Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
kızılbaş<br />
saresur<br />
Mayıs <strong>2014</strong> - Sayı <strong>38</strong><br />
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!<br />
- Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim!...<br />
- Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu (Liste)<br />
- Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı<br />
- YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA<br />
- Başbakan’ın 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />
- Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel<br />
İzleri Üzerine
kızılbaş - sayfa 2 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
kızılbaş<br />
yayınlayan / veröffentlicht<br />
generaldirektor freizugeben.<br />
sakine polat<br />
genelyayın yönetmeni:<br />
ali ülger<br />
tr. hukuk danışmanları:<br />
av. nadide metin erdoğan<br />
av. erdal doğan<br />
av. hıdır özcan<br />
avrupabirliği hukuk danışmanı:<br />
av. ertekin ceylan<br />
ankara temsilcisi: hatice çevik<br />
tel: <strong>05</strong>32 358 25 08<br />
kizilbasankara@hotmail.com<br />
kayseri temsilcisi<br />
a. rıza ülger<br />
kizilbaskayseri@hotmail.com<br />
Adana temsilcisi:<br />
Ugur Adsız<br />
kizilbasadana@hotmail.com<br />
berlin temsilcisi: ali koçak<br />
alikocak50@hotmail.com<br />
tel: 0177 457 79 78<br />
stuttgart temsilcisi: ali usta<br />
info@ali-usta.net<br />
tel: 0176 78 56 12 71<br />
adres: bergheimer str 51<br />
d - 47228 duisburg almanya<br />
tel: +49 (0) 177 502 88 53<br />
http://www.kizilbas.biz<br />
kizilbasdergisi@kizilbas.biz<br />
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve<br />
ilanların sorumluluğu sahiplerine<br />
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve<br />
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.<br />
15 nisan <strong>2014</strong> sayı: 37<br />
gönüllü katkı formu<br />
adı soyadı :..................................................................................................<br />
adres :...........................................................................................................<br />
e-mail & tel :...............................................................................................<br />
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536<br />
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.<br />
dünya ve avrupa için:<br />
adı soyadı :..................................................................................................<br />
adres :...........................................................................................................<br />
e-mail & tel :...............................................................................................<br />
ali ülger konto: sparkasse duisburg<br />
0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00<br />
IBAN: DE <strong>05</strong> 350 500 00 0300 23 23 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
içindekiler:<br />
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ......................................... Kızılbaş Dergisi<br />
Sayfa <strong>05</strong> - Başbakan’ın Diplomatik 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />
....................................................................................... Hovsep Hayreni<br />
Sayfa 08 - Dr. Avagyan: Türkiye’nin bugünkü politikası, Ermeni<br />
Soykırımının inkarından daha tehlikeli ........... Arsen Avagyan<br />
Sayfa 09 - Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik! Prof. .... Dr. T. Akçam<br />
Sayfa 11 - Erdoğan’ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi<br />
Bacağından mı Asılmalı ................................ Garbis Altınoğlu<br />
Sayfa 15 - Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı<br />
Sayfa 16 - Seyfo Center’in 1915 Soykırımı konferansına mesajı<br />
..................................................................... seyfocenterin-mesajı<br />
Sayfa 17 - Öcalan’dan mesaj: Mümin kardeşlerim<br />
..................................................... Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR<br />
Sayfa 18 - Taziye’nin İçini Doldurmak ................... Dr. med. Sarkis Adam<br />
Sayfa 19 - Ermeni soykırımı bağlamında politisit. Osmanlı<br />
mparatorluğu’nda Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi<br />
..................................................................................... Meline Anumyan<br />
Sayfa 22 - Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu (Liste)<br />
...................................... İbrahim Halil Baran - Nimetullah Atal<br />
Sayfa 25 - 1915 ERMENİ SOYKIRIMI MİMARI TALAT<br />
PAŞA’NIN SONU<br />
Sayfa 25 - Özür ............................................................................. Ali Ülger<br />
Sayfa 26 - Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով<br />
Sayfa 28 - Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν<br />
ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο) .......... ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ<br />
Sayfa 30 - Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı Pontos’un<br />
Zenginliğine dair Genel Bilgiler. .......................... Ali Sait Çetinoğlu<br />
Sayfa 34 - Bir Kürtten Ermeni Halkına Özür Mektubu ......... Hayri Tunç<br />
Sayfa 36 - YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA ................... Serdar Halil Göçmen<br />
Sayfa 37 - ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası .. Munzur CÖMERT<br />
Sayfa 42 - Malatya’da şehit edilen kardeşlerimizi anarken, bu karanlık<br />
operasyonu anlamaya da çalışalım: .................................. İsa Karataş<br />
Sayfa 43 - BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN<br />
ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!<br />
................................................................................. Kemal Tolan<br />
Sayfa 45 - Diyanet, Siyaset ve Kürdler ........................................... Ruşen Arslan<br />
Sayfa 48 - Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi . Prof. A. Hür<br />
Sayfa 52 - Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri<br />
Üzerine Kişisel Gözlemlerim ........................................ Erdem Özgül<br />
Sayfa 55 - Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah ...... Sultan KILIÇ<br />
Sayfa 58 - HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI NUSAYRİLER<br />
Sayfa 63 - DERSÊN KURMANCÎBEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV<br />
................................................................................... Uğur Adsız<br />
Sayfa 63 -Ozanlarımızdan<br />
Sayfa 64 - Sergi<br />
madergisi@gmx.de
kızılbaş - sayfa 4 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
cangözü<br />
ile<br />
görmek<br />
29 Mart yerel seçimleri yapıldı.<br />
Sonuçları ortada. İsteyen istediği<br />
sonuçları çıkartabilir.<br />
Kızılbaş-Aleviler varolan partilerin<br />
tümünün ortak düşünce ve<br />
davranışlarını da ortaya çıkardı.<br />
O da şu hep işletilen ve devlet<br />
partileri tarafından başarılı kılınan<br />
Alevi partisi olmasın biz<br />
varız bize çalışın siyaseti. Kısacası<br />
maraba kalın siyaseti işletilmiştir.<br />
Bu devlet patentli<br />
siyaseti seçimlere katılan tüm<br />
partiler işlettiler.<br />
Ya kendi adımıza kendimiz için<br />
işleteceğimiz öz örgütlenmemizi<br />
inşa edip siyaset alanına çıkacağız.<br />
ya da marabalığa devam<br />
sütçü beygiri gibi dön ha dön<br />
siyasetine talim ettirileceğiz!...<br />
Geçmiş seçimlerde Alevi Bektaşi<br />
dernek vakıf federasyon<br />
konfederasyon kurmayları Ankara’ya<br />
uçup çeşitli devlet partilerinden<br />
vekil olmak için el etek<br />
öptüler. Turgut Öker, Necdet<br />
Saraç vd.......<br />
Gelecek seçimlerde Alevi Bektaşi<br />
teşkilatlarının benzeri siyasetlerini<br />
işleteceklerini görmek<br />
için münnecim olmaya hiç de<br />
gerek yoktur....<br />
* * *<br />
R.T. Erdoğan’ın kimi Alevi(!)<br />
teşkilatlarını hedefleyen sözlerinden<br />
alınanlar oldu... Erdoğan<br />
Kızılbaş - Alevi siyasetinde samimi<br />
demokratik ve laik siyaseti<br />
işletmiyor! İşletemez de, işletmesini<br />
beklemekte aşırı körlük<br />
marabalık olur. Yalnız; hedeflediği<br />
kesime yönelik söyledikleri<br />
hiç de yabana atılacak şeyler<br />
değildi. 12 EYLÜL ASKERİ<br />
IRKÇI FAŞİZAN DARBESİ<br />
SONRASI dökülen solculardan<br />
devlet Alevilik üzerindeki varlığını<br />
yenilerken işte o zamandan<br />
bu yana soldan devlet yedekli<br />
kadrolar ile dernekler vakıflar<br />
kurdurdular. Alevi-Bektaşi derneklerinde<br />
M. Kemalin suratını<br />
tırk bayrağını astılar. Devlete<br />
ve m. kemale eleştirisi olanları<br />
lokallerine almadılar yasakladılar.<br />
Bunlar hala varlığını sürdürüyor.<br />
Örneğin muharrem ayında<br />
yapılan mahtem cemlerine<br />
konsolosluklar davet edildi. Yapılan<br />
Aşurelere TC. Konsoloslukları<br />
başköşeye çıkartıldılar.<br />
Bu dernekler ABF üyesi dernekler.<br />
Hem de Turgut Öker’in<br />
Genel başkanlığı döneminde<br />
Almanya’nın Duisburg kentinde<br />
yaşadık...<br />
Ne yazık ki solcu artıkları devlet<br />
devşirme kadrolarının Ergenekoncu<br />
cepheden Erdoğan’a ve<br />
AK-P saldırmakla kendilerini<br />
Alevi ve solcu olduklarını kaldıklarını<br />
sanıyor bu ocak-söndürmüş<br />
şaşkınlarımız!<br />
Erdoğan tektaşla iki kuş vurmak<br />
istiyor. Olmaz hele ağır<br />
olun!.. Ateist olan bir bireyin<br />
Kızılbaş-Alevi- Bektaşi kimliği<br />
ortadan kalkmıştır.<br />
Kızılbaş-Alevi-Bektaşi olan bir<br />
birey de Ateist kimliği olamaz!..<br />
Her iki farklı kimlik ve kültürü<br />
aynı gibi gösterip ikisine birden<br />
saldırmasında demagoji ve ortalığı<br />
bulandırma siyaseti işletmektedir...<br />
TC. Devletinin hiç bir siyaset<br />
aktivisti laik değildir. TC.<br />
din ve vicdan hürriyeti yoktur.<br />
Erdoğan’ın bu müdahalesi de<br />
buna en açık örnektir...<br />
Bu da gösteriyor ki kendi öz örgütlülüğünden<br />
yoksun olanların<br />
hayatın ve siyasetin hiç bir alanında<br />
ciddiye alınamaz. ve kendi<br />
varlıklarını koruyup geliştiremezler<br />
devletin, çeşitli kurum<br />
ve kuruluşlarının asimilasyonuna<br />
yem olurlar!...<br />
* * *<br />
Diyarbakır’da Kürt-Türk ittihatçı<br />
ittifakı tazeleniyor hem de<br />
Türk devletinin hayrına olacak<br />
şekilde. Her aklı salim Kızılbaş-<br />
Alevinin bu gidişatı kendi adil<br />
bilincinde şapkasını çıkartıp<br />
tartması gerekmiyor mu Timsah<br />
gözyaşı döken Kızılbaş evlatlarını<br />
boyalı basında görünce<br />
ne hallere düşürüldüğümüzün<br />
çapını derinliğini algılamak ne<br />
de zor!.. İnkarcı İslam’ın Asimilasyoncu<br />
siyasetinden bize<br />
ve mazlumlara iyilik gelmemiştir!....<br />
* * *<br />
İçeriğine karşı olduğumuz. İttihatçı<br />
inkârcı ve de soykırımcı<br />
bir belgeyi yayınladık. Bundan<br />
dolayı Kızılbaş dergisine ve<br />
Genel Yayın Yönetmenimize<br />
yönelik yapılan eleştirinin demokratik<br />
değerleri çiğnediği<br />
kanısındayız.<br />
Dergimizin düşünce ve davranışı<br />
açık biliniyor!..<br />
Saygılarımız ile<br />
KIZILBAŞ DERGİSİ
kızılbaş - sayfa 5 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Başbakan'ın Diplomatik<br />
1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />
Başbakan Erdoğan 12 yıllık iktidar<br />
deneyimi içinde zaman zaman resmi<br />
kalıpları çatlatan sürpriz çıkışlarıyla<br />
farklı bir lider olarak göründü. Kuru<br />
kafalı bir devlet adamı gibi tekdüze<br />
değil, zamanın gereklerine uygun değişik<br />
ve akıllı hamleler yapmasıyla<br />
dikkat çekti. Despot ve reformist yüzünü<br />
sık sık dönüşümlü ve birarada<br />
gösterdi. Esasen ikinci yönü oldukça<br />
sahte, gerçek değişimleri sağlamaktan<br />
uzak ve reel işlevinden fazla psikolojik<br />
algılar yaratan birşeydi. Toplumun<br />
nabzını iyi ölçerek kendi politik<br />
geleneğini yeniden biçimlendirmeyi<br />
ve taban genişletmeyi başardı. Güven<br />
kazandıkça ülkenin tabu sorunlarına<br />
dokunma ve eskisi gibi gidemez olan<br />
yönlerini kısmen revize etme cesareti<br />
buldu. Ama temsil ettiği devletin kuruluş<br />
temellerini hiç tartışma konusu<br />
yapmadı ve stratejik çıkarlarını titizlikle<br />
gözetti. Zaten “milli” meselelerde<br />
yenilik olarak ne yapsa bu doğrultuda<br />
yapacaktı. Örneğin Kürt meselesinde<br />
açılıma yönelirken “tek devlet, tek<br />
millet, tek vatan, tek bayrak” vurgusunu<br />
hiç ihmal etmedi. Darbe tehlikesinden<br />
korunmak için askeri vesayeti<br />
geriletirken devletin güvenlik sigortası<br />
olarak militarist anlayışı muhafaza<br />
etti. İslami geleneğin baskılanmasına<br />
son vermek için Kemalist ideolojinin<br />
laikçi damarına yüklenirken ortaklaştığı<br />
ırkçı-şoven çizgileri ve Atatürk<br />
mitini özenle korudu. İyi bir demagog<br />
ve şovmen olarak tartıştığı her konuda<br />
hem nalına hem mıhına vurmasını<br />
bildi. İç siyasette rakiplerini zayıflatıp<br />
kendine avantaj sağlayacak gündemler<br />
yarattı, bazen de ortaya çıkan karambolleri<br />
değerlendirmede mahir davrandı.<br />
Siyasi rakibi CHP'yi tek parti<br />
döneminin insanlık suçları üzerinden<br />
teşhir etme girişimi ve yukardan aşağıya<br />
tarih sorgulaması tam da böyle<br />
bir vesileyle başlamıştı.<br />
Başbakan'ın adına hiç değilse “katli-<br />
Hovsep Hayreni<br />
am” diyebildiği ve tevekkeli biçimde<br />
olsun “devlet adına özür” beyan ettiği<br />
1937-<strong>38</strong> Dersim soykırımı bu sayede<br />
yoğun bir tartışma gündemi oldu.<br />
Ancak Türkiye'de tarihle yüzleşmenin<br />
en netameli konusu olan 1915 Ermeni-Süryani<br />
soykırımı ve 1923'e kadar<br />
Pontus Rumlarını kapsayarak devam<br />
eden Hristiyan halkların kanlı tasfiyesi<br />
dokunulmaz kalıyordu. Son on yılda<br />
sivil toplumun sorgulama alanına girmekle<br />
beraber devlet katında bu süreç<br />
gündeme alınmıyor, dışardan gelen<br />
basınca ise alışılmış inkarcı söylemle<br />
tepki veriliyordu. Başbakan'ın Dersim<br />
çıkışını ve yankılarını irdelerken<br />
biz hep bu garipliğe dikkat çekmiş ve<br />
eğer vicdan işiyse o vicdanın 1915'e<br />
neden işlemediğini sorgulamıştık. Birçok<br />
faktör içinde en esaslı görülmesi<br />
gereken iki nedenden biri; bu olayın<br />
cumhuriyet içinde bir budama değil,<br />
cumhuriyetin hemen üzerine kurulduğu<br />
bir kök kazıma eylemi oluşu, diğeri<br />
ise kazınıp silinen halkların gayrımüslim<br />
ya da “gâvur” olarak çok daha değersiz<br />
görülüşüydü. Yıllar süren bekleyişten<br />
sonra nihayet soykırımın 99.<br />
yıldönümünde Başbakan bu konuya da<br />
“insani” açıdan değinme lütfunu gösterdi.<br />
Fakat çok gecikmeli gelmesinin<br />
yanında bu değinmenin tarzı Dersim<br />
çıkışından belirgin şekilde sönük ve<br />
içeriği de büsbütün zayıf, daha doğrusu<br />
boş kaldı.<br />
Yöntemde Dikkat Çeken Tutukluk<br />
ve İçerikte Cimrilik<br />
Her konuda ve her vesileyle kürsüye<br />
çıkıp doğrudan konuşmayı seven Başbakan,<br />
1915 gibi önemli bir soruna ilk<br />
kez “empati” ile değinecek olduğunda<br />
neden somut tasvirler içeren duygulu<br />
bir hitabı değil de, muğlak sözcüklerle<br />
dolu diplomatik bir yazılı açıklamayı<br />
tercih etmiştir Açıklamanın dokuz<br />
dilden tüm dünyaya duyurulma isteği<br />
bu sorunun tatmin edici yanıtı olamaz<br />
herhalde. Daha önce Dersim 1937-<strong>38</strong><br />
için vermek istediği mesajları hep kürsüden<br />
vermiş ve uluslararası kamuoyu<br />
da bunları izlemekten mahrum olmamıştı.<br />
“Ah benim Dersimli kardeşim,<br />
ah benim Diyarbakırlı kardeşim” diye<br />
kalabalıklar önünde gözyaşı bile dökebilen<br />
Başbakan, iş Ermenilerin acısını<br />
paylaşmaya gelince öyle dokunaklı bir<br />
seslenişi neden beceremedi dersiniz<br />
Açıklama muhtevasında kendini gösteren<br />
farklar bir yana, yönteme ilişkin<br />
bu tutukluk bile kendiliğinden çok<br />
şey anlatır. Düne kadar “Biz yaradılanı<br />
yaradandan dolayı severiz” gibi<br />
bir nakarat eşliğinde bu ülkenin farklı<br />
kimliklerine hitab ederken yalnızca<br />
Müslüman olan etnik grupları sayıp<br />
Hristiyan olanların adını ağzına almayan<br />
bir Başbakan'dan söz ediyoruz.<br />
Yani ayrım yapmadığını anlatmaya<br />
çalışırken dahi ayrımcılığını ele veren<br />
sistemli bir ketumiyet içindeydi. Bu<br />
defa konu 1915 olunca orucu bozması<br />
kaçınılmazdı, ama yine bir mesafe<br />
koymak ister gibi sesli hitabetten feragat<br />
etti. Bunu ait olduğu gelenek içinde<br />
“gavurla duygudaşlık” kurmanın zorluğuna<br />
yormak yanlış olmaz sanırım.<br />
Sonraki hafta partisinin meclis grup<br />
toplantısında konuşmasına gelince<br />
yazılı açıklamanın primini toplamak<br />
üzere diğer partilerle polemik dışında<br />
birşey yapmayıp, Ermeni halkının trajedisiyle<br />
ilgili yüreklere seslenmekten<br />
yine kaçındı.
kızılbaş - sayfa 6 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Dersim çıkışını yaptığında Necip Fazıl<br />
Kısakürek'ten pasajlar okuyarak<br />
o dönemin vahşetini nasıl kınadığını<br />
hatırlayalım. 1915'te sergilenen vahşetin<br />
çapı çok daha geniş, bilançosu kat<br />
be kat ağırdı. Üstelik kendi vicdanına<br />
işlemesi için ille Müslüman kimlikli<br />
birilerinin referansı gerekiyorsa, o<br />
dönem Ermenilere yapılanı “bir milletin<br />
vahşice imhası” gibi etkili sözlerle<br />
telin eden Müslüman gazeteci,<br />
siyasetçi ve azledilmiş mülki amirler<br />
de vardı. Onlardan birkaçının İttihatçı<br />
canilere söylediklerini dile getirebilirdi<br />
mesela.“İttihatçı zihniyetle hesaplaşma”<br />
gereğinden sözediyordu hani,<br />
onun en büyük cürmünü ve ardındaki<br />
toplu tasfiyeci zihniyeti mahkum etmekten<br />
kaçınan biri İttihatçılığın nesine<br />
karşı geliyor olabilir ki..<br />
Gecikilmiş 1915 açıklamasının ne kadar<br />
düşük profilli ve cimrice olduğunu<br />
anlamak için Dersim konusundaki<br />
yarım ağız özürle karşılaştırmak yeterlidir<br />
aslında. Başbakan Dersim'de<br />
yapılanlar için “katliam” tabirini kullanınca<br />
yüreği ağzına gelen devletçi<br />
medya sözcüleri de “Dersim'deki katliamsa<br />
ötekine ne diyeceğiz” yollu<br />
endişelerini dile getirmişlerdi. Aynı<br />
yıllar içindeki başka konuşmalarında<br />
1915 için “ecdadıma laf söyletmem”<br />
havasını çalan Başbakan, Dersim çıkışının<br />
yaratmış olduğu paradoksa<br />
rağmen bu alandaki “sıkı duruş”unu<br />
halen sürdürme niyetinde görünüyor.<br />
Öyle ki 100. yıla 1 kala ihtiyaç duyulan<br />
yazılı açıklama 1915'de Ermenilere<br />
yapılanı resmi tarihin “tehcir” kavramı<br />
dışında bir şeyle tanımlamıyor.<br />
Dahası o tarihte Ermenilerin acılarını<br />
savaş içinde her milletin doğal olarak<br />
çektikleriyle aynılaştırıyor. Devletin<br />
sorumluluğuna hiçbir şekilde değinmiyor.<br />
Dolayısıyla özür de sözkonusu<br />
değil. Kimsenin acısından farklı bir<br />
muhtevası yoksa, 99 yıl sonra Ermeni<br />
halkına özel “taziye” sunmanın anlamı<br />
ne olabilir ki..<br />
Zamanlama Ustalığı ve İşaret Ettiği<br />
İtici Etkenler<br />
“Taziye” her ne kadar Ermenilere ithaf<br />
edilse de esasen dünya kamuoyuna<br />
hitab ediyor. Amaç 100. yılın girişinde<br />
uygun bir politik taktikle dünyanın<br />
gözünü boyamak, Ermeni halkının<br />
adalet beklentisine cevap vermeksizin<br />
“medeni ve demokratik” bir görüntüyle<br />
bu önemli süreci atlatmaktır. Böyle<br />
bir oyuna dünden razı olan büyük<br />
devletler birkaç “insani” kelime içeren<br />
açıklamayı şüphesiz memnuniyetle<br />
karşılayacaklardı. Geleneksel inkar<br />
politikasından vazgeçilmemiş olması<br />
sorun yapılmayacak, “iyi niyet” alkışlanacaktı.<br />
ABD Dışişleri sözcüsünün<br />
“gayet açıkyürekli ve gerçeklere<br />
dayalı” gibi sözlerle yaptığı abartılı<br />
takdire bakılırsa, böyle bir açıklama<br />
için Erdoğan hükümetine çoktan beri<br />
telkinde bulunduklarını ve hatta belki<br />
bu “taziye”nin taslağını kendilerinin<br />
oluşturduğunu bile tahmin edebiliriz.<br />
Yeminli Ermeni düşmanı nasyonalsosyalist<br />
Doğu Perinçek de bu ihtimale<br />
dikkat çekmiş, ama bütünüyle ters<br />
sonuç çıkartmak üzere!.. O ve benzerleri<br />
ABD'nin Türkiye'yi Ermeni sorunu<br />
üzerinden sıkıştırdığı ve Erdoğan<br />
Hükümeti'nin ihanete varan bir tavizkarlık<br />
içinde olduğu kanaatini yaymak<br />
istiyor. Halbuki ABD ve AB'nin<br />
politikaları bu konuda Türkiye'yi hesap<br />
vermeye zorlayıcı nitelikte değil.<br />
Onlar ancak başka konularda kendi<br />
istemlerini kabul ettirmek için arada<br />
bir bu sorunu şantaj unsuru gibi gösterip<br />
geri çekmekle yetiniyorlardı. Beri<br />
yandan kendilerini bu sorunda çözüm<br />
için tutarlı etki yapmaya zorlayan Ermeni<br />
diasporasına ise “gelişme” anlamında<br />
birşeyler göstermeye ihtiyaçları<br />
vardı. Her 24 Nisan'da ABD Başkanı<br />
soykırım sözcüğünü telafuz etmesin<br />
diye çırpınan Türk hükümetine “Bari<br />
siz makul görülecek birşey söyleyin<br />
de bizim elimiz rahatlasın” demiş olmalılar.<br />
İşte “insani” temelde geldiğine dair<br />
inanılmaz takdir beyanlarının yağdığı<br />
taziyenin itici etkenlerinden biri bu<br />
olabilir. Ve tabii özellikle de 100. yıla<br />
giriliyor oluşu. Ona bir dalgakıran gerekliydi.<br />
100. yılın 24 Nisan'ını beklemek<br />
çok geç olurdu. Bu nedenle, daha<br />
önce yapılamadıysa bile, 99. yılın 24<br />
Nisan arifesinde (hem de Türklüğün<br />
sembolü 23 Nisan'a denk getirerek)<br />
böyle bir deklarasyonun yapılması<br />
kendi çıkarları hesabına çok akıllıca<br />
bir adım olmuştur. Bunu artık kurt<br />
siyasetinden tilki siyasetine geçiş sayabiliriz.<br />
Beklenenden Düşük Profil ve Yüksek<br />
Takdirler<br />
Böyle bir adımı birkaç yıldır bekliyorduk.<br />
2012 yılının 24 Nisan'ında<br />
AKP'li bir vekil (İsmet Uçma) “kendi<br />
şahsı adına Ermenilerden özür<br />
dilediği”ni belirtmekle birlikte “Ben<br />
Ermeni vatandaşlarımıza reva görülen<br />
şeyin soykırım değil de soysürgün olduğunu<br />
düşünüyorum” diye işaret vermişti.<br />
Ben de o günlerdeki bir yazımda<br />
“Sanki bu çıkış şahsi özür dilemek<br />
için değil de, hükümetin yakınlarda<br />
geliştireceği bir tavır için şimdiden<br />
soykırım yerine geçirilecek tanımı pişirmek<br />
için yapılmış gibi” demiştim.<br />
Bir başka işaret ise geçen Aralık ayında<br />
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun<br />
“Tehciri benimsemiyoruz, İttihatçıların<br />
yaptığı gayrı-insani bir olay” deyişi<br />
olmuştu. Sonunda Başbakan'ın da<br />
benzer bir söyleme yöneleceği beklenilir<br />
birşeydi.<br />
Bunu büyük bir sürpriz gibi lanse etmek<br />
doğru değil. Böyle davrananlar<br />
aynı zamanda içeriğini de abartma<br />
durumundalar. Dikkat edilirse Başbakanlık<br />
adına resmi açıklamanın<br />
sözcükleri önceki işaretlerden daha<br />
çekincelidir. Mesela Davutoğlu tehcirin<br />
kendisini gayrı-insani tanımlamışken,<br />
bu defa yazılı metinde “Her<br />
din ve milletten milyonlarca insanın<br />
hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı<br />
esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar<br />
doğuran hadiselerin yaşanmış<br />
olması” deniyor. İkisi arasında ince<br />
bir fark var. Yazılı açıklama “tehcirin<br />
amacının kötü olmadığı” yönündeki<br />
resmi görüşü sürdürürcesine yalnızca<br />
onun doğurduğu sonuçlar için “gayr-ı<br />
insani” diyebiliyor. Bu ise soykırımın<br />
mimarlarından Talat Paşa'nın anılarında<br />
“Esas olarak askeri bir önlemden<br />
başka birşey olmayan göç ettirme, vicdansız<br />
ve karaktersiz insanların elinde<br />
bir facia şeklini almıştır” deyişinden<br />
daha farklı bir ifade sayılmaz.
kızılbaş - sayfa 7 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Başbakanlık mesajının yüzüncü yılı<br />
karşılama amaçlı politik bir manevra<br />
olduğunu ortalama bilinç yada tarihsel<br />
hafıza sahibi her Ermeni idrak edebilir.<br />
Türkiye'deki Ermeni toplumu içinden<br />
gelen kimi abartılı övgü ve eleştirisiz<br />
takdir ifadelerini bulundukları<br />
ortamla bağıntılı düşünmek gerekir.<br />
Özel bağımlılık nedeni olan ve çıkarı<br />
gereği yaranmacı davrananlar bir<br />
yana, genel olarak Ermeni cemaatine<br />
uygulanan rehine siyasetinin psikolojik<br />
yansımalarıdır gördüğümüz. Devlet<br />
katından en ufak bir jest görmeye<br />
susamış insanlarımız ne kadar içi boş<br />
olsa da taziye gibi gönül okşayıcı bir<br />
ifadeyi olumlu karşılamaya eğilimlidir.<br />
Nankörlükle suçlanmamak ve<br />
daha ileri adımlara kolaylık sağlamak<br />
gibi bir hissiyat da memnuniyet ifadelerinde<br />
rol oynuyor. Bunlar bütünüyle<br />
anlaşılır. Fakat bir de özgür entellektüel<br />
profili çizerek atılan adımı devrim<br />
gibi selamlayan, en ufak bir temkin<br />
göstermeksizin bonkörce prim verenler<br />
var ki, asıl onlar üzerinde durmak<br />
gerekiyor.<br />
Ermenistan'ı ve Diasporayı Öteleme<br />
Gönüllüleri<br />
Kendisiyle yapılan söyleşilerde taziye<br />
metnini hiç kritik etmeden olumlayan,<br />
“meseleyi manevi ve insani bir alana<br />
çekiyor” diye öven Etyen Mahçupyan,<br />
daha önemlisi herkes bu görüşü<br />
paylaşmak zorundaymış gibi mühürleyici<br />
vurgular yapıyor: “Bunu olumsuz<br />
karşılayacak kimsenin olacağını<br />
sanmıyorum. Olsa da ciddiye alınmaz<br />
zaten. Bunun yetersiz olduğunu söyleyenler<br />
olacaktır, 2015'i gölgelemek<br />
için kasten atılmış bir adım olduğunu<br />
söyleyenler olacaktır ama bunlar da<br />
çok etkili şeyler değil” diyerek eleştirel<br />
yaklaşımları peşinen itibarsızlaştırmaya<br />
çalışıyor. Üstelik bu meseleyi<br />
tamamen “Türkiye'nin iç meselesi”<br />
sayarak, Başbakan tarafından önerilen<br />
tarih komisyonunun da uluslararası<br />
değil, Türkiye'nin kendi içinde kurulmasını<br />
salık veriyor. “Tabi bütün<br />
yurt dışındaki Diaspora'yla manevi<br />
bir ilgisi var elbette, onların dedeleri,<br />
babaları yaşadılar bunu sonuçta.<br />
Ama ben hiçbir devletin Ermenistan<br />
dâhil bu konuda taraf olarak muhatap<br />
alınması gerektiğini düşünmüyorum”<br />
diyor. Küçük bir ayrıntı gibi, hem Ermenistan<br />
hem de diasporada o hatıralarla<br />
yaşayan insanların çözüme nasıl<br />
müdahil olacakları sorusu havada kalıyor.<br />
Devletlerin karışmasına tepki<br />
gösterirken tam insiyatifle sorunu çözmeye<br />
yetkili saydığı Türkiye'nin de<br />
bir devlet ve dahası suçlu devlet olduğunu<br />
unutmuş gibi konuşuyor. Neden<br />
sonra hatırlayınca şunu ekliyor: “Ben<br />
hiçbir zaman devletlerin tavırlarını<br />
ciddiye almadım ama toplumların tavırlarını,<br />
söylediklerine saygı duydum<br />
ve bunu dikkate alıyorum. Başbakan<br />
Erdoğan'ın açıklaması da bildiğimiz<br />
devlet cümlesi gibi değil toplumsal<br />
karşılığı olan bir cümle...”.<br />
Ne kadar ikna edici bir savunma!..<br />
Buna inanmak gerekirse, Erdoğan'ı<br />
devlet geleneğinden hayli uzaklaşmış<br />
adil bir lider, hislerine tercüman<br />
olduğu Türk toplumunu da bu tarihle<br />
yüzleşmeye gayet açık bir toplum<br />
saymak gerekir. Yalnız Mahçupyan'ın<br />
yine unuttuğu birşey var. Az yukarda<br />
“ciddiye alınmaz” dediği eleştirel bakışa<br />
sahip diaspora nesillerini nereye<br />
koyuyor Hani devletlerin değil fakat<br />
toplumların tavırlarını ciddiye alıyordu<br />
kendisi Öyleyse bu gelişmeye kuşkuyla<br />
bakan, taziye çıkışını vicdani<br />
değil diplomatik gören, inkar siyasetini<br />
sürdürmenin bir başka biçimi olarak<br />
değerlendiren onca hafıza sahibi insan<br />
toplum dışı mıdır Açıkça kendi içinde<br />
çelişkili olan bu beyan dünyadaki<br />
soykırım mağduru Ermenilerin görüşleriyle<br />
birlikte ötelenmelerini salık<br />
veriyor. Bu tutumun daha kaba bir versiyonunu<br />
ise yapılan mülakatlar içinde<br />
Kandilli Ermeni Kilisesi Yönetim<br />
Kurulu Başkanı Dikran Kevorkyan'ın<br />
görüşünden okuyoruz: “Çok insani,<br />
ruhani ve manevi bir mesaj. İnşallah<br />
bu mesaj, diasporadakilerin de ağzını<br />
kapatır. Endişem, dış güçlerin bundan<br />
tatmin olmamaları ve ‘Niye bu kelimeyi<br />
kullanmadı, niye şunu demedi’<br />
deyip, başka taleplerde bulunmaları.<br />
Umarım belli odaklar bu güzel mesajı<br />
istismar etmez”.<br />
Böyle cengaver Ermeni savunuculara<br />
sahip olduktan sonra başbakan ve<br />
devletinin inkar politikasını sürdürme<br />
cesareti artmaz mı Hem de nasıl<br />
Nitekim, meclis grubundaki konuşmasında<br />
içerden ve dışardan aldığı<br />
yüksek takdir notlarını sergileyen Erdoğan,<br />
1915'le yüzleşmeye değil yine<br />
inkarcı çizgiyi tahkim etmeye dönük<br />
mesajlar vermiş, Mehmed Akif'in şiirlerinden<br />
“ecdad” savunusu yapan dizeler<br />
okuyarak bir anlamda soykırım<br />
kurbanları yerine faillerinin ruhunu<br />
şad etmiştir.<br />
Başbakan'ın “Tarihimizle Yüzleştik”<br />
Böbürlenmesi<br />
“Bizim kadim tarihimizde utanacağımız,<br />
korkacağımız, yüzleşmekten<br />
çekineceğimiz hiçbir hadise bulunmuyor”<br />
sözünü nasıl algılamak gerekir<br />
Sahip çıktığı tarihin “temiz” oluşunu<br />
akla getiren bu vurgular, devamında<br />
“İşte Dersim hadisesi ile yüzleştik.<br />
Ana muhalefetin genel müdürü yüzleşebildi<br />
mi Dersim’in gerçek destekleyicisi<br />
onlardı. O katliamın arkasında<br />
faili onlardı. Ayıplayabiliyor mu CHP<br />
hala bunun hesabını verebildi mi..”<br />
sözleriyle başka bir anlam ve mecraya<br />
kayıyor. Demek ki öyle temiz bir tarih<br />
sözkonusu değil. Utanılacak dolu<br />
şeyler var. Dersim özgülünde o bunu,<br />
kendi ailesi de soykırım kurbanı olup<br />
büyük bir paradoks sonucu CHP'nin<br />
başına gelerek inkarcı devlet tutumunu<br />
üstlenen Kılıçdaroğlu ve bugünkü<br />
partisine havale ediyor. Evet bu daha<br />
özel bir utanca işaret eder. Ama o vahşetin<br />
sorumluluğu yalnız bugünlere<br />
CHP olarak gelenlerin değil, o günün<br />
tek devlet partisi CHP içinde olup sonradan<br />
ayrışarak bugünün AKP'sine<br />
kadar çeşitlenen bütün “milli” siyaset<br />
yelpazesinin ve devlet mekanizmasının<br />
omuzlarındadır. Burada hiç<br />
değinilmeyen 1915 soykırımının sorumluluğu<br />
bir adım öncesinden başlayarak<br />
benzerdir. İttihatçı birçok failin<br />
doğrudan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda<br />
etkin rol aldığı ve CHP'den<br />
bugüne dallanarak gelen Türk siyasetinin<br />
esasını o lanetli geleneğin belirlediği<br />
çok iyi biliniyor.<br />
Başbakan kendi kliğini bunlardan ya-
kızılbaş - sayfa 8 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
lıtarak konuşmakla paylaşılan utancı<br />
yalnız başkalarına maletme gibi ahlaki<br />
olmayan bir tutum sergiliyor. Dahası<br />
hem İttihatçı gelenekten gelen, hem<br />
de kendi şeflik döneminde insanlık<br />
suçlarına imza atan M. Kemal'i savunup<br />
partisi CHP'yi yermekle çok bariz<br />
bir tutarsızlık göstermiş oluyor. Yukardaki<br />
sözlerinin devamında son dönemlere<br />
de gelerek “Faili meçhullerle<br />
yüzleştik. Diyarbakır cezaevi ile yüzleştik.<br />
Sivas Çorum Kahramanmaraş,<br />
Gazi Mahallesi olayları ile yüzleştik.<br />
Bizim iktidarımızda olmadı bunlar.<br />
Devletin devamlılığından hareketle<br />
bunları da ortaya çıkardık” deyişi ise<br />
büsbütün palavracı bir böbürlenme.<br />
Bütün bu “yüzleştik” dediği insanlık<br />
suçları ve en çok lafazanlık ettiği<br />
Dersim soykırımı hesabı verilmemiş<br />
olarak orta yerde duruyor. Ne cezalandırıcı,<br />
ne de telafi edici adalet namına<br />
birşey yapılıyor. Tersine başbakan zikrettiği<br />
Alevi katliamlarının failleriyle<br />
siyasi alanda kucaklaşma ve mağdurların<br />
her yıldönümü adalet çığlıklarını<br />
boğma durumundadır. Hiç bir yaptırım<br />
ve tazmin getirmeyen söylemlerin<br />
sahteliği açıktır. Doğrudan kendi<br />
iktidarının eseri olan Roboski için bir<br />
özür dilemeyen, failleri ve kendi sorumluluğunu<br />
gizleyen Erdoğan, adalet<br />
ve yüzleşme adına gerçekten haketmediği<br />
bir prim yapma çabasındadır.<br />
İnkarı Sürdürücü Taziye Değil, İnsan<br />
Gibi Bir Özür Bekliyoruz!<br />
Bu taziye açıklaması her ne kadar devlet<br />
adına daha önce benzeri görülmeyen<br />
bir çıkış olsa da eskisinden iyi bir<br />
yönelim içine girildiğine işaret etmiyor.<br />
Başka verilerle beraber değerlendirildiği<br />
zaman hayırhah bakma imkanı<br />
büsbütün ortadan kalkıyor. Daha<br />
geçen aylarda “hükümetin ve dışişlerinin<br />
Ermeni soykırım iddialarına karşı<br />
dört yıllık etkin bir strateji ile mücadele<br />
programı yaptığı”na dair haberler<br />
çıkmıştı. Tam o haberin ardından, bu<br />
konularda sözünü sakınmayan Türkiyeli<br />
Ermeni aydın Sevan Nışanyan'ın<br />
yine dört yıllık bir mahkumiyetle içeri<br />
tıkılması stratejiye uygun görünüyor.<br />
Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa<br />
Küçük ve Zirve Yayınevi davalarının<br />
hiç birinde adalet beklentisinin karşılanmaması,<br />
katiller ve azmettiricilerin<br />
geniş tolerans görmesi aynı hisleri<br />
veriyor. Yine yakın zamanda Türkiye<br />
sınırından Suriye'ye sokulan Cihadistlerin<br />
Ermeni yerleşimi Kesab'ı işgal<br />
etmeleri ve halkının kaçmak zorunda<br />
kalışı, 99 yıl önceki siyasetin güncel<br />
bir tehdit olarak da sürdürüldüğünün<br />
kanıtıdır. Taziye açıklamasından hemen<br />
sonra başbakanın Ermenistan sınırını<br />
açmayı Karabağ'da taviz şartına<br />
bağlaması da ayrı bir veri. Bütün bunlar<br />
Türk hükümetinin bu sahte çıkışıyla<br />
göz boyama, zaman kazanma, 100.<br />
yılın basıncını azaltma, Ermenistan'ın<br />
karşılık vermediği gibi bahanelere<br />
yatma ve inkar politikasını daha sürdürülebilir<br />
kılma amaçlarını ele veriyor.<br />
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı insani<br />
anlamda kendisine düşen sorumluluğun<br />
1915 soykırımına dair nitelikli<br />
bir kabul eşliğinde ağırbaşlı bir<br />
özür olduğunu bilecek durumdadır.<br />
Bunu yapmasının en iyi yolu, Cemal<br />
Paşa'nın torunu Hasan Cemal gibi<br />
gidip Ermenistan'da Soykırım Anıtı<br />
önüne saygıyla diz çökmesi olabilir. O<br />
zaman bütün dünya Ermenileri gerçek<br />
bir dönüşüm nişanesi sayarak takdir<br />
etmesini bilir.<br />
2 Mayıs <strong>2014</strong><br />
Dr. Avagyan:<br />
Türkiye’nin bugünkü<br />
politikası, Ermeni<br />
Soykırımının inkarından<br />
daha tehlikeli<br />
Arsen Avagyan Ermeni Soykırımının<br />
tanınması yönünde Türk siyasetinde<br />
kimi taktik değişliklikler<br />
gerçekleşti. Türkiye uluslararası<br />
toplumun gözüne diyaloğa hazır bir<br />
ülke olarak görünmeye, bu şekilde<br />
Ermeni Soykırımının uluslararası<br />
tanınması sürecini engellemeye<br />
çalışıyor. NEWS.am muhabirine<br />
açıklama tarihçi Dr. Arsen<br />
Avagyan’dan geldi.<br />
Uzmana göre geçtiğimiz 20 yıla<br />
kıyasla Türkiye’deki durum değişti:<br />
Ermeni Soykırımına ilişkin daha<br />
sık ve daha açık konuşulmakta,<br />
bu konu artık tabu değil. ″Ancak<br />
Türk toplumunun büyük kısmının<br />
muhafazakar ve milliyetçi olduğunu<br />
unutmamak gerek. Dolayısıyla<br />
Soykırımın tanınması zor, zira<br />
Ermeni Soykırımının tanınması<br />
sadece Yunanlılar ve Süryanilerin<br />
katliamlarıyla değil, aynı zamanda<br />
Türkiye’nin kuruluş ve bu ülkedeki<br />
ulusal mücadeleyle ilintilidir″ diyen<br />
Avagyan, bu açıdan ‘bir taşın<br />
devrilmesi durumunda, diğerlerinin<br />
de yıkılacağı’ yönünde yorum<br />
getirdi.<br />
Tarihçi, Türkiye Dışişler bakanı<br />
Ahmet Davutoğlu’nun, Ermeni Soykırımını<br />
tanımadığını ilan ettiğini<br />
ifade ederek ″Ermeni Soykırımını<br />
sadece trajedi olarak adlandırıyor,<br />
bu tanıma değildir. Bence bu<br />
uluslararası toplumu uzun vadeli<br />
sorundan saptırma amacı da taşımaktadır:<br />
Yani Türkiye’yi inkarcı<br />
politika yürüten bir ülke olarak<br />
değil, aksine kendi tarihiyle uzlaşı<br />
sürecinde olduğu ve Ermeni Soykırımının<br />
uluslararası tanınmasının<br />
sadece bu sürece mani olacağını<br />
ilan etmektir″ dedi. Avagyan, bunu<br />
Ermeni Soykırımının inkarından<br />
daha tehlikeli olduğuna işaret etti.<br />
http://news.am/tur/news/2<strong>05</strong>544.html
kızılbaş - sayfa 9 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik!<br />
“Zenginin malı fukaranın çenesini yorarmış”;<br />
Başbakan’ın 1915 konusunda<br />
yaptığı açıklama da öyle. Üzerinde çok<br />
konuşulacağı kesin, çünkü bir başbakan<br />
ilk defa böyle bir açıklama yapıyor.<br />
Yorum yazmak can sıkıcı. Nelerin söyleneceği<br />
belli! Yarım bardak su misali.<br />
Bardaktaki suyu görüp, bunu çok<br />
olumlu, büyük bir adım olarak değerlendiren<br />
ve tarihî falan diyenler olacak.<br />
Muhtemel kalben hükümete yakın<br />
ve bu alanda fazla eziyet çekmemişler<br />
takımından gelecek bu tür sözler. Hele<br />
bir de liberal etiketleri varsa bu kişilerin,<br />
hafif bir “yeme de yanında yat”<br />
durumunun ortaya çıkacağı kesin.<br />
Öte yandan, bardağın boş tarafına bakıp<br />
beğenmeyenler olacak! “Tayyip’in<br />
yeni oyunu”; “hiçbir şey söylemeden<br />
bir şey söylüyormuş gibi yapma”, diyenler<br />
olacak. Ya da “niye şimdi”ciler<br />
veya “asıl niyeti nedir”ciler kuyruk<br />
olacaklar! Bu tür sözler de muhtemel<br />
AKP ve Erdoğan’a yüreği soğumuş<br />
çevrelerden gelecek, söylenenler beğenilmeyip,<br />
dudak bükülecek!<br />
Elbette arada- derede bir yerde duranlarımız<br />
da olacak, “yetmez ama evet”<br />
usulü... Bu kesimin de karamsar ve<br />
iyimserleri olacak. Belki de daha önceki<br />
özellikle Alevi ve de Kürt açılımı<br />
deneylerinden ağzı yananlar, bu açıklamayı<br />
üfleyerek değerlendirmeyi tercih<br />
edecekler.<br />
Ben sanki bu son kesime daha mı yakınım<br />
nedir<br />
Hayır, öyle değil! Çerçevesi yukarda<br />
çizilmiş bir tartışmanın epey can sıkıcı<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Merkezine bu açıklamanın kendisini<br />
koymak ve ne anlama geldiğini anlamak<br />
dışında bir şeyler arıyorum...<br />
Peki, bu mümkün mü Belki!<br />
Prof. Dr. Taner Akçam<br />
Ama önce, açıklamayı “çok yeni ve<br />
tarihî” olarak niteleyenlere ufak bir<br />
not: aslında Başbakan tarafından söylenmesi<br />
dışında bu söylenenlerde çok<br />
yeni bir şey yok. Bunların hepsi ama<br />
hepsi, hele şu Çanakkale ve Sarıkamış<br />
kayıplarını, soykırım ile eşitlemek<br />
için kullanılmış “adil hafıza” incisi de<br />
dâhil, daha önce Davutoğlu tarafından<br />
değişik vesilelerle, defalarca ama defalarca<br />
dile getirilmiş düşüncelerdir.<br />
Elbette bir başbakanın resmen bunları<br />
tekrar etmesi önemli. Ama tarihî diye<br />
havalara sıçramaya gerek yok.<br />
Hakkını vermek isterim; açıklamada<br />
birkaç kuvvetli fikir var: birincisi,<br />
“farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle<br />
karşılanması” ve “karşıdakini<br />
dinleyerek anlamaya çalışma(k)”... Bu<br />
açıklama ile 1915 konusunda artık zaten<br />
var olan özgür tartışma ortamı resmen<br />
kabul edilmiş oluyor ki bu önemli.<br />
Ama 21. yüzyılda zaten olması gerekene<br />
sevinmenin biraz tuhaf olduğunu da<br />
kabul etmek gerek.<br />
İkinci önemli fikir, “acıları anlamak ve<br />
paylaşmak”; “ne bir acılar hiyerarşisi<br />
kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese<br />
edilmesi ve yarıştırılması”... Dudağımda<br />
hafif bir gülümseme... 1993’te<br />
Türkiye’ye ilk geldiğimde, üstüme dikilmiş<br />
öfke dolu gözlere --ki içlerinde<br />
çok sayıda solcu da vardı-- korkarak bu<br />
cümleleri tekrar ettiğimi hatırlıyorum.<br />
21 yıl sonra Başbakan’dan böyle bir<br />
cümle duymak tuhaf bir duygu! Beğenelim,<br />
beğenmeyelim, 21 yılda kat ettiğimiz<br />
yolu gösteriyor!<br />
Üçüncü önemli fikir, “20. yüzyılın başındaki<br />
koşullarda hayatını kaybeden<br />
Ermenilerin huzur içinde yatmalarını<br />
diliyor, torunlarına taziyelerimizi diliyoruz”<br />
cümlesi... 1915 yılını anmamış,<br />
katliam vb. kelimesini kullanamamış<br />
ama belki de açıklamanın en önemli<br />
noktası bu. Daha önce hiç söylenmemiş<br />
insani bir boyut var. Bu açıdan bir<br />
yenilik ve bunu inkâr etmek hoş kaçmaz<br />
ama fazla yorum yapmak bana<br />
düşmez, ataları imha edilmiş insanların<br />
nasıl algılayacakları önemli.<br />
Açıklamada arada gürültüye gittiğini<br />
gördüğüm açık bir de yalan var;<br />
“arşivlerimizi bütün araştırmacıların<br />
kullanımına açtık,” deniyor. Başbakan<br />
açıkça yalan söylüyor.<br />
Ermeni soykırımı ile ilgili en önemli<br />
arşivlerden birisi Genelkurmay arşividir,<br />
bu arşiv ne doğru dürüst tasnif<br />
edilmiştir, ne de araştırmacılara açıktır.<br />
Böyle bir açıklamaya bu tür bir yalan<br />
hiç hoş değil.<br />
GÖRÜŞLERİMİZ ‘İHANET’TEN<br />
FİKİR DÜZEYİNE TERFİ ETTİ<br />
Eğer Fehmi Koru’nun, “tarihe ilişkin<br />
özür dilendi artık” gibi son derece<br />
gayrı ciddi ve “ayıp” sayılması gereken<br />
tutumunu bir kenara bırakırsak, açıklamanın<br />
anlamı ne 2002’den bu yana<br />
T.C’nin geleneksel politikalarında bazı<br />
değişiklikler yapan AKP, Ermeni soykırımı<br />
konusunda da bir dil değişikliğine<br />
başvurdu.<br />
Başbakan’ın açıklaması ile birlikte artık<br />
1915 üzerine toplumu açık konuşmaya<br />
davet edenlerin üzerine “hain”,<br />
“pis Ermeni” diye saldırılmayacak;<br />
“sözde” diyerek onlarca hakaret yapılmayacak.<br />
Yusuf Halaçoğlu, Şükrü<br />
Elekdağ ve Gündüz Aktan döneminin<br />
artık resmen sona erdiğini söyleyebiliriz.<br />
Gerçi Hrant’ın öldürülmesi sonrası bu<br />
hava zaten kırılmış idi ama gene de<br />
resmiyet kazanması önemli.<br />
Açıklamanın bir anlamı da şu: Hükümet<br />
artık “resmî görüş” karşıtlarının<br />
fikirlerini de, fikir olarak kabul ediyor<br />
ama 1915 hakkındaki kanaatini hiç değiştirmiyor.<br />
Eski düşünce aynen korunuyor.<br />
“Herkesin acısını anlamak” çizgisi<br />
ile, Çanakkale, Sarıkamış, Dünya<br />
Savaşı kayıpları ve Ermenilere yapılanlar<br />
bir torbaya dolduruluyor. Yıllarca<br />
söylenen de zaten buydu.<br />
Eğer kullanılan dili büyük bir değişiklik<br />
diye yorumlayacaksanız, bir şey<br />
diyemem ama 1915’in içeriğine yöne-
kızılbaş - sayfa 10 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
lik ortada çok yeni bir şey olmadığını<br />
söylemek istiyorum.<br />
Asıl bundan sonra atılması gereken<br />
adımların atılıp atılmayacağına bakmak<br />
gerekiyor!<br />
Bana göre, asıl soru, Başbakan’ın ne<br />
söylediği değil, ona bunları kimin ve<br />
neyin söylettiğidir. 2015 yaklaşırken,<br />
hükümetin, özellikle uluslararası arenada<br />
sırtını duvara dayanmış hissettiği<br />
ve içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulmak<br />
istediği biliniyor. Daha dün,<br />
Türkiye’nin ABD’deki en büyük savunucusu<br />
olan AJC (Amerikan Yahudi<br />
Komitesi) soykırım kelimesini resmen<br />
kullandı ve Türkiye’yi soykırımı tanımaya<br />
davet etti.<br />
Bir an düşünün, uluslararası desteğini<br />
kaybetmiş Başbakan’ın, içinde bulunduğumuz<br />
şu koşullarda, kendisine ait,<br />
daha önce defalarca sarf ettiği “Müslümanlar<br />
soykırım yapmaz”, “atalarıma<br />
soykırımcı diyemezsiniz” türünden<br />
sözleri tekrar etmiş olsaydı ne olurdu<br />
Başbakan mecburdu, o sadece kaçan<br />
bir treni yakalamak telaşı içinde. Bu<br />
sözler bir değişim dinamiğinin değil,<br />
geç kalmışlığın habercisi olabilir belki.<br />
2015’e girerken bir zarar tanzim<br />
operasyonu yapıyor Türkiye.<br />
Bana göre artık keramet Başbakan’da<br />
değil, keramet bizde, Hrant sonrası<br />
sokaklara dökülen binlerde... Ve dışarıdan<br />
Türkiye’ye yapılan baskılarda...<br />
Türkiye’deki insanların direnci, Ermeni<br />
diasporasının çabaları ile birleşmeye<br />
başlıyor. Bu birliktelik Başbakan’a<br />
fikrini değiştirtemedi ama dilini değiştirtmiş<br />
gözüküyor.<br />
VE BİZ ÇOK DEĞİŞTİK<br />
Başbakan’a bu sözleri söyletenlerin göremediği<br />
anlayamadığı bir şey var. Biz<br />
artık eski biz değiliz. Bizler, yani 1915<br />
Ermeni soykırımı konusundaki asırlık<br />
yalana karşı yıllardır uğraşan ve çabalayan<br />
insanlar çok değiştik.<br />
Eğer Başbakan bu sözleri, bundan 10<br />
yıl önce söyleseydi, gerçekten söylediklerini<br />
bir “devrim” bile sayabilirdik.<br />
Ama artık köprünün altından çok<br />
sular aktı. Derimiz kalınlaştı, pır-pır<br />
atan yüreğimiz acılarla doldu, başımıza<br />
gelenleri “tecrübe” altında toplamayı<br />
öğrendik. Bundan 10 yıl önce büyük<br />
değişim olarak sunulabilecek şey şimdi<br />
sadece içimizi buruyor! Dudağımızda<br />
hafif bir gülümseme, ağzımızda hafif<br />
ekşi bir tat bırakıyor!<br />
Başbakan da dâhil, bundan sonra 1915<br />
soykırımı üzerine konuşmak isteyenler,<br />
eğer söylediklerinde bir anlam<br />
bulmamızı, biraz olsun heyecanlanmamızı<br />
istiyorlarsa, artık çıtanın çok<br />
yükseklerde olduğunu görmek zorundalar.<br />
Bu açıklamayı “tarihe yönelik<br />
işler bitti” hafifliği ile karşılayanların<br />
bilmesinde fayda var. Ben ve benim<br />
gibiler, çok ama çok somut bazı adımlara<br />
bakacaklar. Bazı şeylerin yapılıp<br />
yapılmadığının çok yakın takipçisi<br />
olacaklar:<br />
a) Bu ülkede 90 yıldır bir inkâr politikası<br />
yaşandı; bu inkâr 2002 AKP iktidarı<br />
sonrası da devam etti. <strong>2014</strong>’te,<br />
1915 üzerine konuşmak isteyenler,<br />
sanki bugüne kadar hiçbir şey olmamış<br />
gibi, kendilerinin de olanlarda hiçbir<br />
payı yokmuş gibi konuşamazlar. Eğer<br />
1915 konusunda politik bir değişiklik<br />
olacaksa, ilk önce kendinizden başlayarak,<br />
onlarca yıldır süren inkâr politikalarının<br />
yanlışlığı konusunda bir<br />
şeyler söylemeniz şart!<br />
b) 1915’in açık bir insanlık suçu olduğunu<br />
kabul etmeden, “herkes acı çekti”,<br />
“herkesin acısını anlayalım” ile<br />
gidilecek bir yer yoktur. Savaş kayıpları<br />
ile soykırım gibi bir insanlık suçu<br />
arasında ayrım yapmayı öğrenmedikçe<br />
hiçbir şey çözülemez. Önce cinayete<br />
cinayet demeyi öğrenmeniz gerekir.<br />
Artık çıtanın bundan aşağıya düşmesi<br />
mümkün değil!<br />
c) Yapılacak en anlamlı başlangıç, Ermenistan<br />
ile sınırları açmak ve diplomatik<br />
ilişkileri geliştirmektir. Bundan<br />
iki yıl önce Hocalı mitingine İçişleri<br />
bakanını yollamış, “Ermeni yalanına<br />
kanma” diye afişler asmış bir hükümetten<br />
söz ettiğimizi biliyoruz.<br />
Hrant’ın gerçek katillerinin derin dehlizlerden<br />
bulunup çıkartılmasından<br />
söz etmiyorum bile...<br />
Bana göre,1915 konusunda değişimin<br />
dinamiği hükümetin elinde değil artık!<br />
Onlar, kaçırmakta olduklarını bildikleri<br />
bir trenin son vagonuna can havliyle<br />
atlamak istiyorlar. Ama, 2015’e<br />
doğru, tarihî bir cinayeti kabul etmekten,<br />
bu cinayet için özür dilemekten<br />
ve yaratılan yıkımı telafi etmek için<br />
Ermenistan ve diaspora ile görüşmeye<br />
başlamaktan başka bir seçenek yoktur.<br />
Bu yolu açan her girişim iyidir ama sadece<br />
yolu açacağı için... Bitireceği için<br />
değil... Bunun görülmesi gerekiyor.<br />
Bunların yapılması için çok mu bekleriz<br />
Acelemiz yok ki! (Taraf)
kızılbaş - sayfa 11 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Erdoğan'ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik:<br />
Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı<br />
Naziler komünistler için geldiğinde<br />
sesimi çıkarmadım; çünkü komünist<br />
değildim.<br />
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında<br />
sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal<br />
demokrat değildim.<br />
Sonra sendikacılar için geldiler, bir<br />
şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.<br />
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak<br />
kimse kalmamıştı.<br />
Martin Niemöller<br />
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 23<br />
Nisan'da yaptığı beklenmedik taziye<br />
açıklaması, nisbeten yaygın bir tartışmaya<br />
yol açtı. Ancak izleyebildiğim<br />
kadarıyla ben; ilerici Ermeni, Kürt,<br />
Türk vb. aydın ve yazarlarının önemli<br />
bir bölümünün, bu açıklama, hakkında<br />
yürüttükleri tartışmaya, tikelci<br />
(=partikülarist) bir metodun damgasını<br />
vurduğunu düşünüyorum. Tikelci<br />
yaklaşım bu konuyu; salt kendi başına<br />
ya da kendine yeterli bir tarzda, Türkiye,<br />
Ortadoğu ve dünya bağlamından<br />
kopuk olarak ele alma ve onu sadece<br />
kendi dar grubunun (sınıf, milliyet,<br />
din-mezhep vb.) varsayılan çıkarlarını<br />
esas alarak irdeleme ve ona göre tutum<br />
alma anlamına geliyor.<br />
Özü itibariyle statükocu ya da neostatükocu<br />
niteliğine rağmen Başbakan<br />
Erdoğan'ın açıklaması, devletin geleneksel<br />
yadsımacı-yoksaymacı söyleminden<br />
belirgin bir uzaklaşmayı yansıtmaktadır.<br />
Ama bunun böyle olması<br />
bu açıklamayı, hatta 2015'e yaklaşırken<br />
yapılabilecek “daha ileri” açıklamaları<br />
alkışlamayı, bunları gerçekten<br />
de olumlu olarak nitelemeyi/ ileriye<br />
doğru atılmış adım ya da adımlar saymayı<br />
gerektirmez. Evet; Erdoğan'ın<br />
konumu statükocu ya da neo-statükocu<br />
olarak adlandırılmalıdır; çünkü o,<br />
ancak “göstermelik” diye nitelenebilecek<br />
birtakım sözcük oyunlarıyla bu<br />
konudaki gerici statükoyu “yenileyerek”<br />
ya da “güncelleyerek” korumaya<br />
ve pekiştirmeya çalışmaktadır. Özetle<br />
Başbakan Erdoğan sadece; artık fosilleşmiş,<br />
tümüyle çağdışı hale gelmiş,<br />
hiçbir inandırıcılığı ve sürdürülebilirliği<br />
kalmamış olan o ilkel savunma<br />
hattını bırakmış ve Türk gericiliğini ve<br />
Garbis Altınoğlu<br />
onun kanlı tarihsel mirasını daha elverişli<br />
mevzilerden savunma yolunda bir<br />
hamle yapmıştır. Türk burjuvazisinin<br />
ve burjuva politikacılarının ana gövdesinin<br />
zamanla bu daha “akılcı” yaklaşımı<br />
benimseyeceklerini söylemek bir<br />
kehanet sayılmamalı. Bazıları, değişik<br />
nedenlerle bunu bir “ilerleme” sayabilirler.<br />
Ne var ki, Başbakan Erdoğan'ın,<br />
zamanını çoktan doldurmuş olan bir<br />
yalanı dünya aleme rezil olma pahasına<br />
yineleme ilkelliğinden vazgeçmesi<br />
ve onu daha kabul edilebilir bir hale<br />
sokma çabası, asla bir “ilerleme” değildir.<br />
Daha “çağdaş” ya da “modern”<br />
olanın mutlaka daha “ileri ya da ilerici”<br />
olduğuna inanmaksa aptallığa yaklaşan<br />
bir siyasal saflıktır.<br />
Bu aydın ve yazarların, taziye mesajını<br />
olumlu bulanlarının çok önemli bir bölümü<br />
dikkatleri mesajın kendisi, onun<br />
içeriği ve üslubu üzerinde yoğunlaştırıyor.<br />
Bu formalist ve tikelci bir yaklaşım<br />
yaklaşımdır. Asıl görülmesi gereken,<br />
mesajın içinde geçen sözcüklerin<br />
-haklı olarak eleştirilen- yetersizliği,<br />
hatta boşluğu ve ikiyüzlülüğünden<br />
ziyade, başını AKP'nin çektiği Türk<br />
gericiliğinin giderek faşist bir nitelik<br />
kazanan iç ve çoktandır saldırgan, yayılmacı<br />
ve savaş kışkırtıcısı bir nitelik<br />
taşıyan dış politikasıdır. Taziye mesajını,<br />
işte bu arkaplan ve bağlamı gözardı<br />
etmeden okumak gerekiyor. Bu mesaja<br />
olmadık anlamlar yükleyenler, ya<br />
faşizmin ne olduğunu bilmiyorlar; ya<br />
da faşizmin en önemli silahlarından<br />
birinin “demagoji” olduğunu unutmuşlardır.<br />
Kendilerine; Alman tekelci<br />
burjuvazisinin ve militarizminin baş<br />
temsilcisi Adolf Hitler'in partisinin<br />
adının Nasyonal Sosyalist Alman İşçi<br />
Partisi olduğunu, bu partinin iktidar<br />
yürüyüşü sırasında emekçi kitleleri;<br />
tekellere, plütokratlara, bankalara vb.<br />
karşı olduğunu söyleyerek kandırdığını<br />
anımsatmak isterim. Demek ki, bir<br />
zamanlar dendiği gibi, “Pudingin kanıtı<br />
yenmesindedir.” Bu arada Türk burjuva<br />
devletinin yöneticilerinin zaman<br />
zaman böylesi açıklamalar yaptıklarını<br />
da anımsamamız gerekiyor. Örneğin,<br />
13 Aralık 2013'de Türk Dışişleri Bakanı<br />
Ahmet Davutoğlu, Karadeniz Ekonomik<br />
İşbirliği toplantısı için Erivan'a<br />
giderken uçakta gazetecilere yaptığı<br />
açıklamada, “İttihatçıların yaptığı şey<br />
doğru bir olay da değil, gayri insanidir.<br />
Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz”<br />
demişti.<br />
Etyen Mahçupyan gibi kalemini ve<br />
ruhunu AKP iktidarına ve Başbakan<br />
Erdoğan'a satmış olan kişileri bir yana<br />
bırakıp bu taziye mesajına, değişik düzeylerde<br />
de olsa olumlu yaklaşan ilerici<br />
aydın ve yazarlara baktığımızda<br />
neyi görüyoruz Onların en önemli ve<br />
çarpıcı hatalarının bu açıklamayı, bugünün<br />
Türkiyesi'nin a) Ermeni halkına<br />
ve Hristiyan halklarına ve b) Türkiye,<br />
Ortadoğu ve dünya halklarına karşı tutumu<br />
ve politikasından kopararak ya<br />
da isterseniz, soyutlayarak değerlendirmelerinden<br />
kaynaklandığını.<br />
Şimdi bu iki hususa biraz daha yakından<br />
göz atalım. Acaba AKP iktidarı,<br />
eskiden Anadolu nüfusu içinde büyük<br />
bir azınlık iken, şimdi bir avuç kalmış<br />
olan bu toprakların Ermeni ve Hristiyan<br />
halklarına dostça ve demokratça<br />
mı yaklaşmaktadır Bu sorunun yanıtı,<br />
net ve kesin bir hayırdır. Yolagelmez<br />
iyimserler AKP iktidarının; vakıf<br />
mallarının bir kısmını geri vermesini,<br />
Ahdamar Kilisesi'nin restore edilmesi<br />
ve ziyarete açılmasını, Sümela<br />
Manastırı'nın ziyarete açılmasını vb.<br />
sayarak AKP'nin, devletin geleneksel<br />
yadsımacı-yoksaymacı söylem ve uygulamasından<br />
uzaklaşmakta olduğunu<br />
ileri sürebilirler. Tabii onlar Başbakan<br />
Erdoğan ve AKP iktidarının;
kızılbaş - sayfa 12 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa<br />
Küçük'ün yanısıra, İtalyan rahip A. S.<br />
Santoro'nun ve Zirve Kitabevi'nde Tilman<br />
Ekkehart Geske, Necati Aydın ve<br />
Uğur Yüksel adlarında üç Hristiyanın<br />
öldürülmelerinden ve bu cinayetleri<br />
gerçekleştirenlerin üzerlerine gidilmemesinden,<br />
onların korunması ve hatta<br />
ödüllendirilmesinden, Suriye'de savaşan<br />
terörist grupları aktif bir biçimde<br />
desteklemek suretiyle bu ülkede değişik<br />
milliyet, din ve mezheplerden onbinlerce<br />
kişinin ve bu arada çok sayıda<br />
Suriyeli Hristiyanın öldürülmesi ve<br />
yaralanmasından, onların kiliselerinin<br />
yıkılması/ yağmalanması ve evlerinin<br />
ve diğer mülklerinin yakılıp yıkılmasından,<br />
bu terörist grupların Ermeni<br />
ağırlıklı Kesab'a saldırısını planlanması<br />
ve örgütlenmesinden sorumlu olduğunu<br />
unutmaktadırlar. Dahası onlar<br />
AKP iktidarı döneminde Türk burjuva<br />
devletinin; Heybeliada'daki Rum Ruhban<br />
Okulunun açılmasına bir türlü izin<br />
vermediğini, Ermeni Patrikliği seçimlerine<br />
burnunu sokmayı sürdürdüğünü,<br />
Türkiye'deki okullarda okutulan<br />
ders kitaplarının Hristiyan-karşıtı içeriklerini<br />
düzeltmek için herhangi bir<br />
adım atmadığını, Müslüman-olmayan<br />
yurttaşlara soy kodu vermeye devam<br />
ettiğini, Başbakan Erdoğan'ın ağzından<br />
Türkiye'de zor koşullarda ve çok<br />
düşük ücretlerle çalışan Ermenistan'lı<br />
işçileri geri göndermekle tehdit ettiğini,<br />
AKP iktidarı döneminde Mardin<br />
ve Adıyaman'da yaşayan az sayıda<br />
Süryani'nin bölgedeki gerici güçler<br />
tarafından tehdit edildiğini ve -Mor<br />
Gabriel Manastırı örneğinde olduğu<br />
gibi- onların topraklarına el konmak istendiğini<br />
vb. de unutmuşlardır. Kendilerine;<br />
“Dört tane kırmızı çizgimiz var.<br />
Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek<br />
din”, “... kültürümüzde de, medeniyetimizde<br />
de soykırım diye bir şey yoktur”<br />
ve “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz,<br />
affedersiniz ne de Rumluğumuz<br />
kaldı” türünden incilerin de Başbakan<br />
Erdoğan'a ait olduğunu da anımsatayım.<br />
Zaten Başbakan Erdoğan’ın kendisi,<br />
taziye mesajını yayımladığı gün,<br />
yani 23 Nisan'da TBMM'nde düzenlenen<br />
23 Nisan Resepsiyonunda, “Karabağ<br />
sorunu çözülmeden Ermenistan'la<br />
normalleşme olmaz” diyecek ve 28<br />
Nisan'da Almanya Cumhurbaşkanı<br />
Joachim Gauck'un Türkiye'deki uygulamalara<br />
yönelik eleştirilerine bir gün<br />
sonra bilinen düzeysiz üslubuyla yanıt<br />
verirken onun rahip kökenini anımsatarak<br />
Türk halkının Hristiyan-karşıtı<br />
önyargılarını kaşıyacak (“Herhalde<br />
hâlâ kendisini rahip zannediyor”) ve<br />
bu arada Alevilere de bir taş atacaktı.<br />
Unutulmaması gereken bu “tatsız gerçekler”<br />
bize Türk gericiliğinin bu görece<br />
yeni yüzü konusunda yersiz bir<br />
iyimserliğe kapılmamak gerektiğini<br />
anlatmaktadır. Ancak bu konunun<br />
daha ya da çok daha önemli bir yanı,<br />
Erdoğan kliğinin Hristiyan-olmayan<br />
halklara ve bu arada Kürt ve Alevi halka<br />
karşı tutumudur. Sözünü ettiğim ve<br />
eleştirdiğim tikelci yaklaşım kendini<br />
esas olarak işte burada gösteriyor. Bu<br />
ülkede yaşayan ve gördüğünü ve okuduğunu<br />
anlayan herkes, Erdoğan kliğinin,<br />
bir faşist ya da bir İslami-faşist<br />
rejim kurmakta olduğunu kavramakta<br />
bir zorluk çekmeyecektir. Bunu somut<br />
örneklerle göstermeye gerek bile yok<br />
belki, ama subjektif değerlendirmelerin<br />
tuzağına düşmemek için birkaç<br />
önemli nokta üzerinde duralım.<br />
a) Erdoğan kliği; yazılı ve görsel basının<br />
büyük bölümünü denetimi altına<br />
almış/ satın almış ve denetimi altında<br />
olmayan medya organlarına ve onların<br />
sahip, yönetici ve çalışanlarına kaba<br />
müdahalelerde bulunmuş ve sosyal<br />
medyayı yasaklamaya kalkışmıştır.<br />
b) o; Roboski kıyımı da içinde olmak<br />
üzere, kendi döneminde Kürt halkına<br />
karşı işlenen suç ve cinayetleri örtbas<br />
etmekte ve bu halka karşı özellikle<br />
1980'li ve 1990'lı yıllarda işlenen suç<br />
ve cinayetleri soruşturmaya yanaşmamaktadır.<br />
c) o; yıllardır Alevi açılımından söz<br />
etmekte olmasına rağmen, bu inanç<br />
mensuplarını dıştalama ve Sünnileştirme<br />
biçimindeki geleneksel devlet<br />
politikasını sürdürmekte ve devasa bir<br />
örgüt haline getirilmiş olan Diyanet<br />
İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma<br />
İslam'ın Hanefi mezhebinin en bağnaz<br />
yorumunu dayatmaktadır.<br />
d) o; kendisinin ve çevresinin gerici<br />
yaşam tarzını herkese dayatmaya, insanların<br />
özel yaşamını düzenlemeye<br />
ve biçimlendirmeye kalkmakta ve bu<br />
bağlamda sanata, kültüre ve aydınlara<br />
karşı düşmanca bir tavır almaktadır.<br />
e) o, Kuzey Kürdistan halkının özerklik<br />
talebini reddetmekte, Rojava halkına<br />
yiyecek ve ilaç ambargosu uygulamakta<br />
ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi<br />
terörist grupları Rojava halkına saldırması<br />
için desteklemekte ve teşvik etmektedir.<br />
f) o; askeri darbelere karşı olduğunu<br />
ileri sürmesine rağmen 12 Eylül askeri-faşist<br />
darbesinin getirdiği gerici yasa<br />
ve kurumları aynen sürdürmekte ve bu<br />
yasa ve kurumlardan kendi iktidarını<br />
pekiştirmek için yararlanmaktadır.<br />
g) o; taşeron ve eğreti işçiliği yaygınlaştırmak,<br />
sendikaları kendi boyunduruğu<br />
altına almak ve iş güvenliği kurallarını<br />
geçersiz kılmak suretiyle her<br />
yıl, en düşük ücretlerle çalışan binlerce<br />
işçinin ölümüne, yaralanması ve sakatlanmasına<br />
yol açmaktadır.<br />
h) o; parlamentoda çoğunluğa sahip olmakla<br />
yetinmemiş, yargı erkini büyük<br />
ölçüde kendi denetimi altına almaya ve<br />
MİT'na olağanüstü yetkiler tanıyan ve<br />
yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan<br />
yeni bir yasayla kendi gerici<br />
iktidarını daha da güçlendirmeye girişmiştir.<br />
ı) o; ailesinin, yakın çevresinin ve<br />
kendisine yakın işadamlarının Türkiye<br />
Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş<br />
boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk ve<br />
hırsızlık suçları işlemiş olmasından<br />
doğrudan sorumludur.<br />
i) o; kadın ve çocukların artan ölçüde<br />
tacize uğramaları ve öldürülmelerinden<br />
sorumlu olarak kalmamakta, bu<br />
cinayetleri gerekçe göstererek idam<br />
cezasının yeniden getirilmesinin ortamını<br />
oluşturmaya çalışmaktadır.<br />
j) o; çoğu Kürt olmak üzere binlerce<br />
hasta tutsağın çok zor koşullarda cezaevlerinde<br />
tutulmasından ve tedavi<br />
edilmelerine olanak sağlanmayan bu<br />
insanların çektiği acılardan ve bir bölümünün<br />
yaşamlarını yitirmesinden<br />
doğrudan sorumludur.<br />
k) o; Gezi direnişi ve 1 Mayıs <strong>2014</strong>'te<br />
olduğu gibi, toplantı ve gösteri yapma<br />
hakkını açıkça gaspetmekte, böylesi<br />
eylemleri ve sıradan protesto eylemlerini<br />
ve basın açıklamalarını yasaklar,<br />
provokasyonlar ve çok sayıda tutuklama,<br />
yaralama ve öldürmelere yol açan<br />
polis zorbalığı yoluyla engellemeye<br />
kalkmaktadır.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
l) o; “çılgın” projeler ve kentsel dönüşüm<br />
sloganlarıyla doğal ve kültürel<br />
çevreyi hoyrat ve geri dönülmez bir biçimde<br />
yıkmakta ve yok etmekte, buraları<br />
kendi yakın çevresinde kümelenmiş<br />
olan işadamlarının rant kaynağı<br />
haline getirmektedir.<br />
m) o; 30 Mart yerel seçimlerinde her<br />
türlü hile, usulsüzlük ve sahtekarlığa<br />
başvurmuş ve bu alanda 1950'den<br />
bu yana yaşanan en lekeli seçimi gerçekleştirme<br />
“onuru”nu kazanmıştır ve<br />
önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimininde<br />
ve genel seçimlerde de aynı<br />
yöntemlere başvuracaktır.<br />
n) o; ABD, Britanya, Fransa, Katar,<br />
Suudi Arabistan gibi ülkelerin yönetici<br />
klikleriyle işbirliği yaparak Suriye halkını<br />
acımasızca kıyıma uğratan ve bu<br />
ülkenin maddi ve kültürel zenginliklerini<br />
yağmalayan ve yokeden terörist<br />
grupları en aktif bir biçimde desteklemiştir<br />
ve desteklemeyi de sürdürmektedir.<br />
o) ve o; devrimci bir muhalefetin yokluğundan,<br />
burjuva muhalefetin zayıflığından<br />
yararlanarak varolan sınırlı<br />
demakratik hakları da ortadan kaldırma,<br />
TBMM'ni kapatma, muhalif basını<br />
susturma ve açık faşist bir rejim kurma<br />
doğrultusunda ilerlemektedir.<br />
Şimdi, sağa sola bükmeden sorulması<br />
ve açıkça yanıtlanması gereken soru<br />
ya da soruları şöyle sayabiliriz: Bütün<br />
bu suçları işleyen ve gücü yettiğince<br />
daha da fazlasını işlemeye devam edecek<br />
olan Erdoğan kliği, değişik ulus<br />
ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı<br />
ve halklarının demokratik taleplerini<br />
yerine getirebilir mi Bu talepleri yerine<br />
getirmek için uğraş verdiği ve ilerde<br />
yerine getirebileceği beklentisiyle<br />
bu kliğin attığı/ atar gözüktüğü bazı<br />
adımları alkışlamak ve desteklemek<br />
doğru mudur Bu kliğin Türk-Ermeni,<br />
Türk-Kürt ve Alevi-Sünni sorunlarında<br />
demokratik bir tutum içinde olduğu<br />
ya da böyle bir konuma evrilmekte<br />
olduğunu gösteren herhangi bir belirti<br />
var mıdır Bence bu soruların hepsinin<br />
yanıtları net ve kesin birer hayırdır.<br />
Şimdi de, gene sağa sola bükmeden<br />
açıkça yanıtlanması gereken bir başka<br />
soru soralım:<br />
İlerici Ermeni aydınları, yazarları<br />
vb., bu taziye açıklamasını, özellikle<br />
de önümüzdeki aylarda yapılabilecek<br />
“daha ileri” benzer açıklamaları, Erdoğan<br />
kliğinin yukarda örneklerini sunduğum<br />
sicili ve performansını bir yana<br />
atarak/ görmezden gelerek onama ve<br />
alkışlama hakkına sahip midirler ya da<br />
olmalı mıdırlar Öyle bir şey yok, ama<br />
onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun<br />
haklı isteklerinin yerine getirilmesi<br />
doğrultusunda adımlar atılması karşılığında,<br />
Türkiye halklarının diğer bölümlerine<br />
yapılan haksızlık, kısıtlama<br />
ve baskılar karşısında ilgisiz ve kayıtsız<br />
kalma hakkına sahip midirler ya da<br />
olmalı mıdırlar Bence bu soruların da<br />
hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.<br />
İlerici Ermeni aydınları, yazarlarının<br />
vb. önemli bir bölümünde, örneğin<br />
AGOS gazetesinde sık sık görülen, işte<br />
bu yukardaki satırlarda kendisini açığa<br />
vuran, “her koyunun kendi bacağından<br />
asılması gerektiği” olarak da anılabilecek<br />
olan tikelci yaklaşımdır. TÜM<br />
haksızlıklara, zulüm ve gericiliğin<br />
TÜM belirtilerine ve örneklerine karşı<br />
tavır alma yükümlülüğünü reddetme<br />
ya da kavramama anlamına gelen bu<br />
yaklaşımın, Ermeni milliyetçiliğinin<br />
kuşkusuz kaba değil, ama inceltilmiş<br />
bir haline denk düştüğü tartışma götürmez.<br />
“Kurtuluş yok tek başına! ”<br />
belgisinin karşıtını temsil eden bu tikelci<br />
yaklaşımın yaygınlık kazanması<br />
ve baskın hale gelmesi, Ermeni halkını,<br />
Kürt halkı ve ulusal hareketi de<br />
içinde olmak üzere Türkiye'deki devrimci<br />
ve demokratik güçlerden koparacaktır.<br />
Haksızlık yapmamak için iki noktaya<br />
değinmem gerekir. Birincisi, en<br />
azından 99 yıldır kendilerine sövülen<br />
Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin,<br />
Başbakan Erdoğan'ın ilk<br />
kez böylesi bir sövgü içermeyen, hatta<br />
empati izleri taşıyan taziye mesajında<br />
olumlu bir yan arama ve bulma yolundaki<br />
çabalarını ve bu çabaların altında<br />
yatan ruh halini -onamasak da- bir<br />
yere kadar anlayışla karşılayabiliriz<br />
ve karşılamalıyız da. İkincisi, ilerici<br />
Ermeni aydınları, yazarları arasında<br />
görülen bu tikelci yaklaşımın, bu “ulusal<br />
bencillik” tutumunun kristalize<br />
olmuş ve istikrar kazanmış bir eğilim<br />
olmadığı unutulmamalı. Ancak, bu<br />
hatalı tutumun bilince çıkarılmaması<br />
VE AKP'nin başını çektiği Türk<br />
gericiliğinin ileride başvurabileceği<br />
yeni Osmanlı oyunlarına karşı uyanık<br />
olunmaması halinde, yukarda sözünü<br />
ettiğim kopma tehlikesi kapıyı çalacaktır.<br />
Ben daha da ileri gidiyor ve<br />
şunu söylüyorum: “Tıpkı Yahudi halkı<br />
gibi büyük acılar çekmiş olan Ermeni<br />
halkının ve onun ilerici temsilcilerinin<br />
de dikkat ve çabalarını SADECE VE<br />
SADECE kendi halklarının çekmiş ve/<br />
ya da çekmekte olduğu acılar ve haklı<br />
talepleri üzerinde yoğunlaştırmaları<br />
ve özellikle aynı topraklarda yaşayan<br />
diğer halkların uğradığı haksızlıklara<br />
karşı kayıtsız kalması, gerek ilkesel<br />
ve gerekse taktiksel açıdan son derece<br />
yanlış olacaktır. Dolayısıyla Ermeni<br />
halkının ilerici kızları ve oğullarının<br />
Türkiye halklarının ilerici temsilcileriyle<br />
daha da yakın bir ilişki içine girmeleri<br />
ve Ermeni halkının sorunlarının<br />
ancak Türkiye toplumunun radikal<br />
bir yeniden örgütlenmesiyle, yani gerçek<br />
bir toplumsal devrimle çözülebileceğini<br />
kavramaları gerekir.”<br />
Öte yandan objektif koşullar da böylesi<br />
yanılsamaları etkisiz kılmaya<br />
hizmet etmektedir ve etmeye devam<br />
edecektir. Dolayısıyla, AKP gericiliğinin<br />
Türkiye işçi sınıfı ve halklarına<br />
yönelik gerici saldırısının örneklerini<br />
ve görünümlerini her gün, her saat<br />
yaşayan ve paylaşan ilerici Ermeni aydınları<br />
ve yazarlarının ve Ermeni halkının<br />
siyasal bakımdan ileri bölümünün,<br />
Türkiye'de faşizmi inşa etmekte<br />
olan bir partinin ve onun şefinin taziye<br />
mesajının aldatıcı büyüsünden ister istemez<br />
kurtulacaklarını söyleyebiliriz.<br />
Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halklarına<br />
karşı faşizm uygulayan bir klik<br />
Kürt, Ermeni, Alevi, Süryani vb. halklarına<br />
barış ve demokrasi getiremez ve<br />
getirmeyecektir.<br />
Bu makaleyi bitirirken, Erdoğan kliğinin<br />
neden böyle bir manevraya başvurduğu<br />
sorusunu da kısaca yanıtlamak<br />
gerekir. Bu konuyu ele alan bir dizi yazar,<br />
Başbakan Erdoğan'ın bu taziye mesajıyla,<br />
Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü<br />
yaklaşırken, Türkiye üzerindeki<br />
uluslararası basıncı azaltmayı amaçladığını<br />
yazdı. Bunun taziye mesajının<br />
ardında yatan faktörlerden biri olduğunu<br />
kabul edebiliriz. Ama bence esas<br />
neden; AKP iktidarının, Türkiye'nin<br />
jenosid konusuna ilişkin “arkadan hançerlenme”<br />
ya da “karşılıklı çatışma<br />
ve öldürme” türünden inandırıcılığını
kızılbaş - sayfa 14 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
çoktan yitirmiş ve çağdışı bir nitelik<br />
kazanmış olan savunma gerekçelerini<br />
bir yana bırakma kararı almış olmasıdır.<br />
AKP iktidarının böylesi bir<br />
“balans ayarı” yapmasında ABD ve<br />
NATO'nun da rolü olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Ankara'daki ortakları üzerindeki<br />
uluslararası basıncı azaltmak isteyen<br />
bu güçlerin AKP iktidarına bu doğrultuda<br />
telkinlerde bulunduğu anlaşılıyor.<br />
Türkiye'nin, Yayladağı'ndan harekete<br />
geçen ve Türk ordusu tarafından desteklenen<br />
El Kaide güçlerinin 21 Mart<br />
gecesi, ağırlıklı olarak Ermeniler'in<br />
yaşadığı Kesab beldesine yaptığı -ve<br />
Türk gericiliği açısından bir propaganda<br />
felaketi işlevini gören- saldırıdan<br />
doğrudan sorumlu olduğunun ortaya<br />
çıkması da sözügeçen basıncı arttıran<br />
bir faktör işlevi görmüştür.<br />
Bu koşullarda 10 Nisan'da ABD Senatosu<br />
Dış İlişkiler Komitesi'nin Ermeni<br />
jenosidi karar tasarısını gündemine<br />
alması ve ardından 15 Nisan'da ABD<br />
Temsilciler Meclisi Başkanı John<br />
Boehner'in Türkiye'yi ziyareti ve bu<br />
ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül,<br />
Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı<br />
Çiçek'le görüşmesi önemliydi. Gazeteler,<br />
bu görüşmelerin ana konusunun<br />
Ermeni jenosidi yasa tasarısı olduğunu,<br />
ancak bunun yanısıra Suriye ve<br />
Ukrayna konularının da tartışıldığını<br />
yazdılar. Örneğin İlhan Tanır, New<br />
York'da yayımlanan bir gazetede yer<br />
alan yazısında şöyle diyordu:<br />
“Boehner’in, tam da ABD Senato’sunun<br />
Dışilişkiler Komitesi’nde geçen<br />
sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı tanıma’<br />
yasa tasarısından sonra, bu kez kamuoyu<br />
önünde açıkça ortaya koyduğu<br />
Ermeni tasarıları karşıtı söylemi,<br />
ABD-Türkiye ilişkilerine gelebilecek<br />
muhtemel zararları önceden önlemiş<br />
oldu.” (“Boehner’in Türkiye ziyareti<br />
ve 2015 senaryoları için önemi”, Posta212,<br />
24 Nisan <strong>2014</strong>)<br />
Şimdi birileri çıkıp, ABD ve onun Batı<br />
Avrupalı ortaklarının AKP iktidarını<br />
ve/ ya da Başbakan Erdoğan'ı gözden<br />
çıkardığını söyleyebilir ve bu devletlerin<br />
değişik düzeylerdeki yönetici ve<br />
sözcülerinin, Türkiye'deki siyasal duruma<br />
ve özgürlük kısıtlamalarına göndermede<br />
bulunarak Türk meslekdaşlarına<br />
yaptıkları uyarı ve eleştirilerinin<br />
de bunun kanıtı olduğunu ileri sürebilirler.<br />
Bunu aylardır, hatta yıllardır<br />
yapmakta olan çok sayıda akademisyen,<br />
analist ve köşe yazarı var.<br />
ABD ve NATO ile Türkiye arasında,<br />
özellikle bu ikincisinin Ortadoğu'ya<br />
ilişkin vizyonu, ihtirasları vb. ile bağlantılı<br />
birtakım anlaşmazlıkların olduğu<br />
doğrudur. Dahası, Suriye'nin direnişinin<br />
bu anlaşmazlıkları büyüttüğünü<br />
ve Washington'un Erdoğan kliğinin<br />
kitle tabanının daralmasını da dikkate<br />
alarak başka burjuva iktidar seçenekleri<br />
üzerinde kafa yormaya başladığını<br />
söyleyebiliriz. Ancak bu asla, ABD ve<br />
NATO emperyalistlerinin Irak, Libya<br />
ve Suriye'de kendileriyle ortak hareket<br />
etmiş ve/ ya da etmekte etmekte olan<br />
AKP iktidarını ve Başbakan Erdoğan'ı<br />
tümüyle gözden çıkardığı anlamına<br />
gelmemektedir. Öte yandan, bir iç<br />
savaşa sürüklenmekte olan Ukrayna<br />
üzerinde ABD/ NATO ekseniyle Rusya<br />
arasındaki çekişmenin keskinleşmiş<br />
olması, ABD/ NATO ekseninin<br />
Rusya'yı kuşatma politikasını derinleştirmesi<br />
ve Karadeniz'e çıkan ABD<br />
savaş gemilerinin Türk limanlarında<br />
kalıyor olmaları (1), ABD'nin, -İsrail'le<br />
ilişkisini de düzeltme yoluna giren-<br />
Türkiye'ye ve dolayısıyla şu aşamada<br />
onu yöneten AKP iktidarına daha fazla<br />
gereksinim duyduğunu göstermektedir.<br />
Bu konu açılmışken, bizdeki liberal<br />
yazarların, demokratik normlara çok<br />
bağlı olduklarını varsaydıkları ABD ve<br />
Batı Avrupa ülkelerinin, Türkiye'deki<br />
siyasal rejimin niteliği konusunda duyarlı<br />
oldukları yolundaki burjuva-demokratik<br />
önyargılarının hemen hemen<br />
tümüyle yanlış olduğuna işaret etmek<br />
gerekir. Bu ülkelerde böylesi kaygılar<br />
taşıyan politikacılar vardır elbet; ancak<br />
özellikle emperyalist devletler arasındaki<br />
çelişmelerin keskinleştiği dönemlerde<br />
bu gibi kişilerin yaklaşımı, bu<br />
devletlerin dış politikaları bakımından<br />
belirleyici bir etki yapmaz ve yapamaz.<br />
Bunun en son örnekleri şunlardır: Batı<br />
Avrupa ülkeleri Suriye krizinde; ABD,<br />
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi<br />
gerici devletlerle omuz omuza hareket<br />
etmiş, Suriye'de Baas rejimine karşı<br />
savaşan El Kaide türü elikanlı terörist<br />
grupları desteklemiş ve kendi ülkelerinde<br />
yaşayan teröristlerin Suriye'ye<br />
gitmesini önlememiş ve büyük olasılıkla<br />
da teşvik etmişlerdir. Ve onlar;<br />
2010'da meşru bir seçimle işbaşına gelmiş<br />
olan Viktor Yanukoviç hükümetini<br />
bir darbe yoluyla devirmek için kanlı<br />
sokak gösterileri yapan ve ardından<br />
Ukrayna'nın batısında iktidarı ele geçiren<br />
faşist ve anti-Semitik grupların<br />
arkasında duran ve onları yönlendiren<br />
ABD ve Britanya istihbaratını desteklemişlerdir.<br />
Yani onlar kendi pratikleriyle,<br />
“Emperyalizm, hem dış, hem de<br />
iç politikada demokrasiyi yıkma doğrultusunda,<br />
gericilik doğrultusunda<br />
uğraş verir. Bu anlamda emperyalizm,<br />
sadece onun taleplerinden birinin,<br />
ulusların kendi yazgılarını belirlemesinin<br />
değil, tartışma götürmez bir biçimde<br />
genel olarak demokrasinin, her<br />
türlü demokrasinin yadsınmasıdır”<br />
demiş olan Lenin'i doğrulamışlardır ve<br />
doğrulamaktadırlar.<br />
Başbakan Süleyman Demirel'in en yakın<br />
çalışma arkadaşlarından biri olmuş<br />
ve 1965-71 yılları arasında Adalet Partisi<br />
hükümetlerinde dışişleri bakanlığı<br />
yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil,<br />
7 Şubat 1974'te İsmail Cem'le yaptığı<br />
söyleşide diğer şeylerin yanısıra şunları<br />
söylemişti:<br />
“Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika<br />
şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik<br />
idare olmuş, şoven idare olmuş,<br />
faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz.<br />
“Amerika o memleketin kendisine ne<br />
derece tabi olduğuna, kendi politikasına<br />
ne dereceye kadar satelit (uydu)<br />
haline gelebileceğine bakar.<br />
“Amerika, bir Albaylar Cuntası ile<br />
Yunanistan'da istediğini yaptırabiliyorsa,<br />
Albaylar Cuntası Yunanistan<br />
için biçilmiş kaftandır. Amerika eğer<br />
bir Nihat Erim hükümeti ile haşhaşı<br />
menettirebilecekse, Türkiye'nin layık<br />
olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.”<br />
(Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul,<br />
Cem Yayınevi, 1993, s. 299)<br />
Görünüşte son derece etkileyici ünvanlar<br />
taşıyan ve çeşitli televizyon kanallarında<br />
ve gazete köşelerinde ahkam<br />
kesen pek çok akademisyenin, kendi<br />
burjuva önyargıları nedeniyle, başarılı<br />
bir beşinci sınıf öğrencisinin rahatlıkla<br />
görebileceği ve Çağlayangil'in açık<br />
bir biçimde ortaya koymuş olduğu bu<br />
çıplak gerçeği görememesi asla onanamaz;<br />
ama, onları siyasal gericiliğe<br />
bağlayan burjuva dünya görüşlerinin<br />
ışığında bakıldığında anlaşılabilir.<br />
Ancak, ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb.<br />
aydın ve yazarlarımızın bu liberal bay
kızılbaş - sayfa 15 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ve bayanların izinden gitmeleri ve onların<br />
oluşturduğu gerici söylenceleri<br />
benimsemeleri asla bir yazgı değildir.<br />
Herhalde her dürüst demokrattan, Süleyman<br />
Demirel'in yakın arkadaşı ve<br />
dışişleri bakanının gerisine düşmemesini<br />
beklemek hakkımız sayılmalıdır.<br />
Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı<br />
DİPNOTLAR<br />
(1) Cihan Haber Ajansı'ndan Faruk<br />
Akkan 9 Nisan tarih ve “Rusya takipte;<br />
Bir Amerikan savaş gemisi daha<br />
Karadeniz’e geliyor” başlıklı yazısında<br />
şöyle diyordu:<br />
“Pentagon kaynaklarına göre Amerikan<br />
deniz kuvvetlerine ait bir savaş<br />
gemisi daha Perşembe gününe kadar<br />
boğazlardan geçerek Karadeniz'e<br />
ulaşacak.<br />
Amerikan güdümlü füze destroyerı<br />
USS Donald Cook'un İspanya'dan yola<br />
çıktığı beliritldi. Rusya'nın Kırım'ı<br />
ilhak etmesinin ardından bölgeye<br />
gönderilen dördüncü Amerikan savaş<br />
gemisi olan USS Donald Cook, aegis<br />
füze savunma sistemleri ile donatılmış<br />
ve Tomahawk füzeleri ile geliştirilmişti.<br />
“Ukrayna krizinin başladığı ilk<br />
günlerde bölgeye giden USS Tuxton<br />
destroyerinin Karadeniz'de görev süresi<br />
uzatılmış ve 21 Mart'ta bölgeden<br />
ayrılmıştı.<br />
“Moskova ise Karadeniz'e gelen<br />
Amerikan savaş gemileri nedeni ile<br />
Türkiye'ye nota vermişti. Rusya Dışişleri<br />
Bakanı Sergey Lavrov, Kazakistan<br />
meslektaşı ile birlikte yaptığı<br />
basın toplantısında Amerikan savaş<br />
gemilerinin Montrö Sözleşmesi'nde<br />
belirlenen süreyi aşmaları ve belirlenen<br />
tonajı aşmaları nedeni ile Türkiye<br />
ve Amerika'nın dikkatini çekmişti.<br />
“Rusya Dışişleri Bakanı Sergey<br />
Lavrov'un Türkiye'yi Montrö<br />
Anlaşması'na aykırı olarak ABD savaş<br />
gemilerine Karadeniz'de 3 haftadan<br />
fazla kalma imkanı tanıdığı ve sözleşmenin<br />
belirlediği tonajlardan daha<br />
ağır gemilere geçiş izni vermekle suçlaması,<br />
Ankara ile Moskova arasındaki<br />
ilişkileri germişti.”<br />
Başbakan Erdoğan’ın Ermeni sorununa ilişkin açıklaması Başbakanlığın internet<br />
sitesinde yayınlandı. İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 24<br />
Nisan öncesi taziye mesajında bulundu.<br />
İşte Başbakanlığın yayınladığı o mesaj:<br />
“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan<br />
24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması<br />
için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının<br />
hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer<br />
milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz.<br />
“ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR”<br />
Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde<br />
yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi<br />
kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması<br />
acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü<br />
yeri yakar’.<br />
Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları<br />
acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık<br />
vazifesidir.<br />
1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi;<br />
çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir.<br />
Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem<br />
ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir.<br />
Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız,<br />
kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı<br />
söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer<br />
bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle<br />
uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir.<br />
“HEPİMİZİN ORTAK ACISI”<br />
Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması<br />
ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya<br />
Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe<br />
adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.<br />
Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı<br />
esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış<br />
olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı<br />
insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.<br />
http://www.posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Erdogan-dan–24-Nisan–mesajlari.htmArticleID=225296
kızılbaş - sayfa 16 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Seyfo Center'in<br />
1915 Soykırımı<br />
konferansına<br />
mesajı<br />
seyfocenterin-mesajı<br />
Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin'de<br />
yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal<br />
Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni,<br />
Asurü-Süryani İlişkileri" konferansına<br />
Merkezi Stocholm'de bulunan<br />
Seyfo Center adına Fehmli Barkarmo<br />
bir mesaj gönderdi.<br />
Barkarmo, mesajında "Soykırımla yüz<br />
leşme, Türk Devleti’nin sorumuluğu<br />
olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde<br />
gelen sorumluluklarından biridir." görüşünü<br />
dile getirdi.<br />
"Değerli Dostlar,<br />
Bazı Kürt aydınları, bazı yazarlar ve<br />
bazı Kürt siyasi çevrelerinde son dönemlerde<br />
Kürtlerin 1915 soykırımında<br />
üstlendikleri rol ve soykırıma fiili katılımlarının<br />
nedenleri konusunda bazı<br />
önemli çalışmalar dikkat çekmektedir.<br />
Bu çalışmaların ardındaki kuruluş ve<br />
şahsiyetlerin iyi niyetliliğinden hiç<br />
kuşkumuz yok. Ama soykırıma katılmış<br />
Kürt kesiminin yaptıklarının bütün<br />
Kürt halkının sırtında ağır bir yük<br />
olarak varlığını hala sürdürüyor olmasından<br />
dolayı sözünü ettiğimiz bu çalışmalar<br />
sembolik bir anlamdan öteye<br />
gidememektedir.<br />
Soykırımla yüzleşme, Türk Devleti’nin<br />
sorumuluğu olduğu kadar Kürt Hareketinin<br />
de önde gelen sorumluluklarından<br />
biridir. Kürt aşiretlerinin soykırıma<br />
katılımını sadece soykırıma bir<br />
‘’destek’’ olarak görmek büyük yanılgı<br />
olur. Ortada bir suç ortaklığı var ve bu<br />
suç ortaklığı üzerinde “öteki” halkların<br />
evleri, kiliseleri talan edildi; mallarına,<br />
topraklarına el konuldu; çocukları<br />
besleme olarak alındı, kadınları<br />
haremlere katıldı. Mağdur halkların<br />
milyonlarla ifade edilebilecek fiziki<br />
varlıkları ise şu an ancak binlerle ifade<br />
edilebiliyor.<br />
Kürt Hareketinin bu gerçeklerin bazında<br />
gerekli adımları atması, hareketin<br />
dürüstlüğü ve bölge halklarına<br />
samimiyetle yaklaşmasının bir sınavı<br />
olacaktır. Ama soykırımla sağlıklı ve<br />
dürüstçe bir yüzleşmenin yolu derinlemesine<br />
yapılacak bazı araştırma ve<br />
incelemelerden geçer. Aksi takdirde<br />
gerçekçi ve dürüst bir hesaplaşma yerine<br />
meselenin ‘’baştan savurma’’ gibi<br />
bir özür dileme ile geçiştirilmesi olacaktır<br />
ki, bu da gerçeklerin örtbas edilmesinden<br />
başka bir işe yaramıyacaktır<br />
ve Kürt halkı ile soykırım mağdurları<br />
halklar arasındaki bağları güçlendireceğine<br />
zayıflatacaktır. İşte burada Kürt<br />
aydınları, siyasetçileri, yazarları ve diğer<br />
akademisyenlerine büyük görevler<br />
düşmektedir.<br />
Meseleye bu açıdan baktığımızda görüyoruz<br />
ki, araştırılması ve tartışılması<br />
gereken konuların başında sizin<br />
isabetli olarak konferans konusu haline<br />
getirmiş olduğunuz "1915 Soykırımı ve<br />
Kürt toplumun siyasi toplumsal rolleri"<br />
gelmektedir. Konferansta bu konunun<br />
yanısıra işlenecek diğer konular da<br />
ilginç ve büyük önem arzetmektedir.<br />
Konferansta ele alacağınız ve tartışma<br />
sonucunu merakla beklediğimiz konulardan<br />
biri de şudur: Kürt toplumun<br />
ve hakim sınıflarının, soykırım öncesi<br />
ve bu süreçteki rolleri nelerdi; sadece<br />
İttihat-Terakki'nin programına yardım<br />
eden "tetikçilik" mi, yoksa siyasalmaddi<br />
faydalar, daha geniş bir işbirliği<br />
mi söz konusuydu<br />
Değerli dostlar, Bu konferansı düzenlemekle<br />
bizim açımızdan büyük önem<br />
taşıyan insani bir adım atmış olmakla<br />
beraber, Kürt Hareketinin sırtında taşımakta<br />
olduğu vebalden kurtulmasına<br />
da büyük katkıda bulunuyorsunuz.<br />
Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Bu<br />
vesileyle konferansa destek veren Kurdistan<br />
Kultur und Hilsverein e.v. Berlin<br />
(KOMKAR) ve Independent Kurdish<br />
Media Group Berlin (IKMG)'ye<br />
de ayrıca teşekkür ederiz.<br />
Aynı zamanda konunun sadece bir<br />
veya birkaç konferansla bitirilemiyeceğine<br />
de dikkat çekmek istiyoruz.<br />
Önümüzde ivedi çalışmalar ve bazı<br />
fedakarlıklar gerektiren uzun bir süreç<br />
var. Bu süreçte, ancak Kürt, Türk,<br />
Ermeni, Asuri/Süryani ve Pontuslu aydınlar,<br />
yazarlar, siyasetçiler ve siyasi<br />
kurum ve örgütler el ele verirse başarıya<br />
ulaşır. Bu anlamda şimdiye kadar<br />
bazı adımlar atılmış olmasına rağmen,<br />
bu adımlar nisbi olmaktan öteye gidememiştir.<br />
Düzenlemiş olduğunuz bu konferansı,<br />
sözünü ettiğimiz süreç için ciddi bir<br />
başlangıç olarak algılıyor ve bu çalışmalarınızın<br />
destekçisi olacağımızı belirtiyoruz.<br />
Sizlere başarılar diliyoruz.<br />
Yaşasın halkların kardeşliği!<br />
Soykırımlar bir daha yaşanmasın!<br />
Stockholm 5 Mayıs <strong>2014</strong><br />
Fehmi Barkarmo<br />
Seyfo Center Asur/Süryani soykırım<br />
araştırma merkezi"<br />
Kaynak:http://www.gelawej.net/index.php/<br />
dosyalar/ulusal-sorunlar/444-seyfo-centerin-1915-soykirim-konferansina-mesaji
kızılbaş - sayfa 17 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim<br />
DİYARBAKIR (DHA)<br />
10 Mayıs <strong>2014</strong><br />
.<br />
'Mümin kardeşlerim' .<br />
İmralı Adası’nda ağırlaştırılmış ömür<br />
boyu hapis cezasını çeken Abdullah<br />
Öcalan’ın önerdiği Demokratik İslam<br />
Kongresi Diyarbakır’da başladı.<br />
Öcalan’ın kongreye gönderdiği 'Mümin<br />
kardeşlerim' diye başlayan mesajında,<br />
"Çağdaş İslami ümmetin ’millet birliğini’<br />
anlamlı buluyorum ama bu asla 'tek<br />
devlet, tek millet, tek bayrak' zırvalamaları<br />
anlamına gelmemektedir" dedi.<br />
Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da<br />
yurt içi ve yurt dışından 340’ı<br />
aşkın din adamı, akademisyen, yazar<br />
ve uzmanın katılıyla Diyarbakır’da başladı.<br />
HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken,<br />
Diyarbakır Büyükşehir Belediye<br />
Başkanı Gültan Kışanak, Mardin Büyükşehir<br />
Belediye Başkanı Ahmet Türk,<br />
Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Prof.<br />
Dr. Kadri Yıldırım, 1925 Kürt isyanının<br />
lideri Şeyh Said’in torunu Kasım<br />
Fırat, Suriye’de Kürtlerin denetiminde<br />
bulunan Rojava bölgesinin Cizire kantonu<br />
Din İşleri Bakanı Şeyh Mihemed<br />
El-Kadiri, Kürdistan İslam Partisi Genel<br />
Başkanı Hikmet Serbilind’inde katıldığı<br />
kongreye Abdullah Öcalan mesaj<br />
gönderdi.<br />
KURAN’DA TEK DİL, TEK KİM-<br />
LİK VE TEK RENK YOK<br />
Molla İsa Deniz’in Kuran’ı Kerim’i<br />
okuması ile başlayan kongrede Demokratik<br />
İslam Kongresi Çalışma Komitesi<br />
sözcüsü Prof. Kadri Yıldırım, ’Kürtler<br />
ve İslamiyet ile Kürt sorunu ve İslam’ın<br />
hakemliği’ konulu Kürtçe konuşmasında<br />
Medine sözleşmesinin önemine<br />
değindi. Kürt ve Kürdistan isminin tarihi<br />
üzerinde duran Yıldırım, Kürtlerin<br />
kitlesel olarak Hz. Ömer döneminde<br />
Müslüman olduğunu dile getirdi. Kürtlerin<br />
Müslüman olmalarının ardından<br />
kendilerini İslam’a feda ettiğini belirten<br />
Yıldırım, Kuran-ı Kerim’de ve Peygamberin<br />
sünnetinde ’tek kimlik, tek<br />
dil ve tek renk’ yerine çok kimlilik, çok<br />
dillilik ve çok renkliliğin benimsendiğini<br />
ve bu farklılıkların tanınmasının<br />
Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR<br />
istendiğini söyledi.<br />
KIŞANAK AĞLADI<br />
Suriye’de Kürtlerin denetiminde bulunan<br />
Rojava bölgesinin Cizire Kantonu<br />
temsilcisi Nureddin Şakir ise yaptığı<br />
konuşmada bölgede yaşanılan acıları<br />
anlatırken başta Diyarbakır Büyükşehir<br />
Belediye Başkanı Gültan Kışanak<br />
olmak üzere salonda bazı kişiler ağladı.<br />
Rojava sınırlarına örülen duvarları ve<br />
hendeklerle Rojava devriminin boğdurulmaya<br />
çalışıldığını belirten Şakir,<br />
"Rojava’da insanların kafaları kesiliyor.<br />
Rojava Kürdistan’ının bu birliğe<br />
ihtiyacı var. Rojava devrimi Kürdistanı<br />
özgürleştirecek. Rojava devriminin başarısı<br />
Kürdistan’ın başarısıdır. Bu nedenle<br />
önder Apo’nun çağrısıyla başlayan<br />
kongrenin anlamı büyüktür" dedi.<br />
ÖCALAN: MÜMİN KARDEŞLE-<br />
RİM<br />
HDP Grup Başkan Vekili ve Bingöl<br />
Milletvekili İdris Balüken ise Abdullah<br />
Öcalan’ın kongreye gönderdiği ’Mümin<br />
kardeşlerim’ diye başlayan mesajını<br />
okudu.<br />
İslami ümmet anlayışının öz itibariyle<br />
ulus devletçilikle bağdaşmadığını belirten<br />
Öcalan’ın mesajı şöyle:<br />
"Zaten İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini<br />
parçalamak için ulus devletçiliği<br />
onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok<br />
bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına<br />
beynine ve rahmine yerleştirmiştir.<br />
Son 200 yıllık tarih bir nevi İslamın<br />
mekanlarında ve halklarında İslamın<br />
bütün değerlerini neredeyse onulmaz<br />
bir biçimde tahrip etmiştir. İslam gerçekten<br />
din adına söylenebilecek en son<br />
evrenselliği temsil etmektedir. Hem dili<br />
hem de felsefesi sayesinde önemli bir<br />
evrensellik kazanmıştır. Bundan kuşku<br />
yok. Genelde tüm canlılara özelde<br />
insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin<br />
özünde yatan adil ve özgürce<br />
yaklaşımları uygulamalıyız. Kul hakkı<br />
yememek ve karıncayı ezmemekle dile<br />
getirilen budur.<br />
HİZBULLAH VE EL KAİDE GÜN-<br />
CEL FAŞİSTLER<br />
Hizbullah ve El Kaide bozguncuları<br />
esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam<br />
ümmetinin başına bela ettikleri güncel<br />
faşizmi temsil etmektedirler. İdam sehpaları<br />
kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi<br />
başta Kürdistan halkı olmak üzere<br />
tüm İslam olan ve olmayan halklara<br />
insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter<br />
laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün<br />
ve bugünün halen acımasızca uygulanan<br />
devletçi faşizmi iken sözde daha<br />
güncel ve radikal dinciliğin faşizmi<br />
de bu adı geçen akım ve partiler eliyle<br />
olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük<br />
hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi<br />
ne de radikal dinci geçinen iki<br />
ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve<br />
fırsat tanımayacaktır.<br />
TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK<br />
BAYRAK ZIRVADIR<br />
Çağdaş İslami ümmet ’millet birliğini’<br />
anlamlı bulur. Ama bu asla ’tek devlet,<br />
tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları<br />
anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili<br />
ayetteki ’birbirinizi tanıyasınız diye sizi<br />
farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü<br />
gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve<br />
özgür bir İslami ve birliğinde olan diğer<br />
kavimlerin ’milletler birliğini’ ifade<br />
etmektedir. Hareketimizin batının ideolojik<br />
hegomonyasının bir sonucu olan<br />
dini-laik ikilemine boğmamak esastır.<br />
İslamın kendisini dini laik bağlamına<br />
sıkıştırmakta bence yanlıştır. İslamdaki<br />
yaşam bütünlüğünü bozmaktır. Ayrıca<br />
sanki modaymışcasına İslami kriterleri<br />
kılık kıyafetler üzerine tanımlama dar<br />
pozitivist yaklaşımlardan öte bir anlam<br />
ifade etmez."
kızılbaş - sayfa 18 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
"KÜRT SAVAŞÇILARI HZ.ALİ<br />
GİBİ KAHRAMAN"<br />
Bazılarının hareketlerini ateist, komünist,<br />
materyalist gibi batılı kavramlarla<br />
tanımlamak istediğini dile getiren<br />
Öcalan’ın mesajında bu konuda şu ifadeler<br />
yer aldı:<br />
"Bunlara,’kavram kölesi’ demek daha<br />
uygun düşer. Yalnız şu kadarını söylemeliyim<br />
ki, eğer İslami toplum doğası<br />
bir gerçekse, İslam’ın dindarı ve ateisti<br />
olmaz. Bunlar kavramsallaştırmalardır.<br />
En zor koşullarda, tüm küresel<br />
kapitalist zorbaların kuşatması altında<br />
en gelişmiş savaş teknikleriyle, saldırı<br />
altında bulunan, her şeyi sömürülen bir<br />
halkın, Kürt halkının, sahte İslam’ın<br />
zulmüne, sömürüsüne en çok maruz<br />
kalmış bir toplumun savaşçılarına ancak<br />
Hz. Ali timsalinde kahramanlık<br />
yakıştırılabilir, eş kılınabilir. İslam’n<br />
(mazlumlar tarihinin) en adil, özgür ve<br />
demokratik geleneğini temsil ettiğimize<br />
dair en ufak bir şüphem yoktur. Bu<br />
gerçekliği dünyanın diğer tüm mazlum<br />
halklarıyla güncel olarak paylaşan öncülüğe<br />
layık olmak kadar, günün ve geleceğin<br />
gerekli kıldığı yeniliğe ilişkin<br />
olarak da en ideal hareketi olduğumuza<br />
dair kuşkum yoktur. Çağdaş bir Hüseyni,<br />
çağdaş bir Selahaddini hareketin<br />
sentezi olmak, en önemli mutluluk,<br />
dolayısıyla iman kaynağımdır. Hepinizi<br />
paylaşamaya, iradeleşmeye, eyleme çağırıyorum.<br />
Toplumsal esinin adil, özgür<br />
adı olan Allan’ın birliğine davetle birlikte<br />
güven olmanızı diliyor ve kongreyi<br />
selamlıyorum."<br />
Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/<br />
gundem/26392393.asp<br />
Taziye'nin İçini Doldurmak<br />
Ermenilerin ulusal yas günü arifesinde,<br />
T.C Başbakanının diplomatik<br />
bir atakla ''Taziye'' yayınlamasının<br />
amacı ne olursa olsun, 99 senedir bir<br />
ilk olması nedeniyle ve insani açıdan<br />
atılmış önemli ve anlamlı bir adım<br />
olarak görmek, sanırım yanlış olmaz:<br />
Ancak, yayınlanan ''Taziye''de,<br />
1915 kırımında öldürülenlerle, birinci<br />
dünya savaşında ölenleri eşitlemek ve<br />
aynı torbaya koymak, bence büyük<br />
bir yanlış, çünkü 1915'te ölen insanların<br />
ölüm sebepleri farklı ve failleri de<br />
belli, oysa savaşta ölenlerin durumu<br />
tamamen farklı, tarihe sorumlulukla<br />
bakmalıyız, savaşta ölenleri, kırımda<br />
öldürülenlerle eşitlersek, kırımda<br />
ölenlerin anısına saygısızlık ediliyor,<br />
gibi bir algı doğar:<br />
Taziye'de ''Ortak Tarih Komisyonu<br />
''önerisini vurgulamak ise, herkes tarafından<br />
bilinen insanlık dışı bir olayın<br />
sorumluluğunu çarpıtarak, ona<br />
kılıf aramaktır, Ortak Tarih Komisyonu<br />
kurmak demek, ''Kırım'' karşılıklı<br />
yapıldı demek, oysa Anadolu'da<br />
kırıma uğrayan halk azınlıkta idi,<br />
azınlığın, çoğunluğu kırma tezi gerçeklerden<br />
çok uzak bir yaklaşım:<br />
Taziye'de ''Farklı söylemlerin empati<br />
ve hoşgörüyle karşılanması, karşındakini<br />
dinlemek, acılarını anlamak<br />
ve paylaşmak vurgusunun yapılması<br />
bir yenilik ve önemli:<br />
T.C Dış İşleri Bakan'ının bir kaç ay<br />
önce Erivan'da sarf ettiği ''Tehcir'in<br />
Gayri İnsani'' olduğu ve dolayısıyla<br />
''Kabul edilemez'' olduğuna dair söylemlerinden<br />
sonra ''Taziye''de bunun<br />
tekrar vurgulanması, bence , ''Resmi<br />
Görüş''un ''TEHCİR'' e bakışında<br />
ciddi bir değişikliğin kayda değer bir<br />
işareti olarak sayabiliriz:<br />
Herşeyden önce, T.C Başbakan'ının<br />
böyle bir açıklama yapma gereği<br />
duyması, herşeye rağmen olumlu ve<br />
önemli bir işaret, ancak, bu önemin<br />
ve anlamın derecesi ''Taziye''den sonra<br />
atılması gereken adımların atılıp<br />
atılmamasına ve içinin doldurulup<br />
doldurulmamasına bağlı: Taziye'nin<br />
Dr. med. Sarkis Adam<br />
önemini ve samimiyetini kanıtlamak<br />
Türkiye'ye düşmektedir:<br />
Soykırım'ın 100.cu yıldönümü öncesi,<br />
soykırım mağduru yakınlarına<br />
simgesel jestler yapma doğrultusunda<br />
adımlar atılmalı ve yaklaşılar olmalı:<br />
Öneri bağlamında birkaç örnek sayarsak:<br />
--Soykırımın failleri ifşa edilmeli,<br />
kınanmalı ve onların tüm izleri yok<br />
edilmeli, anımasaları silinmeli:<br />
--Savaşta ölenlere gösterilen saygı ve<br />
Kırımda ölenlere gösterilen saygı birbirinden<br />
ayrılmalı.<br />
--Soykırım Suçu, ''İnsanlık Suçu''<br />
olarak algılanmalı.<br />
--Ders kitaplarından, azınlıklara yönelik,<br />
Kin ve Nefret, Aşağlayıcı sözler<br />
içeren cümleler temizlenmeli:<br />
--Azınlıkların yoğun olduğu bazı<br />
mahallelerdeki militarist sokak ve<br />
cadde isimlei değiştirilmeli (Örneğin:<br />
Bozkurt Caddesi, Savaş sokağı<br />
gibi), ve o sokakların bazılarına,<br />
azınlıkların toplumsal hafızalarına<br />
hitap edecek isimler verilmeli (örneğin<br />
Taksim'de bir sokağa Kirkor Zohrab,<br />
Bakırköy'de bir sokağa Dr.Rupen<br />
Sevag, Pangaltı'da bir sokağa Hrant<br />
Dink adı gibi):<br />
--Hocalı mitingi örneğinin tekrar yaşanmasını<br />
önlemek.<br />
--Ermenistan sınırını açmak, diplomatik<br />
ilişkileri geliştirmek<br />
--Soykırım mağdurlarından gasp edilen<br />
simgesel öneme haiz yapılardan<br />
birini 1915 müzesi haline getirmek.<br />
--Diaspora'daki Soykırım mağduru<br />
yakınlarına arzu edildiğinde T.C vatamdaşlık<br />
hakkı vermek:<br />
--Anadolu'da 1915 ile ilgili bir anıt<br />
dikmek.<br />
Dostluğa hizmet eden benzeri daha<br />
birçok öneriler sıralanabilinir:
kızılbaş - sayfa 19 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Ermeni soykırımı bağlamında<br />
politisit. Osmanlı İmparatorluğu’nda<br />
Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi<br />
Makale, bir bildiri olarak, 21-22 Nisan<br />
günleri arasında Yerevan’da Ermeni<br />
Soykırımı Müze-Enstitüsü tarafından<br />
düzenlenen «I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya<br />
Cephesi: Soykırım, muhacirler<br />
ve insani yardım» başlıklı Uluslararası<br />
Konferansta okunmuştur.<br />
Milli, siyasi, toplumsal, askeri, bilimsel<br />
ve kültürel kişiliklerin, soykırımı gerçekleştiren<br />
cellâtlar tarafından taammüden<br />
toplu imhası, politisit veya siyasi<br />
cinayet olarak adlandırılmaktadır.<br />
Bu yaklaşımın amacı, söz konusu etnosu,<br />
öz savunma tertiplenmesini üzerine<br />
almaya muktedir güçlerden mahrum<br />
etmektir.<br />
Profesör Nikolay Hovhannisyan’ın betimlemesiyle,<br />
“Siyasi cinayetin amacı,<br />
soykırıma tabi olan milletin kafasını<br />
kesmek ve direniş gücünü kırmaktır.<br />
Bu durum, soykırımı gerçekleştiren<br />
devletler ve hükümetlere, toplu katliam<br />
düzenleme açısından geniş bir faaliyet<br />
alanı yaratmaktadır”[1].<br />
Ermeni Soykırımı’nda politisitin startı,<br />
hükümetin emriyle, yaklaşık 60 bin<br />
Ermeni erkeğinin silâhaltına alınmasıyla<br />
1915 Şubatında verilmiştir.<br />
Bu seferberliğin, Ermeni askerlerden<br />
işçi taburları oluşturularak, kendi mezarlarını<br />
kazmaya mecbur edildiklerinden<br />
dolayı, salt şeklen olduğu görülmektedir.<br />
Halk, bu şekilde, mücadele edecek<br />
güçlerinden mahrum edilmiştir[2].<br />
Siyasi cinayetlerin diğer aşaması, siyaset,<br />
toplum ve kültür emekçileri<br />
nezdinde Ermeni aydınlarının toplu<br />
olarak imha edilmesi olup, Ermeni<br />
Soykırımı’nın anma günü olarak kabul<br />
edilen 24 Nisan 1915 tarihinde başlatılmıştır.<br />
Bu darbe, özellikle Ermeni aydınlarının<br />
çok sayıda yazar, sanatçı ve bilim<br />
adamından oluşan kaymak tabakasının<br />
Meline Anumyan (Tarih doktoru)<br />
bulunduğu Konstantinopel’de (İstanbul<br />
çev. notu) güçlü olmuştur.<br />
Konstantinopel’de, tanınmış Ermenilerin<br />
tutuklanmasını İstanbul polis şefi<br />
Bedri Bey şahsen yönetmekte, siyasi<br />
konuda yardımcısı Reşat ve genel güvenlik<br />
şefi Canpolat kendisine destek<br />
olmaktaydı.<br />
İttihatçı yöneticiler tarafından önceden<br />
hazırlanmış olan kara listelere<br />
istinaden, tüm karakollara özel olarak<br />
mühürlenmiş zarflar gönderilir[3].<br />
Eski takvimle 1915 Nisanının 11, 12<br />
ve 13’ünde, çok sayıda Ermeni siyaset,<br />
toplum ve kültür adamlarının tutuklanması<br />
gerçekleşir.<br />
Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalmış<br />
aydınlardan milli mebus Büzand<br />
Boyacıyan, tutuklamalarla ilgili şunları<br />
anlatmaktadır, “Yazıhaneye nihayet<br />
vardığımda, hangi sınıfa mensup<br />
insanların tutuklanmış olduğuna dair<br />
tamamen bilgi edindim ve o zaman,<br />
bunun siyasi öneme haiz bir durum<br />
olduğunu ve Ermeni ispiyoncular tarafından<br />
önceden hazırlanmış listelere<br />
göre gerçekleştirilmiş olduğuna ikna<br />
oldum.<br />
İttihat Partisi’nin hain yöneticilerinin,<br />
tamusal Alman öğüdüyle hazırlamış<br />
oldukları, Ermeni tehciri konusundaki<br />
canavarca planın başlangıcıydı bu”[4].<br />
Tutuklanan Ermeni aydınların ilk<br />
grubunu oluşturan yaklaşık 200 kişi,<br />
İstanbul merkez hapishanesi olan<br />
Mehterhane’ye kapatılır. Tutuklanan 5<br />
Ermeni din adamından başrahip Grigoris<br />
Balakyan, Soykırım’dan mucize<br />
kabilinde kurtularak şunları anlatmaktadır,<br />
“…işte, hapishanenin demirden<br />
devasa kapıları lanetli bir gıcırdamayla<br />
tekrar açıldı. Sayısız simalar, hepsi de<br />
tanıdık devrimci kişilikler, aktivistler<br />
ve partisiz ve hatta parti karşıtı aydınlar<br />
güruh halinde içeri itildi.<br />
Sabaha kadar, birkaç saatte bir, yeniyeni<br />
tutuklular getirildi hapishaneye,<br />
gecenin derin sessizliği içinde, hapishanenin<br />
sağlam ve yüksek duvarları<br />
arkasında, tutuklu kalabalığı arttıkça,<br />
giderek hareketlenme de artmaktaydı.<br />
Başkentte yaşayan Ermenilerin, toplum<br />
dâhilinde göze çarpan tüm kişiliklerinin,<br />
temsilci, vekil, devrimci, redaktör,<br />
öğretmen, doktor, eczacı, dişçi,<br />
tüccar, banker ve her sınıftan milli<br />
kişiler, hapishanenin bu karanlık bodrumlarında<br />
aynı gece randevu vermiş<br />
gibiydi. Hatta birden fazla kişi ev kıyafeti<br />
ve pabuçlarla getirilmişti. (…) Hepimiz,<br />
bu sırrı çözmeye ve şu soruların<br />
cevabını bulmaya çalışmaktaydık. Bu<br />
yüzlerce tutuklama niyeydi ve bunun<br />
sonu nereye varacaktı”[5]<br />
Ermeni aydınlar, yirmi dört saat tutuklu<br />
kaldıktan sonra, 25 Nisan 1915’te,<br />
İstanbul’un Haydarpaşa tren istasyonuna<br />
götürülüp, oradan da tehcir edilir[6].<br />
Tanınmış Ermeni kişiliklerin bir kısmı,<br />
75 kişilik bir grup halinde ayrılarak<br />
Ayaş’a yollanır, kalanları ise<br />
Ankara’ya. Ayaş’a gönderilenler, bu<br />
şehrin dışında bulunan “Sarı Kışla”<br />
kışlasına yerleştirilip korkunç işkencelere<br />
tabi tutulur[7]. Ayaş’a sürülenlerin<br />
içinde, Ermeni düşün âleminin<br />
ünlü temsilcilerinden, Daşnaktsakanlardan<br />
Khaçatur Mamulyan (Aknuni),<br />
Garegin Khajak, Ruben Zardaryan ve<br />
Sargis Minasyan, milli mebuslardan<br />
Harutyun Cangülyan, Nazaret Da-
kızılbaş - sayfa 20 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ğavaryan, Hambardzum Boyacıyan<br />
(Büyük Murat) ve Harutyun Şahrikyan,<br />
şair Siamanto, artist Yenovk Şahen,<br />
Yazar Sımbat Bürat, doktorlardan<br />
Khaçik Partizakyan, Karapet Paşayan,<br />
Tigran Allahverdi vs.[8] bulunmuşlardır.<br />
İçlerinden milli mebus Büzand Boyacıyan’ın<br />
sözleriyle “Ayaş hapishanesine<br />
atılan ve hükümet tarafından “siyasi<br />
suçlu” olarak damgalananlar, Ermeni<br />
düşün katmanının en önde gelen kişileriydi”[9].<br />
Ayaş sürgünlerinden Hınçak Partisi<br />
üyesi Hambardzum Boyacıyan, sözde<br />
divan-ı harpte yargılanmak için, hükümet<br />
kararıyla Kesaria’ya (Kayseri-çev.<br />
notu) yollanır, fakat darağacına çıkartılır.<br />
Ayaş sürgünleri, bazen görüşmelerde<br />
bulunmak amacıyla, Khajak veya Aknuni<br />
başkanlığında gizli toplantılar<br />
yapıyorlardı. Bu toplantılardan birinde<br />
alınan karara istinaden, telgrafla İçişleri<br />
Bakanlığı’na başvurarak, kendilerini<br />
ya yargılamaları, ya da serbest<br />
bırakmaları ricasında bulunurlar, fakat<br />
boşuna[10]. Ayaş sürgünleri, 1915 yılının<br />
Ağustos ortalarında, Ankara vali<br />
yardımcısı Atıf’ın emriyle, taşlanma ve<br />
süngülenme yoluyla öldürülmüşlerdir.<br />
Ayaşlı onbaşı Faşiloğlu Refik’in, Ermeni<br />
aydınlarına ateş etmek istememiş,<br />
fakat komiser Zeki Hasan ve<br />
Çavuş Hurşit’in onları kudurmuşçasına,<br />
hunharca öldürmüş olduğu dikkat<br />
çekicidir. Çavuş Hurşit, Ankara’ya<br />
dönerek “Katletmeye başladığımızda,<br />
yer-gök öldürülenlerin feryatları ve<br />
haykırışlarıyla inliyordu. Ben, Doktor<br />
Paşayan’ın önce gözlerini oydum,<br />
daha sonra da boynunu kestim, işte<br />
onun altın kösteği ve saati”[11],- diye<br />
hayâsızca anlatmıştır.<br />
Sürgün edilen aydınların diğer grubu<br />
(yaklaşık 150 kişi) Çankırı’ya yollandı.<br />
Bu grupta rahip Komitas, başrahip<br />
Grigoris Palakyan, ünlü Ermeni şair<br />
ve Doktor Ruben Çilingiryan (Ruben<br />
Sevak), şair ve Daşnaktsutyun üyesi<br />
Daniel Varujan, avukat Gaspar Çeraz,<br />
“Sabah” gazetesi redaktörü ve Ramkavar<br />
Azatakan Partisi yöneticisi Tiran<br />
Kelekyan,<br />
“Büzandion” gazetesi redaktörü Büzand<br />
Keçyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun<br />
üyesi Armenak Barseğyan,<br />
“Vostan” redaktörü Mikayel Şamdancıyan,<br />
yazar ve tarihçi Aram Antonyan,<br />
öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi<br />
Movses Petrosyan, Hınçaktsutyun<br />
üyesi Samvel Tomacanyan, eczacı ve<br />
aktivist Vahram Asturyan, mimarlardan<br />
Simon Melkonyan ve Manuk Basmacıyan,<br />
Osmanlı Bankası görevlilerinden<br />
Vağinak Partizpanyan ve daha<br />
başkaları vardı[12].<br />
İçlerinden bir kısmını iki kervana ayırdılar.<br />
Bu kervanların ilkinde 52, ikincisinde<br />
ise 24 kişi bulunmaktaydı. Bu<br />
iki kervan da Der-Zor’a sürüldü. İlk<br />
kervandan, sadece Paronyan adında<br />
(ön adı belirtilmemektedir-M.A.) Protestan<br />
bir kitapçı, sunmuş olduğu çok<br />
sayıda müracaatlar sayesinde kurtulup<br />
İstanbul’a döndü. Birinci grubun kalan<br />
tüm üyeleri, Elbistan yollarında acımasızca<br />
katledilmiştir.<br />
İkinci kervandan ise, sadece Aram<br />
Antonyan, yolda ayağını kırmış olduğundan<br />
dolayı hastaneye nakledilmek<br />
suretiyle kurtulmuştur. İkinci grubun<br />
kalan tüm aydınları Elmadağı eteklerine<br />
getirilip bıçaklanarak öldürülmüşlerdir[13].<br />
Aralarında Ruben Çilingiryan (Sevak),<br />
Daniel Varujan ve Tiran Kelekyan da<br />
olmak üzere 37 kişi kalır. 37 kişiye,<br />
serbest kalma ve İstanbul haricinde<br />
istedikleri yere gitme izni çıkar. Aynı<br />
listede bulunan 5 kişi, İstanbul’a gitmiş<br />
veya diğer kervanlara katılmıştı.<br />
Buna karşın, serbest bırakılmaya tabi<br />
kişilerin listesinde, aralarında Varujan<br />
ve Sevak da olmak üzere, 5 aydının adı<br />
bulunmamaktaydı. Bu kişiler, kendilerinin<br />
de bu listeye dâhil edilmesi için<br />
İstanbul’a, İçişleri Bakanlığı’na başvurur.<br />
Lakin Çankırı İttihat ve Terakki Partisi<br />
sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un<br />
çabalarıyla, bu beş kişi Ayaş’a nakledilir.<br />
Kaderin bir kötü cilvesi olarak,<br />
onların gönderilmesinin ertesi günü<br />
İstanbul’dan, bu beş kişinin de, diğer<br />
22’si gibi sürgünden kurtarıldıkları<br />
emri gelir[14].<br />
Lakin bu beş kişi, 13 Ağustos 1915<br />
tarihinde, Tüney Köyü yakınlarında<br />
hunharca öldürülür. Haydut Halo yönetiminde,<br />
kamalarla silahlı Kürtler onlara<br />
saldırır, vadiye indirip bıçaklarlar.<br />
Dikkat çekici olan, ünlü Ermeni şair ve<br />
Doktor Ruben Çilingiryan’ın (Sevak),<br />
kısa süre ünce, Kürt Halo’nun kızını<br />
ölümden kurtarmış olduğudur. Kürt<br />
haydut, kaçınılmaz ölümden kurtulması<br />
için, Ermeni doktora Müslümanlığı<br />
kabul ederek kızını karılığa almasını<br />
önermiş, fakat kesin olarak ret cevabı<br />
almıştı[15].<br />
37 kişinin serbest bırakılmasıyla ilgili<br />
yukarıda belirtilen emir de, bu kişilerin<br />
bin bir engelle kısıtlanmış ve<br />
halen baskılara maruz kaldıklarından<br />
dolayı, sadece şeklendi. Çoğunluğu,<br />
nakledilme adı altında katledilmiştir.<br />
Katledilenlerin arasında, 30 yıl süreyle<br />
Osmanlı üniversitesinde tarih öğretmenliği<br />
yapmış, “Sabah” gazetesinin<br />
redaktörü olmuş, Fransızca-Osmanlıca<br />
sözlük hazırlamış olan Tiran Kelekyan<br />
da bulunmaktaydı. Kelekyan,<br />
Sebastia’da (Sivas), Alis Nehri köprüsü<br />
yakınlarında öldürülmüştür[16].<br />
Çankırı’daki İttihat ve Terakki Partisi<br />
sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un,<br />
daha sonra, 1919-1920 yıllarında,<br />
Osmanlı İmparatorluğu divan-ı harp<br />
mahkemesi tarafından, İstanbul’dan<br />
Çankırı’ya sürgün edilen Ermenilerin<br />
katledilmesi suçlamasıyla yargılanmış<br />
olduğunu belirtmek gerekir[17].<br />
Oğuz’un dosyası, başlangıçta İttihat<br />
ve Terakki Partisi bölge sorumlu sekreterleri<br />
yargılanması dâhilinde ele<br />
alınmıştır.<br />
Sanık Cemal Oğuz, Aralık 1919 ve<br />
Ocak 1920 tarihlerindeki oturumlarda,<br />
kendisini delirmiş gibi göstermiş,<br />
mahkeme reisiyle sürekli tartışmış ve<br />
intihar denemesinde dahi bulunmuştur.<br />
Nihayet, mahkeme heyetini, kendisini<br />
akıl hastanesine göndermeleri<br />
konusunda ikna edebilmiştir. Mahkeme<br />
heyeti başlangıçta onun bu başvurusunu<br />
reddetmiş olmakla birlikte,<br />
dosyası, onuncu oturumda (29 Aralık<br />
1919) “sağlık nedenleri” bahane edilerek,<br />
sorumlu sekreterler davasından<br />
ayrılmıştır[18].<br />
Cemal Oğuz’un yargılanması ayrı olarak<br />
27 Ocak 1920 tarihinde yeniden<br />
başlamıştır. Ermeni avukat Gaspar Çeraz,<br />
3 Şubat 1920 tarihli oturumda sanık<br />
aleyhine tanıklık yapmış ve kendi-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
sinin Çankırı’ya sürgün edilmiş olup,<br />
Daniel Varujan ile Ruben Sevak’ın katledilmesiyle<br />
ilgili ayrıntıları bildiğini<br />
mahkemeye bildirmiştir.<br />
Tanık, Cemal Oğuz’un, ünlü Ermeni<br />
şairlerini şahsen yollayıp katledilmelerini<br />
düzenlemiş olduğunu belirtmiştir.<br />
Gaspar Çeraz, tüm kanıtlarla ilgili kesin<br />
tarihler ve isimler vererek tanıklık<br />
etmiştir[19]. 5 Şubat 1920’te düzenlenen<br />
diğer oturum esnasında Mikayel<br />
Şamdancıyan, Cemal Oğuz aleyhine<br />
tanıklık ederek, Ermeni sürgünlerin<br />
iki grubunun listelerinin (24 ve 52 kişilik)<br />
Çankırı’da, Çankırı mutasarrıfı<br />
Asaf Bey’den daha güçlü olan Cemal<br />
Oğuz tarafından hazırlanmış olduğunu<br />
tasdik etmiştir[20]. Cemal Oğuz Mayıs<br />
1920’de, Yüzbaşı Nurettin’le birlikte<br />
sorgulanmıştır.<br />
27 Mayıs 1920 tarihinde hastaneden<br />
taburcu edilip, mahkeme tarafından 5<br />
yıl ve 4 ay hapis cezasına çarptırılmış<br />
olduğundan dolayı tekrar merkez hapishanesine<br />
gönderilmiş, fakat Büyük<br />
Britanya Yüksek Komiserliği’nin talebiyle<br />
2 Ağustos 1920 tarihinde teslim<br />
edildiği İngilizler tarafından 30 Eylül<br />
1920 tarihinde, bir dizi Türk görevliyle<br />
birlikte Malta’ya sürgün edilmiştir[21].<br />
1915’te, Konstantinopel’in haricinde,<br />
aralarında Yerukhan, Tılgatintsi gibi<br />
çok sayıda yazar ve eğitimcinin de bulunduğu,<br />
taşradaki Ermeni aydınlar da<br />
(yaklaşık 800 kişi) toplu olarak tutuklanmış,<br />
tehcir edilmiş ve katledilmiştir[22].<br />
Osmanlı Meclisi üyelerinden ünlü yazar<br />
ve avukat Grigor Zohrap ile Daşnaktsutyun<br />
üyesi Vardges Serengülyan’ın<br />
trajik ölümüne özellikle değinmek isteriz.<br />
Bu ikisi, “devlet aleyhine suç işlemekle”<br />
suçlanmakta olup, Diyarbakır<br />
divan-ı harbinde yargılanmaları gerekmekteydi.<br />
Adana ve Halep üzerinden Urfa’ya, ardından<br />
da bir saat uzaklıkta bulunan<br />
Karaköprü mevkiine getirilmişlerdir.<br />
Burada kendilerini bekleyen, Çerkez<br />
Ahmet yönetimindeki silahlı bir çete<br />
tarafından korkunç işkencelerle öldürülmüşlerdir[23].<br />
Son olarak belirtmek gerekir ki, Soykırım<br />
esnasında katledilen ünlü Ermeni<br />
kişiliklerin birçoğu, ölmeden<br />
önce, kültürel faaliyetleriyle Türklere<br />
hizmet etmiş olduklarından duydukları<br />
pişmanlığı dile getirmişlerdir.<br />
Ermeni Soykırımı öncesinde Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun kültürünü geliştiren<br />
Batı Ermeni aydınların hüsniniyeti<br />
anlaşılır olmakla birlikte, Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin bilim ve kültürüne<br />
büyük çapta katkı sunmayı sürdüren<br />
Ermeni bilim adamları ve sanatçıları<br />
anlamak mümkün olmamaktadır. Bu<br />
tür insanlar ise, hayret edilecek oranda<br />
çoktur.<br />
Ermeni Soykırımı esnasında uygulanan<br />
politisitin esas sonucu, soykırım<br />
süresinde ve bundan hemen sonra Batı<br />
Ermenilerinin beyin takımının yok<br />
edilmesinin haricinde, daha sonraki<br />
on yıllar içinde Türkiye Cumhuriyeti<br />
vatandaşı Ermenilerin, özellikle de İstanbul<br />
Ermenilerinin depolitizasyonu<br />
olmuştur. Gerçekten de, son yüzyılda,<br />
İstanbul Ermeni toplumunun önemli bir<br />
sayı oluşturmuş olmasına rağmen, Türkiye<br />
Ermenileri tarafından herhangi bir<br />
siyasi parti kurulmamıştır. Sadece son<br />
yıllarda, Türkiye’nin AB’ye üyeliği süreci<br />
bağlamında, bazı Ermeni hemşerilik<br />
dernekleri kurulmuş olmakla birlikte,<br />
bunların faaliyetini siyasi olarak<br />
addetmek mümkün değildir.<br />
Günümüz Türkiye’sinde dahi, Batı Ermenilerine<br />
yönelik politisit olgusunun<br />
var olduğunu belirtmek gerekir. Hem<br />
“Agos” gazetesi baş redaktörü Hrant<br />
Dink’in 19 Ocak 2007 tarihindeki katli,<br />
hem de İstanbullu Ermeni dil bilimcisi<br />
Sevan Nışanyan’ın hapsedilmesini,<br />
siyasi cinayete özgün olaylar olarak<br />
kabul etmek mümkündür.<br />
Son olarak, Komitas gibi ruhsal darbe<br />
yemiş veya katledilmiş Ermeni sanat<br />
ve kültür adamlarından birçoklarına,<br />
yaşama ve üretme imkânı verildiği<br />
takdirde, Ermeni ve dünya kültürüne<br />
daha ne kadar katkı yapmış olacaklarını<br />
tahmin etmek imkânsızdır.<br />
Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan<br />
Kaynak:<br />
http://akunq.net/tr/p=29548<br />
------------<br />
[1] Hovhannisyan N., Armenositı djanaçvads<br />
tseğaspanutyun e, Yerevan,<br />
2012, s.122-123.<br />
[2] Prof. Dr. Georg T. Khırlopyan,<br />
Tseğaspanagitutyun, Beyrut, 2006,<br />
s.104.<br />
[3] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />
1917, Yerevan, 1969, s.320.<br />
[4] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />
“Navasard” yayınları,<br />
sayı 4, 2. baskı, 24 Nisan, 1985, s.116.<br />
[5] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />
Goğgotan, I. cilt, 3. baskı, Antilias,<br />
2003, s.107-108.<br />
[6] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />
1917, s.321.<br />
[7] A.g.e.<br />
[8] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />
Goğgotan, s.118-122.<br />
[9] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge Yayınları,<br />
2010, s.204-2<strong>05</strong>.<br />
[10] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />
s.124.<br />
[11] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />
1917, s.321-322.<br />
[12] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />
Goğgotan, s.1<strong>38</strong>-143.<br />
[13] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge<br />
Yayınları, 2010, s.227.<br />
[14] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />
s.137.<br />
[15] Arzumanyan M., Hayastan1914-1917,<br />
s.323-324.<br />
[16] A.g.e., s.325.<br />
[17] Cemal Oğuz, ünlü Ermeni şairleri<br />
Daniel Varujan ve Ruban Sevak ile<br />
Onnik Mağazacıyan, Dökmeci Vahan<br />
ve ekmekçi Artin Ağa’nın katlinin düzenleyicisi<br />
olmuştur. Oğuz, Kastamonu’daki<br />
meslektaşıyla birlikte, Kastamonu<br />
valisi Reşit Paşa’yı görevinden<br />
azledip, bölge Ermenilerinin tehcirden<br />
muaf tutulması konusundaki valinin<br />
kararını bozmaya muvaffak olmuştur.<br />
“Çakatamart” gazetesinin betimlemesiyle,<br />
Cemal Oğuz “İttihat’ın eski<br />
bir av köpeği” olup, şifre görevlisi<br />
olarak 1909 Adana katliamında hazır<br />
bulunmuştur. Bk. “Daniel Varujan ile<br />
R. Sevak’ın katili tutuklandı”, “Çakatamart”,<br />
5 Nisan 1919, No 122 (1943).<br />
[18] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve<br />
Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları,<br />
İttihad ve Terakki’nin Yargılanması<br />
1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları,<br />
İstanbul, 2008. s. 155.<br />
[19] “Ov spannets yerku banasteğdsnerı”,<br />
“Çakatamart”, 4 Şubat 1920.<br />
[20] “Çemal Oğuzi datı”, “Çakatamart”,<br />
6 Şubat 1920, No 373 (2194).<br />
[21] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve<br />
Taktil”, s. 88.<br />
[22] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />
1917, s.326.<br />
[23] A.g.e., s.324-325.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu<br />
(Liste)<br />
Tablo Kaynak : İbrahim Halil Baran<br />
Derleme: Nimetullah Atal<br />
Hamidiye Alayları ve Bitlisli aşiretlerin<br />
konumu yıllardır tartışılan bir meseledir.<br />
Hamidiye Alayları Kürt ulusunu<br />
ve Kürt milletini temsil etmemiştir.<br />
Hamidiye Alaylarına bağlı Arap ve<br />
Türmen aşiretleri de bulunmaktadır.<br />
İttihatçılara bağlı Aşiretlerin yaptıkları,<br />
Kürt Ulusal Kimliğine dayatılması<br />
günümüz aydınlarının ısrarla yaptığı<br />
hataların başında gelir.<br />
Kürt Ulusal Kimliği'nin yeniden inşaası<br />
için girişilen projeler ve gösterilen<br />
çabalara karşı kimliğe dayatılan ''katliamcı''<br />
damgasını Tarih hiç bir şekilde<br />
doğrulamıyor aksine Hamidiye Alaylarında<br />
sadece bireysel olarak Kürt aşiretlerin<br />
değil Türkmen, Yörük, Arap<br />
aşiretlerinde yoğunlukla olduğunu ispat<br />
etmektedir. Tarih Kürtlerin millet<br />
olarak masum olduğunu bireysel davranan<br />
Kürt, Türkmen, Yörük ve Arap<br />
aşiretlerinin hatalı olduğunu birkez<br />
daha ispat etmiştir. Hamidiye Alayları<br />
dönemin devleti tarafından organize<br />
edildiği için bu alaylar ve aşiretlerin<br />
yapmış oldukları hataların muhattabı<br />
Türkiye Cumhuriyeti dir.<br />
Şeyh Said 1. Dünya savaşı yıllarında<br />
halka şunu anlatıyor ;<br />
“İttihatçılar, bu Enver Paşalar, Talat<br />
Paşalar, bunlar hepsi ırkçı insanlardır.<br />
Zalim adamlardır. Bunlar<br />
Ermeniler’i de öldürecekler, Kürtler’i<br />
de öldürecekler. Önce Ermeniler’i<br />
ortadan kaldıracaklar, onların işini<br />
bitirdikten sonra da bu kez Kürtler’i<br />
yok edecekler. Bunların zihninde var<br />
bunlar. Konuşmalarında var, projelerinde<br />
var, pratiklerinde var.”<br />
Şeyh Said ve bir çok Kürt İslam aliminin<br />
İttihatçıların yaptıkları katliamlara<br />
karşı durdukları ve fetva verdikleri bilinmektedir.<br />
Kürtler tarafından sevilen<br />
ve sayılan bu alimlerin söyledikleri<br />
Kürt halkı tarafından itibar görmüş<br />
lakin İttihatçı çeteler tarafından umursanmamıştır.<br />
Aşağıda vermiş olacağımız tablo'da<br />
Hamidiye Alaylarına katılan Aşiretler,<br />
Bölgeleri, Piyade ve Süvari sayıları<br />
Hamidiye Alayları'nın yapısını net bir<br />
şekilde ortaya koymaktadır. Tablo'da<br />
Bitlis'ten sadece iki aşiretin katıldığı<br />
bilgisi bulunmakta. Bu aşiretlerinde<br />
Adilcevaz civarında yaşadıkları görülmektedir.<br />
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç<br />
maddelik nizamnâmede Hamîdiye<br />
Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı<br />
ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır.<br />
Buna göre; bu alayların isimleri<br />
“Hamîdiye Süvârî Alayları”dır. Bu<br />
alaylar, dört bölükten az, altı bölükten<br />
fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan,<br />
her takım da 32 erden az, 48<br />
erden fazla olmayacaktır. Her alay en<br />
az 512, en fazla 1152 kişiden meydana<br />
gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacaktır.<br />
Büyük aşîretlere bir veya birden<br />
fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç<br />
bölük kurma hakkı verilecektir. Ancak<br />
alay kurulması ve eğitim maksadıyla<br />
aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek,<br />
merkezî otoritenin veya ordu komutanlarının<br />
emri ile yalnızca savaş zamanında<br />
birleştirilecekti. Her alaydan<br />
iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine<br />
gönderilip eğitime tâbi tutulacaktı.
kızılbaş - sayfa 23 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek<br />
İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî<br />
mektebinde tahsil gördükten sonra<br />
mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine<br />
ve alayına dönecekti.<br />
Hamidiye Süvari Alayları erlerinin askerlik<br />
süresi 23 yıl olarak kabul edilmişti.<br />
Bütün aşiretlerdeki erkeklerden<br />
17 yaşından 40 yaşına kadar olanlar<br />
asker sayılmakta idi. Bu erat üç kısma<br />
ayrılmıştı. 17-20 yaşında olanlara<br />
“Efrad-ı İptidai”, 21-23 yaşında olanlara<br />
“Efrad-ı Nizamiye” ve 40 yaşında olanlara<br />
da “Redif Efradı” adı verilmişti.<br />
Hamidiye süvari alayları çeşitli kabilelerden<br />
kurulduğundan kıyafetleri de<br />
değişikti. Birliklerin onbaşı ve çavuşları<br />
günümüzde olduğu gibi kendi erleri<br />
arasından seçilirdi. Hamidiye süvari<br />
alaylarının ilk teşkilinde bu alayların<br />
başına aşiret reisleri komutan olarak<br />
atanmış ve kendilerine rütbe, nişan verilip<br />
maaş bağlanmıştı. Aşiretin diğer<br />
ağaları da subay olarak görevlendirilmişlerdi.<br />
Kaymakam, binbaşı, kolağası<br />
ve mülazım rütbelerindeki görevlilerin<br />
aşiretlerin ileri gelenlerinden tayin<br />
edilmesi uygun görülmüştü. Aşiret çocuklarından<br />
Harp Okulunu bitirenleri<br />
ile üç yıllık süvari okulunu tamamlayanlar<br />
teğmen olurlardı.<br />
Hamidiye süvari alaylarına atanan subaylar,<br />
14 yıl hizmete mecburdular.<br />
Meşrû bir mazeretleri olmadıkça istifa<br />
edemezlerdi. Erler ve subaylar, toplantılara<br />
katılmak zorunda idiler. Aşiretlerin<br />
veya kabilelerin âdetleri cezayı<br />
hafifletmezdi.<br />
Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye<br />
Alaylarına katılmak için her aşîret<br />
severek mürâcâat ettiğinden, hepsini<br />
alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye<br />
Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50<br />
civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı.<br />
Alaylara katılmak için güneydeki Arap<br />
kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı.<br />
1891 yılında pek çok aşîret reisi<br />
İstanbul’a gelerek Sultan Abdulhamîd’i<br />
ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler.<br />
Sultan Abdulhamîd de onların<br />
her birine hediyeler ve nişanlar vererek<br />
taltif etti. Böylece merkezî otorite<br />
ile aşîretler arasında önceden olmayan<br />
diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye<br />
rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik,<br />
düzenlik sağlamak kolay olmuyordu.<br />
Aşîret hayâtına alışmış insanlardan<br />
düzenli askerî birlikler meydana getirmek<br />
zordu. Bu durumları bilen Sultan<br />
Abdulhamîd, aşîretlere karşı devamlı<br />
hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini<br />
tavsiye etti. Hatta irâdelerinin birinde;<br />
“Normal askerî birlikler gibi hareket<br />
etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa<br />
bu sâyede disiplin altına alınmış ve<br />
netîcede günün îcâblarına göre, az da<br />
olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.<br />
Askerî yönden stratejik öneme sahip<br />
yerlerde kurulan Hamîdiye Alaylarının<br />
her birine, bir tarafında Kurân-ı<br />
Kerîm’den bir âyet, diğer tarafında ise<br />
pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan<br />
sancaklarla, beyaz ipek kumaşa<br />
yaldızla yazılmış fermanlar verildi.<br />
Zaman zaman Erzincan’a gelerek Zeki<br />
Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret<br />
reisleri, 1893’te kalabalık bir grup<br />
hâlinde İstanbul’a giderek pâdişâh tarafından<br />
kabul edildiler.<br />
Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin<br />
dört yıllık uygulamasından<br />
sonra elde edilen tecrübeler ışığında,<br />
1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme<br />
hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Birin-ciye<br />
göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede<br />
yeni hükümler de yer aldı.<br />
Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle<br />
ilgili yeni hükümler ve<br />
uygulamalar getirildi. Bütün askerî<br />
okulların kapısı aşîret çocuklarına<br />
açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak<br />
ve devletle kaynaştırmak için<br />
aşîret mektebi açıldı ve pek çok aşîret<br />
çocuğu yetiştirildi. İyi niyetle kurulan<br />
aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve<br />
1907 yılında kapatılmıştır. Bu okuldan<br />
mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve<br />
Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine<br />
askerî ve mülkî makamlara tayin<br />
edilmişlerdir.<br />
'Kürtler soykırımın yanında yer almadı'<br />
Kitabında yer alan 1915 Ermeni soykırımının<br />
canlı tanığı Siirt'in Eruh ilçesinde<br />
yaşayan 128 yaşındaki Mihemedê<br />
Erse'nin o dönemde Hamidiye<br />
Alayları'nda görev yaptığını ve yaşanan<br />
her şeyi hatırladığını söyleyen<br />
Tekin, Erse'nin anlatımlarından da<br />
Kürtler ve Ermeniler arası bir çatışmanın<br />
olmadığının, İttihat ve Terakki'nin<br />
planlı bir projesi sonucu soykırımın<br />
devreye sokulduğunun görülebileceğini<br />
söyledi. Dönemin hükümet yetkililerinin<br />
Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri<br />
ile toplantılar yaptıklarını, bu aşiret<br />
liderlerinden küçük bir azınlığın katliama<br />
katılma noktasında ikna olduklarını<br />
belirten Tekin, Kürt aşiret ileri<br />
gelenlerinin büyük bir çoğunluğunun<br />
ise Ermenileri gizlice koruma altına<br />
alarak Iğdır ve Doğubayazıt yolu üzerinden<br />
Ermenistan, İran, Suriye ve<br />
Irak'a doğru kaçırdıklarının tanıkların<br />
söylemlerinde ortaya çıktığını söyledi.<br />
Muş'ta görüştüğü dönemin tanığı Melle<br />
Ali Yıldız'ın o dönem Kürt bölgelerine<br />
gönderilen imamlar tarafından, "7<br />
Ermeni öldüren için 7 cehennem kapısı<br />
kapanacak 8'incide ise cennet kapısı<br />
açılacak" şeklinde fetvalar yayınlandığını<br />
söylediğini aktaran Tekin, buna<br />
karşılık ise 147 Kürt medrese eğitimli<br />
melenin de karşı fetva yayınlayarak,<br />
"Hayır bu bir katliamdır" diye açıklama<br />
yaptığını belirttiğini söyledi.<br />
Kaynak:<br />
http://www.bitlisname.com/Haber/hamidi<br />
ye_alaylari_ve_asiretler___liste__/94/
kızılbaş - sayfa 24 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 25 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
1915 ERMENİ SOYKIRIMI<br />
MİMARI TALAT PAŞA’NIN SONU<br />
15 Mart 1921 sabahı…<br />
Berlin’in Charlottenberg semti…<br />
Harderberger Sokağı, 4 numaralı evin önü…<br />
O soğuk bahar sabahında sokakta tek el bir silah sesi duyuldu…<br />
18 yaşındaki genç karşısında duran 47 yaşındaki adamı öldürürken daha sonra<br />
mahkemede de söyleyeceği şu sözleri geçirdi aklından:<br />
“Ben bir insan öldürdüm ama katil değilim”…<br />
1915 Ermeni soykırımının mimarlarından Talat Paşa’nın son saniyeleriydi<br />
bunlar…<br />
6 yıl gecikmiş de olsa adalet yerine geliyordu…<br />
18 yaşındaki Soghomon Tehliryan, 47 yaşındaki Talat Paşa’yı alnından vurdu…<br />
1915 yılında bu toprakları kana bulayan, bir ulusu yok etmeyi, mallarına el<br />
koymayı, gölgelerini bile silmeyi bir politika aracı haline getiren, yakan yıkan,<br />
öldüren, tecavüz eden yüzlerce çetenin lideri, beyinlerin beyni, paşaların<br />
paşası Talat Paşa kaldırıma yığılıverdi…<br />
İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerinden Osmanlı<br />
Sadrazamı Mehmed Talat Paşa, 1918 yılında sığındığı Almanya’da sorumlusu<br />
olduğu vahşice katliamlardan, yok ettiği hayatlardan dolayı cezalandırılıyordu…<br />
Yakalanarak tutuklanan Tehliryan, Almanya’da yargılanıp beraat ettiği duruşmada<br />
da tüm ailesini katleden bir katili öldürdüğünü ama kendisinin katil<br />
olmadığını vurgulayacaktı…<br />
“Bir insan öldürdüm ama katil değilim”…<br />
Ö Z Ü R !<br />
Demokratik Kamuoyu ile Ermeni ve Ermeni Dostalarımıza.<br />
Kızılbaş Dergisinde Sayı (37) yayınlanan (Kafkasya’da Ermenilerin<br />
Kürd Soykırımı Mehrdad R. Izady) makalenin içeriğine katılmadığım<br />
kesindir.<br />
- Şu amaçla yayınladım. Kürtlerin bir kemsinde hala Ermeni düşmanlığının<br />
varlığına dikkat çekmek istedim.<br />
- İttihatçı ittifakın hala devam ettirilmek istendiğine bir belgedir diye<br />
yayınladım.<br />
- Huzursuz olan ve tepki gösteren dostlarımızın konuya bir de bu<br />
yönden bakmalarını ricaediyorum.<br />
- Adı geçen makaleden dolayı İncinmiş olan Eemeni ve Demokratik<br />
kamuoyundan özür dilerim. Ali Ülger
kızılbaş - sayfa 26 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով /<br />
To The Organizations of the International Community<br />
and Public Opinion, the Parliamentary Committees of<br />
the European Union<br />
Միջազգային<br />
հաստատություններին եւ<br />
միջազգային հանրությանը,<br />
Եվրամիության<br />
ղեկավարներին, Միջազգային<br />
հանրության համար<br />
մեծագույն հանցանքը<br />
եւ կարեւորագույն<br />
խնդիրը համարվել ու<br />
համարվում է մարդկության<br />
դեմ կատարված<br />
ոճռագործությունները,<br />
որոնք դրսեւորվում են<br />
ցեղասպանությունների<br />
տեսքով: Աշխարհում կան<br />
չլուծված բազմաթիվ մեծ<br />
ու փոքր խնդիրներ, դեռեւս<br />
չլուծված այդ խնդիրներից<br />
է քսաներորդ դարի առաջին<br />
ցեղասպանությունը, որը<br />
1915 -1921 թվականներին<br />
Օսմանյան թուրքերի կողմից<br />
կատարվեց հայության<br />
դեմ եւ որին զոհ գնաց<br />
ավելի քան 1,5 միլիոն հայ,<br />
հարյուր հազարավորներ<br />
տեղահանվեցին դեպի<br />
Սիրիայի անապատները,<br />
նույնքան էլ բռնի<br />
դավանափոխ եղան եւ<br />
ստիպված ընդունեցին իսլամ:<br />
Թուրքերը թալանեցին ու<br />
տիրացան հազարամյակների<br />
ընթացքում հայ ժողովրդի<br />
ստեղծած նյութական եւ<br />
մշակութային հարստությանը<br />
եւ մինչեւ այսօր հայերի<br />
պապենական հայրենիքը<br />
բռնազավթված է մնում<br />
Օսմանյան թուրքերի<br />
իրավահաջորդը դարձած<br />
Թուրքիայի կողմից:<br />
Ցեղասպանության նույն<br />
քաղաքականությունը<br />
մինչեւ այսօր էլ դեռ<br />
տարբեր մեթոդներով<br />
եւ շահարկումներով<br />
տեսանելի ու անտեսանելի<br />
եղանակներով<br />
շարունակվում է Թուրքիայի<br />
հանրապետության կողմից:<br />
Օսմանյան կայսրութան<br />
փլուզումից հետո<br />
բազմաթիվ ժողովուրդներ<br />
ու ազգեր վերականգնեցին<br />
իրենց հայրենիքը եւ<br />
ստեղծեցին իրենց ազգային<br />
պետությունները, իսկ<br />
հայերին՝ աշխարհի<br />
քաղաքակրթության մեջ<br />
բերած իրենց հսկայական<br />
ներդրումներին հակառակ<br />
բաժին ընկավ ջարդերը,<br />
կոտորածները եւ<br />
ցեղասպանությունը:<br />
Կայսրության ենթակա<br />
բոլոր ժողովուրդները<br />
հույս ունեին որ կստեղծվի<br />
բոլոր ազգերից կազմված<br />
համազգային մի պետություն,<br />
որը կվերացնի անցյալի<br />
անարդարությունները<br />
եւ երկիրը կտանի դեպի<br />
առաջադիմություն եւ<br />
զարգացում, սակայն<br />
«Երիտթուրքերը»<br />
շարունակելով<br />
նույն օսմանյան<br />
կայսրության ոճրագործ<br />
քաղաքականությունը զենքի<br />
ու ցեղասպանությունների<br />
ուժով այդ իրավունքը<br />
վերապահեցին միայն<br />
իրենց եւ երկիրը ներառյալ<br />
Արեւմտահայաստանը<br />
հայտարարեցին Թուրքիա<br />
եւ նրա բնակչությունն էլ<br />
թուրքեր, միայն թուրքեր...<br />
Թուրքիայի ներկայիս<br />
իշխանությունները այս<br />
բոլոր ճշմարտություններն<br />
ու պատմական<br />
իրողությունները անտեսելով<br />
վարում են ժխտողական<br />
քաղաքականություն՝ դրանով<br />
իսկ ապացուցելով որ<br />
նպատակները չեն փոխվել<br />
եւ որ ցեղասպանությունը<br />
շարունակվում է: Չմոռանանք<br />
որ ցեղասպանությունը<br />
ժխտելը ինքնըստինքյան<br />
համարվում է<br />
ցեղասպանության<br />
շարունակություն:<br />
Մարդկության պատմության<br />
զարգացման զուգընթաց<br />
նաեւ զարգացել եւ<br />
առավել առարկայական<br />
եւ անհրաժեշտ են դարձել<br />
միջազգային օրենքների<br />
ու չափանիշների<br />
գիտակցությունը,<br />
ամրագրումը եւ կիրառումը:<br />
Աշխարհի զարգացած եւ<br />
հզոր տերությունները<br />
այսօր հաճախ եւ գրեթե<br />
ամեն օր են շեշտում<br />
միջազգային օրենքների<br />
անհապաղ կիրառման<br />
ու համամարդկային<br />
արժեքներին հավատարիմ<br />
մնալու անհրաժեշտությունը:<br />
Նշված արժեքները<br />
ներկա դարում<br />
այնքան համընդանուր,<br />
համամարդկային եւ<br />
համաշխարհային բնույթ<br />
եւ ընդունելություն են<br />
ստացել որ այս անժխտելի<br />
արժեքների եւ նպատակների<br />
իրագործման համար կամ<br />
նույն պատրվագով նույնիսկ<br />
հնարավոր է դառնում,<br />
որ միջազգային ուժային<br />
կենտրոններում երկրների<br />
եւ վարչակարգերի դեմ
kızılbaş - sayfa 27 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
պատերազմի որոշումներ<br />
կայացվեն, ռեժիմներ<br />
տապալվեն... եւ նոր երկրներ<br />
կյանքի կոչվեն:<br />
Հայոց ցեղասպանությունը<br />
դեռեւս համառորեն<br />
ժխտվում է Թուրքիայի<br />
կողմից եւ հսկայական<br />
միջոցներ են ծախսվում,<br />
քաղաքական անբարո<br />
որոշումներ են կայացվում,<br />
որպեսզի խուսափեն<br />
պատասխանատվությունից:<br />
Թուրքերը չգտնվեցին<br />
նույն բարձրության վրա<br />
ինչ գերմանացիները, -այդ<br />
ուղղությամբ նրանք նույնիսկ<br />
ամենափոքր քայլը չվերցրին:<br />
Հրեական հոլոքոստը գտավ<br />
իր լուծումը, Գերմանիան<br />
եւ աշխարհը ճանաչեց եւ<br />
հատուցում տվեց դրան, Հրեա<br />
ազգը ստացավ իր երկիրն ու<br />
հայրենիքը, իսկ հայության<br />
հազարամյակների հայրենիքը<br />
այսօր բռնագրավված է եւ<br />
դատարկ իր բնիկ ժողովրդից<br />
եւ դեռ ավելին պատմական<br />
Հայաստանից մնացած<br />
այսօրվա մի բուռ Հայաստանի<br />
Հանրապետությունը սեղմված<br />
է նույն թրքական երկու<br />
ցեղասպան պետությունների՝<br />
Թուրքիայի եւ Ազրբեջանի<br />
միջեւ, որոնք սպառնում<br />
են կուլ տալ այդ փոքրիկ<br />
մնացորդը եւս:<br />
ցեղասպանությունը...»<br />
Միջազգային հանրությունը եւ<br />
հաստատությունները հարկ է<br />
որ հավատարիմ մնան իրենց<br />
իսկ հռչակած արժեքներին<br />
ու հավատամքին: Հայոց<br />
ցեղասպանությունը ունի<br />
միայն ու միայմ միջազգային<br />
լուծում հիմնված անցյալի<br />
եւ գործող միջազգային<br />
օրենքների վրա: Տեղին<br />
է այստեղ կրկին անգամ<br />
հիշեցնել համաշխարհային<br />
առումով մեծագույն<br />
պայմանագրերից<br />
մեկի այսինքն ՍԵՎՐ-ի<br />
դաշնագրի մասին ուր<br />
հստակորեն նշված է հայերի<br />
նկատմամբ Թուրքիայի եւ<br />
միջազգային հանրության<br />
պարտավորությունները եւ<br />
փոխհատուցման հիմքերը:<br />
Եվրոպայի Հայերի<br />
Համագումարը որպես<br />
եվրոպական ընտանիքում<br />
գործող հայկական<br />
համաեւրոպական<br />
կազմակերպություն հայոց<br />
ցեղասպանության 99-ամյակի<br />
առիթով հետամուտ է<br />
միջազգային հանրության<br />
ուշադրությունը սեւեռելու<br />
հայոց ցեղասպանության<br />
ճանաչման, դատապարտման<br />
եւ հետեւանքների վերացման<br />
խնդրին:<br />
ուժերը, ովքեր ցանկանում<br />
են սրբագրել իրենց անցյալի<br />
պատմությունը, վերացնել<br />
անցյալում առաջացրած<br />
վերքերը եւ հաշտ ու խաղաղ<br />
ապրել բոլորի հետ:<br />
Մեր ակնկալիքն է, որ<br />
99 երկար տարիներից<br />
հետո ցեղասպանության<br />
100-ամյակի շեմին հայ<br />
ժողովրդի անսպառ ջանքերի<br />
եւ առաջադեմ մարդկության<br />
անմիջական աջակցության<br />
շնորհիվ՝ վերջապես<br />
միջազգային օրենքի եւ<br />
իրավունքի կիրառումը<br />
կդառնա իրականություն,<br />
կվերանան ցեղասպանության<br />
առաջացրած բոլոր<br />
հետեւանքները եւ<br />
հայ ժողովուրդը<br />
կստանա արդարացի<br />
համապատասխան<br />
փոխհատուցում:<br />
Այսպիսով կվերականգնվի<br />
100 երկար տարիների<br />
սպասված արդարությունը:<br />
Դա կլինի մարդկության<br />
համար մեծագույն<br />
հաղթանակ:<br />
Եվրոպայի Հայերի<br />
Համագումարի<br />
գրասենյակ<br />
Որն է միջազգային<br />
կենտրոնների եւ<br />
հասարակության<br />
պարտականությունը.<br />
Հայոց գեղասպանությունը<br />
կատարվեց քաղաքակիրթ<br />
աշխարհի այսինքն Եվրոպայի<br />
աչքերի առջեւ, ցավոք<br />
նրանց թույլտվությամբ եւ<br />
մեղսակցությամբ: Հիտլերը<br />
այդպիսով իրավասու<br />
էր երբ Լեհաստանը<br />
բռնագրավելու նախաշեմին<br />
հայտարարում էր թե « ով<br />
է այսօր հիշում հայերի<br />
Վստահ ենք, որ աշխարհի<br />
բոլոր երկրներում կան<br />
միլիոնավոր մարդիկ, ովքեր<br />
արդարության եւ մարդու<br />
իրավունքների համար<br />
պայքարելու են մինչեւ<br />
վերջնական հաղթանակ:<br />
Միջազգային հանրությունից<br />
պահանջում ենք որ լսեն<br />
միլիոնավոր մարդկանց այդ<br />
արդարության կանչը:<br />
Ականատես ենք, թե ինչպես<br />
Թուրքիայում եւս օր ըստ<br />
օրե աճում ու զարգանում են<br />
դեմոկրատ եւ ազատասեր<br />
նախագահ Կարո Հակոբյան<br />
24 ապրիլ <strong>2014</strong><br />
Ուփսալա - Շվեդիա<br />
Hayastan Kentron<br />
[hayastankentron@yahoo.com]<br />
Adress : (AAE) assembly of<br />
Armenian of Europe<br />
Tel/Fax : +46-(18) 31 47 94<br />
Registrerings nr. 802428-5747<br />
B ox. 25 10 6<br />
75 025 U p p s a l a, S W E D E N<br />
www.aaeurop.com
kızılbaş - sayfa 28 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων<br />
όταν ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο)<br />
Το 1922, ο νεαρός τότε απεσταλμένος<br />
της Toronto Star, Έρνεστ<br />
Χέμινγουεϊ, εκλήθη από τον αρχισυντάκτη<br />
του, μιας και βρισκόταν στην<br />
Κωνσταντινούπολη, να καλύψει την<br />
ανταλλαγή των πληθυσμών, μεταξύ<br />
Ελλήνων και Τούρκων. Η Μικρασιατική<br />
εκστρατεία που ξεκίνησε το<br />
1918 με τους καλύτερους οιωνούς<br />
για την Ελλάδα, κατέληξε το 1922<br />
σαν ο χειρότερος εφιάλτης. Ο πλέον<br />
μπαρουτοκαπνισμένος και ισχυρός<br />
στρατός της Νοτιανατολικής Ευρώπης,<br />
έγινε ένα τσούρμο φοβισμένων<br />
φαντάρων και ανίκανων – πλην εξαιρέσεων-<br />
αξιωματικών.<br />
Ο νεαρός τότε ανταποκριτής είχε<br />
συγκλονιστεί από τα βάθη της ψυχής<br />
του αφού βίωσε λεπτό προς λεπτό τις<br />
θηριωδίες και τις σφαγές. Είναι χαρακτηριστικό<br />
το απόσπασμα από την<br />
πρώτη του εκδοτική δουλειά , του<br />
1925, “Στην προκυμαία της Σμύρνης”<br />
, όπου ο ήρωας του Χέμινγουεϊ,<br />
κάποιος αξιωματικός ενός πολεμικού<br />
πλοίου των ΗΠΑ που είναι αγκυροβολημένο<br />
στον κόλπο της Σμύρνης<br />
αφηγείται : «Το χειρότερο, ήταν οι<br />
γυναίκες με τα νεκρά παιδιά. Δε<br />
μπορούσαμε να τις πείσουμε να μας<br />
δώσουν τα πεθαμένα παιδιά τους. Είχαν<br />
τα παιδιά τους, νεκρά ακόμα και<br />
έξι μέρες, αλλά δεν τα εγκατέλειπαν.<br />
Δε μπορούσαμε να κάνουμε τίποτα.<br />
Τελικά έπρεπε να τους τα πάρουμε με<br />
τη βία...»<br />
θα μπορούσαμε να βομβαρδίσουμε<br />
όλη τη Σμύρνη και να σταματήσουμε<br />
το μακελειό, αλλά η εντολή ήταν να<br />
μην κάνουμε τίποτα... Το παράξενο<br />
ήταν, [είπε ο υποτιθέμενος αξιωματούχος<br />
του αμερικάνικου πολεμικού<br />
που διηγείται την ιστορία], πώς<br />
ούρλιαζαν κάθε νύχτα τα μεσάνυχτα.<br />
Δεν ξέρω γιατί ούρλιαζαν αυτή την<br />
ώρα. Ήμασταν στο λιμάνι κι αυτές<br />
στην προκυμαία και τα μεσάνυχτα<br />
άρχιζαν να ουρλιάζουν. Στρέφαμε<br />
πάνω τους τους προβολείς και κι<br />
αυτές τότε σταματούσαν. ...».<br />
Στην ανταπόκριση του για την<br />
εφημερίδα στην έκδοση της 20ης<br />
Οκτωβρίου του 1922 ο Χέμινγουεϊ<br />
που ακολουθεί και καταγράφει τα<br />
καραβάνια των χιλιάδων Ελλήνων<br />
προς τη Μακεδονία, αναφέρει: «Ο<br />
άντρας σκεπάζει με μια κουβέρτα<br />
την ετοιμόγεννη γυναίκα του πάνω<br />
στον αραμπά για την προφυλάξει<br />
από τη βροχή. Εκείνη είναι το μόνο<br />
πρόσωπο που βγάζει κάποιους ήχους<br />
[από τους πόνους της γέννας]. Η μικρή<br />
κόρη τους την κοιτάζει με τρόμο<br />
και βάζει τα κλάματα. Και η πομπή<br />
προχωρά... Δεν ξέρω πόσο χρόνο θα<br />
πάρει αυτό το γράμμα να φτάσει στο<br />
Τορόντο, αλλά όταν εσείς οι αναγνώστες<br />
της Σταρ το διαβάσετε να είστε<br />
σίγουροι ότι η ίδια τρομακτική, βάναυση<br />
πορεία ενός λαού που ξεριζώθηκε<br />
από τον τόπο του θα συνεχίζει<br />
να τρεκλίζει στον ατέλειωτο λασπωμένο<br />
δρόμο προς τη Μακεδονία».<br />
φτωχό κράτος με μόλις 4 εκατομμύρια<br />
πληθυσμό πρέπει να φροντίσει<br />
για άλλο ένα τρίτο των κατοίκων. Και<br />
τα σπίτια που άφησαν οι Μουσουλμάνοι<br />
που έφυγαν δεν επαρκούν σε<br />
τίποτα, χώρια η διαφορά στο επίπεδο<br />
κουλτούρας που είχαν συνηθίσει<br />
οι Έλληνες στην Κωνσταντινούπολη».<br />
Και συνεχίζει: «Βρίσκομαι σε<br />
ένα άνετο τρένο, αλλά με τη φρίκη<br />
της εκκένωσης της Θράκης, όλα<br />
μου φαίνονται απίστευτα. Έστειλα<br />
τηλεγράφημα στη «Σταρ» από την<br />
Αδριανούπολη. Δεν χρειάζεται να το<br />
επαναλάβω. Η εκκένωση συνεχίζεται....<br />
Ψιχάλιζε.<br />
Στην άκρη του λασπόδρομου έβλεπα<br />
την ατέλειωτη πορεία της ανθρωπότητας<br />
να κινείται αργά στην<br />
Αδριανούπολη και μετά να χωρίζεται<br />
σ’ αυτούς που πήγαιναν στη Δυτική<br />
Θράκη και τη Μακεδονία. ..<br />
Δε μπορούσα να βγάλω από το νου<br />
μου τους άμοιρους ανθρώπους που<br />
βρίσκονταν στην πομπή γιατί είχα<br />
δει τρομερά πράγματα σε μια μόνο<br />
μέρα. Η ξενοδόχισσα προσπάθησε<br />
να με παρηγορήσει με μια τρομερή<br />
τούρκικη παροικία: «Δε φταίει μόνο<br />
το τσεκούρι, φταίει και το δέντρο»<br />
Αυτά αποτύπωσε με την πένα του<br />
ένας από τους κορυφαίους δημοσιογράφους<br />
και συγγραφείς του προηγούμενου<br />
αιώνα. Όμως ένα παιχνίδι<br />
της μοίρας... ένα σκονισμένο κουτί<br />
σε κάποιο κλειστό για χρόνια σεντούκι,<br />
αποκάλυψε τη δύναμη της<br />
εικόνας...<br />
Σε άλλο σημείο της αφήγησης του ο<br />
ήρωας του μυθιστορήματος αναφέρει<br />
για τις Ελληνίδες μητέρες της Σμύρνης:<br />
«Είχαμε ρητές εντολές να μην<br />
επέμβουμε, να μη βοηθήσουμε...<br />
Το πλοίο μας είχε τόση δύναμη που<br />
Σε άλλη του ανταπόκριση στις 14<br />
Νοεμβρίου του 1922 ο Αμερικάνος<br />
νεαρός δημοσιογράφος αναφέρει:<br />
«Ό,τι και να πει κανείς για το πρόβλημα<br />
των προσφύγων στην Ελλάδα<br />
δεν πρόκειται να είναι υπερβολή. Ένα<br />
Το 2008, ο Αρμενικής καταγωγής Ρόμπερτ<br />
Νταβιντιάν καθώς έψαχνε τα<br />
πράγματα του αγαπημένου του παππού,<br />
του Τζώρτζ Μαγκάριαν, ανακάλυψε<br />
σε ένα σεντούκι ένα σκονισμένο<br />
κλειστό κουτί. Το άνοιξε και μέσα
kızılbaş - sayfa 29 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
βρήκε ένα φιλμάκι των 35mm που<br />
ο παππούς του είχε “τραβήξει” και<br />
σκηνοθετήσει το 1922. Στη συνέχεια<br />
βρήκε μια παλιά μηχανή προβολής<br />
και αφού την έθεσε σε λειτουργία<br />
έβαλε να δει τι ακριβώς είχε αποτυπώσει<br />
ο παππούς του...<br />
Ο Νταβίντιαν συγκλονίστηκε. Ο<br />
παππούς του που γεννήθηκε στο<br />
Ικόνιο το 1895 και αργότερα διετέλεσε<br />
διευθυντής στην Χριστιανική<br />
Οργάνωση Νέων (YMCA) Ικονίου,<br />
κατέγραψε σε ένα φιλμάκι 10 λεπτών<br />
το δράμα των Ελλήνων προσφύγων.<br />
Από την ανέμελη ζωή στη Σμύρνη<br />
μέχρι την αθλιότητα των προσφυγικών<br />
καταυλισμών στην Αθήνα.<br />
Από την υψηλού βιοτικού επιπέδου<br />
καθημερινότητα με τις όπερες, με<br />
το εμπόριο με τις τράπεζες με τη<br />
κεντρική παραλία, τη γεμάτη καταστήματα,<br />
πίσω σε μια Ελλάδα που<br />
τους αποκαλούσε Τουρκόσπορους...<br />
Ποιους; αυτούς που μέσα τους έτρεχε<br />
αίμα Ελληνικό. Τους γνήσιους Ίωνες,<br />
οι εδώ “ελληνάρες” αποκαλούσαν<br />
Τουρκόσπορους και τις Σμυρνιές τις<br />
έλεγαν Παστρικιές, επειδή...πλενόντουσαν.<br />
Το βίντεο είναι σπάνιο. Δείτε το<br />
δράμα αυτών των ανθρώπων. Δείτε<br />
επίσης πως ήταν η Αθήνα το 1922.<br />
Το βίντεο ξεκινάει με την καθημερινότητα<br />
στη Σμύρνη με τον γαλλικό<br />
δρόμο και τα πολυάριθμα καταστήματα<br />
να σφύζουν από ζωή.<br />
Και μετά η καταστροφή, τα καμμένα<br />
ερείπια, τα κατεστραμμένα κτίρια,<br />
ο ξεριζωμός, το ολοκαύτωμα, οι<br />
νεκροί...<br />
Πλάνα από τα πλοία, ο κόσμος<br />
ξυπόλητος, τα παιδάκια πεινάνε, οι<br />
μητέρες τα σφίγγουν στην αγκαλιά<br />
τους. Κλαίνε.<br />
Επόμενο πλάνο: Αθήνα. Δεκάδες<br />
παιδιά όρθια περιμένουν ένα πιάτο<br />
φαγητό. Ένας χωροφύλακας περνάει<br />
μπροστά από την κάμερα. Πλάνο<br />
τα ανάκτορα, η σημερινή Βουλή. Ο<br />
κόσμος απέξω κατά χιλιάδες περιμένει...<br />
Ένας πρόχειρα στημένος καταυλισμός.<br />
Σιδερένιες πόρτες κλειστές.<br />
Ο κόσμος θέλει να μπει μέσα. Θέλει<br />
να φάει. Στην ουρά για ένα πιάτο<br />
φαγητό.<br />
Προσφυγιά...<br />
Επόμενο πλάνο. Δεκάδες παιδάκια<br />
μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο<br />
σχολείο. Πεινάνε. Δεν κάθονται στην<br />
ουρά. Δεν τους ενδιαφέρουν εκείνη<br />
την ώρα τα γράμματα. Θέλουν απλά<br />
να φάνε. Έχασαν μάνες, πατέρες,<br />
αδέλφια... Είναι προσφυγόπουλα,<br />
είναι ορφανά.<br />
Στήνονται οι πρώτες σκηνές. Ολόλευκες.<br />
Το βράδυ ξεπαγιάζουν και<br />
την ημέρα σκάνε. Προσπαθούν να<br />
βρουν τους ρυθμούς τους. Μια γιαγιά<br />
κάνει μπάνιο το εγγονάκι της.<br />
Φαγητό. Νερόβραστη σούπα. Τα παιδιά<br />
πεινάνε. Κάτι είναι και η σούπα.<br />
Τουλάχιστον δεν θα πεθάνουν από<br />
ασιτία. Μέλη της ΧΑΝ μοιράζουν<br />
και ένα κομμάτι ψωμί. Τα πλάνα σου<br />
μαυρίζουν την ψυχή. Εκατοντάδες<br />
παιδάκια, μανούλες, γιαγιάδες σπρώχνουν<br />
για λίγο φαγητό.<br />
Το επόμενο πρωινό μοιράζουν γάλα.<br />
Δεκάδες μικρά λεπτά χεράκια υψώνουν<br />
στον ουρανό τις τσάσκες που<br />
κρατάνε για να τους τις γεμίσουν με<br />
γάλα.<br />
Το μεσημέρι ψωμί και σούπα. Γευματίζουν<br />
μπροστά στις σκηνές τους.<br />
“μοιάζει με πικνικ” γράφει ο Μαγκαριάν<br />
“αλλά δεν είναι”<br />
Ο θάνατος... το δράμα. Η ΧΑΝ<br />
στήνει υπαίθριες ξύλινες κατασκευές<br />
και πάνω κολάει καταλόγους με<br />
εκατοντάδες ονόματα αγνοουμένων,<br />
νεκρών αλλά και ζωντανών. Όλοι<br />
τρέχουν με την ελπίδα να διαβάσουν<br />
το όνομα κάποιου δικού τους. Όπως ο<br />
Νίκος Αναγνωστόπουλος που βρήκε<br />
το όνομα της μικρής του κόρης. Είναι<br />
ζωντανή σε άλλο καταυλισμό στη<br />
Θεσσαλονίκη. Τώρα μπορεί να βάλει<br />
κάτι στο στομάχι του να στυλωθεί ,<br />
να χορτάσει .<br />
Επόμενο πλάνο. Η ΧΑΝ προσπαθεί<br />
να κάνει τα παιδάκια να ξεχάσουν<br />
τον εφιάλτη. Διοργανώνει χορούς και<br />
παιχνίδια. Επόμενο πλάνο άρρωστα<br />
παιδάκια περιμένουν για περίθαλψη<br />
μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο<br />
νοσοκομείο.<br />
Επόμενο πλάνο. Μια κυρία κρατά<br />
στα χέρια της ένα δίχρονο παιδάκι<br />
που βρήκε παρατημένο στα σκαλιά<br />
μιας εκκλησίας στη Σμύρνη, όταν οι<br />
Τούρκοι έμπαιναν και έσφαζαν.<br />
Αισιοδοξία. Οι πρόσφυγες είναι μια<br />
σπάνια ράτσα. Ικανή. Ικανότερη από<br />
πολλούς. Δεν τα παρατάνε. Ξεκινάνε<br />
μια νέα ζωή από την αρχή. Χτίζουν<br />
σπίτια. Τα νέα τους σπίτια. Στα<br />
πλάνα πρέπει να είναι η περιοχή του<br />
Νέου Κόσμου.<br />
Όσοι δεν είναι σε καταυλισμό όπως<br />
η μητέρα στα πλάνα με τα παιδιά της<br />
ζουν σε σιδερένια τόλ.<br />
Στην ουρά για ρούχα. Όλοι έφυγαν<br />
από τη Σμύρνη με ότι φορούσαν εκείνη<br />
τη στιγμή. Η ΧΑΝ μοιράζει ρούχα.<br />
Ρούχα γεμάτα αίματα, βρωμιά,<br />
γεμάτα μυρωδιές από τα καμένα της<br />
Σμύρνης...<br />
ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ<br />
Πηγή: http://www.logiosermis.<br />
net/2011/04/1922_30.html#ixzz306r7o6iG
kızılbaş - sayfa 30 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı<br />
Pontos’un Zenginliğine dair Genel Bilgiler.<br />
Pontos Osmanlı coğrafyasının en gelişmiş<br />
bölgelerinden biridir gerek nüfusunun<br />
artısı, gerek kalkınmasından<br />
ve zenginliği açısından son derece<br />
önemli ve Pazar için üretim yapılan<br />
kapitalizme eklemlenmiş bir bölgedir.<br />
Bu nedenle aynı zamanda Pontos’taki<br />
canlı Helenizmin de kaynağıdır.<br />
Emmanuil Emmanuilidis bu canlılığın<br />
Ege sahilindeki Hellenizmle kıyaslandırılabileceğini<br />
söyler. Bu canlılık<br />
aynı zamanda Osmanlı için endişe<br />
kaynağıdır. Canlılığın endişe kaynağı<br />
olarak algılanması bölgede türlü türlü<br />
bahaneler bulunarak Hükümet tarafından<br />
alınan ağır ve özellikle askerî<br />
tedbirler eksik olmaz.<br />
Bu bahaneler arasında Karadeniz’de<br />
dolaşan Çarlık Donanması birinci sırada<br />
olup, bu donanmanın harekat potansiyelinden<br />
dolayı da buralar askerî<br />
bölge olarak değerlendiriliyordu.<br />
Ali Sait Çetinoğlu<br />
Bölge çevresindeki dağlar da, yalnız<br />
Hıristiyanların değil, büyük miktarda<br />
Türk olan asker kaçağı silahlı kişilerin<br />
barınağı olmasına da elverişlidir.<br />
Samsun hem bir liman kenti hem de<br />
iç Anadolu’ya açılan bir kapı olması<br />
bakımından korunması için nüfus bileşiminin<br />
homojenize edilmesine uygun<br />
zaman ve zeminin oluştuğuna kani<br />
olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin<br />
(İTC) etnik temizlik politikasını rahatça<br />
uygulayabileceği bir yer olduğu düşünülür.<br />
Aynı zamanda iç talan bakımından<br />
zenginliği de iştahı kabartan<br />
bir nedendir.<br />
Pontos’taki zulümlerin ve katliamların<br />
hatta otokton halkının mübadele adı<br />
altında kadim topraklarından sökülmelerinin<br />
nedeni bu zenginlikten kaynaklanmaktadır.<br />
1915 öncesi Samsun Ekonomisinden<br />
aşağıda sunduğumuz kısa özet ne söylediğimizin<br />
net ifadesidir: 2<br />
İşletmeler ve milliyetler<br />
Pontosluların Kadim Topraklarından<br />
Sürülmesinin ve sökülmesinin<br />
sürekliliği: Tehcirler<br />
Bu zenginliğe el koymak için askeri<br />
bahanelerle Pontos nüfusu ölüm yolculuğuna<br />
çıkarılır. Ölüm yolculuğuna<br />
çıkarılmalıdır ki savaş sonunda geri<br />
dönüp hak iddiasında bulunmasın.<br />
Pontostaki ve diğer bölgelerde Hıristiyanların<br />
Soykırıma uğratılmalarının<br />
temel sebebi budur.<br />
Vehip Paşa 1916 Kasımında Alman danışmanları<br />
ile birlikte, "masum" bir askeri<br />
güvenlik plânı hazırlar Plan, güvenlik<br />
nedeniyle, Rus cephesi üzerinde<br />
bulunan tüm Hıristiyanların, cepheden<br />
50 kilometre kadar geriye aktarılması<br />
gerektiğini ileri sürmektedir..Plana<br />
göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu<br />
için, cephe hattında Hıristiyanların<br />
varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu.Plan,<br />
Tirebolu'dan Bafra, Samsun<br />
ve Sinop'a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu.<br />
Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı<br />
ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı.<br />
Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun<br />
bir plandı, ama asla masumane değildi<br />
Pontoslular bu plan dahilinde ölüm<br />
3<br />
yürüyüşlerine çıkarıldılar.<br />
Hüküm süren kış, yok edilme planı<br />
için çok imkânlar veriyordu, günler<br />
bunun için çok müsaitti. Nitekim 27<br />
Aralık 1916 Pazar günü, yani Noel<br />
bayramının üçüncü günü 4,<br />
Samsun’da,<br />
sehrin ileri gelen Rumları tutuklandı.<br />
Tutuklananların başkalarıyla irtibat<br />
kurmalarına ve erzak almalarına izin<br />
verilmedigi gibi, ertesi günün şafağında<br />
Anadolu’nun içlerine gönderildiler.<br />
Aynı gün, Samsun’un Kadıköy semti<br />
ordu tarafından kuşatıldı. Genelde<br />
Faaliyet kolu Toplam işletme Pontos Ermeni Müslüman Diğer/ yabancı<br />
Uncu 17 3 14<br />
Kitapçı 2 2<br />
Yün tüccarı 7 3 1 3<br />
Ev ve mutfak eşyası 13 10 1 1<br />
Deri Tüccarı 6 4 1 1<br />
Avukat 10 6 3 1<br />
Mobilyacı 7 7<br />
lokanta 5 4 1<br />
Tütün tüccarı 28 18 3 6<br />
Tatlıcı 2 2<br />
Demir tüccarı 3 3<br />
Banker 4 4<br />
Ayakkabı imalatçısı 12 9 3<br />
Eczacı 6 6<br />
Fotoğrafçı 3 2 1<br />
Kumaş tüccarı 5 4 1<br />
Sigortacı 10 9 1<br />
1
kızılbaş - sayfa 31 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
halk tabakasının bulunduğu semtte,<br />
güya Paşa’nın ilanlarını öğrenmek için<br />
çağrıldıkları semtin meydanında, toplananların<br />
tümü tutuklanarak, ihtiyar,<br />
çocuk ve kadınlar, toplamda 4.000 kişi,<br />
refakatçiler eşliğinde iç kesimlere gönderildi.<br />
Karakışın içinde yayan, susuz<br />
ve yiyeceksiz, istirahat etmelerine müsaade<br />
edilmeden, vadi ve dağları astılar.<br />
Oniki saatlik devamlı yürüyüşten<br />
sonra uyku molası verilerek, ertesi gün<br />
gene 12 saatlik yürüyüş yaptırılarak,<br />
sonunda, 4. Gün Havza’ya vardılar.<br />
Çorum’a yönlendirilen zavallı kervan,<br />
yol boyunca, Amasya, Bafra ve Çarşamba<br />
bölgelerinden boşaltılan başka<br />
kervanlarla birleşip yollarına devam<br />
ettiler. Şehirlerde tutuklamalar devam<br />
ediyordu. Geceleri çevredeki dağlar,<br />
yakılan köylerin alevin ışıkları arasında<br />
parıldıyordu. Genel sürgün mıntıkaları<br />
ilan edilmeyen yerlerden yalnız<br />
erkekler sürgün ediliyor, yakılmayan<br />
köyler Kafkasya’dan gelen mültecilere<br />
veriliyordu. 5<br />
Bu insanların kadın, çocuk ve ihtiyarlardan<br />
oluştuğunun altının çizilmesi<br />
gerekir. Dolayısıyla korumadan uzaktırlar.<br />
savaş dolayısıyla genel seferberlik<br />
ilan edilmiştir. Askerlik çağında<br />
olanlar ( 15-65), orduya alındıktan sonra,<br />
amele taburlarına nakledilerek orduda<br />
yük hayvanı olarak kullanılmak<br />
üzere Van, Erzurum ve Diyarbakır’a<br />
çıplak ve erzaksız bir şekilde gönderildiler.<br />
Kaçmayanlar buralarda öldürülmüşlerdi.<br />
“9 Mart 1916 tarihinde Giresun Rumları,16<br />
Kasım 1916’da Tirebolu Rumları<br />
Şebinkarahisar ve Suşehri arasında<br />
bulunan Birk köyüne, 30 Aralık 1916<br />
tarihinde de Melet Vadisinin doğusunda<br />
bulunan sahil bölgesi Rumları ise<br />
Sivas ve Tokat vilayetlerine sevk edilmişlerdir.<br />
Savaş sırasında Giresun’dan<br />
sevk ve tehcir edilen Rumların sayısı<br />
bazı arşiv belgelerine konu olmuştur.<br />
Buna göre Giresun’dan Ankara’ya 54<br />
hanede 179 (içlerinde Samsunlu ve<br />
Gümüşhaneli Rumlar dahil olmak üzere),<br />
6 Kayseri’ye 15 hanede 60, 7 Kastamonu’ya<br />
84, 8Sivas’a 60, Tokat’a 610,<br />
Amasya’ya 327, Şebinkarahisar’a ise<br />
29 kişi sevk ve tehcir edilmiştir. 9 Sevk<br />
edilen Rumların daha sonra 15 Mayıs<br />
1918 tarihinde memleketlerine dönmelerine<br />
izin verilmiştir.” 10 Tabiidir<br />
ki geri dönebilenler mucize eseri sağ<br />
kalabilmiş olanlardır. Ancak bu konuda<br />
Ankara ve İstanbul hükümetlerinin<br />
aynı yönde hareket ettiklerini görüyoruz:<br />
Geri dönmelere büyük güçlükler çıkartırlar;<br />
15 Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi<br />
ile bir mülakat yapan İstanbul hükümeti<br />
Nafıa Nazırı Ferid Bey, 11 Anadolu'dan<br />
[bunu yurtlarından diye okumak gerek]<br />
ne maksatla çıktıkları 12 bilinen<br />
Rumların tekrar geri dönmelerine engel<br />
olacaklarını, bu konuda Trabzon<br />
ve Samsun'daki yetkililerin, daha önce<br />
Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin<br />
emirler aldıklarını da belirterek; bu<br />
konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin<br />
de aydınlatıldığını ifade etmesini<br />
bu zorluklardan biri olarak anlamanın<br />
yanı sıra İtilaf devletlerinin de bu konuda<br />
bir çabalarının olmaması olarak<br />
da okumak mümkündür.<br />
Zaten Birinci Dünya Savaşının sonlarına<br />
doğru geri dönmelerine izin<br />
verilen Giresun Rumları 1921 yılında<br />
yeniden tehcire tabi tutuldu. Merkez<br />
Ordu¬su Komutanlığı, 9 Haziran 1921<br />
tarihinde Rumların iç bölgelere sürülmesini<br />
istedi.<br />
Ankara hükümeti, 16 Haziran 1921’de<br />
aldığı bir kararla 15-50 yaş arasındaki<br />
eli silah tutan bütün Rumları bölge<br />
dışına çıkardı. Giresun’dan Sivas, Tokat,<br />
Yozgat, Çorum, Şarki Karahisar,<br />
Elaziz, Ergani, Malatya ve Maraş’a<br />
gerçekleşti¬rilen sürgünlerde 8500<br />
Rum tehcir edildi. 13<br />
Sermayenin El değiştirmesi ve Zenginleşme<br />
Fotiadis Tehcir adı altında ölüm yollarına<br />
çıkarılar Pontos’un Hıristiyan<br />
Halkının geride bıraktıkları değerlerin<br />
Müslümanlar için bir zenginlik kaynağı<br />
olduğunun altını çizer: Ermenilerin<br />
ve Rumların servetleri, katillerinin ve<br />
zorbaların eline geçti. Caniler ve sonradan<br />
olma yeni zenginler tarafından<br />
Ermeni ve Rumların imha edilmesiyle<br />
Pontos’ta o zamana kadar bulunmayan<br />
bir Müslüman burjuvazi oluştu. 14<br />
Ölüm yürüyüşüne çıkarılanların geride<br />
bıraktıkları değerlerin korunmasına<br />
(!) dair yönetmelikler çıkarılmıştır.<br />
Ancak bu değerler gasplara ve yolsuzluklara<br />
konu olacaktır. Bölgenin egemeni<br />
Topal Osman Ağa tüm zenginliği<br />
bu gasplardan oluşmuş diğer egemenler<br />
de ondan aşağı kalmamıştır. Osmanlı<br />
ve Cumhuriyet arşivleri bu yolsuzluk<br />
belgeleriyle doludur:<br />
14 Ağustos 1335 (1919) tarihli bir belgede<br />
Giresun kazasından dahile nakledilen<br />
Rumlara ait fındıklık bahçeleri<br />
hasılatını hod-be-hod [kendi başına]<br />
almış olan Kafkas kolordusundan bir<br />
binbaşıdan söz edilir 15<br />
5 Haziran 335 tarihli bir belgede listesiz<br />
makbuzsuz tutanaksız askeriyece<br />
şarki karahisar’dan alınan Rum<br />
emval-i metrukesinden söz eder. 16<br />
4 / 8 / 34 (1918) tarihli Aşair ve Muhacirin<br />
Müdiriyetine ait belgede Rusyaya<br />
giden Pontoslulardan kalan mallardan<br />
savaş ganimeti olarak söz edilir. 17<br />
23 Ekim 334 (1918) tarihli belgede Küçükköy’ündeki<br />
Rum emval-i metrukesinden<br />
Yorgi Fedan’a ait yağhane alat<br />
ve edevatını söküp aşıran ihtiyat zabitinden<br />
söz eder. 18<br />
14 Kasım) 334 (1918)tarihli belge merbut<br />
Yeniköy Rumlarının mahal-i ahara<br />
hin-i nakillerinde orada metruk eşya<br />
ve hayvanatça vukua getirilen su-i isti’malat<br />
[yolsuzluk]<br />
19<br />
hakkındadır.<br />
20 Haziran 334 / 918 tarihli maliye<br />
bakanlığına ait belgede, Canik Tasfiye<br />
Komisyonu muamelatının incelenmesine<br />
görevlendirilmiş edilmiş olan<br />
Amasya Sancağı muhasebecisi İbrahim<br />
bey inceleme raporunu yazmış<br />
ve inceleme evrakına göre yolsuzluk<br />
durumu anlaşılan söz konusu komisyonun<br />
maliye üyesi … bey azledilmiş<br />
olduğuna ilişkindir. 20<br />
Temmuz 334 tarihli belgede Rumlardan<br />
metruk zeytinlikler ile fındık<br />
bahçelerinde ve diğer arazilerde yetişmekte<br />
olan mahsulatın bazı mahallerde<br />
gerçek değerlerinin fevkalade aşağı<br />
bir fiatla ve kısa müddetli müzayede<br />
ihale edilmekte olduğu istihbar kılınmıştır.<br />
21<br />
Rum malları ile ilgili yolsuzluklar her<br />
bölgede yapılmaktadır. Bunlara dair<br />
bir çok belge bulunmaktadır. Bunlara<br />
dair bir örnek de verelim:<br />
4 Haziran 332 (1916)tarihli belge Bergama<br />
eşraf ve yerel memurlardan bazılarının<br />
emval-i metrukeden aldıkları<br />
zeytin ağaçları hakkındadır. Belge<br />
ekinde yolsuzluk yapanlar ve yaptık-
kızılbaş - sayfa 32 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ları yolsuzluk miktarları listelenir. 22<br />
6 Nisan 336 (1920) tarihli belge<br />
Rum Emval-i Metrukesi eski muhasebecisi…<br />
efendi tarafından Ziraat<br />
Bankası’ndan alınıp kaydı icra edilmeyen<br />
(3560) üçbinbeşyüzaltmış kuruşun<br />
adıgeçen tarafından çalınmasıyla ilgilidir.<br />
23<br />
Zenginleşmenin bir diğer mekanizması<br />
el konulan yetimlerden dolayı<br />
edinilen Hıristiyanlara ait mülklerdir.<br />
Yetimlere ve kadınlara el koyanlar<br />
bunların ailelerinden gelen mülklere<br />
de el koyma hakkı elde etmektedirler:<br />
Din değiştiren [değiştirilen demek gerekir]<br />
veyâ evlenen [el konan demek<br />
gerekir], eğitim [asimilasyon demek<br />
gerekir] maksadıyla güvenilir kimselere,<br />
teslim edilen çocukların malları<br />
korunacak ve bu malları bırakanlar<br />
ölmüş ise [öldürülmüş demek gerekir]<br />
bunlara ait hisseler [bu ailelere] verilecektir.<br />
İç işleri bakanlığının çeşitli<br />
vilayetlere gönderdiği 11 Ağustos 1915<br />
tarihli belge yetimlerden ve el konulan<br />
çocuk ve kadınlar vasıtasıyla edinilecek<br />
zenginliklere ilişkindir. 24<br />
Fotiadis çocuklara el koyma ve Müslümanlaştırılmasının<br />
altını çizer: Çocuklara<br />
el koyma, sadece zorla kaçırma<br />
biçiminde gerçekleşmiyordu. Bilakis,<br />
çocuklar artık kendi Hıristiyan kökenlerini<br />
söylemeye cesaret edemiyecekleri<br />
duruma gelene kadar yapılan<br />
terör ve işkenceyi de kapsıyordu. 25 El<br />
koyma ve Müslümanlaştırılmaya ilişkin<br />
raporlara yer vererek bu konunun<br />
önemsenmediğini vurgular: Küçük As<br />
ya Rumlarının çocuklarının 20. yy.’da<br />
zor yoluyla çalınması ve zorla Müslümanlaştırılması<br />
Küçük Asya’dan kaçan<br />
birçok yazarın dikkat çekmesine<br />
rağmen, Yunan Devleti tarafından bilinçli<br />
olarak araştırılmadı 26<br />
İmparatorluk dönemindeki gasplardan<br />
arta kalan mülkler Kemalist dönemde<br />
hazineye gelir sağlamak ve Kemalist<br />
kadroların zenginleşerek Müslüman-<br />
Türk burjuvaziye dönüşmesi için bunlara<br />
devredilir.<br />
Pontosluların geride bıraktıkları mülkler<br />
iki kategoride sınıflandırılmaktadır.<br />
Mübadele ile bıraktırılan; mübadil<br />
mülkler. Diğeri de öldürülen<br />
veya kaçırılan kişilerin geride bıraktıkları;<br />
Gayri mübadil mülkler: Bu<br />
gün Trabzon’da Atatürk Köşkü olarak<br />
kullanılan Kabayannis’in Konağı,<br />
Kabayannis’in Mübadil olmamasına<br />
rağmen el konulmuştur. Kabayannis<br />
Rus vatandaşıdır ve mübadeleye tabi<br />
bir Pontoslu değildir. Bu gibi örnekler<br />
çoğunluktadır. Kemalistler lozan’ın<br />
yürürlüğe girdiği 4 Ağustos 1924 tarihinde<br />
malının başında olmayan bütün<br />
Gayrimüslimlerin müklerinin sahibi<br />
olduklarını ilan etmişler ve bunlara el<br />
koymuşlardır.<br />
Rus tebasından Kiryako oğlu Bavli,<br />
Panayotoğlu Nikola, Kakuloğlu yorgo<br />
kızı Lambada ve Kakuloğlu Haralambo<br />
kızı Tabada’ın mülkleri 24 Aralık<br />
1928 günü haraç mezat satılmak üzere<br />
4 Aralık 1928 günü 27 satışa çıkarılmıştır.<br />
21 Temmuz 1932 günlü Yeşil<br />
Gireson Gazetesinde 5 parça Gayrimübadil<br />
mülk Ziraat Bankasınca mezata<br />
çıkarılmıştır.<br />
Giresun aralıksız en uzun (1885-1904)<br />
Belediye Başkanlığı yapmış olan Kaptan<br />
Yorgo Konstantinis Paşa’da Mübadil<br />
olmamasına rağmen, Paşa’nın<br />
mülkleri21 Temmuz 1932 günü haraç<br />
mezat satılmıştır. 28<br />
Amasya Mahkemesince idam edilen<br />
Bafralı Haralambo’nun, ve Deliyaroğlu<br />
(Deligavuroğlu) Yorgo’nun mülkleri<br />
27 Temmuz 1932 tarihinde satılmak<br />
üzere mezata çıkarılmıştır. 29<br />
Dönemin yerel gazetelerinde bir çok<br />
başka örnekler de bulunmaktadır<br />
İyileştirme ve öneriler<br />
Pontos halkı 1908- 1923 yılları arasında<br />
çok acı çekmiş ve 1924 tarihinde tarihsel<br />
topraklarından sökülmüştür.<br />
İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık seviyesinde<br />
Pontos halkının uğradığı bu<br />
zulümlere yönelik iyileştirmeler yapılabilir.<br />
1. Tarihsel topraklarından kovulan<br />
Pontos Halkından isteyenlere vatandaşlık<br />
hakkının geri verilmesi.<br />
2. Müslümanlaştırılan yetimlerin ve el<br />
konulan kadın ve kızların nüfus kayıtlarının<br />
çıkarılması ve bunlardan dolayı<br />
edinilen mülklerin bir envanterinin<br />
çıkarılması.<br />
3. Osmanlı dönemi tapu kayıtlarının<br />
şeffaflaştırılması ve araştırmacılara<br />
açılması.<br />
4. Mübadele öncesi mülk değişiminin<br />
envanterinin çıkarılarak el koymaların<br />
tespiti.<br />
5. Zilyetlik iddiasıyla ve şahitlerle edinilen<br />
mülklerin envanterinin çıkarılarak<br />
el koymaların tesbiti.<br />
Gibi çalışmalar acıların giderilmesinde<br />
ön adımlar olabilir.<br />
Ekler<br />
Ek 1<br />
El konulan Hristiyan yetimlerin mallarının<br />
gaspına dair Osmanlı belgesi<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi/ DH.<br />
ŞFR., nr. 54-A/<strong>38</strong>2<br />
Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti [içişleri<br />
Bakanlığı]<br />
İskân-ı Aşâyir ve Muhâcirîn<br />
Müdîriyyeti<br />
[Aşiretlerin iskanı ve muhacirler<br />
müdürlüğü]<br />
İstatistik Şu‘besi Umûmî: 451 Şifre<br />
Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis,<br />
Haleb, Hiidâvendigâr, Diyârbekir,<br />
Suriye, Sivas,<br />
Ma‘mûretü’l-azîz, Musul, Trabzon,<br />
Van Vilâyâtıyla, İzmit, Urfa, Eskişehir,<br />
Zor, Canik, Kayseri, Mar ‘aş,<br />
Karesi, Kal ‘a-i Sultâniyye, Niğde,<br />
Karahisâr-ı Sâhib Mutasarrıflıklarına<br />
Adana, Haleb, Mar ‘aş, Ma ‘mûretü<br />
’l-azîz, Diyârbekir, Trabzon, Sivas,<br />
Canik, İzmit Emvâl-<br />
Metrûke Komisyon Riyâseti'ne<br />
İhtidâ eden /din değiştiren<br />
veyâhûd{yada izdivâc edenlerle/evlenen,<br />
eğitim [asimilasyon] maksadıyla<br />
teslim edilerek bırakılan güvenilir<br />
kimselere bu çocukların malları korunacak<br />
ve bu malları bırakanlar ölmüş<br />
ise bunlara ait hisseler verilecektir.<br />
Fi 29 Temmuz sene [1]331 [11 Ağustos<br />
1915]<br />
Nâzır [Bakan]<br />
----------------<br />
1. Pontos antik çağ’ın da en zengin<br />
bölgelerinden biridir. Özellikle İmparator<br />
Büyük Mithradates (VI) (Mithradates<br />
aynı zamanda İskender olarak<br />
anılır. Antik çağın en çok okunan el<br />
yazması ve dillerde dolaşan efsanesi,<br />
İskender Menkibesi/ Efsanesi’nin<br />
konusu Mithradates’tir ) döneminde<br />
gücünün doruğuna ulaşmış, Roma<br />
İmparatorluğunun egemenliğini
kızılbaş - sayfa 33 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
kabul etmemiş, uzun yıllar Roma ile<br />
savaşmıştır. Bu uzun savaş döneminde<br />
Mithradates savaşını sınırsızmış gibi<br />
görünen altın stokları ile finanse eder.<br />
Büyük Mithradates Roma ile olan<br />
uzun savaşlar boyun¬ca hiçbir zaman<br />
parasız kalmamıştır. Kral kısa süre<br />
içinde ordu topla¬yabildiği gibi aynı<br />
zamanda her zaman askerlerine iyi<br />
ücretler ödeyecek kadar çok paraya<br />
sahipti. Pontos hem bölge ticaretinin<br />
hem de uzak yol ticaretinin çekim<br />
merkezidir.<br />
Pontos’un refahının, ticaretten ve<br />
altın, gümüş, demir, değerli mineraller<br />
gibi doğal kaynaklardan geldiğini<br />
biliyoruz. Mithradates vergilerden<br />
ve Karadeniz’deki tahıl, tuzlanmış<br />
balık, şarap, zeytinyağı, balmumu,<br />
altın, demir, mineral, boya özleri,<br />
kumaş boyası, deri, kürk, yün, keten<br />
ve diğer mallarla yapılan ticaretin<br />
kontro¬lünden önemli gelir elde ediyordu.<br />
Mithradates’in İskit müttefikleri<br />
zengin altın bölgelerini ellerinde<br />
tut¬maktaydı. Ayrıca göçer kavimler<br />
Azak Denizi ve Karadeniz çevresindeki<br />
steplere dağılmış zengin<br />
mezar höyüklerini yağmalı¬yorlardı.<br />
Modern arkeologlar bu zarif mezarlardan<br />
birçoğunun Antik Çağ’da soyulduğunu<br />
keşfetmiştir. Bu altınların bir<br />
kısmı vergi ya da ticaret anlaşmaları<br />
aracılığıyla Pontos İmparatorluğuna<br />
gelmekteydi. Bunlara ilaveten Mithradates,<br />
Hindistan ve Çin’le yapılan<br />
kara tica¬retinden de gelir elde<br />
ediyordu. İpek Yolu, Mithradates’in<br />
çocukluğunda açılmıştır. Pontos antik<br />
ipek yolunun güzergahı üzerindedir.<br />
Ayrıca denizlerdeki korsanlık faaliyetlerinden<br />
gelen ganimetler de Pontos’a<br />
akmaktadır. Bunlar aynı zamanda<br />
2. Savvas Kalenderidis, Batı Pontos,<br />
Infogomon 20<strong>05</strong> s.262<br />
3. Yorgo Andreadis, Tamama<br />
Pontos’un Yitik kızı, ç.R. Zarakolu,<br />
Belge,2003, s 61-61<br />
4. Hıristiyanlara karsı alınan üzücü<br />
tedbirler, genelde Hıristiyanlıgın dinî<br />
bayramlarında alınıp, sebebi de kendi<br />
Tanrılarının hakiki olmayıp, kurtulusu<br />
baska yerde aramaları içindi.<br />
5. Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı<br />
İmparatorluğunun Son Yılları,Çev.<br />
Niko Çanakçıoğlu, Belge Y. <strong>2014</strong><br />
158-159<br />
6. BOA, DH. ŞFR, No: 602/51.<br />
7. BOA, DH. ŞFR, No: 599/133.<br />
8. BOA, DH. ŞFR, No: 587/69.<br />
9. BOA, DH. ŞFR, No: 586/48.<br />
10. Sezai Balcı, Giresun Rumları ve<br />
Gayrimüslim bir Belediye Başkanı:<br />
Kaptan Yorgi Konstantinidi Paşa,<br />
Libra, 2012, s 23<br />
Fikret Başkaya Türkiye’de herkesin ortak<br />
edildiği yalan ve ikiyüzlülüğü bir<br />
nebze etrafından dolanmadan, dosdoğru<br />
dile getirdiği ve Türkiye toplumunu yalana<br />
ortak olmamaya davet ettiği için hapsedilmiştir.<br />
Tavrı bilhassa da gençlerin<br />
‘şeylerin gerçeğine’ ilişkin düşünceleri<br />
üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Türkiye’deki<br />
iç savaşın en yoğun yıllarında<br />
olup bitenin Türkiye’de geçerli olan siyasal<br />
rejimden (bunun bileşenleri olan<br />
resmi ideoloji ve resmi tarihten) kaynaklandığını<br />
iddia etmiştir. Herkesin canı<br />
ile tehdit edildiği bir zamanda hakikati<br />
dile getirmekten çekinmeyen az sayıda<br />
insandan olmuştur. Yapıtı, yok saymaya<br />
dayanan Türkiye’deki siyasal rejimin en<br />
bütüncül ve analitik eleştirilerinden biri<br />
olduğu için kitlesel etkiye sahip olmuş,<br />
düşünce iklimini derinden etkilemiştir.<br />
11. Ahmed Ferid Tek, Türk milliyetçiliğinin<br />
ideologlarındandır.<br />
12. Sadece canını kurtarmak için Yurt<br />
dışına gidenler değil. Hıristiyanların<br />
dolaşımları yasaklandığından yurt<br />
içinde herhangi bir yerde olan dahi<br />
yerinden kıpırdayamamaktadır.<br />
13.Sezai Balcı, Giresun Rumları…<br />
s 23-24<br />
14. Takibat, Tehcir ve İmha, çev. Suzan<br />
Zengin Der. T. Hofmann, Belge Y.<br />
2013, s 265.<br />
15. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi/<br />
BCA – 272 / 10 / 1 / 54<br />
16. BCA – 272 – 10 / 1 / 44<br />
17. BCA – 272 – 10 / 1 / 2 / 17<br />
18. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 37<br />
19. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 42<br />
20. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 15 (maliye<br />
üyesinin adını gösterdim)<br />
21. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 14<br />
22. BCA – 272 – 11 – 8 – 8 – 4<br />
23. BCA – 272 – 10 – 2 – 11 – 6 (muhasebecinin<br />
adını … olarak gösterdim)<br />
24. Başbakanlık Osmanlı Arşivi/<br />
BOA, DH.ŞFR., nr. 54-A/<strong>38</strong>2<br />
25. Takibat, Tehcir ve İmha… s 286<br />
26. Takibat, Tehcir ve İmha… s 287-<br />
288<br />
27. 13 aralık 1928 Yeşil Gireson s 4<br />
28. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 4<br />
29. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 5<br />
Bu çalışma, özgürleşme tercihinin yön<br />
verdiği saygın bir yaşama, insan kardeşlerin<br />
hiçbir surette ödeyemeyecekleri gönül<br />
borcunun belirgin kılınması amacıyla<br />
derlenmiştir. Türkiye’den ve Türkiye dışından<br />
çok sayıda entelektüelin katkılarıyla<br />
oluşan çalışma için Fikret Başkaya<br />
nın çalışma alanları dikkate alınarak<br />
önerilen temalar yazıların “Entelektüel”,<br />
“Ulusal Sorun”, “Modernleşme” ve<br />
“Kapitalizm” başlıkları altında kümelenmesine<br />
yol açmıştır. Fikret Başkaya ile<br />
yapılan söyleşi, dostlarının onun hakkındaki<br />
yazıları, entelektüel ve ulusal soruna<br />
ilişkin yazılar Ulus, Devlet, Entelektüel<br />
başlıklı ciltte toplandı. Modernleşme<br />
ve kapitalizme ilişkin yazılar ise Modem<br />
Zamanlar: Bir Yokmuş Bir Varmış başlıklı<br />
ciltte toplandı.<br />
(...) Tek cümle ile özgürleşmeye adanmış<br />
saygın bir yaşam.
kızılbaş - sayfa 34 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Bir Kürtten<br />
Ermeni Halkına<br />
Özür Mektubu<br />
Hayri Tunç<br />
“Büyükannem dayımın kaçmasına izin<br />
vermemiş. Komşuları Tük Mahmut<br />
Ağa ona; ‘Sara Hatun, oğlunu ver, karışıklıklar<br />
geçene kadar saklayayım’<br />
demiş. Ama büyükannem ona güvenmemiş.<br />
Oğluna kız elbisesi giydirmiş.<br />
Oğlan koşarak Ermenilerin çoğunlukta<br />
olduğu mahalleye varmak için koşmuş.<br />
Onun açık bir alandan geçmesi gerekiyormuş.<br />
O alanda, kendisini tanıyan<br />
Türk çetelerine rastlamış; onu öldürmüşler.<br />
Büyükannem arkasından yetişmiş;<br />
yaralı oğlunu kucaklamış. Kan<br />
büyükaannemin önlüğünden aşağıya<br />
akıyormuş. Büyükannem üzüntüden<br />
aklını yitirmiş; kanlı önlüğü üzerinden<br />
çıkarmamaya başlamış. Yere yatmış ki<br />
kendisi de ölsün, On iki yaşındaki kızı,<br />
babasını ve erkek kardeşini kaybettikten<br />
sonra aynı şekilde ruhi sarsıntı<br />
geçirmiş. Dili tutulmuş. Dostları bir<br />
araya gelip öğüt vermişler: ‘Sara Hatun,<br />
aklını başına al; kızın küçük; sana<br />
birşey olursa öksüz kalır’ demişler.<br />
Sara büyükannem yavaş yavaş kendine<br />
gelmiş; ama kanlı kararmış önlüğünü<br />
üzerinden çıkarmıyormuş. Yıllar<br />
geçmiş; 1902′de kızı, yani annem, bir<br />
öksüzle, yani babamla evlenmiş. Ertesi<br />
yıl torunu Andranik doğmuş ve büyükannem<br />
mucize eseri olarak iyileşip<br />
kanlı önlüğünü tandırın içine atmış.”1<br />
Çocukluğum da her yaz köye giderdim.<br />
13 ya da 14 yaşındayım. Arkadaşlarım<br />
köye geldiğim bir yaz bana köyün<br />
dışında bir tepe de bir Ermeni mezarından<br />
bahsetmişti. Bazı zamanlar o<br />
mezardan bir ateşin çıktığını, ağlama<br />
seslerinin geldiğini söylemişlerdi. Birgün<br />
arkadaşlarımla o mezarı görmek<br />
için gitmiştik. Açılmış, içinde mezar<br />
dahil ne var, ne yoksa alınmıştı. Ermenilerin<br />
mezarlarına değerli eşyalarıyla<br />
gömüldüğünü, ondan dolayı da mezar<br />
soyguncularının bütün Ermeni mezarlarını<br />
böyle kazıp, içindekilerini aldıklarını<br />
söylemişlerdi. Köyde olduğum<br />
günlerde geceleri mezarı izler, bir ses<br />
ya da ateş görmeyi beklerdim.<br />
Hiç görmedim ama, ne ağlama seslerini,<br />
ne yanan ateşi, ne de başka şeyleri.<br />
Ermenilerin bizim köyümüzde ne<br />
işi vardı hiç bilmiyordum o zamanlar.<br />
Evde kimse Ermeniler için kötü sözler<br />
söylememişti ama okulda, dışarı da hep<br />
bir küfür olarak kullanılırdı.<br />
“Ermeni tohumu, Ermeni piçi, Ermeni<br />
misin lan sen” gibi bir çok söz dolanıyordu<br />
sokaklarda. O zamanlar en çok<br />
devrimciler bu tip sözcüklere maruz<br />
kalıyordu. Devrimci olmak zulme uğrayan<br />
herkes olabilmek, onların nefesi<br />
olmaktır zaten.<br />
Hayatımda ilk defa ortaokul yıllarında<br />
bir Ermeni ile tanışmıştım. Babamın<br />
bir arkadaşıydı, yıllarca içeride kalmış,<br />
uzun süre işkence görmüş biriydi. Konuşması,<br />
insanlara hitap şekli ile tam<br />
bir insan güzeliydi. Ermenilerin de hiçte<br />
öyle denildiği gibi olmadığını anlamıştım<br />
onu gördükten sonra.<br />
Ezilen ve katledilen insanları birbirlerine<br />
çeken, isimlendiremediğimiz<br />
bir çok şey vardır. Aynı zorluklardan,<br />
itilmişliklerden geçen bir çok insan,<br />
nerede olursa olsun hep bulurlar birbirlerini.<br />
“Daha sonra saldırganların yaşlı kadın<br />
Cennet ÇİMEN’i evinden çıkardıkları,<br />
bu kadının bir gözünün kör, diğer<br />
gözünün sağlam olduğu, sanık Cuma<br />
YALÇIN’ın cebinden tornavida çıkartarak<br />
kadının sağlam olan gözünü de<br />
çıkardığı, bilahare ateş edilip kadının<br />
öldürüldüğü, otopsi raporuna göre sağ<br />
kalça üzerinde kalın bir demir parçası<br />
ile açılan yaranın bulunduğu, av tüfeğine<br />
ait saçmaların sol kulak arkasından<br />
girip sol gözden çıkarak beyin kanamasına<br />
neden olup ölüme yol açtığı;”2<br />
“Öğretmenimiz 20-22 yaşlarında güzel<br />
bir Ermeni kızıydı. Bir komutan o kızla<br />
evlenmek istemişti; ama o bu teklifi üç<br />
defa reddetmiş ve ona ‘Bok olurum Dacik<br />
olmam’ demişti. Komutan bu sözleri<br />
duyunca kılıcını çekmiş ve o güzel<br />
öğretmenimizi kesmişti. ‘Madem bok<br />
olmak istiyordu, vücudunun parçalarını<br />
götürün yetimhanenin helasına doldurun’<br />
diye de emir vermişti.”3<br />
Bütün katliamlar hep birbirlerine benzer.<br />
Ölenlerin hikayelerinde değişen sadece<br />
yer ve insan isimleridir. Başka da bir<br />
şeyin değişeceği görüşmemiştir. Adının<br />
Mehmet ya da Yorgo olmasından,<br />
Maraş ya da Erivan olmasından, Alevi<br />
ya da Ermeni olmasından başka değişen<br />
hiçbir şey yoktur.<br />
Ermeni Soykırımını ilk duyduğumda<br />
inanmamıştım. Öyle bir katliamın olabileceği<br />
varsayımı bile insanın kanını<br />
dondurmaya yetiyordu. Sonradan Maraş<br />
Katliamını öğrendiğimde, araştırdığımda<br />
insanın nasıl da vahşileşeceğini<br />
görmüştüm. Elbistana gittiğim zamanlar<br />
da, bizim oralalıların Maraş’ı neden<br />
sevmediklerini anlamazdım ilk zamanlar,<br />
sonra bu sevmeme durumumunda<br />
katliam ile alakalı öğrenmiştim.<br />
İnsan canlılar içerisinde kendi türünü<br />
öldüren tek varlık olarak ortada duruyor<br />
zaten. Anlamsız, nedensiz bir<br />
şiddet hayranlığı ile hep birilerini öldürmek,<br />
hep birilerine zulmetmek için<br />
uğraşıyorlar.<br />
Maraş Katliamı olduğunda ben dünya<br />
da yoktum, babam o zamanları bir kaç<br />
kez anlatmıştı bize, sonrasında katliamı<br />
anlatan bir kitap yayınlamaya karar<br />
verdiğinde daha da net bir biçimde<br />
öğrendim nasıl bir vahşetin içine çekildiğimizi.<br />
Bu araştırmalar sırasında<br />
bizim oturduğumuz toprakların aslında<br />
Ermeni halkına ait olduğunu öğrendiğimde<br />
ise içimde büyük bir utanç<br />
oluşmuştu.<br />
Katliamla alınan bir toprağa nasıl yurt<br />
diyebilirdi ki insan<br />
Bütün katliamlar, içlerinde o kadar<br />
acı barındırır ki, onları okumak bile<br />
insanın çökmesine sebep olur. Maraş<br />
katliamı da bunlardan biriydi. Ermeni<br />
soykırımı da başka biri.<br />
Yerlerinden kovulan insanlar, yurtlarını<br />
bırakan, nefes aldıkları topraklarını<br />
terk etmek zorunda kalan insanlar. Onların<br />
acıları, yoklukları, özlemleri vs..<br />
Katliamlar sadece üzerinde uygulanan<br />
halkı değil, o topraklara onlardan sonra<br />
yerleşmiş bütün halklarında katlini beraberinde<br />
getirir. Ermeniler katledilirken<br />
o topraklara yerleşenler hiçbir zaman<br />
mutlu olamadılar. Olamazlardı da.<br />
Yıkılan evin üstüne ev olmaz derler.<br />
Yok edilen, katledilen bir halkın top-
kızılbaş - sayfa 35 - mayıs <strong>38</strong> - <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
rakları üzerinde başka bir halk yurt yaratamaz.<br />
Toprağa sızan kan kokusunu,<br />
toprağa hasret ölen insanların sızısını,<br />
bedduasını görmezden gelemez kimse.<br />
“1915′te bir sabah Kürtler koyunu otlağa<br />
götürdüler; akşamleyin koyun eve<br />
gelmedi. Koyunu geri getirmeleri için<br />
sabah muhtarlığa gelin dediler. Erkeklerimiz<br />
şikayete gittiler, ama bizimkilerin<br />
hepsini toplayıp götürdüler. Sonra<br />
dedem de beraber olmak üzere, hepsini<br />
bağlayıp götürdükleri haberi geldi. O<br />
muhtarlığın Türkleri, bizim evde çok<br />
yemiş içmişlerdi, ağızlarından, burunlarından<br />
gelsin!”4<br />
Tarih tekerrürden ibarettir demiş eskiler.<br />
Öyle de oluyor hep. Bugün bir<br />
katliama karşı çıkmayanlar sonra aynı<br />
katliamla yüzyüze kalıyorlar. Kalacaklardır<br />
da.<br />
Ermeni Soykırımı olurken, ganimetten<br />
yararlanmak için devlete güvenenler<br />
sonraki yıllarda hep katliamlardan geçirildiler.<br />
Hep bir kırım yaşadılar. Hep<br />
baskı içerisinde yaşadılar.<br />
Katliamların bu topraklardan gitmemiş<br />
olması ne ile açıklanır ki<br />
Hangi mantık içerisinde bir açıklama<br />
getirebilirsiniz aynı acıların tekrar tekrar<br />
yaşanmasına<br />
Bir halk değil, bu topraklardaki bütün<br />
halklar hep bir katliam içerisinde yaşarken<br />
neden durmaz bu döngü<br />
Katliamlar bu coğrafyanın makus talihi<br />
midir<br />
Acıların hep bir döngü etrafında hiç<br />
bitmeden, hiç tükenmeden sürmesinin<br />
sebebi nedir<br />
“çevreden Alevi Sünni çatışması olduğunu,<br />
Alevilerin sulara zehir attığını,<br />
pek çok kişinin bunlar tarafından<br />
öldürüldüğü iddialarını duyurmaları<br />
üzerine, araç şoförü ve Alevi olduğunu<br />
önceden bildikleri Veli YILDIZ’ı<br />
Dumlupınar Sağlık Ocağı civarında<br />
durdurup, evvela araç içinde vurmaya<br />
başladıkları daha sonra da araçtan<br />
aşağıya çekerek dövdükleri ve tabanca<br />
ile öldürdükleri; olay tanıkları Mustafa<br />
YILDIZ, Hüseyin ÜNLÜDERE ifadeleri<br />
ile sanıkların tevil yollu ikrarları<br />
diğer tanıklar Fahri YANAR, Mehmet<br />
UÇANKUŞ, Hüseyin OVA, Bora<br />
ASENCİ olayı doğrulayan ifadeleri<br />
otopsi tutanağı gibi delillerden anlaşılmıştır”5<br />
“Hüseyin isimli bir jandarma vardı.<br />
Onunla birlikte başkaları da vardı.<br />
Onlar varımızı yoğumuzu elimizden<br />
almaya, kızlara gözlerimizin önünde<br />
tecavüz etmeye, hamile kadınların karınlarını<br />
yarmaya, onların karınlarından<br />
çıkardıkları bebekleri birbirlerine<br />
fırlatmaya başladılar. Biri bir kız götürdü,<br />
diğeri bir oğlan; ne buldularsa<br />
götürdüler.”6<br />
Kanlı bir tarihin üzerinde, acılar, ağıtlar<br />
ortasında bir vatan vermişler bize.<br />
Dört bir yanı acılarla çevrili, sol yanımızdan<br />
gözyaşı akan bir coğrafyanın<br />
evlatlarıyız biz. Anılarımız, yaşadıklarımız<br />
hep birilerinin ağıtlarına çarpıyor.<br />
Nerede olursak olalım, ne yapıyor<br />
olursak olalım hep bir ağıda denk geliyor<br />
attığımız adımlardan biri.<br />
Acılarımıza bakmadığımız, geçmişimize<br />
bakmadığımız için aslında bugün<br />
aynı acılara denk gelmemiz. Yoksa ne<br />
farkı var ki; Ermeni Soykırımı ile Maraş<br />
Kıyımı’nın.<br />
Ölen hep aynı aslında! Katleden hep<br />
aynı!<br />
Birgün ardımıza baktığımızda göreceğiz<br />
yaşadıklarımızın hiç bir farkı<br />
olmadığını, hiç değişmediğini. Yaşamamak<br />
için belki, aynı acıları bizden<br />
sonrakiler de yaşamasın diye biraz da<br />
isimlere değil acılara bakmak gerek<br />
artık. Yakılan ağıtların aynılığına dikkat<br />
edip, aynı ses ile ağıt yakan Kürt,<br />
Ermeni, Alevi, Ezidi, Türk, Boşnak kadınların<br />
gözlerine bakmak gerek. O zaman<br />
anlarız acılarımızın ne kadar aynı<br />
olduğunu. Ortak demiyorum bakın, ortak<br />
değil çünkü aynı bizim acılarımız.<br />
“Bir de baktım ki uzaktan iki adam<br />
geliyor: birisi ermeni bir kadın, diğeri<br />
Dacik bir adam. Onlar bana yaklaştılar;<br />
o Ermeni kadını getirmişler ki, benimle<br />
Ermenice konuşsun. Kadın bana:<br />
‘Bu adam seni götürüp, sana bakmak<br />
istiyor; seni evlat edinmek istiyor. Gider<br />
misin’ diye sordu.<br />
- Hayır, onların yanına gitmem, diye<br />
cevap verdim.<br />
Kadın gene konuşarak beni ikna etti:<br />
‘Sana su, ekmek verir, herşeyi verir.’<br />
dedi.”7<br />
Çocuklarımıza, vatanımıza, eşlerimize<br />
yaktığımız ağıtların hiçbir farkı yok,<br />
dilden başka!<br />
Acılarımızda kardeş olabilmek için<br />
biraz da, önünde saygıyla eğilip özür<br />
dilemek gerek bugün o acıları yaşattığımız<br />
bütün halklardan, en başta da<br />
Ermenilerden..<br />
“Ormanlarda aç, susuz, ağaç kabuğu<br />
yiyor, zorluklara alışıyorduk. Kasım<br />
ayındaydık; ağaçların yaprakları dökülmüştü.<br />
Babam dedi ki;<br />
” Ey ağaç! Yapraklarının altında saklanıyorduk,<br />
şimdi onlar da yok!”<br />
…….<br />
“Hiçbir çocuğu yanlarında tutmadılar,<br />
düşman onların seslerini duymasın<br />
diye hepsini de terk ettiler.”<br />
……..<br />
“Masada bir ekmek duruyordu, ekmeği<br />
vermedi. Sadece kurutulmuş ekmek<br />
vererek ekledi,<br />
- Bu çocuk o kadar aç kalmış, o kadar<br />
ot yemiş ki, doyacak kadar yerse ölür.<br />
Azar azar ekmek verin, öyle yesin.”<br />
Khaçik Grigori Khaçatıryan 8<br />
……………………..<br />
Kaynaklar<br />
1: Sımbat davti Davityan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
2: Maraş Katliamı İddianamesi<br />
3: Hakob Terziyan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
4: Tsirani Rafayeli Matevosyan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
5: Maraş Katliamı İddianamesi<br />
6: Mıkırtiç Khaçatıryan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
7: Petros Kikişyan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
8: Khaçik Grigori Khaçatıryan<br />
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />
@hayritunc<br />
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/<br />
bir-kurtten-ermeni-halkina-ozurmektubu-57400
kızılbaş - sayfa 36 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA<br />
Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış, Dersim<br />
soykırımı yaşanırken de kurulan<br />
mahkemede idama mahkum edilen sanıkların<br />
infazını düzenlemekle görevli<br />
İhsan Sabri Çağlayangil; “….. Mağaralara<br />
iltica etmişlerdi. Ordu zehirli<br />
gaz kullandı. Mağaraların kapısının<br />
içerisinden bunları fare gibi zehirledi.<br />
Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini<br />
kestiler. Kanlı bir harekat oldu.<br />
Dersim davası da bitti…..”yıllar önce<br />
Kemal Kılıçdaroğlu’na Dersim soykırımı<br />
hakkında söyledikleriydi. Teybe<br />
alınmış bu ses duyulunca da, Dersim<br />
soykırımının toplumda hatırlanmasında<br />
şok etkisi yaratmıştı.<br />
Serdar Halil Göçmen<br />
Mağarada fare gibi zehirlenip, ölmeyen<br />
Çemişgezek, Hazari köyü, Zerkanlı<br />
Aşiretinden Hasan, yıllar geçmesine<br />
rağmen yemeden, içmeden yaşadığı<br />
için Yemez İçmez Hasan Baba deniyormuş.<br />
Çocukluğumdan bu yana büyüklerimden<br />
çok duymuştum bu ismi<br />
ancak görmemiştim. Demokrat Parti<br />
affıyla insanların seyahat etmesi kolaylaşmış.<br />
O yıllardan sonra Yemez<br />
İçmez Hasan Baba, yaz aylarında Dersim’de<br />
diğer aylarda da Fırat’ın batısında,<br />
genelde Malatya, Sivas, Maraş,<br />
Antep, Adıyaman, Hatay, Kürdlerin<br />
yoğun yaşadığı yerleri dolaşırmış. İki<br />
yıl kadarda Afrin’de kaldığı bilinmektedir.<br />
12 Mart’tan sonrada gezmeyi<br />
bırakmış. O nedenle bu gün o bölgede<br />
altmış yaşının üstündeki Kürdler,<br />
genelde de Kürd Alevilerin çoğu onu<br />
ya görmüş ya da duymuştur. Dersim’in<br />
canlı tanığı ve mağduru, gittiği yerde,<br />
yaşadıklarından dolayı saygı ve sevgi<br />
görürmüş. Gerekmediğinde hiç konuşmaz,<br />
konuşmayı da sevmezmiş. Hayatında<br />
hiç evlenmeyen bu insan, yıllar<br />
geçmesine rağmen yemeden, içmeden<br />
yaşamasını, Doktorlar havadaki oksijenle<br />
beslendiğine dair hemfikirlermiş.<br />
Dolaştığı yerlerde fazla konuşmasa da<br />
Dersim soykırımını insanlara hatırlatırmış.<br />
Yemez İçmez Hasan Baba, mağarada<br />
fare gibi zehirlenip, ölmeyişiyle ilgili<br />
Babama bakın neler anlatmış; “Dersim<br />
katliamının son günleriydi. Köyümüze<br />
asker girdiği için bizler dağa çekilmiştik.<br />
Askerler dağda bizleri kovalıyordu.<br />
Yanımdaki arkadaşların kimi<br />
pusuda yakalandı, kimi öldürüldü. Tek<br />
başına kalmıştım. Kaçıyordum, askerler<br />
arkamdan takip ediyorlardı. Önüme<br />
çıkan kayalara tırmandım, arkamda<br />
askerler. Kayaların arasında, girişi dar<br />
bir mağaraya girdim. Mağaranın derinliklerine<br />
doğru karanlıkta ilerledim,<br />
arkamdan gelen askerler, mağaranın<br />
içerisinde belli bir yere kadar beni takip<br />
ettiler. Sonra takipten vazgeçtiler.<br />
yeni çıktı<br />
Siparişleriniz için:<br />
Adnan Cangüder<br />
adres: Lehrer-Wirth str.16<br />
81829-München<br />
Deutschland / Almanya<br />
tel: +49 (0) 162 419 69 62<br />
e-mail: asil62@hotmail.de<br />
ISBN 978-6<strong>05</strong>-4684-49-6<br />
Teslim olmam için bağırarak seslendiler,<br />
hiç cevap vermedim. Mağaranın<br />
içine rastgele ateş ettiler, yine cevap<br />
vermedim. Mağaranın girişinde ateş<br />
yakıp, dumanının mağaraya girmesini<br />
sağladılar, Mağaranın daha derinliklerine<br />
gittim. Daha sonrada mağaranın<br />
girişinden içeri kurşun ve bomba<br />
sesleri kulaklarımı sağır etmişti. Mağaranın<br />
daha derinliklerine karanlıkta<br />
sürünerek gidiyordum. İçerde pis kokulu<br />
dumandan midem bulanıyor, boğuluyordum.<br />
Sürünerek ilerliyordum,<br />
ilerde mağaranın tavanında küçük bir<br />
ışık gözüküyordu, o yöne doğru süründüm.<br />
Midemin bulantısından kusuyordum,<br />
yinede ışığa doğru sürünüyordum.<br />
Yorulmuşum, orda bayılmışım.<br />
Bilemiyorum uyandığımda kaç gün,<br />
kaç saat geçtiğini. Mağaradan çıkmak<br />
için girişe geldiğimde, giriş kocaman<br />
bir kayayla kapatılmıştı. Tüm uğraşıma<br />
rağmen kayayı yerinden oynatamadım.<br />
Tekrar mağarada hava deliğinin<br />
olduğu yerde daha çok yaşamaya çalıştım.<br />
Gündüz ve geceyi hava deliğindeki<br />
ışıktan anlıyordum. Bir gün sabah<br />
koyun ve keçilerin boynuna takılan<br />
zil sesleriyle uyandım; ‘-İmdat, imdat,<br />
beni kurtarın, beni kurtarın.’ diye bağırdım.<br />
Çobanlar duydular, mağaranın<br />
girişini açarak, mağaradan çıkardılar.<br />
Çobanların söylediklerine göre mağarada<br />
kalışım en az üç ay olmuş. Bu süre<br />
içerisinde ne yemiştim nede içmiştim.<br />
Çobanlar, hemen su, süt ve ekmek yemem<br />
için verdiler. Az ekmek, biraz su<br />
ve süt içtim. Midem bulandı, kustum.<br />
Daha sonrada ne yiyebildim nede içebildim,<br />
bugüne kadar.”<br />
10.<strong>05</strong>.<strong>2014</strong>
kızılbaş - sayfa 37 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası<br />
Munzur CÖMERT<br />
Sey Qaji, <strong>38</strong> öncesi Dersim’de yaşamış,<br />
küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine<br />
bütün kesimlerce çok sevilen<br />
ve sayılan bir halk aşığıdır. Ünü kendi<br />
köyünün dışına taşmış, namı o daha<br />
hayattayken efsaneleşmiştir. Verdiği<br />
bütün ürünler kendi anadiliyledir. Bir<br />
başka deyişle; Sey Qaji, Zazaca dilinin<br />
Dersimce şivesi şairidir. Hatırlatmak<br />
maksadıyla söylemeliyim ki, o, bugünki<br />
anlamda modern medya olanaklarından<br />
mahrumdur. Eserleri, sözlü<br />
gelenekle nesilden nesile, dilden dile<br />
ve telden tele taşınarak 21. yüzyıla gelmeyi<br />
başarmış bir ustadır.<br />
Ürünlerine gelirsek.. Sey Qaji’nin<br />
ürünleri geniş bir yelpazeyi kapsayan<br />
bir çeşitlilik sergilemekte. Her<br />
şeyden önce o, halkın dertlerine tercüman<br />
olmuş bir halk aşığıdır. Yavuz<br />
Selim’den bu yana, tam beş yüz yıl<br />
dertten yana Dersim’de çok sıkıntı<br />
çekildi. Osmanlı’da seferler yapıldı..<br />
Cumhuriyet’te hareketler düzenlendi..<br />
Kısmen Rus işgali yaşandı.. Ermeni<br />
katliamını ve tehcirini gördü.. Aşiret<br />
kavgaları ve doğal felaketler oldu zaman<br />
zaman.. Bir de <strong>38</strong> Dersim Katliamı..<br />
Halk kültüründe ağıtlar, yaşanan<br />
bu ve benzeri acıları dile getiren<br />
yaratmalardır. Sey Qaji’nin ağıtları,<br />
Dersim’in bu acılarınından doğan ihtiyacını<br />
gidermeye yöneliktir. Ama o<br />
yalnız ağıt söylemedi elbette.. Aşk şarkıları,<br />
maniler, iş şarkıları ve deyişler<br />
söyledi. Bunlardan kimisi bize kadar<br />
ulaştıysa da, maalesef çoğu yitip gitti..<br />
Birçok sebebi var bunun. Sanırım başlıca<br />
sebebi yazılıp kayıt altına alınmamalarıdır.<br />
Kızılbaş kimliğinden ötürü<br />
beş yüz yıldır olağanüstü şartların hüküm<br />
sürdüğü bir bölgedir Dersim. Resmi<br />
İslam, temel referans kaynakları<br />
olan Kuran ve hadisleri öğretmek maksadıyla<br />
medreselerde okuma yazma<br />
öğretmiş; bu, yer yer kimi sözlü halk<br />
kültürü ürünlerinin yazılı olarak kayıt<br />
altına alınmasına da vesile olmuştur.<br />
İnançsal olarak medreselerin geçerliliğinden<br />
Dersim’de söz edilemez.. Kızıl<br />
Deli Seyit Ali Sultan’ın bir beyitinde<br />
söylediği „Biz bir ayet okuruz hiç<br />
Kuran’a benzemez / Bu bizim imanımız<br />
bir imana benzemez“ esasından<br />
hareket eden babalar, Kuran’ı Samiti,<br />
yani yazılı Kuran’ı „Osman’ın Kitabı“<br />
olarak gördüklerinden onu asla öğrenme<br />
gereği duymamış ve dolayısıyla da<br />
inançlarıyla bağdaşmadığından, haklı<br />
olarak bir tek medrese dahi Dersim’de<br />
açılmamıştır. Dersimliler, kuşatılmış<br />
bir coğrafyada olağanüstü şartlarda<br />
hayatlarını zar zor idame ettiklerinden,<br />
inançlarını ve kültürlerini kayıt<br />
altına alabilecek kurumlar yaratmada<br />
maalesef çağın gerisinde kaldılar. Bu<br />
ve benzeri sebepler okur yazar oranını<br />
negatif olarak etkilemiştir. Bundan,<br />
ne yazık ki Sey Qaji de dahil bir bütün<br />
olarak halk kültürü nasibini almıştır.<br />
Sey Qaji, Dersim alevi ocaklarından<br />
Sey Sabun Ocağı’na mensup bir erendir.<br />
Aleviliğin, pratikta şiir ve müzikle<br />
icra edilmesi Sey Qaji’yi etkiliyen<br />
önemli bir faktördür. Gelenek de var<br />
elbette.. Burada, hem bir usta-çırak<br />
ilişkisi temel alınarak nesilden nesile<br />
aktarılan tecrübeler var; hem de başkalarından<br />
etkilenme yoluyla bu işe<br />
gönül verme.. Bir diğer esas faktör<br />
de onun görme engelli olmasıdır. Bu<br />
durum, onun diğer duyu organlarını<br />
pozitif olarak daha da geliştirmiştir.<br />
Öyle ki, <strong>38</strong> öncesi Dersim’de gözleri<br />
olanlardan daha iyi, daha net bir biçimde<br />
mertlikleri namertlikleri, acıları<br />
sevinçleri, iyilikleri kötülükleri, sevdaları<br />
kavgaları gönül gözüyle, aklıyla<br />
görmüş, bunları sazına ve sözüne bütün<br />
hisleriyle taşımıştır.<br />
Yeri gelmişken söylüyorum.. Halk kültüründe<br />
halklara düşmanlık, kültürlere<br />
düşmanlık, dillere düşmanlık ve ırkçılk<br />
gibi halkları karşı karşıya getirebilecek<br />
düşüncelere yer verilmez. Hiç bir halkın<br />
kültüründe kötülük yoktur.. Ama<br />
sınıflar vardır, halk kültüründe de sınıfların<br />
varlığı gözardı edilemez.. Sınıflar,<br />
tarihsel olarak işbölümünden doğmuş<br />
ve onlardan da soyut sanat oluşmuştur.<br />
Bunlar, sanata kendi sınıfsal değerlerini<br />
her zaman yansıtırlar. Halk kültürüde<br />
de bu değerler görünür. Halk<br />
ozanlarının yarattığı ürünler mutlaka<br />
bir ihtiyaçtan kaynaklanır ve halkın bir<br />
gereksinmesini karşılamaya yöneliktir.<br />
Ozan, halkın düşünce, değer ve hislerini<br />
en etkileyici bir şekilde eserine yansıtmaya<br />
çalışır. Oturup ticari kaygılarla<br />
ürünler yapmaz. Onu harekete geçiren<br />
önce insan hayatıdır; doğa ve insanın<br />
doğayla ilişkisidir; toplum ve bir bütün<br />
olarak o toplumu oluşturan biraylerin<br />
birbirleriyle kurdukları ilişkilerdir.<br />
Yaratmalarında bunları en iyi biçimde<br />
dile getiren ozanı halk sahiplenir. Sey<br />
Qaji bunlardan biridir.<br />
Dersim, alevi tarihinde çok önemli bir<br />
rol oynar. Ayrıca alevi kurumsallığı<br />
açısındandan da Dersim kendine has<br />
bir özgünlük sergiler. Çok sayıda ocak<br />
olmasına rağmen, Hacı Bektaş’a bağlı<br />
olanlar birkaçı geçmez. Anadolu’da<br />
Hacı Bektaş Dergâhı’ndan sonra adeta<br />
bu dergâhın işlevini yüklenmiş ikinci<br />
merkez Dersim’dir. Onun rakibi değil,<br />
tarhi koşulların bir zorlaması ve şekillendirmesi<br />
olmalı.. Dersim ocaklarının<br />
serçeşmesi yine Dersim ocaklarıdır.<br />
Yani bir misalle bunu somuta indirgersem:<br />
Kureşan Ocağının ekseriyeti<br />
Baba Mansur Ocağına bağlıdır; Baba<br />
Mansur Ocağı ekseriyetle Sey Sabun<br />
Ocağına bağlı.. Burada her ocak neredeyse<br />
kendine has bir sürekle aleviliği<br />
icra etmekte ve sadece Dersim’e değil,<br />
Dersim’i çevreleyen illere de hizmet<br />
vermekteler.. Zazaca bilen ocaklar bu<br />
dili konuşan taliplere, Türkçe ve Kürtçe<br />
konuşan ocaklar da bu dilleri konuşanlara<br />
hizmette kusur etmemişlerdir.<br />
Sey Qaji de bir ocağın mensubudur. O<br />
da yoluna hizmet etmiştir. Talipleriyle<br />
buluşmak maksadıyla kar kış demeden<br />
dağlar dereler aşmış, köy köy, mezra<br />
mezra dolaşmıştır. Bu faliyet onun düşünce<br />
dünyasını beslemiş, daha da zenginleştirmiştir.<br />
Yolunu yolağını bilen,<br />
özüne sadık her alevi gibi, o da kendi<br />
köyünde yaşasa bile evrenselliği yakalamış<br />
bir dünya vatandaşıdır.<br />
Halk ozanları ürünlerinde esas olarak<br />
insanı anlatırlar. Sadece Sey Qaji değil<br />
Homeros da insanı anlatır; Dede<br />
Korkut, Aşık Veysel, Evdale Zeynıke<br />
de.. Dil onun biçimsel yanını teşkil<br />
eder. Bundan ötürüdür ki halk kültürü<br />
içerksel olarak evrenseldir. Sey<br />
Qaji’nin evrensel bir dünya vatandaşı<br />
olduğu tespiti, aynı zamanda simgesel<br />
olarak Dersimlinin kimliğini de oluşturan<br />
öğeleri içinde barındırır. Bu öğeleri<br />
kısaca bazı örneklerle besleyerek<br />
belirliyelim:
kızılbaş - sayfa <strong>38</strong> - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
• Dersimliler Hakkın insanda tecelli<br />
ettiğine inanırlar. Hızır, Hakkın insan<br />
donundaki tecellisidir. Birçok donda<br />
görünür. Tanıdık ya da tanımadık her<br />
insanın donunda onunla karşılaşabiliriz.<br />
Bu donlarla dara düşen insanın<br />
imdatına yetişir. Mesaj şudur: insanın<br />
kurtarıcısı yine insandır. Dersimli ondandır<br />
ki her zaman mazlumun ve dara<br />
düşenin yoldaşıdır. Tanrı dahi insanın<br />
donuna büründüğüne göre, demek ki<br />
insandan daha yüce bir değer yoktur.<br />
Dersimlinin biri, Hızır’la buluşacağı<br />
yere vardığında karşıdan birinin<br />
geldiğini görür. Gelen, yakın sunni<br />
köyünün sakallı imamı olmasın mı..<br />
Dersimli, yok artık, Hızır bir imamın<br />
donuna mı girecek, diye düşünür ve<br />
selamlaşarak geçer. Ama dayanamaz,<br />
dönüp arkasına bakar ki imamadan<br />
eser yok.. Eyvahlarla dövünür durur..<br />
Tespit: İnsan en yüce değerdir.. Dininden<br />
ve inancından ötürü kimse dışlanmamalı.<br />
Unutma ki Hak ademdedir.<br />
• Baba Derviş’e 1 yıllar önce; Dersimli<br />
bir ana’nın cem bağladığını duydum;<br />
sence bir kadın cem bağlıyabilir<br />
mi, diye sordum. Bana “Bak evlat!<br />
Hak ademdedir, ama kimde olduğunu<br />
bilemeyiz; bir kadında mı, erkekde<br />
mi, çocukta mı; kim bilir ki kimde..<br />
Dolayısıyla, insan kadına itiraz edemez”<br />
(“Ero oğul, Haq insani dero ama<br />
nêzana ke kami dero; ceniye dero,<br />
ciamerdi dero, domani dero; kam çı<br />
zano ke kami dero. Coku mordem<br />
nêşikino ke vaco ceniye nêbena”),<br />
dedi. Dersim’de nikâh ikrar kadar kutsaldır.<br />
Nikâhtan dönülmez, nikâh üstüne<br />
nikâh yapılamaz; bazı özel şartlar<br />
haricinde. Bu özel şartlarda da tarafları<br />
rızası ve pirin rızası mecburi koşulur.<br />
Tespit: Erkek kadından daha üstün bir<br />
varlık değil, onunla eşittir. Asla cinsiyet<br />
ayırımı yapılmamalı.. Ve tek eşli<br />
evlilik esastır.<br />
• Kızılbel’de<br />
2<br />
cem bağlayan baba, çocuklar<br />
çok gürültü yapınca bunları<br />
cemden kovar. Gel gör ki cem katılımcıları<br />
bir türlü coşa gelemezler, demi<br />
bulamazlar.. Kimseden Hak aşkına bir<br />
damla gözyaşı dahi akmaz.. Babanın<br />
yüreğine kıvılcım düşer.. Hatasını anlar..<br />
Çocukları tekrar ceme aldırınca<br />
coşku yakalanır. Tespit: Çocuk hakları<br />
da insan haklarıdır. Onlar da insani<br />
haklarından mahrum edilemezler.<br />
• Kırdım köyünde cem bağlanır. Cemde,<br />
Dersimlilerin “kuze” dediği bir<br />
sansarı kürkünü satmak için öldüren<br />
bir köylüye, kışın yalın ayak dereden su<br />
taşıtırlar ve bakraçla uzun süre cemde<br />
tek ayak üstünde bekleterek cezalandırırlar.<br />
Yine, mala davara çok zarar<br />
veren bir ayıyı öldürmek zorunda kalan<br />
aynı köyden bir şahıs, hastalanıp<br />
yatağa düşünce, eğer ayıyı vurmasaydı<br />
bu duruma düşmeyecekti diye söylenir<br />
durur.. Dersimliler yabanıl hayvanlara<br />
zaruri kalmadıkça zarar vermezler;<br />
“Herkes nasibini yer” (“Herkes nasivê<br />
xo weno”) sözü bu maksatla söylenir.<br />
Avcılık yapmazlar. Dersimliler bu<br />
görüşlerini dualarına da yansıtmaltadırlar.<br />
Örneğin; “Dilerim Hak/Hızır<br />
bir kuşun kanını dahi dökmekten bizi<br />
sakınır!” gibi (“Sala Heq/Xızır goniya<br />
çüçüke çêverê ma mekero!”). Tespit:<br />
İnsan hakları derken hayvan hakları da<br />
unutulmamalı. İnsan, hayvanlar gibi bu<br />
tabiattın bir parçasıdır. Hayvanların olmadığı<br />
yerde hayat da yoktur. İnsan,<br />
doğayı ve onun bir parçası olan hayvanları<br />
canının istediği gibi kullanmamalı.<br />
• Dersimliler “wayır” diye tanımladıkları<br />
doğaüstü kimi güçleri simgeleyen<br />
bir inancı benimserler. Türkçede,<br />
bu Zazaca sözcüğün kelime olarak<br />
karşılığı “sahip”tir. Dersim’de kimi<br />
dağların, göl ve göletlerin, ırmak ve<br />
derelerin, pınar ve çeşmelerin, ağaç<br />
ve ormanların, kayaların taşların, boğazların<br />
geçitlerin... sahipleri var. Dersimliler<br />
yaşadıkları coğrafyayı adeta<br />
bir büyük ziyaret gibi kutsarlar. Dağlarına,<br />
göl ve göletlerine, derelerine,<br />
ağaç ve ormanlarına kutsiyet atfederler.<br />
Göllere girilmez, balıkları yenmez,<br />
suları kirletilmez, ağaçlar kesilmez,<br />
hayvanlarına dokunulmaz.. Bunların<br />
hepsi “sahipler”in koruması altındadır.<br />
Tespit: İnsanın olduğu kadar dağların,<br />
göllerin,ırmakların ve ağaçlarında yaşama<br />
hakkı var. Bu hakkı ihlal eden<br />
karşısında “wayır”ları yani “sahipler”i<br />
bulur.<br />
• Tercan’ın köylerinden birinde cem<br />
bağlanır. Lakabı “Ağa” olan köyün<br />
zengini ceme geç gelince, yer kalmadığından<br />
boş olan kapının arkasıa oturtulur.<br />
Bu durum Ağa’nın çok zoruna<br />
gider ve hoşnutsuzluğunu hareketleriyle<br />
belli eder. Baba, Ağa’yı dara çıkarır,<br />
hem cezalandırılır hem de o yerde<br />
sonuna kadar oturtulur. Tespit: Özünü<br />
benlikten arınmalısın.. Ayaklara turab<br />
olmalısın.. İnsanları horlamamalısın..<br />
• Dersim farklı dillerin konuşulduğu<br />
bir bölge. Zazaca konuşanların yanında<br />
Türkçe ve Kürtçe konuşanlar da var.<br />
Şimdi olmasa da bir zamanlar Ermenice<br />
dahi kouşulurdu. Kimse kimseye bir<br />
dayatmada bulunmaz, karşılıklı hoşgörü<br />
temelinde birlikte barış içinde yaşanırdı.<br />
Dilleri ayrı olsa da gönülleri birdi.<br />
Herkes birbirini olduğu gibi kabul<br />
eder, karşılıklı saygıda kusur etmezlerdi.<br />
Ne Kürtçe konuşan Dersimliler<br />
Zazacayı Kürtçenin bir şivesi olarak<br />
görürlerdi; ne de Zazacayı konuşanlar<br />
Kürtçeyi. Dersim alevi değerleriyle<br />
oluşturulan bir Dersimli kimliği benimsenmiş,<br />
dile ve etnik kökene bakmadan<br />
eşitlik ve özgürlük temelinde<br />
bir birlik kurulmuştur. Tespit: Yetmiş<br />
iki millete bir nazarla bakacaksın ve<br />
inancına, diline bakmadan önce insana<br />
değer vereceksin.. Unutma ki ırkçılk<br />
ve nasyonalizm halkların barış içinde<br />
birlikte yaşamasını dinamitler. Irkçılık<br />
ırkçılığı, şiddet şiddeti doğurur.<br />
• Baba Derviş’in bir sözü daha var:<br />
“Dersim’de eskiden derlerdi ki; eğer<br />
verdiysen alırsın; eğer aldıysan verirsin;<br />
eğer inanmazsan bir gün kendi<br />
gözlerinle görürsün”(“Dersimde verende<br />
vatenê ke; eke do, cêna; eke gureto,<br />
dana; eke inam nêkena rocê evê<br />
xo çımi vênena”). Alevilikte ahirete<br />
iman yoktur. Dolayısıyla da Dersim’de<br />
cennet ile cehenneme inanılmaz. Onun<br />
içindir ki cemlerde Mansur darına<br />
kalkar, sorgu sualden geçerler. Bu hayatlarında<br />
büyük hatalar yapanlar, bir<br />
sonra ki hayatlarında ruhları bir hayvanın<br />
donunda doğar. Tespit: İnsan, bu<br />
dünyada yaptığının hesabını yine bu<br />
dünyada verecektir..<br />
İnsanı yücelterek tanrılaştıran ve inancının<br />
merkezine koyan; çağdaş anlamda<br />
olmasa da cinsiyet ayırımına<br />
karşı çıkarak kadın haklarında eşitliği<br />
benimseyen ve asırlardır bu hususta<br />
kendilerine yönelik yapılan iftiralara<br />
boyun eğmeyerek kadının Alevilikteki<br />
yerini savunan ve buradan geriye adım<br />
atmamak için direnen; çocuk ve hayvan<br />
haklarını gözetleyen; doğayı koruyan;<br />
farklı dillerdeki insanların barış<br />
içinde birlikte yaşamasını sağlayarak<br />
ırkçılığı reddeden; diğer inançlarla<br />
karşılıklı saygı temelinde ve hepsine<br />
bir nazarla bakarak var olmayı Dersililer<br />
kendilerine temel edinmişlerdir.<br />
Kâmil insandan kâmil topluma doğru<br />
gidilen bir yoldur bu. Kısaca özetleme-
kızılbaş - sayfa 39 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ğe çalıştığım bu esaslar Dersim alevi<br />
değerlerinin yalnızca başlıcalarıdır.<br />
Bunlar, günümüzde hem İnsan Hakları<br />
Evrensel Beyannamesi’yle rahatlıkla<br />
mukayese edilebilir değerlerdir, hem<br />
de 19.yüzyılın en büyük aydınlamacısı<br />
ve bugün hâlâ adından sözettiren<br />
Marx’ın dünya görüşüyle. Zira Marx<br />
sosyalimi, bugünki insandan daha iyi<br />
bir insan yaratmak; komünizmi de hümanizm<br />
ve naturalizm olarak tanımlamaktadır.<br />
Kapitalizmin hem analizini,<br />
hem de negatif bir eleştirisini yapan<br />
Marx, krize dair ileri sürdüğü isabetli<br />
öngörüleriyle çok gündeme geldi. Görüldüğü<br />
gibi, Marx da düşüncelerinin<br />
merkezine insanı ve insanın bir parçası<br />
olduğu doğayı koymakta. Alevilikte de<br />
insan doğduğu günden itibaren insanlaşmaya<br />
başlar ta mezara gidinceye kadar.<br />
Hep daha iyi bir insan olmaya çalışır.<br />
Kâmil insan olma mücadelesidir<br />
bu insanlaşma. Peki yukarıda kısaca<br />
ifade etmeyi denediğim Dersim değerleri<br />
hümanizm ve naturalizm değil de<br />
nedir Ve burada aktardığım alevi değerlerinin<br />
canlı olarak hüküm sürdüğü<br />
bir zaman ve makânda yaşıyan Sey<br />
Qaji nasıl evrensel olmasın ki O, bu<br />
değerlerle hem beslendi ve hem de şavkı<br />
günümüze vuran bir taşıyıcısıydı.<br />
Dersimliler, Sey Qaji’nin büyük bir<br />
halk aşığı olduğunu söylemekteler..<br />
Ama ne yazık ki onun ürünleri henüz<br />
bir araya derlenmedi, yazı ve notaya<br />
kaydedilmedi. Sey Qaji’nin sanatsal<br />
faliyetini kapsayan bütün ürünlerini,<br />
kendisine dair aktarılan rivayetleri,<br />
hayatı ve hayatını birlikte paylaştığı<br />
insanlarla olan ilşkilerini ve derli toplu<br />
bir biyografisini de çıkarmak gerekir..<br />
Bu çok kolay olmayacak.. Biliyorum..<br />
Çünkü nereden bakarsak bakalım Sey<br />
Qaji’nin ardından tam yetmiş beş yıl<br />
geçti. Nihayet bir gün Dr. Daimi Cengiz<br />
Sey Qaji için alarm verdi.. Sey Qaji<br />
sevenleri olarak bizlerden, bu kollektif<br />
çalışmaya katkı sunmamız gerektiği<br />
çağrısında bulunuyordu. Gecikmesine<br />
gecikmiştik ama belki de bu atakla Sey<br />
Qaji’den arta kalan birşeylere ulaşırız,<br />
ya da onun sağda solda dağınık olarak<br />
duran ürünlerini bir araya toparlarız<br />
diye düşündüm. Ayrıca, Dr. Daimi<br />
Cengiz’in bu işe elatması beni daha<br />
da sevindirdi. Sey Qaji’nin hak ettiği<br />
bir çalışmanın (bir kitap çerçevesinde<br />
yapılan en kapsamlı çalışma olacak)<br />
ortaya çıkacağına şimdiden bütün kalbimle<br />
inanıyorum.<br />
Benim bu hususta yapabileceğim katkı<br />
bir söyleşiden ibaret.. Hem Sayder,<br />
3 hem de Sey Qaji’yi kapsayan bir<br />
söyleşi. Pülümür’ün Kırdım köyünden<br />
iki yaşlı akrabamla 1991 yılında<br />
Almanya’da görüştüm. Bana Sayder’in<br />
ikici eşi Ana Derge’nin, Sayder’in hayatından<br />
kesitler de içeren anılarını<br />
aktardılar.<br />
Söyleşiye geçmeden öncelikle şunu<br />
söylemek istiyorum.. Daha önce de<br />
kimi kitap ya da dergilerde, bunların<br />
dünya görüşleri bize çok ters gelse de,<br />
Sey Qaji’nin adı elbette anıldı, ürünlerinden<br />
örnekler sunuldu.. Bizden önce<br />
de bu cevheri görenler vardı. Örneğin:<br />
„Sevdin“ adlı ağıtın Sey Qaji’nin<br />
olduğu birçok kaynak tarafından<br />
doğrulanmaktadır. Dr. Nuri Dersimi<br />
„K.T.Dersim“ adlı kitabında bu ağıta<br />
yer vermektedir. Gerçi o, Sey Qaji’nin<br />
adını anmıyor.. Yanlışlıkla sözkonusu<br />
ağıtın „Dursun“ tarafından söylendiğini<br />
ileri sürüyor. Ama bu durumu<br />
değiştirmez.. Biz, Sey Qaji olduğunu<br />
biliyoruz.. Bu durumda Dr. Nuri Dersimi,<br />
Sey Qaji’nin adını anmadan onun<br />
ürünlerinden birini yarım da olsa ilk<br />
defa yazıya geçen kişidir.<br />
Acaba Dr. Nuri Dersimi’nin elinde Sey<br />
Qaji’ye dair daha fazla bilgi olabilir<br />
miydi Bu soruya, ardında bıraktığı<br />
anılarını kapsayan notlarından yola çıkarak<br />
hayır demek mümkün. Ayrıca bu<br />
notlarla birlikte bir husus daha gün ışığına<br />
çıktı. O da şu: Yetmişlerin sonundan<br />
itibaren Avrupa’da göçmen olarak<br />
yaşıyan, Kürt aydınları ve hareketiyle<br />
sıcak ilişkileri olan kimi Dersimliler,<br />
Dr. Nuri Dersimi’nin bu kitapta Dersim<br />
Aleviliğine daha geniş yer verdiği<br />
duyumunu almışlardı. Fakat kitap basıma<br />
hazırlanınca onu gözden geçiren<br />
Kürt hareketinin o dönemde Suriye<br />
ve Lübnan’da yaşayan öncüleri kaygılanırlar.<br />
O günkü şartlardan hareketle<br />
aleviliğe çok fazla yer verildiği, bunun<br />
Kürt halkının birliğini zedeleyebileceği<br />
tenkidinde bulunurlar.. Dr. Nuri<br />
Dersimi yapılan ikazları dikkate alarak<br />
bu bölümü kitabından çıkarır. Hakka<br />
göçtükten yıllar sonra, Doktor’un,<br />
büyük bir bölümü anılardan oluşan<br />
notları „Hatıratım“ adı altında basıldı.<br />
Bu kitabı çıkınca sözkonusu duyum biraz<br />
daha netlik kazandı. Zira bu kitapta<br />
„Dersim Seyitleri Bahsi“ olarak geçen<br />
Dersim Alevi Ocaklarına ayrılan bölümün,<br />
özünde hatıratla hiç bir alakası<br />
yoktu. Muhtemelen bu, birinci kitabında,<br />
yukarıda sözünü ettiğim kimi kaygılardan<br />
ötürü sansürden geçmiyen bölümdü.<br />
Gerçeği tam bilmiyoruz.. Ama<br />
buna rağmen öyle sanıyorum ki, Dr.<br />
Nuri Dersimi’nin elinde Sey Qaji’yle<br />
ilgili daha fazla bilgi olmuş olsaydı,<br />
ardında bıkatığı bu belgelerin içinden<br />
çıkması gerekirdi.<br />
Dr. Nuri Dersimi’den sonra, Sey<br />
Qaji’nin adını zikrederk ve onun ürünlerinden<br />
de örnekler veren ikici esas<br />
kaynak Sait Kırmızıtoprak’tır. Onu<br />
yıllar sonra Zilfi Selcan takibeder.<br />
Seksenden sonra da birçok dergi, gazete<br />
ve kitapda onun hayatı ve ürünleri<br />
gündeme geldi.<br />
* * *<br />
HARSE YENGE VE MUSTAFA<br />
4<br />
AMCAYLA SÖYLEŞİ<br />
Ana Derge Sayder’in ikinci eşidir.<br />
Birinci eşinden çocukları olmayan<br />
Sayder bu hanımla evlenir. Bu eşinden<br />
de henüz evlat sahibi olmamışken<br />
Sevdin’de vurulur. Sayder öldürülünce<br />
Ana Derge sonra da Dewrês Xıdır’a<br />
(Derviş Hıdır) varır. Onun vefatının<br />
ardından da Alê Kuki’yi (Pelte Ali)<br />
alır. Ana Derge bir hayli uzun bir ömür<br />
sürer. 1967’de Hakka yürür..<br />
5<br />
Ana Derge’nin esas adı Hacer’dir. Uzun<br />
boyluymuş, tahmini iki metreye yakın..<br />
Bir hayli de güçlü kuvvetli.. Erkeklerden<br />
daha cesur, daha yiğit bir kadınmş..<br />
Bir keresinde, Dersim Katliamı’nda<br />
karşılaştığı iki askerden her birini bir<br />
eliyle yakalar.. Ve bunların kafalarını<br />
birbirine çarparak yere atar.<br />
Ana Derge, Kırdım’da 6 uzun yıllar<br />
Harse Yenge’ye komşuluk yapar. Evleri<br />
yanyana olduğundan gece gündüz<br />
görüşürlermiş.. Bu arada o, zaman zaman<br />
da Sayder’den bahsedermiş.. Harse<br />
Yenge diyor Ana Derge derdi ki:<br />
„Sayder beni almaya geldiğinde ben<br />
daha ufak tefek bir şeydim, çok küçüktüm..<br />
Sayder’i sorarsan, o öyleydi ki..<br />
kaya gibi bir erkekti.. Boyu benim boyum<br />
kadar değildi ama güçlü kuvvetliydi..<br />
Burnuna yakıştırdığı uzun bir<br />
bıyığı vardı.. Sonra bıyığı, saçı, kaşı ve<br />
kirpikleri simsiyahtı.. böyle parlıyorlardı..<br />
Çok yakışıklı bir erkekti..<br />
Sayder’in birinci eşinden çocukları
kızılbaş - sayfa 40 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
yoktu.. Onun adı da Hacer’di, benimki<br />
de.. O beni çocukları olmadığından<br />
gelip almıştı.. Böylelikle biz iki Hacer<br />
birbirimizin kuması oluverdik!.. Ben<br />
daha çocuğum, dünyadan haberim<br />
yok.. Hem Sayder’den utanıyorum,<br />
hem de ilk eşinden.. Onun ilk eşi çok<br />
güzel bir kadındı.. Arkasında uzun<br />
saçları vardı.. O, yere oturduğunda saçının<br />
örükleri aşağı sarkar yerde toplanırdı..<br />
Akşam olduğunda ilk eşi getirir iki<br />
yatak sererdi.. Biri kendisine, diğeri<br />
de benimle Sayder’e.. Ben ondan da<br />
Sayder’den de utandığımdan gidip yatağa<br />
girmezdim.. O bana derdi ki:<br />
„Hacer, kalk git kocanın yatağına gir..<br />
Yat artık, sen burda ne oturuyorsun!..“<br />
Ben ondan utanırdım, onun yanında<br />
kalkıp Sayder’in yatağına girmezdim..<br />
Öyle oturup onu beklerdim.. Taa ki o<br />
kendi yatağına girip uykuya dalıncaya<br />
kadar.. Sonra ben sessizcene kalkar<br />
onun yatağına varırdım.. Usulcacık<br />
sırtından yorganını kaldırır yatağına<br />
girerdim..<br />
Gecenin bilmem kaçında Sayder çıkar<br />
gelir, elinde çırayla başımızın üstünde<br />
dururdu.. Şakayla ilk eşine derdi ki:<br />
„De bakim Hacer, ben bunu kendime<br />
mi aldım, yoksa sana mı aldım“ O<br />
derdi ki:<br />
„Sayder, bunu kendine aldığını ben de<br />
biliyorum.. Sen bana ne söylüyosun<br />
ki.. Bak ben orda yatağı serdim.. Kendisine<br />
„Kız git yatağına gir“ dedim..<br />
Ben uykudaydım, nerden bileyim ki o<br />
gelip benim yanıma girmiş..<br />
Sayder beni çekip kendi yatağına götürürdü..<br />
Üç sene halim böyleydi.. Üç<br />
seneden sonra alıştım artık.. Yavaş yavaş<br />
uyum sağladım.. Zamanla o savaşa<br />
gitti ve Ruslar tarafından vuruldu..“<br />
Harse Yenge diyor ki:<br />
„Ana Derge’in kendisi bu Sayder ağıtını<br />
söylerdi.. Ben kendisinden hepsini<br />
kapmıştım.. Şimdi aklımda fazla birşey<br />
kalmadı.. Ancak birkaç dizeyi hatırlayabiliyorum..<br />
Şahım Sevdin’dir bura<br />
Aslanım Sevdin bura<br />
Sayder’im tan attı gün doğuyor<br />
Bir yandan da vuruşuluyor tüfeklerle<br />
Ama Sayder’imin tüfeğinden ses<br />
çıkmıyor<br />
Zar zor duyuluyor Sayder’imin sesi<br />
(...)<br />
Sayder’e diyorlar bize vasiyetini et<br />
Diyor ki sizlere ne vasiyet edeyim ki<br />
Cenazemi götürüp Germıke’de<br />
Kayınlarımın yanında defnedin<br />
Sayder’im artık gün doğuyor<br />
Ama Sayder’imin tüfeğinden ses<br />
çıkmıyor<br />
(...)<br />
Sayder’imi getirdiler yanası<br />
Herdif’te söğüt gölgesine<br />
Kurban olayım sana Sayder’im<br />
Merdi meydanım benim<br />
Biz düşmanın ortasındayız diyorlar<br />
Ağırdan ağırdan kendine inle sen<br />
(...)<br />
Sayder’im artık gün doğuyor<br />
Ellerin kervenını yola çıkarmış ama<br />
Sayder’im kendisi kervandan kopmuş<br />
Yenge diyor ki:<br />
„Bu daha çok uzun, ama benim aklımda<br />
kalmadı.. Sayder’in kayınbiraderleri<br />
Ana Derge’nin kardeşleridir.. Ondan,<br />
Ana Derge ah vah çeke çeke bunu<br />
söylerdi..<br />
(...)<br />
Mustafa Amca söze giriyor:<br />
„Bu Sevdin ağıtını Sey Qaji söylemiş..<br />
Sey Qaji gece gündüz durmadan söylerdi..<br />
O, kendi rüyasını görmiştü.. Rüyada,<br />
bir ölçek darıyı onun boğazına<br />
akıtırlar.. Gece gündüz söylemesine<br />
rağmen bitiremezdi.. Sayder’in bu ağıtını<br />
Sey Qaji söylemiş.. Sey Qaji.. Dersim<br />
katliamı başladığında henüz hayattaydı..<br />
Abdullah Paşa Dersim’in üstüne<br />
asker çektiğinde o hâlâ yaşıyordu.. İşte<br />
o, Dersim –katliamı- üstüne de biraz<br />
söyledi.. Daha hayattaydı.. Yani anlayacağın,<br />
Sey Qaji’nin ki öyle basit bir<br />
söyleme değildi.. Kör biriydi..“<br />
Harse Yenge:<br />
„O, kadınlar üstüne söylerdi.. Derler<br />
ki, o kadınlar üstüne söyledi mi insan<br />
gülmekten kırılırdı..<br />
Bak şu güzele<br />
Zinciri bezeyip saçlarına takıştımış<br />
Yüklemiş evini eşyasını<br />
Boğaz’ın ortasına varmış<br />
Oturuyor şimdi sacın önünde<br />
Ahali kurt ağılı bastı<br />
Aldı gitti gri keçiyi<br />
Aman ha kurt aman<br />
Düştüm ben ölmüşlerinin bahtına<br />
Sen o gri keçiyi şimdi bırakma<br />
(...)<br />
Bir de ayran yaymak için de söylerdi..<br />
Ayranım ayran oluver artık, diye..<br />
İnsan söylemesine doyamazdı..<br />
* * *<br />
Bu söyleşiyle ilgili bir değerlendirme<br />
yapmaya çalışırsak şu çıkarımları sıralayabiliriz:<br />
• Sayder ağıtı Sey Qaji’ye malediliyor.<br />
• Ayran yayarken söylenen iş şarkısını<br />
-Dowo dowo bıbe- keza Sey Qaji söylüyor.<br />
• Sey Qaji, Dersim Katliamı başlarken<br />
henüz hayatdaydı. Bu söyleşiden çıkardığımız<br />
bir neticedir bu. Tartışmalı bir<br />
husustur.. Ama elinizdeki bu çalışmayla<br />
bu ve benzeri sorunlar muhakkak<br />
netlik kazanacaktır..<br />
• Dersim Katliamı’yla ilgili de ağıtlar<br />
yaptı.<br />
• Sey Qaji maniler de söyledi. Anladığım<br />
kadarıyla satırik, yani hiciv içeren<br />
maniler de okumuş. Aslında bu tür<br />
mailerin bir ustası da Pülümür, Tercan<br />
ve Kiği yöresinde çok tanınan Memo<br />
Bom’dur. Bir hazır cevap, bir söz ustası.<br />
Zazaca dilindeki satırik manilerin<br />
piri. 1968 Pülümür depreminin olduğu<br />
gece eceliyle tabii olarak hayattan koptu.<br />
Ama deprem neticesinde öldüğü sanılarak<br />
adı radyodan duyruldu.<br />
• Sey Qaji, şairlik ilhamını Haktan alır.<br />
Bu inanç bir rüyayla beslenir. Böylecene<br />
onun hazinesi ne eksilir, ne tükenir.<br />
Gece gündüz söyler durur. Kimi Türk<br />
halk şairlerinin rüyalarında, aksakallı<br />
bir dervişten bade içtikten sonra ilham<br />
alıp aşıklık geleneğine başlamalarını<br />
andıran bir rüyadır Sey Qaji’nin gördüğü.<br />
Tıpkı Pir Sultan Abdal’ın gördüğü<br />
rüya gibi. Burada ilginç olan “darı”<br />
motifinin kullanılmasıdır. Sanırım Sey<br />
Qaji bununla güzel öten kuşlara benzetilmek<br />
isteniyordur.<br />
• Sayder iki kere evlenmesine rağmen<br />
çocuğu olmadan öldürülüyor.<br />
• Her iki eşinin adı da Hacer’dir.<br />
• Sayder, ikinci eşi tarafından boylu<br />
poslu, güçlü kuvvetli, simsiyah uzun<br />
bıyıkları, simsiyah kaşları, kirpikleri<br />
ve saçları olan çok yakışıklı bir yiğit<br />
olarak betimleniyor.<br />
* * *<br />
Söyleşinin Zazaca orjinali:
kızılbaş - sayfa 41 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
NAÇIKA HARSE BE APÊ<br />
MISTEFAYDE QESEYKERDENE<br />
Na ç ı k a Ha r s e b e Ap ê Mı s t e fa y r a<br />
Foto:M. Cömert<br />
Ana Derge ceniya Sayderiya pêyena.<br />
Sayder, ceniya verene ra ke domani<br />
nêbenê, yeno Ana Derge xorê beno.<br />
Aêra ki wena domanê xo nêbiyê<br />
Sevdin de amo kistene. Ana Derge,<br />
eke Sayder yeno kistene sona Dewrês<br />
Xıdıri cêna. O ke mıreno ki nafa Alê<br />
Kuki cêna. Emrê Ana Derge xêlê derg<br />
beno. 1967de şiya heqiya xo ser. Eke<br />
merda 80 serre ra vêrda.<br />
Namê Ana Derge Xecera. Bezna xo<br />
derg biya, qasê dı metri.. Dest u payi<br />
bena.. Vanê aê ciamerdi kuyenê.. A,<br />
ciamerdu ra daha hewle, ciamerdu<br />
ra daha pête biya.. Jü rayê, tertelê<br />
Dêrsımi de dı eskêri kuyê ra naê dest..<br />
Nine her jü eve desto jüra pêcêna,<br />
saranê nine kuyna jüviniro erzena uca.<br />
Ana Derge Qırdım de xêlê serru Naçıka<br />
Harserê ciraneni kena. Çê jüvini<br />
têlêwede beno. Sew u roc sonê jüvini<br />
yenê. Vake aê gegane qalê Sayderi<br />
ardenê ra. Naçıka Harse vana aê<br />
vatenê ke:<br />
„Sayder ke ame ez berdane ez wena<br />
hevıkê biyane, senıkê biyane.. Sayderi<br />
ke pers kena, o ciamerdo de jê zınari<br />
bi.. Bezna di hundê bezna mı derg<br />
nêbiye, ama o dest u pay bi. Zımela<br />
de derge verê pırnıkede biye.. Zımela<br />
xo, porê xo, buri u bızangê hêni şia<br />
bike, nia bereqiyenê.. Zaf ciamerdo de<br />
xosero bi..<br />
Yê Sayderi ceniya xuya verenera<br />
domani çine bi.. Namê daê ki Xecere<br />
biye.. Namê mı ki Xecere bi.. Domanê<br />
xo ke nêbi, i coku ame ez berdane..<br />
Ma dı Xeceri bime hewiyê jüvini!..<br />
Ez wena domanene, hayrê dina niyane..<br />
Hem Sayderi ra sermayinu, hem<br />
7<br />
ceniya verena ra sermayinu.. Na ceniya<br />
diya verene zaf rındeke biye.. Poro<br />
de derg pê daê de bi.. Eke hard de<br />
niştenê ro, na gılangê porê daê amenê<br />
hardi sero biyenê top..<br />
Sande ke biyenê, ceniya verene ardenê<br />
dı cıli fiştenê ra.. Cıla jüye xorê, a bine<br />
ki mı be Sayderirê.. Ez aêra ki, Sayderi<br />
ra ki sermayienê, nêşiyenê cıle<br />
nêkutenê.. Aê vatenê:<br />
„Xecê urze xorê so cıla mêrdê xo<br />
kuye.. Xorê rakuye, tı itka çı nisena<br />
ro!..“<br />
Ez cıra semaiyenê, lêwê daê de<br />
nêşiyenê cıla Sayderi nêkotenê.. Ez<br />
nistenê ro, aê sero vınetenê.. Kêyke a<br />
kote cıla xo, şiye hewn ra.. Ez gıranek<br />
vaştenê ra, şiyenê cıla daê ser..<br />
Bêveng orxane kerdenê berz, kotenê<br />
pê mianê daê..<br />
Sewe nêzo çı şiyenê, Sayder amenê..<br />
Çıla guretenê xo dest, ma sero<br />
vınetenê.. Eve yaraniye ceniya verenera<br />
vatenê:<br />
„Nê Xecê, mı na cenıke torê arda,<br />
yaki xorê arda“ Aê vatenê:<br />
„Sayder, ezı ki zanonu ke qa to na<br />
xorê arda.. De tı mı ra se vana.. Qaê<br />
mı uçka cıle kerda ra.. Mı cıra va<br />
„Çênê so cıla xo kuye..“ Ma ez çı zanenu<br />
ke a ama kota lêwê mı.. Ez xorê<br />
hewnde biyane..“<br />
Sayderi ez ontenê berdenê cıla xo..<br />
Hirê serri halê mı nia bi.. Hirê serri<br />
ra dıme mı xo daro cı.. Pede yemisê<br />
cı biyenê.. Badena o şi herb, Urızi na<br />
pıra kist..“<br />
Naçıka Harse vana:<br />
„Ana Derge be xo feki khılama Sayderi<br />
vatenê.. Mı pêro guret bi.. Nıka<br />
mı viride nêmenda.. Tek dı hirê çekü<br />
yenê ra mı viri..<br />
Sayê mı Sevdino<br />
Şerê mı Sevdino<br />
Sayderê mı roc vecino<br />
Hetê ra tufang erzino<br />
Vengê tufangê Sayderê mı endi<br />
nêvecino<br />
Vengê Sayderê mı xori xori yeno<br />
(...)<br />
Vanê Sayderê mı weşiyanê xo bıke<br />
Vano weşiyanê xuyê çınay bıkeri<br />
Meyitê mı berê Germıke de<br />
lêwê vıstewranê mı de wedarê<br />
Sayderê mı sodıro roc vecino<br />
Vengê tufangê Sayderê mı endi<br />
nêvecino<br />
(...)<br />
Sayderê mı ardo Herdifo vêsaê şiya<br />
viyale<br />
Ez qurvanê Sayderê xo bi<br />
Sevkanê serê salê<br />
Vano Sayderê mı ortê dısmeniyo<br />
Xorê gıran gıran bınale<br />
(...)<br />
Sayderê mı sodıro roc vecino<br />
Sayderê kewranê sarri fişto raê<br />
Kewranê Sayderê mı cıra vısıyo..“<br />
Naçıke vana:<br />
„Na zaf derga, qa mı viride nêmenda..<br />
Vıstewrê Sayderi bıraê Ana Dergeê..<br />
Na Ana Derge ax kerdenê, puf kerdenê<br />
naê vatenê.. „<br />
(...)<br />
Apo Mıstefa vano:<br />
„Khılama Sevdini Sey Qaji vata..<br />
Sey Qaji sew u roc vatenê.. İ hewnê<br />
xo dibi.. Hewn de, kodê korek kerd<br />
gula di.. İ pesewe peroc vatenê<br />
nêxelesnenê.. Na khılama Sayderi i<br />
vata.. Sey Qaji.. Na, hatanu tertelê<br />
Dêrsımi wena wes bi.. Abdıla Pasay ke<br />
eskêr êşt Dêrsımi ser o wena wes bi..<br />
İşte i tenê Dêrsımi sero vati.. Wena<br />
wes bi.. Qa ê Sey Qaji isê vatene nêbi..<br />
O kor bi..“<br />
(...)<br />
Naçıka Harse vana:<br />
„ İ nia ceniyu sero vatenê.. Vanê<br />
ni ceniyu sero vatenê mordem pê<br />
qırbiyenê..<br />
Rında mı zincire xemelna<br />
êşta ortê pori<br />
Çê xo bar kerdo<br />
Şiya ortê Boxazi<br />
Nişta ro verê saci<br />
Lawo vergi verda gore<br />
Berde bıza gewre<br />
Vergo ezo bextê astanê ma u piyê to
kızılbaş - sayfa 42 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Bıza gewre rameverde<br />
(...)<br />
Vanê i doy sero vatenê.. Dowo dowo<br />
bıbı.. İsan pıra merdenê..“<br />
Kaynak: SEY QAJİ, Dr. Daimi Cengiz,<br />
Horasan Yayınları, 2010<br />
..................<br />
1. Baba Derviş’in yaşı sekseni geçkin.<br />
Kendisi Erzincan’da yaşamakta.<br />
2. Kızılbel, Kırdım dahilinde Kureşanlıların<br />
kaldığı bir küçük köy.<br />
3. Sayder; Şah Haydar adının Zazaca<br />
telafuzdaki kısaltılmış formudur.<br />
Türkçede Muhammet’in Mehmet<br />
olması misali.<br />
4. Hem Harse Yenge (Emine Cömert)<br />
hem de Mustafa Amca (Mustafa<br />
Cömert) Hakka yürüdüler. Mezarları<br />
Bursa/Kestel belediye mezarlığında<br />
bulunmaktadır.<br />
5. Ana Derge’nin mezarı Konya/<br />
Ereğli, Zengen beldesi, İnönü mahlesi’ndedir.<br />
İkinci eşi Derviş Hıdır’dan<br />
olma oğlu Baba Düzgün yaşlı olmakla<br />
birlikte hâlâ hayatta.<br />
6. Kırdım, Pülümür’e bağlı bir köy.<br />
7. Bu okuduğunuz söyleşi bölümü<br />
1991’de Zazaca olarak kaleme alındı.<br />
Berhem dergisi arşivinde bulunmakata<br />
ama ilk kez burada yayımlanıyor.<br />
1992’de, Berhem yayınlaında çıkan<br />
Dersim Türküleri kitabının Sayder<br />
ağıtı dipnotunda kaynak olarak gösterildi.<br />
Malatya'da şehit edilen kardeşlerimizi<br />
anarken, bu karanlık operasyonu<br />
anlamaya da çalışalım:<br />
Kanlı Eller Operasyonu<br />
Malatya “Zirve Katliamı”<br />
• Yazar: Yakup Doğru<br />
• Ebat: 13,5 X 19,5<br />
• Kapak: Karton Kapak<br />
• İç Kağıt: 60 gr. kitap kağıdı, resimler<br />
bölümü 115 gr. kuşe, renkli baskı<br />
• Sayfa: 288<br />
• Fiyat: 10 TL<br />
• ISBN: 978-6<strong>05</strong>-64757-0-2<br />
Necati, Uğur ve Tilmann kimdi<br />
Malatya'da ne işleri vardı Ülkeyi<br />
bölmek amacıyla uğursuz bir entrikaya<br />
bulaşmış karanlık kişiler miydiler<br />
Yoksa Türkiye'yi seven ve halkına<br />
saygı duyan insanlar mıydılar Necati<br />
Aydın ve Uğur Yüksel Malatya'da<br />
Zirve Yayıncılık ofisini neden açmışlardı<br />
Tilmann Geske'nin Türkiye'nin<br />
kalbinde tercümanlık işi yapmasının<br />
ardında ne gibi insanlar ya da güçler<br />
vardı Gönül verdikleri Hristiyanlık<br />
inancı hakkında insanlarla neden konuşuyorlardı<br />
2006 yılında aylarca belli başlı şüpheliler<br />
onları izlediler... Ve planlar<br />
yaptılar. Onları susturmak arzusuyla<br />
"doğru zamanı" beklediler ve sonunda<br />
saldırıya geçtiler. 18 Nisan 2007'de<br />
sabahın erken saatlerinde bıçaklarla,<br />
iple ve plastik eldivenlerle donanmış<br />
beş genç Zirve Yayıncılık ofisine geldiler.<br />
Necati, Uğur ve Tilmann ile çay<br />
içen gençler ansızın harekete geçerek<br />
kurbanlarının ellerini ve ayaklarını<br />
bağladılar. Sonraki bir ya da iki saat<br />
boyunca, kurbanlarını defalarca bıçakladılar<br />
ve ardından boğazlarını<br />
kestiler.<br />
Necati’nin bir arkadaşı o sabah ziyaret<br />
amacıyla ofise geldi. Ofise geldiğinde<br />
bir şeylerin yolunda gitmediğinden<br />
şüphelenerek polisi aradı. Polis olay<br />
yerine geldiğinde Tilmann ve Necati<br />
ölmüştü bile. Sağlık görevlileri<br />
Uğur'un güçlükle nefes aldığını fark<br />
ettiler, ancak o da günün ilerleyen<br />
İsa Karataş<br />
saatlerinde arkadaşları gibi hayatını<br />
kaybetti. Katillerden biri kaçmak için<br />
üçüncü kattan kendisini boşluğa bıraktı,<br />
ama polis katillerin tümünü suç<br />
üstü yakaladı… Elleri kanlı bir halde.<br />
Olayın üzerinden yedi yıl geçtikten<br />
sonra bile mahkeme hâlâ bir karar<br />
vermiş değildi. Yeni çıkan bir yasa<br />
nedeniyle, katiller <strong>2014</strong>'ün Mart ayında<br />
hapishaneden tahliye edildiler.<br />
Tilmann'ın dul eşi bugün hâlâ İsa<br />
Mesih'in sözlerini içtenlikle tekrarlıyor,<br />
"Bağışladım."<br />
Elinizdeki kitap Necati, Uğur ve<br />
Tilmann'ın benzersiz bir resmini gözler<br />
önüne getirmektedir. Kanıtları<br />
dikkatli bir gözle inceleyerek son 200<br />
yıldır Türkiye'deki misyoner etkinliklere<br />
ışık tutmaktadır. Bu adamlar<br />
gerçekte ölmeyi mi yoksa yaşamayı<br />
mı hak ediyordu Malatya davasında<br />
adaletin yolu açık mı Gerçek ne<br />
© Yeni Anadolu Yayıncılık<br />
Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol<br />
San. Sit. No: 81/87<br />
Topkapı, İstanbul - Türkiye<br />
Tel: (0212) 567 89 92<br />
Fax: (0212) 567 89 93<br />
E-mail: yaybilgi@gmail.com<br />
www.yenianadolu.com
kızılbaş - sayfa 43 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN<br />
ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!<br />
Hêjayan,<br />
ez dixwazim her kes bizanibe ku, ez<br />
ne „akademîkkar“, siyasetmendar,<br />
birêvebirê tu rêxistin, saziyên ol, mal,<br />
komel û medyayeke civaka Êzdî me.<br />
Karê min, eva serê 39 salan berhevkirina<br />
zargotin (dîrok û kevneşopiyên<br />
ku di hiş û mejuyên endamên civaka<br />
Êzdî de mane), lêkolînkirin û nasandina<br />
ola Êzdîtiyê ye. Ji roja ku min<br />
dest bi vî karî kiriye, ez nerînên xwe,<br />
ji xeynî bizimanê Kurdî pê ve, wekî<br />
dinê bi tu zimanekî xerîb pêşkêşî<br />
raya giştî nakim û ez hêjî xwe weke<br />
nivîskarekî Kurd na hesibînim.<br />
Ez hercar li goriya tecrûbe, hişmendî,<br />
derfet û Êzdînasîna xwe dêjim, gava<br />
ku meriv li herikandina mîtolgî,<br />
dîrok û zargotina me „Kurdên resen“<br />
binêren, merivê hingê bivînen ku,<br />
zimanê Kurdî yê zikmakî û tîpên<br />
elfaba Kurdî ji ber dengê lorîk,<br />
stran, kilam, çîrok, destan û zargotina<br />
ilm(beyt, cîvanok, duha,<br />
lawij û qewlên) Êzdiyatiyê hatine<br />
afirandin. Lê mixabin, “zanîn û<br />
agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar,<br />
berpirsyarên mal, komel, ol, partî û<br />
rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka<br />
olên li Kurdistanê û bi taybetî jî li<br />
ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me<br />
Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî<br />
pir kêm û lewaz en(*1)”. Lewma ez<br />
timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî<br />
Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî<br />
binivisînin û bixwînin!(*2)“. Tiştê ku<br />
ji min hatiye, min heta niha ev mafê<br />
bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi<br />
dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên<br />
ku di gelek kovar, malper û rojnamên<br />
Kurdî de hatine weşandin de jî daye<br />
xwanêkirin...<br />
Spas ji Xwedê re û „ez xwe zahf<br />
bextewarim dibînim ku, min karîbû<br />
bi guhirandina demê ra, gelek<br />
veguhastinên paş û pêşxistina çanda<br />
Kurdî li Ewrûpa yê bivînim..(*3)“ Lê<br />
ji aliyekî ve jî, ez gelekî xemgînim<br />
ku, îro „akademîkkar“, birêvebirên<br />
ol, mal, komel û medyayên me hêjî<br />
nebûne hêzeke civakî û netewî. Piraniya<br />
wan hêjî nizanin ku; ”EZDA<br />
navekî Xwedê ye û EZDAHÎTÎ jî<br />
Kemal Tolan<br />
maka hemû mîtologiyên xwezayî<br />
û pirtûkên pîroz e!, ew jî navê<br />
Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya<br />
zanîn û zimanên xerîban şaş<br />
didine xwanêkirin..(*4)”, nikarin<br />
di pêwendî, çapemenî û medyayên<br />
ragehandinên xwe de, bi elfabeya<br />
Kurdî ya bi tîpên latînî bi nivisînin<br />
û bidine xwandin. Belê hima wisa,<br />
ez gelekî pê diêşim ku, zahfê me<br />
hêjî mîtolgî, dîrok û zargotina xwe<br />
baş nasnakin û fêhmnakin ku hîmên<br />
Êzdîtiyê, tenê bi perwerdeha nasname<br />
ya Kurdî dikare were pêşxistin û parastin.<br />
Gelek ji me hêjî bawer nakin û<br />
nizanin, gava ku zarokên me jî weke<br />
me(evên wexata ku ji welat derketin<br />
û temenê me ji heft salan zêdetir<br />
bûn )di salên zarokatiya xwe de bi<br />
lorîk, stran, kilam, çîrok, destan,<br />
beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên<br />
Êzdîtiyê mezin nebin, ewê nikaribin<br />
bi zimanekî xerîban tenê, van<br />
pirsgirêka nasname ya ol û netewiya<br />
xwe bi ramanên xwe çareser bikin.<br />
Lewma jî min gotiye û dêjim, „Gava<br />
ku kevneşopên bingeha olekê neyêne<br />
jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî<br />
nikarin sedûhedên wê olê biparêzin.<br />
(*5)” Asîmlebûna zarokên Kurdên<br />
ku, li herêmên Kurdistanê û Ewrupa<br />
yê dijîn, ne tenê gunehê dewleta dagirker<br />
û welatê ku em lê dijîn e.<br />
Bi dîtina min, eger ku<br />
„akademîkkar“, civaknas“sosyolog”,<br />
birêvebirên olî, mal, komel û<br />
medyayên civaka me Êzdiyan, dixwazin<br />
bi rastî dîroka ola „Kurdên Resen“<br />
baş bidine naskirin û Êzdiyatiyê<br />
ji bo pêşerojê biparêzin; divê ew<br />
jî erka xwe ya netewî û dîrokî baş<br />
nasbikin, “mîna akademîsyenên<br />
xelqên dinê, bikevine nav wêje û<br />
zargotina Êzdiyan, wê kevnarî,<br />
rastiya baweriya Êzdîtiyê û dîroka<br />
me, ya ku dujminên gelê me bi darê<br />
zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya<br />
xwe guhastine, lêkolîn bikin<br />
û dewlemendiya ol, çande-folklor<br />
û dîroka Êzdîtiyê ne li goriya zane<br />
û dîroknasên xerîban û dagirkirên<br />
welatê me, bi dewletên xerîb û bi<br />
ciwanên me bidine naskirin.(*6)”.<br />
Ew bi pisporî û zanîna Êzdîtiyê<br />
sedemên ku ciwanên Êzdiyan xwe di<br />
nava biyaniyan da şermezar û biçûk<br />
dibînin bidine naskirin. Ew dev ji<br />
wan projektên mezinkirina kesayetî û<br />
navên rêxistinên ku gelekî binirxên,<br />
lê di kiryarên xwe de gelek fêda nadine<br />
endamên civakê, berdin. Ew jî<br />
li goriya tifaq û pisporiya xwe, bikevine<br />
nav wêjeya kevneşop û zargotina<br />
Êzdiyan, hemû tekstên lorîk, stran,<br />
kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok,<br />
duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê, yên ku<br />
oldarên me bi hemd anjî bê hemdî,<br />
lê dîroknivîsên dagirkirên welatê<br />
me û hevalbendên xwe, ew bi zanistî<br />
guhastine di navendekê de tomarbikin.<br />
Di peyra naveroka wan li<br />
goriya zimanê zikmakî sererastbikin<br />
û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên<br />
rêxistinên civaka Êzdî û endamên<br />
Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine<br />
pejirandin. Her weha ji bo zarok û<br />
ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî yên ku<br />
di dibistanên Almanya(û tevaya cîhên<br />
ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa ola<br />
xwe bi fermî bêne bêrwerdekirin,<br />
hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de<br />
bavêjin. .....<br />
Gava em di vê demê û di nava van<br />
derfetên ku îro hene de, xwe li ser<br />
bingehên civakî, olî, netewî û jiyana<br />
hevparî(întegrationê) birêxistin<br />
nekin, hemû rêveberên rêxistinên<br />
civaka Êzdî û endamên Meclisa<br />
Rûhaniyên Êzdiyan parastina xwandin,<br />
nivîsandin û axaftina bi zimanê<br />
zikmakî li ser xwe ferznekin û yên ku<br />
li diyasporayê dijîn yekbûna nasnama
kızılbaş - sayfa 44 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
zimanê olê(Kurdî) bi hemda xwe ne<br />
parêzin, êdî zarokên me yên ku xwe<br />
tenê bi zimanê tirkî, îranî-farsî, rusî,<br />
ermenî, ereb(îraqî û sûriyê)î, almanî<br />
û hwd.bidine naskirin jî, nikaribin<br />
weke zarokên xelqê, bi aqilmendî<br />
ji pêşeroja xwe re xwedî derkevin.<br />
Ciwanên me yê nikaribin van<br />
valeyên di dîroka me de hene, wekî<br />
ku di zargotina me de tê gotin, „dem<br />
bi demê re lê, her dem bi Xwedê<br />
re“ li goriya demê dagirin û wan<br />
mafên xwe yên ku hatine tûnekirin<br />
cardinê vegerînin. Lewma hêjî dêjim,<br />
“gava ku kevneşopên bingeha olekê<br />
neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên<br />
civakê jî nikarin sedûhedên wê olê<br />
biparêzin(*7)”. Wê „rewşenbîr, zahne,<br />
sazî, komel, dezgeh û rêxistinên<br />
partiyên Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin<br />
weke her dîn, civakê, çarenûsa xwe<br />
bihêz û rêxistbûna endamên Êzdîtiyê<br />
diyar bikin(*8).<br />
“Ez bi xemgînî dibînim û dibihîzim<br />
vêga hêjî hinek dîroknas, zahne,<br />
nivîskar, lêkolînvan û hwd. merivên<br />
Kurd û xerîb ku Êzdiyatiyê nas nakin<br />
hene û dibêjin, di Êzdiyatiyê de reform<br />
çê nabin û divê di Êzdiyatiyê de<br />
reform çêbivin.“ anjî wan reformên<br />
çê buhne nabînin !(*9) Weke ku<br />
min gotiye tifaq, rêxistbûn, xwe<br />
guhastinên xwezayî û “reform” bi<br />
gotinan tenê û li gor daxwaziya çend<br />
evdên ku “xwe întegre kirine, ji bo<br />
berjiwendiyên kesayetiya xwe bûne<br />
dr., parêzvan, civaknas û hwd., wisa<br />
yên ku bi îrada xwe nikaribûne”<br />
ji nasname civak û netewa xwe<br />
dûrketine çê nabin. Divê em baş<br />
bifikirin, bê çima pêşiyên me li ser<br />
wan evdên ku ji bo berjiwendiyên<br />
kesayetiyê ji ol, civak û netewa xwe<br />
dûrketine weha gotine: „Kesê ku bi<br />
kerî dînê xwe neyê, ew bi kêrî dînekî<br />
dinê jî nayê“ (*10). Anjî ka em li ser<br />
vê nêrîna „mîrê me Êzdiyên li cihanê,<br />
rêzdar Tahsin Seîd Beg ku digot, heke<br />
ku em zimanê xweyî Kurdî winda<br />
bikin, hingê emê ola xwe, Êzîdîtiya<br />
xwe, winda bikin. Heke ku em ola<br />
xwe winda bikin, emê zimanê xwe<br />
winda bikin…….(*11)“ baş bifikirin<br />
! ....<br />
Çi gava ku ez li ser vê nêrîna<br />
Mîrê me Êzdiyên li cihanê, rewşa<br />
„akademîkkar“, „berpirsyar“<br />
pêwendî, pirsgirêkên nasname,<br />
çapemenî û medyayên ragehandinên<br />
me Kurd(Êzdî)an difikirim, ev wêne<br />
û gotina Alman ya ku dêje „Am<br />
Ast sägen, auf dem man sitzt(siehe<br />
Grafik*12) - çiqilk(şax)ê darê, yê di<br />
bin xwe de ne bire“ tê bîra min. Weke<br />
ku ez ji vî wêne yî û vê gotina Alman<br />
fahmdikim, ew bîryar û xebata min<br />
a berê rast têxwanê kirin. Ez îro jî<br />
li goriya dîtina xwe, vî wêneyî û vê<br />
gotina Alman fahmdikim dêjim, eger<br />
ku endamên civaka me Êzdiyan wan<br />
kesên ku, hişên xwe hêjî ji gemara<br />
feodalîzmê-paşverûtiyê paqij nekirine,<br />
dêjin “divê olperestî ji siyasetê<br />
ra xizmetê bike..”, rumetê nadine pir<br />
rengiya olê û nêrînên cûde, ji dînê<br />
xwe derketine, di piraniya pêwendî,<br />
çapemenî-medyayên ragehandinên<br />
xwe de tenê bi zimanê xerîban kardikin<br />
û ji bo berjiwendiyên kesayetiya<br />
xwe bûne dr., parêzvan, hunermend,<br />
civaknas û hwd..... bikine rêberên<br />
sazî, mal, komel, dezgeh û rêxistinên<br />
ola xwe, hingê ew wî şax(çiqilk)ê ku<br />
zarok û ciwanên me li serê nasnama<br />
“Kurdên resen” naskirine, fêrbûnedibin(binêre<br />
li Grafik *12), bi fikir<br />
û ramanên xwe dibirin. Ew bixwe<br />
dibine sedem ku, zarokên me jî zû<br />
asîmîle bibin, ew ji ser kok(rih)a dara<br />
ol-netewa xwe bêne birîn û ji binehatina<br />
xwe dûrbibin. Lê, ”gava her<br />
tiştek li ser koka xwe şîn bibe, hingê<br />
tu hêz nikare vê kokê tûne bike.(*13)”<br />
Di dawiyê de ez dîsa dêjim, “<br />
ÊZDİYATÎ HAVEYNÊ MİRO-<br />
VATİYA MEZOPOTAMİYA YE<br />
Û Bİ TAYBETÎ JÎ GENCÎNEYA<br />
NASNAMEYA GELÊ KURD<br />
E(*14)„ ,“pêwîstiya Ezdahiyan bi<br />
xwandegehên ku hest û berjiwendiyên<br />
kesayetiyê di ser ya Xwedê nasînê<br />
de bilintir bikin, tûne ye(*15)” û<br />
„ez jî mîna sedayê mezin rahmetiyê<br />
Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e<br />
û wê „KÎ HİLGİRÎ VÎ BARÊ<br />
MİN„(*16)<br />
Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê<br />
Kevneşopên Êzdiyatiyê- 21.04.<strong>2014</strong><br />
*Çavkanî:<br />
1. http://www.lalish.de/modules.php<br />
name=News&file=article&sid=788<br />
2.ttp://yeziden.de/forum/board25-<br />
civata-bi-kurd%C3%AE/board26-<br />
%C3%A7and-%C3%BB-huner/761-<br />
bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post248<strong>38</strong><br />
3. http://www.dergush.com/modules.<br />
phpname=News&file=article&s<br />
id=2143<br />
4. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/<br />
Baldarî: Weke ku hûn dibînin, ez jî bi<br />
hemda xwe bi van peyvên; Ezdahîtî,<br />
ÊZDÎTÎ, Êzdiyatî, Êzdî û Êzdiyan<br />
kardikim û ez baş dizanim ku maka<br />
van peyvan tevan, peyva EZDA ya ku<br />
navekî Xwedê ye K.T. !<br />
5. http://www.welatperwer.com/gavaku-kevnesopen-bingeha-oleke-kemaltolan/<br />
6. http://www.ciwanen-ezidi.de/<br />
pdf/012.pdf<br />
7.http://www.civata-kurd.de/ku/<br />
culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar<br />
8.http://gelawej.net/index.php/kemal-tolan/7534-pewiste-em-ezdi-jicarenusa-xwe-bihez-u-rexistbunaendamen-ezditiye-diyar-bikin.html<br />
9. http://www.rojava.<br />
net/19.08.20<strong>05</strong>kemaltolan-ezidi.htm<br />
10. http://www.lalish.de/modules.php<br />
name=News&file=article&sid=1134<br />
11. http://www.pen-kurd.org/kurdi/<br />
kemal-tolan/ji-rewsenbir-u-pesengencivaka-ezdi-re.html<br />
12.https://encrypted-tbn3.gstatic.com/<br />
imagesq=tbn:ANd9GcSTb3jd7Po32y<br />
wpv_glNQK4O<br />
WalSHxhvWcw1ZZCEOHuaKxNbQ2<br />
yoA<br />
13. http://www.helbestvan.com/<br />
nasandina-ola-ezditiye-mezindibinim-%E2%80%8F-kemal-tolan/<br />
14. http://www.ike-europa.com/Article.aspxarticleid=680&authorid=21<br />
15. http://www.argun.org/2011/11/13/<br />
pewistiya-ezdahiyan/<br />
16. http://www.dengeazad.com/News-<br />
DetailN.aspxid=5331&LinkID=142
kızılbaş - sayfa 45 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Diyanet,<br />
Siyaset ve<br />
Kürdler<br />
Ruşen Arslan<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı[i], Şer’iye ve<br />
Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması üzerine<br />
3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı<br />
Kanunla kuruldu. Ardından 430 ve 431<br />
numaralı kanunlarla Hilafet ilga edildi<br />
ve öğrenim birliğini sağlayan Tevhid-î<br />
Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Ancak Diyanet<br />
ilk kez, 1961 Anayasasının 154.<br />
maddesi ile anayasal bir kurum haline<br />
getirildi. 1982 Anayasası ise Diyanet<br />
ile ilgili 136. maddesinde düzenleme<br />
yaptı. Her iki Anayasanın ortak özelliği<br />
Diyaneti genel idare içine yerleştirmiş<br />
olmalarıydı. 1961 Anayasası<br />
Diyanetin görevlerini özel kanuna bırakmışken,<br />
1982 Anayasası 154. Maddesinde,<br />
“Genel idare içinde yer alan<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi<br />
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve<br />
düşüncelerin dışında kalarak milletçe<br />
dayanışma ve bütünleşmeyi amaç<br />
edinerek özel kanunlarda gösterilen<br />
görevi yapar” şeklinde görev tanımı da<br />
yapıyordu.<br />
Diyanetle ilgili hukuki düzenleme serüveni,<br />
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin<br />
kuruluş felsefesi ve yapılanması, özellikle<br />
de “laiklik” anlayışı ile yakından<br />
ilgilidir. Laiklik, 1937’deki Anayasa<br />
değişikliği ile ilk kez anayasal bir kurum<br />
olarak sahneye çıkmıştır. Ancak,<br />
Türk usulü laikliğe giden yol, İnkılâp<br />
Kanunları denen sekiz kanunun kabulü<br />
ile döşenmiştir. 1982 Anayasasının<br />
174. maddesi ile koruma altına alınan<br />
kanunlar sırasıyla şunlardı: Tevhidi<br />
Tedrisat Kanunu, Şapka İktisâsı Hakkında<br />
Kanun, Tekke ve Zaviyelerle<br />
Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar<br />
ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına<br />
Dair Kanun, evlendirme akdinin<br />
nikâh memuru huzurunda yapılacağına<br />
dair Türk Medeni Kanunun ilgili<br />
hükmü, Beynelmilel Erkanın Kabulü<br />
Hakkında Kanun, Türk Harflerinin<br />
Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun,<br />
Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Ünvanların<br />
Kaldırıldığına Dair Kanun<br />
ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine<br />
Dair Kanun.<br />
Osmanlı İmparatorluğu enkazı üzerine<br />
kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde,<br />
inkılâp kanunları ile modern bir<br />
toplum yaratılacağına ve çağdaş batı<br />
medeniyetine ulaşılacağına inanılıyordu.<br />
Çoğu üç çeyrek asır önce kabul<br />
edilen bu kanunlar üzerindeki tartışmalar<br />
durulmuş değil. Ancak, başka<br />
bir makalede tartışacağımız inkılâp<br />
kanunları, büyük ölçüde tek ulus, tek<br />
dil yaratma amacına hizmet etti ve<br />
devlet yönetimini dinin etkisinden<br />
kurtarmaya, dini devletin denetimine<br />
sokmaya yaradı. İşte Türk usulü laiklik<br />
böylece doğdu. Cumhuriyetin kurucularına<br />
göre, dinin devlet işlerinin<br />
yönetilmesinde etkisiz hale getirilmesinin<br />
yanında, denetimi de gerekliydi.<br />
Bunun için batıdaki anlamıyla benzer<br />
kurumlarını da alarak laiklik oluşturulamazdı.<br />
Aksine, devletin dini kontrol<br />
etmesini sağlayacak bir kurum oluşturulmalıydı.<br />
İşte Diyanetin kuruluş<br />
felsefesi bu oldu. Nitekim Anayasa<br />
Mahkemesi’nin, “Din işlerini yapanların<br />
memur sayılmasının, Anayasanın<br />
laiklik ilkesine aykırı olduğu ve din<br />
adamları sınıfı yaratıldığı” iddiasıyla<br />
Birlik Partisi tarafından açılmış olan<br />
davayı reddeden kararının gerekçesi<br />
bu duruma işaret etmektedir: “Dinin<br />
devletçe denetiminin yürütülmesi, din<br />
işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli<br />
olarak yetiştirilmesi yoluyla dini<br />
taassubun önlenmesi ve dinin toplum<br />
için manevi bir disiplin olmasının sağlanması<br />
ve böylece Türk milletinin<br />
çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi<br />
ana ereğinin gerçekleştirilmesi<br />
gibi nedenlere dayanmaktadır… Devletin<br />
bu alandaki yardımı ve Diyanet<br />
İşleri kuruluşu görevlilerinin memur<br />
sayılması, devletin din işlerini yürüttüğü<br />
anlamına gelmeyip ülke koşullarının<br />
zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun<br />
bir çözüm bulmak erek ve anlamını<br />
taşımaktadır.”[ii]<br />
Türk usulü laiklik, hem dini çevrelerce,<br />
hem de batılı anlamdaki bir laikliğin<br />
uygulanması gerektiğini savunanlarca<br />
eleştirilmektedir. Makalenin<br />
sınırları içinde kalmak için, bunları<br />
uzun uzadıya anlatmayacağım. Ancak<br />
İslami kimliği önde olan yazarlardan<br />
Abdurahman Dilipak’ın bir sözüne<br />
değinmeden geçemeyeceğim: Dilipak,<br />
“Bugünkü tapu kadastro memuru statüsündeki<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın<br />
Müslümanları temsil etmesi düşünülemeyeceği<br />
gibi mecburi din dersleri de<br />
olamaz. Bu hem Müslümanlığa hem de<br />
laikliğe aykırıdır” demektedir.[iii]<br />
DİYANET VE SİYASET<br />
İslam’da din ve devletin birlikteliği,<br />
ister istemez din ile siyaseti iç içe<br />
geçirmiştir. Hele dini denetlemek ve<br />
resmi ideolojiye uygun biçimde, yeri<br />
geldiğinde kullanmak üzere kurulmuş,<br />
yüz binin üzerinde personeli bulunan<br />
ve devlet bütçesinin en aşağı yüzde<br />
ikisine sahip bir kuruluşun siyaset<br />
dışı kalması düşünülemez. Kaldı ki<br />
Anayasanın 136. Maddesi, Diyanete<br />
“Toplumsal birleşme ve bütünleşmeyi<br />
sağlama” görevi yüklemiştir. Toplumsal<br />
birleşme ve bütünleşme ise, siyasi<br />
bir amaç olup, ancak siyasi çalışmayla<br />
sağlanır<br />
Cumhuriyetin tek ulus, tek dil yaratma<br />
ülküsünden Diyanete düşen ilk siyasi<br />
görev, ezanın Türkçeye çevrilmesini<br />
savunmak olmuştur. Cumhuriyetin<br />
ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi<br />
(Börekçi), “Ezanın Türkçeleştirilmesinin<br />
ulusal politikaya daha uygun<br />
olduğunu savunmuştur.[iv] Demek ki<br />
Diyanete göre ulusal politika, çalışmada<br />
dinden üstün tutulması gereken bir<br />
olgudur.<br />
Diyanet Gazetesinin Nisan 1982 tarihli<br />
278. sayısında, “Bugün bir dış politika<br />
olayında, bir dış politika tercihinde<br />
sözümüz, gözümüz var” deniyor.[v]<br />
Yazının yayınlandığı tarihte 12 Eylül<br />
askeri cuntasının iktidarda olduğunu<br />
hatırlamamız gerekir. Zaten Diyanetin<br />
askeri darbe ve müdahaleleri desteklediğini,<br />
iktidarın meşrebine göre<br />
hareket ettiğini görürüz. Örnek olarak<br />
Ahmet Yaşar Akkaya’nın kamuoyu<br />
ile paylaştığı ve 2 Mart 2004 tarihli<br />
Zaman-Pazar’da yayınlanan bir belgeden<br />
söz etmek istiyoruz. Belgede<br />
“27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen ilk
kızılbaş - sayfa 46 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
askerî darbe sonrasındakiler gibi kanlı<br />
oldu. Hükümetin başbakanı ve iki bakanı<br />
idam edildi. Darbeciler, yaptıkları<br />
işin memleket hayrına olduğuna vatandaşları<br />
inandırmak için Diyanet İşleri<br />
Başkanlığı’nı kullandı dersek yanılmış<br />
olmayız. Zira Diyanet, müftülüklere<br />
gönderilen telgraf emirlerinde, darbeye<br />
ve darbecilere destek vermeyenlerin<br />
hem bu dünyada hem de ahirette çekeceklerini<br />
yazıyordu. Vaizlerin hadis ve<br />
ayetlerle vatandaşları darbenin hayırlı<br />
bir eylem olduğuna ikna etmelerine<br />
dair müftülüklere yazılı belgeler gönderiliyordu”<br />
denmektedir.[vi]<br />
KÜRT MÜFTÜLERİN MİT’E<br />
İHBARI<br />
A. Dilipak’ın deyimiyle bir kadastro<br />
memurundan farksız olan Diyanet<br />
İşleri Başkanının, teşkilatı resmi ideolojinin<br />
gereklerine ve hükümetlerin<br />
isteğine uygun yönetip yönlendirmesi<br />
bir zorunluluk olur. Teşkilattaki görevlilerden<br />
istenen de budur. Yani ulu’l<br />
emre itaat. Ne var ki, Diyanete bağlı<br />
olarak çalışanların sayısı 100 binin<br />
üzerindedir. Böyle bir kitlede, resmi<br />
görüş dışına çıkan muhaliflere her zaman<br />
rastlanır. Bunlardan bir grup da<br />
Kürtlerin ulusal demokratik haklarını<br />
savunan ve bunlar için mücadele eden<br />
Kürt din görevlileridir.<br />
Diyanet, kuruluşundan bu yana resmi<br />
ideolojiye uygun bir tavır içinde oldu.<br />
İştar Gözaydın, “1960’lardan itibaren<br />
siyasette ve devlet yapılanmasında gittikçe<br />
yaygınlaşan milliyetçi-mukaddesatçı<br />
siyasalardan Diyanetin de payını<br />
aldığını” belirtmektedir.[vii] Gözaydın<br />
tespitinde haklıdır. Zaten Diyanet<br />
İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma<br />
Yönergesi’nin 54/e maddesi, Diyanete<br />
“Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik<br />
yıkıcı ve bölücü akımlar ile misyonerlik<br />
ve asimilasyon faaliyetlerini izlemek”<br />
görevini veriyor. Bölücülükten<br />
kastın, Kürt meselesi ile ilgili çalışmalar<br />
olduğu açıktır.<br />
Yönergenin 54/e maddesindeki hukuki<br />
düzenlemede “izlemek” sözcüğünün,<br />
hafiyeciliği çağrıştırdığına dikkat<br />
çekmek isterim. Bunun ilginç bir örneğini,<br />
1965-1966 yıllarında Diyanet<br />
İşleri Başkanı olan İbrahim Bedrettin<br />
Elmalılı’nın, bazı Kürt müftüleriyle<br />
yine Kürt olan Diyanet İşleri Başkan<br />
Yardımcısı Yaşar Tunagür ve Devlet<br />
Bakanı Refet Sezgin’i “bölücülük”<br />
ithamıyla MİT’e ihbar etmesinde görürüz.<br />
MİT’e Diyanet İşleri Başkanı<br />
İbrahim Bedrettin Elmalılı tarafından<br />
verilen raporda adları geçen Abdurahman<br />
Dürre, Şehmus Alkoç, Mehmet<br />
Şirin Doğan, Ali Arslan ve Diyanet İşleri<br />
Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür<br />
ile Devlet Bakanı Refet Sezgin’i kısaca<br />
tanıtmak gerekiyor.<br />
Yaşar Tunagür 1924 Beşiktaş doğumludur.<br />
Aslen Siirt’in Hesras Nahiyesi<br />
Zivzîk köyündendir. Çeşitli il ve ilçelerde<br />
müftülük yaptıktan sonra, 1965<br />
yılında Diyanet İşleri Başkanı İbrahim<br />
Elmalılı’nın yardımcılığına atanıyor.<br />
[viii] Feqî Hüseyin Musa Sağnıç’tan<br />
Tunagür’ün kendini açığa vermeyen<br />
bir Kürt yurtseveri olduğunu duymuştum.<br />
Saidi Nursi’nin görüşlerinden<br />
etkilenmiş bir din adamı olarak tanınırdı.<br />
Bu özelliğinden ötürü, Fetullah<br />
Gülen’i koruduğu ve İzmir’e atadığı<br />
ve Fetullah Gülen’in çeşitli vesilelerle<br />
Tunagür’den saygı ile söz ettiği bilinir.<br />
1960’lı yılların sonlarında özellikle<br />
Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim<br />
gazetesinde aleyhinde yazılar çıktı.<br />
Rabıtatül İslam üyesi olduğu iddia ediliyordu.<br />
12 Mart’ta altı ay kadar tutuklu<br />
kaldı. Ankara Yıldırım Bölge’de bir<br />
süre birlikte gözaltında kaldık ve kendisini<br />
orada yüz yüze tanıdım.[ix]<br />
Refet Sezgin, 1925 Bitlis doğumlu<br />
olup, iki dönem Adalet Partisi’nden<br />
Çanakkale milletvekilliği ve bir dönem<br />
de senatörlük yaptı. Demirel hükümetlerinde<br />
Devlet ve Enerji ve Tabii Kaynaklar<br />
Bakanı görevlerinde bulundu.<br />
Abdurrahman Dürre, 1934 yılında<br />
Malazgirt’in Kêranlix köyünde doğdu.<br />
Medresede din tahsili yaptı. Tutak, Digor,<br />
Devrek ve Sinop’un Erfelek ilçesinde<br />
Müftülük yaptı. 12 Mart’ta birlikte<br />
DDKO davasından yargılandık.<br />
1973, 1977 seçimlerinde Muş’tan CHP<br />
milletvekili adayı oldu ve kazanamadı.<br />
Yazarlık ve şairlik yanı da olan Dürre,<br />
2012 yılında Almanya’nın Köln kentinde<br />
vefat etti.<br />
Mehmet Şirin Doğan, 1922 yılında<br />
Bitlis’in Mutki ilçesinde doğdu. Varto<br />
ve Muş’ta müftülük yaptı. Aydın’a<br />
müftü olarak atandı ve bir süre sonra<br />
istifa ederek İstanbul’a yerleşti. İyi bir<br />
din âlimi olarak tanınırdı. İstanbul’da<br />
da din âlimi olarak birçok talebe yetiştirdi.<br />
2013 yılında vefat etti.<br />
Ali Arslan, 1934 yılında Ağrı’nın Eleşkirt<br />
ilçesinde doğdu. İstanbul ve Çankırı<br />
Müftülüklerinde vaizlik yaptı. Tekirdağ<br />
müftüsüyken açığa alınmış, 12<br />
Mart’ta hakkında soruşturma yapılmış<br />
ve hakkındaki soruşturma takipsizlikle<br />
sonuçlanmıştı. 43 eser tercüme<br />
etmiştir<br />
Şehmuz Alkoç, 1910 Diyarbekir doğumlu,<br />
Maden müftüsü iken, İbrahim<br />
Elmalılı tarafından Lüleburgaz müftülüğüne<br />
atandı. 12 Mart’ta DDKO’dan<br />
dolayı hakkında açılan soruşturmada<br />
takipsizlik kararı verildi<br />
12 Mart askeri müdahalesi döneminde,<br />
Başbakan Yardımcılığı MİT’ten Abdurahman<br />
Dürre, Ali Arslan ve Şehmus<br />
Alkoç hakkında bilgi istiyor. O zaman<br />
MİT Müsteşarı olan Korgeneral Fuat<br />
Doğu imzasıyla, Başbakan Yardımcılığına<br />
291223 sayılı bir dosya sunuluyor.<br />
Üst yazıda, “Bilgi istenen kişilerden<br />
Abdurahman Dürre dışındakiler hakkında<br />
dokümanter bilgi bulunmadığı”<br />
belirtildikten sonra, “Abdurahman<br />
Dürre’ye ait dosya içindeki dokümanlar;<br />
Diyanet İşleri Eski Başkanlarından<br />
İBRAHİM ELMALI(LI) tarafından<br />
Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı,<br />
Milli Güvenlik Kuruluna ve Müsteşarlığımıza<br />
verilmiştir” deniyor.<br />
1965-1966 yılları arasında Diyanet İşleri<br />
Başkanlığı yapan ve Millet Partisi’nden<br />
bir dönem İstanbul ve bir dönem de Afyonkarahisar<br />
milletvekili olan İbrahim<br />
Elmalılı’nın MİT’e yazdığı ihbar dilekçesi<br />
6 Eylül 1966 tarihlidir.<br />
İbrahim Bedrettin Elmalılı’nın, dilekçe<br />
şeklinde MİT’e verdiği rapor, “Aylardan<br />
beri Başkanlığımızı huzursuz<br />
eden bir tertiple karşı karşıya bulunmaktayız.…<br />
İçten ve dıştan olmak üzere<br />
çift yönlü harekete geçirilen bu oyun<br />
muavinim Yaşar Tunagür tarafından<br />
tezgâhlanmakta, Diyanet İşleri Başkalığını<br />
tedvire memur Devlet Bakanı<br />
Refet Sezgin tarafından fiil sahasına<br />
konulmaktadır” diye başlıyor. Başkan<br />
Elmalılı’ya göre, Bakan Refet Sezgin<br />
ile Yaşar Tunagür hemşeri ve çocukluk<br />
arkadaşıdırlar. Elmalılı, Tunagür’ün<br />
azil, tayin, emeklilik işleri ile yetkilerini<br />
elinden alıp bu yetkileri ikinci yardımcısı<br />
Cemalettin Kaplan’a[x] verdiğinde,<br />
Bakan Sezgin’in feveran ettiğini<br />
ve “Yaşar Tunagür için bütün Diyanet<br />
teşkilatını feda edebileceğini” söylediğini<br />
iddia ediyor.
kızılbaş - sayfa 47 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
İbrahim Elmalılı’nın ihbar dilekçesi,<br />
üç sonuç doğuruyor: Birincisi Abdurrahman<br />
Dürre, Şehmuz Alkoç ve Ali<br />
Arslan hakkında 12 Mart döneminde<br />
Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcılığı<br />
soruşturma açıyor. Ali Arslan ve<br />
Şehmuz Alkoç hakkında takipsizlik<br />
kararı veriliyor. Abdurrahman Dürre<br />
hakkında ise dava açıldı ve DDKO<br />
Davası'ndan yargılanarak beraat etti.<br />
İkinci sonuç; Yine 12 Mart döneminde<br />
Yaşar Tunagür’ün Ankara Sıkıyönetim<br />
Komutanlığı’nca gözaltına alınıp yargılanmasıdır.<br />
Çünkü hakkındaki ihbar<br />
dilekçesinde, “…Ali Arslan, Abdurahman<br />
Dürre ve diğer Şarklıların Diyanetteki<br />
işlerinin Yaşar Tunagür tarafından<br />
takip edildiği anlaşılmaktadır”<br />
suçlamasında bulunuluyordu. Böyle<br />
bir “suçlama”, o günkü şartlarda yargılama<br />
gerektirirdi. Yaşar Tunagür de<br />
yargılama sonucu beraat etmiştir.<br />
Elmalı'nın MİT’e verdiği dilekçesinin<br />
üçüncü sonucu ise Refet Sezgin hakkında<br />
meclis soruşturması açılmasıdır.<br />
TBMM’nin Birleşik Toplantısının<br />
17.<strong>05</strong>.1972 tarihli 12. Birleşiminde,<br />
Devlet Bakanları Refet Sezgin ile Hüsamettin<br />
Atabeyli haklarında meclis<br />
soruşturması açılması kararlaştırılıyor.<br />
[xi] Komisyonun hazırlayıp TBMM’ne<br />
sunduğu raporda, “Yaşar Tunagür hakkındaki<br />
yedi sayfalık MİT raporu da<br />
Bakana takdim edilmiştir. Yaşar Tunagür<br />
hakkında soruşturma açılmaması<br />
ve Abdurrahman Dürre hakkındaki<br />
raporun bekletilmesi, sadece disiplin<br />
kuruluna sevk edilmesi adı geçene isnat<br />
edilen suçların nev'i itibariyle Bakanlık<br />
görevinin hüsnü ifasıyla kabili<br />
telif mütalâa olunmamıştır.” denmekte<br />
ve Refet Sezgin hakkında soruşturma<br />
açılması istenmektedir.<br />
İbrahim Elmalılı, Müftü Mehmet Şirin<br />
Doğan ve Abdurrahman Dürre hakkında<br />
soruşturma açtığında, her ikisinin<br />
de ev ve işyerlerinde Diyanet müfettişlerince<br />
arama yaptırmıştır.<br />
Resmi kurum olan Diyanetin, Kürt<br />
meselesi karşısındaki tavrı, diğer resmi<br />
kurumlardan özde değil, görev<br />
alanı açısından farklıdır. Diyanet, işi<br />
Süleymaniye Camiinin minarelerine<br />
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”<br />
diye mahya asmaya kadar vardırmıştır.<br />
Diyanetin Türk milliyetçiliğini<br />
önde tutan tavrı, özellikle hutbelerde<br />
söylenenlerin yarattığı tepki üzerine,<br />
Kürtler bazı yerlerde cami dışında<br />
toplu sivil Cuma namazları kılmaya<br />
başladı. Sivil Cuma namazlarından,<br />
AKP iktidarı çok tedirgin oldu. Çünkü<br />
bu hareket, dinin devlet tarafından denetlenmesini<br />
imkânsızlaştırdığı gibi,<br />
özellikle Hanefi tarikatına göre düzenlenmiş<br />
Türk Müslümanlığı için de<br />
tehlike oluşturuyordu. Barış sürecinin<br />
ilk kurbanının sivil Cuma namazları<br />
olduğuna da belirterek geçelim.<br />
Diyanetin Kürt meselesindeki tarihi<br />
misyonuna uygun son uygulaması,<br />
İslam Ansiklopedisi’nde yaşandı.<br />
Diyanet Vakfı’nın çıkardığı 44 ciltlik<br />
İslam Ansiklopedisi’nin hiçbir yerinde<br />
“Kürtler”, “Kürdistan” ve “Kürtçe”<br />
geçmiyor. İbrahim Sediyani’nin<br />
03.02.<strong>2014</strong> tarihli Taraf gazetesinde<br />
bunu eleştiren bir yazısı çıktı. Sediyani<br />
yazısında, “Varlığımızı inkâr<br />
eden, kimliğimizi bile tanımayan bir<br />
kurum bize İslam’ı öğretemez” diyor.<br />
Zaten yazısının başlığını da “Lekum<br />
dînikum weliye dîn” (sizin dininiz size,<br />
bizim dinimiz bize)den etkilenerek,<br />
“Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürt’lerin<br />
dini Kürtlere” koymuş.<br />
--------------------------<br />
[i] Bundan sonra, kısaltılmış adıyla Diyanet<br />
diye söz edeceğiz.<br />
[ii] Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971<br />
gün, E: 1970/53, K: 1971/76, sayılı kararı,<br />
15.06.1972 tarih ve 14216 sayılı Resmi<br />
Gazete.<br />
[iii] Abdurrahman Dilipak’ın “Bu<br />
Din Benim Değil” eserinden aktaran<br />
İştar Gözaydın, Diyanet – Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi,<br />
(İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı<br />
2009), s. 284.<br />
[iv] İştar Gözaydın, age. s. 24.<br />
[v] Aktaran İştar Gözaydın, age. s. 155.<br />
[vi] Fatma Turan, Kevser Kulaksız,<br />
“Siyasetin Gölgesinde Diyanet”,<br />
Zaman (Pazar) 2 Mart <strong>2014</strong>.<br />
[vii] İştar Gözaydın, age, s. 220.<br />
[viii] Cemal A. Kalyoncu, “Hoca, ya sen<br />
sosyalistsin ya da biz Müslüman”, Aksiyon,<br />
13 Mayıs 2012.<br />
[ix] Ruşen Arslan, Cim Karnında Nokta<br />
-Anılar-, (İstanbul: Doz Yayınevi 2006),<br />
s. 152<br />
[x] Cemalettin Kaplan DİB’de müfettişlik,<br />
Özlük İşleri Müdürlüğü, Başkan Yardımcılığı<br />
görevlerinde bulundu. Adana<br />
Müftülüğünden emekli oldu. 1980 askeri<br />
darbesinden sonra Almanya’ya gitti ve<br />
orada İslami Cemaatler ve Cemiyetler<br />
Birliği’ni kurdu. Türkiye’de şeriat devleti<br />
kurulması için çaba gösterdi. Kendisini<br />
Anadolu Federe İslam Devleti daha sonra<br />
da Hilâfet Devleti reisi ilan etti. 15 Mayıs<br />
1995’te Almanya’da vefat etti.<br />
[xi] 29.<strong>05</strong>.1972 tarih ve 14199 sayılı Resmi<br />
Gazete<br />
Kürd Tarihi Dergisi'nin 12.ci sayısından<br />
alınmıştır.<br />
Kaynak:<br />
http://www.kurdistan-post.eu/tr/analiz/<br />
diyanet-siyaset-ve-kurdler-rusen-arslan<br />
Sipariş ve iletişim bilgileri<br />
EL YAYINLARI<br />
Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İSTANBUL<br />
Tel/faks: 0(212) 361 80 10 elyay2001@mynet.com<br />
www.elyayinlari.com<br />
el yayınlarından yeni çıkan<br />
anadolu’da parlayan ışık<br />
ALEVİLİK
kızılbaş - sayfa 48 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Hasan Sabbah<br />
ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi<br />
Başbakan'ın Gülen Cemaati'ni Haşhaşilere<br />
benzetmesi, hafta boyu gündemdeydi.<br />
Erdoğan'a göre Haşhaşiler sırf<br />
öldürmek için öldüren bir katiller sürüsü.<br />
Peki kaynaklar ne diyor Bakalım...<br />
Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış<br />
tarihi<br />
Siyasi kültürümüzün yeni unsuru, birini<br />
eleştirirken İslam tarihinden figürler<br />
ve olaylarla bugünün kişileri ve<br />
olayları arasında paralellikler kurmak.<br />
‘Analoji yapmak’ diyorlar buna. Numan<br />
Kurtulmuş’un henüz Saadet Partisi<br />
Başkanı iken “Harun gibi geldiler,<br />
Karun gibi gittiler… firavunlaştılar”<br />
demesi, Başbakan Erdoğan’ın, Irak<br />
Başbakanı Nuri El Maliki’yi eleştirirken<br />
“…. yapanlar Yezid’in izindedir”<br />
demesi buna örnek. Analoji yoluyla<br />
eleştirinin faydası, o anolojinin kolektif<br />
hafızadaki yerinin genişliğine<br />
ve derinliğine bağlı olarak, eleştirilen<br />
konuyla ilgili olmayanların bile dikkatini<br />
çeken bir eleştiriye dönüşmesi.<br />
Bir diğer faydası ise, benzemezlikleri<br />
farkedenlere ‘benim kastettiğim aslında<br />
şuydu’ demeye olanak sağlayacak<br />
geniş anlam yelpazesi. Başbakan’ın<br />
son analojisi, Cemaat’i Haşhaşilere<br />
benzetmek. Bir haftadır medyada<br />
Haşhaşiler üzerine bir çok yazı yayımlandı.<br />
Çoğu, birbirinin tekrarı olan bu<br />
yazıların ortak noktası, Başbakan’ın<br />
zihinlerde oluşturmaya çalıştığı ‘Haşhaşi’<br />
imajını pekiştirmeye yönelikti.<br />
Bu imaja göre ‘Haşhaşi’ler ‘sırf öldürmek<br />
için öldüren katiller sürüsü’ idi.<br />
Ancak bu analojinin hedefindeki Gülen<br />
Cemaati’ni, bu imajdan çok, muhtemelen<br />
‘Haşhaşi’lerin Şiiliğin İsmailiye<br />
Prof. Ayşe Hür<br />
kolundan olması hasebiyle ‘sapkın’lık<br />
iması rahatsız etti. Bu yazıda yeni bir<br />
şey söyleyip söylemediğimin takdirini<br />
sizlere bırakıyorum. Umarım, bugüne<br />
dek bildiklerinizin üstüne ufacık da<br />
olsa bir bilgi eklerim.<br />
İSMAİLİLİK ÖĞRETİSİ<br />
Hasan Sabbah, Şiiliğin İsmailiye koluna<br />
bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap<br />
ailesinin çocuğu olarak 1<strong>05</strong>2 veya 1<strong>05</strong>3<br />
yılında İran’ın Kum şehrinde dünyaya<br />
gelmişti. Kum, 12 İmam inancına dayalı<br />
Şiiliğin kalelerinden biriydi. Bazı<br />
kaynaklara göre Sabbah ailesi Yemenli<br />
Himyerilerdendi. Bazılarına göre Deylemli<br />
bir Farisi idi. Rey’de ve Kum’da<br />
eğitim gören Hasan I·sfahan’da Re’îs<br />
Ebü’l- Fadl’ın yanında I·smaîlî doktrinini<br />
ögˆreneceği iki yıl geçirdi. İsmaililik,<br />
Altıncı İmam Cafer es-Sadık<br />
765 yılında öldüğünde, Yedinci İmam<br />
olarak Musa bin Cafer el Kâzım'ın yerine<br />
Cafer-i Sadık'ın kendisinden önce<br />
ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ'fer el-<br />
Mûbarek'i Yedinci İmâm olarak kabul<br />
eden Şii mezhebiydi. 899 yılında Bayreyn’deki<br />
İsmaililerin (Karmatiler deniyordu<br />
bunlara) giriştiği katliamlar;<br />
925 yılında Karmatiler yüzünden Hac<br />
farizesinin gerçekleştirilememesi, 930<br />
yılında Karmatilerin Mekke’ye saldırması,<br />
hacıları katletmesi, Kabe’ye<br />
zarar verilmesi, Hacer’ül-Esved taşının<br />
sökülüp götürülmesi (taş ancak 20<br />
yıl sonra Fatımi Halifesi Mansur’un<br />
ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl<br />
boyunca Mekke’ye Hac’cı engellemeleri<br />
yüzünden İsmailiye mezhebi, Sünni<br />
yazarlar tarafından hep kötü anılacaktı.<br />
Parantezi kapatıp devam edersek, Hasan<br />
Sabbah bir gün hocasına “Sadece<br />
güvenilir iki dosta sahip olsaydım,<br />
bu hükümdarlıgˆı (Büyük Selçuklu<br />
Devleti’ni kastediyor) yıkardım”<br />
deyince, hocası, Hasan’ın aklından<br />
endis¸e ederek, onu özel yemekler ve<br />
ilaçlarla tedaviye koyulmuş, bunun<br />
üzerine Hasan Sabbah İshafan’dan ayrılarak<br />
İsmaili mezhebinin kalbi olan<br />
Mısır’a doğru yola çıkmıştı.<br />
ALAMUT’DA DERVİŞ CUMHU-<br />
RİYETİ<br />
1080 yılında Isfahan’a geri dönen<br />
Hasan Sabbah’ın Selçuklu Devleti’ni<br />
yıkma planlarından vazgeçmediği anlaşıldı<br />
çünkü Hasan Sabbah, 1090’da<br />
müritleriyle birlikte Hazar Denizi<br />
yakınlarındaki Kazvin bölgesinde,<br />
Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp<br />
kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni<br />
(Arapça Aluh-amu’t) bir iddaya göre<br />
cahil bir köylüden satın aldı. (Deylem<br />
dilinde ‘Kartal’ın Ögˆretimi’ anlamına<br />
gelen bu adı, Batılılar ‘Kartal Yuvası’<br />
diye tercüme edeceklerdi.)<br />
Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölümüne<br />
kadarki 34 yıl içinde hiç ayrılmadığı<br />
Alamut’ta Faik Bulut’un deyimiyle<br />
‘eşitlikçi dervişan cumhuriyeti’ kurmuştu.<br />
Ayrıca muazzam bir kütüphane<br />
oluşturduğu, dönemin ünlü bilginlerini<br />
burada ağırladığı rivayet ediliyordu.<br />
Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan<br />
Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi<br />
ve digˆer ilim dallarında kabiliyetli ve<br />
mahir oldugˆunu anlatacaktı.
kızılbaş - sayfa 49 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah<br />
Alamut’ta İslam’ın sapkın bir versiyonunu<br />
uygulamış, şarabı serbest bırakmışt.<br />
Faik Bulut’un Şii kaynaklardan<br />
edindiği bilgilere göre ise (Faik<br />
Bulut’un sözleriyle) “Mizaç olarak<br />
çileci ve münzevi bir hayat süren Hasan<br />
Sabbah, hükmettiği kalede çalgı<br />
çalmayı, içki içmeyi yasaklamıştı. Son<br />
derece eşitlikçi ve kuralcıydı. Kimseyi<br />
kayırmaz, yakınlarını asla kollamaz;<br />
herkese karşı aynı adaleti uygulardı.<br />
Oğullarından Muhammed’i içki içti<br />
diye, üstad Hüseyni’yi de ünlü davetçi<br />
Hüseyin Kaini cinayetine karıştığı<br />
için gözünü kırpmadan öldürdü. (…)<br />
İzleyen yıllarda çevreyi kasıp kavuran<br />
kuraklık yüzünden, hanımını ve kızını<br />
kaledeki diğer kadınlarla birlikte sade<br />
hayata alışmaları ve halkla dayanışma<br />
babından çalışmaya gönderdiği köylerden<br />
bir daha geri” çağırmamıştı…<br />
NİZAMÜLMÜLK’E SUİKAST<br />
Ancak Hasan Sabbah’ı çağdaşı liderlerden<br />
ayıran, suikastı bir siyaset aracı<br />
olarak etkin biçimde kullanmasıydı.<br />
Bu suikastlardan en önlüsü 1092 yılında<br />
Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü<br />
veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olandı.<br />
Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’l-<br />
Mülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ül-<br />
Mülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmışlar<br />
ama başarısız olmuşlardı. Ardından<br />
da Nizam’ül-Mülk şüpheli biçimde öldürülmüştü.<br />
Bu cinayetin Melikşah’ın<br />
kendisi tarafından veya oğlunu tahta<br />
geçirmek isteyen Terken Hatun ya da<br />
Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk<br />
tarafından işlemiş olduğunu yazan<br />
kaynaklar da var.<br />
Yeri gelmişken, Nizam’ül-Mülk, Hasan<br />
Sabbah ve ünlü astronomi bilgini,<br />
şair ve felsefeci Ömer Hayyam’ın çocukluk<br />
arkadaşı olduğuna, çocukken<br />
birbirlerine sadakat yemini ettiklerine<br />
ve Hasan Sabbah ile Nizam’ül-Mülk’ün<br />
arasının, ikincisinin bu yemine sadık<br />
kalmaması yüzünden bozulduğuna<br />
dair iddiaya değinelim. Bugünkü bilgilerimize<br />
göre, Nizam’ül-Mülk 1017’de,<br />
Ömer Hayyam 1048’de, Hasan Sabbah<br />
ise 1<strong>05</strong>2 veya 1<strong>05</strong>4’de doğmuştu. Bu<br />
tarihlere bakılınca üçlünün yaşıt olmadığı<br />
açık. Ömer Hayyam ile Hasan<br />
Sabbah’ın birbirine yakın tarihlerde<br />
(biri 1124’te, diğeri 1131’de) öldüğü<br />
biliniyor. Bu ikilinin 100’er yaşını<br />
devirdiğini varsaysak bile, doğum tarihlerini<br />
Nizam’ül-Mülk’ün doğum<br />
tarihine kadar çekmek mümkün değil.<br />
Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin<br />
uydurma olduğu anlaşılıyor.<br />
İRAN NİZARİ DEVLETİ<br />
Hasan Sabbah’ın hikayesine devam<br />
edersek, 1092’de Büyük Selçuklu İmparatoru<br />
Melihşah’ın ölümünden sonra,<br />
oğulları Berkyâruk ile Muhammed<br />
arasındaki saltanat mücadelesi sürerken,<br />
1094 yılında, Kahire’deki Fatimi<br />
Halifesi Mustansir 60 yıllık bir iktidarın<br />
ardından ölmüştü. Mustansir’in<br />
oğulları Musta’li (asıl varis) ile Nizar,<br />
hilafet kavgasına giriştiğinde Hasan<br />
Sabbah Nizar’dan yana tavır aldı. Hatta<br />
Musta’li’yi destekleyen Kahire’deki<br />
Fatimi Halifeliği ile ilişkisini kesti.<br />
Fatimi Halifeliği o tarihlerde sınıfsal<br />
açıdan aristokratik, dinsel açıdan fanatik<br />
bir yönetim biçiminin cisimleşmiş<br />
haliydi. Yoksul halk kesimlerinin<br />
desteklediği Nizar, İsfahan’da egemen<br />
olunca bu durum Selçuklu Sultanı<br />
Berkiyaruk’u telaşlandırdı. Bu tarihten<br />
sonra hem İran’da hem Suriye’de Nizarilere<br />
karşı son derece katı politikalar<br />
izlenmeye başladı. Nizariler de seslerini<br />
ancak şiddet eylemleriyle duyurabileceklerini<br />
keşfettiler. Hasan Sabbah<br />
kısa sürede İran’ın şehirlerinde yaşama<br />
şansı bulayacağını anlayınca Alamut’a<br />
kapandı. Fakat Alamut’ta eğitilen<br />
bir dizi suikasçı İran’da Selçuklulara<br />
karşı, Suriye ve Filistin’de yerel Arap<br />
liderlere ve 1097’den biri bölgede bulunan<br />
Haçlılara (Franklara) yönelik<br />
siyasi cinayetler yoluyla kaos ve panik<br />
yaratarak mevcut iktidarları zayıflatma<br />
stratejisi izlediler. Sünni kaynaklara<br />
göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı<br />
beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı<br />
başlık giyerler, hançeri kurbanın<br />
göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri<br />
konusunda sıkı bir eğitimden<br />
geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya<br />
mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem<br />
olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı.<br />
Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla<br />
öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti<br />
1256 yılında İlhanlı Hükümdarı<br />
Hülagu tarafından tarihe gömüldü.<br />
Suriye Nizarileri ise, Moğollardan<br />
kurtuldular ama 1265’te Mısır Sultânı<br />
Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz<br />
hale geldiler. Bununla beraber, Hasan<br />
Sabbah’ın kendine has mezhebi, özellikle<br />
Kafkasya’da asırlarca var olmayı<br />
başardı.<br />
SÜNNİ ARAP KAYNAKLARINDA<br />
HASAN SABBAH<br />
Buraya kadar anlattıklarım muhtemelen<br />
pek çok yerde tekrarlananların bir<br />
özeti. Buradan sonra üzerinde duracağım<br />
konu, Hasan Sabbah’a ve suikastçılarına<br />
dönemin tarihçilerinin nasıl<br />
baktığı ve bu bakışın tarih içinde nasıl<br />
şekil değiştirerek bugünkü Haşhaşi<br />
imajının ortaya çıktığı meselesi.<br />
Öncelikle şunu söylemek lazım. Hasan<br />
Sabbah ve adamları hakkındaki tüm<br />
bilgilerimizi Şiilik-İsmaililik-Nizarilik<br />
zincirine düşman olan Sünni yazarlardan<br />
derlemiş bulunuyoruz. Ancak<br />
ilginç biçimde, Hasan Sabbah’ın<br />
dönemine şahit olan ya da ondan kısa<br />
süre sonra yaşayan Sünni Arap yazarlar,<br />
ancak önemli bir Müslüman-Arap<br />
lider öldürüldüğünde Suriyeli Nizarilere<br />
veya İranlı suikastçilara (Hasan<br />
Sabbah’ın adı ya hiç geçmiyor, ya çok<br />
az geçiyor) değiniyor ve görece yumuşak<br />
bir terminoloji kullanılıyordu. Ancak,<br />
zaman ilerledikçe kaynaklardaki<br />
ifadeler sertleşiyordu.<br />
Örneğin Arap yazarı İbn’ül Kalanisi<br />
(ö.1160), Nizarilerden, 1115 yılındaki<br />
Haçlı saldırısı sırasında “Şam’ı savunan<br />
şerefli ve gururlu kahramanlar”<br />
olarak söz ediyor. Aynı yazar 1127<br />
yılında Şayzar şehrini Franklardan<br />
aldıkları için de Nizarileri övüyor<br />
buna karşılık Bahram adlı bir liderin<br />
yönettiği Nizarilerden “kafalarının<br />
içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan<br />
köylüler” olarak bahsediyordu.<br />
Kalanisi’nin Nizarileri övmek isterken<br />
onlardan ‘İsmaili’, yermek isterken<br />
‘Batıni’ dediğini, Bahram ve adamları<br />
için ‘Haşhaşi’ veya ‘fedai’ terimlerini<br />
kullanmamasını not edelim.<br />
1162-1192/3 arasında Suriye Nizarilerinin<br />
başına geçen Raşidüddin de,<br />
hem bölgedeki Sünni Araplar, hem<br />
de Franklar tarafından saygıyla anılırdı.<br />
Raşidüddin Kuzey Irak’ta Basra<br />
kıyılarında doğmuştu ama bölgeye<br />
Alamut’tan gönderilmişti. 30 yıllık<br />
iktidarı sırasında tam bir Suriyeli oldu<br />
ve Araplar tarafından ‘İsmaililerin lideri’<br />
olarak anıldı. Haçlılar ise ona<br />
‘Dağın Yaşlı Adamı’ dediler. (Haçlıların<br />
o tarihlerde çoktan ölmüş olan
kızılbaş - sayfa 50 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Hasan Sabbah’tan haberdar olduğuna<br />
dair pek ipucu yok.) Raşidüddin’in<br />
adamları, 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan<br />
geri alan Selahaddin Eyyübi’yi iki kez<br />
öldürmeye kalkıştılar, Selahaddin sonunda<br />
Raşidddin’le anlaşarak canını<br />
kurtardı.<br />
ASSASİNİ TERİMİNİN DOĞUŞU<br />
Bu arada, 1182-84 arasının olaylarını<br />
kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li<br />
William’ın “hem bizim adamlar, hem<br />
Araplar onlara (Nizarileri kastediyor)<br />
‘Assasini’ derler ama bu kelimenin nereden<br />
geldiği bilinmez” diye yazdığını<br />
hatırlatalım. Yani bugün kullanılan<br />
‘Haşhaşi’ teriminin Batı dillerindeki<br />
karşılığı sayılan bu kelime o tarihlerde<br />
biliniyordu ama ‘haşhaş’ ile arasında<br />
bir bağı olaylara birinci elden tanık<br />
olan biri bile kurmamıştı. Nitekim o<br />
yıllarda Arapça sözlüklerde bu kelime<br />
yer almıyordu. Muhtemelen halkın<br />
arasında kullanılanıyordu. Modern<br />
sözlüklerde yer alan ‘haşhişa’ ise, kafaya<br />
giyilen bir çeşit başlığın adı. Belki<br />
de, Suriye’de kendi kalelerinde yaşayan<br />
Nizariler ayırdedici bir başlık giyiyorlardı.<br />
Nitekim yukarıda da belirttiğim<br />
gibi bazı kaynaklarda fedailerin<br />
özel bir giysisi olduğuna dair ifadeler<br />
bulunuyordu.<br />
Hasan Sabbah’ın ya da Raşidüddin’in<br />
adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün<br />
kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı<br />
Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında<br />
‘fidai’ (bugünkü ‘fedai’) teriminin<br />
dolaşmaya başlamısına neden oldu.<br />
Fida’i, ‘para karşılığında hayatını<br />
feda eden’ anlamına geliyordu Haçlılar<br />
için. Fedaileri ilk kez ‘Haşhaşin’<br />
(Haşhaşi’nin çoğulu) diye adlandıran<br />
da Haçlılardı. Büyük ihtimalle Franklar<br />
bu kadar çılgınca işlerin ancak<br />
uyuşturucu alınarak (haşhaş’ın sütü<br />
olan afyon çekilerek) yapılabileceği<br />
gibi bir inanca kapılmışlardı. Halbuki<br />
haşhaş-afyon alan birinin uyanık kalmasının<br />
bile zordu. Belki de yukarıda<br />
anlattığım özel giysiden dolayı böyle<br />
demişlerdi. Ama bunu henüz tam bilmiyoruz.<br />
Ancak bu terminolojinin bu tarihten<br />
sonra da Sünni Arap yazarlar tarafından<br />
kullanılmadığını belirtelim. Örneğin<br />
Sünni Arap yazarı İbn Athir’e<br />
(ö.1233) göre Hasan Sabbah İsmaililerin<br />
lideriydi. Yazar, İran’dan gelen suikastçıları<br />
(ki bunlarla Hasan Sabbah<br />
arasında ilişki kurup kurmadığı belli<br />
olmuyor) ‘Batıni’ diye adlandırıyordu<br />
fakat Haşhaşi veya fedai terimini<br />
(aynı şekilde Sünnilerin ‘sapkın’lar<br />
için kullandıkları ‘Melahide’ terimini)<br />
kullanmıyordu. Halep şehrinin tarihçisi<br />
Kemaleddin (ö.1262) de bu geleneği<br />
devam ettirecekti.<br />
CUVEYNİ VE SONRASI<br />
Hatırlanacağı üzere 1256 yılında Hülagu,<br />
Alamut kalesini fethetmiş, kaledeki<br />
büyük kitaplığı imha etmişti. Neyse<br />
ki, Hülagü ile birlikte Alamut’a gelen<br />
30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi,<br />
buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı.<br />
Bunlar arasında Sergüzeşt-i<br />
Seyyidna adlı bir kitap vardı. Bu kitap<br />
iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi.<br />
Bugün içindeki pek çok<br />
bilginin yanlış olduğu anlaşılan bu biyografiden<br />
yararlanarak Hasan Sabbah<br />
hakkında bir kitap yazan Cuveyni’nin<br />
de ne ‘saklı cennet ve huriler’, ne ‘haşhaş’<br />
ne de ‘fedai’ lafı etmişti.<br />
İlk kez ‘Haşhaşin’ terimini kullanan<br />
Arap tarihçi İsmail El Makdisi<br />
(ö.1268) idi ancak o da, bu terimi Hasan<br />
Sabbah’ın adamları için değil Suriyeli<br />
Nizariler için kullanmıştı. Mısırlı<br />
tarihçi İbn Müyesser (ö.1287) de<br />
Suriye’deki İsmaililere ‘Hahhaşiyye’,<br />
Alamut’takilere ‘Batıniyye’ ve ‘Malehide’,<br />
Horasan’dakilere ise ‘Talimiyye’<br />
dendiğini belirtmekle yetindi. Ancak<br />
bu iki yazar da, ‘Haşhaşiyye’ teriminin<br />
kökenini açıklamıyorlardı. (Belki<br />
de o günlerde çok iyi bilenen bir terim<br />
olduğu için….)<br />
İlginçtir, Eyyübilerin tarihini yazan<br />
Cemaleddin Salim (ö.1298) de Batıni<br />
ve İsmaili terimini kullanırken ‘fedai<br />
ve ‘haşhaşin’i kullanmamıştı. Sadece<br />
Selahaddin’e suikast yapan kişiyi ‘Melahide’<br />
diye nitelemişti. Bir başka Arap<br />
tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan<br />
Sabbah adamlarını beyinleri uyuşuncaya<br />
kadar balla yoğrulmuş fındık ve<br />
kimyonla beslerdi ondan sonra onları<br />
suikast planlarını ezberletirdi. Bu<br />
iddia İbn Kathir (ö.1370) tarafından<br />
aynen tekrarlandı. Kathir, ‘fedai’ terimini<br />
sadece bir defa, Selçuklu Sultanı<br />
Berkiyaruk’u 1095’te öldüren İranlı<br />
suikastçı için kullanacaktı.<br />
Kısacası, 14. Yüzyılın sonuna kadar,<br />
İranlı ve Arap tarihçiler için, Nizariler<br />
önemliydi ama Hasan Sabbah’ın<br />
adamları çok önemli figürler değildi.<br />
Adlarına ancak çok önemli olaylarda<br />
değiniliyor ama ‘fedai’, ‘haşhaşin’ tabirleri<br />
neredeyse hiç kullanılmıyordu.<br />
Bu terim Nizarilerden çok darbe yiyen<br />
Haçlılar arasında ortaya çıkmıştı ve<br />
Haçlılar tarafından Avrupa’ya taşınmıştı.<br />
Haçlıların anlatılarını yeni bir<br />
boyuta taşıyan ise, 1271-1295 yılları<br />
arasında Asya’da bulunan Venedikli<br />
ünlü seyyah Marko Polo olacaktı.<br />
MARKO POLO’NUN HİKAYELE-<br />
Rİ<br />
Pisalı Rustichello tarafından kaleme<br />
alınan Marko Polo’nun hatıratında,<br />
Hasan Sabbah ve Alamut’un şöyle bir<br />
betimlemesi yapılmıştı: “O (Büyük<br />
Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmis¸<br />
ve onu, her çes¸it meyve ile<br />
dolu, daha önce hiç görülmemiş çok<br />
genis¸ ve çok güzel bir bahçe haline<br />
getirtmis¸ti. Onun içinde hayal edilebilen<br />
en zarif köşkler ve saraylar inşa<br />
edilmişti... Ve orada serbestçe şarap,<br />
süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik<br />
aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen,<br />
çok güzel s¸arkı söyleyen ve seyredenleri<br />
büyüleyecek bir şekilde dans<br />
eden, çok sayıda, dünyanın en güzel<br />
kadın ve cariyeleri vardı.... Ve bu bölgelerin<br />
Müslümanları oranın Cennet<br />
olduğuna inandılar!...”<br />
Marko Polo bundan sonra, Hasan<br />
Sabbah’ın fedaileri nasıl eğittiğini, nasıl<br />
haşhaş içirirek kontrolü altına, nasıl<br />
ölüme gönderdiğini anlatır. Bu hikayelerin<br />
rivayetlere dayandığı anlaşılıyor<br />
çünkü çünkü Marko Polo bölgeden<br />
1271-1275 yılları arasında geçtiğinde<br />
20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne<br />
gitmemişti. Marko Polo anılarını ömrünün<br />
son yirmi yılında gözden geçirdiğini<br />
biliyoruz ama o tarihlerde artık<br />
Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmaili-<br />
Haşhaşi edebiyatı oluştuğu için, muhtemelen<br />
bu uydurma bilgileri anılarından<br />
çıkarmaya gerek duyamadı.<br />
Marko Polo’nun ünlü ettiği ‘Assasin’<br />
(Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan şairi<br />
Dante Aligheri tarafından, 1300-<br />
13<strong>05</strong> yılları arasında yazılan İlahi<br />
Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy<br />
gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini<br />
izleyerek, ‘assassin’ kavramını ‘kötülük’<br />
kavramı ile birlikte ele alıyordu.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Bu tarihten itibaren ‘assassin’ kelimesi<br />
Batı dillerinde ‘suikastçı’ veya ‘cani’<br />
anlamına kullanılmaya başladı.<br />
ŞARKİYATÇI HAMMER’İN SAP-<br />
TIRMASI<br />
Batı’nın ‘Assasin-Haşhaşin’ literatürünü<br />
yeniden moda yapan ise 18. Yüzyılda,<br />
ünlü Fransız dilbilimci ve şarkiyatçı<br />
Baron Silvestre de Sacy ile başlayarak,<br />
orijinal Arapça ve Sünni kaynaklardan<br />
yararlanarak eserler ortaya çıkaran Avrupalı<br />
Şarkiyatçılardı. Bunlardan biri<br />
olan Avusturyalı Baron Joseph Hammer-Purgstall<br />
(ö. 1856) ‘Haşhaşin’ söylencesinin<br />
geç Sünni Arap versiyonun<br />
Osmanlı ülkesinde yayılmasını sağladı.<br />
Hammer, Viyana’daki Doğu Dilleri<br />
Akademisi’nde Arapça, Farsça ve Osmanlıca<br />
öğrenmiş, 1799’da, 1802-1807<br />
arasında İstanbul’da Avusturya-Macaristan<br />
İmparatorluğu sefaretinde sekreter<br />
olarak çalışmış, sonra ülkesinde<br />
benzer görevler yürütmüştü. Emekli<br />
olduktan sonra 10 ciltlik ‘Osmanlı<br />
Devleti Tarihi’ni yazdı. Osmanlı ve<br />
İran edebiyatından çeviriler yaptı. (Örneğin<br />
1818’de yayımlanan Gothe’nin<br />
ünlü Doğu-Batı Divan’ına temel olarak<br />
Hafız’ın Divan’ı vardı bunlar arasında.)<br />
Hammer’in konumuzla ilgili eseri,<br />
1818’de başta Marko Polo, Tyre’li William,<br />
Vitry’li James gibi Haçlı tarihçiler<br />
ile Cuveyni, Ebu’l Fida, Makrizi,<br />
El Furat, Zahiriddin Maraşi gibi Arap<br />
tarihçilerin eserlerinden ve 1430’larda<br />
yazılmış bir Arap romanından yararlanarak<br />
yazdığı, Türkçe adıyla ‘Haşhaşin<br />
Tarikatı’ adlı kitapta bilimsel bilgilerle<br />
rivayetleri, gerçeklerle yalanları ustaca<br />
harman ederek, ‘saklı cennet’, ‘Haşhaş<br />
içerek kendinden geçen fedailer’, ‘sırf<br />
öldürmek için öldüren caniler’, gibi<br />
bütün klişeler kullanılmakla kalmadı,<br />
Hasan Sabbah için ‘insanlık tarihinin<br />
gördüğünü en şeytani yaratık’ portresi<br />
çizildi. Sünni yazarların önyargılarını<br />
bilebilecek kadar yetkin bir şarkiyatçı<br />
olan Hammer’in bunu niye yaptığını<br />
sorabilirsiniz. Bu konuda araştırması<br />
olan Farhad Daftary’ye göre bunun<br />
nedeni Avrupa’daki devletlerin, bu<br />
arada Hammer’in yaşadığı Avusturya-<br />
Macaristan İmparatorluğu’nun da korkulu<br />
rüyası olan Tapınak Şövalyeleri,<br />
Cizvitler, Illuminati ve Farmasonlar<br />
gibi örgütler hakkında doğrudan söz<br />
söylemek yerine, Haçlı Seferleri’nden<br />
beri Avrupa’da yaygın olan Nizarilere<br />
yönelik kara propagandayı kullanarak,<br />
dolaylı yoldan kamuoyunu uyarmaktı.<br />
Hammer şarkiyatçı peçe altında, zayıf<br />
devletlerin, yeraltı örgütleri tarafından<br />
kolayca yıkılabileceği yolundaki<br />
paranoyayı yeniden üretiyordu ve olan<br />
Hasan Sabbah’a ve Nizarilere olmuştu.<br />
Hammer’in kitabı 1930’a kadar sorgulanmadan<br />
basıldı, okundu, aktarıldı ve<br />
Başbakan’ın da etkisinde kaldığı şeytani<br />
Hasan Sabbah imajının kökleşmesine<br />
neden oldu.<br />
Hammer’in çizdiği portreye ilişkin ilk<br />
şüphe, Rus şarkiyatçı W. Ivanow’un<br />
ve ardından Amerikalı İslam tarihçisi<br />
M. Hodgson’un çalışmalarıyla doğdu.<br />
Daha sonra B. Lewis, her ne kadar Nizarilere<br />
hiç sempati duymuyorsa da,<br />
Haşhaşinlere dair söylencelerin uydurma<br />
olduğunu kabul etti. Bu konuda<br />
her geçen gün daha önemli araştırmalar<br />
yayımlanıyor. Ama özellikle bizim<br />
gibi az okuyan toplumlarda, kadim<br />
klişeleri yürürlükten kaldırmaya yetmiyor<br />
elbette…<br />
(taraf)<br />
Özet Kaynakça<br />
Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri,<br />
Yurt Kitap Yayın, 2008; Farhad Daftary,<br />
İsmaililer-Tarihleri ve Öğretileri,<br />
Doruk Yayınları, 20<strong>05</strong>; Farhad<br />
Daftary, “The ‘Order of the Assassins’:<br />
J. von Hammer and the Orientalist<br />
misreprensettations of the Nizari<br />
Ismailis”, Iranian Studies, Vol.39, No:<br />
1 (March 2006): 71-81; Shakib Saleh,<br />
“The Use of Batıni, Fida’I and Hashishi”,<br />
Studia Islamica, No: 82 (1995):<br />
35-43; Laurence Lockhart “Hasan-i<br />
Sabba¯h and the Assassins”, Bulletin<br />
of the School of Oriental Studies, V<br />
(1928-30): 675-696; İsmail Kaygusuz,<br />
Hasan Sabbah ve Alamut, SU Yayınları,<br />
2004; Faik Bulut, Hasan Sabbah<br />
Gerçeği/ Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri,<br />
Berfin Yayınları, 2010; Amin<br />
Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı<br />
Kredi Yayınları, 1997.<br />
SİPARİŞ ve İletişim<br />
peri yayınları<br />
Niyazi Armutlu<br />
Pavlonya Sokak Nuhoğlu<br />
İşhanı No.8/4<br />
Kadıköy/İstanbul<br />
Tel: (0216) 347 26 44<br />
Fax: (0216) 347 26 44<br />
periyayinlari@yahoo.com.tr
kızılbaş - sayfa 52 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel<br />
İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim<br />
Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin'de yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal<br />
Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri"<br />
konferansına Erdem Özgül'ün sunduğu tebliğin tam metni:<br />
Arkadaşlar Merhaba,<br />
soykırımın 99. yılını geride bıraktığımız<br />
bu günlerde, bu toplantıda hep bir<br />
arada olmamız, beni gururlandırıyor.<br />
Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür<br />
ediyorum.<br />
Bu toplantıyı düzenleyen, bizi bir araya<br />
getiren Kürdistani kurumlara da ayrıca<br />
teşekkür etmek istiyorum.<br />
Arkadaşlar, bildiğiniz üzere önce Ermeni<br />
soykırımıyla tanıştık. Ermeni<br />
diasporasından aydınlar, devrimciler,<br />
kalemleri ve silahlarıyla canla başla çalıştılar,<br />
yüzyılın suçuyla bizi baş başa<br />
bırakmayı da başardılar. Sonrasında<br />
Yunanistan’dan bağımsız olmak üzere<br />
kimi Rum kurumları ve entelektüelleri<br />
de soykırımı dillendirmeye çalıştılar<br />
ama canlanan Türkiye ve Yunanistan<br />
ilişkileri, devletlerin dostları yoktur,<br />
ama çıkarları vardır deyiminin de bir<br />
gereği olarak Rum aktivistlerin sesinin<br />
gereğince çıkmasına engel oldu,<br />
biz onları yeterince duyamadık. Şimdi<br />
soykırımın bir boyutuna daha tanık<br />
oluyoruz, Asuri-Süryaniler bizlere<br />
Seyfo’yu anlatıyorlar. Bildiğiniz üzere<br />
seyfo kılıç anlamına gelmektedir, ilk<br />
hedefi Cizre-Botan Beyi Bedirhan tarafından<br />
katledilen Nasturilerden, son<br />
hedefi Maraşlı Kızılbaş Kürtlere kadar<br />
Seyfonun üzerinde yaşayageldiğimiz<br />
topraklarda uzunca bir tarihi var.<br />
Arkadaşlar seyfonun bir boyutu daha<br />
var, Ezidilerin neredeyse tarih sahnesinden<br />
silinmesidir bu. Yok edildiler,<br />
dertlerini anlatacak kurumları, kuruluşları,<br />
eğitimli çocukları yok henüz,<br />
onlar hakkında gereğince bilgiye sahip<br />
değiliz ve çok ilgili de değiliz eğer iğneyi<br />
kendimize batırmamız gerekirse.<br />
Bir büyük ulus daha var bu soykırımların<br />
hem uygulayanı hem de kurbanı<br />
olan, ben de bu ulusun çocuğuyum,<br />
Kürtlerden bahsediyorum, kah yok<br />
etme operasyonlarına katılan, kah<br />
yok edilen halkımdan bahsediyorum,<br />
bizleri birbirimizden ayırdılar, henüz<br />
birleşemedik arkadaşlar, bu ayrışma<br />
aynı zamanda bin yılların birlikteliğinin<br />
ayrışmasıdır, saydığım grupların<br />
hemen tamamı, kadim zamanlardan<br />
bu yana bir aradaydılar, Gılgamış destanı,<br />
Heredot tarihi ve Auskhülios’un<br />
Persler’i bizi doğrulayan en erişilebilir<br />
edebi kaynaklardır.<br />
Arkadaşlar ne yapacağız<br />
Bir büyük lanet var, Ermenice anlamıyla<br />
bir Ağed bu, Batı Ermenistan’ın,<br />
Tur Abdin’in, üzerinde dolaşıyor, milyonlarca<br />
insan topraklarından uzakta,<br />
işgalcilerin işlediği suçun cezasını<br />
ödemeye mahkum edildiler. Anadillerinden<br />
yoksunlar, milyonlarca Ermeni<br />
Batı Avrupa’da Ermenice’nin Batı dialektini<br />
unutmuş durumda, yüzbinlerce<br />
Süryani var, bütün bu Avrupa ülkelerinde,<br />
belli bir yaşın üzerinde olan bu<br />
insanlar Süryaniceyi sular seller gibi<br />
konuşuyorlar, yaşları 50 ile 80 arasında<br />
değişiyor bu insanların, Tur Abdin’de<br />
doğmuş, büyümüşler, Lozan hukukuna<br />
göre azınlık sayılmamalarına, Süryanice<br />
okullar kuramamalarına rağmen<br />
kendi aralarında dillerini yaşatmışlar,<br />
ama sürgün bunu da fazla görüyor<br />
onlara, dillerini çocuklarına bırakamıyorlar,<br />
maalesef günümüz dünyası<br />
acımasız, pazarı olmayan bir kültürü<br />
ayakta tutamayacak kadar da hesapçı<br />
üstelik.<br />
Buna nasıl itiraz edeceğiz arkadaşlar<br />
Bir çok yolu, yöntemi var buna itiraz<br />
etmenin.<br />
Der Zor çölüne yürüyelim arkadaşlar,<br />
ama Mezepotamya karşılayacak öncesinde<br />
bizi, bütün canlılığıyla dağları,<br />
ovaları aşacak çöle gideceğiz. Çöl bir<br />
metafordan daha fazlası değil bazen,<br />
bugün hala çölde Ermenilerin kemikleri<br />
var, biliyorsunuz Robert Fisk Deyr<br />
Zor’a gitti, toprağı azıcık eşelediğinde<br />
kemiklerle karşılaştı. Sait Çetinoğlu<br />
gitti, bulduğu insan kemiklerini çölde<br />
bir başına bırakamadı, aldı barbarlığın<br />
bugünkü başkentine, Ankara’ya getirdi<br />
bu kemikleri, evinde sakladı bu<br />
insanları, konuk etti bir zaman, sonra<br />
yapılması gerekeni yapıp defnetti bu<br />
insanları.<br />
Onlar çöle gittiler, gelin biz de kendi<br />
çölümüze gidelim arkadaşlar. Bugün
kızılbaş - sayfa 53 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
sayısını bilmediğimiz, bilmekte istemeyeceğimiz<br />
kadar çok insan kemiği<br />
çıkıyor Diyarbakır’dan, Dersim’den,<br />
Elazığ’dan, Bitlis’ten, Mardin’den, Şırnak’tan,<br />
Hakkari’den... bu kemiklerin<br />
tamamı günümüzün Kürt ülkesinden<br />
çıkıyor. Arkadaşlar bu tarihin üzerini<br />
örtmenin bir diğer adıdır bence, bugün<br />
ki Türkiye’nin neredeyse tamamını<br />
gezdim, istisnasız gittiğim her yerde de<br />
soykırıma uğramış insanların kemiklerini<br />
gördüm. Değirmenler, kiliseler<br />
uçurum boşlukları birer toplu mezar<br />
yeri bir çok şehirde. Buna rağmen bugün<br />
ve sadece kadim Ermenistan’dan,<br />
Tur Abdin’den insan kemiklerinin çıkması,<br />
ve bunun ele alınış biçimi dikkate<br />
değer bir durumdur. Diyorlar ki,<br />
son otuz yıldır Türkiye’yi kimi çeteler<br />
yönetiyor, yönetimde etkili oluyor ve<br />
bunlar Kürt gerillalarını, sivil Kürtleri<br />
öldürdü ve toplu mezarlara gömdüler,<br />
böylece sayısı hayli fazla olan bu kemikler<br />
tarihin sessizliğine gömülmüş<br />
oluyorlar.<br />
Öncesini inkar edip yok ettiler sonrasını<br />
da oldu bittiye getirip yok etmek<br />
istiyorlar arkadaşlar.<br />
Arkadaşlar empati yapalım, nasıl öldü<br />
bu insanlar, nasıl kuruyup kaldılar ve<br />
etleri kemiklerinden nasıl ayrıldı<br />
Der Zor bütün Mezepotamyadır bugün,<br />
biraz oraya gidelim bunu göreceğiz.<br />
Seyfo kelimesine takıntılı olduğumu<br />
anlamışsınızdır, bu sözcüğü ve anlamını<br />
Asuri-Süryanilerin yoğun hareketlilik<br />
gösterdiği son yıllara kadar<br />
duymamıştım, bilmiyordum.<br />
Dersim’de, Ovacık’ta Munzur nehrinin<br />
kaynağı üzerinden başlar düz ova,<br />
ötesi dağlıktır, ben bu ovada doğdum.<br />
Ovanın başında bir düzyazı vardır,<br />
Jar-Ziyaret köyü topraklarına dahildir<br />
burası, dümdüz bir arazidir, tarıma<br />
son derece elverişlidir ve hazine arazisidir,<br />
elbette Hazine’ye Ermenilerden<br />
kalmıştır, ben çocukken küçük<br />
bir kısmını köylüler ekiyordu bu arazinin,<br />
10 yıl üst üste ekerse herhangi<br />
bir çiftçi burayı ve bunu da kanıtlarsa<br />
hazine araziyi ona devrediyordu, ya da<br />
bu bir söylentiden ibaretti, çünkü hazineden<br />
toprak alan olmadı hatırladığım<br />
kadarıyla. Bahsettiğim arazi baharda<br />
çok güzeldir, bilirsiniz Munzur vadisi<br />
bitki çeşitleri çok yoğun bir ovadır, bu<br />
çeşitlerin önemli bir bölümü de bahar<br />
aylarında bu boş tarlalarda filizlenir,<br />
yaza doğru kururlar ve yalnızca kökleri<br />
kalır. Amcam bu araziler üzerinde<br />
bir tarla ekmişti, kuzenim tarlayı<br />
sulamaya bizi de beraberinde götürdü,<br />
arazinin gülü çiğdemi kurumuştu, yaz<br />
aylarıydı, beyaz parıltılar dikkatimizi<br />
çekti, kuzenim altın bulduğunu sanıp<br />
koştu ve titreyerek bize doğru geri<br />
geldi, gördüğünü görmememiz için<br />
bizi engellemeye çalıştı ama o kadar<br />
etkilenmişti ki, gördüğünü görmezsek<br />
meraktan ölürdük. Vardık ve çıplak bedenleri<br />
gördük orada, bir kaç ceset ve<br />
kafa tasıydı gördüklerimiz ama benim<br />
aklımda özellikle bir tanesi yer etti, en<br />
küçük kafatası oydu ve alın çatısından<br />
vurulmuştu, tas keskin bir cisimle yarılmış,<br />
kesilmişti. Seyfo’yu ilk orada<br />
gördüm, bilinçsiz bir şekilde toprağı<br />
kazdım, elleri, kolları çıkardım, kıyımın<br />
ya da ölümün bilincinde değildim<br />
henüz, okula bile başlamamıştım,<br />
Türkiye’de okula gitmemişseniz kötülük<br />
nedir öğrenemezsiniz bir türlü<br />
hani. Ve evet, insanlar çıplaklardı, diyelim<br />
ki bacak ikiye bölünmüştü. İlk<br />
orada yakalandım, burada birileri birilerini<br />
kesmişlerdi, benden gizlenen,<br />
fısıl fısıl konuşulan buydu işte aile<br />
içinde.<br />
Sonra büyüdüm. Biliyorsunuz Dersimli<br />
Kürtler son derece barbar, hain ve sinsi<br />
insanlardır, bundan dolayı da haddinden<br />
fazla karakol, okul vs devlet kurumu<br />
var memleketimizde. Diyarbakır<br />
cezaevindeki şiddetli direnişten sonra,<br />
(Burada sırası gelmişken Recep Maraşlı<br />
Abiye, Nuran Çamlı Maraşlı Ablaya,<br />
Hovsep Hayren’i Akhparige zulme<br />
prim vermedikleri, zindanlarda insan<br />
onurunu ayakta tuttukları için teşekkür<br />
etmek istiyorum huzurunuzda) gerilla<br />
mücadelesinin de büyümesiyle bizim<br />
medenileşmemiz elzem bir hal aldı. İyi<br />
de nerede adam olacağız Elbette yatılı<br />
bölge ilköğretim okullarında.<br />
Bu yılları soykırım açısından özellikle<br />
önemsiyorum arkadaşlar. Bir keresinde<br />
kar var, çok kar yağardı Ovacık’ta,<br />
3 ile 5 metre arası kar yağardı. Yatılı<br />
okulun bir otobüsü vardı, okul Mercan<br />
köyü tarafındaydı, Ovacık’ın hayli<br />
dışındaydı haliyle, bu otobüste biz<br />
çocuklara askeri marşlar söyletirler,<br />
rütbeli askerler, erlerin, piyadelerin<br />
analarına bacılarına küfrede ede bizi<br />
Ovacık’a götürür, getirirlerdi. Bize<br />
hep piçler derlerdi, Ermeni piçleri<br />
derlerdi. Apo’nun piçleri demiyorlardı<br />
henüz, Aramın piçleri, Khatçik’in<br />
piçleri diyorlardı, yani Ermeni isimleri<br />
sayıyorlardı sürekli. Bir keresinde<br />
gerillalar öğretmenleri alıkoymuştu,<br />
bu otobüste askeri marşlar ve küfürler<br />
arasında seyahat ederken biz, otobüsü<br />
komuta eden subay telsizden haberi<br />
alınca bizi arabadan indirdi, askerlere<br />
ayakkabılarımızı da çıkarmamızı emretti,<br />
çıkardık karda çıplak ayak onlar<br />
Ermenilere küfretti biz tekrarladık ve<br />
koştuk, sanıyorum bir yarım saat böyle<br />
koşturulduk, okula varıncaya kadar<br />
yani, sonra bizi bir salona götürdüler<br />
okulda ve bizi terbiye ettiklerini, böylece<br />
Ermeni “babalarımızın” fitnelerine<br />
uymayacağımızı söylediler.<br />
Şimdi şöyle bir şeyi düşünmeliyiz arkadaşlar,<br />
eylemi yapan Kürt gerillaları,<br />
ve bizler de Kürtçe konuşan Kızılbaşlarız,<br />
o halde neden, suçlanan neden<br />
Ermeniler, neden onlara küfrediliyor<br />
ve bu işkenceye biz de hem ortak, hem<br />
de kurban ediliyoruz, bu çocuklarda<br />
Ermeni nefretini geliştirmek için mi<br />
yapılıyor<br />
Bu salon toplantıları ve Ermeni aleyhtarı<br />
konuşmalar rutin halini aldı gerilla<br />
savaşı büyüdükçe. Artık Apo yavaş<br />
yavaş Ermeni piçi olmaya başladı,<br />
ona da küfredilir oldu. Şemdin Sakık<br />
sünnetsiz Ermeni oldu, bir sürü Ermeni<br />
türedi devletin dilinde, isyanın adı<br />
Ermenilikti. Dişlerini sıka sıka tüm<br />
bunları anlatırlardı bize, yatakhanelerin<br />
bir bölümünde askerler yatarlardı,<br />
birbirimizi görmüyorduk ama aynı yemekhanede<br />
kahvaltı yapıyorduk. Birgün<br />
bu askerler ellerinde bir listeyle<br />
geldiler, çocukların soyadları hala aklımda,<br />
saydılar ve elliye yakın çocuğu<br />
hamama götürdüler, okulda çok daha<br />
fazla çocuk var neden sırf bu grup,<br />
neden biz değiliz de onlar diye düşünüyorduk,<br />
çocukların ağlama sesleri<br />
geldi ve sonra çocuklar geldiler sünnet<br />
elbiseleri içindeydiler, gelişi güzel<br />
sünnet etmişlerdi bu çocukları, beyaz<br />
sünnet elbiselerinin karın altı kısmı<br />
kıpkırmızı, evet arkadaşlar bu çocuklar<br />
Ermeni çocuklarıydılar. Onlara<br />
Ermeni olduklarını böyle söylediler,<br />
rızalarını almadan sünnet ederek, bize<br />
bunu yapmadılar, sünnet olmayan Kızılbaş<br />
yok, ille olacağız biliyorlar ama<br />
Ermenilere güvenemiyorlardı ki işlerini<br />
sağlama aldılar.
kızılbaş - sayfa 54 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Arkadaşlar Futbol asla yalnızca futbol<br />
değildir derler. Böylesine sorunlu<br />
bir yönetim geleneğine sahip ülkelerde<br />
okullar da sadece okul olamıyorlar maalesef,<br />
sizin kendinizden tiksinmenizi<br />
sağlayan birer toplama kampı oluyor<br />
böylesi mekanlar, öyle ki eğitmek ve<br />
cezalandırmak fiilleri birbirinin eş anlamlıları<br />
haline geliyor.<br />
Benim bir hayalim var arkadaşlar, bir<br />
şeyi çok istiyorum. Mercan’daki eski<br />
Ovacık yatılı bölge ilk öğretim okulunun<br />
bütün binalarının temelden yıkılmasını,<br />
zemininin incelenmesini istiyorum,<br />
bunu deliler gibi istiyorum. Bu<br />
okulun sadece içi değil, zemini de son<br />
derece sorunlu, onu oraya kuranların<br />
günahını beton zemin içinde taşıyor.<br />
Bu okula bir ek bina yapılıyordu ben<br />
orada öğrenciyken, son derece abartılı<br />
derin bir zemin kazılınca biz bütün çocukları<br />
bir merak aldı, Ovacık’ta Kışla<br />
adını verdikleri bir köy var, bu köyün<br />
kışlası derler ki dört kat yeraltına iner,<br />
işte aklımızda o karakol var, öyle bir<br />
şey olacak sanıyoruz, bir gün hepimiz<br />
teneffüs yapmışız, okulun bahçesindeyiz,<br />
bir kaç tane sarı kamyonet geldi,<br />
bu kamyonlar tepeleme kemik dolu,<br />
ama üstleri örtülmemiş, çıplak haliyle<br />
kemikleri görebiliyorsun, dikkatle bakıyorsun<br />
hayvan değil, at, eşşek, inek<br />
değil, belli insan kafası, ve bu kafataslarını<br />
o kadar öğretmenin, askerin,<br />
çocuğun gözleri önünde o zemine dökmezler<br />
mi, bu beni bitirdi.<br />
Şöyle yapıyorlar, Sabancının Beton<br />
SA mı ne bir şirketi var, SA amblemi<br />
var her halükarda çimento arabalarının<br />
üzerinde, bir kaç işçi aşşağıda, kemikler<br />
boşaltılıyor yukarıdan, işçiler<br />
düzeltiyor onları aşağıda ve aralarına<br />
çimento döküyorlar, kemik dökülüp<br />
düzeltildikçe beton örülüyor, ve düşünebiliyor<br />
musunuz, buna bir Allahın<br />
kulu hayır yapmayın, bu yanlış bir<br />
uygulamadır demiyor, diyemiyor, tek<br />
tek insanların yüzüne bakıyorsun bir<br />
anlam değişmesi yok, bir incinmişlik<br />
hissi duyamıyorsun, “adam sen de bizim<br />
değil zaten Ermenilerin kemikleri,<br />
bizim aşiretler ölüsünü ortada mı bırakır,<br />
alır gömerler,” diyor okulun aşçısı<br />
yamağına, tek teselli bu yani, kemikler<br />
19<strong>38</strong>’in değil, haliyle bizim değiller,<br />
rahatlayabiliriz yani.<br />
Durum budur arkadaşlar, soykırım<br />
budur, çöl burasıdır. Biz bunları kendi<br />
gözlerimizle gördük, öyle sanıyorum<br />
ki bütün Kürt çocuklarına, Kızılbaş<br />
çocuklarına da gösterdiler bunu. Neler<br />
yapacaklarını, ne kadar ileri gidebileceklerini<br />
gözümüzün içine soktular,<br />
onun için diyorum ki kendimize dönelim,<br />
babaları Ermeni, Süryani, Rum,<br />
Ezidi olmayan bizlerin anneleri, büyük<br />
anneleri bu gruplardan birinden ve<br />
soykırımın resmi onların bıçaklanmış<br />
gövdelerine kazılı, buraya bakalım,<br />
buna kayıtsız kalmayalım.<br />
Babaları katil anaları kurban insanlarız<br />
bizler, 20. yüzyılın bu ilk soykırımında<br />
bizim de elimiz var, sorumluluk hissetmiyorum,<br />
demeyelim. Aksine bunun<br />
hesabını verelim, çölü aşalım arkadaşlar,<br />
o zaman Khatçik Muradian’ın murat<br />
ettiği gibi: “Gerekli olan adaletin ta<br />
kendisi”ni sağlayabiliriz.<br />
Not: 10.<strong>05</strong>. <strong>2014</strong> tarihinde Berlin'de yapılan<br />
1915 Soykırımı ve Kürt, Ermeni,<br />
Asuri-Süryani İlişkileri Konfensına<br />
sunduğum bu tebliği mot a mot okumak<br />
yerine spontan bir özetini sundum,<br />
konferansa katılan, ya da internet<br />
üzerinden izleyenler konuşmamın bu<br />
metnin özeti olduğunu göreceklerdir.<br />
Erdem Özgül<br />
Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin’de<br />
yapılan “1915 soykırımı, Toplumsal<br />
Sorumluluklar ve Roller; Kürt,<br />
Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri”<br />
konferansına yazılı belgelerini<br />
Gelawej sitesinden ulaşılması mümkündür<br />
http://gelawej.net
kızılbaş - sayfa 55 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İnönü Üniversitesi,<br />
Arguvan Kaymakamlığı ve<br />
Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma<br />
Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri<br />
‘Arguvan Halk Kültürü’ konulu 4. Ulusal<br />
Arguvan Sempozyumu yoğun katılımla<br />
gerçekleştirildi.<br />
İki oturum şeklinde gerçekleştirilen bilgi<br />
şöleninin ilk bölümünde İnönü Üniversitesi<br />
Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi<br />
Konser Salonu’nda gerçekleşen<br />
4. Ulusal Arguvan Sempoz- yumu’nun<br />
açılış töreninde, Ankara Arguvanlılar<br />
Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı<br />
Asım Aydoğdu, Arguvan Kaymakamı<br />
Zafer Oktay, İnönü Üniversitesi Rektör<br />
Vekili Prof. Dr. İsmail Özdemir, Arguvan<br />
Belediye Başkanı Mehmet Kızıldaş<br />
birer konuşma yaptılar.<br />
“ARGUVANLININ AKLININ BİR<br />
PARÇASI SILADADIR”<br />
Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma<br />
Derneği Başkanı Asım Aydoğdu,<br />
açılış töreninde yaptığı konuşmada: “Arguvanlılar<br />
da Anadolu’da yaşayan diğer<br />
insanlar gibi birçok nedenden ötürü,<br />
memleketlerini terk etmek ve gurbete<br />
gitmek zorunda kalmışlardır. Ancak,<br />
Arguvanlıları diğer insanlardan ayıran<br />
önemli bir fark vardır. Arguvanlı, dünyanın<br />
neresine gurbete giderse gitsin;<br />
aklının bir parçası sılada, Arguvan’da<br />
kalan insandır.<br />
Arguvanlı, gurbette olduğu her an sılasını<br />
düşünen ve bir gün oraya dönmenin<br />
hayaliyle yaşayan kişidir. Arguvanlı bilir<br />
ki yolcunun son durağı, yola çıktığı<br />
yerdir. Çünkü bir Arguvanlı için fiziksel<br />
doyum ne kadar önemliyse ruhsal doyum<br />
da o kadar önemlidir. Arguvanlının<br />
ruhunu doyuran tek şey sılasıdır. İşte bu<br />
nedenle Arguvan’ı, Arguvan kültürünü<br />
ve Arguvanlıyı daha yakından tanımak<br />
gerekmektedir.<br />
Aslında Arguvan bir semboldür ve bir<br />
kültür mirasının ortak adıdır. Kültürlerin<br />
sınırları olmadığı için onlar bir bölgenin<br />
adıyla anılsa dahi çok daha geniş<br />
bir coğrafyanın ortak mirasıdır. Bu yüzden,<br />
Arguvan’ı tanımak Türkiye’yi tanımak<br />
adına büyük bir başlangıç adımıdır.<br />
Biz de daha önce üç kez Ankara’da düzenlediğimiz<br />
sempozyumlardan sonra;<br />
bugün burada dördüncüsünü düzenlediğimiz<br />
Ulusal Arguvan Sempozyumu ile<br />
Arguvan’ı tanımak adına bir adım daha<br />
Sultan KILIÇ<br />
atacağız. Dahası gelecek kuşaklara bu<br />
bilgi şöleni dâhilindeki birikimleri, sözlü<br />
olarak değil, yazılı olarak aktaracağız.”<br />
ifadelerini kaydetti.<br />
“ARGUVAN TÜRKÜLERİNDE DAĞ-<br />
LARININ KOKUSU”<br />
Bugün ayrıca dışarıdan bakan sıradan<br />
bir gözün göremeyeceği bir kültürün<br />
en kıymetli meyvesi olan Arguvan türkülerinin<br />
özünden de doya doya içmek<br />
için buradayız. Çünkü Arguvan, türkü<br />
demektir. Arguvan, dünyanın neresinde<br />
olursa olsun bir Arguvan türküsü dinlediğinde<br />
duygulanan insanların memleketidir.<br />
Arguvan, uzun yıllar gitmediği<br />
memleketini bir Arguvan türküsü ile<br />
gözünde canlandırabilen, dağlarının kokusunu<br />
duyabilen, yaylalarının rüzgârını<br />
hissedebilenlerin memleketidir.<br />
Arguvan, gitmek zorunda olduğu gurbet<br />
ellerinde bir türkü süresince yuvasına<br />
gidip gelebilen insanların memleketidir.<br />
İşte biz de hep beraber türkülerimizi<br />
söyleyeceğiz. Hayatın ta kendisini anlatan;<br />
gurbette ruhumuzu doyuran; bize<br />
ayna tutan; hayallerimizi, umutlarımızı,<br />
hayal kırıklıklarımızı, gurbetimizi anlatan<br />
ve bizi bir arada tutan en güçlü bağ<br />
olan Arguvan türkülerini söyleyeceğiz.”<br />
dedi.<br />
“NADİR GÖRÜLEN KÜLTÜREL<br />
ZENGİNLİK VAR”<br />
Sempozyumun açılışında konuşan İnönü<br />
Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr.<br />
İsmail Özdemir: “Ülkemiz tarihin derinliklerinden<br />
süzülerek gelen ve çeşitli<br />
kültürlerin harman olduğu, zengin bir<br />
geçmişe sahiptir. Coğrafi konumu gereği<br />
Ortadoğu, Akdeniz, Doğu-Batı ve İslam<br />
kültürlerinin orijininde yer alan güzel<br />
Anadolu’muz, binlerce yıllık geçmişi<br />
ve tarihinde var olan birçok farklı kültürün<br />
etkisiyle nadir görülen bir kültürel<br />
zenginliğe sahiptir. Bu zenginlik, müzik<br />
kültürümüze de yansımıştır.<br />
Ülkemizin müzik kültürünün ayrılmaz<br />
parçası olan Arguvan türküleri de bundan<br />
kendine düşen payı almıştır. Kültürüyle,<br />
yaşam biçimiyle, inanç ve değerleriyle<br />
oldukça özel bir konumda olan<br />
Arguvan ilçemizin türküleri ve deyişleri<br />
adeta Türk halk müziğini besleyen ulu<br />
bir pınar, bir çağlayan; sıla hasreti çekenlere<br />
memleket; âşıklara yaren, dertlilere<br />
derman, yokluk çekenlere servet<br />
olmuştur.” dedi.<br />
“EZGİLER, BÜYÜK OZANLAR-<br />
DAN BESLENMİŞTİR”<br />
Arguvan’ın türkü mirasını gittikçe zenginleştirdiğini<br />
söyleyen Prof. Dr. İsmail<br />
Özdemir: “Müziğin yaşamla özdeşleştiği<br />
Arguvan'da ezgiler büyük ozanlardan<br />
beslenmiş, birçok ozan da Arguvan deyişlerini<br />
özümsemiş, onlara kendi yaşamını<br />
da katarak kendi süzgecinden<br />
geçirmiştir. Çok sayıda halk ozanı yetiştiren<br />
Arguvan, geleneğini sürdürerek<br />
sonraki kuşaklara türkü mirasını gittikçe<br />
zenginleştirerek aktarmıştır.<br />
Bu aktarımın devam edebilmesi için, Arguvan<br />
türkülerinin ve deyişlerinin orijinalliği<br />
bozulmadan, Arguvan ağzıyla,<br />
yöresel çalgılardan ve yörede yetişmiş<br />
sanatçılardan yararlanılarak kayıt altına<br />
alınması gerekmektedir. Arguvan türkü<br />
kültürünün korunması ve gelişmesi için<br />
ozanlarımızın ve mahalli sanatçılarımızın<br />
desteklenmesi, Arguvan ve Arguvan<br />
türküleri üzerine yapılacak araştırmaların<br />
özendirilmesi, kültürel ve turistik<br />
açıdan Arguvan’ın gelişmesi için gerekli<br />
tanıtım ve altyapı faaliyetlerinin icrasında;<br />
üniversitemize, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına,<br />
müzikseverlere büyük görevler<br />
düşmektedir.” ifadelerini kaydetti.<br />
“SEVGİ VE HOŞGÖRÜNÜN MÜZİK<br />
YOLUYLA AKTARILMASI”<br />
Türkülerin Arguvan kültüründe önemli<br />
bir yere sahip olduğunu ifade eden Arguvan<br />
Kaymakamı Zafer Oktay ise: “İlçemiz<br />
Arguvan, Türkiye'de önemli bir yere<br />
sahip kültür yörelerinden biridir. Gerek<br />
âşıklık geleneği, gerekse müziği açısın-
kızılbaş - sayfa 56 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
dan oldukça zengin bir derinliğe ve birikime<br />
sahip olan ve Anadolu’nun coğrafi<br />
anlamda küçük bölgesi olan Arguvan<br />
ilçesinin, ulusal ve uluslararası arenada<br />
büyük bir yere sahip olmasının sebebi;<br />
sevgi ve hoşgörünün yalın bir biçimde<br />
müzik yoluyla insanlara aktarılmasından<br />
geçmektedir. İlçemizin kültürel zenginliğinin<br />
önemli bir ayağı olan Arguvan<br />
türküleri; ulusal müziğimizin önemli bir<br />
dokusunu oluşturmaktadır.<br />
Geçtiğimiz yıl Mart ayında; "Sözlü Gelenekler<br />
ve Anlatımlar Gösteri Sanatları”<br />
alanında, Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />
Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü<br />
tarafından, Somut Olmayan Kültürel Miras<br />
Ulusal Envanterine katılan Arguvan<br />
türkülerimiz, kültürün kuşaktan kuşağa<br />
aktarılmasında önemli bir görev üstlenmiştir.<br />
“ARGUVAN’A EKONOMİK, SOS-<br />
YAL VE KÜLTÜREL KATKI”<br />
Bu anlamda, türkülerimizin ve yöremizin<br />
ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını<br />
sağlamak amacıyla, her yıl gerçekleştirdiğimiz<br />
Uluslararası Türkü Festivali ile<br />
ilçemize ekonomik, sosyal ve kültürel<br />
bakımdan büyük katkı sağlanmaktadır.<br />
Diğer önemli bir çalışma da yine Kültür<br />
ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim<br />
Genel Müdürlüğü tarafından planlanan<br />
ve oluşturulan komisyon marifetiyle<br />
“2013 Yılı Planlı Halk Kültürü Alan Çalışmaları"<br />
kapsamında ilçemizde halk<br />
kültürü çalışmaları tamamlanarak, bugün<br />
de sonuçlarını tartışacağımız, halk<br />
kültürü alanında ortaya çıkan bilgi ve<br />
belgeler. Bu belgeler, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı arşivlerine kaydedilerek bilimsel<br />
bir veri tabanı oluşturulmuştur.” dedi.<br />
Kaymakam Zafer Oktay, sözlerini şöyle<br />
sürdürdü: “İlçemizin bir diğer zenginliği<br />
de Arguvan yöresinde ve yakın çevresinde<br />
bulunan türbeler ve mezarlar, yöre<br />
halkının manevi dünyalarının başlıca<br />
inanç odaklarıdır. Bu bakımdan Arguvan<br />
yöresi ve yakın çevresi inanç turizmi<br />
bakımından önemli bir potansiyele<br />
sahiptir.” ifadelerini kullandı.<br />
“EN GÜZEL SEVDA ŞİİRLERİ VE<br />
HASRET TÜRKÜLERİ ARGUVAN-<br />
LILARDAN”<br />
Bu yıl Türkü Festivali’nin 2-3 Ağustos<br />
<strong>2014</strong> tarihleri arasında gerçekleşeceğini<br />
açıklayan Arguvan Belediye Başkanı<br />
Mehmet Kızıldaş ise: “Arguvanlılar; en<br />
güzel sevda şiirlerini, en güzel hasret<br />
türkülerini söylemişlerdir. Ayrılık türkülerini<br />
söylemişlerdir. Bu nedenle de<br />
her yöreden, her bölgeden insan, Arguvan<br />
türkülerini severek ve keyifle dinler<br />
ve söyler. Arguvan kurumları, Arguvan<br />
türküleri adına çok güzel etkinlikler düzenlediler.<br />
Bunlardan birisi bugünkü 4.<br />
Ulusal Arguvan Sempozyumu ve 6. Arguvan<br />
Türkü Günleridir. Bu hafta sonu<br />
27 Nisan <strong>2014</strong> tarihinde Arguvan Vakfı<br />
tarafından İstanbul’da 14. Arguvan Türküleri<br />
Ses Yarışması, İstanbul Yeditepe<br />
Üniversitesi’nde yapılacaktır. Arguvan<br />
Türkü Festivali ise 2-3 Ağustos günlerinde<br />
Arguvan’da düzenlenecektir.” dedi.<br />
DERECEYE GİREN ŞİİRLER SES-<br />
LENDİRİLEREK ÖDÜLLENDİRİL-<br />
Dİ<br />
Törende 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu<br />
kapsamında düzenlenen Arguvan<br />
konulu şiir yarışmasına 19 kişinin<br />
katıldığı ve bunlardan birinciliği Ümit<br />
Çalışıçı’nın, ikinciliği Musa Aslantaş’ın<br />
ve üçüncülüğü ise Murat Eren’in aldığı<br />
açıklandı. Yarışmada ikinci ve üçüncü<br />
olanlar törende hazır bulunarak şiirlerini<br />
seslendirdiler ve ödüllendirildiler.<br />
Sempozyum öncesinde Arguvanlı Halk<br />
Müziği Sanatçısı Erhan Yılmaz’ın sazı<br />
ve deyişleri eşliğinde Arguvan yöresine<br />
özgü simgesel Semah gösterisi yapıldı.<br />
“YÜKLÜ BİR AĞIT VE HALK TÜR-<br />
KÜLERİ BİRİKİMİ”<br />
Açılış töreninın ardından bilgi şöleninin<br />
sunumuna geçildi. Prof. Dr. Turan Sağer<br />
yönetimindeki sempozyumda Folklor<br />
Araştırmacısı Hakan Sinan Mete, Öğretim<br />
Üyesi Doç. Dr. Banu M. Dönmez ve<br />
Uzman Antropolog Hüseyin Şahin konuşmacı<br />
olarak katıldılar.<br />
Sempozyumda konuşan Malatya Kültür<br />
ve Turizm İl Müdürlüğü’nde görevli<br />
Uzman Antropolog Hüseyin Şahin:<br />
“Ağıtların bir biri ardına söylendiği ölüye<br />
ağlama törenlerini sadece kadınlar<br />
düzenler ve yürütürler. Bunlar ölünün<br />
anası, bacısı, yakın akrabaları, komşularıdır.<br />
Ağlama töreni ya ölünün başında<br />
ya mezarında ya da Arguvan yöresindeki<br />
söylenişiyle “Esvap (çamaşır, giysi)<br />
dökme" denilen, ölünün birkaç parça<br />
çamaşırı, yılın bazı zamanlarında (üçü,<br />
yedisi, kırkı, ilk bayramı gibi) ortaya<br />
çıkartılarak yapılmaktadır. Arguvan yöresinde<br />
ölü başında ağlamada ağıtları ya<br />
köylerde ağıtçı kadınlar ya da iyi türkü<br />
çığıran kadınlar yakarlar. Ağıtlara, orada<br />
bulunan ve törene iştirak eden kadınlar<br />
katılırlar.<br />
Odaya her yeni gelen kadın, ölünün en<br />
yakını sayılan kadının boynuna ağlayarak<br />
sarılır. Ölüye çok yakın olanlar acılarım<br />
belirtmek için saçlarını başlarını<br />
yolar. Bazen tırnaklarıyla yanaklarım<br />
tırmalarlar. Ağıt töreninde, kadınların<br />
başı alınlarından bir bezle genelde bağlıdır.<br />
Bu alın bağlama biçimi yasa gelen<br />
kadınlar için de geçerlidir. Alnına bağlanan<br />
dolak, yazma beyaz ya da siyah<br />
renkli olmakta ve bu yasın simgesi olarak<br />
gözükmektedir. Arguvan çevresinde<br />
söylenen ağıtlarda ölünün vücutça,<br />
huyca övünülecek tarafları bir bir sayılır.<br />
Onun yiğitliği, güzelliği, boyu, endamı<br />
övülür. Yöre ağıtları ortak bir karakteristik<br />
gösterir.<br />
Cenazenin defnedildiği mezardan bir<br />
avuç toprak alınarak, mezar başında<br />
ağıtlar yakarak ağlayan yakınlarının<br />
üzerine serpilir. Toprağın tüm acıları<br />
temizlediğine, bir daha böyle bir acının<br />
yaşanmaması dileğine işarettir.<br />
Bunda yöredeki ölü ve ölüm, gurbetlik<br />
anlayışının ilgili gelenek ve törelerin<br />
benzer olması etkili olmuştur. Yüklü bir
kızılbaş - sayfa 57 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
ağıt ve halk türküleri birikiminin var olduğu<br />
Arguvan ve köylerinde, derlenen<br />
ağıtların birbirleriyle olan benzerlik ve<br />
aynılık derecelerinin neler olup olmadığını<br />
da çalışmamızın sonunda belirtmeye<br />
çalıştık.” şeklindeki ifadeleri dile<br />
getirdi.<br />
Müziği oluşturan tüm öğeleri ele almalıyız.<br />
Çalgılardan sözlere, ağız yapısından<br />
ezgiye, makama, kullanılan çalgıların<br />
yapısına kadar tüm öğeleri ele almalıyız.<br />
Bazen iki kişinin birlikte sazla ürettiği<br />
görülüyor. Doğaçlama ve yarı doğaçlama<br />
üretim olduğundan notaya almak zor<br />
oluyor. Yerel ağzın hâkim olduğu; aman,<br />
of, ölem gibi yerel ağzın ünlemlerinin<br />
sıkça kullanıldığı görülüyor.” diyerek<br />
Arguvan türkülerinin biçimsel ve içeriksel<br />
açıdan derinlemesine incelenmesi<br />
gerektiğini vurguladı.<br />
hissettik. 17 köye gittik; yaklaşık 13- 14<br />
köyde hemen hemen tüm konularda çalışma<br />
yapabildik. Bazen tek kaynak kişiyle<br />
üç saatlik çalışmalarda bulunduk.<br />
Herkese teşekkür ediyorum, özellikle<br />
Arguvan halkına teşekkür ediyorum.”<br />
diye sözlerini sürdürdü.<br />
“ARGUVAN, DİĞER DİLLERDEN<br />
EN AZ ETKİLENENDİR”<br />
İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde<br />
görevli Folklor Araştırmacısı Hakan Sinan<br />
Mete ise: “Arguvan Türkçesi, Türkçenin<br />
Oğuz gurubunda yer almaktadır.<br />
Arguvan'da kullanılan Türkçeye en yakını<br />
Gagauz Türkçesidir. Her dil gibi ilişkiye<br />
girdiği dillerden etkilenmiştir. Osmanlı<br />
döneminde Arapça ve Farsça’dan,<br />
son yıllarda ise Avrupa dillerinden kelimeler<br />
almıştır. Ancak dilin temel yapısı<br />
bozulmamıştır.<br />
Arguvan, Türkçeler içinde belki de başka<br />
dillerden en az etkilenen bölgeyi oluşturmaktadır.<br />
Arguvan ezgileri, halk müziği<br />
edebiyatında Arguvan ağzı, Arguvan<br />
makamı, Arguvan havası olarak geçer.<br />
Bir görüşe göre Arguvan türkülerinin<br />
çıkış kaynağı olarak Dolaylı Mahallesi<br />
(Halpuz) gösterilse de genel anlamıyla<br />
Arguvan ilçesi ve köylerinden doğup<br />
çevre il ve ilçelere yayıldığı söylenebilir.<br />
Günümüzde Elazığ (Şeyh Hasan), Malatya<br />
(Atabey) Yazıhan ilçesi, (Karaca,<br />
Fethiye), Hekimhan ilçesi (Ballıkaya,<br />
Başkavak, İğdir, Hasançelebi, Hacılar)<br />
köylerinde Arguvan ağzının etkisi görülmektedir.<br />
Ağız, halk müziğimizde yöresel<br />
konuşma farklılıklarını karşılar. Okuyuş<br />
tavrı, üslup ve tarz, yörelerin ayırt<br />
edici özelliğini oluşturur. Edebiyat alanında<br />
“diyalekt” olarak adlandırılan bu<br />
duruma halk müziğinde ağız (Azeri ağzı,<br />
Arguvan ağzı, Rumeli ağzı, Barak ağzı,<br />
Karadeniz ağzı vb.) adı verilmektedir.”<br />
“SEMPOZYUM SUNUMLARI Kİ-<br />
TAPLAŞACAK”<br />
Doç Dr. Banu M. Dönmez: “Her şeyden<br />
önce Arguvan türkülerini kategorize<br />
etmeliyiz. Bu kategorize biçimsel ve<br />
içeriksel açıdan olmalı. Arguvan türkülerini<br />
uzun hava ve kırık hava diye iki<br />
ana bölüme ayırabiliriz. Arguvan havası<br />
denmesinin kaynağı da Arguvan’da uzun<br />
havanın daha çok üretilmesindendir.<br />
Dinleyenlerin sadece müzikle uğraşanlardan<br />
oluşmadığını, genel çoğunluğu<br />
sıkmamak için ayrıntıya girmediklerini,<br />
sunumların kitaplaştırılması aşamasında<br />
daha ayrıntılı bilgilerin yayımlanacağını<br />
da dinleyicilerden gelen soru doğrultusunda<br />
ifade etti.<br />
“ATMA’NIN KÜRTÇE TÜRKÜLE-<br />
Rİ, ARGUVAN TÜRKÜLERİNDEN<br />
FARKLI”<br />
Atma türkülerinin Arguvan türkülerinden<br />
ayrı tutulmasının doğru olup olmadığının<br />
sorulması üzerine Prof. Dr.<br />
Turan Sağer şunları ifade etti: “Arguvan<br />
türküleri ile Atma yöresinde Kürtçe<br />
söylenen türküler arasında fark olduğunu<br />
düşünüyorum. Yöresel ağızdan ve<br />
seslendirmeye etkisinden söz ediliyor.<br />
Atma yöresinden üç yöresel sanatçıyla<br />
görüştüm, bu bağlamda söylüyorum.<br />
Yöresel söyleyiş biçiminden kaynaklanan<br />
bir fark bu. Daha çok deyiş tarzını<br />
gördüm.” şeklinde açıklamada bulundu.<br />
Sempozyumun ilk bölümünün sunumu<br />
sırasında birkaç kez kısa süreli elektrik<br />
kesintisi yaşandı. Kısa bir aradan sonra<br />
sempozyumun ikinci bölümüne geçildi.<br />
İkinci bölümü İnönü Üniversitesi Güzel<br />
Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nden Doç.<br />
Dr. Bülent Yılmaz yönetti.<br />
“ARGUVAN’DA KENDİMİZİ MEM-<br />
LEKETİMİZDE HİSSETTİK”<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı Şube Müdürü<br />
Gülsen Balıkçı, Arguvan’ın hangi<br />
köylerinde, nasıl çalıştıklarını, hangi<br />
yöntemlerle alan çalışması yaptıklarını<br />
açıkladı. Arguvan halkına teşekkürleriyle<br />
konuşmasına başlayan Balıkçı: “Arguvan,<br />
bu araştırmalar açısından çok rahat<br />
ve verimli bir yer. Halkın yaklaşımı,<br />
bilgileri derleme açısından çok elverişliydi.<br />
Orada kendimizi memleketimizde<br />
Folklor Araştırmacısı Sabahiye Noraşin,<br />
Arguvan’da geleneksel ve dinsel etkileşimle<br />
ölüm kavramını sundu. Slayt<br />
eşliğindeki sunumunda ölüm olayında,<br />
ölünün defni sırasında ve sonrasında<br />
gerçekleştirilen tüm eylemleri derlemeleri<br />
kapsamında örnekledi.<br />
Folklor Araştırmacısı Yasemin Gümüş,<br />
Arguvan’da evlenmenin tüm aşamalarını<br />
yine slayt eşliğinde köylerden örneklerle<br />
anlattı.<br />
“ARGUVAN KÖYLERİNİN ESKİ<br />
ADLARI KULLANILSIN “<br />
Sempozyumun son konuşmacısı Folklor<br />
Araştırmacısı Zuhal Kasap ise<br />
Arguvan’ın mutfak kültürünü; yemeklerde<br />
kullanılan araç gereçlerden yiyecek<br />
malzemelerine, özel gün yemeklerinden<br />
günlük yaşamdaki yemeklere varıncaya<br />
dek yemeklerin yapılışlarını slayt eşliğinde<br />
gözler önüne serdi.<br />
Dinleyicilerin soru ve önerilerine yer<br />
verilen bölümde bir dinleyici, Arguvan<br />
köylerinin yeni adlarını kendilerine<br />
hitap etmediğini, yeni adlarla köyleri<br />
tanıyamadıklarını, söyledi. Bu nedenle<br />
sunumlarda köylerin eski adlarının<br />
kullanılmasının, yeni adlarınsa parantez<br />
içerisinde kullanılmasının daha uygun<br />
olacağını, bu ricalarının sempozyum<br />
sunumlarının kitaplaştırılma aşamasında<br />
dikkate alınmasının yararlı olacağını<br />
vurguladı.<br />
Sempozyumun ardından sempozyuma<br />
katılan tüm konuklara Arguvan kömbesi<br />
ve yoğurtlu çorbası ikram edildi. İkramlardan<br />
sonra 6. Arguvan Türküleri kapsamındaki<br />
Arguvan türküleri konserini<br />
dinlemek üzere Turgut Özal Kongre ve<br />
Kültür Merkezi’ne geçildi.<br />
sultankilic44@hotmail.com<br />
kitap dergi gazete afiş<br />
baskı işlerinizde bir de bizden fiyat teklifi<br />
isteyiniz!.. grafir dizgi tasarımlarınız<br />
itina ile yapılmaktadır.<br />
Ali Ülger<br />
ya_hizir@web.de
kızılbaş - sayfa 58 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI<br />
NUSAYRİLER<br />
Yemenden kalkıp kaç göç dalgaları halinde<br />
Anadolu’ya geldiler. İnanışlarından<br />
dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama<br />
her yerde izledi onları büyük kırılmalara<br />
tabi tutuldular ama “ehlibeyt yolundan<br />
dönmediler”. (Bulut,2001:95)<br />
“Osmanlı belgelerinde, Fellahlar “Çukurovanın,<br />
Amik’in, daha doğrusu Akdeniz<br />
Bölgesinin en eski sakinleri” (Yeğenoğlu,<br />
2001) olarak geçer. İlber Ortaylı’ya göre<br />
onlar, bir zamanlar Türkmenlerle çevrili<br />
bir denizde Arapça konuşan etnik bir<br />
gruptu. Kendi aralarında iletişim kuvvetliydi.<br />
Lazkiye ile Mersin’deki Nusayriler<br />
(Fellahlar) kendi aralarında haberleşiyorlardı.<br />
Kız alıp veriyorlar, ortaklık kurup<br />
ticaret yapıyorlardı.” (Ortaylı, 1999: 42)“<br />
(Aslan,20<strong>05</strong>:27)<br />
“Fellahların Varlığına ilişkin ilk kayıtlarda<br />
Kanuni Sultan Süleyman devrinde,<br />
1528’de Adana sancağındaki vergi defterlerinde<br />
Karşılaşılmaktadır. O devirde<br />
Fellahların ismi Garipler Cemaati olarak<br />
geçmektedir. (Serin, 1995: 146). O dönemlerde<br />
Çukurova’da, Bahçeciler olarak<br />
tanımlanmakta idi. Gerçekte de Fellahlar<br />
1970’lere kadar yoğun olarak çiftçilikle<br />
uğraştılar ve hala uğraşmaktadırlar.<br />
“(Gökçeli, 2001) O yüzden Antakya yöresinde<br />
dinsel inanışlarından dolayı “Aleviler”<br />
olarak anılmalarına karşılık, Adana<br />
ve Mersin yöresinde, kendilerini kızdıran<br />
zaman zaman kendilerinde aşağılandıkları<br />
fikrini uyandıran, Arapça çiftçi anlamına<br />
gelen “Fellah” yada “Arapuşağı”<br />
kavramlarıyla anılmaktadırlar ”(Ünlüer,<br />
2001)“ (Aslan,20<strong>05</strong>:28)<br />
Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük<br />
göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada<br />
Halep’teki büyük yerleşimleri sırasında<br />
Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan<br />
Selim binlerce Nusayri’yi kırmasıyla Lazkiye<br />
dağları’nın doruklarına çıkan Nusayriler,<br />
bir anlamda göçebelik ,tehcir,tecrit<br />
ve yoksulluğa mahkum edildiler.Nusayri<br />
adını, 11.İmam Hasan el askeri’nin müridi<br />
Muhammed bin nusayr’dan aldıkları<br />
yolundaki rivayetin akla yatkın olduğunu<br />
yazar Faik bulut makalesinde belirtir.<br />
Fakat yazar-eğitimci Mehmet Karasu’ya<br />
göre bu adlandırmanın tarihi gerçekliği<br />
yoktur: “Zira Alevilik Muhammed ibn<br />
Nusayr tarafından değil,bizzat imam ali<br />
tarafından kurulduğunu iddia eden bilim<br />
adamaları vardır. Aşağıda izah edileceği<br />
gibi ilk ayrışmalar Gadir Hum biatına dayanmaktadır.<br />
(Karasu,2006:117)<br />
Mehmet Karasu makalesinde bu iddialara<br />
Şöyle karşılık verir: “İkincisi, Muhammed<br />
ibn Nusayr peygamber değildir.<br />
Ehlibeyt’in sevgisini ilmini ahlakını,<br />
edep ve dürüstlüğünü bize aktaran bir<br />
ehlibeyt bilginidir. O ve kendisinden<br />
sonra gelenler; Muhammed Bin Cündüp,<br />
Abdullah Cennan Cembalani, Hüsey Bin<br />
Hamdan El Hasibi, Muhammed Bin Ali El<br />
Cilli, Mekzun el Sincari….Alevileri içine<br />
düştüğü zillet, sefalet, umutsuzluk, ve<br />
esaretten kurtulmak için çalıştılar.Bunlar<br />
her şeyden önce din tasavvuf ozanıdırlar.<br />
Görüş ve inançları tasavvuf felsefesi ve<br />
“Vahdet-i vucud “kuramı dediğimiz, eski<br />
Grek Latin filozoflarından esinlenen “islami<br />
felsefeyi benimsemişlerdir. Bu gün<br />
mevcut olan elyazması yapıtlardan bunu<br />
anlamak mümkündür. Alevilerin Tanrı<br />
anlayışı anlatılırken bu özellikler hep göz<br />
ardı edilmişlerdir.” (Karasu, 2006: 117)<br />
Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife<br />
döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik<br />
takviye kuvvet burada düşmanı yendikten<br />
sonra bu bölgede ikamet etmiş,Hz.Ali<br />
yandaşı olan bu kuvvete ‘nasara /nüsra ‘<br />
(yandaş,zafer kazanan )adı verildiğinden,<br />
yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes<br />
aynı isimle anılmış. (Bulut, 2001, 96),<br />
Kaç göç dalgaları Nusayrileri açlığa<br />
ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı<br />
sıra,sürek surak,suvarık (sürgün sözcüğünden<br />
bozma) sıfatıyla horlanmalarına<br />
neden oldu. Yoksul halk,açlıktan ölmemek<br />
için sarp dağların verimsiz topraklarını<br />
işleyerek,ağaçları kesip tarla haline<br />
getirerek ayakta durmaya çalıştı ;<br />
Arapça ‘felahül-ard’ (toprağı işleyenler)<br />
İbaresinden kendilerine ‘fellah’ adı verildi<br />
bu yüzden.Uzun süre Hristiyan ve<br />
Müslüman ağaların yanında marabalık<br />
yaptılar.Zamanla toprak sahibi olup rançberlik<br />
,bağcılık ,bostancılığı bir meslek<br />
haline getirince, bu kez,Arapça ‘fellah’<br />
(rençber,köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti.<br />
‘Arap uşağı’ yakıştırması,Atatürk<br />
zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından,<br />
üstün bir ünvanmış gibi sunulmuş olmasına<br />
rağmen, aslında Osmanlının son<br />
demlerinde bu toplumu aşağılamanın ifadesi<br />
olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir<br />
defterlerine ise garipler cemaati olarak<br />
kayda geçmişlerdi. (Bulut,2001:96)<br />
Etnik Köken<br />
Etnik bakımından söz konusu Alevilerin<br />
tümü Arap kökenlidir. Abdurrahman<br />
Khair’e göre:” daha önceki isimleriyle<br />
onlar Nusayrilerdir ve Fransız mandası<br />
zamanında Aleviler olarak anıldılar.Fakat<br />
onlar gerçek Araptırlar ve imamların<br />
yanılmazlığına inanan Müslümanlardır.<br />
(Karasu,2006:118)<br />
Muhammet Emin Galip et Tavil,” Nusayriler<br />
adlı yapıtında tufandan sonra insanlığın<br />
Nuh’un üç oğlunun soyundan,Sam<br />
Ham ve Yafes’ten geldiğini anlatır. Söz<br />
konusu Alevilerin atalarının Samiler olduğunu<br />
ve bunların Ortadoğu’ya yerleştiklerini<br />
ileri sürer.Sami kavimlerinin kendilerine<br />
özgü bir geleneği,uygarlığı,dili<br />
ve meziyetleri olduğunu ve onların saf<br />
arap pınarından süzülen on ikinciler olduğunu<br />
belirtir. (Karasu,2006: 118)<br />
Nusayriler örf,adet,kimlik ve kökenlerini<br />
araştırma döneminin henüz başında.<br />
19<strong>38</strong>’de Hatay’ın Türkiye’ye katılması<br />
sürecinde Güneş Dil tezi savunucuları,’<br />
Yöre halkının Eti Türklerinden Olduğunu‘<br />
döne döne tekrarlayıp durmuştu.<br />
Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan<br />
kimi siyasetçiler,‘ Hz.Ali’nin orduları<br />
Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri<br />
de Ali askerleri arasında bu bölgeye<br />
gelip yerleştiler’ yolunda yazılar yazmışlardır.<br />
Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı<br />
bu propagandaya inanmış görünüyor.<br />
Ama çoğunluk kökenlerinin Yemen’den<br />
Kalkıp Irak, Suriye Halep üzerinden<br />
Lazkiye yöresine göçen, Yaklaşık 700 ila<br />
300 yıllık süreçte Süveydiye (Samandağ),<br />
Adana, İskenderun, Tarsus, Mersine yerleşen<br />
büyük aile afradına dayandığına<br />
inanıyor. Şunu Diyorlar: ‘Ezilmişliğin<br />
verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı.<br />
Diyeti ise Arapça’dan, asıl kültürümüzden<br />
vazgeçmek oldu. Türkçe, Giderek<br />
Arapça’nın yerini alıyor; iki kuşak sonra<br />
evimizde Arapça konuşulmaz olacak.<br />
Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil<br />
bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü<br />
ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle<br />
varız, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir rengiyiz.<br />
Bu yeterliyidir. Yoksa, bizi Eti Türkü<br />
sayıp asimile etmenin bir alemi yok.<br />
Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan<br />
bu toplumun bir parçası olmak<br />
esastır.‘ (Bulut: 2001: 96)<br />
Dil<br />
Bilindiği üzere dil, evreni ve doğa olaylarını,<br />
duygu ve düşünceleri, insanlar<br />
arasındaki ilişkileri kendi işleyişi, ruhu,<br />
mantığı ve dünya görüşüyle yoğuran ses-
kızılbaş - sayfa 59 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
li bildirişim sistemidir. Aynı zaman ad<br />
kültürün en önemli taşıyıcısıdır. Onun<br />
en temel öğesidir.” toplumun bir parçası<br />
yok ki, dilden bağımsız, dilden ayrı olsun.<br />
Toplumun edebiyatı, Felsefesi, sanatı,<br />
tekniği ile birlikte, bütün kültürü düşünceleri,<br />
Kavrayış biçimi, giderek töre ve<br />
gelenekleri dille bir bağlılık içindedirler,<br />
dilden ayrılmazlar. Töre ve gelenekler<br />
de dil olmadan olanaklı değildir” (Akarsu,1984:98).<br />
Bu yüzden etnik gruplar<br />
dillerini adetleri kadar önemsemektedir<br />
(Aslan,20<strong>05</strong>:54) Nusayrilik, etnik, disel,<br />
dinsel temelleri olan bir grubu ifade<br />
eder. Bu öğeleri birbirinden bağımsız<br />
düşünemeyiz. Dili aradan çıkardığımızda<br />
Nusayrilik çıkmaza girer. Bu açıdan<br />
Arapça’nın yaşatılması çok önemlidir.<br />
Arapça konuşma oranı gittikçe düşmektedir.<br />
Yeni nesillere öğretilmeme eğilimi<br />
vardır. Arapça yazmayı da çoğunlukla<br />
şeyhler ve kuran okuyan Nusayriler bilir.<br />
Unutulmalıdır ki dil kültürel sürekliliği<br />
sağlar.<br />
a-Arapça: Suriye’deki Gebel ve Ansariye<br />
bağlı Süryani/Lübnan lehçesi.Yaşlı nesil<br />
hala arap yazısıyla okuyup yazmaktadır.<br />
(Andrews,1992:215)<br />
b-Türkçe Genellikle Hatay’ın Türkiye’ye<br />
katılmasından (1939) Sonra doğmuş<br />
olan daha genç nesil tarafından konuşulur.<br />
Kent halkında Türkçe’yi birinci dil<br />
konumuna yükseltme yönünde bir eğilim<br />
gözlenmektedir. Bugün Arapça ile<br />
Türkçe’nin bir karışımı konuşulur. (Andrews<br />
,1992:216)<br />
Nüfus ve Nüfusun Dağılımı<br />
Nusayrilerin nufus oranı Samandağ’da<br />
%90, Antakya’da %60-70; İskenderun’da<br />
%40, Adana’da %25, Tarsus’ta %80, Mersinde<br />
%20-25 Nusayrilerin Hatay’ın genel<br />
nüfusu içindeki oranı ise merkezdeki<br />
oranın altındadır (%30’a yakın). M.Aring<br />
–Lananatza 1990 verilerine dayanarak<br />
toplam nüfuslarının yaklaşık 1 milyon<br />
olduğunu söyler. Aradan geçen yıllar da<br />
hesaba katıldığında tahminlerinin doğru<br />
olduğu ileri sürülebilir. (Sertel,,20<strong>05</strong>:179)<br />
Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları<br />
Hatay ilinin ve bu ile komşu illerin dini<br />
coğrafyaları dikkate alındığında Nusayri<br />
toplumunun geniş bir Sünni İslam kuşağıyla<br />
çevrildiği görülmektedir. Söz konusu<br />
bölgenin dini inanışlar bakımından<br />
konstarast bir görünümde olması Nusayri<br />
toplumundaki grup içi bütünleşmenin<br />
asıl sebebini oluşturmaktadır. Bölgenin<br />
inançsal yapısı ile ilgili en sağlıklı bilgi,<br />
1996 yılında yapılan genel nüfus sayımıdır.<br />
(DİE)Bu sonuçlara göre Hatay<br />
ilinde Nusayri nüfusunun genel nüfusa<br />
oranı %28.94’tür. Hanefi nüfusun oranı<br />
%68.48, Genel nüfusun oranı %1.95’ tir;<br />
nüfusun geri kalanını ise Katolik ve Ortodoks<br />
mezhebine mensup Hıristiyanlar<br />
ile Musevilerden oluşmaktadır. Nusayrilerin<br />
yoğun olarak yaşadıkları yerler ise<br />
Samandağ ve köyleri ile Antakya merkez<br />
ve köyleri olarak görülmektedir. Diğer<br />
ilçelerde ise Sünni İslam mezheplerine<br />
mensup olanlar yoğunluktadır. (Keser,20<strong>05</strong>:149)<br />
Din<br />
Alevileri Ortadoğu’daki Sünni ve Şii Müslümanlar<br />
ile diğer etnik Dini gruplardan<br />
ayıran en belirgin özellik, Hz.Ali’ye Karşi<br />
aşırı tutkularıdır. (Karasu,2006:121)<br />
Nusayriler kendilerini “İslam toplumu,<br />
uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçası<br />
olarak görürler” (Bulut,2001:95)<br />
Nusayriler Hz Ali’ye olan aşırı tutkuları<br />
ve Bu tutkularından ödün vermeyen bir<br />
gruptur. Nusayrilerin Toplumsal yaşantılarında<br />
din bu topluluğu bir arada tutan<br />
ve toplumun devamını sağlayan çok güçlü<br />
bir kurumdur. Dine dayalı akrabalık ilişkileri,<br />
ekonomik ilişkiler bu örnek çoğaltılabilir.<br />
Nusayrilik inancının en önemli<br />
özelliği dışarıya kapalıdır. Bu yapı Nusayrilik<br />
inancının hiçbir zaman bağnaz<br />
bir inanç olmasını getirmemiştir. Aile<br />
içindeki özgürlükçü ortam ve kadınların<br />
toplumda hiçbir zaman geri plana itilmediği<br />
kendini yenileyebilen bir inançtır.<br />
Her gelen iktidarın Nusayriler üstünde<br />
kurduğu baskı belki bir nevi kapalı toplum<br />
yapısını getirmiştir.<br />
Bu açıdan Nusayrilik değerlendirilirken<br />
tarihi ve toplumsal koşulları göz önünde<br />
bulundurmak faydalı olacaktır.<br />
Nusayri inancının pratik yönü de teorik<br />
alanı kadar sosyal bütünleşmeyi arttırıcı<br />
özelliklere sahiptir. Tarihsel süreç içinde,<br />
bilinçli bir tutumla, Nusayri ibadet<br />
şekilleri belirlenirken grup içi dayanışmayı<br />
ve bütünleşmeyi arttırma amacı da<br />
güdülmüş olabilir. (Keser,20<strong>05</strong>:142) Bayram<br />
sahipliği kurumu vasıtasıyla ailelerin<br />
sosyal prestijlerini yükseltme aracı olarak<br />
görülerek dini inançların devamlılığını<br />
arttırıcı bir etkiye sahip olmaktadır. (Keser,20<strong>05</strong>:143)<br />
Bayram sahipliği yada dini görevlerin yerine<br />
getirilmesi Nusayrilerde sosyal prestiji<br />
artırmaktadır. Nusayrilerde özellikle<br />
Samandağ gibi kırsal kesimlerde sosyal<br />
kontrol çok fazladır. Bayram sahipliğinden<br />
vazgeçen kişilerin işlerinin kötü gideceğine<br />
inanılır. Özellikle Gadir-Hum<br />
bayramında hemen hemen her evde kazanlar<br />
kaynar.<br />
Nusayrilerin Grup içi dayanışmalarını<br />
arttıran bir diğer önemli sebep ise devleti<br />
Sünni İslam’ın savunucusu ve uygulayıcısı<br />
şeklinde algılamalarıdır.(Keser,20<strong>05</strong>:150<br />
Özellikle 1980’den sonra ilkokullara zorunlu<br />
din kültürü derslerinin getirilmesi<br />
Nusayriler tarafından şikayet konusudur.<br />
Bu çocuklarının Sünni, Hanefi, İslam yorumunu<br />
öğrenmek zorunda bırakılması<br />
anlamına gelmektedir. Nusayriler günümüzde<br />
çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla<br />
seslerini duyurabilmektedir. Devlet Sünni<br />
İslamı destekler bir konumda olsa da<br />
Nusayriler dinler arası ve kültürler arası<br />
diyalogdan hiçbir şekilde geri durmaz ve<br />
bu gün Hatay’da bulunan gruplar arasında<br />
hoşgörünün ve barışın kaynağı durumundadırlar.<br />
Aile<br />
Grup içi (endogami) evlilik yaygındır. Evlilik<br />
Nusayri toplumunda çok önemsenen<br />
bir konudur. Nusayriler gelenek, görenekleri<br />
ile özellikle kırsal kesimde (Samandağ<br />
ve köyleri ) geleneklere ve dinsel öğretilere<br />
uygun şekilde yaparlar.<br />
Nusayri Toplumundaki bütünleşme aile<br />
kurumu göz önünde bulunduğunda da<br />
görülmektedir. Nusayri toplumunda hakim<br />
aile tipi çekirdek aile olmakla beraber<br />
kırsal alana gidildikçe evlenmiş erkek<br />
çocukları da aynı çatı altında toplayan<br />
birleşik aile tipi az da olsa görülmektedir.<br />
Bu tip ailenin oluşmasının ilk nedeni bu<br />
yola başvuran ailelerin ekonomik güçsüzlüğüdür.<br />
Evlenmiş çocuğuna yeni bir ev kurabilecek<br />
ekonomik birikime sahip olamayan<br />
ebeveynler evlerini evli çocuklarıyla paylaşma<br />
yoluna gitmektedirler. Bu tip ailelerin<br />
oluşmasının ikinci nedeni ise yine<br />
ekonomik bir faaliyet sonucu olmaktadır;<br />
Nusayri toplumunda uzun yol şoförlüğü<br />
yapanların ve yurt dışında işçi olarak çalışanların<br />
oldukça fazla olması sebebi ile<br />
bu kişiler eşlerinin ve çocuklarının güvenliği<br />
için ve bakımlarının sağlanması<br />
amacıyla onları ailelerinin yanına yerleştirme<br />
yoluna gitmektedirler. Ancak eşlerinden<br />
uzun süre ayrı kalmaları nedeniyle<br />
ailesini ebeveynlerinin evlerinde yerleştirenler<br />
seyahat gerektirmeyen bir mesleğe<br />
geçmeleri veya yurt dışında çalışıyorlarsa<br />
yurda kesin dönüş yapmaları durumunda<br />
genellikle ebeveynlerinden ayrı bir evde<br />
oturmaktadır (Keser,20<strong>05</strong>:144)<br />
Siyaset
kızılbaş - sayfa 60 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
Nusayri Toplumunda genç kadınların siyasete<br />
erkekler kadar yoğun şekilde ilgi<br />
duyduğu ve katıldığı görülmektedir. Yaşlı<br />
kadın nüfus ise erkeklere göre siyasete<br />
daha az ilgi duymaktadır. Yaşlı kesimlerde<br />
oy verme kararlarında aile reisleri<br />
büyük rol oynarken genç kesimde aileden<br />
bağımsız oy verme davranışına daha sık<br />
rastlanmaktadır.( Keser, 20<strong>05</strong>, 150)<br />
.Yaşlı ve genç nufusların oy verme davranışlarındaki<br />
en büyük farklılık,yaşlı<br />
nüfusun yöneldiği partilerin geleneksel<br />
merkez-sol partiler olmasına rağmen genç<br />
nüfusun tercihinin daha solda partiler olması<br />
yönünde olmasıdır. (Keser,20<strong>05</strong>:150)<br />
Ancak Nusayrilerin siyasi Alanda sol fikirlere<br />
yakın olmasının nedenleri arasında<br />
dini inanışlarının oynadığı rolü ortaya<br />
koymak mümkün olmamıştır.Bu konu da<br />
belirtilecek tek şey Türkiye içinde yaşayan<br />
Alevi nufusun genelinin sola yakın<br />
olduğu ve Nusayrilerin siyasi tavırlarının<br />
bu olgu içinde değerlendirileceğidir. Sol<br />
fikir taraftarlığının yüksek olmasının diğer<br />
bir sebebi ise üniversite eğitimi görmüş<br />
fert sayısının azınsanmayacak derecede<br />
olmasıdır.(Keser,20<strong>05</strong>:150)<br />
Ekonomi<br />
Hatay,Adana,Mersin,İskenderun gibi şehir<br />
merkezlerinde yaşayan Nusayriler, ticaret<br />
ve esnaflıkla; bu kentlerin kırsalında<br />
bulunanlar daha çok tarım ve hayvancılıkla;<br />
Samandağ,İskenderun,Mersin(Mez<br />
itli,Karaduvar),Adana (Karataş) gibi sahil<br />
kesimlerinde yaşayanların önemli bir kesimi<br />
ise balıkçilikla geçimini sağlamaktadır.<br />
( Sertel ,20<strong>05</strong>:175)<br />
Arap Alevilerinin işsizlik yüzünden değişik<br />
ülkelere dağıldıkları gözlenmektedir.<br />
Bunu yurtdışındaki nufus oranlarından<br />
gözlemleyebiliriz. Yurtdışına<br />
olan işçi göçlerinde Arabistan önemli<br />
bir yere sahiptir. (Bunun dışında körfez<br />
ülkeleri önemli bir yer tutar); Arapça’yı<br />
bilmeleri uyum sorununu azaltmaktadır.<br />
Oraya gidenlerin Türkiyede’ki yakınlarına<br />
iş temin etmeleri de bu ülkeye olan<br />
iş göçlerini kitlesel hale getirmiştir. Nusayrilerin<br />
ekonomik güçlerinin temel<br />
kaynağını,Arabistan’dan gelen para oluşturmaktadır.<br />
(Sertel,20<strong>05</strong>:175)<br />
Araştırma yapılan bölgedeki Nusayrilerin<br />
geçmiş zamanlardan beri yoğun olarak<br />
içinde bulundukları ekonomik faaliyet<br />
kırsal alanda yaşayanlarda ziraat şehirlerde<br />
yaşayanlarda ise esnaflıktır. Ancak<br />
zaman içinde sınır ticareti imkanlarının<br />
gelişmesiyle beraber taşımacılık alanında<br />
da yoğun bir faaliyete girmişlerdir. Zirai<br />
faaliyetlerin yanında Nusayrilerin faaliyet<br />
gösterdikleri alanların başında taşımacılık<br />
sektörü gelir. Bu gün Türkiye’nin<br />
en güçlü tır filoları özellikle Samandağ<br />
Nusayrilerine ait olup bu filoların çoğunluğu<br />
da Arap ülkelerine seferlerde bulunmaktadır.<br />
Bunun yanında yüksek eğitim<br />
gören Nusayrilerin oranındaki artışlara<br />
bağlı olarak değişik meslek gruplarında<br />
da çalışmaya başlamışlardır. Zirai faaliyet<br />
içinde bulunana Nusayrilerin işledikleri<br />
arazilere ise sahip olmaları çok yakın<br />
bir zaman içinde gerçekleşmiştir. Daha<br />
önceleri Sünni mezheplere bağlı ağaların<br />
elinde bulunan arazilerde işiçi olarak<br />
çalışan Nusayriler ağaların şehirlere yerleşmeyi<br />
tercih etmeleri sonucu satılığa<br />
çıkardıkları arazileri satın almışlardır.<br />
(Keser,20<strong>05</strong>:147-148)<br />
Nusayrilerin Göreceli olsa da güçlü olan<br />
ekonomik durumlarının ana nedeni diğer<br />
gruplara duyulan güvensizlik olduğu söylenebilir.<br />
Yoğun bir çalışma sonucu elde<br />
edilen göreli üstünlük azınlık olmalarının<br />
getirdiği zorlukları azaltmakta ve bununla<br />
birlikte grubun maddi maddi temeli<br />
güvence altına alınarak devamlılığı sağlanmaktadır.(Keser,20<strong>05</strong>:149)<br />
Modern kültür ve Geleneksel Kültür<br />
Arasında Nusayrilik<br />
Geleneksel kültür manevi kültürdür. Geleneksel<br />
kültürde akrabalık bağları çok<br />
güçlüdür. Aile bireyin hayatını belirler.<br />
Bireyin doğumundan ölümüne kadar oturacağı<br />
yer, evleneceği kişi,yapacağı mesleğine<br />
kadar her şeyini aile belirler.Geleneksel<br />
kültürde aile geniş ailedir. Geniş<br />
ailede Anne, baba,büyük baba , büyük<br />
anne,kardeşler herkes aileden kalma ev<br />
yada arsa içinde yaşar .Hatay’ın Samandağ<br />
ilçesinde %90’dan fazla nufusun Nusayri<br />
olduğu bu ilçede geleneksel yaşamın<br />
belirtileri görülür.<br />
Aile Çoğunlukla geniş ailedir. Aile bireyin<br />
hayatında çok belirleyicidir.Bireylerin<br />
üstünde adeta bir koruma kalkanı vardır.<br />
Birey yurtdışına (genellikle Arap ülkelerine)<br />
çalışmaya gider. Belrili bir para<br />
biriktirdikten sonra ailesinin gösterdiği<br />
ailesine ait mülkün üstünde evini kurar.<br />
Genelikle meslekleri yurdışında getirisinden<br />
kaynaklı Berber,lokantacı,otomobil<br />
tamircisi,Fırıncı,şöför gibi mesleklerdir.<br />
Belirli bir süreden sonra bu mesleklerden<br />
birini memleketinde icra etmek üzere<br />
yurtdışından kesin dönüş yapar.toplumda<br />
saygın bir yer sahibi olmak için Dini görevlerini<br />
yerine getirir.Samandağ ilçesinde<br />
Nusayriliğin tam olarak canlı bir şekilde<br />
yaşatılması bu geleneksel yaşamın<br />
gereklerindendir.<br />
Toplumsal değişim geleneksel yaşamın<br />
görüldüğü yerlerda daha az olur. Kültürler<br />
daha canlı yaşanır.Geleneksel yaşamın<br />
katı kuralları ve toplumsal kontrol değişime<br />
direnmeyi gerekli kılar.<br />
Nusayrilerde Bunun yanında Özellikle<br />
Mersin,Adana yöresinde daha çok modern<br />
yaşamın izleri görülür. Aile tipi<br />
çekirdek ailedir.Gittikçe büyüyen bu şehirlerde<br />
tutunmak için çesitli işlerde çalışmaktadırlar.Aile<br />
Planlaması vardır.<br />
Ekonomik sıkıntılardan kaynaklı çocuk<br />
doğum oranı daha düşüktür.Kırsal alana<br />
göre düşüktür. Dini Görevini yerine getirme<br />
konusunda hassasiyet kırsal kesime<br />
göre daha azdır. Kent yaşamının getirdiği<br />
şartlar dolayısıyla daha zordur. Dini görevini<br />
yerine getirme konusunda kırsal<br />
kesimde hassasiyet olması kırsaldaki toplumsal<br />
kontrolun daha fazla olmasından<br />
kaynaklanmaktadır.<br />
Modern bir yaşam tarzında toplumsal<br />
değişim daha hızlıdır.Genç nesilin kent<br />
yaşamına uyum sağladığı görülür. Geleneklerden<br />
daha kopuk Türkçeyi çok düzgün<br />
konuşan Arapça Kelimeleri telafuz<br />
etmekte zorlanan yada hiç Arapça bilmeyen<br />
bir genç nesil yetişmektedir.Bu da<br />
Nusayri ailelerin çocukları kent yaşamına<br />
uyum sağlasın yabancılık çekmesin diye<br />
özellikle çocuklarıyla Türkçe konuşma<br />
eğiliminden kaynaklanmaktadır.<br />
Kent yaşamında imkanlar dini görevleri<br />
yerine getirmek için kısıtlı olduğundan<br />
Nusayri kültürü yeterince yaşatılamamaktadır.Böylelikle<br />
Kente adapte olmuş<br />
Nusayri topluluk gelenekle-modern kültür<br />
yani maneviyatçı kültürle maddiyatçı<br />
kültür arasında kalmıştır.<br />
Nusayrilerin Yaşadığı kırsal kesimlerde<br />
maneviyatçı kültür gelişmiştir.Paranın<br />
yerini hatırın yada akrabalık ilişkilerinin<br />
aldığı yerlerdir. Nusayrilerin doğumundan<br />
ölümüne kadar verdikleri kararlarda<br />
aile ve toplum çok önemlidir. Toplumsal<br />
kontrol fazladır.Bu sebepten toplumda geleneksel<br />
kurallar ağır başmaktadır.<br />
Nusayriler ve Ulusal Kimlik<br />
Günümüzde etkisi gitgide artan insan<br />
hakları ,Kültürel çoğulculuk .farklı etnik<br />
ve dinin inançların ifade edilebilmesi<br />
cerçevesindeki talepler ulus- devletin temellerini<br />
zorluyor. Böylece ulus devletin<br />
yurttaşlık anlayışı ile farklılıklara saygıyı<br />
temel alan insan hakları siyaseti arasında<br />
bir gerilim ortaya çıkıyor.( İnal ,2006: 37)<br />
Avrupa biriliğinden birçok ülke,bu gün<br />
farklı kültürlerden,farklı etnik kökenlerden<br />
gelen,değişik diller konuşan yeni<br />
yurttaşlarının kültürel kimliklerini yeni
kızılbaş - sayfa 61 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
edindikleri yurttaşlık kimliği içinde sürdürebilmeleri<br />
için kanunlarını yeniden<br />
düzenliyor,birey haklarını gözeten ortak<br />
anlayışlara yöneliyor. Oysa Türkiye son<br />
seksen yılda çok kültürlü- çok uluslu bir<br />
imparatorluğun mirası üzerinde kurduğu<br />
ulus-devletle bu zengin mirastan “kurtulmaya”<br />
çalıştı. Buda Kürt, Ermeni, Rum,<br />
Süryani, Yahudi gibi çeşitli kimliklerin<br />
yaşadığı bu coğrafyada bir çok acı soruna<br />
yol açtı. (İnal,2006:37)<br />
Bilindiği üzere “ulusal kimlik, sosyal ve<br />
politik bütünlüğün güçlü aracıdır. Toplumda<br />
sosyo-ekonomik düzey, yaş cinsiyet,<br />
din gibi çeşitli boyutlardaki farklılıkların<br />
ayarttığı ayrılıkları, bölünmeleri<br />
telafi edici bir etkiye sahiptir. Ayrıca sosyal<br />
olarak marjinal veya alt düzeylerde<br />
bulunan grupların toplumda bir yer bulmasını<br />
ve entegrasyonunu sağlamaktadır.Bazen<br />
bu ulusal kimlikleşmenin ve<br />
entegrasyonun aygıtları olarak fonksyon<br />
gören resmi okullar, Diyanet işleri, siyasal<br />
kurumlar, ters fonksyona da sahip<br />
olamaktadır.Bu Kurumlar bütünleşme<br />
(entegrasyon) yerine eritmeyi (asimilasyonu)<br />
seçerek potansiyel olarak etnik hareketler<br />
(monements) yaratabilmektedir.<br />
(Aslan,20<strong>05</strong>:146-147)<br />
Örnek olay: Bir üniversiteli kız öğrencisi<br />
1987 yılında Ortaokula giderken yaşadığı<br />
deneyimi dramatik bir şekilde dile getirmektedir.<br />
“Dersinde orta 2 öğrencisi olan<br />
bu öğrenci ye din öğretmeni beş vakit<br />
namazdan herhangi birini sınıf önünde<br />
uygulamasını istemiş bilmadiğini söyleyince<br />
çok kötü azarlamış. ’Sen ne biçim<br />
Müslümansın ‘gibisinden. Olay büyüyünce<br />
Bu Nusayri kızı çağırıp açıklama<br />
yapıp olayı yatıştırmış.”Cahit aslanın kitabından<br />
(s147) geçen olayın tam metnini<br />
okuyabilirisiniz.Osmanlılar zamanından<br />
beri süregelen Nusayrilere karşı bu tutum<br />
1987 yılı itibari ile değişik bir şekilde gelişmiştir.<br />
Buda Nusayrilere dayatılmaya<br />
çalışılan asimilasyon politikasının sadece<br />
biçim değiştirdiğini göstermektedir.<br />
1950’li Yıllarda Hatay’da yaşayan yaşlı<br />
Nusayrilerin anlattıklarına göre ; Nusayriler,<br />
kaldırımlardan yürüyemezler ,hayvanlar<br />
için yapılan arklardan yürürlermiş.<br />
münferit olaylar olsa da Nusayri şeyhleri,<br />
kalabalık caddelerde yürürken sakalları<br />
yolunurmuş ve şalvarları çekilirmiş.özellikle<br />
12 eylül askeri yönetimi döneminde<br />
Nusayrilerin yerleştiği bölgelere camiler<br />
yaptırılmış ve buralara Nusayri imamlar<br />
atanmıştır. Uzun bir süre Nusayriler,<br />
Sünni ağaların marabası olarak onların<br />
topraklarında yaşamışlar.Kendi içlerindeki<br />
dayanışmanın yardımlaşmanın güçlü<br />
olması ve çalışkan olmaları nedeniyle<br />
para biriktirerek çalıştıkları toprakların<br />
büyük bir çoğunluğunu Sünnilerden satın<br />
almayı başarmışlardır (Türk,20<strong>05</strong>:29)<br />
19<strong>38</strong> yılında Hatay’ın nüfusunun yarıya<br />
yakını alevi iken dışarıdan Sünni vatandaşların<br />
kaydırılması sonucu bu oran<br />
gittikçe düşmektedir. Bu kaydırmalar 12<br />
Eylül 1980’den sonra da yeniden gündeme<br />
gelmiştir. (Karasu , 2006:118)<br />
Cumhuriyet tarihi boyunca bütün çabamızın<br />
Kürdün Türkleştirilmesi, ya da<br />
müslümanın laikleştirilmesi olmamalı<br />
Bütün çabamız sadece çoklu kimlik ve kişilik<br />
özelliklerine sahip olduğumuzu göz<br />
önünde bulundurmamız gerekiyor. Sadece<br />
etnik, dinsel ve cinsel kimliğimiz değil<br />
,bunun yanı sıra yurttaşlık bağı ile bağlı<br />
olduğumuz ülkenin sorumlu yurttaşı olduğumuzu,<br />
farklı kültürel kümelerle etkileşime<br />
açık olduğumuzu sadece doğum<br />
ve kan bağı ile edinilmiş kimlikler değil,<br />
bunun yanı sıra sonradan kazandığımız<br />
kimliklerle bir bütün oluşturduğumuzu<br />
unutmamalıyız. (İnal,2006:41) Yurttaşlık<br />
bağıyla bağlı olduğumuz kimlik Türkiye<br />
Cumhuriyeti vatandaşı olmamızdan kaynaklı<br />
edindiğimiz kimliktir. Nusayrilik<br />
ise etnik, dinsel bir kimliktir. Yüzyıllardır<br />
yaşayan bir kültürdür. Nusayriler<br />
yüzyıllarca egemen iktidarların ve karşıt<br />
grupların baskısına maruz kalmışlar ve<br />
direnmişlerdir.<br />
Joan Weulerse “Antioche” adlı yapıtında<br />
Antakya’da yaşayan Aleviler için şu<br />
tespiti yapar:”Alevilerin Antakya’daki<br />
durumu çok farklıydı. Merkezini politik<br />
açıdan egemen unsur olan Türklerin tuttuğu<br />
bir kentte, heteredoks bir mezhep<br />
olan aleviler şehir dışına atılmışlardı Bu<br />
konum,ikili horlamaya denk düşüyordu:<br />
Toplumsal açıdan köylü,Dinsel açıdan da<br />
sapkın olarak eziliyorlardı. Antakya’nın<br />
Alevi nüfusu “ağır işler ve alt meslekler<br />
için köle olmasa da seri “düzeyinde bir<br />
el emeğinin” deposu olarak görülüyordu.<br />
Güvenlik nedeniyle semtlere kapanmış<br />
Aleviler, dışlandıkları kentin en sefil ve<br />
ezilen kesimini oluşturuyorlardı. Kent<br />
topografisi içindeki yerleri azınlık Müslüman<br />
toplumlar yelpazesindeki uç konumlarının<br />
çarpıcı bir anlatımıydı. “(Karasu,2006:115)<br />
Yaşları yetmiş ve üstü olanların anlattığına<br />
göre bir zamanlar Antakya’da Alevilerin<br />
kaldırımlarda yürümeleri bile yasaktı.<br />
Onlar kendilerini belli ettirmek için caddenin<br />
ortasında yürümek zorundaydılar.<br />
Kaldırımı kullananlar her türlü saldırıya<br />
maruz kalabilirdi. ( Karasu,2006:115)<br />
Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal<br />
mülk sahibi olması,Kuran satın alıp<br />
okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı.Çarşıya<br />
bile inemezlermiş.<br />
Aleviler Kuran elde edebilmek için Hristiyan<br />
din adamlarını devreye sokarlarmış.<br />
Nusayri din adamlarının sarıkları önce<br />
arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi<br />
söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp<br />
çiğnenirmiş.Nusayri selamını almamak<br />
için.yüzlerini çevirenler; omuz atıp<br />
geçenler varmış. (Bulut,2001:96)<br />
Samandağlı Abdullah Vural,tam 115 yaşında<br />
.’Eskiden el örmesi dizkapağına<br />
inen gömlek giyerdik ‘diyor.İç çamaşırı<br />
bulamadıklarını ;dağda ağaç,çalı çırpı<br />
toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın<br />
diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerinde<br />
yara berelerle dolaştıklarını anlatarak<br />
o zamanki yoksulluğun boyutunu<br />
gösteriyor. (Bulut,2001:67)<br />
Nusayri yaşlılarımızın anlattıkları geçmişte<br />
yaşadıkları sıkıntıları bu günkü durumla<br />
karşılaştığımızda ne kadar büyük<br />
bir mücadeleyle günümüze geldiklerini<br />
görmekteyiz.Geçmişten bu güne kabul<br />
ettirilmeye çalışılan sunni İslam öğretisine<br />
gösterdikleri direnç kendi kültürlerini<br />
koruma azmi takdire değerdir.<br />
Samandağlı Ahmet "Eskiden Arapça yasaktı.<br />
Şimdi Türkmen köylerinde Arapça<br />
Türkü söyleniyor" diyor. Samandağ'a geri<br />
dönerken, çok eskiden de değil, 1980'lerin<br />
sonuna doğru bu topraklarda yaşanılan<br />
anlamsız yasakları düşünüyoruz. 12<br />
Eylül'e kadar siyasal şiddetten nasibini<br />
en az alan Samandağ'da, 12 Eylül sonrası<br />
inanılmaz baskı uygulanmış. Neredeyse<br />
herkes sorgudan geçirilmiş. Bu süreç<br />
1985'e kadar en ağır biçimde sürmüş.<br />
1990'lı yıllara doğru garip yasaklar vardı<br />
Samandağ'da. Hatta şimdi birkaç sanatçının<br />
albümüne aldığı, Türkiye'nin<br />
her yerinde çalan 'Meryem Meryemti'<br />
türküsü yasaktı. Oysa türkü, Osmanlı<br />
askerleri tarafından kaçırılan bir Arap<br />
kızının öyküsünü anlatıyordu. Hatta o<br />
yıllarda Samandağ'da bir düğünde bu<br />
türkü çalmaya başlayınca, o sırada salonda<br />
bulunan dönemin ilçe emniyet müdürü<br />
yasak olan türküyü susturmak için<br />
silahını çekip havaya ateş bile etmişti.<br />
Yasaklar kumsalı Samandağ'ın Çevlik<br />
kumsalı, yaklaşık 18 kilometredir. Bu<br />
yanıyla' Türkiye'nin en uzun kumsalı'<br />
olarak anılır. O yıllarda, saat 18.00' den<br />
sonra kumsalda gezinmek yasaktı. Hele<br />
yazları, havanın kararmasına saatler kala<br />
kumsal boşaltılır, kurt köpekleriyle gezen<br />
jandarmalar sahilde kalanları uyarırdı.<br />
Samandağ'da balık önemli bir geçim<br />
kaynağı. Ama o zamanlar, Samandağlı<br />
balıkçıların gece denize açılmalarına ve<br />
denizde kalmalarına izin verilmezdi. Samandağlılar<br />
karşılarında başka yerlerden<br />
gelen balıkçı teknekleri avlanır, onlar kı-
kızılbaş - sayfa 62 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
yıdan seyretmek zorunda kalırlardı.(Celal<br />
Başlangıç,Radikal,29,07,2002)<br />
Nusayrilerin Dil konusunda da bir dönem<br />
1980 sonrası Arapça müzik çalınmasın<br />
diye askerin düğünü basması gibi olaylar<br />
anlatılır. Nusayrilik ulusal kimlik çelişkisinde<br />
dinsel ve dilsel müdahalelere de<br />
maruz kalmıştır.Ayrıca 1990’lı yıllarda<br />
Afganlı göçmenlerin Ovakentte arsa sahibi<br />
yapılması ve devlet olanaklarının<br />
sunulması.Amik ovasının bir bölümünün<br />
Karadenizden getirilen sahıslara işleme<br />
hakkının verilmesi gibi uygulamalarda<br />
Nusayri Araplar’ın tarih sahnesinde olduğu<br />
gibi günümüzde de bir takım siyasi ve<br />
politik oyunlara maruz kaldıklarını göstermektedir.<br />
Samandağının Kurtderesi mahallesi sakinlerinin<br />
bir bölümünün hukuk dışı uygulamalarla<br />
tamamen siyasi oyunlarla<br />
tapularının iptal edilmesi de yakın tarihte<br />
olan başka bir olaydır.Saho mağdurları<br />
zamanının içişleri Bakanı bizzat Mehmet<br />
Ağar’ın vasıtasıyla tapuları ellerinden<br />
alınmıştır.Hukuki olarak aleni bir şekilde<br />
o toprakların bir Türk vatandaşı olan<br />
ve nufus ve evlik cüzdanı olan Mustafa<br />
Şah’tan satın alındığı kanıtlanmasına<br />
rağmen.Bu Kurtderesi mahallesindeki<br />
bu sakinler evlerini ,arazilerini boşaltma<br />
tehlikesiyle karşı karşıyalar.<br />
Murat Çelikkan Saho davasını “Bölgede<br />
bu uygulamaya ilişkin yorum, Arap<br />
kökenli vatandaşlarımızın Antakya'da<br />
mülk edinmesini engelleme. Gerekçe,<br />
Suriye ile olan Hatay meselesi ve plebisit<br />
korkusu. Bu da, 'azınlık vakıfları'na<br />
uygulanan 'derin devlet politikası'nın bir<br />
benzeri. Topraksızlaştırma politikası.<br />
Hatta yerleştirilen Türkmenler vesaire...<br />
Vatandaşların ellerinden giden, bedelini,<br />
vergisini ödedikleri toprakları için açılan<br />
10'dan fazla dava, aleyhlerine sonuçlanmış.<br />
Temyiz aşamasında olanlar var. Sadece<br />
iki dava, mülkiyet bedelinin tahsili<br />
amacıyla AİHM'ye gitmiş. Bizi yeni bir<br />
rezalet daha bekliyor orada anlayacağınız.<br />
Suriye ile ilişkilerin düzelmesi, Hatay<br />
meselesinin resmi düzeyde halli için<br />
gelişmeler çok olumlu. Peki ama 'Şaho<br />
mağdurları'nın hali pür melali ne olacak<br />
Son çare, Cumhurbaşkanı'na başvurmayı<br />
düşünüyor, bunun için imza topluyorlar.<br />
Derin kırmızı çizgiler, ah o çizgiler! (Çelikkan,<br />
Radikal, 07.01.2004)<br />
Bu politik oyunlar aleni bir şekilde ortadadır.Nusayriler<br />
basında yada araştırma<br />
adı altında yayınlanan asılsız iddialarada<br />
maruz kalmaktadır. Nusayri Alevileri,<br />
Nusayrilikle ilgili araştırma yapan<br />
bazı araştırmacılara tepkilidir. Oturdukları<br />
yerden alana inmeden araştırma<br />
yapmaktalar hem asılsız idialar hemde<br />
bilimsellikten uzak cümleler kurmaktadırlar.Nusayrilerin<br />
istemediği şekilde bir<br />
beceriymiş gibi namaz sürelerini yayınlamaktadırlar.Nusayrilerin<br />
dinsel inançlarını<br />
saygısızlık yapmaktadırlar. Bir<br />
araştırmacı, araştırma yaptığı toplumun<br />
inançlarına saygı duymalıdır.Her toplumun<br />
kutsalı vardır.Toplumlar bu kutsallar<br />
sayesinde birleşir bütünleşir kaynaşır.Bu<br />
kutsallar için geçmişten günümüze bedel<br />
ödemişlerdir.Ödemeye de devam etmektedirler.<br />
Celal Başlangıç’ın deyimiyle” Musa<br />
Dağı'na bakarken insan, 'Ne kadar çok acı<br />
yaşanmış bu topraklarda, şu anda yaşananlar<br />
ve daha da yaşanacak olanlardan<br />
gayrı' demekten alamıyor kendini. Musa<br />
Dağı gibi bu ülkenin de acıları bitmiyor ve<br />
insan bu coğrafyada acıyı büyütenlerin, o<br />
sıcacık, saygılı, iri gözlü Samandağlıların<br />
yüzüne bakarken utanacakları günü bekli<br />
yor.”(Başlangıç,Radikal,29.07.2002)<br />
KAYNAKÇA<br />
-Andrews, Alford, Peter, (1992),<br />
Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa<br />
Küpüşoğlu, 1.Basım, İstanbul, Ant<br />
Yayınları<br />
-Aslan ,Cahit, (20<strong>05</strong>), Fellahların Sosyolojisi,<br />
1.Basım, Adana, Karahan Kitabevi<br />
-Bulut, Faik, (2001), ”Nusayriler”, Atlas<br />
Dergisi”, sayı 104, İstanbul<br />
-İnal, Celal, (2006),” Çok Kültürlülük ve<br />
Toplumsal Uzlaşma”, Nusayrilik Alevilik<br />
Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet<br />
Karasu, 1.Basım, Ankara, Keşif Yayınevi<br />
-Karasu, Mehmet, (2006), ”Alevi Nusayriler”,<br />
Nusayrilik Alevilik Ve Çok Kültürlülük<br />
içinde, Der Mehmet Karasu,1.<br />
Basım, Ankara, Keşif Yayınevi<br />
-Keser, İnan, 20<strong>05</strong>, Nusayrilik: Arap<br />
Aleviliği, 3.Basım, Adana, Karahan<br />
Kitabevi<br />
-Ortaylı, İlber, et.al.,(1999), Türkiye’deAleviler,<br />
Bektaşiler, Nusayriler, İslamİlimleri<br />
Araştırma Vakfı, No: 61, İstanbul,<br />
Bayrak Matbaası<br />
-Serin,Şerafettin,(1995),Aleviler,Nusay<br />
riler ve Şiiler kimlerdir, Adana: Koza<br />
Ofset<br />
-Sertel,Ergin, 20<strong>05</strong>, Dini ve Etnik Kimlikleriyle<br />
Nusayriler,1.Baskı, Ankara,<br />
Ütopya Yayınevi<br />
-Türk,Hüseyin,(2006),”Hatay’da Çok<br />
Kültürlülük ve Hoşgörü”,Nusayrilik<br />
Alevilik ve Çok Kültürlülük<br />
içinde,Der:Mehmet Karasu,Ankara,Keşif<br />
Yayınevi<br />
Kaynak:<br />
http://www.samandagkentgunlugu.com/<br />
index.php/kenan-kahliogullari/189-<br />
hatayda-hos-gorunun-kaynagi-nusayriler<br />
Bülent Korkmaz’ın Haziran<br />
ayında çıkacak yeni kitabı
kızılbaş - sayfa 63 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />
DERSÊN KURMANCÎ<br />
BEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV<br />
Birikti içimde yine yağmur<br />
bulutları<br />
Bir yağsam ah yağsam<br />
Bahar yağmurlarına karışsam<br />
Zamanı yoktur derler yağmurun<br />
Durup durup ağlamaların zamanı<br />
Kederini acını katıp önüne<br />
Alıp götürür derler<br />
1-Yek<br />
2-Du(dudu)<br />
3 - S ê (s i s ê)<br />
4 - ç a r<br />
5-pênç<br />
6 - ş e ş<br />
7- h e f t<br />
8 - h e ş t<br />
9 - n e h<br />
10-deh<br />
11-yazdeh / devyek<br />
12-diwazdeh / devdudu<br />
13-sêzdeh / devsisê<br />
14-çardeh / devçar<br />
15-pazdeh / devpênc<br />
16-şazdeh / devşeş<br />
17-hevdeh / devheft<br />
18-hejdeh / devheşt<br />
19-nozdeh / devnehê<br />
20-bîst.<br />
21-bîst û yek<br />
30-sî 31- sî û yek<br />
40-çil / çel<br />
41- çil û yek<br />
50-pêncî<br />
51- pêncî û yek<br />
60-şêst<br />
61- şest û yek<br />
70-heftê<br />
71- heftê û yek<br />
80-heştê<br />
81-heştê û yek<br />
90-not/ nohodî<br />
91- not û yek<br />
10 0 - s e d<br />
110- sed û deh<br />
200- du sed<br />
220- du sed û bîst<br />
Uğur Adsız<br />
çok uygun fiyatlara!<br />
300- se sed<br />
330- sê sed û sî<br />
400- çar sed<br />
440- çar sed û çil<br />
500- pênc sed<br />
550- pênc sed û pêncî<br />
600- şeş sed<br />
660- şeş sed û şeşt<br />
700- heft sed<br />
770- heft sed û heftê<br />
800- heşt sed<br />
880- heşt sed û heştê<br />
900- not sed<br />
990- not sed û nod<br />
1.000-hezar<br />
2.000- du hezar<br />
20.000- bîst hezar<br />
40.000- çil hezar<br />
Mînak:<br />
-Tu çend salî yî “Ez bîst û yek salî<br />
me.”<br />
-Havîn çend salî ye “Havîn pênç salî<br />
ye.”<br />
JİMARNAVÊN KERTÎ<br />
%10 (Ji sedî 10) Li Tirkiye derbenta<br />
hilbijartinê ji sedî deh e<br />
%20 (ji sedî bîst) ji sedî bîstê qartof<br />
hatin firotin<br />
%75 ( ji sedî heftê û pênc) ji heftê û<br />
pêncê dersâ Matematikê derbas bûn<br />
½ (duyek) Duyeka mamosteyan law in<br />
¼ (çaryek) Çaryeka pênusan sor in<br />
•Hinek deran de “yek” dibe “ek-ekîekê”<br />
û hevdudanî tê nivîsanin e<br />
/Carekî were delal<br />
/min pirtûkek xwend<br />
/tenê malek me heye/keçekê rindik e<br />
zazacadan türkçeye / türkçeden zazacaya<br />
gurmanciden türkçeye / türkçeden gurmanciyeye<br />
ruscadan türkçeye / türkçeden rusçaya<br />
çevriler yapılır e-mail: kizilbasdergisi@kizilbas.biz<br />
0049 (0) 177 502 88 53<br />
Toprağın bedenine nasıl düşerse<br />
yağmur<br />
Belki can bulup yağdıkça ben de<br />
Gülü reyhana dönerim<br />
- Gülü Reyhan -<br />
********************************<br />
Sizin hiç babanız karşınızda ağladı<br />
mı<br />
Benimki ağladı,<br />
Tanrı şiir yazıyordu<br />
Peki sizin hiç babanız ağlarken<br />
utandı mı<br />
Benimki utandı,<br />
Tanrı kayıptı<br />
Garipti, sarsıldım<br />
ben onun tohumuydum<br />
Ben dimdik ayaktayken şimdi o<br />
kırılmıştı<br />
Sen hiç, bir ağacın devrildiğini<br />
gördün mü<br />
Ben gördüm, henüz fidandım<br />
Tanrı cebimde yoktu<br />
Cesedi bulunmuştu<br />
Üzeri ayetle kaplı<br />
Yüzü görünmüyordu<br />
Tanrı tanınmıyordu..<br />
- KALENDER -<br />
*********************************<br />
sevdam yeşerip kök salmış<br />
yüregimin en mahsum yerinde<br />
yer yurt etmiş yüregimi<br />
dillenip huzura gelmek<br />
dalkol olup çiçek açmak için<br />
yol yolak aramış<br />
dört yanın taştan duvar<br />
mapushane bacası gibi yürek<br />
tepede bir ay doğmuş<br />
tepede üç yıldız var<br />
biri sen<br />
biri sen<br />
üçü sen<br />
dörtbir yanımın taşduvarı sensin!<br />
- hıdır -
kızılbaş - sayfa 64 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53