Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
sayı: 13 / Mart-Mayıs 2012<br />
<strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong> <strong>odaları</strong><br />
<strong>düşleyen</strong> <strong>kadınlar</strong>...<br />
+1 Bu da Benim Artım<br />
nce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen...<br />
Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…<br />
Rembrandt ve Çağdaşları<br />
Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları: Sabri Sayarı<br />
SU ve Edebiyat / Kapılar<br />
‹stanbul’dan daha eski bir semt: Samatya<br />
Çocukluk
muze.sabanciuniv.edu<br />
KARANLIKLA IŞIĞIN BULUŞTUĞU YERDE...<br />
CAGDASLARI<br />
22 ŞUBAT - 10 HAZiRAN 2012<br />
Hizmet Sponsorları:<br />
rembrandtvecagdaslari.com<br />
facebook.com/SakipSabanciMuzesi
01<br />
SUDERG‹<br />
Sayı 13<br />
Mart – Mayıs 2012<br />
Ücretsizdir<br />
Sahibi<br />
Sabancı Üniversitesi<br />
Yayın Sorumlu Müdürü<br />
Elif Gülez<br />
Yayın Koordinatörü<br />
Melek Sarı<br />
Yazı Kurulu<br />
Gülayşe Koçak<br />
Defne Üçer<br />
Nesrin Balkan<br />
Yıldırım Cihangiroğlu<br />
Hakan Erdem<br />
Melahat Fındık<br />
Gonca Turan<br />
Pınar Bozkurt<br />
03 / Merhumeyi Nasıl<br />
Bilirdiniz?<br />
6 / Karanlıkla ışığın<br />
buluştuğu yerde…<br />
Rembrandt ve Çağdaşları<br />
08 / Bilinmeyen yönleri<br />
ile SU Çalışanları:<br />
Sabri Sayarı<br />
Bu sayıya katkıda bulunanlar<br />
SSM, Gülayşe Koçak, Pınar Bozkurt, Sabri Sayarı,<br />
Kerem Koç, Gözde Otman, Can Yıldızlı,<br />
Sezen Gülşen Kama, Sevil Kaynak, Sinan Tuncay,<br />
Yıldırım Cihangiroğlu, Ahmet Evin, Gizem Muratoğlu,<br />
Mariam Öcal, Ecevit Aslan, Mehmet Karakoyun,<br />
Erdal Türk, Özcan Koyun, Havva Gürkan, Manolya Ün.<br />
Grafik Tasarım ve Uygulama<br />
GrafikaSU<br />
Baskı<br />
Tor Ofset San. ve Tic. Ltd. Şti.<br />
Akçaburgaz Mahallesi 116. Sokak<br />
No 2 Esenyurt/‹stanbul<br />
www.torofset.com<br />
Yayın Türü<br />
Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı<br />
popüler bir kültür dergisi<br />
Reklam Sorumlusu<br />
Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06<br />
meleksari@sabanciuniv.edu<br />
15 / GYÇEK<br />
Gamze Otman<br />
16 / Can Yıldızlı 18 / Sezen Aksu’yu<br />
şaşırttan mezunlarımız:<br />
Sinan Tuncay (VACD'10) ve<br />
Sevil Kaynak (VACD'11)...<br />
Telif Hakları<br />
Her hakkı saklıdır.<br />
Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve<br />
illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere<br />
her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkıı<br />
münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne <strong>ait</strong>tir. Sabancı Üniversitesi,<br />
gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının<br />
veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir.<br />
Yönetim Yeri<br />
‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi<br />
Sabancı Üniversitesi<br />
Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla<br />
34956 ‹stanbul<br />
Tel: 0216 483 91 06<br />
Faks: 0216 483 90 45<br />
e-posta: dergi@sabanciuniv.edu<br />
20 / SU ve Edebiyat<br />
Kapılar: Ahmet Evin<br />
24 / <strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong><br />
<strong>odaları</strong> <strong>düşleyen</strong><br />
KADINLAR...<br />
30 / SGM<br />
36 / ‹nce Belli<br />
Bardakta Şekersiz<br />
Lütfen...<br />
46 / Çocukluk… 48 / Öykü Yarışması
editör<br />
Elif Gülez<br />
dergi@sabanciuniv.edu<br />
Üniversitemizin toplum için fayda üreten pek çok faaliyeti var. Üniversitenin kendisinin<br />
bir toplumsal sorumluluk işi olmasının dışında, Sakıp Sabancı Müzesi, Toplumsal<br />
Duyarlılık Projeleri, ‹stanbul Politikalar Merkezi, SUNUM, Uluslararası Enerji ve ‹klim<br />
Merkezi, Rekabet Forumu, destekçileri arasında olduğumuz Eğitim Reformu Girişimi ve<br />
benzer platformlar, merkezler sayesinde üniversitemizde üretilen bilgi toplumsal faydaya<br />
dönüşüyor. Öğretim üyelerimizin ve öğrencilerimizin yaptıkları araştırmalar bilimsel<br />
gelişime katkıda bulunuyor .<br />
Farkında mısınız? Son zamanlarda,üniversitemizde toplumla etkileşimi güçlendirmek için<br />
üniversitelerin geleneksel kabul edilen faaliyetlerinin dışında sayabileceğimiz türden,<br />
yenilikçi projeler de geliştirildi. Bunlardan ikisi, Rektörümüz Nihat Berker ve Rektör<br />
Yardımcımız Sondan Durukanoğlu Feyiz’in önayak olduğu projelerdi. ‹ki dönem halinde<br />
düzenlenen, ikinci dönemi devam etmekte olan Karaköy Bilim ve Kültür Akademisi,<br />
nanofizikten biyolojiye, toplum ve politikadan girişimciliğe, müziğe kadar çok çeşitli<br />
konulardaki herkese açık olan dersleriyle, bilimsel konularda kendini geliştirmek isteyen<br />
kişilere bence önemli bir fırsat sundu. Akademiden elde edilen gelir, öğrenci ihtiyaçları<br />
burs fonuna aktarıldı.<br />
Benzer bir proje lise öğrencileri için düzenlenen yaz okuluydu. Üniversite öğrencilerine<br />
de açık olan Lise Yaz Okulu, fen bilimlerinden yönetim bilimlerine; sanattan sosyal<br />
bilimlere; dil eğitiminden meslekler ve üniversiteler hakkında bilgilendirici seminerlere<br />
uzanan zengin içeriğiyle lise öğrencilerinin üniversite hayatını yakından tanımalarına<br />
olanak verecek. Lise Yaz Okulu önümüzdeki Temmuz ayında gerçekleşecek.<br />
Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu da, geçtiğimiz Ekim ayında, yine<br />
üniversite içinden ya da dışından, herkese açık, sekiz haftalık “Kadın ve Edebiyat<br />
Buluşmaları” düzenledi. Bu dizinin katılımcıları arasında edebiyat öğretmenleri,<br />
akademisyenler, bilgisayar mühendisleri, senaryo yazarları, mezunlarımız,<br />
öğrencilerimiz, çalışanlarımız vardı. Baştan sona hevesle izlediğim bu programda<br />
öğrendiklerimi, izlenimlerimi dergimizin bu sayısındaki yazıma aktarmaya çalıştım.<br />
Forumun bu çerçevedeki bir sonraki etkinliği, 18 Şubat’ta başlayan ve Mart ortasına<br />
kadar sürecek olan “Yaratıcı Yazma ve Cinsiyet Halleri” çalıştayları olacak. Elde edilen<br />
gelir forumun diğer çalışmalarında kullanılacak.<br />
Üniversitede üretilen bilginin yayılmasına, insanlar için yeni öğrenme fırsatları<br />
doğmasına yol açan bu tür projelere SUdergi’nin gelecek sayılarında da yer vermek<br />
istiyoruz.<br />
Derginin yeni sayısında ilgiyle okuyacağınıza inandığımız 14 konu var. Bu arada dergimizi<br />
tüm mobil cihazlardan “iSabancı Media” ile takip edebileceğinizi hatırlatmak isteriz.<br />
02
03<br />
Merhumeyi Nasıl Bilirdiniz?<br />
Gülayşe Koçak / Yazma Becerileri Merkezi<br />
Bu yazı, otuz üç yaşında ölen bir kadının arkasından bir ahlayıp vahlama yazısı değil. Hele de Nilden’le<br />
çok eğlendiğimiz ‘Türkçe-deyimleri-doğrudan-‹ngilizceye-tercüme-etme’ oyununu hatırlayınca, o<br />
tür yazılar aklıma “kör ölür, badem gözlü olur” tarzı münasebetsizlikleri, bu da gayet uygunsuz bir<br />
biçimde gülesimi getirir, çünkü zihnimde o anda “blind dies, becomes almond-eyed” tarzı saçma sapan<br />
düşünceler oluşur, Nilden karşımdaymış gibi. Ayrıca da, Nilden’in o tür bir yazıya ihtiyacı var mı, pek de<br />
emin değilim.<br />
Nilden’i ilk gördüğümde, “bulutların üzerinde gezinen”,<br />
naif, saf, pek de dikkat çekmeyecek biri olduğu izlenimini<br />
edinmiştim. ‹nsanları sanki ancak bir mesafeye kadar<br />
yaklaştırıyor gibiydi. Münzevi bir kişilikti. Hiç, dostu var<br />
mıydı?<br />
Elbette dostu vardı. Bir kere, pek çok mesai arkadaşıyla<br />
dosttu – kendi seçtikleriyle. Daha da yakından tanımaya<br />
başladığımda, onun tüm canlılara, özellikle de hayvanlara<br />
olan derin merhametinin ve sınırsız sevgisinin yanı<br />
sıra, insanlar konusunda hiç çaktırmadan ne kadar da<br />
keskin bir gözlemci olduğunu şaşırarak fark ettim. Ha,<br />
bir de ‘ama-kral-çıplak’ dobralığını: Doğru bildiklerini<br />
doğrudan, laga-luga yapmadan, diplomasi tanımadan<br />
söylüyordu. ‹çi-dışı birdi.<br />
SSBF 2. kat koridorlarında her karşılaştığımızda, küçük<br />
çocuk taklidi yapan bir hâl ve ses tonuyla hafif gülerek,<br />
hafif cilveli, “helllooooo...” diye yanaşır, yanaşır, tam<br />
önümde zınk diye dururdu. Yüzü gülse de, o masum<br />
bakışların ardında hep, bir hüzün vardı.<br />
‹nsanların içlerinin derinini görmesini sağlayan<br />
bilgeliğinin kaynağı, bu çocuksuluğuydu: Hakikatleri en<br />
katıksız, en dolambaçsız ve saf halleriyle görebiliyordu.<br />
Bir anlamda, canı gibi sevdiği hayvanlara benzediği<br />
söylenebilir: ‹nsanlar dünyasına özgü kültürel<br />
değer yargıları, onun kocaman açık gönül gözünü<br />
perdeleyememişti. Herşey onun için çok berrak ve<br />
şeffaftı.<br />
Ahlayıp, vahlamak yok!<br />
Feriköy’deki Protestan kilisesinde yapılan cenaze<br />
töreninde minik kilise, dolup taştı. Ne cenazeydi ama!<br />
‹htiyar rahip, paslı bisikletinin pedallerini ağır ağır<br />
çevirerek sökün etmişti sonunda. Zihni epeyce gidikti.<br />
Kiliseye girmeden önce, Nilden’in vaftiz olup olmadığını<br />
öğrenmek istedi ısrarla; Nilden’in babası ise aynı ısrarla,<br />
Nilden’in hayvanları, bitkileri, ağaçları, gezegenimizi ne<br />
kadar sevdiğini anlatarak karşılık veriyordu. Hiç değilse<br />
Nilden’in babasının vaftiz olmuş olduğu öğrenilince
pazarlık sona erdi; papaz rahatladı ve cüppesini ancak<br />
o zaman giydi. Tören sırasında da Nilden’in adını ısrarla<br />
her defasında yanlış söyledi: Nilay, Nilgün, Nilcan...<br />
Zavallı adam, karşısındaki kalabalığın Pazar ayininden<br />
farklı olduğunu bile kavrayamamıştı – “now let us<br />
sing” dedi ve bir koro şefi edasıyla, elleriyle hepimize<br />
başlamamız için işaret ederek, titrek-detone-ihtiyar<br />
sesiyle “haleluya” diye ilahi söylemeye başladı, ama<br />
kimse ilahileri bilmiyordu. Adamcağız da başlamış<br />
bulunduğu için artık susamazdı; bilmem kaç kıtalık<br />
ilahiyi tek başına baştan sona söylemek durumunda<br />
kaldı – Allah için, bu görevi de büyük bir kararlılıkla<br />
tamamına erdirdi.<br />
“Nilden...” diye başladı, durdu. Tekrar “Nilden...”<br />
dedi, durdu. Usulen Nilden hakkında üç-beş<br />
kelime söylemesi gerekiyordu, ama ne diyeceğini<br />
bilemedi; Nilden’i tanımıyordu ki. Derken birden yüzü<br />
aydınlandı: Babasının, Nilden’in hayvan sevgisiyle ilgili<br />
söylediklerini hatırladı. “Nilden loved animals!” diye<br />
bağırdı, canlanarak. Durdu gene. Bu defa da, bu lafını<br />
nereye bağlayacağını kestirememişti. “Nilden loved<br />
animals!” dedi tekrar. Gene suskunluk... Sonunda,<br />
“Nilden loved animals, so she loved human beings!”<br />
diye zaferle haykırarak çıktı işin içinden. Onun<br />
açısından tören başarıyla tamamına ermişti.<br />
‹nşallah, inşallah “öbür dünya” diye bir şey vardır!<br />
Varsa, Nilden eminim çok eğlenmiştir.<br />
Tabut toprağa indirilir ve güllerle uğurlanırken, yağmur<br />
hafiften çiselemeye başlamış, toprak ve ıslak çim<br />
kokusu yayılmıştı. O anda Nilden, hepimizin içinde,<br />
zihnindeydi; suskunduk. Mezarlığın üzerine derin bir<br />
hüzün çökmüştü.<br />
Ertesi gün içim burkularak Nilden’in facebook’taki<br />
sayfasına girdiğimde, Nilden’in hastalık haberinden beri<br />
duyduğum en büyük şaşkınlığı yaşadım: Evet, Nilden’i<br />
çok seven can dostları olduğunu artık biliyordum, ama<br />
bu kadarını hiç beklememiştim: facebook âleminde,<br />
dünyanın dört bir yanından Nilden’in 460 arkadaşı<br />
vardı!<br />
Ağır ağır, eskiden yeniye doğru, Nilden için yazılanları<br />
okumaya başladım... Ve bugün hâlâ, 24 Ocak 2012<br />
itibariyle, yani ölümünün üzerinden 3 küsur<br />
ay geçmişken, okumaya devam etmekteyim,<br />
çünkü Nilden’in facebook’taki sayfası,<br />
capcanlı bir yer: ‹stisnasız HER gün birileri<br />
hâlâ Nilden’in facebook’taki duvarına bir<br />
şeyler yazmakta, fotoğraflar, videolar,<br />
müzikler yüklemekte... Nilden için.<br />
Nilden’in duvarına yüklenenler, başsağlığı<br />
niteliğinde formalite mesajlar değil. Bu<br />
insanların pek çoğu, Nilden için “my<br />
best friend” tanımını yapıyor. ‹şin<br />
bir boyutu: Nilden’in ölümünden bu yana, kendini hâlâ<br />
toparlayamamış yüzlerce insan, haftalardır ağlıyor...<br />
“Hiç, dostu var mıydı?”ymış! Hayatta galiba en çok,<br />
“bulutların üzerinde gezer”, “ortalıkta görünmeyi<br />
sevmez, kendini geri planda tutar” diye tanımladıklarımın<br />
gücünden korkmalıymışım. Yanıltıcı yüzeylerin altında<br />
nelerin, ne tür dinamiklerin fokurdadığını kestirmek<br />
demek ki bazen ne kadar zor!<br />
Nilden’le Ocak 2008’de servis aracında çekilen bazı<br />
fotoğraflarımızı yükledim facebook’a geçenlerde.<br />
Nilden’in (tabii ki hiç tanımadığım) iki arkadaşı (biri<br />
Amerika’da, diğeri Finlandiya’da) beni arkadaş olarak<br />
eklediler. Amerikalı olan, bana “O bir evliyaydı. ‹çi ve<br />
dışı güzel bir insandı. ‹yi ki o fotoğrafları yüklediniz;<br />
fotoğrafları o kadar az ki. Gelecek yaz ‹stanbul’a<br />
gelip onu ziyaret etmek niyetindeydim; 2013 yazında<br />
da Nilden beni ve kocamı ziyaret edecekti. Perişan<br />
vaziyetteyim. Onun sesini hiçbir zaman duyamayacağım<br />
için (nasıl bir sesi vardı? Tiz mi? Pes mi?) ve saçlarını<br />
hiçbir zaman kesemeyeceğim için (ben bir kuaförüm)<br />
acı içindeyim. Vaktiniz oldukça, onunla ilgili anılarınızı<br />
benimle paylaşır mısınız?” diye tercüme edebileceğim<br />
bir mesaj yazdı.<br />
Stephen adlı bir adam, istisnasız her gün, Nilden’in<br />
duvarına Nilden için bir müzik yüklüyor.<br />
Dünyanın dört bir yanından birbirini hiç tanımayan<br />
yüzlerce insan, Nilden’in facebook’taki sayfasını canlı<br />
tutuyor, bu sayfa üzerinden birbiriyle dost oluyor. Burada<br />
Nilden, bir azize mertebesinde. (“Saint” kelimesi sık sık<br />
telaffuz ediliyor). ‹nsanlar haftalarca her gün burada<br />
Nilden’i ziyaret ederek bir mum eşliğinde ağıtlar yaktılar.<br />
Ama Nilden’in sayfası, artık ağıt yakılan bir yer olmaktan<br />
çıktı. Nilden’in duvarı, hayvan ve doğasevenler için<br />
adeta bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.<br />
‹tiraf edeyim, Nilden’in hoşlanacağı bir fotoğraf veya<br />
video elime geçtiğinde, ben de Nilden’in duvarına<br />
yüklüyorum. Hoşuma gidiyor. Nilden’in gitmediğini<br />
hissettiriyor. Derin merhametiyle, hayvan sevgisiyle,<br />
adaletsizliğe olan tahammülsüzlüğüyle meğer ne kadar<br />
çok insana dokunmuş Nilden! Doğa hakları konusunda<br />
meğer facebook âleminde ne ünlü bir militanmış!<br />
Duvarına yazanlar, Nilden’in çocuksu masumiyet<br />
dilinde, “Nildence” konuşuyorlar.<br />
Örneğin, sevimli hayvanları<br />
“tootsie” diye seviyorlar. Burası,<br />
Nilden’in dünyası hâlâ.<br />
Burada entelektüel tartışmalar<br />
dönmüyor – ama hangi azize,<br />
entelektüeldir ki? Azizler ve<br />
azizeler merhametleriyle, sevgi<br />
dolu oluşlarıyla, saflıklarıyla<br />
sevilir. Onlara inanılır.
05<br />
Nilden’in Facebook duvarı, hayvan ve doğasevenler için adeta<br />
bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.<br />
Gerçek azizeler kendi değerlerini bilmezler bile. Nilden de<br />
bilmiyordu – veya ben bilmediğini sanıyorum. Ama tabii,<br />
ben ne biliyorum ki? Onu ne kadar tanıyorum ki? Onun<br />
hakkında herhangi bir iddiada nasıl bulunabilirim ki?<br />
Sonuçta, ben onun sadece iş arkadaşıydım – yani<br />
gündelik, sıradan, ikincil (belki üçüncül veya dördüncül<br />
veya sonuncul; nereden bilebiliriz?) derecedeki hayatının<br />
– etten-kemikten, yerine göre hoyratlıklarla, kabalıklarla,<br />
acımasızlıklarla dolu gündelik hayatın– bir parçasıydım.<br />
Nilden’in hâlâ yasını tutan, muhtemelen birincil ve gerçek<br />
dünyasındaki dostları ise Nilden’in her fotoğrafında<br />
onun güzelliğini en saf haliyle görebiliyorlar. Nitekim<br />
kediler, köpekler, bir insana sevgiyle bağlanırken “aman<br />
ne güzel kadın, ne hokka burnu var” veya “aman ne<br />
yakışıklı adam, boya-posa bak” diye düşünmezler ki.<br />
Onlar o insandaki “öz”ü görürler.<br />
Şurası bir gerçek ki, facebook’ta kendine yarattığı sığınakta<br />
onu giderek azizelik mertebesine yükselten “gerçek”<br />
hayatındaki dostları, “merhumeyi nasıl bilirdiniz?”<br />
sorusuna, kampüste ona ara ara yemekhanede,<br />
koridorlarda rastlayıp sadece selamlaşmış fakat onunla<br />
yolları gerçek anlamda kesişmemiş kişilerden çok<br />
ama çok farklı cevaplar vereceklerdir. Bu cevaplardan<br />
bazılarını aynen kopyalayıp yapıştırıyorum; başka söze<br />
gerek yok:<br />
--“In my eyes, and many others, you were one of the<br />
most caring people on Facebook.”<br />
--“Your compassion had no boundaries. Love you and<br />
miss you dearly, Nildy♥”<br />
--“ Hello Everyone Hello Nilden. I’m just posting up<br />
music on this page to remind us how beautiful Nilden is.<br />
I hope im not overloading with music. I just want Nilden<br />
and you all to enjoy it ♥♥♥♥♥. Light and Love to you all.<br />
-- Dear Nilden, We may not know where you have gone,<br />
but your energy knows no boundaries. Miss you xoxo<br />
Cara<br />
-- nilden you will indeed be missed - your kindness and<br />
love for the earths inhabitants spoke volumes. watch<br />
over us all my dear x<br />
Stephen Max<br />
-- Nilden. You are and always will be a legend. For every<br />
animal bird wild life and sea life that i see, i will always<br />
think of your kindness. And you are a beautiful soul. Your<br />
spirit will always be around us each and every day. RIP<br />
Dear friend. ♥♥♥♥♥♥♥♥♥ Hugs.<br />
Sanna Vesterinen<br />
-- My life is so empty without you. I miss you so much!<br />
You were one of my best fb friends and I’ll miss your<br />
daily cute photos and writings. I saw you in my dream. It<br />
felt so real. You were so calm and happy and you smiled<br />
to me. I hope that you don’t have pain anymore. Rest in<br />
peace my angel. I wish that you are with all dolphins,<br />
wales and all cute animals now. They need you.. And<br />
we’ll need you too. Your memory lives always in my heart<br />
and mind. Thanks Nilden. You were so good friend.. And<br />
I can’t stop crying.. This hurts so much. I can’t believe<br />
it’s true. This is so wrong.. Take care. I love you my dear<br />
friend ♥<br />
Kathleen Troyer<br />
I know exactly how you feel. :[ How lucky we are to have<br />
crossed Nilden’s path and to be counted among her<br />
friends. She was just one person in the world, but she<br />
meant the world to us. This hurts so bad--<br />
-- I never met a more beautiful soul in all my life. Love<br />
you Nilden!!<br />
-- I miss you, so do countless others who were fortunate<br />
to meet you. Love always. You’re never far away from<br />
our thoughts.<br />
-- She loved us all. She loved the earth, our home. She loved<br />
animals, our fellow earthlings. She had a wonderful heart<br />
that loved too much and simply could not keep up. She<br />
loved us all...she gave us her heart, we’ll carry it with us.<br />
xo
Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…<br />
Rembrandt ve Çağdaşları<br />
Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılında,<br />
“Hollanda Sanatının Altın Çağı” Türkiye’de sergileniyor.<br />
10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı<br />
Müzesi (SSM), Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik<br />
ilişkilerin 400. yılının kutlanacağı 2012’de, dönemin en<br />
kapsamlı sergisini sanatseverlerle buluşturuyor. 22<br />
Şubat’ta açılan sergide, Rijksmuseum ile dünyanın önde<br />
gelen özel koleksiyonlarına <strong>ait</strong> olan eserler, Türkiye’de<br />
ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Sergide, Rembrandt’ın yanı<br />
sıra; Hollanda resminin en önemli isimlerinin bulunduğu<br />
59 sanatçıya <strong>ait</strong> 73 tablo, 19 desen ve 18 obje olmak üzere<br />
toplam 110 eser yer alıyor. Türk ve Hollanda hükümetlerinin<br />
diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergi, Türkiye’de<br />
faaliyet gösteren önemli Hollandalı şirketlerin desteğiyle<br />
gerçekleşiyor. Ana sponsorluğunu Sabancı Holding ve<br />
ING Bank’ın yaptığı serginin bir diğer sponsoru da Philips.<br />
Unilever ve Shell’in katkılarıyla gerçekleşen serginin<br />
hizmet sponsorluğunu ise Grand Hyatt ve Park Hyatt<br />
‹stanbul-Maçka Palas Otelleri ile KLM Hollanda Kraliyet<br />
Havayolları üstleniyor.<br />
Sergide ayrıca; yüzyıllar boyunca karanlık bir figür olarak<br />
kalan, eserleri uzun süre başka sanatçılara atfedilen,<br />
yalnızca 35 eseri bilinmesine rağmen, dönemin en büyük<br />
isimleri arasında gösterilen Vermeer’in “Aşk Mektubu”<br />
adlı eseri de yer alıyor. Frans Hals, Jan Steen ve Jacob<br />
van Ruisdael gibi pek çok büyük ismin eserlerinin<br />
ağırlandığı sergi; dünya resim tarihinin en heyecan verici<br />
dönemlerinden biri olan Hollanda Sanatının Altın Çağı’nı,<br />
tüm ihtişamıyla gözler önüne seriyor. 10 Haziran’a dek<br />
sürecek sergide, Hollanda Sanatının Altın Çağı’na dair<br />
06<br />
Gerrit Adriaensz Berckheyde (Haarlem 1638 – Haarlem 1698)<br />
Herengracht’ta Altın Dönemeç, Amsterdam, 1671-72<br />
Pano üzerine yağlıboya, 42,5 x 57,9 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-5003<br />
şehir hayatı, portreler, natürmortlar, denizaşırı güç ve<br />
ticaret gibi ana temaların hepsi yansıtılacak.<br />
Türkiye’de düzenlenen ilk kapsamlı Hollanda sanatı<br />
konulu sergide, dönemin atmosferi ve sanata yansıması<br />
geniş bir çerçeve ile ele alınıyor. 17. yüzyılda denizaşırı<br />
ticaretin getirdiği refah ile bilim ve sanat dallarında<br />
Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen<br />
Hollanda toplumuna, kent ve kırsal kesimdeki yaşama<br />
usta ressamların gözünden bakarak ışık tutan sergide,<br />
Avrupa tarihinin en dinamik dönüşümlerinden biri<br />
resimlerle vücut buluyor.<br />
Eserler, bu kapsamda, dönemin ekonomik ve toplumsal<br />
devinimleri ile ilgili pek çok öykü de anlatıyor. Örneğin<br />
sergilenen eserlerden “Delftware” olarak adlandırılan ve<br />
Delft şehrinde üretilen seramiklerin ilk dönemde özgün<br />
bir üslup sergilerken, daha sonra Çin porselenlerini<br />
taklit eden bir tarza bürünmesinin ardındaki hikaye,<br />
sanatın dönemle ilgili söyleyebileceklerinin somut<br />
örneği olarak sergide izlenebilecek. Diplomatik ilişkilerin<br />
sanata yansımasının bir diğer örneği de, sergideki lale<br />
desenlerinde görülebilecek.<br />
Sergi kapsamında; pek çok belgesel ve film gösterimi,<br />
eğitim faaliyeti organize ediliyor. Çocuklara yönelik atölye<br />
çalışmalarının yanı sıra, yetişkin ziyaretçiler için çeşitli<br />
konferans ve seminer programları da düzenlenecek.<br />
Nisan ayında gerçekleşecek etkinliklerden “Rembrandt<br />
or Not” başlıklı bilimser seminer, tarihi eserlerin otantikliği<br />
konusu üzerine dünyaca ünlü konservasyon uzmanları ve<br />
sanat tarihçilerini ağırlayacak.
07 25<br />
Rembrandt Harmensz van Rijn<br />
(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)<br />
Portre, Haesje Jacobsdr van Cleyburg (1583-1641),<br />
Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Ei, 1634<br />
Oval pano üzerine yağlıboya, 68,6 x 53,4 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-4833<br />
Michiel Jansz van Mierevelt (Delft 1566 – Delft 1641)<br />
Portre, Henrick Hooft (1617-1678), 1640<br />
Pano üzerine ya¤lıboya, 69,7 x 60 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-1250<br />
Rembrandt Harmensz van Rijn<br />
(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)<br />
Portre, Dr. Ephraïm Bueno (1599-1665), 1646 civarı<br />
Pano üzerine yağlıboya, 19 x 15 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-3982<br />
Kuzey Hollanda<br />
Bir Çift Dü¤ün Eldiveni, 1622<br />
Oğlak derisi, ipek, saten, altın sırma, tatlı su incileri,<br />
uzunluk yak. 24 cm<br />
Rijksmuseum, env. BK-1978-48-A/B<br />
Delft<br />
Baharat Kutusu, 1660-80<br />
Seramik, yük. 19,5 cm<br />
Rijksmuseum, env. BK-NM-9529<br />
Kuzey Hollanda<br />
Kırk Dört Toplu Hollanda Sava Gemisi, 1648<br />
Ihlamur ağacı ve diğer malzemeler, uzunluk 106 cm<br />
Rijksmuseum, env. NG-NM-9358<br />
Abraham van den Tempel<br />
(Leeuwarden 1621/22 – Amsterdam 1672)<br />
Portre, David Leeuw (1631/32-1703), Amsterdamlı<br />
Tüccar ve Ailesi, 1671<br />
Tuval üzerine yağlıboya, 190 x 200 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-1972<br />
Jan de Bray<br />
(Haarlem 1626/28 – Amsterdam 1697)<br />
Aziz Luka Loncası Yöneticileri, Haarlem, 1675<br />
Tuval üzerine yağlıboya, 130 x 184 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-58<br />
Gerard Houckgeest<br />
(Den Haag 1600 – Bergen op Zoom 1661)<br />
Delft’te Oude Kerk Kilisesinin ‹çi, 1654<br />
Pano üzerine yağlıboya, 49 x 41 cm<br />
Rijksmuseum, env. SK-A-1584
Bilinmeyen Yönleriyle<br />
SU Çalışanları<br />
Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi<br />
Sabri Sayarı, Robert Koleji’ni bitirdikten<br />
sonra eğitimine Amerika’da Colombia<br />
Üniversitesi’nde ekonomi okuyarak devam<br />
etmiş ve aynı üniversitede siyaset bilimi<br />
doktorası yaptıktan sonra Türkiye’ye dönerek<br />
Boğaziçi Üniversitesi’nde epeyce uzun<br />
bir süre öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.<br />
Bu sürecin ardından Amerika’ya dönen ve<br />
bir takım düşünce kuruluşlarında çalıştıktan<br />
sonra, 1994-2005 yılları arasına Georgetown<br />
Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları<br />
Enstitüsü’nün başına geçen Sayarı, burada<br />
aynı zamanda dersler de vermiştir. 2005 senesinde<br />
Türkiye’ye dönmesiyle beraber Sabancı<br />
Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü<br />
olarak görev yapmaya başlamıştır. Kendisi<br />
2011 Aralık ayında düzenlenmiş Emeritus<br />
Töreni’yle beraber “Emeritus Öğretim Üyesi”<br />
ünvanını almış olup, Sanat ve Sosyal Bilimler<br />
Fakültesi’nde hala öğrencileriyle ve meslektaşlarıyla<br />
beraberliğini sürdürmektedir.<br />
Bahsettiğimiz yoğun akademik geçmişin bu<br />
üretken insanın hayatının büyük bir kısmını<br />
kapsadığı düşünüldüğünde, bir çoğumuzun<br />
şikayet ettiği yoğun yılların Sayarı’nın da hayatının<br />
bir parçası olduğu çok açık. Fakat onu<br />
farklı kılan, bu yoğun tempoda kendine kaçacak<br />
bir köşe yaratmış olan sanatsever yapısı.<br />
08
09<br />
nsanlar vakitleriyle ilgili sıkıntılarından yola çıkarak<br />
hobi sahibi olamadıklarından bahsediyorlar. Bu<br />
problemin üstesinden gelmiş biri olarak söyleyebilir<br />
misiniz acaba bu işin sırrı nedir? Ayrıca hobinizle kaç<br />
yıldır içli dışlısınız?<br />
Bu hobiyle uzun yıllardır içli dışlıyım. Benim önceleri<br />
pop müziğe-gençliğimde, lise yıllarımda, o zamanların<br />
pop müziğine-merakım vardı. Hatta kendi grubum vardı.<br />
Sonra giderek caz müziğine merak saldım ve hakikaten<br />
caz müziğini çok severim. Dinlemesini, izlemesini… Bir<br />
yandan da kendi kendimi geliştirmeye çalıştım. Hem<br />
müzik dinleyicisi olarak hem de davul çalma konusunda…<br />
Sonra Sabancı Üniversitesi’ne geldiğim zaman<br />
buradaki öğretim üyesi birkaç arkadaşla beraber bir<br />
grup kurduk. Rektör devir teslim töreni yapılıyordu Tosun<br />
Bey’den Nihat Bey’e geçtiği zaman. O törende de<br />
çok kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda çaldık. Bizim<br />
için de sürpriz oldu; biz orada akademik cübbelerimizle<br />
bekliyorduk falan. Sonra sahneye çıkınca onları<br />
çıkardık ve çalmaya başladık. Hele ben bu kadar yaşlı<br />
bir davulcu olarak büyük sürpriz oldum dinleyiciler için.<br />
Güler Hanım da oradaydı, o da şaşırmış Sabri Bey’in<br />
orada ne işi var diye. Çok zevkli bir şey benim için. Bir<br />
kere şu bakımdan zevkli; burada bütün gün dersler, öğrenciler,<br />
makaleler vs derken, akşamüstü gidip –garajın<br />
oradaki Hangar’da- iki saat gürültü, patırtı yapmak çok<br />
rahatlatıcı geliyor insana. Ben çok seviyorum ancak<br />
tabii ki iddialı bir davulcu falan değilim, tamamen hobi<br />
olarak yapıyorum. Bir ara buradan ders almaya çalıştım<br />
ancak vaktim yetmedi ve bırakmak zorunda kaldım.<br />
O halde sizin sırrınız bu keyifli hobinizi hayatınıza entegre<br />
etmiş olmanız. ş çıkışlarınızda veyahut haftada<br />
bir gün bile olsa buna vakit ayırıyorsunuz. Bir tür kaçış<br />
noktası gibi. Peki profesyonel anlamda müzik üzerine<br />
bir kariyer hayaliniz oldu mu?<br />
‹dealimdi… Hoca olmak yerine caz davulcusu olsaydım<br />
dediğim oldu… Eğer Amerika’daki yıllarımda derslerden<br />
vakit bulup oradaki caz otoritelerinden dersler<br />
alabilseydim çok farklı olurdu. Derslere gömüldüm çok.<br />
Ama aklımda kalmıştı. Ya davul, ya saksafon... Yani hayranım.<br />
Ferit Odman var belki tanıyorsunuz, Kerem Görsev<br />
Trio’da çalıyor. Onu dinlerken tüylerim diken diken<br />
oluyor. Kitlenip kalıyorum. Türkiye’nin en iyilerinden biri<br />
olduğunu düşünüyorum. Akademik hayatımdan memnunum<br />
tabii ki fakat öbür tarafın eksik kaldığını düşünüyorum.<br />
Orada da daha ciddi bir şeyler yapabilmek<br />
isterdim.<br />
Peki bunun fiziksel ve ruhsal anlamda rahatlatıcı olmasının<br />
haricinde, dinamizm verdiğini hissettiğiniz<br />
oluyor mu? Daha çok yoruluyor musunuz yoksa dinçlik<br />
mi hissediyorsunuz?<br />
Gayet iyi hissediyorum. Bir kere insanı kitaplardan çıkarıp<br />
bambaşka bir yere götürüyor. Orada yapılan iş,<br />
çıkan ses, söylenen şarkı… Heyecanlandıran, neşelendiren<br />
bir şey…<br />
Müzik tarzının da böyle hissetmenize etkisi büyük anladığım<br />
kadarıyla. Yalnızca enstrümanınız değil sizde<br />
bu hissiyatları yaratan…<br />
Tabii ki öyle. Ben cazı nereden kaptığımı söyleyeyim<br />
size. O zamanlar Amerika’nın Sesi Radyosu vardı.<br />
Amerika’dan cızırtılı bir şekilde o gürültü patırtı içerisinde<br />
dinlemeye çalışırdık.
Aslında eserlere erişim konusunda artık hiçbir sıkıntı<br />
kalmadı ancak dinlerken anlamak belli bir eğitim gerektiriyor.<br />
Bu kendi kendinizi eğitmek de olabilir tabii<br />
ki… Müziği bir kitap gibi görmeliyiz belki de. Öyküsü<br />
olan bir şey…<br />
Aynen öyle. Müziği tanımaktan çok daha fazlasıdır anlamak.<br />
Tabii ki. Klasik müzik hele başlı başına medeniyetlerin<br />
gelişiminin bir parçası... Benim daha çok sevdiğim<br />
caz müzik ise Amerika’daki siyahların kendi yarattıkları<br />
bir müzik. Kültürel çağrışımlardan çıkan bir şey… Sonradan<br />
beyazlar da işe katılmışlar Amerika’da. Özellikle<br />
Amerika’nın güneyinde…<br />
Biraz politik, sosyolojik yanları da var sanırım…<br />
Evet. Bazı türleri öyledir. Blues denilen tamamen aşk<br />
edebiyatı üzerine gider. Ama Miles Davis’ler falan çığlık<br />
atıyor gibi sesler çıkarırlar. Dolu doludur. Ama tabii<br />
ki günümüzde artık beyazlar da bu işin içinde, herkes<br />
cazla meşgul. Zaman içerisinde değişik caz türlerine<br />
geçtim ben. Dixieland zamanında severdim, son zamanlarda<br />
daha çok kadın vokalistler hoşuma gidiyor. Mesela<br />
Stacey Kent diye biri var. Gelecekmiş, konseri varmış<br />
yine Türkiye’de, duyunca çok sevindim. Stacey’nin<br />
geçen seneki konserinde 2 saatimi hayranlıkla geçirdim<br />
‹KSV’deki salonda. O tür cazı çok seviyorum. Daha yırtıcı<br />
olan sesleri geçmişte daha fazla severdim. ‹nsanın<br />
zevki değişiyor. Bu sene yazın yapılmış olan caz festivali<br />
çok iyiydi. Orada ben iki-üç tane konsere gittim.<br />
Herbie Hancock kendi grubuyla geldi, o çok iyiydi. Dee<br />
Dee Bridgewater çok iyiydi. Bu caz festivali muazzam<br />
bir şey. Amerika’da bile bu kadar iyi isimleri bir arada<br />
bulamazsınız. Oldukça iyi isimler geliyor. Bunlar birinci<br />
sınıf insanlar. Caz meraklılarına önerim, öncelikle yazın<br />
gerçekleştirilen festivalin etkinliklerine mutlaka gitmeleri.<br />
Çok çok önemli insanlar gelip gidiyor ve de bayağı<br />
seyirci var. Türkiye’de de artık bu işe meraklı olan insanların<br />
olduğu anlaşılıyor. Ama ben gerçek bir Stacey<br />
Kent hayranıyım. Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum.<br />
Arada mesajlar yolluyorum. Türkiye’de geçen yılki<br />
konserinde hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve yanına<br />
gittim, bir arkadaşımdan fotoğrafımızı çekmesini rica<br />
ettim. Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki. Great American<br />
Songbook şarkılarını gayet iyi söyleyen birisi. Great<br />
American Songbook şarkıları, Cole Porter zamanından<br />
kalan klasikler. Bu şarkıları değişik kişiler icra ediyorlar.<br />
Sizin de bahsettiğiniz önemli müzisyenlerimizden biri<br />
olan Kerem Görsev ile sahne alan Fatih Erkoç hakkında<br />
ne düşünüyorsunuz?<br />
Fatih Erkoç’u çok beğeniyorum. Ben onu Bodrum’da<br />
dinliyorum Marina Yacht Club’da. ‹ngilizce icrası da<br />
mükemmel. Bodrum’da çalıştığı orkestra kendi orkestrası<br />
sanırım, orkestrası da mükemmel. Ilhan Erşahin de<br />
çok başarılı mesela. Saksafon çalıyor ve oldukça yetenekli<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Çok gururlanıyorsunuzdur değil mi sizin bu kadar emek<br />
verdiğiniz bir müzik türünde Türkiye’de bunca başarılı<br />
müzisyenlerin olduğunu görünce…<br />
Valla gururlanıyorum ancak bir yandan da kıskanıyorum.<br />
Ben niye böyle olamadım diye… Amerika da tabii<br />
bu seviyelerde müzik yapan yüzlerce insan var ancak<br />
Sabri Sayarı
11<br />
Ben gerçek bir Stacey Kent hayranıyım.<br />
Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum.<br />
Arada mesajlar yolluyorum.<br />
Türkiye’de geçen yılki konserinde hiç<br />
yapmayacağım bir şey yaptım<br />
ve yanına gittim, bir arkadaşımdan<br />
fotoğrafımızı çekmesini rica ettim.<br />
Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki.<br />
Great American Songbook şarkılarını<br />
gayet iyi söyleyen birisi.<br />
özellikle nefesli enstrümanlarda Türkiye’de bir bolluktan<br />
söz edemiyoruz. Yeni yeni çıkmaya başladı… Bizim<br />
kültürümüzde ritme yatkınlık vardır. Davulcular çoktur.<br />
Bizim müziğimizde ritim duygusu çok gereklidir çünkü.<br />
Biz de piyanist çıkıyor, davulcu çok çıkıyor, ancak nefesli<br />
sazlarla ilgilenen ya da ilgilenmeye başladıktan<br />
sonra bu konuda istikrarlı davranan çok az.<br />
Dünden bugüne Sabri Sayarı:<br />
• Sırasıyla; Klasik piyano – Pop Davul – Caz Davul<br />
• Lise yıllarında ne dinliyordu? The Platters, Elvis Presley,<br />
Bill Haley and the Commets<br />
• Biraz daha sonraki dönemlerde neler dinliyordu:<br />
ABBA, Sting, Pink Floyd, Queen, Bee-gees<br />
• imdi: Kadın vokal ağırlıklı caz müzik; Stacey Kent<br />
Sabri Bey’den caza dair ipuçları:<br />
• Dixieland ve türevleri bir başlangıç noktası olabilir.<br />
• Blues eserleri ikinci aşamada tercih edilebilir.<br />
• Avangarde Caz – Miles Davis jenerasyonu, biraz<br />
daha kulak tırmalar.<br />
• Grup olarak tercihim hep Dave Brubeck Quartet. –<br />
Müthiş davulcu: Joe Morello<br />
• MJG (Modern Jazz Quartet) – Cazı klasik müzik gibi<br />
icra ederler<br />
• Belgesel: History of Jazz – 1900’lerden başlar, günümüze<br />
kadar gelir.<br />
• Film Müziği: Paris’te Bir Gece- Woody Allen; New<br />
York’ta bir gece kulübünde klarnet çalar haftada bir<br />
gün hobi olarak. Bu kadar tanınmış bir rejisör olarak<br />
böyle bir şeye vakit ayırması çok etkileyici.<br />
Kendi sözcükleriyle Sabri Sayarı:<br />
• Genç ruhlu<br />
• Yeni şeyler denemeye meraklı<br />
• Köpeksever
+1 Bu da Benim Artım<br />
Kerem Koç / Mekatronik 2006 Mezunu<br />
Artı Bir Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından bir öğrencinin daha faydalanması<br />
için “Ben de varım!” diyenlerin kampanyasıdır. Kampanya gelirleri, Burs Fonu’na<br />
aktarılarak, ihtiyaç sahibi bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nde okuması<br />
için kullanılacaktır. “Bu da benim Artım!” diyerek desteğinizi gösterin!<br />
Sabancı Üniversitesi’nin size kattığı artıyı anlatacağınız<br />
kısa bir video’yu ya da cümleyi paylaşabilir, bağış<br />
yapabilir, artı bir ürünlerinden satın alabilirsiniz.<br />
Kampanyaya katılmak için: http://www.artibir.org/<br />
2011 ilkbaharı… Salih Bey (Arıman) ve Şule Hanım<br />
(Yalçın) ile birlikte, Karaköy ‹letişim Merkezi’nde<br />
toplantıdayız. SÜMED Yönetim Kurulu’ndan Tunç ve<br />
Esen var. Konu SÜMED hakkında hedeflerimiz. Her<br />
zaman destekleriyle yanımızda olan, bu iki değerli SU<br />
yöneticisi, bizi kırmamışlar. ‹şlerimiz yoğun. SÜMED<br />
gönüllüleri olarak kampüse sık gidemiyoruz diye,<br />
akşamlarını bize ayırmışlar. Konu mezunlarımızın<br />
SU Burs Fonu bağış konusundaki geri bildirimlerine<br />
geliyor. Her zaman kafamda olan fikri çıtlatıveriyorum.<br />
“SU Burs Fonu için mezun iletişimini biz yapalım.<br />
SU öğrencisi için bağış yapılacaksa ve bu bağışı SU<br />
mezunu yapacaksa, isteyen de SU mezunu olmalı!”<br />
Salih Bey ve Şule Hanım fikri beğeniyor, peki ama<br />
nasıl? Bu sonraki toplantının konusu…<br />
Sonraki bir araya gelişimizde heyecan doluyum,<br />
kafamda fikirler uçuşuyor. Bir yandan iş maliyetli<br />
ama sorun değil diyoruz. SU mezunları ne<br />
güne duruyor? Hepimiz bir yerinden tutarız.<br />
Projeyi anlatıyorum, Salih Bey hemen<br />
elini omzuma atıyor, “Kerem kardeim”<br />
diyor, “Her zamanki gibi arkanızdayım!”<br />
Bu motivasyonla hemen işe koyuluyorum.<br />
Uzun zamandır görüşmediğim, iletişimci<br />
SU mezunlarını arıyorum. “Tabii ki<br />
varım!” demeyen yok. Sıla’nın (Nur<br />
Işık’07) “Artı Bir” ismini bulmasıyla iş<br />
daha da keyifli hal alıyor. Bir hafta sonu;<br />
Kemal (Arslan’04), Melih (Özgüle’08),<br />
Tamay (Kiper’09), Onur (Okudan’10),<br />
Can (Fakıoğlu’06), Tunç (Acarkan’06)<br />
ve ben kampüsteyiz. Videolar çekiliyor.<br />
Sabahlara kadar Ataman’la (Girişken’10) kod yazıyoruz.<br />
Sıla’dan tasarımlar geliyor. Sanem (Güler’07) ürünleri<br />
tasarlıyor. Daha hiçbir şey ortada yokken, Ahmet<br />
Fatih (Sarıçiçek’09), Akdes (Serin’06), Sıla, Behiye<br />
(Bilgin’05) dünyanın dört yanından videolarını<br />
yolluyorlar. Erbil (Aşkan’05) bardakları üretiyor.<br />
‹şin en zora girdiği, umutsuz günlerde bir başka<br />
SU yöneticisi Berna Hanım (Özkul) yetişiyor. SU<br />
iletişim departmanı da tüm gücüyle bize destek<br />
oluyor. Betül (Çamyar Karasinan’06) projeye<br />
dahil oluyor. Her yerde SU mezunu… Mobil<br />
ödemeye gidiyoruz, Ayhan (Şimşek) destek oluyor.<br />
Defterler geliyor. Standımız hazır, web sitesi yayında.<br />
‹ncifer (Gülle’06), bannerları hazırlıyor. Biricik SÜMED<br />
Ofisi çalışanları Fatih (Mehmet Akdan) ve Merve<br />
(Tokgön) ile SU Kaynak Geliştirme Yetkilisi Ayla Hanım<br />
(Gürleyen) işin başından sonuna hep yanımızda.<br />
Yeni yıl geliyor, kar yağmıyor ama dünyanın dört bir<br />
yanına kartpostallar yağıyor.<br />
Ve ite Artı Bir karınızda...<br />
Herkesin eline sa¤lık!<br />
Defterler kapı kapı! Herkes hayran...<br />
Bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nin bu güzel<br />
dostluk ortamında, Türkiye’nin en kaliteli eğitimini<br />
alması için küçük +1’lerin toplanmasıyla ortaya çıkan<br />
büyük proje! Herkesin yüzü gülüyor.<br />
Bu dayanıma ruhuna, siz de küçük +1’inizi eklemeyi<br />
unutmayın.
13<br />
+1’i Yaratanlar<br />
KEREM KOÇ’06<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Artı Bir benim için Sabancı Üniversitesi’nin<br />
hayatıma kattığı her şey demek! Sabancı<br />
Üniversitesi’nin hayatıma kattıkları sayısız…<br />
Tanıdığım değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin<br />
önemli akademisyenleriyle diyalog içinde bir eğitim,<br />
kendimi geliştirme imkânı… Artı Bir benim için<br />
tüm bunlara bir vefadır. Küçük, kendi kabuğunda<br />
kampüsümüzün içinde yaşanan dostlukları hatırlamak,<br />
başkalarına da hatırlatmaktır.<br />
Artı Bir ekibi nasıl doğdu?<br />
SU Mezunları Derneği’nde, SU mezunları olarak bizleri<br />
birleştiren değerlere eğiliyoruz. Ortak değerlerimizi,<br />
bizler için anlam ifade eden kavramları yaşatmanın,<br />
bağlarımızı kuvvetlendirmenin yollarını arıyoruz.<br />
Sonuç olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitesinin<br />
mezunlarıyız. Bizlerden sonra gelenlerle de<br />
kendi dönemlerimiz arasında köprüler kurmak ve<br />
bağları güçlendirmek istiyoruz. Bu noktada, SU<br />
yönetimi ile yaptığımız görüşmeler sonucunda,<br />
mezunlar olarak biz emeğimizi koyduk, onlar da<br />
desteklediler. Böylece Artı Bir ortaya çıktı. Daha<br />
uzun yıllar sürecek bir değeri markalaştırmış olduk.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
Artı Bir projesi için ekip olarak hepimiz özveriyle çalıştık.<br />
Ben projenin koordinasyonuyla uğraştığım için her taşın<br />
altından çıktım diyebilirim. Sahada ayak basmadığımız<br />
yer kalmadı.<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
Ben araştırmayı, öğrenmeyi, parçaları bir araya<br />
getirmeyi, bu anlamda hep meraklı bir çocuk olarak<br />
kalmayı seviyorum. Artı Bir’in duvarına da yazmıştım.<br />
SU’da benim Artı’m, istediğim her şeyi araştırıp<br />
öğrenebileceğimi öğrenmemdi. Ve tabi dostlarım…<br />
SILA NUR IŞIK’07<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Artı Bir benim için bir destek hareketinin<br />
parçası olmak, kısaca “ben de varım”<br />
demektir.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? /<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
SUMED, mezunlarına ulaşıp onları burs için bağış<br />
yapmaya davet etmek üzere bir kampanya yaratmak<br />
istiyordu. Bunun için de bu kampanyanın yaratım<br />
aşamasında benden fikir yardımı istediler. Ben de<br />
eskiden üniversitenin internet forumlarında kendi<br />
aramızda kullandığımız “+1” kavramını bir kampanya<br />
haline getirmenin, mezun öğrencilere ulaşmak için<br />
samimi bir yol olacağı düşündüm. Bu tanıdık kavramdan<br />
yola çıkarak projenin ismini önerdim ve ajansımla<br />
beraber çalışarak +1 logosunu ve web sitesinin<br />
tasarımını yarattım.<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı artıları günden<br />
güne karşılaştığım olaylarda ve girdiğim ortamlarda<br />
kendi içimde keşfetmeye devam ediyorum. Bununla<br />
birlikte, en öne çıkan artılarımın, dünya görüşü olan<br />
bir birey olarak yetişmem ve her ortamda bu şekilde<br />
kendimi gösterebilmem olduğunu düşünüyorum.<br />
Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı bu sağlam kişilik<br />
değerlerinin bir yansıması olarak da bu değerli projede<br />
katkım olduğu için çok mutluyum.<br />
SANEM GÜLER’07<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Artı Bir benim için, başarılı öğrencilerin<br />
Sabancı Üniversitesi’nde, benim gibi burslu<br />
okumasına destek olabilmem için önemli<br />
bir fırsattır. Artı Bir sayesinde, dünyaya bakış açısını<br />
geliştirebilecek, hayatı boyunca özleyecek bir ortamda<br />
eğitim görebilme imkanına bir kişi daha sahip olacak.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
Artı Bir’e katkı için, mug ve t-shirt tasarımları, bunun<br />
yanısıra Artı Bir’e destek videoları için tasarım yaptım.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />
Ekibe, Sabancı Üniversitesi sayesinde tanıştığım<br />
arkadaşım Kerem Koç vesilesiyle dahil oldum. Bana<br />
projeyi anlattığında heyecanlandım, zihnimde pek çok<br />
fikir belirdi. Oturduk tartıştık ve gelişmesine katkıda<br />
bulundum.
SU’da senin artın neydi?<br />
Sabancı Üniversitesi’nde benim artım, merak ettiğim<br />
konuları araştırıp, pek çok farklı kaynaktan bilgi<br />
edindikten sonra kendi yorumumu oluşturmayı<br />
öğrenmemdi.<br />
CAN FAKOĞLU’06<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Kendimi SU mezunu olduğum ve böyle bir<br />
ayrıcalıkla hayata atıldığım için hep şanslı<br />
saydım. Artı Bir bu şansı paylaşmak, bir<br />
gencin daha muhtemelen hayatının en güzel<br />
yıllarını, olabilecek en iyi kampüste geçirmesine olanak<br />
sağlamak demek benim için.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
Artı Bir ekibi ile başarıyla devam eden “Bu da benim<br />
artım” videolarının tanıtımı için ilk viral videoları çektik<br />
ve yayına hazırladık.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />
Ekibe Kerem Koç vasıtası ile dahil oldum. Üniversite ve<br />
mezunlar arası iletişimi güçlendirmek adına güncel ve<br />
sıcak bir kampanya fikri ile yola çıkılmıştı, ben de kendi<br />
uzmanlık alanımda yardımcı olmaya çalıştım.<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
En büyük artım arkadaşlarım sanırım. Bu kadar farklı<br />
alanlarda eğitim görmüş ama birbirini bu kadar etkileyip<br />
zenginleştirmiş bir insan grubuna dahil olmak çok keyifli.<br />
BETÜL KARASNAN’06<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Artı Bir benim için; gün boyu üzerimde<br />
taşıdığım kurum kimliğinin altına giydiğim<br />
Sabancı Üniversitesi tişörtüdür.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
Artı Bir’in pazarlama iletişim araçlarının üretilmesine<br />
destek verdim.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />
Aslında Artı Bir’e tesadüfen dahil oldum. Sabancı<br />
Üniversitesi’nde Pazarlama Sorumlusu ve Artı Bir’in<br />
fikir babası Kerem Koç’la dönem arkadaşı olduğum için<br />
Artı Bir’in beni kolay bulduğunu söyleyebilirim.<br />
GÖZDE OTMAN’07<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
SÜMED sayesinde haberdar olduğum,<br />
Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından<br />
daha fazla öğrencinin destek almasına<br />
katkı sağlayacak, hızla başlayan ve gelecek<br />
vadeden bir kampanya.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
http://www.artibir.org/ adresinden satın alınabilen +1<br />
ürünlerinden, Artı Bir Wallpaper’ı tasarladım.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />
Kerem’in teklifiyle, “Ufak da olsa, çorbada benim de<br />
tuzum olsun” diye düşünerek, seve seve projeye dahil<br />
oldum.<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
Üniversite sınavının tercih yapan öğrencilere dayattığı<br />
meslek seçiminden bağımsız, istediğim dersleri<br />
seçerek, mühendis olacağımı zannederek girdiğim<br />
üniversitemden görsel iletişim tasarımcısı olarak mezun<br />
oldum. Programımı keyifle bitirdim ve severek çalıştığım<br />
kendi işimi kurdum. ‹şte bu da benim artım!<br />
ATAMAN GRŞKEN’10<br />
Artı Bir senin için nedir?<br />
Artı Bir benim için küçük yardımlarla ileride<br />
birçok Sabancı Üniversitesi öğrencisine<br />
büyük imkânlar sağlayacağına inandığım<br />
ve parçası olmaktan mutluluk duyduğum bir<br />
projedir.<br />
Artı Bir için neler yaptın?<br />
Artı Bir internet sitesinin yazılım aşamasında yer aldım.<br />
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?<br />
Daha önce farklı projelerde birlikte çalıştığım Sabancı<br />
Üniversitesi’nden arkadaşım Kerem’in, beni arayıp Artı<br />
Bir projesinden bahsetmesinden kısa bir sure sonra,<br />
Artı Bir ekibine dahil oldum.<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
Yurtdışında master yaparken, Sabancı Üniversitesi’nde<br />
aldığım eğitimin uluslararası bir düzeyde olduğunun bir<br />
kez daha farkına vardım, bu da benim Artı’m!<br />
SU’da senin artın neydi?<br />
Benim artım, kendini hem farklı hissetmek, hem de<br />
farklılıklara hoşgörü ile yaklaşabilmektir.
Mezunumuz Gözde Otman (VACD’07)<br />
nostaljik konseptli fotoğraf stüdyosu<br />
“GİYÇEK”i anlatıyor…<br />
15<br />
G‹YÇEK nedir?<br />
G‹YÇEK, nostalji konseptli ve kostümlü bir fotoğraf<br />
stüdyosu. “Nostaljik Foto¤raf Stüdyosu” olarak<br />
anılmasına rağmen, bence bir fotoğraf stüdyosundan çok<br />
daha fazlası. Amacım, nostalji konseptiyle eski fotoğraf<br />
stüdyolarına gönderme yaparken, kostümler ile fotoğraf<br />
çekimlerini çok daha ilginç ve keyifli bir hale getirmek.<br />
Kıyafetler ve aksesuarlar, ziyaretçilerimizin hayal<br />
gücünü harekete geçiren ve stüdyodan şen kahkahalar<br />
yükselmesini tetikleyen birer araç gibi.<br />
Stüdyo bünyesinde, ilk konsept olarak seçilen Osmanlı<br />
teması altında, 50’nin üzerinde kostüm, başlık, aksesuar<br />
ve mizansenleri tamamlayacak ud ve tef gibi enstrümanlar<br />
bulunuyor. Bu kostümlerle Osmanlı ‹mparatorluğu’nun<br />
heybetli padişahı, hanedanın yüksek rütbeli paşası,<br />
saraylı bir hanımefendi, keyf-i sefa içindeki haremin<br />
güzeller güzeli cariyesi, Göksu’da gezintiye çıkmış<br />
feraceli bir hanımefendi, şık bir Üsküdar katibi, isyankar<br />
ruhlu bir külhanbeyi ya da gözü pek bir yeniçeri kılığına<br />
girmek mümkün.<br />
Stüdyo kapısından giren on kişiden dokuzunun merakla<br />
sorduğu “Bu fikir aklınıza nereden geldi?”<br />
sorusu her gün ne kadar şanslı bir insan olduğumu<br />
hatırlatıyor bana. Üniversiteden mezun olduktan<br />
sonra; tasarım, fotoğraf ve nostaljiye olan ilgimin<br />
bana, yurtdışında birçok örneğini görüp beğendiğim<br />
ve deneyerek inanılmaz keyif aldığım, eski fotoğraf<br />
stüdyolarının ‹stanbul versiyonunu yaratma fikrini<br />
ve enerjisini verdiğini söyleyebilirim. ‹ki yılın sonunda<br />
da, rüzgarı arkama alıp yüreğimin götürdüğü<br />
yere emin adımlarla ilerleyerek ne kadar doğru bir<br />
başlangıç yaptığımı, ailemin ve dostlarımın desteğiyle<br />
bugünlere keyifle geldiğimizi görüyorum.<br />
Neden G‹YÇEK?<br />
Stüdyonun amacı, ‹stanbul’u ziyaret eden turistler<br />
için farklı bir anı fotoğrafı oluşturmak olduğu kadar,<br />
‹stanbullulara da eğlenceli bir deneyim yaşatmak.<br />
Tarihe karışmak üzere olan, stüdyoda kalabalık fotoğraf<br />
çektirme geleneğini tekrar canlandırarak, ziyaretçilerine<br />
hafıza kartları ya da cd’lerde unutulmaya yüz tutmuş<br />
fotoğraflar yerine, uzun yıllar keyifle hatırlayacakları bir<br />
deneyim ve saklayacakları bir fotoğraflar sunmak.<br />
Osmanlı dönemi kostümleriyle zamanda yolculuğa<br />
çıkaran stüdyo, yeni konsept ve kostüm taleplerinizi de<br />
değerlendiriyor. Konsept önerileri ve taleplerinizi info@<br />
giycek.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca, sizleri<br />
de Galata’da bulunan stüdyomuza bekliyoruz. Stüdyo,<br />
pazartesi hariç hergün 10:00-19:00 arasında açık. Birden<br />
çok kostüm giymek ya da fotoğraf almak isteyenlere<br />
olduğu gibi, Sabancı Üniversitesi öğrencilerine ve<br />
SÜMED üyelerine indirimler mevcut.<br />
G‹YÇEK<br />
Nostaljik Fotoğraf Stüdyosu,<br />
Galata – 0212 251 8181<br />
www.giycek.com<br />
www.facebook.com/giycek<br />
www.twitter.com/giycek
ABD Savunma Bakanlığı’nın<br />
düzenlediği “Dijital Adli Tıp”<br />
yarışmasında birincilik<br />
elde eden mezunumuz:<br />
Can Yıldızlı<br />
(BSCS’2009)...<br />
Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi<br />
Aralık ayının başlarıydı. 2009 Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Lisans mezunumuz<br />
Can Yıldızlı’nın, ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği bir yarışmada birinci olduğunu<br />
öğrendik. Hem de 1147 takım arasından tek başına yarışarak… Derken<br />
Mezunlar Ofisi telefonları arka arkaya çalmaya başladı. Türkiye’nin ulusal basın<br />
kuruluşları Can ile görüşebilmek için mezun olduğu üniversite yoluyla ona ulaşmaya<br />
çalışıyorlardı. Telefonları zevkle cevaplarken SU Dergi’nin yeni sayısı için<br />
harika bir röportaj fırsatı daha yakaladığımı düşünmeden edemedim.<br />
ABD Savunma Bakanlığı neden böyle bir yarışma<br />
düzenlemek istemi olabilir?<br />
Ülkeler bu yarışmaları genelde güvenlik ile yakından<br />
ilgilenen insanları bulup, öne çıkarmak için düzenliyor.<br />
Bunun dışında da verdikleri problemlerin çözüm<br />
yollarına bakarak insanların bu problemlere nasıl<br />
yaklaştığını analiz ediyorlar. Verilen problemlerden<br />
bazılarının günümüzde daha çözülememiş veya belirli<br />
bir metodu olmayan problemler olması, bir başka nedeni<br />
de ortaya koyuyor.<br />
Peki, senin yarışmadan nasıl haberin oldu?<br />
‹nternette gezinirken gördüm. Yarışmaya herkes internet<br />
üzerinden kolayca katılabiliyor, en fazla dört<br />
kişilik takımlar olarak da yarışılabiliyordu. Zaten katılımcıların<br />
çoğu takım halindeydi.<br />
Yarışmaya kazanacağına inanarak mı yoksa biraz<br />
eğlenmek ya da kendini denemek için mi katıldın?<br />
Aslında yarışmada verilen problemler tamamen olmasa<br />
da çalışma alanıma çok yakındı. Başlarken<br />
16<br />
kazanma ihtimalimin yüksek olduğunu biliyordum fakat<br />
bundan emin olmak istedim. ‹nanç da vardı tabi.<br />
Türkiye’den başka katılımcı var mıydı?<br />
Yarışmaya katılan her takımın yanında katıldığı ülkenin<br />
bayrağı yer alıyordu. Türkiye bayrağını taşıyan benim<br />
dışımda bir takım yoktu.<br />
Bize biraz yarışmanın detaylarından bahseder misin?<br />
Nedir “Dijital Adli Tıp”?<br />
Dijital Adli Tıp hacker’ların bir sisteme girdikten sonra<br />
bıraktığı izlerden yola çıkarak bilgi ve delil toplanması<br />
üzerine kurulu bir alandır. Alan çok geniş olduğu için<br />
şifreli konuşmaların ve şifrelenmiş verilerin bulunması<br />
veya parçalanmış fiziksel bilgisayar parçalarından bilgi<br />
çıkarılması gibi birçok konuyu da barındırıyor. Yarışmada<br />
bizlere farklı zorluk seviyelerinde 23 adet problem<br />
verildi. Problemlerin zorluk seviyelerine göre de puanları<br />
bulunuyordu. Bu problemler şifre kırma, resmin<br />
veya müziğin arkasına gizlenen verileri bulma ve Dijital<br />
Adli Tıp alanında çeşitli yazılım geliştirme konularını<br />
içeriyordu.
17<br />
Yarışmayı kazandın. Peki, karşılığında seni nasıl bir<br />
ödül bekliyor?<br />
Yarışmada benim dışımda ilk beşe giren dört kişilik takımların<br />
hepsi ABD vatandaşlarından oluşuyordu. Eğer<br />
yarışmada ABD vatandaşı iseniz kazanacağınız ödüller<br />
de çok daha fazla oluyor. Bana iki adet plaket verildi.<br />
Bu senenin ilerleyen zamanlarında da Malezya’da bir<br />
güvenlik üssüne seyahat ayarlanacak. Bunun dışında<br />
sponsorlardan gelen değişik eğitim ödülleri de oldu.<br />
Yarışmada “Lonewolf” ismini kullanmanın özel bir nedeni<br />
var mı?<br />
Hayır, tamamen rastgele seçtim. Aslında‹ngilizce “Lonewolf”<br />
olarak koyduğum ismi medyanın "Yalnız Kurt"<br />
diye çevirmesi hakikaten talihsizlik oldu diyebilirim. Kimin<br />
aklına gelir?..<br />
‹nternet güvenliğini dünya genelinde değerlendirebilir<br />
misin? Tedbirleri yeterli buluyor musun? Türkiye’deki<br />
durumla karşılaştıracak olursan mesela…<br />
‹nterneti o kadar kısa sürede hayatımıza sokup yeni<br />
teknolojilerle entegre etmeye çalıştık ki çıkabilecek birçok<br />
problemi göremedik. Bu problemlerin en önemlisi<br />
güvenlik diyebiliriz. ‹nternet güvensizdir. Konuşmalarınız,<br />
yazdıklarınız veya ziyaret ettiğiniz siteler, siz farkında<br />
olmadan birçok noktadan ve birçok potansiyel<br />
saldırganın elinin altından geçiyor. Tüm bunlar yetmiyor<br />
gibi bir de ’online banka’ ve ‘elektronik ticareti’ çıkardık.<br />
Değişik şifreleme yöntemleri kısmen işe yarasa da,<br />
ortaya çıkan bu karmaşık teknolojinin güvenli olmasına<br />
asla yetmedi. Dünyadaki durum ile Türkiye’deki durum<br />
diye bir ayrım yapamayız. ‹nterneti ortak bir alan olarak<br />
düşünürsek her ülkenin vatandaşı aynı şekilde tehlike<br />
altında. Türkiye’deki kullanıcıların birçok tehlikeye karşı<br />
bilinçli olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında Türkiye’deki<br />
bankaların da internet şubelerindeki güvenliğin,<br />
Avrupa ortalamasının ve Amerika’nın çok üzerinde olduğunu<br />
belirtmeliyim.<br />
Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği<br />
okumaya nasıl karar verdin?<br />
Sabancı Üniversitesi’ne başlamadan uzun zaman önce<br />
programlama ile uğraşıyordum. Aslında programlama<br />
ve zararlı yazılımlar üzerine çalışmaya 14-15 yaşlarında<br />
başlamıştım. Daha önce genetik mühendisliği okumak<br />
istiyordum. Nasılsa bilgisayar biliyorum bari başka bir<br />
alandan diplomam olsun diye düşünmüştüm. Arkadaşlarım<br />
sağ olsun, beni bu isteğimden soğuttular. Sabancı<br />
Üniversitesi ile Kadıköy Anadolu Lisesi’nin düzenlediği<br />
bir gezi sayesinde tanışmıştım. Üniversite ilk gördüğüm<br />
günden beri hoşuma gitmişti. Bilgisayar mühendisliği<br />
okuyacaksam mutlaka Sabancı Üniversitesi’nde<br />
okurum diye kendime hedef çizmiştim. Bunun başlıca<br />
nedeni de okulu gezerken gördüğüm bilgisayar laboratuarının<br />
modern dizaynı idi. Okulumuzun şehirden uzak<br />
olmasının getirdiği birçok dezavantajın yanı sıra aslında<br />
akademik çalışma için daha güzel bir ortam hazırladığını<br />
söyleyebilirim. Tabi bu durum sosyal hayatı biraz olumsuz<br />
etkiliyor olsa da... Okulda lisans ve yüksek lisans<br />
sırasında beraber proje yaptığım tüm hocalarım her zaman<br />
çalışmalarıma destek oldular. Özellikle hocalarım<br />
Albert Levi, Erkay Savaş ve Yücel Saygın üniversite boyunca<br />
ilgilendiğim konularda bana destek olup her zaman<br />
yol gösterdiler. Okulumuzun yurtdışındaki okullar<br />
ile neredeyse aynı çalışma sisteminde olması da ayrıca<br />
güzel. Şu anda Rensselaer Polytechnique Institute’te<br />
doktora yapmaktayım ve kullandığımız tüm<br />
sistemler (Mail, Webct, Bannerweb vs.) Sabancı’dakiler<br />
ile aynı. Bunun dışında ders<br />
“Add/Drop” dönemleri gibi birçok şeye yabancılık<br />
çekmeden yurtdışındaki çoğu uygulamaya<br />
kolayca alışabildim. Okulumuzun<br />
uyguladığı, programın seçilebilme lüksü de<br />
gerçekten çok önemli. Bence Sabancı Üniversitesi<br />
yurtdışındaki eğitim sistemini aratmayan<br />
paha biçilmez bir üniversite. Bu ailenin<br />
de bir parçası olmaktan mutluyum.<br />
Mezun olduktan sonra neler yaptın? Bundan<br />
sonrası için planların neler?<br />
Rensselaer Polytechnique Institute’ta eğitimime<br />
devam ediyorum. ‹lerisi için çok bir<br />
planım yok. Yapmak istediğim projeleri hayata<br />
geçirip hayattan olabildiğince zevk almaya<br />
bakıyorum.
Sezen Aksu’yu şaşırttan<br />
mezunlarımız: Sinan Tuncay (VACD'10)<br />
ve Sevil Kaynak (VACD'11)...<br />
Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi<br />
Sevil ve Sinan üniversitemizin yeni mezunlarından. Sevil mühendis olma niyetiyle geldiği SU’da<br />
ilk senesini bitirir bitirmez çocukluk hayalinin peşine düşmeye karar vererek Görsel Sanatlar ve<br />
Görsel İletişim Tasarımı okuyor. Sinan da lise sonrasında, aynı program için rotasını SU’ya çeviriyor.<br />
Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istediğini söylüyor.<br />
İkisi de o şansı yakalamış bile: Sezen Aksu’nun "Vay" şarkısı için hazırladıkları, uğruna uykusuz<br />
geceler geçirdikleri minik harikalar diyarı, Sezen Aksu’nun evinin maketi ve kuklaları ile…<br />
Sezen Aksu’nun Vay şarkısı için gerçekten farklı bir<br />
klip hazırladınız. Kukla ve maket kullanma fikri nasıl<br />
ortaya çıktı? Sezen Aksu’yla çalışma fırsatını nasıl yakaladınız?<br />
Sinan: Klibin ortaya çıkış hikâyesi oldukça ilginç aslında.<br />
Benim evim, Sezen Aksu’nun evinin hemen karşı kıyısında.<br />
Tam bir sene önce, röportajlar, fotoğraflar ve biraz<br />
da hayal gücümden faydalanarak onun evinin küçük bir<br />
maketini ve bir de hamurdan kuklasını yapmıştım. ‹çinde<br />
onları kullandığım kısa video çalışmamı uzunca bir süre<br />
Sezen Aksu’ya ulaştırmaya çalıştım ve şans eseri bir gün,<br />
çalıştığım fotoğraf stüdyosunda onunla tanışma fırsatı<br />
yakaladım. Videodan çok etkilendi ve bir benzerini yeni<br />
albümündeki “Vay” şarkısına klip olarak hazırlamamı teklif<br />
etti. Bu beklediğimden de büyük bir tepkiydi tabii ki!<br />
‹şe başlamaya karar verdikten sonra hiç endişelendiniz<br />
mi? Büyük bir sorumluluk almak nasıl hissettirdi?<br />
Sinan: Bu elbette ki büyük bir sorumluluk… Hatta biraz<br />
da deli işi… Teklifi alır almaz hemen Sevil ile hazırlıklara<br />
başladık. ‹lk heyecanı attıktan sonra, özellikle üç aylık<br />
yoğun çalışma döneminde, bu sorumluluğu hem ruhsal<br />
hem de fiziksel anlamda fazlasıyla hissettik diyebiliriz.<br />
Bizi hem çok yoran, hem de büyüten çok önemli bir süreçti.<br />
Neyse ki ikimiz daha önce beraber benzer teknikleri<br />
kullandığımız pek çok proje yapmış olduğumuz için<br />
çalışırken birbirimizi artık iyi tanıyor ve tamamlıyorduk.<br />
Bu tüm zor anlardaki en büyük avantajımızdı.<br />
Aranızda nasıl bir görev dağılımı vardı?<br />
Sinan: Projede ben kendimi yönetmen, Sevil de sanat<br />
yönetmeni olarak adlandırmış olsak da, ikimiz de bu görev<br />
tanımlarının fazlasıyla dışında çalıştık. ‹ş bölümümüzü<br />
mümkün olduğunca kişisel becerilerimize göre şekillendirmeye<br />
çalıştık tabii, ama bu gene de her adımımızı<br />
birbirimizin fikrini alarak attığımız, oldukça kolektif bir<br />
süreçti.
Klibin hazırlıkları uzun sürmüş olmalı. Çok emek gerektiren<br />
işler var. Çekim sürecinden bahseder misiniz?<br />
Sevil: Sezen Aksu’nun evinin büyük bir maketini, gerçeğinin<br />
ölçüsüne ve detaylarına dayanarak baştan<br />
oluşturduk, farklı dönemlerine <strong>ait</strong> sekiz farklı kukla<br />
hazırladık. Bunu yaparken de kartondan tahtaya, maket<br />
hamurundan metal tele kadar pek çok farklı malzemeden<br />
yararlandık. "Vay" şarkısındaki kederi, Sezen<br />
Aksu’nun kendi iç dünyasına tanıklık ederek, evindeki<br />
mobilyalar ve aksesuarlar üzerinden anlatmak istedik.<br />
Klipte hem video hem de stop motion tekniklerini<br />
kullandığımızdan süreç biraz daha zorluydu. Tabii kimi<br />
zaman ikimiz de detaylara gereğinden fazla takıldığımız<br />
için, hem maketin yapımı hem de çekimler planladığımızdan<br />
çok daha uzun sürdü. Sonuçta üç aylık geceli<br />
gündüzlü bir çalışmayla klibi tamamladık.<br />
Sezen Aksu’yla çekim aşamasında nasıl çalıştınız?<br />
Kendisiyle çalışmak kolay mı, eğlenceli mi?<br />
Sevil: Çalışmanın her aşamasında çok bağımsızdık.<br />
Kliple ilgili tüm kararlar bize bırakılmış haldeydi ki bu<br />
pek de rastlanmayan türden bir özgürlük. Sezen Aksu<br />
ve ekibinin pozitif, gençlerin fikirlerine önem veren ve<br />
yeniliklere açık bir yapısı var. Sezen Hanım yaptığımız<br />
maketi gördükçe çok heyecanlanıyordu ve bize sürekli<br />
“Çocuklar akıl sağlığınızdan şüpheleniyorum, sizi doktora<br />
göndereceğim” deyip duruyordu. Çok samimi ve<br />
keyifli bir çalışma ortamıydı kısacası. Bu yüzden kliple<br />
ilgili her talebimizi onlara ilettik, aldığımız olumlu yanıtlar<br />
da klibe yansıdı.<br />
Sabancı Üniversitesi’nde Görsel Sanatlar ve Görsel<br />
‹letişim Tasarımı okumaya nasıl karar verdiniz?<br />
Sevil: Sabancı Üniversitesi’ne mühendislik okumak<br />
üzere girmiştim, ama çocukluktan beri sanat ve tasarıma<br />
karşı ilgiliydim aslında. Hayatımda yapmak istediğim<br />
asıl şeyin bu olduğuna birinci sınıfın sonunda karar<br />
verebildim ve Görsel Sanatlar bölümüne geçiş yaptım.<br />
Sinan: Benim Sevil kadar keskin bir dönüş hikâyem<br />
yok. Lise yıllarında ne okuyacağıma dair kararsızdım<br />
ama sanat, tasarım ve mimariye, yani görselliğe hep bir<br />
ilgim vardı ve bir şekilde kendime o yönde bir çıkış noktası<br />
bulacağımı biliyordum. Sabancı Üniversitesi’ndeki<br />
Görsel ‹letişim Tasarımı bilindik kalıpların dışında<br />
bir program olduğu için beni etkilemişti. Kendime çok<br />
daha fazla seçenek yaratabileceğimi ve farklı alanlardan<br />
beslenebileceğimi düşündüğüm için de kendimi<br />
burada buldum.<br />
19<br />
rıyla geçirdim. Sonrasında da klip çalışmalarına kadarki<br />
birkaç aylık süreçte reklam fotoğrafçısı Fethi ‹zan’ın<br />
yanında çalıştım. Geçtiğimiz Eylül ayından beri de New<br />
York’taki School of Visual Arts’ta fotoğraf ve video üzerine<br />
yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum.<br />
Hayatınız ve kariyerinizle ilgili bundan sonrası için ne<br />
hayal ediyorsunuz?<br />
Sinan: Bu cevaplaması zor bir soru. Ben çalışmalarıma,<br />
fotoğraf, video ve hatta gerçekleştirebilirsem sinema<br />
üzerinden devam edeceğim. Kendi iç dünyasını işleriyle<br />
yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istiyorum<br />
diyelim.<br />
Sevil: Şu anki amacım yüksek lisans için başvurduğum<br />
okullardan olumlu sonuçlar almak. Uzak gelecek ile ilgili<br />
konuşmayı pek sevmiyorum.<br />
Sabancı Üniversitesi hayatınızda nasıl bir fark yarattı?<br />
Sinan: Herhalde bu okulun benim hayatıma kazandırdığı<br />
en önemli unsur analitik düşünce becerisidir. Eğitim<br />
sistemimiz ne yazık ki büyük ölçüde eleştirisellikten<br />
yoksun, dolayısıyla toplumca kritik vermek/almak gibi<br />
bir alışkanlığımız yok. Sabancı Üniversitesi’nin bu konuda<br />
gelişmemde önemli bir payı var.<br />
Sevil: Sabancı Üniversitesi hayatımda çok önemli bir<br />
yere sahip çünkü başka bir üniversiteye gitmiş olsaydım,<br />
fen lisesi mezunu bir öğrenci olarak mühendislik<br />
okumak zorunda kalacaktım.<br />
Şu anda bu dergiyi bir SU öğrencisi, mezunu, öğretim<br />
üyesi ya da çalışanı okuyor. Hangisine bir mesaj vermek<br />
istersiniz?<br />
Sevil: Sabancı Üniversitesi’nde gerçekten çok şanslıydık,<br />
özellikle kendi programım adına konuşmam gerekirse<br />
çok değerli hocalarla birebir çalışma fırsatı elde<br />
ettim ve en önemlisi bu ilişki yalnızca okul sürecinde<br />
kalmadı. Hocalarımızın destekleri mezuniyet sonrasında<br />
da devam etti. Bu yüzden SU öğrencilerine hocalarıyla<br />
olan diyalogun değerini bilmelerini öneririm.<br />
Sinan: Ben de benzer şekilde hocalarımın desteğini çok<br />
gördüm ve hala da görmekteyim. Akademik kadronun<br />
bu kadar kolay ulaşılabilir olması, kendilerini öğrencilerine<br />
bu kadar yakın konumlandırmaları çok önemli.<br />
Öğrenciler bunu kesinlikle hafife almasınlar derim.<br />
Mezun olduktan sonra bugüne kadar neler yaptınız?<br />
Sevil: Geçtiğimiz Haziran ayında mezun oldum. Hemen<br />
ardından da Sinan’la birlikte klibin çalışmalarına başladık.<br />
Sonra da yüksek lisans başvuruları için hazırlanmaya<br />
başladım. Şu an kendi atölyemde resim, fotoğraf<br />
ve video ağırlıklı çalışmalarıma devam ediyorum.<br />
Sinan: Ben Sevil’den bir sene önce, 2010 yılında mezun<br />
oldum. Ben de ilk birkaç ayımı yüksek lisans başvurula
SU ve Edebiyat<br />
Kapılar: Ahmet Evin<br />
Yıldırım Cihangiroğlu / Ekonomi Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi<br />
Daha önceki sayılarımızda çeşitli disiplinlerden hocalarımızla<br />
yaptığımız görüşmelerle oluşturduğumuz Kapılar köşesinde, bu<br />
defa farklı bir pencereden bakacağız edebiyata, farklı bir kapıdan<br />
gireceğiz. Öncelikle bölüm yazarı olarak, kendimle ilgili bir<br />
dipnot düşmek istiyorum. Hayatımda iki kitap oldukça önemli bir<br />
yer kaplamıştır. Bunlardan ikincisini, lisans öğrenimim sırasında<br />
aldığım Klasik Roman isimli dersin yükümlülüğü olarak okumuştum.<br />
Kitapta beni etkileyen şey, yazarının gerçek bir sanat aşığı<br />
olmasıydı. Yani sanatsal bir tat ile besliyordu kendisini. Yazdığı<br />
her satırda görebilmiştim bunu. Fakat, bu sanat aşkı, “sanatsal<br />
eserlere olan aşırı bir sevgi, ilgi” olarak tanımlanamazdı. Veya<br />
sanatı hayattan haz almak için bir araç olarak kullanmak değildi<br />
bu. Daha çok; hayatın kendisini, sanatsal bir tablo gibi izlemekti,<br />
sanatı yaşamak... Edebiyat hayatın içerisinde değildi, hayat edebiyatın<br />
içerisindeydi. Şimdi ben hala bu kümeleri kullanıyorum<br />
yaşamı sınıflandırmak için. Bilmem ne sebeptendir, aklımda bu<br />
kitabın yazarı ile kitabı okumama ve layıkıyla anlamama vesile<br />
olan, dersi veren pek kıymetli hocamız Ahmet Evin arasında bir<br />
ilinti kurmuştum. Kendisinin edebiyat alanında alınmış bir lisans<br />
derecesinden sonra, çalışmalarına tarih ve politika gibi alanlarda<br />
devam etmesi, ama hala romanlarla ilgili dersler de vermesi,<br />
ayrıca duruşu, anlatışı, düşünüşü bana oldukça ilginç gelmişti.<br />
Dergimizin bu sayısı için kapısını çaldım, oldukça nazik karşıladı.<br />
20<br />
Heart of Darkness – Joseph Conrad<br />
Odasına girdiğimde ilk olarak kütüphanesine<br />
baktım, daha doğrusu<br />
gözüm kaydı. Az önce<br />
bahsettiğim, hayatımda<br />
oldukça önemli yer edinmiş,<br />
o iki kitaptan ikincisinden<br />
az önce bahsetmiştim.<br />
‹şte o kitapların<br />
ilki de hocamızın ofis<br />
kütüphanesinde karşıma<br />
çıkmıştı. Karakterimizde<br />
yaşayan Marlow ve Kurtz<br />
arasında hiç durmadan devam eden<br />
soru cevap sürecini ateşlendiren<br />
bir kitaptır Karanlığın Yüreği. Karanlığın,<br />
aydınlığın bir parçası olduğunu<br />
anlamamıza veya hatırlamamıza<br />
aracı olacaktır.<br />
Bu kitabı gördüğümde heyecanım<br />
katlanmıştı. ‹lk sorum, hayatında<br />
en çok etki bırakan kitabın hangisi<br />
olduğuydu. Zor bir soruydu, kolay<br />
da cevaplamayacaktı. Cevabının, o<br />
ikinci kitap olmasını istemiştim.<br />
Kızıl ile Kara - Stendhal<br />
Kendisi, insanın zamanla, geliştikçe,<br />
kitaplar okudukça, deneyim<br />
sahibi oldukça; birşeylere geri döndüğünü,<br />
birşeylere ise geri dönmediğini<br />
anlatmaya başlamıştı. Sonra<br />
‘klasik’lerden açtı bahsi. “Niçin<br />
okunuyor klasikler tekrar ve tekrar,<br />
niçin bunlara klasik deniyor? Her<br />
nesil, bu kitaplara tekrar<br />
dönerken, niçin dönüyor?<br />
Çünkü bazıları, değişen<br />
içerisindeki değişmeyeni,<br />
birtakım evrensel hikayeleri<br />
belirli bağlamlarda<br />
insanlığa tekrar tekrar<br />
anlatıyorlar veya bazıları
irtakım sosyal ilişkileri zihinde canlandırıyorlar,<br />
ona hayat veriyorlar.<br />
Fakat bahis konusu edebiyat ise, bir<br />
de estetik tarafına değinmek gerekir.<br />
Kötü yazılmış bir tarih veya felsefe<br />
kitabından farkına yani... Edebiyatın<br />
estetik yönü olması şarttır, en<br />
azından klasik olması için. Eklektik<br />
bir liste sunmak istiyorum” diyor ve<br />
burjuvaziyle birlikte gelişen roman<br />
türüne değiniyor. Klasikleşmiş romanlar<br />
içerisinde, özellikle Fransız<br />
edebiyatına dikkat çekiyor. O sırada<br />
ben gülümsüyorum, çünkü lafı;<br />
Marie-Henri Beyle, yani Stendhal’in<br />
Kızıl ile Kara’sına getireceğini hissediyorum.<br />
Çünkü Stendhal ile Julien;<br />
gerçek ile hayalgücünü simgeliyor<br />
benim için. Ve şimdi biliyorum, arasında<br />
hiçbir fark yok! Bir çember<br />
tamamlanıyor sanki. Biz devam ediyoruz.<br />
Aşk-ı Memnu – Halit Ziya Uşaklıgil:<br />
Fransız romanı, lafı hemen Türk edebiyatına<br />
taşıyor. 19. Yüzyılda Fransız<br />
romanı geliştiği vakitler, Türk entellektüelleri<br />
tarafında süregelen bir<br />
Fransızca modası ve Türk edebiyatı<br />
üzerine konuşmaya başlıyoruz. Namık<br />
Kemal denildiğinde, akıllarımıza<br />
hemen vatan şairi kalıbının gelmesini<br />
eleştiriyor biraz da. “Bu işin popüler<br />
tarafı. Halbuki roman hakkında<br />
yazdıkları çok önemlidir. Türkçe ve<br />
sadeleştirilmiş basımları<br />
da mevcuttur,<br />
bu kitabı unutmamak<br />
lazım.” Edebiyatta sadece<br />
estetik ögelerin<br />
olmaması, o tarihlerin<br />
realist bir fotoğrafını<br />
çekmesi ve yine devrin<br />
didaktik söylemlerini<br />
içermesi, ona oldukça<br />
önemli bir işlev kazandırıyor.<br />
“Ahmet Mithat Efendi, Osmanlı değerlerini<br />
savunan biri olarak bilinir;<br />
ama Fransız edebiyatını çok iyi bilir.<br />
Ondan bir jenerasyon sonra da, Halit<br />
Ziya geliyor.” Yakın vakitlerde diziye<br />
çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’dan söz<br />
açarken, televizyon serilerinde saçma<br />
sapan bir şekilde yorumlanarak,<br />
orjinalinden uzaklaşmış ve berbat<br />
edilmiş edebi değerlerimizden bahsediyor.<br />
Kendisine katılmadan edemedim,<br />
özellikle daha birkaç hafta<br />
önce, kitapçıda gördüğüm on yaşlarındaki<br />
bir kız çocuğunun, annesine<br />
“Bak anne, dizinin kitabı da çıkmış”<br />
dediğini işittikten sonra. “Aşk-ı<br />
Memnu, aslında çok önemli bir roman.<br />
Bu kitaptan öncesi, bir çeşit<br />
deneme süreciydi diyebiliriz hatta.<br />
Kadın erkek ilişkileri, burjuva hayatına<br />
benzer bir modeli resmedebilen<br />
bir roman. Aşk-ı Memnu’dan önceki<br />
romanlarda kamusal hayatla, ev<br />
hayatı arasındaki geleneksel perde<br />
kalkmamıştır. O perdeyi ilk kaldıran,<br />
erkek olsun kadın olsun, o ilkişkileri<br />
gerek psikolojik gerek sosyolojik ortamda<br />
gösterebilen ilk Türk romanı.”<br />
Panorama – Yakup Kadri<br />
Bir imparatorluğun çöküşü, savaşlar,<br />
perişanlık, ‹stanbul, Ankara... Bir<br />
cumhuriyetin kuruluşu. O devirleri<br />
sadece kronolojik sıralamalardan<br />
anlayamıyor insan. “Türk romanı bu<br />
vakitler bu siyasal ve sosyal değişime<br />
odaklandı. Devrin insan ilişkileri,<br />
psikolojik detaylar büyük ölçüde yok<br />
olmaya mecburdu. Yakup Kadri çok<br />
önemli burada. Roman içerisinde<br />
tarih yazıyor. Panorama bir kitabının<br />
ismi belki, ama aslında bütün kitapları<br />
bir panorama...<br />
Bir devrin, Balkan<br />
Harbi’nden 50’lerin<br />
başlangıcına kadar<br />
olan Türkiye’nin<br />
panoraması... Bir<br />
tarihçinin yazabileceğinden<br />
çok çok<br />
daha fazlası. Estetik<br />
bütünlüğü de cabası... Gerek doğu<br />
gerekse batıyı birçok diğer yazarımızdan<br />
daha iyi bilmiş, öğütmüş.<br />
Sahip olduğu o optik çok önemli.”<br />
Sanırsam bizi de oradan bakmaya<br />
çağırıyor hocamız. Tarih ve politikanın<br />
çok fazla karşı karşıya geldiği<br />
günlerde, tarihi de sanat içerisinde<br />
eritmeye davet ediyor bizi.<br />
21<br />
Güliver’in Seyehatleri –<br />
Jonathan Swift<br />
Bir çocuk kitabı ismi çıkıyor birden<br />
dilinden. Öyle değil ama diyor hocamız.<br />
“18. Yüzyıl ‹ngiliz Aydınlanma<br />
Çağı’nın en önemli hicivlerinden biridir.<br />
Büyük ölçüde siyasal bir eleştiridir.<br />
Ama aynı zamanda, kartezyen<br />
yaklaşım ile mantık arasındaki<br />
farkı gösteren bir eser<br />
olmasıyla önemlidir.<br />
Devrin düşüncesini ve<br />
felsefesini çok derinden<br />
eleştirir. En önemlisi ise<br />
bunu bir hiciv ile yapar.<br />
‹nsanlar, kendilerine<br />
gülemiyorsa, toplumlar<br />
kendilerine eleştirel<br />
bakamıyorsa, gittikçe<br />
sığlaşırlar” diyor ve gülmenin, hicvin<br />
önemine değiniyor. Dili biraz sıkıntı<br />
olabiliyor yeni nesiller için, diye<br />
ekliyor. Hicvin, Osmanlı’daki yerine<br />
değiniyor, devrin elit tabakasının<br />
estetik derinliği ve eleştirel bakışını<br />
yansıtması açısından övüyor bu<br />
türü. Divan Edebiyatı’nı işaret ediyor<br />
bize.<br />
The Question of Hamlet –<br />
Harry Levin:<br />
‹ngiliz Dili’ne, Shakespeare’e geçiyoruz.<br />
Fransa’da Fransız klasikleri<br />
kadar tekrar tekrar sahnelenen,<br />
yeni şekilleriyle, radikal değişimlerle<br />
tekrar tekrar oynanan eserlerine...<br />
“Niçin dönüyoruz eserlerine<br />
Shakespeare’in. Birincisi önemle,<br />
yani ne bileyim, daha tecrübeli çağında,<br />
yazdığı son eserlere baktığımız<br />
zaman, mesela trajedilere baktığımız<br />
zaman, orada yansıttığı değil,<br />
sorduğu sorular, karakterlerine sordurttuğu,<br />
ortaya en dolaysız olarak<br />
koyduğu sorular çok önemli. Çünkü<br />
bunların birçoğu, insanlığın çok<br />
uzun süredir sorduğu sorular, bence<br />
Shakespeare’in önemli bir katkısı<br />
ve müstesna yeri büyük ölçüde<br />
bu egzistansiyel soruları sorabilmesinden<br />
kaynaklanıyor” diyor ve<br />
sonrasında 1950-60 larda, yeni bir<br />
üniversite öğrencisi olarak okuduğu<br />
ince bir kitaptan bahsediyor. Kitap
Shakespeare’in eserleri ve diğer<br />
klasik kitaplarda, ortaya atılan soruları,<br />
çok boyutlu ve derin yansıttığı<br />
için önemli bir kitap. Baskısı hala<br />
tükenmemiş bir güzel eser...<br />
Five Germanys I Have Known -<br />
Fritz Stern:<br />
Edebiyat dışı eserlerde, hatıratın<br />
öneminden bahsediyor hocamız.<br />
Kendisinin eski hocalarından,<br />
oldukça deneyimli bir tarihçinin<br />
(Stern) oldukça ilginç bir eserinden<br />
söz ediyor. Breslau’da 1920li yılların<br />
sonunda doğan Fritz Stern, bu kitabında,<br />
entellektüel ve<br />
profesyonel bir ailenin,<br />
henüz okula gidip gelen<br />
bir çocuğu olarak başlıyor,<br />
çeşitli zamanlarda<br />
karşılaştığı beş farklı<br />
Almanya’yı anlatıyor bize.<br />
“Nazilerin yükselmesiyle<br />
Amerika’ya göç eden ailenin<br />
bu çocuğu; iki savaş arasındaki<br />
Almanya’yı, Doğu Batı Almanya’yı<br />
ve 91 sonrasındaki birleşmiş bir<br />
Almanya’yı çok kişisel bir taraftan<br />
aktarıyor. Kitap sanki bir romanmış<br />
gibi okunuyor. Yaşanmış bir tarihi bir<br />
roman estetiğiyle aktarıyor.”<br />
Cevdet Bey ve Oğulları –<br />
Orhan Pamuk:<br />
Güncel yazarlarımızdan bahsederken,<br />
yakın zamanlarda Orhan<br />
Pamuk’un birkaç eserini bir arada<br />
okumuş olduğunu belirtiyor. Kitapların<br />
okunması zor eserler olduğunu<br />
kabul ediyor; fakat birçok bakımdan<br />
Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olduğunu<br />
da vurguluyor. Kendine özgü<br />
bir roman türünü geliştirip mükemmeleştirmesinde<br />
çok farklı türleri<br />
kapsayan eskizlerinden bahsediyor.<br />
Ayrıca yazarın hatırayı,<br />
etkili bir şekilde tekrar<br />
canlandırabilmesini, güncelleştirebilmesini<br />
çok<br />
çekici buluyor. Özellikle<br />
Benim Adım Kırmızı ve<br />
‹stanbul isimli kitaplarında<br />
ve son olarak Masumiyet<br />
Müzesi’nde tekrarlıyor bu<br />
durum. “Masumiyet Müzesi, ki geçtiği<br />
zaman belki genç nesiller için<br />
tarih gibi gelebilir ama, daha dünkü<br />
‹stanbul’dur. Orhan Pamuk pek güzel<br />
kayıt düşmüş o günlerimizi...”<br />
Tüm Öyküleri - S<strong>ait</strong> Faik<br />
Öykü türünden sorular yönelttiğimde<br />
gülümsüyor önce. ‹ki farklı öykü türüne<br />
işaret ediyor. Geleneksel Türk öyküsünü<br />
anektod biçiminde özetliyor.<br />
“Okunması kolaydır. Bir Orhan Kemal<br />
ve S<strong>ait</strong> Faik birbirinden son derece<br />
farklı türden yazarlardır. Fakat oldukça<br />
kısadır öyküleri. Bir anı veya bir<br />
insanın başından geçen bir tecrübe<br />
üzerine yoğunlaşır ve biter. Öykü’nün<br />
diğer şekli, Kıta Avrupa’sındaki, biraz<br />
daha kısaltılmış romana benzeyen<br />
novella diye tabir edilen, karakterleri<br />
olmasa bile bağlamı geliştiren,<br />
psikolojik derinliği daha fazla bir<br />
tür... Romanın yavrusu gibidir. Türk<br />
Edebiyatı’nda ise, öykü tek başına<br />
duran net bir şeydir. Bir hamlede<br />
okunur. Hoş bir tabak yersin, o öğün<br />
biter” diyor. Sanki S<strong>ait</strong> Faik derken<br />
ki gülümsemesi, hoş bir lezzeti, unutulmaz<br />
bir damak tadını anımsatıyor<br />
kendisine diyorum içimden, listemize<br />
ekliyoruz büyük ustayı da.<br />
Sophocles – Euripides<br />
“Klasiklerden bahsetmişken, şunu<br />
söyleyim, herhangi bir şekilde bir<br />
Yunan trajedisi okumamış olan bir<br />
insan, Helenik çağı göz önüne getirebilir<br />
mi? Getiremez. Bir Sophocles<br />
bir tane de Euripides... Yanyana, birbiri<br />
arkasından okumak lazım. Çünkü<br />
bir tanesi klasik trajedi ki, klasik<br />
trajedi dediğimiz şey, bir ritüel biçiminin<br />
tiyatro haline dönüştürülmesi<br />
demek, Euripides’e gelince, aldığı<br />
bu klasik biçimi, eğiyor, kırıyor, büküyor<br />
ve süprizlerle karşımıza çıkıyor.<br />
Picasso’nun mavi ve pembe<br />
devirlerinden sonra birden kübizme<br />
geçmesine benzetebiliriz.”<br />
Sonra güncel konulardan söz açıyoruz.<br />
Periyodiklerden... Daha çok, çeşitli<br />
eleştiri yayınlarını ve The Times<br />
Literary Supplement’i takip ettiğini<br />
söylüyor. Elektronik kitaplardan soruyoruz,<br />
modaya uygun... Hem ipad<br />
hem kindle kullandığını, ama kitap<br />
satın almayı bırakmadığını söylüyor.<br />
“Kitabın geleceğini kestirmek zor,<br />
belki nesil farkıdır, oğluma baktığım<br />
zaman... Hani, benim birçok şeyi basıp<br />
okuduğum yerde, kendisi aynı<br />
şeyi bilgisayarda yapıyor. Yakın bir<br />
zamanda çıktı bilgisayar. Bundan<br />
sonraki nesiller büyük ölçüde birçok<br />
şeyi okuyacaklar ekrandan. Fakat<br />
basılı kitap önemini kaybederse<br />
büyük bir boşluk kalacaktır geride.<br />
Çünkü fiziki bir obje olarak da kitap<br />
önemli birşey. ‹çerikte estetiğe baktığımız<br />
kadar, bir insanın kitabı eline<br />
alıp okuması, hazırlanışını, tasarımı<br />
notlaması önemli konular. Tabii ki<br />
sadece bir iki dipnotu için gereken<br />
bazı kitaplara kolaylıkla ulaşılabilmesi<br />
başka bir konu, ama bir kitabı<br />
bütünüyle elinde tutmak bambaşka.<br />
Ben görsel hafızamla başbaşa,<br />
elimde kalemle okurum, yanına bir<br />
takım işaretler, notlar düşerim, zamanla<br />
geri dönerim, şiir olsun, siyaset<br />
bilimi makalesi, gerek siyasi<br />
tarih olsun, roman olsun, elimde kalemle<br />
okurum. Belki gelecekte buna<br />
da kolaycı bir çözüm üretirler, ama<br />
şimdilik benim durum böyle” diyor<br />
ve gülümsüyor.<br />
Nazik kişiliği, samimi cevaplarıyla<br />
Ahmet Hoca’mız ile zaman bir<br />
anda geçiyor. Edebiyat ile Tarih’i,<br />
Politika’yı, sadece bunları da değil,<br />
bizzat hayatı harmanlayışı bana<br />
Stendhal’i hatırlatıyor. Şimdi aradaki<br />
bağı daha da rahat kuruyoruz.<br />
Ahmet Hoca’mız da birçok meseleyi<br />
edebiyat içerisinden görüyor, hayata<br />
sanat penceresinden bakıyor.<br />
Zira tam da çıkarken kendisi söylüyor,<br />
“Edebiyat okumadan, siyaset<br />
bilimi nasıl yapılır bilmiyorum, çünkü<br />
bir Hobbes’u, bir Locke’u, bir sosyal<br />
kontratı anlamak için, bu bahisleri<br />
kavramak için, 17. veya 18. Yüzyılı da<br />
bilmek lazım gelir. Ama bu olmuştu,<br />
şu olmuştu kitaplarıyla değil, bizzat<br />
o devri yansıtan edebi eserleri okuyarak,<br />
o insanların ne düşündüğünü<br />
görerek olur bu.” Kendisine çok teşekkür<br />
ediyoruz.
<strong>Kendilerine</strong> <strong>ait</strong> <strong>odaları</strong> <strong>düşleyen</strong><br />
KADINLAR...<br />
Elif Gülez / Editör<br />
Orhan Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı<br />
kitabında, “Romanlar ikinci hayatlardır” diyor.<br />
Bir romanın okur için yarattığı cazibeyi bundan<br />
daha iyi ifade etmek mümkün olabilir mi? Başka<br />
bir hayatın düşlenip yazıyla anlatılması demek<br />
olan edebiyat bence dünyanın en ilginç uğraşı.<br />
Bu yüzden, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları<br />
Forumu, geçtiğimiz yılın son üç ayında<br />
“Kadın ve Edebiyat” konulu bir ders dizisi açacağını<br />
duyurduğunda büyük bir hevesle derslere<br />
kaydoldum.<br />
Kadın ve Edebiyat serisinde, sekiz hafta boyunca,<br />
çoğu Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyelerinden<br />
oluşan öğretmenlerimiz eşliğinde, farklı<br />
meslek gruplarından çoğu kadın (böyle olması<br />
planlanmamıştı) yaklaşık yirmi kişilik bir grupla<br />
her Cumartesi sabahı Karaköy’de buluştuk. Her<br />
hafta, 19. ve 20. yüzyılın önde gelen bir ‹ngiliz<br />
veya Amerikalı kadın yazarın bir romanını inceledik.<br />
Aralarında, Doris Lessing ve Toni Morrison<br />
gibi iki Nobel Edebiyat Ödülü sahibinin de<br />
bulunduğu bu yazarların biyografileri ışığında,<br />
yazdıkları dönem ve feminist akımlar hakkında<br />
da bilgilendik. Okuduğumuz kitaplar aracılığıyla<br />
romantizm, gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm<br />
gibi estetik akımlar üzerine konuştuk.<br />
Toplumsal cinsiyetle edebiyat ilişkisi tüm<br />
çalışmaların ana ekseni oldu.<br />
Kadın ve Edebiyat serisi sayesinde Sibel Irzık,<br />
Deniz Tarba Ceylan ve Hülya Adak’tan ders<br />
dinleme fırsatını yakaladım. Ne yazık ki Özlem<br />
Öğüt’ün dersini kaçırdım. Katıldığım derslerin<br />
her bir dakikası benim için çok öğretici oldu.<br />
Derslerin sonunda Haydarpaşa’ya giden deniz<br />
motorunda şehri seyrederken, kitapları derse<br />
yetişmek için aceleyle okurken, aklımı romanların<br />
kahramanlarından, derste konuştuklarımızdan,<br />
yazarlardan alamadım. Derslere büyük<br />
bir hevesle katıldım. Kimi zaman, sorulan sorulara<br />
istekle ilk yanıt veren çalışkan öğrenci oldum;<br />
kimi zaman sınıf arkadaşlarım beni sevimsiz<br />
bulmasın diye kendimi susmaya zorladım.<br />
Bu yazıda, sekiz hafta boyunca konuştuklarımızın<br />
kısa bir özetini vermek istedim. Burada<br />
yazanlar, bu yüzden derslerimizin zenginliğini<br />
bütünüyle yansıtmıyor. Daha fazlasını isteyenler,<br />
Nisan başında yapılması düşünülen seriye<br />
katılabilirler.<br />
24
25<br />
‹lk hafta Deniz Tarba Ceylan’la birlikte Mary Shelley’nin<br />
Frankenstein’ını okuduk. Frankenstein’ın özgün adının<br />
“Frankenstein or the Modern Prometheus” olduğunu<br />
biliyor muydunuz? Kitaba adını veren Frankenstein<br />
öyle bir roman karakteri ki,<br />
Hollywood ve televizyon endüstrisi<br />
sayesinde, bugün sekiz yaşındaki<br />
çocuklar bile 1818 yılında yazılmış<br />
olan bu karakteri tanıyorlar.<br />
Romanı okuyanların sayısının herhangi<br />
bir Frankenstein filmini izlemiş<br />
kişilerin sayısından çok daha<br />
az olduğunu tahmin ederim. Frankenstein<br />
ne kadar tanınıyorsa yazarı<br />
Mary Shelley de bir o kadar az tanınıyor<br />
popüler kültürde. Shelley hakkında öğrendiklerimi<br />
anlatmalıyım: Mary Shelley, Frankenstein’ı<br />
yazdığında on sekiz yaşında. Bir grup entelektüel, yazı<br />
Lord Byron’ın ‹sviçre’deki evinde geçiriyor. O yaz, tıpkı<br />
bundan birkaç yıl önce bizim de tanık olduğumuz gibi,<br />
Avrupa’da bir volkan patlaması oluyor. Bu yüzden yaz<br />
çok soğuk ve yağmurlu geçiyor. Byron’ın evinde, günlerini<br />
çeşitli konularda tartışarak geçiren davetliler<br />
bir oyun oynamaya karar veriyorlar: Hepsi<br />
birer hortlak hikayesi yazacak. En iyi hortlak<br />
hikayesini yazan yarışmayı kazanacak.<br />
Dönemin ilerici kadın entelektüellerinden<br />
Mary Wollstonecraft’ın ve düşünür Percy<br />
Bysshe Shelley’in kızı ve filozof William<br />
Godwin’in eşi, 18 yaşındaki Mary Shelley<br />
bu yarışı Frankenstein’ı yazarak tamamlıyor.<br />
Sonraları, bu kadar iğrenç bir hortlak<br />
hikayesinin yazılmış olması değil, bir<br />
“kadının” bu hikayeyi yazabilmiş olması<br />
çok eleştiriliyor.<br />
Hikayeyi bilirsiniz: Üniversitede kimya öğrencisi olan<br />
Victor Frankenstein, yaşadığı acı kayıpların ardından laboratuvarında<br />
deneylere başlar. Ölü hücrelere can verecek<br />
teknikler üzerinde takıntılı bir biçimde çalışırken<br />
bir ucube yaratmayı başarır ancak işi bittiğinde yarattığı<br />
varlıktan ve yaptığı işin yanlışlığından ötürü o kadar<br />
dehşete uğrar ki kendi doğurduğu bu ‘şeyden’ kaçar.<br />
Bir kez olan olmuş, ucube, geri dönülmez biçimde yaşam<br />
bulmuştur. Kitap boyunca, ucube Frankenstein’ın<br />
doğumunu, yaşamı kavrayışını, öğrenişini, kendinden<br />
çok farklı olan insan nesliyle iletişim kurma çabasını,<br />
içinde büyüttüğü nefretle dönüşümünü, sonunda kendisi<br />
ve başkaları için doğurduğu yıkımı takip ederiz.<br />
Romanla ilgili konuştuğumuz pek çok şeyi bu yazının sınırları<br />
içinde anlatmama imkan yok. Sadece, tüm tartışmaların<br />
sonunda aklımda kalan soruyu size de sorayım:<br />
Acaba, anne şefkatinden yoksun, 19. yy. ‹ngiliz toplumunun<br />
geleneklerine ters düşen yöntemlerle babası<br />
tarafından yetiştirilen, William Godwin’le ‘kaçarak’ toplumca<br />
yakışıksız bulunan bir evlilik yapan Mary Shelley,<br />
kahramanı Frankenstein’ı kendi kişiliğinden hareketle<br />
yazmış, toplum içinde kendisini bir ucube gibi hissetmiş<br />
olabilir mi? Yazarları en zor duruma düşüren şeylerden<br />
biri, kitapta meydana gelen olaylar ve kahramanlar hakkında<br />
kendilerine şu soruların sorulmasıdır: Kitabınızda<br />
anlattığınız olaylar gerçekten yaşandı mı? Kitabın kahramanı<br />
aslında siz misiniz? Öğretmenimiz Deniz Tarba<br />
Ceylan bu tuzağa düşmememizi baştan istemişti. Bizler<br />
yine de dersin sonunda bu soruyu sormaktan kendimizi<br />
alıkoyamadık: Frankenstein ne ölçüde Mary Shelley’i<br />
temsil ediyor? Frankenstein Mary’nin kendisi mi? Galiba<br />
bu sorunun yanıtını asla bulamayacağız.<br />
‹kinci hafta Jane Austen’ın “Gurur ve<br />
Önyargı”sını okuduk. Sınıfta “Gurur<br />
ve Önyargı”yı toplumsal cinsiyet<br />
konularıyla ilişkisini inceleyerek<br />
yeniden okumak çok eğlenceliydi.<br />
Böyle yapınca, günün sonunda<br />
kitabın baş kahramanı Elizabeth<br />
Bennet gözümüze o kadar da sevimli<br />
görünmedi. Biz Elizabeth’i<br />
aşkın peşinden giden biri olarak<br />
bilirdik. Oysa günün sonuna başka seçenekleri<br />
göz ardı etmiş ve zengin, kibirli,<br />
suratsız Darcy’yi seçmişti. Tıpkı Mr. Darcy’nin o kadar<br />
da centilmen olmaması gibi! Onun da suçu, Elizabeth’le<br />
arasındaki ‘tüm sınıfsal engellere rağmen’ Elizabeth’i<br />
sevdiğini itiraf ederek Elizabeth’i bir anlamda aşağılamış<br />
olmasıydı.<br />
Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakınca Austen<br />
bizim için neden önemliydi? Bir kere yazarımız “Gurur<br />
ve Önyargı”nın başına “Bir hanımefendi tarafından<br />
yazılmıştır” ifadesinin koyulması için<br />
yayınevine ısrar etmişti. Böyle bir kimlik<br />
ilanının bir romanın başına konması<br />
bugün için gülünç olsa da o dönemde<br />
bunun bir meydan okuma olarak kabul<br />
edilmesine şaşırmamak gerekir.<br />
Bir başka 19. yy ‹ngiliz yazarı George<br />
Elliot’ın gerçek adının ‘Mary Anne<br />
Evans’ olduğunu hatırlatırsam bu<br />
meydan okuma kulağa daha anlamlı<br />
geliyor değil mi? Aynı dönemin kadın<br />
yazarlarından Charlotte Brontë de başlangıçta<br />
‘Currer Bell’ isimli bir erkek yazar olarak tanınmayı<br />
seçmişti.<br />
Austen’i dönem yazarlarından ayıran en önemli özellik<br />
neydi? Çok ince bir mizah anlayışına sahip bir yazar oluşu<br />
mu? Büyük olasılıkla. Onun mizah anlayışı onun içinde<br />
yaşadığı topluma ve onun kalıplarına yabancılaşmış
olmasından kaynaklanıyordu. Bu yabancılaşmadan doğan<br />
ironi Austen’i hepimizin yürekten sevmesine neden<br />
oluyordu.<br />
Üçüncü haftanın konusu Charlotte Brontë ve Jane Eyre<br />
idi. Jane Eyre’i, bir ‘bildungsroman’ olarak inceledik.<br />
Yani, kahramanı olan genç kadının, çocukluğu,<br />
ergenliği ve sonrasını takip ederek<br />
onun ahlaki ve psikolojik açıdan<br />
olgunlaşma serüvenini izledik.<br />
Bunu yapmak, ilk kez ilköğretim<br />
çağında iken okumuş olduğum<br />
Jane Eyre’e başka türlü bakmamı<br />
sağladı. Her okur, aynı romanı<br />
farklı gözlüklerle okuyor. Ben de<br />
Jane’in gücünü, başına buyrukluğunu<br />
sevmiş, ondan hep hoşlanmıştım.<br />
Onu, imkansızlıklara rağmen kendi<br />
seçtiği yoldan ilerleyen, otoriteye ve zulme<br />
karşı çıkabilen, bir tür kahraman olarak görmüştüm.<br />
Oysa Jane Eyre’i Deniz Tarba Ceylan’la birlikte okurken<br />
Jane’in başka yönlerini, daha doğrusu yazarının<br />
zihnindeki kalıpları gördüm. Örneğin, tavan arasında<br />
herkesten saklanan “deli” kadın Bertha’nın, aslında<br />
Jane’in ‘alter ego’su olarak kaleme alınmış olabileceği<br />
düşüncesi beni çok şaşırttı. (Kitabı okumamış olanlar<br />
için not: Bertha, Jane’in hayatının aşkı olan Edward<br />
Rochester’ın, gençliğinde evlenmiş olduğu,<br />
‘deli’, ‘cinselliğe-düşkünlüğü-sebebiyleahlaksız’,<br />
‘Rochester-çok-vicdan-sahibiolduğu-için-bir-türlü-boşayamadığı’<br />
karısıdır.)<br />
‹lk okumalarımda Bertha’yı Jane<br />
ile Rochester arasında bir engel, ‘tavan<br />
arasındaki deli kadın’ olarak gördüğümü<br />
ve Jane ile Bertha arasında hiçbir<br />
benzerlik, yakınlık kurmamış olduğumu dersimiz sayesinde<br />
fark ettim. Brontë, cinselliğe düşkün olduğu için<br />
Bertha’yı ‘deli, ucube’ kategorisine rahatlıkla yerleştirmişti.<br />
‹yi yürekli Jane, kuzeni tarafından insanlığa<br />
hizmet için Afrika’ya gitmeye davet edilmiş, insanlığa<br />
hizmetin kendisine göre olmadığına karar vererek bu<br />
teklifi reddetmişti. Rochester, ancak geçirdiği kaza sonucu<br />
tek elini ve gözünü kaybederek sakatlandığında<br />
Jane’le sosyal statüleri eşitlenmiş, evliliğin yolu açılmıştı.<br />
Jane, ömrünü engelli kocasının bakımına adamıştı.<br />
Acaba Jane, gerçekten çağının ilerisinde miydi?<br />
Jane’in yetiştiği yatılı okulun müdürü acımasız Mr.<br />
Blocklehurst’ün tıpkı “Kırmızı Başlıklı Kız” masalındaki<br />
‘kurt’a benzer şekilde tasvir edilmesini, ‘erkek’ cinselliğinin<br />
tehdit ediciliğiyle ilişkilendirmek de romanı ilk<br />
okuduğum zaman aklımın ucundan geçmemişti. Romanda,<br />
“Külkedisi”nden “Kırmızı Başlıklı Kız”a ya da<br />
“Güzel ve Çirkin”e birçok masala gönderilebilecek referanslar<br />
olduğu fikri benim için yeniydi.<br />
Okumamız sırasında, toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla<br />
ilgilenen herkesin okuması gereken, Gilbert ve Gubar<br />
tarafından kaleme alınmış olan “The Madwoman in<br />
the Attic” adlı makalenin adını Jane Eyre’deki Bertha<br />
karakterinden almış olduğunu öğrendim. Bu makalede,<br />
Gilbert ve Gubar, 19. yy’da batılı kadın yazarların, karakterlerini<br />
ya birer “azize” ya da birer “canavar” olarak<br />
konumlandırmakla çalışmalarını kısıtladıkları tespitini<br />
yapıyor. Bu durumun, erkek yazarların, kadın karakterleri<br />
ya ‘saf ve temiz’ birer melek ya da ‘başkaldıran,<br />
çılgın, deli’ varlıklar olarak konumlandırma, sınıflandırma<br />
eğiliminden kaynaklandığını savunuyor.<br />
Dersin sonunda, Bertha’ya hak ettiği<br />
ilgiyi göstermeye ve Bertha’nın<br />
hikayesinin anlatıldığı roman<br />
“Wide Sargasso Sea”yi<br />
okuma listeme eklemeye<br />
karar verdim.<br />
26
Dördüncü haftanın konusu Virginia Woolf’un “Mrs.<br />
Dalloway” adlı romanıydı. Virginia Woolf’a geldiğimizde,<br />
yirminci yüzyıl romanına da giriş yapmış olduk. Mrs.<br />
Dalloway’i okurken modernizm hakkında konuştuk. ‹ki<br />
dünya savaşı arası dönemde şekillenen modernizm,<br />
savaşın toplumsal düzeni altüst<br />
etmesi, insanların ‘inançlarını’ yitirişine<br />
estetik bir tepki olarak doğuyor.<br />
Bu dönemi, öğretmenimiz Sibel Irzık,<br />
“Tanrının öldüğü dönem” olarak<br />
tanımladı. Bilimsel gelişmelerin hız<br />
kazanmasına, çağın akıl çağı olarak<br />
tanımlanmasına rağmen, insanlar, o<br />
güne kadar mutlak, sağlam ve değişmez<br />
olanın sarsıldığını görüyor, yarının<br />
bugünden daha iyi olabileceği konusundaki<br />
inançlarını yitiriyor. Modernizm, tüm bunlara<br />
bir tepki olarak doğuyor. Önceki edebiyat, -tıpkı Gurur<br />
ve Önyargı’da olduğu gibi- “aşk ve evlilik”, “bireyin<br />
toplum içinde yerini bulması” konularına odaklanırken,<br />
modernistler, “insanların birbirleriyle bağlantı kurup kuramayacakları”<br />
sorusu üzerinde duruyor. Bu dönemin<br />
feminist akım içindeki yeri de, kadın yazarların erkekegemen<br />
edebiyat dünyasına bir eleştiri getirmeleri.<br />
Mrs. Dalloway, Clarissa Dalloway’in ve – aslında<br />
Clarissa’yla doğrudan bir ilişkisi olmayan, bence en az<br />
Clarissa kadar incelenmeye değer olan savaş gazisi<br />
Septimus Warren Smith’in - bir gününü anlatıyor. Clarissa,<br />
Londra’daki evinde ve çevresinde akşam vereceği<br />
parti için hazırlık yaparken geçmişiyle ve kendisiyle<br />
yüzleşiyor. Kadın ve Edebiyat serisi içinde, ilk üç haftada<br />
incelediğimiz romanlarda karakterlerin<br />
büyüme, olgunlaşma hikayesini izlemiştik.<br />
Mrs. Dalloway’de, önceki kitaplarda olduğu<br />
gibi, bir kişinin olgunlaşması hikayesinden<br />
öte, kişilik sınırları, kişiliğin özü, kalıcılığı,<br />
algılar, bilinç, göreli ilişkiler yumağı merceğimize<br />
oturdu. Clarissa ile bir günü paylaşan<br />
Septimus karakteriyle ‘savaş’ hikaye<br />
içine girmişti. Clarissa’nın bir zamanlar<br />
aşık olduğu ve evlenme teklifini geri çevirmiş<br />
olduğu Peter Walsh, ‘yaşanmamış<br />
imkanları’ temsilen hikaye içinde yer bulmuştu. Tıpkı<br />
Peter Walsh gibi, yıllar sonra ortaya çıkarak Mrs.<br />
Dalloway’in partisine katılan eski kız arkadaş Sally Seton<br />
da, yıllar önce Clarissa’yı dudaklarından öpmüş ve<br />
bu öpücük en güzel hatıra olarak Clarissa’nın belleğine<br />
kazınmıştı. Sally de Peter gibi yitirilen imkanları sembolize<br />
ediyordu. Savaşta çıldırmış olan Septimus’un<br />
psikiyatristi Sir William Bradshaw, Clarissa’nın temsil<br />
ettiği duyarlılıklarla asla bağdaşmayan türde bir aklın<br />
temsilcisi idi. Bradshaw, insanın biraz dinlenir ve iyi<br />
beslenirse her türlü dertten kurtulabileceğine inanan<br />
bir zorba idi.<br />
27<br />
Tıpkı Jane Eyre’deki gibi, Mrs Dalloway’de de roman<br />
kahramanının içine itilmiş olduğu bir oda vardı. Jane<br />
Eyre’de Rochester, deli karısı Bertha’yı tavan arasına<br />
kapatmış, onu herkesten gizlemişti. Bu yönüyle<br />
Bertha’nın odası, Jane’in ‘bastırılan güdülerinin de’<br />
temsilcisiydi. Mrs. Dalloway’de ise Clarissa’nın itildiği,<br />
“Odasına çekilen bir rahibe gibi” sığındığı oda, savaşın<br />
yarattığı ‘boşluk, yokluk’ hissinin, Clarissa’nın insanlarla,<br />
özellikle kocası Richard’la arasındaki ve ‘yüreğindeki’<br />
boşluğun temsilcisiydi. Derslerimizde, buradan yola<br />
çıkarak feminist yazın içinde ‘odalara’ yapılan göndermeler<br />
hakkında da konuştuk. Virginia Woolf’un “Kendine<br />
Ait Bir Oda - A Room of One’s Own” adlı makalesinden<br />
de bu çerçevede söz açıldı. Bu makalede, Woolf,<br />
bir kadın yazarın yazabilmesi için ön koşulun kendine<br />
<strong>ait</strong> geliri ve bir odası olması gerektiğini ifade etmişti.<br />
Woolf, kendisi yazarken, omzunun üzerinden bir erkek<br />
yazarın kendisini eleştirdiğini hayal ediyor, sonra, William<br />
Shakespeare’in, en az William kadar yetenekli ve<br />
zeki bir kız kardeşi olsaydı ünlü yazarın sahip olduğu<br />
olanaklara kavuşup kavuşamayacağını sorguluyordu.<br />
Woolf kendi yaşamında da bu türden imkansızlıkların<br />
acısını yaşamıştı. Erkek kardeşleri eğitim almak için<br />
üniversiteye giderken, o evde oturmak durumunda kalmıştı.<br />
Ne ironiktir ki, büyük olasılıkla o erkek kardeşlerin<br />
hiçbiri Clarissa’nın bir gününü kaleme alacak sezgi ve<br />
duyarlığa sahip değildiler.<br />
Mrs. Dalloway’in bir günü, tüm romana hakim olan ‘anların’,<br />
‘burada olmanın’, ‘şimdinin’ gücünü vurguluyor,<br />
tek anın gücünü yüzümüze çarpıyordu. Merkezini, ölümün,<br />
savaşın, hayatın gerçekleşmemiş imkanlarının<br />
oluşturduğu bu modernist ağıt romanı okuduktan sonra<br />
sınıfça, ‘bir an’ donakaldığımızı sadece ben mi hayal ettim<br />
acaba?<br />
Beşinci hafta, Hülya Adak’la birlikte Charlotte Perkins<br />
Gilman’ın “Kadınlar Ülkesi” isimli romanını okuduk. Bu<br />
bir feminist ütopya örneğiydi. Feminist ütopyadan söz<br />
ederken, ütopyanın çok bilinen örneklerinden<br />
söz etmeden geçemedik. Hülya<br />
Adak, bize Eflatun’ın Devlet’inden;<br />
Thomas Moore’un “Utopia”sından,<br />
St. Augustine’in “The City of<br />
God”ından, Al Farabi’nin “Al-<br />
Madina Al-Fadila”sından ve<br />
Jonathan Swift’in “Gulliver’in<br />
Gezileri”nden birer ütopya örneği<br />
olarak söz etti. Feminist ütopya örnekleri<br />
arasında, Mary Gentle’ın “Golden<br />
Witchbread”ini, Doris Lessing’in<br />
“The Marriages Between Zones Three, Four<br />
and Five”ını, Lady Florence Dixie’nin “Gloriana, or
28<br />
the Revolution of 1900”ını saydı. Halide Edip’in “Yeni<br />
Turan”ının da bir ütopya sayılabileceğinden söz etti.<br />
Sonra, dersimizin konusu olan “Kadınlar Ülkesi” ya da<br />
orijinal adıyla “Herland”e geçtik.<br />
Kadınlar Ülkesi’nin, The Forerunner dergisinde, kendisinden<br />
önceki “Moving the Mountain” ve sonra gelen<br />
“With Her in Ourland” ile birlikte tefrika halinde yayınlandığını<br />
öğrendik. Yazar Charlotte Perkins<br />
Gilman hakkında konuştuk. Gilman’ın, 19.<br />
Yüzyılda, ABD’de yaşayan bir sosyolog,<br />
yazar olduğunu, hem yaşam öyküsü hem<br />
ülkenin dört bir yanında verdiği konferanslar<br />
hem de yapıtlarıyla feministlere<br />
yol gösterdiğini öğrendik. Gilman, en<br />
çok, ağır bir doğum sonrası depresyon<br />
geçirişinin ardından kaleme aldığı otobiyografik<br />
“The Yellow Wallpaper”<br />
(Sarı Duvar Kağıdı) adlı kısa hikayesiyle<br />
tanınıyor. Bu hikayenin kahramanı,<br />
kocası tarafından, doktorun tavsiyesiyle “kendi iyiliği<br />
için”, “dinlenmesi için” üç ay boyunca sarı duvar kağıtlarıyla<br />
kaplı bir odaya, bir anlamda “hapsedilen” bir<br />
kadındır. Kahramanımız, zamanla odanın sarı duvar kağıtlarına<br />
karşı bir takıntı geliştirir. Gilman, bu hikayeyi,<br />
“takıntılı”, “asabi”, “histerik” olarak tarif edilen kadının<br />
toplum içindeki rolünü değiştirmek için yazmıştı. Hikayeyi<br />
tamamladıktan sonra, psikiyatristine bir kopyasını<br />
postalamıştı. Gilman, boşanması ve tek çocuğunun<br />
bakımını kocasına bırakmış olması yüzünden yaşadığı<br />
dönemde çok eleştirilmişti.<br />
Kadınlar Ülkesi’ni sınıfça çok eğlenerek okuduk. Romanın<br />
kahramanları sosyolog Van, arkadaşları Jeff ve<br />
Terry ile, üzerinde hiçbir erkeğin yaşamadığı bir ülkenin<br />
varlığından haberdar olurlar. Zorlu bir yolculuğun<br />
ardından söz konusu “Kadınlar Ülkesi”ne ulaşırlar. Bu<br />
ülkede, gerçekten de sadece <strong>kadınlar</strong> yaşamakta, üreme,<br />
parthenogenesis yani aseksüel üreme yöntemiyle<br />
gerçekleşmektedir. Bu ülkedeki <strong>kadınlar</strong> adildir. Ülkede<br />
mülkiyet yoktur. Ülkedeki odalar tek bir kişiye değil,<br />
tüm topluma <strong>ait</strong>tir. Kapılarda kilit yoktur. Her yer herkesin<br />
evidir. Tarım ve botanik çok gelişmiştir. Çocuklar<br />
tek bir annenin, ya da biyolojik annenin “mülkiyetinde”<br />
değildir. Kim hangi konuda başarılı ya da yetenekli ise<br />
çocukların o konudaki öğretmeni olmaktadır. Erkekler,<br />
<strong>kadınlar</strong> ülkesinde birkaç ay hapsedilirler. Bu hem dış<br />
dünyayı onlardan hem de onları dış dünyadan korumak<br />
amacıyla yapılmıştır. Hapis oldukları dönem boyunca<br />
erkekler bu <strong>kadınlar</strong>ın kültürünü daha yakından tanır,<br />
dillerini öğrenirler. Sonunda birer eş edinirler. Hikaye<br />
bu şekilde sürer.<br />
Kadınlar Ülkesi’ni okuduğumuz dersin sonunda aklımda<br />
kalan soru şu oldu: Cinsiyet, doğuştan gelen, değiştirilemez<br />
ve “tanımlayıcı” bir olgu mudur? Yoksa cinsiyetle<br />
ilgili kabul ettiğimiz şeyler aslında toplum tarafından<br />
inşa edilmiş olan algılar mıdır?<br />
Gilman, “Kadınlar Ülkesi” ile bir ütopyayı düşlerken,<br />
romanın kahramanı sosyolog Van’in eşi Ellador’u alarak<br />
kendi dünyasına götürüşünü anlattığı “With Her<br />
in Ourland”de bir distopyayı düşlüyordu. Hülya Adak,<br />
With Her in Ourland’de Ellador’un ciddi bir depresyon<br />
geçirdiğinin anlatıldığından bahsetti. Bu bize neden şaşırtıcı<br />
gelmedi acaba?<br />
Altıncı haftanın konusu Doris Lessing’in Altın Defter’i<br />
idi. Bu kitabı Sibel Irzık’la birlikte okuduk. Altın Defter<br />
bir “meta-fiction” yani “üst kurmaca” türüydü. Üst<br />
kurmacanın, “kurmaca olduğunu itiraf eden metinler”<br />
anlamına geldiğini öğrendik. Lessing de<br />
kitabın önsözünde amacının, “… yalnız<br />
biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir<br />
roman yazmak” olduğunu söylemişti.<br />
Altın Defter, post-modernist<br />
edebiyatın egemenliğini kurmaya<br />
başladığı dönemde yazılmıştır.<br />
Modernizm ile post-modernizim<br />
arasında yer alan bir metin olarak<br />
yorumlanıyordu. Kadın dili, yazını,<br />
gerçekliği diye bir şeyin var olup olmadığını<br />
da sorgulamaktaydı. Lessing,<br />
kitabın “kadın hareketinin savaş borusu”<br />
olarak algılanmış olmasından boşuna şikayet etmemişti.<br />
Yine de kitap, feminist düşünceyi etkilemişti. Kitap<br />
hakkında konuşurken feminizm akımları üzerinde de<br />
durduk. Sibel Irzık, birinci dalga feminizmin, “erkekler<br />
sistemden ne alıyorsa <strong>kadınlar</strong>ın da onu alması talebi”<br />
üzerine kurulduğunu, ikinci dalganın “sistemin<br />
yıkılarak farklılıkların belirleyici olması gerektiğini”<br />
savunduğunu, üçüncü dalganın ise “mantığı patriarkal<br />
düzenin bir parçası olduğu için tümden reddettiğini”<br />
vurguladı. Altın Defter’de bir çerçeve öykü (Özgür Kadınlar)<br />
etrafında kurgulanmış 5 ayrı metin/<br />
defter vardı. Bu, Anna Wulf’un, arkadaşı<br />
Molly’nin, her ikisinin çocukları, eski kocaları<br />
ve sevgililerinin hikayesiydi. Siyah<br />
Defter, Anna’nın Orta Afrika’daki yaşantısını,<br />
Kırmızı Defter, bir komünist parti<br />
üyesi olarak yaşamını, Sarı Defter,<br />
Anna’nın kendi yaşamından yola çıkarak<br />
yazdığı bir roman taslağını, Mavi<br />
Defter, Anna’nın anıları, düşleri, duygularını<br />
ve Altın Defter ise hepsinin kesiştiği<br />
noktayı temsil ediyordu. Kitapta, okuyucunun<br />
aklını karıştıran birçok kurmaca düzeyi vardı. Bu<br />
düzeyler birbirinin aynasıydı. Hepsi birer sınıflandırma<br />
ve analiz çabasının ürünüydü. Metinlerde düzene duyulan<br />
özlem ve kaos iç içeydi. Tıpkı hastalıkla sağlığın iç
29<br />
içe oluşu gibi. Anna’nın kızı Janet ile olan ilişkisi ne kadar<br />
sağaltıcı ise Altın Defter’de sahneye çıkan Saul’la<br />
olan ilişkisi bir o kadar hastalıklıydı. Anna’nın psikiyatristi<br />
“ŞekeAnne”nin görevi, Anna’nın hayatında düzeni<br />
ve kontrolü sağlamaktı.<br />
Yazmak, bir şeylere şekil vermek, şeyleri tanımlamak,<br />
analiz etmek, hayatı anlamlandırmak çabasıysa Doris<br />
Lessing, bu kitaptaki kurmacalarıyla neden şekilsizliğe<br />
bu derece arzu duymuştu? Yazmak, hem bir şeylere<br />
şekil vermek hem de kalıpları parçalamak, karanlık<br />
sulara dalmak, şekilsiz olanı ortaya çıkarmak anlamına<br />
mı geliyordu? Bir şeyleri kitapta sınıflandırma yoluyla,<br />
aslında hiçbir şeyi bölmemek, sınıflandırmamak gerektiğini<br />
mi anlatmaya çalışmıştı? Kendisi önsözde öyle<br />
yaptığını söylüyor.<br />
Doris Lessing, önsözde farklı okurların aynı kitaptan<br />
farklı farklı notlarla çıktığını vurguluyordu. Bazı okurlar<br />
kadın-erkek savaşını görmüş, bazıları politik mesajları<br />
üzerine yoğunlaşmış, diğerleri akıl hastalığı izleğinden<br />
başka bir şey görmemişti. Lessing, önsözün sonunda,<br />
ne kadar buna üzülse de doğal karşılaması gerektiğini<br />
söylüyordu. “Kitabın kalıbı, olay örgüsü, yazar gibi okur<br />
için de açık olduğu an, onu kullanma süresi dolmuş bir<br />
eşya gibi bir kenara atıp yeni bir şeye başlamanın zamanı<br />
gelmiştir belki de” diyordu. Biz de altıncı haftanın<br />
sonunda istemeyerek Altın Defter’i rafa kaldırmak zorunda<br />
kaldık çünkü okunacak daha iki kitap vardı.<br />
Yedi ve sekizinci haftanın derslerine katılamadım.<br />
Buna rağmen, Ursula Le Guin’in Lavinia’sını ve Toni<br />
Morrison’un Katran Bebek’ini kendi başıma okudum.<br />
Okurken, derslerde arkadaşlarımın neleri konuşmuş,<br />
nerelerde gülmüş, nerelerde bir an için duraklamış olabileceklerini<br />
neşeyle hayal ettim.<br />
Toplumsal Cinsiyet Forumu’nun “Kadın ve Edebiyat”<br />
serisi boyunca, kendine <strong>ait</strong> bir oda isteyen, bu odanın<br />
en ufak ayrıntılarını zihinlerinde parça parça ve sabırla<br />
yeniden yaratan, odanın turunçgil ve mine çiçeği<br />
kokan sessizliğini, güneşini ve karanlığını <strong>düşleyen</strong><br />
tüm bu <strong>kadınlar</strong>a misafir olmak beni onlara biraz olsun<br />
yakınlaştırmıştı.
Sanat doğdum, sanatçı doğdum ben.<br />
Kültür doldum, kültür koktum ben.<br />
Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi<br />
Tahmin edebileceğinizden daha geniş bir yüreğim var benim, hepinizin, herkesin sığabileceği kadar<br />
büyük, her daim dopdolu, rengarenk bir dünya… Tam 4 bin 905 metrekarelik bir alandan bahsediyorum,<br />
912 kocaman insanın sığabileceği ve üretken zihinlerin emeklerini sergileyebileceği bir alan… Eğlenmek,<br />
öğrenmek, biraz sosyalleşmek, biraz dinlenmek için birebirim. Kocaman bir ailenin göz bebeğiyim<br />
zaten. Nisan 2005’tir doğum tarihim. O zamandan beri her gün biraz daha gelişerek dolduruyorum günlerimi.<br />
Bugüne kadar birbirinden değerli insanlarla tanıştım ve geleceği en az onlar kadar parlak bir<br />
sürü aile bireyim aynı sahnenin tozunu yuttu büyük heyecan içinde. Tiyatrolar, konserler, özel günlere<br />
<strong>ait</strong> kutlamalar tek bir yerde, benim yüreğimde vuku buldu. Sadece 6 yılda, bir insan ömrüne dahi sığdırmanın<br />
güç olacağı nice insan geldi geçti ve bu hatıraları bıraktı bana.<br />
Şimdi baktıkça ne kadar kıymetli bir sürece ev sahipliği<br />
yaptığımı görüyor ve gururlanıyorum. Benim yapılanma<br />
sürecim sadece içinde bulunduğum bu güzel Sabancı<br />
Dünyası’na hitap etmem amaçlanarak gerçekleştirilmemiş.<br />
Kampus çevresindeki tüm sanatseverlere ulaşmak<br />
ve burada sahneye konan şeyleri onlarla da paylaşmak<br />
istenilmiş…<br />
Uçsuz bucaksız bir okyanusta yol almak gibi ‹stanbul’da<br />
yaşamak… Öyle bir an geliyor ki hareket etseniz bile bir<br />
yere gidemiyorsunuz. Bazen rüzgar, bazen de dalgalar<br />
savuruyor sizi… Ama etrafınızda olan biten bir sürü<br />
olay mevcut. Birileri doğuyor, ölüyor ve en önemlisi üretiyor.<br />
‹nsanlar bu şehri seviyor ve üretimlerini buranın<br />
insanlarıyla paylaşmak konusunda cimrilik etmiyorlar.<br />
Peki siz her daim erişebiliyor musunuz sizlere sunulanlara?<br />
Ne yazık ki o kadar da kolay değil. Dedim ya, sizden<br />
çok daha kuvvetli bir organizmayla boğuşuyorsunuz<br />
aslında. Ben ise, sizlerin ve aslında yakın çevremizde<br />
yaşayan tüm sanatseverlerin bu yoğun tempoyla başa<br />
çıkabilmesi için şehir merkezinde olan bitene ev sahipliği<br />
yapıyorum. Belki vakit bulup da gidemeyeceğiniz,<br />
yeterince erken davranamadığınız takdirde yer bulup<br />
da izleyemeyeceğiniz bir sürü etkinliğin sizlere gelmesini<br />
sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken benim de<br />
hayatım renkleniyor ve birbirinden değerli sanatçılarla<br />
tanışma imkanı buluyorum.<br />
Bu deneyimli yüzlerin ailem ve benim hakkımdaki fikirlerini<br />
birinci ağızdan öğrenmek sahiden çok keyifli…<br />
Sizinle bir kısmını paylaşmak istiyorum. Bakın bu tatlı<br />
dünya hakkında neler söylemişler?<br />
30
31<br />
Ayça Varlıer: ‹zleyicilerden çok<br />
farklı ve çok güzel reaksiyonlar<br />
aldık. ‹zleyicinizin büyük çoğunluğunu<br />
öğrencilerinizin ve öğretim<br />
üyelerinizin oluşturması çok hoş<br />
sahiden de. Seyircinizi, sahnenizi<br />
çok beğendik. Teşekkür ederiz,<br />
çok güzel ağırladınız bizi. Her açıdan<br />
çok memnun kaldık.<br />
Celile Tolon: Sahne çok güzeldi,<br />
yani ben bayıldım, yürü yürü<br />
bitmiyor, ne güzel oyunlar sahnelenir<br />
burada. Üniversitenizde<br />
konservatuar olmadığı halde<br />
böyle bir salonunuz var. ‹stanbul<br />
tarafında salon bulmakta<br />
çok zorlanıyor tiyatrolar. Çok verimli bir büyüklüğü var.<br />
Efendi bir izleyici kitlesi vardı, çok dikkatli dinledi.<br />
Nuri Gökasan: Sabancı Üniversitesi son derece yetkin<br />
ve işinde başarılı bir üniversite. Buradan mezun olacak<br />
arkadaşlarımızın da Türkiye geleceğinde önemli roller<br />
alacağını düşünüyorum. Bizler izleyiciyi çok iyi tahlil<br />
ederiz. Bu akşam bayıldım Sabancı Üniversitesi öğrencilerine.<br />
Çünkü çok doğru yerlerde reaksiyonlar gösterdiler,<br />
bu önemli. Doğru reaksiyon veren seyirci ile<br />
doğru reaksiyon veremeyen seyirciyi ayırırız. Bu akşam<br />
her şey çok olumluydu. Biz de keyifle oynadık. Umarım<br />
izleyiciler de keyif almışlardır.<br />
Volkan Severcan: Olağanüstü<br />
bir sahne. Ne kadar şanslı<br />
olduğunuzu bilemezsiniz.<br />
Türkiye’nin hiç bir yerinde böyle<br />
bir sahne göremezsiniz, seyirci<br />
de olağanüstüydü. Her şey çok<br />
olağanüstüydü. Dünyanın en iyi tiyatrosunda oynamış<br />
gibi çıkıyorum buradan şu anda.<br />
Günay Karaçoğlu: Üniversitede<br />
oynadığım oyunlar hep böyle<br />
oluyor zaten. Çok başka beyinler…<br />
Algı bakımından son derece<br />
açıklar. Pinpon turnuvası gibi,<br />
devamlı bir etki tepki halinde son<br />
derece keyifli geçiyor oyun.<br />
Bahtiyar Engin: SGM’nin arkasında<br />
her şeyden önce sağlam bir isim<br />
vardı ve ben de beklediğim gibi<br />
buldum. Okulda eğitime çok güzel<br />
yatırım yapılmış, kapıdan girdikten<br />
sonra insan mutlu oluyor. Salon<br />
tabii ki harika. Böyle bir yerde bu<br />
salonun bulunması Türk Tiyatrosu için çok iyi bir şey.<br />
Ben beklemiyordum bu kadar dolacağını çünkü kapasite<br />
olarak çok geniş bir salon fakat merdivende oturan<br />
insanlar dahi gördüm, gayet güzeldi.<br />
Erkan Can: Bize gençlik aşısı<br />
verdiniz bir kere. Sizlerin karşısında<br />
kendimizi daha serbest<br />
hissediyoruz. Her akşam aynı<br />
oyunu oynamıyoruz sonuçta. Bu<br />
seyirciyle doğrudan bağlantılı bir<br />
durum.<br />
Cem Davran: Gayet güzeldi, ben<br />
zaten üniversitelerde oynamayı<br />
çok severim, seyircinin hali bir<br />
başka oluyor.
Gripin: Daha önce bu okulda sahne<br />
aldık. Akustik konser çok keyifliydi<br />
özellikle. Hem seyirci hem de salon<br />
çok tatmin edici.<br />
Bülent Ortaçgil: Üniversiteler bu tarz<br />
müzikler için çok doğru yerler. Karşı tarafın<br />
enerjisi bakımından düşündüğümde,<br />
başka bir alanda çalmaktan çok burada<br />
çalmayı tercih ederim.<br />
Nesrin Kazankaya: Ülkemizi bir<br />
adım daha ileri götürebilecek bu<br />
aydın insanların bir arada olabilmesine<br />
ön ayak olmak ve böyle bir<br />
salonu doldurabilmek benim gurur<br />
dolu duygular taşımama sebep<br />
oluyor. Bu tabii ki SGM ailesinin<br />
başarısı. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. Buraya gelmek<br />
beni çok mutlu etti. Salonun teknik yapısına gelince, harika<br />
olduğunu söylemek mümkün<br />
Yetkin Dikinciler: Ülkemizde televizyon<br />
denilen bir gerçek var.<br />
Televizyonların içinde de basit ve<br />
masrafsız üretim nesneleri… Kolay<br />
satılır şekilde düzenleniyorlar. Arz<br />
ile talep bu yönde işliyor. Sonuçta<br />
teknolojik gelişmeler ve hayatın telaşlı<br />
ritmi insanları yönlendiren faktörler. Örnek vermek gerekirse,<br />
kamu vasıtalarıyla iş yerinden evine dönen bir kişi,<br />
tekrar aynı zorlu trafik sürecine atılmak yerine, televizyon<br />
karşısında oturmayı tercih ediyor. Televizyon birçok şeyi<br />
bize çok uzak kılabiliyor aslında. Dünyanın herhangi bir yerindeki<br />
savaş bile çok uzak insanlığa artık… Hayatı paylaşmak,<br />
televizyon söz konusu olduğunda daha güç. Sonuçta<br />
inanılmaz bir alt yapı var ve çeşitli modeller yaratılmış durumda.<br />
Heyecanlı ve dinamik çağında olan insanların bile<br />
hayatında birçok alışkanlıkları değişim gösterdi. Burada ise<br />
kampüste olmanın verdiği farklı bir dinamizm ve ortak yaşam<br />
söz konusu. Kalabalık mı kalabalık bir aileden söz ediyoruz.<br />
Birbirinden dost ve oldukça misafirperver yüzler…<br />
Ben buraya gelirken, “O trafikte Sabancı Üniversitesi’ne<br />
nasıl gideceğiz?” diye değil, “Ne mutlu ki çektiğimiz bu<br />
trafiğin sonunda, Sabancı Üniversitesi’ne ulaşıyoruz.” şeklinde<br />
düşünceler besliyorum içimde. Sonuçta SGM tüm<br />
bu ihtişamıyla bizler için yapılmış. Bir de karşılığında bizi<br />
izleyen gözler, duygularımızı paylaşan kalpler ve bizi takip<br />
eden akıllar bulduğumuzda burada sergilediğimiz her oyun<br />
bambaşka bir anlam kazanıyor.<br />
Yıl 2012… Daha yolun çok başındayım. ‹stanbul gibi bir<br />
“zor güzel” ile başa çıkabildiğim ve varlığımı tüm verimliliğimle<br />
sürdürebildiğim için aileme ve değerli vaktini<br />
ayırıp yanıma gelen tüm sanatçılar ile sanatseverlere teşekkür<br />
borçluyum. Nice “üretmek ve paylaşmak” kokan<br />
yıllara…
İĞNE DELİĞİNDEN<br />
GELEN IŞIĞIN UMUDU:<br />
33<br />
Mülteci Çocuklarla İğne Deliği Fotoğrafçılığı<br />
Gizem Muratoğlu / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi<br />
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlıklık Projeleri Birimi, insan<br />
hakları projelerinin bir parçası olan mülteci projeleri kapsamında,<br />
bu yıl mülteci gençleri “iğne deliği fotoğrafçılık” tekniğiyle<br />
buluşturarak onların zihninde farklı ufuklar açıyor. Bu tekniği<br />
kazandırmaya çalışırken aslında ne pahalı malzemelerden ne<br />
uzak mesafelerden ne de uygulaması zaman ve mekan isteyen<br />
öğelerden fırsat yaratmaya çalışıyor kendi çalışmalarına. Uygulaması<br />
basit ve bir o kadar da eğlenceli olan yaratıcı ve diğer<br />
tekniklere nazaran daha ekonomik fotoğrafçılığı mültecilere sunuyor.<br />
Bunu yaparken de ihtiyaçları olan tek şey; bir grup istekli<br />
genç, günışığı, iğne deliği, fotoğraf kağıdı ve biraz da tutkal...<br />
UMUDUN IŞIĞI<br />
‹ğne deliğindan baktığınızda neler görebilirsiniz?<br />
Minicik bir karınca, ağaç, çicek,<br />
kuş böcek, devasa bir konak?Hangi boyutlardaki<br />
nesneleri çıplak gözle görebilmeniz<br />
mümkün ki bu minicik iğne deliğinin<br />
arkasından?Tamam, ya bu iğne deliğinin dört<br />
tarafı sıkı sıkıya kapalı içi kapkara bir kutunun<br />
üstünde, 20 saniye gördüğü ışıkla yaratacağı<br />
olası görüntüleri zihninizde canlandırsanız?<br />
Mesela bir fotoğraf karesi gibi... Bu hayali<br />
olası kılmak nasıl mümkün diye sorarsanız,
size iğne deliği fotoğrafçılığının gizemlerini keşfedin, göreceksiniz derdim<br />
çünkü; minik iğne deliğinden sızan bir ışık huzmesi fotoğraf kağıdının<br />
üstüne düşürdüğü görüntülerle ancak bu kadar anlaşılır ve görülebilir<br />
kılar ışığın yeryüzündeki gücünü ve önemini. Nelere önderlik eder, hayatı<br />
nasıl biçimlendirir, gözünüzle görme fırsatı yakalarsınız iğne deliği<br />
fotoğafçılığında... Milyonluk merceklerin, teknoloji harikası makinaların;<br />
ışığın umudu karşısında nasıl işlevsiz kaldığını anlarsınız plastik el yapımı<br />
makinaların yarattığı harikaları görünce… Sonra bu kişisel çabaların<br />
insana nasıl hayat verdiğine, insanın kendi elleriyle yaptığı ürünün emeğinden<br />
aldığı keyifle nasıl hayata sarıldığına tanık olursunuz çünkü Işık;<br />
fotoğraf için nasıl zaruri bir ihtiyaçsa, insan hayatı ve umudu için de bir<br />
o kadar gerekli ve hayatıdır.<br />
Bu anlayıştan yola çıkarak Toplumsa Duyarlılık Projeleri, fotoğrafçılığın<br />
ışığını mültecilerle buluşturarak, onların her gün yurt penceresinden<br />
gördüğü, hatta bazen on dakika daha fazla uyumak için yorganlarıyla<br />
yüzlerini kapadıkları güneş ışığını hobiye dönüştürmeyi amaçladı ve mülteci<br />
gençlerle iğne deliği fotoğrafçılığını ortaya koydu.<br />
PEK‹ YA TEKN‹K?<br />
‹ğne deliği fotoğraf tekniği bir anlamda en ilkel fotoğrafçılık tekniği diye<br />
nitelendirilebilir. Makineleri yapmak için belki de kullanılacak en teknik<br />
alet tutkal, makas vefotoğraf kağıdıdır.Malzemelerinin ucuz ve kolay temin<br />
edilebilir cinsten olması bu sanatı çok da sınıf ayrımına maruz kalmayan<br />
bir sanat haline getirmiştir. Bu yüzden iğne deliği fotoğrafçılığı<br />
hiçbir sınıfa <strong>ait</strong> değildir. Makas, tutkal, siyah karton, iğne, alüminyum<br />
folyo ve dört tarafı kapalı olacak şekilde konserve kutusu bir el yapımı<br />
fotoğraf makinası için gerekli malzemelerdir.<br />
Önce konserve kutusunun içine siyah karton yerleştirilir. Bunun amacı<br />
içerde oluşacak olası yansımaları önlemektir. Daha sonra karanlık odada<br />
kutunun içine açacağımız deliğin karşısına gelecek şekilde fotoğraf<br />
kağıdını yerleştiririz ve iğneyle kutunun üstüne bir delik açarız. Fotoğrafı<br />
çekeceğimiz zamana kadar filmi korumak için de deliğin üstünü kutunun<br />
dışından alüminyum folyoyla kapatırız. Fotoğrafı çekerken titremeyi en<br />
aza indirgemek için kutuyu üçayak üstüne koyarak sabitleriz. Fotoğrafını<br />
çekmek istediğimiz yeri belirleyip makinayı sabitledikten sonra alüminyum<br />
folyoyu kaldırıp, kutunun içindeki fotoğraf kağıdının on beş-yirmi<br />
saniye ışığı görmesini sağlarız ve daha sonra alüminyum folyoyla tekrar<br />
34<br />
ışığın içeri girmesini engelleriz.<br />
Bu şekilde fotoğraf çekme işlemi<br />
tamamlanmış olur. Son olarak, fotoğraf<br />
kağıdını banyo edip görüntüyü<br />
ortaya çıkarmak kalır. ‹lk elde<br />
edilen götüntüler, fotoğrafların<br />
negatif halidir.Daha sonra fotoğraf<br />
üstünde oynanılarak istenilen<br />
renkler elde edilebilir.<br />
Sabancı Üniversitesi Toplumsal<br />
Duyarlılık Projeleri; Çocuk, yaşlı<br />
ve engelli projerlinin yanı sıra insan<br />
hakları alanında da projeler<br />
yürütmektedir. ‹nsanlar haklarının<br />
farkındalığını arttırmak ve hakların<br />
daha küçük yaşlardan itibaren<br />
öğrenilmesini sağlamak amacı ile<br />
çocuk projeriyle işbirliğiyle yürüttüğü<br />
çalışmaların yanı sıra kendi<br />
içinde bağımsız projeler de yürütmektedir.<br />
Mülteci projesi de insan<br />
hakları projelerinden yalnızca bir<br />
tanesidir. Mülteci projesi gönüllüleri<br />
her hafta proje liderleri önderliğinde<br />
Yeldeğirmeni gençlik<br />
kampına giderek mülteci gençlerle<br />
buluşmaktadırlar. Onları sosyal<br />
hayata teşvik edici ativitelerle ve<br />
farklı hobiler kazanmadırmaya yönelik<br />
çalışmalarla orada geçirilen<br />
zamanı en verimli hale getirmeye<br />
çalışmaktadırlar.<br />
Bu dönem, mülteci projeleri kapsamında,<br />
çok daha farklı bir yol<br />
izlendi, mülteci gençler için çok<br />
farklı bir çalışma programı için bir<br />
araya gelindi. ‹ğne deliği fotoğrafçılığı<br />
bütün çalışmaların odağıoldu.<br />
Hem Toplumsal Duyarlılık Projeleri<br />
gönülüleri hem de mülteci<br />
gençler için yeni bir uğraş halini<br />
aldı. Peki TDP iğne deliği fotoğrafçılığıyla<br />
nasıl ve nerede tanıştı?<br />
TDP ‹LE TANIŞMA<br />
Nuri Gürdil başlarda fotoğrafçılıkla<br />
amatör olarak ilgilenen, bir lise<br />
edebiyat öğretmeniydi. Ekonomik<br />
olarak gelir düzeyi çok da yüksek<br />
olmayan bir bölgede öğretmenlik<br />
yapıyordu. Sorumluluk bilinci taşıyan<br />
her öğretmen gibi o da ders-
lerin yanı sıra sosyal anlamda öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmenin<br />
yollarını arıyordu. Fotoğrafçı ruhu tam da bu dönemde devreye girdi ve<br />
öğrencilerini iğne deliği fotoğrafçılığıyla tanıştırdı. En temel ve ucuz<br />
malzemelerle, öğrencileriyle birlikte önce fotoğraf makinalarını yaptılar.<br />
Sonra hep beraber yaptıkları makinalar ellerinde, fotoğraf çekecek yeri<br />
aramaya koyuldular ‹şin sonunda her biri birbirinden farklı fotoğraf kareleri<br />
çıktı ortaya.<br />
Bu çalışmanın etkisi ve başarısıyla Nuri Gürdil bu yöntemini olabildiğince<br />
geniş çevrelere anlatmak istedi. Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilen<br />
Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansına katıldı. Bu konferans, iğne<br />
deliği fotoğrafçılığı ve mülteci projesini bir araya getiren ilk adım oldu.<br />
Bagem Direktörü Neyir Berktay’ın da arabuluculuğu sayesinde mülteci<br />
projesi kapsamında iğne deliği fotoğrafçılık deneyimlerinin temelleri<br />
atılmış oldu.<br />
IŞIĞIN UMUDA YANSIMASI<br />
C‹P projeleri bu iş için biçilmiş kaftandı. Dönem başladığında çalışmalara<br />
başlandı.. Önce Sabancı Üniversitesi gönüllü öğrencileri iğne deliği<br />
fotoğrafçılığıyla tanıştırıldı. Nuri Gürdil ve proje süpervizörleri önderliğinde<br />
bu sanatın basamakları tek tek çıkmaya başlandı. Her gönüllü<br />
önce fotoğraf makinası nasıl yapılır onu öğrendi. Karanlık odaya girip<br />
film nasıl banyo ettirilir, elimize güzel bir fotoğraf karesi olarak gelmeden<br />
önce film hangi evrelerden geçer, bütün bu süreç nasıl işler? Öğrencilerin<br />
bu süreçleri öğrenmeleri sağlandı.<br />
Ekip olarak herşey hazırlandığında sıra mültecilerle tanışma faslına gelmişti.<br />
Önce gençlik merkezine gidip gençlerle tanıştılar. Onların kimler<br />
olduklarını, nerelerden geldiklerini, nerede yaşadıklarını görme fırsatına<br />
sahip oldular. Merkezdeki mülteciler, yaşları on üç ila on sekiz arasında<br />
değişen; Afganistan, Sudan gibi politik, sosyal ve ekonomik olarak iç ve<br />
dış karışıklıkları uzun yıllardır devam eden Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden<br />
gelen çocuklardan oluşuyordu. Aslında onlar savaşın göbeğinden<br />
kaçarak kurtulmuş, başka topraklarda tutunmaya çalışan, şanslılık dereceleri<br />
göreceli olarak değişen, devletlerin hukuğu nezdinde bir grup<br />
yasal olmayan çocuktan oluşuyorlardı.<br />
Toplumsal Duyarlılık Projeleri, mülteci gençlerle bu projeyi yaparak<br />
onlara haftada bir gün değişik vakit geçirmenin yanı sıra kalıcı bir hobi<br />
kazandırmayı da hedefledi. Bu, ucuz kırtasiye malzemeleriyle yapılan<br />
ama sonunda elde edilen keyfin, parayla satın alınamayacağı türden bir<br />
çalışmaydı. Özellikle de mülteci gençler için... Üretmek ve ürettiklerinin<br />
karşılığını almak bu dört duvar arasında yaşayan çocuklar için gerçekten<br />
de tekdüze hayata karşı atılan bir adım gibiydi. Nitekim de öyle oldu<br />
çünkü proje kapasitesi on kişiykenprojeye katılan gençler katlanarak<br />
büyüdü ve projeye katılım yüzde yüz arttı. Öyle ki gençlik merkezinde<br />
projeye katılmış çocuklar, katılmamış olan arkadaşlarına çalışmaları<br />
bütün detaylarıyla anlatmış ve katılmaları için onları teşvik etmiş, heyacanlandırmışlardı.<br />
Üniversite ekibi bir hafta sonra projeye gittiklerinde<br />
karşılarında sayıları ikiye katlanmış ve fotoğraf makinası yapımına hakim<br />
bir ekiple karşılaşmışlardı. Bu, projenin mültecilerde ne denli istek uyandırdığının<br />
gözle görülür bir kanıtıydı..<br />
Merkezde fotoğraf konusu kısıtlı olduğu için mülteciler her hafta Sabancı<br />
Üniversitesine getirilerek projeleri üniversitede gerçekleştirmeye<br />
başladılar. Önce hep beraber birer fotoğraf makinası yaptılar. Kampüsün<br />
35<br />
içinde en ilginç kareyi yakalamaya<br />
çalıştılar. Ağaçlar, binalar, binaların<br />
içleri, sokak ışıkları... Kulağa<br />
çok sıradan da gelseler aslında<br />
bu sıradan yapıların her biri iğne<br />
deliğinden süzülerek fotoğraf kağıdına<br />
yansıyacak ve sıradan olmayan<br />
görüntüler oluşturacaktı.<br />
Projenin fotoğraf çekim kısmı bittikten<br />
sonra, sürecin en heyecan<br />
verici kısmı geldi... Acaba fotoğraflar<br />
nasıl bir hal alacaklardı?<br />
Bunu öğrenmenin tek yolu karanlık<br />
odada filmler banyo ettirildikten<br />
sonra ortaya çıkacaktı. Karanlık<br />
oda deneyimi belki de en nefes<br />
kesiici olanıydı.Fotoğrafın üstündeki<br />
görüntünün saniye saniye<br />
belirdiğini görmek,umutları kısıtlı<br />
birer yabancı olarak yaşadıkları<br />
bu topraklarda umutların saniye<br />
saniye, karanlıklar içinde oluşmaya,<br />
şekillenmeye ve görünmeye<br />
başladığının kanıtı olsa gerekti.<br />
‹şte bu yüzden belki de fotoğrafların<br />
banyo ettirilmesi onlar için bu<br />
kadar büyüleyiciydi. Fimler banyo<br />
ettirildikten sonra, ellerinde kendi<br />
çektikleri fotoğraflar vardı.<br />
B‹TMEYEN YOLCULUK<br />
Sıra da ne var diye soracak olursanız<br />
eğer, ilk olarak; Yeldeğirmeni<br />
Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne<br />
yapılması planlanan karanlık odadan<br />
söz edilebilir. Kurulacak olan<br />
bu karanlık odayla beraber, spor<br />
ve çeşitli sanat akivitelerin yanı<br />
sıra mültecilerin yeni hobisi fotoğrafın<br />
da yaşam alanlarının bir<br />
parçası olması sağlanacak. Klasik<br />
söylemlerle, bakıldığında küçük<br />
bir odadan ibaret olacak olan bu<br />
başlangıç, mülteci gençlere çok<br />
daha geniş açılı bir hayatın kapısını<br />
açmanın fırsatını tanıyacak.<br />
Kim bilir? Belki bu şansla fotoğrafın<br />
günışığı mülteciler için de birer<br />
umut ışığına dönüşüverir günün<br />
birinde.
İnce Belli Bardakta<br />
Şekersiz Lütfen...<br />
Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim<br />
Gün boyunca birlikte çalıştığımız, saat kaçta ne içtiğimizi,<br />
şeker tercihimizi ve hatta özel kupa ve bardaklarımızı bilen<br />
çaycılarımızı ne kadar tanıyoruz? Mehmet Karakoyun (Rektörlük<br />
üst kat), Özcan Koyun (Rektörlük alt kat), Erdal Türk<br />
(Diller Okulu) ve Ecevit Aslan (SSBF) ile bir araya geldik. Söyleşi<br />
esnasında, Diller Okulu’nda Erdal Türk’ün konuğu olduk.<br />
Herkese zamanın uyması için öğle tatilini seçtik. Böylelikle<br />
zamanında işlerinin başına dönebileceklerdi.<br />
ECEV‹T ASLAN<br />
1978 Sivas do¤umlu olan Ecevit Aslan, 2008’de Sanat<br />
ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde çalımaya balamı.<br />
36<br />
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce tekstil işiyle<br />
uğraşan Ecevit Bey “3 sefer atölye açtım, nakit param<br />
fazla olmadığından dolayı hep sıkıntı yaşadım ve kapattım.<br />
Çünkü çalışmanın karşılığında aldığın uzun<br />
vadeli çekler nakit sıkıntısı yaratıyor. Nakit sıkıntısı<br />
olunca iş dönmüyor. Bu nedenle tekstil işini sürdürmemeye<br />
karar verdim. Buraya gelmeden önce 3-4 ay boş<br />
kaldım. Daha sonra bir arkadaş aracılığıyla buraya<br />
geldim ve çok memnunum. Burada uzun süre çalışmak<br />
istiyorum” diyor.<br />
Burada herkes bana çok destek oluyor”<br />
Ecevit Bey Sabancı Üniversitesi’ndeki çalışma hayatını<br />
ise şöyle anlatıyor: “SSBF’de yaklaşık 140-150 akademisyen<br />
ve idari personel var. Hepsinin saat kaçta neyini<br />
içtiğini, fincanda veya bardakta mı içtiğini, şeker<br />
tercihlerini ezbere bilirim. Çaycılık haricinde SSBF’deki<br />
bütün çiçeklerle uğraşmayı seviyorum. Oradaki çiçeklerin<br />
hepsiyle tek tek ilgileniyorum. Mesela ilk geldiğimde<br />
yaklaşık 8-10 çiçek vardı, şu an 15 tane çiçek oldu.<br />
Onların günlük suyunu veriyorum, onlarla ilgileniyorum.<br />
SSBF’te başta Dekanım Mehmet (Baç) Bey olmak üzere,<br />
‹nci (Ceydeli) Hanım onlar bana çok yardımcı oluyorlar.<br />
Onun için onlara her zaman teşekkür ediyorum.”<br />
Ecevit Bey’in Toprak ve Bulut isimli iki oğlu var. Toprak<br />
bu yıl ilkokula başlamış, Bulut ise henüz 3 yaşında.<br />
Akşam eve gittiğinde iki oğluyla oynamak Ecevit Bey’e<br />
bütün yorgunluğunu unutturuyormuş. Ecevit Bey bir<br />
anısını da anlatmadan geçemiyor. “Küçük çocuğum<br />
kaybolmuştu. Eşim evden arayıp 1 saattir bulamadıklarını<br />
söyledi. Üstümü bile değiştirmeden ana kapıya gittim.<br />
Orada beni güvenlik Kadir Ağabey durdurdu, Filiz<br />
(Kadayıfçı) Hanım’ı aramayı önerdi. Kadir Ağabey taksi<br />
durağını aradı ben de Filiz Hanım ile görüştüm. Bunu hiç<br />
unutmam, Filiz Hanım bana bir araç gönderdi, araç geldi<br />
ancak çaycı olduğum için sürücü aracı bekleyenin ben
olduğuma inanmadı. Kendi yöneticilerini aradı ve oradan<br />
aracın Filiz Hanım tarafından beni götürmek üzere<br />
gönderildiğini söylediler. Arabaya binip yola çıktık evden<br />
çocuğun bulunduğu haberi geldi. Onun için bir kez<br />
daha teşekkür ediyorum.”<br />
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />
tutuyorsunuz?<br />
‹ki günlüktüm beni çay ocağında yalnız bıraktılar. Ayşe<br />
Yılmaz Hocam, ilk geldiğim gün bana “Oğlum bu işte çekinecek<br />
bir şey yok, sor hocalarına” dedi. Bir haftada<br />
her yeri çözdüm. ‹lk hafta elimde dolu tepsi ile dolaşıp<br />
asansörü arayıp bulamıyordum, çaylar soğuduğu için<br />
geri çay ocağına dönüyordum. Hocalar aradığında durumu<br />
izah ediyordum. Not alarak bir haftada herşeyi öğrendim.<br />
Mesela bir hocamız Avrupa’ya gitmişti, 2 sene<br />
sonra geldi, onun nasıl kahve içtiğini hiç unutmamışım.<br />
Gelir gelmez götürdüm kahvesini, unutmamış olmama<br />
çok şaşırdı. ‹nsanın içinde olursa, işini de severek<br />
yaparsa ben inanıyorum ki her şeyin üstesinden gelir.<br />
Çaycı arkadaşlarımın hepsi de eminim ki işini severek<br />
yaptığından bunu başarıyor.<br />
Takla atan güvercinler…<br />
Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz?<br />
Ben de evde hayvan besliyorum. Çocuklarım hayvanlara<br />
benden daha düşkünler. Bir köpeğimiz var, onu da<br />
benim çocuklar çok istediği için buradan götürdüm.<br />
Kuşları çok seviyorum. Evde de bitkilerle ilgileniyorum.<br />
8-10 tane takla atan güvercinim var. Bence güvercinler<br />
diğer bütün hayvanlardan daha sadık. Bence hayvanlar<br />
sevgiyi insanlardan daha fazla anlıyorlar. Çiçekler de<br />
aynıdır. Sevgini verdiğinin zaman ister istemez kendini<br />
ona bağlayabiliyorsun.<br />
Takla atan güvercin nedir? Nasıl bir türdür? Diğer güvercinlerden<br />
farkı nedir?<br />
Uçtuğu zaman oyun yapıyor. Takla atarak yere iniyor,<br />
bazıları da daha oyuncudur sürekli takla atarlar ve sonunda<br />
düşerler. Bende iki türden de var. Yapı olarak diğer<br />
güvercinlerle aynılar. Sadece ayaklarında paçaları<br />
vardır.<br />
Güvercinlere karşı tutkunuzun sebebi nedir?<br />
13-14 yaşıma kadar köyde yetiştim. Babamın da ağabeylerimin<br />
de güvercinleri vardı. Bizim ahırda 7-8 tane<br />
ineğin yanı sıra 20-30 tane güvercin vardı.<br />
Güvercinler kendileri mi geliyordu ahıra yoksa siz mi<br />
yakalıyordunuz?<br />
Bir çift güvercininiz olduğunda o size yetiyor. Onlar<br />
yavrulayarak çoğalıyor. Para vererek güvercin almadık.<br />
Benim güvercinlerim şu an Alibeyköy’de kirvemin oğlunun<br />
yuvasındalar. Bizim orada biraz sıkıntı olduğu için<br />
oraya götürdüm.<br />
Nasıl bir sıkıntı var?<br />
En üst kata taşındığımız için kafese yer yok. Zaman<br />
buldukça güvercinlerimi ziyarete gidiyorum. Kirvemin<br />
oğlu da facebooktan benimle fotoğraflarını paylaşıyor<br />
sürekli.<br />
Evinizde kuşlar için yer varken komşularla sorun yaşanıyor<br />
muydu?<br />
Oturduğumuz mahallede öyle bir sıkıntı olmaz. Bütün Sivas<br />
Yıldızeli göçmüş ve bizim oraya gelmiş gibi. Herkesin<br />
aşağı yukarı zevkleri de aynı. Mesela özellikle yazın<br />
akşamları herkes kapıda oturur, beraber çay içerler.<br />
Peki siz hangi takımı tutuyorsunuz?<br />
Ailecek Galatasaraylıyız.<br />
Maçlara gidiyor musunuz?<br />
Bekarken gidiyordum ama şu an gidemiyorum.<br />
Çocukları maçlara götürmeyi düşünüyor musunuz?<br />
Çocukları maçlara götürmeyi istiyorum ama şu an öyle<br />
bir şansım yok. Onlar da maça gitmeyi çok istiyorlar aslında.<br />
Güreş, uzun eşek, karate…<br />
Çocuklarla ilişkiniz nasıl? Birlikte neler yapmayı seviyorsunuz?<br />
Büyük oğlumla her şeyi yapmayı severim, o çok uyumludur.<br />
Akşam eve giderim dersinin başındadır. Dersini<br />
bitirdikten sonra kitap okumaya çalışır, 10-15 dakika bilgisayarın<br />
başında geçirir. Küçük oğlum biraz hareketli.<br />
Eve girdiğim anda üstüme atlıyor. En çok güreş yapmayı<br />
seviyor. Uzun eşek onun sevdiği başka bir oyun. Kendi<br />
kendine karate yapmaya çalışıyor.<br />
Büyük oğlum geçen sene okula başladığında her şeyi<br />
ben alıyordum. Şimdi bana bırakmıyor. Lazım olanları<br />
söylüyor para veriyorum. Akşamına paranın üstünü ve<br />
fişini bana teslim ediyor. Büyük oğlum eve gelip hemen<br />
dersini yapar, bilgisayarla ilgili dersler için bizi bekler.<br />
Annesi de çalışıyor.<br />
Siz ve eşiniz işteyken çocuklara kim bakıyor?<br />
Kayınbiraderimin eşi bakıyor. Aynı binada oturuyoruz.<br />
Televizyon kanalı oybirliği ile belirleniyor<br />
Siz televizyonda hangi programları ve kanalları takip<br />
ediyorsunuz?<br />
Büyük oğlumla “Kurtlar Vadisi”ni ve “Arka Sokaklar” ı<br />
takip ediyoruz. Eşimle beraber “Öyle Bir Geçer Zaman<br />
Ki”yi izliyoruz. Evde tek televizyon olduğu için çakışan<br />
programlarda da oylama yapıyoruz. Mesela, küçük oğlum<br />
çizgi film kanalı istiyor, eşim bir dizi istiyor, büyük<br />
oğlum ve ben de aynı diziyi istediğimizde oybirliği ile bizim<br />
dediğimiz oluyor.
MEHMET KARAKOYUN<br />
1999 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi’nde<br />
bulunan Mehmet Karakoyun, Rektörlük üst katta<br />
çalışıyor. Üniversiteye girdiğinden bu yana hemen<br />
hemen bütün birimlerde çalışan Mehmet Bey, ağırlıklı<br />
olarak Rektörlük binasında, IT ve Bilgi Merkezi’nde<br />
çalıştığını ve bu süre zarfından çok güzel anılar ve<br />
dostluklar edindiğini sözlerine ekliyor.<br />
Mehmet Bey Sabancı Üniversitesi macerasını şöyle<br />
anlatıyor:<br />
“Buraya bir arkadaşımın aracılığıyla geldim. Burada,<br />
herkesle gerçekten çok güzel anılarımız oldu. Çalıştığımız<br />
birimlerde hemen hemen herkesin hangi saatte ne<br />
içtiğini, fincanlarını, şeker tercihlerini biliyoruz. Bu, birlikte<br />
çalıştığımız personelin de hoşuna gidiyor.<br />
12 yılda burada çok güzel ilişkiler kurduk. Buradaki hem<br />
idari hem de akademik personel bilgi ve tecrübesiyle<br />
bize çok yardımcı oluyor. Bir derdimiz olduğu zaman<br />
bizi dinliyorlar, bize destek oluyorlar. Mesela, öğretmeni<br />
oğluma Mevlana’nın sözlerini bulmak üzere ödev vermişti.<br />
Evde internet olmadığından, IT’den Alper Bey’den<br />
bu konuda destek istedim. Bizim bildiğimiz üç-dört tane<br />
sözü vardır Mevlana’nın. Alper Bey bize tam 12 sayfa<br />
çıkarttı. Bu tür şeyleri evde de değerlendirmeyi tercih<br />
ediyorum. O konularla ilgili özel dosyalar hazırlıyorum.<br />
‹ki tane oğlum var, ileride bu tür şeyler tekrar gerekebilir<br />
diye o bilgileri değerlendiriyorum.”<br />
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simit satıcılığı<br />
ve ardından bir yemek firmasında aşçılık yapan Mehmet<br />
Bey, “Oradaki işler fiziksel olarak daha ağırdı. Üniversitemizde<br />
çalışan bir arkadaşımız bu işe girmemde<br />
bana yardımcı oldu. Biz de başka arkadaşlarımıza yardımcı<br />
olduk. Ben özellikle kendi açımdan çok memnunum.<br />
Bunlar da tabii ki bizlerin hoşuna gidiyor. Yani, çalıştığımız<br />
yerde sevilmek çok güzel bir şey. ‹nsan istiyor<br />
ki devam etsin, inşallah ömrümüz uzun olursa emekli<br />
olana kadar çalışırız” diyor.<br />
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />
tutuyorsunuz?<br />
Bizim katta 35-36 kişi bulunuyor. Herkesin alışkanlıklarını<br />
aklımda tutarım. Ben de toplantı odasına girdiğimde<br />
kimin ne içtiğini bilirim. Bazen isteklerde değişiklik<br />
oluyor, ama çok fark etmiyor. Şöyle bir anımı anlatayım.<br />
Geçmiş yıllarda bir toplantıda Cemil Arıkan hocamız<br />
rektörlük binasında bir toplantıya katılmış, kahve<br />
istemişti. O gün de kahveyi sekreter arkadaş hazırladı,<br />
ikramını ben yaptım. Cemil Bey, “Mehmet, ben bu kahveyi<br />
içmem, bu kahveyi sen yapmamışsın” dedi. Ben de<br />
durumu izah ettikten sonra kahvesini istediği gibi yapıp<br />
tekrar ikram ettim.<br />
“Örf ve adetlerimizi burada sürdürmeye<br />
çalışıyoruz”<br />
‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda neler<br />
yaparsınız?<br />
Ben boş zamanlarımda yazıyorum ve resim çiziyorum.<br />
‹lk çalışmaya başladığım zaman, bu kadar çalışan yoktu,<br />
daha sakindi. Bir gün hiç unutmuyorum, rektörlük<br />
binasında eski çay ocağında çalışırken SGM’nin orada<br />
bir tane iş makinesi vardı, onun resmini çizdim. Resmi<br />
çizerken etrafımdaki malzemelerden faydalandım. Mesela<br />
tekerleğini çizerken çay bardağının dibini kullandım.<br />
Çizdiğim resimleri saklıyorum. Bunun dışında boş<br />
zamanlarımda türkü, hikaye gibi yazılar yazarım. Bir sakinlik<br />
olduğu zaman insanın aklına önce ufaktan bir şey<br />
geliyor, sonra da arkası geliyor.<br />
Bir de, biz Anadolu’da büyüyüp yetiştiğimiz için<br />
Anadolu’nun örf ve adetlerini burada da yaşıyoruz.<br />
Mesela, bizler bu memlekete geldik ama yine de içimizden<br />
gelerek bayramlarda düğünlerde eş dost ziyaretlerini<br />
sürdürüyoruz. Bizim Tokat’tan getirdiğimiz örf<br />
ve adetlerden, ailemizin bize verdiği eğitimden, disiplinden<br />
kopamıyoruz. Gelecek nesillere örf ve adetlerimizi<br />
öğretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımız da<br />
memleketlerini asla unutmamalı, sahip çıkmalı.
‹ki oğlunuz var. Onlar ‹stanbul’da doğdu ve burada büyüyor. Onlarla bu<br />
anlamda bir kültür farklılığı yaşıyor musunuz?<br />
Tabii ki aramızda bir farklılık oluyor. Bizim yetiştiğimiz zaman ile şimdiki zaman<br />
çok farklı.<br />
Simitçilik ve çaycılık<br />
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simitçilik yaptığınızı ve bir yemek<br />
şirketinde çalıştığınızı belirtmiştiniz. Bu işlerden biraz bahseder misiniz?<br />
‹stanbul’a 12-13 yaşında geldim. O zaman şartlarımız uygun olmadığından<br />
okuyamadım, çalışmaya başladım. Simitçilik zordu tabi, o zamanlar evimiz<br />
olmadığı için fırınların ayarladığı koğuş gibi yerlerde kalıyorduk. 1996 yılına<br />
kadar çoğunlukla Esentepe Mahallesi’nin oralarda simit sattım. O zamanlar<br />
şartlar bize göre daha iyiydi, etrafta çok yeme içme mekanı, pastane falan<br />
yoktu. 1996 yılında oradan ayrıldıktan sonra bizim evin orada belediyede 2<br />
yıl kadar çöp toplama kamyonlarında çalıştım. 1998’de babam vefat edince<br />
ayrılmak zorunda kaldım. Avrupa yakasında bir yemek şirketinde çalışmaya<br />
başladım. Taşımalı yemek olduğu için ağır oluyordu, o nedenle de oradan<br />
ayrıldım. Daha sonra buraya geldim, iyi ki gelmişim.<br />
Her akşam bir saat kitap okuma saati<br />
Çocuklarla evde ne yapmayı seviyorsunuz?<br />
Güzel havalarda eşimle ve çocuklarımla dışarı çıkmayı seviyorum. Özellikle<br />
sahil tarafına gidiyoruz. Evde televizyon izleriz. Akşamüstleri de evde kitap<br />
okuma saatimiz var. O saat geldiği zaman hepimiz kitap okuyoruz.<br />
Ne tür kitaplar okuyorsunuz?<br />
Ben genelde roman türü kitapları okuyorum. Çocuklar da bir şeylerle ilgilenmiş<br />
oluyor. Yaz tatili zamanında okuma saatini uygulayamıyoruz. Çünkü çocuklar<br />
sokakta arkadaşları ile oynuyor oluyorlar ama okul zamanında mutlaka<br />
her akşam bir saat kitap okuyoruz. Böylece çocuklar da kitap okuma<br />
alışkanlığı günden güne artıyor.<br />
39<br />
Oybirliği nasıl oldu?<br />
Büyük oğlum da Beşiktaşlıydı. Küçük<br />
oğlum da konuşmaya başladığından<br />
bu yana Beşiktaşlı. Eşim de<br />
kardeşleri dolayısıyla Fenerbahçeliydi.<br />
Evlendik, çocuklar da olduktan<br />
sonra hep beraber konuştuk, “Seni<br />
de Beşiktaşlı yapalım” dedik. Önce<br />
kabul etmedi. Biz de aile içinde oylama<br />
yaptık, çoğunluğun Beşiktaşlı<br />
olması nedeniyle eşim de takım değiştirdi.<br />
Peki eşinizin ailesiyle taraftarlık<br />
ilişkiniz nasıl?<br />
Aslında güzel bir ilişkimiz var. Mesela<br />
Beşiktaş yenildiği zaman beni<br />
gece arayıp uyandırırlar, “Nasıl<br />
uyuyorsun?” diye. Ben de aynısını<br />
onlara yaparım. Tamamen centilmenlik<br />
sınırları için de ilişkimizi yürütüyoruz.<br />
Maça gider miydiniz peki?<br />
Simit sattığım zamanlarda satış yapmaya<br />
giderdim. Özel olarak, kendi<br />
oğlumun maçlarına gidiyorum.<br />
Siz ve eşiniz işteyken çocuklarla kim ilgileniyor?<br />
Kayınbabamlarla altlı üstlü oturuyoruz, onlar bakıyor çocuklara biz yokken.<br />
Çocuklar anneanne ve dedeyi çok seviyorlar.<br />
Çocuklarla oyun oynuyor musunuz? En çok ne oynuyorsunuz?<br />
Çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Evde tahta yap-bozlar var onlarla kule,<br />
ev vb. bina yapıyoruz. Bir de kendi aramızda iddiaya giriyoruz. Kaybeden<br />
kazanana hediye alıyor.<br />
Hediyenin bir limiti var mı?<br />
Herkesin bütçesine göre. Tabi baba ve oğul arasında bir bütçe farkı var ama<br />
sorun olmuyor. Biz ne kadar yensek de hediyeyi onlara alıyoruz.<br />
“Hanımla konuşup Beşiktaşlı olmaya ikna ettik”<br />
Futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?<br />
Ailecek Beşiktaşlıyız. Eşim Fenerbahçeliydi, oybirliği ile onu da Beşiktaşlı<br />
yaptık.
ERDAL TÜRK<br />
Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nda çalışan Erdal<br />
Türk’ün, 1999 yılında Sabancı Üniversitesi macerası<br />
başlamış. Erdal Bey, Sabancı Üniversitesi’ne ilk<br />
geldiğinde 3 ay Rektörlük binasında daha sonra Diller<br />
Okulu’nda çalışmış. Erdal Bey halen Diller Okulu’nda<br />
bulunuyor. Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya<br />
başlamadan önce seyyar satıcılık yapan Erdal Bey de bir<br />
arkadaşının aracılığıyla Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş.<br />
“Seyyar satıcının her zaman cebinde parası<br />
olur, ama paranın bereketi olmaz”<br />
“Ex”leri çay ocağına sokmuyoruz…<br />
Diller Okulu’nda akademik ve idari personelle çok<br />
güzel bir diyalogları olduğunu söyleyen Erdal Bey,<br />
buradaki güzel iletişimi anlatırken şu örnekleri veriyor:<br />
“Burada herkesle çok güzel bir diyalogumuz var.<br />
Mesela grip olanlara “ex” diyoruz, onları çay ocağına<br />
sokmuyoruz. Onlar da aynı şekilde beni “ex” olarak<br />
nitelendiriyor ve ofislerine almayacaklarını söyleyerek<br />
şaka yapıyorlar. Hepimiz birbirimizin gönlünü hoş<br />
tutmaya çalışıyoruz. Benim de iki oğlum var, ikisi de<br />
askerliğini yaptı. Geçen yıl büyük oğlumun çalıştığı<br />
fabrikadan müdürler buraya Japonca dersi almak<br />
için gelmişlerdi. O vesile ile büyük oğlumun işe girmesinde<br />
yardımcı oldular.”<br />
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda<br />
tutuyorsunuz?<br />
Şu anda Diller Okulu’nun mevcudu 89 kişi. Toplantı<br />
olduğu zaman, toplantı odasında girip kimler var diye<br />
bakarım. Sonra da herkesin içeceğini tepsiye doldurur<br />
getiririm. Hiçbir zaman kalem defter alıp da kimin<br />
ne içtiğini not etmedim. Hocalarımızın her birinin hangi<br />
saatte toplantıda, hangi saatte derste olduğunu,<br />
hangi saatte ne içtiğini bilirim. ‹çeceğini şekerli tercih<br />
edenlerin şekerlerini de karıştırıp götürüyorum.<br />
‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda<br />
neler yaparsınız?<br />
Ben boş vakitte gazete okuyorum, bulmaca çözüyorum.<br />
Hafta sonları da evin işleriyle ilgileniyorum.<br />
Boyadan yemeğe her şeyi yaparım. Evde, hanımla<br />
birlikte mutfağa girerim salata, yemek ne gerekiyorsa<br />
yaparım. Bizim buradaki bütün arkadaşlarımız becerikli<br />
insanlar, ellerinden iş gelir. Evin tamirat işlerini<br />
kendileri yaparlar. Becerikli insanlar olmasalar Sabancı<br />
Üniversitesi’nde çalışamazlar.<br />
40<br />
Daha önce seyyar satıcılık yaptığınızı söylediniz. Ne satıyordunuz?<br />
Simit satıyordum.<br />
Simit satmak nasıl bir iş?<br />
Seyyar satıcının her zaman cebinde parası olur ama paranın<br />
bereketi olmaz. Para günlük gelir ve günlük gider.<br />
Maaşlı olduğunuz zaman düzeninizi ona göre hazırlarsınız.<br />
Ayağınızı yorganınıza göre uzatırsınız.<br />
Simitçilik yaparken yaşadığınız en büyük sıkıntı neydi?<br />
1980’den beri simit satıyordum. 1986 yılında sigortaya girişim<br />
oldu. Sonra sigortalı bir işe girerek geleceğimi garantiye<br />
alayım dedim.<br />
Sizde hangi televizyon programları seyrediliyor?<br />
“Sakarya Fırat” dizisini seyrediyoruz. Akşamları bazen<br />
eşimle televizyon nedeniyle sıkıntı yaşıyoruz. O akşamüstü<br />
başlayan evlendirme programını izliyor. Bir de kayıpları bulan<br />
bir program var onu izliyor.<br />
Sizin çocuklarınızla ilişkiniz nasıl?<br />
Büyük oğlum ilkokula başladığında eve geldiğimde kitaplarını<br />
ve defterlerini ciltlerdim yani çok özeniyordum. Çok<br />
kaliteli bir kutu pastel boya aldığımda öğretmeni çalınacağı<br />
konusunda beni ikaz etti. Ben de boyanın öğretmen<br />
masasının çekmecesine konmasını önerdim. Öğretmenin<br />
çekmecesini açıp sadece boyayı almışlar. O zaman çok<br />
özeniyordum. Mesela gazetelerin verdiği promosyonları<br />
hiç kaçırmazdım. ‹kisine de yaşlarına uygun ne varsa her<br />
ikisine de alırdım. Çok uğraştım okusunlar diye ama okumadılar.<br />
Siz hangi takımı tutuyorsunuz?<br />
Ben ve oğullarım Beşiktaşlıyız, eşim ise takım tutmuyor.<br />
Maçlara gidiyor musunuz?<br />
Hiç maça gitmedim, oranın ortamı bana göre değil. Oğullarımın<br />
da maça bir düşkünlüğü yok. Sporun farklı dallarına<br />
da bir tutkum yok.
ÖZCAN KOYUN<br />
1973 Sivas doğumlu olan Özcan Koyun, Rektörlük alt kattaki<br />
Öğrenci Kaynakları ve Mali ‹şler’e servis yapıyor. Özcan Bey’in<br />
Sabancı Üniversitesi macerası 2008’de başlamış. O da bir arkadaşının<br />
tavsiyesi üzerine Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş. 10 yıllık aşçılık<br />
deneyimi olan Özcan Bey, sigorta primlerinin yatırılmamasından<br />
dolayı işini bıraktığını söylerken, yapmayı ve yemeyi en sevdiği<br />
yemeğin kuru fasulye olduğunu bizimle paylaşıyor.<br />
41<br />
“Özcancino”nun sırrı<br />
Sabancı Üniversitesi’nde kendisinden başka sütü kaynatarak<br />
kahve yapan olmadığını söyleyen Özcan Bey, sütü mikrodalgada<br />
ısıtıyormuş. Bundan dolayı kendisine ve kahvesine “Özcancino”<br />
deniliyormuş.<br />
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz?<br />
Benim daha önce 10 yıllık aşçılık tecrübem var. Mesela garson<br />
sipariş veriyordu, ben de aklımda tutuyordum. Burada da aynı şekilde<br />
hep aklımda tutuyorum.<br />
Özcan Bey, siz çok güzel saz çalıyormuşsunuz?<br />
Ben Sivaslı olmanın avantajını kullanıyorum. 12-13 yaşında bir<br />
kara düzen ile saz çalmaya başladım. Daha sonra bir bağlama<br />
aldım. Kursa gitmedim, kendi becerimle öğrendim ama kursa da<br />
gitmeyi düşünüyorum. Çok fazla parçayı ezbere bilmiyorum. Saz<br />
çalmak beni çok rahatlatıyor. Bunun dışında evde eşime de yardımcı<br />
oluyorum, yemek pişiriyorum.<br />
Özel yemekler: Bezelye, köfte, kadınbudu köfte<br />
‹ş dışındaki zamanlarınızda eşinizle neler yapıyorsunuz?<br />
Eşimle birlikte yemek hazırlamayı, birlikte çay içmeyi sohbet etmeyi<br />
seviyoruz.<br />
Evde hangi yemekleri yapıyorsunuz?<br />
Eşim de benim gibi yemek ayırt etmiyor ama genellikle irmik helvası<br />
ve sütlaç yapıyorum. Özel yemek olarak da bezelye, köfte ve<br />
kadınbudu köfte yapıyorum.<br />
Şu anda sizin çocuğunuz yok ama gelecekte olunca ne isim vermeyi<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Henüz isim düşünmedik. Eşim kız olursa ismi kendi koymak istiyor.<br />
Erkek olursa müşterek bir isim koymamızı öneriyor. Eşim aklındaki<br />
ismi bana söylemiyor. Kız veya erkek çocuk gibi bir ayrımımız yok,<br />
sağlıklı olması bizim için en önemlisi.<br />
Sizin özellikle takip ettiğiniz program ve kanallar var mı?<br />
Eşimle birlikte “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini seyrediyoruz. Bunun<br />
dışında türkü kanallarını seviyoruz.<br />
Sizin futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?<br />
Ben Beşiktaşlıyım, eşim de Beşiktaşlı ama o maçları sevmiyor.<br />
Evlenmeden önce maçlara giderdim. Eskiden çok fanatik bir taraftardım<br />
ama artık o kadar değilim.<br />
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeseydiniz ne<br />
yapmayı düşünüyordunuz?<br />
Zaten arayışlar içindeydim. Aşçılıktan sonra<br />
bir kargo şirketinde çalışmaya başladım. Gece<br />
paketler ulaşırdı biz de onları sabaha kadar<br />
bölgelere ayırıp araçlara teslim ederdik. Gece<br />
saat 03:00 gibi mesaiye başlıyorduk. Saat 12’de<br />
işimiz bitiyordu. Sonra eve gidip uyuyorduk.<br />
Çok zor bir işti. Bir dönem tezgahtarlık da yaptım.<br />
Fenerbahçe’de Piramit Alışveriş Merkezi<br />
vardı. Onun içinde çalıştığım restoranda tezgahtarlık<br />
da yapıyordum.<br />
“Personelin en çok kimi sevdiğiyle<br />
ilgili anket yapılsa, herkesin çaycıları<br />
söyleyeceğini düşünüyorum”<br />
Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı?<br />
MEHMET KARAKOYUN- Çalıştığımız yerde şu<br />
anda çok mutluyuz, problem yok. Son günlerde<br />
yaşadığımız en güzel şey; Kurdoğlu’nun ayrılmasından<br />
sonra yöneticilerimiz bize bir babalık<br />
yaptılar. Orada çalışan bütün arkadaşlarımızın<br />
haklarını korudular. Bu duruma bizler de çok<br />
seviniyoruz, bu iyiliklerinden dolayı yöneticilerimize<br />
dua ediyoruz.<br />
ÖZCAN KOYUN- Ben bir şey söylemek istiyorum.<br />
Mesela Sabancı Üniversitesi’nde çalışan<br />
bütün personele, yani yöneticilerimize sorsalar,<br />
bir anket yapsalar çalışanların en fazla kimi<br />
sevdiğiyle ilgili, herkesin çaycıları söyleyeceğini<br />
düşünüyorum.
‹stanbul’dan daha eski<br />
bir semt: SAMATYA<br />
Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim<br />
Samatya, batı tarafında Yedikule, doğu tarafında Yenikapı,<br />
kuzey tarafında Koca Mustafa Paşa’yla çevrelenmiş<br />
küçük bir ada. Bizans’tan günümüze kadar ulaşabilen<br />
ender semtlerden biri olan Samatya, ziyaretçilerini<br />
sıcak dokusu ile kendisine hayran bırakıyor. Bizans ve<br />
Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından<br />
biri olan Samatya’nın kalbi, kiliseler, meyhaneler,<br />
balıkçılar ve midyecilerle çevrelenen meydanda atıyor.<br />
Samatya Meydanı’ndaki balıkçı Toma ve ayakkabı boyası<br />
tezgahının başındaki Artin, semtin eskilerden kalma<br />
mozaik yapısının devamı niteliğini taşıyor.<br />
Semt sakinleri ihtiyaçlarının çoğunu Marmara<br />
Caddesi’nden başlayarak Koca Mustafa Paşa’ya kadar<br />
uzanan, Cumartesi günleri kurulan semt pazarından<br />
karşılıyor. Pazarda, çeşit çeşit meyve sebzenin yanı<br />
sıra, mutfak eşyalarından giyime kadar uzanan çeşitlilikte<br />
tezgahlar bulunuyor.<br />
Hele de Samatya’da Paskalya zamanı oldu mu, buram<br />
buram kokan taze çörekler iştahınızı açıyor. Semtin pastanelerinin<br />
camlarındaki rengarenk boyanmış yumurtalar,<br />
çikolatadan yapılmış olan yumurtalar ve tavşanlar<br />
size farklı bir diyardaymışsınız hissi veriyor.<br />
Psomatya’dan Samatya’ya<br />
Samatya aslında güzel, ince kumuyla ünlü, eski bir balıkçı<br />
köyü. Semtin eski adı Psomatya kum anlamına gelen<br />
Psamathos’tan türemiş, zamanla da değişerek Samatya<br />
haline gelmiş.<br />
Tarihçilerin bulgularına bakılırsa, bu semt aslında<br />
stanbul’dan daha eski bir yerleşim yeri. Megaralıların<br />
efsanevi komutanı Byzas bugün Topkapı Sarayı’nın<br />
bulunduğu yerde kendi şehri Byzanthium’u kurarken<br />
Samatya’nın yerinde bir köy bulunuyormuş. Bu köy ancak<br />
Bizans imparatoru 1. Theodosius döneminde (379-<br />
395) batıya doğru büyüyen şehre yeni surlar kazandırıldığı<br />
sırada sur içinde şehir sınırları dahilinde kalmış.<br />
Bir zamanlar “Küçük Paris” olarak anılan Samatya,<br />
1960’lara kadar yapısını büyük ölçüde korudu. 1970’lerde<br />
iyice ıssızlaşan ve unutulan Samatya, sinema ve<br />
televizyon filmlerine platoluk yapması, ardından gerçekleşen<br />
kalkındırma çalışmalarıyla yavaş yavaş eski<br />
günlerine dönmeye başladı.<br />
1950’lere kadar Samatya bambaşka bir yerdi<br />
20. yüzyılda büyük değişimler geçiren Samatya, halen<br />
mahallelilik kültürünü bir şekilde de olsa sürdürüyor.<br />
Samatya, 1950’lere kadar çok farklı bir yapıya sahipti.<br />
6-7 Eylül Olayları Samatya’nın kaderinde önemli bir rol<br />
oynadı. Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etti ya<br />
da ettirildi. 1950’lerin sonunda inşa edilen 22 km uzunluğundaki<br />
Sahil Yolu, denizle iç içe yaşayan Samatya’yı<br />
denizden uzaklaştırdı. Uzun Deniz, Sahil Yolu ile surlardan<br />
kimi yerde 50-60 metre uzaklaştı. Sirkeci-Florya Sahil<br />
Yolu stanbul’un Bizans’tan beri bozulmadan gelen<br />
doğal yapısının üzerinden geçti ve sadece tarihi değil<br />
coğrafi özellikleri de geri dönülmeyecek biçimde yok<br />
edildi.<br />
Ayrıca, 1950’lerde başlayan göç de Samatya’nın nüfus<br />
profilini değiştirdi. Son dönemlerde semtin yerli halkı,<br />
özellikle gayrimüslim halk stanbul’un başka merkezlerine<br />
taşındı. Bugün, sayıları azalmış da olsa Rum ve<br />
Ermeniler, semtin Türk kökenli sakinleri ile iç içe yaşı-<br />
42
yor. Semt son yıllarda Üç Maymun, Gönül Yarası, kinci<br />
Bahar gibi sinema filmlerine ve dizi filmlere ev sahipliği<br />
yaptı.<br />
43<br />
Türkiye’nin ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden<br />
biri Samatya’daydı<br />
Samatya’da halk denizle öyle içli dışlıydı ki Türkiye’nin<br />
ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden Refii Deniz Spor<br />
Kulübü de buradaydı. Usta balıkçılardan çoğu da Samatya’daydı.<br />
Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin<br />
en eski yerleşim alanlarından olan Samatya, Altın<br />
Kapı’nın ve Kral Yolu’nun varlığı ile seçkin bir semt haline<br />
geldi. Bugün Samatya orta halli nüfusu ile mahalle<br />
kültürünü yaşamaya devam ediyor. badethanelerin,<br />
balıkçıların, meyhanelerin, tavernaların bir potada eridiği<br />
semt, ziyaretçilerini nostaljik yaşam kültürü ve tarihi<br />
dokusu ile kendisine hayran bırakıyor.<br />
Samatya’nın nabzı balıkçılar, meyhaneler, restoranlarla<br />
çevrili meydanda atıyor<br />
Restoranlar, meyhaneler, balıkçı tezgahları, kahvehaneler<br />
ve kiliselerle çevrelenmiş Samatya Meydanı,<br />
semtin kalbinin attığı yer. Meydanda, merdivenlere<br />
arkanızı dönüp tren istasyonuna doğru ilerlerken sağdaki<br />
dar sokağa girdiğinizde, kubbesi meydandan görünen<br />
Hristos Analipsis Kilisesi’ne ulaşıyorsunuz. sa<br />
Peygamberin göğe yükselişine atfedilmiş bir Ortodoks<br />
kilisesi olan Analipsis bölgenin geleneksel Ayazmalı<br />
ibadethanelerinden biri. Meydandan sola doğru gidip<br />
Büyük Kuleli Sokak’a girdiğinizde ise Ayios Yeorgios<br />
Rum Ortodoks Kilisesi karşınıza çıkıyor. Kilisenin adı<br />
1652 tarihli bir belgede çok değerli ikonalara sahip kubbeli<br />
bir Bizans bazilikası olarak geçiyor.<br />
Ayios Yeorgios’un bulunduğu Büyük Kulesi Sokak sizi<br />
farklı bir dünyaya götürüyor. Bu dar sokaklar eski evleri<br />
ve semtin sayılı kalan konaklarıyla farklı bir dünyanın<br />
kapılarını size açıyor. Ancak 70’li ve 80’li yıllarda inşa<br />
edilen apartmanlar bu tarihi doku ile taban tabana bir<br />
zıtlık yaratıyor.<br />
Hayatın dolu dolu yaşandığı bir sokak:<br />
ç Kalpakçı Çıkmazı<br />
Meydandan tren istasyonuna giderken,<br />
tren istasyonun hemen yanındaki soldaki<br />
ç Kalpakçı Çıkmazı ise mahallelilik<br />
kültürünün en bariz şekliyle yaşadığı<br />
bir yer… Çocuklar sokakta oynuyor,<br />
<strong>kadınlar</strong> ellerinde örgüleri ile kapılarının<br />
önünde oturuyor, derken bir<br />
komşu elinde çaydanlığın ve bardakların<br />
olduğu bir tepsi ile kapıdan<br />
beliriyor. Sokakta halılar yıkanıyor,<br />
yünler seriliyor. Tarihi 100<br />
yılı aşan 29 tane ahşap ve kagir<br />
evin bulunduğu sokak hayatın<br />
tam anlamıyla yaşandığı yer.
ki kilise üst üste<br />
Samatya Meydanı’ndaki merdivenlerden<br />
yukarı çıktığınızda Ayios Minas<br />
Rum Ortodoks Kilisesi’nin çan<br />
kulesi sizi karşıdan selamlıyor. Bu<br />
kilisenin ilginç yanı ise gördüğünüz<br />
binanın asıl kilise üzerine inşa edilmiş<br />
olması. Asıl kilise ise şu anda bir<br />
demirci atölyesi olarak kullanılıyor.<br />
1833’te inşa edilen kilisenin altında,<br />
III. Yüzyılda mparator Decian’ın<br />
Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı<br />
zulüm sırasında öldürülen Aziz<br />
Karpos ve Papylos’un mozaleleri<br />
bulunuyor. Şehirdeki benzerleri arasında<br />
en eskisi olan bu mozaleler şu<br />
anda bir kahvehanenin duvarları arkasında<br />
saklı duruyor!<br />
Merdivenlerden caddeye çıkıp sola<br />
doğru yürüdüğünüzde ise kapanmış<br />
tarihi Samatya Karakolu’nu geçtikten<br />
sonra Yedikule’ye doğru giderken<br />
Ayios Nikolaos Rum Kilisesi sizi<br />
karşılıyor. 1583 yılında inşa edildiği<br />
tahmin edilen kilise, 1782 yangınında<br />
büyük hasar gördükten sonra<br />
onarılarak 1830 yılında tekrar ibadete<br />
açılıyor.<br />
Doğu Roma’dan günümüze ulaşan<br />
en eski dini yapı: Studios Manastırı<br />
Kilisenin hemen arka sokağında ise<br />
Studios Manastırı veya diğer adıyla<br />
mrahor Camii 1500 yıllık tarihi<br />
ve ihtişamıyla görenleri büyülüyor.<br />
Doğu Roma döneminde yapılan ve<br />
stanbul’da ayakta kalan en eski<br />
dini yapı olarak kabul edilen Studios<br />
Manastırı veya Aya oannes Promodos<br />
(Vaftizci Yahya) Kilisesi veya<br />
mrahor Camii’nin 454-464 yıllarında<br />
inşa edildiği düşünülüyor.<br />
44<br />
Surp Kevork Ermeni Kilisesi<br />
Ayios Nikolaos’un çapraz karşısında<br />
kalan Anarat Hğutyun Ermeni Katolik<br />
Kilisesi Pazar günleri, sayıları az<br />
da olsa Ermeni Katolik cemaatinin<br />
ibadetine açılıyor.<br />
Studios Manastırı yakınlarındaki<br />
Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni<br />
Rum Ortodoks kiliseleri ve Arap Kapısı<br />
Mescidi ve Tekkesi semtin çokkültürlü<br />
yapısını bir kez daha haykırıyor.<br />
stanbul’daki ilk Ermeni<br />
Patrikhanesi, Fatih Sultan<br />
Mehmet tarafından hediye edildi<br />
Marmara Caddesi’ne çıktığınızda<br />
da iki önemli tarihi eseri görüyorsunuz:<br />
Biri Mimar Sinan eseri Abdi<br />
Çelebi Camii, diğeri ise stanbul’daki<br />
ilk Ermeni Patrikliği’ni yapmış Surp<br />
Kevork Ermeni Kilisesi. Sulu Manastır<br />
olarak da adlandırılan kilise,<br />
aslında bir Rum Ortodoks kilisesi.<br />
Fatih Sultan Mehmet, stanbul’u fethinin<br />
ardından o zamanlar Bursa’da<br />
bulunan Ermeni Patriği Episkopos<br />
Hovagim’e burayı Ermeni Patrikhanesi<br />
olarak hediye ederek Rum<br />
Ortodoks Patriği’ne verilen tüm<br />
hakları tanıyor. Patrikhane binası<br />
1640’lara kadar burada kaldıktan<br />
sonra Kumkapı’ya taşındı. 1031 yılında<br />
mparator II. Romanos tarafından<br />
inşa ettirilen kilise, 1204 yılındaki<br />
Haçlı Seferi’nde yağmalanarak<br />
harabeye dönüyor. VIII. Michael<br />
Palaelogos tarafından onarılarak<br />
ibadete açılıyor. Mülkiyeti hakkında<br />
Rum ve Ermeni cemaatleri arasında<br />
anlaşmazlıklar yaşanması nedeniyle<br />
Surp Kevork, “Kanlı Kilise” olarak<br />
da anılıyor.<br />
Samatya’ya Mimar Sinan’ın da<br />
eli değdi<br />
Marmara Caddesi üzerinde Surp<br />
Kevork ile aynı sırada, karşı köşesinde<br />
yer alan Mimar Sinan eseri<br />
Abdi Çelebi Camii, “Yedim çtim Camii”<br />
ve “Sanki Yedim Camii” isimleriyle<br />
de anılıyor. Bu isim, ne zaman<br />
canı pahalı bir şey çekse yemeyip<br />
parasını biriktiren ve o parayla cami<br />
yaptıran bir kişinin rivayetinden geliyor.<br />
Dört fil ayağı üzerine bir kubbe<br />
oturtularak 1533-1534 yıllarında inşa<br />
edilen cami uzun zaman ihmal ediliyor.<br />
Cami, 1933 yılında onarılarak<br />
tekrar ibadete açılıyor.<br />
Samatya’nın nüfus bileşimindeki<br />
değişiklikler yalnızca Ermenilerin bu<br />
semte yerleştirilmesiyle sınırlı olmadı.<br />
Tekke ve mescitler çevresinde<br />
bir Müslüman nüfusun geliştirilmesi<br />
politikası Fetih’in hemen arkasından<br />
başladı. Mirza Baba Tekkesi, Fatih<br />
Sultan Mehmet döneminde eski bir<br />
Bizans yapısından yararlanılarak<br />
kuruldu. Sancaktar Hayrettin Mescidi<br />
ve Tekkesi de aynı dönem ürünü<br />
Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı<br />
gibi bazı Mimar Sinan yapılarının 16.<br />
yy.’da gerçekleşmesi, semtin Müslüman<br />
kimliğinin 16. yüzyılda pekiştiğinin<br />
ipuçlarını veriyor.<br />
Marmara Caddesi’nin sonuna yakın<br />
Sahakyan Nunyan Lisesi’nin yanından<br />
aşağıya doğru indiğinizde karşınıza<br />
çıkan Ağa Hamamı stanbul’un<br />
en büyük çifte hamamlarından biri.<br />
II. Dünya Savaşı'ndan önce hamam<br />
olarak kullanılmasından vazgeçilmiş<br />
bina, uzun zaman atıl kaldıktan<br />
sonra, birkaç yıl önce yapılan restorasyonla<br />
iş merkezine dönüştürüldü.<br />
Hamamın en alt katı şu anda market<br />
olarak kullanılıyor. Zamanında hamamın<br />
havuzlu ve fıskiyeli bir bahçesi<br />
olduğu rivayet ediliyor.<br />
Ağa Hamam’dan Samatya Caddesi’ne<br />
çıkıp sola doğru gittiğinizde şu anda<br />
Sosyal Sigortalar stanbul Eğitim ve<br />
Araştırma Hastanesi’nin bulunduğu<br />
alanda yer alan Etyemez Tekkesi’ne<br />
ulaşırsınız. Tekke, Mirza Baba Tekkesi<br />
ve Karabıçak Veli Tekkesi adlarıyla<br />
da biliniyor.<br />
“Via Egnetia”<br />
Samatya’nın en ünlü caddesi Org.<br />
Nafiz Gürman, Samatyalıların de-<br />
Via Egnetia
yimiyle Samatya Caddesi’dir. Doğu – batı yönünde tren yoluna paralel<br />
uzanan cadde “Via Egnetia” yani “Kral Yolu”nun sur içindeki bölümüydü.<br />
Zafer kazanan imparatorlar, batıda Trakya yönünde uzanan yoldan<br />
gelip Altın Kapı’dan geçerek sur içine girerlerdi. Daha sonra Via Egnetia<br />
üzerinde Aya Sofia’ya ulaşırlardı. Samatya surlarının önünden geçen<br />
Sahil Yolu – Kenedy Caddesi’nde ise bir zamanlar evlerden denize<br />
girilirdi. Çocukluğumdan kalan hayal meyal hatıralardan biri de burada<br />
deniz banyosu yapan insanlardır. Yıllar içinde denizin doldurulmasıyla<br />
giderek genişleyen cadde üzerinde Türkiye denizlerinde yaşamış canlıların<br />
örneklerini barındıran Balık Müzesi bulunuyor.<br />
Altın Kapı ve Studios Manastırı<br />
Yedikule Surları içindeki Via Egnatia’ya Altın Kapı’dan geçiş sağlanırdı.<br />
395 yılında imparator 1. Theodosius’un kazandığı zaferin anısına 3 bölümlü<br />
kemer olarak yapılan kapı daha sonra şehri çeviren surlarla birleştirildi.<br />
Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde<br />
altın kaplıydı. Kapı, imparator 1. Theodosius’un zafer tanrıçası Nike’nin<br />
ve iki büyük filin heykeli ile süslüydü. Ancak depremler ve doğal tahribat<br />
nedeniyle bu heykeller günümüze ulaşamadı. Yalnız, kuzey kulenin<br />
saçağında bir kartal kabartması halen duruyor. Sütunların önünde ve<br />
arkasında altın yaldızlı bronz harflerle imparator Theodosius’a hitaben<br />
“Kapıyı yaptıran altın bir devir yarattı” yazıyor. Sadece zafer kazandıktan<br />
sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan<br />
kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurdu.<br />
stanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet altın kapının iç tarafından<br />
çevresine üç büyük burçtan oluşan bir sur ilave ederek hisarı<br />
beşgen şekilde yedi kuleye sahip bir yapı haline getirdi. Böylece altın<br />
kapı ve çevresi, Bizans-Osmanlı çağı yapılarıyla bütünleşip Yedikule<br />
Hisarı adını aldı.<br />
5. yüzyılda inşa edilen Studios Manastırı Samatya’nın adeta bir dini merkez<br />
gibi gelişmesinde etkili oldu. Bu manastırdan geriye kalan Ionnes<br />
Prodromos Kilisesi (mrahor Cami) stanbul’da da hala kısmen ayakta<br />
duran en eski kilise olarak kabul ediliyor. Samatya, stanbul’un fethinden<br />
sonra uzun yüzyıllar boyunca bir Hristiyan semti kimliğini korudu.<br />
45<br />
yıllara kadar bütün renkleriyle, bir<br />
arada yaşandığı semtin canlandırılmasıyla<br />
ilgili bir proje hazırlandı.<br />
TURAD’ın amacı, tarihi Samatya'nın<br />
yerli ve yabancı turistler için ilgi odağı<br />
haline getirilmesiydi. lk aşamada<br />
Samatya için özel bir logo tasarlandı<br />
ve semtte bulunan işyerlerinin tabelaları<br />
bu logoya göre yenilendi.<br />
Semtteki restoranların masa örtüleri<br />
ve masa üstü servis ürünleri yenilendi.<br />
Samatya Meydanı’nın fiziksel koşulları<br />
Fatih Belediyesi’yle işbirliği yapılarak,<br />
iyileştirildi. Semtin tarihi meydanına<br />
bakan 53 bina boyanarak, dış bakımları<br />
yapıldı.<br />
Esnafa ‘hizmet iyileştirme eğitimleri’<br />
verildi.<br />
Samatya’da yiyecek ve içecek hizmeti<br />
veren işletmelerin standartları bir<br />
uluslararası kuruluş tarafından gözetime<br />
alındı. TURAD’ın çalışmaları<br />
sonucunda, Samatya’ya gelen yerli<br />
ve yabancı ziyaretçi sayısı ve işletme<br />
gelirleri yüzde 60- 70 oranlarında arttı.<br />
Samatyalı Zilciyan Ailesi anısına caz<br />
festivali<br />
Geçtiğimiz yaz ise,<br />
iyileştirmeleri semt<br />
sakinleri ile paylaşmak<br />
için, gelenekselleşmesi<br />
planlanan<br />
“Samatya’da Müzik; Zil ve Caz”<br />
Festivali düzenlendi. Samatyalı Zilciyan<br />
Ailesi’nin anısına düzenlenen festivalde,<br />
Kerem Görsev, Arto Tunç Boyacıyan<br />
ve Leman Sam sahne aldılar.<br />
Festival, Samatya sakinlerinin olduğu<br />
kadar, tüm stanbulluların da dikkatini<br />
çekti.<br />
TURAD’ın çalışmalarıyla Samatya eski görkemli günlerine dönüyor<br />
Başkanlığını eski Kültür Bakanı Bahattin Yücel’in yaptığı Turizm Araştırmaları<br />
Derneği - TURAD bölgedeki sosyal yaşam ve zengin turizm<br />
potansiyeline dikkat çekmek amacıyla Samatya'da bir takım çalışmalar<br />
yürütüyor. Bu bağlamda stanbul'un kültürel özelliklerinin 1950’li
Çocukluk…<br />
Havva Gürkan / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2010 Mezunu<br />
Benim kardeşimle aramda 9 yaş var. Dolayısıyla en az<br />
iki ayrı kuşağa <strong>ait</strong> çocukluk görmüş geçirmiş sayıyorum<br />
kendimi. Malum, artık kuşaklar neredeyse «10 yılda bir»<br />
değişir oldu. Yine de bu yazıya başlamadan önce ilk aklıma<br />
gelen şey «Ben çocukken...» diye başlayan cümleler<br />
kurabilecek yaşa geldiğimi fark etmek oldu.<br />
Benim çocukluğum mahallede geçti. Küçük bir şehirde<br />
yaşıyor olmanın da avantajıyla, sokak oyunları hayatımızın<br />
önemli bir parçasıydı. Korkulacak bir şey yoktu,<br />
mahalleden fazla araba geçmezdi, zaten herkes birbirini<br />
tanırdı. Sokakta gönlümüzce oynamanın tek bir şartı<br />
vardı: Ezan okununca içeri girmek. Akşam ezanı bizim<br />
için adeta okulda çalan zil gibiydi, tıpkı Pazar geceleri<br />
Parliament Pazar Gece Sineması müziğinin bizim için<br />
yatma vakti demek olması gibi.<br />
Yaşımız biraz daha ilerleyip çocukluğun ileriki yıllarına<br />
geldiğimizde akşam yemeğini yedikten sonra tekrar sokağa<br />
çıkmamıza izin verilebilirdi. Gece vakti her yer karanlıkken<br />
oynanan saklambaç oyunlarının, arkadaşlarla<br />
toplanıp birinin bahçesinde oturup korku (!) dolu hikayeler<br />
anlatmanın tadına doyum olmazdı.<br />
Gündüzleri okulda da durum çok farklı değildi<br />
aslına bakarsınız. 10 dakikalık teneffüslerde<br />
koştura koştura bahçeye ip atlamaya veya<br />
yakan top oynamaya çıkardık. Bazen Beden<br />
Eğitimi derslerinde serbest zaman<br />
bulduğumuzda, ya da denk gelir de<br />
dersimiz boş olursa birbirinden yaratıcı<br />
oyunlar oynardık. “Madam Mösyö” vardı<br />
mesela, bazıları “Dansa Davet” olarak<br />
da bilir ama ben<br />
en çok “Madam<br />
Mösyö” ismini<br />
severdim. Anneannelerin, babaannelerin bahçeli<br />
evleri vardı ben çocukken. Apartman dairesinde yaşamazlardı<br />
genellikle. Yaz tatilleri ayrı bir doyulmaz olurdu<br />
bu sebeple, hele bir de yaşıtınız bir kuzene sahipseniz.<br />
Anneannemin kullanmadığı ne kadar mutfak eşyası<br />
varsa el koyup evcilik oynardık biz kuzenimle. Dedemin<br />
bahçeyi dağıtmamıza kızıp çöpe atmakla tehdit ettiği<br />
oyuncaklarımızdı onlar. Bilirdik ki kıyamazdı bize. Her<br />
yaz tatilinin sonunda özenle sarar, saklardık oyuncaklarımızı,<br />
bir sonraki yaza kullanmak üzere.<br />
‹lkokul yıllarında sokak oyunlarına ek olarak hayatımıza<br />
ilk önce Gameboy, hemen arkasından “atari” kavramı<br />
girdi. Bıkmadan usanmadan önce Tetris, sonra Mario<br />
oynamaya başladık. Mario’da oyun bitirmek hayattaki<br />
en büyük amaçlarımızdan biri haline geldi. Joystickler<br />
eskittik bu önemli amaç uğruna. Sonra sanal bebekler<br />
çıktı. Okula götürmek yasaktı, gizlice götürür, ders<br />
aralarında yemeğini verir, uykuya yatırır, sabırla büyümesini<br />
beklerdik. Nedenini anlayamadığımız<br />
bir şekilde öldüklerinde ise çok üzülürdük.<br />
Bilgisayara da yetiştik ortaokul yıllarına<br />
doğru kuşak olarak. Tabii ki sınırlı bir<br />
internet teknolojisiyle. Dakikalarca<br />
«çevir sesi»ni dinleyerek internete<br />
bağlanmaya çalışırdık. Facebook,<br />
twitter gibi sosyal medya<br />
ise henüz kimsenin aklında<br />
bile yoktu. Tek kullandığımız<br />
chat programı «ICQ»<br />
idi.<br />
Bir de koleksiyonlarımız<br />
vardı, en popüleri<br />
peçete<br />
koleksiyo-<br />
46
nuydu. Sonra tasolar ve sporcu kartları girdi hayatımıza.<br />
Cipslerden çıkan tasoların sayısı arkadaşlar arasında<br />
hava atmanın en masum yoluydu. «Kökmek, ütmek»<br />
gibi terimler vardı hayatımızda, oyunda arkadaşın tüm<br />
tasolarını ele geçirmek anlamına gelen.<br />
Gazetelerin zaman zaman dağıttığı kağıt bebekler, ki<br />
adları genellikle «Şebnem» olurdu ve onların kağıttan<br />
kıyafetleri de kendi adıma vazgeçilmez bir koleksiyondu.<br />
Özenle keser, hava durumuna göre giydirirdik Şebnem<br />
bebeğin kıyafetlerini.<br />
Bir de kendi kıyafetlerimiz vardı tabii o yıllara dair geri<br />
gelmesini en son isteyeceğin şey nedir diye sorsanız,<br />
benim için bu sorunun tartışmasız cevabıdır. Okula giderken<br />
hava soğuksa asker botları giyerdik veya havanın<br />
biraz daha iyi olduğu dönemlerde rugan ayakkabıların<br />
içine dantelli kısa çoraplar. Haftasonları için<br />
püsküllü tişörtlerimiz, rengarenk taytlarımız, oduncu<br />
gömlekleri, vatkalı kazaklar, ispanyol paça pantolonlar,<br />
pançolar vardı. Yüksek belli pantolonları göbeği açıkta<br />
bırakan tişörtlerle kombinlerdik. Bir dönem baskılı tişörtler<br />
ve batikler de katılmıştı hayatımıza.<br />
Her dönemin bir kusuru olur tabi, diyerek geçiyorum ve<br />
biraz da çocukluğumuzun şarkılarını hatırlayalım istiyorum.<br />
Müzik insan hayatının her dönemi için vazgeçilmez<br />
sanırım ama o dönemin şarkıları da bir başkaydı.<br />
Oya& Bora, Ajlan & Mine, Çıtır Kızlar, Birkaç ‹yi Adam,<br />
Burak Kut, Kerim Tekin, Tayfun vardı. Yonca Evcimik'in<br />
Bandıra Bandıra ve Aboneyim şarkılarını ezbere bilir,<br />
hızlı hızlı söylemeye çalışırdık. Barış Manço'nun «El<br />
Salla» klibinde yer alan şarkıcılar o dönemin bir özeti<br />
gibiydi.<br />
Ricky Martin ve Spice Girls'ün fırtına gibi estiği yıllardı.<br />
Sarışınsanız Emma, kıvırcık saçlı iseniz Mell B, birazcık<br />
spora yatkınsanız Victoria olabilirdiniz. Her sınıfta en az<br />
bir «Spice Girls» grubu kurulur, okulun son günü Spice<br />
Girls şarkıları eşliğinde muhteşem şovlar sergilenirdi.<br />
Bizim sınıfta 2 ayrı grup vardı mesela, sürekli bir yarış<br />
halindeydik hangi grubun daha iyi olduğu konusunda.<br />
Çok ciddiye alırdık bu şovları, sırayla birbirimizin<br />
evinde toplanıp Spice Girls şarkıları için kareografiler<br />
hazırladığımızı hatırlıyorum kendi çapımızda. Tabii bir<br />
de Macarena dansı vardı, kendine has figürleri olan.<br />
Bilmeyen yoktu, doğumgünü partilerinin vazgeçilmez<br />
ritüeliydi toplanıp bu dansı yapmak. Spice Girls'ün si-<br />
47<br />
nema filmi vizyona girdiğinde, şehirdeki tek sinemaya<br />
koşmuştuk heyecanla. Titanic ile birlikte Leonarda Di<br />
Caprio hayranı olduk, «My Heart Will Go On»u ezberledik<br />
bu sefer de.<br />
Her çocukluk döneminin olduğu gibi bizim de kahramanlarımız<br />
vardı, tek dişi kalmış kahramanımız Hugo<br />
başta olmak üzere, He-man & She-ra, Sevimli Hayalet<br />
Casper, Heidi, Aslan Kral, Şeker Kız Candy, Ninja<br />
Kaplumbağalar, Jetgiller ilk aklıma gelenler. Teknoloji<br />
o kadar gelişmiş değildi, kaydedelim de istediğimiz<br />
zaman izleriz gibi bir şansımız yoktu tabii. Haftasonları<br />
sırf Heidi'yi izlemek için erken uyandığımı hatırlarım<br />
mesela. Kahramanlardan bahsetmişken Susam Sokağı<br />
unutulur mu? Kurabiye Canavarı, Edi ile Büdü en yakın<br />
arkadaşlarımızdı.<br />
Özel kanalların artmasıyla dizi furyasının başlaması da<br />
aynı döneme denk geliyor. Her şey olduğu gibi diziler<br />
de şimdiye göre bir hayli farklıydı tabi. Çoğunluğunun<br />
temasını aile ve komşuluk ilişkileri oluştururdu. Ben mi<br />
hatırlamıyorum, yoksa şimdiki kadar entrika meraklısı<br />
değil miydik? Dizilerde işlenen konular çok daha yalın<br />
ve basitti, daha sevgi doluydu sanki. TRT’de Bizimkiler<br />
ile başlayan dönem, özel kanallarda Süper Baba ve<br />
Mahallenin Muhtarları ile devam etti. Üstünden o kadar<br />
yıl geçmiş olsa da, Süper Baba’nın şarkısını flütle<br />
çalmaya çalıştığımız günler dün gibi benim için. Çizgi<br />
filmler, diziler bir yana ama en sevdiğimiz program tartışmasız<br />
«Barış Manço ile 7'den 77'ye» idi. Ne kadar<br />
üzülmüştüm katılamadığım için.<br />
Geçenlerde internette şöyle bir sözle karşılaştım “I still<br />
think that 1990 was ten years ago.” Acı gerçeği bu yazıyı<br />
yazarken ve Okan Bayülgen’in 90’lar temalı Disko<br />
Kralı’nı izlerken bir kez daha fark ettim. 10 yıl olmamış<br />
arkadaşlar, 20 yıl olmuş! Büyümek, yaşlanıyor olmak bir<br />
yana ama, 90’lı yıllarda çocuk olmanın tadı başka hiçbir<br />
şeyde yok sanki. Belki çocukluk bir kez yaşandığı ve<br />
başka yıllarda çocuk olmanın nasıl bir duygu olduğunu<br />
bilmediğim için bana öyle geliyor da olabilir, kimbilir.
2011 Öykü Yarışması<br />
SÜ Yazma Becerileri Merkezi, Yaratıcı Yazma Programı tarafından düzenlenen 2011<br />
Öykü Yarışması’nda yarışmacılar, sıralamasını bozmadan, içinde aşağıki 15 kelimenin<br />
geçtiği bir öykü yazacaklardı:<br />
1. misket 2. aşk 3. sidik 4. ayakkabı 5. sansür 6. öcü 7. sırnaşık 8. intihar 9. vidanjör<br />
10. amortisman 11. kösele 12. hidayet 13. aptal 14. kaygılanmak 15. kraliçe<br />
Bu sayımızda da sizlere, ikincilik kazanan Manolya Ün’ün öyküsünü sunuyoruz…<br />
Çocukken en sevdiğim oyuncaklarım kağıttan gemilerdi. Hala aklımdadır, kenarları çamaşır<br />
suyuna maruz kalmaktan erimiş, eski bir leğeni vardı annemin. çinde bağdaş kurup<br />
oturabileceğim kadar geniş ağızlı, rengi de göz tırmalayan cinsten parlak bir mavi.<br />
Bu arkadaş, ömrünü dolduran diğer ufak tefek ev eşyalarıı gibi çöpü boylamak yerine,<br />
aklı bir karış suda olan beni oyalaması için emekliye ayrılmıştı. Yaz gelip de havalar ısındı<br />
mı, odamın baş köşesinden sevinçle alıp arka bahçeye taşırdım onu, sonra da ağzına<br />
kadar suyla doldururdum. Sararmış gazete kağıdından gemilerim parmak uçlarımdan<br />
kurtulup hayali ufuklara yelken açtıkça içim kıpır kıpır ederdi.<br />
Bir gün yine küçük ölçekli, mütevazi bütçeli hobimle uğraşırken canımı sıkan birşey oldu.<br />
Gemilerim her zamanki gibi nazlı nazlı salınıyordu suyun üstünde, ben de leğenin başına<br />
çömelmiş, onların zarif dansını izliyordum. Dalmışım. Ne ablamın bahçeye indiğini duydum,<br />
ne arkama sokulduğunu. “Muraaat!” diye aniden seslenip beni gündüz rüyamdan<br />
kopartıverdi. Daha neler olup bittiğini anlamama fırsat vermeden de bir avuç dolusu<br />
misketi tepemden aşağı bıraktı. Misketlerin kocaman yağmur taneleri gibi filomun üstüne<br />
indiğini hatırlıyorum; isabet alan gemilerin hızla derinlere gömüldüğünü, yüzüme sıçrayan<br />
su damlacıklarının öğle sıcağında yanmış yanaklarımı ürperttiğini, ablamın hınzır<br />
kahkasını.<br />
O gün çok ağladım, dur durak bilmeden tepinip ev halkını çıldırttım. Bunalan annem akşam<br />
saat beşe varmadan bir paket sigarayı haklamıştı bile. Babam onun haline acımış<br />
olacak, işten geldiği gibi kravatını dahi gevşetmeden beni karşısına aldı, başladı cicili<br />
bicili kap kağıtlarından gemicikler yapıp birer birer önüme koymaya. Biraz zaman geçtikten<br />
sonra sakinleşip sustum; ama gazete kağıdından yapılanlaradan kat be kat güzel<br />
yeni oyuncaklarım beni avuttuğu için değil, bağırmaktan yorulduğum için.<br />
Diyeceksiniz ne inatçı çocukmuşsun birader; hele bir tutturmaya gör. O zaman sorayım<br />
size: Şu hayatta gemilerinin ansızın batmasını hoş karşılayacak bir tek kişi gösterebilir<br />
misiniz bana? Suratının ortasına ani bir tokat yemekten gocunmayacak birini? şin özü,<br />
gösterebilecek olsanız bile bu kişi düzeninin bozulmasından ölümüne korkan, alışkanlıklarına<br />
bir tanrıya tapar gibi tapan ben olamam. Ne demişler; yedisinde neysen yetmişinde<br />
de osun. Ya da bazen... Yani nadiren... Değilsin. Şöyle:<br />
25 yaşındaydım, tıp fakültesinden mezun olduğun yılın yazıydı. Hayatım tahmin edilebilir<br />
bir rota üzerinde akıyordu o sıralar; diplomam elimde, meslek aşkım kalbimden ziyade<br />
cebimde, kulağım ise Eylül başı gelecek atama haberlerinde, yazı boş geçirmeme<br />
hevesiyle üniversite hastanesinin acil servisinde cüzi bir miktar karşılığı “hizmet” veriyordum.<br />
Evden işe, işten eve yüksek tempoda mekik dokusam da huzurluydum, herşey<br />
yolumun başıyla sonu arasına çektiğim düz çizgi üzerinde nokta sekmeden ilerliyordu.<br />
Güvendeydim. Sonra Temmuz ayının ortalarına doğru, nöbetçi kaldığım bir gece annem-<br />
KAĞITTAN GEMLER<br />
Manolya Ün
den garip bir telefon aldım. Kendimi nasıl bir panikle hastaneden dışarı attım, bir ben bilirim, bir de<br />
koridorda koşarken çarpıp düşürdüğüm doktor.<br />
“Nasıl oldu bu?” diye soluk soluğa içeri daldım küçük kardeşim Nesrin kapıyı bana açar açmaz. Paspasa<br />
takılıp sendeledim, ablam imdadıma yetişmeseydi annemin terliklerini öpecektim.<br />
“Ne bileyim ben?” diye kestirip attı annem. Ağzındaki sigara sinirden gerilip incecik kalmış dudaklarının<br />
arasında bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyordu. Birkaç nefes sonra izmaritle dolup taşmış küllükte<br />
son yolculuğuna uğurlanacaktı o da. “Sabah nereye gittiğini söylemeden bastı gitti. Aferin sana da!<br />
Önüne bakma, kır kafanı; ki onca işin içinde bir de senle uğraşalım! Babanla hep sidik yarıştırırsın<br />
avanaklıkta zaten!”<br />
“Haberi kim verdi?” diye üsteledim konuşmaktaki isteksizliğini görmezden gelip. Babamı kaybettiğimizi<br />
söylemişlerdi. Tarif edemeyeceğim bir acı kemiriyordu göğsümü, kafamın içini ışık hızında turlayan<br />
soruların acil cevaplara ihtiyacı vardı. “Sormadınız mı ne olmuş babama?”<br />
Evdekiler karşılarında aydan düşmüş biri duruyormuş gibi garipseyen bakışlarla süzdüler beni.<br />
“Haber maber yok.” dedi annem omuzlarını silkip. Eli, bodur kahve masasında duran sigara paketine<br />
uzandı. “Nerde olduğunu, ne halt ettiğini bilseydik, ne diye babanı kaybettik diyelim sana?”<br />
Gülsem mi, ağlasam mı bilemeden en yakınımdaki sandalyeye bırakıverdim kendimi. Şaka mıydı bu<br />
yapılan, yoksa bana söylemedikleri şeyler mi duymayı becermiştim telefonun diğer ucundan?<br />
“A şaşkın!” diye tersledi ablam beni alnımın ortasına hafif bir şaplak indirip. Hakettiğimi düşünüp<br />
karşılık vermedim. “Gerisini dinlemedin ki! Suratımıza kapattın telefonu. Açmadın da sonra, aklımız<br />
çıktı meraktan sana geri ulaşamayınca.”<br />
“Babam ölmedi yani? Yaşıyor yani?” Derin bir oh çekip acının göğsümü terketmesini bekledim.<br />
“Tövbeee!” dedi annem sigarasını yakarken. Çakmağın alevi, dudak kenarlarındaki çizgileri aydınlatıyordu.<br />
“Ağzından yel alsın. Kör olmayası herif, insan yanına telefonunu alır, değil mi? Senden evvel<br />
çıktı, sabahın yedisinde. Gidiş o gidiş. Bak saat kaç oldu, hava karardı, o hala ortalarda yok.”<br />
“Anne, polise haber verelim. En doğrusu bu olur.” dedi Nesrin kendinden emin. Yetişkinler dünyasında<br />
kendine yer bulmaya çalışıyordu o aralar. Lise giriş sınavında istediği yeri kazanmış, tercih<br />
formunu gururla doldurmuştu önceki akşam kendi elleriyle. Büyümüştü artık, şehir dışında yatılı okuyacaktı.<br />
Her sözü, her hareketi bize bunu anlatmaya yönelikti o yaz.<br />
Ne yapmamız konusunda her kafadan farklı bir ses çıka dursun, acı acı çalan telefon curcunayı noktaladı.<br />
Yerimden fırlayıp ağizeye öyle bir sarıldım ki! Arayan, bize yürüyerek en fazla on beş dakika<br />
uzaklıktaki semt karakolunda görevli memur... Birini görmüşler gece vakti binanın önündeki kaldırıma<br />
oturmuş ağlayan. Adı Şerif Akça, cüzdanında bu numarayı bulmuşlar. Tanıyor muymuşuz? Evinin nerde<br />
olduğunu hatırlayamadığını söylüyormuş. Bir zahmet gelip alabilir miymişiz?<br />
Aile meclisinin onayıyla tuhaf teslimatın sorumluluğunu üstlenip gece yarısı apar topar karakola<br />
yollandım. Açıkçası bana söylenenleri anlamakta güçlük çekiyordum. Polis babamın 20 yılı aşkındır<br />
oturduğu mahallede yolunu kaybettiğini iddia ediyordu! Ortada bir yanlış anlaşılma vardı kuşkusuz;<br />
belki tansiyonu yükselmişti de derdini iyi ifade edememişti babam. Yaz sıcağında olurdu böyle şeyler<br />
bazen. Hele de hapını almayı unutursa. Dalgındı babam bildim bileli, unutmaya yatkındı. Ama ufak<br />
tefek şeyleri... Ara sıra...<br />
Amirlikten içeri girince, babamı loş bir köşede tek başına oturken buldum. Garip bir hal vardı üstünde.<br />
Boynunu çökmüş omuzları arasına gömmüş, boş bakışlarını karşısındaki duvara dikmişti. Ufacık görünüyordu;<br />
sanki çekmiş, büzülmüş gibi. Onu bu şekilde karşımda görmek rahatlatmadı beni.<br />
“Baba?” dedim usulca. Sesimi duyunca doğruldu, yüzünü bana çevirdi. Kısacık bir anlığına da olsa<br />
gözlerime baktı, sonra bakışlarını zemindeki parlak beyaz karolara kaçırdı. “Kusura bakma oğlum.”<br />
dedi hafiçe yutkunarak. Ses tonunda mahçubiyet vardı.<br />
Yanına yaklaşıp omzuna dokundum ve “Estağfurullah baba. Hadi eve gidelim.” dedim ortada anormal<br />
bir durum yokmuş gibi davranmaya çalışarak. Polislere teşekkür edip evin yolunu tuttuk; ama cadde<br />
boyunca kol kola yürürken ne birbirimizin yüzüne baktık, ne de ağzımızı açıp tek bir laf edebildik. Hayatımda<br />
hiçbir sessizlik bana bu kadar sessiz gelmemişti.<br />
Evin önüne gelince tam ayakkabılarını çıkarması için babama yardımcı olmaya hazırlanıyordum; ki<br />
kapımız bangırdayarak açıldı ve annem, kalın bir sigara dumanı bulutu içinden çıkıp karşımıza dikilverdi.<br />
Bu haliyle tıpkı ateş kusmaya hazırlanan bir ejderhayı andırıyordu. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı<br />
sigarayı bir hışımla yere fırlattı ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı sokağın ortasında. Hakaretleri<br />
birbiri ardına sıraladıkça öfkesi daha da kabarıyor, kapıya yumruk üstüne yumruk indiriyordu. Babam<br />
49
ise gözleri yerde, hiç tepki vermeden dinliyordu annemin verip veriştirmelerini.<br />
“Yavaş anne, yavaş!” diyerek annemi kolundan tutup içeri çekmeye çabaladı ablam çaresizce. “Rezil olduk mahalleye!<br />
Herkes yatağından fırladı valla!”<br />
“RTÜK annemin ağzına sansür koyacak.” diye kıkırdıyordu Nesrin arkadan. Belli ki o gece eğlenen tek kişi kendisiydi.<br />
“Aile var mahallede anne, akıllı izleyici!”<br />
“zleyenler akıllı, bir benim başımdakiler zır deli zaten!” diye hırladı annem. “Eh, be vurdumduymaz adam...” diyerek<br />
başladı; ama sonunu getiremeden bir öksürük nöbeti içinde kaybetti sesini. Fırsattan istifade, karga tulumba da olsa<br />
eve sokabildik onu. Babam bir şey olamamış gibi sakince takip etti bizi. Ağzını bıçak açmıyordu.<br />
Ertesi gün beraberce hastanenin yolunu tuttuk, bir dizi tahlilden geçirdim babamı. Taze mezun bir doktordum sonuçta,<br />
içimi kemiren bir takım şüpheler vardı. Fakülteden sevdiğim bir hocaya danıştım sonunda, nörologdu kendisi. Babamı<br />
ona gösterdim, muayeneden bir süre sonra da idam sehpasında bekleyen bir mahkum gibi masasının önünde beklerken<br />
buldum kendimi tek başıma. Aklımdakini sormaya dilim varmıyordu bir türlü.<br />
“Dikkat etmek lazım.” dedi bana ciddiyetle. Bakışlarında, sesinde, deri koltuğuna yaslanıp oturuşunda bile bir tür acıma<br />
seziyordum içinde bulunduğumuz duruma karşı. “Diğer test sonuçları hep negatif gelmiş.”<br />
“Alzheimerdan mı şüpheleniyorsunuz hocam?” diye baklayı ağzımdan çıkardım tüm cesaretimi toplayarak. Yatağımın<br />
altındaki öcüyle yüzleşmekten kaçamazdım artık.<br />
“Riski gözardı etmemek lazım. Erken dönemlerde benzer semptomlar görebiliriz. Düzenli kontrole gelmesi lazım. Bir de<br />
şu yazdıklarımı aksatmadan alacak.”<br />
Bana uzattığı reçeteyi kendi ölüm fermanımı teslim alıyormuş gibi aldım, titreyen parmaklarımın el verdiği ölçüde düzgün<br />
katlayarak cebime koydum. “Başka ne yapmamızı önerirsiniz?”<br />
“Bol bol beyin jimnastiği yapacak. Kafasını çalıştırmaya teşvik edin; ama fazla strese sokmadan.”<br />
Hocamın yanından ayrıldıktan sonra yol üstündeki bir eczaneye uğrayıp yazdığı ilaçları aldım. Bir yandan da verdiği<br />
tavsiyeleri evirip çeviriyordum kafamda. laçlar, kontroller tamamdı da beyin jimnastiği işi nasıl olacaktı? Koskoca<br />
adamı karşıma alıp, bana çarpım tablosunu say mı diyecektim her gün? Kahveye götürüp zorla tavla mı oynatacaktım?<br />
Yoksa sudoku çözmeyi mi öğretecektim? Ben kendim altından kalkamıyordum ki meretin!<br />
Bunaltıcı düşüncelerin dibine yirmi bin fersah gömülmüş, hem aileme, hem kendime, hem de babama acıyarak ne<br />
kadar yürüdüm bilmiyorum. Havasız kaldığımı hissettiğimden olacak, derin bir nefes almak için durup başımı kaldırdığımda<br />
sokağın başındaki bakkalın ödünde dikildiğimi farkettim. Burnumun dibinde neredeyse benim boyumda bir<br />
gazete standı duruyordu, telli gözlerin her birinde farklı gazeteler ve ekleri. Magazin mi istersin, spor mu, bulmaca mı...<br />
Bulmaca... Bulmaca? Evet, ya bulmaca! Ben nasıl olur da bunu düşünememiştim daha önce?<br />
Ufaktım o zamanlar. Hatırlarsanız, kağıttan gemiler uğruna kıyametleri koparttığım sıralar. Babam pazar sabahları<br />
elinde bir yığın gazeteyle gelirdi eve. Camın yanında kendine <strong>ait</strong> sakin bir köşesi vardı, yıpranmış kadife minderleri<br />
olan bir koltuk. Tatil ritüeline kalın çerçeveli gözlüklerini takıp yerine kurularak başlardı hep, yaşadığı anın gerçek<br />
olup olmadığını kontrol ediyormuşçasına sırtını test amaçlı gömerdi minderlere önce. Sonra da koltuğun yumuşak<br />
dokunuşundan memnun kalmış gibi gülümseyerek bacak bacak üstüne atar, fi tarihinden kalma, mürekkep akıtan bir<br />
dolma kalemle başlardı bulmacalarını çözmeye. Soldan sağa, yukardan aşağı... Yüzünü bir huzur kaplardı. Ne yalan<br />
söyleyeyim, kıskanırdım sadece bulmacasında bulduğu bu özel mutluluğu. Gidip türlü sırnaşıklıklar yaparak gazeteyi<br />
elinden kapmaya uğraşırdım. O ise sadece gülümser, yanına çekerdi beni: “Bak buraya, soldan sağa 5 harfli. Bilirsen<br />
gerçek gemileri görmeye götüreceğim seni. Gazeteyi de sana vereceğim gemiler yap diye.”<br />
Yıllar geçti aradan; büyüdüm ister istemez. Kağıt gemilerimi unuttum, mavi leğenimi unuttum. Bulmaca çözerken babama<br />
sırnaşmayı da bıraktım hepten, Ama o ne köşesinden, ne de uğraşısından vazgeçti yıllara meydan okurcasına.<br />
Hala bulmaca çözüyor muydu acaba? Aynı evi paylaştığım, her gün yüzüne baktığım babamın ne yapıp ne yapmadığını<br />
niye bilmiyordum artık? Suçluluk duygusu acı bir tat bırakıyordu insanın ağzında.<br />
Akşama olacakları görmek için, yemekten sonra eski koltuğun karşısında pusuya yattım. Babam huyu olduğu üzere<br />
kahvesini içtikten sonra biraz kestirmek için köşesinin yolunu tutardı. Nitekim o akşam da beni yanıltmadı. Ağır adımlarla<br />
koltuğa yaklaştı, sonra da bir şaşkınlık nidası mırıldanarak minderlerinin üstüne yığılmış bulmaca eklerini eline<br />
aldı. Nefesimi tutmuş vereceği tepkiyi bekliyordum. Başını benden yana çevirdi, karakol ziyaretimizden beri ilk kez<br />
yüzünde utangaç, özür diler gibi bir ifade olmadan bakıyordu bana. Zorlamaksızın, gözlerinin içi gülürek gülümsüyordu.<br />
Ceplerini yokladı bana göstere göstere, akıtan antika dolma kalemine benzettiğim bir kalem bulup çıkardı. Sonra<br />
da koltuğuna kuruldu, sırtıyla minderini yokladı ve bacak bacak üstüne atarak çözmeye başladı bulmacasını. Ağzım<br />
bir karış açık izledim kalemini soldan sağa, yukardan aşağı seri bir şekilde oynatmasını. Sanki yıllardır bu an için hazırlanmış<br />
gibi bir hali vardı.<br />
şi bitince yüzünde, yıllar öncesine <strong>ait</strong> o memnuniyet ifadesi belirdi yeniden. Cin gibi bakışlarını üzerimden ayırmadan<br />
çözülmüş bulmacayı önüme bırakıp yatmaya gitti. Yazdıklarına göz ucuyla baktım: Kareleri eksiksiz doldurulmuştu,<br />
hem de gayet makul cevaplarla.<br />
Sonraki aylarda evde bir bulmaca furyasıdır, aldı başını yürüdü. Babam her geçen gün yeni bir performans rekoruyla<br />
çıkıyordu karşımıza. Öylesine iştahlı ve hızlı tüketiyordu ki önüne konulanları, artık ona gazete yetiştiremez olmuştum.<br />
Üstüne üstlük sesli de çözüyordu soruları artık. Seçtiklerini tabii...
51<br />
“Gömüldü gene kutu kutu pensesine!” diye söylenmişti bir keresinde annem etrafa saçılmış bulmaca yığınlarını toplarken.<br />
“Sefası ona, cefası bana... Yüce rabbim, bir yol gösterse de kurtulsam bu işkenceden!”<br />
Babam ne dese beğenirsiniz? “Soldan sağa 7 harf Murat: nsanın kendi kendini isteyerek öldürmesi, öze-kıyım.”.<br />
ntihar? Bulmacayı garip bir şekilde imalı bulmuştum doğrusu. Annem de aynı üstü kapalı göndermeyi sezmiş olacak,<br />
gazeteleri yere bırakıp babama ters ters baktı. “Ne demek şimdi bu?”<br />
“Hiiiiiç.” diye kayıtsızca cevap verdi babam. Konuşurken kalemini sağdan sola, yukardan aşağı oynatmayı sürdürüyordu.<br />
“Bulmacada sormuşlar da, Murat’a belki bilir diye sorayım dedim.”<br />
Annemin kaşları daha bir çatıldı, yüzü ekşidi. “Şerif Efendi, öteki dünyada iki elim yakanda. Bakalım o günah defterini<br />
nasıl paklayacaksın acaba?”<br />
“Yukardan aşağı 8 harfli: Lağım temizleme aracı.” dedi babam.<br />
Artık ailenin bir ferdi saydığımız bulmaca sözlüğüne uzanıp sayfaları biraz karıştırdıktan sonra “Yaz baba, vidanjör!”<br />
diye atıldım oturduğum yerden. Bir yandan da gülmemi bastırmak için dudaklarımı ısırıyordum.<br />
“Allahın cezaları, baba-oğul bir olup dalga geçiyorlar bir de utanmadan. Canıma yetti desem, bırakıp gitsem evi, ne<br />
yaparsınız tek başınıza, ha? Kim çekip çevirir sizi?” diye patladı annem.<br />
“Soldan sağa 13 harf: Duran varlıkların aşınma, yıpranma ve eskime süresi. Bu süre dolunca malı değiştirmek gerekir.”<br />
Annemin gözleri faltaşı gibi açıldı. Yıllardır munis diye tanıdığımız babamın yeri gelince bu kadar gözü kara olabileceğini<br />
bilemezdim doğrusu. Sözlüğü yüzüme kalkan ederek “amortisman” diye mırıldandım ve titreyerek kaderimi beklemeye<br />
koyuldum. Şansım varmış; ki odanın öbür ucundan roket hızında gelen kösele altlı terlikler başımı ıskalayarak<br />
cama tosladı.<br />
“Ne haliniz varsa görün!” diye kükredi annem ayaklarını yere vura vura odayı terk ederken. Babam gözlerini bulmacasından<br />
kaldırıp, “Anca gidersin!” anlamında bir el hareketi yaptı arkasından. Sonra da bana dönüp şöyle dedi:<br />
“Yukardan aşağı 7 harfli: Tanrıya ulaşmak. “<br />
“Hidayet mi?” diye kıkırdadım kendime hakim olamayarak.<br />
“Yok.” dedi hiç istifini bozmadan. “Sükunet. Dünya varmış be, oh!”<br />
Gülünecek bir şey değildi, biliyorum; ama daha fazla hakim olamadım kendime. Kahkahayı patlattım. “Baba, kalıbımı<br />
basarım, o sordukların çözdüğün bulmacada yazan şeyler değil.”<br />
Babamdan ses seda çıkmadı. Duymazlıktan geliyordu beni. Biraz daha üstüne gitmeye karar verdim. “Şu koca sözlüğü<br />
ezberlemişsin kelimesi kelimesine. Hepsini kafandan söylüyorsun. Yalan mı?”<br />
Babamın ağzını bıçak açmıyordu. Kalemi hızlı hızlı oynuyordu gazete kağıdını üstünde.<br />
“Bence sende Alzheimer falan da yok. Hasta birinin altından kalkabileceği bir iş değil şu yaptığın.” Koltuğunun yanındaki<br />
çözülmüş bulmaca dağlarını işaret ettim.<br />
Kalemin kıpırtısı ansızın durdu.<br />
“Sizi aptal yerine koyduğumu mu düşünüyorsun, Murat? Çekinme oğlum, söyle.” dedi başını bana çevirmeden. Sesi,<br />
duruşu alışılmadık biçimde sertti. Patavatsızlık yapıp kırmıştım adamcağızı besbelli.<br />
“Ne münasebet baba, öyle demek istemedim.” diye kekeledim yaptığım gafı örtbas etmeye çabalayarak. “Ama üzüldük<br />
hepimiz, kaygılandık senin için. Yani biliyorsun, bu hastalık şakaya gelmez.”<br />
“Oğlum, bak.” diye başladı babam oturduğu yerden hafifçe yana kaykılarak. Sesi titriyordu. “Ben sizi kandırmadım,<br />
aptal yerine de koymadım.” Boğazına yerleşen düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu art arda. “Ablan nişanlandı,<br />
kışa evlenip gidiyor. Nesrin’e desen, okul için bavullarını şimdiden hazır etmiş bile. E, sen de... Tayinin kim bilir nereye<br />
çıkacak ay başına? Bir baktım, dünkü çocuklar birer birer uçuyor yuvadan. Dönüp arkasına bakan yok.”<br />
Daha fazla devam edemedi. Bulmacasını kucağına bırakıp göz yaşlarıyla yol yol olmuş yanaklarınıi ovuşturmaya başladı<br />
hıçkırarak. “Polis gördü o gece, derdimi sordu. Kayboldum evladım, dedim. Kaybettim kendimi, keşke bir bulanım<br />
çıksa!”. Omuzları şiddetle sarsıldı<br />
Öğleden sonrayı babamın dizleri dibinde oturarak geçirdim. Kah ağlaştık karşılıklı, kah yaramaz çocuklar gibi gülüştük.<br />
Kalemi kağıdı elinden kapıp yüksek sesle bulmaca soruları okudum ona. O da bana cevaplar yazdırdı soldan sağa,<br />
yukardan aşağı. Sonra da mutfağa gidip annemin gönlümü almaya uğraştık. Epey nazlandı haliyle; ama ben “Yukardan<br />
aşağı 7 harfli: Hükümdar ailesinden gelen, asil kadın. Cevap ne? Prenses, prenses!” deyip yanağından bir makas alınca<br />
yelkenleri suya indiriverdi. ltifatlar da onun kağıttan gemileriydi şüphesiz. 20 yıl öncesine <strong>ait</strong> hatıralarım canlandı<br />
gözümde. ster istemez gülümsedim o günden bugüne ne kadar yol aldığımın farkına varınca. Sinsice rollerimizi değiştirmişti<br />
babam; batan gemilerimin yerine mızıkçılık yapmadan yenilerini koymayı öğretmişti bana. Hatta öğretmekle<br />
kalmamış, bizzat uygulatmıştı da beni duruma uyandırmadan.<br />
“Ah, baba, ah...” diye yüksek sesle iç çekerek o akşamki bulmaca seansını böldüm yemekten sonra. “Senin bu yaptığına<br />
ne denir bilir misin?”<br />
Şaşkın bakışlarla süzdü beni. Neyi kastettiğimi anlayamadığı belliydi. “Ne denirmiş?”<br />
Bulmaca sözlüğünü sahte bir tehditkarlıkla ona doğru salladım. “Soldan sağa altı harfli...”
GÜLAYŞE KOÇAK’tan<br />
Bir Kara Ütopya ya da Umuda Çağrı:<br />
Gülayşe Koçak<br />
Gülayşe Koçak’ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine<br />
odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki<br />
insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da<br />
okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da...<br />
Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden<br />
canlandı, yanakları kızardı: “İşte! Benim de kafamın içi<br />
aynen amcanın evi gibi!” diye bağırıyor –nereden aklına<br />
estiyse– “Havalandırın şu evi, diye bağırmak istiyorum!<br />
Benim kafamın içinde de aynı, o boğucu sidik ve naftalin<br />
kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmişin bütün çöplerini<br />
taşımaktan çok yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri<br />
dışarı! Temiz bir badana yapın, oksijen girsin şu eve –<br />
bunu istiyorum. Ama işte...” Birden omuzları çöküyor,<br />
“Korkuyor insan...”<br />
GÜLAYŞE<br />
KOÇAK<br />
•<br />
Siyah<br />
Koku<br />
ROMAN<br />
Siyah Koku<br />
“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacığım?”<br />
“Yavrum... İnsan galiba çöplerine bağlanıyor.<br />
Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlığını unutturursa?”<br />
ISBN 978-975-08-2195-0<br />
?? TL<br />
9 7 8 9 7 5 0 8 2 1 9 5 0<br />
Yapı Kredi<br />
Yayınları<br />
S‹YAH KOKU<br />
Gülayşe Koçak’ın bir aşk hikâyesine odaklanan son<br />
romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları<br />
nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her<br />
şeye rağmen umuda çağrı olarak da…<br />
Ayrımcılığın sürdüğü, kuraklığın arttığı, yollar boyunca<br />
teskin edici maddelerin havaya püskürtülerek<br />
herkesin “uyuşturulduğu”, devlete ekonomik getiri<br />
sağladığı için bütün yetişkinlerin zorunlu organ bağışına<br />
tabi tutulduğu bir yakın-gelecek zamanda Mine<br />
ve Tuncay’ın yaşadığı bıçak sırtı ve tuhaf bir aşk…<br />
Siyah Koku Gülayşe Koçak’ın korku ve güven duygularını<br />
temel alarak; sahicilik, unutma, hatırlama,<br />
farkında olma kavramları çerçevesinde ördüğü bir<br />
roman.<br />
TADIMLIK<br />
Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden canlandı,<br />
yanakları kızardı: “‹te! Benim de kafamın içi aynen amcanın<br />
evi gibi!” diye ba¤ırıyor–nereden aklına estiyse– “Havalandırın<br />
u evi, diye ba¤ırmak istiyorum! Benim kafamın<br />
içinde de aynı, o bo¤ucu sidik ve naftalin kokusu... Kurtulayım<br />
istiyorum, geçmiin bütün çöplerini taımaktan çok<br />
yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri dıarı! Temiz bir<br />
badana yapın, oksijen girsin u eve – bunu istiyorum. Ama<br />
ite...” Birden omuzları çöküyor, “Korkuyor insan...”<br />
“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacı¤ım?”<br />
“Yavrum... ‹nsan galiba çöplerine ba¤lanıyor. Korkuyorsun.<br />
Oksijen, ya çöplerin varlı¤ını unutturursa?”
Play kartın gençlere torpili bitmiyor.<br />
Harcamalarına hem puan hem Turkcell TL/dakika<br />
hediyesi, hesaba ücretsiz havale, sevdiğin markalarda<br />
fırsatlar, indirimli konser biletleri, faizsiz nakit avans,<br />
paran bittiğinde velinin hesabından otomatik<br />
transfer... Hepsi Play kartta!<br />
Play kartın yoksa hemen başvur. Onaylandığında<br />
Turkcell TL/dakikalar cebine gelsin.<br />
m<br />
PLAY KART ALMAK iÇiN,<br />
ÖĞRENCi<br />
BELGENLE<br />
YAPI KREDi<br />
ŞUBESiNE GiT!<br />
EN YAKIN<br />
444 0 444 playcard.com.tr<br />
facebook.com/yapikrediplay<br />
twitter.com/yapikrediplay
GrafikaSU 02/2012- 2500TR<br />
Sabancı Üniversitesi<br />
Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul<br />
Telefon : (0 216) 483 90 77 - 483 91 06<br />
Faks: (0 216) 483 90 45<br />
e-posta : dergi@sabanciuniv.edu<br />
www.sabanciuniv.edu/sudergi