aynı yol üzerindeki, İlk kez Roma dönemindeyapılan ve Fatih tarafından yeniden inşa edilen TurunçlukKemeri ise tamamen tarihe karışmıştır.129


Kemerburgaz Ali Paşa Kemeri, Mimar Sinan tarafından eldengeçirilmiştir. 11 kemerli bu eser, Müderris Köyü Kemeri diye debilinir. Mimar Sinan tarafından yapılan 11 gözlü Avasköy Kemeride sistemin parçalarından birini oluşturur.Trakya’nın tepelik bölgelerinden başkente uzanan antik Halkalısuyolunun son halkası Valens Kemeri, diğer adıyla Bozdoğan’dır.Bozdoğan Kemeri, İstanbul’daki kemerlerin en meşhuru olmasını,büyüklüğü kadar şehrin merkezinde yer almasına da borçludur.İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu tepe ile Fatih Camii’ninbulunduğu tepe arasında uzanır. Taşıdığı suları, İstanbul ÜniversitesiMerkez Binası’nın bahçesindeki Nifeum MaksimumSarnıcı’na akıtır. 368 yılında İmparator Valens döneminde bitirilenkemer, hem Roma-Bizans hem de Osmanlı döneminde zamanınve insanların tahribatına karşı birçok kez tamirat gördü,bazı kısımları yeniden yapıldı. Ancak bu onarımlar, 1912 yılındakemerin Fatih Camii tarafında kalan 50 metrelik bir bölümününçökerek tarihe karışmasına engel olamadı. Aslında bu kayıp,Bozdoğan’ın ilk yıkılışı değildir. “Küçük kıyamet” diye adlandırılan1509 büyük İstanbul Depreminde Bozdoğan Kemeri’ninbüyük bir kısmı yıkılmıştır. Kemer’i, Mimar Sinan neredeyse yenibaştan inşa etmiştir. Bozdoğan adı da büyük olasılıkla bu küçükkıyamet sonrasında aldığı “Bozulgan Kemer” isminden dönüşmüşolmalıdır.921 metre uzunluğa sahip olan Bozdoğan Kemeri, deniz seviyesinden63 metre yukarıdadır ve zeminden 29 metre yüksekliğeulaşır. Şehrin birçok bölgesi gibi, kemerin bulunduğu alanda zamanla toprakla dolduğu için, 5–6 metre kadarı, yerin altındakalmıştır.73 kemerli bu abidevî yapının kesme taşlar ve tuğlalarla yapılanilk katında düzgün dörtgen taş bloklar kullanılmış, üst katlarçimento ve demir mengenelerle alt katlara kenetlenmiştir.Genişliği bazı noktalarda 8 metreyi aşan Bozdoğan Kemeri’ninaltından Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk Bulvarı geçirilerekyapı yeni bir görünüm kazanmıştır. İstanbul’a su taşıma işindenemekli Bozdoğan, Fatih’in hareketli mahallelerinin ve AtatürkCaddesi’nin trafiğinin ortasında boylu boyunca uzanıyor, gençliğininİstanbul’una hiç benzemeyen bu kalabalık ve gürültülüşehri tanımaya, ona alışmaya çalışıyor.Mimar Sinan’ın İstanbul’a hediyesi olan Kırkçeşme suyolundada mimarlık ve mühendislik harikası 33 su kemeri sıralanır. Bukemerlerin büyük çoğunluğu 1554–1562 yılları arasında inşaedilmiş veya Roma dönemi temelleri üzerinde yeniden yükseltilmiştir.Belgrad Omanları'ndan İstanbul’a su getiren Kırkçeşme’nin üzerindekiyapıların en büyüğü ve hiç kuşkusuz en güzeli MağlovaKemeri’dir. Yapımı 1562 yılında tamamlanan Mağlova –veyadiğer adıyla Mualla Kemeri-, bugünkü Gaziosmanpaşa ilçesi sınırlarıiçinde, Alibey Deresi vadisindedir. 36 metre yüksekliğindeve 258 metre uzunluğundaki Mağlova iki katlıdır ve her katında8 büyük göz yer alır. Kemer, yapımının bitmesinden bir yıl sonra,1563’te İstanbul’u vuran büyük sel felaketinde büyük zarargörür, ancak Sinan, eserini daha güzel bir tarzda yeniden ayağakaldırır. Bugün Alibeyköy Barajı’nın içinde kalan Mağlova, yağışınbol olduğu dönemlerde yarı beline kadar suya gömülü halde130


ziyaretçilerini selamlar. Baraj gölünün suları çekildiğinde ise tümihtişamıyla ortaya çıkar. Dünya su mimarisinin şaheserleri arasındayer alan Mağlova Kemeri, “Kemerlerin Süleymaniye’si”denecek kadar büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Mağlova, pekçok meslektaşı tarafından ölümsüz Mimar Sinan’ın en önemliüç eserinden biri kabul edilmektedir.Güzelce Kemer de tıpkı Mağlova gibi Alibey Deresi üzerindedirve bugün Alibeyköy Barajı’nın içinde kalır. Boyu 170 metreyeyaklaşan, iki katlı ve 32 metre yüksekliğindeki Mimar Sinan yapısıGüzelce Kemer, “Gözlüce” veya “Cebeci Köy Kemeri” olarakda tanınır. Tabandan yukarıya çıktıkça daralan mimari tarzı,Sinan’ın diğer su kemerlerinden farklıdır.Kırkçeşme’nin en sıra dışı kemerlerinden biri, belki de birincisiKovukkemer’dir. Kemerburgaz-Hasdal yolu üzerindeki Kovukkemerçoğu su kemerinin aksine 2 değil, 3 katlıdır. 35 metreyüksekliğinde ve 408 metre uzunluğundaki eser, düz bir çizgiyitakip etmeyen mimari yapısıyla diğer kemerlerden ayrılır. Girişbölümündeki 90 derecelik yön değişikliğinden dolayı yapı, “KırıkKemer” ve “Eğri Kemer” olarak da tanınır. 2 bin yıla yaklaşanömrün yorgunluğuna rağmen dimdik ayakta duran kemer,bıraksalar belki bir o kadar daha İstanbul’a su taşımaya hevesli.Ama eğimli arazilerde bile zorlanmadan borularla suyu taşıyabilenteknoloji, artık kemerlere ihtiyaç bırakmıyor. Kovukkemer’inbir yanından şehre su taşıyan yeni boru hatları geçiyor. Bir yanındaise Büyükşehir <strong>Belediyesi</strong>'ne ait su dolum fabrikası, Hamidiyesuyunu şişeleyerek, yaşlı kemerin pek de tanımadığı bir tüketimmalzemesine dönüştürüyor.Mağlova’nın, Güzelce’nin ve Kovukkemer’in üzerinden akansular, İstanbul’a ulaşmak için uzun bir yol kat etmek zorundadırve bu yolculukta üzerinden geçtikleri köprülerin en uzunu,adından da anlaşılabileceği gibi Uzun Kemer’dir. 710 metreuzunluğundaki Uzun Kemer, aynı güzergâhtaki pek çok kemergibi 1563’teki sel felaketinde zarar görmüş ve Mimar Sinantarafından ikinci kez elden geçirilmiştir. Kemerin temelinin bazıbölümleri Roma döneminden kalmadır. Toplam 25 metre yüksekliğindekiiki sıra kemerden oluşan yapının üst katında eşitbüyüklükte 50, alt katında ise arazinin durumuna göre değişikbüyüklükte 47 göz vardır.Taksim suyu güzergâhında iki kemer vardır. İlki, Topuzlu Bend'insuyunu nakleden, Bahçeköyü yakınındaki küçük bir kemerdir.İkincisi ise Bahçeköyü veya Büyükdere Kemeri denilen büyükve muhteşem kemerdir. 1. Mahmut tarafından Mimar Sinan'ayaptırılan Bahçeköyü Kemeri, 409 metre uzunluğunda ve 27metre yüksekliğindedir. Sultan 1. Mahmut Kemeri diye de bilinenyapı, Beyoğlu ve Beşiktaş bölgesine su taşıyan yolun üzerindeyer alır.İstanbul’un su kemerlerinin sadece isimlerini sıralamak bile oldukçazahmetli bir iştir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde MimarSinan’ın nezaretinde yedi yılda üç bin yedi yüz kemer inşaedildiğini yazar. Gerek Roma ve Bizans, gerekse Osmanlı devrindeİstanbul’da yapılan kemerlerin büyük bir kısmı bugün ayaktadeğildir. Günümüze ulaşanların çoğu da bakımsız ve harapdurumdadır.131


Sarnıçlar Ve HaznelerKemerlerin üzerinden aşarak şehre ulaşan su, çeşmeleredağılır ya da sarnıç ve haznelerde bekletilir. Depo işi görenbu sarnıçların en meşhuru 336 sütunlu Basilika Sarnıcı,halk arasındaki adıyla söylersek, Yerebatan Sarayı’dır.9800 metrekarelik bir alanı kapsayan bu devasa yapı, günümüzde,aydınlatmasıyla birlikte, su, ışık ve sütunlarınoluşturduğu büyüleyici bir güzelliğe sahiptir.Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaideolarak kullanılan iki Medusa başı, Roma Çağı heykeltıraşlıksanatının şaheser örnekleridir. Yerebatan Sarnıcı bugünmüze olmanın yanı sıra ulusal ve uluslararası birçok etkinliğeev sahipliği yapan bir kültür mekânıdır.İstanbul’un ikinci büyük sarnıcı, yine Sultanahmet semtindekiBinbirdirek’tir. Bizans Sarayları’nın su ihtiyacını karşılayanbu sarnıcın adında her ne kadar binbir direkli olduğusöylense de aslında sarnıç 224 sütunludur. İslam inancındadurgun su, temiz kabul edilmediğinden Osmanlı yöneticilerisarnıçları sistemin dışında bırakır ve suyollarındangelen taze suya değer vermişlerdi. Tarihçiler, Osmanlı dönemindeBinbirdirek Sarnıcı’nın ipek ipliği atölyesi olarakkullanıldığını yazar. İstanbul’da Acımusluk, Zeyrek, Bodrumsarnıçları gibi günümüze kadar ulaşmış başka sarnıçlarda vardır.Roma-Bizans döneminde sular şehir içlerinde sadece sarnıçlardadeğil, “Hazne” adı verilen üstü açık su depolarındada saklanıyordu. Bu haznelerin en önemlileri; bugünküVefa Stadı’nın bulunduğu noktada yer alan “Aetiyus”,Yavuz Selim'deki Çukurbostan veya eski adıyla “Aspar”ile Altınmermer semtindeki Hegius Mokius su depolarıdır.Bu açık veya kapalı su depoları, kuşatma veya kuraklık durumlarındaşehrin tek su kaynakları oldukları için büyükönem taşıyordu. Sık sık kuşatmaya maruz kalan İstanbul,düşman suyollarını tahrip ettiğinde bu büyük sarnıçlar vehazneler sayesinde ayakta kalabiliyordu.Su Terazileri Ve MaksemlerTepelerden şehre akıtılan sular su terazileriyle düzenleniyordu.3 ila 10 metre yüksekliğindeki kesme taştan yapılmışbu kulelerin en önemli işlevi, suya yolda kaybettiğibasıncı tekrar kazandırarak yüksek mahallelere suyunulaşmasını sağlıyordu. Bu teraziler suyun kullanılmadığızamanlarda ise basıncın artarak künkleri patlatmasınıönlüyordu. Engebeli arazilerde ortalama 200 metredebir su kulesi inşa edildiği göz önüne alınırsa, şehir içindebirçok su terazisinin olduğu tahmin edilebilir, günümüzdeise sadece 30 kadarı ayakta kalabilmiştir. Bunlarındanbazıları Şehzadebaşı, Taksim, Eğrikapı, Sultanahmet, Leventve Üsküdar Nuhkuyusu’ndakilerdir.Eğrikapı’daki Savaklar Maksemi, Kırkçeşme İsale Hattı’nınson noktasıdır. Mimarı kesin olarak bilinmemekle birlikte,Sinan’a ait olduğu tahmin edilen bu yapı, üzeri piramitşeklinde taş kaplı bir kubbe ile örtülüdür.Bir başka su yapısı olan maksem ise, “Taksim edilen yer”anlamına gelir. Maksemler, suların semtlere göre dağıtıldığıbir depo işi görür. En ünlülerinden biri, Taksim semtineadını veren, meydanın hemen kenarındaki TaksimMaksemidir. 24 odalı bu yapı, depoladığı suyu Beyoğlu-Galata, Tophane-Fındıklı ve Kasımpaşa olmak üzere üçsemte dağıtmaktaydı. Üzeri piramit biçiminde bir örtüylekaplı Taksim Maksemi’nin, girişinin iki yanında zarif birerkuş evi, hemen önünde ise çeşmesi vardır.ÇeşmelerBaşta sultanlar, saray mensupları, devlet adamları olmaküzere varlıklı kişiler, insanlara ve canlılara su temin etmeninçok büyük sevap olduğuna inandıkları için, vakıflar132


kurmuşlar ve bu doğrultuda suyolları ilesu yapıları inşa ettirmişlerdir. Suyuşehre taşıyan yapılardan başkadiğer su eserleri arasında çeşmeler,sebiller, şadırvanlarve hamamlar zikredilebilir.İstanbul çeşmeleri,şehrin dokusununen önemli parçalarınıve en zarif unsurlarınıoluşturur. Hangimahalleye, hangisokağa girilse, adımbaşı bir çeşme karşılarinsanı. 1942 yılındaİstanbul’a gelen Almanmimar Schütte, gözlemlerinişöyle anlatır: “Çeşmeler,İstanbul sokaklarının örgüsü içine,bayramlık elbise gibi serpilmişlerdir.İnsan, şehirde dolaştığı zaman, gözleri,bu küçük ve kısmen büyücek yapılara, daimataze bir hızla dalar gider. Küçük olsunlar, büyük olsunlar,hepsinin de sevgiyle yapıldıkları göze çarpar.”Tarihi kaynaklar, IV. Murat dönemi İstanbul’unda on bindenfazla çeşme bulunduğunu yazar. Ancak bunlardangünümüze sadece 1500 kadarı ayakta kalabilmiştir. Yanion çeşmeden dokuzu, bugün yıkılmış ve kaybolmuştur.Acıçeşme, Söğütlüçeşme, Çoban Çeşmesi, Kazlıçeşmegibi semtlere adını veren yüzlerce çeşmeden birçoğu bugünyerinde değildir.İstanbul’un çeşme mimarisi, yüzyıllar içinde biçim, üslupve malzeme açısından farklılıklar gösterir. 15 ile 17.yüzyıllar arasındaki çeşmeler klasik kemer içinde sade birayna taşı, kitabe ve tekneden oluşur. 18. yüzyıldan itibarenbu form, yerini dekoratif kemerler ve barok üslubauygun istiridye kabuğu motifli kemer içlerine bırakır. Sebilve çeşmelerin birlikte yer aldığı yapılar ve anıtsal meydançeşmeleri de görülmeye başlanır. Çeşmeler, büyüklükleri,formları ve mimari tarzları açısından farklılık arz etselerde, çeşmeyi oluşturan unsurlar hemen hemen aynıdır.Bir çeşmede, suyun depo edildiği alana hazne, suyun aktığıkısma ise lüle adı verilir. Bazı çeşmelerde lüle yerine,her biri ayrı birer ustalığı ve estetik zevki yansıtan muslukyer alır. Musluğun yerleştirildiği yekpare taş ya da mermerparçasına ayna taşı denir. Ayna taşının üst kısımlarına,üzerinde çeşmeyi yaptıran hayırseverin adının, yapılıştarihinin ve diğer bilgilerin yer aldığı kitabe yerleştirilir.Kitabelerin bir kısmı düz metin şeklinde, önemli bir kısmıise devrinin önemli divan şairleri tarafından aruz vezniyleşiir formunda yazılmıştır. Bu metinler, edebiyat tarihiaçısından büyük önem taşırken, kitabelerde anlatılanolaylar, kişiler ve kronolojiler de tarih biliminin önemli yankaynakları arasındadır. Kitabe kısımları özellikle Kur’an-ıKerim’den, su ile ilgili ayetlerle süslenir. Bu ayetlerin ençok tercih edilenleri Enbiya suresindeki “Biz her şeyi sudanyarattık” ile İnsan suresinde yeralan “Rableri onlara tertemiz biriçecek sunmaktadır.” ayetleridir.İnce bir zevkin ürünü olançeşmelerin, devrinin büyükhattatları tarafından ustalıklayazılmış kitabeleri,hat sanatı açısından dabüyük önem taşır.Çeşmeler bulunduklarıyer ve konuma göre,duvar, köşe, sütun,meydan ve namazgâhçeşmeleri olarak sınıflandırılır.Bir yapının yada sokağın köşesinde yeralan, tek, iki ya da üç cepheliçeşmeler köşe çeşmesi, biryapının duvarı üzerine ya da içinegömülmüş olarak yapılan çeşmelerise duvar ya da cephe çeşmesi olarakadlandırılır. 15 ila 20. yüzyıl arasında farklı üsluplardayapılmış çok sayıda örneği bulunan bu çeşmelerin,ne yazık ki büyük bir kısmı beton binalarının ya da yeniaçılan yolların kurbanı olmuştur. Farklı mimarî formlarda,sütun biçiminde yapılan çeşmeler, sütun çeşmeleri olarakisimlendirilir.Namazgâh çeşmeleri ise; konaklama noktalarına yapılan,açık hava mescidi niteliğindeki namazgâhların abdestalma yerleridir. Bir kısmında çeşme, namazgâhın bitişiğineyerleştirilmişken, bazılarında da çeşme haznesinin üst kısmınamazgâh olarak tasarlanmıştır. Namazgâh çeşmelerininen güzel örneklerinden biri, Kadırga’daki Esma SultanNamazgâh Çeşmesi’dir. III. Ahmed’in kızı Esma Sultantarafından 1781 tarihinde yaptırılmıştır. Barok tarzı bezemelerlesüslenen çeşmenin doğu ve batı cephelerinde12’şer mısralık kitabesi bulunur. Kuzey cephesindeki merdivenlenamazgâh bölümüne çıkılır.Bağımsız birer anıtsal yapı olarak, önemli meydanlara yapılan,su köşkü niteliğindeki çeşmelere meydan çeşmeleridenir. İstanbul’un önemli meydanlarında, insanı bir andaçarpan, görenleri büyüleyen, birbirinden muhteşem meydançeşmeleri yer alır.Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun kapısı önünde bulunan III.Ahmed Çeşmesi, İstanbul meydan çeşmelerinin en zariflerindendir.Barok üsluba geçişi simgeleyen bu eseri, SultanIII. Ahmed, 1728’de Mimar Mehmed Ağa’ya yaptırır.Dört yüzlü yapının her yüzünde birer çeşme ve dört köşesindeyarım daire biçiminde çıkıntı oluşturan sebiller vardır.Zengin ve renkli bezemeleri, taş ve bronz işçiliği vegeniş saçaklarıyla Lale Devri’nin en karakteristik anıtlarındanbiridir. III. Ahmed çeşmesini çepeçevre saran SeyyidVehbi’nin kasidesi, hem hat sanatı, hem de divan edebiyatıaçısından önem taşır. Kitabenin tarih mısraını III. Ahmedkendisi söylemiştir: “Aç besmeleyle, iç suyu, HanAhmed’e eyle duâ”133


Üsküdar İskele Meydanı’nda bir başka III. Ahmed Çeşmesidaha vardır. Çeşme ve sebil yapımına büyük özen gösterenSultan III. Ahmed, bu çeşmeyi, 1728 yılında, annesiEmetullah Gülnuş Valide Sultan adına yaptırır. Çeşme,ahşap çatılı ve dört yüzlüdür. Cephe ortalarındakiana çeşmeler kaplara su doldurmak için, yanlardaki küçükçeşmeler ise su içilmesi için kullanılır. Hiçbir boşluk bırakmaksızınçeşmenin tüm yüzeyini kapsayan bezemeler,gerek taş işçiliği, gerekse hat ve şiir sanatları açısından birerşaheserdir.Azapkapı’da, Sokullu Mehmed Paşa Camii arkasındakiçeşme, yine bir kadına adanmıştır. Sultan I. Mahmudtarafından annesi adına yaptırılan Saliha Sultan Çeşmesibeş köşelidir, çeşme ve sebil bir bütün olarak tasarlanmıştır.Önde, tam ortada, yarım yuvarlak bir sebil ve sebiliniki yanına yerleştirilen birer çeşme yer alır.Tophane Meydanı’nda yer alan 1. Mahmut Çeşmesi bulunduğusemte apayrı bir güzellik katar. Günümüzde TophaneÇeşmesi olarak bilinen bu yapı, dört cephelidir. Tümcephelerin yüzeyleri, taş işçiliğinin zarif bezemeleriyle boşlukbırakmamacasına süslenmiştir. Gövdeyi çepeçevre saran48 mısralık yazı kuşağı yapıya ayrı bir özellik kazandırır.Barok özellikli dalgalı saçağı iri, bitkisel kabartmalarlabezelidir.İshak Ağa Çeşmesi, boğazı bir diğer ucunda, Beykoz meydanındadır.1746 yılında, Gümrük Emini İshak Ağa tarafındanyaptırılan çeşme, dört cepheli, tek yüzlü olarak tasarlanmıştır.Ön cepheye yerleştirilen, 8 sütunlu revak, çeşmeyeadeta mâbed havası verir. İshak Ağa çeşmesi OnÇeşmeler adıyla da bilinir; ama çeşmelerinden akan membasuyu yakın zamanda kesildiği için artık yalnız ve mahzundur.İki yıl öncesine kadar on musluğundan da olukoluk memba suyu akan bu çeşme, tarihe duyarsız yerel yönetimlerinson kurbanlarındandır.İstanbul’un sıra dışı meydan çeşmelerinden biri,Sultanahmet’teki Alman Çeşmesi’dir. Alman imparatoruII. Wilhelm bu çeşmeyi, Sultan II. Abdülhamid’i ziyaretindekelimenin tam anlamıyla “yanında getirmiştir”.Almanya’da yaptırılıp parçaları İstanbul’da birleştirilençeşme, günümüzde de Türk-Alman dostluğununsimgesidir. Çeşmenin kitabesi hem Almancahem de Türkçedir. Yedi cephesinde birer çeşmebulunur ve günümüzde de özelgünlerde bu çeşmelerden halkaşerbet ikram edilir.Bunlardan başka,İstanbul’da daha onlarcameydan çeşmesiyer alır. Günümüze ulaşançeşmelerin çok büyük çoğunluğususuzdur. Restore edilenlerin dışındaki çeşmelerise zaman içerisinde tahrip olmuş, bir kısmıda yol seviyelerinin hayli altında kalmıştır.Çeşmelerin bu hazin durumu birçok şairi etkilemiştir.Çağımızın yaşayan Yunus’u Sezai Karakoç,çeşmelerin yalnızlığına, hüznüne mısralarıylaeşlik eder;“Ya ben gidip bir çeşmeye kapansamYa çeşme bana açılsaYa çeşme gelip bende kapansaYa birlikte bir ağıt olsakKurumuş bir ağıtKurumuş bir kan gibiİnsana ve kenteKadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındakiBuruşturulmuş bir kâğıt gibiÇürümüş sebzelerle yemişlerleÖdüllendirilmiş134


Ruhumun öz penceresiÜstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığıYavru kedilerin köpeklerin annesiKimsenin farkına varmadığı ulu çeşmeLayık değiliz biz senden af dilemeye bile.”SebillerSebiller, gelip geçenlere ücretsiz su, şerbet ya da meyveşırası dağıtmak amacıyla inşa edilmişlerdir. Büyük külliyelerin,abidevi eserlerin ana giriş kapıları ya da önemli birsokağa bakan köşe başlarına yerleştirilen sebiller, şehrinestetiğine de katkıda bulunur. Hemen her külliyenin vebüyük yapının bünyesinde bir sebil vardır.Bağımsız sebil-çeşme kompozisyonunun İstanbul’dakibilinen ilk örneği Eminönü’nde, Yeni Camii Külliyesi ilebirlikte inşa ettirilen Hatice Turhan Valide Sultan Sebili’dir.Gülnuş Emetullah Valide Sultan Sebili ise, Üsküdar’da,aynı isimli külliyenin caddeye bakan cephesinde bulunur.İstanbul’un en güzel ve en büyük sebillerinden biridir.Mihrişah Valide Sultan İmareti Sebili, Eyüp’te, cülus yoluolarak bilinen otantik sokakla nefis bir uyum sergiler.Barok-rokoko tarzında, yarım daire planlı ve kubbe örtülüolarak, dalgalı bir forma sahiptir. İki yanına birer ikizçeşme yer alır. Bunların dışında adını sayamadığımız birçoksebil amacına uygun kullanılmasa da İstanbul’u süslemeyedevam ediyor.ŞadırvanlarBüyük camilerin avlularında yer alan şadırvanlar, su vemâbed ilişkisini yansıtır. Ait oldukları yapı ile bütünlük arzeden şadırvanlar, bedensel ve ruhsal temizlik üzerine kuruluİslam ibadet düzeninin camilerdeki giriş kapısıdır. Şadırvanlar;aynı zamanda, bulundukları alanı, bir dinlenme,nefes alma ve buluşma yeri haline getirirler.Bir kısım şadırvanlar,dış avluya, mâbed duvarına sıra halinde yerleştirilmiştir.Çoğunluğu iç avluya yerleştirilen şadırvanlar, hemavluyu tamamlar, hem de avluyu kubbe ile bütünleştirir.Tarihi İstanbul camilerinin hemen hepsinin avlusunda birbirindengüzel şadırvanlar bulunur. Sultanahmet Camii Şadırvanı,kubbeyle bütünleşen harikulade bir yapıdadır. KadırgaSokullu Camii’nin şadırvanı avluya açılan merdivenleriniçıkarken, yavaş yavaş beliren bir görsel şölene dönüşür.Üsküdar Atik Valide Camii’nin şadırvanı, Büyük TürkŞairi Yahya Kemal’in şiirine konu olacak kadar zariftir.Karşı konulmaz, güçlü ve etkili iki cazibe: Biri İstanbul, diğerisu... Su, İstanbul’a hayat verir, İstanbul ise suyla güzelleşir.İhtişamlı kemerleri, tılsımlı sarnıçları, musluklarındanâb-ı hayat akan çeşmeleri, uhrevi gözyaşları döken şadırvanlarıve koynunda sakladığı pek çok eseriyle İstanbul,bir “su güzeli”dir… Ve İstanbul’un suya dair daha anlatacakçok hikâyesi vardır.* İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr.Şükrü SİM’in yönetmenliğini yaptığı “Su Medeniyeti İstanbul” belgeseli, İstanbul Üniversitesitarafından film olarak hazırlanmıştır.135


Moda, Müzikve ÇağdaşSanatlarKütüphaneleriYazı ve Fotoğraflar: Hatice ÜRÜNKültür başkenti olan İstanbul’da özel ve tüzel kişilerebağlı, asırlık veya modern binalarda elyazması vematbu baskılar dışında görsel, işitsel ve çizgisel dokümanlarınbulunduğu, ayrıca teknolojinin ilerlemesiylekitabın kokusunun yerini e-kitap uygulamasınınaldığı kütüphaneler, araştırma, eğitim vb. maksatlarlaokurlara hizmet vermektedir.Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlı İmparatorluğudönemlerinde kurulanlarla birlikte kütüphaneler,Türkiye’de 900 yıllık bir geçmişe sahiptirler. İlk zamanlarda,medreseler, cami, külliye ve vakıf binalarındamüderrislerin, medrese talebelerinin ve yöre halkınınihtiyaç ve taleplerine yönelik hizmet vermiştir.Kültür başkenti olan İstanbul’da özel ve tüzel kişilerebağlı, asırlık veya modern binalarda elyazması ve matbubaskılar dışında görsel, işitsel ve çizgisel dokümanlarınbulunduğu, ayrıca teknolojinin ilerlemesiyle kitabınkokusunun yerini e-kitap uygulamasının aldığı kütüphaneler,araştırma, eğitim ve dinlenme maksadıylaokurlara hizmet vermektedir. Kütüphaneler dokümanşekline göre ihtisas veya halk kütüphaneleri olarak şekilalır.İstanbul Moda Akademisi KütüphanesiNişantaşı’ndaki Sadrazam Sait Paşa Konağı’nda, bireğitim kurumunun içinde olması sebebiyle kendi eğitimve müfredatını destekleyip, sektörün ihtiyacı olanmoda öngörüsü kitapların arşivlendiği, sektörden gelenaraştırmacıların tasarımla ilgili bütün kitapları bulabildiği,Türkiye’nin ilk ve tek moda kütüphanesi Haziran2008 tarihinde açılmıştır. Derlemede yer alan 5.500kitap, 200’e yakın DVD, moda ile ilgili 30 filmi içerenarşiv şu beş konu başlığında yer alır: Moda Tasarımı,Moda Teknolojisi, Moda Yönetimi ve Pazarlaması,Moda Perakendeciliği, Moda Fotoğrafçılığı ve Medya.Satın alma yoluyla temin edilip, bir moda kütüphanesindeolması gereken temel kitapların tasnifi “Moda Tasarımı veTeknolojisi” adlı akademik programı ortak olarak yürüttükleriİngiltere’deki “London College of Fashion” okulkütüphanesiyle aynıdır. İstanbul Moda Akademisi’ndeyönetim bazındaki çalışanların kullanıcı adı ve şifreleri ileLondon College of Fashion’ın akademik veri tabanına erişimlerimümkündür. Bu hizmete, kurum dışındaki akademikaraştırmacıların, konusuna göre ihtiyaç duyarlarsaerişim imkânı sağlanmaktadır. Modanın felsefesi ve136


İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi (İSAM)kuramsallığı, moda tarihi ve Türk moda tasarımcılarınınkariyer yaşamlarının sıklıkla doktora ve mastır öğrencileritarafından araştırıldığı kütüphane, Pazar ve resmi tatilgünler dışında Pazartesi- Perşembe günleri saat 09.00-20.00, Cuma günü saat 09.00-17.30, Cumartesi günüise 10.00-16.00 saatleri arasında halka açıktır.Yıllık 750-1.000 kitap girişi olan kütüphanenin 15 trendkitabın yıllık, 59 adet periyodik dergi aboneliği vardır. Kütüphanedemoda öngörüsü sağlayan, bazılarının içindekumaş, düğme aksesuar örneklerinin bulunduğu 1,5 yılsonrasının modasını önceden belirleyen önemli kitaplarşöyledir: Nelly Rodi (Kadın Hazır Giyimi ve Kadın Casual,Erkek, Ev Dekor, Renkler, Desen, Materyal, İç giyim),A+A ( Kadın Hazır Giyim, Renkler, Materyal) Fashion Box(Örgü), Bloc Notes (Genç Giyim) İ.D.Bags, İ.D. Shoes,Kidz Trend (Çocuk Giyimi). Kütüphanede yer alan diğerperiyodik dergilerden bazılarının isimleri: An Other, Dazedand Counfused, Collezioni (Donna, Haute Couture,Sporty &Street, Accesory), Fashion Trend (Forecast, Style,137


İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi (İSAM)Casuel), Gap Collection (Houte Couture), Close Up (Shoes),İ.D, Wiewpoint, View, Zoom on Trends, Vogue (UK,USA, ITALY, TR), Maria Claire (TR, UK).İstanbul Moda Akademisi’nin kütüphanesinin veri tabanıStylesight‘ı kullanmaktadır. Bu sayede Büyükşehirlerdekimoda öngörülerini, sezonun aksesuarlarını, defilelerinigünbegün takibi ve teknik çizimlerini takip edebilmektedir.Borusan Müzik KütüphanesiBeyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde Borusan Kültür Sanat’ın1997 tarihinde açılmasından sonra, Türkiye’de eksikliğiduyulan bir ihtiyacı karşılamak üzere, notalara ve müziğedair her şeye meraklılarının kolay ulaşabilmesi, kültürelmirasın korunup genç Türk sanatçılarına destek olunmasıamacıyla kurulmuş ilk müzik kütüphanesidir. Kütüphaneninderlemesi 8.500 kitap, 10.500 CD, 7.000 nota,3.000 LP, 150 VHS, 100 DVD'den oluşmaktadır. Türkçebasılan müzik kitapları başta olmak üzere, İngilizce, Almanca,Fransızca ve İtalyanca kitaplar vardır.Borusan Müzik Kütüphanesi’ndeki ana malzeme notalardır,bu notalar arasında Senfoni Orkestra notaları, Quartetve Oda orkestra notaları, Türk Musikisi ve Türk HalkMüziği'nin çeşitli dallarına ait notaların yanı sıra çok seslibatı müziği notaları mevcuttur. Çağdaş Türk BestecileriArşivi kurulan kütüphanede bestekârların el yazmalarıve dijital formda kayıtları araştırmacıların hizmetine açıktır.Türk musiki arşivinde Müntehabat nota serisi, Şamlıİskender, Arşak, Zaduryan, Şamlı Selim, Dar-ü Talim-iMusiki (Türkiye’deki ilk konservatuarın neşriyatı), Dar-ülElhan Muallim İsmail Hakkı Bey’in hazırladığı “Musikininsırlarının mahseni “Gıda-yı Ruh” serisi, Ali Rıza Bey MusikaMağazası Neşriyatı (Hakkâk Ütücüyan Matbaası), ZeynelAbidin Neşriyatı, Nuhbe-i Elhan serisi (sevilen melodiler),Rauf Yekta Bey’in Esatiz-i Elhan, (seslerin mitolojisi),“Hamparsum” notaları bulunmaktadır. Bizans müzikarşivi genişletilen kütüphanede Rönesans ve Klasik Dönemopera müziklerinin yanı sıra çağdaş ve Klasik Dönemmüzikleri ve çağdaş besteci eserlerinin alımına dikkatedilmiştir.Yüksek lisans, doktora çalışmaları yapan araştırmacılarınınkaynak ihtiyaçları göz önünde bulundurularak konservatuarve diğer müzik okullarının öğretim üyelerindengereksinimleri öğrenilip bu doğrultu etrafında kitap alımıyapılmaktadır. Kitapların tasnifi dünya standartlarındaAmerikan Kongre Kütüphanesi'nin sistemine göre yapılmıştır.Böylelikle Borusan Müzik Kütüphanesi’ndeki kitaplardanaraştırma yapan ziyaretçiler, başka ülke kütüphanelerindeo kitabı aynı katalog numarasından bulabilir.Böylece uzun zaman alan katalog taraması yapılmasınagerek kalmayacaktır. Kütüphanede araştırma yapanyabancı uyruklu araştırmacıların incelediği konuların başındaTürk bestecileri ve Türk etnik müzikleri gelmektedir.Kütüphaneye satın alınan kitapların yanı sıra önemli bağışkoleksiyonları gelmektedir. Bunlar arasında kendi CDderlemesini titizlikle oluşturan avukat Kemal Türel Bey’inarşivi vardır. Vefat etmeden önce “arşivimi emin ellerebağışlayın“ vasiyetine uygun olarak avukatı tarafındanBorusan Müzik Kütüphanesi'ne getirilmiştir. Bu arşivdeBeethoven senfonilerinin farklı orkestra şefleri ile 15 kaydı,keman virtiözlerinin 5-6 farklı kayıtları vardır. Diğerönemli bağışlardan birisi de beyin cerrahı ve besteci Bü-138


lent Tarcan Bey’in vefatından sonra eşi, sanatçının yapıtlarınıve ender bulunan çağdaş müzik notalarından oluşankoleksiyonu kütüphane arşivine armağan etmiştir.Borusan Kültür Sanat Kütüphanesi’nin önemli bir misyonuda Salzburg’da 1922 yılında kurulan Uluslararası ÇağdaşMüzik Birliği’nde I.S.C.M (International Society forContemporary Music) 2005 tarihinden itibaren tek üyeolarak Türkiye’yi temsil etmesidir. Her yıl “World MusicDays Festival” (Çağdaş Müzik Festivali) adı altında tertipedilen 50’den fazla üye ülkenin katıldığı bu etkinliğe,belirlenen kriterlere uygun 6 besteci katılıyor. BorusanKültür Sanat’ın belirtilen şartları ilan etmesiyle İlhanUsmanbaş’ın başkanlığında jüri, müracaatlar neticesindeI.S.C.M’nin kriterine uygun 6 besteciyi festivale gönderiyor.Bu festivalde bugüne kadar ülkemiz adına 9 Türkbestecinin yapıtı ses bulmuştur. Bu sayede günümüz çağdaşmüziği tanıtılmış ve Türk bestecilerine olan ilginin artmasısağlanmıştır.Konservatuar ve müzik okulu öğrencileri, akademisyen,müzisyen, müzikolog, sosyolog, psikolog ve müzikmeraklılarının pazar ve resmi tatiller dışında Pazartesi-Cumartesi günleri 10.00-18.00 saatleri arasında tümhalkın hizmetine açıktır.Akbank Sanat KütüphanesiTaksim, İstiklal Caddesi üzerindeki Akbank Sanat'ın içindeyer alan kütüphane, çağdaş sanat alanında araştırmayapan kişilere kaynak eser sağlamak amacıyla kurulmuştur.Yerli ve yabancı ziyaretçilerin sıklıkla geldiğikütüphane Salı-Cumartesi günleri, 14.00-19.00 saatleriarasında herkesin kullanımına açıktır. Akbank SanatKütüphanesi'nde referans niteliğinde yaklaşık 2.500adet kitap ve dergi yer almaktadır. Kütüphanede AkbankYayınları başta olmak üzere, sanat tarihi, sinema,tiyatro, resim, fotoğraf, mimari, müzik, psikanaliz, sosyoloji,felsefe alanlarındaki kaynak kitapların yanı sıra;Türkiyemiz Dergisi, Jazz, Jazztimes, Downbeat, Jazziz,Gramophone dergilerinin sayıları da yer almaktadır. Kütüphaneile aynı mekânda bulunan "Müzik DinlemeOdası"nda ağırlıklı olarak klasik müzik ve caz albümlerindenoluşan yaklaşık 2.000 CD'lik arşiv müzikseverlerinhizmetine açıktır.Bilim ve Sanat Vakfı KütüphanesiFatih İlçesi Vefa Semti'nde Atıf Efendi Kütüphanesi’ninparalelinde sosyal bilimler dalında her konunun incelendiği1.041 civarında yazma ve matbu Osmanlıcaeserin yer aldığı kütüphane, 1986 yılında Bilim ve SanatVakfı’nın kurulmasından beri hizmet vermektedir.70.000 kitaptan oluşan koleksiyonun yaklaşık dörttebirlik kısmı İngilizce ağırlıklı olmak üzere yabancı dildeeserler teşkil etmektedir. Üniversitelerin eğitim dönemlerindearaştırmacıların yoğunluk gösterdiği ihtisas kütüphanesininziyaretçileri akademisyenler, lisans ve doktoraöğrencileri ve araştırmacılardan oluşmaktadır. Pazargünü hariç Pazartesi-Cumartesi 10.00-19.00 saatleriarasında açık olan kütüphanede önemli bağışlar veArslan Pulathaneli Kitaplığı, Halil İbrahim Şener Kitaplığı,Seyfettin Manisalıgil Kitaplığı, Mehmet Serhan TayşiKitaplığı, Ahmet Davutoğlu Kitaplığı ve Abdüsselam ErzenKitaplığı altı önemli koleksiyona ev sahipliği yapar.80 civarında yerli ve yabancı süreli yayının düzenli olaraktakip edildiği kütüphanede 1.053 dergi ve gazeteninkoleksiyonu yer alır.Bilim ve Sanat Vakfı Kütüphanesi (BSV)139


İstanbul Moda AkademisiKütüphanesiİstanbul Araştırmaları Enstitüsü KütüphanesiKütüphanenin Türk Sinema Araştırma Projesi kapsamındagörsel-işitsel derlemesi 3.934 adettir. Sinema kitap sayısı666 adet, 400’e yakın eski film lobisi, 3.000 kadarTürk sinemasıyla ilgili afiş ve 600 kadar DVD bulunan kütüphanedeSinema, Altyazı ve Yeni Film gibi sinema ileilgili süreli yayınlar da takip edilmektedir. Türk sinemasındaMuhsin Ertuğrul, Ömer Lütfi Akad, Metin Erksanya da Halit Refiğ’le ilgili yayınlanmış eserlerin, bu yönetmenlerinfilmlerinin afişlerin ve yayınlanan DVD’lerininharicinde daha az göz önünde olan isimlerin eserleri dekütüphane arşivinde yerini alır. Sinema kütüphanesininKüre Yayınları’yla yaptığı bir proje sayesinde çeşitli yazarve yönetmenlerle ilgili kitapların basımını kapsayan çalışmadailk olarak Giovanni Scognamillo ile ilgili kitap çıkarılacaktır.Böylece kütüphane kendi arşivini geliştirirkenayrıca sinemaya farklı bir bakış açısı sunacaktır.Caddebostan Kültür MerkeziButik Sanat KütüphanesiÇeşitli sanat dallarına ait kitap, dergi ve süreli yayın derlemesisebebiyle Türkiye’nin ilk butik sanat kütüphanesiolması özelliğini taşıyan kütüphane, 12 Aralık 2007 tarihindeCaddebostan Kültür Merkezi içinde açılmıştır. Fotoğraf,resim, heykel, mimari, müzik, sanat ve sanat tarihi,geleneksel Türk sanatları dallarının yanı sıra edebiyat,antika ve hobi başlıkları altında 2.500 kitap ve 20'yeyakın süreli yayın mevcuttur. Herkese açık olan kütüphanePazartesi ve resmi günlerde kapalı Salı-Cumartesi10.00-18.00, Pazar günü ise 12.00-18:00 saatleri arasındaokuyuculara açıktır. Bağışların kabul edildiği kütüphanedeayrıca gazeteci-yazar Şakir Süter’e ait bir koleksiyonvardır.İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesiİstanbul'la ilgili herhangi bir konuda çalışma yapmak isteyenaraştırmacıların basılı ve elektronik bilimsel kaynakihtiyacını karşılamak amacıyla Mimar GuglielmoSemprini'nin 19. yüzyıl sonlarında Tepebaşı'nda inşaettiği, Suna ve İnan KIRAÇ Vakfı'nın Pera Müzesi'ylebaşlattığı geniş kapsamlı kültür-sanat projesi kapsamındayer alan kütüphane 1 Mart 2007 tarihinde hizmeteaçılmıştır.Roma, Bizans ve Osmanlı uygarlıklarına damgasını vuranimparatorluklar başkenti İstanbul, asırlar içinde biçimlenen"büyük kent" kimliğinin ve çevresindeki farklı kültürcoğrafyalarının keşfi için atılacak adımların en uygunhareket noktasıdır. Merkezden çevreye doğru genişleyenuygarlık izlerini takip ederek Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyetdönemlerini kapsayan bir süreçte kentin tarihini,kültürel yapısını ve insan profilini araştırmayı, bu amaçlaprojeler geliştirip desteklemeyi, ulusal ve uluslararasıtoplantılar, etkinlikler düzenleyerek elde ettiği sonuçlarıilgili kurumlarla paylaşmayı ve yayın yoluyla kamuoyunaulaştırmayı ana hedefleri olarak belirlemiştir. Kütüphanekendi içinde farklı kitaplıklara bölünmüştür: Birincikat Atatürk ve Cumhuriyet Araştırmaları Bölümü, İstanbulKitaplığı, Referans Kitaplığı, ikinci kat Osmanlı AraştırmalarıBölümü, Şevket Rado Kitaplığı, üçüncü kat BizansAraştırmaları Bölümü, Semavi Eyice Kitaplığı'dır.Türkiye’de Bizans araştırmalarının öncüsü kabul edilen veİstanbul Üniversitesi’nde Bizans Sanatı Anabilim Dalı’nıkuran, aynı zamanda Osmanlı mimarisi ve sanatı üstünede sayısız yayını bulunan Prof. Dr. Semavi Eyice’ye ait nadirbaskı eserlerle yaklaşık 18.000 kitap, süreli yayın, ayrıbasımve çok sayıda arşiv malzemesi araştırmacıların hizmetinesunuluyor. Semavi Eyice Kitaplığı’nda Bizans tarihive sanatıyla ilgili kitapların yanı sıra, bu çok yönlü bilimadamının değişik ilgi alanlarını yansıtan İslam, Türk,Osmanlı Tarihi, Sanatı ve Edebiyatı konulu kitaplar, çeşitlidönemleri inceleyen Arkeoloji-Sanat yayınları ve seyahatnameleryer alıyor.Şevket Rado koleksiyonuna ait bine yakın elyazmasındanoluşan zengin bir koleksiyon bulunuyor. Şevket Radoyazmaları, araştırmacılara daha kolay bir erişim sağlamakve eserlerin yıpranmasını önlemek amacıyla dijital ortamaaktarılmış.Kütüphane derlemesinde 30.000'in üzerinde kitap,15.000'in üzerinde dergi, 6.000 ayrıbasım, 100'e yakınDVD ve VCD, yaklaşık 17.000 arşiv malzemesi (fotoğraf,gazete kupürü, müzik notası) mevcut. Arşivde ayrıcayaklaşık 5.000 fotoğraftan oluşan "Atatürk ve Cum-140


Akbank Sanat KütüphanesiBorusan Müzik Kütüphanesihuriyet Fotoğrafları Koleksiyonu" ve "Eski İstanbul FotoğraflarıKoleksiyonu"nun yanı sıra, çeşitli gravür ve haritalar;130 pafta Jacques Pervititch Sigorta Haritası, 31pafta Suat Nirven Sigorta Haritası, Cüneyt Orhon imzalı1.083 adet Müzik Notası ve İstanbul'un tarihi ve mimarisineilişkin yaklaşık 10.000 gazete kupürü yer alır. Kütüphaneenvanterine kayıtlı 2000'in üzerinde el yazması venadir baskı eserin yanı sora 17 basılı dergi, JStor veritabanıaracılığıyla araştırmacıların hizmetine sunulan 600'eyakın elektronik dergi aboneliği de mevcuttur.Yabancı uyruklu araştırmacıların sıkça geldiği kütüphanede,araştırma konuları daha ziyade Bizans ve Osmanlıdönemlerine ilişkin kaynaklar ve İstanbul görselleridir.Üniversite öğrencileri, akademisyenler ve araştırmacıyazarlardan oluşan ziyaretçiler araştırmalarını Pazartesi-Cuma: 10.00-17.30, Cumartesi: 10.30-17.00 saatleriarasında yapabilmektedir.İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi(İSAM)Üsküdar Bağlarbaşı’nda Türkiye Diyanet Vakfı İslâm AraştırmalarıMerkezi, İslâmî ilimler alanında araştırma yapanaraştırmacıların yetişmesine katkıda bulunmak, araştırmaprojelerini desteklemek, kütüphane ve dokümantasyonimkânları sağlamak amacıyla 1988 yılında kurulmuştur.Kütüphane ayrıca T.D.V. İslâm Ansiklopedisi başta olmaküzere akademik yayınlar yapmak, ilmi dergiler çıkartmakve bilimsel toplantıları düzenlemektedir.Sosyal Bilimler sahasında bir ihtisas kütüphanesi olanİSAM Kütüphanesinin ziyaretçileri yüksek lisans ve doktoraöğrencileri, öğretim üyeleri ve öğretim görevlileri,kütüphaneye üye araştırmacılar haftanın yedi günü09.00-23.00 saatleri arasında kütüphaneden istifadeedebilmektedir. Kütüphane derlemesinde 216.000 ciltkitap, 844 adet süreli yayın, 3.185 çeşit yerli yabancı derginin130.000 sayısı, 5.876 ayrı basım, 17.500 doküman,20.324 mikrofilm, 411 mikrofilm ve mikrofiş, 835CD, 6.000 kader tez yer alır.Bünyesinde oluşturulan dokümantasyon servisi, kütüphaneninen önemli hizmetleri arasında yer alır. Bu servisteansiklopedi maddeleriyle bağlantılı 17.500 dokümandosyası bulunmaktadır. Bunlar T.D.V. İslâm Ansiklopedisimaddeleriyle ilgili 106.440 kadar kitap ve 2.034 kadardeğişik derginin ortalama 56.904 sayısının dokümanteraçıdan taranmasıyla hazırlanmıştır.Kütüphanenin araştırmacılara sunduğu diğer önemlihizmet ise Osmanlı Mahkeme Sicilleri koleksiyonudur.Bu koleksiyonda İstanbul Müftülüğü’nde bulunan yirmiyedi mahkemenin kadı sicilleri (9,895 defter), Rumeli veAnadolu Kazaskerliği’nin Ruznamçereleri (377 defter),Nakibu’l Eşraf (33 defter) ve Kadı Mühürleri (13 defter)mikrofilmleri ve Milli Kütüphane'de mikrofilmi bulunanŞer’iyye Sicillerinden (8.860 defter) başka Rumeli’dekieyaletlere ait kadı sicilleri ve arşivleri vardır.Arşiv biriminde tarih, edebiyat, dini ilimler sahasında mühimşahsiyetlere ait doküman ve arşiv malzemelerininüzerinde tasnif çalışmaları yapılmaktadır. Kütüphane ZiyadEbûzziya, Orhan Şaik Gökyay, Nejat Göyünç, HilmiOflaz, Nihat M. Çetin, Yavuz Argıt, Albert Hourani, JacquesWaardenburg, Kemal Beydilli, Kasım Küfrevi, NuhoğluAilesi, İlber Ortaylı, Fethi Gemuhluoğlu ve SuphiSaatçi’ ye ait özel koleksiyonları muhtevasında barındırır.Kütüphane koleksiyonunda yer alan kitaplar satın almave bağış olmak üzere iki yoldan temin edilmiş, ayrıca 120adet kurum, üniversite ve enstitü ile yayınlar mübadeleyapılarak kütüphane koleksiyonun zenginleşmesi sağlanmıştır.Kütüphanenin internet sitesinden arşiv koleksiyonu,Türkiye kütüphaneleri, ilahiyat makaleleri ve ilahiyatfakültelerinde devam eden tezlerin veritabanına ulaşmakmümkündür.Kütüphaneye sıklıkla yabancı araştırmacılar gelmekte,Osmanlı ve Türk Tarihi başta olmak üzere, dini ilimler vesosyal bilimler alanında araştırma yapmaktadırlar.141


Biz Türkülerden BilirizYemen'iYazı: İbrahim DIVARCI Fotoğraflar: Ahmet KUŞ - Feyzi ŞİMŞEK - Metin YÜKSEL“Havada bulut yok bu ne dumandır / Mahlede ölü yok bu ne figandır / Şu Yemen elleri ne deyamandır / Ah o Yemendir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir” diye başlar. Aslındabir Muş türküsüdür ama bizim Yemen maceramızı en iyi anlatan türküdür.Biz türkülerden biliriz Yemen’i.“Havada bulut yok bu ne dumandır /Mahlede ölü yok bu ne figandır / ŞuYemen elleri ne de yamandır / Ah oYemendir gülü çemendir / Giden gelmiyoracep nedendir” diye başlar. Aslındabir Muş türküsüdür ama bizimYemen maceramızı en iyi anlatan türküdür.Toplumsal hafızamızda en çokşehit verdiğimiz, en hüzünlütürkülere konu olmuş uzak bircoğrafyadır. Yemen’e doğruyola çıkarken aklımızın bir köşesindebunlar vardı. Yemen’egirişte başlayan ve yolculuğumuzsüresince karşılaşacağımızbirçok ilginç olay bize farklıbir ülkede olduğumuzu herdaim hissettirdi. İlk olay havaalanındapatlak verdi. Kameralarımızve fotoğraf makinelerimiz,daha önce bildirilmesineve izin alınmasına rağmen gümrükmemurları tarafından alıkonulmakistendi. Bu noktada büyükelçiliğimizhemen devreye girerek problemi çözdü.Bu arada saat gecenin üçü olmuştu.Havaalanından başşehir Sanaa’yadoğru giderken birkaç noktada çevirmeolduğunu fark ediyoruz. Araçlarımızdiplomatik plakalı olduğu için bizidurdurmuyorlar.Ertesi gün Yemen’e asıl geliş gayemizolan Taiz ve Zabit’e gitmek içinhazırlanıyoruz ama bunun ne yazıkki mümkün olmadığını öğreniyoruz.Zira Yemen’de yabancıların seyahatözgürlüğü yok.142


Önce Enformasyon Bakanlığı’ndan alınmış iznimizile İçişleri Bakanlığı’na müracaat etmemizgerektiğini öğreniyoruz. Ama günlerden perşembeolduğu için cumartesi gününe kadar beklememizgerekiyor.Programı değiştirerek önce Sanaa’yı gezmeye ve fotoğraflamayakarar veriyoruz. Yanımızda Yemen EnformasyonBakanlığı’ndan bir görevli ile Yemen’i eniyi özetleyen mekâna yöneliyoruz; Bab’ül Yemen’e.Bab’ül Yemen mahşeri bir kalabalıkla karşılıyor bizi.Bir zamanlar yedi kapısı varmış Sanaa’nın. Amagünümüze sadece ikisi ulaşmış: Bab’ül Yemen veBab’el Selam. Ramazan ayının yaklaştığı günlerdebiraz da bu sebebe bağlı olarak kalabalığın daha daarttığını söylüyor yetkililer. Ekip arkadaşları süreklifotoğraf çekiyor. Satıcılar fotoğraf çektirmekten rahatsızolmuyorlar. Hatta çocuklar “tasvira” diyerekkendilerini çekmemizi istiyorlar.Ara sokaklarda yürüyoruz. Nerdeyse her sokakta birOsmanlı hatırası var. Saat 14.30 civarında her yerintenhalaştığını fark ediyoruz. Sebebi ”gat” denilenbir bitki. Nüfusun önemli bir kısmı bu bitkiyi çiğniyor.Kafein veya amfetamin içeren bir bitki olan gatuyuşturucu-uyarıcı etkiye sahip. Her yerde bu bitkiyiçiğneyen insanlarla karşılaşıyoruz. Sokaklar tenhalaşıncasur dışındaki eski yapılara doğru yöneliyoruz.Bir müddet sonra ışık artık istenilen seviyedeolmadığından yemek için alternatifler araştırıyoruz.Taksi şoförlerinin bile “gat” çiğnediği dikkatimiziçekiyor.Cuma günü programa Sanaa’nın en büyük camisiylebaşlıyoruz. Yapımına 2001’de başlanan ve2008’de biten Ali Abdullah es Salih Camii ülkeyegelen herkesin ziyaret ettiği muhteşem bir yapı.Ama bizi nedense eski Sanaa daha çok cezp ettiğindenolsa gerek yeniden Bab’ül Yemen’e girmeyekarar veriyoruz. Eski şehir olarak da anılan suriçi 1986 yılında UNESCO tarafından koruma altınaalınmış. Yollar, kanalizasyon ve diğer hizmetler deo dönemde yapılmış. Biz Sanaa’nın eski kesiminintamamını görme arzusundayız. Özellikle Osmanlıeserlerini görmek istiyoruz. Enformasyon Bakanlığıgörevlisi her fotoğraf çektiğimizde “Osmanlı, Osamanlı”diye bizimle dalga geçiyor. Oysa biz sade-143


ce Osmanlı eserlerini değil ilginç gelen her şeyi çekiyoruz.Çarşıyı gezerken isminin Abbas olduğunu öğrendiğimizbir rehberle tanışıyoruz. Bize daha önce görmediğimizbazı Osmanlı hanlarını gösteriyor. Oldukça ilginçbulduğumuz bu yapıyı inceliyoruz. Çok katlı ve gelenekselmimari ile Osmanlı mimarisinin birleşimi bir yapı. Ekipcembiye (Yemen’e has bir hançer türü) almak için çarşıdadolaşmaya başlıyor. Birçok kişinin notlarında karşılaştığımızYemen’in meşhur balı bizim ağız tadımızdan geçernot alamıyor.Sanaa’da çok sayıda Osmanlı eseri var. Bunların en meşhurları;Bekiriye Camii, Kubbe Camii, Hasan Paşa Camii,Talha Camii, Özdemir Paşa Camii, Ulu Camii, 7.Ordu Karargâhı içindeki Kışla Camii, Bekiriye Türbesi,7. Ordu Karargâhı içerisindeki hamam, Sultan Hamamı,Hamam Şükür Sultan Sebili, çarşının farklı yerlerinde üçadet sebil, Askerî Kışla (7. Ordu Karargâhı), Kışla Köprüsü,Askerî Müze, Osmanlı Hastanesi, Sultan Hanı, NahhasHanı, Buğday Hanı, Baharat Hanı, Mizan Hanı, SerraciyeHanı, Yemen Eyaleti Meclis Binası, Kasru’s Silah, farklımahallelerde Türk Evleri, Yemen Kapısı (Bab’ül Yemen)ve Osmanlı Un Değirmeni.Cumartesi günü Sanaa’dan ayrılışımız öğlen saatlerinibuluyor. Yol üzerinde Osmanlı dönemi kalelerinden SinanPaşa Kalesi’ni görüyoruz. Yol bir müddet sonra yükselmeyebaşlıyor ve çetin bir coğrafya bizi bekliyor. Buaşamada ekibimize İbrahim el Kahtani de katılıyor. İbrahimSanaa Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüson sınıfta okuyor. Rehberimiz eşliğinde önce İbb şehrineoradan da Taizz’e ulaşıyoruz. 280 km olan bu yoluyaklaşık yedi saatte kat etiğimiz düşünüldüğünde ulaşımkonusunda herhalde zihninizde bir şeyler oluşmuştur.Bütün yol boyunca askerî kontrol noktaları var ve izinkâğıdınızı göstererek bu noktalardan geçebiliyorsunuz.İki günlük yolculuğumuz esnasında on yedi ayrı noktadaizin kâğıdı verdik.Taizz ve JanadTaizz bir dönem Yemen’in başşehirliğini de yapmış eskibir şehir. Gece ulaştığımız için şehri gezemiyoruz. Ertesigün asıl gitmek istediğimiz yer olan Canad (Janad) kasabasınaerkenden ulaşıyoruz. Sahabe Muaz bin Cebeltarafından yaptırılmış ve Yemen’deki en eski camilerdenbiri olan bu esere her dönemde insanlar hürmet etmişler.Camide on altı ayrı kitabe var. Büyük Selçuklu izleriniarıyoruz. İki kitabe ”es sultan” diye başlıyor. Yani klasikMelikşah dönemi kitabelerinde olduğu gibi. Onlarcafotoğrafını ve uzun bir kamera görüntüsünü alıyoruz caminin.Kasabalılar çok içten ve yardımsever insanlar. Caminingenel görüntüsü için bize evlerini açıyor, çatıya çıkmamızaizin veriyorlar.Taizz’de ilk iş olarak kaleye çıkıyoruz. Kale bir dönem Osmanlılartarafından da kullanılmış. Hummalı bir restorasyonçalışması var. Kale içindeki küçük müzede değişikdönemlere ait eserler sergileniyor.144


Kaleden sonra bilinen Osmanlı eserlerini ziyaret ediyoruz.Camilerden birisinde Pakistan’dan gelen bir tebliğ heyetiile karşılaşıyoruz. Bize karşı son derece samimi davranıyorlar.Taizz’de özellikle Taiz Kalesi ve Camii gibi yapılardikkat çekici.Ve ZabidTaizz’den Zabid’e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu kaçakgöçmenler ve çöl bize eşlik ediyor. İçinden geçtiğimiz kasabalardayol boyunca kurulan pazarlar sanki tarihî filmlerdenfırlamış gibi duruyor. Eskilerin deyimi ile bu pazarlarda“her şey bulunur derde devadan gayrı”. Öğlen saatlerindeZabid’e ulaşıyoruz. Zabid UNESCO tarafındankültürel miras olarak ilan edilmiş olmakla birlikte ne yazıkki herhangi bir çalışma yapılmamış. Öncelikle ZabitUlu Camii’ni buluyoruz. Sıcaklık olağanüstü artıyor. Özellikleçekim yaparken ter gözlerimizi yakacak düzeye geliyor.Yemen’de Büyük Selçuklu döneminde tamir görmüşikinci eser bu yapı. İçinde o dönemden kalma neler vardiye bakıyoruz. Bir çini pano ve Selçuklulara özgü SultanMahfili dikkatimizi çekiyor. Cami zaman içinde çok cidditamiratlar görmüş ve bu tamiratlarda ne yazık ki yapınınaslî unsurlarını yok etmiş. Selçukluların çok sık kullandığımihrap önü kubbe mimarisi bu camide dikkatimiziçekiyor.Zabid’e gelmişken Osmanlı eserlerini de görmek istiyoruz.Yerel rehber eşliğinde eski şehri dolaşmaya başlıyoruz.Türk evlerini gösteriyor bize rehberimiz; ardındanOsmanlılar zamanından kalma kaleye varıyoruz. Kaledeve çevresinde çok sayıda Osmanlı eseri var. Bunların başlıcalarınışöylece saymak mümkün; Zabid Kalesi, İskenderiyeCamii, Mustafa Paşa Külliyesi (cami, türbe ve sebil),hamam kalıntısı, Ulu Camii, Kemaliye Camii ve TürkEvleri.Zabid çıkışında Veysel Karani’ye ait olduğusöylenen bir türbeyi görmeye karar veriyoruz.Ulaştığımızda türbenin restore edildiğiniöğreniyoruz. Orada dua ederek dönüşiçin yola çıkıyoruz. Yolumuz yine çöldengeçiyor. İkindi vakti Al Hudaydah sapağınaulaşıyoruz. Şoförümüz ve EnformasyonBakanlığı görevlisi gece yolculuğunun tehlikeli olduğunusöylüyor. Elçiliği arıyor ve güvenlik problemi olmadığınıöğreniyoruz. Sanaa’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolbelli bir yerden sonra dağların arasında yükselmeye başlıyor.Bu arada müthiş bir yağmur başlıyor. Yol dere boyuncailerlediği için bir müddet sonra gelen seli görmemizmümkün oluyor. Dereden neredeyse orta büyüklüktekibir nehir kadar sel geliyor. Gece yarısı ancak Sanaa’yaulaşabiliyoruz.Sanaa’da Büyükelçi ile Bir GünSanaa’daki son günümüzde büyükelçiliğimizin çabalarıile el Ordugâh Kışlası’na giriş izni alıyoruz. Sultan II. Abdülhamitzamanında yaptırılmış ve halen kullanılan çokbüyük bir binalar topluluğu. İçinde zarif bir Osmanlı camiide bulunuyor. Daha sonra Sanaa büyükelçimiz MehmetDönmez’le buluşuyor ve daha önce görmediğimizbirçok Osmanlı eserini göreceğimiz bir tura başlıyoruz.Bab’ül Yemen’e gidiyoruz öncelikle. Çarşıda sokaktabirçok insan “sefir bey” diye sesleniyor. Öğreniyoruz kiMehmet Bey sürekli olarak bu semtlerde geziyor. Bazı satıcılargrubumuza ikramda bulunuyor. Büyükelçimiz vebaşkâtibimiz Suphi Atan yerel hakla oldukça iyi ilişkileriçindeler. Hatta bir noktada Yemen’e özgü bir pide ve içineyumurta ile patates konan bir yiyecekten Mehmet Beybize de ikram ediyor. Satıcı daha önceden bildiği için bizimpidelerimize biber atmıyor ve bu tercihi bize bırakıyor.Bab’ül Yemen’in her sokağında bir sürprizle karşılaşmakmümkün. Mesela susamdan yağ çıkaran ve bir dükkândagözleri kapalı dönüp duran develer var. Bunların en meşhuruise “Atiye” isimli deve. Eski şehirde birçok sokağıgeziyoruz. Eski sebiller, hamamlar ve hanlar görüyoruz.Bir Türk mahallesi olan Bir’ül Azap Mahallesi’ne ulaşıyoruz.Büyükelçi önde biz arkada bir eve giriyoruz. Ev sahibibizi çok sıcak karşılıyor. Mehmet Bey’in bu mahalleridaha önceden de gezdiğini ve bu eve daha önce demisafir olduğunu öğreniyoruz. Dosyasından çıkardığı fo-145


toğrafları ev sahibine veriyor. Aralarında geçen konuşmayıtercümanımıza soruyorum. Ev sahibinin memnuniyetinibelirttiğini, özellikle fotoğrafların yaptırıp büyükelçimizingetirmesini önemsediği söylüyor ve ilave ediyor.“Biz fotoğrafların geleceğini zaten biliyorduk, çünküMehmet Bey söz vermişti. O bir Türk, yani sözünü tutanadam” Bu hakikaten çok güzel bir hatıra oldu bizimiçin.Yemen NotlarıYemen’deki Türk mevcudiyeti öncelikle Büyük SelçukluDönemi'nde başlıyor. Melikşah Dönemi'nde Yemen’evali atandığını biliyoruz. Osmanlıların Yemen'deki varlığıiki ayrı dönem olarak ele alınabilir. İlk dönem 1517–1636 tarihlerini, ikinci dönem ise 18. Yüzyılın ortalarından1918 yılına kadar olan süreyi kapsamaktadır.Tarihimiz boyunca en çok şehit verdiğimiz coğrafyalardanbiri Yemen’dir. Yaklaşık 300.000 vatan evladı bucoğrafyadan geri dönememiştir. 1911 yılından sonraİmam Yahya Osmanlı ile anlaşmış ve Mondros Antlaşmasınarağmen Osmanlı idaresinden ayrılmayı reddetmiştir.Yemen’i Birleşmiş Milletlere üye yapan kişi sonOsmanlı paşalarından biri olan Ragıp Paşa’dır.Osmanlı'nın ayrıldığı ülkeler içinde Türkiye’nin en sondöndüğü yerlerden biri Yemen’dir. 1918 yılında ayrılmışve 1988 ‘de yeniden büyükelçilik açmışız. Yemen sonderece karışık bir idari ve siyasi yapıya sahip. Aşiretlerson derece etkin. Sanaa’nın en merkezî yerinde inşasıbitmek üzere olan bir şehitlik var ve CumhurbaşkanımızınYemen’e gelip açmasını bekliyor. (Bizim ziyaretimizdenkısa zaman sonra Ocak 2011’de bu şehitlik açıldı.)146


Görünmez MüzisyenlerKorosuYazı: Mutia SOYLU“Leonardo: Evrensel Deha”, “Minyatür Odalar” gibi ses getirenbirçok sergiye ev sahipliği yapan Rahmi Koç Müzesi, görülmeyedeğer bir sergiyi daha konuk etti; “Görünmez Müzisyenler” sergisi…Belçikalı bir vakfın “mekanik müzik bilincinde bir yolculuk”ana fikriyle bir araya getirdiği laterna, org gibi birçok farklımüzik kutusu ile mekanik müzik aletlerinden oluşan 80 parçaobje gerçekten görülmeye değer.Paris’te bir sokak laternacısı… Laternasıyla müzik çalarakkazanıyordu hayatını, ta ki laternası bozulana dek.Kirli, sökük kıyafetlerine bakılırsa evsiz olan bu sokaklaternacısı, cebindeki son parasıyla bir şişe Fransız şarabıalmış. İçkisinden aldığı her yudumun etkisiyle rüyaâlemine biraz daha yaklaşmış, giderek kayboluyor oâlemin içinde. Birdenbire laternasından hoş bir müzikyükselmeye başlayınca, laternacı ağaya kalkıyor, bellibelirsiz hareketlerle adeta dans ediyor. Bu sırada kaldırımdakiürkek ama meraklı küçük bir fare, olup biteniizlemek için deliğinden dışarı çıkıyor, sonra yeniden yuvasınakaçıyor.Bahsettiğimiz bu sokak laternacısı, izlediğimiz bir filminkahramanı, yaşadıkları da filmden bir sahne falan değil.Rahmi Koç Müzesi’ndeki “Görünmez Müzisyenler”(Invisible Musicians) sergisindeki objelerden sadece biri.Belçika’da yapılmış olan ancak hikâyesi Fransa’da geçenbu sokak laternacısı gibi sergide görülmeye değer yaklaşık80 obje bulunuyor.Her biri ses getiren birçok sergiye ev sahipliği yapanRahmi Koç Müzesi’nin yeni yıldızı “Görünmez Müzisyenler”sergisindeki bu 80 obje, Belçika merkezli birvakıf olan “Automatia Musica Foundation”ın ‘mekanikmüzik bilincinde bir yolculuk’ ana fikriyle bir arayagetirdiği koleksiyona ait. Koleksiyonda müzik otomasyonsistemleri ve mekanik enstrümanlar, 1750’li yıllardangünümüze müzik tarihini, mekanik ve mühendislikağırlıklı yanıyla yansıtıyor. Aletlerin çoğunun bugünbile kusursuz biçimde çalışır halde olması, sergininen dikkat çekici özelliği. Sergide meraklılarına sunulanlaterna, org gibi birçok farklı müzik kutusu ile mekanikmüzik aletlerinden oluşan 80 parça, vakıf bünyesin-148


ağın hışırtısı, derken İsa’dan Önce (İ.Ö) 300’de hidroliğindevreye girdiğini ve su sesinden melodik tınılarınkeşfedildiğini anlatıyor. İsa’dan Önce 2. yüzyıla gelindiğindeise Stilius isimli bir kişi, trompet sesine benzersesler çıkaran aparatlar yapmış. 4. yüzyılda Arapların,ses çıkaran birtakım aparatlar yaptığı tarih kayıtlarındayer alıyor rehberimizin anlattığına göre. 14. ve 15.yüzyıllarda Ortaçağ’da, kiliselerde saatlerin içine müzikkutuları yerleştirilmeye başlanmış. Böylece kusursuzorglar, piyanolar ve minik çanların yapıldığı bir dönemegeçilmiş.Bizim anladığımız manada müzik kutusu ise ilk kez 18.yüzyılda yapılmış. Edisson gramofonu buluncaya dek,müzik kutuları yaygın olarak kullanılan ev çalgılarıymış.Müzik kutuları o zamanlarda kullanılan enfiye kutularınabenzeyen, kare veya dikdörtgen biçimli küçük kutularbiçimindeymiş. Kutunun içindeki küçük düzeneken basit biçimiyle, bir yay, yayın döndürdüğü bir silindirve her dişi farklı bir notada ses veren metal bir taraktanoluşuyor. Kurulmuş olan yay boşalırken, dişli çarklardanoluşan bir düzenek yardımıyla silindiri döndürüyor,dönen silindirin üzerindeki ince çıkıntıların metaltarağın dişlerine çarpmasıyla çıkan sesler belirli birmelodi oluşturuyor. Müzik kutusu, hangi melodiyi çalacakbiçimde yapılmışsa yalnızca o melodiyi çalabiliyor.Genellikle, kutu kapalıyken yay boşalmayacak bi-150


151


çimde yapıldığı için kapağı açılınca çalmaya başlıyor. Benzer şekilde çalışanbu aletler, bazı 18. yüzyıl bestecilerinin ilgisini çekmiş; Franz Joseph Haydnve Wolfgang Amadeus Mozart, böyle bir düzenekle çalışan küçük bir orgiçin parçalar bestelemiş.Titanic’in Laternası Öksüz KaldıMüzik kutularıyla ilgili tarihsel bilgi dağarcımızı rehberimizsayesinde zenginleştirdikten sonra, müzede sergilenenobjeleri tanımaya koyuluyoruz. Sokak laternacısınındışında dikkatimizi en çok flütçalan Belçikalı çocuk çekiyor. Düzenekçalıştırıldığında çocuk flütü dudaklarınagötürüyor ve tatlı bir melodi yayılıyorflütten. Çocuğun önünde minikbir kuş var. Bu kuşun da bir işlevi olsagerek bu kompozisyonda diye düşünürken,çocuk flütü dudaklarından uzaklaştırıyorve aynı melodiyi kuşun şakımalarındaduyuyorsunuz bu kez. Sergininbaşka bir köşesinde büyükbir tren maketi gözümüzeçarpıyor. Rehberimizin anlattığınagöre, 1880’li yıllardaİsviçre’de trenler sık sık arıza yapıyormuş.Yolcular peronlarda beklerken,istasyonlarda müzik kutularınıparayla çalıştırıp, klasik müzikdinleyebiliyorlarmış. Bunun dadüzeneği çalıştırıldığında klasik birmüzik yükseliyor aletten.“Görünmez Müzisyenler” sergisindemeraklılarına sunulan objelerarasında meşhur gemi Titaniciçin yapılmış bir laterna da var.Titanic, daha ilk yolculuğundabuzlu sulara gömülünce, laternaöksüz kalmış, daha odev gemiyle tanışamadan.Laternanın MelodileriÜsküdar’aGidiyorRahmi Koç Müzesi’ndeaçılan sergideki müzikkutuları arasında eskibir İstanbul türküsü çalanmüzik kutusu çekiyorilgimizi. Rehberimiz bumüzik kutusunun İstanbul’daüretilmiş olduğunu anlatıyor.İtalya’dan getirttiği müzik kutularınıİstanbul’da satan Türkoniisimli bir Levanten’in, sonralarıatölyeye dönüştürdüğüdükkânında üretilen laternalardanbiriymiş bu. Bir Rum ustanın yaptığıdüşünülen laterna, zamanında fes-152


tivallere katılmış, hatta uzunca bir ödül listesi varmış.Rehberimiz laternanın kolunu çeviriyor ve o vakit, laternanınçaldığı İstanbul türküsünün “Üsküdar Türküsü”olduğunu anlıyoruz.Şakıyan Kuşlar Büyülüyorİlk dönem sokak laternaları, dans eden kızlar, Limonairemarka 35 tuşlu atlıkarınca laternası ile davul, akordiyonlar,saksafon gibi birçok müzik aletinin bir arada çalındığıorkestranın bulunduğu sergide şakıyan kuş laternalarıönemli bir yer tutuyor. Rehberimiz bizi, biraz dabu şakıyan kuş laternaları hakkında bilgilendiriyor.18. yüzyıl öncesinde, kuş seslerini taklit etmek için genellikleağızlıklı ufak düdüklerden oluşan bir “otomatofon”orgu kullanılıyormuş. Bu yanılsamayı pekiştirmekamacıyla, mekanizmaya otomatik olarak kanat çırpanşakıyan kuşlar da ekleniyormuş. Hawai flütlerindenesinlenerek üretilen bu gereç, kuş seslerinin tüm tonlarınınsayısız çeşitlemeleriyle birlikte aynen ve kusursuzbir şekilde taklit edilmesini sağlıyormuş. Bu tür bir kuşunilk olarak 1752 yılında İsviçre’de üretildiği sanılıyor.En fazla 15 mm. büyüklüğündeki bu minik kuş, kapağıaçılınca içinden fırladığı altın bir enfiye kutusuna yerleştirilirmiş.İçinden kuş çıkan İsviçre ve Fransayapımı bu enfiye kutularınınsatışı daha çok 18. yüzyılın ortalarında başlamış,ancak müzik kutularının üretim çabaları çok dahaöncesine dayanıyor. Avrupa’da kralların, kraliçelerin veOsmanlı sultanlarının bu sanat ve üstün işçilik yapıtlarınaolan düşkünlüğü Orta Çağ’da başlamış.Bu alanda çalışan ustaların yaratıcılığı daha sonralarıufak kafesler, nakış kutuları ve hatta altın ve mine kakmalıtabancalardan fırlayan şakıyan kuşları konu alandiğer güzel eserlerin de yapımına vesile olmuş.1880 Fransız yapımı şakıyan kuş laternası, dans edenkızlar, keman çalan maymun, ilk dönem yapımı laternalarınındışında sergide elektronik bölümü de bulunuyor.Burada ziyaretçilerin ilgisini en çok, 1995 yılındaABD’de üretilmiş şeffaf piyano ile Belçikalı müzisyenAdolphe Sax’ın balmumu heykeli çekiyor. Saksafonunmucidi ünlü müzisyen bu enstrümanı 1840’lı yıllardaicat etmiş. 1894 yılında 80’li yaşlarında vefat edenAdolphe Sax’ın sergideki balmumu heykeli, sanatçınıngençlik yıllarını yansıtıyor.Bugüne dek 2 milyon kişinin ziyaret ettiği sergiyi gezmişolmanın keyfiyle ayrılıyoruz müzeden.153


Terkîb-i HatYazı Sanatında KompozisyonYazı: Ömer Faruk DERE*Sanatkâr, sun’u, ibda’ı sonsuz ve hadsiz olan yüce yaratıcının yeryüzündeki tecellisidir. Allah’ın sanatkârabahşettiği ibda’ (bir işi sanatlı yapma) kabiliyetiyle vücuda getirdiği eserler, sonsuza dokunabilme çabasındanbaşka bir şey değildir.Sanatkâr, sun’u, ibda’ı sonsuz ve hadsiz olan yüce yaratıcınınyeryüzündeki tecellisidir. Allah’ın sanatkâra bahşettiğiibda’ (bir işi sanatlı yapma) kabiliyetiyle vücuda getirdiğieserler, sonsuza dokunabilme çabasından başka bir şeydeğildir.Yazı sanatı uzun mesailer sonucu ulaşılan bir ustalıktır.Hangi kültürün elifbası-alfabesi olursa olsun, bir yazısanatkârının çıraklık dönemi, yüzyıllar boyu süzülerek gelenharf ve kelime şekillerinin hadsiz sayıda tekrar edilereköğrenilmesiyle geçer. Kalfalık dönemi ise çizgiye ruh kazandırmadönemidir. Harf bünyelerini mükemmelen öğrenenusta namzedinin bu dönemden itibaren artık çizgideki tereddütleriortadan kalkmaya başlar. Harfleri oluşturan çizgilerakıcılık ve metanet kazanmıştır. Ustalık ise güzel yazıyıoluşturan bütün unsurları göze ve gönüle hoş gelecek şekildebir araya getirebilmektir. Bu ustalığın adı batıda kalos(güzel)-grafos (çizgi) kelimelerinden üretilen kaligrafi, bizdehüsn (güzel) ve hat (çizgi) kelimelerinden üretilen hüsn-ühat olmuştur.Uzun asırlar boyunca yazılarak gelişenhat sanatında belirli zamanlardadâhiyane ustalar gelmişve yazıyı estetik değerlendirmeyetabi tutarak tekâmülettirmişlerdir. Üsluplarıylakendinden sonragelenleri etkileyerekekol olmuşlardır.Şeyh Hamdullah,Hâfız“Söz Uçar Yazı Kalır.” Uygun malzeme kullanımıyla meydana getirilmiş esprili bir yazı. Kaligrafi Ömer Faruk DERE154


Osman, Kazasker Mustafa İzzet, Şevki Efendi, Yesarizâde,Sami Efendi hat sanatımızda ekol olmuş hattatlarımızdanbazılarıdır. Peki, yazıyı basit çizgilerden bir çizgi saltanatınadönüştüren bu ustaların yazılarına bakmaya neden doyamıyoruz.Sanatta kurallar uygulamalardan çıkarılmıştır. Tarih içindeortaya konmuş ve güzelliği üzerinde ittifak edilmiş yazılarabaktığımızda bazı kurallar tespit edilmektedir. Etkili ve doğrukompozisyonlar yapabilmek için öncelikle ve temel olarakbu kurallar öğrenilmelidir. Sanat, kuralları içinde kuralsızlıktır.Kurallar dairesi nispetince terkipler (kompozisyonlar)yapılmalıdır. Kural dairesinden çıkılırsa yazıda ifsad başlarve yozlaşır. Yazıda bu temel kuralları hüsn-ü hat ve kaligrafiyimukayese ederek şöyle sıralayabiliriz:Kalem kalınlığıyla harf büyüklüğü arasındaki oran:Hat sanatımızda bu kurallar noktalama sistemiyle ölçülendirilmiştirve bu kurala tam riayet şarttır. Kaligrafi sanatındaise bu kural biraz daha esnek bırakılmış olup aynı kalemkalınlığında harf boyları kısaldıkça yazı bold (tok), uzadıkçalight (cılız) olarak adlandırılmıştır.Harflerin alt ve üst hizalarının eşitliği: Hüsn-ü hattaharflerin yükseklikleri farklı olduğundan satırda farklı yüksekliklerolmakla beraber satırdan başlayarak en üst hizaelif yüksekliğidir. Kaligrafide ise satır üzerinde miniskül vemajeskül harflerin yükseklikleri eşit olmalıdır. Buna görehüsn-ü hat farklı yükseklikte harfleriyle kompozisyona kaligrafidendaha elverişlidir. Kaligrafide ise yükseklikler sabittutulup alfabe yüzleri değiştirilerek sayısız fontla yazı çeşitlendirilmiştir.Kalem açısı: Hüsn-ü hatta kalem açısı o kadar çok değişkendirki, aynı harf içinde bazen üç dört defa değişebilir.Kaligrafide ise yazı yüzüne göre farklılık gösterse de bir yazıcinsi bir kalem açısı tespit edilip fazla değiştirilmeden yazılır.Hüsn-ü hatta kalem açısının değişmesi harfin estetik gücünekatkıda bulunmaktadır.Satır arası mesafeler: Bu mesafelerle alakalı kesin bir kuralkoymak zor olsa da göze en hoş ve dengeli gelen ölçühüsn-ü hatta üç elif yüksekliği olduğu görülmektedir. Kaligrafideise bu ölçü tamamen ustanın zevkine bırakılmıştır.Yazının uzunluğu, kalemin kalınlığı veya kompozisyonungereği olarak bu mesafeler değişebilir.Satır çizgisi: Hüsn-ü hatta bazı harfler satır çizgisinin altınadüşerken kaligrafide küçük veya büyük harflerde harfgövdeleri istinasız satırın üzerinde olup bazı uzantılı harflersatırın altına sarkmaktadır.El-Beşir (SAV). Müselsel hat. Seyredende ritim hissi uyandıran müselsel kompozisyon. Hat, Ömer Faruk DEREYazının satıra olan meyli: Hüsn-ü hatta meyillerin açısısabittir ve harf veya kelimeler satıra aynı meyil cereyanıylaotururlar. Kaligrafide yazının meyli harflerin satıra oturuşlarıparalel olmak kaydıyla dikey çizgiler isteğe göre dik veyayatık yapılabilir.Bu temel kuralları iyi bilen bir yazı ustası çoğu zaman bukuralları düşünmeksizin uygular. Sürekli ve çok yazmaktanbu uygulamalar kendisinde meleke halini almıştır. İster satırlardanoluşsun, ister istif olsun bütün kompozisyonlar butemellerin üzerine bina edilirler. Yazı sanatında kompozisyon(terkib) takip eden satırlarda tespit edilebilen kurallardairesinde yapılmaya çalışılır. Bu kuralların bazıları vazgeçilmezkenbazı özellikler sanatkârın tercihine göre uygulanmaktadır.Şimdi bu kompozisyon özelliklerini sıralayalım:Kompozisyonun genel görünüşü: Yazı sanatkârı bir ibareyiterkib etmeye karar verdiğinde öncelikle kompozisyo-155


156Açık kompozisyon örneği serbest tasarım. Ömer Faruk Dere


“Allâhu veliyyü’t-tevfik” Hat sanatımızın kompozisyon dehalarından Sâmi Efendi elinden çıkma çok dengeli celî sülüs levha.nunun genel görünüşünün ne olması gerektiğine kararverir. Bir kompozisyon tamamlandığında görünüşü kare,yuvarlak, beyzî veya verev olabilir. Bu tamamen sanatkârınyorumuna ve ibareye bağlıdır. En zor terkip şekli kelimeleritam bir daire içinde yazabilmektir. Hat sanatı tarihimiz boyuncabaşarılı tam yuvarlak istif sayısı fazla değildir. Bu sebeptenher hattat istifte önce yuvarlağı düşünmelidir. Yuvarlaktabaşarılı olmak bir hattatın iftihar kaynağıdır.Espas (boşluk): Kelime manası boşluk olan bu temel sanatkuralı iyi bir kompozisyonun vazgeçilemez kuralıdır. Yazısanatında kâğıda çizilen lekelerden arta kalan boşluklarındengelenmesine espas denilmektedir. Hattat kâğıttaki beyazlıklarıen ideal şekilde kapatabilen kişidir. Celî hattın büyükustası Sami Efendi “Ben yazıdaki boşluklardan zevkalırım” dermiş.Yazıda espas, kelimeleri oluşturan harfler arasında, kelimelerarasında, satırlar arasında ve kadrajda oluşan boşluklarındengelenmesiyle oluşur. Espas kuralları için kesinkurallar koymak zordur. Espasta yegâne mikyas sanatkârıngöz dengesidir. Bu denge uzun seneler içinde kazanılanbir göz terbiyesiyle mümkün olmaktadır. Boşluk ve lekedengesi bütün sanatların temelinde var olan ana özelliktir.Denge: Yazı sanatında lekelerin dağılımında denge aranır.Bu denge simetrik olabileceği gibi asimetrik de olabilir. Hatsanatında genel olarak simetrik dengeler gözetilir. Asimetrikdenge az da olsa kullanılmıştır ve en güzel örnek de sülüsoklu Besmele’dir. Besmele denilince akla gelen ilk şekilolan oklu Besmele’de ok uzunluğu kendinden sonra gelenyazıyı dengeleyecek uzunlukta yazılmıştır. Kaligrafik kompozisyonlardasimetrik ve asimetrik dengeler beraber sıkçakullanılmaktadır. Yazı dengenin sanatıdır. Elde denge, ruhtadenge, hayatta denge…Oran: Hüsn-ü hatta kalem kalınlıkları arasında, leke ve boşlukarasında ve çizgilerin eğim ve hareketlerinde hep altınoran olan 1.618’e yakın oranlar kullanılmıştır. Eğitilmişbir göz yazıyı yazarken ve kompozisyon yaparken çoğuzaman farkında olmadan altın orana yakın oranlar kullanır.Nesih kalem kalınlığı sülüs yazının kalınlığının yaklaşık1/3’ü inceliğinde yani altın oranda yazılır. Yine kaligrafideminiskül harflerin alt ve üst uzantılarının harf yüksekliğineoranı altın orana yakın oranlarda 1,2,3,5,8,13,21….sayıları arasındaki oranlara yakın yazıldığında insan gözünedaha estetik görünmektedir.Uyum (armoni): Bir yazıda uyum iki başlık altında incelenebilir:çizgi uyumu ve renk uyumu. Yazı sanatkârının en çoktercih ettiği kompozisyon öğesi çizgiler arasında uyumusağlayan paralelliklerdir. Paralellik uyumu artırırken aynızamanda ritme de katkıda bulunmaktadır. Çizgiler arasıuyum yalnızca paralellikle sağlanmaz. Kesişen çizgilerin birarmoni oluşturacak şekilde uyumlu yazılması gerekmektedir.Nasıl bir bestede müzisyen tek bir notayı kullanmıyorsayazıda da yalnızca paralellikle armoni oluşturulamaz. Yazıdakesişmeler olmadan çarpıcılık sağlamak çok zordur.Çizgiler kargaşa oluşturmadan uyum içinde yazılmalıdır.Yazı sanatkârı aynı zamanda iyi bir renk bilgisine de sahipolmalıdır. Yazının anlamına ve kompozisyonun şeklinegöre renk tercihleri değişebilir. Tabiatla alakalı yazılardayeşil, kahverengi ağırlıkta renkleri kullanmak, aşk anlatanyazılarda kırmızı tonlar kullanmak, özgürlükle ilgili yazılardamavi hâkimiyetinde renkler tercih etmek gibi. Renkkullanımı hakkında kesin hükümler vermek zordur. Klasiksanatlarımızda renk kullanımında aşırılıktan uzak, sade vevakur renk armonileri tercih edilmiş olup renklerde fıtratauygunluk vardır. Yoz ve gözü-gönlü yoracak renklerdenimtina edilmiştir.Renk çemberinde yan yana gelen renkler uyumlu renklerdir.Sarıdan kırmızıya, kırmızıdan maviye, maviden tekrarsarıya doğru geçen renkler uyumlu renkleri, bu renklerinbir çember üzerinde gösterilmesiyle oluşan renk çemberindekarşılıklı gelen renkler ise kontrast renkleri verirler.Bu gün sanatkârların kullanımına sunulmuş onlarca mürekkepveya boyadan yakışanı kullanmak sanatkârın maharetinekalmıştır.157


158Hat sanatında ilk defa denenen ters müsenna istif kompozisyon, tetabuklarıyla dikkat çekmekte. Hat, Savaş Çevik.


Celi sülüs istif “Rutbetü’l-ilmi a‘le’r-ruteb; Rütbelerin en yücesi ilim rütbesidir.” Hat sanatı tarihimizin en başarılı tam yuvarlak celî sülüs istifi. Hat, İsmail Hakkı ALTUNBEZERKontrast (karşıt uyum): Tabiatta her şey karşıtıyla kaimdir. Gecegündüzle, hayat ölümle, varlık yoklukla… Sanat eserlerindekontrastlık, etkiyi artırır. Ancak kontrastlığı dozunda kullanmakgerekir. Aşırısı rahatsızlık verebilir. Yazı sanatında kontrastlık, çizgiyönlerinde, kalem kalınlığı farklarında ve renklerde kullanılır.Yazı kompozisyonlarında çizgilerin, keşidelerin (uzun çekilişler),harf veya kelime guruplarının yönleri tespit edilirken tümkelime guruplarının tersine bir yada birkaç kontrast çizgi oluşturacakharf veya çizgiler tercih edilmelidir. Hüsn-ü hatta harfveya kelimelerin hepsi aynı yön, şekil, büyüklükte olmadığındanhattat, kompozisyonuna uyum veya kontrastlık kazandıracakharf ve kelimeleri tercih edebilmektedir. Bu husus hüsn-ühattın diğer yazılarda olmayan eşsiz bir üstünlüğüdür. Bu sayedesanatkâr kompozisyonunu tasarlarken pek çok alternatifesahiptir. Aynı ibareyi her hattat kendi kompozisyon anlayışıiçinde çok farklı şekillerde terkib edebilir. Kaligrafide bu imkânolmadığından ekstra çizgilerle kontrastlık sağlanmaya çalışılır.Bir kompozisyon içinde birden fazla kalem kalınlığı kullanmakda bir nevi kalınlık kontrastı veya diğer bir ifadeyle nüanstır. Çizginüansı gerektiği yerde farklı kalınlıkta kalem kullanılmasıylaoluştuğu gibi güzel yazılarda kesik uçlu kalem kullanılmasındandoğan kalınlık farkından da meydana gelmektedir.Espri: Tasarımlarda çarpıcı bir anlatım sağlayabilmek için gereklimalzeme veya desen kullanılarak oluşturulan kompozisyonlardır.Genelde yazılacak yazının anlamına uygun olarak gelişenespri, yazıyı seyredenlerin hafızasında kalıcı kılar.Korelâsyon (parçalar arası ilişki): Yazı tasarımlarında bütünüoluşturan parçalar arasındaki ilişki yazımızın güzelliğine doğrudanetki eder. Kompozisyondan kopuk ve başıboş çizgiler algıyıdağıtacağından yalnızca boşluk doldurma adına gereksiz çizgilerçizmekten kaçınılmalıdır.Ritim: Yazıda tekrarlanan hareketler seyredende ritim duygusuoluştururlar. Eğer bu çizgiler dairesel veya geometrik tekrarlarolursa seyredende sonsuzluk hissi uyandırırlar.159


Doku: Ritim öğeleri fazlalaştığında veya kâğıt üzerinde boşluklarazalıp lekeler fazlalaştığında ortaya çıkan şekiller birerdoku oluştururlar. Hattatların el melekelerini kaybetmemekiçin yaptıkları karalamalar soyut dokular en güzel örnektir.Bu karalamalar bilinçli olarak yapıldığında soyut resim etkisivermekte ve seyir zevkini artırmaktadır.Doğrultular ve yönler: Yazı sanatkârı çizgilerin bütün doğrultularındanistifade etmeye çalışır. Dairevî, dikey, yatay, beyzîveya verev… Hüsn-ü hatta bu doğrultular harflerin kendiÜlkemizin en önemli kaligraflarından Etem Çalışkan’a ait“Rab” vurgusunun yapıldığı kompozisyon.yapılarından dolayı oluşmakta ve hattatın terkib kabiliyetineyardımcı olmaktadır. Kaligrafide ise sanatkâr bu hareketlerioluşturmakta serbesttir. Hat sanatımızda farklı doğrultuve yönlerde çizgilerin uyumuna en güzel örnek Osmanlı Padişahtuğralarıdır. Tuğra formu bütün kompozisyon hususiyetlerinibünyesinde barındıran eşsiz bir çizgi sanatıdır.Tetabuk: Harf ve kelimelerin birbirine takip eder şekildedenk gelmesi ya da denk getirilmesidir.Okunabilirlik (teşrifat): yazının ilk amacı bir söz, düşünceveya bilginin aktarılması olduğuna göre okunabilirlik kompozisyondailk ve temel şarttır. Hüsn-ü hatta bunun adı teşrifattır.Hattat bir istif kompozisyon yaparken kelimeleri aşağıdanyukarı veya yukarıdan aşağıya doğru ve mümkün olabildiğincebirbirini takip eder şekilde istifler. Lafza-i Celâl yeralan istiflerde hürmeten Lafza-i Celâl daima üstte yazılır. Busebepten içinde Lafza-i Celâl geçen istifler umumen yukarıdanaşağıya istiflenirler. Hattat kelimenin harflerini parçalayarakbir kelimeye ait bir harfi üçü kelime öteye yazamaz.Bu tarz yanlışlıklara teşrifatı bozuk denilir ve kompozisyon,işçilik ne kadar iyi olursa olsun çalışma makbul sayılmaz.Yazı sanatında okunurluk estetiğe kurban edilemez.Yukarıda sayılan kompozisyon hususiyetleri bir yazıhizmetkârının tespit edebildiği noktalardır. Bu listeyeilaveler mutlaka olabilir. Ancak son madde olarak nasibieklemek gereklidir. Her kompozisyon herkese nasipolmaz. Yazıyla uğraşmak nasip işidir. Güzel yazı yazmakda, güzel yazıdan zevk almak da, güzel yazı okumakda. Ne mutlu nasibi olanlara.*İSMEK Ebru ve Kaligrafi Zümre Başkanı160

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!