15.02.2015 Views

2014-05 Kizilbas 38

2014-05 Kizilbas 38

2014-05 Kizilbas 38

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

kızılbaş<br />

saresur<br />

Mayıs <strong>2014</strong> - Sayı <strong>38</strong><br />

kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!<br />

- Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim!...<br />

- Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu (Liste)<br />

- Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı<br />

- YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA<br />

- Başbakan’ın 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />

- Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel<br />

İzleri Üzerine


kızılbaş - sayfa 2 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

kızılbaş<br />

yayınlayan / veröffentlicht<br />

generaldirektor freizugeben.<br />

sakine polat<br />

genelyayın yönetmeni:<br />

ali ülger<br />

tr. hukuk danışmanları:<br />

av. nadide metin erdoğan<br />

av. erdal doğan<br />

av. hıdır özcan<br />

avrupabirliği hukuk danışmanı:<br />

av. ertekin ceylan<br />

ankara temsilcisi: hatice çevik<br />

tel: <strong>05</strong>32 358 25 08<br />

kizilbasankara@hotmail.com<br />

kayseri temsilcisi<br />

a. rıza ülger<br />

kizilbaskayseri@hotmail.com<br />

Adana temsilcisi:<br />

Ugur Adsız<br />

kizilbasadana@hotmail.com<br />

berlin temsilcisi: ali koçak<br />

alikocak50@hotmail.com<br />

tel: 0177 457 79 78<br />

stuttgart temsilcisi: ali usta<br />

info@ali-usta.net<br />

tel: 0176 78 56 12 71<br />

adres: bergheimer str 51<br />

d - 47228 duisburg almanya<br />

tel: +49 (0) 177 502 88 53<br />

http://www.kizilbas.biz<br />

kizilbasdergisi@kizilbas.biz<br />

kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve<br />

ilanların sorumluluğu sahiplerine<br />

aittir. kızılbaş’ta imzasız ve<br />

kaynaksız yazılar yayınlanmaz.<br />

15 nisan <strong>2014</strong> sayı: 37<br />

gönüllü katkı formu<br />

adı soyadı :..................................................................................................<br />

adres :...........................................................................................................<br />

e-mail & tel :...............................................................................................<br />

ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536<br />

6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.<br />

dünya ve avrupa için:<br />

adı soyadı :..................................................................................................<br />

adres :...........................................................................................................<br />

e-mail & tel :...............................................................................................<br />

ali ülger konto: sparkasse duisburg<br />

0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00<br />

IBAN: DE <strong>05</strong> 350 500 00 0300 23 23 29


kızılbaş - sayfa 3 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

içindekiler:<br />

Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ......................................... Kızılbaş Dergisi<br />

Sayfa <strong>05</strong> - Başbakan’ın Diplomatik 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />

....................................................................................... Hovsep Hayreni<br />

Sayfa 08 - Dr. Avagyan: Türkiye’nin bugünkü politikası, Ermeni<br />

Soykırımının inkarından daha tehlikeli ........... Arsen Avagyan<br />

Sayfa 09 - Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik! Prof. .... Dr. T. Akçam<br />

Sayfa 11 - Erdoğan’ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi<br />

Bacağından mı Asılmalı ................................ Garbis Altınoğlu<br />

Sayfa 15 - Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı<br />

Sayfa 16 - Seyfo Center’in 1915 Soykırımı konferansına mesajı<br />

..................................................................... seyfocenterin-mesajı<br />

Sayfa 17 - Öcalan’dan mesaj: Mümin kardeşlerim<br />

..................................................... Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR<br />

Sayfa 18 - Taziye’nin İçini Doldurmak ................... Dr. med. Sarkis Adam<br />

Sayfa 19 - Ermeni soykırımı bağlamında politisit. Osmanlı<br />

mparatorluğu’nda Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi<br />

..................................................................................... Meline Anumyan<br />

Sayfa 22 - Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu (Liste)<br />

...................................... İbrahim Halil Baran - Nimetullah Atal<br />

Sayfa 25 - 1915 ERMENİ SOYKIRIMI MİMARI TALAT<br />

PAŞA’NIN SONU<br />

Sayfa 25 - Özür ............................................................................. Ali Ülger<br />

Sayfa 26 - Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով<br />

Sayfa 28 - Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν<br />

ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο) .......... ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ<br />

Sayfa 30 - Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı Pontos’un<br />

Zenginliğine dair Genel Bilgiler. .......................... Ali Sait Çetinoğlu<br />

Sayfa 34 - Bir Kürtten Ermeni Halkına Özür Mektubu ......... Hayri Tunç<br />

Sayfa 36 - YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA ................... Serdar Halil Göçmen<br />

Sayfa 37 - ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası .. Munzur CÖMERT<br />

Sayfa 42 - Malatya’da şehit edilen kardeşlerimizi anarken, bu karanlık<br />

operasyonu anlamaya da çalışalım: .................................. İsa Karataş<br />

Sayfa 43 - BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN<br />

ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!<br />

................................................................................. Kemal Tolan<br />

Sayfa 45 - Diyanet, Siyaset ve Kürdler ........................................... Ruşen Arslan<br />

Sayfa 48 - Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi . Prof. A. Hür<br />

Sayfa 52 - Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri<br />

Üzerine Kişisel Gözlemlerim ........................................ Erdem Özgül<br />

Sayfa 55 - Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah ...... Sultan KILIÇ<br />

Sayfa 58 - HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI NUSAYRİLER<br />

Sayfa 63 - DERSÊN KURMANCÎBEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV<br />

................................................................................... Uğur Adsız<br />

Sayfa 63 -Ozanlarımızdan<br />

Sayfa 64 - Sergi<br />

madergisi@gmx.de


kızılbaş - sayfa 4 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

cangözü<br />

ile<br />

görmek<br />

29 Mart yerel seçimleri yapıldı.<br />

Sonuçları ortada. İsteyen istediği<br />

sonuçları çıkartabilir.<br />

Kızılbaş-Aleviler varolan partilerin<br />

tümünün ortak düşünce ve<br />

davranışlarını da ortaya çıkardı.<br />

O da şu hep işletilen ve devlet<br />

partileri tarafından başarılı kılınan<br />

Alevi partisi olmasın biz<br />

varız bize çalışın siyaseti. Kısacası<br />

maraba kalın siyaseti işletilmiştir.<br />

Bu devlet patentli<br />

siyaseti seçimlere katılan tüm<br />

partiler işlettiler.<br />

Ya kendi adımıza kendimiz için<br />

işleteceğimiz öz örgütlenmemizi<br />

inşa edip siyaset alanına çıkacağız.<br />

ya da marabalığa devam<br />

sütçü beygiri gibi dön ha dön<br />

siyasetine talim ettirileceğiz!...<br />

Geçmiş seçimlerde Alevi Bektaşi<br />

dernek vakıf federasyon<br />

konfederasyon kurmayları Ankara’ya<br />

uçup çeşitli devlet partilerinden<br />

vekil olmak için el etek<br />

öptüler. Turgut Öker, Necdet<br />

Saraç vd.......<br />

Gelecek seçimlerde Alevi Bektaşi<br />

teşkilatlarının benzeri siyasetlerini<br />

işleteceklerini görmek<br />

için münnecim olmaya hiç de<br />

gerek yoktur....<br />

* * *<br />

R.T. Erdoğan’ın kimi Alevi(!)<br />

teşkilatlarını hedefleyen sözlerinden<br />

alınanlar oldu... Erdoğan<br />

Kızılbaş - Alevi siyasetinde samimi<br />

demokratik ve laik siyaseti<br />

işletmiyor! İşletemez de, işletmesini<br />

beklemekte aşırı körlük<br />

marabalık olur. Yalnız; hedeflediği<br />

kesime yönelik söyledikleri<br />

hiç de yabana atılacak şeyler<br />

değildi. 12 EYLÜL ASKERİ<br />

IRKÇI FAŞİZAN DARBESİ<br />

SONRASI dökülen solculardan<br />

devlet Alevilik üzerindeki varlığını<br />

yenilerken işte o zamandan<br />

bu yana soldan devlet yedekli<br />

kadrolar ile dernekler vakıflar<br />

kurdurdular. Alevi-Bektaşi derneklerinde<br />

M. Kemalin suratını<br />

tırk bayrağını astılar. Devlete<br />

ve m. kemale eleştirisi olanları<br />

lokallerine almadılar yasakladılar.<br />

Bunlar hala varlığını sürdürüyor.<br />

Örneğin muharrem ayında<br />

yapılan mahtem cemlerine<br />

konsolosluklar davet edildi. Yapılan<br />

Aşurelere TC. Konsoloslukları<br />

başköşeye çıkartıldılar.<br />

Bu dernekler ABF üyesi dernekler.<br />

Hem de Turgut Öker’in<br />

Genel başkanlığı döneminde<br />

Almanya’nın Duisburg kentinde<br />

yaşadık...<br />

Ne yazık ki solcu artıkları devlet<br />

devşirme kadrolarının Ergenekoncu<br />

cepheden Erdoğan’a ve<br />

AK-P saldırmakla kendilerini<br />

Alevi ve solcu olduklarını kaldıklarını<br />

sanıyor bu ocak-söndürmüş<br />

şaşkınlarımız!<br />

Erdoğan tektaşla iki kuş vurmak<br />

istiyor. Olmaz hele ağır<br />

olun!.. Ateist olan bir bireyin<br />

Kızılbaş-Alevi- Bektaşi kimliği<br />

ortadan kalkmıştır.<br />

Kızılbaş-Alevi-Bektaşi olan bir<br />

birey de Ateist kimliği olamaz!..<br />

Her iki farklı kimlik ve kültürü<br />

aynı gibi gösterip ikisine birden<br />

saldırmasında demagoji ve ortalığı<br />

bulandırma siyaseti işletmektedir...<br />

TC. Devletinin hiç bir siyaset<br />

aktivisti laik değildir. TC.<br />

din ve vicdan hürriyeti yoktur.<br />

Erdoğan’ın bu müdahalesi de<br />

buna en açık örnektir...<br />

Bu da gösteriyor ki kendi öz örgütlülüğünden<br />

yoksun olanların<br />

hayatın ve siyasetin hiç bir alanında<br />

ciddiye alınamaz. ve kendi<br />

varlıklarını koruyup geliştiremezler<br />

devletin, çeşitli kurum<br />

ve kuruluşlarının asimilasyonuna<br />

yem olurlar!...<br />

* * *<br />

Diyarbakır’da Kürt-Türk ittihatçı<br />

ittifakı tazeleniyor hem de<br />

Türk devletinin hayrına olacak<br />

şekilde. Her aklı salim Kızılbaş-<br />

Alevinin bu gidişatı kendi adil<br />

bilincinde şapkasını çıkartıp<br />

tartması gerekmiyor mu Timsah<br />

gözyaşı döken Kızılbaş evlatlarını<br />

boyalı basında görünce<br />

ne hallere düşürüldüğümüzün<br />

çapını derinliğini algılamak ne<br />

de zor!.. İnkarcı İslam’ın Asimilasyoncu<br />

siyasetinden bize<br />

ve mazlumlara iyilik gelmemiştir!....<br />

* * *<br />

İçeriğine karşı olduğumuz. İttihatçı<br />

inkârcı ve de soykırımcı<br />

bir belgeyi yayınladık. Bundan<br />

dolayı Kızılbaş dergisine ve<br />

Genel Yayın Yönetmenimize<br />

yönelik yapılan eleştirinin demokratik<br />

değerleri çiğnediği<br />

kanısındayız.<br />

Dergimizin düşünce ve davranışı<br />

açık biliniyor!..<br />

Saygılarımız ile<br />

KIZILBAŞ DERGİSİ


kızılbaş - sayfa 5 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Başbakan'ın Diplomatik<br />

1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine<br />

Başbakan Erdoğan 12 yıllık iktidar<br />

deneyimi içinde zaman zaman resmi<br />

kalıpları çatlatan sürpriz çıkışlarıyla<br />

farklı bir lider olarak göründü. Kuru<br />

kafalı bir devlet adamı gibi tekdüze<br />

değil, zamanın gereklerine uygun değişik<br />

ve akıllı hamleler yapmasıyla<br />

dikkat çekti. Despot ve reformist yüzünü<br />

sık sık dönüşümlü ve birarada<br />

gösterdi. Esasen ikinci yönü oldukça<br />

sahte, gerçek değişimleri sağlamaktan<br />

uzak ve reel işlevinden fazla psikolojik<br />

algılar yaratan birşeydi. Toplumun<br />

nabzını iyi ölçerek kendi politik<br />

geleneğini yeniden biçimlendirmeyi<br />

ve taban genişletmeyi başardı. Güven<br />

kazandıkça ülkenin tabu sorunlarına<br />

dokunma ve eskisi gibi gidemez olan<br />

yönlerini kısmen revize etme cesareti<br />

buldu. Ama temsil ettiği devletin kuruluş<br />

temellerini hiç tartışma konusu<br />

yapmadı ve stratejik çıkarlarını titizlikle<br />

gözetti. Zaten “milli” meselelerde<br />

yenilik olarak ne yapsa bu doğrultuda<br />

yapacaktı. Örneğin Kürt meselesinde<br />

açılıma yönelirken “tek devlet, tek<br />

millet, tek vatan, tek bayrak” vurgusunu<br />

hiç ihmal etmedi. Darbe tehlikesinden<br />

korunmak için askeri vesayeti<br />

geriletirken devletin güvenlik sigortası<br />

olarak militarist anlayışı muhafaza<br />

etti. İslami geleneğin baskılanmasına<br />

son vermek için Kemalist ideolojinin<br />

laikçi damarına yüklenirken ortaklaştığı<br />

ırkçı-şoven çizgileri ve Atatürk<br />

mitini özenle korudu. İyi bir demagog<br />

ve şovmen olarak tartıştığı her konuda<br />

hem nalına hem mıhına vurmasını<br />

bildi. İç siyasette rakiplerini zayıflatıp<br />

kendine avantaj sağlayacak gündemler<br />

yarattı, bazen de ortaya çıkan karambolleri<br />

değerlendirmede mahir davrandı.<br />

Siyasi rakibi CHP'yi tek parti<br />

döneminin insanlık suçları üzerinden<br />

teşhir etme girişimi ve yukardan aşağıya<br />

tarih sorgulaması tam da böyle<br />

bir vesileyle başlamıştı.<br />

Başbakan'ın adına hiç değilse “katli-<br />

Hovsep Hayreni<br />

am” diyebildiği ve tevekkeli biçimde<br />

olsun “devlet adına özür” beyan ettiği<br />

1937-<strong>38</strong> Dersim soykırımı bu sayede<br />

yoğun bir tartışma gündemi oldu.<br />

Ancak Türkiye'de tarihle yüzleşmenin<br />

en netameli konusu olan 1915 Ermeni-Süryani<br />

soykırımı ve 1923'e kadar<br />

Pontus Rumlarını kapsayarak devam<br />

eden Hristiyan halkların kanlı tasfiyesi<br />

dokunulmaz kalıyordu. Son on yılda<br />

sivil toplumun sorgulama alanına girmekle<br />

beraber devlet katında bu süreç<br />

gündeme alınmıyor, dışardan gelen<br />

basınca ise alışılmış inkarcı söylemle<br />

tepki veriliyordu. Başbakan'ın Dersim<br />

çıkışını ve yankılarını irdelerken<br />

biz hep bu garipliğe dikkat çekmiş ve<br />

eğer vicdan işiyse o vicdanın 1915'e<br />

neden işlemediğini sorgulamıştık. Birçok<br />

faktör içinde en esaslı görülmesi<br />

gereken iki nedenden biri; bu olayın<br />

cumhuriyet içinde bir budama değil,<br />

cumhuriyetin hemen üzerine kurulduğu<br />

bir kök kazıma eylemi oluşu, diğeri<br />

ise kazınıp silinen halkların gayrımüslim<br />

ya da “gâvur” olarak çok daha değersiz<br />

görülüşüydü. Yıllar süren bekleyişten<br />

sonra nihayet soykırımın 99.<br />

yıldönümünde Başbakan bu konuya da<br />

“insani” açıdan değinme lütfunu gösterdi.<br />

Fakat çok gecikmeli gelmesinin<br />

yanında bu değinmenin tarzı Dersim<br />

çıkışından belirgin şekilde sönük ve<br />

içeriği de büsbütün zayıf, daha doğrusu<br />

boş kaldı.<br />

Yöntemde Dikkat Çeken Tutukluk<br />

ve İçerikte Cimrilik<br />

Her konuda ve her vesileyle kürsüye<br />

çıkıp doğrudan konuşmayı seven Başbakan,<br />

1915 gibi önemli bir soruna ilk<br />

kez “empati” ile değinecek olduğunda<br />

neden somut tasvirler içeren duygulu<br />

bir hitabı değil de, muğlak sözcüklerle<br />

dolu diplomatik bir yazılı açıklamayı<br />

tercih etmiştir Açıklamanın dokuz<br />

dilden tüm dünyaya duyurulma isteği<br />

bu sorunun tatmin edici yanıtı olamaz<br />

herhalde. Daha önce Dersim 1937-<strong>38</strong><br />

için vermek istediği mesajları hep kürsüden<br />

vermiş ve uluslararası kamuoyu<br />

da bunları izlemekten mahrum olmamıştı.<br />

“Ah benim Dersimli kardeşim,<br />

ah benim Diyarbakırlı kardeşim” diye<br />

kalabalıklar önünde gözyaşı bile dökebilen<br />

Başbakan, iş Ermenilerin acısını<br />

paylaşmaya gelince öyle dokunaklı bir<br />

seslenişi neden beceremedi dersiniz<br />

Açıklama muhtevasında kendini gösteren<br />

farklar bir yana, yönteme ilişkin<br />

bu tutukluk bile kendiliğinden çok<br />

şey anlatır. Düne kadar “Biz yaradılanı<br />

yaradandan dolayı severiz” gibi<br />

bir nakarat eşliğinde bu ülkenin farklı<br />

kimliklerine hitab ederken yalnızca<br />

Müslüman olan etnik grupları sayıp<br />

Hristiyan olanların adını ağzına almayan<br />

bir Başbakan'dan söz ediyoruz.<br />

Yani ayrım yapmadığını anlatmaya<br />

çalışırken dahi ayrımcılığını ele veren<br />

sistemli bir ketumiyet içindeydi. Bu<br />

defa konu 1915 olunca orucu bozması<br />

kaçınılmazdı, ama yine bir mesafe<br />

koymak ister gibi sesli hitabetten feragat<br />

etti. Bunu ait olduğu gelenek içinde<br />

“gavurla duygudaşlık” kurmanın zorluğuna<br />

yormak yanlış olmaz sanırım.<br />

Sonraki hafta partisinin meclis grup<br />

toplantısında konuşmasına gelince<br />

yazılı açıklamanın primini toplamak<br />

üzere diğer partilerle polemik dışında<br />

birşey yapmayıp, Ermeni halkının trajedisiyle<br />

ilgili yüreklere seslenmekten<br />

yine kaçındı.


kızılbaş - sayfa 6 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Dersim çıkışını yaptığında Necip Fazıl<br />

Kısakürek'ten pasajlar okuyarak<br />

o dönemin vahşetini nasıl kınadığını<br />

hatırlayalım. 1915'te sergilenen vahşetin<br />

çapı çok daha geniş, bilançosu kat<br />

be kat ağırdı. Üstelik kendi vicdanına<br />

işlemesi için ille Müslüman kimlikli<br />

birilerinin referansı gerekiyorsa, o<br />

dönem Ermenilere yapılanı “bir milletin<br />

vahşice imhası” gibi etkili sözlerle<br />

telin eden Müslüman gazeteci,<br />

siyasetçi ve azledilmiş mülki amirler<br />

de vardı. Onlardan birkaçının İttihatçı<br />

canilere söylediklerini dile getirebilirdi<br />

mesela.“İttihatçı zihniyetle hesaplaşma”<br />

gereğinden sözediyordu hani,<br />

onun en büyük cürmünü ve ardındaki<br />

toplu tasfiyeci zihniyeti mahkum etmekten<br />

kaçınan biri İttihatçılığın nesine<br />

karşı geliyor olabilir ki..<br />

Gecikilmiş 1915 açıklamasının ne kadar<br />

düşük profilli ve cimrice olduğunu<br />

anlamak için Dersim konusundaki<br />

yarım ağız özürle karşılaştırmak yeterlidir<br />

aslında. Başbakan Dersim'de<br />

yapılanlar için “katliam” tabirini kullanınca<br />

yüreği ağzına gelen devletçi<br />

medya sözcüleri de “Dersim'deki katliamsa<br />

ötekine ne diyeceğiz” yollu<br />

endişelerini dile getirmişlerdi. Aynı<br />

yıllar içindeki başka konuşmalarında<br />

1915 için “ecdadıma laf söyletmem”<br />

havasını çalan Başbakan, Dersim çıkışının<br />

yaratmış olduğu paradoksa<br />

rağmen bu alandaki “sıkı duruş”unu<br />

halen sürdürme niyetinde görünüyor.<br />

Öyle ki 100. yıla 1 kala ihtiyaç duyulan<br />

yazılı açıklama 1915'de Ermenilere<br />

yapılanı resmi tarihin “tehcir” kavramı<br />

dışında bir şeyle tanımlamıyor.<br />

Dahası o tarihte Ermenilerin acılarını<br />

savaş içinde her milletin doğal olarak<br />

çektikleriyle aynılaştırıyor. Devletin<br />

sorumluluğuna hiçbir şekilde değinmiyor.<br />

Dolayısıyla özür de sözkonusu<br />

değil. Kimsenin acısından farklı bir<br />

muhtevası yoksa, 99 yıl sonra Ermeni<br />

halkına özel “taziye” sunmanın anlamı<br />

ne olabilir ki..<br />

Zamanlama Ustalığı ve İşaret Ettiği<br />

İtici Etkenler<br />

“Taziye” her ne kadar Ermenilere ithaf<br />

edilse de esasen dünya kamuoyuna<br />

hitab ediyor. Amaç 100. yılın girişinde<br />

uygun bir politik taktikle dünyanın<br />

gözünü boyamak, Ermeni halkının<br />

adalet beklentisine cevap vermeksizin<br />

“medeni ve demokratik” bir görüntüyle<br />

bu önemli süreci atlatmaktır. Böyle<br />

bir oyuna dünden razı olan büyük<br />

devletler birkaç “insani” kelime içeren<br />

açıklamayı şüphesiz memnuniyetle<br />

karşılayacaklardı. Geleneksel inkar<br />

politikasından vazgeçilmemiş olması<br />

sorun yapılmayacak, “iyi niyet” alkışlanacaktı.<br />

ABD Dışişleri sözcüsünün<br />

“gayet açıkyürekli ve gerçeklere<br />

dayalı” gibi sözlerle yaptığı abartılı<br />

takdire bakılırsa, böyle bir açıklama<br />

için Erdoğan hükümetine çoktan beri<br />

telkinde bulunduklarını ve hatta belki<br />

bu “taziye”nin taslağını kendilerinin<br />

oluşturduğunu bile tahmin edebiliriz.<br />

Yeminli Ermeni düşmanı nasyonalsosyalist<br />

Doğu Perinçek de bu ihtimale<br />

dikkat çekmiş, ama bütünüyle ters<br />

sonuç çıkartmak üzere!.. O ve benzerleri<br />

ABD'nin Türkiye'yi Ermeni sorunu<br />

üzerinden sıkıştırdığı ve Erdoğan<br />

Hükümeti'nin ihanete varan bir tavizkarlık<br />

içinde olduğu kanaatini yaymak<br />

istiyor. Halbuki ABD ve AB'nin<br />

politikaları bu konuda Türkiye'yi hesap<br />

vermeye zorlayıcı nitelikte değil.<br />

Onlar ancak başka konularda kendi<br />

istemlerini kabul ettirmek için arada<br />

bir bu sorunu şantaj unsuru gibi gösterip<br />

geri çekmekle yetiniyorlardı. Beri<br />

yandan kendilerini bu sorunda çözüm<br />

için tutarlı etki yapmaya zorlayan Ermeni<br />

diasporasına ise “gelişme” anlamında<br />

birşeyler göstermeye ihtiyaçları<br />

vardı. Her 24 Nisan'da ABD Başkanı<br />

soykırım sözcüğünü telafuz etmesin<br />

diye çırpınan Türk hükümetine “Bari<br />

siz makul görülecek birşey söyleyin<br />

de bizim elimiz rahatlasın” demiş olmalılar.<br />

İşte “insani” temelde geldiğine dair<br />

inanılmaz takdir beyanlarının yağdığı<br />

taziyenin itici etkenlerinden biri bu<br />

olabilir. Ve tabii özellikle de 100. yıla<br />

giriliyor oluşu. Ona bir dalgakıran gerekliydi.<br />

100. yılın 24 Nisan'ını beklemek<br />

çok geç olurdu. Bu nedenle, daha<br />

önce yapılamadıysa bile, 99. yılın 24<br />

Nisan arifesinde (hem de Türklüğün<br />

sembolü 23 Nisan'a denk getirerek)<br />

böyle bir deklarasyonun yapılması<br />

kendi çıkarları hesabına çok akıllıca<br />

bir adım olmuştur. Bunu artık kurt<br />

siyasetinden tilki siyasetine geçiş sayabiliriz.<br />

Beklenenden Düşük Profil ve Yüksek<br />

Takdirler<br />

Böyle bir adımı birkaç yıldır bekliyorduk.<br />

2012 yılının 24 Nisan'ında<br />

AKP'li bir vekil (İsmet Uçma) “kendi<br />

şahsı adına Ermenilerden özür<br />

dilediği”ni belirtmekle birlikte “Ben<br />

Ermeni vatandaşlarımıza reva görülen<br />

şeyin soykırım değil de soysürgün olduğunu<br />

düşünüyorum” diye işaret vermişti.<br />

Ben de o günlerdeki bir yazımda<br />

“Sanki bu çıkış şahsi özür dilemek<br />

için değil de, hükümetin yakınlarda<br />

geliştireceği bir tavır için şimdiden<br />

soykırım yerine geçirilecek tanımı pişirmek<br />

için yapılmış gibi” demiştim.<br />

Bir başka işaret ise geçen Aralık ayında<br />

Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun<br />

“Tehciri benimsemiyoruz, İttihatçıların<br />

yaptığı gayrı-insani bir olay” deyişi<br />

olmuştu. Sonunda Başbakan'ın da<br />

benzer bir söyleme yöneleceği beklenilir<br />

birşeydi.<br />

Bunu büyük bir sürpriz gibi lanse etmek<br />

doğru değil. Böyle davrananlar<br />

aynı zamanda içeriğini de abartma<br />

durumundalar. Dikkat edilirse Başbakanlık<br />

adına resmi açıklamanın<br />

sözcükleri önceki işaretlerden daha<br />

çekincelidir. Mesela Davutoğlu tehcirin<br />

kendisini gayrı-insani tanımlamışken,<br />

bu defa yazılı metinde “Her<br />

din ve milletten milyonlarca insanın<br />

hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı<br />

esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar<br />

doğuran hadiselerin yaşanmış<br />

olması” deniyor. İkisi arasında ince<br />

bir fark var. Yazılı açıklama “tehcirin<br />

amacının kötü olmadığı” yönündeki<br />

resmi görüşü sürdürürcesine yalnızca<br />

onun doğurduğu sonuçlar için “gayr-ı<br />

insani” diyebiliyor. Bu ise soykırımın<br />

mimarlarından Talat Paşa'nın anılarında<br />

“Esas olarak askeri bir önlemden<br />

başka birşey olmayan göç ettirme, vicdansız<br />

ve karaktersiz insanların elinde<br />

bir facia şeklini almıştır” deyişinden<br />

daha farklı bir ifade sayılmaz.


kızılbaş - sayfa 7 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Başbakanlık mesajının yüzüncü yılı<br />

karşılama amaçlı politik bir manevra<br />

olduğunu ortalama bilinç yada tarihsel<br />

hafıza sahibi her Ermeni idrak edebilir.<br />

Türkiye'deki Ermeni toplumu içinden<br />

gelen kimi abartılı övgü ve eleştirisiz<br />

takdir ifadelerini bulundukları<br />

ortamla bağıntılı düşünmek gerekir.<br />

Özel bağımlılık nedeni olan ve çıkarı<br />

gereği yaranmacı davrananlar bir<br />

yana, genel olarak Ermeni cemaatine<br />

uygulanan rehine siyasetinin psikolojik<br />

yansımalarıdır gördüğümüz. Devlet<br />

katından en ufak bir jest görmeye<br />

susamış insanlarımız ne kadar içi boş<br />

olsa da taziye gibi gönül okşayıcı bir<br />

ifadeyi olumlu karşılamaya eğilimlidir.<br />

Nankörlükle suçlanmamak ve<br />

daha ileri adımlara kolaylık sağlamak<br />

gibi bir hissiyat da memnuniyet ifadelerinde<br />

rol oynuyor. Bunlar bütünüyle<br />

anlaşılır. Fakat bir de özgür entellektüel<br />

profili çizerek atılan adımı devrim<br />

gibi selamlayan, en ufak bir temkin<br />

göstermeksizin bonkörce prim verenler<br />

var ki, asıl onlar üzerinde durmak<br />

gerekiyor.<br />

Ermenistan'ı ve Diasporayı Öteleme<br />

Gönüllüleri<br />

Kendisiyle yapılan söyleşilerde taziye<br />

metnini hiç kritik etmeden olumlayan,<br />

“meseleyi manevi ve insani bir alana<br />

çekiyor” diye öven Etyen Mahçupyan,<br />

daha önemlisi herkes bu görüşü<br />

paylaşmak zorundaymış gibi mühürleyici<br />

vurgular yapıyor: “Bunu olumsuz<br />

karşılayacak kimsenin olacağını<br />

sanmıyorum. Olsa da ciddiye alınmaz<br />

zaten. Bunun yetersiz olduğunu söyleyenler<br />

olacaktır, 2015'i gölgelemek<br />

için kasten atılmış bir adım olduğunu<br />

söyleyenler olacaktır ama bunlar da<br />

çok etkili şeyler değil” diyerek eleştirel<br />

yaklaşımları peşinen itibarsızlaştırmaya<br />

çalışıyor. Üstelik bu meseleyi<br />

tamamen “Türkiye'nin iç meselesi”<br />

sayarak, Başbakan tarafından önerilen<br />

tarih komisyonunun da uluslararası<br />

değil, Türkiye'nin kendi içinde kurulmasını<br />

salık veriyor. “Tabi bütün<br />

yurt dışındaki Diaspora'yla manevi<br />

bir ilgisi var elbette, onların dedeleri,<br />

babaları yaşadılar bunu sonuçta.<br />

Ama ben hiçbir devletin Ermenistan<br />

dâhil bu konuda taraf olarak muhatap<br />

alınması gerektiğini düşünmüyorum”<br />

diyor. Küçük bir ayrıntı gibi, hem Ermenistan<br />

hem de diasporada o hatıralarla<br />

yaşayan insanların çözüme nasıl<br />

müdahil olacakları sorusu havada kalıyor.<br />

Devletlerin karışmasına tepki<br />

gösterirken tam insiyatifle sorunu çözmeye<br />

yetkili saydığı Türkiye'nin de<br />

bir devlet ve dahası suçlu devlet olduğunu<br />

unutmuş gibi konuşuyor. Neden<br />

sonra hatırlayınca şunu ekliyor: “Ben<br />

hiçbir zaman devletlerin tavırlarını<br />

ciddiye almadım ama toplumların tavırlarını,<br />

söylediklerine saygı duydum<br />

ve bunu dikkate alıyorum. Başbakan<br />

Erdoğan'ın açıklaması da bildiğimiz<br />

devlet cümlesi gibi değil toplumsal<br />

karşılığı olan bir cümle...”.<br />

Ne kadar ikna edici bir savunma!..<br />

Buna inanmak gerekirse, Erdoğan'ı<br />

devlet geleneğinden hayli uzaklaşmış<br />

adil bir lider, hislerine tercüman<br />

olduğu Türk toplumunu da bu tarihle<br />

yüzleşmeye gayet açık bir toplum<br />

saymak gerekir. Yalnız Mahçupyan'ın<br />

yine unuttuğu birşey var. Az yukarda<br />

“ciddiye alınmaz” dediği eleştirel bakışa<br />

sahip diaspora nesillerini nereye<br />

koyuyor Hani devletlerin değil fakat<br />

toplumların tavırlarını ciddiye alıyordu<br />

kendisi Öyleyse bu gelişmeye kuşkuyla<br />

bakan, taziye çıkışını vicdani<br />

değil diplomatik gören, inkar siyasetini<br />

sürdürmenin bir başka biçimi olarak<br />

değerlendiren onca hafıza sahibi insan<br />

toplum dışı mıdır Açıkça kendi içinde<br />

çelişkili olan bu beyan dünyadaki<br />

soykırım mağduru Ermenilerin görüşleriyle<br />

birlikte ötelenmelerini salık<br />

veriyor. Bu tutumun daha kaba bir versiyonunu<br />

ise yapılan mülakatlar içinde<br />

Kandilli Ermeni Kilisesi Yönetim<br />

Kurulu Başkanı Dikran Kevorkyan'ın<br />

görüşünden okuyoruz: “Çok insani,<br />

ruhani ve manevi bir mesaj. İnşallah<br />

bu mesaj, diasporadakilerin de ağzını<br />

kapatır. Endişem, dış güçlerin bundan<br />

tatmin olmamaları ve ‘Niye bu kelimeyi<br />

kullanmadı, niye şunu demedi’<br />

deyip, başka taleplerde bulunmaları.<br />

Umarım belli odaklar bu güzel mesajı<br />

istismar etmez”.<br />

Böyle cengaver Ermeni savunuculara<br />

sahip olduktan sonra başbakan ve<br />

devletinin inkar politikasını sürdürme<br />

cesareti artmaz mı Hem de nasıl<br />

Nitekim, meclis grubundaki konuşmasında<br />

içerden ve dışardan aldığı<br />

yüksek takdir notlarını sergileyen Erdoğan,<br />

1915'le yüzleşmeye değil yine<br />

inkarcı çizgiyi tahkim etmeye dönük<br />

mesajlar vermiş, Mehmed Akif'in şiirlerinden<br />

“ecdad” savunusu yapan dizeler<br />

okuyarak bir anlamda soykırım<br />

kurbanları yerine faillerinin ruhunu<br />

şad etmiştir.<br />

Başbakan'ın “Tarihimizle Yüzleştik”<br />

Böbürlenmesi<br />

“Bizim kadim tarihimizde utanacağımız,<br />

korkacağımız, yüzleşmekten<br />

çekineceğimiz hiçbir hadise bulunmuyor”<br />

sözünü nasıl algılamak gerekir<br />

Sahip çıktığı tarihin “temiz” oluşunu<br />

akla getiren bu vurgular, devamında<br />

“İşte Dersim hadisesi ile yüzleştik.<br />

Ana muhalefetin genel müdürü yüzleşebildi<br />

mi Dersim’in gerçek destekleyicisi<br />

onlardı. O katliamın arkasında<br />

faili onlardı. Ayıplayabiliyor mu CHP<br />

hala bunun hesabını verebildi mi..”<br />

sözleriyle başka bir anlam ve mecraya<br />

kayıyor. Demek ki öyle temiz bir tarih<br />

sözkonusu değil. Utanılacak dolu<br />

şeyler var. Dersim özgülünde o bunu,<br />

kendi ailesi de soykırım kurbanı olup<br />

büyük bir paradoks sonucu CHP'nin<br />

başına gelerek inkarcı devlet tutumunu<br />

üstlenen Kılıçdaroğlu ve bugünkü<br />

partisine havale ediyor. Evet bu daha<br />

özel bir utanca işaret eder. Ama o vahşetin<br />

sorumluluğu yalnız bugünlere<br />

CHP olarak gelenlerin değil, o günün<br />

tek devlet partisi CHP içinde olup sonradan<br />

ayrışarak bugünün AKP'sine<br />

kadar çeşitlenen bütün “milli” siyaset<br />

yelpazesinin ve devlet mekanizmasının<br />

omuzlarındadır. Burada hiç<br />

değinilmeyen 1915 soykırımının sorumluluğu<br />

bir adım öncesinden başlayarak<br />

benzerdir. İttihatçı birçok failin<br />

doğrudan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda<br />

etkin rol aldığı ve CHP'den<br />

bugüne dallanarak gelen Türk siyasetinin<br />

esasını o lanetli geleneğin belirlediği<br />

çok iyi biliniyor.<br />

Başbakan kendi kliğini bunlardan ya-


kızılbaş - sayfa 8 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

lıtarak konuşmakla paylaşılan utancı<br />

yalnız başkalarına maletme gibi ahlaki<br />

olmayan bir tutum sergiliyor. Dahası<br />

hem İttihatçı gelenekten gelen, hem<br />

de kendi şeflik döneminde insanlık<br />

suçlarına imza atan M. Kemal'i savunup<br />

partisi CHP'yi yermekle çok bariz<br />

bir tutarsızlık göstermiş oluyor. Yukardaki<br />

sözlerinin devamında son dönemlere<br />

de gelerek “Faili meçhullerle<br />

yüzleştik. Diyarbakır cezaevi ile yüzleştik.<br />

Sivas Çorum Kahramanmaraş,<br />

Gazi Mahallesi olayları ile yüzleştik.<br />

Bizim iktidarımızda olmadı bunlar.<br />

Devletin devamlılığından hareketle<br />

bunları da ortaya çıkardık” deyişi ise<br />

büsbütün palavracı bir böbürlenme.<br />

Bütün bu “yüzleştik” dediği insanlık<br />

suçları ve en çok lafazanlık ettiği<br />

Dersim soykırımı hesabı verilmemiş<br />

olarak orta yerde duruyor. Ne cezalandırıcı,<br />

ne de telafi edici adalet namına<br />

birşey yapılıyor. Tersine başbakan zikrettiği<br />

Alevi katliamlarının failleriyle<br />

siyasi alanda kucaklaşma ve mağdurların<br />

her yıldönümü adalet çığlıklarını<br />

boğma durumundadır. Hiç bir yaptırım<br />

ve tazmin getirmeyen söylemlerin<br />

sahteliği açıktır. Doğrudan kendi<br />

iktidarının eseri olan Roboski için bir<br />

özür dilemeyen, failleri ve kendi sorumluluğunu<br />

gizleyen Erdoğan, adalet<br />

ve yüzleşme adına gerçekten haketmediği<br />

bir prim yapma çabasındadır.<br />

İnkarı Sürdürücü Taziye Değil, İnsan<br />

Gibi Bir Özür Bekliyoruz!<br />

Bu taziye açıklaması her ne kadar devlet<br />

adına daha önce benzeri görülmeyen<br />

bir çıkış olsa da eskisinden iyi bir<br />

yönelim içine girildiğine işaret etmiyor.<br />

Başka verilerle beraber değerlendirildiği<br />

zaman hayırhah bakma imkanı<br />

büsbütün ortadan kalkıyor. Daha<br />

geçen aylarda “hükümetin ve dışişlerinin<br />

Ermeni soykırım iddialarına karşı<br />

dört yıllık etkin bir strateji ile mücadele<br />

programı yaptığı”na dair haberler<br />

çıkmıştı. Tam o haberin ardından, bu<br />

konularda sözünü sakınmayan Türkiyeli<br />

Ermeni aydın Sevan Nışanyan'ın<br />

yine dört yıllık bir mahkumiyetle içeri<br />

tıkılması stratejiye uygun görünüyor.<br />

Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa<br />

Küçük ve Zirve Yayınevi davalarının<br />

hiç birinde adalet beklentisinin karşılanmaması,<br />

katiller ve azmettiricilerin<br />

geniş tolerans görmesi aynı hisleri<br />

veriyor. Yine yakın zamanda Türkiye<br />

sınırından Suriye'ye sokulan Cihadistlerin<br />

Ermeni yerleşimi Kesab'ı işgal<br />

etmeleri ve halkının kaçmak zorunda<br />

kalışı, 99 yıl önceki siyasetin güncel<br />

bir tehdit olarak da sürdürüldüğünün<br />

kanıtıdır. Taziye açıklamasından hemen<br />

sonra başbakanın Ermenistan sınırını<br />

açmayı Karabağ'da taviz şartına<br />

bağlaması da ayrı bir veri. Bütün bunlar<br />

Türk hükümetinin bu sahte çıkışıyla<br />

göz boyama, zaman kazanma, 100.<br />

yılın basıncını azaltma, Ermenistan'ın<br />

karşılık vermediği gibi bahanelere<br />

yatma ve inkar politikasını daha sürdürülebilir<br />

kılma amaçlarını ele veriyor.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı insani<br />

anlamda kendisine düşen sorumluluğun<br />

1915 soykırımına dair nitelikli<br />

bir kabul eşliğinde ağırbaşlı bir<br />

özür olduğunu bilecek durumdadır.<br />

Bunu yapmasının en iyi yolu, Cemal<br />

Paşa'nın torunu Hasan Cemal gibi<br />

gidip Ermenistan'da Soykırım Anıtı<br />

önüne saygıyla diz çökmesi olabilir. O<br />

zaman bütün dünya Ermenileri gerçek<br />

bir dönüşüm nişanesi sayarak takdir<br />

etmesini bilir.<br />

2 Mayıs <strong>2014</strong><br />

Dr. Avagyan:<br />

Türkiye’nin bugünkü<br />

politikası, Ermeni<br />

Soykırımının inkarından<br />

daha tehlikeli<br />

Arsen Avagyan Ermeni Soykırımının<br />

tanınması yönünde Türk siyasetinde<br />

kimi taktik değişliklikler<br />

gerçekleşti. Türkiye uluslararası<br />

toplumun gözüne diyaloğa hazır bir<br />

ülke olarak görünmeye, bu şekilde<br />

Ermeni Soykırımının uluslararası<br />

tanınması sürecini engellemeye<br />

çalışıyor. NEWS.am muhabirine<br />

açıklama tarihçi Dr. Arsen<br />

Avagyan’dan geldi.<br />

Uzmana göre geçtiğimiz 20 yıla<br />

kıyasla Türkiye’deki durum değişti:<br />

Ermeni Soykırımına ilişkin daha<br />

sık ve daha açık konuşulmakta,<br />

bu konu artık tabu değil. ″Ancak<br />

Türk toplumunun büyük kısmının<br />

muhafazakar ve milliyetçi olduğunu<br />

unutmamak gerek. Dolayısıyla<br />

Soykırımın tanınması zor, zira<br />

Ermeni Soykırımının tanınması<br />

sadece Yunanlılar ve Süryanilerin<br />

katliamlarıyla değil, aynı zamanda<br />

Türkiye’nin kuruluş ve bu ülkedeki<br />

ulusal mücadeleyle ilintilidir″ diyen<br />

Avagyan, bu açıdan ‘bir taşın<br />

devrilmesi durumunda, diğerlerinin<br />

de yıkılacağı’ yönünde yorum<br />

getirdi.<br />

Tarihçi, Türkiye Dışişler bakanı<br />

Ahmet Davutoğlu’nun, Ermeni Soykırımını<br />

tanımadığını ilan ettiğini<br />

ifade ederek ″Ermeni Soykırımını<br />

sadece trajedi olarak adlandırıyor,<br />

bu tanıma değildir. Bence bu<br />

uluslararası toplumu uzun vadeli<br />

sorundan saptırma amacı da taşımaktadır:<br />

Yani Türkiye’yi inkarcı<br />

politika yürüten bir ülke olarak<br />

değil, aksine kendi tarihiyle uzlaşı<br />

sürecinde olduğu ve Ermeni Soykırımının<br />

uluslararası tanınmasının<br />

sadece bu sürece mani olacağını<br />

ilan etmektir″ dedi. Avagyan, bunu<br />

Ermeni Soykırımının inkarından<br />

daha tehlikeli olduğuna işaret etti.<br />

http://news.am/tur/news/2<strong>05</strong>544.html


kızılbaş - sayfa 9 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik!<br />

“Zenginin malı fukaranın çenesini yorarmış”;<br />

Başbakan’ın 1915 konusunda<br />

yaptığı açıklama da öyle. Üzerinde çok<br />

konuşulacağı kesin, çünkü bir başbakan<br />

ilk defa böyle bir açıklama yapıyor.<br />

Yorum yazmak can sıkıcı. Nelerin söyleneceği<br />

belli! Yarım bardak su misali.<br />

Bardaktaki suyu görüp, bunu çok<br />

olumlu, büyük bir adım olarak değerlendiren<br />

ve tarihî falan diyenler olacak.<br />

Muhtemel kalben hükümete yakın<br />

ve bu alanda fazla eziyet çekmemişler<br />

takımından gelecek bu tür sözler. Hele<br />

bir de liberal etiketleri varsa bu kişilerin,<br />

hafif bir “yeme de yanında yat”<br />

durumunun ortaya çıkacağı kesin.<br />

Öte yandan, bardağın boş tarafına bakıp<br />

beğenmeyenler olacak! “Tayyip’in<br />

yeni oyunu”; “hiçbir şey söylemeden<br />

bir şey söylüyormuş gibi yapma”, diyenler<br />

olacak. Ya da “niye şimdi”ciler<br />

veya “asıl niyeti nedir”ciler kuyruk<br />

olacaklar! Bu tür sözler de muhtemel<br />

AKP ve Erdoğan’a yüreği soğumuş<br />

çevrelerden gelecek, söylenenler beğenilmeyip,<br />

dudak bükülecek!<br />

Elbette arada- derede bir yerde duranlarımız<br />

da olacak, “yetmez ama evet”<br />

usulü... Bu kesimin de karamsar ve<br />

iyimserleri olacak. Belki de daha önceki<br />

özellikle Alevi ve de Kürt açılımı<br />

deneylerinden ağzı yananlar, bu açıklamayı<br />

üfleyerek değerlendirmeyi tercih<br />

edecekler.<br />

Ben sanki bu son kesime daha mı yakınım<br />

nedir<br />

Hayır, öyle değil! Çerçevesi yukarda<br />

çizilmiş bir tartışmanın epey can sıkıcı<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Merkezine bu açıklamanın kendisini<br />

koymak ve ne anlama geldiğini anlamak<br />

dışında bir şeyler arıyorum...<br />

Peki, bu mümkün mü Belki!<br />

Prof. Dr. Taner Akçam<br />

Ama önce, açıklamayı “çok yeni ve<br />

tarihî” olarak niteleyenlere ufak bir<br />

not: aslında Başbakan tarafından söylenmesi<br />

dışında bu söylenenlerde çok<br />

yeni bir şey yok. Bunların hepsi ama<br />

hepsi, hele şu Çanakkale ve Sarıkamış<br />

kayıplarını, soykırım ile eşitlemek<br />

için kullanılmış “adil hafıza” incisi de<br />

dâhil, daha önce Davutoğlu tarafından<br />

değişik vesilelerle, defalarca ama defalarca<br />

dile getirilmiş düşüncelerdir.<br />

Elbette bir başbakanın resmen bunları<br />

tekrar etmesi önemli. Ama tarihî diye<br />

havalara sıçramaya gerek yok.<br />

Hakkını vermek isterim; açıklamada<br />

birkaç kuvvetli fikir var: birincisi,<br />

“farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle<br />

karşılanması” ve “karşıdakini<br />

dinleyerek anlamaya çalışma(k)”... Bu<br />

açıklama ile 1915 konusunda artık zaten<br />

var olan özgür tartışma ortamı resmen<br />

kabul edilmiş oluyor ki bu önemli.<br />

Ama 21. yüzyılda zaten olması gerekene<br />

sevinmenin biraz tuhaf olduğunu da<br />

kabul etmek gerek.<br />

İkinci önemli fikir, “acıları anlamak ve<br />

paylaşmak”; “ne bir acılar hiyerarşisi<br />

kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese<br />

edilmesi ve yarıştırılması”... Dudağımda<br />

hafif bir gülümseme... 1993’te<br />

Türkiye’ye ilk geldiğimde, üstüme dikilmiş<br />

öfke dolu gözlere --ki içlerinde<br />

çok sayıda solcu da vardı-- korkarak bu<br />

cümleleri tekrar ettiğimi hatırlıyorum.<br />

21 yıl sonra Başbakan’dan böyle bir<br />

cümle duymak tuhaf bir duygu! Beğenelim,<br />

beğenmeyelim, 21 yılda kat ettiğimiz<br />

yolu gösteriyor!<br />

Üçüncü önemli fikir, “20. yüzyılın başındaki<br />

koşullarda hayatını kaybeden<br />

Ermenilerin huzur içinde yatmalarını<br />

diliyor, torunlarına taziyelerimizi diliyoruz”<br />

cümlesi... 1915 yılını anmamış,<br />

katliam vb. kelimesini kullanamamış<br />

ama belki de açıklamanın en önemli<br />

noktası bu. Daha önce hiç söylenmemiş<br />

insani bir boyut var. Bu açıdan bir<br />

yenilik ve bunu inkâr etmek hoş kaçmaz<br />

ama fazla yorum yapmak bana<br />

düşmez, ataları imha edilmiş insanların<br />

nasıl algılayacakları önemli.<br />

Açıklamada arada gürültüye gittiğini<br />

gördüğüm açık bir de yalan var;<br />

“arşivlerimizi bütün araştırmacıların<br />

kullanımına açtık,” deniyor. Başbakan<br />

açıkça yalan söylüyor.<br />

Ermeni soykırımı ile ilgili en önemli<br />

arşivlerden birisi Genelkurmay arşividir,<br />

bu arşiv ne doğru dürüst tasnif<br />

edilmiştir, ne de araştırmacılara açıktır.<br />

Böyle bir açıklamaya bu tür bir yalan<br />

hiç hoş değil.<br />

GÖRÜŞLERİMİZ ‘İHANET’TEN<br />

FİKİR DÜZEYİNE TERFİ ETTİ<br />

Eğer Fehmi Koru’nun, “tarihe ilişkin<br />

özür dilendi artık” gibi son derece<br />

gayrı ciddi ve “ayıp” sayılması gereken<br />

tutumunu bir kenara bırakırsak, açıklamanın<br />

anlamı ne 2002’den bu yana<br />

T.C’nin geleneksel politikalarında bazı<br />

değişiklikler yapan AKP, Ermeni soykırımı<br />

konusunda da bir dil değişikliğine<br />

başvurdu.<br />

Başbakan’ın açıklaması ile birlikte artık<br />

1915 üzerine toplumu açık konuşmaya<br />

davet edenlerin üzerine “hain”,<br />

“pis Ermeni” diye saldırılmayacak;<br />

“sözde” diyerek onlarca hakaret yapılmayacak.<br />

Yusuf Halaçoğlu, Şükrü<br />

Elekdağ ve Gündüz Aktan döneminin<br />

artık resmen sona erdiğini söyleyebiliriz.<br />

Gerçi Hrant’ın öldürülmesi sonrası bu<br />

hava zaten kırılmış idi ama gene de<br />

resmiyet kazanması önemli.<br />

Açıklamanın bir anlamı da şu: Hükümet<br />

artık “resmî görüş” karşıtlarının<br />

fikirlerini de, fikir olarak kabul ediyor<br />

ama 1915 hakkındaki kanaatini hiç değiştirmiyor.<br />

Eski düşünce aynen korunuyor.<br />

“Herkesin acısını anlamak” çizgisi<br />

ile, Çanakkale, Sarıkamış, Dünya<br />

Savaşı kayıpları ve Ermenilere yapılanlar<br />

bir torbaya dolduruluyor. Yıllarca<br />

söylenen de zaten buydu.<br />

Eğer kullanılan dili büyük bir değişiklik<br />

diye yorumlayacaksanız, bir şey<br />

diyemem ama 1915’in içeriğine yöne-


kızılbaş - sayfa 10 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

lik ortada çok yeni bir şey olmadığını<br />

söylemek istiyorum.<br />

Asıl bundan sonra atılması gereken<br />

adımların atılıp atılmayacağına bakmak<br />

gerekiyor!<br />

Bana göre, asıl soru, Başbakan’ın ne<br />

söylediği değil, ona bunları kimin ve<br />

neyin söylettiğidir. 2015 yaklaşırken,<br />

hükümetin, özellikle uluslararası arenada<br />

sırtını duvara dayanmış hissettiği<br />

ve içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulmak<br />

istediği biliniyor. Daha dün,<br />

Türkiye’nin ABD’deki en büyük savunucusu<br />

olan AJC (Amerikan Yahudi<br />

Komitesi) soykırım kelimesini resmen<br />

kullandı ve Türkiye’yi soykırımı tanımaya<br />

davet etti.<br />

Bir an düşünün, uluslararası desteğini<br />

kaybetmiş Başbakan’ın, içinde bulunduğumuz<br />

şu koşullarda, kendisine ait,<br />

daha önce defalarca sarf ettiği “Müslümanlar<br />

soykırım yapmaz”, “atalarıma<br />

soykırımcı diyemezsiniz” türünden<br />

sözleri tekrar etmiş olsaydı ne olurdu<br />

Başbakan mecburdu, o sadece kaçan<br />

bir treni yakalamak telaşı içinde. Bu<br />

sözler bir değişim dinamiğinin değil,<br />

geç kalmışlığın habercisi olabilir belki.<br />

2015’e girerken bir zarar tanzim<br />

operasyonu yapıyor Türkiye.<br />

Bana göre artık keramet Başbakan’da<br />

değil, keramet bizde, Hrant sonrası<br />

sokaklara dökülen binlerde... Ve dışarıdan<br />

Türkiye’ye yapılan baskılarda...<br />

Türkiye’deki insanların direnci, Ermeni<br />

diasporasının çabaları ile birleşmeye<br />

başlıyor. Bu birliktelik Başbakan’a<br />

fikrini değiştirtemedi ama dilini değiştirtmiş<br />

gözüküyor.<br />

VE BİZ ÇOK DEĞİŞTİK<br />

Başbakan’a bu sözleri söyletenlerin göremediği<br />

anlayamadığı bir şey var. Biz<br />

artık eski biz değiliz. Bizler, yani 1915<br />

Ermeni soykırımı konusundaki asırlık<br />

yalana karşı yıllardır uğraşan ve çabalayan<br />

insanlar çok değiştik.<br />

Eğer Başbakan bu sözleri, bundan 10<br />

yıl önce söyleseydi, gerçekten söylediklerini<br />

bir “devrim” bile sayabilirdik.<br />

Ama artık köprünün altından çok<br />

sular aktı. Derimiz kalınlaştı, pır-pır<br />

atan yüreğimiz acılarla doldu, başımıza<br />

gelenleri “tecrübe” altında toplamayı<br />

öğrendik. Bundan 10 yıl önce büyük<br />

değişim olarak sunulabilecek şey şimdi<br />

sadece içimizi buruyor! Dudağımızda<br />

hafif bir gülümseme, ağzımızda hafif<br />

ekşi bir tat bırakıyor!<br />

Başbakan da dâhil, bundan sonra 1915<br />

soykırımı üzerine konuşmak isteyenler,<br />

eğer söylediklerinde bir anlam<br />

bulmamızı, biraz olsun heyecanlanmamızı<br />

istiyorlarsa, artık çıtanın çok<br />

yükseklerde olduğunu görmek zorundalar.<br />

Bu açıklamayı “tarihe yönelik<br />

işler bitti” hafifliği ile karşılayanların<br />

bilmesinde fayda var. Ben ve benim<br />

gibiler, çok ama çok somut bazı adımlara<br />

bakacaklar. Bazı şeylerin yapılıp<br />

yapılmadığının çok yakın takipçisi<br />

olacaklar:<br />

a) Bu ülkede 90 yıldır bir inkâr politikası<br />

yaşandı; bu inkâr 2002 AKP iktidarı<br />

sonrası da devam etti. <strong>2014</strong>’te,<br />

1915 üzerine konuşmak isteyenler,<br />

sanki bugüne kadar hiçbir şey olmamış<br />

gibi, kendilerinin de olanlarda hiçbir<br />

payı yokmuş gibi konuşamazlar. Eğer<br />

1915 konusunda politik bir değişiklik<br />

olacaksa, ilk önce kendinizden başlayarak,<br />

onlarca yıldır süren inkâr politikalarının<br />

yanlışlığı konusunda bir<br />

şeyler söylemeniz şart!<br />

b) 1915’in açık bir insanlık suçu olduğunu<br />

kabul etmeden, “herkes acı çekti”,<br />

“herkesin acısını anlayalım” ile<br />

gidilecek bir yer yoktur. Savaş kayıpları<br />

ile soykırım gibi bir insanlık suçu<br />

arasında ayrım yapmayı öğrenmedikçe<br />

hiçbir şey çözülemez. Önce cinayete<br />

cinayet demeyi öğrenmeniz gerekir.<br />

Artık çıtanın bundan aşağıya düşmesi<br />

mümkün değil!<br />

c) Yapılacak en anlamlı başlangıç, Ermenistan<br />

ile sınırları açmak ve diplomatik<br />

ilişkileri geliştirmektir. Bundan<br />

iki yıl önce Hocalı mitingine İçişleri<br />

bakanını yollamış, “Ermeni yalanına<br />

kanma” diye afişler asmış bir hükümetten<br />

söz ettiğimizi biliyoruz.<br />

Hrant’ın gerçek katillerinin derin dehlizlerden<br />

bulunup çıkartılmasından<br />

söz etmiyorum bile...<br />

Bana göre,1915 konusunda değişimin<br />

dinamiği hükümetin elinde değil artık!<br />

Onlar, kaçırmakta olduklarını bildikleri<br />

bir trenin son vagonuna can havliyle<br />

atlamak istiyorlar. Ama, 2015’e<br />

doğru, tarihî bir cinayeti kabul etmekten,<br />

bu cinayet için özür dilemekten<br />

ve yaratılan yıkımı telafi etmek için<br />

Ermenistan ve diaspora ile görüşmeye<br />

başlamaktan başka bir seçenek yoktur.<br />

Bu yolu açan her girişim iyidir ama sadece<br />

yolu açacağı için... Bitireceği için<br />

değil... Bunun görülmesi gerekiyor.<br />

Bunların yapılması için çok mu bekleriz<br />

Acelemiz yok ki! (Taraf)


kızılbaş - sayfa 11 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Erdoğan'ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik:<br />

Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı<br />

Naziler komünistler için geldiğinde<br />

sesimi çıkarmadım; çünkü komünist<br />

değildim.<br />

Sosyal demokratları içeri tıktıklarında<br />

sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal<br />

demokrat değildim.<br />

Sonra sendikacılar için geldiler, bir<br />

şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.<br />

Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak<br />

kimse kalmamıştı.<br />

Martin Niemöller<br />

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 23<br />

Nisan'da yaptığı beklenmedik taziye<br />

açıklaması, nisbeten yaygın bir tartışmaya<br />

yol açtı. Ancak izleyebildiğim<br />

kadarıyla ben; ilerici Ermeni, Kürt,<br />

Türk vb. aydın ve yazarlarının önemli<br />

bir bölümünün, bu açıklama, hakkında<br />

yürüttükleri tartışmaya, tikelci<br />

(=partikülarist) bir metodun damgasını<br />

vurduğunu düşünüyorum. Tikelci<br />

yaklaşım bu konuyu; salt kendi başına<br />

ya da kendine yeterli bir tarzda, Türkiye,<br />

Ortadoğu ve dünya bağlamından<br />

kopuk olarak ele alma ve onu sadece<br />

kendi dar grubunun (sınıf, milliyet,<br />

din-mezhep vb.) varsayılan çıkarlarını<br />

esas alarak irdeleme ve ona göre tutum<br />

alma anlamına geliyor.<br />

Özü itibariyle statükocu ya da neostatükocu<br />

niteliğine rağmen Başbakan<br />

Erdoğan'ın açıklaması, devletin geleneksel<br />

yadsımacı-yoksaymacı söyleminden<br />

belirgin bir uzaklaşmayı yansıtmaktadır.<br />

Ama bunun böyle olması<br />

bu açıklamayı, hatta 2015'e yaklaşırken<br />

yapılabilecek “daha ileri” açıklamaları<br />

alkışlamayı, bunları gerçekten<br />

de olumlu olarak nitelemeyi/ ileriye<br />

doğru atılmış adım ya da adımlar saymayı<br />

gerektirmez. Evet; Erdoğan'ın<br />

konumu statükocu ya da neo-statükocu<br />

olarak adlandırılmalıdır; çünkü o,<br />

ancak “göstermelik” diye nitelenebilecek<br />

birtakım sözcük oyunlarıyla bu<br />

konudaki gerici statükoyu “yenileyerek”<br />

ya da “güncelleyerek” korumaya<br />

ve pekiştirmeya çalışmaktadır. Özetle<br />

Başbakan Erdoğan sadece; artık fosilleşmiş,<br />

tümüyle çağdışı hale gelmiş,<br />

hiçbir inandırıcılığı ve sürdürülebilirliği<br />

kalmamış olan o ilkel savunma<br />

hattını bırakmış ve Türk gericiliğini ve<br />

Garbis Altınoğlu<br />

onun kanlı tarihsel mirasını daha elverişli<br />

mevzilerden savunma yolunda bir<br />

hamle yapmıştır. Türk burjuvazisinin<br />

ve burjuva politikacılarının ana gövdesinin<br />

zamanla bu daha “akılcı” yaklaşımı<br />

benimseyeceklerini söylemek bir<br />

kehanet sayılmamalı. Bazıları, değişik<br />

nedenlerle bunu bir “ilerleme” sayabilirler.<br />

Ne var ki, Başbakan Erdoğan'ın,<br />

zamanını çoktan doldurmuş olan bir<br />

yalanı dünya aleme rezil olma pahasına<br />

yineleme ilkelliğinden vazgeçmesi<br />

ve onu daha kabul edilebilir bir hale<br />

sokma çabası, asla bir “ilerleme” değildir.<br />

Daha “çağdaş” ya da “modern”<br />

olanın mutlaka daha “ileri ya da ilerici”<br />

olduğuna inanmaksa aptallığa yaklaşan<br />

bir siyasal saflıktır.<br />

Bu aydın ve yazarların, taziye mesajını<br />

olumlu bulanlarının çok önemli bir bölümü<br />

dikkatleri mesajın kendisi, onun<br />

içeriği ve üslubu üzerinde yoğunlaştırıyor.<br />

Bu formalist ve tikelci bir yaklaşım<br />

yaklaşımdır. Asıl görülmesi gereken,<br />

mesajın içinde geçen sözcüklerin<br />

-haklı olarak eleştirilen- yetersizliği,<br />

hatta boşluğu ve ikiyüzlülüğünden<br />

ziyade, başını AKP'nin çektiği Türk<br />

gericiliğinin giderek faşist bir nitelik<br />

kazanan iç ve çoktandır saldırgan, yayılmacı<br />

ve savaş kışkırtıcısı bir nitelik<br />

taşıyan dış politikasıdır. Taziye mesajını,<br />

işte bu arkaplan ve bağlamı gözardı<br />

etmeden okumak gerekiyor. Bu mesaja<br />

olmadık anlamlar yükleyenler, ya<br />

faşizmin ne olduğunu bilmiyorlar; ya<br />

da faşizmin en önemli silahlarından<br />

birinin “demagoji” olduğunu unutmuşlardır.<br />

Kendilerine; Alman tekelci<br />

burjuvazisinin ve militarizminin baş<br />

temsilcisi Adolf Hitler'in partisinin<br />

adının Nasyonal Sosyalist Alman İşçi<br />

Partisi olduğunu, bu partinin iktidar<br />

yürüyüşü sırasında emekçi kitleleri;<br />

tekellere, plütokratlara, bankalara vb.<br />

karşı olduğunu söyleyerek kandırdığını<br />

anımsatmak isterim. Demek ki, bir<br />

zamanlar dendiği gibi, “Pudingin kanıtı<br />

yenmesindedir.” Bu arada Türk burjuva<br />

devletinin yöneticilerinin zaman<br />

zaman böylesi açıklamalar yaptıklarını<br />

da anımsamamız gerekiyor. Örneğin,<br />

13 Aralık 2013'de Türk Dışişleri Bakanı<br />

Ahmet Davutoğlu, Karadeniz Ekonomik<br />

İşbirliği toplantısı için Erivan'a<br />

giderken uçakta gazetecilere yaptığı<br />

açıklamada, “İttihatçıların yaptığı şey<br />

doğru bir olay da değil, gayri insanidir.<br />

Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz”<br />

demişti.<br />

Etyen Mahçupyan gibi kalemini ve<br />

ruhunu AKP iktidarına ve Başbakan<br />

Erdoğan'a satmış olan kişileri bir yana<br />

bırakıp bu taziye mesajına, değişik düzeylerde<br />

de olsa olumlu yaklaşan ilerici<br />

aydın ve yazarlara baktığımızda<br />

neyi görüyoruz Onların en önemli ve<br />

çarpıcı hatalarının bu açıklamayı, bugünün<br />

Türkiyesi'nin a) Ermeni halkına<br />

ve Hristiyan halklarına ve b) Türkiye,<br />

Ortadoğu ve dünya halklarına karşı tutumu<br />

ve politikasından kopararak ya<br />

da isterseniz, soyutlayarak değerlendirmelerinden<br />

kaynaklandığını.<br />

Şimdi bu iki hususa biraz daha yakından<br />

göz atalım. Acaba AKP iktidarı,<br />

eskiden Anadolu nüfusu içinde büyük<br />

bir azınlık iken, şimdi bir avuç kalmış<br />

olan bu toprakların Ermeni ve Hristiyan<br />

halklarına dostça ve demokratça<br />

mı yaklaşmaktadır Bu sorunun yanıtı,<br />

net ve kesin bir hayırdır. Yolagelmez<br />

iyimserler AKP iktidarının; vakıf<br />

mallarının bir kısmını geri vermesini,<br />

Ahdamar Kilisesi'nin restore edilmesi<br />

ve ziyarete açılmasını, Sümela<br />

Manastırı'nın ziyarete açılmasını vb.<br />

sayarak AKP'nin, devletin geleneksel<br />

yadsımacı-yoksaymacı söylem ve uygulamasından<br />

uzaklaşmakta olduğunu<br />

ileri sürebilirler. Tabii onlar Başbakan<br />

Erdoğan ve AKP iktidarının;


kızılbaş - sayfa 12 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa<br />

Küçük'ün yanısıra, İtalyan rahip A. S.<br />

Santoro'nun ve Zirve Kitabevi'nde Tilman<br />

Ekkehart Geske, Necati Aydın ve<br />

Uğur Yüksel adlarında üç Hristiyanın<br />

öldürülmelerinden ve bu cinayetleri<br />

gerçekleştirenlerin üzerlerine gidilmemesinden,<br />

onların korunması ve hatta<br />

ödüllendirilmesinden, Suriye'de savaşan<br />

terörist grupları aktif bir biçimde<br />

desteklemek suretiyle bu ülkede değişik<br />

milliyet, din ve mezheplerden onbinlerce<br />

kişinin ve bu arada çok sayıda<br />

Suriyeli Hristiyanın öldürülmesi ve<br />

yaralanmasından, onların kiliselerinin<br />

yıkılması/ yağmalanması ve evlerinin<br />

ve diğer mülklerinin yakılıp yıkılmasından,<br />

bu terörist grupların Ermeni<br />

ağırlıklı Kesab'a saldırısını planlanması<br />

ve örgütlenmesinden sorumlu olduğunu<br />

unutmaktadırlar. Dahası onlar<br />

AKP iktidarı döneminde Türk burjuva<br />

devletinin; Heybeliada'daki Rum Ruhban<br />

Okulunun açılmasına bir türlü izin<br />

vermediğini, Ermeni Patrikliği seçimlerine<br />

burnunu sokmayı sürdürdüğünü,<br />

Türkiye'deki okullarda okutulan<br />

ders kitaplarının Hristiyan-karşıtı içeriklerini<br />

düzeltmek için herhangi bir<br />

adım atmadığını, Müslüman-olmayan<br />

yurttaşlara soy kodu vermeye devam<br />

ettiğini, Başbakan Erdoğan'ın ağzından<br />

Türkiye'de zor koşullarda ve çok<br />

düşük ücretlerle çalışan Ermenistan'lı<br />

işçileri geri göndermekle tehdit ettiğini,<br />

AKP iktidarı döneminde Mardin<br />

ve Adıyaman'da yaşayan az sayıda<br />

Süryani'nin bölgedeki gerici güçler<br />

tarafından tehdit edildiğini ve -Mor<br />

Gabriel Manastırı örneğinde olduğu<br />

gibi- onların topraklarına el konmak istendiğini<br />

vb. de unutmuşlardır. Kendilerine;<br />

“Dört tane kırmızı çizgimiz var.<br />

Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek<br />

din”, “... kültürümüzde de, medeniyetimizde<br />

de soykırım diye bir şey yoktur”<br />

ve “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz,<br />

affedersiniz ne de Rumluğumuz<br />

kaldı” türünden incilerin de Başbakan<br />

Erdoğan'a ait olduğunu da anımsatayım.<br />

Zaten Başbakan Erdoğan’ın kendisi,<br />

taziye mesajını yayımladığı gün,<br />

yani 23 Nisan'da TBMM'nde düzenlenen<br />

23 Nisan Resepsiyonunda, “Karabağ<br />

sorunu çözülmeden Ermenistan'la<br />

normalleşme olmaz” diyecek ve 28<br />

Nisan'da Almanya Cumhurbaşkanı<br />

Joachim Gauck'un Türkiye'deki uygulamalara<br />

yönelik eleştirilerine bir gün<br />

sonra bilinen düzeysiz üslubuyla yanıt<br />

verirken onun rahip kökenini anımsatarak<br />

Türk halkının Hristiyan-karşıtı<br />

önyargılarını kaşıyacak (“Herhalde<br />

hâlâ kendisini rahip zannediyor”) ve<br />

bu arada Alevilere de bir taş atacaktı.<br />

Unutulmaması gereken bu “tatsız gerçekler”<br />

bize Türk gericiliğinin bu görece<br />

yeni yüzü konusunda yersiz bir<br />

iyimserliğe kapılmamak gerektiğini<br />

anlatmaktadır. Ancak bu konunun<br />

daha ya da çok daha önemli bir yanı,<br />

Erdoğan kliğinin Hristiyan-olmayan<br />

halklara ve bu arada Kürt ve Alevi halka<br />

karşı tutumudur. Sözünü ettiğim ve<br />

eleştirdiğim tikelci yaklaşım kendini<br />

esas olarak işte burada gösteriyor. Bu<br />

ülkede yaşayan ve gördüğünü ve okuduğunu<br />

anlayan herkes, Erdoğan kliğinin,<br />

bir faşist ya da bir İslami-faşist<br />

rejim kurmakta olduğunu kavramakta<br />

bir zorluk çekmeyecektir. Bunu somut<br />

örneklerle göstermeye gerek bile yok<br />

belki, ama subjektif değerlendirmelerin<br />

tuzağına düşmemek için birkaç<br />

önemli nokta üzerinde duralım.<br />

a) Erdoğan kliği; yazılı ve görsel basının<br />

büyük bölümünü denetimi altına<br />

almış/ satın almış ve denetimi altında<br />

olmayan medya organlarına ve onların<br />

sahip, yönetici ve çalışanlarına kaba<br />

müdahalelerde bulunmuş ve sosyal<br />

medyayı yasaklamaya kalkışmıştır.<br />

b) o; Roboski kıyımı da içinde olmak<br />

üzere, kendi döneminde Kürt halkına<br />

karşı işlenen suç ve cinayetleri örtbas<br />

etmekte ve bu halka karşı özellikle<br />

1980'li ve 1990'lı yıllarda işlenen suç<br />

ve cinayetleri soruşturmaya yanaşmamaktadır.<br />

c) o; yıllardır Alevi açılımından söz<br />

etmekte olmasına rağmen, bu inanç<br />

mensuplarını dıştalama ve Sünnileştirme<br />

biçimindeki geleneksel devlet<br />

politikasını sürdürmekte ve devasa bir<br />

örgüt haline getirilmiş olan Diyanet<br />

İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma<br />

İslam'ın Hanefi mezhebinin en bağnaz<br />

yorumunu dayatmaktadır.<br />

d) o; kendisinin ve çevresinin gerici<br />

yaşam tarzını herkese dayatmaya, insanların<br />

özel yaşamını düzenlemeye<br />

ve biçimlendirmeye kalkmakta ve bu<br />

bağlamda sanata, kültüre ve aydınlara<br />

karşı düşmanca bir tavır almaktadır.<br />

e) o, Kuzey Kürdistan halkının özerklik<br />

talebini reddetmekte, Rojava halkına<br />

yiyecek ve ilaç ambargosu uygulamakta<br />

ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi<br />

terörist grupları Rojava halkına saldırması<br />

için desteklemekte ve teşvik etmektedir.<br />

f) o; askeri darbelere karşı olduğunu<br />

ileri sürmesine rağmen 12 Eylül askeri-faşist<br />

darbesinin getirdiği gerici yasa<br />

ve kurumları aynen sürdürmekte ve bu<br />

yasa ve kurumlardan kendi iktidarını<br />

pekiştirmek için yararlanmaktadır.<br />

g) o; taşeron ve eğreti işçiliği yaygınlaştırmak,<br />

sendikaları kendi boyunduruğu<br />

altına almak ve iş güvenliği kurallarını<br />

geçersiz kılmak suretiyle her<br />

yıl, en düşük ücretlerle çalışan binlerce<br />

işçinin ölümüne, yaralanması ve sakatlanmasına<br />

yol açmaktadır.<br />

h) o; parlamentoda çoğunluğa sahip olmakla<br />

yetinmemiş, yargı erkini büyük<br />

ölçüde kendi denetimi altına almaya ve<br />

MİT'na olağanüstü yetkiler tanıyan ve<br />

yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan<br />

yeni bir yasayla kendi gerici<br />

iktidarını daha da güçlendirmeye girişmiştir.<br />

ı) o; ailesinin, yakın çevresinin ve<br />

kendisine yakın işadamlarının Türkiye<br />

Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş<br />

boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk ve<br />

hırsızlık suçları işlemiş olmasından<br />

doğrudan sorumludur.<br />

i) o; kadın ve çocukların artan ölçüde<br />

tacize uğramaları ve öldürülmelerinden<br />

sorumlu olarak kalmamakta, bu<br />

cinayetleri gerekçe göstererek idam<br />

cezasının yeniden getirilmesinin ortamını<br />

oluşturmaya çalışmaktadır.<br />

j) o; çoğu Kürt olmak üzere binlerce<br />

hasta tutsağın çok zor koşullarda cezaevlerinde<br />

tutulmasından ve tedavi<br />

edilmelerine olanak sağlanmayan bu<br />

insanların çektiği acılardan ve bir bölümünün<br />

yaşamlarını yitirmesinden<br />

doğrudan sorumludur.<br />

k) o; Gezi direnişi ve 1 Mayıs <strong>2014</strong>'te<br />

olduğu gibi, toplantı ve gösteri yapma<br />

hakkını açıkça gaspetmekte, böylesi<br />

eylemleri ve sıradan protesto eylemlerini<br />

ve basın açıklamalarını yasaklar,<br />

provokasyonlar ve çok sayıda tutuklama,<br />

yaralama ve öldürmelere yol açan<br />

polis zorbalığı yoluyla engellemeye<br />

kalkmaktadır.


kızılbaş - sayfa 13 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

l) o; “çılgın” projeler ve kentsel dönüşüm<br />

sloganlarıyla doğal ve kültürel<br />

çevreyi hoyrat ve geri dönülmez bir biçimde<br />

yıkmakta ve yok etmekte, buraları<br />

kendi yakın çevresinde kümelenmiş<br />

olan işadamlarının rant kaynağı<br />

haline getirmektedir.<br />

m) o; 30 Mart yerel seçimlerinde her<br />

türlü hile, usulsüzlük ve sahtekarlığa<br />

başvurmuş ve bu alanda 1950'den<br />

bu yana yaşanan en lekeli seçimi gerçekleştirme<br />

“onuru”nu kazanmıştır ve<br />

önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimininde<br />

ve genel seçimlerde de aynı<br />

yöntemlere başvuracaktır.<br />

n) o; ABD, Britanya, Fransa, Katar,<br />

Suudi Arabistan gibi ülkelerin yönetici<br />

klikleriyle işbirliği yaparak Suriye halkını<br />

acımasızca kıyıma uğratan ve bu<br />

ülkenin maddi ve kültürel zenginliklerini<br />

yağmalayan ve yokeden terörist<br />

grupları en aktif bir biçimde desteklemiştir<br />

ve desteklemeyi de sürdürmektedir.<br />

o) ve o; devrimci bir muhalefetin yokluğundan,<br />

burjuva muhalefetin zayıflığından<br />

yararlanarak varolan sınırlı<br />

demakratik hakları da ortadan kaldırma,<br />

TBMM'ni kapatma, muhalif basını<br />

susturma ve açık faşist bir rejim kurma<br />

doğrultusunda ilerlemektedir.<br />

Şimdi, sağa sola bükmeden sorulması<br />

ve açıkça yanıtlanması gereken soru<br />

ya da soruları şöyle sayabiliriz: Bütün<br />

bu suçları işleyen ve gücü yettiğince<br />

daha da fazlasını işlemeye devam edecek<br />

olan Erdoğan kliği, değişik ulus<br />

ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı<br />

ve halklarının demokratik taleplerini<br />

yerine getirebilir mi Bu talepleri yerine<br />

getirmek için uğraş verdiği ve ilerde<br />

yerine getirebileceği beklentisiyle<br />

bu kliğin attığı/ atar gözüktüğü bazı<br />

adımları alkışlamak ve desteklemek<br />

doğru mudur Bu kliğin Türk-Ermeni,<br />

Türk-Kürt ve Alevi-Sünni sorunlarında<br />

demokratik bir tutum içinde olduğu<br />

ya da böyle bir konuma evrilmekte<br />

olduğunu gösteren herhangi bir belirti<br />

var mıdır Bence bu soruların hepsinin<br />

yanıtları net ve kesin birer hayırdır.<br />

Şimdi de, gene sağa sola bükmeden<br />

açıkça yanıtlanması gereken bir başka<br />

soru soralım:<br />

İlerici Ermeni aydınları, yazarları<br />

vb., bu taziye açıklamasını, özellikle<br />

de önümüzdeki aylarda yapılabilecek<br />

“daha ileri” benzer açıklamaları, Erdoğan<br />

kliğinin yukarda örneklerini sunduğum<br />

sicili ve performansını bir yana<br />

atarak/ görmezden gelerek onama ve<br />

alkışlama hakkına sahip midirler ya da<br />

olmalı mıdırlar Öyle bir şey yok, ama<br />

onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun<br />

haklı isteklerinin yerine getirilmesi<br />

doğrultusunda adımlar atılması karşılığında,<br />

Türkiye halklarının diğer bölümlerine<br />

yapılan haksızlık, kısıtlama<br />

ve baskılar karşısında ilgisiz ve kayıtsız<br />

kalma hakkına sahip midirler ya da<br />

olmalı mıdırlar Bence bu soruların da<br />

hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.<br />

İlerici Ermeni aydınları, yazarlarının<br />

vb. önemli bir bölümünde, örneğin<br />

AGOS gazetesinde sık sık görülen, işte<br />

bu yukardaki satırlarda kendisini açığa<br />

vuran, “her koyunun kendi bacağından<br />

asılması gerektiği” olarak da anılabilecek<br />

olan tikelci yaklaşımdır. TÜM<br />

haksızlıklara, zulüm ve gericiliğin<br />

TÜM belirtilerine ve örneklerine karşı<br />

tavır alma yükümlülüğünü reddetme<br />

ya da kavramama anlamına gelen bu<br />

yaklaşımın, Ermeni milliyetçiliğinin<br />

kuşkusuz kaba değil, ama inceltilmiş<br />

bir haline denk düştüğü tartışma götürmez.<br />

“Kurtuluş yok tek başına! ”<br />

belgisinin karşıtını temsil eden bu tikelci<br />

yaklaşımın yaygınlık kazanması<br />

ve baskın hale gelmesi, Ermeni halkını,<br />

Kürt halkı ve ulusal hareketi de<br />

içinde olmak üzere Türkiye'deki devrimci<br />

ve demokratik güçlerden koparacaktır.<br />

Haksızlık yapmamak için iki noktaya<br />

değinmem gerekir. Birincisi, en<br />

azından 99 yıldır kendilerine sövülen<br />

Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin,<br />

Başbakan Erdoğan'ın ilk<br />

kez böylesi bir sövgü içermeyen, hatta<br />

empati izleri taşıyan taziye mesajında<br />

olumlu bir yan arama ve bulma yolundaki<br />

çabalarını ve bu çabaların altında<br />

yatan ruh halini -onamasak da- bir<br />

yere kadar anlayışla karşılayabiliriz<br />

ve karşılamalıyız da. İkincisi, ilerici<br />

Ermeni aydınları, yazarları arasında<br />

görülen bu tikelci yaklaşımın, bu “ulusal<br />

bencillik” tutumunun kristalize<br />

olmuş ve istikrar kazanmış bir eğilim<br />

olmadığı unutulmamalı. Ancak, bu<br />

hatalı tutumun bilince çıkarılmaması<br />

VE AKP'nin başını çektiği Türk<br />

gericiliğinin ileride başvurabileceği<br />

yeni Osmanlı oyunlarına karşı uyanık<br />

olunmaması halinde, yukarda sözünü<br />

ettiğim kopma tehlikesi kapıyı çalacaktır.<br />

Ben daha da ileri gidiyor ve<br />

şunu söylüyorum: “Tıpkı Yahudi halkı<br />

gibi büyük acılar çekmiş olan Ermeni<br />

halkının ve onun ilerici temsilcilerinin<br />

de dikkat ve çabalarını SADECE VE<br />

SADECE kendi halklarının çekmiş ve/<br />

ya da çekmekte olduğu acılar ve haklı<br />

talepleri üzerinde yoğunlaştırmaları<br />

ve özellikle aynı topraklarda yaşayan<br />

diğer halkların uğradığı haksızlıklara<br />

karşı kayıtsız kalması, gerek ilkesel<br />

ve gerekse taktiksel açıdan son derece<br />

yanlış olacaktır. Dolayısıyla Ermeni<br />

halkının ilerici kızları ve oğullarının<br />

Türkiye halklarının ilerici temsilcileriyle<br />

daha da yakın bir ilişki içine girmeleri<br />

ve Ermeni halkının sorunlarının<br />

ancak Türkiye toplumunun radikal<br />

bir yeniden örgütlenmesiyle, yani gerçek<br />

bir toplumsal devrimle çözülebileceğini<br />

kavramaları gerekir.”<br />

Öte yandan objektif koşullar da böylesi<br />

yanılsamaları etkisiz kılmaya<br />

hizmet etmektedir ve etmeye devam<br />

edecektir. Dolayısıyla, AKP gericiliğinin<br />

Türkiye işçi sınıfı ve halklarına<br />

yönelik gerici saldırısının örneklerini<br />

ve görünümlerini her gün, her saat<br />

yaşayan ve paylaşan ilerici Ermeni aydınları<br />

ve yazarlarının ve Ermeni halkının<br />

siyasal bakımdan ileri bölümünün,<br />

Türkiye'de faşizmi inşa etmekte<br />

olan bir partinin ve onun şefinin taziye<br />

mesajının aldatıcı büyüsünden ister istemez<br />

kurtulacaklarını söyleyebiliriz.<br />

Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halklarına<br />

karşı faşizm uygulayan bir klik<br />

Kürt, Ermeni, Alevi, Süryani vb. halklarına<br />

barış ve demokrasi getiremez ve<br />

getirmeyecektir.<br />

Bu makaleyi bitirirken, Erdoğan kliğinin<br />

neden böyle bir manevraya başvurduğu<br />

sorusunu da kısaca yanıtlamak<br />

gerekir. Bu konuyu ele alan bir dizi yazar,<br />

Başbakan Erdoğan'ın bu taziye mesajıyla,<br />

Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü<br />

yaklaşırken, Türkiye üzerindeki<br />

uluslararası basıncı azaltmayı amaçladığını<br />

yazdı. Bunun taziye mesajının<br />

ardında yatan faktörlerden biri olduğunu<br />

kabul edebiliriz. Ama bence esas<br />

neden; AKP iktidarının, Türkiye'nin<br />

jenosid konusuna ilişkin “arkadan hançerlenme”<br />

ya da “karşılıklı çatışma<br />

ve öldürme” türünden inandırıcılığını


kızılbaş - sayfa 14 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

çoktan yitirmiş ve çağdışı bir nitelik<br />

kazanmış olan savunma gerekçelerini<br />

bir yana bırakma kararı almış olmasıdır.<br />

AKP iktidarının böylesi bir<br />

“balans ayarı” yapmasında ABD ve<br />

NATO'nun da rolü olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Ankara'daki ortakları üzerindeki<br />

uluslararası basıncı azaltmak isteyen<br />

bu güçlerin AKP iktidarına bu doğrultuda<br />

telkinlerde bulunduğu anlaşılıyor.<br />

Türkiye'nin, Yayladağı'ndan harekete<br />

geçen ve Türk ordusu tarafından desteklenen<br />

El Kaide güçlerinin 21 Mart<br />

gecesi, ağırlıklı olarak Ermeniler'in<br />

yaşadığı Kesab beldesine yaptığı -ve<br />

Türk gericiliği açısından bir propaganda<br />

felaketi işlevini gören- saldırıdan<br />

doğrudan sorumlu olduğunun ortaya<br />

çıkması da sözügeçen basıncı arttıran<br />

bir faktör işlevi görmüştür.<br />

Bu koşullarda 10 Nisan'da ABD Senatosu<br />

Dış İlişkiler Komitesi'nin Ermeni<br />

jenosidi karar tasarısını gündemine<br />

alması ve ardından 15 Nisan'da ABD<br />

Temsilciler Meclisi Başkanı John<br />

Boehner'in Türkiye'yi ziyareti ve bu<br />

ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül,<br />

Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı<br />

Çiçek'le görüşmesi önemliydi. Gazeteler,<br />

bu görüşmelerin ana konusunun<br />

Ermeni jenosidi yasa tasarısı olduğunu,<br />

ancak bunun yanısıra Suriye ve<br />

Ukrayna konularının da tartışıldığını<br />

yazdılar. Örneğin İlhan Tanır, New<br />

York'da yayımlanan bir gazetede yer<br />

alan yazısında şöyle diyordu:<br />

“Boehner’in, tam da ABD Senato’sunun<br />

Dışilişkiler Komitesi’nde geçen<br />

sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı tanıma’<br />

yasa tasarısından sonra, bu kez kamuoyu<br />

önünde açıkça ortaya koyduğu<br />

Ermeni tasarıları karşıtı söylemi,<br />

ABD-Türkiye ilişkilerine gelebilecek<br />

muhtemel zararları önceden önlemiş<br />

oldu.” (“Boehner’in Türkiye ziyareti<br />

ve 2015 senaryoları için önemi”, Posta212,<br />

24 Nisan <strong>2014</strong>)<br />

Şimdi birileri çıkıp, ABD ve onun Batı<br />

Avrupalı ortaklarının AKP iktidarını<br />

ve/ ya da Başbakan Erdoğan'ı gözden<br />

çıkardığını söyleyebilir ve bu devletlerin<br />

değişik düzeylerdeki yönetici ve<br />

sözcülerinin, Türkiye'deki siyasal duruma<br />

ve özgürlük kısıtlamalarına göndermede<br />

bulunarak Türk meslekdaşlarına<br />

yaptıkları uyarı ve eleştirilerinin<br />

de bunun kanıtı olduğunu ileri sürebilirler.<br />

Bunu aylardır, hatta yıllardır<br />

yapmakta olan çok sayıda akademisyen,<br />

analist ve köşe yazarı var.<br />

ABD ve NATO ile Türkiye arasında,<br />

özellikle bu ikincisinin Ortadoğu'ya<br />

ilişkin vizyonu, ihtirasları vb. ile bağlantılı<br />

birtakım anlaşmazlıkların olduğu<br />

doğrudur. Dahası, Suriye'nin direnişinin<br />

bu anlaşmazlıkları büyüttüğünü<br />

ve Washington'un Erdoğan kliğinin<br />

kitle tabanının daralmasını da dikkate<br />

alarak başka burjuva iktidar seçenekleri<br />

üzerinde kafa yormaya başladığını<br />

söyleyebiliriz. Ancak bu asla, ABD ve<br />

NATO emperyalistlerinin Irak, Libya<br />

ve Suriye'de kendileriyle ortak hareket<br />

etmiş ve/ ya da etmekte etmekte olan<br />

AKP iktidarını ve Başbakan Erdoğan'ı<br />

tümüyle gözden çıkardığı anlamına<br />

gelmemektedir. Öte yandan, bir iç<br />

savaşa sürüklenmekte olan Ukrayna<br />

üzerinde ABD/ NATO ekseniyle Rusya<br />

arasındaki çekişmenin keskinleşmiş<br />

olması, ABD/ NATO ekseninin<br />

Rusya'yı kuşatma politikasını derinleştirmesi<br />

ve Karadeniz'e çıkan ABD<br />

savaş gemilerinin Türk limanlarında<br />

kalıyor olmaları (1), ABD'nin, -İsrail'le<br />

ilişkisini de düzeltme yoluna giren-<br />

Türkiye'ye ve dolayısıyla şu aşamada<br />

onu yöneten AKP iktidarına daha fazla<br />

gereksinim duyduğunu göstermektedir.<br />

Bu konu açılmışken, bizdeki liberal<br />

yazarların, demokratik normlara çok<br />

bağlı olduklarını varsaydıkları ABD ve<br />

Batı Avrupa ülkelerinin, Türkiye'deki<br />

siyasal rejimin niteliği konusunda duyarlı<br />

oldukları yolundaki burjuva-demokratik<br />

önyargılarının hemen hemen<br />

tümüyle yanlış olduğuna işaret etmek<br />

gerekir. Bu ülkelerde böylesi kaygılar<br />

taşıyan politikacılar vardır elbet; ancak<br />

özellikle emperyalist devletler arasındaki<br />

çelişmelerin keskinleştiği dönemlerde<br />

bu gibi kişilerin yaklaşımı, bu<br />

devletlerin dış politikaları bakımından<br />

belirleyici bir etki yapmaz ve yapamaz.<br />

Bunun en son örnekleri şunlardır: Batı<br />

Avrupa ülkeleri Suriye krizinde; ABD,<br />

Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi<br />

gerici devletlerle omuz omuza hareket<br />

etmiş, Suriye'de Baas rejimine karşı<br />

savaşan El Kaide türü elikanlı terörist<br />

grupları desteklemiş ve kendi ülkelerinde<br />

yaşayan teröristlerin Suriye'ye<br />

gitmesini önlememiş ve büyük olasılıkla<br />

da teşvik etmişlerdir. Ve onlar;<br />

2010'da meşru bir seçimle işbaşına gelmiş<br />

olan Viktor Yanukoviç hükümetini<br />

bir darbe yoluyla devirmek için kanlı<br />

sokak gösterileri yapan ve ardından<br />

Ukrayna'nın batısında iktidarı ele geçiren<br />

faşist ve anti-Semitik grupların<br />

arkasında duran ve onları yönlendiren<br />

ABD ve Britanya istihbaratını desteklemişlerdir.<br />

Yani onlar kendi pratikleriyle,<br />

“Emperyalizm, hem dış, hem de<br />

iç politikada demokrasiyi yıkma doğrultusunda,<br />

gericilik doğrultusunda<br />

uğraş verir. Bu anlamda emperyalizm,<br />

sadece onun taleplerinden birinin,<br />

ulusların kendi yazgılarını belirlemesinin<br />

değil, tartışma götürmez bir biçimde<br />

genel olarak demokrasinin, her<br />

türlü demokrasinin yadsınmasıdır”<br />

demiş olan Lenin'i doğrulamışlardır ve<br />

doğrulamaktadırlar.<br />

Başbakan Süleyman Demirel'in en yakın<br />

çalışma arkadaşlarından biri olmuş<br />

ve 1965-71 yılları arasında Adalet Partisi<br />

hükümetlerinde dışişleri bakanlığı<br />

yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil,<br />

7 Şubat 1974'te İsmail Cem'le yaptığı<br />

söyleşide diğer şeylerin yanısıra şunları<br />

söylemişti:<br />

“Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika<br />

şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik<br />

idare olmuş, şoven idare olmuş,<br />

faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz.<br />

“Amerika o memleketin kendisine ne<br />

derece tabi olduğuna, kendi politikasına<br />

ne dereceye kadar satelit (uydu)<br />

haline gelebileceğine bakar.<br />

“Amerika, bir Albaylar Cuntası ile<br />

Yunanistan'da istediğini yaptırabiliyorsa,<br />

Albaylar Cuntası Yunanistan<br />

için biçilmiş kaftandır. Amerika eğer<br />

bir Nihat Erim hükümeti ile haşhaşı<br />

menettirebilecekse, Türkiye'nin layık<br />

olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.”<br />

(Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul,<br />

Cem Yayınevi, 1993, s. 299)<br />

Görünüşte son derece etkileyici ünvanlar<br />

taşıyan ve çeşitli televizyon kanallarında<br />

ve gazete köşelerinde ahkam<br />

kesen pek çok akademisyenin, kendi<br />

burjuva önyargıları nedeniyle, başarılı<br />

bir beşinci sınıf öğrencisinin rahatlıkla<br />

görebileceği ve Çağlayangil'in açık<br />

bir biçimde ortaya koymuş olduğu bu<br />

çıplak gerçeği görememesi asla onanamaz;<br />

ama, onları siyasal gericiliğe<br />

bağlayan burjuva dünya görüşlerinin<br />

ışığında bakıldığında anlaşılabilir.<br />

Ancak, ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb.<br />

aydın ve yazarlarımızın bu liberal bay


kızılbaş - sayfa 15 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ve bayanların izinden gitmeleri ve onların<br />

oluşturduğu gerici söylenceleri<br />

benimsemeleri asla bir yazgı değildir.<br />

Herhalde her dürüst demokrattan, Süleyman<br />

Demirel'in yakın arkadaşı ve<br />

dışişleri bakanının gerisine düşmemesini<br />

beklemek hakkımız sayılmalıdır.<br />

Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı<br />

DİPNOTLAR<br />

(1) Cihan Haber Ajansı'ndan Faruk<br />

Akkan 9 Nisan tarih ve “Rusya takipte;<br />

Bir Amerikan savaş gemisi daha<br />

Karadeniz’e geliyor” başlıklı yazısında<br />

şöyle diyordu:<br />

“Pentagon kaynaklarına göre Amerikan<br />

deniz kuvvetlerine ait bir savaş<br />

gemisi daha Perşembe gününe kadar<br />

boğazlardan geçerek Karadeniz'e<br />

ulaşacak.<br />

Amerikan güdümlü füze destroyerı<br />

USS Donald Cook'un İspanya'dan yola<br />

çıktığı beliritldi. Rusya'nın Kırım'ı<br />

ilhak etmesinin ardından bölgeye<br />

gönderilen dördüncü Amerikan savaş<br />

gemisi olan USS Donald Cook, aegis<br />

füze savunma sistemleri ile donatılmış<br />

ve Tomahawk füzeleri ile geliştirilmişti.<br />

“Ukrayna krizinin başladığı ilk<br />

günlerde bölgeye giden USS Tuxton<br />

destroyerinin Karadeniz'de görev süresi<br />

uzatılmış ve 21 Mart'ta bölgeden<br />

ayrılmıştı.<br />

“Moskova ise Karadeniz'e gelen<br />

Amerikan savaş gemileri nedeni ile<br />

Türkiye'ye nota vermişti. Rusya Dışişleri<br />

Bakanı Sergey Lavrov, Kazakistan<br />

meslektaşı ile birlikte yaptığı<br />

basın toplantısında Amerikan savaş<br />

gemilerinin Montrö Sözleşmesi'nde<br />

belirlenen süreyi aşmaları ve belirlenen<br />

tonajı aşmaları nedeni ile Türkiye<br />

ve Amerika'nın dikkatini çekmişti.<br />

“Rusya Dışişleri Bakanı Sergey<br />

Lavrov'un Türkiye'yi Montrö<br />

Anlaşması'na aykırı olarak ABD savaş<br />

gemilerine Karadeniz'de 3 haftadan<br />

fazla kalma imkanı tanıdığı ve sözleşmenin<br />

belirlediği tonajlardan daha<br />

ağır gemilere geçiş izni vermekle suçlaması,<br />

Ankara ile Moskova arasındaki<br />

ilişkileri germişti.”<br />

Başbakan Erdoğan’ın Ermeni sorununa ilişkin açıklaması Başbakanlığın internet<br />

sitesinde yayınlandı. İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 24<br />

Nisan öncesi taziye mesajında bulundu.<br />

İşte Başbakanlığın yayınladığı o mesaj:<br />

“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan<br />

24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması<br />

için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının<br />

hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer<br />

milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz.<br />

“ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR”<br />

Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde<br />

yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi<br />

kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması<br />

acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü<br />

yeri yakar’.<br />

Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları<br />

acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık<br />

vazifesidir.<br />

1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi;<br />

çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir.<br />

Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem<br />

ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir.<br />

Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız,<br />

kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı<br />

söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer<br />

bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle<br />

uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir.<br />

“HEPİMİZİN ORTAK ACISI”<br />

Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması<br />

ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya<br />

Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe<br />

adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.<br />

Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı<br />

esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış<br />

olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı<br />

insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.<br />

http://www.posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Erdogan-dan–24-Nisan–mesajlari.htmArticleID=225296


kızılbaş - sayfa 16 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Seyfo Center'in<br />

1915 Soykırımı<br />

konferansına<br />

mesajı<br />

seyfocenterin-mesajı<br />

Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin'de<br />

yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal<br />

Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni,<br />

Asurü-Süryani İlişkileri" konferansına<br />

Merkezi Stocholm'de bulunan<br />

Seyfo Center adına Fehmli Barkarmo<br />

bir mesaj gönderdi.<br />

Barkarmo, mesajında "Soykırımla yüz<br />

leşme, Türk Devleti’nin sorumuluğu<br />

olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde<br />

gelen sorumluluklarından biridir." görüşünü<br />

dile getirdi.<br />

"Değerli Dostlar,<br />

Bazı Kürt aydınları, bazı yazarlar ve<br />

bazı Kürt siyasi çevrelerinde son dönemlerde<br />

Kürtlerin 1915 soykırımında<br />

üstlendikleri rol ve soykırıma fiili katılımlarının<br />

nedenleri konusunda bazı<br />

önemli çalışmalar dikkat çekmektedir.<br />

Bu çalışmaların ardındaki kuruluş ve<br />

şahsiyetlerin iyi niyetliliğinden hiç<br />

kuşkumuz yok. Ama soykırıma katılmış<br />

Kürt kesiminin yaptıklarının bütün<br />

Kürt halkının sırtında ağır bir yük<br />

olarak varlığını hala sürdürüyor olmasından<br />

dolayı sözünü ettiğimiz bu çalışmalar<br />

sembolik bir anlamdan öteye<br />

gidememektedir.<br />

Soykırımla yüzleşme, Türk Devleti’nin<br />

sorumuluğu olduğu kadar Kürt Hareketinin<br />

de önde gelen sorumluluklarından<br />

biridir. Kürt aşiretlerinin soykırıma<br />

katılımını sadece soykırıma bir<br />

‘’destek’’ olarak görmek büyük yanılgı<br />

olur. Ortada bir suç ortaklığı var ve bu<br />

suç ortaklığı üzerinde “öteki” halkların<br />

evleri, kiliseleri talan edildi; mallarına,<br />

topraklarına el konuldu; çocukları<br />

besleme olarak alındı, kadınları<br />

haremlere katıldı. Mağdur halkların<br />

milyonlarla ifade edilebilecek fiziki<br />

varlıkları ise şu an ancak binlerle ifade<br />

edilebiliyor.<br />

Kürt Hareketinin bu gerçeklerin bazında<br />

gerekli adımları atması, hareketin<br />

dürüstlüğü ve bölge halklarına<br />

samimiyetle yaklaşmasının bir sınavı<br />

olacaktır. Ama soykırımla sağlıklı ve<br />

dürüstçe bir yüzleşmenin yolu derinlemesine<br />

yapılacak bazı araştırma ve<br />

incelemelerden geçer. Aksi takdirde<br />

gerçekçi ve dürüst bir hesaplaşma yerine<br />

meselenin ‘’baştan savurma’’ gibi<br />

bir özür dileme ile geçiştirilmesi olacaktır<br />

ki, bu da gerçeklerin örtbas edilmesinden<br />

başka bir işe yaramıyacaktır<br />

ve Kürt halkı ile soykırım mağdurları<br />

halklar arasındaki bağları güçlendireceğine<br />

zayıflatacaktır. İşte burada Kürt<br />

aydınları, siyasetçileri, yazarları ve diğer<br />

akademisyenlerine büyük görevler<br />

düşmektedir.<br />

Meseleye bu açıdan baktığımızda görüyoruz<br />

ki, araştırılması ve tartışılması<br />

gereken konuların başında sizin<br />

isabetli olarak konferans konusu haline<br />

getirmiş olduğunuz "1915 Soykırımı ve<br />

Kürt toplumun siyasi toplumsal rolleri"<br />

gelmektedir. Konferansta bu konunun<br />

yanısıra işlenecek diğer konular da<br />

ilginç ve büyük önem arzetmektedir.<br />

Konferansta ele alacağınız ve tartışma<br />

sonucunu merakla beklediğimiz konulardan<br />

biri de şudur: Kürt toplumun<br />

ve hakim sınıflarının, soykırım öncesi<br />

ve bu süreçteki rolleri nelerdi; sadece<br />

İttihat-Terakki'nin programına yardım<br />

eden "tetikçilik" mi, yoksa siyasalmaddi<br />

faydalar, daha geniş bir işbirliği<br />

mi söz konusuydu<br />

Değerli dostlar, Bu konferansı düzenlemekle<br />

bizim açımızdan büyük önem<br />

taşıyan insani bir adım atmış olmakla<br />

beraber, Kürt Hareketinin sırtında taşımakta<br />

olduğu vebalden kurtulmasına<br />

da büyük katkıda bulunuyorsunuz.<br />

Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Bu<br />

vesileyle konferansa destek veren Kurdistan<br />

Kultur und Hilsverein e.v. Berlin<br />

(KOMKAR) ve Independent Kurdish<br />

Media Group Berlin (IKMG)'ye<br />

de ayrıca teşekkür ederiz.<br />

Aynı zamanda konunun sadece bir<br />

veya birkaç konferansla bitirilemiyeceğine<br />

de dikkat çekmek istiyoruz.<br />

Önümüzde ivedi çalışmalar ve bazı<br />

fedakarlıklar gerektiren uzun bir süreç<br />

var. Bu süreçte, ancak Kürt, Türk,<br />

Ermeni, Asuri/Süryani ve Pontuslu aydınlar,<br />

yazarlar, siyasetçiler ve siyasi<br />

kurum ve örgütler el ele verirse başarıya<br />

ulaşır. Bu anlamda şimdiye kadar<br />

bazı adımlar atılmış olmasına rağmen,<br />

bu adımlar nisbi olmaktan öteye gidememiştir.<br />

Düzenlemiş olduğunuz bu konferansı,<br />

sözünü ettiğimiz süreç için ciddi bir<br />

başlangıç olarak algılıyor ve bu çalışmalarınızın<br />

destekçisi olacağımızı belirtiyoruz.<br />

Sizlere başarılar diliyoruz.<br />

Yaşasın halkların kardeşliği!<br />

Soykırımlar bir daha yaşanmasın!<br />

Stockholm 5 Mayıs <strong>2014</strong><br />

Fehmi Barkarmo<br />

Seyfo Center Asur/Süryani soykırım<br />

araştırma merkezi"<br />

Kaynak:http://www.gelawej.net/index.php/<br />

dosyalar/ulusal-sorunlar/444-seyfo-centerin-1915-soykirim-konferansina-mesaji


kızılbaş - sayfa 17 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim<br />

DİYARBAKIR (DHA)<br />

10 Mayıs <strong>2014</strong><br />

.<br />

'Mümin kardeşlerim' .<br />

İmralı Adası’nda ağırlaştırılmış ömür<br />

boyu hapis cezasını çeken Abdullah<br />

Öcalan’ın önerdiği Demokratik İslam<br />

Kongresi Diyarbakır’da başladı.<br />

Öcalan’ın kongreye gönderdiği 'Mümin<br />

kardeşlerim' diye başlayan mesajında,<br />

"Çağdaş İslami ümmetin ’millet birliğini’<br />

anlamlı buluyorum ama bu asla 'tek<br />

devlet, tek millet, tek bayrak' zırvalamaları<br />

anlamına gelmemektedir" dedi.<br />

Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da<br />

yurt içi ve yurt dışından 340’ı<br />

aşkın din adamı, akademisyen, yazar<br />

ve uzmanın katılıyla Diyarbakır’da başladı.<br />

HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken,<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediye<br />

Başkanı Gültan Kışanak, Mardin Büyükşehir<br />

Belediye Başkanı Ahmet Türk,<br />

Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Prof.<br />

Dr. Kadri Yıldırım, 1925 Kürt isyanının<br />

lideri Şeyh Said’in torunu Kasım<br />

Fırat, Suriye’de Kürtlerin denetiminde<br />

bulunan Rojava bölgesinin Cizire kantonu<br />

Din İşleri Bakanı Şeyh Mihemed<br />

El-Kadiri, Kürdistan İslam Partisi Genel<br />

Başkanı Hikmet Serbilind’inde katıldığı<br />

kongreye Abdullah Öcalan mesaj<br />

gönderdi.<br />

KURAN’DA TEK DİL, TEK KİM-<br />

LİK VE TEK RENK YOK<br />

Molla İsa Deniz’in Kuran’ı Kerim’i<br />

okuması ile başlayan kongrede Demokratik<br />

İslam Kongresi Çalışma Komitesi<br />

sözcüsü Prof. Kadri Yıldırım, ’Kürtler<br />

ve İslamiyet ile Kürt sorunu ve İslam’ın<br />

hakemliği’ konulu Kürtçe konuşmasında<br />

Medine sözleşmesinin önemine<br />

değindi. Kürt ve Kürdistan isminin tarihi<br />

üzerinde duran Yıldırım, Kürtlerin<br />

kitlesel olarak Hz. Ömer döneminde<br />

Müslüman olduğunu dile getirdi. Kürtlerin<br />

Müslüman olmalarının ardından<br />

kendilerini İslam’a feda ettiğini belirten<br />

Yıldırım, Kuran-ı Kerim’de ve Peygamberin<br />

sünnetinde ’tek kimlik, tek<br />

dil ve tek renk’ yerine çok kimlilik, çok<br />

dillilik ve çok renkliliğin benimsendiğini<br />

ve bu farklılıkların tanınmasının<br />

Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR<br />

istendiğini söyledi.<br />

KIŞANAK AĞLADI<br />

Suriye’de Kürtlerin denetiminde bulunan<br />

Rojava bölgesinin Cizire Kantonu<br />

temsilcisi Nureddin Şakir ise yaptığı<br />

konuşmada bölgede yaşanılan acıları<br />

anlatırken başta Diyarbakır Büyükşehir<br />

Belediye Başkanı Gültan Kışanak<br />

olmak üzere salonda bazı kişiler ağladı.<br />

Rojava sınırlarına örülen duvarları ve<br />

hendeklerle Rojava devriminin boğdurulmaya<br />

çalışıldığını belirten Şakir,<br />

"Rojava’da insanların kafaları kesiliyor.<br />

Rojava Kürdistan’ının bu birliğe<br />

ihtiyacı var. Rojava devrimi Kürdistanı<br />

özgürleştirecek. Rojava devriminin başarısı<br />

Kürdistan’ın başarısıdır. Bu nedenle<br />

önder Apo’nun çağrısıyla başlayan<br />

kongrenin anlamı büyüktür" dedi.<br />

ÖCALAN: MÜMİN KARDEŞLE-<br />

RİM<br />

HDP Grup Başkan Vekili ve Bingöl<br />

Milletvekili İdris Balüken ise Abdullah<br />

Öcalan’ın kongreye gönderdiği ’Mümin<br />

kardeşlerim’ diye başlayan mesajını<br />

okudu.<br />

İslami ümmet anlayışının öz itibariyle<br />

ulus devletçilikle bağdaşmadığını belirten<br />

Öcalan’ın mesajı şöyle:<br />

"Zaten İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini<br />

parçalamak için ulus devletçiliği<br />

onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok<br />

bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına<br />

beynine ve rahmine yerleştirmiştir.<br />

Son 200 yıllık tarih bir nevi İslamın<br />

mekanlarında ve halklarında İslamın<br />

bütün değerlerini neredeyse onulmaz<br />

bir biçimde tahrip etmiştir. İslam gerçekten<br />

din adına söylenebilecek en son<br />

evrenselliği temsil etmektedir. Hem dili<br />

hem de felsefesi sayesinde önemli bir<br />

evrensellik kazanmıştır. Bundan kuşku<br />

yok. Genelde tüm canlılara özelde<br />

insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin<br />

özünde yatan adil ve özgürce<br />

yaklaşımları uygulamalıyız. Kul hakkı<br />

yememek ve karıncayı ezmemekle dile<br />

getirilen budur.<br />

HİZBULLAH VE EL KAİDE GÜN-<br />

CEL FAŞİSTLER<br />

Hizbullah ve El Kaide bozguncuları<br />

esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam<br />

ümmetinin başına bela ettikleri güncel<br />

faşizmi temsil etmektedirler. İdam sehpaları<br />

kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi<br />

başta Kürdistan halkı olmak üzere<br />

tüm İslam olan ve olmayan halklara<br />

insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter<br />

laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün<br />

ve bugünün halen acımasızca uygulanan<br />

devletçi faşizmi iken sözde daha<br />

güncel ve radikal dinciliğin faşizmi<br />

de bu adı geçen akım ve partiler eliyle<br />

olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük<br />

hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi<br />

ne de radikal dinci geçinen iki<br />

ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve<br />

fırsat tanımayacaktır.<br />

TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK<br />

BAYRAK ZIRVADIR<br />

Çağdaş İslami ümmet ’millet birliğini’<br />

anlamlı bulur. Ama bu asla ’tek devlet,<br />

tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları<br />

anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili<br />

ayetteki ’birbirinizi tanıyasınız diye sizi<br />

farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü<br />

gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve<br />

özgür bir İslami ve birliğinde olan diğer<br />

kavimlerin ’milletler birliğini’ ifade<br />

etmektedir. Hareketimizin batının ideolojik<br />

hegomonyasının bir sonucu olan<br />

dini-laik ikilemine boğmamak esastır.<br />

İslamın kendisini dini laik bağlamına<br />

sıkıştırmakta bence yanlıştır. İslamdaki<br />

yaşam bütünlüğünü bozmaktır. Ayrıca<br />

sanki modaymışcasına İslami kriterleri<br />

kılık kıyafetler üzerine tanımlama dar<br />

pozitivist yaklaşımlardan öte bir anlam<br />

ifade etmez."


kızılbaş - sayfa 18 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

"KÜRT SAVAŞÇILARI HZ.ALİ<br />

GİBİ KAHRAMAN"<br />

Bazılarının hareketlerini ateist, komünist,<br />

materyalist gibi batılı kavramlarla<br />

tanımlamak istediğini dile getiren<br />

Öcalan’ın mesajında bu konuda şu ifadeler<br />

yer aldı:<br />

"Bunlara,’kavram kölesi’ demek daha<br />

uygun düşer. Yalnız şu kadarını söylemeliyim<br />

ki, eğer İslami toplum doğası<br />

bir gerçekse, İslam’ın dindarı ve ateisti<br />

olmaz. Bunlar kavramsallaştırmalardır.<br />

En zor koşullarda, tüm küresel<br />

kapitalist zorbaların kuşatması altında<br />

en gelişmiş savaş teknikleriyle, saldırı<br />

altında bulunan, her şeyi sömürülen bir<br />

halkın, Kürt halkının, sahte İslam’ın<br />

zulmüne, sömürüsüne en çok maruz<br />

kalmış bir toplumun savaşçılarına ancak<br />

Hz. Ali timsalinde kahramanlık<br />

yakıştırılabilir, eş kılınabilir. İslam’n<br />

(mazlumlar tarihinin) en adil, özgür ve<br />

demokratik geleneğini temsil ettiğimize<br />

dair en ufak bir şüphem yoktur. Bu<br />

gerçekliği dünyanın diğer tüm mazlum<br />

halklarıyla güncel olarak paylaşan öncülüğe<br />

layık olmak kadar, günün ve geleceğin<br />

gerekli kıldığı yeniliğe ilişkin<br />

olarak da en ideal hareketi olduğumuza<br />

dair kuşkum yoktur. Çağdaş bir Hüseyni,<br />

çağdaş bir Selahaddini hareketin<br />

sentezi olmak, en önemli mutluluk,<br />

dolayısıyla iman kaynağımdır. Hepinizi<br />

paylaşamaya, iradeleşmeye, eyleme çağırıyorum.<br />

Toplumsal esinin adil, özgür<br />

adı olan Allan’ın birliğine davetle birlikte<br />

güven olmanızı diliyor ve kongreyi<br />

selamlıyorum."<br />

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/<br />

gundem/26392393.asp<br />

Taziye'nin İçini Doldurmak<br />

Ermenilerin ulusal yas günü arifesinde,<br />

T.C Başbakanının diplomatik<br />

bir atakla ''Taziye'' yayınlamasının<br />

amacı ne olursa olsun, 99 senedir bir<br />

ilk olması nedeniyle ve insani açıdan<br />

atılmış önemli ve anlamlı bir adım<br />

olarak görmek, sanırım yanlış olmaz:<br />

Ancak, yayınlanan ''Taziye''de,<br />

1915 kırımında öldürülenlerle, birinci<br />

dünya savaşında ölenleri eşitlemek ve<br />

aynı torbaya koymak, bence büyük<br />

bir yanlış, çünkü 1915'te ölen insanların<br />

ölüm sebepleri farklı ve failleri de<br />

belli, oysa savaşta ölenlerin durumu<br />

tamamen farklı, tarihe sorumlulukla<br />

bakmalıyız, savaşta ölenleri, kırımda<br />

öldürülenlerle eşitlersek, kırımda<br />

ölenlerin anısına saygısızlık ediliyor,<br />

gibi bir algı doğar:<br />

Taziye'de ''Ortak Tarih Komisyonu<br />

''önerisini vurgulamak ise, herkes tarafından<br />

bilinen insanlık dışı bir olayın<br />

sorumluluğunu çarpıtarak, ona<br />

kılıf aramaktır, Ortak Tarih Komisyonu<br />

kurmak demek, ''Kırım'' karşılıklı<br />

yapıldı demek, oysa Anadolu'da<br />

kırıma uğrayan halk azınlıkta idi,<br />

azınlığın, çoğunluğu kırma tezi gerçeklerden<br />

çok uzak bir yaklaşım:<br />

Taziye'de ''Farklı söylemlerin empati<br />

ve hoşgörüyle karşılanması, karşındakini<br />

dinlemek, acılarını anlamak<br />

ve paylaşmak vurgusunun yapılması<br />

bir yenilik ve önemli:<br />

T.C Dış İşleri Bakan'ının bir kaç ay<br />

önce Erivan'da sarf ettiği ''Tehcir'in<br />

Gayri İnsani'' olduğu ve dolayısıyla<br />

''Kabul edilemez'' olduğuna dair söylemlerinden<br />

sonra ''Taziye''de bunun<br />

tekrar vurgulanması, bence , ''Resmi<br />

Görüş''un ''TEHCİR'' e bakışında<br />

ciddi bir değişikliğin kayda değer bir<br />

işareti olarak sayabiliriz:<br />

Herşeyden önce, T.C Başbakan'ının<br />

böyle bir açıklama yapma gereği<br />

duyması, herşeye rağmen olumlu ve<br />

önemli bir işaret, ancak, bu önemin<br />

ve anlamın derecesi ''Taziye''den sonra<br />

atılması gereken adımların atılıp<br />

atılmamasına ve içinin doldurulup<br />

doldurulmamasına bağlı: Taziye'nin<br />

Dr. med. Sarkis Adam<br />

önemini ve samimiyetini kanıtlamak<br />

Türkiye'ye düşmektedir:<br />

Soykırım'ın 100.cu yıldönümü öncesi,<br />

soykırım mağduru yakınlarına<br />

simgesel jestler yapma doğrultusunda<br />

adımlar atılmalı ve yaklaşılar olmalı:<br />

Öneri bağlamında birkaç örnek sayarsak:<br />

--Soykırımın failleri ifşa edilmeli,<br />

kınanmalı ve onların tüm izleri yok<br />

edilmeli, anımasaları silinmeli:<br />

--Savaşta ölenlere gösterilen saygı ve<br />

Kırımda ölenlere gösterilen saygı birbirinden<br />

ayrılmalı.<br />

--Soykırım Suçu, ''İnsanlık Suçu''<br />

olarak algılanmalı.<br />

--Ders kitaplarından, azınlıklara yönelik,<br />

Kin ve Nefret, Aşağlayıcı sözler<br />

içeren cümleler temizlenmeli:<br />

--Azınlıkların yoğun olduğu bazı<br />

mahallelerdeki militarist sokak ve<br />

cadde isimlei değiştirilmeli (Örneğin:<br />

Bozkurt Caddesi, Savaş sokağı<br />

gibi), ve o sokakların bazılarına,<br />

azınlıkların toplumsal hafızalarına<br />

hitap edecek isimler verilmeli (örneğin<br />

Taksim'de bir sokağa Kirkor Zohrab,<br />

Bakırköy'de bir sokağa Dr.Rupen<br />

Sevag, Pangaltı'da bir sokağa Hrant<br />

Dink adı gibi):<br />

--Hocalı mitingi örneğinin tekrar yaşanmasını<br />

önlemek.<br />

--Ermenistan sınırını açmak, diplomatik<br />

ilişkileri geliştirmek<br />

--Soykırım mağdurlarından gasp edilen<br />

simgesel öneme haiz yapılardan<br />

birini 1915 müzesi haline getirmek.<br />

--Diaspora'daki Soykırım mağduru<br />

yakınlarına arzu edildiğinde T.C vatamdaşlık<br />

hakkı vermek:<br />

--Anadolu'da 1915 ile ilgili bir anıt<br />

dikmek.<br />

Dostluğa hizmet eden benzeri daha<br />

birçok öneriler sıralanabilinir:


kızılbaş - sayfa 19 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Ermeni soykırımı bağlamında<br />

politisit. Osmanlı İmparatorluğu’nda<br />

Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi<br />

Makale, bir bildiri olarak, 21-22 Nisan<br />

günleri arasında Yerevan’da Ermeni<br />

Soykırımı Müze-Enstitüsü tarafından<br />

düzenlenen «I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya<br />

Cephesi: Soykırım, muhacirler<br />

ve insani yardım» başlıklı Uluslararası<br />

Konferansta okunmuştur.<br />

Milli, siyasi, toplumsal, askeri, bilimsel<br />

ve kültürel kişiliklerin, soykırımı gerçekleştiren<br />

cellâtlar tarafından taammüden<br />

toplu imhası, politisit veya siyasi<br />

cinayet olarak adlandırılmaktadır.<br />

Bu yaklaşımın amacı, söz konusu etnosu,<br />

öz savunma tertiplenmesini üzerine<br />

almaya muktedir güçlerden mahrum<br />

etmektir.<br />

Profesör Nikolay Hovhannisyan’ın betimlemesiyle,<br />

“Siyasi cinayetin amacı,<br />

soykırıma tabi olan milletin kafasını<br />

kesmek ve direniş gücünü kırmaktır.<br />

Bu durum, soykırımı gerçekleştiren<br />

devletler ve hükümetlere, toplu katliam<br />

düzenleme açısından geniş bir faaliyet<br />

alanı yaratmaktadır”[1].<br />

Ermeni Soykırımı’nda politisitin startı,<br />

hükümetin emriyle, yaklaşık 60 bin<br />

Ermeni erkeğinin silâhaltına alınmasıyla<br />

1915 Şubatında verilmiştir.<br />

Bu seferberliğin, Ermeni askerlerden<br />

işçi taburları oluşturularak, kendi mezarlarını<br />

kazmaya mecbur edildiklerinden<br />

dolayı, salt şeklen olduğu görülmektedir.<br />

Halk, bu şekilde, mücadele edecek<br />

güçlerinden mahrum edilmiştir[2].<br />

Siyasi cinayetlerin diğer aşaması, siyaset,<br />

toplum ve kültür emekçileri<br />

nezdinde Ermeni aydınlarının toplu<br />

olarak imha edilmesi olup, Ermeni<br />

Soykırımı’nın anma günü olarak kabul<br />

edilen 24 Nisan 1915 tarihinde başlatılmıştır.<br />

Bu darbe, özellikle Ermeni aydınlarının<br />

çok sayıda yazar, sanatçı ve bilim<br />

adamından oluşan kaymak tabakasının<br />

Meline Anumyan (Tarih doktoru)<br />

bulunduğu Konstantinopel’de (İstanbul<br />

çev. notu) güçlü olmuştur.<br />

Konstantinopel’de, tanınmış Ermenilerin<br />

tutuklanmasını İstanbul polis şefi<br />

Bedri Bey şahsen yönetmekte, siyasi<br />

konuda yardımcısı Reşat ve genel güvenlik<br />

şefi Canpolat kendisine destek<br />

olmaktaydı.<br />

İttihatçı yöneticiler tarafından önceden<br />

hazırlanmış olan kara listelere<br />

istinaden, tüm karakollara özel olarak<br />

mühürlenmiş zarflar gönderilir[3].<br />

Eski takvimle 1915 Nisanının 11, 12<br />

ve 13’ünde, çok sayıda Ermeni siyaset,<br />

toplum ve kültür adamlarının tutuklanması<br />

gerçekleşir.<br />

Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalmış<br />

aydınlardan milli mebus Büzand<br />

Boyacıyan, tutuklamalarla ilgili şunları<br />

anlatmaktadır, “Yazıhaneye nihayet<br />

vardığımda, hangi sınıfa mensup<br />

insanların tutuklanmış olduğuna dair<br />

tamamen bilgi edindim ve o zaman,<br />

bunun siyasi öneme haiz bir durum<br />

olduğunu ve Ermeni ispiyoncular tarafından<br />

önceden hazırlanmış listelere<br />

göre gerçekleştirilmiş olduğuna ikna<br />

oldum.<br />

İttihat Partisi’nin hain yöneticilerinin,<br />

tamusal Alman öğüdüyle hazırlamış<br />

oldukları, Ermeni tehciri konusundaki<br />

canavarca planın başlangıcıydı bu”[4].<br />

Tutuklanan Ermeni aydınların ilk<br />

grubunu oluşturan yaklaşık 200 kişi,<br />

İstanbul merkez hapishanesi olan<br />

Mehterhane’ye kapatılır. Tutuklanan 5<br />

Ermeni din adamından başrahip Grigoris<br />

Balakyan, Soykırım’dan mucize<br />

kabilinde kurtularak şunları anlatmaktadır,<br />

“…işte, hapishanenin demirden<br />

devasa kapıları lanetli bir gıcırdamayla<br />

tekrar açıldı. Sayısız simalar, hepsi de<br />

tanıdık devrimci kişilikler, aktivistler<br />

ve partisiz ve hatta parti karşıtı aydınlar<br />

güruh halinde içeri itildi.<br />

Sabaha kadar, birkaç saatte bir, yeniyeni<br />

tutuklular getirildi hapishaneye,<br />

gecenin derin sessizliği içinde, hapishanenin<br />

sağlam ve yüksek duvarları<br />

arkasında, tutuklu kalabalığı arttıkça,<br />

giderek hareketlenme de artmaktaydı.<br />

Başkentte yaşayan Ermenilerin, toplum<br />

dâhilinde göze çarpan tüm kişiliklerinin,<br />

temsilci, vekil, devrimci, redaktör,<br />

öğretmen, doktor, eczacı, dişçi,<br />

tüccar, banker ve her sınıftan milli<br />

kişiler, hapishanenin bu karanlık bodrumlarında<br />

aynı gece randevu vermiş<br />

gibiydi. Hatta birden fazla kişi ev kıyafeti<br />

ve pabuçlarla getirilmişti. (…) Hepimiz,<br />

bu sırrı çözmeye ve şu soruların<br />

cevabını bulmaya çalışmaktaydık. Bu<br />

yüzlerce tutuklama niyeydi ve bunun<br />

sonu nereye varacaktı”[5]<br />

Ermeni aydınlar, yirmi dört saat tutuklu<br />

kaldıktan sonra, 25 Nisan 1915’te,<br />

İstanbul’un Haydarpaşa tren istasyonuna<br />

götürülüp, oradan da tehcir edilir[6].<br />

Tanınmış Ermeni kişiliklerin bir kısmı,<br />

75 kişilik bir grup halinde ayrılarak<br />

Ayaş’a yollanır, kalanları ise<br />

Ankara’ya. Ayaş’a gönderilenler, bu<br />

şehrin dışında bulunan “Sarı Kışla”<br />

kışlasına yerleştirilip korkunç işkencelere<br />

tabi tutulur[7]. Ayaş’a sürülenlerin<br />

içinde, Ermeni düşün âleminin<br />

ünlü temsilcilerinden, Daşnaktsakanlardan<br />

Khaçatur Mamulyan (Aknuni),<br />

Garegin Khajak, Ruben Zardaryan ve<br />

Sargis Minasyan, milli mebuslardan<br />

Harutyun Cangülyan, Nazaret Da-


kızılbaş - sayfa 20 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ğavaryan, Hambardzum Boyacıyan<br />

(Büyük Murat) ve Harutyun Şahrikyan,<br />

şair Siamanto, artist Yenovk Şahen,<br />

Yazar Sımbat Bürat, doktorlardan<br />

Khaçik Partizakyan, Karapet Paşayan,<br />

Tigran Allahverdi vs.[8] bulunmuşlardır.<br />

İçlerinden milli mebus Büzand Boyacıyan’ın<br />

sözleriyle “Ayaş hapishanesine<br />

atılan ve hükümet tarafından “siyasi<br />

suçlu” olarak damgalananlar, Ermeni<br />

düşün katmanının en önde gelen kişileriydi”[9].<br />

Ayaş sürgünlerinden Hınçak Partisi<br />

üyesi Hambardzum Boyacıyan, sözde<br />

divan-ı harpte yargılanmak için, hükümet<br />

kararıyla Kesaria’ya (Kayseri-çev.<br />

notu) yollanır, fakat darağacına çıkartılır.<br />

Ayaş sürgünleri, bazen görüşmelerde<br />

bulunmak amacıyla, Khajak veya Aknuni<br />

başkanlığında gizli toplantılar<br />

yapıyorlardı. Bu toplantılardan birinde<br />

alınan karara istinaden, telgrafla İçişleri<br />

Bakanlığı’na başvurarak, kendilerini<br />

ya yargılamaları, ya da serbest<br />

bırakmaları ricasında bulunurlar, fakat<br />

boşuna[10]. Ayaş sürgünleri, 1915 yılının<br />

Ağustos ortalarında, Ankara vali<br />

yardımcısı Atıf’ın emriyle, taşlanma ve<br />

süngülenme yoluyla öldürülmüşlerdir.<br />

Ayaşlı onbaşı Faşiloğlu Refik’in, Ermeni<br />

aydınlarına ateş etmek istememiş,<br />

fakat komiser Zeki Hasan ve<br />

Çavuş Hurşit’in onları kudurmuşçasına,<br />

hunharca öldürmüş olduğu dikkat<br />

çekicidir. Çavuş Hurşit, Ankara’ya<br />

dönerek “Katletmeye başladığımızda,<br />

yer-gök öldürülenlerin feryatları ve<br />

haykırışlarıyla inliyordu. Ben, Doktor<br />

Paşayan’ın önce gözlerini oydum,<br />

daha sonra da boynunu kestim, işte<br />

onun altın kösteği ve saati”[11],- diye<br />

hayâsızca anlatmıştır.<br />

Sürgün edilen aydınların diğer grubu<br />

(yaklaşık 150 kişi) Çankırı’ya yollandı.<br />

Bu grupta rahip Komitas, başrahip<br />

Grigoris Palakyan, ünlü Ermeni şair<br />

ve Doktor Ruben Çilingiryan (Ruben<br />

Sevak), şair ve Daşnaktsutyun üyesi<br />

Daniel Varujan, avukat Gaspar Çeraz,<br />

“Sabah” gazetesi redaktörü ve Ramkavar<br />

Azatakan Partisi yöneticisi Tiran<br />

Kelekyan,<br />

“Büzandion” gazetesi redaktörü Büzand<br />

Keçyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun<br />

üyesi Armenak Barseğyan,<br />

“Vostan” redaktörü Mikayel Şamdancıyan,<br />

yazar ve tarihçi Aram Antonyan,<br />

öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi<br />

Movses Petrosyan, Hınçaktsutyun<br />

üyesi Samvel Tomacanyan, eczacı ve<br />

aktivist Vahram Asturyan, mimarlardan<br />

Simon Melkonyan ve Manuk Basmacıyan,<br />

Osmanlı Bankası görevlilerinden<br />

Vağinak Partizpanyan ve daha<br />

başkaları vardı[12].<br />

İçlerinden bir kısmını iki kervana ayırdılar.<br />

Bu kervanların ilkinde 52, ikincisinde<br />

ise 24 kişi bulunmaktaydı. Bu<br />

iki kervan da Der-Zor’a sürüldü. İlk<br />

kervandan, sadece Paronyan adında<br />

(ön adı belirtilmemektedir-M.A.) Protestan<br />

bir kitapçı, sunmuş olduğu çok<br />

sayıda müracaatlar sayesinde kurtulup<br />

İstanbul’a döndü. Birinci grubun kalan<br />

tüm üyeleri, Elbistan yollarında acımasızca<br />

katledilmiştir.<br />

İkinci kervandan ise, sadece Aram<br />

Antonyan, yolda ayağını kırmış olduğundan<br />

dolayı hastaneye nakledilmek<br />

suretiyle kurtulmuştur. İkinci grubun<br />

kalan tüm aydınları Elmadağı eteklerine<br />

getirilip bıçaklanarak öldürülmüşlerdir[13].<br />

Aralarında Ruben Çilingiryan (Sevak),<br />

Daniel Varujan ve Tiran Kelekyan da<br />

olmak üzere 37 kişi kalır. 37 kişiye,<br />

serbest kalma ve İstanbul haricinde<br />

istedikleri yere gitme izni çıkar. Aynı<br />

listede bulunan 5 kişi, İstanbul’a gitmiş<br />

veya diğer kervanlara katılmıştı.<br />

Buna karşın, serbest bırakılmaya tabi<br />

kişilerin listesinde, aralarında Varujan<br />

ve Sevak da olmak üzere, 5 aydının adı<br />

bulunmamaktaydı. Bu kişiler, kendilerinin<br />

de bu listeye dâhil edilmesi için<br />

İstanbul’a, İçişleri Bakanlığı’na başvurur.<br />

Lakin Çankırı İttihat ve Terakki Partisi<br />

sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un<br />

çabalarıyla, bu beş kişi Ayaş’a nakledilir.<br />

Kaderin bir kötü cilvesi olarak,<br />

onların gönderilmesinin ertesi günü<br />

İstanbul’dan, bu beş kişinin de, diğer<br />

22’si gibi sürgünden kurtarıldıkları<br />

emri gelir[14].<br />

Lakin bu beş kişi, 13 Ağustos 1915<br />

tarihinde, Tüney Köyü yakınlarında<br />

hunharca öldürülür. Haydut Halo yönetiminde,<br />

kamalarla silahlı Kürtler onlara<br />

saldırır, vadiye indirip bıçaklarlar.<br />

Dikkat çekici olan, ünlü Ermeni şair ve<br />

Doktor Ruben Çilingiryan’ın (Sevak),<br />

kısa süre ünce, Kürt Halo’nun kızını<br />

ölümden kurtarmış olduğudur. Kürt<br />

haydut, kaçınılmaz ölümden kurtulması<br />

için, Ermeni doktora Müslümanlığı<br />

kabul ederek kızını karılığa almasını<br />

önermiş, fakat kesin olarak ret cevabı<br />

almıştı[15].<br />

37 kişinin serbest bırakılmasıyla ilgili<br />

yukarıda belirtilen emir de, bu kişilerin<br />

bin bir engelle kısıtlanmış ve<br />

halen baskılara maruz kaldıklarından<br />

dolayı, sadece şeklendi. Çoğunluğu,<br />

nakledilme adı altında katledilmiştir.<br />

Katledilenlerin arasında, 30 yıl süreyle<br />

Osmanlı üniversitesinde tarih öğretmenliği<br />

yapmış, “Sabah” gazetesinin<br />

redaktörü olmuş, Fransızca-Osmanlıca<br />

sözlük hazırlamış olan Tiran Kelekyan<br />

da bulunmaktaydı. Kelekyan,<br />

Sebastia’da (Sivas), Alis Nehri köprüsü<br />

yakınlarında öldürülmüştür[16].<br />

Çankırı’daki İttihat ve Terakki Partisi<br />

sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un,<br />

daha sonra, 1919-1920 yıllarında,<br />

Osmanlı İmparatorluğu divan-ı harp<br />

mahkemesi tarafından, İstanbul’dan<br />

Çankırı’ya sürgün edilen Ermenilerin<br />

katledilmesi suçlamasıyla yargılanmış<br />

olduğunu belirtmek gerekir[17].<br />

Oğuz’un dosyası, başlangıçta İttihat<br />

ve Terakki Partisi bölge sorumlu sekreterleri<br />

yargılanması dâhilinde ele<br />

alınmıştır.<br />

Sanık Cemal Oğuz, Aralık 1919 ve<br />

Ocak 1920 tarihlerindeki oturumlarda,<br />

kendisini delirmiş gibi göstermiş,<br />

mahkeme reisiyle sürekli tartışmış ve<br />

intihar denemesinde dahi bulunmuştur.<br />

Nihayet, mahkeme heyetini, kendisini<br />

akıl hastanesine göndermeleri<br />

konusunda ikna edebilmiştir. Mahkeme<br />

heyeti başlangıçta onun bu başvurusunu<br />

reddetmiş olmakla birlikte,<br />

dosyası, onuncu oturumda (29 Aralık<br />

1919) “sağlık nedenleri” bahane edilerek,<br />

sorumlu sekreterler davasından<br />

ayrılmıştır[18].<br />

Cemal Oğuz’un yargılanması ayrı olarak<br />

27 Ocak 1920 tarihinde yeniden<br />

başlamıştır. Ermeni avukat Gaspar Çeraz,<br />

3 Şubat 1920 tarihli oturumda sanık<br />

aleyhine tanıklık yapmış ve kendi-


kızılbaş - sayfa 21 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

sinin Çankırı’ya sürgün edilmiş olup,<br />

Daniel Varujan ile Ruben Sevak’ın katledilmesiyle<br />

ilgili ayrıntıları bildiğini<br />

mahkemeye bildirmiştir.<br />

Tanık, Cemal Oğuz’un, ünlü Ermeni<br />

şairlerini şahsen yollayıp katledilmelerini<br />

düzenlemiş olduğunu belirtmiştir.<br />

Gaspar Çeraz, tüm kanıtlarla ilgili kesin<br />

tarihler ve isimler vererek tanıklık<br />

etmiştir[19]. 5 Şubat 1920’te düzenlenen<br />

diğer oturum esnasında Mikayel<br />

Şamdancıyan, Cemal Oğuz aleyhine<br />

tanıklık ederek, Ermeni sürgünlerin<br />

iki grubunun listelerinin (24 ve 52 kişilik)<br />

Çankırı’da, Çankırı mutasarrıfı<br />

Asaf Bey’den daha güçlü olan Cemal<br />

Oğuz tarafından hazırlanmış olduğunu<br />

tasdik etmiştir[20]. Cemal Oğuz Mayıs<br />

1920’de, Yüzbaşı Nurettin’le birlikte<br />

sorgulanmıştır.<br />

27 Mayıs 1920 tarihinde hastaneden<br />

taburcu edilip, mahkeme tarafından 5<br />

yıl ve 4 ay hapis cezasına çarptırılmış<br />

olduğundan dolayı tekrar merkez hapishanesine<br />

gönderilmiş, fakat Büyük<br />

Britanya Yüksek Komiserliği’nin talebiyle<br />

2 Ağustos 1920 tarihinde teslim<br />

edildiği İngilizler tarafından 30 Eylül<br />

1920 tarihinde, bir dizi Türk görevliyle<br />

birlikte Malta’ya sürgün edilmiştir[21].<br />

1915’te, Konstantinopel’in haricinde,<br />

aralarında Yerukhan, Tılgatintsi gibi<br />

çok sayıda yazar ve eğitimcinin de bulunduğu,<br />

taşradaki Ermeni aydınlar da<br />

(yaklaşık 800 kişi) toplu olarak tutuklanmış,<br />

tehcir edilmiş ve katledilmiştir[22].<br />

Osmanlı Meclisi üyelerinden ünlü yazar<br />

ve avukat Grigor Zohrap ile Daşnaktsutyun<br />

üyesi Vardges Serengülyan’ın<br />

trajik ölümüne özellikle değinmek isteriz.<br />

Bu ikisi, “devlet aleyhine suç işlemekle”<br />

suçlanmakta olup, Diyarbakır<br />

divan-ı harbinde yargılanmaları gerekmekteydi.<br />

Adana ve Halep üzerinden Urfa’ya, ardından<br />

da bir saat uzaklıkta bulunan<br />

Karaköprü mevkiine getirilmişlerdir.<br />

Burada kendilerini bekleyen, Çerkez<br />

Ahmet yönetimindeki silahlı bir çete<br />

tarafından korkunç işkencelerle öldürülmüşlerdir[23].<br />

Son olarak belirtmek gerekir ki, Soykırım<br />

esnasında katledilen ünlü Ermeni<br />

kişiliklerin birçoğu, ölmeden<br />

önce, kültürel faaliyetleriyle Türklere<br />

hizmet etmiş olduklarından duydukları<br />

pişmanlığı dile getirmişlerdir.<br />

Ermeni Soykırımı öncesinde Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun kültürünü geliştiren<br />

Batı Ermeni aydınların hüsniniyeti<br />

anlaşılır olmakla birlikte, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin bilim ve kültürüne<br />

büyük çapta katkı sunmayı sürdüren<br />

Ermeni bilim adamları ve sanatçıları<br />

anlamak mümkün olmamaktadır. Bu<br />

tür insanlar ise, hayret edilecek oranda<br />

çoktur.<br />

Ermeni Soykırımı esnasında uygulanan<br />

politisitin esas sonucu, soykırım<br />

süresinde ve bundan hemen sonra Batı<br />

Ermenilerinin beyin takımının yok<br />

edilmesinin haricinde, daha sonraki<br />

on yıllar içinde Türkiye Cumhuriyeti<br />

vatandaşı Ermenilerin, özellikle de İstanbul<br />

Ermenilerinin depolitizasyonu<br />

olmuştur. Gerçekten de, son yüzyılda,<br />

İstanbul Ermeni toplumunun önemli bir<br />

sayı oluşturmuş olmasına rağmen, Türkiye<br />

Ermenileri tarafından herhangi bir<br />

siyasi parti kurulmamıştır. Sadece son<br />

yıllarda, Türkiye’nin AB’ye üyeliği süreci<br />

bağlamında, bazı Ermeni hemşerilik<br />

dernekleri kurulmuş olmakla birlikte,<br />

bunların faaliyetini siyasi olarak<br />

addetmek mümkün değildir.<br />

Günümüz Türkiye’sinde dahi, Batı Ermenilerine<br />

yönelik politisit olgusunun<br />

var olduğunu belirtmek gerekir. Hem<br />

“Agos” gazetesi baş redaktörü Hrant<br />

Dink’in 19 Ocak 2007 tarihindeki katli,<br />

hem de İstanbullu Ermeni dil bilimcisi<br />

Sevan Nışanyan’ın hapsedilmesini,<br />

siyasi cinayete özgün olaylar olarak<br />

kabul etmek mümkündür.<br />

Son olarak, Komitas gibi ruhsal darbe<br />

yemiş veya katledilmiş Ermeni sanat<br />

ve kültür adamlarından birçoklarına,<br />

yaşama ve üretme imkânı verildiği<br />

takdirde, Ermeni ve dünya kültürüne<br />

daha ne kadar katkı yapmış olacaklarını<br />

tahmin etmek imkânsızdır.<br />

Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan<br />

Kaynak:<br />

http://akunq.net/tr/p=29548<br />

------------<br />

[1] Hovhannisyan N., Armenositı djanaçvads<br />

tseğaspanutyun e, Yerevan,<br />

2012, s.122-123.<br />

[2] Prof. Dr. Georg T. Khırlopyan,<br />

Tseğaspanagitutyun, Beyrut, 2006,<br />

s.104.<br />

[3] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />

1917, Yerevan, 1969, s.320.<br />

[4] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />

“Navasard” yayınları,<br />

sayı 4, 2. baskı, 24 Nisan, 1985, s.116.<br />

[5] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />

Goğgotan, I. cilt, 3. baskı, Antilias,<br />

2003, s.107-108.<br />

[6] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />

1917, s.321.<br />

[7] A.g.e.<br />

[8] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />

Goğgotan, s.118-122.<br />

[9] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge Yayınları,<br />

2010, s.204-2<strong>05</strong>.<br />

[10] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />

s.124.<br />

[11] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />

1917, s.321-322.<br />

[12] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay<br />

Goğgotan, s.1<strong>38</strong>-143.<br />

[13] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge<br />

Yayınları, 2010, s.227.<br />

[14] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı,<br />

s.137.<br />

[15] Arzumanyan M., Hayastan1914-1917,<br />

s.323-324.<br />

[16] A.g.e., s.325.<br />

[17] Cemal Oğuz, ünlü Ermeni şairleri<br />

Daniel Varujan ve Ruban Sevak ile<br />

Onnik Mağazacıyan, Dökmeci Vahan<br />

ve ekmekçi Artin Ağa’nın katlinin düzenleyicisi<br />

olmuştur. Oğuz, Kastamonu’daki<br />

meslektaşıyla birlikte, Kastamonu<br />

valisi Reşit Paşa’yı görevinden<br />

azledip, bölge Ermenilerinin tehcirden<br />

muaf tutulması konusundaki valinin<br />

kararını bozmaya muvaffak olmuştur.<br />

“Çakatamart” gazetesinin betimlemesiyle,<br />

Cemal Oğuz “İttihat’ın eski<br />

bir av köpeği” olup, şifre görevlisi<br />

olarak 1909 Adana katliamında hazır<br />

bulunmuştur. Bk. “Daniel Varujan ile<br />

R. Sevak’ın katili tutuklandı”, “Çakatamart”,<br />

5 Nisan 1919, No 122 (1943).<br />

[18] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve<br />

Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları,<br />

İttihad ve Terakki’nin Yargılanması<br />

1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları,<br />

İstanbul, 2008. s. 155.<br />

[19] “Ov spannets yerku banasteğdsnerı”,<br />

“Çakatamart”, 4 Şubat 1920.<br />

[20] “Çemal Oğuzi datı”, “Çakatamart”,<br />

6 Şubat 1920, No 373 (2194).<br />

[21] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve<br />

Taktil”, s. 88.<br />

[22] Arzumanyan M., Hayastan 1914-<br />

1917, s.326.<br />

[23] A.g.e., s.324-325.


kızılbaş - sayfa 22 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu<br />

(Liste)<br />

Tablo Kaynak : İbrahim Halil Baran<br />

Derleme: Nimetullah Atal<br />

Hamidiye Alayları ve Bitlisli aşiretlerin<br />

konumu yıllardır tartışılan bir meseledir.<br />

Hamidiye Alayları Kürt ulusunu<br />

ve Kürt milletini temsil etmemiştir.<br />

Hamidiye Alaylarına bağlı Arap ve<br />

Türmen aşiretleri de bulunmaktadır.<br />

İttihatçılara bağlı Aşiretlerin yaptıkları,<br />

Kürt Ulusal Kimliğine dayatılması<br />

günümüz aydınlarının ısrarla yaptığı<br />

hataların başında gelir.<br />

Kürt Ulusal Kimliği'nin yeniden inşaası<br />

için girişilen projeler ve gösterilen<br />

çabalara karşı kimliğe dayatılan ''katliamcı''<br />

damgasını Tarih hiç bir şekilde<br />

doğrulamıyor aksine Hamidiye Alaylarında<br />

sadece bireysel olarak Kürt aşiretlerin<br />

değil Türkmen, Yörük, Arap<br />

aşiretlerinde yoğunlukla olduğunu ispat<br />

etmektedir. Tarih Kürtlerin millet<br />

olarak masum olduğunu bireysel davranan<br />

Kürt, Türkmen, Yörük ve Arap<br />

aşiretlerinin hatalı olduğunu birkez<br />

daha ispat etmiştir. Hamidiye Alayları<br />

dönemin devleti tarafından organize<br />

edildiği için bu alaylar ve aşiretlerin<br />

yapmış oldukları hataların muhattabı<br />

Türkiye Cumhuriyeti dir.<br />

Şeyh Said 1. Dünya savaşı yıllarında<br />

halka şunu anlatıyor ;<br />

“İttihatçılar, bu Enver Paşalar, Talat<br />

Paşalar, bunlar hepsi ırkçı insanlardır.<br />

Zalim adamlardır. Bunlar<br />

Ermeniler’i de öldürecekler, Kürtler’i<br />

de öldürecekler. Önce Ermeniler’i<br />

ortadan kaldıracaklar, onların işini<br />

bitirdikten sonra da bu kez Kürtler’i<br />

yok edecekler. Bunların zihninde var<br />

bunlar. Konuşmalarında var, projelerinde<br />

var, pratiklerinde var.”<br />

Şeyh Said ve bir çok Kürt İslam aliminin<br />

İttihatçıların yaptıkları katliamlara<br />

karşı durdukları ve fetva verdikleri bilinmektedir.<br />

Kürtler tarafından sevilen<br />

ve sayılan bu alimlerin söyledikleri<br />

Kürt halkı tarafından itibar görmüş<br />

lakin İttihatçı çeteler tarafından umursanmamıştır.<br />

Aşağıda vermiş olacağımız tablo'da<br />

Hamidiye Alaylarına katılan Aşiretler,<br />

Bölgeleri, Piyade ve Süvari sayıları<br />

Hamidiye Alayları'nın yapısını net bir<br />

şekilde ortaya koymaktadır. Tablo'da<br />

Bitlis'ten sadece iki aşiretin katıldığı<br />

bilgisi bulunmakta. Bu aşiretlerinde<br />

Adilcevaz civarında yaşadıkları görülmektedir.<br />

1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç<br />

maddelik nizamnâmede Hamîdiye<br />

Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı<br />

ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır.<br />

Buna göre; bu alayların isimleri<br />

“Hamîdiye Süvârî Alayları”dır. Bu<br />

alaylar, dört bölükten az, altı bölükten<br />

fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan,<br />

her takım da 32 erden az, 48<br />

erden fazla olmayacaktır. Her alay en<br />

az 512, en fazla 1152 kişiden meydana<br />

gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacaktır.<br />

Büyük aşîretlere bir veya birden<br />

fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç<br />

bölük kurma hakkı verilecektir. Ancak<br />

alay kurulması ve eğitim maksadıyla<br />

aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek,<br />

merkezî otoritenin veya ordu komutanlarının<br />

emri ile yalnızca savaş zamanında<br />

birleştirilecekti. Her alaydan<br />

iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine<br />

gönderilip eğitime tâbi tutulacaktı.


kızılbaş - sayfa 23 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek<br />

İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî<br />

mektebinde tahsil gördükten sonra<br />

mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine<br />

ve alayına dönecekti.<br />

Hamidiye Süvari Alayları erlerinin askerlik<br />

süresi 23 yıl olarak kabul edilmişti.<br />

Bütün aşiretlerdeki erkeklerden<br />

17 yaşından 40 yaşına kadar olanlar<br />

asker sayılmakta idi. Bu erat üç kısma<br />

ayrılmıştı. 17-20 yaşında olanlara<br />

“Efrad-ı İptidai”, 21-23 yaşında olanlara<br />

“Efrad-ı Nizamiye” ve 40 yaşında olanlara<br />

da “Redif Efradı” adı verilmişti.<br />

Hamidiye süvari alayları çeşitli kabilelerden<br />

kurulduğundan kıyafetleri de<br />

değişikti. Birliklerin onbaşı ve çavuşları<br />

günümüzde olduğu gibi kendi erleri<br />

arasından seçilirdi. Hamidiye süvari<br />

alaylarının ilk teşkilinde bu alayların<br />

başına aşiret reisleri komutan olarak<br />

atanmış ve kendilerine rütbe, nişan verilip<br />

maaş bağlanmıştı. Aşiretin diğer<br />

ağaları da subay olarak görevlendirilmişlerdi.<br />

Kaymakam, binbaşı, kolağası<br />

ve mülazım rütbelerindeki görevlilerin<br />

aşiretlerin ileri gelenlerinden tayin<br />

edilmesi uygun görülmüştü. Aşiret çocuklarından<br />

Harp Okulunu bitirenleri<br />

ile üç yıllık süvari okulunu tamamlayanlar<br />

teğmen olurlardı.<br />

Hamidiye süvari alaylarına atanan subaylar,<br />

14 yıl hizmete mecburdular.<br />

Meşrû bir mazeretleri olmadıkça istifa<br />

edemezlerdi. Erler ve subaylar, toplantılara<br />

katılmak zorunda idiler. Aşiretlerin<br />

veya kabilelerin âdetleri cezayı<br />

hafifletmezdi.<br />

Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye<br />

Alaylarına katılmak için her aşîret<br />

severek mürâcâat ettiğinden, hepsini<br />

alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye<br />

Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50<br />

civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı.<br />

Alaylara katılmak için güneydeki Arap<br />

kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı.<br />

1891 yılında pek çok aşîret reisi<br />

İstanbul’a gelerek Sultan Abdulhamîd’i<br />

ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler.<br />

Sultan Abdulhamîd de onların<br />

her birine hediyeler ve nişanlar vererek<br />

taltif etti. Böylece merkezî otorite<br />

ile aşîretler arasında önceden olmayan<br />

diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye<br />

rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik,<br />

düzenlik sağlamak kolay olmuyordu.<br />

Aşîret hayâtına alışmış insanlardan<br />

düzenli askerî birlikler meydana getirmek<br />

zordu. Bu durumları bilen Sultan<br />

Abdulhamîd, aşîretlere karşı devamlı<br />

hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini<br />

tavsiye etti. Hatta irâdelerinin birinde;<br />

“Normal askerî birlikler gibi hareket<br />

etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa<br />

bu sâyede disiplin altına alınmış ve<br />

netîcede günün îcâblarına göre, az da<br />

olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.<br />

Askerî yönden stratejik öneme sahip<br />

yerlerde kurulan Hamîdiye Alaylarının<br />

her birine, bir tarafında Kurân-ı<br />

Kerîm’den bir âyet, diğer tarafında ise<br />

pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan<br />

sancaklarla, beyaz ipek kumaşa<br />

yaldızla yazılmış fermanlar verildi.<br />

Zaman zaman Erzincan’a gelerek Zeki<br />

Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret<br />

reisleri, 1893’te kalabalık bir grup<br />

hâlinde İstanbul’a giderek pâdişâh tarafından<br />

kabul edildiler.<br />

Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin<br />

dört yıllık uygulamasından<br />

sonra elde edilen tecrübeler ışığında,<br />

1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme<br />

hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Birin-ciye<br />

göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede<br />

yeni hükümler de yer aldı.<br />

Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle<br />

ilgili yeni hükümler ve<br />

uygulamalar getirildi. Bütün askerî<br />

okulların kapısı aşîret çocuklarına<br />

açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak<br />

ve devletle kaynaştırmak için<br />

aşîret mektebi açıldı ve pek çok aşîret<br />

çocuğu yetiştirildi. İyi niyetle kurulan<br />

aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve<br />

1907 yılında kapatılmıştır. Bu okuldan<br />

mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve<br />

Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine<br />

askerî ve mülkî makamlara tayin<br />

edilmişlerdir.<br />

'Kürtler soykırımın yanında yer almadı'<br />

Kitabında yer alan 1915 Ermeni soykırımının<br />

canlı tanığı Siirt'in Eruh ilçesinde<br />

yaşayan 128 yaşındaki Mihemedê<br />

Erse'nin o dönemde Hamidiye<br />

Alayları'nda görev yaptığını ve yaşanan<br />

her şeyi hatırladığını söyleyen<br />

Tekin, Erse'nin anlatımlarından da<br />

Kürtler ve Ermeniler arası bir çatışmanın<br />

olmadığının, İttihat ve Terakki'nin<br />

planlı bir projesi sonucu soykırımın<br />

devreye sokulduğunun görülebileceğini<br />

söyledi. Dönemin hükümet yetkililerinin<br />

Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri<br />

ile toplantılar yaptıklarını, bu aşiret<br />

liderlerinden küçük bir azınlığın katliama<br />

katılma noktasında ikna olduklarını<br />

belirten Tekin, Kürt aşiret ileri<br />

gelenlerinin büyük bir çoğunluğunun<br />

ise Ermenileri gizlice koruma altına<br />

alarak Iğdır ve Doğubayazıt yolu üzerinden<br />

Ermenistan, İran, Suriye ve<br />

Irak'a doğru kaçırdıklarının tanıkların<br />

söylemlerinde ortaya çıktığını söyledi.<br />

Muş'ta görüştüğü dönemin tanığı Melle<br />

Ali Yıldız'ın o dönem Kürt bölgelerine<br />

gönderilen imamlar tarafından, "7<br />

Ermeni öldüren için 7 cehennem kapısı<br />

kapanacak 8'incide ise cennet kapısı<br />

açılacak" şeklinde fetvalar yayınlandığını<br />

söylediğini aktaran Tekin, buna<br />

karşılık ise 147 Kürt medrese eğitimli<br />

melenin de karşı fetva yayınlayarak,<br />

"Hayır bu bir katliamdır" diye açıklama<br />

yaptığını belirttiğini söyledi.<br />

Kaynak:<br />

http://www.bitlisname.com/Haber/hamidi<br />

ye_alaylari_ve_asiretler___liste__/94/


kızılbaş - sayfa 24 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53


kızılbaş - sayfa 25 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

1915 ERMENİ SOYKIRIMI<br />

MİMARI TALAT PAŞA’NIN SONU<br />

15 Mart 1921 sabahı…<br />

Berlin’in Charlottenberg semti…<br />

Harderberger Sokağı, 4 numaralı evin önü…<br />

O soğuk bahar sabahında sokakta tek el bir silah sesi duyuldu…<br />

18 yaşındaki genç karşısında duran 47 yaşındaki adamı öldürürken daha sonra<br />

mahkemede de söyleyeceği şu sözleri geçirdi aklından:<br />

“Ben bir insan öldürdüm ama katil değilim”…<br />

1915 Ermeni soykırımının mimarlarından Talat Paşa’nın son saniyeleriydi<br />

bunlar…<br />

6 yıl gecikmiş de olsa adalet yerine geliyordu…<br />

18 yaşındaki Soghomon Tehliryan, 47 yaşındaki Talat Paşa’yı alnından vurdu…<br />

1915 yılında bu toprakları kana bulayan, bir ulusu yok etmeyi, mallarına el<br />

koymayı, gölgelerini bile silmeyi bir politika aracı haline getiren, yakan yıkan,<br />

öldüren, tecavüz eden yüzlerce çetenin lideri, beyinlerin beyni, paşaların<br />

paşası Talat Paşa kaldırıma yığılıverdi…<br />

İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerinden Osmanlı<br />

Sadrazamı Mehmed Talat Paşa, 1918 yılında sığındığı Almanya’da sorumlusu<br />

olduğu vahşice katliamlardan, yok ettiği hayatlardan dolayı cezalandırılıyordu…<br />

Yakalanarak tutuklanan Tehliryan, Almanya’da yargılanıp beraat ettiği duruşmada<br />

da tüm ailesini katleden bir katili öldürdüğünü ama kendisinin katil<br />

olmadığını vurgulayacaktı…<br />

“Bir insan öldürdüm ama katil değilim”…<br />

Ö Z Ü R !<br />

Demokratik Kamuoyu ile Ermeni ve Ermeni Dostalarımıza.<br />

Kızılbaş Dergisinde Sayı (37) yayınlanan (Kafkasya’da Ermenilerin<br />

Kürd Soykırımı Mehrdad R. Izady) makalenin içeriğine katılmadığım<br />

kesindir.<br />

- Şu amaçla yayınladım. Kürtlerin bir kemsinde hala Ermeni düşmanlığının<br />

varlığına dikkat çekmek istedim.<br />

- İttihatçı ittifakın hala devam ettirilmek istendiğine bir belgedir diye<br />

yayınladım.<br />

- Huzursuz olan ve tepki gösteren dostlarımızın konuya bir de bu<br />

yönden bakmalarını ricaediyorum.<br />

- Adı geçen makaleden dolayı İncinmiş olan Eemeni ve Demokratik<br />

kamuoyundan özür dilerim. Ali Ülger


kızılbaş - sayfa 26 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով /<br />

To The Organizations of the International Community<br />

and Public Opinion, the Parliamentary Committees of<br />

the European Union<br />

Միջազգային<br />

հաստատություններին եւ<br />

միջազգային հանրությանը,<br />

Եվրամիության<br />

ղեկավարներին, Միջազգային<br />

հանրության համար<br />

մեծագույն հանցանքը<br />

եւ կարեւորագույն<br />

խնդիրը համարվել ու<br />

համարվում է մարդկության<br />

դեմ կատարված<br />

ոճռագործությունները,<br />

որոնք դրսեւորվում են<br />

ցեղասպանությունների<br />

տեսքով: Աշխարհում կան<br />

չլուծված բազմաթիվ մեծ<br />

ու փոքր խնդիրներ, դեռեւս<br />

չլուծված այդ խնդիրներից<br />

է քսաներորդ դարի առաջին<br />

ցեղասպանությունը, որը<br />

1915 -1921 թվականներին<br />

Օսմանյան թուրքերի կողմից<br />

կատարվեց հայության<br />

դեմ եւ որին զոհ գնաց<br />

ավելի քան 1,5 միլիոն հայ,<br />

հարյուր հազարավորներ<br />

տեղահանվեցին դեպի<br />

Սիրիայի անապատները,<br />

նույնքան էլ բռնի<br />

դավանափոխ եղան եւ<br />

ստիպված ընդունեցին իսլամ:<br />

Թուրքերը թալանեցին ու<br />

տիրացան հազարամյակների<br />

ընթացքում հայ ժողովրդի<br />

ստեղծած նյութական եւ<br />

մշակութային հարստությանը<br />

եւ մինչեւ այսօր հայերի<br />

պապենական հայրենիքը<br />

բռնազավթված է մնում<br />

Օսմանյան թուրքերի<br />

իրավահաջորդը դարձած<br />

Թուրքիայի կողմից:<br />

Ցեղասպանության նույն<br />

քաղաքականությունը<br />

մինչեւ այսօր էլ դեռ<br />

տարբեր մեթոդներով<br />

եւ շահարկումներով<br />

տեսանելի ու անտեսանելի<br />

եղանակներով<br />

շարունակվում է Թուրքիայի<br />

հանրապետության կողմից:<br />

Օսմանյան կայսրութան<br />

փլուզումից հետո<br />

բազմաթիվ ժողովուրդներ<br />

ու ազգեր վերականգնեցին<br />

իրենց հայրենիքը եւ<br />

ստեղծեցին իրենց ազգային<br />

պետությունները, իսկ<br />

հայերին՝ աշխարհի<br />

քաղաքակրթության մեջ<br />

բերած իրենց հսկայական<br />

ներդրումներին հակառակ<br />

բաժին ընկավ ջարդերը,<br />

կոտորածները եւ<br />

ցեղասպանությունը:<br />

Կայսրության ենթակա<br />

բոլոր ժողովուրդները<br />

հույս ունեին որ կստեղծվի<br />

բոլոր ազգերից կազմված<br />

համազգային մի պետություն,<br />

որը կվերացնի անցյալի<br />

անարդարությունները<br />

եւ երկիրը կտանի դեպի<br />

առաջադիմություն եւ<br />

զարգացում, սակայն<br />

«Երիտթուրքերը»<br />

շարունակելով<br />

նույն օսմանյան<br />

կայսրության ոճրագործ<br />

քաղաքականությունը զենքի<br />

ու ցեղասպանությունների<br />

ուժով այդ իրավունքը<br />

վերապահեցին միայն<br />

իրենց եւ երկիրը ներառյալ<br />

Արեւմտահայաստանը<br />

հայտարարեցին Թուրքիա<br />

եւ նրա բնակչությունն էլ<br />

թուրքեր, միայն թուրքեր...<br />

Թուրքիայի ներկայիս<br />

իշխանությունները այս<br />

բոլոր ճշմարտություններն<br />

ու պատմական<br />

իրողությունները անտեսելով<br />

վարում են ժխտողական<br />

քաղաքականություն՝ դրանով<br />

իսկ ապացուցելով որ<br />

նպատակները չեն փոխվել<br />

եւ որ ցեղասպանությունը<br />

շարունակվում է: Չմոռանանք<br />

որ ցեղասպանությունը<br />

ժխտելը ինքնըստինքյան<br />

համարվում է<br />

ցեղասպանության<br />

շարունակություն:<br />

Մարդկության պատմության<br />

զարգացման զուգընթաց<br />

նաեւ զարգացել եւ<br />

առավել առարկայական<br />

եւ անհրաժեշտ են դարձել<br />

միջազգային օրենքների<br />

ու չափանիշների<br />

գիտակցությունը,<br />

ամրագրումը եւ կիրառումը:<br />

Աշխարհի զարգացած եւ<br />

հզոր տերությունները<br />

այսօր հաճախ եւ գրեթե<br />

ամեն օր են շեշտում<br />

միջազգային օրենքների<br />

անհապաղ կիրառման<br />

ու համամարդկային<br />

արժեքներին հավատարիմ<br />

մնալու անհրաժեշտությունը:<br />

Նշված արժեքները<br />

ներկա դարում<br />

այնքան համընդանուր,<br />

համամարդկային եւ<br />

համաշխարհային բնույթ<br />

եւ ընդունելություն են<br />

ստացել որ այս անժխտելի<br />

արժեքների եւ նպատակների<br />

իրագործման համար կամ<br />

նույն պատրվագով նույնիսկ<br />

հնարավոր է դառնում,<br />

որ միջազգային ուժային<br />

կենտրոններում երկրների<br />

եւ վարչակարգերի դեմ


kızılbaş - sayfa 27 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

պատերազմի որոշումներ<br />

կայացվեն, ռեժիմներ<br />

տապալվեն... եւ նոր երկրներ<br />

կյանքի կոչվեն:<br />

Հայոց ցեղասպանությունը<br />

դեռեւս համառորեն<br />

ժխտվում է Թուրքիայի<br />

կողմից եւ հսկայական<br />

միջոցներ են ծախսվում,<br />

քաղաքական անբարո<br />

որոշումներ են կայացվում,<br />

որպեսզի խուսափեն<br />

պատասխանատվությունից:<br />

Թուրքերը չգտնվեցին<br />

նույն բարձրության վրա<br />

ինչ գերմանացիները, -այդ<br />

ուղղությամբ նրանք նույնիսկ<br />

ամենափոքր քայլը չվերցրին:<br />

Հրեական հոլոքոստը գտավ<br />

իր լուծումը, Գերմանիան<br />

եւ աշխարհը ճանաչեց եւ<br />

հատուցում տվեց դրան, Հրեա<br />

ազգը ստացավ իր երկիրն ու<br />

հայրենիքը, իսկ հայության<br />

հազարամյակների հայրենիքը<br />

այսօր բռնագրավված է եւ<br />

դատարկ իր բնիկ ժողովրդից<br />

եւ դեռ ավելին պատմական<br />

Հայաստանից մնացած<br />

այսօրվա մի բուռ Հայաստանի<br />

Հանրապետությունը սեղմված<br />

է նույն թրքական երկու<br />

ցեղասպան պետությունների՝<br />

Թուրքիայի եւ Ազրբեջանի<br />

միջեւ, որոնք սպառնում<br />

են կուլ տալ այդ փոքրիկ<br />

մնացորդը եւս:<br />

ցեղասպանությունը...»<br />

Միջազգային հանրությունը եւ<br />

հաստատությունները հարկ է<br />

որ հավատարիմ մնան իրենց<br />

իսկ հռչակած արժեքներին<br />

ու հավատամքին: Հայոց<br />

ցեղասպանությունը ունի<br />

միայն ու միայմ միջազգային<br />

լուծում հիմնված անցյալի<br />

եւ գործող միջազգային<br />

օրենքների վրա: Տեղին<br />

է այստեղ կրկին անգամ<br />

հիշեցնել համաշխարհային<br />

առումով մեծագույն<br />

պայմանագրերից<br />

մեկի այսինքն ՍԵՎՐ-ի<br />

դաշնագրի մասին ուր<br />

հստակորեն նշված է հայերի<br />

նկատմամբ Թուրքիայի եւ<br />

միջազգային հանրության<br />

պարտավորությունները եւ<br />

փոխհատուցման հիմքերը:<br />

Եվրոպայի Հայերի<br />

Համագումարը որպես<br />

եվրոպական ընտանիքում<br />

գործող հայկական<br />

համաեւրոպական<br />

կազմակերպություն հայոց<br />

ցեղասպանության 99-ամյակի<br />

առիթով հետամուտ է<br />

միջազգային հանրության<br />

ուշադրությունը սեւեռելու<br />

հայոց ցեղասպանության<br />

ճանաչման, դատապարտման<br />

եւ հետեւանքների վերացման<br />

խնդրին:<br />

ուժերը, ովքեր ցանկանում<br />

են սրբագրել իրենց անցյալի<br />

պատմությունը, վերացնել<br />

անցյալում առաջացրած<br />

վերքերը եւ հաշտ ու խաղաղ<br />

ապրել բոլորի հետ:<br />

Մեր ակնկալիքն է, որ<br />

99 երկար տարիներից<br />

հետո ցեղասպանության<br />

100-ամյակի շեմին հայ<br />

ժողովրդի անսպառ ջանքերի<br />

եւ առաջադեմ մարդկության<br />

անմիջական աջակցության<br />

շնորհիվ՝ վերջապես<br />

միջազգային օրենքի եւ<br />

իրավունքի կիրառումը<br />

կդառնա իրականություն,<br />

կվերանան ցեղասպանության<br />

առաջացրած բոլոր<br />

հետեւանքները եւ<br />

հայ ժողովուրդը<br />

կստանա արդարացի<br />

համապատասխան<br />

փոխհատուցում:<br />

Այսպիսով կվերականգնվի<br />

100 երկար տարիների<br />

սպասված արդարությունը:<br />

Դա կլինի մարդկության<br />

համար մեծագույն<br />

հաղթանակ:<br />

Եվրոպայի Հայերի<br />

Համագումարի<br />

գրասենյակ<br />

Որն է միջազգային<br />

կենտրոնների եւ<br />

հասարակության<br />

պարտականությունը.<br />

Հայոց գեղասպանությունը<br />

կատարվեց քաղաքակիրթ<br />

աշխարհի այսինքն Եվրոպայի<br />

աչքերի առջեւ, ցավոք<br />

նրանց թույլտվությամբ եւ<br />

մեղսակցությամբ: Հիտլերը<br />

այդպիսով իրավասու<br />

էր երբ Լեհաստանը<br />

բռնագրավելու նախաշեմին<br />

հայտարարում էր թե « ով<br />

է այսօր հիշում հայերի<br />

Վստահ ենք, որ աշխարհի<br />

բոլոր երկրներում կան<br />

միլիոնավոր մարդիկ, ովքեր<br />

արդարության եւ մարդու<br />

իրավունքների համար<br />

պայքարելու են մինչեւ<br />

վերջնական հաղթանակ:<br />

Միջազգային հանրությունից<br />

պահանջում ենք որ լսեն<br />

միլիոնավոր մարդկանց այդ<br />

արդարության կանչը:<br />

Ականատես ենք, թե ինչպես<br />

Թուրքիայում եւս օր ըստ<br />

օրե աճում ու զարգանում են<br />

դեմոկրատ եւ ազատասեր<br />

նախագահ Կարո Հակոբյան<br />

24 ապրիլ <strong>2014</strong><br />

Ուփսալա - Շվեդիա<br />

Hayastan Kentron<br />

[hayastankentron@yahoo.com]<br />

Adress : (AAE) assembly of<br />

Armenian of Europe<br />

Tel/Fax : +46-(18) 31 47 94<br />

Registrerings nr. 802428-5747<br />

B ox. 25 10 6<br />

75 025 U p p s a l a, S W E D E N<br />

www.aaeurop.com


kızılbaş - sayfa 28 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων<br />

όταν ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο)<br />

Το 1922, ο νεαρός τότε απεσταλμένος<br />

της Toronto Star, Έρνεστ<br />

Χέμινγουεϊ, εκλήθη από τον αρχισυντάκτη<br />

του, μιας και βρισκόταν στην<br />

Κωνσταντινούπολη, να καλύψει την<br />

ανταλλαγή των πληθυσμών, μεταξύ<br />

Ελλήνων και Τούρκων. Η Μικρασιατική<br />

εκστρατεία που ξεκίνησε το<br />

1918 με τους καλύτερους οιωνούς<br />

για την Ελλάδα, κατέληξε το 1922<br />

σαν ο χειρότερος εφιάλτης. Ο πλέον<br />

μπαρουτοκαπνισμένος και ισχυρός<br />

στρατός της Νοτιανατολικής Ευρώπης,<br />

έγινε ένα τσούρμο φοβισμένων<br />

φαντάρων και ανίκανων – πλην εξαιρέσεων-<br />

αξιωματικών.<br />

Ο νεαρός τότε ανταποκριτής είχε<br />

συγκλονιστεί από τα βάθη της ψυχής<br />

του αφού βίωσε λεπτό προς λεπτό τις<br />

θηριωδίες και τις σφαγές. Είναι χαρακτηριστικό<br />

το απόσπασμα από την<br />

πρώτη του εκδοτική δουλειά , του<br />

1925, “Στην προκυμαία της Σμύρνης”<br />

, όπου ο ήρωας του Χέμινγουεϊ,<br />

κάποιος αξιωματικός ενός πολεμικού<br />

πλοίου των ΗΠΑ που είναι αγκυροβολημένο<br />

στον κόλπο της Σμύρνης<br />

αφηγείται : «Το χειρότερο, ήταν οι<br />

γυναίκες με τα νεκρά παιδιά. Δε<br />

μπορούσαμε να τις πείσουμε να μας<br />

δώσουν τα πεθαμένα παιδιά τους. Είχαν<br />

τα παιδιά τους, νεκρά ακόμα και<br />

έξι μέρες, αλλά δεν τα εγκατέλειπαν.<br />

Δε μπορούσαμε να κάνουμε τίποτα.<br />

Τελικά έπρεπε να τους τα πάρουμε με<br />

τη βία...»<br />

θα μπορούσαμε να βομβαρδίσουμε<br />

όλη τη Σμύρνη και να σταματήσουμε<br />

το μακελειό, αλλά η εντολή ήταν να<br />

μην κάνουμε τίποτα... Το παράξενο<br />

ήταν, [είπε ο υποτιθέμενος αξιωματούχος<br />

του αμερικάνικου πολεμικού<br />

που διηγείται την ιστορία], πώς<br />

ούρλιαζαν κάθε νύχτα τα μεσάνυχτα.<br />

Δεν ξέρω γιατί ούρλιαζαν αυτή την<br />

ώρα. Ήμασταν στο λιμάνι κι αυτές<br />

στην προκυμαία και τα μεσάνυχτα<br />

άρχιζαν να ουρλιάζουν. Στρέφαμε<br />

πάνω τους τους προβολείς και κι<br />

αυτές τότε σταματούσαν. ...».<br />

Στην ανταπόκριση του για την<br />

εφημερίδα στην έκδοση της 20ης<br />

Οκτωβρίου του 1922 ο Χέμινγουεϊ<br />

που ακολουθεί και καταγράφει τα<br />

καραβάνια των χιλιάδων Ελλήνων<br />

προς τη Μακεδονία, αναφέρει: «Ο<br />

άντρας σκεπάζει με μια κουβέρτα<br />

την ετοιμόγεννη γυναίκα του πάνω<br />

στον αραμπά για την προφυλάξει<br />

από τη βροχή. Εκείνη είναι το μόνο<br />

πρόσωπο που βγάζει κάποιους ήχους<br />

[από τους πόνους της γέννας]. Η μικρή<br />

κόρη τους την κοιτάζει με τρόμο<br />

και βάζει τα κλάματα. Και η πομπή<br />

προχωρά... Δεν ξέρω πόσο χρόνο θα<br />

πάρει αυτό το γράμμα να φτάσει στο<br />

Τορόντο, αλλά όταν εσείς οι αναγνώστες<br />

της Σταρ το διαβάσετε να είστε<br />

σίγουροι ότι η ίδια τρομακτική, βάναυση<br />

πορεία ενός λαού που ξεριζώθηκε<br />

από τον τόπο του θα συνεχίζει<br />

να τρεκλίζει στον ατέλειωτο λασπωμένο<br />

δρόμο προς τη Μακεδονία».<br />

φτωχό κράτος με μόλις 4 εκατομμύρια<br />

πληθυσμό πρέπει να φροντίσει<br />

για άλλο ένα τρίτο των κατοίκων. Και<br />

τα σπίτια που άφησαν οι Μουσουλμάνοι<br />

που έφυγαν δεν επαρκούν σε<br />

τίποτα, χώρια η διαφορά στο επίπεδο<br />

κουλτούρας που είχαν συνηθίσει<br />

οι Έλληνες στην Κωνσταντινούπολη».<br />

Και συνεχίζει: «Βρίσκομαι σε<br />

ένα άνετο τρένο, αλλά με τη φρίκη<br />

της εκκένωσης της Θράκης, όλα<br />

μου φαίνονται απίστευτα. Έστειλα<br />

τηλεγράφημα στη «Σταρ» από την<br />

Αδριανούπολη. Δεν χρειάζεται να το<br />

επαναλάβω. Η εκκένωση συνεχίζεται....<br />

Ψιχάλιζε.<br />

Στην άκρη του λασπόδρομου έβλεπα<br />

την ατέλειωτη πορεία της ανθρωπότητας<br />

να κινείται αργά στην<br />

Αδριανούπολη και μετά να χωρίζεται<br />

σ’ αυτούς που πήγαιναν στη Δυτική<br />

Θράκη και τη Μακεδονία. ..<br />

Δε μπορούσα να βγάλω από το νου<br />

μου τους άμοιρους ανθρώπους που<br />

βρίσκονταν στην πομπή γιατί είχα<br />

δει τρομερά πράγματα σε μια μόνο<br />

μέρα. Η ξενοδόχισσα προσπάθησε<br />

να με παρηγορήσει με μια τρομερή<br />

τούρκικη παροικία: «Δε φταίει μόνο<br />

το τσεκούρι, φταίει και το δέντρο»<br />

Αυτά αποτύπωσε με την πένα του<br />

ένας από τους κορυφαίους δημοσιογράφους<br />

και συγγραφείς του προηγούμενου<br />

αιώνα. Όμως ένα παιχνίδι<br />

της μοίρας... ένα σκονισμένο κουτί<br />

σε κάποιο κλειστό για χρόνια σεντούκι,<br />

αποκάλυψε τη δύναμη της<br />

εικόνας...<br />

Σε άλλο σημείο της αφήγησης του ο<br />

ήρωας του μυθιστορήματος αναφέρει<br />

για τις Ελληνίδες μητέρες της Σμύρνης:<br />

«Είχαμε ρητές εντολές να μην<br />

επέμβουμε, να μη βοηθήσουμε...<br />

Το πλοίο μας είχε τόση δύναμη που<br />

Σε άλλη του ανταπόκριση στις 14<br />

Νοεμβρίου του 1922 ο Αμερικάνος<br />

νεαρός δημοσιογράφος αναφέρει:<br />

«Ό,τι και να πει κανείς για το πρόβλημα<br />

των προσφύγων στην Ελλάδα<br />

δεν πρόκειται να είναι υπερβολή. Ένα<br />

Το 2008, ο Αρμενικής καταγωγής Ρόμπερτ<br />

Νταβιντιάν καθώς έψαχνε τα<br />

πράγματα του αγαπημένου του παππού,<br />

του Τζώρτζ Μαγκάριαν, ανακάλυψε<br />

σε ένα σεντούκι ένα σκονισμένο<br />

κλειστό κουτί. Το άνοιξε και μέσα


kızılbaş - sayfa 29 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

βρήκε ένα φιλμάκι των 35mm που<br />

ο παππούς του είχε “τραβήξει” και<br />

σκηνοθετήσει το 1922. Στη συνέχεια<br />

βρήκε μια παλιά μηχανή προβολής<br />

και αφού την έθεσε σε λειτουργία<br />

έβαλε να δει τι ακριβώς είχε αποτυπώσει<br />

ο παππούς του...<br />

Ο Νταβίντιαν συγκλονίστηκε. Ο<br />

παππούς του που γεννήθηκε στο<br />

Ικόνιο το 1895 και αργότερα διετέλεσε<br />

διευθυντής στην Χριστιανική<br />

Οργάνωση Νέων (YMCA) Ικονίου,<br />

κατέγραψε σε ένα φιλμάκι 10 λεπτών<br />

το δράμα των Ελλήνων προσφύγων.<br />

Από την ανέμελη ζωή στη Σμύρνη<br />

μέχρι την αθλιότητα των προσφυγικών<br />

καταυλισμών στην Αθήνα.<br />

Από την υψηλού βιοτικού επιπέδου<br />

καθημερινότητα με τις όπερες, με<br />

το εμπόριο με τις τράπεζες με τη<br />

κεντρική παραλία, τη γεμάτη καταστήματα,<br />

πίσω σε μια Ελλάδα που<br />

τους αποκαλούσε Τουρκόσπορους...<br />

Ποιους; αυτούς που μέσα τους έτρεχε<br />

αίμα Ελληνικό. Τους γνήσιους Ίωνες,<br />

οι εδώ “ελληνάρες” αποκαλούσαν<br />

Τουρκόσπορους και τις Σμυρνιές τις<br />

έλεγαν Παστρικιές, επειδή...πλενόντουσαν.<br />

Το βίντεο είναι σπάνιο. Δείτε το<br />

δράμα αυτών των ανθρώπων. Δείτε<br />

επίσης πως ήταν η Αθήνα το 1922.<br />

Το βίντεο ξεκινάει με την καθημερινότητα<br />

στη Σμύρνη με τον γαλλικό<br />

δρόμο και τα πολυάριθμα καταστήματα<br />

να σφύζουν από ζωή.<br />

Και μετά η καταστροφή, τα καμμένα<br />

ερείπια, τα κατεστραμμένα κτίρια,<br />

ο ξεριζωμός, το ολοκαύτωμα, οι<br />

νεκροί...<br />

Πλάνα από τα πλοία, ο κόσμος<br />

ξυπόλητος, τα παιδάκια πεινάνε, οι<br />

μητέρες τα σφίγγουν στην αγκαλιά<br />

τους. Κλαίνε.<br />

Επόμενο πλάνο: Αθήνα. Δεκάδες<br />

παιδιά όρθια περιμένουν ένα πιάτο<br />

φαγητό. Ένας χωροφύλακας περνάει<br />

μπροστά από την κάμερα. Πλάνο<br />

τα ανάκτορα, η σημερινή Βουλή. Ο<br />

κόσμος απέξω κατά χιλιάδες περιμένει...<br />

Ένας πρόχειρα στημένος καταυλισμός.<br />

Σιδερένιες πόρτες κλειστές.<br />

Ο κόσμος θέλει να μπει μέσα. Θέλει<br />

να φάει. Στην ουρά για ένα πιάτο<br />

φαγητό.<br />

Προσφυγιά...<br />

Επόμενο πλάνο. Δεκάδες παιδάκια<br />

μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο<br />

σχολείο. Πεινάνε. Δεν κάθονται στην<br />

ουρά. Δεν τους ενδιαφέρουν εκείνη<br />

την ώρα τα γράμματα. Θέλουν απλά<br />

να φάνε. Έχασαν μάνες, πατέρες,<br />

αδέλφια... Είναι προσφυγόπουλα,<br />

είναι ορφανά.<br />

Στήνονται οι πρώτες σκηνές. Ολόλευκες.<br />

Το βράδυ ξεπαγιάζουν και<br />

την ημέρα σκάνε. Προσπαθούν να<br />

βρουν τους ρυθμούς τους. Μια γιαγιά<br />

κάνει μπάνιο το εγγονάκι της.<br />

Φαγητό. Νερόβραστη σούπα. Τα παιδιά<br />

πεινάνε. Κάτι είναι και η σούπα.<br />

Τουλάχιστον δεν θα πεθάνουν από<br />

ασιτία. Μέλη της ΧΑΝ μοιράζουν<br />

και ένα κομμάτι ψωμί. Τα πλάνα σου<br />

μαυρίζουν την ψυχή. Εκατοντάδες<br />

παιδάκια, μανούλες, γιαγιάδες σπρώχνουν<br />

για λίγο φαγητό.<br />

Το επόμενο πρωινό μοιράζουν γάλα.<br />

Δεκάδες μικρά λεπτά χεράκια υψώνουν<br />

στον ουρανό τις τσάσκες που<br />

κρατάνε για να τους τις γεμίσουν με<br />

γάλα.<br />

Το μεσημέρι ψωμί και σούπα. Γευματίζουν<br />

μπροστά στις σκηνές τους.<br />

“μοιάζει με πικνικ” γράφει ο Μαγκαριάν<br />

“αλλά δεν είναι”<br />

Ο θάνατος... το δράμα. Η ΧΑΝ<br />

στήνει υπαίθριες ξύλινες κατασκευές<br />

και πάνω κολάει καταλόγους με<br />

εκατοντάδες ονόματα αγνοουμένων,<br />

νεκρών αλλά και ζωντανών. Όλοι<br />

τρέχουν με την ελπίδα να διαβάσουν<br />

το όνομα κάποιου δικού τους. Όπως ο<br />

Νίκος Αναγνωστόπουλος που βρήκε<br />

το όνομα της μικρής του κόρης. Είναι<br />

ζωντανή σε άλλο καταυλισμό στη<br />

Θεσσαλονίκη. Τώρα μπορεί να βάλει<br />

κάτι στο στομάχι του να στυλωθεί ,<br />

να χορτάσει .<br />

Επόμενο πλάνο. Η ΧΑΝ προσπαθεί<br />

να κάνει τα παιδάκια να ξεχάσουν<br />

τον εφιάλτη. Διοργανώνει χορούς και<br />

παιχνίδια. Επόμενο πλάνο άρρωστα<br />

παιδάκια περιμένουν για περίθαλψη<br />

μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο<br />

νοσοκομείο.<br />

Επόμενο πλάνο. Μια κυρία κρατά<br />

στα χέρια της ένα δίχρονο παιδάκι<br />

που βρήκε παρατημένο στα σκαλιά<br />

μιας εκκλησίας στη Σμύρνη, όταν οι<br />

Τούρκοι έμπαιναν και έσφαζαν.<br />

Αισιοδοξία. Οι πρόσφυγες είναι μια<br />

σπάνια ράτσα. Ικανή. Ικανότερη από<br />

πολλούς. Δεν τα παρατάνε. Ξεκινάνε<br />

μια νέα ζωή από την αρχή. Χτίζουν<br />

σπίτια. Τα νέα τους σπίτια. Στα<br />

πλάνα πρέπει να είναι η περιοχή του<br />

Νέου Κόσμου.<br />

Όσοι δεν είναι σε καταυλισμό όπως<br />

η μητέρα στα πλάνα με τα παιδιά της<br />

ζουν σε σιδερένια τόλ.<br />

Στην ουρά για ρούχα. Όλοι έφυγαν<br />

από τη Σμύρνη με ότι φορούσαν εκείνη<br />

τη στιγμή. Η ΧΑΝ μοιράζει ρούχα.<br />

Ρούχα γεμάτα αίματα, βρωμιά,<br />

γεμάτα μυρωδιές από τα καμένα της<br />

Σμύρνης...<br />

ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ<br />

Πηγή: http://www.logiosermis.<br />

net/2011/04/1922_30.html#ixzz306r7o6iG


kızılbaş - sayfa 30 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı<br />

Pontos’un Zenginliğine dair Genel Bilgiler.<br />

Pontos Osmanlı coğrafyasının en gelişmiş<br />

bölgelerinden biridir gerek nüfusunun<br />

artısı, gerek kalkınmasından<br />

ve zenginliği açısından son derece<br />

önemli ve Pazar için üretim yapılan<br />

kapitalizme eklemlenmiş bir bölgedir.<br />

Bu nedenle aynı zamanda Pontos’taki<br />

canlı Helenizmin de kaynağıdır.<br />

Emmanuil Emmanuilidis bu canlılığın<br />

Ege sahilindeki Hellenizmle kıyaslandırılabileceğini<br />

söyler. Bu canlılık<br />

aynı zamanda Osmanlı için endişe<br />

kaynağıdır. Canlılığın endişe kaynağı<br />

olarak algılanması bölgede türlü türlü<br />

bahaneler bulunarak Hükümet tarafından<br />

alınan ağır ve özellikle askerî<br />

tedbirler eksik olmaz.<br />

Bu bahaneler arasında Karadeniz’de<br />

dolaşan Çarlık Donanması birinci sırada<br />

olup, bu donanmanın harekat potansiyelinden<br />

dolayı da buralar askerî<br />

bölge olarak değerlendiriliyordu.<br />

Ali Sait Çetinoğlu<br />

Bölge çevresindeki dağlar da, yalnız<br />

Hıristiyanların değil, büyük miktarda<br />

Türk olan asker kaçağı silahlı kişilerin<br />

barınağı olmasına da elverişlidir.<br />

Samsun hem bir liman kenti hem de<br />

iç Anadolu’ya açılan bir kapı olması<br />

bakımından korunması için nüfus bileşiminin<br />

homojenize edilmesine uygun<br />

zaman ve zeminin oluştuğuna kani<br />

olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin<br />

(İTC) etnik temizlik politikasını rahatça<br />

uygulayabileceği bir yer olduğu düşünülür.<br />

Aynı zamanda iç talan bakımından<br />

zenginliği de iştahı kabartan<br />

bir nedendir.<br />

Pontos’taki zulümlerin ve katliamların<br />

hatta otokton halkının mübadele adı<br />

altında kadim topraklarından sökülmelerinin<br />

nedeni bu zenginlikten kaynaklanmaktadır.<br />

1915 öncesi Samsun Ekonomisinden<br />

aşağıda sunduğumuz kısa özet ne söylediğimizin<br />

net ifadesidir: 2<br />

İşletmeler ve milliyetler<br />

Pontosluların Kadim Topraklarından<br />

Sürülmesinin ve sökülmesinin<br />

sürekliliği: Tehcirler<br />

Bu zenginliğe el koymak için askeri<br />

bahanelerle Pontos nüfusu ölüm yolculuğuna<br />

çıkarılır. Ölüm yolculuğuna<br />

çıkarılmalıdır ki savaş sonunda geri<br />

dönüp hak iddiasında bulunmasın.<br />

Pontostaki ve diğer bölgelerde Hıristiyanların<br />

Soykırıma uğratılmalarının<br />

temel sebebi budur.<br />

Vehip Paşa 1916 Kasımında Alman danışmanları<br />

ile birlikte, "masum" bir askeri<br />

güvenlik plânı hazırlar Plan, güvenlik<br />

nedeniyle, Rus cephesi üzerinde<br />

bulunan tüm Hıristiyanların, cepheden<br />

50 kilometre kadar geriye aktarılması<br />

gerektiğini ileri sürmektedir..Plana<br />

göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu<br />

için, cephe hattında Hıristiyanların<br />

varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu.Plan,<br />

Tirebolu'dan Bafra, Samsun<br />

ve Sinop'a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu.<br />

Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı<br />

ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı.<br />

Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun<br />

bir plandı, ama asla masumane değildi<br />

Pontoslular bu plan dahilinde ölüm<br />

3<br />

yürüyüşlerine çıkarıldılar.<br />

Hüküm süren kış, yok edilme planı<br />

için çok imkânlar veriyordu, günler<br />

bunun için çok müsaitti. Nitekim 27<br />

Aralık 1916 Pazar günü, yani Noel<br />

bayramının üçüncü günü 4,<br />

Samsun’da,<br />

sehrin ileri gelen Rumları tutuklandı.<br />

Tutuklananların başkalarıyla irtibat<br />

kurmalarına ve erzak almalarına izin<br />

verilmedigi gibi, ertesi günün şafağında<br />

Anadolu’nun içlerine gönderildiler.<br />

Aynı gün, Samsun’un Kadıköy semti<br />

ordu tarafından kuşatıldı. Genelde<br />

Faaliyet kolu Toplam işletme Pontos Ermeni Müslüman Diğer/ yabancı<br />

Uncu 17 3 14<br />

Kitapçı 2 2<br />

Yün tüccarı 7 3 1 3<br />

Ev ve mutfak eşyası 13 10 1 1<br />

Deri Tüccarı 6 4 1 1<br />

Avukat 10 6 3 1<br />

Mobilyacı 7 7<br />

lokanta 5 4 1<br />

Tütün tüccarı 28 18 3 6<br />

Tatlıcı 2 2<br />

Demir tüccarı 3 3<br />

Banker 4 4<br />

Ayakkabı imalatçısı 12 9 3<br />

Eczacı 6 6<br />

Fotoğrafçı 3 2 1<br />

Kumaş tüccarı 5 4 1<br />

Sigortacı 10 9 1<br />

1


kızılbaş - sayfa 31 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

halk tabakasının bulunduğu semtte,<br />

güya Paşa’nın ilanlarını öğrenmek için<br />

çağrıldıkları semtin meydanında, toplananların<br />

tümü tutuklanarak, ihtiyar,<br />

çocuk ve kadınlar, toplamda 4.000 kişi,<br />

refakatçiler eşliğinde iç kesimlere gönderildi.<br />

Karakışın içinde yayan, susuz<br />

ve yiyeceksiz, istirahat etmelerine müsaade<br />

edilmeden, vadi ve dağları astılar.<br />

Oniki saatlik devamlı yürüyüşten<br />

sonra uyku molası verilerek, ertesi gün<br />

gene 12 saatlik yürüyüş yaptırılarak,<br />

sonunda, 4. Gün Havza’ya vardılar.<br />

Çorum’a yönlendirilen zavallı kervan,<br />

yol boyunca, Amasya, Bafra ve Çarşamba<br />

bölgelerinden boşaltılan başka<br />

kervanlarla birleşip yollarına devam<br />

ettiler. Şehirlerde tutuklamalar devam<br />

ediyordu. Geceleri çevredeki dağlar,<br />

yakılan köylerin alevin ışıkları arasında<br />

parıldıyordu. Genel sürgün mıntıkaları<br />

ilan edilmeyen yerlerden yalnız<br />

erkekler sürgün ediliyor, yakılmayan<br />

köyler Kafkasya’dan gelen mültecilere<br />

veriliyordu. 5<br />

Bu insanların kadın, çocuk ve ihtiyarlardan<br />

oluştuğunun altının çizilmesi<br />

gerekir. Dolayısıyla korumadan uzaktırlar.<br />

savaş dolayısıyla genel seferberlik<br />

ilan edilmiştir. Askerlik çağında<br />

olanlar ( 15-65), orduya alındıktan sonra,<br />

amele taburlarına nakledilerek orduda<br />

yük hayvanı olarak kullanılmak<br />

üzere Van, Erzurum ve Diyarbakır’a<br />

çıplak ve erzaksız bir şekilde gönderildiler.<br />

Kaçmayanlar buralarda öldürülmüşlerdi.<br />

“9 Mart 1916 tarihinde Giresun Rumları,16<br />

Kasım 1916’da Tirebolu Rumları<br />

Şebinkarahisar ve Suşehri arasında<br />

bulunan Birk köyüne, 30 Aralık 1916<br />

tarihinde de Melet Vadisinin doğusunda<br />

bulunan sahil bölgesi Rumları ise<br />

Sivas ve Tokat vilayetlerine sevk edilmişlerdir.<br />

Savaş sırasında Giresun’dan<br />

sevk ve tehcir edilen Rumların sayısı<br />

bazı arşiv belgelerine konu olmuştur.<br />

Buna göre Giresun’dan Ankara’ya 54<br />

hanede 179 (içlerinde Samsunlu ve<br />

Gümüşhaneli Rumlar dahil olmak üzere),<br />

6 Kayseri’ye 15 hanede 60, 7 Kastamonu’ya<br />

84, 8Sivas’a 60, Tokat’a 610,<br />

Amasya’ya 327, Şebinkarahisar’a ise<br />

29 kişi sevk ve tehcir edilmiştir. 9 Sevk<br />

edilen Rumların daha sonra 15 Mayıs<br />

1918 tarihinde memleketlerine dönmelerine<br />

izin verilmiştir.” 10 Tabiidir<br />

ki geri dönebilenler mucize eseri sağ<br />

kalabilmiş olanlardır. Ancak bu konuda<br />

Ankara ve İstanbul hükümetlerinin<br />

aynı yönde hareket ettiklerini görüyoruz:<br />

Geri dönmelere büyük güçlükler çıkartırlar;<br />

15 Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi<br />

ile bir mülakat yapan İstanbul hükümeti<br />

Nafıa Nazırı Ferid Bey, 11 Anadolu'dan<br />

[bunu yurtlarından diye okumak gerek]<br />

ne maksatla çıktıkları 12 bilinen<br />

Rumların tekrar geri dönmelerine engel<br />

olacaklarını, bu konuda Trabzon<br />

ve Samsun'daki yetkililerin, daha önce<br />

Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin<br />

emirler aldıklarını da belirterek; bu<br />

konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin<br />

de aydınlatıldığını ifade etmesini<br />

bu zorluklardan biri olarak anlamanın<br />

yanı sıra İtilaf devletlerinin de bu konuda<br />

bir çabalarının olmaması olarak<br />

da okumak mümkündür.<br />

Zaten Birinci Dünya Savaşının sonlarına<br />

doğru geri dönmelerine izin<br />

verilen Giresun Rumları 1921 yılında<br />

yeniden tehcire tabi tutuldu. Merkez<br />

Ordu¬su Komutanlığı, 9 Haziran 1921<br />

tarihinde Rumların iç bölgelere sürülmesini<br />

istedi.<br />

Ankara hükümeti, 16 Haziran 1921’de<br />

aldığı bir kararla 15-50 yaş arasındaki<br />

eli silah tutan bütün Rumları bölge<br />

dışına çıkardı. Giresun’dan Sivas, Tokat,<br />

Yozgat, Çorum, Şarki Karahisar,<br />

Elaziz, Ergani, Malatya ve Maraş’a<br />

gerçekleşti¬rilen sürgünlerde 8500<br />

Rum tehcir edildi. 13<br />

Sermayenin El değiştirmesi ve Zenginleşme<br />

Fotiadis Tehcir adı altında ölüm yollarına<br />

çıkarılar Pontos’un Hıristiyan<br />

Halkının geride bıraktıkları değerlerin<br />

Müslümanlar için bir zenginlik kaynağı<br />

olduğunun altını çizer: Ermenilerin<br />

ve Rumların servetleri, katillerinin ve<br />

zorbaların eline geçti. Caniler ve sonradan<br />

olma yeni zenginler tarafından<br />

Ermeni ve Rumların imha edilmesiyle<br />

Pontos’ta o zamana kadar bulunmayan<br />

bir Müslüman burjuvazi oluştu. 14<br />

Ölüm yürüyüşüne çıkarılanların geride<br />

bıraktıkları değerlerin korunmasına<br />

(!) dair yönetmelikler çıkarılmıştır.<br />

Ancak bu değerler gasplara ve yolsuzluklara<br />

konu olacaktır. Bölgenin egemeni<br />

Topal Osman Ağa tüm zenginliği<br />

bu gasplardan oluşmuş diğer egemenler<br />

de ondan aşağı kalmamıştır. Osmanlı<br />

ve Cumhuriyet arşivleri bu yolsuzluk<br />

belgeleriyle doludur:<br />

14 Ağustos 1335 (1919) tarihli bir belgede<br />

Giresun kazasından dahile nakledilen<br />

Rumlara ait fındıklık bahçeleri<br />

hasılatını hod-be-hod [kendi başına]<br />

almış olan Kafkas kolordusundan bir<br />

binbaşıdan söz edilir 15<br />

5 Haziran 335 tarihli bir belgede listesiz<br />

makbuzsuz tutanaksız askeriyece<br />

şarki karahisar’dan alınan Rum<br />

emval-i metrukesinden söz eder. 16<br />

4 / 8 / 34 (1918) tarihli Aşair ve Muhacirin<br />

Müdiriyetine ait belgede Rusyaya<br />

giden Pontoslulardan kalan mallardan<br />

savaş ganimeti olarak söz edilir. 17<br />

23 Ekim 334 (1918) tarihli belgede Küçükköy’ündeki<br />

Rum emval-i metrukesinden<br />

Yorgi Fedan’a ait yağhane alat<br />

ve edevatını söküp aşıran ihtiyat zabitinden<br />

söz eder. 18<br />

14 Kasım) 334 (1918)tarihli belge merbut<br />

Yeniköy Rumlarının mahal-i ahara<br />

hin-i nakillerinde orada metruk eşya<br />

ve hayvanatça vukua getirilen su-i isti’malat<br />

[yolsuzluk]<br />

19<br />

hakkındadır.<br />

20 Haziran 334 / 918 tarihli maliye<br />

bakanlığına ait belgede, Canik Tasfiye<br />

Komisyonu muamelatının incelenmesine<br />

görevlendirilmiş edilmiş olan<br />

Amasya Sancağı muhasebecisi İbrahim<br />

bey inceleme raporunu yazmış<br />

ve inceleme evrakına göre yolsuzluk<br />

durumu anlaşılan söz konusu komisyonun<br />

maliye üyesi … bey azledilmiş<br />

olduğuna ilişkindir. 20<br />

Temmuz 334 tarihli belgede Rumlardan<br />

metruk zeytinlikler ile fındık<br />

bahçelerinde ve diğer arazilerde yetişmekte<br />

olan mahsulatın bazı mahallerde<br />

gerçek değerlerinin fevkalade aşağı<br />

bir fiatla ve kısa müddetli müzayede<br />

ihale edilmekte olduğu istihbar kılınmıştır.<br />

21<br />

Rum malları ile ilgili yolsuzluklar her<br />

bölgede yapılmaktadır. Bunlara dair<br />

bir çok belge bulunmaktadır. Bunlara<br />

dair bir örnek de verelim:<br />

4 Haziran 332 (1916)tarihli belge Bergama<br />

eşraf ve yerel memurlardan bazılarının<br />

emval-i metrukeden aldıkları<br />

zeytin ağaçları hakkındadır. Belge<br />

ekinde yolsuzluk yapanlar ve yaptık-


kızılbaş - sayfa 32 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ları yolsuzluk miktarları listelenir. 22<br />

6 Nisan 336 (1920) tarihli belge<br />

Rum Emval-i Metrukesi eski muhasebecisi…<br />

efendi tarafından Ziraat<br />

Bankası’ndan alınıp kaydı icra edilmeyen<br />

(3560) üçbinbeşyüzaltmış kuruşun<br />

adıgeçen tarafından çalınmasıyla ilgilidir.<br />

23<br />

Zenginleşmenin bir diğer mekanizması<br />

el konulan yetimlerden dolayı<br />

edinilen Hıristiyanlara ait mülklerdir.<br />

Yetimlere ve kadınlara el koyanlar<br />

bunların ailelerinden gelen mülklere<br />

de el koyma hakkı elde etmektedirler:<br />

Din değiştiren [değiştirilen demek gerekir]<br />

veyâ evlenen [el konan demek<br />

gerekir], eğitim [asimilasyon demek<br />

gerekir] maksadıyla güvenilir kimselere,<br />

teslim edilen çocukların malları<br />

korunacak ve bu malları bırakanlar<br />

ölmüş ise [öldürülmüş demek gerekir]<br />

bunlara ait hisseler [bu ailelere] verilecektir.<br />

İç işleri bakanlığının çeşitli<br />

vilayetlere gönderdiği 11 Ağustos 1915<br />

tarihli belge yetimlerden ve el konulan<br />

çocuk ve kadınlar vasıtasıyla edinilecek<br />

zenginliklere ilişkindir. 24<br />

Fotiadis çocuklara el koyma ve Müslümanlaştırılmasının<br />

altını çizer: Çocuklara<br />

el koyma, sadece zorla kaçırma<br />

biçiminde gerçekleşmiyordu. Bilakis,<br />

çocuklar artık kendi Hıristiyan kökenlerini<br />

söylemeye cesaret edemiyecekleri<br />

duruma gelene kadar yapılan<br />

terör ve işkenceyi de kapsıyordu. 25 El<br />

koyma ve Müslümanlaştırılmaya ilişkin<br />

raporlara yer vererek bu konunun<br />

önemsenmediğini vurgular: Küçük As<br />

ya Rumlarının çocuklarının 20. yy.’da<br />

zor yoluyla çalınması ve zorla Müslümanlaştırılması<br />

Küçük Asya’dan kaçan<br />

birçok yazarın dikkat çekmesine<br />

rağmen, Yunan Devleti tarafından bilinçli<br />

olarak araştırılmadı 26<br />

İmparatorluk dönemindeki gasplardan<br />

arta kalan mülkler Kemalist dönemde<br />

hazineye gelir sağlamak ve Kemalist<br />

kadroların zenginleşerek Müslüman-<br />

Türk burjuvaziye dönüşmesi için bunlara<br />

devredilir.<br />

Pontosluların geride bıraktıkları mülkler<br />

iki kategoride sınıflandırılmaktadır.<br />

Mübadele ile bıraktırılan; mübadil<br />

mülkler. Diğeri de öldürülen<br />

veya kaçırılan kişilerin geride bıraktıkları;<br />

Gayri mübadil mülkler: Bu<br />

gün Trabzon’da Atatürk Köşkü olarak<br />

kullanılan Kabayannis’in Konağı,<br />

Kabayannis’in Mübadil olmamasına<br />

rağmen el konulmuştur. Kabayannis<br />

Rus vatandaşıdır ve mübadeleye tabi<br />

bir Pontoslu değildir. Bu gibi örnekler<br />

çoğunluktadır. Kemalistler lozan’ın<br />

yürürlüğe girdiği 4 Ağustos 1924 tarihinde<br />

malının başında olmayan bütün<br />

Gayrimüslimlerin müklerinin sahibi<br />

olduklarını ilan etmişler ve bunlara el<br />

koymuşlardır.<br />

Rus tebasından Kiryako oğlu Bavli,<br />

Panayotoğlu Nikola, Kakuloğlu yorgo<br />

kızı Lambada ve Kakuloğlu Haralambo<br />

kızı Tabada’ın mülkleri 24 Aralık<br />

1928 günü haraç mezat satılmak üzere<br />

4 Aralık 1928 günü 27 satışa çıkarılmıştır.<br />

21 Temmuz 1932 günlü Yeşil<br />

Gireson Gazetesinde 5 parça Gayrimübadil<br />

mülk Ziraat Bankasınca mezata<br />

çıkarılmıştır.<br />

Giresun aralıksız en uzun (1885-1904)<br />

Belediye Başkanlığı yapmış olan Kaptan<br />

Yorgo Konstantinis Paşa’da Mübadil<br />

olmamasına rağmen, Paşa’nın<br />

mülkleri21 Temmuz 1932 günü haraç<br />

mezat satılmıştır. 28<br />

Amasya Mahkemesince idam edilen<br />

Bafralı Haralambo’nun, ve Deliyaroğlu<br />

(Deligavuroğlu) Yorgo’nun mülkleri<br />

27 Temmuz 1932 tarihinde satılmak<br />

üzere mezata çıkarılmıştır. 29<br />

Dönemin yerel gazetelerinde bir çok<br />

başka örnekler de bulunmaktadır<br />

İyileştirme ve öneriler<br />

Pontos halkı 1908- 1923 yılları arasında<br />

çok acı çekmiş ve 1924 tarihinde tarihsel<br />

topraklarından sökülmüştür.<br />

İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık seviyesinde<br />

Pontos halkının uğradığı bu<br />

zulümlere yönelik iyileştirmeler yapılabilir.<br />

1. Tarihsel topraklarından kovulan<br />

Pontos Halkından isteyenlere vatandaşlık<br />

hakkının geri verilmesi.<br />

2. Müslümanlaştırılan yetimlerin ve el<br />

konulan kadın ve kızların nüfus kayıtlarının<br />

çıkarılması ve bunlardan dolayı<br />

edinilen mülklerin bir envanterinin<br />

çıkarılması.<br />

3. Osmanlı dönemi tapu kayıtlarının<br />

şeffaflaştırılması ve araştırmacılara<br />

açılması.<br />

4. Mübadele öncesi mülk değişiminin<br />

envanterinin çıkarılarak el koymaların<br />

tespiti.<br />

5. Zilyetlik iddiasıyla ve şahitlerle edinilen<br />

mülklerin envanterinin çıkarılarak<br />

el koymaların tesbiti.<br />

Gibi çalışmalar acıların giderilmesinde<br />

ön adımlar olabilir.<br />

Ekler<br />

Ek 1<br />

El konulan Hristiyan yetimlerin mallarının<br />

gaspına dair Osmanlı belgesi<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivi/ DH.<br />

ŞFR., nr. 54-A/<strong>38</strong>2<br />

Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti [içişleri<br />

Bakanlığı]<br />

İskân-ı Aşâyir ve Muhâcirîn<br />

Müdîriyyeti<br />

[Aşiretlerin iskanı ve muhacirler<br />

müdürlüğü]<br />

İstatistik Şu‘besi Umûmî: 451 Şifre<br />

Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis,<br />

Haleb, Hiidâvendigâr, Diyârbekir,<br />

Suriye, Sivas,<br />

Ma‘mûretü’l-azîz, Musul, Trabzon,<br />

Van Vilâyâtıyla, İzmit, Urfa, Eskişehir,<br />

Zor, Canik, Kayseri, Mar ‘aş,<br />

Karesi, Kal ‘a-i Sultâniyye, Niğde,<br />

Karahisâr-ı Sâhib Mutasarrıflıklarına<br />

Adana, Haleb, Mar ‘aş, Ma ‘mûretü<br />

’l-azîz, Diyârbekir, Trabzon, Sivas,<br />

Canik, İzmit Emvâl-<br />

Metrûke Komisyon Riyâseti'ne<br />

İhtidâ eden /din değiştiren<br />

veyâhûd{yada izdivâc edenlerle/evlenen,<br />

eğitim [asimilasyon] maksadıyla<br />

teslim edilerek bırakılan güvenilir<br />

kimselere bu çocukların malları korunacak<br />

ve bu malları bırakanlar ölmüş<br />

ise bunlara ait hisseler verilecektir.<br />

Fi 29 Temmuz sene [1]331 [11 Ağustos<br />

1915]<br />

Nâzır [Bakan]<br />

----------------<br />

1. Pontos antik çağ’ın da en zengin<br />

bölgelerinden biridir. Özellikle İmparator<br />

Büyük Mithradates (VI) (Mithradates<br />

aynı zamanda İskender olarak<br />

anılır. Antik çağın en çok okunan el<br />

yazması ve dillerde dolaşan efsanesi,<br />

İskender Menkibesi/ Efsanesi’nin<br />

konusu Mithradates’tir ) döneminde<br />

gücünün doruğuna ulaşmış, Roma<br />

İmparatorluğunun egemenliğini


kızılbaş - sayfa 33 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

kabul etmemiş, uzun yıllar Roma ile<br />

savaşmıştır. Bu uzun savaş döneminde<br />

Mithradates savaşını sınırsızmış gibi<br />

görünen altın stokları ile finanse eder.<br />

Büyük Mithradates Roma ile olan<br />

uzun savaşlar boyun¬ca hiçbir zaman<br />

parasız kalmamıştır. Kral kısa süre<br />

içinde ordu topla¬yabildiği gibi aynı<br />

zamanda her zaman askerlerine iyi<br />

ücretler ödeyecek kadar çok paraya<br />

sahipti. Pontos hem bölge ticaretinin<br />

hem de uzak yol ticaretinin çekim<br />

merkezidir.<br />

Pontos’un refahının, ticaretten ve<br />

altın, gümüş, demir, değerli mineraller<br />

gibi doğal kaynaklardan geldiğini<br />

biliyoruz. Mithradates vergilerden<br />

ve Karadeniz’deki tahıl, tuzlanmış<br />

balık, şarap, zeytinyağı, balmumu,<br />

altın, demir, mineral, boya özleri,<br />

kumaş boyası, deri, kürk, yün, keten<br />

ve diğer mallarla yapılan ticaretin<br />

kontro¬lünden önemli gelir elde ediyordu.<br />

Mithradates’in İskit müttefikleri<br />

zengin altın bölgelerini ellerinde<br />

tut¬maktaydı. Ayrıca göçer kavimler<br />

Azak Denizi ve Karadeniz çevresindeki<br />

steplere dağılmış zengin<br />

mezar höyüklerini yağmalı¬yorlardı.<br />

Modern arkeologlar bu zarif mezarlardan<br />

birçoğunun Antik Çağ’da soyulduğunu<br />

keşfetmiştir. Bu altınların bir<br />

kısmı vergi ya da ticaret anlaşmaları<br />

aracılığıyla Pontos İmparatorluğuna<br />

gelmekteydi. Bunlara ilaveten Mithradates,<br />

Hindistan ve Çin’le yapılan<br />

kara tica¬retinden de gelir elde<br />

ediyordu. İpek Yolu, Mithradates’in<br />

çocukluğunda açılmıştır. Pontos antik<br />

ipek yolunun güzergahı üzerindedir.<br />

Ayrıca denizlerdeki korsanlık faaliyetlerinden<br />

gelen ganimetler de Pontos’a<br />

akmaktadır. Bunlar aynı zamanda<br />

2. Savvas Kalenderidis, Batı Pontos,<br />

Infogomon 20<strong>05</strong> s.262<br />

3. Yorgo Andreadis, Tamama<br />

Pontos’un Yitik kızı, ç.R. Zarakolu,<br />

Belge,2003, s 61-61<br />

4. Hıristiyanlara karsı alınan üzücü<br />

tedbirler, genelde Hıristiyanlıgın dinî<br />

bayramlarında alınıp, sebebi de kendi<br />

Tanrılarının hakiki olmayıp, kurtulusu<br />

baska yerde aramaları içindi.<br />

5. Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı<br />

İmparatorluğunun Son Yılları,Çev.<br />

Niko Çanakçıoğlu, Belge Y. <strong>2014</strong><br />

158-159<br />

6. BOA, DH. ŞFR, No: 602/51.<br />

7. BOA, DH. ŞFR, No: 599/133.<br />

8. BOA, DH. ŞFR, No: 587/69.<br />

9. BOA, DH. ŞFR, No: 586/48.<br />

10. Sezai Balcı, Giresun Rumları ve<br />

Gayrimüslim bir Belediye Başkanı:<br />

Kaptan Yorgi Konstantinidi Paşa,<br />

Libra, 2012, s 23<br />

Fikret Başkaya Türkiye’de herkesin ortak<br />

edildiği yalan ve ikiyüzlülüğü bir<br />

nebze etrafından dolanmadan, dosdoğru<br />

dile getirdiği ve Türkiye toplumunu yalana<br />

ortak olmamaya davet ettiği için hapsedilmiştir.<br />

Tavrı bilhassa da gençlerin<br />

‘şeylerin gerçeğine’ ilişkin düşünceleri<br />

üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Türkiye’deki<br />

iç savaşın en yoğun yıllarında<br />

olup bitenin Türkiye’de geçerli olan siyasal<br />

rejimden (bunun bileşenleri olan<br />

resmi ideoloji ve resmi tarihten) kaynaklandığını<br />

iddia etmiştir. Herkesin canı<br />

ile tehdit edildiği bir zamanda hakikati<br />

dile getirmekten çekinmeyen az sayıda<br />

insandan olmuştur. Yapıtı, yok saymaya<br />

dayanan Türkiye’deki siyasal rejimin en<br />

bütüncül ve analitik eleştirilerinden biri<br />

olduğu için kitlesel etkiye sahip olmuş,<br />

düşünce iklimini derinden etkilemiştir.<br />

11. Ahmed Ferid Tek, Türk milliyetçiliğinin<br />

ideologlarındandır.<br />

12. Sadece canını kurtarmak için Yurt<br />

dışına gidenler değil. Hıristiyanların<br />

dolaşımları yasaklandığından yurt<br />

içinde herhangi bir yerde olan dahi<br />

yerinden kıpırdayamamaktadır.<br />

13.Sezai Balcı, Giresun Rumları…<br />

s 23-24<br />

14. Takibat, Tehcir ve İmha, çev. Suzan<br />

Zengin Der. T. Hofmann, Belge Y.<br />

2013, s 265.<br />

15. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi/<br />

BCA – 272 / 10 / 1 / 54<br />

16. BCA – 272 – 10 / 1 / 44<br />

17. BCA – 272 – 10 / 1 / 2 / 17<br />

18. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 37<br />

19. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 42<br />

20. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 15 (maliye<br />

üyesinin adını gösterdim)<br />

21. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 14<br />

22. BCA – 272 – 11 – 8 – 8 – 4<br />

23. BCA – 272 – 10 – 2 – 11 – 6 (muhasebecinin<br />

adını … olarak gösterdim)<br />

24. Başbakanlık Osmanlı Arşivi/<br />

BOA, DH.ŞFR., nr. 54-A/<strong>38</strong>2<br />

25. Takibat, Tehcir ve İmha… s 286<br />

26. Takibat, Tehcir ve İmha… s 287-<br />

288<br />

27. 13 aralık 1928 Yeşil Gireson s 4<br />

28. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 4<br />

29. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 5<br />

Bu çalışma, özgürleşme tercihinin yön<br />

verdiği saygın bir yaşama, insan kardeşlerin<br />

hiçbir surette ödeyemeyecekleri gönül<br />

borcunun belirgin kılınması amacıyla<br />

derlenmiştir. Türkiye’den ve Türkiye dışından<br />

çok sayıda entelektüelin katkılarıyla<br />

oluşan çalışma için Fikret Başkaya<br />

nın çalışma alanları dikkate alınarak<br />

önerilen temalar yazıların “Entelektüel”,<br />

“Ulusal Sorun”, “Modernleşme” ve<br />

“Kapitalizm” başlıkları altında kümelenmesine<br />

yol açmıştır. Fikret Başkaya ile<br />

yapılan söyleşi, dostlarının onun hakkındaki<br />

yazıları, entelektüel ve ulusal soruna<br />

ilişkin yazılar Ulus, Devlet, Entelektüel<br />

başlıklı ciltte toplandı. Modernleşme<br />

ve kapitalizme ilişkin yazılar ise Modem<br />

Zamanlar: Bir Yokmuş Bir Varmış başlıklı<br />

ciltte toplandı.<br />

(...) Tek cümle ile özgürleşmeye adanmış<br />

saygın bir yaşam.


kızılbaş - sayfa 34 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Bir Kürtten<br />

Ermeni Halkına<br />

Özür Mektubu<br />

Hayri Tunç<br />

“Büyükannem dayımın kaçmasına izin<br />

vermemiş. Komşuları Tük Mahmut<br />

Ağa ona; ‘Sara Hatun, oğlunu ver, karışıklıklar<br />

geçene kadar saklayayım’<br />

demiş. Ama büyükannem ona güvenmemiş.<br />

Oğluna kız elbisesi giydirmiş.<br />

Oğlan koşarak Ermenilerin çoğunlukta<br />

olduğu mahalleye varmak için koşmuş.<br />

Onun açık bir alandan geçmesi gerekiyormuş.<br />

O alanda, kendisini tanıyan<br />

Türk çetelerine rastlamış; onu öldürmüşler.<br />

Büyükannem arkasından yetişmiş;<br />

yaralı oğlunu kucaklamış. Kan<br />

büyükaannemin önlüğünden aşağıya<br />

akıyormuş. Büyükannem üzüntüden<br />

aklını yitirmiş; kanlı önlüğü üzerinden<br />

çıkarmamaya başlamış. Yere yatmış ki<br />

kendisi de ölsün, On iki yaşındaki kızı,<br />

babasını ve erkek kardeşini kaybettikten<br />

sonra aynı şekilde ruhi sarsıntı<br />

geçirmiş. Dili tutulmuş. Dostları bir<br />

araya gelip öğüt vermişler: ‘Sara Hatun,<br />

aklını başına al; kızın küçük; sana<br />

birşey olursa öksüz kalır’ demişler.<br />

Sara büyükannem yavaş yavaş kendine<br />

gelmiş; ama kanlı kararmış önlüğünü<br />

üzerinden çıkarmıyormuş. Yıllar<br />

geçmiş; 1902′de kızı, yani annem, bir<br />

öksüzle, yani babamla evlenmiş. Ertesi<br />

yıl torunu Andranik doğmuş ve büyükannem<br />

mucize eseri olarak iyileşip<br />

kanlı önlüğünü tandırın içine atmış.”1<br />

Çocukluğum da her yaz köye giderdim.<br />

13 ya da 14 yaşındayım. Arkadaşlarım<br />

köye geldiğim bir yaz bana köyün<br />

dışında bir tepe de bir Ermeni mezarından<br />

bahsetmişti. Bazı zamanlar o<br />

mezardan bir ateşin çıktığını, ağlama<br />

seslerinin geldiğini söylemişlerdi. Birgün<br />

arkadaşlarımla o mezarı görmek<br />

için gitmiştik. Açılmış, içinde mezar<br />

dahil ne var, ne yoksa alınmıştı. Ermenilerin<br />

mezarlarına değerli eşyalarıyla<br />

gömüldüğünü, ondan dolayı da mezar<br />

soyguncularının bütün Ermeni mezarlarını<br />

böyle kazıp, içindekilerini aldıklarını<br />

söylemişlerdi. Köyde olduğum<br />

günlerde geceleri mezarı izler, bir ses<br />

ya da ateş görmeyi beklerdim.<br />

Hiç görmedim ama, ne ağlama seslerini,<br />

ne yanan ateşi, ne de başka şeyleri.<br />

Ermenilerin bizim köyümüzde ne<br />

işi vardı hiç bilmiyordum o zamanlar.<br />

Evde kimse Ermeniler için kötü sözler<br />

söylememişti ama okulda, dışarı da hep<br />

bir küfür olarak kullanılırdı.<br />

“Ermeni tohumu, Ermeni piçi, Ermeni<br />

misin lan sen” gibi bir çok söz dolanıyordu<br />

sokaklarda. O zamanlar en çok<br />

devrimciler bu tip sözcüklere maruz<br />

kalıyordu. Devrimci olmak zulme uğrayan<br />

herkes olabilmek, onların nefesi<br />

olmaktır zaten.<br />

Hayatımda ilk defa ortaokul yıllarında<br />

bir Ermeni ile tanışmıştım. Babamın<br />

bir arkadaşıydı, yıllarca içeride kalmış,<br />

uzun süre işkence görmüş biriydi. Konuşması,<br />

insanlara hitap şekli ile tam<br />

bir insan güzeliydi. Ermenilerin de hiçte<br />

öyle denildiği gibi olmadığını anlamıştım<br />

onu gördükten sonra.<br />

Ezilen ve katledilen insanları birbirlerine<br />

çeken, isimlendiremediğimiz<br />

bir çok şey vardır. Aynı zorluklardan,<br />

itilmişliklerden geçen bir çok insan,<br />

nerede olursa olsun hep bulurlar birbirlerini.<br />

“Daha sonra saldırganların yaşlı kadın<br />

Cennet ÇİMEN’i evinden çıkardıkları,<br />

bu kadının bir gözünün kör, diğer<br />

gözünün sağlam olduğu, sanık Cuma<br />

YALÇIN’ın cebinden tornavida çıkartarak<br />

kadının sağlam olan gözünü de<br />

çıkardığı, bilahare ateş edilip kadının<br />

öldürüldüğü, otopsi raporuna göre sağ<br />

kalça üzerinde kalın bir demir parçası<br />

ile açılan yaranın bulunduğu, av tüfeğine<br />

ait saçmaların sol kulak arkasından<br />

girip sol gözden çıkarak beyin kanamasına<br />

neden olup ölüme yol açtığı;”2<br />

“Öğretmenimiz 20-22 yaşlarında güzel<br />

bir Ermeni kızıydı. Bir komutan o kızla<br />

evlenmek istemişti; ama o bu teklifi üç<br />

defa reddetmiş ve ona ‘Bok olurum Dacik<br />

olmam’ demişti. Komutan bu sözleri<br />

duyunca kılıcını çekmiş ve o güzel<br />

öğretmenimizi kesmişti. ‘Madem bok<br />

olmak istiyordu, vücudunun parçalarını<br />

götürün yetimhanenin helasına doldurun’<br />

diye de emir vermişti.”3<br />

Bütün katliamlar hep birbirlerine benzer.<br />

Ölenlerin hikayelerinde değişen sadece<br />

yer ve insan isimleridir. Başka da bir<br />

şeyin değişeceği görüşmemiştir. Adının<br />

Mehmet ya da Yorgo olmasından,<br />

Maraş ya da Erivan olmasından, Alevi<br />

ya da Ermeni olmasından başka değişen<br />

hiçbir şey yoktur.<br />

Ermeni Soykırımını ilk duyduğumda<br />

inanmamıştım. Öyle bir katliamın olabileceği<br />

varsayımı bile insanın kanını<br />

dondurmaya yetiyordu. Sonradan Maraş<br />

Katliamını öğrendiğimde, araştırdığımda<br />

insanın nasıl da vahşileşeceğini<br />

görmüştüm. Elbistana gittiğim zamanlar<br />

da, bizim oralalıların Maraş’ı neden<br />

sevmediklerini anlamazdım ilk zamanlar,<br />

sonra bu sevmeme durumumunda<br />

katliam ile alakalı öğrenmiştim.<br />

İnsan canlılar içerisinde kendi türünü<br />

öldüren tek varlık olarak ortada duruyor<br />

zaten. Anlamsız, nedensiz bir<br />

şiddet hayranlığı ile hep birilerini öldürmek,<br />

hep birilerine zulmetmek için<br />

uğraşıyorlar.<br />

Maraş Katliamı olduğunda ben dünya<br />

da yoktum, babam o zamanları bir kaç<br />

kez anlatmıştı bize, sonrasında katliamı<br />

anlatan bir kitap yayınlamaya karar<br />

verdiğinde daha da net bir biçimde<br />

öğrendim nasıl bir vahşetin içine çekildiğimizi.<br />

Bu araştırmalar sırasında<br />

bizim oturduğumuz toprakların aslında<br />

Ermeni halkına ait olduğunu öğrendiğimde<br />

ise içimde büyük bir utanç<br />

oluşmuştu.<br />

Katliamla alınan bir toprağa nasıl yurt<br />

diyebilirdi ki insan<br />

Bütün katliamlar, içlerinde o kadar<br />

acı barındırır ki, onları okumak bile<br />

insanın çökmesine sebep olur. Maraş<br />

katliamı da bunlardan biriydi. Ermeni<br />

soykırımı da başka biri.<br />

Yerlerinden kovulan insanlar, yurtlarını<br />

bırakan, nefes aldıkları topraklarını<br />

terk etmek zorunda kalan insanlar. Onların<br />

acıları, yoklukları, özlemleri vs..<br />

Katliamlar sadece üzerinde uygulanan<br />

halkı değil, o topraklara onlardan sonra<br />

yerleşmiş bütün halklarında katlini beraberinde<br />

getirir. Ermeniler katledilirken<br />

o topraklara yerleşenler hiçbir zaman<br />

mutlu olamadılar. Olamazlardı da.<br />

Yıkılan evin üstüne ev olmaz derler.<br />

Yok edilen, katledilen bir halkın top-


kızılbaş - sayfa 35 - mayıs <strong>38</strong> - <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

rakları üzerinde başka bir halk yurt yaratamaz.<br />

Toprağa sızan kan kokusunu,<br />

toprağa hasret ölen insanların sızısını,<br />

bedduasını görmezden gelemez kimse.<br />

“1915′te bir sabah Kürtler koyunu otlağa<br />

götürdüler; akşamleyin koyun eve<br />

gelmedi. Koyunu geri getirmeleri için<br />

sabah muhtarlığa gelin dediler. Erkeklerimiz<br />

şikayete gittiler, ama bizimkilerin<br />

hepsini toplayıp götürdüler. Sonra<br />

dedem de beraber olmak üzere, hepsini<br />

bağlayıp götürdükleri haberi geldi. O<br />

muhtarlığın Türkleri, bizim evde çok<br />

yemiş içmişlerdi, ağızlarından, burunlarından<br />

gelsin!”4<br />

Tarih tekerrürden ibarettir demiş eskiler.<br />

Öyle de oluyor hep. Bugün bir<br />

katliama karşı çıkmayanlar sonra aynı<br />

katliamla yüzyüze kalıyorlar. Kalacaklardır<br />

da.<br />

Ermeni Soykırımı olurken, ganimetten<br />

yararlanmak için devlete güvenenler<br />

sonraki yıllarda hep katliamlardan geçirildiler.<br />

Hep bir kırım yaşadılar. Hep<br />

baskı içerisinde yaşadılar.<br />

Katliamların bu topraklardan gitmemiş<br />

olması ne ile açıklanır ki<br />

Hangi mantık içerisinde bir açıklama<br />

getirebilirsiniz aynı acıların tekrar tekrar<br />

yaşanmasına<br />

Bir halk değil, bu topraklardaki bütün<br />

halklar hep bir katliam içerisinde yaşarken<br />

neden durmaz bu döngü<br />

Katliamlar bu coğrafyanın makus talihi<br />

midir<br />

Acıların hep bir döngü etrafında hiç<br />

bitmeden, hiç tükenmeden sürmesinin<br />

sebebi nedir<br />

“çevreden Alevi Sünni çatışması olduğunu,<br />

Alevilerin sulara zehir attığını,<br />

pek çok kişinin bunlar tarafından<br />

öldürüldüğü iddialarını duyurmaları<br />

üzerine, araç şoförü ve Alevi olduğunu<br />

önceden bildikleri Veli YILDIZ’ı<br />

Dumlupınar Sağlık Ocağı civarında<br />

durdurup, evvela araç içinde vurmaya<br />

başladıkları daha sonra da araçtan<br />

aşağıya çekerek dövdükleri ve tabanca<br />

ile öldürdükleri; olay tanıkları Mustafa<br />

YILDIZ, Hüseyin ÜNLÜDERE ifadeleri<br />

ile sanıkların tevil yollu ikrarları<br />

diğer tanıklar Fahri YANAR, Mehmet<br />

UÇANKUŞ, Hüseyin OVA, Bora<br />

ASENCİ olayı doğrulayan ifadeleri<br />

otopsi tutanağı gibi delillerden anlaşılmıştır”5<br />

“Hüseyin isimli bir jandarma vardı.<br />

Onunla birlikte başkaları da vardı.<br />

Onlar varımızı yoğumuzu elimizden<br />

almaya, kızlara gözlerimizin önünde<br />

tecavüz etmeye, hamile kadınların karınlarını<br />

yarmaya, onların karınlarından<br />

çıkardıkları bebekleri birbirlerine<br />

fırlatmaya başladılar. Biri bir kız götürdü,<br />

diğeri bir oğlan; ne buldularsa<br />

götürdüler.”6<br />

Kanlı bir tarihin üzerinde, acılar, ağıtlar<br />

ortasında bir vatan vermişler bize.<br />

Dört bir yanı acılarla çevrili, sol yanımızdan<br />

gözyaşı akan bir coğrafyanın<br />

evlatlarıyız biz. Anılarımız, yaşadıklarımız<br />

hep birilerinin ağıtlarına çarpıyor.<br />

Nerede olursak olalım, ne yapıyor<br />

olursak olalım hep bir ağıda denk geliyor<br />

attığımız adımlardan biri.<br />

Acılarımıza bakmadığımız, geçmişimize<br />

bakmadığımız için aslında bugün<br />

aynı acılara denk gelmemiz. Yoksa ne<br />

farkı var ki; Ermeni Soykırımı ile Maraş<br />

Kıyımı’nın.<br />

Ölen hep aynı aslında! Katleden hep<br />

aynı!<br />

Birgün ardımıza baktığımızda göreceğiz<br />

yaşadıklarımızın hiç bir farkı<br />

olmadığını, hiç değişmediğini. Yaşamamak<br />

için belki, aynı acıları bizden<br />

sonrakiler de yaşamasın diye biraz da<br />

isimlere değil acılara bakmak gerek<br />

artık. Yakılan ağıtların aynılığına dikkat<br />

edip, aynı ses ile ağıt yakan Kürt,<br />

Ermeni, Alevi, Ezidi, Türk, Boşnak kadınların<br />

gözlerine bakmak gerek. O zaman<br />

anlarız acılarımızın ne kadar aynı<br />

olduğunu. Ortak demiyorum bakın, ortak<br />

değil çünkü aynı bizim acılarımız.<br />

“Bir de baktım ki uzaktan iki adam<br />

geliyor: birisi ermeni bir kadın, diğeri<br />

Dacik bir adam. Onlar bana yaklaştılar;<br />

o Ermeni kadını getirmişler ki, benimle<br />

Ermenice konuşsun. Kadın bana:<br />

‘Bu adam seni götürüp, sana bakmak<br />

istiyor; seni evlat edinmek istiyor. Gider<br />

misin’ diye sordu.<br />

- Hayır, onların yanına gitmem, diye<br />

cevap verdim.<br />

Kadın gene konuşarak beni ikna etti:<br />

‘Sana su, ekmek verir, herşeyi verir.’<br />

dedi.”7<br />

Çocuklarımıza, vatanımıza, eşlerimize<br />

yaktığımız ağıtların hiçbir farkı yok,<br />

dilden başka!<br />

Acılarımızda kardeş olabilmek için<br />

biraz da, önünde saygıyla eğilip özür<br />

dilemek gerek bugün o acıları yaşattığımız<br />

bütün halklardan, en başta da<br />

Ermenilerden..<br />

“Ormanlarda aç, susuz, ağaç kabuğu<br />

yiyor, zorluklara alışıyorduk. Kasım<br />

ayındaydık; ağaçların yaprakları dökülmüştü.<br />

Babam dedi ki;<br />

” Ey ağaç! Yapraklarının altında saklanıyorduk,<br />

şimdi onlar da yok!”<br />

…….<br />

“Hiçbir çocuğu yanlarında tutmadılar,<br />

düşman onların seslerini duymasın<br />

diye hepsini de terk ettiler.”<br />

……..<br />

“Masada bir ekmek duruyordu, ekmeği<br />

vermedi. Sadece kurutulmuş ekmek<br />

vererek ekledi,<br />

- Bu çocuk o kadar aç kalmış, o kadar<br />

ot yemiş ki, doyacak kadar yerse ölür.<br />

Azar azar ekmek verin, öyle yesin.”<br />

Khaçik Grigori Khaçatıryan 8<br />

……………………..<br />

Kaynaklar<br />

1: Sımbat davti Davityan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

2: Maraş Katliamı İddianamesi<br />

3: Hakob Terziyan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

4: Tsirani Rafayeli Matevosyan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

5: Maraş Katliamı İddianamesi<br />

6: Mıkırtiç Khaçatıryan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

7: Petros Kikişyan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

8: Khaçik Grigori Khaçatıryan<br />

Ermeni Soykırımı Belge Yayınları<br />

@hayritunc<br />

http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/<br />

bir-kurtten-ermeni-halkina-ozurmektubu-57400


kızılbaş - sayfa 36 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA<br />

Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış, Dersim<br />

soykırımı yaşanırken de kurulan<br />

mahkemede idama mahkum edilen sanıkların<br />

infazını düzenlemekle görevli<br />

İhsan Sabri Çağlayangil; “….. Mağaralara<br />

iltica etmişlerdi. Ordu zehirli<br />

gaz kullandı. Mağaraların kapısının<br />

içerisinden bunları fare gibi zehirledi.<br />

Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini<br />

kestiler. Kanlı bir harekat oldu.<br />

Dersim davası da bitti…..”yıllar önce<br />

Kemal Kılıçdaroğlu’na Dersim soykırımı<br />

hakkında söyledikleriydi. Teybe<br />

alınmış bu ses duyulunca da, Dersim<br />

soykırımının toplumda hatırlanmasında<br />

şok etkisi yaratmıştı.<br />

Serdar Halil Göçmen<br />

Mağarada fare gibi zehirlenip, ölmeyen<br />

Çemişgezek, Hazari köyü, Zerkanlı<br />

Aşiretinden Hasan, yıllar geçmesine<br />

rağmen yemeden, içmeden yaşadığı<br />

için Yemez İçmez Hasan Baba deniyormuş.<br />

Çocukluğumdan bu yana büyüklerimden<br />

çok duymuştum bu ismi<br />

ancak görmemiştim. Demokrat Parti<br />

affıyla insanların seyahat etmesi kolaylaşmış.<br />

O yıllardan sonra Yemez<br />

İçmez Hasan Baba, yaz aylarında Dersim’de<br />

diğer aylarda da Fırat’ın batısında,<br />

genelde Malatya, Sivas, Maraş,<br />

Antep, Adıyaman, Hatay, Kürdlerin<br />

yoğun yaşadığı yerleri dolaşırmış. İki<br />

yıl kadarda Afrin’de kaldığı bilinmektedir.<br />

12 Mart’tan sonrada gezmeyi<br />

bırakmış. O nedenle bu gün o bölgede<br />

altmış yaşının üstündeki Kürdler,<br />

genelde de Kürd Alevilerin çoğu onu<br />

ya görmüş ya da duymuştur. Dersim’in<br />

canlı tanığı ve mağduru, gittiği yerde,<br />

yaşadıklarından dolayı saygı ve sevgi<br />

görürmüş. Gerekmediğinde hiç konuşmaz,<br />

konuşmayı da sevmezmiş. Hayatında<br />

hiç evlenmeyen bu insan, yıllar<br />

geçmesine rağmen yemeden, içmeden<br />

yaşamasını, Doktorlar havadaki oksijenle<br />

beslendiğine dair hemfikirlermiş.<br />

Dolaştığı yerlerde fazla konuşmasa da<br />

Dersim soykırımını insanlara hatırlatırmış.<br />

Yemez İçmez Hasan Baba, mağarada<br />

fare gibi zehirlenip, ölmeyişiyle ilgili<br />

Babama bakın neler anlatmış; “Dersim<br />

katliamının son günleriydi. Köyümüze<br />

asker girdiği için bizler dağa çekilmiştik.<br />

Askerler dağda bizleri kovalıyordu.<br />

Yanımdaki arkadaşların kimi<br />

pusuda yakalandı, kimi öldürüldü. Tek<br />

başına kalmıştım. Kaçıyordum, askerler<br />

arkamdan takip ediyorlardı. Önüme<br />

çıkan kayalara tırmandım, arkamda<br />

askerler. Kayaların arasında, girişi dar<br />

bir mağaraya girdim. Mağaranın derinliklerine<br />

doğru karanlıkta ilerledim,<br />

arkamdan gelen askerler, mağaranın<br />

içerisinde belli bir yere kadar beni takip<br />

ettiler. Sonra takipten vazgeçtiler.<br />

yeni çıktı<br />

Siparişleriniz için:<br />

Adnan Cangüder<br />

adres: Lehrer-Wirth str.16<br />

81829-München<br />

Deutschland / Almanya<br />

tel: +49 (0) 162 419 69 62<br />

e-mail: asil62@hotmail.de<br />

ISBN 978-6<strong>05</strong>-4684-49-6<br />

Teslim olmam için bağırarak seslendiler,<br />

hiç cevap vermedim. Mağaranın<br />

içine rastgele ateş ettiler, yine cevap<br />

vermedim. Mağaranın girişinde ateş<br />

yakıp, dumanının mağaraya girmesini<br />

sağladılar, Mağaranın daha derinliklerine<br />

gittim. Daha sonrada mağaranın<br />

girişinden içeri kurşun ve bomba<br />

sesleri kulaklarımı sağır etmişti. Mağaranın<br />

daha derinliklerine karanlıkta<br />

sürünerek gidiyordum. İçerde pis kokulu<br />

dumandan midem bulanıyor, boğuluyordum.<br />

Sürünerek ilerliyordum,<br />

ilerde mağaranın tavanında küçük bir<br />

ışık gözüküyordu, o yöne doğru süründüm.<br />

Midemin bulantısından kusuyordum,<br />

yinede ışığa doğru sürünüyordum.<br />

Yorulmuşum, orda bayılmışım.<br />

Bilemiyorum uyandığımda kaç gün,<br />

kaç saat geçtiğini. Mağaradan çıkmak<br />

için girişe geldiğimde, giriş kocaman<br />

bir kayayla kapatılmıştı. Tüm uğraşıma<br />

rağmen kayayı yerinden oynatamadım.<br />

Tekrar mağarada hava deliğinin<br />

olduğu yerde daha çok yaşamaya çalıştım.<br />

Gündüz ve geceyi hava deliğindeki<br />

ışıktan anlıyordum. Bir gün sabah<br />

koyun ve keçilerin boynuna takılan<br />

zil sesleriyle uyandım; ‘-İmdat, imdat,<br />

beni kurtarın, beni kurtarın.’ diye bağırdım.<br />

Çobanlar duydular, mağaranın<br />

girişini açarak, mağaradan çıkardılar.<br />

Çobanların söylediklerine göre mağarada<br />

kalışım en az üç ay olmuş. Bu süre<br />

içerisinde ne yemiştim nede içmiştim.<br />

Çobanlar, hemen su, süt ve ekmek yemem<br />

için verdiler. Az ekmek, biraz su<br />

ve süt içtim. Midem bulandı, kustum.<br />

Daha sonrada ne yiyebildim nede içebildim,<br />

bugüne kadar.”<br />

10.<strong>05</strong>.<strong>2014</strong>


kızılbaş - sayfa 37 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası<br />

Munzur CÖMERT<br />

Sey Qaji, <strong>38</strong> öncesi Dersim’de yaşamış,<br />

küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine<br />

bütün kesimlerce çok sevilen<br />

ve sayılan bir halk aşığıdır. Ünü kendi<br />

köyünün dışına taşmış, namı o daha<br />

hayattayken efsaneleşmiştir. Verdiği<br />

bütün ürünler kendi anadiliyledir. Bir<br />

başka deyişle; Sey Qaji, Zazaca dilinin<br />

Dersimce şivesi şairidir. Hatırlatmak<br />

maksadıyla söylemeliyim ki, o, bugünki<br />

anlamda modern medya olanaklarından<br />

mahrumdur. Eserleri, sözlü<br />

gelenekle nesilden nesile, dilden dile<br />

ve telden tele taşınarak 21. yüzyıla gelmeyi<br />

başarmış bir ustadır.<br />

Ürünlerine gelirsek.. Sey Qaji’nin<br />

ürünleri geniş bir yelpazeyi kapsayan<br />

bir çeşitlilik sergilemekte. Her<br />

şeyden önce o, halkın dertlerine tercüman<br />

olmuş bir halk aşığıdır. Yavuz<br />

Selim’den bu yana, tam beş yüz yıl<br />

dertten yana Dersim’de çok sıkıntı<br />

çekildi. Osmanlı’da seferler yapıldı..<br />

Cumhuriyet’te hareketler düzenlendi..<br />

Kısmen Rus işgali yaşandı.. Ermeni<br />

katliamını ve tehcirini gördü.. Aşiret<br />

kavgaları ve doğal felaketler oldu zaman<br />

zaman.. Bir de <strong>38</strong> Dersim Katliamı..<br />

Halk kültüründe ağıtlar, yaşanan<br />

bu ve benzeri acıları dile getiren<br />

yaratmalardır. Sey Qaji’nin ağıtları,<br />

Dersim’in bu acılarınından doğan ihtiyacını<br />

gidermeye yöneliktir. Ama o<br />

yalnız ağıt söylemedi elbette.. Aşk şarkıları,<br />

maniler, iş şarkıları ve deyişler<br />

söyledi. Bunlardan kimisi bize kadar<br />

ulaştıysa da, maalesef çoğu yitip gitti..<br />

Birçok sebebi var bunun. Sanırım başlıca<br />

sebebi yazılıp kayıt altına alınmamalarıdır.<br />

Kızılbaş kimliğinden ötürü<br />

beş yüz yıldır olağanüstü şartların hüküm<br />

sürdüğü bir bölgedir Dersim. Resmi<br />

İslam, temel referans kaynakları<br />

olan Kuran ve hadisleri öğretmek maksadıyla<br />

medreselerde okuma yazma<br />

öğretmiş; bu, yer yer kimi sözlü halk<br />

kültürü ürünlerinin yazılı olarak kayıt<br />

altına alınmasına da vesile olmuştur.<br />

İnançsal olarak medreselerin geçerliliğinden<br />

Dersim’de söz edilemez.. Kızıl<br />

Deli Seyit Ali Sultan’ın bir beyitinde<br />

söylediği „Biz bir ayet okuruz hiç<br />

Kuran’a benzemez / Bu bizim imanımız<br />

bir imana benzemez“ esasından<br />

hareket eden babalar, Kuran’ı Samiti,<br />

yani yazılı Kuran’ı „Osman’ın Kitabı“<br />

olarak gördüklerinden onu asla öğrenme<br />

gereği duymamış ve dolayısıyla da<br />

inançlarıyla bağdaşmadığından, haklı<br />

olarak bir tek medrese dahi Dersim’de<br />

açılmamıştır. Dersimliler, kuşatılmış<br />

bir coğrafyada olağanüstü şartlarda<br />

hayatlarını zar zor idame ettiklerinden,<br />

inançlarını ve kültürlerini kayıt<br />

altına alabilecek kurumlar yaratmada<br />

maalesef çağın gerisinde kaldılar. Bu<br />

ve benzeri sebepler okur yazar oranını<br />

negatif olarak etkilemiştir. Bundan,<br />

ne yazık ki Sey Qaji de dahil bir bütün<br />

olarak halk kültürü nasibini almıştır.<br />

Sey Qaji, Dersim alevi ocaklarından<br />

Sey Sabun Ocağı’na mensup bir erendir.<br />

Aleviliğin, pratikta şiir ve müzikle<br />

icra edilmesi Sey Qaji’yi etkiliyen<br />

önemli bir faktördür. Gelenek de var<br />

elbette.. Burada, hem bir usta-çırak<br />

ilişkisi temel alınarak nesilden nesile<br />

aktarılan tecrübeler var; hem de başkalarından<br />

etkilenme yoluyla bu işe<br />

gönül verme.. Bir diğer esas faktör<br />

de onun görme engelli olmasıdır. Bu<br />

durum, onun diğer duyu organlarını<br />

pozitif olarak daha da geliştirmiştir.<br />

Öyle ki, <strong>38</strong> öncesi Dersim’de gözleri<br />

olanlardan daha iyi, daha net bir biçimde<br />

mertlikleri namertlikleri, acıları<br />

sevinçleri, iyilikleri kötülükleri, sevdaları<br />

kavgaları gönül gözüyle, aklıyla<br />

görmüş, bunları sazına ve sözüne bütün<br />

hisleriyle taşımıştır.<br />

Yeri gelmişken söylüyorum.. Halk kültüründe<br />

halklara düşmanlık, kültürlere<br />

düşmanlık, dillere düşmanlık ve ırkçılk<br />

gibi halkları karşı karşıya getirebilecek<br />

düşüncelere yer verilmez. Hiç bir halkın<br />

kültüründe kötülük yoktur.. Ama<br />

sınıflar vardır, halk kültüründe de sınıfların<br />

varlığı gözardı edilemez.. Sınıflar,<br />

tarihsel olarak işbölümünden doğmuş<br />

ve onlardan da soyut sanat oluşmuştur.<br />

Bunlar, sanata kendi sınıfsal değerlerini<br />

her zaman yansıtırlar. Halk kültürüde<br />

de bu değerler görünür. Halk<br />

ozanlarının yarattığı ürünler mutlaka<br />

bir ihtiyaçtan kaynaklanır ve halkın bir<br />

gereksinmesini karşılamaya yöneliktir.<br />

Ozan, halkın düşünce, değer ve hislerini<br />

en etkileyici bir şekilde eserine yansıtmaya<br />

çalışır. Oturup ticari kaygılarla<br />

ürünler yapmaz. Onu harekete geçiren<br />

önce insan hayatıdır; doğa ve insanın<br />

doğayla ilişkisidir; toplum ve bir bütün<br />

olarak o toplumu oluşturan biraylerin<br />

birbirleriyle kurdukları ilişkilerdir.<br />

Yaratmalarında bunları en iyi biçimde<br />

dile getiren ozanı halk sahiplenir. Sey<br />

Qaji bunlardan biridir.<br />

Dersim, alevi tarihinde çok önemli bir<br />

rol oynar. Ayrıca alevi kurumsallığı<br />

açısındandan da Dersim kendine has<br />

bir özgünlük sergiler. Çok sayıda ocak<br />

olmasına rağmen, Hacı Bektaş’a bağlı<br />

olanlar birkaçı geçmez. Anadolu’da<br />

Hacı Bektaş Dergâhı’ndan sonra adeta<br />

bu dergâhın işlevini yüklenmiş ikinci<br />

merkez Dersim’dir. Onun rakibi değil,<br />

tarhi koşulların bir zorlaması ve şekillendirmesi<br />

olmalı.. Dersim ocaklarının<br />

serçeşmesi yine Dersim ocaklarıdır.<br />

Yani bir misalle bunu somuta indirgersem:<br />

Kureşan Ocağının ekseriyeti<br />

Baba Mansur Ocağına bağlıdır; Baba<br />

Mansur Ocağı ekseriyetle Sey Sabun<br />

Ocağına bağlı.. Burada her ocak neredeyse<br />

kendine has bir sürekle aleviliği<br />

icra etmekte ve sadece Dersim’e değil,<br />

Dersim’i çevreleyen illere de hizmet<br />

vermekteler.. Zazaca bilen ocaklar bu<br />

dili konuşan taliplere, Türkçe ve Kürtçe<br />

konuşan ocaklar da bu dilleri konuşanlara<br />

hizmette kusur etmemişlerdir.<br />

Sey Qaji de bir ocağın mensubudur. O<br />

da yoluna hizmet etmiştir. Talipleriyle<br />

buluşmak maksadıyla kar kış demeden<br />

dağlar dereler aşmış, köy köy, mezra<br />

mezra dolaşmıştır. Bu faliyet onun düşünce<br />

dünyasını beslemiş, daha da zenginleştirmiştir.<br />

Yolunu yolağını bilen,<br />

özüne sadık her alevi gibi, o da kendi<br />

köyünde yaşasa bile evrenselliği yakalamış<br />

bir dünya vatandaşıdır.<br />

Halk ozanları ürünlerinde esas olarak<br />

insanı anlatırlar. Sadece Sey Qaji değil<br />

Homeros da insanı anlatır; Dede<br />

Korkut, Aşık Veysel, Evdale Zeynıke<br />

de.. Dil onun biçimsel yanını teşkil<br />

eder. Bundan ötürüdür ki halk kültürü<br />

içerksel olarak evrenseldir. Sey<br />

Qaji’nin evrensel bir dünya vatandaşı<br />

olduğu tespiti, aynı zamanda simgesel<br />

olarak Dersimlinin kimliğini de oluşturan<br />

öğeleri içinde barındırır. Bu öğeleri<br />

kısaca bazı örneklerle besleyerek<br />

belirliyelim:


kızılbaş - sayfa <strong>38</strong> - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

• Dersimliler Hakkın insanda tecelli<br />

ettiğine inanırlar. Hızır, Hakkın insan<br />

donundaki tecellisidir. Birçok donda<br />

görünür. Tanıdık ya da tanımadık her<br />

insanın donunda onunla karşılaşabiliriz.<br />

Bu donlarla dara düşen insanın<br />

imdatına yetişir. Mesaj şudur: insanın<br />

kurtarıcısı yine insandır. Dersimli ondandır<br />

ki her zaman mazlumun ve dara<br />

düşenin yoldaşıdır. Tanrı dahi insanın<br />

donuna büründüğüne göre, demek ki<br />

insandan daha yüce bir değer yoktur.<br />

Dersimlinin biri, Hızır’la buluşacağı<br />

yere vardığında karşıdan birinin<br />

geldiğini görür. Gelen, yakın sunni<br />

köyünün sakallı imamı olmasın mı..<br />

Dersimli, yok artık, Hızır bir imamın<br />

donuna mı girecek, diye düşünür ve<br />

selamlaşarak geçer. Ama dayanamaz,<br />

dönüp arkasına bakar ki imamadan<br />

eser yok.. Eyvahlarla dövünür durur..<br />

Tespit: İnsan en yüce değerdir.. Dininden<br />

ve inancından ötürü kimse dışlanmamalı.<br />

Unutma ki Hak ademdedir.<br />

• Baba Derviş’e 1 yıllar önce; Dersimli<br />

bir ana’nın cem bağladığını duydum;<br />

sence bir kadın cem bağlıyabilir<br />

mi, diye sordum. Bana “Bak evlat!<br />

Hak ademdedir, ama kimde olduğunu<br />

bilemeyiz; bir kadında mı, erkekde<br />

mi, çocukta mı; kim bilir ki kimde..<br />

Dolayısıyla, insan kadına itiraz edemez”<br />

(“Ero oğul, Haq insani dero ama<br />

nêzana ke kami dero; ceniye dero,<br />

ciamerdi dero, domani dero; kam çı<br />

zano ke kami dero. Coku mordem<br />

nêşikino ke vaco ceniye nêbena”),<br />

dedi. Dersim’de nikâh ikrar kadar kutsaldır.<br />

Nikâhtan dönülmez, nikâh üstüne<br />

nikâh yapılamaz; bazı özel şartlar<br />

haricinde. Bu özel şartlarda da tarafları<br />

rızası ve pirin rızası mecburi koşulur.<br />

Tespit: Erkek kadından daha üstün bir<br />

varlık değil, onunla eşittir. Asla cinsiyet<br />

ayırımı yapılmamalı.. Ve tek eşli<br />

evlilik esastır.<br />

• Kızılbel’de<br />

2<br />

cem bağlayan baba, çocuklar<br />

çok gürültü yapınca bunları<br />

cemden kovar. Gel gör ki cem katılımcıları<br />

bir türlü coşa gelemezler, demi<br />

bulamazlar.. Kimseden Hak aşkına bir<br />

damla gözyaşı dahi akmaz.. Babanın<br />

yüreğine kıvılcım düşer.. Hatasını anlar..<br />

Çocukları tekrar ceme aldırınca<br />

coşku yakalanır. Tespit: Çocuk hakları<br />

da insan haklarıdır. Onlar da insani<br />

haklarından mahrum edilemezler.<br />

• Kırdım köyünde cem bağlanır. Cemde,<br />

Dersimlilerin “kuze” dediği bir<br />

sansarı kürkünü satmak için öldüren<br />

bir köylüye, kışın yalın ayak dereden su<br />

taşıtırlar ve bakraçla uzun süre cemde<br />

tek ayak üstünde bekleterek cezalandırırlar.<br />

Yine, mala davara çok zarar<br />

veren bir ayıyı öldürmek zorunda kalan<br />

aynı köyden bir şahıs, hastalanıp<br />

yatağa düşünce, eğer ayıyı vurmasaydı<br />

bu duruma düşmeyecekti diye söylenir<br />

durur.. Dersimliler yabanıl hayvanlara<br />

zaruri kalmadıkça zarar vermezler;<br />

“Herkes nasibini yer” (“Herkes nasivê<br />

xo weno”) sözü bu maksatla söylenir.<br />

Avcılık yapmazlar. Dersimliler bu<br />

görüşlerini dualarına da yansıtmaltadırlar.<br />

Örneğin; “Dilerim Hak/Hızır<br />

bir kuşun kanını dahi dökmekten bizi<br />

sakınır!” gibi (“Sala Heq/Xızır goniya<br />

çüçüke çêverê ma mekero!”). Tespit:<br />

İnsan hakları derken hayvan hakları da<br />

unutulmamalı. İnsan, hayvanlar gibi bu<br />

tabiattın bir parçasıdır. Hayvanların olmadığı<br />

yerde hayat da yoktur. İnsan,<br />

doğayı ve onun bir parçası olan hayvanları<br />

canının istediği gibi kullanmamalı.<br />

• Dersimliler “wayır” diye tanımladıkları<br />

doğaüstü kimi güçleri simgeleyen<br />

bir inancı benimserler. Türkçede,<br />

bu Zazaca sözcüğün kelime olarak<br />

karşılığı “sahip”tir. Dersim’de kimi<br />

dağların, göl ve göletlerin, ırmak ve<br />

derelerin, pınar ve çeşmelerin, ağaç<br />

ve ormanların, kayaların taşların, boğazların<br />

geçitlerin... sahipleri var. Dersimliler<br />

yaşadıkları coğrafyayı adeta<br />

bir büyük ziyaret gibi kutsarlar. Dağlarına,<br />

göl ve göletlerine, derelerine,<br />

ağaç ve ormanlarına kutsiyet atfederler.<br />

Göllere girilmez, balıkları yenmez,<br />

suları kirletilmez, ağaçlar kesilmez,<br />

hayvanlarına dokunulmaz.. Bunların<br />

hepsi “sahipler”in koruması altındadır.<br />

Tespit: İnsanın olduğu kadar dağların,<br />

göllerin,ırmakların ve ağaçlarında yaşama<br />

hakkı var. Bu hakkı ihlal eden<br />

karşısında “wayır”ları yani “sahipler”i<br />

bulur.<br />

• Tercan’ın köylerinden birinde cem<br />

bağlanır. Lakabı “Ağa” olan köyün<br />

zengini ceme geç gelince, yer kalmadığından<br />

boş olan kapının arkasıa oturtulur.<br />

Bu durum Ağa’nın çok zoruna<br />

gider ve hoşnutsuzluğunu hareketleriyle<br />

belli eder. Baba, Ağa’yı dara çıkarır,<br />

hem cezalandırılır hem de o yerde<br />

sonuna kadar oturtulur. Tespit: Özünü<br />

benlikten arınmalısın.. Ayaklara turab<br />

olmalısın.. İnsanları horlamamalısın..<br />

• Dersim farklı dillerin konuşulduğu<br />

bir bölge. Zazaca konuşanların yanında<br />

Türkçe ve Kürtçe konuşanlar da var.<br />

Şimdi olmasa da bir zamanlar Ermenice<br />

dahi kouşulurdu. Kimse kimseye bir<br />

dayatmada bulunmaz, karşılıklı hoşgörü<br />

temelinde birlikte barış içinde yaşanırdı.<br />

Dilleri ayrı olsa da gönülleri birdi.<br />

Herkes birbirini olduğu gibi kabul<br />

eder, karşılıklı saygıda kusur etmezlerdi.<br />

Ne Kürtçe konuşan Dersimliler<br />

Zazacayı Kürtçenin bir şivesi olarak<br />

görürlerdi; ne de Zazacayı konuşanlar<br />

Kürtçeyi. Dersim alevi değerleriyle<br />

oluşturulan bir Dersimli kimliği benimsenmiş,<br />

dile ve etnik kökene bakmadan<br />

eşitlik ve özgürlük temelinde<br />

bir birlik kurulmuştur. Tespit: Yetmiş<br />

iki millete bir nazarla bakacaksın ve<br />

inancına, diline bakmadan önce insana<br />

değer vereceksin.. Unutma ki ırkçılk<br />

ve nasyonalizm halkların barış içinde<br />

birlikte yaşamasını dinamitler. Irkçılık<br />

ırkçılığı, şiddet şiddeti doğurur.<br />

• Baba Derviş’in bir sözü daha var:<br />

“Dersim’de eskiden derlerdi ki; eğer<br />

verdiysen alırsın; eğer aldıysan verirsin;<br />

eğer inanmazsan bir gün kendi<br />

gözlerinle görürsün”(“Dersimde verende<br />

vatenê ke; eke do, cêna; eke gureto,<br />

dana; eke inam nêkena rocê evê<br />

xo çımi vênena”). Alevilikte ahirete<br />

iman yoktur. Dolayısıyla da Dersim’de<br />

cennet ile cehenneme inanılmaz. Onun<br />

içindir ki cemlerde Mansur darına<br />

kalkar, sorgu sualden geçerler. Bu hayatlarında<br />

büyük hatalar yapanlar, bir<br />

sonra ki hayatlarında ruhları bir hayvanın<br />

donunda doğar. Tespit: İnsan, bu<br />

dünyada yaptığının hesabını yine bu<br />

dünyada verecektir..<br />

İnsanı yücelterek tanrılaştıran ve inancının<br />

merkezine koyan; çağdaş anlamda<br />

olmasa da cinsiyet ayırımına<br />

karşı çıkarak kadın haklarında eşitliği<br />

benimseyen ve asırlardır bu hususta<br />

kendilerine yönelik yapılan iftiralara<br />

boyun eğmeyerek kadının Alevilikteki<br />

yerini savunan ve buradan geriye adım<br />

atmamak için direnen; çocuk ve hayvan<br />

haklarını gözetleyen; doğayı koruyan;<br />

farklı dillerdeki insanların barış<br />

içinde birlikte yaşamasını sağlayarak<br />

ırkçılığı reddeden; diğer inançlarla<br />

karşılıklı saygı temelinde ve hepsine<br />

bir nazarla bakarak var olmayı Dersililer<br />

kendilerine temel edinmişlerdir.<br />

Kâmil insandan kâmil topluma doğru<br />

gidilen bir yoldur bu. Kısaca özetleme-


kızılbaş - sayfa 39 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ğe çalıştığım bu esaslar Dersim alevi<br />

değerlerinin yalnızca başlıcalarıdır.<br />

Bunlar, günümüzde hem İnsan Hakları<br />

Evrensel Beyannamesi’yle rahatlıkla<br />

mukayese edilebilir değerlerdir, hem<br />

de 19.yüzyılın en büyük aydınlamacısı<br />

ve bugün hâlâ adından sözettiren<br />

Marx’ın dünya görüşüyle. Zira Marx<br />

sosyalimi, bugünki insandan daha iyi<br />

bir insan yaratmak; komünizmi de hümanizm<br />

ve naturalizm olarak tanımlamaktadır.<br />

Kapitalizmin hem analizini,<br />

hem de negatif bir eleştirisini yapan<br />

Marx, krize dair ileri sürdüğü isabetli<br />

öngörüleriyle çok gündeme geldi. Görüldüğü<br />

gibi, Marx da düşüncelerinin<br />

merkezine insanı ve insanın bir parçası<br />

olduğu doğayı koymakta. Alevilikte de<br />

insan doğduğu günden itibaren insanlaşmaya<br />

başlar ta mezara gidinceye kadar.<br />

Hep daha iyi bir insan olmaya çalışır.<br />

Kâmil insan olma mücadelesidir<br />

bu insanlaşma. Peki yukarıda kısaca<br />

ifade etmeyi denediğim Dersim değerleri<br />

hümanizm ve naturalizm değil de<br />

nedir Ve burada aktardığım alevi değerlerinin<br />

canlı olarak hüküm sürdüğü<br />

bir zaman ve makânda yaşıyan Sey<br />

Qaji nasıl evrensel olmasın ki O, bu<br />

değerlerle hem beslendi ve hem de şavkı<br />

günümüze vuran bir taşıyıcısıydı.<br />

Dersimliler, Sey Qaji’nin büyük bir<br />

halk aşığı olduğunu söylemekteler..<br />

Ama ne yazık ki onun ürünleri henüz<br />

bir araya derlenmedi, yazı ve notaya<br />

kaydedilmedi. Sey Qaji’nin sanatsal<br />

faliyetini kapsayan bütün ürünlerini,<br />

kendisine dair aktarılan rivayetleri,<br />

hayatı ve hayatını birlikte paylaştığı<br />

insanlarla olan ilşkilerini ve derli toplu<br />

bir biyografisini de çıkarmak gerekir..<br />

Bu çok kolay olmayacak.. Biliyorum..<br />

Çünkü nereden bakarsak bakalım Sey<br />

Qaji’nin ardından tam yetmiş beş yıl<br />

geçti. Nihayet bir gün Dr. Daimi Cengiz<br />

Sey Qaji için alarm verdi.. Sey Qaji<br />

sevenleri olarak bizlerden, bu kollektif<br />

çalışmaya katkı sunmamız gerektiği<br />

çağrısında bulunuyordu. Gecikmesine<br />

gecikmiştik ama belki de bu atakla Sey<br />

Qaji’den arta kalan birşeylere ulaşırız,<br />

ya da onun sağda solda dağınık olarak<br />

duran ürünlerini bir araya toparlarız<br />

diye düşündüm. Ayrıca, Dr. Daimi<br />

Cengiz’in bu işe elatması beni daha<br />

da sevindirdi. Sey Qaji’nin hak ettiği<br />

bir çalışmanın (bir kitap çerçevesinde<br />

yapılan en kapsamlı çalışma olacak)<br />

ortaya çıkacağına şimdiden bütün kalbimle<br />

inanıyorum.<br />

Benim bu hususta yapabileceğim katkı<br />

bir söyleşiden ibaret.. Hem Sayder,<br />

3 hem de Sey Qaji’yi kapsayan bir<br />

söyleşi. Pülümür’ün Kırdım köyünden<br />

iki yaşlı akrabamla 1991 yılında<br />

Almanya’da görüştüm. Bana Sayder’in<br />

ikici eşi Ana Derge’nin, Sayder’in hayatından<br />

kesitler de içeren anılarını<br />

aktardılar.<br />

Söyleşiye geçmeden öncelikle şunu<br />

söylemek istiyorum.. Daha önce de<br />

kimi kitap ya da dergilerde, bunların<br />

dünya görüşleri bize çok ters gelse de,<br />

Sey Qaji’nin adı elbette anıldı, ürünlerinden<br />

örnekler sunuldu.. Bizden önce<br />

de bu cevheri görenler vardı. Örneğin:<br />

„Sevdin“ adlı ağıtın Sey Qaji’nin<br />

olduğu birçok kaynak tarafından<br />

doğrulanmaktadır. Dr. Nuri Dersimi<br />

„K.T.Dersim“ adlı kitabında bu ağıta<br />

yer vermektedir. Gerçi o, Sey Qaji’nin<br />

adını anmıyor.. Yanlışlıkla sözkonusu<br />

ağıtın „Dursun“ tarafından söylendiğini<br />

ileri sürüyor. Ama bu durumu<br />

değiştirmez.. Biz, Sey Qaji olduğunu<br />

biliyoruz.. Bu durumda Dr. Nuri Dersimi,<br />

Sey Qaji’nin adını anmadan onun<br />

ürünlerinden birini yarım da olsa ilk<br />

defa yazıya geçen kişidir.<br />

Acaba Dr. Nuri Dersimi’nin elinde Sey<br />

Qaji’ye dair daha fazla bilgi olabilir<br />

miydi Bu soruya, ardında bıraktığı<br />

anılarını kapsayan notlarından yola çıkarak<br />

hayır demek mümkün. Ayrıca bu<br />

notlarla birlikte bir husus daha gün ışığına<br />

çıktı. O da şu: Yetmişlerin sonundan<br />

itibaren Avrupa’da göçmen olarak<br />

yaşıyan, Kürt aydınları ve hareketiyle<br />

sıcak ilişkileri olan kimi Dersimliler,<br />

Dr. Nuri Dersimi’nin bu kitapta Dersim<br />

Aleviliğine daha geniş yer verdiği<br />

duyumunu almışlardı. Fakat kitap basıma<br />

hazırlanınca onu gözden geçiren<br />

Kürt hareketinin o dönemde Suriye<br />

ve Lübnan’da yaşayan öncüleri kaygılanırlar.<br />

O günkü şartlardan hareketle<br />

aleviliğe çok fazla yer verildiği, bunun<br />

Kürt halkının birliğini zedeleyebileceği<br />

tenkidinde bulunurlar.. Dr. Nuri<br />

Dersimi yapılan ikazları dikkate alarak<br />

bu bölümü kitabından çıkarır. Hakka<br />

göçtükten yıllar sonra, Doktor’un,<br />

büyük bir bölümü anılardan oluşan<br />

notları „Hatıratım“ adı altında basıldı.<br />

Bu kitabı çıkınca sözkonusu duyum biraz<br />

daha netlik kazandı. Zira bu kitapta<br />

„Dersim Seyitleri Bahsi“ olarak geçen<br />

Dersim Alevi Ocaklarına ayrılan bölümün,<br />

özünde hatıratla hiç bir alakası<br />

yoktu. Muhtemelen bu, birinci kitabında,<br />

yukarıda sözünü ettiğim kimi kaygılardan<br />

ötürü sansürden geçmiyen bölümdü.<br />

Gerçeği tam bilmiyoruz.. Ama<br />

buna rağmen öyle sanıyorum ki, Dr.<br />

Nuri Dersimi’nin elinde Sey Qaji’yle<br />

ilgili daha fazla bilgi olmuş olsaydı,<br />

ardında bıkatığı bu belgelerin içinden<br />

çıkması gerekirdi.<br />

Dr. Nuri Dersimi’den sonra, Sey<br />

Qaji’nin adını zikrederk ve onun ürünlerinden<br />

de örnekler veren ikici esas<br />

kaynak Sait Kırmızıtoprak’tır. Onu<br />

yıllar sonra Zilfi Selcan takibeder.<br />

Seksenden sonra da birçok dergi, gazete<br />

ve kitapda onun hayatı ve ürünleri<br />

gündeme geldi.<br />

* * *<br />

HARSE YENGE VE MUSTAFA<br />

4<br />

AMCAYLA SÖYLEŞİ<br />

Ana Derge Sayder’in ikinci eşidir.<br />

Birinci eşinden çocukları olmayan<br />

Sayder bu hanımla evlenir. Bu eşinden<br />

de henüz evlat sahibi olmamışken<br />

Sevdin’de vurulur. Sayder öldürülünce<br />

Ana Derge sonra da Dewrês Xıdır’a<br />

(Derviş Hıdır) varır. Onun vefatının<br />

ardından da Alê Kuki’yi (Pelte Ali)<br />

alır. Ana Derge bir hayli uzun bir ömür<br />

sürer. 1967’de Hakka yürür..<br />

5<br />

Ana Derge’nin esas adı Hacer’dir. Uzun<br />

boyluymuş, tahmini iki metreye yakın..<br />

Bir hayli de güçlü kuvvetli.. Erkeklerden<br />

daha cesur, daha yiğit bir kadınmş..<br />

Bir keresinde, Dersim Katliamı’nda<br />

karşılaştığı iki askerden her birini bir<br />

eliyle yakalar.. Ve bunların kafalarını<br />

birbirine çarparak yere atar.<br />

Ana Derge, Kırdım’da 6 uzun yıllar<br />

Harse Yenge’ye komşuluk yapar. Evleri<br />

yanyana olduğundan gece gündüz<br />

görüşürlermiş.. Bu arada o, zaman zaman<br />

da Sayder’den bahsedermiş.. Harse<br />

Yenge diyor Ana Derge derdi ki:<br />

„Sayder beni almaya geldiğinde ben<br />

daha ufak tefek bir şeydim, çok küçüktüm..<br />

Sayder’i sorarsan, o öyleydi ki..<br />

kaya gibi bir erkekti.. Boyu benim boyum<br />

kadar değildi ama güçlü kuvvetliydi..<br />

Burnuna yakıştırdığı uzun bir<br />

bıyığı vardı.. Sonra bıyığı, saçı, kaşı ve<br />

kirpikleri simsiyahtı.. böyle parlıyorlardı..<br />

Çok yakışıklı bir erkekti..<br />

Sayder’in birinci eşinden çocukları


kızılbaş - sayfa 40 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

yoktu.. Onun adı da Hacer’di, benimki<br />

de.. O beni çocukları olmadığından<br />

gelip almıştı.. Böylelikle biz iki Hacer<br />

birbirimizin kuması oluverdik!.. Ben<br />

daha çocuğum, dünyadan haberim<br />

yok.. Hem Sayder’den utanıyorum,<br />

hem de ilk eşinden.. Onun ilk eşi çok<br />

güzel bir kadındı.. Arkasında uzun<br />

saçları vardı.. O, yere oturduğunda saçının<br />

örükleri aşağı sarkar yerde toplanırdı..<br />

Akşam olduğunda ilk eşi getirir iki<br />

yatak sererdi.. Biri kendisine, diğeri<br />

de benimle Sayder’e.. Ben ondan da<br />

Sayder’den de utandığımdan gidip yatağa<br />

girmezdim.. O bana derdi ki:<br />

„Hacer, kalk git kocanın yatağına gir..<br />

Yat artık, sen burda ne oturuyorsun!..“<br />

Ben ondan utanırdım, onun yanında<br />

kalkıp Sayder’in yatağına girmezdim..<br />

Öyle oturup onu beklerdim.. Taa ki o<br />

kendi yatağına girip uykuya dalıncaya<br />

kadar.. Sonra ben sessizcene kalkar<br />

onun yatağına varırdım.. Usulcacık<br />

sırtından yorganını kaldırır yatağına<br />

girerdim..<br />

Gecenin bilmem kaçında Sayder çıkar<br />

gelir, elinde çırayla başımızın üstünde<br />

dururdu.. Şakayla ilk eşine derdi ki:<br />

„De bakim Hacer, ben bunu kendime<br />

mi aldım, yoksa sana mı aldım“ O<br />

derdi ki:<br />

„Sayder, bunu kendine aldığını ben de<br />

biliyorum.. Sen bana ne söylüyosun<br />

ki.. Bak ben orda yatağı serdim.. Kendisine<br />

„Kız git yatağına gir“ dedim..<br />

Ben uykudaydım, nerden bileyim ki o<br />

gelip benim yanıma girmiş..<br />

Sayder beni çekip kendi yatağına götürürdü..<br />

Üç sene halim böyleydi.. Üç<br />

seneden sonra alıştım artık.. Yavaş yavaş<br />

uyum sağladım.. Zamanla o savaşa<br />

gitti ve Ruslar tarafından vuruldu..“<br />

Harse Yenge diyor ki:<br />

„Ana Derge’in kendisi bu Sayder ağıtını<br />

söylerdi.. Ben kendisinden hepsini<br />

kapmıştım.. Şimdi aklımda fazla birşey<br />

kalmadı.. Ancak birkaç dizeyi hatırlayabiliyorum..<br />

Şahım Sevdin’dir bura<br />

Aslanım Sevdin bura<br />

Sayder’im tan attı gün doğuyor<br />

Bir yandan da vuruşuluyor tüfeklerle<br />

Ama Sayder’imin tüfeğinden ses<br />

çıkmıyor<br />

Zar zor duyuluyor Sayder’imin sesi<br />

(...)<br />

Sayder’e diyorlar bize vasiyetini et<br />

Diyor ki sizlere ne vasiyet edeyim ki<br />

Cenazemi götürüp Germıke’de<br />

Kayınlarımın yanında defnedin<br />

Sayder’im artık gün doğuyor<br />

Ama Sayder’imin tüfeğinden ses<br />

çıkmıyor<br />

(...)<br />

Sayder’imi getirdiler yanası<br />

Herdif’te söğüt gölgesine<br />

Kurban olayım sana Sayder’im<br />

Merdi meydanım benim<br />

Biz düşmanın ortasındayız diyorlar<br />

Ağırdan ağırdan kendine inle sen<br />

(...)<br />

Sayder’im artık gün doğuyor<br />

Ellerin kervenını yola çıkarmış ama<br />

Sayder’im kendisi kervandan kopmuş<br />

Yenge diyor ki:<br />

„Bu daha çok uzun, ama benim aklımda<br />

kalmadı.. Sayder’in kayınbiraderleri<br />

Ana Derge’nin kardeşleridir.. Ondan,<br />

Ana Derge ah vah çeke çeke bunu<br />

söylerdi..<br />

(...)<br />

Mustafa Amca söze giriyor:<br />

„Bu Sevdin ağıtını Sey Qaji söylemiş..<br />

Sey Qaji gece gündüz durmadan söylerdi..<br />

O, kendi rüyasını görmiştü.. Rüyada,<br />

bir ölçek darıyı onun boğazına<br />

akıtırlar.. Gece gündüz söylemesine<br />

rağmen bitiremezdi.. Sayder’in bu ağıtını<br />

Sey Qaji söylemiş.. Sey Qaji.. Dersim<br />

katliamı başladığında henüz hayattaydı..<br />

Abdullah Paşa Dersim’in üstüne<br />

asker çektiğinde o hâlâ yaşıyordu.. İşte<br />

o, Dersim –katliamı- üstüne de biraz<br />

söyledi.. Daha hayattaydı.. Yani anlayacağın,<br />

Sey Qaji’nin ki öyle basit bir<br />

söyleme değildi.. Kör biriydi..“<br />

Harse Yenge:<br />

„O, kadınlar üstüne söylerdi.. Derler<br />

ki, o kadınlar üstüne söyledi mi insan<br />

gülmekten kırılırdı..<br />

Bak şu güzele<br />

Zinciri bezeyip saçlarına takıştımış<br />

Yüklemiş evini eşyasını<br />

Boğaz’ın ortasına varmış<br />

Oturuyor şimdi sacın önünde<br />

Ahali kurt ağılı bastı<br />

Aldı gitti gri keçiyi<br />

Aman ha kurt aman<br />

Düştüm ben ölmüşlerinin bahtına<br />

Sen o gri keçiyi şimdi bırakma<br />

(...)<br />

Bir de ayran yaymak için de söylerdi..<br />

Ayranım ayran oluver artık, diye..<br />

İnsan söylemesine doyamazdı..<br />

* * *<br />

Bu söyleşiyle ilgili bir değerlendirme<br />

yapmaya çalışırsak şu çıkarımları sıralayabiliriz:<br />

• Sayder ağıtı Sey Qaji’ye malediliyor.<br />

• Ayran yayarken söylenen iş şarkısını<br />

-Dowo dowo bıbe- keza Sey Qaji söylüyor.<br />

• Sey Qaji, Dersim Katliamı başlarken<br />

henüz hayatdaydı. Bu söyleşiden çıkardığımız<br />

bir neticedir bu. Tartışmalı bir<br />

husustur.. Ama elinizdeki bu çalışmayla<br />

bu ve benzeri sorunlar muhakkak<br />

netlik kazanacaktır..<br />

• Dersim Katliamı’yla ilgili de ağıtlar<br />

yaptı.<br />

• Sey Qaji maniler de söyledi. Anladığım<br />

kadarıyla satırik, yani hiciv içeren<br />

maniler de okumuş. Aslında bu tür<br />

mailerin bir ustası da Pülümür, Tercan<br />

ve Kiği yöresinde çok tanınan Memo<br />

Bom’dur. Bir hazır cevap, bir söz ustası.<br />

Zazaca dilindeki satırik manilerin<br />

piri. 1968 Pülümür depreminin olduğu<br />

gece eceliyle tabii olarak hayattan koptu.<br />

Ama deprem neticesinde öldüğü sanılarak<br />

adı radyodan duyruldu.<br />

• Sey Qaji, şairlik ilhamını Haktan alır.<br />

Bu inanç bir rüyayla beslenir. Böylecene<br />

onun hazinesi ne eksilir, ne tükenir.<br />

Gece gündüz söyler durur. Kimi Türk<br />

halk şairlerinin rüyalarında, aksakallı<br />

bir dervişten bade içtikten sonra ilham<br />

alıp aşıklık geleneğine başlamalarını<br />

andıran bir rüyadır Sey Qaji’nin gördüğü.<br />

Tıpkı Pir Sultan Abdal’ın gördüğü<br />

rüya gibi. Burada ilginç olan “darı”<br />

motifinin kullanılmasıdır. Sanırım Sey<br />

Qaji bununla güzel öten kuşlara benzetilmek<br />

isteniyordur.<br />

• Sayder iki kere evlenmesine rağmen<br />

çocuğu olmadan öldürülüyor.<br />

• Her iki eşinin adı da Hacer’dir.<br />

• Sayder, ikinci eşi tarafından boylu<br />

poslu, güçlü kuvvetli, simsiyah uzun<br />

bıyıkları, simsiyah kaşları, kirpikleri<br />

ve saçları olan çok yakışıklı bir yiğit<br />

olarak betimleniyor.<br />

* * *<br />

Söyleşinin Zazaca orjinali:


kızılbaş - sayfa 41 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

NAÇIKA HARSE BE APÊ<br />

MISTEFAYDE QESEYKERDENE<br />

Na ç ı k a Ha r s e b e Ap ê Mı s t e fa y r a<br />

Foto:M. Cömert<br />

Ana Derge ceniya Sayderiya pêyena.<br />

Sayder, ceniya verene ra ke domani<br />

nêbenê, yeno Ana Derge xorê beno.<br />

Aêra ki wena domanê xo nêbiyê<br />

Sevdin de amo kistene. Ana Derge,<br />

eke Sayder yeno kistene sona Dewrês<br />

Xıdıri cêna. O ke mıreno ki nafa Alê<br />

Kuki cêna. Emrê Ana Derge xêlê derg<br />

beno. 1967de şiya heqiya xo ser. Eke<br />

merda 80 serre ra vêrda.<br />

Namê Ana Derge Xecera. Bezna xo<br />

derg biya, qasê dı metri.. Dest u payi<br />

bena.. Vanê aê ciamerdi kuyenê.. A,<br />

ciamerdu ra daha hewle, ciamerdu<br />

ra daha pête biya.. Jü rayê, tertelê<br />

Dêrsımi de dı eskêri kuyê ra naê dest..<br />

Nine her jü eve desto jüra pêcêna,<br />

saranê nine kuyna jüviniro erzena uca.<br />

Ana Derge Qırdım de xêlê serru Naçıka<br />

Harserê ciraneni kena. Çê jüvini<br />

têlêwede beno. Sew u roc sonê jüvini<br />

yenê. Vake aê gegane qalê Sayderi<br />

ardenê ra. Naçıka Harse vana aê<br />

vatenê ke:<br />

„Sayder ke ame ez berdane ez wena<br />

hevıkê biyane, senıkê biyane.. Sayderi<br />

ke pers kena, o ciamerdo de jê zınari<br />

bi.. Bezna di hundê bezna mı derg<br />

nêbiye, ama o dest u pay bi. Zımela<br />

de derge verê pırnıkede biye.. Zımela<br />

xo, porê xo, buri u bızangê hêni şia<br />

bike, nia bereqiyenê.. Zaf ciamerdo de<br />

xosero bi..<br />

Yê Sayderi ceniya xuya verenera<br />

domani çine bi.. Namê daê ki Xecere<br />

biye.. Namê mı ki Xecere bi.. Domanê<br />

xo ke nêbi, i coku ame ez berdane..<br />

Ma dı Xeceri bime hewiyê jüvini!..<br />

Ez wena domanene, hayrê dina niyane..<br />

Hem Sayderi ra sermayinu, hem<br />

7<br />

ceniya verena ra sermayinu.. Na ceniya<br />

diya verene zaf rındeke biye.. Poro<br />

de derg pê daê de bi.. Eke hard de<br />

niştenê ro, na gılangê porê daê amenê<br />

hardi sero biyenê top..<br />

Sande ke biyenê, ceniya verene ardenê<br />

dı cıli fiştenê ra.. Cıla jüye xorê, a bine<br />

ki mı be Sayderirê.. Ez aêra ki, Sayderi<br />

ra ki sermayienê, nêşiyenê cıle<br />

nêkutenê.. Aê vatenê:<br />

„Xecê urze xorê so cıla mêrdê xo<br />

kuye.. Xorê rakuye, tı itka çı nisena<br />

ro!..“<br />

Ez cıra semaiyenê, lêwê daê de<br />

nêşiyenê cıla Sayderi nêkotenê.. Ez<br />

nistenê ro, aê sero vınetenê.. Kêyke a<br />

kote cıla xo, şiye hewn ra.. Ez gıranek<br />

vaştenê ra, şiyenê cıla daê ser..<br />

Bêveng orxane kerdenê berz, kotenê<br />

pê mianê daê..<br />

Sewe nêzo çı şiyenê, Sayder amenê..<br />

Çıla guretenê xo dest, ma sero<br />

vınetenê.. Eve yaraniye ceniya verenera<br />

vatenê:<br />

„Nê Xecê, mı na cenıke torê arda,<br />

yaki xorê arda“ Aê vatenê:<br />

„Sayder, ezı ki zanonu ke qa to na<br />

xorê arda.. De tı mı ra se vana.. Qaê<br />

mı uçka cıle kerda ra.. Mı cıra va<br />

„Çênê so cıla xo kuye..“ Ma ez çı zanenu<br />

ke a ama kota lêwê mı.. Ez xorê<br />

hewnde biyane..“<br />

Sayderi ez ontenê berdenê cıla xo..<br />

Hirê serri halê mı nia bi.. Hirê serri<br />

ra dıme mı xo daro cı.. Pede yemisê<br />

cı biyenê.. Badena o şi herb, Urızi na<br />

pıra kist..“<br />

Naçıka Harse vana:<br />

„Ana Derge be xo feki khılama Sayderi<br />

vatenê.. Mı pêro guret bi.. Nıka<br />

mı viride nêmenda.. Tek dı hirê çekü<br />

yenê ra mı viri..<br />

Sayê mı Sevdino<br />

Şerê mı Sevdino<br />

Sayderê mı roc vecino<br />

Hetê ra tufang erzino<br />

Vengê tufangê Sayderê mı endi<br />

nêvecino<br />

Vengê Sayderê mı xori xori yeno<br />

(...)<br />

Vanê Sayderê mı weşiyanê xo bıke<br />

Vano weşiyanê xuyê çınay bıkeri<br />

Meyitê mı berê Germıke de<br />

lêwê vıstewranê mı de wedarê<br />

Sayderê mı sodıro roc vecino<br />

Vengê tufangê Sayderê mı endi<br />

nêvecino<br />

(...)<br />

Sayderê mı ardo Herdifo vêsaê şiya<br />

viyale<br />

Ez qurvanê Sayderê xo bi<br />

Sevkanê serê salê<br />

Vano Sayderê mı ortê dısmeniyo<br />

Xorê gıran gıran bınale<br />

(...)<br />

Sayderê mı sodıro roc vecino<br />

Sayderê kewranê sarri fişto raê<br />

Kewranê Sayderê mı cıra vısıyo..“<br />

Naçıke vana:<br />

„Na zaf derga, qa mı viride nêmenda..<br />

Vıstewrê Sayderi bıraê Ana Dergeê..<br />

Na Ana Derge ax kerdenê, puf kerdenê<br />

naê vatenê.. „<br />

(...)<br />

Apo Mıstefa vano:<br />

„Khılama Sevdini Sey Qaji vata..<br />

Sey Qaji sew u roc vatenê.. İ hewnê<br />

xo dibi.. Hewn de, kodê korek kerd<br />

gula di.. İ pesewe peroc vatenê<br />

nêxelesnenê.. Na khılama Sayderi i<br />

vata.. Sey Qaji.. Na, hatanu tertelê<br />

Dêrsımi wena wes bi.. Abdıla Pasay ke<br />

eskêr êşt Dêrsımi ser o wena wes bi..<br />

İşte i tenê Dêrsımi sero vati.. Wena<br />

wes bi.. Qa ê Sey Qaji isê vatene nêbi..<br />

O kor bi..“<br />

(...)<br />

Naçıka Harse vana:<br />

„ İ nia ceniyu sero vatenê.. Vanê<br />

ni ceniyu sero vatenê mordem pê<br />

qırbiyenê..<br />

Rında mı zincire xemelna<br />

êşta ortê pori<br />

Çê xo bar kerdo<br />

Şiya ortê Boxazi<br />

Nişta ro verê saci<br />

Lawo vergi verda gore<br />

Berde bıza gewre<br />

Vergo ezo bextê astanê ma u piyê to


kızılbaş - sayfa 42 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Bıza gewre rameverde<br />

(...)<br />

Vanê i doy sero vatenê.. Dowo dowo<br />

bıbı.. İsan pıra merdenê..“<br />

Kaynak: SEY QAJİ, Dr. Daimi Cengiz,<br />

Horasan Yayınları, 2010<br />

..................<br />

1. Baba Derviş’in yaşı sekseni geçkin.<br />

Kendisi Erzincan’da yaşamakta.<br />

2. Kızılbel, Kırdım dahilinde Kureşanlıların<br />

kaldığı bir küçük köy.<br />

3. Sayder; Şah Haydar adının Zazaca<br />

telafuzdaki kısaltılmış formudur.<br />

Türkçede Muhammet’in Mehmet<br />

olması misali.<br />

4. Hem Harse Yenge (Emine Cömert)<br />

hem de Mustafa Amca (Mustafa<br />

Cömert) Hakka yürüdüler. Mezarları<br />

Bursa/Kestel belediye mezarlığında<br />

bulunmaktadır.<br />

5. Ana Derge’nin mezarı Konya/<br />

Ereğli, Zengen beldesi, İnönü mahlesi’ndedir.<br />

İkinci eşi Derviş Hıdır’dan<br />

olma oğlu Baba Düzgün yaşlı olmakla<br />

birlikte hâlâ hayatta.<br />

6. Kırdım, Pülümür’e bağlı bir köy.<br />

7. Bu okuduğunuz söyleşi bölümü<br />

1991’de Zazaca olarak kaleme alındı.<br />

Berhem dergisi arşivinde bulunmakata<br />

ama ilk kez burada yayımlanıyor.<br />

1992’de, Berhem yayınlaında çıkan<br />

Dersim Türküleri kitabının Sayder<br />

ağıtı dipnotunda kaynak olarak gösterildi.<br />

Malatya'da şehit edilen kardeşlerimizi<br />

anarken, bu karanlık operasyonu<br />

anlamaya da çalışalım:<br />

Kanlı Eller Operasyonu<br />

Malatya “Zirve Katliamı”<br />

• Yazar: Yakup Doğru<br />

• Ebat: 13,5 X 19,5<br />

• Kapak: Karton Kapak<br />

• İç Kağıt: 60 gr. kitap kağıdı, resimler<br />

bölümü 115 gr. kuşe, renkli baskı<br />

• Sayfa: 288<br />

• Fiyat: 10 TL<br />

• ISBN: 978-6<strong>05</strong>-64757-0-2<br />

Necati, Uğur ve Tilmann kimdi<br />

Malatya'da ne işleri vardı Ülkeyi<br />

bölmek amacıyla uğursuz bir entrikaya<br />

bulaşmış karanlık kişiler miydiler<br />

Yoksa Türkiye'yi seven ve halkına<br />

saygı duyan insanlar mıydılar Necati<br />

Aydın ve Uğur Yüksel Malatya'da<br />

Zirve Yayıncılık ofisini neden açmışlardı<br />

Tilmann Geske'nin Türkiye'nin<br />

kalbinde tercümanlık işi yapmasının<br />

ardında ne gibi insanlar ya da güçler<br />

vardı Gönül verdikleri Hristiyanlık<br />

inancı hakkında insanlarla neden konuşuyorlardı<br />

2006 yılında aylarca belli başlı şüpheliler<br />

onları izlediler... Ve planlar<br />

yaptılar. Onları susturmak arzusuyla<br />

"doğru zamanı" beklediler ve sonunda<br />

saldırıya geçtiler. 18 Nisan 2007'de<br />

sabahın erken saatlerinde bıçaklarla,<br />

iple ve plastik eldivenlerle donanmış<br />

beş genç Zirve Yayıncılık ofisine geldiler.<br />

Necati, Uğur ve Tilmann ile çay<br />

içen gençler ansızın harekete geçerek<br />

kurbanlarının ellerini ve ayaklarını<br />

bağladılar. Sonraki bir ya da iki saat<br />

boyunca, kurbanlarını defalarca bıçakladılar<br />

ve ardından boğazlarını<br />

kestiler.<br />

Necati’nin bir arkadaşı o sabah ziyaret<br />

amacıyla ofise geldi. Ofise geldiğinde<br />

bir şeylerin yolunda gitmediğinden<br />

şüphelenerek polisi aradı. Polis olay<br />

yerine geldiğinde Tilmann ve Necati<br />

ölmüştü bile. Sağlık görevlileri<br />

Uğur'un güçlükle nefes aldığını fark<br />

ettiler, ancak o da günün ilerleyen<br />

İsa Karataş<br />

saatlerinde arkadaşları gibi hayatını<br />

kaybetti. Katillerden biri kaçmak için<br />

üçüncü kattan kendisini boşluğa bıraktı,<br />

ama polis katillerin tümünü suç<br />

üstü yakaladı… Elleri kanlı bir halde.<br />

Olayın üzerinden yedi yıl geçtikten<br />

sonra bile mahkeme hâlâ bir karar<br />

vermiş değildi. Yeni çıkan bir yasa<br />

nedeniyle, katiller <strong>2014</strong>'ün Mart ayında<br />

hapishaneden tahliye edildiler.<br />

Tilmann'ın dul eşi bugün hâlâ İsa<br />

Mesih'in sözlerini içtenlikle tekrarlıyor,<br />

"Bağışladım."<br />

Elinizdeki kitap Necati, Uğur ve<br />

Tilmann'ın benzersiz bir resmini gözler<br />

önüne getirmektedir. Kanıtları<br />

dikkatli bir gözle inceleyerek son 200<br />

yıldır Türkiye'deki misyoner etkinliklere<br />

ışık tutmaktadır. Bu adamlar<br />

gerçekte ölmeyi mi yoksa yaşamayı<br />

mı hak ediyordu Malatya davasında<br />

adaletin yolu açık mı Gerçek ne<br />

© Yeni Anadolu Yayıncılık<br />

Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol<br />

San. Sit. No: 81/87<br />

Topkapı, İstanbul - Türkiye<br />

Tel: (0212) 567 89 92<br />

Fax: (0212) 567 89 93<br />

E-mail: yaybilgi@gmail.com<br />

www.yenianadolu.com


kızılbaş - sayfa 43 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN<br />

ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!<br />

Hêjayan,<br />

ez dixwazim her kes bizanibe ku, ez<br />

ne „akademîkkar“, siyasetmendar,<br />

birêvebirê tu rêxistin, saziyên ol, mal,<br />

komel û medyayeke civaka Êzdî me.<br />

Karê min, eva serê 39 salan berhevkirina<br />

zargotin (dîrok û kevneşopiyên<br />

ku di hiş û mejuyên endamên civaka<br />

Êzdî de mane), lêkolînkirin û nasandina<br />

ola Êzdîtiyê ye. Ji roja ku min<br />

dest bi vî karî kiriye, ez nerînên xwe,<br />

ji xeynî bizimanê Kurdî pê ve, wekî<br />

dinê bi tu zimanekî xerîb pêşkêşî<br />

raya giştî nakim û ez hêjî xwe weke<br />

nivîskarekî Kurd na hesibînim.<br />

Ez hercar li goriya tecrûbe, hişmendî,<br />

derfet û Êzdînasîna xwe dêjim, gava<br />

ku meriv li herikandina mîtolgî,<br />

dîrok û zargotina me „Kurdên resen“<br />

binêren, merivê hingê bivînen ku,<br />

zimanê Kurdî yê zikmakî û tîpên<br />

elfaba Kurdî ji ber dengê lorîk,<br />

stran, kilam, çîrok, destan û zargotina<br />

ilm(beyt, cîvanok, duha,<br />

lawij û qewlên) Êzdiyatiyê hatine<br />

afirandin. Lê mixabin, “zanîn û<br />

agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar,<br />

berpirsyarên mal, komel, ol, partî û<br />

rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka<br />

olên li Kurdistanê û bi taybetî jî li<br />

ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me<br />

Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî<br />

pir kêm û lewaz en(*1)”. Lewma ez<br />

timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî<br />

Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî<br />

binivisînin û bixwînin!(*2)“. Tiştê ku<br />

ji min hatiye, min heta niha ev mafê<br />

bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi<br />

dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên<br />

ku di gelek kovar, malper û rojnamên<br />

Kurdî de hatine weşandin de jî daye<br />

xwanêkirin...<br />

Spas ji Xwedê re û „ez xwe zahf<br />

bextewarim dibînim ku, min karîbû<br />

bi guhirandina demê ra, gelek<br />

veguhastinên paş û pêşxistina çanda<br />

Kurdî li Ewrûpa yê bivînim..(*3)“ Lê<br />

ji aliyekî ve jî, ez gelekî xemgînim<br />

ku, îro „akademîkkar“, birêvebirên<br />

ol, mal, komel û medyayên me hêjî<br />

nebûne hêzeke civakî û netewî. Piraniya<br />

wan hêjî nizanin ku; ”EZDA<br />

navekî Xwedê ye û EZDAHÎTÎ jî<br />

Kemal Tolan<br />

maka hemû mîtologiyên xwezayî<br />

û pirtûkên pîroz e!, ew jî navê<br />

Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya<br />

zanîn û zimanên xerîban şaş<br />

didine xwanêkirin..(*4)”, nikarin<br />

di pêwendî, çapemenî û medyayên<br />

ragehandinên xwe de, bi elfabeya<br />

Kurdî ya bi tîpên latînî bi nivisînin<br />

û bidine xwandin. Belê hima wisa,<br />

ez gelekî pê diêşim ku, zahfê me<br />

hêjî mîtolgî, dîrok û zargotina xwe<br />

baş nasnakin û fêhmnakin ku hîmên<br />

Êzdîtiyê, tenê bi perwerdeha nasname<br />

ya Kurdî dikare were pêşxistin û parastin.<br />

Gelek ji me hêjî bawer nakin û<br />

nizanin, gava ku zarokên me jî weke<br />

me(evên wexata ku ji welat derketin<br />

û temenê me ji heft salan zêdetir<br />

bûn )di salên zarokatiya xwe de bi<br />

lorîk, stran, kilam, çîrok, destan,<br />

beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên<br />

Êzdîtiyê mezin nebin, ewê nikaribin<br />

bi zimanekî xerîban tenê, van<br />

pirsgirêka nasname ya ol û netewiya<br />

xwe bi ramanên xwe çareser bikin.<br />

Lewma jî min gotiye û dêjim, „Gava<br />

ku kevneşopên bingeha olekê neyêne<br />

jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî<br />

nikarin sedûhedên wê olê biparêzin.<br />

(*5)” Asîmlebûna zarokên Kurdên<br />

ku, li herêmên Kurdistanê û Ewrupa<br />

yê dijîn, ne tenê gunehê dewleta dagirker<br />

û welatê ku em lê dijîn e.<br />

Bi dîtina min, eger ku<br />

„akademîkkar“, civaknas“sosyolog”,<br />

birêvebirên olî, mal, komel û<br />

medyayên civaka me Êzdiyan, dixwazin<br />

bi rastî dîroka ola „Kurdên Resen“<br />

baş bidine naskirin û Êzdiyatiyê<br />

ji bo pêşerojê biparêzin; divê ew<br />

jî erka xwe ya netewî û dîrokî baş<br />

nasbikin, “mîna akademîsyenên<br />

xelqên dinê, bikevine nav wêje û<br />

zargotina Êzdiyan, wê kevnarî,<br />

rastiya baweriya Êzdîtiyê û dîroka<br />

me, ya ku dujminên gelê me bi darê<br />

zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya<br />

xwe guhastine, lêkolîn bikin<br />

û dewlemendiya ol, çande-folklor<br />

û dîroka Êzdîtiyê ne li goriya zane<br />

û dîroknasên xerîban û dagirkirên<br />

welatê me, bi dewletên xerîb û bi<br />

ciwanên me bidine naskirin.(*6)”.<br />

Ew bi pisporî û zanîna Êzdîtiyê<br />

sedemên ku ciwanên Êzdiyan xwe di<br />

nava biyaniyan da şermezar û biçûk<br />

dibînin bidine naskirin. Ew dev ji<br />

wan projektên mezinkirina kesayetî û<br />

navên rêxistinên ku gelekî binirxên,<br />

lê di kiryarên xwe de gelek fêda nadine<br />

endamên civakê, berdin. Ew jî<br />

li goriya tifaq û pisporiya xwe, bikevine<br />

nav wêjeya kevneşop û zargotina<br />

Êzdiyan, hemû tekstên lorîk, stran,<br />

kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok,<br />

duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê, yên ku<br />

oldarên me bi hemd anjî bê hemdî,<br />

lê dîroknivîsên dagirkirên welatê<br />

me û hevalbendên xwe, ew bi zanistî<br />

guhastine di navendekê de tomarbikin.<br />

Di peyra naveroka wan li<br />

goriya zimanê zikmakî sererastbikin<br />

û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên<br />

rêxistinên civaka Êzdî û endamên<br />

Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine<br />

pejirandin. Her weha ji bo zarok û<br />

ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî yên ku<br />

di dibistanên Almanya(û tevaya cîhên<br />

ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa ola<br />

xwe bi fermî bêne bêrwerdekirin,<br />

hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de<br />

bavêjin. .....<br />

Gava em di vê demê û di nava van<br />

derfetên ku îro hene de, xwe li ser<br />

bingehên civakî, olî, netewî û jiyana<br />

hevparî(întegrationê) birêxistin<br />

nekin, hemû rêveberên rêxistinên<br />

civaka Êzdî û endamên Meclisa<br />

Rûhaniyên Êzdiyan parastina xwandin,<br />

nivîsandin û axaftina bi zimanê<br />

zikmakî li ser xwe ferznekin û yên ku<br />

li diyasporayê dijîn yekbûna nasnama


kızılbaş - sayfa 44 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

zimanê olê(Kurdî) bi hemda xwe ne<br />

parêzin, êdî zarokên me yên ku xwe<br />

tenê bi zimanê tirkî, îranî-farsî, rusî,<br />

ermenî, ereb(îraqî û sûriyê)î, almanî<br />

û hwd.bidine naskirin jî, nikaribin<br />

weke zarokên xelqê, bi aqilmendî<br />

ji pêşeroja xwe re xwedî derkevin.<br />

Ciwanên me yê nikaribin van<br />

valeyên di dîroka me de hene, wekî<br />

ku di zargotina me de tê gotin, „dem<br />

bi demê re lê, her dem bi Xwedê<br />

re“ li goriya demê dagirin û wan<br />

mafên xwe yên ku hatine tûnekirin<br />

cardinê vegerînin. Lewma hêjî dêjim,<br />

“gava ku kevneşopên bingeha olekê<br />

neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên<br />

civakê jî nikarin sedûhedên wê olê<br />

biparêzin(*7)”. Wê „rewşenbîr, zahne,<br />

sazî, komel, dezgeh û rêxistinên<br />

partiyên Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin<br />

weke her dîn, civakê, çarenûsa xwe<br />

bihêz û rêxistbûna endamên Êzdîtiyê<br />

diyar bikin(*8).<br />

“Ez bi xemgînî dibînim û dibihîzim<br />

vêga hêjî hinek dîroknas, zahne,<br />

nivîskar, lêkolînvan û hwd. merivên<br />

Kurd û xerîb ku Êzdiyatiyê nas nakin<br />

hene û dibêjin, di Êzdiyatiyê de reform<br />

çê nabin û divê di Êzdiyatiyê de<br />

reform çêbivin.“ anjî wan reformên<br />

çê buhne nabînin !(*9) Weke ku<br />

min gotiye tifaq, rêxistbûn, xwe<br />

guhastinên xwezayî û “reform” bi<br />

gotinan tenê û li gor daxwaziya çend<br />

evdên ku “xwe întegre kirine, ji bo<br />

berjiwendiyên kesayetiya xwe bûne<br />

dr., parêzvan, civaknas û hwd., wisa<br />

yên ku bi îrada xwe nikaribûne”<br />

ji nasname civak û netewa xwe<br />

dûrketine çê nabin. Divê em baş<br />

bifikirin, bê çima pêşiyên me li ser<br />

wan evdên ku ji bo berjiwendiyên<br />

kesayetiyê ji ol, civak û netewa xwe<br />

dûrketine weha gotine: „Kesê ku bi<br />

kerî dînê xwe neyê, ew bi kêrî dînekî<br />

dinê jî nayê“ (*10). Anjî ka em li ser<br />

vê nêrîna „mîrê me Êzdiyên li cihanê,<br />

rêzdar Tahsin Seîd Beg ku digot, heke<br />

ku em zimanê xweyî Kurdî winda<br />

bikin, hingê emê ola xwe, Êzîdîtiya<br />

xwe, winda bikin. Heke ku em ola<br />

xwe winda bikin, emê zimanê xwe<br />

winda bikin…….(*11)“ baş bifikirin<br />

! ....<br />

Çi gava ku ez li ser vê nêrîna<br />

Mîrê me Êzdiyên li cihanê, rewşa<br />

„akademîkkar“, „berpirsyar“<br />

pêwendî, pirsgirêkên nasname,<br />

çapemenî û medyayên ragehandinên<br />

me Kurd(Êzdî)an difikirim, ev wêne<br />

û gotina Alman ya ku dêje „Am<br />

Ast sägen, auf dem man sitzt(siehe<br />

Grafik*12) - çiqilk(şax)ê darê, yê di<br />

bin xwe de ne bire“ tê bîra min. Weke<br />

ku ez ji vî wêne yî û vê gotina Alman<br />

fahmdikim, ew bîryar û xebata min<br />

a berê rast têxwanê kirin. Ez îro jî<br />

li goriya dîtina xwe, vî wêneyî û vê<br />

gotina Alman fahmdikim dêjim, eger<br />

ku endamên civaka me Êzdiyan wan<br />

kesên ku, hişên xwe hêjî ji gemara<br />

feodalîzmê-paşverûtiyê paqij nekirine,<br />

dêjin “divê olperestî ji siyasetê<br />

ra xizmetê bike..”, rumetê nadine pir<br />

rengiya olê û nêrînên cûde, ji dînê<br />

xwe derketine, di piraniya pêwendî,<br />

çapemenî-medyayên ragehandinên<br />

xwe de tenê bi zimanê xerîban kardikin<br />

û ji bo berjiwendiyên kesayetiya<br />

xwe bûne dr., parêzvan, hunermend,<br />

civaknas û hwd..... bikine rêberên<br />

sazî, mal, komel, dezgeh û rêxistinên<br />

ola xwe, hingê ew wî şax(çiqilk)ê ku<br />

zarok û ciwanên me li serê nasnama<br />

“Kurdên resen” naskirine, fêrbûnedibin(binêre<br />

li Grafik *12), bi fikir<br />

û ramanên xwe dibirin. Ew bixwe<br />

dibine sedem ku, zarokên me jî zû<br />

asîmîle bibin, ew ji ser kok(rih)a dara<br />

ol-netewa xwe bêne birîn û ji binehatina<br />

xwe dûrbibin. Lê, ”gava her<br />

tiştek li ser koka xwe şîn bibe, hingê<br />

tu hêz nikare vê kokê tûne bike.(*13)”<br />

Di dawiyê de ez dîsa dêjim, “<br />

ÊZDİYATÎ HAVEYNÊ MİRO-<br />

VATİYA MEZOPOTAMİYA YE<br />

Û Bİ TAYBETÎ JÎ GENCÎNEYA<br />

NASNAMEYA GELÊ KURD<br />

E(*14)„ ,“pêwîstiya Ezdahiyan bi<br />

xwandegehên ku hest û berjiwendiyên<br />

kesayetiyê di ser ya Xwedê nasînê<br />

de bilintir bikin, tûne ye(*15)” û<br />

„ez jî mîna sedayê mezin rahmetiyê<br />

Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e<br />

û wê „KÎ HİLGİRÎ VÎ BARÊ<br />

MİN„(*16)<br />

Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê<br />

Kevneşopên Êzdiyatiyê- 21.04.<strong>2014</strong><br />

*Çavkanî:<br />

1. http://www.lalish.de/modules.php<br />

name=News&file=article&sid=788<br />

2.ttp://yeziden.de/forum/board25-<br />

civata-bi-kurd%C3%AE/board26-<br />

%C3%A7and-%C3%BB-huner/761-<br />

bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post248<strong>38</strong><br />

3. http://www.dergush.com/modules.<br />

phpname=News&file=article&s<br />

id=2143<br />

4. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/<br />

Baldarî: Weke ku hûn dibînin, ez jî bi<br />

hemda xwe bi van peyvên; Ezdahîtî,<br />

ÊZDÎTÎ, Êzdiyatî, Êzdî û Êzdiyan<br />

kardikim û ez baş dizanim ku maka<br />

van peyvan tevan, peyva EZDA ya ku<br />

navekî Xwedê ye K.T. !<br />

5. http://www.welatperwer.com/gavaku-kevnesopen-bingeha-oleke-kemaltolan/<br />

6. http://www.ciwanen-ezidi.de/<br />

pdf/012.pdf<br />

7.http://www.civata-kurd.de/ku/<br />

culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar<br />

8.http://gelawej.net/index.php/kemal-tolan/7534-pewiste-em-ezdi-jicarenusa-xwe-bihez-u-rexistbunaendamen-ezditiye-diyar-bikin.html<br />

9. http://www.rojava.<br />

net/19.08.20<strong>05</strong>kemaltolan-ezidi.htm<br />

10. http://www.lalish.de/modules.php<br />

name=News&file=article&sid=1134<br />

11. http://www.pen-kurd.org/kurdi/<br />

kemal-tolan/ji-rewsenbir-u-pesengencivaka-ezdi-re.html<br />

12.https://encrypted-tbn3.gstatic.com/<br />

imagesq=tbn:ANd9GcSTb3jd7Po32y<br />

wpv_glNQK4O<br />

WalSHxhvWcw1ZZCEOHuaKxNbQ2<br />

yoA<br />

13. http://www.helbestvan.com/<br />

nasandina-ola-ezditiye-mezindibinim-%E2%80%8F-kemal-tolan/<br />

14. http://www.ike-europa.com/Article.aspxarticleid=680&authorid=21<br />

15. http://www.argun.org/2011/11/13/<br />

pewistiya-ezdahiyan/<br />

16. http://www.dengeazad.com/News-<br />

DetailN.aspxid=5331&LinkID=142


kızılbaş - sayfa 45 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Diyanet,<br />

Siyaset ve<br />

Kürdler<br />

Ruşen Arslan<br />

Diyanet İşleri Başkanlığı[i], Şer’iye ve<br />

Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması üzerine<br />

3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı<br />

Kanunla kuruldu. Ardından 430 ve 431<br />

numaralı kanunlarla Hilafet ilga edildi<br />

ve öğrenim birliğini sağlayan Tevhid-î<br />

Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Ancak Diyanet<br />

ilk kez, 1961 Anayasasının 154.<br />

maddesi ile anayasal bir kurum haline<br />

getirildi. 1982 Anayasası ise Diyanet<br />

ile ilgili 136. maddesinde düzenleme<br />

yaptı. Her iki Anayasanın ortak özelliği<br />

Diyaneti genel idare içine yerleştirmiş<br />

olmalarıydı. 1961 Anayasası<br />

Diyanetin görevlerini özel kanuna bırakmışken,<br />

1982 Anayasası 154. Maddesinde,<br />

“Genel idare içinde yer alan<br />

Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi<br />

doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve<br />

düşüncelerin dışında kalarak milletçe<br />

dayanışma ve bütünleşmeyi amaç<br />

edinerek özel kanunlarda gösterilen<br />

görevi yapar” şeklinde görev tanımı da<br />

yapıyordu.<br />

Diyanetle ilgili hukuki düzenleme serüveni,<br />

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin<br />

kuruluş felsefesi ve yapılanması, özellikle<br />

de “laiklik” anlayışı ile yakından<br />

ilgilidir. Laiklik, 1937’deki Anayasa<br />

değişikliği ile ilk kez anayasal bir kurum<br />

olarak sahneye çıkmıştır. Ancak,<br />

Türk usulü laikliğe giden yol, İnkılâp<br />

Kanunları denen sekiz kanunun kabulü<br />

ile döşenmiştir. 1982 Anayasasının<br />

174. maddesi ile koruma altına alınan<br />

kanunlar sırasıyla şunlardı: Tevhidi<br />

Tedrisat Kanunu, Şapka İktisâsı Hakkında<br />

Kanun, Tekke ve Zaviyelerle<br />

Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar<br />

ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına<br />

Dair Kanun, evlendirme akdinin<br />

nikâh memuru huzurunda yapılacağına<br />

dair Türk Medeni Kanunun ilgili<br />

hükmü, Beynelmilel Erkanın Kabulü<br />

Hakkında Kanun, Türk Harflerinin<br />

Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun,<br />

Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Ünvanların<br />

Kaldırıldığına Dair Kanun<br />

ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine<br />

Dair Kanun.<br />

Osmanlı İmparatorluğu enkazı üzerine<br />

kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde,<br />

inkılâp kanunları ile modern bir<br />

toplum yaratılacağına ve çağdaş batı<br />

medeniyetine ulaşılacağına inanılıyordu.<br />

Çoğu üç çeyrek asır önce kabul<br />

edilen bu kanunlar üzerindeki tartışmalar<br />

durulmuş değil. Ancak, başka<br />

bir makalede tartışacağımız inkılâp<br />

kanunları, büyük ölçüde tek ulus, tek<br />

dil yaratma amacına hizmet etti ve<br />

devlet yönetimini dinin etkisinden<br />

kurtarmaya, dini devletin denetimine<br />

sokmaya yaradı. İşte Türk usulü laiklik<br />

böylece doğdu. Cumhuriyetin kurucularına<br />

göre, dinin devlet işlerinin<br />

yönetilmesinde etkisiz hale getirilmesinin<br />

yanında, denetimi de gerekliydi.<br />

Bunun için batıdaki anlamıyla benzer<br />

kurumlarını da alarak laiklik oluşturulamazdı.<br />

Aksine, devletin dini kontrol<br />

etmesini sağlayacak bir kurum oluşturulmalıydı.<br />

İşte Diyanetin kuruluş<br />

felsefesi bu oldu. Nitekim Anayasa<br />

Mahkemesi’nin, “Din işlerini yapanların<br />

memur sayılmasının, Anayasanın<br />

laiklik ilkesine aykırı olduğu ve din<br />

adamları sınıfı yaratıldığı” iddiasıyla<br />

Birlik Partisi tarafından açılmış olan<br />

davayı reddeden kararının gerekçesi<br />

bu duruma işaret etmektedir: “Dinin<br />

devletçe denetiminin yürütülmesi, din<br />

işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli<br />

olarak yetiştirilmesi yoluyla dini<br />

taassubun önlenmesi ve dinin toplum<br />

için manevi bir disiplin olmasının sağlanması<br />

ve böylece Türk milletinin<br />

çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi<br />

ana ereğinin gerçekleştirilmesi<br />

gibi nedenlere dayanmaktadır… Devletin<br />

bu alandaki yardımı ve Diyanet<br />

İşleri kuruluşu görevlilerinin memur<br />

sayılması, devletin din işlerini yürüttüğü<br />

anlamına gelmeyip ülke koşullarının<br />

zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun<br />

bir çözüm bulmak erek ve anlamını<br />

taşımaktadır.”[ii]<br />

Türk usulü laiklik, hem dini çevrelerce,<br />

hem de batılı anlamdaki bir laikliğin<br />

uygulanması gerektiğini savunanlarca<br />

eleştirilmektedir. Makalenin<br />

sınırları içinde kalmak için, bunları<br />

uzun uzadıya anlatmayacağım. Ancak<br />

İslami kimliği önde olan yazarlardan<br />

Abdurahman Dilipak’ın bir sözüne<br />

değinmeden geçemeyeceğim: Dilipak,<br />

“Bugünkü tapu kadastro memuru statüsündeki<br />

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın<br />

Müslümanları temsil etmesi düşünülemeyeceği<br />

gibi mecburi din dersleri de<br />

olamaz. Bu hem Müslümanlığa hem de<br />

laikliğe aykırıdır” demektedir.[iii]<br />

DİYANET VE SİYASET<br />

İslam’da din ve devletin birlikteliği,<br />

ister istemez din ile siyaseti iç içe<br />

geçirmiştir. Hele dini denetlemek ve<br />

resmi ideolojiye uygun biçimde, yeri<br />

geldiğinde kullanmak üzere kurulmuş,<br />

yüz binin üzerinde personeli bulunan<br />

ve devlet bütçesinin en aşağı yüzde<br />

ikisine sahip bir kuruluşun siyaset<br />

dışı kalması düşünülemez. Kaldı ki<br />

Anayasanın 136. Maddesi, Diyanete<br />

“Toplumsal birleşme ve bütünleşmeyi<br />

sağlama” görevi yüklemiştir. Toplumsal<br />

birleşme ve bütünleşme ise, siyasi<br />

bir amaç olup, ancak siyasi çalışmayla<br />

sağlanır<br />

Cumhuriyetin tek ulus, tek dil yaratma<br />

ülküsünden Diyanete düşen ilk siyasi<br />

görev, ezanın Türkçeye çevrilmesini<br />

savunmak olmuştur. Cumhuriyetin<br />

ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi<br />

(Börekçi), “Ezanın Türkçeleştirilmesinin<br />

ulusal politikaya daha uygun<br />

olduğunu savunmuştur.[iv] Demek ki<br />

Diyanete göre ulusal politika, çalışmada<br />

dinden üstün tutulması gereken bir<br />

olgudur.<br />

Diyanet Gazetesinin Nisan 1982 tarihli<br />

278. sayısında, “Bugün bir dış politika<br />

olayında, bir dış politika tercihinde<br />

sözümüz, gözümüz var” deniyor.[v]<br />

Yazının yayınlandığı tarihte 12 Eylül<br />

askeri cuntasının iktidarda olduğunu<br />

hatırlamamız gerekir. Zaten Diyanetin<br />

askeri darbe ve müdahaleleri desteklediğini,<br />

iktidarın meşrebine göre<br />

hareket ettiğini görürüz. Örnek olarak<br />

Ahmet Yaşar Akkaya’nın kamuoyu<br />

ile paylaştığı ve 2 Mart 2004 tarihli<br />

Zaman-Pazar’da yayınlanan bir belgeden<br />

söz etmek istiyoruz. Belgede<br />

“27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen ilk


kızılbaş - sayfa 46 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

askerî darbe sonrasındakiler gibi kanlı<br />

oldu. Hükümetin başbakanı ve iki bakanı<br />

idam edildi. Darbeciler, yaptıkları<br />

işin memleket hayrına olduğuna vatandaşları<br />

inandırmak için Diyanet İşleri<br />

Başkanlığı’nı kullandı dersek yanılmış<br />

olmayız. Zira Diyanet, müftülüklere<br />

gönderilen telgraf emirlerinde, darbeye<br />

ve darbecilere destek vermeyenlerin<br />

hem bu dünyada hem de ahirette çekeceklerini<br />

yazıyordu. Vaizlerin hadis ve<br />

ayetlerle vatandaşları darbenin hayırlı<br />

bir eylem olduğuna ikna etmelerine<br />

dair müftülüklere yazılı belgeler gönderiliyordu”<br />

denmektedir.[vi]<br />

KÜRT MÜFTÜLERİN MİT’E<br />

İHBARI<br />

A. Dilipak’ın deyimiyle bir kadastro<br />

memurundan farksız olan Diyanet<br />

İşleri Başkanının, teşkilatı resmi ideolojinin<br />

gereklerine ve hükümetlerin<br />

isteğine uygun yönetip yönlendirmesi<br />

bir zorunluluk olur. Teşkilattaki görevlilerden<br />

istenen de budur. Yani ulu’l<br />

emre itaat. Ne var ki, Diyanete bağlı<br />

olarak çalışanların sayısı 100 binin<br />

üzerindedir. Böyle bir kitlede, resmi<br />

görüş dışına çıkan muhaliflere her zaman<br />

rastlanır. Bunlardan bir grup da<br />

Kürtlerin ulusal demokratik haklarını<br />

savunan ve bunlar için mücadele eden<br />

Kürt din görevlileridir.<br />

Diyanet, kuruluşundan bu yana resmi<br />

ideolojiye uygun bir tavır içinde oldu.<br />

İştar Gözaydın, “1960’lardan itibaren<br />

siyasette ve devlet yapılanmasında gittikçe<br />

yaygınlaşan milliyetçi-mukaddesatçı<br />

siyasalardan Diyanetin de payını<br />

aldığını” belirtmektedir.[vii] Gözaydın<br />

tespitinde haklıdır. Zaten Diyanet<br />

İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma<br />

Yönergesi’nin 54/e maddesi, Diyanete<br />

“Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik<br />

yıkıcı ve bölücü akımlar ile misyonerlik<br />

ve asimilasyon faaliyetlerini izlemek”<br />

görevini veriyor. Bölücülükten<br />

kastın, Kürt meselesi ile ilgili çalışmalar<br />

olduğu açıktır.<br />

Yönergenin 54/e maddesindeki hukuki<br />

düzenlemede “izlemek” sözcüğünün,<br />

hafiyeciliği çağrıştırdığına dikkat<br />

çekmek isterim. Bunun ilginç bir örneğini,<br />

1965-1966 yıllarında Diyanet<br />

İşleri Başkanı olan İbrahim Bedrettin<br />

Elmalılı’nın, bazı Kürt müftüleriyle<br />

yine Kürt olan Diyanet İşleri Başkan<br />

Yardımcısı Yaşar Tunagür ve Devlet<br />

Bakanı Refet Sezgin’i “bölücülük”<br />

ithamıyla MİT’e ihbar etmesinde görürüz.<br />

MİT’e Diyanet İşleri Başkanı<br />

İbrahim Bedrettin Elmalılı tarafından<br />

verilen raporda adları geçen Abdurahman<br />

Dürre, Şehmus Alkoç, Mehmet<br />

Şirin Doğan, Ali Arslan ve Diyanet İşleri<br />

Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür<br />

ile Devlet Bakanı Refet Sezgin’i kısaca<br />

tanıtmak gerekiyor.<br />

Yaşar Tunagür 1924 Beşiktaş doğumludur.<br />

Aslen Siirt’in Hesras Nahiyesi<br />

Zivzîk köyündendir. Çeşitli il ve ilçelerde<br />

müftülük yaptıktan sonra, 1965<br />

yılında Diyanet İşleri Başkanı İbrahim<br />

Elmalılı’nın yardımcılığına atanıyor.<br />

[viii] Feqî Hüseyin Musa Sağnıç’tan<br />

Tunagür’ün kendini açığa vermeyen<br />

bir Kürt yurtseveri olduğunu duymuştum.<br />

Saidi Nursi’nin görüşlerinden<br />

etkilenmiş bir din adamı olarak tanınırdı.<br />

Bu özelliğinden ötürü, Fetullah<br />

Gülen’i koruduğu ve İzmir’e atadığı<br />

ve Fetullah Gülen’in çeşitli vesilelerle<br />

Tunagür’den saygı ile söz ettiği bilinir.<br />

1960’lı yılların sonlarında özellikle<br />

Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim<br />

gazetesinde aleyhinde yazılar çıktı.<br />

Rabıtatül İslam üyesi olduğu iddia ediliyordu.<br />

12 Mart’ta altı ay kadar tutuklu<br />

kaldı. Ankara Yıldırım Bölge’de bir<br />

süre birlikte gözaltında kaldık ve kendisini<br />

orada yüz yüze tanıdım.[ix]<br />

Refet Sezgin, 1925 Bitlis doğumlu<br />

olup, iki dönem Adalet Partisi’nden<br />

Çanakkale milletvekilliği ve bir dönem<br />

de senatörlük yaptı. Demirel hükümetlerinde<br />

Devlet ve Enerji ve Tabii Kaynaklar<br />

Bakanı görevlerinde bulundu.<br />

Abdurrahman Dürre, 1934 yılında<br />

Malazgirt’in Kêranlix köyünde doğdu.<br />

Medresede din tahsili yaptı. Tutak, Digor,<br />

Devrek ve Sinop’un Erfelek ilçesinde<br />

Müftülük yaptı. 12 Mart’ta birlikte<br />

DDKO davasından yargılandık.<br />

1973, 1977 seçimlerinde Muş’tan CHP<br />

milletvekili adayı oldu ve kazanamadı.<br />

Yazarlık ve şairlik yanı da olan Dürre,<br />

2012 yılında Almanya’nın Köln kentinde<br />

vefat etti.<br />

Mehmet Şirin Doğan, 1922 yılında<br />

Bitlis’in Mutki ilçesinde doğdu. Varto<br />

ve Muş’ta müftülük yaptı. Aydın’a<br />

müftü olarak atandı ve bir süre sonra<br />

istifa ederek İstanbul’a yerleşti. İyi bir<br />

din âlimi olarak tanınırdı. İstanbul’da<br />

da din âlimi olarak birçok talebe yetiştirdi.<br />

2013 yılında vefat etti.<br />

Ali Arslan, 1934 yılında Ağrı’nın Eleşkirt<br />

ilçesinde doğdu. İstanbul ve Çankırı<br />

Müftülüklerinde vaizlik yaptı. Tekirdağ<br />

müftüsüyken açığa alınmış, 12<br />

Mart’ta hakkında soruşturma yapılmış<br />

ve hakkındaki soruşturma takipsizlikle<br />

sonuçlanmıştı. 43 eser tercüme<br />

etmiştir<br />

Şehmuz Alkoç, 1910 Diyarbekir doğumlu,<br />

Maden müftüsü iken, İbrahim<br />

Elmalılı tarafından Lüleburgaz müftülüğüne<br />

atandı. 12 Mart’ta DDKO’dan<br />

dolayı hakkında açılan soruşturmada<br />

takipsizlik kararı verildi<br />

12 Mart askeri müdahalesi döneminde,<br />

Başbakan Yardımcılığı MİT’ten Abdurahman<br />

Dürre, Ali Arslan ve Şehmus<br />

Alkoç hakkında bilgi istiyor. O zaman<br />

MİT Müsteşarı olan Korgeneral Fuat<br />

Doğu imzasıyla, Başbakan Yardımcılığına<br />

291223 sayılı bir dosya sunuluyor.<br />

Üst yazıda, “Bilgi istenen kişilerden<br />

Abdurahman Dürre dışındakiler hakkında<br />

dokümanter bilgi bulunmadığı”<br />

belirtildikten sonra, “Abdurahman<br />

Dürre’ye ait dosya içindeki dokümanlar;<br />

Diyanet İşleri Eski Başkanlarından<br />

İBRAHİM ELMALI(LI) tarafından<br />

Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı,<br />

Milli Güvenlik Kuruluna ve Müsteşarlığımıza<br />

verilmiştir” deniyor.<br />

1965-1966 yılları arasında Diyanet İşleri<br />

Başkanlığı yapan ve Millet Partisi’nden<br />

bir dönem İstanbul ve bir dönem de Afyonkarahisar<br />

milletvekili olan İbrahim<br />

Elmalılı’nın MİT’e yazdığı ihbar dilekçesi<br />

6 Eylül 1966 tarihlidir.<br />

İbrahim Bedrettin Elmalılı’nın, dilekçe<br />

şeklinde MİT’e verdiği rapor, “Aylardan<br />

beri Başkanlığımızı huzursuz<br />

eden bir tertiple karşı karşıya bulunmaktayız.…<br />

İçten ve dıştan olmak üzere<br />

çift yönlü harekete geçirilen bu oyun<br />

muavinim Yaşar Tunagür tarafından<br />

tezgâhlanmakta, Diyanet İşleri Başkalığını<br />

tedvire memur Devlet Bakanı<br />

Refet Sezgin tarafından fiil sahasına<br />

konulmaktadır” diye başlıyor. Başkan<br />

Elmalılı’ya göre, Bakan Refet Sezgin<br />

ile Yaşar Tunagür hemşeri ve çocukluk<br />

arkadaşıdırlar. Elmalılı, Tunagür’ün<br />

azil, tayin, emeklilik işleri ile yetkilerini<br />

elinden alıp bu yetkileri ikinci yardımcısı<br />

Cemalettin Kaplan’a[x] verdiğinde,<br />

Bakan Sezgin’in feveran ettiğini<br />

ve “Yaşar Tunagür için bütün Diyanet<br />

teşkilatını feda edebileceğini” söylediğini<br />

iddia ediyor.


kızılbaş - sayfa 47 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

İbrahim Elmalılı’nın ihbar dilekçesi,<br />

üç sonuç doğuruyor: Birincisi Abdurrahman<br />

Dürre, Şehmuz Alkoç ve Ali<br />

Arslan hakkında 12 Mart döneminde<br />

Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcılığı<br />

soruşturma açıyor. Ali Arslan ve<br />

Şehmuz Alkoç hakkında takipsizlik<br />

kararı veriliyor. Abdurrahman Dürre<br />

hakkında ise dava açıldı ve DDKO<br />

Davası'ndan yargılanarak beraat etti.<br />

İkinci sonuç; Yine 12 Mart döneminde<br />

Yaşar Tunagür’ün Ankara Sıkıyönetim<br />

Komutanlığı’nca gözaltına alınıp yargılanmasıdır.<br />

Çünkü hakkındaki ihbar<br />

dilekçesinde, “…Ali Arslan, Abdurahman<br />

Dürre ve diğer Şarklıların Diyanetteki<br />

işlerinin Yaşar Tunagür tarafından<br />

takip edildiği anlaşılmaktadır”<br />

suçlamasında bulunuluyordu. Böyle<br />

bir “suçlama”, o günkü şartlarda yargılama<br />

gerektirirdi. Yaşar Tunagür de<br />

yargılama sonucu beraat etmiştir.<br />

Elmalı'nın MİT’e verdiği dilekçesinin<br />

üçüncü sonucu ise Refet Sezgin hakkında<br />

meclis soruşturması açılmasıdır.<br />

TBMM’nin Birleşik Toplantısının<br />

17.<strong>05</strong>.1972 tarihli 12. Birleşiminde,<br />

Devlet Bakanları Refet Sezgin ile Hüsamettin<br />

Atabeyli haklarında meclis<br />

soruşturması açılması kararlaştırılıyor.<br />

[xi] Komisyonun hazırlayıp TBMM’ne<br />

sunduğu raporda, “Yaşar Tunagür hakkındaki<br />

yedi sayfalık MİT raporu da<br />

Bakana takdim edilmiştir. Yaşar Tunagür<br />

hakkında soruşturma açılmaması<br />

ve Abdurrahman Dürre hakkındaki<br />

raporun bekletilmesi, sadece disiplin<br />

kuruluna sevk edilmesi adı geçene isnat<br />

edilen suçların nev'i itibariyle Bakanlık<br />

görevinin hüsnü ifasıyla kabili<br />

telif mütalâa olunmamıştır.” denmekte<br />

ve Refet Sezgin hakkında soruşturma<br />

açılması istenmektedir.<br />

İbrahim Elmalılı, Müftü Mehmet Şirin<br />

Doğan ve Abdurrahman Dürre hakkında<br />

soruşturma açtığında, her ikisinin<br />

de ev ve işyerlerinde Diyanet müfettişlerince<br />

arama yaptırmıştır.<br />

Resmi kurum olan Diyanetin, Kürt<br />

meselesi karşısındaki tavrı, diğer resmi<br />

kurumlardan özde değil, görev<br />

alanı açısından farklıdır. Diyanet, işi<br />

Süleymaniye Camiinin minarelerine<br />

“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”<br />

diye mahya asmaya kadar vardırmıştır.<br />

Diyanetin Türk milliyetçiliğini<br />

önde tutan tavrı, özellikle hutbelerde<br />

söylenenlerin yarattığı tepki üzerine,<br />

Kürtler bazı yerlerde cami dışında<br />

toplu sivil Cuma namazları kılmaya<br />

başladı. Sivil Cuma namazlarından,<br />

AKP iktidarı çok tedirgin oldu. Çünkü<br />

bu hareket, dinin devlet tarafından denetlenmesini<br />

imkânsızlaştırdığı gibi,<br />

özellikle Hanefi tarikatına göre düzenlenmiş<br />

Türk Müslümanlığı için de<br />

tehlike oluşturuyordu. Barış sürecinin<br />

ilk kurbanının sivil Cuma namazları<br />

olduğuna da belirterek geçelim.<br />

Diyanetin Kürt meselesindeki tarihi<br />

misyonuna uygun son uygulaması,<br />

İslam Ansiklopedisi’nde yaşandı.<br />

Diyanet Vakfı’nın çıkardığı 44 ciltlik<br />

İslam Ansiklopedisi’nin hiçbir yerinde<br />

“Kürtler”, “Kürdistan” ve “Kürtçe”<br />

geçmiyor. İbrahim Sediyani’nin<br />

03.02.<strong>2014</strong> tarihli Taraf gazetesinde<br />

bunu eleştiren bir yazısı çıktı. Sediyani<br />

yazısında, “Varlığımızı inkâr<br />

eden, kimliğimizi bile tanımayan bir<br />

kurum bize İslam’ı öğretemez” diyor.<br />

Zaten yazısının başlığını da “Lekum<br />

dînikum weliye dîn” (sizin dininiz size,<br />

bizim dinimiz bize)den etkilenerek,<br />

“Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürt’lerin<br />

dini Kürtlere” koymuş.<br />

--------------------------<br />

[i] Bundan sonra, kısaltılmış adıyla Diyanet<br />

diye söz edeceğiz.<br />

[ii] Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971<br />

gün, E: 1970/53, K: 1971/76, sayılı kararı,<br />

15.06.1972 tarih ve 14216 sayılı Resmi<br />

Gazete.<br />

[iii] Abdurrahman Dilipak’ın “Bu<br />

Din Benim Değil” eserinden aktaran<br />

İştar Gözaydın, Diyanet – Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi,<br />

(İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı<br />

2009), s. 284.<br />

[iv] İştar Gözaydın, age. s. 24.<br />

[v] Aktaran İştar Gözaydın, age. s. 155.<br />

[vi] Fatma Turan, Kevser Kulaksız,<br />

“Siyasetin Gölgesinde Diyanet”,<br />

Zaman (Pazar) 2 Mart <strong>2014</strong>.<br />

[vii] İştar Gözaydın, age, s. 220.<br />

[viii] Cemal A. Kalyoncu, “Hoca, ya sen<br />

sosyalistsin ya da biz Müslüman”, Aksiyon,<br />

13 Mayıs 2012.<br />

[ix] Ruşen Arslan, Cim Karnında Nokta<br />

-Anılar-, (İstanbul: Doz Yayınevi 2006),<br />

s. 152<br />

[x] Cemalettin Kaplan DİB’de müfettişlik,<br />

Özlük İşleri Müdürlüğü, Başkan Yardımcılığı<br />

görevlerinde bulundu. Adana<br />

Müftülüğünden emekli oldu. 1980 askeri<br />

darbesinden sonra Almanya’ya gitti ve<br />

orada İslami Cemaatler ve Cemiyetler<br />

Birliği’ni kurdu. Türkiye’de şeriat devleti<br />

kurulması için çaba gösterdi. Kendisini<br />

Anadolu Federe İslam Devleti daha sonra<br />

da Hilâfet Devleti reisi ilan etti. 15 Mayıs<br />

1995’te Almanya’da vefat etti.<br />

[xi] 29.<strong>05</strong>.1972 tarih ve 14199 sayılı Resmi<br />

Gazete<br />

Kürd Tarihi Dergisi'nin 12.ci sayısından<br />

alınmıştır.<br />

Kaynak:<br />

http://www.kurdistan-post.eu/tr/analiz/<br />

diyanet-siyaset-ve-kurdler-rusen-arslan<br />

Sipariş ve iletişim bilgileri<br />

EL YAYINLARI<br />

Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İSTANBUL<br />

Tel/faks: 0(212) 361 80 10 elyay2001@mynet.com<br />

www.elyayinlari.com<br />

el yayınlarından yeni çıkan<br />

anadolu’da parlayan ışık<br />

ALEVİLİK


kızılbaş - sayfa 48 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Hasan Sabbah<br />

ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi<br />

Başbakan'ın Gülen Cemaati'ni Haşhaşilere<br />

benzetmesi, hafta boyu gündemdeydi.<br />

Erdoğan'a göre Haşhaşiler sırf<br />

öldürmek için öldüren bir katiller sürüsü.<br />

Peki kaynaklar ne diyor Bakalım...<br />

Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış<br />

tarihi<br />

Siyasi kültürümüzün yeni unsuru, birini<br />

eleştirirken İslam tarihinden figürler<br />

ve olaylarla bugünün kişileri ve<br />

olayları arasında paralellikler kurmak.<br />

‘Analoji yapmak’ diyorlar buna. Numan<br />

Kurtulmuş’un henüz Saadet Partisi<br />

Başkanı iken “Harun gibi geldiler,<br />

Karun gibi gittiler… firavunlaştılar”<br />

demesi, Başbakan Erdoğan’ın, Irak<br />

Başbakanı Nuri El Maliki’yi eleştirirken<br />

“…. yapanlar Yezid’in izindedir”<br />

demesi buna örnek. Analoji yoluyla<br />

eleştirinin faydası, o anolojinin kolektif<br />

hafızadaki yerinin genişliğine<br />

ve derinliğine bağlı olarak, eleştirilen<br />

konuyla ilgili olmayanların bile dikkatini<br />

çeken bir eleştiriye dönüşmesi.<br />

Bir diğer faydası ise, benzemezlikleri<br />

farkedenlere ‘benim kastettiğim aslında<br />

şuydu’ demeye olanak sağlayacak<br />

geniş anlam yelpazesi. Başbakan’ın<br />

son analojisi, Cemaat’i Haşhaşilere<br />

benzetmek. Bir haftadır medyada<br />

Haşhaşiler üzerine bir çok yazı yayımlandı.<br />

Çoğu, birbirinin tekrarı olan bu<br />

yazıların ortak noktası, Başbakan’ın<br />

zihinlerde oluşturmaya çalıştığı ‘Haşhaşi’<br />

imajını pekiştirmeye yönelikti.<br />

Bu imaja göre ‘Haşhaşi’ler ‘sırf öldürmek<br />

için öldüren katiller sürüsü’ idi.<br />

Ancak bu analojinin hedefindeki Gülen<br />

Cemaati’ni, bu imajdan çok, muhtemelen<br />

‘Haşhaşi’lerin Şiiliğin İsmailiye<br />

Prof. Ayşe Hür<br />

kolundan olması hasebiyle ‘sapkın’lık<br />

iması rahatsız etti. Bu yazıda yeni bir<br />

şey söyleyip söylemediğimin takdirini<br />

sizlere bırakıyorum. Umarım, bugüne<br />

dek bildiklerinizin üstüne ufacık da<br />

olsa bir bilgi eklerim.<br />

İSMAİLİLİK ÖĞRETİSİ<br />

Hasan Sabbah, Şiiliğin İsmailiye koluna<br />

bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap<br />

ailesinin çocuğu olarak 1<strong>05</strong>2 veya 1<strong>05</strong>3<br />

yılında İran’ın Kum şehrinde dünyaya<br />

gelmişti. Kum, 12 İmam inancına dayalı<br />

Şiiliğin kalelerinden biriydi. Bazı<br />

kaynaklara göre Sabbah ailesi Yemenli<br />

Himyerilerdendi. Bazılarına göre Deylemli<br />

bir Farisi idi. Rey’de ve Kum’da<br />

eğitim gören Hasan I·sfahan’da Re’îs<br />

Ebü’l- Fadl’ın yanında I·smaîlî doktrinini<br />

ögˆreneceği iki yıl geçirdi. İsmaililik,<br />

Altıncı İmam Cafer es-Sadık<br />

765 yılında öldüğünde, Yedinci İmam<br />

olarak Musa bin Cafer el Kâzım'ın yerine<br />

Cafer-i Sadık'ın kendisinden önce<br />

ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ'fer el-<br />

Mûbarek'i Yedinci İmâm olarak kabul<br />

eden Şii mezhebiydi. 899 yılında Bayreyn’deki<br />

İsmaililerin (Karmatiler deniyordu<br />

bunlara) giriştiği katliamlar;<br />

925 yılında Karmatiler yüzünden Hac<br />

farizesinin gerçekleştirilememesi, 930<br />

yılında Karmatilerin Mekke’ye saldırması,<br />

hacıları katletmesi, Kabe’ye<br />

zarar verilmesi, Hacer’ül-Esved taşının<br />

sökülüp götürülmesi (taş ancak 20<br />

yıl sonra Fatımi Halifesi Mansur’un<br />

ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl<br />

boyunca Mekke’ye Hac’cı engellemeleri<br />

yüzünden İsmailiye mezhebi, Sünni<br />

yazarlar tarafından hep kötü anılacaktı.<br />

Parantezi kapatıp devam edersek, Hasan<br />

Sabbah bir gün hocasına “Sadece<br />

güvenilir iki dosta sahip olsaydım,<br />

bu hükümdarlıgˆı (Büyük Selçuklu<br />

Devleti’ni kastediyor) yıkardım”<br />

deyince, hocası, Hasan’ın aklından<br />

endis¸e ederek, onu özel yemekler ve<br />

ilaçlarla tedaviye koyulmuş, bunun<br />

üzerine Hasan Sabbah İshafan’dan ayrılarak<br />

İsmaili mezhebinin kalbi olan<br />

Mısır’a doğru yola çıkmıştı.<br />

ALAMUT’DA DERVİŞ CUMHU-<br />

RİYETİ<br />

1080 yılında Isfahan’a geri dönen<br />

Hasan Sabbah’ın Selçuklu Devleti’ni<br />

yıkma planlarından vazgeçmediği anlaşıldı<br />

çünkü Hasan Sabbah, 1090’da<br />

müritleriyle birlikte Hazar Denizi<br />

yakınlarındaki Kazvin bölgesinde,<br />

Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp<br />

kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni<br />

(Arapça Aluh-amu’t) bir iddaya göre<br />

cahil bir köylüden satın aldı. (Deylem<br />

dilinde ‘Kartal’ın Ögˆretimi’ anlamına<br />

gelen bu adı, Batılılar ‘Kartal Yuvası’<br />

diye tercüme edeceklerdi.)<br />

Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölümüne<br />

kadarki 34 yıl içinde hiç ayrılmadığı<br />

Alamut’ta Faik Bulut’un deyimiyle<br />

‘eşitlikçi dervişan cumhuriyeti’ kurmuştu.<br />

Ayrıca muazzam bir kütüphane<br />

oluşturduğu, dönemin ünlü bilginlerini<br />

burada ağırladığı rivayet ediliyordu.<br />

Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan<br />

Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi<br />

ve digˆer ilim dallarında kabiliyetli ve<br />

mahir oldugˆunu anlatacaktı.


kızılbaş - sayfa 49 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah<br />

Alamut’ta İslam’ın sapkın bir versiyonunu<br />

uygulamış, şarabı serbest bırakmışt.<br />

Faik Bulut’un Şii kaynaklardan<br />

edindiği bilgilere göre ise (Faik<br />

Bulut’un sözleriyle) “Mizaç olarak<br />

çileci ve münzevi bir hayat süren Hasan<br />

Sabbah, hükmettiği kalede çalgı<br />

çalmayı, içki içmeyi yasaklamıştı. Son<br />

derece eşitlikçi ve kuralcıydı. Kimseyi<br />

kayırmaz, yakınlarını asla kollamaz;<br />

herkese karşı aynı adaleti uygulardı.<br />

Oğullarından Muhammed’i içki içti<br />

diye, üstad Hüseyni’yi de ünlü davetçi<br />

Hüseyin Kaini cinayetine karıştığı<br />

için gözünü kırpmadan öldürdü. (…)<br />

İzleyen yıllarda çevreyi kasıp kavuran<br />

kuraklık yüzünden, hanımını ve kızını<br />

kaledeki diğer kadınlarla birlikte sade<br />

hayata alışmaları ve halkla dayanışma<br />

babından çalışmaya gönderdiği köylerden<br />

bir daha geri” çağırmamıştı…<br />

NİZAMÜLMÜLK’E SUİKAST<br />

Ancak Hasan Sabbah’ı çağdaşı liderlerden<br />

ayıran, suikastı bir siyaset aracı<br />

olarak etkin biçimde kullanmasıydı.<br />

Bu suikastlardan en önlüsü 1092 yılında<br />

Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü<br />

veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olandı.<br />

Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’l-<br />

Mülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ül-<br />

Mülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmışlar<br />

ama başarısız olmuşlardı. Ardından<br />

da Nizam’ül-Mülk şüpheli biçimde öldürülmüştü.<br />

Bu cinayetin Melikşah’ın<br />

kendisi tarafından veya oğlunu tahta<br />

geçirmek isteyen Terken Hatun ya da<br />

Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk<br />

tarafından işlemiş olduğunu yazan<br />

kaynaklar da var.<br />

Yeri gelmişken, Nizam’ül-Mülk, Hasan<br />

Sabbah ve ünlü astronomi bilgini,<br />

şair ve felsefeci Ömer Hayyam’ın çocukluk<br />

arkadaşı olduğuna, çocukken<br />

birbirlerine sadakat yemini ettiklerine<br />

ve Hasan Sabbah ile Nizam’ül-Mülk’ün<br />

arasının, ikincisinin bu yemine sadık<br />

kalmaması yüzünden bozulduğuna<br />

dair iddiaya değinelim. Bugünkü bilgilerimize<br />

göre, Nizam’ül-Mülk 1017’de,<br />

Ömer Hayyam 1048’de, Hasan Sabbah<br />

ise 1<strong>05</strong>2 veya 1<strong>05</strong>4’de doğmuştu. Bu<br />

tarihlere bakılınca üçlünün yaşıt olmadığı<br />

açık. Ömer Hayyam ile Hasan<br />

Sabbah’ın birbirine yakın tarihlerde<br />

(biri 1124’te, diğeri 1131’de) öldüğü<br />

biliniyor. Bu ikilinin 100’er yaşını<br />

devirdiğini varsaysak bile, doğum tarihlerini<br />

Nizam’ül-Mülk’ün doğum<br />

tarihine kadar çekmek mümkün değil.<br />

Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin<br />

uydurma olduğu anlaşılıyor.<br />

İRAN NİZARİ DEVLETİ<br />

Hasan Sabbah’ın hikayesine devam<br />

edersek, 1092’de Büyük Selçuklu İmparatoru<br />

Melihşah’ın ölümünden sonra,<br />

oğulları Berkyâruk ile Muhammed<br />

arasındaki saltanat mücadelesi sürerken,<br />

1094 yılında, Kahire’deki Fatimi<br />

Halifesi Mustansir 60 yıllık bir iktidarın<br />

ardından ölmüştü. Mustansir’in<br />

oğulları Musta’li (asıl varis) ile Nizar,<br />

hilafet kavgasına giriştiğinde Hasan<br />

Sabbah Nizar’dan yana tavır aldı. Hatta<br />

Musta’li’yi destekleyen Kahire’deki<br />

Fatimi Halifeliği ile ilişkisini kesti.<br />

Fatimi Halifeliği o tarihlerde sınıfsal<br />

açıdan aristokratik, dinsel açıdan fanatik<br />

bir yönetim biçiminin cisimleşmiş<br />

haliydi. Yoksul halk kesimlerinin<br />

desteklediği Nizar, İsfahan’da egemen<br />

olunca bu durum Selçuklu Sultanı<br />

Berkiyaruk’u telaşlandırdı. Bu tarihten<br />

sonra hem İran’da hem Suriye’de Nizarilere<br />

karşı son derece katı politikalar<br />

izlenmeye başladı. Nizariler de seslerini<br />

ancak şiddet eylemleriyle duyurabileceklerini<br />

keşfettiler. Hasan Sabbah<br />

kısa sürede İran’ın şehirlerinde yaşama<br />

şansı bulayacağını anlayınca Alamut’a<br />

kapandı. Fakat Alamut’ta eğitilen<br />

bir dizi suikasçı İran’da Selçuklulara<br />

karşı, Suriye ve Filistin’de yerel Arap<br />

liderlere ve 1097’den biri bölgede bulunan<br />

Haçlılara (Franklara) yönelik<br />

siyasi cinayetler yoluyla kaos ve panik<br />

yaratarak mevcut iktidarları zayıflatma<br />

stratejisi izlediler. Sünni kaynaklara<br />

göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı<br />

beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı<br />

başlık giyerler, hançeri kurbanın<br />

göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri<br />

konusunda sıkı bir eğitimden<br />

geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya<br />

mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem<br />

olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı.<br />

Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla<br />

öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti<br />

1256 yılında İlhanlı Hükümdarı<br />

Hülagu tarafından tarihe gömüldü.<br />

Suriye Nizarileri ise, Moğollardan<br />

kurtuldular ama 1265’te Mısır Sultânı<br />

Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz<br />

hale geldiler. Bununla beraber, Hasan<br />

Sabbah’ın kendine has mezhebi, özellikle<br />

Kafkasya’da asırlarca var olmayı<br />

başardı.<br />

SÜNNİ ARAP KAYNAKLARINDA<br />

HASAN SABBAH<br />

Buraya kadar anlattıklarım muhtemelen<br />

pek çok yerde tekrarlananların bir<br />

özeti. Buradan sonra üzerinde duracağım<br />

konu, Hasan Sabbah’a ve suikastçılarına<br />

dönemin tarihçilerinin nasıl<br />

baktığı ve bu bakışın tarih içinde nasıl<br />

şekil değiştirerek bugünkü Haşhaşi<br />

imajının ortaya çıktığı meselesi.<br />

Öncelikle şunu söylemek lazım. Hasan<br />

Sabbah ve adamları hakkındaki tüm<br />

bilgilerimizi Şiilik-İsmaililik-Nizarilik<br />

zincirine düşman olan Sünni yazarlardan<br />

derlemiş bulunuyoruz. Ancak<br />

ilginç biçimde, Hasan Sabbah’ın<br />

dönemine şahit olan ya da ondan kısa<br />

süre sonra yaşayan Sünni Arap yazarlar,<br />

ancak önemli bir Müslüman-Arap<br />

lider öldürüldüğünde Suriyeli Nizarilere<br />

veya İranlı suikastçilara (Hasan<br />

Sabbah’ın adı ya hiç geçmiyor, ya çok<br />

az geçiyor) değiniyor ve görece yumuşak<br />

bir terminoloji kullanılıyordu. Ancak,<br />

zaman ilerledikçe kaynaklardaki<br />

ifadeler sertleşiyordu.<br />

Örneğin Arap yazarı İbn’ül Kalanisi<br />

(ö.1160), Nizarilerden, 1115 yılındaki<br />

Haçlı saldırısı sırasında “Şam’ı savunan<br />

şerefli ve gururlu kahramanlar”<br />

olarak söz ediyor. Aynı yazar 1127<br />

yılında Şayzar şehrini Franklardan<br />

aldıkları için de Nizarileri övüyor<br />

buna karşılık Bahram adlı bir liderin<br />

yönettiği Nizarilerden “kafalarının<br />

içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan<br />

köylüler” olarak bahsediyordu.<br />

Kalanisi’nin Nizarileri övmek isterken<br />

onlardan ‘İsmaili’, yermek isterken<br />

‘Batıni’ dediğini, Bahram ve adamları<br />

için ‘Haşhaşi’ veya ‘fedai’ terimlerini<br />

kullanmamasını not edelim.<br />

1162-1192/3 arasında Suriye Nizarilerinin<br />

başına geçen Raşidüddin de,<br />

hem bölgedeki Sünni Araplar, hem<br />

de Franklar tarafından saygıyla anılırdı.<br />

Raşidüddin Kuzey Irak’ta Basra<br />

kıyılarında doğmuştu ama bölgeye<br />

Alamut’tan gönderilmişti. 30 yıllık<br />

iktidarı sırasında tam bir Suriyeli oldu<br />

ve Araplar tarafından ‘İsmaililerin lideri’<br />

olarak anıldı. Haçlılar ise ona<br />

‘Dağın Yaşlı Adamı’ dediler. (Haçlıların<br />

o tarihlerde çoktan ölmüş olan


kızılbaş - sayfa 50 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Hasan Sabbah’tan haberdar olduğuna<br />

dair pek ipucu yok.) Raşidüddin’in<br />

adamları, 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan<br />

geri alan Selahaddin Eyyübi’yi iki kez<br />

öldürmeye kalkıştılar, Selahaddin sonunda<br />

Raşidddin’le anlaşarak canını<br />

kurtardı.<br />

ASSASİNİ TERİMİNİN DOĞUŞU<br />

Bu arada, 1182-84 arasının olaylarını<br />

kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li<br />

William’ın “hem bizim adamlar, hem<br />

Araplar onlara (Nizarileri kastediyor)<br />

‘Assasini’ derler ama bu kelimenin nereden<br />

geldiği bilinmez” diye yazdığını<br />

hatırlatalım. Yani bugün kullanılan<br />

‘Haşhaşi’ teriminin Batı dillerindeki<br />

karşılığı sayılan bu kelime o tarihlerde<br />

biliniyordu ama ‘haşhaş’ ile arasında<br />

bir bağı olaylara birinci elden tanık<br />

olan biri bile kurmamıştı. Nitekim o<br />

yıllarda Arapça sözlüklerde bu kelime<br />

yer almıyordu. Muhtemelen halkın<br />

arasında kullanılanıyordu. Modern<br />

sözlüklerde yer alan ‘haşhişa’ ise, kafaya<br />

giyilen bir çeşit başlığın adı. Belki<br />

de, Suriye’de kendi kalelerinde yaşayan<br />

Nizariler ayırdedici bir başlık giyiyorlardı.<br />

Nitekim yukarıda da belirttiğim<br />

gibi bazı kaynaklarda fedailerin<br />

özel bir giysisi olduğuna dair ifadeler<br />

bulunuyordu.<br />

Hasan Sabbah’ın ya da Raşidüddin’in<br />

adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün<br />

kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı<br />

Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında<br />

‘fidai’ (bugünkü ‘fedai’) teriminin<br />

dolaşmaya başlamısına neden oldu.<br />

Fida’i, ‘para karşılığında hayatını<br />

feda eden’ anlamına geliyordu Haçlılar<br />

için. Fedaileri ilk kez ‘Haşhaşin’<br />

(Haşhaşi’nin çoğulu) diye adlandıran<br />

da Haçlılardı. Büyük ihtimalle Franklar<br />

bu kadar çılgınca işlerin ancak<br />

uyuşturucu alınarak (haşhaş’ın sütü<br />

olan afyon çekilerek) yapılabileceği<br />

gibi bir inanca kapılmışlardı. Halbuki<br />

haşhaş-afyon alan birinin uyanık kalmasının<br />

bile zordu. Belki de yukarıda<br />

anlattığım özel giysiden dolayı böyle<br />

demişlerdi. Ama bunu henüz tam bilmiyoruz.<br />

Ancak bu terminolojinin bu tarihten<br />

sonra da Sünni Arap yazarlar tarafından<br />

kullanılmadığını belirtelim. Örneğin<br />

Sünni Arap yazarı İbn Athir’e<br />

(ö.1233) göre Hasan Sabbah İsmaililerin<br />

lideriydi. Yazar, İran’dan gelen suikastçıları<br />

(ki bunlarla Hasan Sabbah<br />

arasında ilişki kurup kurmadığı belli<br />

olmuyor) ‘Batıni’ diye adlandırıyordu<br />

fakat Haşhaşi veya fedai terimini<br />

(aynı şekilde Sünnilerin ‘sapkın’lar<br />

için kullandıkları ‘Melahide’ terimini)<br />

kullanmıyordu. Halep şehrinin tarihçisi<br />

Kemaleddin (ö.1262) de bu geleneği<br />

devam ettirecekti.<br />

CUVEYNİ VE SONRASI<br />

Hatırlanacağı üzere 1256 yılında Hülagu,<br />

Alamut kalesini fethetmiş, kaledeki<br />

büyük kitaplığı imha etmişti. Neyse<br />

ki, Hülagü ile birlikte Alamut’a gelen<br />

30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi,<br />

buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı.<br />

Bunlar arasında Sergüzeşt-i<br />

Seyyidna adlı bir kitap vardı. Bu kitap<br />

iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi.<br />

Bugün içindeki pek çok<br />

bilginin yanlış olduğu anlaşılan bu biyografiden<br />

yararlanarak Hasan Sabbah<br />

hakkında bir kitap yazan Cuveyni’nin<br />

de ne ‘saklı cennet ve huriler’, ne ‘haşhaş’<br />

ne de ‘fedai’ lafı etmişti.<br />

İlk kez ‘Haşhaşin’ terimini kullanan<br />

Arap tarihçi İsmail El Makdisi<br />

(ö.1268) idi ancak o da, bu terimi Hasan<br />

Sabbah’ın adamları için değil Suriyeli<br />

Nizariler için kullanmıştı. Mısırlı<br />

tarihçi İbn Müyesser (ö.1287) de<br />

Suriye’deki İsmaililere ‘Hahhaşiyye’,<br />

Alamut’takilere ‘Batıniyye’ ve ‘Malehide’,<br />

Horasan’dakilere ise ‘Talimiyye’<br />

dendiğini belirtmekle yetindi. Ancak<br />

bu iki yazar da, ‘Haşhaşiyye’ teriminin<br />

kökenini açıklamıyorlardı. (Belki<br />

de o günlerde çok iyi bilenen bir terim<br />

olduğu için….)<br />

İlginçtir, Eyyübilerin tarihini yazan<br />

Cemaleddin Salim (ö.1298) de Batıni<br />

ve İsmaili terimini kullanırken ‘fedai<br />

ve ‘haşhaşin’i kullanmamıştı. Sadece<br />

Selahaddin’e suikast yapan kişiyi ‘Melahide’<br />

diye nitelemişti. Bir başka Arap<br />

tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan<br />

Sabbah adamlarını beyinleri uyuşuncaya<br />

kadar balla yoğrulmuş fındık ve<br />

kimyonla beslerdi ondan sonra onları<br />

suikast planlarını ezberletirdi. Bu<br />

iddia İbn Kathir (ö.1370) tarafından<br />

aynen tekrarlandı. Kathir, ‘fedai’ terimini<br />

sadece bir defa, Selçuklu Sultanı<br />

Berkiyaruk’u 1095’te öldüren İranlı<br />

suikastçı için kullanacaktı.<br />

Kısacası, 14. Yüzyılın sonuna kadar,<br />

İranlı ve Arap tarihçiler için, Nizariler<br />

önemliydi ama Hasan Sabbah’ın<br />

adamları çok önemli figürler değildi.<br />

Adlarına ancak çok önemli olaylarda<br />

değiniliyor ama ‘fedai’, ‘haşhaşin’ tabirleri<br />

neredeyse hiç kullanılmıyordu.<br />

Bu terim Nizarilerden çok darbe yiyen<br />

Haçlılar arasında ortaya çıkmıştı ve<br />

Haçlılar tarafından Avrupa’ya taşınmıştı.<br />

Haçlıların anlatılarını yeni bir<br />

boyuta taşıyan ise, 1271-1295 yılları<br />

arasında Asya’da bulunan Venedikli<br />

ünlü seyyah Marko Polo olacaktı.<br />

MARKO POLO’NUN HİKAYELE-<br />

Rİ<br />

Pisalı Rustichello tarafından kaleme<br />

alınan Marko Polo’nun hatıratında,<br />

Hasan Sabbah ve Alamut’un şöyle bir<br />

betimlemesi yapılmıştı: “O (Büyük<br />

Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmis¸<br />

ve onu, her çes¸it meyve ile<br />

dolu, daha önce hiç görülmemiş çok<br />

genis¸ ve çok güzel bir bahçe haline<br />

getirtmis¸ti. Onun içinde hayal edilebilen<br />

en zarif köşkler ve saraylar inşa<br />

edilmişti... Ve orada serbestçe şarap,<br />

süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik<br />

aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen,<br />

çok güzel s¸arkı söyleyen ve seyredenleri<br />

büyüleyecek bir şekilde dans<br />

eden, çok sayıda, dünyanın en güzel<br />

kadın ve cariyeleri vardı.... Ve bu bölgelerin<br />

Müslümanları oranın Cennet<br />

olduğuna inandılar!...”<br />

Marko Polo bundan sonra, Hasan<br />

Sabbah’ın fedaileri nasıl eğittiğini, nasıl<br />

haşhaş içirirek kontrolü altına, nasıl<br />

ölüme gönderdiğini anlatır. Bu hikayelerin<br />

rivayetlere dayandığı anlaşılıyor<br />

çünkü çünkü Marko Polo bölgeden<br />

1271-1275 yılları arasında geçtiğinde<br />

20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne<br />

gitmemişti. Marko Polo anılarını ömrünün<br />

son yirmi yılında gözden geçirdiğini<br />

biliyoruz ama o tarihlerde artık<br />

Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmaili-<br />

Haşhaşi edebiyatı oluştuğu için, muhtemelen<br />

bu uydurma bilgileri anılarından<br />

çıkarmaya gerek duyamadı.<br />

Marko Polo’nun ünlü ettiği ‘Assasin’<br />

(Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan şairi<br />

Dante Aligheri tarafından, 1300-<br />

13<strong>05</strong> yılları arasında yazılan İlahi<br />

Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy<br />

gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini<br />

izleyerek, ‘assassin’ kavramını ‘kötülük’<br />

kavramı ile birlikte ele alıyordu.


kızılbaş - sayfa 51 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Bu tarihten itibaren ‘assassin’ kelimesi<br />

Batı dillerinde ‘suikastçı’ veya ‘cani’<br />

anlamına kullanılmaya başladı.<br />

ŞARKİYATÇI HAMMER’İN SAP-<br />

TIRMASI<br />

Batı’nın ‘Assasin-Haşhaşin’ literatürünü<br />

yeniden moda yapan ise 18. Yüzyılda,<br />

ünlü Fransız dilbilimci ve şarkiyatçı<br />

Baron Silvestre de Sacy ile başlayarak,<br />

orijinal Arapça ve Sünni kaynaklardan<br />

yararlanarak eserler ortaya çıkaran Avrupalı<br />

Şarkiyatçılardı. Bunlardan biri<br />

olan Avusturyalı Baron Joseph Hammer-Purgstall<br />

(ö. 1856) ‘Haşhaşin’ söylencesinin<br />

geç Sünni Arap versiyonun<br />

Osmanlı ülkesinde yayılmasını sağladı.<br />

Hammer, Viyana’daki Doğu Dilleri<br />

Akademisi’nde Arapça, Farsça ve Osmanlıca<br />

öğrenmiş, 1799’da, 1802-1807<br />

arasında İstanbul’da Avusturya-Macaristan<br />

İmparatorluğu sefaretinde sekreter<br />

olarak çalışmış, sonra ülkesinde<br />

benzer görevler yürütmüştü. Emekli<br />

olduktan sonra 10 ciltlik ‘Osmanlı<br />

Devleti Tarihi’ni yazdı. Osmanlı ve<br />

İran edebiyatından çeviriler yaptı. (Örneğin<br />

1818’de yayımlanan Gothe’nin<br />

ünlü Doğu-Batı Divan’ına temel olarak<br />

Hafız’ın Divan’ı vardı bunlar arasında.)<br />

Hammer’in konumuzla ilgili eseri,<br />

1818’de başta Marko Polo, Tyre’li William,<br />

Vitry’li James gibi Haçlı tarihçiler<br />

ile Cuveyni, Ebu’l Fida, Makrizi,<br />

El Furat, Zahiriddin Maraşi gibi Arap<br />

tarihçilerin eserlerinden ve 1430’larda<br />

yazılmış bir Arap romanından yararlanarak<br />

yazdığı, Türkçe adıyla ‘Haşhaşin<br />

Tarikatı’ adlı kitapta bilimsel bilgilerle<br />

rivayetleri, gerçeklerle yalanları ustaca<br />

harman ederek, ‘saklı cennet’, ‘Haşhaş<br />

içerek kendinden geçen fedailer’, ‘sırf<br />

öldürmek için öldüren caniler’, gibi<br />

bütün klişeler kullanılmakla kalmadı,<br />

Hasan Sabbah için ‘insanlık tarihinin<br />

gördüğünü en şeytani yaratık’ portresi<br />

çizildi. Sünni yazarların önyargılarını<br />

bilebilecek kadar yetkin bir şarkiyatçı<br />

olan Hammer’in bunu niye yaptığını<br />

sorabilirsiniz. Bu konuda araştırması<br />

olan Farhad Daftary’ye göre bunun<br />

nedeni Avrupa’daki devletlerin, bu<br />

arada Hammer’in yaşadığı Avusturya-<br />

Macaristan İmparatorluğu’nun da korkulu<br />

rüyası olan Tapınak Şövalyeleri,<br />

Cizvitler, Illuminati ve Farmasonlar<br />

gibi örgütler hakkında doğrudan söz<br />

söylemek yerine, Haçlı Seferleri’nden<br />

beri Avrupa’da yaygın olan Nizarilere<br />

yönelik kara propagandayı kullanarak,<br />

dolaylı yoldan kamuoyunu uyarmaktı.<br />

Hammer şarkiyatçı peçe altında, zayıf<br />

devletlerin, yeraltı örgütleri tarafından<br />

kolayca yıkılabileceği yolundaki<br />

paranoyayı yeniden üretiyordu ve olan<br />

Hasan Sabbah’a ve Nizarilere olmuştu.<br />

Hammer’in kitabı 1930’a kadar sorgulanmadan<br />

basıldı, okundu, aktarıldı ve<br />

Başbakan’ın da etkisinde kaldığı şeytani<br />

Hasan Sabbah imajının kökleşmesine<br />

neden oldu.<br />

Hammer’in çizdiği portreye ilişkin ilk<br />

şüphe, Rus şarkiyatçı W. Ivanow’un<br />

ve ardından Amerikalı İslam tarihçisi<br />

M. Hodgson’un çalışmalarıyla doğdu.<br />

Daha sonra B. Lewis, her ne kadar Nizarilere<br />

hiç sempati duymuyorsa da,<br />

Haşhaşinlere dair söylencelerin uydurma<br />

olduğunu kabul etti. Bu konuda<br />

her geçen gün daha önemli araştırmalar<br />

yayımlanıyor. Ama özellikle bizim<br />

gibi az okuyan toplumlarda, kadim<br />

klişeleri yürürlükten kaldırmaya yetmiyor<br />

elbette…<br />

(taraf)<br />

Özet Kaynakça<br />

Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri,<br />

Yurt Kitap Yayın, 2008; Farhad Daftary,<br />

İsmaililer-Tarihleri ve Öğretileri,<br />

Doruk Yayınları, 20<strong>05</strong>; Farhad<br />

Daftary, “The ‘Order of the Assassins’:<br />

J. von Hammer and the Orientalist<br />

misreprensettations of the Nizari<br />

Ismailis”, Iranian Studies, Vol.39, No:<br />

1 (March 2006): 71-81; Shakib Saleh,<br />

“The Use of Batıni, Fida’I and Hashishi”,<br />

Studia Islamica, No: 82 (1995):<br />

35-43; Laurence Lockhart “Hasan-i<br />

Sabba¯h and the Assassins”, Bulletin<br />

of the School of Oriental Studies, V<br />

(1928-30): 675-696; İsmail Kaygusuz,<br />

Hasan Sabbah ve Alamut, SU Yayınları,<br />

2004; Faik Bulut, Hasan Sabbah<br />

Gerçeği/ Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri,<br />

Berfin Yayınları, 2010; Amin<br />

Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı<br />

Kredi Yayınları, 1997.<br />

SİPARİŞ ve İletişim<br />

peri yayınları<br />

Niyazi Armutlu<br />

Pavlonya Sokak Nuhoğlu<br />

İşhanı No.8/4<br />

Kadıköy/İstanbul<br />

Tel: (0216) 347 26 44<br />

Fax: (0216) 347 26 44<br />

periyayinlari@yahoo.com.tr


kızılbaş - sayfa 52 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel<br />

İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim<br />

Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin'de yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal<br />

Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri"<br />

konferansına Erdem Özgül'ün sunduğu tebliğin tam metni:<br />

Arkadaşlar Merhaba,<br />

soykırımın 99. yılını geride bıraktığımız<br />

bu günlerde, bu toplantıda hep bir<br />

arada olmamız, beni gururlandırıyor.<br />

Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür<br />

ediyorum.<br />

Bu toplantıyı düzenleyen, bizi bir araya<br />

getiren Kürdistani kurumlara da ayrıca<br />

teşekkür etmek istiyorum.<br />

Arkadaşlar, bildiğiniz üzere önce Ermeni<br />

soykırımıyla tanıştık. Ermeni<br />

diasporasından aydınlar, devrimciler,<br />

kalemleri ve silahlarıyla canla başla çalıştılar,<br />

yüzyılın suçuyla bizi baş başa<br />

bırakmayı da başardılar. Sonrasında<br />

Yunanistan’dan bağımsız olmak üzere<br />

kimi Rum kurumları ve entelektüelleri<br />

de soykırımı dillendirmeye çalıştılar<br />

ama canlanan Türkiye ve Yunanistan<br />

ilişkileri, devletlerin dostları yoktur,<br />

ama çıkarları vardır deyiminin de bir<br />

gereği olarak Rum aktivistlerin sesinin<br />

gereğince çıkmasına engel oldu,<br />

biz onları yeterince duyamadık. Şimdi<br />

soykırımın bir boyutuna daha tanık<br />

oluyoruz, Asuri-Süryaniler bizlere<br />

Seyfo’yu anlatıyorlar. Bildiğiniz üzere<br />

seyfo kılıç anlamına gelmektedir, ilk<br />

hedefi Cizre-Botan Beyi Bedirhan tarafından<br />

katledilen Nasturilerden, son<br />

hedefi Maraşlı Kızılbaş Kürtlere kadar<br />

Seyfonun üzerinde yaşayageldiğimiz<br />

topraklarda uzunca bir tarihi var.<br />

Arkadaşlar seyfonun bir boyutu daha<br />

var, Ezidilerin neredeyse tarih sahnesinden<br />

silinmesidir bu. Yok edildiler,<br />

dertlerini anlatacak kurumları, kuruluşları,<br />

eğitimli çocukları yok henüz,<br />

onlar hakkında gereğince bilgiye sahip<br />

değiliz ve çok ilgili de değiliz eğer iğneyi<br />

kendimize batırmamız gerekirse.<br />

Bir büyük ulus daha var bu soykırımların<br />

hem uygulayanı hem de kurbanı<br />

olan, ben de bu ulusun çocuğuyum,<br />

Kürtlerden bahsediyorum, kah yok<br />

etme operasyonlarına katılan, kah<br />

yok edilen halkımdan bahsediyorum,<br />

bizleri birbirimizden ayırdılar, henüz<br />

birleşemedik arkadaşlar, bu ayrışma<br />

aynı zamanda bin yılların birlikteliğinin<br />

ayrışmasıdır, saydığım grupların<br />

hemen tamamı, kadim zamanlardan<br />

bu yana bir aradaydılar, Gılgamış destanı,<br />

Heredot tarihi ve Auskhülios’un<br />

Persler’i bizi doğrulayan en erişilebilir<br />

edebi kaynaklardır.<br />

Arkadaşlar ne yapacağız<br />

Bir büyük lanet var, Ermenice anlamıyla<br />

bir Ağed bu, Batı Ermenistan’ın,<br />

Tur Abdin’in, üzerinde dolaşıyor, milyonlarca<br />

insan topraklarından uzakta,<br />

işgalcilerin işlediği suçun cezasını<br />

ödemeye mahkum edildiler. Anadillerinden<br />

yoksunlar, milyonlarca Ermeni<br />

Batı Avrupa’da Ermenice’nin Batı dialektini<br />

unutmuş durumda, yüzbinlerce<br />

Süryani var, bütün bu Avrupa ülkelerinde,<br />

belli bir yaşın üzerinde olan bu<br />

insanlar Süryaniceyi sular seller gibi<br />

konuşuyorlar, yaşları 50 ile 80 arasında<br />

değişiyor bu insanların, Tur Abdin’de<br />

doğmuş, büyümüşler, Lozan hukukuna<br />

göre azınlık sayılmamalarına, Süryanice<br />

okullar kuramamalarına rağmen<br />

kendi aralarında dillerini yaşatmışlar,<br />

ama sürgün bunu da fazla görüyor<br />

onlara, dillerini çocuklarına bırakamıyorlar,<br />

maalesef günümüz dünyası<br />

acımasız, pazarı olmayan bir kültürü<br />

ayakta tutamayacak kadar da hesapçı<br />

üstelik.<br />

Buna nasıl itiraz edeceğiz arkadaşlar<br />

Bir çok yolu, yöntemi var buna itiraz<br />

etmenin.<br />

Der Zor çölüne yürüyelim arkadaşlar,<br />

ama Mezepotamya karşılayacak öncesinde<br />

bizi, bütün canlılığıyla dağları,<br />

ovaları aşacak çöle gideceğiz. Çöl bir<br />

metafordan daha fazlası değil bazen,<br />

bugün hala çölde Ermenilerin kemikleri<br />

var, biliyorsunuz Robert Fisk Deyr<br />

Zor’a gitti, toprağı azıcık eşelediğinde<br />

kemiklerle karşılaştı. Sait Çetinoğlu<br />

gitti, bulduğu insan kemiklerini çölde<br />

bir başına bırakamadı, aldı barbarlığın<br />

bugünkü başkentine, Ankara’ya getirdi<br />

bu kemikleri, evinde sakladı bu<br />

insanları, konuk etti bir zaman, sonra<br />

yapılması gerekeni yapıp defnetti bu<br />

insanları.<br />

Onlar çöle gittiler, gelin biz de kendi<br />

çölümüze gidelim arkadaşlar. Bugün


kızılbaş - sayfa 53 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

sayısını bilmediğimiz, bilmekte istemeyeceğimiz<br />

kadar çok insan kemiği<br />

çıkıyor Diyarbakır’dan, Dersim’den,<br />

Elazığ’dan, Bitlis’ten, Mardin’den, Şırnak’tan,<br />

Hakkari’den... bu kemiklerin<br />

tamamı günümüzün Kürt ülkesinden<br />

çıkıyor. Arkadaşlar bu tarihin üzerini<br />

örtmenin bir diğer adıdır bence, bugün<br />

ki Türkiye’nin neredeyse tamamını<br />

gezdim, istisnasız gittiğim her yerde de<br />

soykırıma uğramış insanların kemiklerini<br />

gördüm. Değirmenler, kiliseler<br />

uçurum boşlukları birer toplu mezar<br />

yeri bir çok şehirde. Buna rağmen bugün<br />

ve sadece kadim Ermenistan’dan,<br />

Tur Abdin’den insan kemiklerinin çıkması,<br />

ve bunun ele alınış biçimi dikkate<br />

değer bir durumdur. Diyorlar ki,<br />

son otuz yıldır Türkiye’yi kimi çeteler<br />

yönetiyor, yönetimde etkili oluyor ve<br />

bunlar Kürt gerillalarını, sivil Kürtleri<br />

öldürdü ve toplu mezarlara gömdüler,<br />

böylece sayısı hayli fazla olan bu kemikler<br />

tarihin sessizliğine gömülmüş<br />

oluyorlar.<br />

Öncesini inkar edip yok ettiler sonrasını<br />

da oldu bittiye getirip yok etmek<br />

istiyorlar arkadaşlar.<br />

Arkadaşlar empati yapalım, nasıl öldü<br />

bu insanlar, nasıl kuruyup kaldılar ve<br />

etleri kemiklerinden nasıl ayrıldı<br />

Der Zor bütün Mezepotamyadır bugün,<br />

biraz oraya gidelim bunu göreceğiz.<br />

Seyfo kelimesine takıntılı olduğumu<br />

anlamışsınızdır, bu sözcüğü ve anlamını<br />

Asuri-Süryanilerin yoğun hareketlilik<br />

gösterdiği son yıllara kadar<br />

duymamıştım, bilmiyordum.<br />

Dersim’de, Ovacık’ta Munzur nehrinin<br />

kaynağı üzerinden başlar düz ova,<br />

ötesi dağlıktır, ben bu ovada doğdum.<br />

Ovanın başında bir düzyazı vardır,<br />

Jar-Ziyaret köyü topraklarına dahildir<br />

burası, dümdüz bir arazidir, tarıma<br />

son derece elverişlidir ve hazine arazisidir,<br />

elbette Hazine’ye Ermenilerden<br />

kalmıştır, ben çocukken küçük<br />

bir kısmını köylüler ekiyordu bu arazinin,<br />

10 yıl üst üste ekerse herhangi<br />

bir çiftçi burayı ve bunu da kanıtlarsa<br />

hazine araziyi ona devrediyordu, ya da<br />

bu bir söylentiden ibaretti, çünkü hazineden<br />

toprak alan olmadı hatırladığım<br />

kadarıyla. Bahsettiğim arazi baharda<br />

çok güzeldir, bilirsiniz Munzur vadisi<br />

bitki çeşitleri çok yoğun bir ovadır, bu<br />

çeşitlerin önemli bir bölümü de bahar<br />

aylarında bu boş tarlalarda filizlenir,<br />

yaza doğru kururlar ve yalnızca kökleri<br />

kalır. Amcam bu araziler üzerinde<br />

bir tarla ekmişti, kuzenim tarlayı<br />

sulamaya bizi de beraberinde götürdü,<br />

arazinin gülü çiğdemi kurumuştu, yaz<br />

aylarıydı, beyaz parıltılar dikkatimizi<br />

çekti, kuzenim altın bulduğunu sanıp<br />

koştu ve titreyerek bize doğru geri<br />

geldi, gördüğünü görmememiz için<br />

bizi engellemeye çalıştı ama o kadar<br />

etkilenmişti ki, gördüğünü görmezsek<br />

meraktan ölürdük. Vardık ve çıplak bedenleri<br />

gördük orada, bir kaç ceset ve<br />

kafa tasıydı gördüklerimiz ama benim<br />

aklımda özellikle bir tanesi yer etti, en<br />

küçük kafatası oydu ve alın çatısından<br />

vurulmuştu, tas keskin bir cisimle yarılmış,<br />

kesilmişti. Seyfo’yu ilk orada<br />

gördüm, bilinçsiz bir şekilde toprağı<br />

kazdım, elleri, kolları çıkardım, kıyımın<br />

ya da ölümün bilincinde değildim<br />

henüz, okula bile başlamamıştım,<br />

Türkiye’de okula gitmemişseniz kötülük<br />

nedir öğrenemezsiniz bir türlü<br />

hani. Ve evet, insanlar çıplaklardı, diyelim<br />

ki bacak ikiye bölünmüştü. İlk<br />

orada yakalandım, burada birileri birilerini<br />

kesmişlerdi, benden gizlenen,<br />

fısıl fısıl konuşulan buydu işte aile<br />

içinde.<br />

Sonra büyüdüm. Biliyorsunuz Dersimli<br />

Kürtler son derece barbar, hain ve sinsi<br />

insanlardır, bundan dolayı da haddinden<br />

fazla karakol, okul vs devlet kurumu<br />

var memleketimizde. Diyarbakır<br />

cezaevindeki şiddetli direnişten sonra,<br />

(Burada sırası gelmişken Recep Maraşlı<br />

Abiye, Nuran Çamlı Maraşlı Ablaya,<br />

Hovsep Hayren’i Akhparige zulme<br />

prim vermedikleri, zindanlarda insan<br />

onurunu ayakta tuttukları için teşekkür<br />

etmek istiyorum huzurunuzda) gerilla<br />

mücadelesinin de büyümesiyle bizim<br />

medenileşmemiz elzem bir hal aldı. İyi<br />

de nerede adam olacağız Elbette yatılı<br />

bölge ilköğretim okullarında.<br />

Bu yılları soykırım açısından özellikle<br />

önemsiyorum arkadaşlar. Bir keresinde<br />

kar var, çok kar yağardı Ovacık’ta,<br />

3 ile 5 metre arası kar yağardı. Yatılı<br />

okulun bir otobüsü vardı, okul Mercan<br />

köyü tarafındaydı, Ovacık’ın hayli<br />

dışındaydı haliyle, bu otobüste biz<br />

çocuklara askeri marşlar söyletirler,<br />

rütbeli askerler, erlerin, piyadelerin<br />

analarına bacılarına küfrede ede bizi<br />

Ovacık’a götürür, getirirlerdi. Bize<br />

hep piçler derlerdi, Ermeni piçleri<br />

derlerdi. Apo’nun piçleri demiyorlardı<br />

henüz, Aramın piçleri, Khatçik’in<br />

piçleri diyorlardı, yani Ermeni isimleri<br />

sayıyorlardı sürekli. Bir keresinde<br />

gerillalar öğretmenleri alıkoymuştu,<br />

bu otobüste askeri marşlar ve küfürler<br />

arasında seyahat ederken biz, otobüsü<br />

komuta eden subay telsizden haberi<br />

alınca bizi arabadan indirdi, askerlere<br />

ayakkabılarımızı da çıkarmamızı emretti,<br />

çıkardık karda çıplak ayak onlar<br />

Ermenilere küfretti biz tekrarladık ve<br />

koştuk, sanıyorum bir yarım saat böyle<br />

koşturulduk, okula varıncaya kadar<br />

yani, sonra bizi bir salona götürdüler<br />

okulda ve bizi terbiye ettiklerini, böylece<br />

Ermeni “babalarımızın” fitnelerine<br />

uymayacağımızı söylediler.<br />

Şimdi şöyle bir şeyi düşünmeliyiz arkadaşlar,<br />

eylemi yapan Kürt gerillaları,<br />

ve bizler de Kürtçe konuşan Kızılbaşlarız,<br />

o halde neden, suçlanan neden<br />

Ermeniler, neden onlara küfrediliyor<br />

ve bu işkenceye biz de hem ortak, hem<br />

de kurban ediliyoruz, bu çocuklarda<br />

Ermeni nefretini geliştirmek için mi<br />

yapılıyor<br />

Bu salon toplantıları ve Ermeni aleyhtarı<br />

konuşmalar rutin halini aldı gerilla<br />

savaşı büyüdükçe. Artık Apo yavaş<br />

yavaş Ermeni piçi olmaya başladı,<br />

ona da küfredilir oldu. Şemdin Sakık<br />

sünnetsiz Ermeni oldu, bir sürü Ermeni<br />

türedi devletin dilinde, isyanın adı<br />

Ermenilikti. Dişlerini sıka sıka tüm<br />

bunları anlatırlardı bize, yatakhanelerin<br />

bir bölümünde askerler yatarlardı,<br />

birbirimizi görmüyorduk ama aynı yemekhanede<br />

kahvaltı yapıyorduk. Birgün<br />

bu askerler ellerinde bir listeyle<br />

geldiler, çocukların soyadları hala aklımda,<br />

saydılar ve elliye yakın çocuğu<br />

hamama götürdüler, okulda çok daha<br />

fazla çocuk var neden sırf bu grup,<br />

neden biz değiliz de onlar diye düşünüyorduk,<br />

çocukların ağlama sesleri<br />

geldi ve sonra çocuklar geldiler sünnet<br />

elbiseleri içindeydiler, gelişi güzel<br />

sünnet etmişlerdi bu çocukları, beyaz<br />

sünnet elbiselerinin karın altı kısmı<br />

kıpkırmızı, evet arkadaşlar bu çocuklar<br />

Ermeni çocuklarıydılar. Onlara<br />

Ermeni olduklarını böyle söylediler,<br />

rızalarını almadan sünnet ederek, bize<br />

bunu yapmadılar, sünnet olmayan Kızılbaş<br />

yok, ille olacağız biliyorlar ama<br />

Ermenilere güvenemiyorlardı ki işlerini<br />

sağlama aldılar.


kızılbaş - sayfa 54 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Arkadaşlar Futbol asla yalnızca futbol<br />

değildir derler. Böylesine sorunlu<br />

bir yönetim geleneğine sahip ülkelerde<br />

okullar da sadece okul olamıyorlar maalesef,<br />

sizin kendinizden tiksinmenizi<br />

sağlayan birer toplama kampı oluyor<br />

böylesi mekanlar, öyle ki eğitmek ve<br />

cezalandırmak fiilleri birbirinin eş anlamlıları<br />

haline geliyor.<br />

Benim bir hayalim var arkadaşlar, bir<br />

şeyi çok istiyorum. Mercan’daki eski<br />

Ovacık yatılı bölge ilk öğretim okulunun<br />

bütün binalarının temelden yıkılmasını,<br />

zemininin incelenmesini istiyorum,<br />

bunu deliler gibi istiyorum. Bu<br />

okulun sadece içi değil, zemini de son<br />

derece sorunlu, onu oraya kuranların<br />

günahını beton zemin içinde taşıyor.<br />

Bu okula bir ek bina yapılıyordu ben<br />

orada öğrenciyken, son derece abartılı<br />

derin bir zemin kazılınca biz bütün çocukları<br />

bir merak aldı, Ovacık’ta Kışla<br />

adını verdikleri bir köy var, bu köyün<br />

kışlası derler ki dört kat yeraltına iner,<br />

işte aklımızda o karakol var, öyle bir<br />

şey olacak sanıyoruz, bir gün hepimiz<br />

teneffüs yapmışız, okulun bahçesindeyiz,<br />

bir kaç tane sarı kamyonet geldi,<br />

bu kamyonlar tepeleme kemik dolu,<br />

ama üstleri örtülmemiş, çıplak haliyle<br />

kemikleri görebiliyorsun, dikkatle bakıyorsun<br />

hayvan değil, at, eşşek, inek<br />

değil, belli insan kafası, ve bu kafataslarını<br />

o kadar öğretmenin, askerin,<br />

çocuğun gözleri önünde o zemine dökmezler<br />

mi, bu beni bitirdi.<br />

Şöyle yapıyorlar, Sabancının Beton<br />

SA mı ne bir şirketi var, SA amblemi<br />

var her halükarda çimento arabalarının<br />

üzerinde, bir kaç işçi aşşağıda, kemikler<br />

boşaltılıyor yukarıdan, işçiler<br />

düzeltiyor onları aşağıda ve aralarına<br />

çimento döküyorlar, kemik dökülüp<br />

düzeltildikçe beton örülüyor, ve düşünebiliyor<br />

musunuz, buna bir Allahın<br />

kulu hayır yapmayın, bu yanlış bir<br />

uygulamadır demiyor, diyemiyor, tek<br />

tek insanların yüzüne bakıyorsun bir<br />

anlam değişmesi yok, bir incinmişlik<br />

hissi duyamıyorsun, “adam sen de bizim<br />

değil zaten Ermenilerin kemikleri,<br />

bizim aşiretler ölüsünü ortada mı bırakır,<br />

alır gömerler,” diyor okulun aşçısı<br />

yamağına, tek teselli bu yani, kemikler<br />

19<strong>38</strong>’in değil, haliyle bizim değiller,<br />

rahatlayabiliriz yani.<br />

Durum budur arkadaşlar, soykırım<br />

budur, çöl burasıdır. Biz bunları kendi<br />

gözlerimizle gördük, öyle sanıyorum<br />

ki bütün Kürt çocuklarına, Kızılbaş<br />

çocuklarına da gösterdiler bunu. Neler<br />

yapacaklarını, ne kadar ileri gidebileceklerini<br />

gözümüzün içine soktular,<br />

onun için diyorum ki kendimize dönelim,<br />

babaları Ermeni, Süryani, Rum,<br />

Ezidi olmayan bizlerin anneleri, büyük<br />

anneleri bu gruplardan birinden ve<br />

soykırımın resmi onların bıçaklanmış<br />

gövdelerine kazılı, buraya bakalım,<br />

buna kayıtsız kalmayalım.<br />

Babaları katil anaları kurban insanlarız<br />

bizler, 20. yüzyılın bu ilk soykırımında<br />

bizim de elimiz var, sorumluluk hissetmiyorum,<br />

demeyelim. Aksine bunun<br />

hesabını verelim, çölü aşalım arkadaşlar,<br />

o zaman Khatçik Muradian’ın murat<br />

ettiği gibi: “Gerekli olan adaletin ta<br />

kendisi”ni sağlayabiliriz.<br />

Not: 10.<strong>05</strong>. <strong>2014</strong> tarihinde Berlin'de yapılan<br />

1915 Soykırımı ve Kürt, Ermeni,<br />

Asuri-Süryani İlişkileri Konfensına<br />

sunduğum bu tebliği mot a mot okumak<br />

yerine spontan bir özetini sundum,<br />

konferansa katılan, ya da internet<br />

üzerinden izleyenler konuşmamın bu<br />

metnin özeti olduğunu göreceklerdir.<br />

Erdem Özgül<br />

Gelawej/ 10 Mayıs <strong>2014</strong> günü Berlin’de<br />

yapılan “1915 soykırımı, Toplumsal<br />

Sorumluluklar ve Roller; Kürt,<br />

Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri”<br />

konferansına yazılı belgelerini<br />

Gelawej sitesinden ulaşılması mümkündür<br />

http://gelawej.net


kızılbaş - sayfa 55 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı, İnönü Üniversitesi,<br />

Arguvan Kaymakamlığı ve<br />

Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma<br />

Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri<br />

‘Arguvan Halk Kültürü’ konulu 4. Ulusal<br />

Arguvan Sempozyumu yoğun katılımla<br />

gerçekleştirildi.<br />

İki oturum şeklinde gerçekleştirilen bilgi<br />

şöleninin ilk bölümünde İnönü Üniversitesi<br />

Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi<br />

Konser Salonu’nda gerçekleşen<br />

4. Ulusal Arguvan Sempoz- yumu’nun<br />

açılış töreninde, Ankara Arguvanlılar<br />

Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı<br />

Asım Aydoğdu, Arguvan Kaymakamı<br />

Zafer Oktay, İnönü Üniversitesi Rektör<br />

Vekili Prof. Dr. İsmail Özdemir, Arguvan<br />

Belediye Başkanı Mehmet Kızıldaş<br />

birer konuşma yaptılar.<br />

“ARGUVANLININ AKLININ BİR<br />

PARÇASI SILADADIR”<br />

Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma<br />

Derneği Başkanı Asım Aydoğdu,<br />

açılış töreninde yaptığı konuşmada: “Arguvanlılar<br />

da Anadolu’da yaşayan diğer<br />

insanlar gibi birçok nedenden ötürü,<br />

memleketlerini terk etmek ve gurbete<br />

gitmek zorunda kalmışlardır. Ancak,<br />

Arguvanlıları diğer insanlardan ayıran<br />

önemli bir fark vardır. Arguvanlı, dünyanın<br />

neresine gurbete giderse gitsin;<br />

aklının bir parçası sılada, Arguvan’da<br />

kalan insandır.<br />

Arguvanlı, gurbette olduğu her an sılasını<br />

düşünen ve bir gün oraya dönmenin<br />

hayaliyle yaşayan kişidir. Arguvanlı bilir<br />

ki yolcunun son durağı, yola çıktığı<br />

yerdir. Çünkü bir Arguvanlı için fiziksel<br />

doyum ne kadar önemliyse ruhsal doyum<br />

da o kadar önemlidir. Arguvanlının<br />

ruhunu doyuran tek şey sılasıdır. İşte bu<br />

nedenle Arguvan’ı, Arguvan kültürünü<br />

ve Arguvanlıyı daha yakından tanımak<br />

gerekmektedir.<br />

Aslında Arguvan bir semboldür ve bir<br />

kültür mirasının ortak adıdır. Kültürlerin<br />

sınırları olmadığı için onlar bir bölgenin<br />

adıyla anılsa dahi çok daha geniş<br />

bir coğrafyanın ortak mirasıdır. Bu yüzden,<br />

Arguvan’ı tanımak Türkiye’yi tanımak<br />

adına büyük bir başlangıç adımıdır.<br />

Biz de daha önce üç kez Ankara’da düzenlediğimiz<br />

sempozyumlardan sonra;<br />

bugün burada dördüncüsünü düzenlediğimiz<br />

Ulusal Arguvan Sempozyumu ile<br />

Arguvan’ı tanımak adına bir adım daha<br />

Sultan KILIÇ<br />

atacağız. Dahası gelecek kuşaklara bu<br />

bilgi şöleni dâhilindeki birikimleri, sözlü<br />

olarak değil, yazılı olarak aktaracağız.”<br />

ifadelerini kaydetti.<br />

“ARGUVAN TÜRKÜLERİNDE DAĞ-<br />

LARININ KOKUSU”<br />

Bugün ayrıca dışarıdan bakan sıradan<br />

bir gözün göremeyeceği bir kültürün<br />

en kıymetli meyvesi olan Arguvan türkülerinin<br />

özünden de doya doya içmek<br />

için buradayız. Çünkü Arguvan, türkü<br />

demektir. Arguvan, dünyanın neresinde<br />

olursa olsun bir Arguvan türküsü dinlediğinde<br />

duygulanan insanların memleketidir.<br />

Arguvan, uzun yıllar gitmediği<br />

memleketini bir Arguvan türküsü ile<br />

gözünde canlandırabilen, dağlarının kokusunu<br />

duyabilen, yaylalarının rüzgârını<br />

hissedebilenlerin memleketidir.<br />

Arguvan, gitmek zorunda olduğu gurbet<br />

ellerinde bir türkü süresince yuvasına<br />

gidip gelebilen insanların memleketidir.<br />

İşte biz de hep beraber türkülerimizi<br />

söyleyeceğiz. Hayatın ta kendisini anlatan;<br />

gurbette ruhumuzu doyuran; bize<br />

ayna tutan; hayallerimizi, umutlarımızı,<br />

hayal kırıklıklarımızı, gurbetimizi anlatan<br />

ve bizi bir arada tutan en güçlü bağ<br />

olan Arguvan türkülerini söyleyeceğiz.”<br />

dedi.<br />

“NADİR GÖRÜLEN KÜLTÜREL<br />

ZENGİNLİK VAR”<br />

Sempozyumun açılışında konuşan İnönü<br />

Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr.<br />

İsmail Özdemir: “Ülkemiz tarihin derinliklerinden<br />

süzülerek gelen ve çeşitli<br />

kültürlerin harman olduğu, zengin bir<br />

geçmişe sahiptir. Coğrafi konumu gereği<br />

Ortadoğu, Akdeniz, Doğu-Batı ve İslam<br />

kültürlerinin orijininde yer alan güzel<br />

Anadolu’muz, binlerce yıllık geçmişi<br />

ve tarihinde var olan birçok farklı kültürün<br />

etkisiyle nadir görülen bir kültürel<br />

zenginliğe sahiptir. Bu zenginlik, müzik<br />

kültürümüze de yansımıştır.<br />

Ülkemizin müzik kültürünün ayrılmaz<br />

parçası olan Arguvan türküleri de bundan<br />

kendine düşen payı almıştır. Kültürüyle,<br />

yaşam biçimiyle, inanç ve değerleriyle<br />

oldukça özel bir konumda olan<br />

Arguvan ilçemizin türküleri ve deyişleri<br />

adeta Türk halk müziğini besleyen ulu<br />

bir pınar, bir çağlayan; sıla hasreti çekenlere<br />

memleket; âşıklara yaren, dertlilere<br />

derman, yokluk çekenlere servet<br />

olmuştur.” dedi.<br />

“EZGİLER, BÜYÜK OZANLAR-<br />

DAN BESLENMİŞTİR”<br />

Arguvan’ın türkü mirasını gittikçe zenginleştirdiğini<br />

söyleyen Prof. Dr. İsmail<br />

Özdemir: “Müziğin yaşamla özdeşleştiği<br />

Arguvan'da ezgiler büyük ozanlardan<br />

beslenmiş, birçok ozan da Arguvan deyişlerini<br />

özümsemiş, onlara kendi yaşamını<br />

da katarak kendi süzgecinden<br />

geçirmiştir. Çok sayıda halk ozanı yetiştiren<br />

Arguvan, geleneğini sürdürerek<br />

sonraki kuşaklara türkü mirasını gittikçe<br />

zenginleştirerek aktarmıştır.<br />

Bu aktarımın devam edebilmesi için, Arguvan<br />

türkülerinin ve deyişlerinin orijinalliği<br />

bozulmadan, Arguvan ağzıyla,<br />

yöresel çalgılardan ve yörede yetişmiş<br />

sanatçılardan yararlanılarak kayıt altına<br />

alınması gerekmektedir. Arguvan türkü<br />

kültürünün korunması ve gelişmesi için<br />

ozanlarımızın ve mahalli sanatçılarımızın<br />

desteklenmesi, Arguvan ve Arguvan<br />

türküleri üzerine yapılacak araştırmaların<br />

özendirilmesi, kültürel ve turistik<br />

açıdan Arguvan’ın gelişmesi için gerekli<br />

tanıtım ve altyapı faaliyetlerinin icrasında;<br />

üniversitemize, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına,<br />

müzikseverlere büyük görevler<br />

düşmektedir.” ifadelerini kaydetti.<br />

“SEVGİ VE HOŞGÖRÜNÜN MÜZİK<br />

YOLUYLA AKTARILMASI”<br />

Türkülerin Arguvan kültüründe önemli<br />

bir yere sahip olduğunu ifade eden Arguvan<br />

Kaymakamı Zafer Oktay ise: “İlçemiz<br />

Arguvan, Türkiye'de önemli bir yere<br />

sahip kültür yörelerinden biridir. Gerek<br />

âşıklık geleneği, gerekse müziği açısın-


kızılbaş - sayfa 56 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

dan oldukça zengin bir derinliğe ve birikime<br />

sahip olan ve Anadolu’nun coğrafi<br />

anlamda küçük bölgesi olan Arguvan<br />

ilçesinin, ulusal ve uluslararası arenada<br />

büyük bir yere sahip olmasının sebebi;<br />

sevgi ve hoşgörünün yalın bir biçimde<br />

müzik yoluyla insanlara aktarılmasından<br />

geçmektedir. İlçemizin kültürel zenginliğinin<br />

önemli bir ayağı olan Arguvan<br />

türküleri; ulusal müziğimizin önemli bir<br />

dokusunu oluşturmaktadır.<br />

Geçtiğimiz yıl Mart ayında; "Sözlü Gelenekler<br />

ve Anlatımlar Gösteri Sanatları”<br />

alanında, Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />

Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü<br />

tarafından, Somut Olmayan Kültürel Miras<br />

Ulusal Envanterine katılan Arguvan<br />

türkülerimiz, kültürün kuşaktan kuşağa<br />

aktarılmasında önemli bir görev üstlenmiştir.<br />

“ARGUVAN’A EKONOMİK, SOS-<br />

YAL VE KÜLTÜREL KATKI”<br />

Bu anlamda, türkülerimizin ve yöremizin<br />

ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını<br />

sağlamak amacıyla, her yıl gerçekleştirdiğimiz<br />

Uluslararası Türkü Festivali ile<br />

ilçemize ekonomik, sosyal ve kültürel<br />

bakımdan büyük katkı sağlanmaktadır.<br />

Diğer önemli bir çalışma da yine Kültür<br />

ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim<br />

Genel Müdürlüğü tarafından planlanan<br />

ve oluşturulan komisyon marifetiyle<br />

“2013 Yılı Planlı Halk Kültürü Alan Çalışmaları"<br />

kapsamında ilçemizde halk<br />

kültürü çalışmaları tamamlanarak, bugün<br />

de sonuçlarını tartışacağımız, halk<br />

kültürü alanında ortaya çıkan bilgi ve<br />

belgeler. Bu belgeler, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı arşivlerine kaydedilerek bilimsel<br />

bir veri tabanı oluşturulmuştur.” dedi.<br />

Kaymakam Zafer Oktay, sözlerini şöyle<br />

sürdürdü: “İlçemizin bir diğer zenginliği<br />

de Arguvan yöresinde ve yakın çevresinde<br />

bulunan türbeler ve mezarlar, yöre<br />

halkının manevi dünyalarının başlıca<br />

inanç odaklarıdır. Bu bakımdan Arguvan<br />

yöresi ve yakın çevresi inanç turizmi<br />

bakımından önemli bir potansiyele<br />

sahiptir.” ifadelerini kullandı.<br />

“EN GÜZEL SEVDA ŞİİRLERİ VE<br />

HASRET TÜRKÜLERİ ARGUVAN-<br />

LILARDAN”<br />

Bu yıl Türkü Festivali’nin 2-3 Ağustos<br />

<strong>2014</strong> tarihleri arasında gerçekleşeceğini<br />

açıklayan Arguvan Belediye Başkanı<br />

Mehmet Kızıldaş ise: “Arguvanlılar; en<br />

güzel sevda şiirlerini, en güzel hasret<br />

türkülerini söylemişlerdir. Ayrılık türkülerini<br />

söylemişlerdir. Bu nedenle de<br />

her yöreden, her bölgeden insan, Arguvan<br />

türkülerini severek ve keyifle dinler<br />

ve söyler. Arguvan kurumları, Arguvan<br />

türküleri adına çok güzel etkinlikler düzenlediler.<br />

Bunlardan birisi bugünkü 4.<br />

Ulusal Arguvan Sempozyumu ve 6. Arguvan<br />

Türkü Günleridir. Bu hafta sonu<br />

27 Nisan <strong>2014</strong> tarihinde Arguvan Vakfı<br />

tarafından İstanbul’da 14. Arguvan Türküleri<br />

Ses Yarışması, İstanbul Yeditepe<br />

Üniversitesi’nde yapılacaktır. Arguvan<br />

Türkü Festivali ise 2-3 Ağustos günlerinde<br />

Arguvan’da düzenlenecektir.” dedi.<br />

DERECEYE GİREN ŞİİRLER SES-<br />

LENDİRİLEREK ÖDÜLLENDİRİL-<br />

Dİ<br />

Törende 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu<br />

kapsamında düzenlenen Arguvan<br />

konulu şiir yarışmasına 19 kişinin<br />

katıldığı ve bunlardan birinciliği Ümit<br />

Çalışıçı’nın, ikinciliği Musa Aslantaş’ın<br />

ve üçüncülüğü ise Murat Eren’in aldığı<br />

açıklandı. Yarışmada ikinci ve üçüncü<br />

olanlar törende hazır bulunarak şiirlerini<br />

seslendirdiler ve ödüllendirildiler.<br />

Sempozyum öncesinde Arguvanlı Halk<br />

Müziği Sanatçısı Erhan Yılmaz’ın sazı<br />

ve deyişleri eşliğinde Arguvan yöresine<br />

özgü simgesel Semah gösterisi yapıldı.<br />

“YÜKLÜ BİR AĞIT VE HALK TÜR-<br />

KÜLERİ BİRİKİMİ”<br />

Açılış töreninın ardından bilgi şöleninin<br />

sunumuna geçildi. Prof. Dr. Turan Sağer<br />

yönetimindeki sempozyumda Folklor<br />

Araştırmacısı Hakan Sinan Mete, Öğretim<br />

Üyesi Doç. Dr. Banu M. Dönmez ve<br />

Uzman Antropolog Hüseyin Şahin konuşmacı<br />

olarak katıldılar.<br />

Sempozyumda konuşan Malatya Kültür<br />

ve Turizm İl Müdürlüğü’nde görevli<br />

Uzman Antropolog Hüseyin Şahin:<br />

“Ağıtların bir biri ardına söylendiği ölüye<br />

ağlama törenlerini sadece kadınlar<br />

düzenler ve yürütürler. Bunlar ölünün<br />

anası, bacısı, yakın akrabaları, komşularıdır.<br />

Ağlama töreni ya ölünün başında<br />

ya mezarında ya da Arguvan yöresindeki<br />

söylenişiyle “Esvap (çamaşır, giysi)<br />

dökme" denilen, ölünün birkaç parça<br />

çamaşırı, yılın bazı zamanlarında (üçü,<br />

yedisi, kırkı, ilk bayramı gibi) ortaya<br />

çıkartılarak yapılmaktadır. Arguvan yöresinde<br />

ölü başında ağlamada ağıtları ya<br />

köylerde ağıtçı kadınlar ya da iyi türkü<br />

çığıran kadınlar yakarlar. Ağıtlara, orada<br />

bulunan ve törene iştirak eden kadınlar<br />

katılırlar.<br />

Odaya her yeni gelen kadın, ölünün en<br />

yakını sayılan kadının boynuna ağlayarak<br />

sarılır. Ölüye çok yakın olanlar acılarım<br />

belirtmek için saçlarını başlarını<br />

yolar. Bazen tırnaklarıyla yanaklarım<br />

tırmalarlar. Ağıt töreninde, kadınların<br />

başı alınlarından bir bezle genelde bağlıdır.<br />

Bu alın bağlama biçimi yasa gelen<br />

kadınlar için de geçerlidir. Alnına bağlanan<br />

dolak, yazma beyaz ya da siyah<br />

renkli olmakta ve bu yasın simgesi olarak<br />

gözükmektedir. Arguvan çevresinde<br />

söylenen ağıtlarda ölünün vücutça,<br />

huyca övünülecek tarafları bir bir sayılır.<br />

Onun yiğitliği, güzelliği, boyu, endamı<br />

övülür. Yöre ağıtları ortak bir karakteristik<br />

gösterir.<br />

Cenazenin defnedildiği mezardan bir<br />

avuç toprak alınarak, mezar başında<br />

ağıtlar yakarak ağlayan yakınlarının<br />

üzerine serpilir. Toprağın tüm acıları<br />

temizlediğine, bir daha böyle bir acının<br />

yaşanmaması dileğine işarettir.<br />

Bunda yöredeki ölü ve ölüm, gurbetlik<br />

anlayışının ilgili gelenek ve törelerin<br />

benzer olması etkili olmuştur. Yüklü bir


kızılbaş - sayfa 57 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

ağıt ve halk türküleri birikiminin var olduğu<br />

Arguvan ve köylerinde, derlenen<br />

ağıtların birbirleriyle olan benzerlik ve<br />

aynılık derecelerinin neler olup olmadığını<br />

da çalışmamızın sonunda belirtmeye<br />

çalıştık.” şeklindeki ifadeleri dile<br />

getirdi.<br />

Müziği oluşturan tüm öğeleri ele almalıyız.<br />

Çalgılardan sözlere, ağız yapısından<br />

ezgiye, makama, kullanılan çalgıların<br />

yapısına kadar tüm öğeleri ele almalıyız.<br />

Bazen iki kişinin birlikte sazla ürettiği<br />

görülüyor. Doğaçlama ve yarı doğaçlama<br />

üretim olduğundan notaya almak zor<br />

oluyor. Yerel ağzın hâkim olduğu; aman,<br />

of, ölem gibi yerel ağzın ünlemlerinin<br />

sıkça kullanıldığı görülüyor.” diyerek<br />

Arguvan türkülerinin biçimsel ve içeriksel<br />

açıdan derinlemesine incelenmesi<br />

gerektiğini vurguladı.<br />

hissettik. 17 köye gittik; yaklaşık 13- 14<br />

köyde hemen hemen tüm konularda çalışma<br />

yapabildik. Bazen tek kaynak kişiyle<br />

üç saatlik çalışmalarda bulunduk.<br />

Herkese teşekkür ediyorum, özellikle<br />

Arguvan halkına teşekkür ediyorum.”<br />

diye sözlerini sürdürdü.<br />

“ARGUVAN, DİĞER DİLLERDEN<br />

EN AZ ETKİLENENDİR”<br />

İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde<br />

görevli Folklor Araştırmacısı Hakan Sinan<br />

Mete ise: “Arguvan Türkçesi, Türkçenin<br />

Oğuz gurubunda yer almaktadır.<br />

Arguvan'da kullanılan Türkçeye en yakını<br />

Gagauz Türkçesidir. Her dil gibi ilişkiye<br />

girdiği dillerden etkilenmiştir. Osmanlı<br />

döneminde Arapça ve Farsça’dan,<br />

son yıllarda ise Avrupa dillerinden kelimeler<br />

almıştır. Ancak dilin temel yapısı<br />

bozulmamıştır.<br />

Arguvan, Türkçeler içinde belki de başka<br />

dillerden en az etkilenen bölgeyi oluşturmaktadır.<br />

Arguvan ezgileri, halk müziği<br />

edebiyatında Arguvan ağzı, Arguvan<br />

makamı, Arguvan havası olarak geçer.<br />

Bir görüşe göre Arguvan türkülerinin<br />

çıkış kaynağı olarak Dolaylı Mahallesi<br />

(Halpuz) gösterilse de genel anlamıyla<br />

Arguvan ilçesi ve köylerinden doğup<br />

çevre il ve ilçelere yayıldığı söylenebilir.<br />

Günümüzde Elazığ (Şeyh Hasan), Malatya<br />

(Atabey) Yazıhan ilçesi, (Karaca,<br />

Fethiye), Hekimhan ilçesi (Ballıkaya,<br />

Başkavak, İğdir, Hasançelebi, Hacılar)<br />

köylerinde Arguvan ağzının etkisi görülmektedir.<br />

Ağız, halk müziğimizde yöresel<br />

konuşma farklılıklarını karşılar. Okuyuş<br />

tavrı, üslup ve tarz, yörelerin ayırt<br />

edici özelliğini oluşturur. Edebiyat alanında<br />

“diyalekt” olarak adlandırılan bu<br />

duruma halk müziğinde ağız (Azeri ağzı,<br />

Arguvan ağzı, Rumeli ağzı, Barak ağzı,<br />

Karadeniz ağzı vb.) adı verilmektedir.”<br />

“SEMPOZYUM SUNUMLARI Kİ-<br />

TAPLAŞACAK”<br />

Doç Dr. Banu M. Dönmez: “Her şeyden<br />

önce Arguvan türkülerini kategorize<br />

etmeliyiz. Bu kategorize biçimsel ve<br />

içeriksel açıdan olmalı. Arguvan türkülerini<br />

uzun hava ve kırık hava diye iki<br />

ana bölüme ayırabiliriz. Arguvan havası<br />

denmesinin kaynağı da Arguvan’da uzun<br />

havanın daha çok üretilmesindendir.<br />

Dinleyenlerin sadece müzikle uğraşanlardan<br />

oluşmadığını, genel çoğunluğu<br />

sıkmamak için ayrıntıya girmediklerini,<br />

sunumların kitaplaştırılması aşamasında<br />

daha ayrıntılı bilgilerin yayımlanacağını<br />

da dinleyicilerden gelen soru doğrultusunda<br />

ifade etti.<br />

“ATMA’NIN KÜRTÇE TÜRKÜLE-<br />

Rİ, ARGUVAN TÜRKÜLERİNDEN<br />

FARKLI”<br />

Atma türkülerinin Arguvan türkülerinden<br />

ayrı tutulmasının doğru olup olmadığının<br />

sorulması üzerine Prof. Dr.<br />

Turan Sağer şunları ifade etti: “Arguvan<br />

türküleri ile Atma yöresinde Kürtçe<br />

söylenen türküler arasında fark olduğunu<br />

düşünüyorum. Yöresel ağızdan ve<br />

seslendirmeye etkisinden söz ediliyor.<br />

Atma yöresinden üç yöresel sanatçıyla<br />

görüştüm, bu bağlamda söylüyorum.<br />

Yöresel söyleyiş biçiminden kaynaklanan<br />

bir fark bu. Daha çok deyiş tarzını<br />

gördüm.” şeklinde açıklamada bulundu.<br />

Sempozyumun ilk bölümünün sunumu<br />

sırasında birkaç kez kısa süreli elektrik<br />

kesintisi yaşandı. Kısa bir aradan sonra<br />

sempozyumun ikinci bölümüne geçildi.<br />

İkinci bölümü İnönü Üniversitesi Güzel<br />

Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nden Doç.<br />

Dr. Bülent Yılmaz yönetti.<br />

“ARGUVAN’DA KENDİMİZİ MEM-<br />

LEKETİMİZDE HİSSETTİK”<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı Şube Müdürü<br />

Gülsen Balıkçı, Arguvan’ın hangi<br />

köylerinde, nasıl çalıştıklarını, hangi<br />

yöntemlerle alan çalışması yaptıklarını<br />

açıkladı. Arguvan halkına teşekkürleriyle<br />

konuşmasına başlayan Balıkçı: “Arguvan,<br />

bu araştırmalar açısından çok rahat<br />

ve verimli bir yer. Halkın yaklaşımı,<br />

bilgileri derleme açısından çok elverişliydi.<br />

Orada kendimizi memleketimizde<br />

Folklor Araştırmacısı Sabahiye Noraşin,<br />

Arguvan’da geleneksel ve dinsel etkileşimle<br />

ölüm kavramını sundu. Slayt<br />

eşliğindeki sunumunda ölüm olayında,<br />

ölünün defni sırasında ve sonrasında<br />

gerçekleştirilen tüm eylemleri derlemeleri<br />

kapsamında örnekledi.<br />

Folklor Araştırmacısı Yasemin Gümüş,<br />

Arguvan’da evlenmenin tüm aşamalarını<br />

yine slayt eşliğinde köylerden örneklerle<br />

anlattı.<br />

“ARGUVAN KÖYLERİNİN ESKİ<br />

ADLARI KULLANILSIN “<br />

Sempozyumun son konuşmacısı Folklor<br />

Araştırmacısı Zuhal Kasap ise<br />

Arguvan’ın mutfak kültürünü; yemeklerde<br />

kullanılan araç gereçlerden yiyecek<br />

malzemelerine, özel gün yemeklerinden<br />

günlük yaşamdaki yemeklere varıncaya<br />

dek yemeklerin yapılışlarını slayt eşliğinde<br />

gözler önüne serdi.<br />

Dinleyicilerin soru ve önerilerine yer<br />

verilen bölümde bir dinleyici, Arguvan<br />

köylerinin yeni adlarını kendilerine<br />

hitap etmediğini, yeni adlarla köyleri<br />

tanıyamadıklarını, söyledi. Bu nedenle<br />

sunumlarda köylerin eski adlarının<br />

kullanılmasının, yeni adlarınsa parantez<br />

içerisinde kullanılmasının daha uygun<br />

olacağını, bu ricalarının sempozyum<br />

sunumlarının kitaplaştırılma aşamasında<br />

dikkate alınmasının yararlı olacağını<br />

vurguladı.<br />

Sempozyumun ardından sempozyuma<br />

katılan tüm konuklara Arguvan kömbesi<br />

ve yoğurtlu çorbası ikram edildi. İkramlardan<br />

sonra 6. Arguvan Türküleri kapsamındaki<br />

Arguvan türküleri konserini<br />

dinlemek üzere Turgut Özal Kongre ve<br />

Kültür Merkezi’ne geçildi.<br />

sultankilic44@hotmail.com<br />

kitap dergi gazete afiş<br />

baskı işlerinizde bir de bizden fiyat teklifi<br />

isteyiniz!.. grafir dizgi tasarımlarınız<br />

itina ile yapılmaktadır.<br />

Ali Ülger<br />

ya_hizir@web.de


kızılbaş - sayfa 58 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI<br />

NUSAYRİLER<br />

Yemenden kalkıp kaç göç dalgaları halinde<br />

Anadolu’ya geldiler. İnanışlarından<br />

dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama<br />

her yerde izledi onları büyük kırılmalara<br />

tabi tutuldular ama “ehlibeyt yolundan<br />

dönmediler”. (Bulut,2001:95)<br />

“Osmanlı belgelerinde, Fellahlar “Çukurovanın,<br />

Amik’in, daha doğrusu Akdeniz<br />

Bölgesinin en eski sakinleri” (Yeğenoğlu,<br />

2001) olarak geçer. İlber Ortaylı’ya göre<br />

onlar, bir zamanlar Türkmenlerle çevrili<br />

bir denizde Arapça konuşan etnik bir<br />

gruptu. Kendi aralarında iletişim kuvvetliydi.<br />

Lazkiye ile Mersin’deki Nusayriler<br />

(Fellahlar) kendi aralarında haberleşiyorlardı.<br />

Kız alıp veriyorlar, ortaklık kurup<br />

ticaret yapıyorlardı.” (Ortaylı, 1999: 42)“<br />

(Aslan,20<strong>05</strong>:27)<br />

“Fellahların Varlığına ilişkin ilk kayıtlarda<br />

Kanuni Sultan Süleyman devrinde,<br />

1528’de Adana sancağındaki vergi defterlerinde<br />

Karşılaşılmaktadır. O devirde<br />

Fellahların ismi Garipler Cemaati olarak<br />

geçmektedir. (Serin, 1995: 146). O dönemlerde<br />

Çukurova’da, Bahçeciler olarak<br />

tanımlanmakta idi. Gerçekte de Fellahlar<br />

1970’lere kadar yoğun olarak çiftçilikle<br />

uğraştılar ve hala uğraşmaktadırlar.<br />

“(Gökçeli, 2001) O yüzden Antakya yöresinde<br />

dinsel inanışlarından dolayı “Aleviler”<br />

olarak anılmalarına karşılık, Adana<br />

ve Mersin yöresinde, kendilerini kızdıran<br />

zaman zaman kendilerinde aşağılandıkları<br />

fikrini uyandıran, Arapça çiftçi anlamına<br />

gelen “Fellah” yada “Arapuşağı”<br />

kavramlarıyla anılmaktadırlar ”(Ünlüer,<br />

2001)“ (Aslan,20<strong>05</strong>:28)<br />

Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük<br />

göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada<br />

Halep’teki büyük yerleşimleri sırasında<br />

Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan<br />

Selim binlerce Nusayri’yi kırmasıyla Lazkiye<br />

dağları’nın doruklarına çıkan Nusayriler,<br />

bir anlamda göçebelik ,tehcir,tecrit<br />

ve yoksulluğa mahkum edildiler.Nusayri<br />

adını, 11.İmam Hasan el askeri’nin müridi<br />

Muhammed bin nusayr’dan aldıkları<br />

yolundaki rivayetin akla yatkın olduğunu<br />

yazar Faik bulut makalesinde belirtir.<br />

Fakat yazar-eğitimci Mehmet Karasu’ya<br />

göre bu adlandırmanın tarihi gerçekliği<br />

yoktur: “Zira Alevilik Muhammed ibn<br />

Nusayr tarafından değil,bizzat imam ali<br />

tarafından kurulduğunu iddia eden bilim<br />

adamaları vardır. Aşağıda izah edileceği<br />

gibi ilk ayrışmalar Gadir Hum biatına dayanmaktadır.<br />

(Karasu,2006:117)<br />

Mehmet Karasu makalesinde bu iddialara<br />

Şöyle karşılık verir: “İkincisi, Muhammed<br />

ibn Nusayr peygamber değildir.<br />

Ehlibeyt’in sevgisini ilmini ahlakını,<br />

edep ve dürüstlüğünü bize aktaran bir<br />

ehlibeyt bilginidir. O ve kendisinden<br />

sonra gelenler; Muhammed Bin Cündüp,<br />

Abdullah Cennan Cembalani, Hüsey Bin<br />

Hamdan El Hasibi, Muhammed Bin Ali El<br />

Cilli, Mekzun el Sincari….Alevileri içine<br />

düştüğü zillet, sefalet, umutsuzluk, ve<br />

esaretten kurtulmak için çalıştılar.Bunlar<br />

her şeyden önce din tasavvuf ozanıdırlar.<br />

Görüş ve inançları tasavvuf felsefesi ve<br />

“Vahdet-i vucud “kuramı dediğimiz, eski<br />

Grek Latin filozoflarından esinlenen “islami<br />

felsefeyi benimsemişlerdir. Bu gün<br />

mevcut olan elyazması yapıtlardan bunu<br />

anlamak mümkündür. Alevilerin Tanrı<br />

anlayışı anlatılırken bu özellikler hep göz<br />

ardı edilmişlerdir.” (Karasu, 2006: 117)<br />

Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife<br />

döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik<br />

takviye kuvvet burada düşmanı yendikten<br />

sonra bu bölgede ikamet etmiş,Hz.Ali<br />

yandaşı olan bu kuvvete ‘nasara /nüsra ‘<br />

(yandaş,zafer kazanan )adı verildiğinden,<br />

yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes<br />

aynı isimle anılmış. (Bulut, 2001, 96),<br />

Kaç göç dalgaları Nusayrileri açlığa<br />

ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı<br />

sıra,sürek surak,suvarık (sürgün sözcüğünden<br />

bozma) sıfatıyla horlanmalarına<br />

neden oldu. Yoksul halk,açlıktan ölmemek<br />

için sarp dağların verimsiz topraklarını<br />

işleyerek,ağaçları kesip tarla haline<br />

getirerek ayakta durmaya çalıştı ;<br />

Arapça ‘felahül-ard’ (toprağı işleyenler)<br />

İbaresinden kendilerine ‘fellah’ adı verildi<br />

bu yüzden.Uzun süre Hristiyan ve<br />

Müslüman ağaların yanında marabalık<br />

yaptılar.Zamanla toprak sahibi olup rançberlik<br />

,bağcılık ,bostancılığı bir meslek<br />

haline getirince, bu kez,Arapça ‘fellah’<br />

(rençber,köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti.<br />

‘Arap uşağı’ yakıştırması,Atatürk<br />

zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından,<br />

üstün bir ünvanmış gibi sunulmuş olmasına<br />

rağmen, aslında Osmanlının son<br />

demlerinde bu toplumu aşağılamanın ifadesi<br />

olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir<br />

defterlerine ise garipler cemaati olarak<br />

kayda geçmişlerdi. (Bulut,2001:96)<br />

Etnik Köken<br />

Etnik bakımından söz konusu Alevilerin<br />

tümü Arap kökenlidir. Abdurrahman<br />

Khair’e göre:” daha önceki isimleriyle<br />

onlar Nusayrilerdir ve Fransız mandası<br />

zamanında Aleviler olarak anıldılar.Fakat<br />

onlar gerçek Araptırlar ve imamların<br />

yanılmazlığına inanan Müslümanlardır.<br />

(Karasu,2006:118)<br />

Muhammet Emin Galip et Tavil,” Nusayriler<br />

adlı yapıtında tufandan sonra insanlığın<br />

Nuh’un üç oğlunun soyundan,Sam<br />

Ham ve Yafes’ten geldiğini anlatır. Söz<br />

konusu Alevilerin atalarının Samiler olduğunu<br />

ve bunların Ortadoğu’ya yerleştiklerini<br />

ileri sürer.Sami kavimlerinin kendilerine<br />

özgü bir geleneği,uygarlığı,dili<br />

ve meziyetleri olduğunu ve onların saf<br />

arap pınarından süzülen on ikinciler olduğunu<br />

belirtir. (Karasu,2006: 118)<br />

Nusayriler örf,adet,kimlik ve kökenlerini<br />

araştırma döneminin henüz başında.<br />

19<strong>38</strong>’de Hatay’ın Türkiye’ye katılması<br />

sürecinde Güneş Dil tezi savunucuları,’<br />

Yöre halkının Eti Türklerinden Olduğunu‘<br />

döne döne tekrarlayıp durmuştu.<br />

Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan<br />

kimi siyasetçiler,‘ Hz.Ali’nin orduları<br />

Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri<br />

de Ali askerleri arasında bu bölgeye<br />

gelip yerleştiler’ yolunda yazılar yazmışlardır.<br />

Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı<br />

bu propagandaya inanmış görünüyor.<br />

Ama çoğunluk kökenlerinin Yemen’den<br />

Kalkıp Irak, Suriye Halep üzerinden<br />

Lazkiye yöresine göçen, Yaklaşık 700 ila<br />

300 yıllık süreçte Süveydiye (Samandağ),<br />

Adana, İskenderun, Tarsus, Mersine yerleşen<br />

büyük aile afradına dayandığına<br />

inanıyor. Şunu Diyorlar: ‘Ezilmişliğin<br />

verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı.<br />

Diyeti ise Arapça’dan, asıl kültürümüzden<br />

vazgeçmek oldu. Türkçe, Giderek<br />

Arapça’nın yerini alıyor; iki kuşak sonra<br />

evimizde Arapça konuşulmaz olacak.<br />

Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil<br />

bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü<br />

ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle<br />

varız, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir rengiyiz.<br />

Bu yeterliyidir. Yoksa, bizi Eti Türkü<br />

sayıp asimile etmenin bir alemi yok.<br />

Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan<br />

bu toplumun bir parçası olmak<br />

esastır.‘ (Bulut: 2001: 96)<br />

Dil<br />

Bilindiği üzere dil, evreni ve doğa olaylarını,<br />

duygu ve düşünceleri, insanlar<br />

arasındaki ilişkileri kendi işleyişi, ruhu,<br />

mantığı ve dünya görüşüyle yoğuran ses-


kızılbaş - sayfa 59 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

li bildirişim sistemidir. Aynı zaman ad<br />

kültürün en önemli taşıyıcısıdır. Onun<br />

en temel öğesidir.” toplumun bir parçası<br />

yok ki, dilden bağımsız, dilden ayrı olsun.<br />

Toplumun edebiyatı, Felsefesi, sanatı,<br />

tekniği ile birlikte, bütün kültürü düşünceleri,<br />

Kavrayış biçimi, giderek töre ve<br />

gelenekleri dille bir bağlılık içindedirler,<br />

dilden ayrılmazlar. Töre ve gelenekler<br />

de dil olmadan olanaklı değildir” (Akarsu,1984:98).<br />

Bu yüzden etnik gruplar<br />

dillerini adetleri kadar önemsemektedir<br />

(Aslan,20<strong>05</strong>:54) Nusayrilik, etnik, disel,<br />

dinsel temelleri olan bir grubu ifade<br />

eder. Bu öğeleri birbirinden bağımsız<br />

düşünemeyiz. Dili aradan çıkardığımızda<br />

Nusayrilik çıkmaza girer. Bu açıdan<br />

Arapça’nın yaşatılması çok önemlidir.<br />

Arapça konuşma oranı gittikçe düşmektedir.<br />

Yeni nesillere öğretilmeme eğilimi<br />

vardır. Arapça yazmayı da çoğunlukla<br />

şeyhler ve kuran okuyan Nusayriler bilir.<br />

Unutulmalıdır ki dil kültürel sürekliliği<br />

sağlar.<br />

a-Arapça: Suriye’deki Gebel ve Ansariye<br />

bağlı Süryani/Lübnan lehçesi.Yaşlı nesil<br />

hala arap yazısıyla okuyup yazmaktadır.<br />

(Andrews,1992:215)<br />

b-Türkçe Genellikle Hatay’ın Türkiye’ye<br />

katılmasından (1939) Sonra doğmuş<br />

olan daha genç nesil tarafından konuşulur.<br />

Kent halkında Türkçe’yi birinci dil<br />

konumuna yükseltme yönünde bir eğilim<br />

gözlenmektedir. Bugün Arapça ile<br />

Türkçe’nin bir karışımı konuşulur. (Andrews<br />

,1992:216)<br />

Nüfus ve Nüfusun Dağılımı<br />

Nusayrilerin nufus oranı Samandağ’da<br />

%90, Antakya’da %60-70; İskenderun’da<br />

%40, Adana’da %25, Tarsus’ta %80, Mersinde<br />

%20-25 Nusayrilerin Hatay’ın genel<br />

nüfusu içindeki oranı ise merkezdeki<br />

oranın altındadır (%30’a yakın). M.Aring<br />

–Lananatza 1990 verilerine dayanarak<br />

toplam nüfuslarının yaklaşık 1 milyon<br />

olduğunu söyler. Aradan geçen yıllar da<br />

hesaba katıldığında tahminlerinin doğru<br />

olduğu ileri sürülebilir. (Sertel,,20<strong>05</strong>:179)<br />

Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları<br />

Hatay ilinin ve bu ile komşu illerin dini<br />

coğrafyaları dikkate alındığında Nusayri<br />

toplumunun geniş bir Sünni İslam kuşağıyla<br />

çevrildiği görülmektedir. Söz konusu<br />

bölgenin dini inanışlar bakımından<br />

konstarast bir görünümde olması Nusayri<br />

toplumundaki grup içi bütünleşmenin<br />

asıl sebebini oluşturmaktadır. Bölgenin<br />

inançsal yapısı ile ilgili en sağlıklı bilgi,<br />

1996 yılında yapılan genel nüfus sayımıdır.<br />

(DİE)Bu sonuçlara göre Hatay<br />

ilinde Nusayri nüfusunun genel nüfusa<br />

oranı %28.94’tür. Hanefi nüfusun oranı<br />

%68.48, Genel nüfusun oranı %1.95’ tir;<br />

nüfusun geri kalanını ise Katolik ve Ortodoks<br />

mezhebine mensup Hıristiyanlar<br />

ile Musevilerden oluşmaktadır. Nusayrilerin<br />

yoğun olarak yaşadıkları yerler ise<br />

Samandağ ve köyleri ile Antakya merkez<br />

ve köyleri olarak görülmektedir. Diğer<br />

ilçelerde ise Sünni İslam mezheplerine<br />

mensup olanlar yoğunluktadır. (Keser,20<strong>05</strong>:149)<br />

Din<br />

Alevileri Ortadoğu’daki Sünni ve Şii Müslümanlar<br />

ile diğer etnik Dini gruplardan<br />

ayıran en belirgin özellik, Hz.Ali’ye Karşi<br />

aşırı tutkularıdır. (Karasu,2006:121)<br />

Nusayriler kendilerini “İslam toplumu,<br />

uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçası<br />

olarak görürler” (Bulut,2001:95)<br />

Nusayriler Hz Ali’ye olan aşırı tutkuları<br />

ve Bu tutkularından ödün vermeyen bir<br />

gruptur. Nusayrilerin Toplumsal yaşantılarında<br />

din bu topluluğu bir arada tutan<br />

ve toplumun devamını sağlayan çok güçlü<br />

bir kurumdur. Dine dayalı akrabalık ilişkileri,<br />

ekonomik ilişkiler bu örnek çoğaltılabilir.<br />

Nusayrilik inancının en önemli<br />

özelliği dışarıya kapalıdır. Bu yapı Nusayrilik<br />

inancının hiçbir zaman bağnaz<br />

bir inanç olmasını getirmemiştir. Aile<br />

içindeki özgürlükçü ortam ve kadınların<br />

toplumda hiçbir zaman geri plana itilmediği<br />

kendini yenileyebilen bir inançtır.<br />

Her gelen iktidarın Nusayriler üstünde<br />

kurduğu baskı belki bir nevi kapalı toplum<br />

yapısını getirmiştir.<br />

Bu açıdan Nusayrilik değerlendirilirken<br />

tarihi ve toplumsal koşulları göz önünde<br />

bulundurmak faydalı olacaktır.<br />

Nusayri inancının pratik yönü de teorik<br />

alanı kadar sosyal bütünleşmeyi arttırıcı<br />

özelliklere sahiptir. Tarihsel süreç içinde,<br />

bilinçli bir tutumla, Nusayri ibadet<br />

şekilleri belirlenirken grup içi dayanışmayı<br />

ve bütünleşmeyi arttırma amacı da<br />

güdülmüş olabilir. (Keser,20<strong>05</strong>:142) Bayram<br />

sahipliği kurumu vasıtasıyla ailelerin<br />

sosyal prestijlerini yükseltme aracı olarak<br />

görülerek dini inançların devamlılığını<br />

arttırıcı bir etkiye sahip olmaktadır. (Keser,20<strong>05</strong>:143)<br />

Bayram sahipliği yada dini görevlerin yerine<br />

getirilmesi Nusayrilerde sosyal prestiji<br />

artırmaktadır. Nusayrilerde özellikle<br />

Samandağ gibi kırsal kesimlerde sosyal<br />

kontrol çok fazladır. Bayram sahipliğinden<br />

vazgeçen kişilerin işlerinin kötü gideceğine<br />

inanılır. Özellikle Gadir-Hum<br />

bayramında hemen hemen her evde kazanlar<br />

kaynar.<br />

Nusayrilerin Grup içi dayanışmalarını<br />

arttıran bir diğer önemli sebep ise devleti<br />

Sünni İslam’ın savunucusu ve uygulayıcısı<br />

şeklinde algılamalarıdır.(Keser,20<strong>05</strong>:150<br />

Özellikle 1980’den sonra ilkokullara zorunlu<br />

din kültürü derslerinin getirilmesi<br />

Nusayriler tarafından şikayet konusudur.<br />

Bu çocuklarının Sünni, Hanefi, İslam yorumunu<br />

öğrenmek zorunda bırakılması<br />

anlamına gelmektedir. Nusayriler günümüzde<br />

çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla<br />

seslerini duyurabilmektedir. Devlet Sünni<br />

İslamı destekler bir konumda olsa da<br />

Nusayriler dinler arası ve kültürler arası<br />

diyalogdan hiçbir şekilde geri durmaz ve<br />

bu gün Hatay’da bulunan gruplar arasında<br />

hoşgörünün ve barışın kaynağı durumundadırlar.<br />

Aile<br />

Grup içi (endogami) evlilik yaygındır. Evlilik<br />

Nusayri toplumunda çok önemsenen<br />

bir konudur. Nusayriler gelenek, görenekleri<br />

ile özellikle kırsal kesimde (Samandağ<br />

ve köyleri ) geleneklere ve dinsel öğretilere<br />

uygun şekilde yaparlar.<br />

Nusayri Toplumundaki bütünleşme aile<br />

kurumu göz önünde bulunduğunda da<br />

görülmektedir. Nusayri toplumunda hakim<br />

aile tipi çekirdek aile olmakla beraber<br />

kırsal alana gidildikçe evlenmiş erkek<br />

çocukları da aynı çatı altında toplayan<br />

birleşik aile tipi az da olsa görülmektedir.<br />

Bu tip ailenin oluşmasının ilk nedeni bu<br />

yola başvuran ailelerin ekonomik güçsüzlüğüdür.<br />

Evlenmiş çocuğuna yeni bir ev kurabilecek<br />

ekonomik birikime sahip olamayan<br />

ebeveynler evlerini evli çocuklarıyla paylaşma<br />

yoluna gitmektedirler. Bu tip ailelerin<br />

oluşmasının ikinci nedeni ise yine<br />

ekonomik bir faaliyet sonucu olmaktadır;<br />

Nusayri toplumunda uzun yol şoförlüğü<br />

yapanların ve yurt dışında işçi olarak çalışanların<br />

oldukça fazla olması sebebi ile<br />

bu kişiler eşlerinin ve çocuklarının güvenliği<br />

için ve bakımlarının sağlanması<br />

amacıyla onları ailelerinin yanına yerleştirme<br />

yoluna gitmektedirler. Ancak eşlerinden<br />

uzun süre ayrı kalmaları nedeniyle<br />

ailesini ebeveynlerinin evlerinde yerleştirenler<br />

seyahat gerektirmeyen bir mesleğe<br />

geçmeleri veya yurt dışında çalışıyorlarsa<br />

yurda kesin dönüş yapmaları durumunda<br />

genellikle ebeveynlerinden ayrı bir evde<br />

oturmaktadır (Keser,20<strong>05</strong>:144)<br />

Siyaset


kızılbaş - sayfa 60 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

Nusayri Toplumunda genç kadınların siyasete<br />

erkekler kadar yoğun şekilde ilgi<br />

duyduğu ve katıldığı görülmektedir. Yaşlı<br />

kadın nüfus ise erkeklere göre siyasete<br />

daha az ilgi duymaktadır. Yaşlı kesimlerde<br />

oy verme kararlarında aile reisleri<br />

büyük rol oynarken genç kesimde aileden<br />

bağımsız oy verme davranışına daha sık<br />

rastlanmaktadır.( Keser, 20<strong>05</strong>, 150)<br />

.Yaşlı ve genç nufusların oy verme davranışlarındaki<br />

en büyük farklılık,yaşlı<br />

nüfusun yöneldiği partilerin geleneksel<br />

merkez-sol partiler olmasına rağmen genç<br />

nüfusun tercihinin daha solda partiler olması<br />

yönünde olmasıdır. (Keser,20<strong>05</strong>:150)<br />

Ancak Nusayrilerin siyasi Alanda sol fikirlere<br />

yakın olmasının nedenleri arasında<br />

dini inanışlarının oynadığı rolü ortaya<br />

koymak mümkün olmamıştır.Bu konu da<br />

belirtilecek tek şey Türkiye içinde yaşayan<br />

Alevi nufusun genelinin sola yakın<br />

olduğu ve Nusayrilerin siyasi tavırlarının<br />

bu olgu içinde değerlendirileceğidir. Sol<br />

fikir taraftarlığının yüksek olmasının diğer<br />

bir sebebi ise üniversite eğitimi görmüş<br />

fert sayısının azınsanmayacak derecede<br />

olmasıdır.(Keser,20<strong>05</strong>:150)<br />

Ekonomi<br />

Hatay,Adana,Mersin,İskenderun gibi şehir<br />

merkezlerinde yaşayan Nusayriler, ticaret<br />

ve esnaflıkla; bu kentlerin kırsalında<br />

bulunanlar daha çok tarım ve hayvancılıkla;<br />

Samandağ,İskenderun,Mersin(Mez<br />

itli,Karaduvar),Adana (Karataş) gibi sahil<br />

kesimlerinde yaşayanların önemli bir kesimi<br />

ise balıkçilikla geçimini sağlamaktadır.<br />

( Sertel ,20<strong>05</strong>:175)<br />

Arap Alevilerinin işsizlik yüzünden değişik<br />

ülkelere dağıldıkları gözlenmektedir.<br />

Bunu yurtdışındaki nufus oranlarından<br />

gözlemleyebiliriz. Yurtdışına<br />

olan işçi göçlerinde Arabistan önemli<br />

bir yere sahiptir. (Bunun dışında körfez<br />

ülkeleri önemli bir yer tutar); Arapça’yı<br />

bilmeleri uyum sorununu azaltmaktadır.<br />

Oraya gidenlerin Türkiyede’ki yakınlarına<br />

iş temin etmeleri de bu ülkeye olan<br />

iş göçlerini kitlesel hale getirmiştir. Nusayrilerin<br />

ekonomik güçlerinin temel<br />

kaynağını,Arabistan’dan gelen para oluşturmaktadır.<br />

(Sertel,20<strong>05</strong>:175)<br />

Araştırma yapılan bölgedeki Nusayrilerin<br />

geçmiş zamanlardan beri yoğun olarak<br />

içinde bulundukları ekonomik faaliyet<br />

kırsal alanda yaşayanlarda ziraat şehirlerde<br />

yaşayanlarda ise esnaflıktır. Ancak<br />

zaman içinde sınır ticareti imkanlarının<br />

gelişmesiyle beraber taşımacılık alanında<br />

da yoğun bir faaliyete girmişlerdir. Zirai<br />

faaliyetlerin yanında Nusayrilerin faaliyet<br />

gösterdikleri alanların başında taşımacılık<br />

sektörü gelir. Bu gün Türkiye’nin<br />

en güçlü tır filoları özellikle Samandağ<br />

Nusayrilerine ait olup bu filoların çoğunluğu<br />

da Arap ülkelerine seferlerde bulunmaktadır.<br />

Bunun yanında yüksek eğitim<br />

gören Nusayrilerin oranındaki artışlara<br />

bağlı olarak değişik meslek gruplarında<br />

da çalışmaya başlamışlardır. Zirai faaliyet<br />

içinde bulunana Nusayrilerin işledikleri<br />

arazilere ise sahip olmaları çok yakın<br />

bir zaman içinde gerçekleşmiştir. Daha<br />

önceleri Sünni mezheplere bağlı ağaların<br />

elinde bulunan arazilerde işiçi olarak<br />

çalışan Nusayriler ağaların şehirlere yerleşmeyi<br />

tercih etmeleri sonucu satılığa<br />

çıkardıkları arazileri satın almışlardır.<br />

(Keser,20<strong>05</strong>:147-148)<br />

Nusayrilerin Göreceli olsa da güçlü olan<br />

ekonomik durumlarının ana nedeni diğer<br />

gruplara duyulan güvensizlik olduğu söylenebilir.<br />

Yoğun bir çalışma sonucu elde<br />

edilen göreli üstünlük azınlık olmalarının<br />

getirdiği zorlukları azaltmakta ve bununla<br />

birlikte grubun maddi maddi temeli<br />

güvence altına alınarak devamlılığı sağlanmaktadır.(Keser,20<strong>05</strong>:149)<br />

Modern kültür ve Geleneksel Kültür<br />

Arasında Nusayrilik<br />

Geleneksel kültür manevi kültürdür. Geleneksel<br />

kültürde akrabalık bağları çok<br />

güçlüdür. Aile bireyin hayatını belirler.<br />

Bireyin doğumundan ölümüne kadar oturacağı<br />

yer, evleneceği kişi,yapacağı mesleğine<br />

kadar her şeyini aile belirler.Geleneksel<br />

kültürde aile geniş ailedir. Geniş<br />

ailede Anne, baba,büyük baba , büyük<br />

anne,kardeşler herkes aileden kalma ev<br />

yada arsa içinde yaşar .Hatay’ın Samandağ<br />

ilçesinde %90’dan fazla nufusun Nusayri<br />

olduğu bu ilçede geleneksel yaşamın<br />

belirtileri görülür.<br />

Aile Çoğunlukla geniş ailedir. Aile bireyin<br />

hayatında çok belirleyicidir.Bireylerin<br />

üstünde adeta bir koruma kalkanı vardır.<br />

Birey yurtdışına (genellikle Arap ülkelerine)<br />

çalışmaya gider. Belrili bir para<br />

biriktirdikten sonra ailesinin gösterdiği<br />

ailesine ait mülkün üstünde evini kurar.<br />

Genelikle meslekleri yurdışında getirisinden<br />

kaynaklı Berber,lokantacı,otomobil<br />

tamircisi,Fırıncı,şöför gibi mesleklerdir.<br />

Belirli bir süreden sonra bu mesleklerden<br />

birini memleketinde icra etmek üzere<br />

yurtdışından kesin dönüş yapar.toplumda<br />

saygın bir yer sahibi olmak için Dini görevlerini<br />

yerine getirir.Samandağ ilçesinde<br />

Nusayriliğin tam olarak canlı bir şekilde<br />

yaşatılması bu geleneksel yaşamın<br />

gereklerindendir.<br />

Toplumsal değişim geleneksel yaşamın<br />

görüldüğü yerlerda daha az olur. Kültürler<br />

daha canlı yaşanır.Geleneksel yaşamın<br />

katı kuralları ve toplumsal kontrol değişime<br />

direnmeyi gerekli kılar.<br />

Nusayrilerde Bunun yanında Özellikle<br />

Mersin,Adana yöresinde daha çok modern<br />

yaşamın izleri görülür. Aile tipi<br />

çekirdek ailedir.Gittikçe büyüyen bu şehirlerde<br />

tutunmak için çesitli işlerde çalışmaktadırlar.Aile<br />

Planlaması vardır.<br />

Ekonomik sıkıntılardan kaynaklı çocuk<br />

doğum oranı daha düşüktür.Kırsal alana<br />

göre düşüktür. Dini Görevini yerine getirme<br />

konusunda hassasiyet kırsal kesime<br />

göre daha azdır. Kent yaşamının getirdiği<br />

şartlar dolayısıyla daha zordur. Dini görevini<br />

yerine getirme konusunda kırsal<br />

kesimde hassasiyet olması kırsaldaki toplumsal<br />

kontrolun daha fazla olmasından<br />

kaynaklanmaktadır.<br />

Modern bir yaşam tarzında toplumsal<br />

değişim daha hızlıdır.Genç nesilin kent<br />

yaşamına uyum sağladığı görülür. Geleneklerden<br />

daha kopuk Türkçeyi çok düzgün<br />

konuşan Arapça Kelimeleri telafuz<br />

etmekte zorlanan yada hiç Arapça bilmeyen<br />

bir genç nesil yetişmektedir.Bu da<br />

Nusayri ailelerin çocukları kent yaşamına<br />

uyum sağlasın yabancılık çekmesin diye<br />

özellikle çocuklarıyla Türkçe konuşma<br />

eğiliminden kaynaklanmaktadır.<br />

Kent yaşamında imkanlar dini görevleri<br />

yerine getirmek için kısıtlı olduğundan<br />

Nusayri kültürü yeterince yaşatılamamaktadır.Böylelikle<br />

Kente adapte olmuş<br />

Nusayri topluluk gelenekle-modern kültür<br />

yani maneviyatçı kültürle maddiyatçı<br />

kültür arasında kalmıştır.<br />

Nusayrilerin Yaşadığı kırsal kesimlerde<br />

maneviyatçı kültür gelişmiştir.Paranın<br />

yerini hatırın yada akrabalık ilişkilerinin<br />

aldığı yerlerdir. Nusayrilerin doğumundan<br />

ölümüne kadar verdikleri kararlarda<br />

aile ve toplum çok önemlidir. Toplumsal<br />

kontrol fazladır.Bu sebepten toplumda geleneksel<br />

kurallar ağır başmaktadır.<br />

Nusayriler ve Ulusal Kimlik<br />

Günümüzde etkisi gitgide artan insan<br />

hakları ,Kültürel çoğulculuk .farklı etnik<br />

ve dinin inançların ifade edilebilmesi<br />

cerçevesindeki talepler ulus- devletin temellerini<br />

zorluyor. Böylece ulus devletin<br />

yurttaşlık anlayışı ile farklılıklara saygıyı<br />

temel alan insan hakları siyaseti arasında<br />

bir gerilim ortaya çıkıyor.( İnal ,2006: 37)<br />

Avrupa biriliğinden birçok ülke,bu gün<br />

farklı kültürlerden,farklı etnik kökenlerden<br />

gelen,değişik diller konuşan yeni<br />

yurttaşlarının kültürel kimliklerini yeni


kızılbaş - sayfa 61 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

edindikleri yurttaşlık kimliği içinde sürdürebilmeleri<br />

için kanunlarını yeniden<br />

düzenliyor,birey haklarını gözeten ortak<br />

anlayışlara yöneliyor. Oysa Türkiye son<br />

seksen yılda çok kültürlü- çok uluslu bir<br />

imparatorluğun mirası üzerinde kurduğu<br />

ulus-devletle bu zengin mirastan “kurtulmaya”<br />

çalıştı. Buda Kürt, Ermeni, Rum,<br />

Süryani, Yahudi gibi çeşitli kimliklerin<br />

yaşadığı bu coğrafyada bir çok acı soruna<br />

yol açtı. (İnal,2006:37)<br />

Bilindiği üzere “ulusal kimlik, sosyal ve<br />

politik bütünlüğün güçlü aracıdır. Toplumda<br />

sosyo-ekonomik düzey, yaş cinsiyet,<br />

din gibi çeşitli boyutlardaki farklılıkların<br />

ayarttığı ayrılıkları, bölünmeleri<br />

telafi edici bir etkiye sahiptir. Ayrıca sosyal<br />

olarak marjinal veya alt düzeylerde<br />

bulunan grupların toplumda bir yer bulmasını<br />

ve entegrasyonunu sağlamaktadır.Bazen<br />

bu ulusal kimlikleşmenin ve<br />

entegrasyonun aygıtları olarak fonksyon<br />

gören resmi okullar, Diyanet işleri, siyasal<br />

kurumlar, ters fonksyona da sahip<br />

olamaktadır.Bu Kurumlar bütünleşme<br />

(entegrasyon) yerine eritmeyi (asimilasyonu)<br />

seçerek potansiyel olarak etnik hareketler<br />

(monements) yaratabilmektedir.<br />

(Aslan,20<strong>05</strong>:146-147)<br />

Örnek olay: Bir üniversiteli kız öğrencisi<br />

1987 yılında Ortaokula giderken yaşadığı<br />

deneyimi dramatik bir şekilde dile getirmektedir.<br />

“Dersinde orta 2 öğrencisi olan<br />

bu öğrenci ye din öğretmeni beş vakit<br />

namazdan herhangi birini sınıf önünde<br />

uygulamasını istemiş bilmadiğini söyleyince<br />

çok kötü azarlamış. ’Sen ne biçim<br />

Müslümansın ‘gibisinden. Olay büyüyünce<br />

Bu Nusayri kızı çağırıp açıklama<br />

yapıp olayı yatıştırmış.”Cahit aslanın kitabından<br />

(s147) geçen olayın tam metnini<br />

okuyabilirisiniz.Osmanlılar zamanından<br />

beri süregelen Nusayrilere karşı bu tutum<br />

1987 yılı itibari ile değişik bir şekilde gelişmiştir.<br />

Buda Nusayrilere dayatılmaya<br />

çalışılan asimilasyon politikasının sadece<br />

biçim değiştirdiğini göstermektedir.<br />

1950’li Yıllarda Hatay’da yaşayan yaşlı<br />

Nusayrilerin anlattıklarına göre ; Nusayriler,<br />

kaldırımlardan yürüyemezler ,hayvanlar<br />

için yapılan arklardan yürürlermiş.<br />

münferit olaylar olsa da Nusayri şeyhleri,<br />

kalabalık caddelerde yürürken sakalları<br />

yolunurmuş ve şalvarları çekilirmiş.özellikle<br />

12 eylül askeri yönetimi döneminde<br />

Nusayrilerin yerleştiği bölgelere camiler<br />

yaptırılmış ve buralara Nusayri imamlar<br />

atanmıştır. Uzun bir süre Nusayriler,<br />

Sünni ağaların marabası olarak onların<br />

topraklarında yaşamışlar.Kendi içlerindeki<br />

dayanışmanın yardımlaşmanın güçlü<br />

olması ve çalışkan olmaları nedeniyle<br />

para biriktirerek çalıştıkları toprakların<br />

büyük bir çoğunluğunu Sünnilerden satın<br />

almayı başarmışlardır (Türk,20<strong>05</strong>:29)<br />

19<strong>38</strong> yılında Hatay’ın nüfusunun yarıya<br />

yakını alevi iken dışarıdan Sünni vatandaşların<br />

kaydırılması sonucu bu oran<br />

gittikçe düşmektedir. Bu kaydırmalar 12<br />

Eylül 1980’den sonra da yeniden gündeme<br />

gelmiştir. (Karasu , 2006:118)<br />

Cumhuriyet tarihi boyunca bütün çabamızın<br />

Kürdün Türkleştirilmesi, ya da<br />

müslümanın laikleştirilmesi olmamalı<br />

Bütün çabamız sadece çoklu kimlik ve kişilik<br />

özelliklerine sahip olduğumuzu göz<br />

önünde bulundurmamız gerekiyor. Sadece<br />

etnik, dinsel ve cinsel kimliğimiz değil<br />

,bunun yanı sıra yurttaşlık bağı ile bağlı<br />

olduğumuz ülkenin sorumlu yurttaşı olduğumuzu,<br />

farklı kültürel kümelerle etkileşime<br />

açık olduğumuzu sadece doğum<br />

ve kan bağı ile edinilmiş kimlikler değil,<br />

bunun yanı sıra sonradan kazandığımız<br />

kimliklerle bir bütün oluşturduğumuzu<br />

unutmamalıyız. (İnal,2006:41) Yurttaşlık<br />

bağıyla bağlı olduğumuz kimlik Türkiye<br />

Cumhuriyeti vatandaşı olmamızdan kaynaklı<br />

edindiğimiz kimliktir. Nusayrilik<br />

ise etnik, dinsel bir kimliktir. Yüzyıllardır<br />

yaşayan bir kültürdür. Nusayriler<br />

yüzyıllarca egemen iktidarların ve karşıt<br />

grupların baskısına maruz kalmışlar ve<br />

direnmişlerdir.<br />

Joan Weulerse “Antioche” adlı yapıtında<br />

Antakya’da yaşayan Aleviler için şu<br />

tespiti yapar:”Alevilerin Antakya’daki<br />

durumu çok farklıydı. Merkezini politik<br />

açıdan egemen unsur olan Türklerin tuttuğu<br />

bir kentte, heteredoks bir mezhep<br />

olan aleviler şehir dışına atılmışlardı Bu<br />

konum,ikili horlamaya denk düşüyordu:<br />

Toplumsal açıdan köylü,Dinsel açıdan da<br />

sapkın olarak eziliyorlardı. Antakya’nın<br />

Alevi nüfusu “ağır işler ve alt meslekler<br />

için köle olmasa da seri “düzeyinde bir<br />

el emeğinin” deposu olarak görülüyordu.<br />

Güvenlik nedeniyle semtlere kapanmış<br />

Aleviler, dışlandıkları kentin en sefil ve<br />

ezilen kesimini oluşturuyorlardı. Kent<br />

topografisi içindeki yerleri azınlık Müslüman<br />

toplumlar yelpazesindeki uç konumlarının<br />

çarpıcı bir anlatımıydı. “(Karasu,2006:115)<br />

Yaşları yetmiş ve üstü olanların anlattığına<br />

göre bir zamanlar Antakya’da Alevilerin<br />

kaldırımlarda yürümeleri bile yasaktı.<br />

Onlar kendilerini belli ettirmek için caddenin<br />

ortasında yürümek zorundaydılar.<br />

Kaldırımı kullananlar her türlü saldırıya<br />

maruz kalabilirdi. ( Karasu,2006:115)<br />

Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal<br />

mülk sahibi olması,Kuran satın alıp<br />

okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı.Çarşıya<br />

bile inemezlermiş.<br />

Aleviler Kuran elde edebilmek için Hristiyan<br />

din adamlarını devreye sokarlarmış.<br />

Nusayri din adamlarının sarıkları önce<br />

arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi<br />

söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp<br />

çiğnenirmiş.Nusayri selamını almamak<br />

için.yüzlerini çevirenler; omuz atıp<br />

geçenler varmış. (Bulut,2001:96)<br />

Samandağlı Abdullah Vural,tam 115 yaşında<br />

.’Eskiden el örmesi dizkapağına<br />

inen gömlek giyerdik ‘diyor.İç çamaşırı<br />

bulamadıklarını ;dağda ağaç,çalı çırpı<br />

toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın<br />

diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerinde<br />

yara berelerle dolaştıklarını anlatarak<br />

o zamanki yoksulluğun boyutunu<br />

gösteriyor. (Bulut,2001:67)<br />

Nusayri yaşlılarımızın anlattıkları geçmişte<br />

yaşadıkları sıkıntıları bu günkü durumla<br />

karşılaştığımızda ne kadar büyük<br />

bir mücadeleyle günümüze geldiklerini<br />

görmekteyiz.Geçmişten bu güne kabul<br />

ettirilmeye çalışılan sunni İslam öğretisine<br />

gösterdikleri direnç kendi kültürlerini<br />

koruma azmi takdire değerdir.<br />

Samandağlı Ahmet "Eskiden Arapça yasaktı.<br />

Şimdi Türkmen köylerinde Arapça<br />

Türkü söyleniyor" diyor. Samandağ'a geri<br />

dönerken, çok eskiden de değil, 1980'lerin<br />

sonuna doğru bu topraklarda yaşanılan<br />

anlamsız yasakları düşünüyoruz. 12<br />

Eylül'e kadar siyasal şiddetten nasibini<br />

en az alan Samandağ'da, 12 Eylül sonrası<br />

inanılmaz baskı uygulanmış. Neredeyse<br />

herkes sorgudan geçirilmiş. Bu süreç<br />

1985'e kadar en ağır biçimde sürmüş.<br />

1990'lı yıllara doğru garip yasaklar vardı<br />

Samandağ'da. Hatta şimdi birkaç sanatçının<br />

albümüne aldığı, Türkiye'nin<br />

her yerinde çalan 'Meryem Meryemti'<br />

türküsü yasaktı. Oysa türkü, Osmanlı<br />

askerleri tarafından kaçırılan bir Arap<br />

kızının öyküsünü anlatıyordu. Hatta o<br />

yıllarda Samandağ'da bir düğünde bu<br />

türkü çalmaya başlayınca, o sırada salonda<br />

bulunan dönemin ilçe emniyet müdürü<br />

yasak olan türküyü susturmak için<br />

silahını çekip havaya ateş bile etmişti.<br />

Yasaklar kumsalı Samandağ'ın Çevlik<br />

kumsalı, yaklaşık 18 kilometredir. Bu<br />

yanıyla' Türkiye'nin en uzun kumsalı'<br />

olarak anılır. O yıllarda, saat 18.00' den<br />

sonra kumsalda gezinmek yasaktı. Hele<br />

yazları, havanın kararmasına saatler kala<br />

kumsal boşaltılır, kurt köpekleriyle gezen<br />

jandarmalar sahilde kalanları uyarırdı.<br />

Samandağ'da balık önemli bir geçim<br />

kaynağı. Ama o zamanlar, Samandağlı<br />

balıkçıların gece denize açılmalarına ve<br />

denizde kalmalarına izin verilmezdi. Samandağlılar<br />

karşılarında başka yerlerden<br />

gelen balıkçı teknekleri avlanır, onlar kı-


kızılbaş - sayfa 62 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

yıdan seyretmek zorunda kalırlardı.(Celal<br />

Başlangıç,Radikal,29,07,2002)<br />

Nusayrilerin Dil konusunda da bir dönem<br />

1980 sonrası Arapça müzik çalınmasın<br />

diye askerin düğünü basması gibi olaylar<br />

anlatılır. Nusayrilik ulusal kimlik çelişkisinde<br />

dinsel ve dilsel müdahalelere de<br />

maruz kalmıştır.Ayrıca 1990’lı yıllarda<br />

Afganlı göçmenlerin Ovakentte arsa sahibi<br />

yapılması ve devlet olanaklarının<br />

sunulması.Amik ovasının bir bölümünün<br />

Karadenizden getirilen sahıslara işleme<br />

hakkının verilmesi gibi uygulamalarda<br />

Nusayri Araplar’ın tarih sahnesinde olduğu<br />

gibi günümüzde de bir takım siyasi ve<br />

politik oyunlara maruz kaldıklarını göstermektedir.<br />

Samandağının Kurtderesi mahallesi sakinlerinin<br />

bir bölümünün hukuk dışı uygulamalarla<br />

tamamen siyasi oyunlarla<br />

tapularının iptal edilmesi de yakın tarihte<br />

olan başka bir olaydır.Saho mağdurları<br />

zamanının içişleri Bakanı bizzat Mehmet<br />

Ağar’ın vasıtasıyla tapuları ellerinden<br />

alınmıştır.Hukuki olarak aleni bir şekilde<br />

o toprakların bir Türk vatandaşı olan<br />

ve nufus ve evlik cüzdanı olan Mustafa<br />

Şah’tan satın alındığı kanıtlanmasına<br />

rağmen.Bu Kurtderesi mahallesindeki<br />

bu sakinler evlerini ,arazilerini boşaltma<br />

tehlikesiyle karşı karşıyalar.<br />

Murat Çelikkan Saho davasını “Bölgede<br />

bu uygulamaya ilişkin yorum, Arap<br />

kökenli vatandaşlarımızın Antakya'da<br />

mülk edinmesini engelleme. Gerekçe,<br />

Suriye ile olan Hatay meselesi ve plebisit<br />

korkusu. Bu da, 'azınlık vakıfları'na<br />

uygulanan 'derin devlet politikası'nın bir<br />

benzeri. Topraksızlaştırma politikası.<br />

Hatta yerleştirilen Türkmenler vesaire...<br />

Vatandaşların ellerinden giden, bedelini,<br />

vergisini ödedikleri toprakları için açılan<br />

10'dan fazla dava, aleyhlerine sonuçlanmış.<br />

Temyiz aşamasında olanlar var. Sadece<br />

iki dava, mülkiyet bedelinin tahsili<br />

amacıyla AİHM'ye gitmiş. Bizi yeni bir<br />

rezalet daha bekliyor orada anlayacağınız.<br />

Suriye ile ilişkilerin düzelmesi, Hatay<br />

meselesinin resmi düzeyde halli için<br />

gelişmeler çok olumlu. Peki ama 'Şaho<br />

mağdurları'nın hali pür melali ne olacak<br />

Son çare, Cumhurbaşkanı'na başvurmayı<br />

düşünüyor, bunun için imza topluyorlar.<br />

Derin kırmızı çizgiler, ah o çizgiler! (Çelikkan,<br />

Radikal, 07.01.2004)<br />

Bu politik oyunlar aleni bir şekilde ortadadır.Nusayriler<br />

basında yada araştırma<br />

adı altında yayınlanan asılsız iddialarada<br />

maruz kalmaktadır. Nusayri Alevileri,<br />

Nusayrilikle ilgili araştırma yapan<br />

bazı araştırmacılara tepkilidir. Oturdukları<br />

yerden alana inmeden araştırma<br />

yapmaktalar hem asılsız idialar hemde<br />

bilimsellikten uzak cümleler kurmaktadırlar.Nusayrilerin<br />

istemediği şekilde bir<br />

beceriymiş gibi namaz sürelerini yayınlamaktadırlar.Nusayrilerin<br />

dinsel inançlarını<br />

saygısızlık yapmaktadırlar. Bir<br />

araştırmacı, araştırma yaptığı toplumun<br />

inançlarına saygı duymalıdır.Her toplumun<br />

kutsalı vardır.Toplumlar bu kutsallar<br />

sayesinde birleşir bütünleşir kaynaşır.Bu<br />

kutsallar için geçmişten günümüze bedel<br />

ödemişlerdir.Ödemeye de devam etmektedirler.<br />

Celal Başlangıç’ın deyimiyle” Musa<br />

Dağı'na bakarken insan, 'Ne kadar çok acı<br />

yaşanmış bu topraklarda, şu anda yaşananlar<br />

ve daha da yaşanacak olanlardan<br />

gayrı' demekten alamıyor kendini. Musa<br />

Dağı gibi bu ülkenin de acıları bitmiyor ve<br />

insan bu coğrafyada acıyı büyütenlerin, o<br />

sıcacık, saygılı, iri gözlü Samandağlıların<br />

yüzüne bakarken utanacakları günü bekli<br />

yor.”(Başlangıç,Radikal,29.07.2002)<br />

KAYNAKÇA<br />

-Andrews, Alford, Peter, (1992),<br />

Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa<br />

Küpüşoğlu, 1.Basım, İstanbul, Ant<br />

Yayınları<br />

-Aslan ,Cahit, (20<strong>05</strong>), Fellahların Sosyolojisi,<br />

1.Basım, Adana, Karahan Kitabevi<br />

-Bulut, Faik, (2001), ”Nusayriler”, Atlas<br />

Dergisi”, sayı 104, İstanbul<br />

-İnal, Celal, (2006),” Çok Kültürlülük ve<br />

Toplumsal Uzlaşma”, Nusayrilik Alevilik<br />

Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet<br />

Karasu, 1.Basım, Ankara, Keşif Yayınevi<br />

-Karasu, Mehmet, (2006), ”Alevi Nusayriler”,<br />

Nusayrilik Alevilik Ve Çok Kültürlülük<br />

içinde, Der Mehmet Karasu,1.<br />

Basım, Ankara, Keşif Yayınevi<br />

-Keser, İnan, 20<strong>05</strong>, Nusayrilik: Arap<br />

Aleviliği, 3.Basım, Adana, Karahan<br />

Kitabevi<br />

-Ortaylı, İlber, et.al.,(1999), Türkiye’deAleviler,<br />

Bektaşiler, Nusayriler, İslamİlimleri<br />

Araştırma Vakfı, No: 61, İstanbul,<br />

Bayrak Matbaası<br />

-Serin,Şerafettin,(1995),Aleviler,Nusay<br />

riler ve Şiiler kimlerdir, Adana: Koza<br />

Ofset<br />

-Sertel,Ergin, 20<strong>05</strong>, Dini ve Etnik Kimlikleriyle<br />

Nusayriler,1.Baskı, Ankara,<br />

Ütopya Yayınevi<br />

-Türk,Hüseyin,(2006),”Hatay’da Çok<br />

Kültürlülük ve Hoşgörü”,Nusayrilik<br />

Alevilik ve Çok Kültürlülük<br />

içinde,Der:Mehmet Karasu,Ankara,Keşif<br />

Yayınevi<br />

Kaynak:<br />

http://www.samandagkentgunlugu.com/<br />

index.php/kenan-kahliogullari/189-<br />

hatayda-hos-gorunun-kaynagi-nusayriler<br />

Bülent Korkmaz’ın Haziran<br />

ayında çıkacak yeni kitabı


kızılbaş - sayfa 63 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53<br />

DERSÊN KURMANCÎ<br />

BEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV<br />

Birikti içimde yine yağmur<br />

bulutları<br />

Bir yağsam ah yağsam<br />

Bahar yağmurlarına karışsam<br />

Zamanı yoktur derler yağmurun<br />

Durup durup ağlamaların zamanı<br />

Kederini acını katıp önüne<br />

Alıp götürür derler<br />

1-Yek<br />

2-Du(dudu)<br />

3 - S ê (s i s ê)<br />

4 - ç a r<br />

5-pênç<br />

6 - ş e ş<br />

7- h e f t<br />

8 - h e ş t<br />

9 - n e h<br />

10-deh<br />

11-yazdeh / devyek<br />

12-diwazdeh / devdudu<br />

13-sêzdeh / devsisê<br />

14-çardeh / devçar<br />

15-pazdeh / devpênc<br />

16-şazdeh / devşeş<br />

17-hevdeh / devheft<br />

18-hejdeh / devheşt<br />

19-nozdeh / devnehê<br />

20-bîst.<br />

21-bîst û yek<br />

30-sî 31- sî û yek<br />

40-çil / çel<br />

41- çil û yek<br />

50-pêncî<br />

51- pêncî û yek<br />

60-şêst<br />

61- şest û yek<br />

70-heftê<br />

71- heftê û yek<br />

80-heştê<br />

81-heştê û yek<br />

90-not/ nohodî<br />

91- not û yek<br />

10 0 - s e d<br />

110- sed û deh<br />

200- du sed<br />

220- du sed û bîst<br />

Uğur Adsız<br />

çok uygun fiyatlara!<br />

300- se sed<br />

330- sê sed û sî<br />

400- çar sed<br />

440- çar sed û çil<br />

500- pênc sed<br />

550- pênc sed û pêncî<br />

600- şeş sed<br />

660- şeş sed û şeşt<br />

700- heft sed<br />

770- heft sed û heftê<br />

800- heşt sed<br />

880- heşt sed û heştê<br />

900- not sed<br />

990- not sed û nod<br />

1.000-hezar<br />

2.000- du hezar<br />

20.000- bîst hezar<br />

40.000- çil hezar<br />

Mînak:<br />

-Tu çend salî yî “Ez bîst û yek salî<br />

me.”<br />

-Havîn çend salî ye “Havîn pênç salî<br />

ye.”<br />

JİMARNAVÊN KERTÎ<br />

%10 (Ji sedî 10) Li Tirkiye derbenta<br />

hilbijartinê ji sedî deh e<br />

%20 (ji sedî bîst) ji sedî bîstê qartof<br />

hatin firotin<br />

%75 ( ji sedî heftê û pênc) ji heftê û<br />

pêncê dersâ Matematikê derbas bûn<br />

½ (duyek) Duyeka mamosteyan law in<br />

¼ (çaryek) Çaryeka pênusan sor in<br />

•Hinek deran de “yek” dibe “ek-ekîekê”<br />

û hevdudanî tê nivîsanin e<br />

/Carekî were delal<br />

/min pirtûkek xwend<br />

/tenê malek me heye/keçekê rindik e<br />

zazacadan türkçeye / türkçeden zazacaya<br />

gurmanciden türkçeye / türkçeden gurmanciyeye<br />

ruscadan türkçeye / türkçeden rusçaya<br />

çevriler yapılır e-mail: kizilbasdergisi@kizilbas.biz<br />

0049 (0) 177 502 88 53<br />

Toprağın bedenine nasıl düşerse<br />

yağmur<br />

Belki can bulup yağdıkça ben de<br />

Gülü reyhana dönerim<br />

- Gülü Reyhan -<br />

********************************<br />

Sizin hiç babanız karşınızda ağladı<br />

mı<br />

Benimki ağladı,<br />

Tanrı şiir yazıyordu<br />

Peki sizin hiç babanız ağlarken<br />

utandı mı<br />

Benimki utandı,<br />

Tanrı kayıptı<br />

Garipti, sarsıldım<br />

ben onun tohumuydum<br />

Ben dimdik ayaktayken şimdi o<br />

kırılmıştı<br />

Sen hiç, bir ağacın devrildiğini<br />

gördün mü<br />

Ben gördüm, henüz fidandım<br />

Tanrı cebimde yoktu<br />

Cesedi bulunmuştu<br />

Üzeri ayetle kaplı<br />

Yüzü görünmüyordu<br />

Tanrı tanınmıyordu..<br />

- KALENDER -<br />

*********************************<br />

sevdam yeşerip kök salmış<br />

yüregimin en mahsum yerinde<br />

yer yurt etmiş yüregimi<br />

dillenip huzura gelmek<br />

dalkol olup çiçek açmak için<br />

yol yolak aramış<br />

dört yanın taştan duvar<br />

mapushane bacası gibi yürek<br />

tepede bir ay doğmuş<br />

tepede üç yıldız var<br />

biri sen<br />

biri sen<br />

üçü sen<br />

dörtbir yanımın taşduvarı sensin!<br />

- hıdır -


kızılbaş - sayfa 64 - sayı <strong>38</strong> - mayıs <strong>2014</strong> - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!