22.04.2015 Views

Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

sayı: 13 / Mart-Mayıs 2012<br />

<strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong> <strong>odaları</strong><br />

<strong>düşleyen</strong> <strong>kadınlar</strong>...<br />

+1 Bu da Benim Artım<br />

nce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen...<br />

Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…<br />

Rembrandt ve Çağdaşları<br />

Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları: Sabri Sayarı<br />

SU ve Edebiyat / Kapılar<br />

‹stanbul’dan daha eski bir semt: Samatya<br />

Çocukluk


muze.sabanciuniv.edu<br />

KARANLIKLA IŞIĞIN BULUŞTUĞU YERDE...<br />

CAGDASLARI<br />

22 ŞUBAT - 10 HAZiRAN 2012<br />

Hizmet Sponsorları:<br />

rembrandtvecagdaslari.com<br />

facebook.com/SakipSabanciMuzesi


01<br />

SUDERG‹<br />

Sayı 13<br />

Mart – Mayıs 2012<br />

Ücretsizdir<br />

Sahibi<br />

Sabancı Üniversitesi<br />

Yayın Sorumlu Müdürü<br />

Elif Gülez<br />

Yayın Koordinatörü<br />

Melek Sarı<br />

Yazı Kurulu<br />

Gülayşe Koçak<br />

Defne Üçer<br />

Nesrin Balkan<br />

Yıldırım Cihangiroğlu<br />

Hakan Erdem<br />

Melahat Fındık<br />

Gonca Turan<br />

Pınar Bozkurt<br />

03 / Merhumeyi Nasıl<br />

Bilirdiniz?<br />

6 / Karanlıkla ışığın<br />

buluştuğu yerde…<br />

Rembrandt ve Çağdaşları<br />

08 / Bilinmeyen yönleri<br />

ile SU Çalışanları:<br />

Sabri Sayarı<br />

Bu sayıya katkıda bulunanlar<br />

SSM, Gülayşe Koçak, Pınar Bozkurt, Sabri Sayarı,<br />

Kerem Koç, Gözde Otman, Can Yıldızlı,<br />

Sezen Gülşen Kama, Sevil Kaynak, Sinan Tuncay,<br />

Yıldırım Cihangiroğlu, Ahmet Evin, Gizem Muratoğlu,<br />

Mariam Öcal, Ecevit Aslan, Mehmet Karakoyun,<br />

Erdal Türk, Özcan Koyun, Havva Gürkan, Manolya Ün.<br />

Grafik Tasarım ve Uygulama<br />

GrafikaSU<br />

Baskı<br />

Tor Ofset San. ve Tic. Ltd. Şti.<br />

Akçaburgaz Mahallesi 116. Sokak<br />

No 2 Esenyurt/‹stanbul<br />

www.torofset.com<br />

Yayın Türü<br />

Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı<br />

popüler bir kültür dergisi<br />

Reklam Sorumlusu<br />

Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06<br />

meleksari@sabanciuniv.edu<br />

15 / GYÇEK<br />

Gamze Otman<br />

16 / Can Yıldızlı 18 / Sezen Aksu’yu<br />

şaşırttan mezunlarımız:<br />

Sinan Tuncay (VACD'10) ve<br />

Sevil Kaynak (VACD'11)...<br />

Telif Hakları<br />

Her hakkı saklıdır.<br />

Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve<br />

illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere<br />

her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkıı<br />

münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne <strong>ait</strong>tir. Sabancı Üniversitesi,<br />

gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının<br />

veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir.<br />

Yönetim Yeri<br />

‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi<br />

Sabancı Üniversitesi<br />

Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla<br />

34956 ‹stanbul<br />

Tel: 0216 483 91 06<br />

Faks: 0216 483 90 45<br />

e-posta: dergi@sabanciuniv.edu<br />

20 / SU ve Edebiyat<br />

Kapılar: Ahmet Evin<br />

24 / <strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong><br />

<strong>odaları</strong> <strong>düşleyen</strong><br />

KADINLAR...<br />

30 / SGM<br />

36 / ‹nce Belli<br />

Bardakta Şekersiz<br />

Lütfen...<br />

46 / Çocukluk… 48 / Öykü Yarışması


editör<br />

Elif Gülez<br />

dergi@sabanciuniv.edu<br />

Üniversitemizin toplum için fayda üreten pek çok faaliyeti var. Üniversitenin kendisinin<br />

bir toplumsal sorumluluk işi olmasının dışında, Sakıp Sabancı Müzesi, Toplumsal<br />

Duyarlılık Projeleri, ‹stanbul Politikalar Merkezi, SUNUM, Uluslararası Enerji ve ‹klim<br />

Merkezi, Rekabet Forumu, destekçileri arasında olduğumuz Eğitim Reformu Girişimi ve<br />

benzer platformlar, merkezler sayesinde üniversitemizde üretilen bilgi toplumsal faydaya<br />

dönüşüyor. Öğretim üyelerimizin ve öğrencilerimizin yaptıkları araştırmalar bilimsel<br />

gelişime katkıda bulunuyor .<br />

Farkında mısınız? Son zamanlarda,üniversitemizde toplumla etkileşimi güçlendirmek için<br />

üniversitelerin geleneksel kabul edilen faaliyetlerinin dışında sayabileceğimiz türden,<br />

yenilikçi projeler de geliştirildi. Bunlardan ikisi, Rektörümüz Nihat Berker ve Rektör<br />

Yardımcımız Sondan Durukanoğlu Feyiz’in önayak olduğu projelerdi. ‹ki dönem halinde<br />

düzenlenen, ikinci dönemi devam etmekte olan Karaköy Bilim ve Kültür Akademisi,<br />

nanofizikten biyolojiye, toplum ve politikadan girişimciliğe, müziğe kadar çok çeşitli<br />

konulardaki herkese açık olan dersleriyle, bilimsel konularda kendini geliştirmek isteyen<br />

kişilere bence önemli bir fırsat sundu. Akademiden elde edilen gelir, öğrenci ihtiyaçları<br />

burs fonuna aktarıldı.<br />

Benzer bir proje lise öğrencileri için düzenlenen yaz okuluydu. Üniversite öğrencilerine<br />

de açık olan Lise Yaz Okulu, fen bilimlerinden yönetim bilimlerine; sanattan sosyal<br />

bilimlere; dil eğitiminden meslekler ve üniversiteler hakkında bilgilendirici seminerlere<br />

uzanan zengin içeriğiyle lise öğrencilerinin üniversite hayatını yakından tanımalarına<br />

olanak verecek. Lise Yaz Okulu önümüzdeki Temmuz ayında gerçekleşecek.<br />

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu da, geçtiğimiz Ekim ayında, yine<br />

üniversite içinden ya da dışından, herkese açık, sekiz haftalık “Kadın ve Edebiyat<br />

Buluşmaları” düzenledi. Bu dizinin katılımcıları arasında edebiyat öğretmenleri,<br />

akademisyenler, bilgisayar mühendisleri, senaryo yazarları, mezunlarımız,<br />

öğrencilerimiz, çalışanlarımız vardı. Baştan sona hevesle izlediğim bu programda<br />

öğrendiklerimi, izlenimlerimi dergimizin bu sayısındaki yazıma aktarmaya çalıştım.<br />

Forumun bu çerçevedeki bir sonraki etkinliği, 18 Şubat’ta başlayan ve Mart ortasına<br />

kadar sürecek olan “Yaratıcı Yazma ve Cinsiyet Halleri” çalıştayları olacak. Elde edilen<br />

gelir forumun diğer çalışmalarında kullanılacak.<br />

Üniversitede üretilen bilginin yayılmasına, insanlar için yeni öğrenme fırsatları<br />

doğmasına yol açan bu tür projelere SUdergi’nin gelecek sayılarında da yer vermek<br />

istiyoruz.<br />

Derginin yeni sayısında ilgiyle okuyacağınıza inandığımız 14 konu var. Bu arada dergimizi<br />

tüm mobil cihazlardan “iSabancı Media” ile takip edebileceğinizi hatırlatmak isteriz.<br />

02


03<br />

Merhumeyi Nasıl Bilirdiniz?<br />

Gülayşe Koçak / Yazma Becerileri Merkezi<br />

Bu yazı, otuz üç yaşında ölen bir kadının arkasından bir ahlayıp vahlama yazısı değil. Hele de Nilden’le<br />

çok eğlendiğimiz ‘Türkçe-deyimleri-doğrudan-‹ngilizceye-tercüme-etme’ oyununu hatırlayınca, o<br />

tür yazılar aklıma “kör ölür, badem gözlü olur” tarzı münasebetsizlikleri, bu da gayet uygunsuz bir<br />

biçimde gülesimi getirir, çünkü zihnimde o anda “blind dies, becomes almond-eyed” tarzı saçma sapan<br />

düşünceler oluşur, Nilden karşımdaymış gibi. Ayrıca da, Nilden’in o tür bir yazıya ihtiyacı var mı, pek de<br />

emin değilim.<br />

Nilden’i ilk gördüğümde, “bulutların üzerinde gezinen”,<br />

naif, saf, pek de dikkat çekmeyecek biri olduğu izlenimini<br />

edinmiştim. ‹nsanları sanki ancak bir mesafeye kadar<br />

yaklaştırıyor gibiydi. Münzevi bir kişilikti. Hiç, dostu var<br />

mıydı?<br />

Elbette dostu vardı. Bir kere, pek çok mesai arkadaşıyla<br />

dosttu – kendi seçtikleriyle. Daha da yakından tanımaya<br />

başladığımda, onun tüm canlılara, özellikle de hayvanlara<br />

olan derin merhametinin ve sınırsız sevgisinin yanı<br />

sıra, insanlar konusunda hiç çaktırmadan ne kadar da<br />

keskin bir gözlemci olduğunu şaşırarak fark ettim. Ha,<br />

bir de ‘ama-kral-çıplak’ dobralığını: Doğru bildiklerini<br />

doğrudan, laga-luga yapmadan, diplomasi tanımadan<br />

söylüyordu. ‹çi-dışı birdi.<br />

SSBF 2. kat koridorlarında her karşılaştığımızda, küçük<br />

çocuk taklidi yapan bir hâl ve ses tonuyla hafif gülerek,<br />

hafif cilveli, “helllooooo...” diye yanaşır, yanaşır, tam<br />

önümde zınk diye dururdu. Yüzü gülse de, o masum<br />

bakışların ardında hep, bir hüzün vardı.<br />

‹nsanların içlerinin derinini görmesini sağlayan<br />

bilgeliğinin kaynağı, bu çocuksuluğuydu: Hakikatleri en<br />

katıksız, en dolambaçsız ve saf halleriyle görebiliyordu.<br />

Bir anlamda, canı gibi sevdiği hayvanlara benzediği<br />

söylenebilir: ‹nsanlar dünyasına özgü kültürel<br />

değer yargıları, onun kocaman açık gönül gözünü<br />

perdeleyememişti. Herşey onun için çok berrak ve<br />

şeffaftı.<br />

Ahlayıp, vahlamak yok!<br />

Feriköy’deki Protestan kilisesinde yapılan cenaze<br />

töreninde minik kilise, dolup taştı. Ne cenazeydi ama!<br />

‹htiyar rahip, paslı bisikletinin pedallerini ağır ağır<br />

çevirerek sökün etmişti sonunda. Zihni epeyce gidikti.<br />

Kiliseye girmeden önce, Nilden’in vaftiz olup olmadığını<br />

öğrenmek istedi ısrarla; Nilden’in babası ise aynı ısrarla,<br />

Nilden’in hayvanları, bitkileri, ağaçları, gezegenimizi ne<br />

kadar sevdiğini anlatarak karşılık veriyordu. Hiç değilse<br />

Nilden’in babasının vaftiz olmuş olduğu öğrenilince


pazarlık sona erdi; papaz rahatladı ve cüppesini ancak<br />

o zaman giydi. Tören sırasında da Nilden’in adını ısrarla<br />

her defasında yanlış söyledi: Nilay, Nilgün, Nilcan...<br />

Zavallı adam, karşısındaki kalabalığın Pazar ayininden<br />

farklı olduğunu bile kavrayamamıştı – “now let us<br />

sing” dedi ve bir koro şefi edasıyla, elleriyle hepimize<br />

başlamamız için işaret ederek, titrek-detone-ihtiyar<br />

sesiyle “haleluya” diye ilahi söylemeye başladı, ama<br />

kimse ilahileri bilmiyordu. Adamcağız da başlamış<br />

bulunduğu için artık susamazdı; bilmem kaç kıtalık<br />

ilahiyi tek başına baştan sona söylemek durumunda<br />

kaldı – Allah için, bu görevi de büyük bir kararlılıkla<br />

tamamına erdirdi.<br />

“Nilden...” diye başladı, durdu. Tekrar “Nilden...”<br />

dedi, durdu. Usulen Nilden hakkında üç-beş<br />

kelime söylemesi gerekiyordu, ama ne diyeceğini<br />

bilemedi; Nilden’i tanımıyordu ki. Derken birden yüzü<br />

aydınlandı: Babasının, Nilden’in hayvan sevgisiyle ilgili<br />

söylediklerini hatırladı. “Nilden loved animals!” diye<br />

bağırdı, canlanarak. Durdu gene. Bu defa da, bu lafını<br />

nereye bağlayacağını kestirememişti. “Nilden loved<br />

animals!” dedi tekrar. Gene suskunluk... Sonunda,<br />

“Nilden loved animals, so she loved human beings!”<br />

diye zaferle haykırarak çıktı işin içinden. Onun<br />

açısından tören başarıyla tamamına ermişti.<br />

‹nşallah, inşallah “öbür dünya” diye bir şey vardır!<br />

Varsa, Nilden eminim çok eğlenmiştir.<br />

Tabut toprağa indirilir ve güllerle uğurlanırken, yağmur<br />

hafiften çiselemeye başlamış, toprak ve ıslak çim<br />

kokusu yayılmıştı. O anda Nilden, hepimizin içinde,<br />

zihnindeydi; suskunduk. Mezarlığın üzerine derin bir<br />

hüzün çökmüştü.<br />

Ertesi gün içim burkularak Nilden’in facebook’taki<br />

sayfasına girdiğimde, Nilden’in hastalık haberinden beri<br />

duyduğum en büyük şaşkınlığı yaşadım: Evet, Nilden’i<br />

çok seven can dostları olduğunu artık biliyordum, ama<br />

bu kadarını hiç beklememiştim: facebook âleminde,<br />

dünyanın dört bir yanından Nilden’in 460 arkadaşı<br />

vardı!<br />

Ağır ağır, eskiden yeniye doğru, Nilden için yazılanları<br />

okumaya başladım... Ve bugün hâlâ, 24 Ocak 2012<br />

itibariyle, yani ölümünün üzerinden 3 küsur<br />

ay geçmişken, okumaya devam etmekteyim,<br />

çünkü Nilden’in facebook’taki sayfası,<br />

capcanlı bir yer: ‹stisnasız HER gün birileri<br />

hâlâ Nilden’in facebook’taki duvarına bir<br />

şeyler yazmakta, fotoğraflar, videolar,<br />

müzikler yüklemekte... Nilden için.<br />

Nilden’in duvarına yüklenenler, başsağlığı<br />

niteliğinde formalite mesajlar değil. Bu<br />

insanların pek çoğu, Nilden için “my<br />

best friend” tanımını yapıyor. ‹şin<br />

bir boyutu: Nilden’in ölümünden bu yana, kendini hâlâ<br />

toparlayamamış yüzlerce insan, haftalardır ağlıyor...<br />

“Hiç, dostu var mıydı?”ymış! Hayatta galiba en çok,<br />

“bulutların üzerinde gezer”, “ortalıkta görünmeyi<br />

sevmez, kendini geri planda tutar” diye tanımladıklarımın<br />

gücünden korkmalıymışım. Yanıltıcı yüzeylerin altında<br />

nelerin, ne tür dinamiklerin fokurdadığını kestirmek<br />

demek ki bazen ne kadar zor!<br />

Nilden’le Ocak 2008’de servis aracında çekilen bazı<br />

fotoğraflarımızı yükledim facebook’a geçenlerde.<br />

Nilden’in (tabii ki hiç tanımadığım) iki arkadaşı (biri<br />

Amerika’da, diğeri Finlandiya’da) beni arkadaş olarak<br />

eklediler. Amerikalı olan, bana “O bir evliyaydı. ‹çi ve<br />

dışı güzel bir insandı. ‹yi ki o fotoğrafları yüklediniz;<br />

fotoğrafları o kadar az ki. Gelecek yaz ‹stanbul’a<br />

gelip onu ziyaret etmek niyetindeydim; 2013 yazında<br />

da Nilden beni ve kocamı ziyaret edecekti. Perişan<br />

vaziyetteyim. Onun sesini hiçbir zaman duyamayacağım<br />

için (nasıl bir sesi vardı? Tiz mi? Pes mi?) ve saçlarını<br />

hiçbir zaman kesemeyeceğim için (ben bir kuaförüm)<br />

acı içindeyim. Vaktiniz oldukça, onunla ilgili anılarınızı<br />

benimle paylaşır mısınız?” diye tercüme edebileceğim<br />

bir mesaj yazdı.<br />

Stephen adlı bir adam, istisnasız her gün, Nilden’in<br />

duvarına Nilden için bir müzik yüklüyor.<br />

Dünyanın dört bir yanından birbirini hiç tanımayan<br />

yüzlerce insan, Nilden’in facebook’taki sayfasını canlı<br />

tutuyor, bu sayfa üzerinden birbiriyle dost oluyor. Burada<br />

Nilden, bir azize mertebesinde. (“Saint” kelimesi sık sık<br />

telaffuz ediliyor). ‹nsanlar haftalarca her gün burada<br />

Nilden’i ziyaret ederek bir mum eşliğinde ağıtlar yaktılar.<br />

Ama Nilden’in sayfası, artık ağıt yakılan bir yer olmaktan<br />

çıktı. Nilden’in duvarı, hayvan ve doğasevenler için<br />

adeta bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.<br />

‹tiraf edeyim, Nilden’in hoşlanacağı bir fotoğraf veya<br />

video elime geçtiğinde, ben de Nilden’in duvarına<br />

yüklüyorum. Hoşuma gidiyor. Nilden’in gitmediğini<br />

hissettiriyor. Derin merhametiyle, hayvan sevgisiyle,<br />

adaletsizliğe olan tahammülsüzlüğüyle meğer ne kadar<br />

çok insana dokunmuş Nilden! Doğa hakları konusunda<br />

meğer facebook âleminde ne ünlü bir militanmış!<br />

Duvarına yazanlar, Nilden’in çocuksu masumiyet<br />

dilinde, “Nildence” konuşuyorlar.<br />

Örneğin, sevimli hayvanları<br />

“tootsie” diye seviyorlar. Burası,<br />

Nilden’in dünyası hâlâ.<br />

Burada entelektüel tartışmalar<br />

dönmüyor – ama hangi azize,<br />

entelektüeldir ki? Azizler ve<br />

azizeler merhametleriyle, sevgi<br />

dolu oluşlarıyla, saflıklarıyla<br />

sevilir. Onlara inanılır.


05<br />

Nilden’in Facebook duvarı, hayvan ve doğasevenler için adeta<br />

bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.<br />

Gerçek azizeler kendi değerlerini bilmezler bile. Nilden de<br />

bilmiyordu – veya ben bilmediğini sanıyorum. Ama tabii,<br />

ben ne biliyorum ki? Onu ne kadar tanıyorum ki? Onun<br />

hakkında herhangi bir iddiada nasıl bulunabilirim ki?<br />

Sonuçta, ben onun sadece iş arkadaşıydım – yani<br />

gündelik, sıradan, ikincil (belki üçüncül veya dördüncül<br />

veya sonuncul; nereden bilebiliriz?) derecedeki hayatının<br />

– etten-kemikten, yerine göre hoyratlıklarla, kabalıklarla,<br />

acımasızlıklarla dolu gündelik hayatın– bir parçasıydım.<br />

Nilden’in hâlâ yasını tutan, muhtemelen birincil ve gerçek<br />

dünyasındaki dostları ise Nilden’in her fotoğrafında<br />

onun güzelliğini en saf haliyle görebiliyorlar. Nitekim<br />

kediler, köpekler, bir insana sevgiyle bağlanırken “aman<br />

ne güzel kadın, ne hokka burnu var” veya “aman ne<br />

yakışıklı adam, boya-posa bak” diye düşünmezler ki.<br />

Onlar o insandaki “öz”ü görürler.<br />

Şurası bir gerçek ki, facebook’ta kendine yarattığı sığınakta<br />

onu giderek azizelik mertebesine yükselten “gerçek”<br />

hayatındaki dostları, “merhumeyi nasıl bilirdiniz?”<br />

sorusuna, kampüste ona ara ara yemekhanede,<br />

koridorlarda rastlayıp sadece selamlaşmış fakat onunla<br />

yolları gerçek anlamda kesişmemiş kişilerden çok<br />

ama çok farklı cevaplar vereceklerdir. Bu cevaplardan<br />

bazılarını aynen kopyalayıp yapıştırıyorum; başka söze<br />

gerek yok:<br />

--“In my eyes, and many others, you were one of the<br />

most caring people on Facebook.”<br />

--“Your compassion had no boundaries. Love you and<br />

miss you dearly, Nildy♥”<br />

--“ Hello Everyone Hello Nilden. I’m just posting up<br />

music on this page to remind us how beautiful Nilden is.<br />

I hope im not overloading with music. I just want Nilden<br />

and you all to enjoy it ♥♥♥♥♥. Light and Love to you all.<br />

-- Dear Nilden, We may not know where you have gone,<br />

but your energy knows no boundaries. Miss you xoxo<br />

Cara<br />

-- nilden you will indeed be missed - your kindness and<br />

love for the earths inhabitants spoke volumes. watch<br />

over us all my dear x<br />

Stephen Max<br />

-- Nilden. You are and always will be a legend. For every<br />

animal bird wild life and sea life that i see, i will always<br />

think of your kindness. And you are a beautiful soul. Your<br />

spirit will always be around us each and every day. RIP<br />

Dear friend. ♥♥♥♥♥♥♥♥♥ Hugs.<br />

Sanna Vesterinen<br />

-- My life is so empty without you. I miss you so much!<br />

You were one of my best fb friends and I’ll miss your<br />

daily cute photos and writings. I saw you in my dream. It<br />

felt so real. You were so calm and happy and you smiled<br />

to me. I hope that you don’t have pain anymore. Rest in<br />

peace my angel. I wish that you are with all dolphins,<br />

wales and all cute animals now. They need you.. And<br />

we’ll need you too. Your memory lives always in my heart<br />

and mind. Thanks Nilden. You were so good friend.. And<br />

I can’t stop crying.. This hurts so much. I can’t believe<br />

it’s true. This is so wrong.. Take care. I love you my dear<br />

friend ♥<br />

Kathleen Troyer<br />

I know exactly how you feel. :[ How lucky we are to have<br />

crossed Nilden’s path and to be counted among her<br />

friends. She was just one person in the world, but she<br />

meant the world to us. This hurts so bad--<br />

-- I never met a more beautiful soul in all my life. Love<br />

you Nilden!!<br />

-- I miss you, so do countless others who were fortunate<br />

to meet you. Love always. You’re never far away from<br />

our thoughts.<br />

-- She loved us all. She loved the earth, our home. She loved<br />

animals, our fellow earthlings. She had a wonderful heart<br />

that loved too much and simply could not keep up. She<br />

loved us all...she gave us her heart, we’ll carry it with us.<br />

xo


Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…<br />

Rembrandt ve Çağdaşları<br />

Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılında,<br />

“Hollanda Sanatının Altın Çağı” Türkiye’de sergileniyor.<br />

10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı<br />

Müzesi (SSM), Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik<br />

ilişkilerin 400. yılının kutlanacağı 2012’de, dönemin en<br />

kapsamlı sergisini sanatseverlerle buluşturuyor. 22<br />

Şubat’ta açılan sergide, Rijksmuseum ile dünyanın önde<br />

gelen özel koleksiyonlarına <strong>ait</strong> olan eserler, Türkiye’de<br />

ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Sergide, Rembrandt’ın yanı<br />

sıra; Hollanda resminin en önemli isimlerinin bulunduğu<br />

59 sanatçıya <strong>ait</strong> 73 tablo, 19 desen ve 18 obje olmak üzere<br />

toplam 110 eser yer alıyor. Türk ve Hollanda hükümetlerinin<br />

diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergi, Türkiye’de<br />

faaliyet gösteren önemli Hollandalı şirketlerin desteğiyle<br />

gerçekleşiyor. Ana sponsorluğunu Sabancı Holding ve<br />

ING Bank’ın yaptığı serginin bir diğer sponsoru da Philips.<br />

Unilever ve Shell’in katkılarıyla gerçekleşen serginin<br />

hizmet sponsorluğunu ise Grand Hyatt ve Park Hyatt<br />

‹stanbul-Maçka Palas Otelleri ile KLM Hollanda Kraliyet<br />

Havayolları üstleniyor.<br />

Sergide ayrıca; yüzyıllar boyunca karanlık bir figür olarak<br />

kalan, eserleri uzun süre başka sanatçılara atfedilen,<br />

yalnızca 35 eseri bilinmesine rağmen, dönemin en büyük<br />

isimleri arasında gösterilen Vermeer’in “Aşk Mektubu”<br />

adlı eseri de yer alıyor. Frans Hals, Jan Steen ve Jacob<br />

van Ruisdael gibi pek çok büyük ismin eserlerinin<br />

ağırlandığı sergi; dünya resim tarihinin en heyecan verici<br />

dönemlerinden biri olan Hollanda Sanatının Altın Çağı’nı,<br />

tüm ihtişamıyla gözler önüne seriyor. 10 Haziran’a dek<br />

sürecek sergide, Hollanda Sanatının Altın Çağı’na dair<br />

06<br />

Gerrit Adriaensz Berckheyde (Haarlem 1638 – Haarlem 1698)<br />

Herengracht’ta Altın Dönemeç, Amsterdam, 1671-72<br />

Pano üzerine yağlıboya, 42,5 x 57,9 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-5003<br />

şehir hayatı, portreler, natürmortlar, denizaşırı güç ve<br />

ticaret gibi ana temaların hepsi yansıtılacak.<br />

Türkiye’de düzenlenen ilk kapsamlı Hollanda sanatı<br />

konulu sergide, dönemin atmosferi ve sanata yansıması<br />

geniş bir çerçeve ile ele alınıyor. 17. yüzyılda denizaşırı<br />

ticaretin getirdiği refah ile bilim ve sanat dallarında<br />

Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen<br />

Hollanda toplumuna, kent ve kırsal kesimdeki yaşama<br />

usta ressamların gözünden bakarak ışık tutan sergide,<br />

Avrupa tarihinin en dinamik dönüşümlerinden biri<br />

resimlerle vücut buluyor.<br />

Eserler, bu kapsamda, dönemin ekonomik ve toplumsal<br />

devinimleri ile ilgili pek çok öykü de anlatıyor. Örneğin<br />

sergilenen eserlerden “Delftware” olarak adlandırılan ve<br />

Delft şehrinde üretilen seramiklerin ilk dönemde özgün<br />

bir üslup sergilerken, daha sonra Çin porselenlerini<br />

taklit eden bir tarza bürünmesinin ardındaki hikaye,<br />

sanatın dönemle ilgili söyleyebileceklerinin somut<br />

örneği olarak sergide izlenebilecek. Diplomatik ilişkilerin<br />

sanata yansımasının bir diğer örneği de, sergideki lale<br />

desenlerinde görülebilecek.<br />

Sergi kapsamında; pek çok belgesel ve film gösterimi,<br />

eğitim faaliyeti organize ediliyor. Çocuklara yönelik atölye<br />

çalışmalarının yanı sıra, yetişkin ziyaretçiler için çeşitli<br />

konferans ve seminer programları da düzenlenecek.<br />

Nisan ayında gerçekleşecek etkinliklerden “Rembrandt<br />

or Not” başlıklı bilimser seminer, tarihi eserlerin otantikliği<br />

konusu üzerine dünyaca ünlü konservasyon uzmanları ve<br />

sanat tarihçilerini ağırlayacak.


07 25<br />

Rembrandt Harmensz van Rijn<br />

(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)<br />

Portre, Haesje Jacobsdr van Cleyburg (1583-1641),<br />

Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Ei, 1634<br />

Oval pano üzerine yağlıboya, 68,6 x 53,4 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-4833<br />

Michiel Jansz van Mierevelt (Delft 1566 – Delft 1641)<br />

Portre, Henrick Hooft (1617-1678), 1640<br />

Pano üzerine ya¤lıboya, 69,7 x 60 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-1250<br />

Rembrandt Harmensz van Rijn<br />

(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)<br />

Portre, Dr. Ephraïm Bueno (1599-1665), 1646 civarı<br />

Pano üzerine yağlıboya, 19 x 15 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-3982<br />

Kuzey Hollanda<br />

Bir Çift Dü¤ün Eldiveni, 1622<br />

Oğlak derisi, ipek, saten, altın sırma, tatlı su incileri,<br />

uzunluk yak. 24 cm<br />

Rijksmuseum, env. BK-1978-48-A/B<br />

Delft<br />

Baharat Kutusu, 1660-80<br />

Seramik, yük. 19,5 cm<br />

Rijksmuseum, env. BK-NM-9529<br />

Kuzey Hollanda<br />

Kırk Dört Toplu Hollanda Sava Gemisi, 1648<br />

Ihlamur ağacı ve diğer malzemeler, uzunluk 106 cm<br />

Rijksmuseum, env. NG-NM-9358<br />

Abraham van den Tempel<br />

(Leeuwarden 1621/22 – Amsterdam 1672)<br />

Portre, David Leeuw (1631/32-1703), Amsterdamlı<br />

Tüccar ve Ailesi, 1671<br />

Tuval üzerine yağlıboya, 190 x 200 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-1972<br />

Jan de Bray<br />

(Haarlem 1626/28 – Amsterdam 1697)<br />

Aziz Luka Loncası Yöneticileri, Haarlem, 1675<br />

Tuval üzerine yağlıboya, 130 x 184 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-58<br />

Gerard Houckgeest<br />

(Den Haag 1600 – Bergen op Zoom 1661)<br />

Delft’te Oude Kerk Kilisesinin ‹çi, 1654<br />

Pano üzerine yağlıboya, 49 x 41 cm<br />

Rijksmuseum, env. SK-A-1584


Bilinmeyen Yönleriyle<br />

SU Çalışanları<br />

Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi<br />

Sabri Sayarı, Robert Koleji’ni bitirdikten<br />

sonra eğitimine Amerika’da Colombia<br />

Üniversitesi’nde ekonomi okuyarak devam<br />

etmiş ve aynı üniversitede siyaset bilimi<br />

doktorası yaptıktan sonra Türkiye’ye dönerek<br />

Boğaziçi Üniversitesi’nde epeyce uzun<br />

bir süre öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.<br />

Bu sürecin ardından Amerika’ya dönen ve<br />

bir takım düşünce kuruluşlarında çalıştıktan<br />

sonra, 1994-2005 yılları arasına Georgetown<br />

Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları<br />

Enstitüsü’nün başına geçen Sayarı, burada<br />

aynı zamanda dersler de vermiştir. 2005 senesinde<br />

Türkiye’ye dönmesiyle beraber Sabancı<br />

Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü<br />

olarak görev yapmaya başlamıştır. Kendisi<br />

2011 Aralık ayında düzenlenmiş Emeritus<br />

Töreni’yle beraber “Emeritus Öğretim Üyesi”<br />

ünvanını almış olup, Sanat ve Sosyal Bilimler<br />

Fakültesi’nde hala öğrencileriyle ve meslektaşlarıyla<br />

beraberliğini sürdürmektedir.<br />

Bahsettiğimiz yoğun akademik geçmişin bu<br />

üretken insanın hayatının büyük bir kısmını<br />

kapsadığı düşünüldüğünde, bir çoğumuzun<br />

şikayet ettiği yoğun yılların Sayarı’nın da hayatının<br />

bir parçası olduğu çok açık. Fakat onu<br />

farklı kılan, bu yoğun tempoda kendine kaçacak<br />

bir köşe yaratmış olan sanatsever yapısı.<br />

08


09<br />

nsanlar vakitleriyle ilgili sıkıntılarından yola çıkarak<br />

hobi sahibi olamadıklarından bahsediyorlar. Bu<br />

problemin üstesinden gelmiş biri olarak söyleyebilir<br />

misiniz acaba bu işin sırrı nedir? Ayrıca hobinizle kaç<br />

yıldır içli dışlısınız?<br />

Bu hobiyle uzun yıllardır içli dışlıyım. Benim önceleri<br />

pop müziğe-gençliğimde, lise yıllarımda, o zamanların<br />

pop müziğine-merakım vardı. Hatta kendi grubum vardı.<br />

Sonra giderek caz müziğine merak saldım ve hakikaten<br />

caz müziğini çok severim. Dinlemesini, izlemesini… Bir<br />

yandan da kendi kendimi geliştirmeye çalıştım. Hem<br />

müzik dinleyicisi olarak hem de davul çalma konusunda…<br />

Sonra Sabancı Üniversitesi’ne geldiğim zaman<br />

buradaki öğretim üyesi birkaç arkadaşla beraber bir<br />

grup kurduk. Rektör devir teslim töreni yapılıyordu Tosun<br />

Bey’den Nihat Bey’e geçtiği zaman. O törende de<br />

çok kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda çaldık. Bizim<br />

için de sürpriz oldu; biz orada akademik cübbelerimizle<br />

bekliyorduk falan. Sonra sahneye çıkınca onları<br />

çıkardık ve çalmaya başladık. Hele ben bu kadar yaşlı<br />

bir davulcu olarak büyük sürpriz oldum dinleyiciler için.<br />

Güler Hanım da oradaydı, o da şaşırmış Sabri Bey’in<br />

orada ne işi var diye. Çok zevkli bir şey benim için. Bir<br />

kere şu bakımdan zevkli; burada bütün gün dersler, öğrenciler,<br />

makaleler vs derken, akşamüstü gidip –garajın<br />

oradaki Hangar’da- iki saat gürültü, patırtı yapmak çok<br />

rahatlatıcı geliyor insana. Ben çok seviyorum ancak<br />

tabii ki iddialı bir davulcu falan değilim, tamamen hobi<br />

olarak yapıyorum. Bir ara buradan ders almaya çalıştım<br />

ancak vaktim yetmedi ve bırakmak zorunda kaldım.<br />

O halde sizin sırrınız bu keyifli hobinizi hayatınıza entegre<br />

etmiş olmanız. ş çıkışlarınızda veyahut haftada<br />

bir gün bile olsa buna vakit ayırıyorsunuz. Bir tür kaçış<br />

noktası gibi. Peki profesyonel anlamda müzik üzerine<br />

bir kariyer hayaliniz oldu mu?<br />

‹dealimdi… Hoca olmak yerine caz davulcusu olsaydım<br />

dediğim oldu… Eğer Amerika’daki yıllarımda derslerden<br />

vakit bulup oradaki caz otoritelerinden dersler<br />

alabilseydim çok farklı olurdu. Derslere gömüldüm çok.<br />

Ama aklımda kalmıştı. Ya davul, ya saksafon... Yani hayranım.<br />

Ferit Odman var belki tanıyorsunuz, Kerem Görsev<br />

Trio’da çalıyor. Onu dinlerken tüylerim diken diken<br />

oluyor. Kitlenip kalıyorum. Türkiye’nin en iyilerinden biri<br />

olduğunu düşünüyorum. Akademik hayatımdan memnunum<br />

tabii ki fakat öbür tarafın eksik kaldığını düşünüyorum.<br />

Orada da daha ciddi bir şeyler yapabilmek<br />

isterdim.<br />

Peki bunun fiziksel ve ruhsal anlamda rahatlatıcı olmasının<br />

haricinde, dinamizm verdiğini hissettiğiniz<br />

oluyor mu? Daha çok yoruluyor musunuz yoksa dinçlik<br />

mi hissediyorsunuz?<br />

Gayet iyi hissediyorum. Bir kere insanı kitaplardan çıkarıp<br />

bambaşka bir yere götürüyor. Orada yapılan iş,<br />

çıkan ses, söylenen şarkı… Heyecanlandıran, neşelendiren<br />

bir şey…<br />

Müzik tarzının da böyle hissetmenize etkisi büyük anladığım<br />

kadarıyla. Yalnızca enstrümanınız değil sizde<br />

bu hissiyatları yaratan…<br />

Tabii ki öyle. Ben cazı nereden kaptığımı söyleyeyim<br />

size. O zamanlar Amerika’nın Sesi Radyosu vardı.<br />

Amerika’dan cızırtılı bir şekilde o gürültü patırtı içerisinde<br />

dinlemeye çalışırdık.


Aslında eserlere erişim konusunda artık hiçbir sıkıntı<br />

kalmadı ancak dinlerken anlamak belli bir eğitim gerektiriyor.<br />

Bu kendi kendinizi eğitmek de olabilir tabii<br />

ki… Müziği bir kitap gibi görmeliyiz belki de. Öyküsü<br />

olan bir şey…<br />

Aynen öyle. Müziği tanımaktan çok daha fazlasıdır anlamak.<br />

Tabii ki. Klasik müzik hele başlı başına medeniyetlerin<br />

gelişiminin bir parçası... Benim daha çok sevdiğim<br />

caz müzik ise Amerika’daki siyahların kendi yarattıkları<br />

bir müzik. Kültürel çağrışımlardan çıkan bir şey… Sonradan<br />

beyazlar da işe katılmışlar Amerika’da. Özellikle<br />

Amerika’nın güneyinde…<br />

Biraz politik, sosyolojik yanları da var sanırım…<br />

Evet. Bazı türleri öyledir. Blues denilen tamamen aşk<br />

edebiyatı üzerine gider. Ama Miles Davis’ler falan çığlık<br />

atıyor gibi sesler çıkarırlar. Dolu doludur. Ama tabii<br />

ki günümüzde artık beyazlar da bu işin içinde, herkes<br />

cazla meşgul. Zaman içerisinde değişik caz türlerine<br />

geçtim ben. Dixieland zamanında severdim, son zamanlarda<br />

daha çok kadın vokalistler hoşuma gidiyor. Mesela<br />

Stacey Kent diye biri var. Gelecekmiş, konseri varmış<br />

yine Türkiye’de, duyunca çok sevindim. Stacey’nin<br />

geçen seneki konserinde 2 saatimi hayranlıkla geçirdim<br />

‹KSV’deki salonda. O tür cazı çok seviyorum. Daha yırtıcı<br />

olan sesleri geçmişte daha fazla severdim. ‹nsanın<br />

zevki değişiyor. Bu sene yazın yapılmış olan caz festivali<br />

çok iyiydi. Orada ben iki-üç tane konsere gittim.<br />

Herbie Hancock kendi grubuyla geldi, o çok iyiydi. Dee<br />

Dee Bridgewater çok iyiydi. Bu caz festivali muazzam<br />

bir şey. Amerika’da bile bu kadar iyi isimleri bir arada<br />

bulamazsınız. Oldukça iyi isimler geliyor. Bunlar birinci<br />

sınıf insanlar. Caz meraklılarına önerim, öncelikle yazın<br />

gerçekleştirilen festivalin etkinliklerine mutlaka gitmeleri.<br />

Çok çok önemli insanlar gelip gidiyor ve de bayağı<br />

seyirci var. Türkiye’de de artık bu işe meraklı olan insanların<br />

olduğu anlaşılıyor. Ama ben gerçek bir Stacey<br />

Kent hayranıyım. Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum.<br />

Arada mesajlar yolluyorum. Türkiye’de geçen yılki<br />

konserinde hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve yanına<br />

gittim, bir arkadaşımdan fotoğrafımızı çekmesini rica<br />

ettim. Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki. Great American<br />

Songbook şarkılarını gayet iyi söyleyen birisi. Great<br />

American Songbook şarkıları, Cole Porter zamanından<br />

kalan klasikler. Bu şarkıları değişik kişiler icra ediyorlar.<br />

Sizin de bahsettiğiniz önemli müzisyenlerimizden biri<br />

olan Kerem Görsev ile sahne alan Fatih Erkoç hakkında<br />

ne düşünüyorsunuz?<br />

Fatih Erkoç’u çok beğeniyorum. Ben onu Bodrum’da<br />

dinliyorum Marina Yacht Club’da. ‹ngilizce icrası da<br />

mükemmel. Bodrum’da çalıştığı orkestra kendi orkestrası<br />

sanırım, orkestrası da mükemmel. Ilhan Erşahin de<br />

çok başarılı mesela. Saksafon çalıyor ve oldukça yetenekli<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Çok gururlanıyorsunuzdur değil mi sizin bu kadar emek<br />

verdiğiniz bir müzik türünde Türkiye’de bunca başarılı<br />

müzisyenlerin olduğunu görünce…<br />

Valla gururlanıyorum ancak bir yandan da kıskanıyorum.<br />

Ben niye böyle olamadım diye… Amerika da tabii<br />

bu seviyelerde müzik yapan yüzlerce insan var ancak<br />

Sabri Sayarı


11<br />

Ben gerçek bir Stacey Kent hayranıyım.<br />

Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum.<br />

Arada mesajlar yolluyorum.<br />

Türkiye’de geçen yılki konserinde hiç<br />

yapmayacağım bir şey yaptım<br />

ve yanına gittim, bir arkadaşımdan<br />

fotoğrafımızı çekmesini rica ettim.<br />

Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki.<br />

Great American Songbook şarkılarını<br />

gayet iyi söyleyen birisi.<br />

özellikle nefesli enstrümanlarda Türkiye’de bir bolluktan<br />

söz edemiyoruz. Yeni yeni çıkmaya başladı… Bizim<br />

kültürümüzde ritme yatkınlık vardır. Davulcular çoktur.<br />

Bizim müziğimizde ritim duygusu çok gereklidir çünkü.<br />

Biz de piyanist çıkıyor, davulcu çok çıkıyor, ancak nefesli<br />

sazlarla ilgilenen ya da ilgilenmeye başladıktan<br />

sonra bu konuda istikrarlı davranan çok az.<br />

Dünden bugüne Sabri Sayarı:<br />

• Sırasıyla; Klasik piyano – Pop Davul – Caz Davul<br />

• Lise yıllarında ne dinliyordu? The Platters, Elvis Presley,<br />

Bill Haley and the Commets<br />

• Biraz daha sonraki dönemlerde neler dinliyordu:<br />

ABBA, Sting, Pink Floyd, Queen, Bee-gees<br />

• imdi: Kadın vokal ağırlıklı caz müzik; Stacey Kent<br />

Sabri Bey’den caza dair ipuçları:<br />

• Dixieland ve türevleri bir başlangıç noktası olabilir.<br />

• Blues eserleri ikinci aşamada tercih edilebilir.<br />

• Avangarde Caz – Miles Davis jenerasyonu, biraz<br />

daha kulak tırmalar.<br />

• Grup olarak tercihim hep Dave Brubeck Quartet. –<br />

Müthiş davulcu: Joe Morello<br />

• MJG (Modern Jazz Quartet) – Cazı klasik müzik gibi<br />

icra ederler<br />

• Belgesel: History of Jazz – 1900’lerden başlar, günümüze<br />

kadar gelir.<br />

• Film Müziği: Paris’te Bir Gece- Woody Allen; New<br />

York’ta bir gece kulübünde klarnet çalar haftada bir<br />

gün hobi olarak. Bu kadar tanınmış bir rejisör olarak<br />

böyle bir şeye vakit ayırması çok etkileyici.<br />

Kendi sözcükleriyle Sabri Sayarı:<br />

• Genç ruhlu<br />

• Yeni şeyler denemeye meraklı<br />

• Köpeksever


+1 Bu da Benim Artım<br />

Kerem Koç / Mekatronik 2006 Mezunu<br />

Artı Bir Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından bir öğrencinin daha faydalanması<br />

için “Ben de varım!” diyenlerin kampanyasıdır. Kampanya gelirleri, Burs Fonu’na<br />

aktarılarak, ihtiyaç sahibi bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nde okuması<br />

için kullanılacaktır. “Bu da benim Artım!” diyerek desteğinizi gösterin!<br />

Sabancı Üniversitesi’nin size kattığı artıyı anlatacağınız<br />

kısa bir video’yu ya da cümleyi paylaşabilir, bağış<br />

yapabilir, artı bir ürünlerinden satın alabilirsiniz.<br />

Kampanyaya katılmak için: http://www.artibir.org/<br />

2011 ilkbaharı… Salih Bey (Arıman) ve Şule Hanım<br />

(Yalçın) ile birlikte, Karaköy ‹letişim Merkezi’nde<br />

toplantıdayız. SÜMED Yönetim Kurulu’ndan Tunç ve<br />

Esen var. Konu SÜMED hakkında hedeflerimiz. Her<br />

zaman destekleriyle yanımızda olan, bu iki değerli SU<br />

yöneticisi, bizi kırmamışlar. ‹şlerimiz yoğun. SÜMED<br />

gönüllüleri olarak kampüse sık gidemiyoruz diye,<br />

akşamlarını bize ayırmışlar. Konu mezunlarımızın<br />

SU Burs Fonu bağış konusundaki geri bildirimlerine<br />

geliyor. Her zaman kafamda olan fikri çıtlatıveriyorum.<br />

“SU Burs Fonu için mezun iletişimini biz yapalım.<br />

SU öğrencisi için bağış yapılacaksa ve bu bağışı SU<br />

mezunu yapacaksa, isteyen de SU mezunu olmalı!”<br />

Salih Bey ve Şule Hanım fikri beğeniyor, peki ama<br />

nasıl? Bu sonraki toplantının konusu…<br />

Sonraki bir araya gelişimizde heyecan doluyum,<br />

kafamda fikirler uçuşuyor. Bir yandan iş maliyetli<br />

ama sorun değil diyoruz. SU mezunları ne<br />

güne duruyor? Hepimiz bir yerinden tutarız.<br />

Projeyi anlatıyorum, Salih Bey hemen<br />

elini omzuma atıyor, “Kerem kardeim”<br />

diyor, “Her zamanki gibi arkanızdayım!”<br />

Bu motivasyonla hemen işe koyuluyorum.<br />

Uzun zamandır görüşmediğim, iletişimci<br />

SU mezunlarını arıyorum. “Tabii ki<br />

varım!” demeyen yok. Sıla’nın (Nur<br />

Işık’07) “Artı Bir” ismini bulmasıyla iş<br />

daha da keyifli hal alıyor. Bir hafta sonu;<br />

Kemal (Arslan’04), Melih (Özgüle’08),<br />

Tamay (Kiper’09), Onur (Okudan’10),<br />

Can (Fakıoğlu’06), Tunç (Acarkan’06)<br />

ve ben kampüsteyiz. Videolar çekiliyor.<br />

Sabahlara kadar Ataman’la (Girişken’10) kod yazıyoruz.<br />

Sıla’dan tasarımlar geliyor. Sanem (Güler’07) ürünleri<br />

tasarlıyor. Daha hiçbir şey ortada yokken, Ahmet<br />

Fatih (Sarıçiçek’09), Akdes (Serin’06), Sıla, Behiye<br />

(Bilgin’05) dünyanın dört yanından videolarını<br />

yolluyorlar. Erbil (Aşkan’05) bardakları üretiyor.<br />

‹şin en zora girdiği, umutsuz günlerde bir başka<br />

SU yöneticisi Berna Hanım (Özkul) yetişiyor. SU<br />

iletişim departmanı da tüm gücüyle bize destek<br />

oluyor. Betül (Çamyar Karasinan’06) projeye<br />

dahil oluyor. Her yerde SU mezunu… Mobil<br />

ödemeye gidiyoruz, Ayhan (Şimşek) destek oluyor.<br />

Defterler geliyor. Standımız hazır, web sitesi yayında.<br />

‹ncifer (Gülle’06), bannerları hazırlıyor. Biricik SÜMED<br />

Ofisi çalışanları Fatih (Mehmet Akdan) ve Merve<br />

(Tokgön) ile SU Kaynak Geliştirme Yetkilisi Ayla Hanım<br />

(Gürleyen) işin başından sonuna hep yanımızda.<br />

Yeni yıl geliyor, kar yağmıyor ama dünyanın dört bir<br />

yanına kartpostallar yağıyor.<br />

Ve ite Artı Bir karınızda...<br />

Herkesin eline sa¤lık!<br />

Defterler kapı kapı! Herkes hayran...<br />

Bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nin bu güzel<br />

dostluk ortamında, Türkiye’nin en kaliteli eğitimini<br />

alması için küçük +1’lerin toplanmasıyla ortaya çıkan<br />

büyük proje! Herkesin yüzü gülüyor.<br />

Bu dayanıma ruhuna, siz de küçük +1’inizi eklemeyi<br />

unutmayın.


13<br />

+1’i Yaratanlar<br />

KEREM KOÇ’06<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Artı Bir benim için Sabancı Üniversitesi’nin<br />

hayatıma kattığı her şey demek! Sabancı<br />

Üniversitesi’nin hayatıma kattıkları sayısız…<br />

Tanıdığım değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin<br />

önemli akademisyenleriyle diyalog içinde bir eğitim,<br />

kendimi geliştirme imkânı… Artı Bir benim için<br />

tüm bunlara bir vefadır. Küçük, kendi kabuğunda<br />

kampüsümüzün içinde yaşanan dostlukları hatırlamak,<br />

başkalarına da hatırlatmaktır.<br />

Artı Bir ekibi nasıl doğdu?<br />

SU Mezunları Derneği’nde, SU mezunları olarak bizleri<br />

birleştiren değerlere eğiliyoruz. Ortak değerlerimizi,<br />

bizler için anlam ifade eden kavramları yaşatmanın,<br />

bağlarımızı kuvvetlendirmenin yollarını arıyoruz.<br />

Sonuç olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitesinin<br />

mezunlarıyız. Bizlerden sonra gelenlerle de<br />

kendi dönemlerimiz arasında köprüler kurmak ve<br />

bağları güçlendirmek istiyoruz. Bu noktada, SU<br />

yönetimi ile yaptığımız görüşmeler sonucunda,<br />

mezunlar olarak biz emeğimizi koyduk, onlar da<br />

desteklediler. Böylece Artı Bir ortaya çıktı. Daha<br />

uzun yıllar sürecek bir değeri markalaştırmış olduk.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

Artı Bir projesi için ekip olarak hepimiz özveriyle çalıştık.<br />

Ben projenin koordinasyonuyla uğraştığım için her taşın<br />

altından çıktım diyebilirim. Sahada ayak basmadığımız<br />

yer kalmadı.<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

Ben araştırmayı, öğrenmeyi, parçaları bir araya<br />

getirmeyi, bu anlamda hep meraklı bir çocuk olarak<br />

kalmayı seviyorum. Artı Bir’in duvarına da yazmıştım.<br />

SU’da benim Artı’m, istediğim her şeyi araştırıp<br />

öğrenebileceğimi öğrenmemdi. Ve tabi dostlarım…<br />

SILA NUR IŞIK’07<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Artı Bir benim için bir destek hareketinin<br />

parçası olmak, kısaca “ben de varım”<br />

demektir.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? /<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

SUMED, mezunlarına ulaşıp onları burs için bağış<br />

yapmaya davet etmek üzere bir kampanya yaratmak<br />

istiyordu. Bunun için de bu kampanyanın yaratım<br />

aşamasında benden fikir yardımı istediler. Ben de<br />

eskiden üniversitenin internet forumlarında kendi<br />

aramızda kullandığımız “+1” kavramını bir kampanya<br />

haline getirmenin, mezun öğrencilere ulaşmak için<br />

samimi bir yol olacağı düşündüm. Bu tanıdık kavramdan<br />

yola çıkarak projenin ismini önerdim ve ajansımla<br />

beraber çalışarak +1 logosunu ve web sitesinin<br />

tasarımını yarattım.<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı artıları günden<br />

güne karşılaştığım olaylarda ve girdiğim ortamlarda<br />

kendi içimde keşfetmeye devam ediyorum. Bununla<br />

birlikte, en öne çıkan artılarımın, dünya görüşü olan<br />

bir birey olarak yetişmem ve her ortamda bu şekilde<br />

kendimi gösterebilmem olduğunu düşünüyorum.<br />

Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı bu sağlam kişilik<br />

değerlerinin bir yansıması olarak da bu değerli projede<br />

katkım olduğu için çok mutluyum.<br />

SANEM GÜLER’07<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Artı Bir benim için, başarılı öğrencilerin<br />

Sabancı Üniversitesi’nde, benim gibi burslu<br />

okumasına destek olabilmem için önemli<br />

bir fırsattır. Artı Bir sayesinde, dünyaya bakış açısını<br />

geliştirebilecek, hayatı boyunca özleyecek bir ortamda<br />

eğitim görebilme imkanına bir kişi daha sahip olacak.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

Artı Bir’e katkı için, mug ve t-shirt tasarımları, bunun<br />

yanısıra Artı Bir’e destek videoları için tasarım yaptım.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />

Ekibe, Sabancı Üniversitesi sayesinde tanıştığım<br />

arkadaşım Kerem Koç vesilesiyle dahil oldum. Bana<br />

projeyi anlattığında heyecanlandım, zihnimde pek çok<br />

fikir belirdi. Oturduk tartıştık ve gelişmesine katkıda<br />

bulundum.


SU’da senin artın neydi?<br />

Sabancı Üniversitesi’nde benim artım, merak ettiğim<br />

konuları araştırıp, pek çok farklı kaynaktan bilgi<br />

edindikten sonra kendi yorumumu oluşturmayı<br />

öğrenmemdi.<br />

CAN FAKOĞLU’06<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Kendimi SU mezunu olduğum ve böyle bir<br />

ayrıcalıkla hayata atıldığım için hep şanslı<br />

saydım. Artı Bir bu şansı paylaşmak, bir<br />

gencin daha muhtemelen hayatının en güzel<br />

yıllarını, olabilecek en iyi kampüste geçirmesine olanak<br />

sağlamak demek benim için.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

Artı Bir ekibi ile başarıyla devam eden “Bu da benim<br />

artım” videolarının tanıtımı için ilk viral videoları çektik<br />

ve yayına hazırladık.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />

Ekibe Kerem Koç vasıtası ile dahil oldum. Üniversite ve<br />

mezunlar arası iletişimi güçlendirmek adına güncel ve<br />

sıcak bir kampanya fikri ile yola çıkılmıştı, ben de kendi<br />

uzmanlık alanımda yardımcı olmaya çalıştım.<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

En büyük artım arkadaşlarım sanırım. Bu kadar farklı<br />

alanlarda eğitim görmüş ama birbirini bu kadar etkileyip<br />

zenginleştirmiş bir insan grubuna dahil olmak çok keyifli.<br />

BETÜL KARASNAN’06<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Artı Bir benim için; gün boyu üzerimde<br />

taşıdığım kurum kimliğinin altına giydiğim<br />

Sabancı Üniversitesi tişörtüdür.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

Artı Bir’in pazarlama iletişim araçlarının üretilmesine<br />

destek verdim.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />

Aslında Artı Bir’e tesadüfen dahil oldum. Sabancı<br />

Üniversitesi’nde Pazarlama Sorumlusu ve Artı Bir’in<br />

fikir babası Kerem Koç’la dönem arkadaşı olduğum için<br />

Artı Bir’in beni kolay bulduğunu söyleyebilirim.<br />

GÖZDE OTMAN’07<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

SÜMED sayesinde haberdar olduğum,<br />

Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından<br />

daha fazla öğrencinin destek almasına<br />

katkı sağlayacak, hızla başlayan ve gelecek<br />

vadeden bir kampanya.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

http://www.artibir.org/ adresinden satın alınabilen +1<br />

ürünlerinden, Artı Bir Wallpaper’ı tasarladım.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />

Kerem’in teklifiyle, “Ufak da olsa, çorbada benim de<br />

tuzum olsun” diye düşünerek, seve seve projeye dahil<br />

oldum.<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

Üniversite sınavının tercih yapan öğrencilere dayattığı<br />

meslek seçiminden bağımsız, istediğim dersleri<br />

seçerek, mühendis olacağımı zannederek girdiğim<br />

üniversitemden görsel iletişim tasarımcısı olarak mezun<br />

oldum. Programımı keyifle bitirdim ve severek çalıştığım<br />

kendi işimi kurdum. ‹şte bu da benim artım!<br />

ATAMAN GRŞKEN’10<br />

Artı Bir senin için nedir?<br />

Artı Bir benim için küçük yardımlarla ileride<br />

birçok Sabancı Üniversitesi öğrencisine<br />

büyük imkânlar sağlayacağına inandığım<br />

ve parçası olmaktan mutluluk duyduğum bir<br />

projedir.<br />

Artı Bir için neler yaptın?<br />

Artı Bir internet sitesinin yazılım aşamasında yer aldım.<br />

Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />

Daha önce farklı projelerde birlikte çalıştığım Sabancı<br />

Üniversitesi’nden arkadaşım Kerem’in, beni arayıp Artı<br />

Bir projesinden bahsetmesinden kısa bir sure sonra,<br />

Artı Bir ekibine dahil oldum.<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

Yurtdışında master yaparken, Sabancı Üniversitesi’nde<br />

aldığım eğitimin uluslararası bir düzeyde olduğunun bir<br />

kez daha farkına vardım, bu da benim Artı’m!<br />

SU’da senin artın neydi?<br />

Benim artım, kendini hem farklı hissetmek, hem de<br />

farklılıklara hoşgörü ile yaklaşabilmektir.


Mezunumuz Gözde Otman (VACD’07)<br />

nostaljik konseptli fotoğraf stüdyosu<br />

“GİYÇEK”i anlatıyor…<br />

15<br />

G‹YÇEK nedir?<br />

G‹YÇEK, nostalji konseptli ve kostümlü bir fotoğraf<br />

stüdyosu. “Nostaljik Foto¤raf Stüdyosu” olarak<br />

anılmasına rağmen, bence bir fotoğraf stüdyosundan çok<br />

daha fazlası. Amacım, nostalji konseptiyle eski fotoğraf<br />

stüdyolarına gönderme yaparken, kostümler ile fotoğraf<br />

çekimlerini çok daha ilginç ve keyifli bir hale getirmek.<br />

Kıyafetler ve aksesuarlar, ziyaretçilerimizin hayal<br />

gücünü harekete geçiren ve stüdyodan şen kahkahalar<br />

yükselmesini tetikleyen birer araç gibi.<br />

Stüdyo bünyesinde, ilk konsept olarak seçilen Osmanlı<br />

teması altında, 50’nin üzerinde kostüm, başlık, aksesuar<br />

ve mizansenleri tamamlayacak ud ve tef gibi enstrümanlar<br />

bulunuyor. Bu kostümlerle Osmanlı ‹mparatorluğu’nun<br />

heybetli padişahı, hanedanın yüksek rütbeli paşası,<br />

saraylı bir hanımefendi, keyf-i sefa içindeki haremin<br />

güzeller güzeli cariyesi, Göksu’da gezintiye çıkmış<br />

feraceli bir hanımefendi, şık bir Üsküdar katibi, isyankar<br />

ruhlu bir külhanbeyi ya da gözü pek bir yeniçeri kılığına<br />

girmek mümkün.<br />

Stüdyo kapısından giren on kişiden dokuzunun merakla<br />

sorduğu “Bu fikir aklınıza nereden geldi?”<br />

sorusu her gün ne kadar şanslı bir insan olduğumu<br />

hatırlatıyor bana. Üniversiteden mezun olduktan<br />

sonra; tasarım, fotoğraf ve nostaljiye olan ilgimin<br />

bana, yurtdışında birçok örneğini görüp beğendiğim<br />

ve deneyerek inanılmaz keyif aldığım, eski fotoğraf<br />

stüdyolarının ‹stanbul versiyonunu yaratma fikrini<br />

ve enerjisini verdiğini söyleyebilirim. ‹ki yılın sonunda<br />

da, rüzgarı arkama alıp yüreğimin götürdüğü<br />

yere emin adımlarla ilerleyerek ne kadar doğru bir<br />

başlangıç yaptığımı, ailemin ve dostlarımın desteğiyle<br />

bugünlere keyifle geldiğimizi görüyorum.<br />

Neden G‹YÇEK?<br />

Stüdyonun amacı, ‹stanbul’u ziyaret eden turistler<br />

için farklı bir anı fotoğrafı oluşturmak olduğu kadar,<br />

‹stanbullulara da eğlenceli bir deneyim yaşatmak.<br />

Tarihe karışmak üzere olan, stüdyoda kalabalık fotoğraf<br />

çektirme geleneğini tekrar canlandırarak, ziyaretçilerine<br />

hafıza kartları ya da cd’lerde unutulmaya yüz tutmuş<br />

fotoğraflar yerine, uzun yıllar keyifle hatırlayacakları bir<br />

deneyim ve saklayacakları bir fotoğraflar sunmak.<br />

Osmanlı dönemi kostümleriyle zamanda yolculuğa<br />

çıkaran stüdyo, yeni konsept ve kostüm taleplerinizi de<br />

değerlendiriyor. Konsept önerileri ve taleplerinizi info@<br />

giycek.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca, sizleri<br />

de Galata’da bulunan stüdyomuza bekliyoruz. Stüdyo,<br />

pazartesi hariç hergün 10:00-19:00 arasında açık. Birden<br />

çok kostüm giymek ya da fotoğraf almak isteyenlere<br />

olduğu gibi, Sabancı Üniversitesi öğrencilerine ve<br />

SÜMED üyelerine indirimler mevcut.<br />

G‹YÇEK<br />

Nostaljik Fotoğraf Stüdyosu,<br />

Galata – 0212 251 8181<br />

www.giycek.com<br />

www.facebook.com/giycek<br />

www.twitter.com/giycek


ABD Savunma Bakanlığı’nın<br />

düzenlediği “Dijital Adli Tıp”<br />

yarışmasında birincilik<br />

elde eden mezunumuz:<br />

Can Yıldızlı<br />

(BSCS’2009)...<br />

Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi<br />

Aralık ayının başlarıydı. 2009 Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Lisans mezunumuz<br />

Can Yıldızlı’nın, ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği bir yarışmada birinci olduğunu<br />

öğrendik. Hem de 1147 takım arasından tek başına yarışarak… Derken<br />

Mezunlar Ofisi telefonları arka arkaya çalmaya başladı. Türkiye’nin ulusal basın<br />

kuruluşları Can ile görüşebilmek için mezun olduğu üniversite yoluyla ona ulaşmaya<br />

çalışıyorlardı. Telefonları zevkle cevaplarken SU Dergi’nin yeni sayısı için<br />

harika bir röportaj fırsatı daha yakaladığımı düşünmeden edemedim.<br />

ABD Savunma Bakanlığı neden böyle bir yarışma<br />

düzenlemek istemi olabilir?<br />

Ülkeler bu yarışmaları genelde güvenlik ile yakından<br />

ilgilenen insanları bulup, öne çıkarmak için düzenliyor.<br />

Bunun dışında da verdikleri problemlerin çözüm<br />

yollarına bakarak insanların bu problemlere nasıl<br />

yaklaştığını analiz ediyorlar. Verilen problemlerden<br />

bazılarının günümüzde daha çözülememiş veya belirli<br />

bir metodu olmayan problemler olması, bir başka nedeni<br />

de ortaya koyuyor.<br />

Peki, senin yarışmadan nasıl haberin oldu?<br />

‹nternette gezinirken gördüm. Yarışmaya herkes internet<br />

üzerinden kolayca katılabiliyor, en fazla dört<br />

kişilik takımlar olarak da yarışılabiliyordu. Zaten katılımcıların<br />

çoğu takım halindeydi.<br />

Yarışmaya kazanacağına inanarak mı yoksa biraz<br />

eğlenmek ya da kendini denemek için mi katıldın?<br />

Aslında yarışmada verilen problemler tamamen olmasa<br />

da çalışma alanıma çok yakındı. Başlarken<br />

16<br />

kazanma ihtimalimin yüksek olduğunu biliyordum fakat<br />

bundan emin olmak istedim. ‹nanç da vardı tabi.<br />

Türkiye’den başka katılımcı var mıydı?<br />

Yarışmaya katılan her takımın yanında katıldığı ülkenin<br />

bayrağı yer alıyordu. Türkiye bayrağını taşıyan benim<br />

dışımda bir takım yoktu.<br />

Bize biraz yarışmanın detaylarından bahseder misin?<br />

Nedir “Dijital Adli Tıp”?<br />

Dijital Adli Tıp hacker’ların bir sisteme girdikten sonra<br />

bıraktığı izlerden yola çıkarak bilgi ve delil toplanması<br />

üzerine kurulu bir alandır. Alan çok geniş olduğu için<br />

şifreli konuşmaların ve şifrelenmiş verilerin bulunması<br />

veya parçalanmış fiziksel bilgisayar parçalarından bilgi<br />

çıkarılması gibi birçok konuyu da barındırıyor. Yarışmada<br />

bizlere farklı zorluk seviyelerinde 23 adet problem<br />

verildi. Problemlerin zorluk seviyelerine göre de puanları<br />

bulunuyordu. Bu problemler şifre kırma, resmin<br />

veya müziğin arkasına gizlenen verileri bulma ve Dijital<br />

Adli Tıp alanında çeşitli yazılım geliştirme konularını<br />

içeriyordu.


17<br />

Yarışmayı kazandın. Peki, karşılığında seni nasıl bir<br />

ödül bekliyor?<br />

Yarışmada benim dışımda ilk beşe giren dört kişilik takımların<br />

hepsi ABD vatandaşlarından oluşuyordu. Eğer<br />

yarışmada ABD vatandaşı iseniz kazanacağınız ödüller<br />

de çok daha fazla oluyor. Bana iki adet plaket verildi.<br />

Bu senenin ilerleyen zamanlarında da Malezya’da bir<br />

güvenlik üssüne seyahat ayarlanacak. Bunun dışında<br />

sponsorlardan gelen değişik eğitim ödülleri de oldu.<br />

Yarışmada “Lonewolf” ismini kullanmanın özel bir nedeni<br />

var mı?<br />

Hayır, tamamen rastgele seçtim. Aslında‹ngilizce “Lonewolf”<br />

olarak koyduğum ismi medyanın "Yalnız Kurt"<br />

diye çevirmesi hakikaten talihsizlik oldu diyebilirim. Kimin<br />

aklına gelir?..<br />

‹nternet güvenliğini dünya genelinde değerlendirebilir<br />

misin? Tedbirleri yeterli buluyor musun? Türkiye’deki<br />

durumla karşılaştıracak olursan mesela…<br />

‹nterneti o kadar kısa sürede hayatımıza sokup yeni<br />

teknolojilerle entegre etmeye çalıştık ki çıkabilecek birçok<br />

problemi göremedik. Bu problemlerin en önemlisi<br />

güvenlik diyebiliriz. ‹nternet güvensizdir. Konuşmalarınız,<br />

yazdıklarınız veya ziyaret ettiğiniz siteler, siz farkında<br />

olmadan birçok noktadan ve birçok potansiyel<br />

saldırganın elinin altından geçiyor. Tüm bunlar yetmiyor<br />

gibi bir de ’online banka’ ve ‘elektronik ticareti’ çıkardık.<br />

Değişik şifreleme yöntemleri kısmen işe yarasa da,<br />

ortaya çıkan bu karmaşık teknolojinin güvenli olmasına<br />

asla yetmedi. Dünyadaki durum ile Türkiye’deki durum<br />

diye bir ayrım yapamayız. ‹nterneti ortak bir alan olarak<br />

düşünürsek her ülkenin vatandaşı aynı şekilde tehlike<br />

altında. Türkiye’deki kullanıcıların birçok tehlikeye karşı<br />

bilinçli olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında Türkiye’deki<br />

bankaların da internet şubelerindeki güvenliğin,<br />

Avrupa ortalamasının ve Amerika’nın çok üzerinde olduğunu<br />

belirtmeliyim.<br />

Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği<br />

okumaya nasıl karar verdin?<br />

Sabancı Üniversitesi’ne başlamadan uzun zaman önce<br />

programlama ile uğraşıyordum. Aslında programlama<br />

ve zararlı yazılımlar üzerine çalışmaya 14-15 yaşlarında<br />

başlamıştım. Daha önce genetik mühendisliği okumak<br />

istiyordum. Nasılsa bilgisayar biliyorum bari başka bir<br />

alandan diplomam olsun diye düşünmüştüm. Arkadaşlarım<br />

sağ olsun, beni bu isteğimden soğuttular. Sabancı<br />

Üniversitesi ile Kadıköy Anadolu Lisesi’nin düzenlediği<br />

bir gezi sayesinde tanışmıştım. Üniversite ilk gördüğüm<br />

günden beri hoşuma gitmişti. Bilgisayar mühendisliği<br />

okuyacaksam mutlaka Sabancı Üniversitesi’nde<br />

okurum diye kendime hedef çizmiştim. Bunun başlıca<br />

nedeni de okulu gezerken gördüğüm bilgisayar laboratuarının<br />

modern dizaynı idi. Okulumuzun şehirden uzak<br />

olmasının getirdiği birçok dezavantajın yanı sıra aslında<br />

akademik çalışma için daha güzel bir ortam hazırladığını<br />

söyleyebilirim. Tabi bu durum sosyal hayatı biraz olumsuz<br />

etkiliyor olsa da... Okulda lisans ve yüksek lisans<br />

sırasında beraber proje yaptığım tüm hocalarım her zaman<br />

çalışmalarıma destek oldular. Özellikle hocalarım<br />

Albert Levi, Erkay Savaş ve Yücel Saygın üniversite boyunca<br />

ilgilendiğim konularda bana destek olup her zaman<br />

yol gösterdiler. Okulumuzun yurtdışındaki okullar<br />

ile neredeyse aynı çalışma sisteminde olması da ayrıca<br />

güzel. Şu anda Rensselaer Polytechnique Institute’te<br />

doktora yapmaktayım ve kullandığımız tüm<br />

sistemler (Mail, Webct, Bannerweb vs.) Sabancı’dakiler<br />

ile aynı. Bunun dışında ders<br />

“Add/Drop” dönemleri gibi birçok şeye yabancılık<br />

çekmeden yurtdışındaki çoğu uygulamaya<br />

kolayca alışabildim. Okulumuzun<br />

uyguladığı, programın seçilebilme lüksü de<br />

gerçekten çok önemli. Bence Sabancı Üniversitesi<br />

yurtdışındaki eğitim sistemini aratmayan<br />

paha biçilmez bir üniversite. Bu ailenin<br />

de bir parçası olmaktan mutluyum.<br />

Mezun olduktan sonra neler yaptın? Bundan<br />

sonrası için planların neler?<br />

Rensselaer Polytechnique Institute’ta eğitimime<br />

devam ediyorum. ‹lerisi için çok bir<br />

planım yok. Yapmak istediğim projeleri hayata<br />

geçirip hayattan olabildiğince zevk almaya<br />

bakıyorum.


Sezen Aksu’yu şaşırttan<br />

mezunlarımız: Sinan Tuncay (VACD'10)<br />

ve Sevil Kaynak (VACD'11)...<br />

Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi<br />

Sevil ve Sinan üniversitemizin yeni mezunlarından. Sevil mühendis olma niyetiyle geldiği SU’da<br />

ilk senesini bitirir bitirmez çocukluk hayalinin peşine düşmeye karar vererek Görsel Sanatlar ve<br />

Görsel İletişim Tasarımı okuyor. Sinan da lise sonrasında, aynı program için rotasını SU’ya çeviriyor.<br />

Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istediğini söylüyor.<br />

İkisi de o şansı yakalamış bile: Sezen Aksu’nun "Vay" şarkısı için hazırladıkları, uğruna uykusuz<br />

geceler geçirdikleri minik harikalar diyarı, Sezen Aksu’nun evinin maketi ve kuklaları ile…<br />

Sezen Aksu’nun Vay şarkısı için gerçekten farklı bir<br />

klip hazırladınız. Kukla ve maket kullanma fikri nasıl<br />

ortaya çıktı? Sezen Aksu’yla çalışma fırsatını nasıl yakaladınız?<br />

Sinan: Klibin ortaya çıkış hikâyesi oldukça ilginç aslında.<br />

Benim evim, Sezen Aksu’nun evinin hemen karşı kıyısında.<br />

Tam bir sene önce, röportajlar, fotoğraflar ve biraz<br />

da hayal gücümden faydalanarak onun evinin küçük bir<br />

maketini ve bir de hamurdan kuklasını yapmıştım. ‹çinde<br />

onları kullandığım kısa video çalışmamı uzunca bir süre<br />

Sezen Aksu’ya ulaştırmaya çalıştım ve şans eseri bir gün,<br />

çalıştığım fotoğraf stüdyosunda onunla tanışma fırsatı<br />

yakaladım. Videodan çok etkilendi ve bir benzerini yeni<br />

albümündeki “Vay” şarkısına klip olarak hazırlamamı teklif<br />

etti. Bu beklediğimden de büyük bir tepkiydi tabii ki!<br />

‹şe başlamaya karar verdikten sonra hiç endişelendiniz<br />

mi? Büyük bir sorumluluk almak nasıl hissettirdi?<br />

Sinan: Bu elbette ki büyük bir sorumluluk… Hatta biraz<br />

da deli işi… Teklifi alır almaz hemen Sevil ile hazırlıklara<br />

başladık. ‹lk heyecanı attıktan sonra, özellikle üç aylık<br />

yoğun çalışma döneminde, bu sorumluluğu hem ruhsal<br />

hem de fiziksel anlamda fazlasıyla hissettik diyebiliriz.<br />

Bizi hem çok yoran, hem de büyüten çok önemli bir süreçti.<br />

Neyse ki ikimiz daha önce beraber benzer teknikleri<br />

kullandığımız pek çok proje yapmış olduğumuz için<br />

çalışırken birbirimizi artık iyi tanıyor ve tamamlıyorduk.<br />

Bu tüm zor anlardaki en büyük avantajımızdı.<br />

Aranızda nasıl bir görev dağılımı vardı?<br />

Sinan: Projede ben kendimi yönetmen, Sevil de sanat<br />

yönetmeni olarak adlandırmış olsak da, ikimiz de bu görev<br />

tanımlarının fazlasıyla dışında çalıştık. ‹ş bölümümüzü<br />

mümkün olduğunca kişisel becerilerimize göre şekillendirmeye<br />

çalıştık tabii, ama bu gene de her adımımızı<br />

birbirimizin fikrini alarak attığımız, oldukça kolektif bir<br />

süreçti.


Klibin hazırlıkları uzun sürmüş olmalı. Çok emek gerektiren<br />

işler var. Çekim sürecinden bahseder misiniz?<br />

Sevil: Sezen Aksu’nun evinin büyük bir maketini, gerçeğinin<br />

ölçüsüne ve detaylarına dayanarak baştan<br />

oluşturduk, farklı dönemlerine <strong>ait</strong> sekiz farklı kukla<br />

hazırladık. Bunu yaparken de kartondan tahtaya, maket<br />

hamurundan metal tele kadar pek çok farklı malzemeden<br />

yararlandık. "Vay" şarkısındaki kederi, Sezen<br />

Aksu’nun kendi iç dünyasına tanıklık ederek, evindeki<br />

mobilyalar ve aksesuarlar üzerinden anlatmak istedik.<br />

Klipte hem video hem de stop motion tekniklerini<br />

kullandığımızdan süreç biraz daha zorluydu. Tabii kimi<br />

zaman ikimiz de detaylara gereğinden fazla takıldığımız<br />

için, hem maketin yapımı hem de çekimler planladığımızdan<br />

çok daha uzun sürdü. Sonuçta üç aylık geceli<br />

gündüzlü bir çalışmayla klibi tamamladık.<br />

Sezen Aksu’yla çekim aşamasında nasıl çalıştınız?<br />

Kendisiyle çalışmak kolay mı, eğlenceli mi?<br />

Sevil: Çalışmanın her aşamasında çok bağımsızdık.<br />

Kliple ilgili tüm kararlar bize bırakılmış haldeydi ki bu<br />

pek de rastlanmayan türden bir özgürlük. Sezen Aksu<br />

ve ekibinin pozitif, gençlerin fikirlerine önem veren ve<br />

yeniliklere açık bir yapısı var. Sezen Hanım yaptığımız<br />

maketi gördükçe çok heyecanlanıyordu ve bize sürekli<br />

“Çocuklar akıl sağlığınızdan şüpheleniyorum, sizi doktora<br />

göndereceğim” deyip duruyordu. Çok samimi ve<br />

keyifli bir çalışma ortamıydı kısacası. Bu yüzden kliple<br />

ilgili her talebimizi onlara ilettik, aldığımız olumlu yanıtlar<br />

da klibe yansıdı.<br />

Sabancı Üniversitesi’nde Görsel Sanatlar ve Görsel<br />

‹letişim Tasarımı okumaya nasıl karar verdiniz?<br />

Sevil: Sabancı Üniversitesi’ne mühendislik okumak<br />

üzere girmiştim, ama çocukluktan beri sanat ve tasarıma<br />

karşı ilgiliydim aslında. Hayatımda yapmak istediğim<br />

asıl şeyin bu olduğuna birinci sınıfın sonunda karar<br />

verebildim ve Görsel Sanatlar bölümüne geçiş yaptım.<br />

Sinan: Benim Sevil kadar keskin bir dönüş hikâyem<br />

yok. Lise yıllarında ne okuyacağıma dair kararsızdım<br />

ama sanat, tasarım ve mimariye, yani görselliğe hep bir<br />

ilgim vardı ve bir şekilde kendime o yönde bir çıkış noktası<br />

bulacağımı biliyordum. Sabancı Üniversitesi’ndeki<br />

Görsel ‹letişim Tasarımı bilindik kalıpların dışında<br />

bir program olduğu için beni etkilemişti. Kendime çok<br />

daha fazla seçenek yaratabileceğimi ve farklı alanlardan<br />

beslenebileceğimi düşündüğüm için de kendimi<br />

burada buldum.<br />

19<br />

rıyla geçirdim. Sonrasında da klip çalışmalarına kadarki<br />

birkaç aylık süreçte reklam fotoğrafçısı Fethi ‹zan’ın<br />

yanında çalıştım. Geçtiğimiz Eylül ayından beri de New<br />

York’taki School of Visual Arts’ta fotoğraf ve video üzerine<br />

yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum.<br />

Hayatınız ve kariyerinizle ilgili bundan sonrası için ne<br />

hayal ediyorsunuz?<br />

Sinan: Bu cevaplaması zor bir soru. Ben çalışmalarıma,<br />

fotoğraf, video ve hatta gerçekleştirebilirsem sinema<br />

üzerinden devam edeceğim. Kendi iç dünyasını işleriyle<br />

yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istiyorum<br />

diyelim.<br />

Sevil: Şu anki amacım yüksek lisans için başvurduğum<br />

okullardan olumlu sonuçlar almak. Uzak gelecek ile ilgili<br />

konuşmayı pek sevmiyorum.<br />

Sabancı Üniversitesi hayatınızda nasıl bir fark yarattı?<br />

Sinan: Herhalde bu okulun benim hayatıma kazandırdığı<br />

en önemli unsur analitik düşünce becerisidir. Eğitim<br />

sistemimiz ne yazık ki büyük ölçüde eleştirisellikten<br />

yoksun, dolayısıyla toplumca kritik vermek/almak gibi<br />

bir alışkanlığımız yok. Sabancı Üniversitesi’nin bu konuda<br />

gelişmemde önemli bir payı var.<br />

Sevil: Sabancı Üniversitesi hayatımda çok önemli bir<br />

yere sahip çünkü başka bir üniversiteye gitmiş olsaydım,<br />

fen lisesi mezunu bir öğrenci olarak mühendislik<br />

okumak zorunda kalacaktım.<br />

Şu anda bu dergiyi bir SU öğrencisi, mezunu, öğretim<br />

üyesi ya da çalışanı okuyor. Hangisine bir mesaj vermek<br />

istersiniz?<br />

Sevil: Sabancı Üniversitesi’nde gerçekten çok şanslıydık,<br />

özellikle kendi programım adına konuşmam gerekirse<br />

çok değerli hocalarla birebir çalışma fırsatı elde<br />

ettim ve en önemlisi bu ilişki yalnızca okul sürecinde<br />

kalmadı. Hocalarımızın destekleri mezuniyet sonrasında<br />

da devam etti. Bu yüzden SU öğrencilerine hocalarıyla<br />

olan diyalogun değerini bilmelerini öneririm.<br />

Sinan: Ben de benzer şekilde hocalarımın desteğini çok<br />

gördüm ve hala da görmekteyim. Akademik kadronun<br />

bu kadar kolay ulaşılabilir olması, kendilerini öğrencilerine<br />

bu kadar yakın konumlandırmaları çok önemli.<br />

Öğrenciler bunu kesinlikle hafife almasınlar derim.<br />

Mezun olduktan sonra bugüne kadar neler yaptınız?<br />

Sevil: Geçtiğimiz Haziran ayında mezun oldum. Hemen<br />

ardından da Sinan’la birlikte klibin çalışmalarına başladık.<br />

Sonra da yüksek lisans başvuruları için hazırlanmaya<br />

başladım. Şu an kendi atölyemde resim, fotoğraf<br />

ve video ağırlıklı çalışmalarıma devam ediyorum.<br />

Sinan: Ben Sevil’den bir sene önce, 2010 yılında mezun<br />

oldum. Ben de ilk birkaç ayımı yüksek lisans başvurula


SU ve Edebiyat<br />

Kapılar: Ahmet Evin<br />

Yıldırım Cihangiroğlu / Ekonomi Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi<br />

Daha önceki sayılarımızda çeşitli disiplinlerden hocalarımızla<br />

yaptığımız görüşmelerle oluşturduğumuz Kapılar köşesinde, bu<br />

defa farklı bir pencereden bakacağız edebiyata, farklı bir kapıdan<br />

gireceğiz. Öncelikle bölüm yazarı olarak, kendimle ilgili bir<br />

dipnot düşmek istiyorum. Hayatımda iki kitap oldukça önemli bir<br />

yer kaplamıştır. Bunlardan ikincisini, lisans öğrenimim sırasında<br />

aldığım Klasik Roman isimli dersin yükümlülüğü olarak okumuştum.<br />

Kitapta beni etkileyen şey, yazarının gerçek bir sanat aşığı<br />

olmasıydı. Yani sanatsal bir tat ile besliyordu kendisini. Yazdığı<br />

her satırda görebilmiştim bunu. Fakat, bu sanat aşkı, “sanatsal<br />

eserlere olan aşırı bir sevgi, ilgi” olarak tanımlanamazdı. Veya<br />

sanatı hayattan haz almak için bir araç olarak kullanmak değildi<br />

bu. Daha çok; hayatın kendisini, sanatsal bir tablo gibi izlemekti,<br />

sanatı yaşamak... Edebiyat hayatın içerisinde değildi, hayat edebiyatın<br />

içerisindeydi. Şimdi ben hala bu kümeleri kullanıyorum<br />

yaşamı sınıflandırmak için. Bilmem ne sebeptendir, aklımda bu<br />

kitabın yazarı ile kitabı okumama ve layıkıyla anlamama vesile<br />

olan, dersi veren pek kıymetli hocamız Ahmet Evin arasında bir<br />

ilinti kurmuştum. Kendisinin edebiyat alanında alınmış bir lisans<br />

derecesinden sonra, çalışmalarına tarih ve politika gibi alanlarda<br />

devam etmesi, ama hala romanlarla ilgili dersler de vermesi,<br />

ayrıca duruşu, anlatışı, düşünüşü bana oldukça ilginç gelmişti.<br />

Dergimizin bu sayısı için kapısını çaldım, oldukça nazik karşıladı.<br />

20<br />

Heart of Darkness – Joseph Conrad<br />

Odasına girdiğimde ilk olarak kütüphanesine<br />

baktım, daha doğrusu<br />

gözüm kaydı. Az önce<br />

bahsettiğim, hayatımda<br />

oldukça önemli yer edinmiş,<br />

o iki kitaptan ikincisinden<br />

az önce bahsetmiştim.<br />

‹şte o kitapların<br />

ilki de hocamızın ofis<br />

kütüphanesinde karşıma<br />

çıkmıştı. Karakterimizde<br />

yaşayan Marlow ve Kurtz<br />

arasında hiç durmadan devam eden<br />

soru cevap sürecini ateşlendiren<br />

bir kitaptır Karanlığın Yüreği. Karanlığın,<br />

aydınlığın bir parçası olduğunu<br />

anlamamıza veya hatırlamamıza<br />

aracı olacaktır.<br />

Bu kitabı gördüğümde heyecanım<br />

katlanmıştı. ‹lk sorum, hayatında<br />

en çok etki bırakan kitabın hangisi<br />

olduğuydu. Zor bir soruydu, kolay<br />

da cevaplamayacaktı. Cevabının, o<br />

ikinci kitap olmasını istemiştim.<br />

Kızıl ile Kara - Stendhal<br />

Kendisi, insanın zamanla, geliştikçe,<br />

kitaplar okudukça, deneyim<br />

sahibi oldukça; birşeylere geri döndüğünü,<br />

birşeylere ise geri dönmediğini<br />

anlatmaya başlamıştı. Sonra<br />

‘klasik’lerden açtı bahsi. “Niçin<br />

okunuyor klasikler tekrar ve tekrar,<br />

niçin bunlara klasik deniyor? Her<br />

nesil, bu kitaplara tekrar<br />

dönerken, niçin dönüyor?<br />

Çünkü bazıları, değişen<br />

içerisindeki değişmeyeni,<br />

birtakım evrensel hikayeleri<br />

belirli bağlamlarda<br />

insanlığa tekrar tekrar<br />

anlatıyorlar veya bazıları


irtakım sosyal ilişkileri zihinde canlandırıyorlar,<br />

ona hayat veriyorlar.<br />

Fakat bahis konusu edebiyat ise, bir<br />

de estetik tarafına değinmek gerekir.<br />

Kötü yazılmış bir tarih veya felsefe<br />

kitabından farkına yani... Edebiyatın<br />

estetik yönü olması şarttır, en<br />

azından klasik olması için. Eklektik<br />

bir liste sunmak istiyorum” diyor ve<br />

burjuvaziyle birlikte gelişen roman<br />

türüne değiniyor. Klasikleşmiş romanlar<br />

içerisinde, özellikle Fransız<br />

edebiyatına dikkat çekiyor. O sırada<br />

ben gülümsüyorum, çünkü lafı;<br />

Marie-Henri Beyle, yani Stendhal’in<br />

Kızıl ile Kara’sına getireceğini hissediyorum.<br />

Çünkü Stendhal ile Julien;<br />

gerçek ile hayalgücünü simgeliyor<br />

benim için. Ve şimdi biliyorum, arasında<br />

hiçbir fark yok! Bir çember<br />

tamamlanıyor sanki. Biz devam ediyoruz.<br />

Aşk-ı Memnu – Halit Ziya Uşaklıgil:<br />

Fransız romanı, lafı hemen Türk edebiyatına<br />

taşıyor. 19. Yüzyılda Fransız<br />

romanı geliştiği vakitler, Türk entellektüelleri<br />

tarafında süregelen bir<br />

Fransızca modası ve Türk edebiyatı<br />

üzerine konuşmaya başlıyoruz. Namık<br />

Kemal denildiğinde, akıllarımıza<br />

hemen vatan şairi kalıbının gelmesini<br />

eleştiriyor biraz da. “Bu işin popüler<br />

tarafı. Halbuki roman hakkında<br />

yazdıkları çok önemlidir. Türkçe ve<br />

sadeleştirilmiş basımları<br />

da mevcuttur,<br />

bu kitabı unutmamak<br />

lazım.” Edebiyatta sadece<br />

estetik ögelerin<br />

olmaması, o tarihlerin<br />

realist bir fotoğrafını<br />

çekmesi ve yine devrin<br />

didaktik söylemlerini<br />

içermesi, ona oldukça<br />

önemli bir işlev kazandırıyor.<br />

“Ahmet Mithat Efendi, Osmanlı değerlerini<br />

savunan biri olarak bilinir;<br />

ama Fransız edebiyatını çok iyi bilir.<br />

Ondan bir jenerasyon sonra da, Halit<br />

Ziya geliyor.” Yakın vakitlerde diziye<br />

çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’dan söz<br />

açarken, televizyon serilerinde saçma<br />

sapan bir şekilde yorumlanarak,<br />

orjinalinden uzaklaşmış ve berbat<br />

edilmiş edebi değerlerimizden bahsediyor.<br />

Kendisine katılmadan edemedim,<br />

özellikle daha birkaç hafta<br />

önce, kitapçıda gördüğüm on yaşlarındaki<br />

bir kız çocuğunun, annesine<br />

“Bak anne, dizinin kitabı da çıkmış”<br />

dediğini işittikten sonra. “Aşk-ı<br />

Memnu, aslında çok önemli bir roman.<br />

Bu kitaptan öncesi, bir çeşit<br />

deneme süreciydi diyebiliriz hatta.<br />

Kadın erkek ilişkileri, burjuva hayatına<br />

benzer bir modeli resmedebilen<br />

bir roman. Aşk-ı Memnu’dan önceki<br />

romanlarda kamusal hayatla, ev<br />

hayatı arasındaki geleneksel perde<br />

kalkmamıştır. O perdeyi ilk kaldıran,<br />

erkek olsun kadın olsun, o ilkişkileri<br />

gerek psikolojik gerek sosyolojik ortamda<br />

gösterebilen ilk Türk romanı.”<br />

Panorama – Yakup Kadri<br />

Bir imparatorluğun çöküşü, savaşlar,<br />

perişanlık, ‹stanbul, Ankara... Bir<br />

cumhuriyetin kuruluşu. O devirleri<br />

sadece kronolojik sıralamalardan<br />

anlayamıyor insan. “Türk romanı bu<br />

vakitler bu siyasal ve sosyal değişime<br />

odaklandı. Devrin insan ilişkileri,<br />

psikolojik detaylar büyük ölçüde yok<br />

olmaya mecburdu. Yakup Kadri çok<br />

önemli burada. Roman içerisinde<br />

tarih yazıyor. Panorama bir kitabının<br />

ismi belki, ama aslında bütün kitapları<br />

bir panorama...<br />

Bir devrin, Balkan<br />

Harbi’nden 50’lerin<br />

başlangıcına kadar<br />

olan Türkiye’nin<br />

panoraması... Bir<br />

tarihçinin yazabileceğinden<br />

çok çok<br />

daha fazlası. Estetik<br />

bütünlüğü de cabası... Gerek doğu<br />

gerekse batıyı birçok diğer yazarımızdan<br />

daha iyi bilmiş, öğütmüş.<br />

Sahip olduğu o optik çok önemli.”<br />

Sanırsam bizi de oradan bakmaya<br />

çağırıyor hocamız. Tarih ve politikanın<br />

çok fazla karşı karşıya geldiği<br />

günlerde, tarihi de sanat içerisinde<br />

eritmeye davet ediyor bizi.<br />

21<br />

Güliver’in Seyehatleri –<br />

Jonathan Swift<br />

Bir çocuk kitabı ismi çıkıyor birden<br />

dilinden. Öyle değil ama diyor hocamız.<br />

“18. Yüzyıl ‹ngiliz Aydınlanma<br />

Çağı’nın en önemli hicivlerinden biridir.<br />

Büyük ölçüde siyasal bir eleştiridir.<br />

Ama aynı zamanda, kartezyen<br />

yaklaşım ile mantık arasındaki<br />

farkı gösteren bir eser<br />

olmasıyla önemlidir.<br />

Devrin düşüncesini ve<br />

felsefesini çok derinden<br />

eleştirir. En önemlisi ise<br />

bunu bir hiciv ile yapar.<br />

‹nsanlar, kendilerine<br />

gülemiyorsa, toplumlar<br />

kendilerine eleştirel<br />

bakamıyorsa, gittikçe<br />

sığlaşırlar” diyor ve gülmenin, hicvin<br />

önemine değiniyor. Dili biraz sıkıntı<br />

olabiliyor yeni nesiller için, diye<br />

ekliyor. Hicvin, Osmanlı’daki yerine<br />

değiniyor, devrin elit tabakasının<br />

estetik derinliği ve eleştirel bakışını<br />

yansıtması açısından övüyor bu<br />

türü. Divan Edebiyatı’nı işaret ediyor<br />

bize.<br />

The Question of Hamlet –<br />

Harry Levin:<br />

‹ngiliz Dili’ne, Shakespeare’e geçiyoruz.<br />

Fransa’da Fransız klasikleri<br />

kadar tekrar tekrar sahnelenen,<br />

yeni şekilleriyle, radikal değişimlerle<br />

tekrar tekrar oynanan eserlerine...<br />

“Niçin dönüyoruz eserlerine<br />

Shakespeare’in. Birincisi önemle,<br />

yani ne bileyim, daha tecrübeli çağında,<br />

yazdığı son eserlere baktığımız<br />

zaman, mesela trajedilere baktığımız<br />

zaman, orada yansıttığı değil,<br />

sorduğu sorular, karakterlerine sordurttuğu,<br />

ortaya en dolaysız olarak<br />

koyduğu sorular çok önemli. Çünkü<br />

bunların birçoğu, insanlığın çok<br />

uzun süredir sorduğu sorular, bence<br />

Shakespeare’in önemli bir katkısı<br />

ve müstesna yeri büyük ölçüde<br />

bu egzistansiyel soruları sorabilmesinden<br />

kaynaklanıyor” diyor ve<br />

sonrasında 1950-60 larda, yeni bir<br />

üniversite öğrencisi olarak okuduğu<br />

ince bir kitaptan bahsediyor. Kitap


Shakespeare’in eserleri ve diğer<br />

klasik kitaplarda, ortaya atılan soruları,<br />

çok boyutlu ve derin yansıttığı<br />

için önemli bir kitap. Baskısı hala<br />

tükenmemiş bir güzel eser...<br />

Five Germanys I Have Known -<br />

Fritz Stern:<br />

Edebiyat dışı eserlerde, hatıratın<br />

öneminden bahsediyor hocamız.<br />

Kendisinin eski hocalarından,<br />

oldukça deneyimli bir tarihçinin<br />

(Stern) oldukça ilginç bir eserinden<br />

söz ediyor. Breslau’da 1920li yılların<br />

sonunda doğan Fritz Stern, bu kitabında,<br />

entellektüel ve<br />

profesyonel bir ailenin,<br />

henüz okula gidip gelen<br />

bir çocuğu olarak başlıyor,<br />

çeşitli zamanlarda<br />

karşılaştığı beş farklı<br />

Almanya’yı anlatıyor bize.<br />

“Nazilerin yükselmesiyle<br />

Amerika’ya göç eden ailenin<br />

bu çocuğu; iki savaş arasındaki<br />

Almanya’yı, Doğu Batı Almanya’yı<br />

ve 91 sonrasındaki birleşmiş bir<br />

Almanya’yı çok kişisel bir taraftan<br />

aktarıyor. Kitap sanki bir romanmış<br />

gibi okunuyor. Yaşanmış bir tarihi bir<br />

roman estetiğiyle aktarıyor.”<br />

Cevdet Bey ve Oğulları –<br />

Orhan Pamuk:<br />

Güncel yazarlarımızdan bahsederken,<br />

yakın zamanlarda Orhan<br />

Pamuk’un birkaç eserini bir arada<br />

okumuş olduğunu belirtiyor. Kitapların<br />

okunması zor eserler olduğunu<br />

kabul ediyor; fakat birçok bakımdan<br />

Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olduğunu<br />

da vurguluyor. Kendine özgü<br />

bir roman türünü geliştirip mükemmeleştirmesinde<br />

çok farklı türleri<br />

kapsayan eskizlerinden bahsediyor.<br />

Ayrıca yazarın hatırayı,<br />

etkili bir şekilde tekrar<br />

canlandırabilmesini, güncelleştirebilmesini<br />

çok<br />

çekici buluyor. Özellikle<br />

Benim Adım Kırmızı ve<br />

‹stanbul isimli kitaplarında<br />

ve son olarak Masumiyet<br />

Müzesi’nde tekrarlıyor bu<br />

durum. “Masumiyet Müzesi, ki geçtiği<br />

zaman belki genç nesiller için<br />

tarih gibi gelebilir ama, daha dünkü<br />

‹stanbul’dur. Orhan Pamuk pek güzel<br />

kayıt düşmüş o günlerimizi...”<br />

Tüm Öyküleri - S<strong>ait</strong> Faik<br />

Öykü türünden sorular yönelttiğimde<br />

gülümsüyor önce. ‹ki farklı öykü türüne<br />

işaret ediyor. Geleneksel Türk öyküsünü<br />

anektod biçiminde özetliyor.<br />

“Okunması kolaydır. Bir Orhan Kemal<br />

ve S<strong>ait</strong> Faik birbirinden son derece<br />

farklı türden yazarlardır. Fakat oldukça<br />

kısadır öyküleri. Bir anı veya bir<br />

insanın başından geçen bir tecrübe<br />

üzerine yoğunlaşır ve biter. Öykü’nün<br />

diğer şekli, Kıta Avrupa’sındaki, biraz<br />

daha kısaltılmış romana benzeyen<br />

novella diye tabir edilen, karakterleri<br />

olmasa bile bağlamı geliştiren,<br />

psikolojik derinliği daha fazla bir<br />

tür... Romanın yavrusu gibidir. Türk<br />

Edebiyatı’nda ise, öykü tek başına<br />

duran net bir şeydir. Bir hamlede<br />

okunur. Hoş bir tabak yersin, o öğün<br />

biter” diyor. Sanki S<strong>ait</strong> Faik derken<br />

ki gülümsemesi, hoş bir lezzeti, unutulmaz<br />

bir damak tadını anımsatıyor<br />

kendisine diyorum içimden, listemize<br />

ekliyoruz büyük ustayı da.<br />

Sophocles – Euripides<br />

“Klasiklerden bahsetmişken, şunu<br />

söyleyim, herhangi bir şekilde bir<br />

Yunan trajedisi okumamış olan bir<br />

insan, Helenik çağı göz önüne getirebilir<br />

mi? Getiremez. Bir Sophocles<br />

bir tane de Euripides... Yanyana, birbiri<br />

arkasından okumak lazım. Çünkü<br />

bir tanesi klasik trajedi ki, klasik<br />

trajedi dediğimiz şey, bir ritüel biçiminin<br />

tiyatro haline dönüştürülmesi<br />

demek, Euripides’e gelince, aldığı<br />

bu klasik biçimi, eğiyor, kırıyor, büküyor<br />

ve süprizlerle karşımıza çıkıyor.<br />

Picasso’nun mavi ve pembe<br />

devirlerinden sonra birden kübizme<br />

geçmesine benzetebiliriz.”<br />

Sonra güncel konulardan söz açıyoruz.<br />

Periyodiklerden... Daha çok, çeşitli<br />

eleştiri yayınlarını ve The Times<br />

Literary Supplement’i takip ettiğini<br />

söylüyor. Elektronik kitaplardan soruyoruz,<br />

modaya uygun... Hem ipad<br />

hem kindle kullandığını, ama kitap<br />

satın almayı bırakmadığını söylüyor.<br />

“Kitabın geleceğini kestirmek zor,<br />

belki nesil farkıdır, oğluma baktığım<br />

zaman... Hani, benim birçok şeyi basıp<br />

okuduğum yerde, kendisi aynı<br />

şeyi bilgisayarda yapıyor. Yakın bir<br />

zamanda çıktı bilgisayar. Bundan<br />

sonraki nesiller büyük ölçüde birçok<br />

şeyi okuyacaklar ekrandan. Fakat<br />

basılı kitap önemini kaybederse<br />

büyük bir boşluk kalacaktır geride.<br />

Çünkü fiziki bir obje olarak da kitap<br />

önemli birşey. ‹çerikte estetiğe baktığımız<br />

kadar, bir insanın kitabı eline<br />

alıp okuması, hazırlanışını, tasarımı<br />

notlaması önemli konular. Tabii ki<br />

sadece bir iki dipnotu için gereken<br />

bazı kitaplara kolaylıkla ulaşılabilmesi<br />

başka bir konu, ama bir kitabı<br />

bütünüyle elinde tutmak bambaşka.<br />

Ben görsel hafızamla başbaşa,<br />

elimde kalemle okurum, yanına bir<br />

takım işaretler, notlar düşerim, zamanla<br />

geri dönerim, şiir olsun, siyaset<br />

bilimi makalesi, gerek siyasi<br />

tarih olsun, roman olsun, elimde kalemle<br />

okurum. Belki gelecekte buna<br />

da kolaycı bir çözüm üretirler, ama<br />

şimdilik benim durum böyle” diyor<br />

ve gülümsüyor.<br />

Nazik kişiliği, samimi cevaplarıyla<br />

Ahmet Hoca’mız ile zaman bir<br />

anda geçiyor. Edebiyat ile Tarih’i,<br />

Politika’yı, sadece bunları da değil,<br />

bizzat hayatı harmanlayışı bana<br />

Stendhal’i hatırlatıyor. Şimdi aradaki<br />

bağı daha da rahat kuruyoruz.<br />

Ahmet Hoca’mız da birçok meseleyi<br />

edebiyat içerisinden görüyor, hayata<br />

sanat penceresinden bakıyor.<br />

Zira tam da çıkarken kendisi söylüyor,<br />

“Edebiyat okumadan, siyaset<br />

bilimi nasıl yapılır bilmiyorum, çünkü<br />

bir Hobbes’u, bir Locke’u, bir sosyal<br />

kontratı anlamak için, bu bahisleri<br />

kavramak için, 17. veya 18. Yüzyılı da<br />

bilmek lazım gelir. Ama bu olmuştu,<br />

şu olmuştu kitaplarıyla değil, bizzat<br />

o devri yansıtan edebi eserleri okuyarak,<br />

o insanların ne düşündüğünü<br />

görerek olur bu.” Kendisine çok teşekkür<br />

ediyoruz.


<strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong> <strong>odaları</strong> <strong>düşleyen</strong><br />

KADINLAR...<br />

Elif Gülez / Editör<br />

Orhan Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı<br />

kitabında, “Romanlar ikinci hayatlardır” diyor.<br />

Bir romanın okur için yarattığı cazibeyi bundan<br />

daha iyi ifade etmek mümkün olabilir mi? Başka<br />

bir hayatın düşlenip yazıyla anlatılması demek<br />

olan edebiyat bence dünyanın en ilginç uğraşı.<br />

Bu yüzden, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları<br />

Forumu, geçtiğimiz yılın son üç ayında<br />

“Kadın ve Edebiyat” konulu bir ders dizisi açacağını<br />

duyurduğunda büyük bir hevesle derslere<br />

kaydoldum.<br />

Kadın ve Edebiyat serisinde, sekiz hafta boyunca,<br />

çoğu Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyelerinden<br />

oluşan öğretmenlerimiz eşliğinde, farklı<br />

meslek gruplarından çoğu kadın (böyle olması<br />

planlanmamıştı) yaklaşık yirmi kişilik bir grupla<br />

her Cumartesi sabahı Karaköy’de buluştuk. Her<br />

hafta, 19. ve 20. yüzyılın önde gelen bir ‹ngiliz<br />

veya Amerikalı kadın yazarın bir romanını inceledik.<br />

Aralarında, Doris Lessing ve Toni Morrison<br />

gibi iki Nobel Edebiyat Ödülü sahibinin de<br />

bulunduğu bu yazarların biyografileri ışığında,<br />

yazdıkları dönem ve feminist akımlar hakkında<br />

da bilgilendik. Okuduğumuz kitaplar aracılığıyla<br />

romantizm, gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm<br />

gibi estetik akımlar üzerine konuştuk.<br />

Toplumsal cinsiyetle edebiyat ilişkisi tüm<br />

çalışmaların ana ekseni oldu.<br />

Kadın ve Edebiyat serisi sayesinde Sibel Irzık,<br />

Deniz Tarba Ceylan ve Hülya Adak’tan ders<br />

dinleme fırsatını yakaladım. Ne yazık ki Özlem<br />

Öğüt’ün dersini kaçırdım. Katıldığım derslerin<br />

her bir dakikası benim için çok öğretici oldu.<br />

Derslerin sonunda Haydarpaşa’ya giden deniz<br />

motorunda şehri seyrederken, kitapları derse<br />

yetişmek için aceleyle okurken, aklımı romanların<br />

kahramanlarından, derste konuştuklarımızdan,<br />

yazarlardan alamadım. Derslere büyük<br />

bir hevesle katıldım. Kimi zaman, sorulan sorulara<br />

istekle ilk yanıt veren çalışkan öğrenci oldum;<br />

kimi zaman sınıf arkadaşlarım beni sevimsiz<br />

bulmasın diye kendimi susmaya zorladım.<br />

Bu yazıda, sekiz hafta boyunca konuştuklarımızın<br />

kısa bir özetini vermek istedim. Burada<br />

yazanlar, bu yüzden derslerimizin zenginliğini<br />

bütünüyle yansıtmıyor. Daha fazlasını isteyenler,<br />

Nisan başında yapılması düşünülen seriye<br />

katılabilirler.<br />

24


25<br />

‹lk hafta Deniz Tarba Ceylan’la birlikte Mary Shelley’nin<br />

Frankenstein’ını okuduk. Frankenstein’ın özgün adının<br />

“Frankenstein or the Modern Prometheus” olduğunu<br />

biliyor muydunuz? Kitaba adını veren Frankenstein<br />

öyle bir roman karakteri ki,<br />

Hollywood ve televizyon endüstrisi<br />

sayesinde, bugün sekiz yaşındaki<br />

çocuklar bile 1818 yılında yazılmış<br />

olan bu karakteri tanıyorlar.<br />

Romanı okuyanların sayısının herhangi<br />

bir Frankenstein filmini izlemiş<br />

kişilerin sayısından çok daha<br />

az olduğunu tahmin ederim. Frankenstein<br />

ne kadar tanınıyorsa yazarı<br />

Mary Shelley de bir o kadar az tanınıyor<br />

popüler kültürde. Shelley hakkında öğrendiklerimi<br />

anlatmalıyım: Mary Shelley, Frankenstein’ı<br />

yazdığında on sekiz yaşında. Bir grup entelektüel, yazı<br />

Lord Byron’ın ‹sviçre’deki evinde geçiriyor. O yaz, tıpkı<br />

bundan birkaç yıl önce bizim de tanık olduğumuz gibi,<br />

Avrupa’da bir volkan patlaması oluyor. Bu yüzden yaz<br />

çok soğuk ve yağmurlu geçiyor. Byron’ın evinde, günlerini<br />

çeşitli konularda tartışarak geçiren davetliler<br />

bir oyun oynamaya karar veriyorlar: Hepsi<br />

birer hortlak hikayesi yazacak. En iyi hortlak<br />

hikayesini yazan yarışmayı kazanacak.<br />

Dönemin ilerici kadın entelektüellerinden<br />

Mary Wollstonecraft’ın ve düşünür Percy<br />

Bysshe Shelley’in kızı ve filozof William<br />

Godwin’in eşi, 18 yaşındaki Mary Shelley<br />

bu yarışı Frankenstein’ı yazarak tamamlıyor.<br />

Sonraları, bu kadar iğrenç bir hortlak<br />

hikayesinin yazılmış olması değil, bir<br />

“kadının” bu hikayeyi yazabilmiş olması<br />

çok eleştiriliyor.<br />

Hikayeyi bilirsiniz: Üniversitede kimya öğrencisi olan<br />

Victor Frankenstein, yaşadığı acı kayıpların ardından laboratuvarında<br />

deneylere başlar. Ölü hücrelere can verecek<br />

teknikler üzerinde takıntılı bir biçimde çalışırken<br />

bir ucube yaratmayı başarır ancak işi bittiğinde yarattığı<br />

varlıktan ve yaptığı işin yanlışlığından ötürü o kadar<br />

dehşete uğrar ki kendi doğurduğu bu ‘şeyden’ kaçar.<br />

Bir kez olan olmuş, ucube, geri dönülmez biçimde yaşam<br />

bulmuştur. Kitap boyunca, ucube Frankenstein’ın<br />

doğumunu, yaşamı kavrayışını, öğrenişini, kendinden<br />

çok farklı olan insan nesliyle iletişim kurma çabasını,<br />

içinde büyüttüğü nefretle dönüşümünü, sonunda kendisi<br />

ve başkaları için doğurduğu yıkımı takip ederiz.<br />

Romanla ilgili konuştuğumuz pek çok şeyi bu yazının sınırları<br />

içinde anlatmama imkan yok. Sadece, tüm tartışmaların<br />

sonunda aklımda kalan soruyu size de sorayım:<br />

Acaba, anne şefkatinden yoksun, 19. yy. ‹ngiliz toplumunun<br />

geleneklerine ters düşen yöntemlerle babası<br />

tarafından yetiştirilen, William Godwin’le ‘kaçarak’ toplumca<br />

yakışıksız bulunan bir evlilik yapan Mary Shelley,<br />

kahramanı Frankenstein’ı kendi kişiliğinden hareketle<br />

yazmış, toplum içinde kendisini bir ucube gibi hissetmiş<br />

olabilir mi? Yazarları en zor duruma düşüren şeylerden<br />

biri, kitapta meydana gelen olaylar ve kahramanlar hakkında<br />

kendilerine şu soruların sorulmasıdır: Kitabınızda<br />

anlattığınız olaylar gerçekten yaşandı mı? Kitabın kahramanı<br />

aslında siz misiniz? Öğretmenimiz Deniz Tarba<br />

Ceylan bu tuzağa düşmememizi baştan istemişti. Bizler<br />

yine de dersin sonunda bu soruyu sormaktan kendimizi<br />

alıkoyamadık: Frankenstein ne ölçüde Mary Shelley’i<br />

temsil ediyor? Frankenstein Mary’nin kendisi mi? Galiba<br />

bu sorunun yanıtını asla bulamayacağız.<br />

‹kinci hafta Jane Austen’ın “Gurur ve<br />

Önyargı”sını okuduk. Sınıfta “Gurur<br />

ve Önyargı”yı toplumsal cinsiyet<br />

konularıyla ilişkisini inceleyerek<br />

yeniden okumak çok eğlenceliydi.<br />

Böyle yapınca, günün sonunda<br />

kitabın baş kahramanı Elizabeth<br />

Bennet gözümüze o kadar da sevimli<br />

görünmedi. Biz Elizabeth’i<br />

aşkın peşinden giden biri olarak<br />

bilirdik. Oysa günün sonuna başka seçenekleri<br />

göz ardı etmiş ve zengin, kibirli,<br />

suratsız Darcy’yi seçmişti. Tıpkı Mr. Darcy’nin o kadar<br />

da centilmen olmaması gibi! Onun da suçu, Elizabeth’le<br />

arasındaki ‘tüm sınıfsal engellere rağmen’ Elizabeth’i<br />

sevdiğini itiraf ederek Elizabeth’i bir anlamda aşağılamış<br />

olmasıydı.<br />

Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakınca Austen<br />

bizim için neden önemliydi? Bir kere yazarımız “Gurur<br />

ve Önyargı”nın başına “Bir hanımefendi tarafından<br />

yazılmıştır” ifadesinin koyulması için<br />

yayınevine ısrar etmişti. Böyle bir kimlik<br />

ilanının bir romanın başına konması<br />

bugün için gülünç olsa da o dönemde<br />

bunun bir meydan okuma olarak kabul<br />

edilmesine şaşırmamak gerekir.<br />

Bir başka 19. yy ‹ngiliz yazarı George<br />

Elliot’ın gerçek adının ‘Mary Anne<br />

Evans’ olduğunu hatırlatırsam bu<br />

meydan okuma kulağa daha anlamlı<br />

geliyor değil mi? Aynı dönemin kadın<br />

yazarlarından Charlotte Brontë de başlangıçta<br />

‘Currer Bell’ isimli bir erkek yazar olarak tanınmayı<br />

seçmişti.<br />

Austen’i dönem yazarlarından ayıran en önemli özellik<br />

neydi? Çok ince bir mizah anlayışına sahip bir yazar oluşu<br />

mu? Büyük olasılıkla. Onun mizah anlayışı onun içinde<br />

yaşadığı topluma ve onun kalıplarına yabancılaşmış


olmasından kaynaklanıyordu. Bu yabancılaşmadan doğan<br />

ironi Austen’i hepimizin yürekten sevmesine neden<br />

oluyordu.<br />

Üçüncü haftanın konusu Charlotte Brontë ve Jane Eyre<br />

idi. Jane Eyre’i, bir ‘bildungsroman’ olarak inceledik.<br />

Yani, kahramanı olan genç kadının, çocukluğu,<br />

ergenliği ve sonrasını takip ederek<br />

onun ahlaki ve psikolojik açıdan<br />

olgunlaşma serüvenini izledik.<br />

Bunu yapmak, ilk kez ilköğretim<br />

çağında iken okumuş olduğum<br />

Jane Eyre’e başka türlü bakmamı<br />

sağladı. Her okur, aynı romanı<br />

farklı gözlüklerle okuyor. Ben de<br />

Jane’in gücünü, başına buyrukluğunu<br />

sevmiş, ondan hep hoşlanmıştım.<br />

Onu, imkansızlıklara rağmen kendi<br />

seçtiği yoldan ilerleyen, otoriteye ve zulme<br />

karşı çıkabilen, bir tür kahraman olarak görmüştüm.<br />

Oysa Jane Eyre’i Deniz Tarba Ceylan’la birlikte okurken<br />

Jane’in başka yönlerini, daha doğrusu yazarının<br />

zihnindeki kalıpları gördüm. Örneğin, tavan arasında<br />

herkesten saklanan “deli” kadın Bertha’nın, aslında<br />

Jane’in ‘alter ego’su olarak kaleme alınmış olabileceği<br />

düşüncesi beni çok şaşırttı. (Kitabı okumamış olanlar<br />

için not: Bertha, Jane’in hayatının aşkı olan Edward<br />

Rochester’ın, gençliğinde evlenmiş olduğu,<br />

‘deli’, ‘cinselliğe-düşkünlüğü-sebebiyleahlaksız’,<br />

‘Rochester-çok-vicdan-sahibiolduğu-için-bir-türlü-boşayamadığı’<br />

karısıdır.)<br />

‹lk okumalarımda Bertha’yı Jane<br />

ile Rochester arasında bir engel, ‘tavan<br />

arasındaki deli kadın’ olarak gördüğümü<br />

ve Jane ile Bertha arasında hiçbir<br />

benzerlik, yakınlık kurmamış olduğumu dersimiz sayesinde<br />

fark ettim. Brontë, cinselliğe düşkün olduğu için<br />

Bertha’yı ‘deli, ucube’ kategorisine rahatlıkla yerleştirmişti.<br />

‹yi yürekli Jane, kuzeni tarafından insanlığa<br />

hizmet için Afrika’ya gitmeye davet edilmiş, insanlığa<br />

hizmetin kendisine göre olmadığına karar vererek bu<br />

teklifi reddetmişti. Rochester, ancak geçirdiği kaza sonucu<br />

tek elini ve gözünü kaybederek sakatlandığında<br />

Jane’le sosyal statüleri eşitlenmiş, evliliğin yolu açılmıştı.<br />

Jane, ömrünü engelli kocasının bakımına adamıştı.<br />

Acaba Jane, gerçekten çağının ilerisinde miydi?<br />

Jane’in yetiştiği yatılı okulun müdürü acımasız Mr.<br />

Blocklehurst’ün tıpkı “Kırmızı Başlıklı Kız” masalındaki<br />

‘kurt’a benzer şekilde tasvir edilmesini, ‘erkek’ cinselliğinin<br />

tehdit ediciliğiyle ilişkilendirmek de romanı ilk<br />

okuduğum zaman aklımın ucundan geçmemişti. Romanda,<br />

“Külkedisi”nden “Kırmızı Başlıklı Kız”a ya da<br />

“Güzel ve Çirkin”e birçok masala gönderilebilecek referanslar<br />

olduğu fikri benim için yeniydi.<br />

Okumamız sırasında, toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla<br />

ilgilenen herkesin okuması gereken, Gilbert ve Gubar<br />

tarafından kaleme alınmış olan “The Madwoman in<br />

the Attic” adlı makalenin adını Jane Eyre’deki Bertha<br />

karakterinden almış olduğunu öğrendim. Bu makalede,<br />

Gilbert ve Gubar, 19. yy’da batılı kadın yazarların, karakterlerini<br />

ya birer “azize” ya da birer “canavar” olarak<br />

konumlandırmakla çalışmalarını kısıtladıkları tespitini<br />

yapıyor. Bu durumun, erkek yazarların, kadın karakterleri<br />

ya ‘saf ve temiz’ birer melek ya da ‘başkaldıran,<br />

çılgın, deli’ varlıklar olarak konumlandırma, sınıflandırma<br />

eğiliminden kaynaklandığını savunuyor.<br />

Dersin sonunda, Bertha’ya hak ettiği<br />

ilgiyi göstermeye ve Bertha’nın<br />

hikayesinin anlatıldığı roman<br />

“Wide Sargasso Sea”yi<br />

okuma listeme eklemeye<br />

karar verdim.<br />

26


Dördüncü haftanın konusu Virginia Woolf’un “Mrs.<br />

Dalloway” adlı romanıydı. Virginia Woolf’a geldiğimizde,<br />

yirminci yüzyıl romanına da giriş yapmış olduk. Mrs.<br />

Dalloway’i okurken modernizm hakkında konuştuk. ‹ki<br />

dünya savaşı arası dönemde şekillenen modernizm,<br />

savaşın toplumsal düzeni altüst<br />

etmesi, insanların ‘inançlarını’ yitirişine<br />

estetik bir tepki olarak doğuyor.<br />

Bu dönemi, öğretmenimiz Sibel Irzık,<br />

“Tanrının öldüğü dönem” olarak<br />

tanımladı. Bilimsel gelişmelerin hız<br />

kazanmasına, çağın akıl çağı olarak<br />

tanımlanmasına rağmen, insanlar, o<br />

güne kadar mutlak, sağlam ve değişmez<br />

olanın sarsıldığını görüyor, yarının<br />

bugünden daha iyi olabileceği konusundaki<br />

inançlarını yitiriyor. Modernizm, tüm bunlara<br />

bir tepki olarak doğuyor. Önceki edebiyat, -tıpkı Gurur<br />

ve Önyargı’da olduğu gibi- “aşk ve evlilik”, “bireyin<br />

toplum içinde yerini bulması” konularına odaklanırken,<br />

modernistler, “insanların birbirleriyle bağlantı kurup kuramayacakları”<br />

sorusu üzerinde duruyor. Bu dönemin<br />

feminist akım içindeki yeri de, kadın yazarların erkekegemen<br />

edebiyat dünyasına bir eleştiri getirmeleri.<br />

Mrs. Dalloway, Clarissa Dalloway’in ve – aslında<br />

Clarissa’yla doğrudan bir ilişkisi olmayan, bence en az<br />

Clarissa kadar incelenmeye değer olan savaş gazisi<br />

Septimus Warren Smith’in - bir gününü anlatıyor. Clarissa,<br />

Londra’daki evinde ve çevresinde akşam vereceği<br />

parti için hazırlık yaparken geçmişiyle ve kendisiyle<br />

yüzleşiyor. Kadın ve Edebiyat serisi içinde, ilk üç haftada<br />

incelediğimiz romanlarda karakterlerin<br />

büyüme, olgunlaşma hikayesini izlemiştik.<br />

Mrs. Dalloway’de, önceki kitaplarda olduğu<br />

gibi, bir kişinin olgunlaşması hikayesinden<br />

öte, kişilik sınırları, kişiliğin özü, kalıcılığı,<br />

algılar, bilinç, göreli ilişkiler yumağı merceğimize<br />

oturdu. Clarissa ile bir günü paylaşan<br />

Septimus karakteriyle ‘savaş’ hikaye<br />

içine girmişti. Clarissa’nın bir zamanlar<br />

aşık olduğu ve evlenme teklifini geri çevirmiş<br />

olduğu Peter Walsh, ‘yaşanmamış<br />

imkanları’ temsilen hikaye içinde yer bulmuştu. Tıpkı<br />

Peter Walsh gibi, yıllar sonra ortaya çıkarak Mrs.<br />

Dalloway’in partisine katılan eski kız arkadaş Sally Seton<br />

da, yıllar önce Clarissa’yı dudaklarından öpmüş ve<br />

bu öpücük en güzel hatıra olarak Clarissa’nın belleğine<br />

kazınmıştı. Sally de Peter gibi yitirilen imkanları sembolize<br />

ediyordu. Savaşta çıldırmış olan Septimus’un<br />

psikiyatristi Sir William Bradshaw, Clarissa’nın temsil<br />

ettiği duyarlılıklarla asla bağdaşmayan türde bir aklın<br />

temsilcisi idi. Bradshaw, insanın biraz dinlenir ve iyi<br />

beslenirse her türlü dertten kurtulabileceğine inanan<br />

bir zorba idi.<br />

27<br />

Tıpkı Jane Eyre’deki gibi, Mrs Dalloway’de de roman<br />

kahramanının içine itilmiş olduğu bir oda vardı. Jane<br />

Eyre’de Rochester, deli karısı Bertha’yı tavan arasına<br />

kapatmış, onu herkesten gizlemişti. Bu yönüyle<br />

Bertha’nın odası, Jane’in ‘bastırılan güdülerinin de’<br />

temsilcisiydi. Mrs. Dalloway’de ise Clarissa’nın itildiği,<br />

“Odasına çekilen bir rahibe gibi” sığındığı oda, savaşın<br />

yarattığı ‘boşluk, yokluk’ hissinin, Clarissa’nın insanlarla,<br />

özellikle kocası Richard’la arasındaki ve ‘yüreğindeki’<br />

boşluğun temsilcisiydi. Derslerimizde, buradan yola<br />

çıkarak feminist yazın içinde ‘odalara’ yapılan göndermeler<br />

hakkında da konuştuk. Virginia Woolf’un “Kendine<br />

Ait Bir Oda - A Room of One’s Own” adlı makalesinden<br />

de bu çerçevede söz açıldı. Bu makalede, Woolf,<br />

bir kadın yazarın yazabilmesi için ön koşulun kendine<br />

<strong>ait</strong> geliri ve bir odası olması gerektiğini ifade etmişti.<br />

Woolf, kendisi yazarken, omzunun üzerinden bir erkek<br />

yazarın kendisini eleştirdiğini hayal ediyor, sonra, William<br />

Shakespeare’in, en az William kadar yetenekli ve<br />

zeki bir kız kardeşi olsaydı ünlü yazarın sahip olduğu<br />

olanaklara kavuşup kavuşamayacağını sorguluyordu.<br />

Woolf kendi yaşamında da bu türden imkansızlıkların<br />

acısını yaşamıştı. Erkek kardeşleri eğitim almak için<br />

üniversiteye giderken, o evde oturmak durumunda kalmıştı.<br />

Ne ironiktir ki, büyük olasılıkla o erkek kardeşlerin<br />

hiçbiri Clarissa’nın bir gününü kaleme alacak sezgi ve<br />

duyarlığa sahip değildiler.<br />

Mrs. Dalloway’in bir günü, tüm romana hakim olan ‘anların’,<br />

‘burada olmanın’, ‘şimdinin’ gücünü vurguluyor,<br />

tek anın gücünü yüzümüze çarpıyordu. Merkezini, ölümün,<br />

savaşın, hayatın gerçekleşmemiş imkanlarının<br />

oluşturduğu bu modernist ağıt romanı okuduktan sonra<br />

sınıfça, ‘bir an’ donakaldığımızı sadece ben mi hayal ettim<br />

acaba?<br />

Beşinci hafta, Hülya Adak’la birlikte Charlotte Perkins<br />

Gilman’ın “Kadınlar Ülkesi” isimli romanını okuduk. Bu<br />

bir feminist ütopya örneğiydi. Feminist ütopyadan söz<br />

ederken, ütopyanın çok bilinen örneklerinden<br />

söz etmeden geçemedik. Hülya<br />

Adak, bize Eflatun’ın Devlet’inden;<br />

Thomas Moore’un “Utopia”sından,<br />

St. Augustine’in “The City of<br />

God”ından, Al Farabi’nin “Al-<br />

Madina Al-Fadila”sından ve<br />

Jonathan Swift’in “Gulliver’in<br />

Gezileri”nden birer ütopya örneği<br />

olarak söz etti. Feminist ütopya örnekleri<br />

arasında, Mary Gentle’ın “Golden<br />

Witchbread”ini, Doris Lessing’in<br />

“The Marriages Between Zones Three, Four<br />

and Five”ını, Lady Florence Dixie’nin “Gloriana, or


28<br />

the Revolution of 1900”ını saydı. Halide Edip’in “Yeni<br />

Turan”ının da bir ütopya sayılabileceğinden söz etti.<br />

Sonra, dersimizin konusu olan “Kadınlar Ülkesi” ya da<br />

orijinal adıyla “Herland”e geçtik.<br />

Kadınlar Ülkesi’nin, The Forerunner dergisinde, kendisinden<br />

önceki “Moving the Mountain” ve sonra gelen<br />

“With Her in Ourland” ile birlikte tefrika halinde yayınlandığını<br />

öğrendik. Yazar Charlotte Perkins<br />

Gilman hakkında konuştuk. Gilman’ın, 19.<br />

Yüzyılda, ABD’de yaşayan bir sosyolog,<br />

yazar olduğunu, hem yaşam öyküsü hem<br />

ülkenin dört bir yanında verdiği konferanslar<br />

hem de yapıtlarıyla feministlere<br />

yol gösterdiğini öğrendik. Gilman, en<br />

çok, ağır bir doğum sonrası depresyon<br />

geçirişinin ardından kaleme aldığı otobiyografik<br />

“The Yellow Wallpaper”<br />

(Sarı Duvar Kağıdı) adlı kısa hikayesiyle<br />

tanınıyor. Bu hikayenin kahramanı,<br />

kocası tarafından, doktorun tavsiyesiyle “kendi iyiliği<br />

için”, “dinlenmesi için” üç ay boyunca sarı duvar kağıtlarıyla<br />

kaplı bir odaya, bir anlamda “hapsedilen” bir<br />

kadındır. Kahramanımız, zamanla odanın sarı duvar kağıtlarına<br />

karşı bir takıntı geliştirir. Gilman, bu hikayeyi,<br />

“takıntılı”, “asabi”, “histerik” olarak tarif edilen kadının<br />

toplum içindeki rolünü değiştirmek için yazmıştı. Hikayeyi<br />

tamamladıktan sonra, psikiyatristine bir kopyasını<br />

postalamıştı. Gilman, boşanması ve tek çocuğunun<br />

bakımını kocasına bırakmış olması yüzünden yaşadığı<br />

dönemde çok eleştirilmişti.<br />

Kadınlar Ülkesi’ni sınıfça çok eğlenerek okuduk. Romanın<br />

kahramanları sosyolog Van, arkadaşları Jeff ve<br />

Terry ile, üzerinde hiçbir erkeğin yaşamadığı bir ülkenin<br />

varlığından haberdar olurlar. Zorlu bir yolculuğun<br />

ardından söz konusu “Kadınlar Ülkesi”ne ulaşırlar. Bu<br />

ülkede, gerçekten de sadece <strong>kadınlar</strong> yaşamakta, üreme,<br />

parthenogenesis yani aseksüel üreme yöntemiyle<br />

gerçekleşmektedir. Bu ülkedeki <strong>kadınlar</strong> adildir. Ülkede<br />

mülkiyet yoktur. Ülkedeki odalar tek bir kişiye değil,<br />

tüm topluma <strong>ait</strong>tir. Kapılarda kilit yoktur. Her yer herkesin<br />

evidir. Tarım ve botanik çok gelişmiştir. Çocuklar<br />

tek bir annenin, ya da biyolojik annenin “mülkiyetinde”<br />

değildir. Kim hangi konuda başarılı ya da yetenekli ise<br />

çocukların o konudaki öğretmeni olmaktadır. Erkekler,<br />

<strong>kadınlar</strong> ülkesinde birkaç ay hapsedilirler. Bu hem dış<br />

dünyayı onlardan hem de onları dış dünyadan korumak<br />

amacıyla yapılmıştır. Hapis oldukları dönem boyunca<br />

erkekler bu <strong>kadınlar</strong>ın kültürünü daha yakından tanır,<br />

dillerini öğrenirler. Sonunda birer eş edinirler. Hikaye<br />

bu şekilde sürer.<br />

Kadınlar Ülkesi’ni okuduğumuz dersin sonunda aklımda<br />

kalan soru şu oldu: Cinsiyet, doğuştan gelen, değiştirilemez<br />

ve “tanımlayıcı” bir olgu mudur? Yoksa cinsiyetle<br />

ilgili kabul ettiğimiz şeyler aslında toplum tarafından<br />

inşa edilmiş olan algılar mıdır?<br />

Gilman, “Kadınlar Ülkesi” ile bir ütopyayı düşlerken,<br />

romanın kahramanı sosyolog Van’in eşi Ellador’u alarak<br />

kendi dünyasına götürüşünü anlattığı “With Her<br />

in Ourland”de bir distopyayı düşlüyordu. Hülya Adak,<br />

With Her in Ourland’de Ellador’un ciddi bir depresyon<br />

geçirdiğinin anlatıldığından bahsetti. Bu bize neden şaşırtıcı<br />

gelmedi acaba?<br />

Altıncı haftanın konusu Doris Lessing’in Altın Defter’i<br />

idi. Bu kitabı Sibel Irzık’la birlikte okuduk. Altın Defter<br />

bir “meta-fiction” yani “üst kurmaca” türüydü. Üst<br />

kurmacanın, “kurmaca olduğunu itiraf eden metinler”<br />

anlamına geldiğini öğrendik. Lessing de<br />

kitabın önsözünde amacının, “… yalnız<br />

biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir<br />

roman yazmak” olduğunu söylemişti.<br />

Altın Defter, post-modernist<br />

edebiyatın egemenliğini kurmaya<br />

başladığı dönemde yazılmıştır.<br />

Modernizm ile post-modernizim<br />

arasında yer alan bir metin olarak<br />

yorumlanıyordu. Kadın dili, yazını,<br />

gerçekliği diye bir şeyin var olup olmadığını<br />

da sorgulamaktaydı. Lessing,<br />

kitabın “kadın hareketinin savaş borusu”<br />

olarak algılanmış olmasından boşuna şikayet etmemişti.<br />

Yine de kitap, feminist düşünceyi etkilemişti. Kitap<br />

hakkında konuşurken feminizm akımları üzerinde de<br />

durduk. Sibel Irzık, birinci dalga feminizmin, “erkekler<br />

sistemden ne alıyorsa <strong>kadınlar</strong>ın da onu alması talebi”<br />

üzerine kurulduğunu, ikinci dalganın “sistemin<br />

yıkılarak farklılıkların belirleyici olması gerektiğini”<br />

savunduğunu, üçüncü dalganın ise “mantığı patriarkal<br />

düzenin bir parçası olduğu için tümden reddettiğini”<br />

vurguladı. Altın Defter’de bir çerçeve öykü (Özgür Kadınlar)<br />

etrafında kurgulanmış 5 ayrı metin/<br />

defter vardı. Bu, Anna Wulf’un, arkadaşı<br />

Molly’nin, her ikisinin çocukları, eski kocaları<br />

ve sevgililerinin hikayesiydi. Siyah<br />

Defter, Anna’nın Orta Afrika’daki yaşantısını,<br />

Kırmızı Defter, bir komünist parti<br />

üyesi olarak yaşamını, Sarı Defter,<br />

Anna’nın kendi yaşamından yola çıkarak<br />

yazdığı bir roman taslağını, Mavi<br />

Defter, Anna’nın anıları, düşleri, duygularını<br />

ve Altın Defter ise hepsinin kesiştiği<br />

noktayı temsil ediyordu. Kitapta, okuyucunun<br />

aklını karıştıran birçok kurmaca düzeyi vardı. Bu<br />

düzeyler birbirinin aynasıydı. Hepsi birer sınıflandırma<br />

ve analiz çabasının ürünüydü. Metinlerde düzene duyulan<br />

özlem ve kaos iç içeydi. Tıpkı hastalıkla sağlığın iç


29<br />

içe oluşu gibi. Anna’nın kızı Janet ile olan ilişkisi ne kadar<br />

sağaltıcı ise Altın Defter’de sahneye çıkan Saul’la<br />

olan ilişkisi bir o kadar hastalıklıydı. Anna’nın psikiyatristi<br />

“ŞekeAnne”nin görevi, Anna’nın hayatında düzeni<br />

ve kontrolü sağlamaktı.<br />

Yazmak, bir şeylere şekil vermek, şeyleri tanımlamak,<br />

analiz etmek, hayatı anlamlandırmak çabasıysa Doris<br />

Lessing, bu kitaptaki kurmacalarıyla neden şekilsizliğe<br />

bu derece arzu duymuştu? Yazmak, hem bir şeylere<br />

şekil vermek hem de kalıpları parçalamak, karanlık<br />

sulara dalmak, şekilsiz olanı ortaya çıkarmak anlamına<br />

mı geliyordu? Bir şeyleri kitapta sınıflandırma yoluyla,<br />

aslında hiçbir şeyi bölmemek, sınıflandırmamak gerektiğini<br />

mi anlatmaya çalışmıştı? Kendisi önsözde öyle<br />

yaptığını söylüyor.<br />

Doris Lessing, önsözde farklı okurların aynı kitaptan<br />

farklı farklı notlarla çıktığını vurguluyordu. Bazı okurlar<br />

kadın-erkek savaşını görmüş, bazıları politik mesajları<br />

üzerine yoğunlaşmış, diğerleri akıl hastalığı izleğinden<br />

başka bir şey görmemişti. Lessing, önsözün sonunda,<br />

ne kadar buna üzülse de doğal karşılaması gerektiğini<br />

söylüyordu. “Kitabın kalıbı, olay örgüsü, yazar gibi okur<br />

için de açık olduğu an, onu kullanma süresi dolmuş bir<br />

eşya gibi bir kenara atıp yeni bir şeye başlamanın zamanı<br />

gelmiştir belki de” diyordu. Biz de altıncı haftanın<br />

sonunda istemeyerek Altın Defter’i rafa kaldırmak zorunda<br />

kaldık çünkü okunacak daha iki kitap vardı.<br />

Yedi ve sekizinci haftanın derslerine katılamadım.<br />

Buna rağmen, Ursula Le Guin’in Lavinia’sını ve Toni<br />

Morrison’un Katran Bebek’ini kendi başıma okudum.<br />

Okurken, derslerde arkadaşlarımın neleri konuşmuş,<br />

nerelerde gülmüş, nerelerde bir an için duraklamış olabileceklerini<br />

neşeyle hayal ettim.<br />

Toplumsal Cinsiyet Forumu’nun “Kadın ve Edebiyat”<br />

serisi boyunca, kendine <strong>ait</strong> bir oda isteyen, bu odanın<br />

en ufak ayrıntılarını zihinlerinde parça parça ve sabırla<br />

yeniden yaratan, odanın turunçgil ve mine çiçeği<br />

kokan sessizliğini, güneşini ve karanlığını <strong>düşleyen</strong><br />

tüm bu <strong>kadınlar</strong>a misafir olmak beni onlara biraz olsun<br />

yakınlaştırmıştı.


Sanat doğdum, sanatçı doğdum ben.<br />

Kültür doldum, kültür koktum ben.<br />

Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi<br />

Tahmin edebileceğinizden daha geniş bir yüreğim var benim, hepinizin, herkesin sığabileceği kadar<br />

büyük, her daim dopdolu, rengarenk bir dünya… Tam 4 bin 905 metrekarelik bir alandan bahsediyorum,<br />

912 kocaman insanın sığabileceği ve üretken zihinlerin emeklerini sergileyebileceği bir alan… Eğlenmek,<br />

öğrenmek, biraz sosyalleşmek, biraz dinlenmek için birebirim. Kocaman bir ailenin göz bebeğiyim<br />

zaten. Nisan 2005’tir doğum tarihim. O zamandan beri her gün biraz daha gelişerek dolduruyorum günlerimi.<br />

Bugüne kadar birbirinden değerli insanlarla tanıştım ve geleceği en az onlar kadar parlak bir<br />

sürü aile bireyim aynı sahnenin tozunu yuttu büyük heyecan içinde. Tiyatrolar, konserler, özel günlere<br />

<strong>ait</strong> kutlamalar tek bir yerde, benim yüreğimde vuku buldu. Sadece 6 yılda, bir insan ömrüne dahi sığdırmanın<br />

güç olacağı nice insan geldi geçti ve bu hatıraları bıraktı bana.<br />

Şimdi baktıkça ne kadar kıymetli bir sürece ev sahipliği<br />

yaptığımı görüyor ve gururlanıyorum. Benim yapılanma<br />

sürecim sadece içinde bulunduğum bu güzel Sabancı<br />

Dünyası’na hitap etmem amaçlanarak gerçekleştirilmemiş.<br />

Kampus çevresindeki tüm sanatseverlere ulaşmak<br />

ve burada sahneye konan şeyleri onlarla da paylaşmak<br />

istenilmiş…<br />

Uçsuz bucaksız bir okyanusta yol almak gibi ‹stanbul’da<br />

yaşamak… Öyle bir an geliyor ki hareket etseniz bile bir<br />

yere gidemiyorsunuz. Bazen rüzgar, bazen de dalgalar<br />

savuruyor sizi… Ama etrafınızda olan biten bir sürü<br />

olay mevcut. Birileri doğuyor, ölüyor ve en önemlisi üretiyor.<br />

‹nsanlar bu şehri seviyor ve üretimlerini buranın<br />

insanlarıyla paylaşmak konusunda cimrilik etmiyorlar.<br />

Peki siz her daim erişebiliyor musunuz sizlere sunulanlara?<br />

Ne yazık ki o kadar da kolay değil. Dedim ya, sizden<br />

çok daha kuvvetli bir organizmayla boğuşuyorsunuz<br />

aslında. Ben ise, sizlerin ve aslında yakın çevremizde<br />

yaşayan tüm sanatseverlerin bu yoğun tempoyla başa<br />

çıkabilmesi için şehir merkezinde olan bitene ev sahipliği<br />

yapıyorum. Belki vakit bulup da gidemeyeceğiniz,<br />

yeterince erken davranamadığınız takdirde yer bulup<br />

da izleyemeyeceğiniz bir sürü etkinliğin sizlere gelmesini<br />

sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken benim de<br />

hayatım renkleniyor ve birbirinden değerli sanatçılarla<br />

tanışma imkanı buluyorum.<br />

Bu deneyimli yüzlerin ailem ve benim hakkımdaki fikirlerini<br />

birinci ağızdan öğrenmek sahiden çok keyifli…<br />

Sizinle bir kısmını paylaşmak istiyorum. Bakın bu tatlı<br />

dünya hakkında neler söylemişler?<br />

30


31<br />

Ayça Varlıer: ‹zleyicilerden çok<br />

farklı ve çok güzel reaksiyonlar<br />

aldık. ‹zleyicinizin büyük çoğunluğunu<br />

öğrencilerinizin ve öğretim<br />

üyelerinizin oluşturması çok hoş<br />

sahiden de. Seyircinizi, sahnenizi<br />

çok beğendik. Teşekkür ederiz,<br />

çok güzel ağırladınız bizi. Her açıdan<br />

çok memnun kaldık.<br />

Celile Tolon: Sahne çok güzeldi,<br />

yani ben bayıldım, yürü yürü<br />

bitmiyor, ne güzel oyunlar sahnelenir<br />

burada. Üniversitenizde<br />

konservatuar olmadığı halde<br />

böyle bir salonunuz var. ‹stanbul<br />

tarafında salon bulmakta<br />

çok zorlanıyor tiyatrolar. Çok verimli bir büyüklüğü var.<br />

Efendi bir izleyici kitlesi vardı, çok dikkatli dinledi.<br />

Nuri Gökasan: Sabancı Üniversitesi son derece yetkin<br />

ve işinde başarılı bir üniversite. Buradan mezun olacak<br />

arkadaşlarımızın da Türkiye geleceğinde önemli roller<br />

alacağını düşünüyorum. Bizler izleyiciyi çok iyi tahlil<br />

ederiz. Bu akşam bayıldım Sabancı Üniversitesi öğrencilerine.<br />

Çünkü çok doğru yerlerde reaksiyonlar gösterdiler,<br />

bu önemli. Doğru reaksiyon veren seyirci ile<br />

doğru reaksiyon veremeyen seyirciyi ayırırız. Bu akşam<br />

her şey çok olumluydu. Biz de keyifle oynadık. Umarım<br />

izleyiciler de keyif almışlardır.<br />

Volkan Severcan: Olağanüstü<br />

bir sahne. Ne kadar şanslı<br />

olduğunuzu bilemezsiniz.<br />

Türkiye’nin hiç bir yerinde böyle<br />

bir sahne göremezsiniz, seyirci<br />

de olağanüstüydü. Her şey çok<br />

olağanüstüydü. Dünyanın en iyi tiyatrosunda oynamış<br />

gibi çıkıyorum buradan şu anda.<br />

Günay Karaçoğlu: Üniversitede<br />

oynadığım oyunlar hep böyle<br />

oluyor zaten. Çok başka beyinler…<br />

Algı bakımından son derece<br />

açıklar. Pinpon turnuvası gibi,<br />

devamlı bir etki tepki halinde son<br />

derece keyifli geçiyor oyun.<br />

Bahtiyar Engin: SGM’nin arkasında<br />

her şeyden önce sağlam bir isim<br />

vardı ve ben de beklediğim gibi<br />

buldum. Okulda eğitime çok güzel<br />

yatırım yapılmış, kapıdan girdikten<br />

sonra insan mutlu oluyor. Salon<br />

tabii ki harika. Böyle bir yerde bu<br />

salonun bulunması Türk Tiyatrosu için çok iyi bir şey.<br />

Ben beklemiyordum bu kadar dolacağını çünkü kapasite<br />

olarak çok geniş bir salon fakat merdivende oturan<br />

insanlar dahi gördüm, gayet güzeldi.<br />

Erkan Can: Bize gençlik aşısı<br />

verdiniz bir kere. Sizlerin karşısında<br />

kendimizi daha serbest<br />

hissediyoruz. Her akşam aynı<br />

oyunu oynamıyoruz sonuçta. Bu<br />

seyirciyle doğrudan bağlantılı bir<br />

durum.<br />

Cem Davran: Gayet güzeldi, ben<br />

zaten üniversitelerde oynamayı<br />

çok severim, seyircinin hali bir<br />

başka oluyor.


Gripin: Daha önce bu okulda sahne<br />

aldık. Akustik konser çok keyifliydi<br />

özellikle. Hem seyirci hem de salon<br />

çok tatmin edici.<br />

Bülent Ortaçgil: Üniversiteler bu tarz<br />

müzikler için çok doğru yerler. Karşı tarafın<br />

enerjisi bakımından düşündüğümde,<br />

başka bir alanda çalmaktan çok burada<br />

çalmayı tercih ederim.<br />

Nesrin Kazankaya: Ülkemizi bir<br />

adım daha ileri götürebilecek bu<br />

aydın insanların bir arada olabilmesine<br />

ön ayak olmak ve böyle bir<br />

salonu doldurabilmek benim gurur<br />

dolu duygular taşımama sebep<br />

oluyor. Bu tabii ki SGM ailesinin<br />

başarısı. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. Buraya gelmek<br />

beni çok mutlu etti. Salonun teknik yapısına gelince, harika<br />

olduğunu söylemek mümkün<br />

Yetkin Dikinciler: Ülkemizde televizyon<br />

denilen bir gerçek var.<br />

Televizyonların içinde de basit ve<br />

masrafsız üretim nesneleri… Kolay<br />

satılır şekilde düzenleniyorlar. Arz<br />

ile talep bu yönde işliyor. Sonuçta<br />

teknolojik gelişmeler ve hayatın telaşlı<br />

ritmi insanları yönlendiren faktörler. Örnek vermek gerekirse,<br />

kamu vasıtalarıyla iş yerinden evine dönen bir kişi,<br />

tekrar aynı zorlu trafik sürecine atılmak yerine, televizyon<br />

karşısında oturmayı tercih ediyor. Televizyon birçok şeyi<br />

bize çok uzak kılabiliyor aslında. Dünyanın herhangi bir yerindeki<br />

savaş bile çok uzak insanlığa artık… Hayatı paylaşmak,<br />

televizyon söz konusu olduğunda daha güç. Sonuçta<br />

inanılmaz bir alt yapı var ve çeşitli modeller yaratılmış durumda.<br />

Heyecanlı ve dinamik çağında olan insanların bile<br />

hayatında birçok alışkanlıkları değişim gösterdi. Burada ise<br />

kampüste olmanın verdiği farklı bir dinamizm ve ortak yaşam<br />

söz konusu. Kalabalık mı kalabalık bir aileden söz ediyoruz.<br />

Birbirinden dost ve oldukça misafirperver yüzler…<br />

Ben buraya gelirken, “O trafikte Sabancı Üniversitesi’ne<br />

nasıl gideceğiz?” diye değil, “Ne mutlu ki çektiğimiz bu<br />

trafiğin sonunda, Sabancı Üniversitesi’ne ulaşıyoruz.” şeklinde<br />

düşünceler besliyorum içimde. Sonuçta SGM tüm<br />

bu ihtişamıyla bizler için yapılmış. Bir de karşılığında bizi<br />

izleyen gözler, duygularımızı paylaşan kalpler ve bizi takip<br />

eden akıllar bulduğumuzda burada sergilediğimiz her oyun<br />

bambaşka bir anlam kazanıyor.<br />

Yıl 2012… Daha yolun çok başındayım. ‹stanbul gibi bir<br />

“zor güzel” ile başa çıkabildiğim ve varlığımı tüm verimliliğimle<br />

sürdürebildiğim için aileme ve değerli vaktini<br />

ayırıp yanıma gelen tüm sanatçılar ile sanatseverlere teşekkür<br />

borçluyum. Nice “üretmek ve paylaşmak” kokan<br />

yıllara…


İĞNE DELİĞİNDEN<br />

GELEN IŞIĞIN UMUDU:<br />

33<br />

Mülteci Çocuklarla İğne Deliği Fotoğrafçılığı<br />

Gizem Muratoğlu / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi<br />

Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlıklık Projeleri Birimi, insan<br />

hakları projelerinin bir parçası olan mülteci projeleri kapsamında,<br />

bu yıl mülteci gençleri “iğne deliği fotoğrafçılık” tekniğiyle<br />

buluşturarak onların zihninde farklı ufuklar açıyor. Bu tekniği<br />

kazandırmaya çalışırken aslında ne pahalı malzemelerden ne<br />

uzak mesafelerden ne de uygulaması zaman ve mekan isteyen<br />

öğelerden fırsat yaratmaya çalışıyor kendi çalışmalarına. Uygulaması<br />

basit ve bir o kadar da eğlenceli olan yaratıcı ve diğer<br />

tekniklere nazaran daha ekonomik fotoğrafçılığı mültecilere sunuyor.<br />

Bunu yaparken de ihtiyaçları olan tek şey; bir grup istekli<br />

genç, günışığı, iğne deliği, fotoğraf kağıdı ve biraz da tutkal...<br />

UMUDUN IŞIĞI<br />

‹ğne deliğindan baktığınızda neler görebilirsiniz?<br />

Minicik bir karınca, ağaç, çicek,<br />

kuş böcek, devasa bir konak?Hangi boyutlardaki<br />

nesneleri çıplak gözle görebilmeniz<br />

mümkün ki bu minicik iğne deliğinin<br />

arkasından?Tamam, ya bu iğne deliğinin dört<br />

tarafı sıkı sıkıya kapalı içi kapkara bir kutunun<br />

üstünde, 20 saniye gördüğü ışıkla yaratacağı<br />

olası görüntüleri zihninizde canlandırsanız?<br />

Mesela bir fotoğraf karesi gibi... Bu hayali<br />

olası kılmak nasıl mümkün diye sorarsanız,


size iğne deliği fotoğrafçılığının gizemlerini keşfedin, göreceksiniz derdim<br />

çünkü; minik iğne deliğinden sızan bir ışık huzmesi fotoğraf kağıdının<br />

üstüne düşürdüğü görüntülerle ancak bu kadar anlaşılır ve görülebilir<br />

kılar ışığın yeryüzündeki gücünü ve önemini. Nelere önderlik eder, hayatı<br />

nasıl biçimlendirir, gözünüzle görme fırsatı yakalarsınız iğne deliği<br />

fotoğafçılığında... Milyonluk merceklerin, teknoloji harikası makinaların;<br />

ışığın umudu karşısında nasıl işlevsiz kaldığını anlarsınız plastik el yapımı<br />

makinaların yarattığı harikaları görünce… Sonra bu kişisel çabaların<br />

insana nasıl hayat verdiğine, insanın kendi elleriyle yaptığı ürünün emeğinden<br />

aldığı keyifle nasıl hayata sarıldığına tanık olursunuz çünkü Işık;<br />

fotoğraf için nasıl zaruri bir ihtiyaçsa, insan hayatı ve umudu için de bir<br />

o kadar gerekli ve hayatıdır.<br />

Bu anlayıştan yola çıkarak Toplumsa Duyarlılık Projeleri, fotoğrafçılığın<br />

ışığını mültecilerle buluşturarak, onların her gün yurt penceresinden<br />

gördüğü, hatta bazen on dakika daha fazla uyumak için yorganlarıyla<br />

yüzlerini kapadıkları güneş ışığını hobiye dönüştürmeyi amaçladı ve mülteci<br />

gençlerle iğne deliği fotoğrafçılığını ortaya koydu.<br />

PEK‹ YA TEKN‹K?<br />

‹ğne deliği fotoğraf tekniği bir anlamda en ilkel fotoğrafçılık tekniği diye<br />

nitelendirilebilir. Makineleri yapmak için belki de kullanılacak en teknik<br />

alet tutkal, makas vefotoğraf kağıdıdır.Malzemelerinin ucuz ve kolay temin<br />

edilebilir cinsten olması bu sanatı çok da sınıf ayrımına maruz kalmayan<br />

bir sanat haline getirmiştir. Bu yüzden iğne deliği fotoğrafçılığı<br />

hiçbir sınıfa <strong>ait</strong> değildir. Makas, tutkal, siyah karton, iğne, alüminyum<br />

folyo ve dört tarafı kapalı olacak şekilde konserve kutusu bir el yapımı<br />

fotoğraf makinası için gerekli malzemelerdir.<br />

Önce konserve kutusunun içine siyah karton yerleştirilir. Bunun amacı<br />

içerde oluşacak olası yansımaları önlemektir. Daha sonra karanlık odada<br />

kutunun içine açacağımız deliğin karşısına gelecek şekilde fotoğraf<br />

kağıdını yerleştiririz ve iğneyle kutunun üstüne bir delik açarız. Fotoğrafı<br />

çekeceğimiz zamana kadar filmi korumak için de deliğin üstünü kutunun<br />

dışından alüminyum folyoyla kapatırız. Fotoğrafı çekerken titremeyi en<br />

aza indirgemek için kutuyu üçayak üstüne koyarak sabitleriz. Fotoğrafını<br />

çekmek istediğimiz yeri belirleyip makinayı sabitledikten sonra alüminyum<br />

folyoyu kaldırıp, kutunun içindeki fotoğraf kağıdının on beş-yirmi<br />

saniye ışığı görmesini sağlarız ve daha sonra alüminyum folyoyla tekrar<br />

34<br />

ışığın içeri girmesini engelleriz.<br />

Bu şekilde fotoğraf çekme işlemi<br />

tamamlanmış olur. Son olarak, fotoğraf<br />

kağıdını banyo edip görüntüyü<br />

ortaya çıkarmak kalır. ‹lk elde<br />

edilen götüntüler, fotoğrafların<br />

negatif halidir.Daha sonra fotoğraf<br />

üstünde oynanılarak istenilen<br />

renkler elde edilebilir.<br />

Sabancı Üniversitesi Toplumsal<br />

Duyarlılık Projeleri; Çocuk, yaşlı<br />

ve engelli projerlinin yanı sıra insan<br />

hakları alanında da projeler<br />

yürütmektedir. ‹nsanlar haklarının<br />

farkındalığını arttırmak ve hakların<br />

daha küçük yaşlardan itibaren<br />

öğrenilmesini sağlamak amacı ile<br />

çocuk projeriyle işbirliğiyle yürüttüğü<br />

çalışmaların yanı sıra kendi<br />

içinde bağımsız projeler de yürütmektedir.<br />

Mülteci projesi de insan<br />

hakları projelerinden yalnızca bir<br />

tanesidir. Mülteci projesi gönüllüleri<br />

her hafta proje liderleri önderliğinde<br />

Yeldeğirmeni gençlik<br />

kampına giderek mülteci gençlerle<br />

buluşmaktadırlar. Onları sosyal<br />

hayata teşvik edici ativitelerle ve<br />

farklı hobiler kazanmadırmaya yönelik<br />

çalışmalarla orada geçirilen<br />

zamanı en verimli hale getirmeye<br />

çalışmaktadırlar.<br />

Bu dönem, mülteci projeleri kapsamında,<br />

çok daha farklı bir yol<br />

izlendi, mülteci gençler için çok<br />

farklı bir çalışma programı için bir<br />

araya gelindi. ‹ğne deliği fotoğrafçılığı<br />

bütün çalışmaların odağıoldu.<br />

Hem Toplumsal Duyarlılık Projeleri<br />

gönülüleri hem de mülteci<br />

gençler için yeni bir uğraş halini<br />

aldı. Peki TDP iğne deliği fotoğrafçılığıyla<br />

nasıl ve nerede tanıştı?<br />

TDP ‹LE TANIŞMA<br />

Nuri Gürdil başlarda fotoğrafçılıkla<br />

amatör olarak ilgilenen, bir lise<br />

edebiyat öğretmeniydi. Ekonomik<br />

olarak gelir düzeyi çok da yüksek<br />

olmayan bir bölgede öğretmenlik<br />

yapıyordu. Sorumluluk bilinci taşıyan<br />

her öğretmen gibi o da ders-


lerin yanı sıra sosyal anlamda öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmenin<br />

yollarını arıyordu. Fotoğrafçı ruhu tam da bu dönemde devreye girdi ve<br />

öğrencilerini iğne deliği fotoğrafçılığıyla tanıştırdı. En temel ve ucuz<br />

malzemelerle, öğrencileriyle birlikte önce fotoğraf makinalarını yaptılar.<br />

Sonra hep beraber yaptıkları makinalar ellerinde, fotoğraf çekecek yeri<br />

aramaya koyuldular ‹şin sonunda her biri birbirinden farklı fotoğraf kareleri<br />

çıktı ortaya.<br />

Bu çalışmanın etkisi ve başarısıyla Nuri Gürdil bu yöntemini olabildiğince<br />

geniş çevrelere anlatmak istedi. Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilen<br />

Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansına katıldı. Bu konferans, iğne<br />

deliği fotoğrafçılığı ve mülteci projesini bir araya getiren ilk adım oldu.<br />

Bagem Direktörü Neyir Berktay’ın da arabuluculuğu sayesinde mülteci<br />

projesi kapsamında iğne deliği fotoğrafçılık deneyimlerinin temelleri<br />

atılmış oldu.<br />

IŞIĞIN UMUDA YANSIMASI<br />

C‹P projeleri bu iş için biçilmiş kaftandı. Dönem başladığında çalışmalara<br />

başlandı.. Önce Sabancı Üniversitesi gönüllü öğrencileri iğne deliği<br />

fotoğrafçılığıyla tanıştırıldı. Nuri Gürdil ve proje süpervizörleri önderliğinde<br />

bu sanatın basamakları tek tek çıkmaya başlandı. Her gönüllü<br />

önce fotoğraf makinası nasıl yapılır onu öğrendi. Karanlık odaya girip<br />

film nasıl banyo ettirilir, elimize güzel bir fotoğraf karesi olarak gelmeden<br />

önce film hangi evrelerden geçer, bütün bu süreç nasıl işler? Öğrencilerin<br />

bu süreçleri öğrenmeleri sağlandı.<br />

Ekip olarak herşey hazırlandığında sıra mültecilerle tanışma faslına gelmişti.<br />

Önce gençlik merkezine gidip gençlerle tanıştılar. Onların kimler<br />

olduklarını, nerelerden geldiklerini, nerede yaşadıklarını görme fırsatına<br />

sahip oldular. Merkezdeki mülteciler, yaşları on üç ila on sekiz arasında<br />

değişen; Afganistan, Sudan gibi politik, sosyal ve ekonomik olarak iç ve<br />

dış karışıklıkları uzun yıllardır devam eden Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden<br />

gelen çocuklardan oluşuyordu. Aslında onlar savaşın göbeğinden<br />

kaçarak kurtulmuş, başka topraklarda tutunmaya çalışan, şanslılık dereceleri<br />

göreceli olarak değişen, devletlerin hukuğu nezdinde bir grup<br />

yasal olmayan çocuktan oluşuyorlardı.<br />

Toplumsal Duyarlılık Projeleri, mülteci gençlerle bu projeyi yaparak<br />

onlara haftada bir gün değişik vakit geçirmenin yanı sıra kalıcı bir hobi<br />

kazandırmayı da hedefledi. Bu, ucuz kırtasiye malzemeleriyle yapılan<br />

ama sonunda elde edilen keyfin, parayla satın alınamayacağı türden bir<br />

çalışmaydı. Özellikle de mülteci gençler için... Üretmek ve ürettiklerinin<br />

karşılığını almak bu dört duvar arasında yaşayan çocuklar için gerçekten<br />

de tekdüze hayata karşı atılan bir adım gibiydi. Nitekim de öyle oldu<br />

çünkü proje kapasitesi on kişiykenprojeye katılan gençler katlanarak<br />

büyüdü ve projeye katılım yüzde yüz arttı. Öyle ki gençlik merkezinde<br />

projeye katılmış çocuklar, katılmamış olan arkadaşlarına çalışmaları<br />

bütün detaylarıyla anlatmış ve katılmaları için onları teşvik etmiş, heyacanlandırmışlardı.<br />

Üniversite ekibi bir hafta sonra projeye gittiklerinde<br />

karşılarında sayıları ikiye katlanmış ve fotoğraf makinası yapımına hakim<br />

bir ekiple karşılaşmışlardı. Bu, projenin mültecilerde ne denli istek uyandırdığının<br />

gözle görülür bir kanıtıydı..<br />

Merkezde fotoğraf konusu kısıtlı olduğu için mülteciler her hafta Sabancı<br />

Üniversitesine getirilerek projeleri üniversitede gerçekleştirmeye<br />

başladılar. Önce hep beraber birer fotoğraf makinası yaptılar. Kampüsün<br />

35<br />

içinde en ilginç kareyi yakalamaya<br />

çalıştılar. Ağaçlar, binalar, binaların<br />

içleri, sokak ışıkları... Kulağa<br />

çok sıradan da gelseler aslında<br />

bu sıradan yapıların her biri iğne<br />

deliğinden süzülerek fotoğraf kağıdına<br />

yansıyacak ve sıradan olmayan<br />

görüntüler oluşturacaktı.<br />

Projenin fotoğraf çekim kısmı bittikten<br />

sonra, sürecin en heyecan<br />

verici kısmı geldi... Acaba fotoğraflar<br />

nasıl bir hal alacaklardı?<br />

Bunu öğrenmenin tek yolu karanlık<br />

odada filmler banyo ettirildikten<br />

sonra ortaya çıkacaktı. Karanlık<br />

oda deneyimi belki de en nefes<br />

kesiici olanıydı.Fotoğrafın üstündeki<br />

görüntünün saniye saniye<br />

belirdiğini görmek,umutları kısıtlı<br />

birer yabancı olarak yaşadıkları<br />

bu topraklarda umutların saniye<br />

saniye, karanlıklar içinde oluşmaya,<br />

şekillenmeye ve görünmeye<br />

başladığının kanıtı olsa gerekti.<br />

‹şte bu yüzden belki de fotoğrafların<br />

banyo ettirilmesi onlar için bu<br />

kadar büyüleyiciydi. Fimler banyo<br />

ettirildikten sonra, ellerinde kendi<br />

çektikleri fotoğraflar vardı.<br />

B‹TMEYEN YOLCULUK<br />

Sıra da ne var diye soracak olursanız<br />

eğer, ilk olarak; Yeldeğirmeni<br />

Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne<br />

yapılması planlanan karanlık odadan<br />

söz edilebilir. Kurulacak olan<br />

bu karanlık odayla beraber, spor<br />

ve çeşitli sanat akivitelerin yanı<br />

sıra mültecilerin yeni hobisi fotoğrafın<br />

da yaşam alanlarının bir<br />

parçası olması sağlanacak. Klasik<br />

söylemlerle, bakıldığında küçük<br />

bir odadan ibaret olacak olan bu<br />

başlangıç, mülteci gençlere çok<br />

daha geniş açılı bir hayatın kapısını<br />

açmanın fırsatını tanıyacak.<br />

Kim bilir? Belki bu şansla fotoğrafın<br />

günışığı mülteciler için de birer<br />

umut ışığına dönüşüverir günün<br />

birinde.


İnce Belli Bardakta<br />

Şekersiz Lütfen...<br />

Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim<br />

Gün boyunca birlikte çalıştığımız, saat kaçta ne içtiğimizi,<br />

şeker tercihimizi ve hatta özel kupa ve bardaklarımızı bilen<br />

çaycılarımızı ne kadar tanıyoruz? Mehmet Karakoyun (Rektörlük<br />

üst kat), Özcan Koyun (Rektörlük alt kat), Erdal Türk<br />

(Diller Okulu) ve Ecevit Aslan (SSBF) ile bir araya geldik. Söyleşi<br />

esnasında, Diller Okulu’nda Erdal Türk’ün konuğu olduk.<br />

Herkese zamanın uyması için öğle tatilini seçtik. Böylelikle<br />

zamanında işlerinin başına dönebileceklerdi.<br />

ECEV‹T ASLAN<br />

1978 Sivas do¤umlu olan Ecevit Aslan, 2008’de Sanat<br />

ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde çalımaya balamı.<br />

36<br />

Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce tekstil işiyle<br />

uğraşan Ecevit Bey “3 sefer atölye açtım, nakit param<br />

fazla olmadığından dolayı hep sıkıntı yaşadım ve kapattım.<br />

Çünkü çalışmanın karşılığında aldığın uzun<br />

vadeli çekler nakit sıkıntısı yaratıyor. Nakit sıkıntısı<br />

olunca iş dönmüyor. Bu nedenle tekstil işini sürdürmemeye<br />

karar verdim. Buraya gelmeden önce 3-4 ay boş<br />

kaldım. Daha sonra bir arkadaş aracılığıyla buraya<br />

geldim ve çok memnunum. Burada uzun süre çalışmak<br />

istiyorum” diyor.<br />

Burada herkes bana çok destek oluyor”<br />

Ecevit Bey Sabancı Üniversitesi’ndeki çalışma hayatını<br />

ise şöyle anlatıyor: “SSBF’de yaklaşık 140-150 akademisyen<br />

ve idari personel var. Hepsinin saat kaçta neyini<br />

içtiğini, fincanda veya bardakta mı içtiğini, şeker<br />

tercihlerini ezbere bilirim. Çaycılık haricinde SSBF’deki<br />

bütün çiçeklerle uğraşmayı seviyorum. Oradaki çiçeklerin<br />

hepsiyle tek tek ilgileniyorum. Mesela ilk geldiğimde<br />

yaklaşık 8-10 çiçek vardı, şu an 15 tane çiçek oldu.<br />

Onların günlük suyunu veriyorum, onlarla ilgileniyorum.<br />

SSBF’te başta Dekanım Mehmet (Baç) Bey olmak üzere,<br />

‹nci (Ceydeli) Hanım onlar bana çok yardımcı oluyorlar.<br />

Onun için onlara her zaman teşekkür ediyorum.”<br />

Ecevit Bey’in Toprak ve Bulut isimli iki oğlu var. Toprak<br />

bu yıl ilkokula başlamış, Bulut ise henüz 3 yaşında.<br />

Akşam eve gittiğinde iki oğluyla oynamak Ecevit Bey’e<br />

bütün yorgunluğunu unutturuyormuş. Ecevit Bey bir<br />

anısını da anlatmadan geçemiyor. “Küçük çocuğum<br />

kaybolmuştu. Eşim evden arayıp 1 saattir bulamadıklarını<br />

söyledi. Üstümü bile değiştirmeden ana kapıya gittim.<br />

Orada beni güvenlik Kadir Ağabey durdurdu, Filiz<br />

(Kadayıfçı) Hanım’ı aramayı önerdi. Kadir Ağabey taksi<br />

durağını aradı ben de Filiz Hanım ile görüştüm. Bunu hiç<br />

unutmam, Filiz Hanım bana bir araç gönderdi, araç geldi<br />

ancak çaycı olduğum için sürücü aracı bekleyenin ben


olduğuma inanmadı. Kendi yöneticilerini aradı ve oradan<br />

aracın Filiz Hanım tarafından beni götürmek üzere<br />

gönderildiğini söylediler. Arabaya binip yola çıktık evden<br />

çocuğun bulunduğu haberi geldi. Onun için bir kez<br />

daha teşekkür ediyorum.”<br />

Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />

tutuyorsunuz?<br />

‹ki günlüktüm beni çay ocağında yalnız bıraktılar. Ayşe<br />

Yılmaz Hocam, ilk geldiğim gün bana “Oğlum bu işte çekinecek<br />

bir şey yok, sor hocalarına” dedi. Bir haftada<br />

her yeri çözdüm. ‹lk hafta elimde dolu tepsi ile dolaşıp<br />

asansörü arayıp bulamıyordum, çaylar soğuduğu için<br />

geri çay ocağına dönüyordum. Hocalar aradığında durumu<br />

izah ediyordum. Not alarak bir haftada herşeyi öğrendim.<br />

Mesela bir hocamız Avrupa’ya gitmişti, 2 sene<br />

sonra geldi, onun nasıl kahve içtiğini hiç unutmamışım.<br />

Gelir gelmez götürdüm kahvesini, unutmamış olmama<br />

çok şaşırdı. ‹nsanın içinde olursa, işini de severek<br />

yaparsa ben inanıyorum ki her şeyin üstesinden gelir.<br />

Çaycı arkadaşlarımın hepsi de eminim ki işini severek<br />

yaptığından bunu başarıyor.<br />

Takla atan güvercinler…<br />

Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz?<br />

Ben de evde hayvan besliyorum. Çocuklarım hayvanlara<br />

benden daha düşkünler. Bir köpeğimiz var, onu da<br />

benim çocuklar çok istediği için buradan götürdüm.<br />

Kuşları çok seviyorum. Evde de bitkilerle ilgileniyorum.<br />

8-10 tane takla atan güvercinim var. Bence güvercinler<br />

diğer bütün hayvanlardan daha sadık. Bence hayvanlar<br />

sevgiyi insanlardan daha fazla anlıyorlar. Çiçekler de<br />

aynıdır. Sevgini verdiğinin zaman ister istemez kendini<br />

ona bağlayabiliyorsun.<br />

Takla atan güvercin nedir? Nasıl bir türdür? Diğer güvercinlerden<br />

farkı nedir?<br />

Uçtuğu zaman oyun yapıyor. Takla atarak yere iniyor,<br />

bazıları da daha oyuncudur sürekli takla atarlar ve sonunda<br />

düşerler. Bende iki türden de var. Yapı olarak diğer<br />

güvercinlerle aynılar. Sadece ayaklarında paçaları<br />

vardır.<br />

Güvercinlere karşı tutkunuzun sebebi nedir?<br />

13-14 yaşıma kadar köyde yetiştim. Babamın da ağabeylerimin<br />

de güvercinleri vardı. Bizim ahırda 7-8 tane<br />

ineğin yanı sıra 20-30 tane güvercin vardı.<br />

Güvercinler kendileri mi geliyordu ahıra yoksa siz mi<br />

yakalıyordunuz?<br />

Bir çift güvercininiz olduğunda o size yetiyor. Onlar<br />

yavrulayarak çoğalıyor. Para vererek güvercin almadık.<br />

Benim güvercinlerim şu an Alibeyköy’de kirvemin oğlunun<br />

yuvasındalar. Bizim orada biraz sıkıntı olduğu için<br />

oraya götürdüm.<br />

Nasıl bir sıkıntı var?<br />

En üst kata taşındığımız için kafese yer yok. Zaman<br />

buldukça güvercinlerimi ziyarete gidiyorum. Kirvemin<br />

oğlu da facebooktan benimle fotoğraflarını paylaşıyor<br />

sürekli.<br />

Evinizde kuşlar için yer varken komşularla sorun yaşanıyor<br />

muydu?<br />

Oturduğumuz mahallede öyle bir sıkıntı olmaz. Bütün Sivas<br />

Yıldızeli göçmüş ve bizim oraya gelmiş gibi. Herkesin<br />

aşağı yukarı zevkleri de aynı. Mesela özellikle yazın<br />

akşamları herkes kapıda oturur, beraber çay içerler.<br />

Peki siz hangi takımı tutuyorsunuz?<br />

Ailecek Galatasaraylıyız.<br />

Maçlara gidiyor musunuz?<br />

Bekarken gidiyordum ama şu an gidemiyorum.<br />

Çocukları maçlara götürmeyi düşünüyor musunuz?<br />

Çocukları maçlara götürmeyi istiyorum ama şu an öyle<br />

bir şansım yok. Onlar da maça gitmeyi çok istiyorlar aslında.<br />

Güreş, uzun eşek, karate…<br />

Çocuklarla ilişkiniz nasıl? Birlikte neler yapmayı seviyorsunuz?<br />

Büyük oğlumla her şeyi yapmayı severim, o çok uyumludur.<br />

Akşam eve giderim dersinin başındadır. Dersini<br />

bitirdikten sonra kitap okumaya çalışır, 10-15 dakika bilgisayarın<br />

başında geçirir. Küçük oğlum biraz hareketli.<br />

Eve girdiğim anda üstüme atlıyor. En çok güreş yapmayı<br />

seviyor. Uzun eşek onun sevdiği başka bir oyun. Kendi<br />

kendine karate yapmaya çalışıyor.<br />

Büyük oğlum geçen sene okula başladığında her şeyi<br />

ben alıyordum. Şimdi bana bırakmıyor. Lazım olanları<br />

söylüyor para veriyorum. Akşamına paranın üstünü ve<br />

fişini bana teslim ediyor. Büyük oğlum eve gelip hemen<br />

dersini yapar, bilgisayarla ilgili dersler için bizi bekler.<br />

Annesi de çalışıyor.<br />

Siz ve eşiniz işteyken çocuklara kim bakıyor?<br />

Kayınbiraderimin eşi bakıyor. Aynı binada oturuyoruz.<br />

Televizyon kanalı oybirliği ile belirleniyor<br />

Siz televizyonda hangi programları ve kanalları takip<br />

ediyorsunuz?<br />

Büyük oğlumla “Kurtlar Vadisi”ni ve “Arka Sokaklar” ı<br />

takip ediyoruz. Eşimle beraber “Öyle Bir Geçer Zaman<br />

Ki”yi izliyoruz. Evde tek televizyon olduğu için çakışan<br />

programlarda da oylama yapıyoruz. Mesela, küçük oğlum<br />

çizgi film kanalı istiyor, eşim bir dizi istiyor, büyük<br />

oğlum ve ben de aynı diziyi istediğimizde oybirliği ile bizim<br />

dediğimiz oluyor.


MEHMET KARAKOYUN<br />

1999 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi’nde<br />

bulunan Mehmet Karakoyun, Rektörlük üst katta<br />

çalışıyor. Üniversiteye girdiğinden bu yana hemen<br />

hemen bütün birimlerde çalışan Mehmet Bey, ağırlıklı<br />

olarak Rektörlük binasında, IT ve Bilgi Merkezi’nde<br />

çalıştığını ve bu süre zarfından çok güzel anılar ve<br />

dostluklar edindiğini sözlerine ekliyor.<br />

Mehmet Bey Sabancı Üniversitesi macerasını şöyle<br />

anlatıyor:<br />

“Buraya bir arkadaşımın aracılığıyla geldim. Burada,<br />

herkesle gerçekten çok güzel anılarımız oldu. Çalıştığımız<br />

birimlerde hemen hemen herkesin hangi saatte ne<br />

içtiğini, fincanlarını, şeker tercihlerini biliyoruz. Bu, birlikte<br />

çalıştığımız personelin de hoşuna gidiyor.<br />

12 yılda burada çok güzel ilişkiler kurduk. Buradaki hem<br />

idari hem de akademik personel bilgi ve tecrübesiyle<br />

bize çok yardımcı oluyor. Bir derdimiz olduğu zaman<br />

bizi dinliyorlar, bize destek oluyorlar. Mesela, öğretmeni<br />

oğluma Mevlana’nın sözlerini bulmak üzere ödev vermişti.<br />

Evde internet olmadığından, IT’den Alper Bey’den<br />

bu konuda destek istedim. Bizim bildiğimiz üç-dört tane<br />

sözü vardır Mevlana’nın. Alper Bey bize tam 12 sayfa<br />

çıkarttı. Bu tür şeyleri evde de değerlendirmeyi tercih<br />

ediyorum. O konularla ilgili özel dosyalar hazırlıyorum.<br />

‹ki tane oğlum var, ileride bu tür şeyler tekrar gerekebilir<br />

diye o bilgileri değerlendiriyorum.”<br />

Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simit satıcılığı<br />

ve ardından bir yemek firmasında aşçılık yapan Mehmet<br />

Bey, “Oradaki işler fiziksel olarak daha ağırdı. Üniversitemizde<br />

çalışan bir arkadaşımız bu işe girmemde<br />

bana yardımcı oldu. Biz de başka arkadaşlarımıza yardımcı<br />

olduk. Ben özellikle kendi açımdan çok memnunum.<br />

Bunlar da tabii ki bizlerin hoşuna gidiyor. Yani, çalıştığımız<br />

yerde sevilmek çok güzel bir şey. ‹nsan istiyor<br />

ki devam etsin, inşallah ömrümüz uzun olursa emekli<br />

olana kadar çalışırız” diyor.<br />

Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />

tutuyorsunuz?<br />

Bizim katta 35-36 kişi bulunuyor. Herkesin alışkanlıklarını<br />

aklımda tutarım. Ben de toplantı odasına girdiğimde<br />

kimin ne içtiğini bilirim. Bazen isteklerde değişiklik<br />

oluyor, ama çok fark etmiyor. Şöyle bir anımı anlatayım.<br />

Geçmiş yıllarda bir toplantıda Cemil Arıkan hocamız<br />

rektörlük binasında bir toplantıya katılmış, kahve<br />

istemişti. O gün de kahveyi sekreter arkadaş hazırladı,<br />

ikramını ben yaptım. Cemil Bey, “Mehmet, ben bu kahveyi<br />

içmem, bu kahveyi sen yapmamışsın” dedi. Ben de<br />

durumu izah ettikten sonra kahvesini istediği gibi yapıp<br />

tekrar ikram ettim.<br />

“Örf ve adetlerimizi burada sürdürmeye<br />

çalışıyoruz”<br />

‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda neler<br />

yaparsınız?<br />

Ben boş zamanlarımda yazıyorum ve resim çiziyorum.<br />

‹lk çalışmaya başladığım zaman, bu kadar çalışan yoktu,<br />

daha sakindi. Bir gün hiç unutmuyorum, rektörlük<br />

binasında eski çay ocağında çalışırken SGM’nin orada<br />

bir tane iş makinesi vardı, onun resmini çizdim. Resmi<br />

çizerken etrafımdaki malzemelerden faydalandım. Mesela<br />

tekerleğini çizerken çay bardağının dibini kullandım.<br />

Çizdiğim resimleri saklıyorum. Bunun dışında boş<br />

zamanlarımda türkü, hikaye gibi yazılar yazarım. Bir sakinlik<br />

olduğu zaman insanın aklına önce ufaktan bir şey<br />

geliyor, sonra da arkası geliyor.<br />

Bir de, biz Anadolu’da büyüyüp yetiştiğimiz için<br />

Anadolu’nun örf ve adetlerini burada da yaşıyoruz.<br />

Mesela, bizler bu memlekete geldik ama yine de içimizden<br />

gelerek bayramlarda düğünlerde eş dost ziyaretlerini<br />

sürdürüyoruz. Bizim Tokat’tan getirdiğimiz örf<br />

ve adetlerden, ailemizin bize verdiği eğitimden, disiplinden<br />

kopamıyoruz. Gelecek nesillere örf ve adetlerimizi<br />

öğretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımız da<br />

memleketlerini asla unutmamalı, sahip çıkmalı.


‹ki oğlunuz var. Onlar ‹stanbul’da doğdu ve burada büyüyor. Onlarla bu<br />

anlamda bir kültür farklılığı yaşıyor musunuz?<br />

Tabii ki aramızda bir farklılık oluyor. Bizim yetiştiğimiz zaman ile şimdiki zaman<br />

çok farklı.<br />

Simitçilik ve çaycılık<br />

Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simitçilik yaptığınızı ve bir yemek<br />

şirketinde çalıştığınızı belirtmiştiniz. Bu işlerden biraz bahseder misiniz?<br />

‹stanbul’a 12-13 yaşında geldim. O zaman şartlarımız uygun olmadığından<br />

okuyamadım, çalışmaya başladım. Simitçilik zordu tabi, o zamanlar evimiz<br />

olmadığı için fırınların ayarladığı koğuş gibi yerlerde kalıyorduk. 1996 yılına<br />

kadar çoğunlukla Esentepe Mahallesi’nin oralarda simit sattım. O zamanlar<br />

şartlar bize göre daha iyiydi, etrafta çok yeme içme mekanı, pastane falan<br />

yoktu. 1996 yılında oradan ayrıldıktan sonra bizim evin orada belediyede 2<br />

yıl kadar çöp toplama kamyonlarında çalıştım. 1998’de babam vefat edince<br />

ayrılmak zorunda kaldım. Avrupa yakasında bir yemek şirketinde çalışmaya<br />

başladım. Taşımalı yemek olduğu için ağır oluyordu, o nedenle de oradan<br />

ayrıldım. Daha sonra buraya geldim, iyi ki gelmişim.<br />

Her akşam bir saat kitap okuma saati<br />

Çocuklarla evde ne yapmayı seviyorsunuz?<br />

Güzel havalarda eşimle ve çocuklarımla dışarı çıkmayı seviyorum. Özellikle<br />

sahil tarafına gidiyoruz. Evde televizyon izleriz. Akşamüstleri de evde kitap<br />

okuma saatimiz var. O saat geldiği zaman hepimiz kitap okuyoruz.<br />

Ne tür kitaplar okuyorsunuz?<br />

Ben genelde roman türü kitapları okuyorum. Çocuklar da bir şeylerle ilgilenmiş<br />

oluyor. Yaz tatili zamanında okuma saatini uygulayamıyoruz. Çünkü çocuklar<br />

sokakta arkadaşları ile oynuyor oluyorlar ama okul zamanında mutlaka<br />

her akşam bir saat kitap okuyoruz. Böylece çocuklar da kitap okuma<br />

alışkanlığı günden güne artıyor.<br />

39<br />

Oybirliği nasıl oldu?<br />

Büyük oğlum da Beşiktaşlıydı. Küçük<br />

oğlum da konuşmaya başladığından<br />

bu yana Beşiktaşlı. Eşim de<br />

kardeşleri dolayısıyla Fenerbahçeliydi.<br />

Evlendik, çocuklar da olduktan<br />

sonra hep beraber konuştuk, “Seni<br />

de Beşiktaşlı yapalım” dedik. Önce<br />

kabul etmedi. Biz de aile içinde oylama<br />

yaptık, çoğunluğun Beşiktaşlı<br />

olması nedeniyle eşim de takım değiştirdi.<br />

Peki eşinizin ailesiyle taraftarlık<br />

ilişkiniz nasıl?<br />

Aslında güzel bir ilişkimiz var. Mesela<br />

Beşiktaş yenildiği zaman beni<br />

gece arayıp uyandırırlar, “Nasıl<br />

uyuyorsun?” diye. Ben de aynısını<br />

onlara yaparım. Tamamen centilmenlik<br />

sınırları için de ilişkimizi yürütüyoruz.<br />

Maça gider miydiniz peki?<br />

Simit sattığım zamanlarda satış yapmaya<br />

giderdim. Özel olarak, kendi<br />

oğlumun maçlarına gidiyorum.<br />

Siz ve eşiniz işteyken çocuklarla kim ilgileniyor?<br />

Kayınbabamlarla altlı üstlü oturuyoruz, onlar bakıyor çocuklara biz yokken.<br />

Çocuklar anneanne ve dedeyi çok seviyorlar.<br />

Çocuklarla oyun oynuyor musunuz? En çok ne oynuyorsunuz?<br />

Çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Evde tahta yap-bozlar var onlarla kule,<br />

ev vb. bina yapıyoruz. Bir de kendi aramızda iddiaya giriyoruz. Kaybeden<br />

kazanana hediye alıyor.<br />

Hediyenin bir limiti var mı?<br />

Herkesin bütçesine göre. Tabi baba ve oğul arasında bir bütçe farkı var ama<br />

sorun olmuyor. Biz ne kadar yensek de hediyeyi onlara alıyoruz.<br />

“Hanımla konuşup Beşiktaşlı olmaya ikna ettik”<br />

Futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?<br />

Ailecek Beşiktaşlıyız. Eşim Fenerbahçeliydi, oybirliği ile onu da Beşiktaşlı<br />

yaptık.


ERDAL TÜRK<br />

Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nda çalışan Erdal<br />

Türk’ün, 1999 yılında Sabancı Üniversitesi macerası<br />

başlamış. Erdal Bey, Sabancı Üniversitesi’ne ilk<br />

geldiğinde 3 ay Rektörlük binasında daha sonra Diller<br />

Okulu’nda çalışmış. Erdal Bey halen Diller Okulu’nda<br />

bulunuyor. Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya<br />

başlamadan önce seyyar satıcılık yapan Erdal Bey de bir<br />

arkadaşının aracılığıyla Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş.<br />

“Seyyar satıcının her zaman cebinde parası<br />

olur, ama paranın bereketi olmaz”<br />

“Ex”leri çay ocağına sokmuyoruz…<br />

Diller Okulu’nda akademik ve idari personelle çok<br />

güzel bir diyalogları olduğunu söyleyen Erdal Bey,<br />

buradaki güzel iletişimi anlatırken şu örnekleri veriyor:<br />

“Burada herkesle çok güzel bir diyalogumuz var.<br />

Mesela grip olanlara “ex” diyoruz, onları çay ocağına<br />

sokmuyoruz. Onlar da aynı şekilde beni “ex” olarak<br />

nitelendiriyor ve ofislerine almayacaklarını söyleyerek<br />

şaka yapıyorlar. Hepimiz birbirimizin gönlünü hoş<br />

tutmaya çalışıyoruz. Benim de iki oğlum var, ikisi de<br />

askerliğini yaptı. Geçen yıl büyük oğlumun çalıştığı<br />

fabrikadan müdürler buraya Japonca dersi almak<br />

için gelmişlerdi. O vesile ile büyük oğlumun işe girmesinde<br />

yardımcı oldular.”<br />

Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />

tutuyorsunuz?<br />

Şu anda Diller Okulu’nun mevcudu 89 kişi. Toplantı<br />

olduğu zaman, toplantı odasında girip kimler var diye<br />

bakarım. Sonra da herkesin içeceğini tepsiye doldurur<br />

getiririm. Hiçbir zaman kalem defter alıp da kimin<br />

ne içtiğini not etmedim. Hocalarımızın her birinin hangi<br />

saatte toplantıda, hangi saatte derste olduğunu,<br />

hangi saatte ne içtiğini bilirim. ‹çeceğini şekerli tercih<br />

edenlerin şekerlerini de karıştırıp götürüyorum.<br />

‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda<br />

neler yaparsınız?<br />

Ben boş vakitte gazete okuyorum, bulmaca çözüyorum.<br />

Hafta sonları da evin işleriyle ilgileniyorum.<br />

Boyadan yemeğe her şeyi yaparım. Evde, hanımla<br />

birlikte mutfağa girerim salata, yemek ne gerekiyorsa<br />

yaparım. Bizim buradaki bütün arkadaşlarımız becerikli<br />

insanlar, ellerinden iş gelir. Evin tamirat işlerini<br />

kendileri yaparlar. Becerikli insanlar olmasalar Sabancı<br />

Üniversitesi’nde çalışamazlar.<br />

40<br />

Daha önce seyyar satıcılık yaptığınızı söylediniz. Ne satıyordunuz?<br />

Simit satıyordum.<br />

Simit satmak nasıl bir iş?<br />

Seyyar satıcının her zaman cebinde parası olur ama paranın<br />

bereketi olmaz. Para günlük gelir ve günlük gider.<br />

Maaşlı olduğunuz zaman düzeninizi ona göre hazırlarsınız.<br />

Ayağınızı yorganınıza göre uzatırsınız.<br />

Simitçilik yaparken yaşadığınız en büyük sıkıntı neydi?<br />

1980’den beri simit satıyordum. 1986 yılında sigortaya girişim<br />

oldu. Sonra sigortalı bir işe girerek geleceğimi garantiye<br />

alayım dedim.<br />

Sizde hangi televizyon programları seyrediliyor?<br />

“Sakarya Fırat” dizisini seyrediyoruz. Akşamları bazen<br />

eşimle televizyon nedeniyle sıkıntı yaşıyoruz. O akşamüstü<br />

başlayan evlendirme programını izliyor. Bir de kayıpları bulan<br />

bir program var onu izliyor.<br />

Sizin çocuklarınızla ilişkiniz nasıl?<br />

Büyük oğlum ilkokula başladığında eve geldiğimde kitaplarını<br />

ve defterlerini ciltlerdim yani çok özeniyordum. Çok<br />

kaliteli bir kutu pastel boya aldığımda öğretmeni çalınacağı<br />

konusunda beni ikaz etti. Ben de boyanın öğretmen<br />

masasının çekmecesine konmasını önerdim. Öğretmenin<br />

çekmecesini açıp sadece boyayı almışlar. O zaman çok<br />

özeniyordum. Mesela gazetelerin verdiği promosyonları<br />

hiç kaçırmazdım. ‹kisine de yaşlarına uygun ne varsa her<br />

ikisine de alırdım. Çok uğraştım okusunlar diye ama okumadılar.<br />

Siz hangi takımı tutuyorsunuz?<br />

Ben ve oğullarım Beşiktaşlıyız, eşim ise takım tutmuyor.<br />

Maçlara gidiyor musunuz?<br />

Hiç maça gitmedim, oranın ortamı bana göre değil. Oğullarımın<br />

da maça bir düşkünlüğü yok. Sporun farklı dallarına<br />

da bir tutkum yok.


ÖZCAN KOYUN<br />

1973 Sivas doğumlu olan Özcan Koyun, Rektörlük alt kattaki<br />

Öğrenci Kaynakları ve Mali ‹şler’e servis yapıyor. Özcan Bey’in<br />

Sabancı Üniversitesi macerası 2008’de başlamış. O da bir arkadaşının<br />

tavsiyesi üzerine Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş. 10 yıllık aşçılık<br />

deneyimi olan Özcan Bey, sigorta primlerinin yatırılmamasından<br />

dolayı işini bıraktığını söylerken, yapmayı ve yemeyi en sevdiği<br />

yemeğin kuru fasulye olduğunu bizimle paylaşıyor.<br />

41<br />

“Özcancino”nun sırrı<br />

Sabancı Üniversitesi’nde kendisinden başka sütü kaynatarak<br />

kahve yapan olmadığını söyleyen Özcan Bey, sütü mikrodalgada<br />

ısıtıyormuş. Bundan dolayı kendisine ve kahvesine “Özcancino”<br />

deniliyormuş.<br />

Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz?<br />

Benim daha önce 10 yıllık aşçılık tecrübem var. Mesela garson<br />

sipariş veriyordu, ben de aklımda tutuyordum. Burada da aynı şekilde<br />

hep aklımda tutuyorum.<br />

Özcan Bey, siz çok güzel saz çalıyormuşsunuz?<br />

Ben Sivaslı olmanın avantajını kullanıyorum. 12-13 yaşında bir<br />

kara düzen ile saz çalmaya başladım. Daha sonra bir bağlama<br />

aldım. Kursa gitmedim, kendi becerimle öğrendim ama kursa da<br />

gitmeyi düşünüyorum. Çok fazla parçayı ezbere bilmiyorum. Saz<br />

çalmak beni çok rahatlatıyor. Bunun dışında evde eşime de yardımcı<br />

oluyorum, yemek pişiriyorum.<br />

Özel yemekler: Bezelye, köfte, kadınbudu köfte<br />

‹ş dışındaki zamanlarınızda eşinizle neler yapıyorsunuz?<br />

Eşimle birlikte yemek hazırlamayı, birlikte çay içmeyi sohbet etmeyi<br />

seviyoruz.<br />

Evde hangi yemekleri yapıyorsunuz?<br />

Eşim de benim gibi yemek ayırt etmiyor ama genellikle irmik helvası<br />

ve sütlaç yapıyorum. Özel yemek olarak da bezelye, köfte ve<br />

kadınbudu köfte yapıyorum.<br />

Şu anda sizin çocuğunuz yok ama gelecekte olunca ne isim vermeyi<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Henüz isim düşünmedik. Eşim kız olursa ismi kendi koymak istiyor.<br />

Erkek olursa müşterek bir isim koymamızı öneriyor. Eşim aklındaki<br />

ismi bana söylemiyor. Kız veya erkek çocuk gibi bir ayrımımız yok,<br />

sağlıklı olması bizim için en önemlisi.<br />

Sizin özellikle takip ettiğiniz program ve kanallar var mı?<br />

Eşimle birlikte “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini seyrediyoruz. Bunun<br />

dışında türkü kanallarını seviyoruz.<br />

Sizin futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?<br />

Ben Beşiktaşlıyım, eşim de Beşiktaşlı ama o maçları sevmiyor.<br />

Evlenmeden önce maçlara giderdim. Eskiden çok fanatik bir taraftardım<br />

ama artık o kadar değilim.<br />

Sabancı Üniversitesi’ne gelmeseydiniz ne<br />

yapmayı düşünüyordunuz?<br />

Zaten arayışlar içindeydim. Aşçılıktan sonra<br />

bir kargo şirketinde çalışmaya başladım. Gece<br />

paketler ulaşırdı biz de onları sabaha kadar<br />

bölgelere ayırıp araçlara teslim ederdik. Gece<br />

saat 03:00 gibi mesaiye başlıyorduk. Saat 12’de<br />

işimiz bitiyordu. Sonra eve gidip uyuyorduk.<br />

Çok zor bir işti. Bir dönem tezgahtarlık da yaptım.<br />

Fenerbahçe’de Piramit Alışveriş Merkezi<br />

vardı. Onun içinde çalıştığım restoranda tezgahtarlık<br />

da yapıyordum.<br />

“Personelin en çok kimi sevdiğiyle<br />

ilgili anket yapılsa, herkesin çaycıları<br />

söyleyeceğini düşünüyorum”<br />

Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı?<br />

MEHMET KARAKOYUN- Çalıştığımız yerde şu<br />

anda çok mutluyuz, problem yok. Son günlerde<br />

yaşadığımız en güzel şey; Kurdoğlu’nun ayrılmasından<br />

sonra yöneticilerimiz bize bir babalık<br />

yaptılar. Orada çalışan bütün arkadaşlarımızın<br />

haklarını korudular. Bu duruma bizler de çok<br />

seviniyoruz, bu iyiliklerinden dolayı yöneticilerimize<br />

dua ediyoruz.<br />

ÖZCAN KOYUN- Ben bir şey söylemek istiyorum.<br />

Mesela Sabancı Üniversitesi’nde çalışan<br />

bütün personele, yani yöneticilerimize sorsalar,<br />

bir anket yapsalar çalışanların en fazla kimi<br />

sevdiğiyle ilgili, herkesin çaycıları söyleyeceğini<br />

düşünüyorum.


‹stanbul’dan daha eski<br />

bir semt: SAMATYA<br />

Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim<br />

Samatya, batı tarafında Yedikule, doğu tarafında Yenikapı,<br />

kuzey tarafında Koca Mustafa Paşa’yla çevrelenmiş<br />

küçük bir ada. Bizans’tan günümüze kadar ulaşabilen<br />

ender semtlerden biri olan Samatya, ziyaretçilerini<br />

sıcak dokusu ile kendisine hayran bırakıyor. Bizans ve<br />

Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından<br />

biri olan Samatya’nın kalbi, kiliseler, meyhaneler,<br />

balıkçılar ve midyecilerle çevrelenen meydanda atıyor.<br />

Samatya Meydanı’ndaki balıkçı Toma ve ayakkabı boyası<br />

tezgahının başındaki Artin, semtin eskilerden kalma<br />

mozaik yapısının devamı niteliğini taşıyor.<br />

Semt sakinleri ihtiyaçlarının çoğunu Marmara<br />

Caddesi’nden başlayarak Koca Mustafa Paşa’ya kadar<br />

uzanan, Cumartesi günleri kurulan semt pazarından<br />

karşılıyor. Pazarda, çeşit çeşit meyve sebzenin yanı<br />

sıra, mutfak eşyalarından giyime kadar uzanan çeşitlilikte<br />

tezgahlar bulunuyor.<br />

Hele de Samatya’da Paskalya zamanı oldu mu, buram<br />

buram kokan taze çörekler iştahınızı açıyor. Semtin pastanelerinin<br />

camlarındaki rengarenk boyanmış yumurtalar,<br />

çikolatadan yapılmış olan yumurtalar ve tavşanlar<br />

size farklı bir diyardaymışsınız hissi veriyor.<br />

Psomatya’dan Samatya’ya<br />

Samatya aslında güzel, ince kumuyla ünlü, eski bir balıkçı<br />

köyü. Semtin eski adı Psomatya kum anlamına gelen<br />

Psamathos’tan türemiş, zamanla da değişerek Samatya<br />

haline gelmiş.<br />

Tarihçilerin bulgularına bakılırsa, bu semt aslında<br />

stanbul’dan daha eski bir yerleşim yeri. Megaralıların<br />

efsanevi komutanı Byzas bugün Topkapı Sarayı’nın<br />

bulunduğu yerde kendi şehri Byzanthium’u kurarken<br />

Samatya’nın yerinde bir köy bulunuyormuş. Bu köy ancak<br />

Bizans imparatoru 1. Theodosius döneminde (379-<br />

395) batıya doğru büyüyen şehre yeni surlar kazandırıldığı<br />

sırada sur içinde şehir sınırları dahilinde kalmış.<br />

Bir zamanlar “Küçük Paris” olarak anılan Samatya,<br />

1960’lara kadar yapısını büyük ölçüde korudu. 1970’lerde<br />

iyice ıssızlaşan ve unutulan Samatya, sinema ve<br />

televizyon filmlerine platoluk yapması, ardından gerçekleşen<br />

kalkındırma çalışmalarıyla yavaş yavaş eski<br />

günlerine dönmeye başladı.<br />

1950’lere kadar Samatya bambaşka bir yerdi<br />

20. yüzyılda büyük değişimler geçiren Samatya, halen<br />

mahallelilik kültürünü bir şekilde de olsa sürdürüyor.<br />

Samatya, 1950’lere kadar çok farklı bir yapıya sahipti.<br />

6-7 Eylül Olayları Samatya’nın kaderinde önemli bir rol<br />

oynadı. Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etti ya<br />

da ettirildi. 1950’lerin sonunda inşa edilen 22 km uzunluğundaki<br />

Sahil Yolu, denizle iç içe yaşayan Samatya’yı<br />

denizden uzaklaştırdı. Uzun Deniz, Sahil Yolu ile surlardan<br />

kimi yerde 50-60 metre uzaklaştı. Sirkeci-Florya Sahil<br />

Yolu stanbul’un Bizans’tan beri bozulmadan gelen<br />

doğal yapısının üzerinden geçti ve sadece tarihi değil<br />

coğrafi özellikleri de geri dönülmeyecek biçimde yok<br />

edildi.<br />

Ayrıca, 1950’lerde başlayan göç de Samatya’nın nüfus<br />

profilini değiştirdi. Son dönemlerde semtin yerli halkı,<br />

özellikle gayrimüslim halk stanbul’un başka merkezlerine<br />

taşındı. Bugün, sayıları azalmış da olsa Rum ve<br />

Ermeniler, semtin Türk kökenli sakinleri ile iç içe yaşı-<br />

42


yor. Semt son yıllarda Üç Maymun, Gönül Yarası, kinci<br />

Bahar gibi sinema filmlerine ve dizi filmlere ev sahipliği<br />

yaptı.<br />

43<br />

Türkiye’nin ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden<br />

biri Samatya’daydı<br />

Samatya’da halk denizle öyle içli dışlıydı ki Türkiye’nin<br />

ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden Refii Deniz Spor<br />

Kulübü de buradaydı. Usta balıkçılardan çoğu da Samatya’daydı.<br />

Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin<br />

en eski yerleşim alanlarından olan Samatya, Altın<br />

Kapı’nın ve Kral Yolu’nun varlığı ile seçkin bir semt haline<br />

geldi. Bugün Samatya orta halli nüfusu ile mahalle<br />

kültürünü yaşamaya devam ediyor. badethanelerin,<br />

balıkçıların, meyhanelerin, tavernaların bir potada eridiği<br />

semt, ziyaretçilerini nostaljik yaşam kültürü ve tarihi<br />

dokusu ile kendisine hayran bırakıyor.<br />

Samatya’nın nabzı balıkçılar, meyhaneler, restoranlarla<br />

çevrili meydanda atıyor<br />

Restoranlar, meyhaneler, balıkçı tezgahları, kahvehaneler<br />

ve kiliselerle çevrelenmiş Samatya Meydanı,<br />

semtin kalbinin attığı yer. Meydanda, merdivenlere<br />

arkanızı dönüp tren istasyonuna doğru ilerlerken sağdaki<br />

dar sokağa girdiğinizde, kubbesi meydandan görünen<br />

Hristos Analipsis Kilisesi’ne ulaşıyorsunuz. sa<br />

Peygamberin göğe yükselişine atfedilmiş bir Ortodoks<br />

kilisesi olan Analipsis bölgenin geleneksel Ayazmalı<br />

ibadethanelerinden biri. Meydandan sola doğru gidip<br />

Büyük Kuleli Sokak’a girdiğinizde ise Ayios Yeorgios<br />

Rum Ortodoks Kilisesi karşınıza çıkıyor. Kilisenin adı<br />

1652 tarihli bir belgede çok değerli ikonalara sahip kubbeli<br />

bir Bizans bazilikası olarak geçiyor.<br />

Ayios Yeorgios’un bulunduğu Büyük Kulesi Sokak sizi<br />

farklı bir dünyaya götürüyor. Bu dar sokaklar eski evleri<br />

ve semtin sayılı kalan konaklarıyla farklı bir dünyanın<br />

kapılarını size açıyor. Ancak 70’li ve 80’li yıllarda inşa<br />

edilen apartmanlar bu tarihi doku ile taban tabana bir<br />

zıtlık yaratıyor.<br />

Hayatın dolu dolu yaşandığı bir sokak:<br />

ç Kalpakçı Çıkmazı<br />

Meydandan tren istasyonuna giderken,<br />

tren istasyonun hemen yanındaki soldaki<br />

ç Kalpakçı Çıkmazı ise mahallelilik<br />

kültürünün en bariz şekliyle yaşadığı<br />

bir yer… Çocuklar sokakta oynuyor,<br />

<strong>kadınlar</strong> ellerinde örgüleri ile kapılarının<br />

önünde oturuyor, derken bir<br />

komşu elinde çaydanlığın ve bardakların<br />

olduğu bir tepsi ile kapıdan<br />

beliriyor. Sokakta halılar yıkanıyor,<br />

yünler seriliyor. Tarihi 100<br />

yılı aşan 29 tane ahşap ve kagir<br />

evin bulunduğu sokak hayatın<br />

tam anlamıyla yaşandığı yer.


ki kilise üst üste<br />

Samatya Meydanı’ndaki merdivenlerden<br />

yukarı çıktığınızda Ayios Minas<br />

Rum Ortodoks Kilisesi’nin çan<br />

kulesi sizi karşıdan selamlıyor. Bu<br />

kilisenin ilginç yanı ise gördüğünüz<br />

binanın asıl kilise üzerine inşa edilmiş<br />

olması. Asıl kilise ise şu anda bir<br />

demirci atölyesi olarak kullanılıyor.<br />

1833’te inşa edilen kilisenin altında,<br />

III. Yüzyılda mparator Decian’ın<br />

Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı<br />

zulüm sırasında öldürülen Aziz<br />

Karpos ve Papylos’un mozaleleri<br />

bulunuyor. Şehirdeki benzerleri arasında<br />

en eskisi olan bu mozaleler şu<br />

anda bir kahvehanenin duvarları arkasında<br />

saklı duruyor!<br />

Merdivenlerden caddeye çıkıp sola<br />

doğru yürüdüğünüzde ise kapanmış<br />

tarihi Samatya Karakolu’nu geçtikten<br />

sonra Yedikule’ye doğru giderken<br />

Ayios Nikolaos Rum Kilisesi sizi<br />

karşılıyor. 1583 yılında inşa edildiği<br />

tahmin edilen kilise, 1782 yangınında<br />

büyük hasar gördükten sonra<br />

onarılarak 1830 yılında tekrar ibadete<br />

açılıyor.<br />

Doğu Roma’dan günümüze ulaşan<br />

en eski dini yapı: Studios Manastırı<br />

Kilisenin hemen arka sokağında ise<br />

Studios Manastırı veya diğer adıyla<br />

mrahor Camii 1500 yıllık tarihi<br />

ve ihtişamıyla görenleri büyülüyor.<br />

Doğu Roma döneminde yapılan ve<br />

stanbul’da ayakta kalan en eski<br />

dini yapı olarak kabul edilen Studios<br />

Manastırı veya Aya oannes Promodos<br />

(Vaftizci Yahya) Kilisesi veya<br />

mrahor Camii’nin 454-464 yıllarında<br />

inşa edildiği düşünülüyor.<br />

44<br />

Surp Kevork Ermeni Kilisesi<br />

Ayios Nikolaos’un çapraz karşısında<br />

kalan Anarat Hğutyun Ermeni Katolik<br />

Kilisesi Pazar günleri, sayıları az<br />

da olsa Ermeni Katolik cemaatinin<br />

ibadetine açılıyor.<br />

Studios Manastırı yakınlarındaki<br />

Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni<br />

Rum Ortodoks kiliseleri ve Arap Kapısı<br />

Mescidi ve Tekkesi semtin çokkültürlü<br />

yapısını bir kez daha haykırıyor.<br />

stanbul’daki ilk Ermeni<br />

Patrikhanesi, Fatih Sultan<br />

Mehmet tarafından hediye edildi<br />

Marmara Caddesi’ne çıktığınızda<br />

da iki önemli tarihi eseri görüyorsunuz:<br />

Biri Mimar Sinan eseri Abdi<br />

Çelebi Camii, diğeri ise stanbul’daki<br />

ilk Ermeni Patrikliği’ni yapmış Surp<br />

Kevork Ermeni Kilisesi. Sulu Manastır<br />

olarak da adlandırılan kilise,<br />

aslında bir Rum Ortodoks kilisesi.<br />

Fatih Sultan Mehmet, stanbul’u fethinin<br />

ardından o zamanlar Bursa’da<br />

bulunan Ermeni Patriği Episkopos<br />

Hovagim’e burayı Ermeni Patrikhanesi<br />

olarak hediye ederek Rum<br />

Ortodoks Patriği’ne verilen tüm<br />

hakları tanıyor. Patrikhane binası<br />

1640’lara kadar burada kaldıktan<br />

sonra Kumkapı’ya taşındı. 1031 yılında<br />

mparator II. Romanos tarafından<br />

inşa ettirilen kilise, 1204 yılındaki<br />

Haçlı Seferi’nde yağmalanarak<br />

harabeye dönüyor. VIII. Michael<br />

Palaelogos tarafından onarılarak<br />

ibadete açılıyor. Mülkiyeti hakkında<br />

Rum ve Ermeni cemaatleri arasında<br />

anlaşmazlıklar yaşanması nedeniyle<br />

Surp Kevork, “Kanlı Kilise” olarak<br />

da anılıyor.<br />

Samatya’ya Mimar Sinan’ın da<br />

eli değdi<br />

Marmara Caddesi üzerinde Surp<br />

Kevork ile aynı sırada, karşı köşesinde<br />

yer alan Mimar Sinan eseri<br />

Abdi Çelebi Camii, “Yedim çtim Camii”<br />

ve “Sanki Yedim Camii” isimleriyle<br />

de anılıyor. Bu isim, ne zaman<br />

canı pahalı bir şey çekse yemeyip<br />

parasını biriktiren ve o parayla cami<br />

yaptıran bir kişinin rivayetinden geliyor.<br />

Dört fil ayağı üzerine bir kubbe<br />

oturtularak 1533-1534 yıllarında inşa<br />

edilen cami uzun zaman ihmal ediliyor.<br />

Cami, 1933 yılında onarılarak<br />

tekrar ibadete açılıyor.<br />

Samatya’nın nüfus bileşimindeki<br />

değişiklikler yalnızca Ermenilerin bu<br />

semte yerleştirilmesiyle sınırlı olmadı.<br />

Tekke ve mescitler çevresinde<br />

bir Müslüman nüfusun geliştirilmesi<br />

politikası Fetih’in hemen arkasından<br />

başladı. Mirza Baba Tekkesi, Fatih<br />

Sultan Mehmet döneminde eski bir<br />

Bizans yapısından yararlanılarak<br />

kuruldu. Sancaktar Hayrettin Mescidi<br />

ve Tekkesi de aynı dönem ürünü<br />

Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı<br />

gibi bazı Mimar Sinan yapılarının 16.<br />

yy.’da gerçekleşmesi, semtin Müslüman<br />

kimliğinin 16. yüzyılda pekiştiğinin<br />

ipuçlarını veriyor.<br />

Marmara Caddesi’nin sonuna yakın<br />

Sahakyan Nunyan Lisesi’nin yanından<br />

aşağıya doğru indiğinizde karşınıza<br />

çıkan Ağa Hamamı stanbul’un<br />

en büyük çifte hamamlarından biri.<br />

II. Dünya Savaşı'ndan önce hamam<br />

olarak kullanılmasından vazgeçilmiş<br />

bina, uzun zaman atıl kaldıktan<br />

sonra, birkaç yıl önce yapılan restorasyonla<br />

iş merkezine dönüştürüldü.<br />

Hamamın en alt katı şu anda market<br />

olarak kullanılıyor. Zamanında hamamın<br />

havuzlu ve fıskiyeli bir bahçesi<br />

olduğu rivayet ediliyor.<br />

Ağa Hamam’dan Samatya Caddesi’ne<br />

çıkıp sola doğru gittiğinizde şu anda<br />

Sosyal Sigortalar stanbul Eğitim ve<br />

Araştırma Hastanesi’nin bulunduğu<br />

alanda yer alan Etyemez Tekkesi’ne<br />

ulaşırsınız. Tekke, Mirza Baba Tekkesi<br />

ve Karabıçak Veli Tekkesi adlarıyla<br />

da biliniyor.<br />

“Via Egnetia”<br />

Samatya’nın en ünlü caddesi Org.<br />

Nafiz Gürman, Samatyalıların de-<br />

Via Egnetia


yimiyle Samatya Caddesi’dir. Doğu – batı yönünde tren yoluna paralel<br />

uzanan cadde “Via Egnetia” yani “Kral Yolu”nun sur içindeki bölümüydü.<br />

Zafer kazanan imparatorlar, batıda Trakya yönünde uzanan yoldan<br />

gelip Altın Kapı’dan geçerek sur içine girerlerdi. Daha sonra Via Egnetia<br />

üzerinde Aya Sofia’ya ulaşırlardı. Samatya surlarının önünden geçen<br />

Sahil Yolu – Kenedy Caddesi’nde ise bir zamanlar evlerden denize<br />

girilirdi. Çocukluğumdan kalan hayal meyal hatıralardan biri de burada<br />

deniz banyosu yapan insanlardır. Yıllar içinde denizin doldurulmasıyla<br />

giderek genişleyen cadde üzerinde Türkiye denizlerinde yaşamış canlıların<br />

örneklerini barındıran Balık Müzesi bulunuyor.<br />

Altın Kapı ve Studios Manastırı<br />

Yedikule Surları içindeki Via Egnatia’ya Altın Kapı’dan geçiş sağlanırdı.<br />

395 yılında imparator 1. Theodosius’un kazandığı zaferin anısına 3 bölümlü<br />

kemer olarak yapılan kapı daha sonra şehri çeviren surlarla birleştirildi.<br />

Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde<br />

altın kaplıydı. Kapı, imparator 1. Theodosius’un zafer tanrıçası Nike’nin<br />

ve iki büyük filin heykeli ile süslüydü. Ancak depremler ve doğal tahribat<br />

nedeniyle bu heykeller günümüze ulaşamadı. Yalnız, kuzey kulenin<br />

saçağında bir kartal kabartması halen duruyor. Sütunların önünde ve<br />

arkasında altın yaldızlı bronz harflerle imparator Theodosius’a hitaben<br />

“Kapıyı yaptıran altın bir devir yarattı” yazıyor. Sadece zafer kazandıktan<br />

sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan<br />

kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurdu.<br />

stanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet altın kapının iç tarafından<br />

çevresine üç büyük burçtan oluşan bir sur ilave ederek hisarı<br />

beşgen şekilde yedi kuleye sahip bir yapı haline getirdi. Böylece altın<br />

kapı ve çevresi, Bizans-Osmanlı çağı yapılarıyla bütünleşip Yedikule<br />

Hisarı adını aldı.<br />

5. yüzyılda inşa edilen Studios Manastırı Samatya’nın adeta bir dini merkez<br />

gibi gelişmesinde etkili oldu. Bu manastırdan geriye kalan Ionnes<br />

Prodromos Kilisesi (mrahor Cami) stanbul’da da hala kısmen ayakta<br />

duran en eski kilise olarak kabul ediliyor. Samatya, stanbul’un fethinden<br />

sonra uzun yüzyıllar boyunca bir Hristiyan semti kimliğini korudu.<br />

45<br />

yıllara kadar bütün renkleriyle, bir<br />

arada yaşandığı semtin canlandırılmasıyla<br />

ilgili bir proje hazırlandı.<br />

TURAD’ın amacı, tarihi Samatya'nın<br />

yerli ve yabancı turistler için ilgi odağı<br />

haline getirilmesiydi. lk aşamada<br />

Samatya için özel bir logo tasarlandı<br />

ve semtte bulunan işyerlerinin tabelaları<br />

bu logoya göre yenilendi.<br />

Semtteki restoranların masa örtüleri<br />

ve masa üstü servis ürünleri yenilendi.<br />

Samatya Meydanı’nın fiziksel koşulları<br />

Fatih Belediyesi’yle işbirliği yapılarak,<br />

iyileştirildi. Semtin tarihi meydanına<br />

bakan 53 bina boyanarak, dış bakımları<br />

yapıldı.<br />

Esnafa ‘hizmet iyileştirme eğitimleri’<br />

verildi.<br />

Samatya’da yiyecek ve içecek hizmeti<br />

veren işletmelerin standartları bir<br />

uluslararası kuruluş tarafından gözetime<br />

alındı. TURAD’ın çalışmaları<br />

sonucunda, Samatya’ya gelen yerli<br />

ve yabancı ziyaretçi sayısı ve işletme<br />

gelirleri yüzde 60- 70 oranlarında arttı.<br />

Samatyalı Zilciyan Ailesi anısına caz<br />

festivali<br />

Geçtiğimiz yaz ise,<br />

iyileştirmeleri semt<br />

sakinleri ile paylaşmak<br />

için, gelenekselleşmesi<br />

planlanan<br />

“Samatya’da Müzik; Zil ve Caz”<br />

Festivali düzenlendi. Samatyalı Zilciyan<br />

Ailesi’nin anısına düzenlenen festivalde,<br />

Kerem Görsev, Arto Tunç Boyacıyan<br />

ve Leman Sam sahne aldılar.<br />

Festival, Samatya sakinlerinin olduğu<br />

kadar, tüm stanbulluların da dikkatini<br />

çekti.<br />

TURAD’ın çalışmalarıyla Samatya eski görkemli günlerine dönüyor<br />

Başkanlığını eski Kültür Bakanı Bahattin Yücel’in yaptığı Turizm Araştırmaları<br />

Derneği - TURAD bölgedeki sosyal yaşam ve zengin turizm<br />

potansiyeline dikkat çekmek amacıyla Samatya'da bir takım çalışmalar<br />

yürütüyor. Bu bağlamda stanbul'un kültürel özelliklerinin 1950’li


Çocukluk…<br />

Havva Gürkan / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2010 Mezunu<br />

Benim kardeşimle aramda 9 yaş var. Dolayısıyla en az<br />

iki ayrı kuşağa <strong>ait</strong> çocukluk görmüş geçirmiş sayıyorum<br />

kendimi. Malum, artık kuşaklar neredeyse «10 yılda bir»<br />

değişir oldu. Yine de bu yazıya başlamadan önce ilk aklıma<br />

gelen şey «Ben çocukken...» diye başlayan cümleler<br />

kurabilecek yaşa geldiğimi fark etmek oldu.<br />

Benim çocukluğum mahallede geçti. Küçük bir şehirde<br />

yaşıyor olmanın da avantajıyla, sokak oyunları hayatımızın<br />

önemli bir parçasıydı. Korkulacak bir şey yoktu,<br />

mahalleden fazla araba geçmezdi, zaten herkes birbirini<br />

tanırdı. Sokakta gönlümüzce oynamanın tek bir şartı<br />

vardı: Ezan okununca içeri girmek. Akşam ezanı bizim<br />

için adeta okulda çalan zil gibiydi, tıpkı Pazar geceleri<br />

Parliament Pazar Gece Sineması müziğinin bizim için<br />

yatma vakti demek olması gibi.<br />

Yaşımız biraz daha ilerleyip çocukluğun ileriki yıllarına<br />

geldiğimizde akşam yemeğini yedikten sonra tekrar sokağa<br />

çıkmamıza izin verilebilirdi. Gece vakti her yer karanlıkken<br />

oynanan saklambaç oyunlarının, arkadaşlarla<br />

toplanıp birinin bahçesinde oturup korku (!) dolu hikayeler<br />

anlatmanın tadına doyum olmazdı.<br />

Gündüzleri okulda da durum çok farklı değildi<br />

aslına bakarsınız. 10 dakikalık teneffüslerde<br />

koştura koştura bahçeye ip atlamaya veya<br />

yakan top oynamaya çıkardık. Bazen Beden<br />

Eğitimi derslerinde serbest zaman<br />

bulduğumuzda, ya da denk gelir de<br />

dersimiz boş olursa birbirinden yaratıcı<br />

oyunlar oynardık. “Madam Mösyö” vardı<br />

mesela, bazıları “Dansa Davet” olarak<br />

da bilir ama ben<br />

en çok “Madam<br />

Mösyö” ismini<br />

severdim. Anneannelerin, babaannelerin bahçeli<br />

evleri vardı ben çocukken. Apartman dairesinde yaşamazlardı<br />

genellikle. Yaz tatilleri ayrı bir doyulmaz olurdu<br />

bu sebeple, hele bir de yaşıtınız bir kuzene sahipseniz.<br />

Anneannemin kullanmadığı ne kadar mutfak eşyası<br />

varsa el koyup evcilik oynardık biz kuzenimle. Dedemin<br />

bahçeyi dağıtmamıza kızıp çöpe atmakla tehdit ettiği<br />

oyuncaklarımızdı onlar. Bilirdik ki kıyamazdı bize. Her<br />

yaz tatilinin sonunda özenle sarar, saklardık oyuncaklarımızı,<br />

bir sonraki yaza kullanmak üzere.<br />

‹lkokul yıllarında sokak oyunlarına ek olarak hayatımıza<br />

ilk önce Gameboy, hemen arkasından “atari” kavramı<br />

girdi. Bıkmadan usanmadan önce Tetris, sonra Mario<br />

oynamaya başladık. Mario’da oyun bitirmek hayattaki<br />

en büyük amaçlarımızdan biri haline geldi. Joystickler<br />

eskittik bu önemli amaç uğruna. Sonra sanal bebekler<br />

çıktı. Okula götürmek yasaktı, gizlice götürür, ders<br />

aralarında yemeğini verir, uykuya yatırır, sabırla büyümesini<br />

beklerdik. Nedenini anlayamadığımız<br />

bir şekilde öldüklerinde ise çok üzülürdük.<br />

Bilgisayara da yetiştik ortaokul yıllarına<br />

doğru kuşak olarak. Tabii ki sınırlı bir<br />

internet teknolojisiyle. Dakikalarca<br />

«çevir sesi»ni dinleyerek internete<br />

bağlanmaya çalışırdık. Facebook,<br />

twitter gibi sosyal medya<br />

ise henüz kimsenin aklında<br />

bile yoktu. Tek kullandığımız<br />

chat programı «ICQ»<br />

idi.<br />

Bir de koleksiyonlarımız<br />

vardı, en popüleri<br />

peçete<br />

koleksiyo-<br />

46


nuydu. Sonra tasolar ve sporcu kartları girdi hayatımıza.<br />

Cipslerden çıkan tasoların sayısı arkadaşlar arasında<br />

hava atmanın en masum yoluydu. «Kökmek, ütmek»<br />

gibi terimler vardı hayatımızda, oyunda arkadaşın tüm<br />

tasolarını ele geçirmek anlamına gelen.<br />

Gazetelerin zaman zaman dağıttığı kağıt bebekler, ki<br />

adları genellikle «Şebnem» olurdu ve onların kağıttan<br />

kıyafetleri de kendi adıma vazgeçilmez bir koleksiyondu.<br />

Özenle keser, hava durumuna göre giydirirdik Şebnem<br />

bebeğin kıyafetlerini.<br />

Bir de kendi kıyafetlerimiz vardı tabii o yıllara dair geri<br />

gelmesini en son isteyeceğin şey nedir diye sorsanız,<br />

benim için bu sorunun tartışmasız cevabıdır. Okula giderken<br />

hava soğuksa asker botları giyerdik veya havanın<br />

biraz daha iyi olduğu dönemlerde rugan ayakkabıların<br />

içine dantelli kısa çoraplar. Haftasonları için<br />

püsküllü tişörtlerimiz, rengarenk taytlarımız, oduncu<br />

gömlekleri, vatkalı kazaklar, ispanyol paça pantolonlar,<br />

pançolar vardı. Yüksek belli pantolonları göbeği açıkta<br />

bırakan tişörtlerle kombinlerdik. Bir dönem baskılı tişörtler<br />

ve batikler de katılmıştı hayatımıza.<br />

Her dönemin bir kusuru olur tabi, diyerek geçiyorum ve<br />

biraz da çocukluğumuzun şarkılarını hatırlayalım istiyorum.<br />

Müzik insan hayatının her dönemi için vazgeçilmez<br />

sanırım ama o dönemin şarkıları da bir başkaydı.<br />

Oya& Bora, Ajlan & Mine, Çıtır Kızlar, Birkaç ‹yi Adam,<br />

Burak Kut, Kerim Tekin, Tayfun vardı. Yonca Evcimik'in<br />

Bandıra Bandıra ve Aboneyim şarkılarını ezbere bilir,<br />

hızlı hızlı söylemeye çalışırdık. Barış Manço'nun «El<br />

Salla» klibinde yer alan şarkıcılar o dönemin bir özeti<br />

gibiydi.<br />

Ricky Martin ve Spice Girls'ün fırtına gibi estiği yıllardı.<br />

Sarışınsanız Emma, kıvırcık saçlı iseniz Mell B, birazcık<br />

spora yatkınsanız Victoria olabilirdiniz. Her sınıfta en az<br />

bir «Spice Girls» grubu kurulur, okulun son günü Spice<br />

Girls şarkıları eşliğinde muhteşem şovlar sergilenirdi.<br />

Bizim sınıfta 2 ayrı grup vardı mesela, sürekli bir yarış<br />

halindeydik hangi grubun daha iyi olduğu konusunda.<br />

Çok ciddiye alırdık bu şovları, sırayla birbirimizin<br />

evinde toplanıp Spice Girls şarkıları için kareografiler<br />

hazırladığımızı hatırlıyorum kendi çapımızda. Tabii bir<br />

de Macarena dansı vardı, kendine has figürleri olan.<br />

Bilmeyen yoktu, doğumgünü partilerinin vazgeçilmez<br />

ritüeliydi toplanıp bu dansı yapmak. Spice Girls'ün si-<br />

47<br />

nema filmi vizyona girdiğinde, şehirdeki tek sinemaya<br />

koşmuştuk heyecanla. Titanic ile birlikte Leonarda Di<br />

Caprio hayranı olduk, «My Heart Will Go On»u ezberledik<br />

bu sefer de.<br />

Her çocukluk döneminin olduğu gibi bizim de kahramanlarımız<br />

vardı, tek dişi kalmış kahramanımız Hugo<br />

başta olmak üzere, He-man & She-ra, Sevimli Hayalet<br />

Casper, Heidi, Aslan Kral, Şeker Kız Candy, Ninja<br />

Kaplumbağalar, Jetgiller ilk aklıma gelenler. Teknoloji<br />

o kadar gelişmiş değildi, kaydedelim de istediğimiz<br />

zaman izleriz gibi bir şansımız yoktu tabii. Haftasonları<br />

sırf Heidi'yi izlemek için erken uyandığımı hatırlarım<br />

mesela. Kahramanlardan bahsetmişken Susam Sokağı<br />

unutulur mu? Kurabiye Canavarı, Edi ile Büdü en yakın<br />

arkadaşlarımızdı.<br />

Özel kanalların artmasıyla dizi furyasının başlaması da<br />

aynı döneme denk geliyor. Her şey olduğu gibi diziler<br />

de şimdiye göre bir hayli farklıydı tabi. Çoğunluğunun<br />

temasını aile ve komşuluk ilişkileri oluştururdu. Ben mi<br />

hatırlamıyorum, yoksa şimdiki kadar entrika meraklısı<br />

değil miydik? Dizilerde işlenen konular çok daha yalın<br />

ve basitti, daha sevgi doluydu sanki. TRT’de Bizimkiler<br />

ile başlayan dönem, özel kanallarda Süper Baba ve<br />

Mahallenin Muhtarları ile devam etti. Üstünden o kadar<br />

yıl geçmiş olsa da, Süper Baba’nın şarkısını flütle<br />

çalmaya çalıştığımız günler dün gibi benim için. Çizgi<br />

filmler, diziler bir yana ama en sevdiğimiz program tartışmasız<br />

«Barış Manço ile 7'den 77'ye» idi. Ne kadar<br />

üzülmüştüm katılamadığım için.<br />

Geçenlerde internette şöyle bir sözle karşılaştım “I still<br />

think that 1990 was ten years ago.” Acı gerçeği bu yazıyı<br />

yazarken ve Okan Bayülgen’in 90’lar temalı Disko<br />

Kralı’nı izlerken bir kez daha fark ettim. 10 yıl olmamış<br />

arkadaşlar, 20 yıl olmuş! Büyümek, yaşlanıyor olmak bir<br />

yana ama, 90’lı yıllarda çocuk olmanın tadı başka hiçbir<br />

şeyde yok sanki. Belki çocukluk bir kez yaşandığı ve<br />

başka yıllarda çocuk olmanın nasıl bir duygu olduğunu<br />

bilmediğim için bana öyle geliyor da olabilir, kimbilir.


2011 Öykü Yarışması<br />

SÜ Yazma Becerileri Merkezi, Yaratıcı Yazma Programı tarafından düzenlenen 2011<br />

Öykü Yarışması’nda yarışmacılar, sıralamasını bozmadan, içinde aşağıki 15 kelimenin<br />

geçtiği bir öykü yazacaklardı:<br />

1. misket 2. aşk 3. sidik 4. ayakkabı 5. sansür 6. öcü 7. sırnaşık 8. intihar 9. vidanjör<br />

10. amortisman 11. kösele 12. hidayet 13. aptal 14. kaygılanmak 15. kraliçe<br />

Bu sayımızda da sizlere, ikincilik kazanan Manolya Ün’ün öyküsünü sunuyoruz…<br />

Çocukken en sevdiğim oyuncaklarım kağıttan gemilerdi. Hala aklımdadır, kenarları çamaşır<br />

suyuna maruz kalmaktan erimiş, eski bir leğeni vardı annemin. çinde bağdaş kurup<br />

oturabileceğim kadar geniş ağızlı, rengi de göz tırmalayan cinsten parlak bir mavi.<br />

Bu arkadaş, ömrünü dolduran diğer ufak tefek ev eşyalarıı gibi çöpü boylamak yerine,<br />

aklı bir karış suda olan beni oyalaması için emekliye ayrılmıştı. Yaz gelip de havalar ısındı<br />

mı, odamın baş köşesinden sevinçle alıp arka bahçeye taşırdım onu, sonra da ağzına<br />

kadar suyla doldururdum. Sararmış gazete kağıdından gemilerim parmak uçlarımdan<br />

kurtulup hayali ufuklara yelken açtıkça içim kıpır kıpır ederdi.<br />

Bir gün yine küçük ölçekli, mütevazi bütçeli hobimle uğraşırken canımı sıkan birşey oldu.<br />

Gemilerim her zamanki gibi nazlı nazlı salınıyordu suyun üstünde, ben de leğenin başına<br />

çömelmiş, onların zarif dansını izliyordum. Dalmışım. Ne ablamın bahçeye indiğini duydum,<br />

ne arkama sokulduğunu. “Muraaat!” diye aniden seslenip beni gündüz rüyamdan<br />

kopartıverdi. Daha neler olup bittiğini anlamama fırsat vermeden de bir avuç dolusu<br />

misketi tepemden aşağı bıraktı. Misketlerin kocaman yağmur taneleri gibi filomun üstüne<br />

indiğini hatırlıyorum; isabet alan gemilerin hızla derinlere gömüldüğünü, yüzüme sıçrayan<br />

su damlacıklarının öğle sıcağında yanmış yanaklarımı ürperttiğini, ablamın hınzır<br />

kahkasını.<br />

O gün çok ağladım, dur durak bilmeden tepinip ev halkını çıldırttım. Bunalan annem akşam<br />

saat beşe varmadan bir paket sigarayı haklamıştı bile. Babam onun haline acımış<br />

olacak, işten geldiği gibi kravatını dahi gevşetmeden beni karşısına aldı, başladı cicili<br />

bicili kap kağıtlarından gemicikler yapıp birer birer önüme koymaya. Biraz zaman geçtikten<br />

sonra sakinleşip sustum; ama gazete kağıdından yapılanlaradan kat be kat güzel<br />

yeni oyuncaklarım beni avuttuğu için değil, bağırmaktan yorulduğum için.<br />

Diyeceksiniz ne inatçı çocukmuşsun birader; hele bir tutturmaya gör. O zaman sorayım<br />

size: Şu hayatta gemilerinin ansızın batmasını hoş karşılayacak bir tek kişi gösterebilir<br />

misiniz bana? Suratının ortasına ani bir tokat yemekten gocunmayacak birini? şin özü,<br />

gösterebilecek olsanız bile bu kişi düzeninin bozulmasından ölümüne korkan, alışkanlıklarına<br />

bir tanrıya tapar gibi tapan ben olamam. Ne demişler; yedisinde neysen yetmişinde<br />

de osun. Ya da bazen... Yani nadiren... Değilsin. Şöyle:<br />

25 yaşındaydım, tıp fakültesinden mezun olduğun yılın yazıydı. Hayatım tahmin edilebilir<br />

bir rota üzerinde akıyordu o sıralar; diplomam elimde, meslek aşkım kalbimden ziyade<br />

cebimde, kulağım ise Eylül başı gelecek atama haberlerinde, yazı boş geçirmeme<br />

hevesiyle üniversite hastanesinin acil servisinde cüzi bir miktar karşılığı “hizmet” veriyordum.<br />

Evden işe, işten eve yüksek tempoda mekik dokusam da huzurluydum, herşey<br />

yolumun başıyla sonu arasına çektiğim düz çizgi üzerinde nokta sekmeden ilerliyordu.<br />

Güvendeydim. Sonra Temmuz ayının ortalarına doğru, nöbetçi kaldığım bir gece annem-<br />

KAĞITTAN GEMLER<br />

Manolya Ün


den garip bir telefon aldım. Kendimi nasıl bir panikle hastaneden dışarı attım, bir ben bilirim, bir de<br />

koridorda koşarken çarpıp düşürdüğüm doktor.<br />

“Nasıl oldu bu?” diye soluk soluğa içeri daldım küçük kardeşim Nesrin kapıyı bana açar açmaz. Paspasa<br />

takılıp sendeledim, ablam imdadıma yetişmeseydi annemin terliklerini öpecektim.<br />

“Ne bileyim ben?” diye kestirip attı annem. Ağzındaki sigara sinirden gerilip incecik kalmış dudaklarının<br />

arasında bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyordu. Birkaç nefes sonra izmaritle dolup taşmış küllükte<br />

son yolculuğuna uğurlanacaktı o da. “Sabah nereye gittiğini söylemeden bastı gitti. Aferin sana da!<br />

Önüne bakma, kır kafanı; ki onca işin içinde bir de senle uğraşalım! Babanla hep sidik yarıştırırsın<br />

avanaklıkta zaten!”<br />

“Haberi kim verdi?” diye üsteledim konuşmaktaki isteksizliğini görmezden gelip. Babamı kaybettiğimizi<br />

söylemişlerdi. Tarif edemeyeceğim bir acı kemiriyordu göğsümü, kafamın içini ışık hızında turlayan<br />

soruların acil cevaplara ihtiyacı vardı. “Sormadınız mı ne olmuş babama?”<br />

Evdekiler karşılarında aydan düşmüş biri duruyormuş gibi garipseyen bakışlarla süzdüler beni.<br />

“Haber maber yok.” dedi annem omuzlarını silkip. Eli, bodur kahve masasında duran sigara paketine<br />

uzandı. “Nerde olduğunu, ne halt ettiğini bilseydik, ne diye babanı kaybettik diyelim sana?”<br />

Gülsem mi, ağlasam mı bilemeden en yakınımdaki sandalyeye bırakıverdim kendimi. Şaka mıydı bu<br />

yapılan, yoksa bana söylemedikleri şeyler mi duymayı becermiştim telefonun diğer ucundan?<br />

“A şaşkın!” diye tersledi ablam beni alnımın ortasına hafif bir şaplak indirip. Hakettiğimi düşünüp<br />

karşılık vermedim. “Gerisini dinlemedin ki! Suratımıza kapattın telefonu. Açmadın da sonra, aklımız<br />

çıktı meraktan sana geri ulaşamayınca.”<br />

“Babam ölmedi yani? Yaşıyor yani?” Derin bir oh çekip acının göğsümü terketmesini bekledim.<br />

“Tövbeee!” dedi annem sigarasını yakarken. Çakmağın alevi, dudak kenarlarındaki çizgileri aydınlatıyordu.<br />

“Ağzından yel alsın. Kör olmayası herif, insan yanına telefonunu alır, değil mi? Senden evvel<br />

çıktı, sabahın yedisinde. Gidiş o gidiş. Bak saat kaç oldu, hava karardı, o hala ortalarda yok.”<br />

“Anne, polise haber verelim. En doğrusu bu olur.” dedi Nesrin kendinden emin. Yetişkinler dünyasında<br />

kendine yer bulmaya çalışıyordu o aralar. Lise giriş sınavında istediği yeri kazanmış, tercih<br />

formunu gururla doldurmuştu önceki akşam kendi elleriyle. Büyümüştü artık, şehir dışında yatılı okuyacaktı.<br />

Her sözü, her hareketi bize bunu anlatmaya yönelikti o yaz.<br />

Ne yapmamız konusunda her kafadan farklı bir ses çıka dursun, acı acı çalan telefon curcunayı noktaladı.<br />

Yerimden fırlayıp ağizeye öyle bir sarıldım ki! Arayan, bize yürüyerek en fazla on beş dakika<br />

uzaklıktaki semt karakolunda görevli memur... Birini görmüşler gece vakti binanın önündeki kaldırıma<br />

oturmuş ağlayan. Adı Şerif Akça, cüzdanında bu numarayı bulmuşlar. Tanıyor muymuşuz? Evinin nerde<br />

olduğunu hatırlayamadığını söylüyormuş. Bir zahmet gelip alabilir miymişiz?<br />

Aile meclisinin onayıyla tuhaf teslimatın sorumluluğunu üstlenip gece yarısı apar topar karakola<br />

yollandım. Açıkçası bana söylenenleri anlamakta güçlük çekiyordum. Polis babamın 20 yılı aşkındır<br />

oturduğu mahallede yolunu kaybettiğini iddia ediyordu! Ortada bir yanlış anlaşılma vardı kuşkusuz;<br />

belki tansiyonu yükselmişti de derdini iyi ifade edememişti babam. Yaz sıcağında olurdu böyle şeyler<br />

bazen. Hele de hapını almayı unutursa. Dalgındı babam bildim bileli, unutmaya yatkındı. Ama ufak<br />

tefek şeyleri... Ara sıra...<br />

Amirlikten içeri girince, babamı loş bir köşede tek başına oturken buldum. Garip bir hal vardı üstünde.<br />

Boynunu çökmüş omuzları arasına gömmüş, boş bakışlarını karşısındaki duvara dikmişti. Ufacık görünüyordu;<br />

sanki çekmiş, büzülmüş gibi. Onu bu şekilde karşımda görmek rahatlatmadı beni.<br />

“Baba?” dedim usulca. Sesimi duyunca doğruldu, yüzünü bana çevirdi. Kısacık bir anlığına da olsa<br />

gözlerime baktı, sonra bakışlarını zemindeki parlak beyaz karolara kaçırdı. “Kusura bakma oğlum.”<br />

dedi hafiçe yutkunarak. Ses tonunda mahçubiyet vardı.<br />

Yanına yaklaşıp omzuna dokundum ve “Estağfurullah baba. Hadi eve gidelim.” dedim ortada anormal<br />

bir durum yokmuş gibi davranmaya çalışarak. Polislere teşekkür edip evin yolunu tuttuk; ama cadde<br />

boyunca kol kola yürürken ne birbirimizin yüzüne baktık, ne de ağzımızı açıp tek bir laf edebildik. Hayatımda<br />

hiçbir sessizlik bana bu kadar sessiz gelmemişti.<br />

Evin önüne gelince tam ayakkabılarını çıkarması için babama yardımcı olmaya hazırlanıyordum; ki<br />

kapımız bangırdayarak açıldı ve annem, kalın bir sigara dumanı bulutu içinden çıkıp karşımıza dikilverdi.<br />

Bu haliyle tıpkı ateş kusmaya hazırlanan bir ejderhayı andırıyordu. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı<br />

sigarayı bir hışımla yere fırlattı ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı sokağın ortasında. Hakaretleri<br />

birbiri ardına sıraladıkça öfkesi daha da kabarıyor, kapıya yumruk üstüne yumruk indiriyordu. Babam<br />

49


ise gözleri yerde, hiç tepki vermeden dinliyordu annemin verip veriştirmelerini.<br />

“Yavaş anne, yavaş!” diyerek annemi kolundan tutup içeri çekmeye çabaladı ablam çaresizce. “Rezil olduk mahalleye!<br />

Herkes yatağından fırladı valla!”<br />

“RTÜK annemin ağzına sansür koyacak.” diye kıkırdıyordu Nesrin arkadan. Belli ki o gece eğlenen tek kişi kendisiydi.<br />

“Aile var mahallede anne, akıllı izleyici!”<br />

“zleyenler akıllı, bir benim başımdakiler zır deli zaten!” diye hırladı annem. “Eh, be vurdumduymaz adam...” diyerek<br />

başladı; ama sonunu getiremeden bir öksürük nöbeti içinde kaybetti sesini. Fırsattan istifade, karga tulumba da olsa<br />

eve sokabildik onu. Babam bir şey olamamış gibi sakince takip etti bizi. Ağzını bıçak açmıyordu.<br />

Ertesi gün beraberce hastanenin yolunu tuttuk, bir dizi tahlilden geçirdim babamı. Taze mezun bir doktordum sonuçta,<br />

içimi kemiren bir takım şüpheler vardı. Fakülteden sevdiğim bir hocaya danıştım sonunda, nörologdu kendisi. Babamı<br />

ona gösterdim, muayeneden bir süre sonra da idam sehpasında bekleyen bir mahkum gibi masasının önünde beklerken<br />

buldum kendimi tek başıma. Aklımdakini sormaya dilim varmıyordu bir türlü.<br />

“Dikkat etmek lazım.” dedi bana ciddiyetle. Bakışlarında, sesinde, deri koltuğuna yaslanıp oturuşunda bile bir tür acıma<br />

seziyordum içinde bulunduğumuz duruma karşı. “Diğer test sonuçları hep negatif gelmiş.”<br />

“Alzheimerdan mı şüpheleniyorsunuz hocam?” diye baklayı ağzımdan çıkardım tüm cesaretimi toplayarak. Yatağımın<br />

altındaki öcüyle yüzleşmekten kaçamazdım artık.<br />

“Riski gözardı etmemek lazım. Erken dönemlerde benzer semptomlar görebiliriz. Düzenli kontrole gelmesi lazım. Bir de<br />

şu yazdıklarımı aksatmadan alacak.”<br />

Bana uzattığı reçeteyi kendi ölüm fermanımı teslim alıyormuş gibi aldım, titreyen parmaklarımın el verdiği ölçüde düzgün<br />

katlayarak cebime koydum. “Başka ne yapmamızı önerirsiniz?”<br />

“Bol bol beyin jimnastiği yapacak. Kafasını çalıştırmaya teşvik edin; ama fazla strese sokmadan.”<br />

Hocamın yanından ayrıldıktan sonra yol üstündeki bir eczaneye uğrayıp yazdığı ilaçları aldım. Bir yandan da verdiği<br />

tavsiyeleri evirip çeviriyordum kafamda. laçlar, kontroller tamamdı da beyin jimnastiği işi nasıl olacaktı? Koskoca<br />

adamı karşıma alıp, bana çarpım tablosunu say mı diyecektim her gün? Kahveye götürüp zorla tavla mı oynatacaktım?<br />

Yoksa sudoku çözmeyi mi öğretecektim? Ben kendim altından kalkamıyordum ki meretin!<br />

Bunaltıcı düşüncelerin dibine yirmi bin fersah gömülmüş, hem aileme, hem kendime, hem de babama acıyarak ne<br />

kadar yürüdüm bilmiyorum. Havasız kaldığımı hissettiğimden olacak, derin bir nefes almak için durup başımı kaldırdığımda<br />

sokağın başındaki bakkalın ödünde dikildiğimi farkettim. Burnumun dibinde neredeyse benim boyumda bir<br />

gazete standı duruyordu, telli gözlerin her birinde farklı gazeteler ve ekleri. Magazin mi istersin, spor mu, bulmaca mı...<br />

Bulmaca... Bulmaca? Evet, ya bulmaca! Ben nasıl olur da bunu düşünememiştim daha önce?<br />

Ufaktım o zamanlar. Hatırlarsanız, kağıttan gemiler uğruna kıyametleri koparttığım sıralar. Babam pazar sabahları<br />

elinde bir yığın gazeteyle gelirdi eve. Camın yanında kendine <strong>ait</strong> sakin bir köşesi vardı, yıpranmış kadife minderleri<br />

olan bir koltuk. Tatil ritüeline kalın çerçeveli gözlüklerini takıp yerine kurularak başlardı hep, yaşadığı anın gerçek<br />

olup olmadığını kontrol ediyormuşçasına sırtını test amaçlı gömerdi minderlere önce. Sonra da koltuğun yumuşak<br />

dokunuşundan memnun kalmış gibi gülümseyerek bacak bacak üstüne atar, fi tarihinden kalma, mürekkep akıtan bir<br />

dolma kalemle başlardı bulmacalarını çözmeye. Soldan sağa, yukardan aşağı... Yüzünü bir huzur kaplardı. Ne yalan<br />

söyleyeyim, kıskanırdım sadece bulmacasında bulduğu bu özel mutluluğu. Gidip türlü sırnaşıklıklar yaparak gazeteyi<br />

elinden kapmaya uğraşırdım. O ise sadece gülümser, yanına çekerdi beni: “Bak buraya, soldan sağa 5 harfli. Bilirsen<br />

gerçek gemileri görmeye götüreceğim seni. Gazeteyi de sana vereceğim gemiler yap diye.”<br />

Yıllar geçti aradan; büyüdüm ister istemez. Kağıt gemilerimi unuttum, mavi leğenimi unuttum. Bulmaca çözerken babama<br />

sırnaşmayı da bıraktım hepten, Ama o ne köşesinden, ne de uğraşısından vazgeçti yıllara meydan okurcasına.<br />

Hala bulmaca çözüyor muydu acaba? Aynı evi paylaştığım, her gün yüzüne baktığım babamın ne yapıp ne yapmadığını<br />

niye bilmiyordum artık? Suçluluk duygusu acı bir tat bırakıyordu insanın ağzında.<br />

Akşama olacakları görmek için, yemekten sonra eski koltuğun karşısında pusuya yattım. Babam huyu olduğu üzere<br />

kahvesini içtikten sonra biraz kestirmek için köşesinin yolunu tutardı. Nitekim o akşam da beni yanıltmadı. Ağır adımlarla<br />

koltuğa yaklaştı, sonra da bir şaşkınlık nidası mırıldanarak minderlerinin üstüne yığılmış bulmaca eklerini eline<br />

aldı. Nefesimi tutmuş vereceği tepkiyi bekliyordum. Başını benden yana çevirdi, karakol ziyaretimizden beri ilk kez<br />

yüzünde utangaç, özür diler gibi bir ifade olmadan bakıyordu bana. Zorlamaksızın, gözlerinin içi gülürek gülümsüyordu.<br />

Ceplerini yokladı bana göstere göstere, akıtan antika dolma kalemine benzettiğim bir kalem bulup çıkardı. Sonra<br />

da koltuğuna kuruldu, sırtıyla minderini yokladı ve bacak bacak üstüne atarak çözmeye başladı bulmacasını. Ağzım<br />

bir karış açık izledim kalemini soldan sağa, yukardan aşağı seri bir şekilde oynatmasını. Sanki yıllardır bu an için hazırlanmış<br />

gibi bir hali vardı.<br />

şi bitince yüzünde, yıllar öncesine <strong>ait</strong> o memnuniyet ifadesi belirdi yeniden. Cin gibi bakışlarını üzerimden ayırmadan<br />

çözülmüş bulmacayı önüme bırakıp yatmaya gitti. Yazdıklarına göz ucuyla baktım: Kareleri eksiksiz doldurulmuştu,<br />

hem de gayet makul cevaplarla.<br />

Sonraki aylarda evde bir bulmaca furyasıdır, aldı başını yürüdü. Babam her geçen gün yeni bir performans rekoruyla<br />

çıkıyordu karşımıza. Öylesine iştahlı ve hızlı tüketiyordu ki önüne konulanları, artık ona gazete yetiştiremez olmuştum.<br />

Üstüne üstlük sesli de çözüyordu soruları artık. Seçtiklerini tabii...


51<br />

“Gömüldü gene kutu kutu pensesine!” diye söylenmişti bir keresinde annem etrafa saçılmış bulmaca yığınlarını toplarken.<br />

“Sefası ona, cefası bana... Yüce rabbim, bir yol gösterse de kurtulsam bu işkenceden!”<br />

Babam ne dese beğenirsiniz? “Soldan sağa 7 harf Murat: nsanın kendi kendini isteyerek öldürmesi, öze-kıyım.”.<br />

ntihar? Bulmacayı garip bir şekilde imalı bulmuştum doğrusu. Annem de aynı üstü kapalı göndermeyi sezmiş olacak,<br />

gazeteleri yere bırakıp babama ters ters baktı. “Ne demek şimdi bu?”<br />

“Hiiiiiç.” diye kayıtsızca cevap verdi babam. Konuşurken kalemini sağdan sola, yukardan aşağı oynatmayı sürdürüyordu.<br />

“Bulmacada sormuşlar da, Murat’a belki bilir diye sorayım dedim.”<br />

Annemin kaşları daha bir çatıldı, yüzü ekşidi. “Şerif Efendi, öteki dünyada iki elim yakanda. Bakalım o günah defterini<br />

nasıl paklayacaksın acaba?”<br />

“Yukardan aşağı 8 harfli: Lağım temizleme aracı.” dedi babam.<br />

Artık ailenin bir ferdi saydığımız bulmaca sözlüğüne uzanıp sayfaları biraz karıştırdıktan sonra “Yaz baba, vidanjör!”<br />

diye atıldım oturduğum yerden. Bir yandan da gülmemi bastırmak için dudaklarımı ısırıyordum.<br />

“Allahın cezaları, baba-oğul bir olup dalga geçiyorlar bir de utanmadan. Canıma yetti desem, bırakıp gitsem evi, ne<br />

yaparsınız tek başınıza, ha? Kim çekip çevirir sizi?” diye patladı annem.<br />

“Soldan sağa 13 harf: Duran varlıkların aşınma, yıpranma ve eskime süresi. Bu süre dolunca malı değiştirmek gerekir.”<br />

Annemin gözleri faltaşı gibi açıldı. Yıllardır munis diye tanıdığımız babamın yeri gelince bu kadar gözü kara olabileceğini<br />

bilemezdim doğrusu. Sözlüğü yüzüme kalkan ederek “amortisman” diye mırıldandım ve titreyerek kaderimi beklemeye<br />

koyuldum. Şansım varmış; ki odanın öbür ucundan roket hızında gelen kösele altlı terlikler başımı ıskalayarak<br />

cama tosladı.<br />

“Ne haliniz varsa görün!” diye kükredi annem ayaklarını yere vura vura odayı terk ederken. Babam gözlerini bulmacasından<br />

kaldırıp, “Anca gidersin!” anlamında bir el hareketi yaptı arkasından. Sonra da bana dönüp şöyle dedi:<br />

“Yukardan aşağı 7 harfli: Tanrıya ulaşmak. “<br />

“Hidayet mi?” diye kıkırdadım kendime hakim olamayarak.<br />

“Yok.” dedi hiç istifini bozmadan. “Sükunet. Dünya varmış be, oh!”<br />

Gülünecek bir şey değildi, biliyorum; ama daha fazla hakim olamadım kendime. Kahkahayı patlattım. “Baba, kalıbımı<br />

basarım, o sordukların çözdüğün bulmacada yazan şeyler değil.”<br />

Babamdan ses seda çıkmadı. Duymazlıktan geliyordu beni. Biraz daha üstüne gitmeye karar verdim. “Şu koca sözlüğü<br />

ezberlemişsin kelimesi kelimesine. Hepsini kafandan söylüyorsun. Yalan mı?”<br />

Babamın ağzını bıçak açmıyordu. Kalemi hızlı hızlı oynuyordu gazete kağıdını üstünde.<br />

“Bence sende Alzheimer falan da yok. Hasta birinin altından kalkabileceği bir iş değil şu yaptığın.” Koltuğunun yanındaki<br />

çözülmüş bulmaca dağlarını işaret ettim.<br />

Kalemin kıpırtısı ansızın durdu.<br />

“Sizi aptal yerine koyduğumu mu düşünüyorsun, Murat? Çekinme oğlum, söyle.” dedi başını bana çevirmeden. Sesi,<br />

duruşu alışılmadık biçimde sertti. Patavatsızlık yapıp kırmıştım adamcağızı besbelli.<br />

“Ne münasebet baba, öyle demek istemedim.” diye kekeledim yaptığım gafı örtbas etmeye çabalayarak. “Ama üzüldük<br />

hepimiz, kaygılandık senin için. Yani biliyorsun, bu hastalık şakaya gelmez.”<br />

“Oğlum, bak.” diye başladı babam oturduğu yerden hafifçe yana kaykılarak. Sesi titriyordu. “Ben sizi kandırmadım,<br />

aptal yerine de koymadım.” Boğazına yerleşen düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu art arda. “Ablan nişanlandı,<br />

kışa evlenip gidiyor. Nesrin’e desen, okul için bavullarını şimdiden hazır etmiş bile. E, sen de... Tayinin kim bilir nereye<br />

çıkacak ay başına? Bir baktım, dünkü çocuklar birer birer uçuyor yuvadan. Dönüp arkasına bakan yok.”<br />

Daha fazla devam edemedi. Bulmacasını kucağına bırakıp göz yaşlarıyla yol yol olmuş yanaklarınıi ovuşturmaya başladı<br />

hıçkırarak. “Polis gördü o gece, derdimi sordu. Kayboldum evladım, dedim. Kaybettim kendimi, keşke bir bulanım<br />

çıksa!”. Omuzları şiddetle sarsıldı<br />

Öğleden sonrayı babamın dizleri dibinde oturarak geçirdim. Kah ağlaştık karşılıklı, kah yaramaz çocuklar gibi gülüştük.<br />

Kalemi kağıdı elinden kapıp yüksek sesle bulmaca soruları okudum ona. O da bana cevaplar yazdırdı soldan sağa,<br />

yukardan aşağı. Sonra da mutfağa gidip annemin gönlümü almaya uğraştık. Epey nazlandı haliyle; ama ben “Yukardan<br />

aşağı 7 harfli: Hükümdar ailesinden gelen, asil kadın. Cevap ne? Prenses, prenses!” deyip yanağından bir makas alınca<br />

yelkenleri suya indiriverdi. ltifatlar da onun kağıttan gemileriydi şüphesiz. 20 yıl öncesine <strong>ait</strong> hatıralarım canlandı<br />

gözümde. ster istemez gülümsedim o günden bugüne ne kadar yol aldığımın farkına varınca. Sinsice rollerimizi değiştirmişti<br />

babam; batan gemilerimin yerine mızıkçılık yapmadan yenilerini koymayı öğretmişti bana. Hatta öğretmekle<br />

kalmamış, bizzat uygulatmıştı da beni duruma uyandırmadan.<br />

“Ah, baba, ah...” diye yüksek sesle iç çekerek o akşamki bulmaca seansını böldüm yemekten sonra. “Senin bu yaptığına<br />

ne denir bilir misin?”<br />

Şaşkın bakışlarla süzdü beni. Neyi kastettiğimi anlayamadığı belliydi. “Ne denirmiş?”<br />

Bulmaca sözlüğünü sahte bir tehditkarlıkla ona doğru salladım. “Soldan sağa altı harfli...”


GÜLAYŞE KOÇAK’tan<br />

Bir Kara Ütopya ya da Umuda Çağrı:<br />

Gülayşe Koçak<br />

Gülayşe Koçak’ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine<br />

odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki<br />

insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da<br />

okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da...<br />

Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden<br />

canlandı, yanakları kızardı: “İşte! Benim de kafamın içi<br />

aynen amcanın evi gibi!” diye bağırıyor –nereden aklına<br />

estiyse– “Havalandırın şu evi, diye bağırmak istiyorum!<br />

Benim kafamın içinde de aynı, o boğucu sidik ve naftalin<br />

kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmişin bütün çöplerini<br />

taşımaktan çok yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri<br />

dışarı! Temiz bir badana yapın, oksijen girsin şu eve –<br />

bunu istiyorum. Ama işte...” Birden omuzları çöküyor,<br />

“Korkuyor insan...”<br />

GÜLAYŞE<br />

KOÇAK<br />

•<br />

Siyah<br />

Koku<br />

ROMAN<br />

Siyah Koku<br />

“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacığım?”<br />

“Yavrum... İnsan galiba çöplerine bağlanıyor.<br />

Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlığını unutturursa?”<br />

ISBN 978-975-08-2195-0<br />

?? TL<br />

9 7 8 9 7 5 0 8 2 1 9 5 0<br />

Yapı Kredi<br />

Yayınları<br />

S‹YAH KOKU<br />

Gülayşe Koçak’ın bir aşk hikâyesine odaklanan son<br />

romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları<br />

nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her<br />

şeye rağmen umuda çağrı olarak da…<br />

Ayrımcılığın sürdüğü, kuraklığın arttığı, yollar boyunca<br />

teskin edici maddelerin havaya püskürtülerek<br />

herkesin “uyuşturulduğu”, devlete ekonomik getiri<br />

sağladığı için bütün yetişkinlerin zorunlu organ bağışına<br />

tabi tutulduğu bir yakın-gelecek zamanda Mine<br />

ve Tuncay’ın yaşadığı bıçak sırtı ve tuhaf bir aşk…<br />

Siyah Koku Gülayşe Koçak’ın korku ve güven duygularını<br />

temel alarak; sahicilik, unutma, hatırlama,<br />

farkında olma kavramları çerçevesinde ördüğü bir<br />

roman.<br />

TADIMLIK<br />

Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden canlandı,<br />

yanakları kızardı: “‹te! Benim de kafamın içi aynen amcanın<br />

evi gibi!” diye ba¤ırıyor–nereden aklına estiyse– “Havalandırın<br />

u evi, diye ba¤ırmak istiyorum! Benim kafamın<br />

içinde de aynı, o bo¤ucu sidik ve naftalin kokusu... Kurtulayım<br />

istiyorum, geçmiin bütün çöplerini taımaktan çok<br />

yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri dıarı! Temiz bir<br />

badana yapın, oksijen girsin u eve – bunu istiyorum. Ama<br />

ite...” Birden omuzları çöküyor, “Korkuyor insan...”<br />

“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacı¤ım?”<br />

“Yavrum... ‹nsan galiba çöplerine ba¤lanıyor. Korkuyorsun.<br />

Oksijen, ya çöplerin varlı¤ını unutturursa?”


Play kartın gençlere torpili bitmiyor.<br />

Harcamalarına hem puan hem Turkcell TL/dakika<br />

hediyesi, hesaba ücretsiz havale, sevdiğin markalarda<br />

fırsatlar, indirimli konser biletleri, faizsiz nakit avans,<br />

paran bittiğinde velinin hesabından otomatik<br />

transfer... Hepsi Play kartta!<br />

Play kartın yoksa hemen başvur. Onaylandığında<br />

Turkcell TL/dakikalar cebine gelsin.<br />

m<br />

PLAY KART ALMAK iÇiN,<br />

ÖĞRENCi<br />

BELGENLE<br />

YAPI KREDi<br />

ŞUBESiNE GiT!<br />

EN YAKIN<br />

444 0 444 playcard.com.tr<br />

facebook.com/yapikrediplay<br />

twitter.com/yapikrediplay


GrafikaSU 02/2012- 2500TR<br />

Sabancı Üniversitesi<br />

Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul<br />

Telefon : (0 216) 483 90 77 - 483 91 06<br />

Faks: (0 216) 483 90 45<br />

e-posta : dergi@sabanciuniv.edu<br />

www.sabanciuniv.edu/sudergi

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!