10.02.2015 Views

Mülkiyeliler Birliği E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.

Mülkiyeliler Birliği E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.

Mülkiyeliler Birliği E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

OCAK-SUBAT <strong>2010</strong><br />

SAYI <strong>2010</strong>-01<br />

1


İÇİNDEKİLER<br />

mülkiye’den.......................................................................................................... 3<br />

yeni bir sayıyla merhaba,..................................................................................................... 3<br />

genel kurul çağrısı................................................................................................................ 5<br />

Mülkiyeliler Birliği Dergisi dijital ortamda......................................................................... 6<br />

Cemal Süreya anma ve şiir ödülleri etkinliği........................................................................ 7<br />

ekmek barış özgürlük için demokrasi ve haklar mitingi......................................................... 10<br />

ekmek ve özgürlük için yaşasın dayanışma............................................................................ 11<br />

Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği Korosu .................................................................... 15<br />

“güvencesizliğin gölgesinde işçi hareketleri ve tekel direnişi”.................................................. 16<br />

Ayhan Açıkalın anıldı......................................................................................................... 40<br />

zorunlu hayat belgesel gösterimi........................................................................................... 41<br />

8 mart dünya kadınlar gününün 100.yılı............................................................................. 42<br />

sergilerden görüntüler.......................................................................................................... 44<br />

Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR).................................................................................... 45<br />

Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) açıldı......................................................... 46<br />

Mülkiye Araştırma Merkezi Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi kokteyl verdi............... 48<br />

şubelerimizden..................................................................................................... 49<br />

üyelerimizden...................................................................................................... 51<br />

imf üzerine söyleşi............................................................................................................... 51<br />

ölülerimiz bir tutar bizi....................................................................................................... 70<br />

sevgili kardeşim Hırant....................................................................................................... 72<br />

konuk yazarlar...................................................................................................... 73<br />

Kızılay’da bir “hayalet” dolaşıyor!......................................................................................... 73<br />

kentlerin tarihi..................................................................................................... 75<br />

Pesinus................................................................................................................................ 75<br />

hatırlatma defteri................................................................................................. 79<br />

6 ocak 1969 commerin arabası yakıldı.................................................................................. 79<br />

Hrant Dink........................................................................................................................ 81<br />

Lenin ................................................................................................................................. 82<br />

Uğur Mumcu...................................................................................................................... 84<br />

Muammer Aksoy ................................................................................................................ 85<br />

Abdi İpekçi.......................................................................................................................... 86<br />

Dostoyevski......................................................................................................................... 87<br />

Brecht ................................................................................................................................ 88<br />

Albert Camus.................................................................................................................................................89<br />

anlaşmalı kurumlar listesi..........................................................................................................................90<br />

E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.


mülkiye’den<br />

YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,<br />

<strong>2010</strong> Yılının ilk sayısıyla yeniden karşınızdayız.<br />

Aralık 2009 sayımızı, 150. Yıl Kutlamaları’nın finali olan 4 Aralık törenleri ve Balo’dan hemen sonra ve<br />

içinde bulunduğumuz o coşkuyla çıkarmıştık. 150. Yılımızda, birçok arkadaşımızın emeği ile hazırlanan ve<br />

yalnızca Ankara’da değil, şubelerimizin olduğu birçok ilde yıl boyu gerçekleştirilen birçok etkinlik oldu.<br />

Bizler de elimizden geldiğince bunları sizlerle paylaşmaya çalıştık.<br />

Aralık sayımızdan bu yana Genel Merkezimiz ve Şubelerimizde gerçekleşen etkinliklere ilişkin bilgileri de<br />

bu sayımızın sayfalarında ve yine kendi bölüm başlıkları altında bulacaksınız.<br />

Birliğimizde; 10 Şubat’ta "Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri Ve Tekel Direnişi" konulu<br />

bir panel, 12 Şubat’ta Ayhan Açıkalın Anma Toplantısı, Şubat’ta izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle<br />

yüzleşmelerini ve boşaltılan köylerin ve zorla göçün yürek burkan öyküsüne tanıklık etmelerini sağlayan<br />

“Zorunlu Hayat” belgesel film gösterimleri ve 17 Mart’ta Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ve<br />

Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (Mim) Açılış Kokteyli gerçekleştirildi. Okulumuzda<br />

ise 9 Ocak’ta Cemal Süreya Anma Toplantısı, 10 Mart’ta ise Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun<br />

düzenlerdiği Kadın ve Sanat paneli gerçekleştirildi. Bu etkinlikler dışında Tekel işçileriyle dayanışma<br />

ziyareti ve mitingi, Danışma Kurulu Toplantısı ile ilgili bilgiler “Mülkiye’den” bölümünde yer alıyor.<br />

Bilindiği üzere Genel Kurul dönemine girdik ve bu nedenle de tüm şubelerimiz genel kurullarını<br />

tamamladılar. Şube genel kurullarımızla ilgili bilgiler “Şubelerden” bölümünde yer alıyor.<br />

Üyelerden, Konuk Yazarlar, Kentler Tarihi ve Hatırlatma Defteri’mizi her zaman olduğu gibi bu sayımızda<br />

da kendi yerlerinde bulacaksınız.<br />

Üyelerimize sosyal yaşamlarında katkı sağlanması amacıyla Mülkiyeliler Birliği üyelerine indirim olanağı<br />

sağlayan ve sürekli listeye yenileri eklenen anlaşmalı kurumların güncel bir listesini de yine Bültenimizde<br />

bulacaksınız. İsteyen üyelerimiz internet sayfalarımızdan da (http://www.mulkiye.org.tr) bu kurumların<br />

güncellenen bilgilerine ulaşabilirler. Arkadaşlarımıza, internet sayfalarımızı daha fazla kullanmalarını<br />

öneriyoruz.<br />

GENEL KURUL<br />

Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezimiz Genel Kurulu, 14.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 10:00’da Konur Sokaktaki<br />

Birlik Merkezi’mizde, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa çoğunluk aranmaksızın 21.03.<strong>2010</strong> Pazar<br />

Günü saat 09:30’da Fakültemiz Aziz Köklü Salonunda yapılacaktır.<br />

Bizler de seçime girecek tüm arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz. Dileğimiz “Mülkiye değerlerini koruyup<br />

geliştirilecek, laik, çağdaş, uygar, aklın ve bilimin öncülüğünde, kamu yararını esas alan, tek sesliliği,<br />

kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmeyi ve dışlamayı reddeden, emekten, demokrasiden, toplumsal<br />

barış ve kardeşlikten yana her türlü görüşü bir arada barındıracak, demokratik hukuk devleti ve eşitlikçi<br />

toplum idealleri doğrultusunda” çalışmalarını en iyi şekilde yürütmeye gönüllü bir ekibin yönetime<br />

gelmesidir.<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SOSYAL TESİSLERİ YENİDEN YAPILANDIRMA PROJESİ<br />

Mülkiyeliler Birliği binalarının da içinde yer aldığı Konur Sokak ve Yüksel Caddesi’nin oluşturduğu “T”<br />

aksı, Ankara’da demokratik tepkilerin dışa vurulduğu, taleplerin dile getirildiği, insanların toplumsallaştığı<br />

önemli alanlardan birisidir. Mülkiyeliler Birliği de bu yapının önemli bir bileşeni ve tamamlayıcısıdır.<br />

Mülkiyeliler Birliği olarak, bugüne kadar kendi olanaklarımız ölçüsünde bulunduğumuz sokağa, kentin<br />

merkezine ve Başkente, demokrasi güçlerinin yararına olacak şekilde müdahalede bulunduk ve bundan<br />

sonra da bulunmaya devam etme kararlılığındayız. MÜLKİYE SİTESİ PROJESİ’nin ana amacı da, bir<br />

YENİDEN YAPILANMA PROJESİ ile zaman içerisinde neredeyse yalnızca bir lokanta işletmesine<br />

dönüşmüş, artık ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak ve ömrünü tamamlamış binalarımızı, Mülkiyeliler,<br />

SBF Öğrencileri ve Ankaralılar açısından yeniden bir sosyal – kültürel üretim merkezi haline getirmektir.<br />

İçerisinde konferans salonu, tiyatro ve sergi salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı<br />

salonları ve idari büroları olan Mülkiye Sitesi Projesi, kent merkezinin bozulan dokusunu tamire yönelik de<br />

önemli bir çabadır.<br />

Mülkiye Sitesi Projesi, bulunduğu bölgenin yapısını bozmayacak ve bahçeyi tahrip etmeyecek şekilde<br />

3


tasarlanmıştır. Proje ile bahçe, teraslar ve açık alanlar büyütülecek, mevcut durumda her iki binanın neredeyse<br />

tamamı işletmeye açık rant tesisi olduğu halde, yeni yapılacak ana binanın 4 katı tiyatro salonu, sergi salonu,<br />

konferans salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı odaları ve yönetim birimleri olarak,<br />

kısacası Mülkiyelilerin sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılacaktır.<br />

Mülkiyeliler Birliği, kuruluş yıllarında farklı binalarda kiracı olarak oturmuş, 1964 ve 1968 yıllarında ise<br />

halen kullanılmakta olan, önceden yapılmış ve ev olarak kullanılan bu binaları satın almıştır. Fakat bugüne<br />

kadar kendisinin yaptığı, dolayısıyla kendi kimliğini, anlayışını, rengini kattığı bir binası olmamıştır. Bugün,<br />

bugüne kadar hemen her yönetimin ele aldığı, tartıştığı ya da düşünü kurduğu, çaba harcadığı bu projenin<br />

yaşama geçmesi için önümüzde bir fırsatımız vardır ve bu projenin iptali, Mülkiye Topluluğu’na bir 30 yıl daha<br />

kaybettirecektir.<br />

Tüm arkadaşlarımızı, ne yapılmaya çalışıldığını doğru anlamaya ve Mülkiyelilerin gelişimine, geleneğini<br />

geleceğe taşımasına ve kendi kimliğimizi yansıtabileceğiz doğru tasarlanmış bir binanın ortaya çıkmasına<br />

katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Önemli olan Mülkiye Topluluğunun yararına olacağına inandığımız bu projenin<br />

hem Mülkiyeliler hem de kentte yaşayanların önemli ölçüde mutabakatı ile hayata geçirilmesidir. Sorun ortak,<br />

dert ortaksa, çaba, emek ve çözüm de ortak olmalıdır.<br />

TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ<br />

12 Eylül’den beri yürütülen ve emek düşmanlığı üzerine kurulu neo-liberal politikalar, milyonlarca emekçiyi,<br />

işçiyi işsizliğe, yoksulluğa, açlığa ve geleceksizliğe sürüklerken, ülkede emek mücadelesi de cılız da olsa<br />

yeniden kendini göstermeye başladı. Bizleri de sevindiren ve geniş bir kesimden destek alan bu örneklerden<br />

birisini Tekel İşçilerinin yürüttüğü mücadele oluşturdu.<br />

2 yıl önce Tekel'in sigara bölümünün satışı sırasında Ankara'da Özelleştirme İdaresi önünde birkaç saatlik<br />

eylem organize eden sendika, işçileri tekrar evlerine göndermişti. Sendika yönetimi bu süreçte de, bir günlük<br />

protestonun ardından Tekel işçilerinin evlerine döneceklerini düşünmüş, Tekel işçilerinin hemen her bölgeden<br />

Ankara'ya gelişinin, böyle uzun soluklu bir direnişe dönüşeceğinin hesabını yapamamıştı. Oysa işçilerin<br />

kararlılığı ve kendi aralarındaki dayanışma ile hem emek cephesinden hem de bölge halkından gelen yoğun bir<br />

destek ile AKP önünde başlayan ve Abdi İpekçi parkındaki müdahaleyle devam eden süreç, sendika yönetimi<br />

öngörülerini aşarak, Türk-İş’in bulunduğu sokağa çadırların kurulmasıyla 78 gün devam etti. Danıştay'ın<br />

yürütmeyi durdurma kararıyla mücadele sürecinin önünün yeniden açılmasına rağmen, Sendikalar ertesi gün, 2<br />

Mart’ta apar topar çadırları söküp işçileri evlerine göndererek 78 günlük direnişi bitirdi. Üzücü olan durum ise,<br />

işçilerin bir kısmına ve destekçilere rağmen yine işçilerin ve sendikacıların bu çadırları kendilerinin sökmesiydi.<br />

Elbette burada ülkedeki örgütsüzlüğü, genel anlamda dayanışma eksikliğini, problem doğrudan kendi cebine<br />

dokunmadan harekete geç(e)mez hale getirilmiş toplum kesimlerini, direnişteki perspektif ve örgütlenme<br />

eksikliğini, bu sürece gerçekte bu kadar hazır olmayan işçilerdeki yorgunluğu ve bezginliği de hesaba katmak<br />

gerekiyor.Tekel işçilerinin direnişi kendi gücünün de ötesinde, iktidarın emek düşmanı politikalarına karşı bir<br />

potansiyel de taşımaya başlamıştı. Bu nedenle bu durumun bir örnek yaratma ihtimali, hem iktidar cephesi<br />

açısından hem de sendika yönetimleri için çeşitli sıkıntılar doğurabilirdi. Bunun da önüne elbirliği ile geçmek<br />

gerekiyordu. Gazetelerde yazdığına göre Tekelin İstanbul Unkapanı ve Cevizli’deki çok değerli arsa ve binaları,<br />

Maliye Bakanlığı eliyle bazı gruplara “üniversite” yapmak üzere bedelsiz hibe (peşkeş değil) ediliyormuş. Fakat<br />

galiba henüz ortada böyle üniversiteler de yokmuş; sonra kurulacaklarmış. Başbakan, Tekel işçilerine verecekleri<br />

3 – 5 kuruş için “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem. Milletim bu kasayı bize emanet etti.” demişti.<br />

Demek ki, bu arsa ve binalar ile daha önceden sadece yıllık karlarının bile altında ve o da banka kredileri ile<br />

verilen fabrikalar, tüy – kıl sorunları içerisine girmiyor.<br />

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ<br />

“Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />

Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />

Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />

Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara.<br />

“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />

100. yılında, tüm kadın okurlarımızın ve Mülkiye Topluluğu”nun “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”’nü, kadınların<br />

yaşadığı cinsel, ulusal, sınıfsal tüm baskılardan kurtulduğu, eşit ve özgür bir dünya özlemimizle kutluyoruz<br />

Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle…<br />

A.Raif FALCIOĞLU<br />

4


GENEL KURUL ÇAĞRISI<br />

DEĞERLİ ÜYELER<br />

Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Genel Kurulu’nun aşağıdaki gündemle, 14.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 10 00’da Konur<br />

Sokak No:1 adresinde toplanmasına, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantının çoğunluk aranmaksızın<br />

21.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 09 30’da Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonunda aynı gündemle yapılmasına karar<br />

verilmiştir.<br />

1- Açılış<br />

2- İstiklal Marşı ve Saygı Duruşu<br />

3- Başkanlık Divanı’nın seçilmesi<br />

4- Yönetim Kurulu Başkanı’nın açılış konuşması<br />

5- Konukların konuşmaları<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU<br />

6- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosu, Denetleme Kurulu Raporlarının<br />

okunması ve görüşülmesi<br />

7- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosunun onaylanması ve Yönetim<br />

Kurulu’nun aklanması<br />

8- Denetleme Kurulu Raporunun onaylanması ve Denetleme Kurulunun aklanması<br />

9- Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu, Onur Kurulu, Danışma Kurulu ve Mülkiyeliler Birliği Vakfı<br />

Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu’na aday olacakların tanıtılması ve konuşmaları<br />

10- Oylamanın başlatılması<br />

11- 2012 dönemi bütçesinin görüşülmesi<br />

12- Bütçenin kabulü<br />

13- Yönetim Kurulu tarafından önerilen tüzük değişikliklerinin görüşülmesi ve oylanması<br />

14- Mülkiyeliler Birliği Vakfı Mülkiye Sitesi Merkez Bina Projesi hakkında bilgi sunulması<br />

15- Dilek ve Temenniler<br />

16- Kapanış<br />

5


MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ – MÜLKİYE DERGİ<br />

DİJİTAL ORTAMA AKTARILDI<br />

45 yıldır yayınlanan ve ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan MÜLKİYE<br />

DERGİSİ daha kolay ulaşılabilir hale getirildi. Toplam 28.000 sayfa yoğun ve<br />

titiz bir çalışmayla tek tek taranarak onarıldı ve tıpkı basım haline getirilerek<br />

dijital ortama aktarıldı. Çok yakında tüm topluluğumuz ve akademisyenler<br />

şu ana kadar yayınlanan 265 sayıya internet sayfalarımızdan ulaşabilecekler.<br />

Ayrıca; Mülkiyelilerin tarihsel belleğinin önemli bir bileşeni ve bilgi<br />

birikimi olan MÜLKİYE DERGİSİ’ni kendi arşivinde bulundurmak isteyen<br />

okuyucularımız 265 sayının tamamını DVD olarak da edinebileceklerdir.<br />

6


CEMAL SÜREYA ANMA VE ŞİİR ÖDÜLLERİ<br />

ETKİNLİĞİ<br />

Cemal Süreya Anma ve Şiir<br />

Ödülleri etkinliği 9 OCAK <strong>2010</strong><br />

A.Ü. SBF Aziz Köklü Salonu<br />

Saat 16.00’da yapıldı. Etkinliğe<br />

Prof. Dr. Celal Göle (Ankara<br />

Üniversitesi Siyasal Bilgiler<br />

Fakültesi Dekanı), Ahmet<br />

Saraçoğlu (Cemal Süreya Kültür<br />

ve Sanat Derneği Başkanı),<br />

Mehmet Özer (Mülkiyeliler<br />

Birliği Üyesi, Şair), Mustafa<br />

Şerif Onaran (Şair ve Yazar),<br />

Muzaffer İlhan Erdost ( Şair,<br />

Yazar ve Yayımcı)<br />

Vecihi Timuroğlu, Şair, Yazar ve<br />

Araştırmacı, Ertan Mısırlı (Şair),<br />

Muzaffer Özdemir (Bağlama<br />

Virtiözü) ve Cemal Süreya<br />

dostları, hayranları katıldı.<br />

Sayın Dekanım,<br />

Sevgili Hocalarım<br />

Şair, Araştırmacı, Yazar, müzisyen dostlarım<br />

Fakültemin Değerli Emekçileri<br />

Sevgili Mülkiyeliler<br />

Sizleri Mülkiyeliler Birliği Adına sevgiyle selamlarım<br />

Mülkiyeli Bir şairin, Cemal Süreya’nın anma gününde<br />

katkılarınızla bizleri onurlandırdınız.<br />

Teşekkür ederim.<br />

Ceyhun Atuf Kansu Cemal Süreya için, “Soylu<br />

duyarlılığın şairi”ydi…der.<br />

Sabit Kemal Bayıldıran ise ‘Elma yiyişi bile günah. Dar<br />

gelirli, bol giderli. Develeri dört hörgüçlü. Acayip bir<br />

devlet memuru.’ Her şeyi, tersinden de olsa doğru<br />

okur. Edebiyatın romantiği. Devletin masasına gizlice<br />

şiir sokar, ama yakalanmaz. ‘Vakit var daha’ dedi,<br />

vakti yetmedi. ‘Kefeninin cebinde şiir vardı’ diyor<br />

Cemal Süreya için.<br />

Cemal Süreya tutkunun şairi, sıradan insanların büyük<br />

şirini yazdı.<br />

Metin Altıok “Misilleme” şiirinde anlattı Cemal<br />

Süreya’nın dünyamızda doldurduğu yerini;<br />

Sen ki şiirin kilit diliydin<br />

İmgeyle gerçek arasında<br />

Gidip gelen pericik<br />

Sen Cemal Süreya<br />

Benzersiz ve depreşik<br />

“Bir misillemeydin” dünyaya.<br />

Cemal Süreya’nın şiirinin gücünü yine metin Altıok<br />

“Cemal Süreya’nın şiirinde neler var”şirinin son iki<br />

dizesinde özetler ve derki:<br />

Süreya’nın şiirinde bir saydam yürek var;<br />

İçinde göçmen kuşlar uçuşan.<br />

Sizlerinde bildiği gibi, Cemal Süreya ikinci yeni<br />

şairlerindendir. ikinci yeni akımının içinde Cemal<br />

Süreya şiiri özgün, özgür ve anlamlıdır. Cemal<br />

Süreya’nın hiçbir imgesi, sözcüğü, tümcesi rastlantı<br />

değildir. Uyarına da gelmiş değildir. Hayat ve<br />

hayal bilgisi dersinin pekiyili öğrencisi olmasının<br />

sonucudur.<br />

“ Alevdir çünkü benim şiirim<br />

Hayatın alev halidir<br />

Çiçek tozudur<br />

Kırılmış dalın türküsüdür<br />

Nasıl şık şık berber makası Odur”<br />

Hayatımıza dipnotlar yazan şairdir.<br />

“Cins şairim ben!<br />

Çıkar giderim,<br />

Nişancı bir şairim<br />

Gözünden haklarım imgeyi”<br />

7


Bir düşbazdı Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın düşü<br />

yalnızlığı bir sevince dönüştürmek, acıları Munzur<br />

suyuyla yıkayıp çocukluğunu geri çağırmaktı.<br />

Ateşle, ölümle ikna edilmek istenen düşleri basılan<br />

bir halkın çocuğu Cemal Süreya. Başaramadı. Her<br />

defasında dönüp baktığında arkasına acı suların<br />

kendine doğru koştuğunu gördü. Aşk acısını<br />

ancak başka bir aşkla dindirebilirdi. Daha büyük<br />

yalnızlıklara sürgün etti kendisini. Her şehir, başka bir<br />

şehre yolculuk olduğu için güzeldi. Ama gittiği her<br />

şehir “yalnızlığın başkentiydi”. Uçurum yalnızlığından<br />

kurtulamadı. Bu da doğaldı itiraz edenler çoğunlukla<br />

yalnız değil midirler<br />

Cemal Süreya “Şiir bir başkaldırma sanatıdır” diye<br />

özetlemiştir poetikasını.<br />

Mizancı Murat’tan günümüze Mülkiyelilerin<br />

oluşturduğu itiraz dilinin en özgün örneğidir Cemal<br />

Süreya’nın oluşturduğu şiir dili. Kendinden yola<br />

çıkarak bizlerin de düşlerini ve itirazlarını anlatan<br />

bir dil oluşturmuştur. Şairin hayatı şiirine dahilse ki<br />

dahidir. Cemal Süreya bizim aşkımıza dahildir. Cemal<br />

Süre’ya sadece bize ait değildir, bütün aşkbazların<br />

şairidir. Soluğunda serin dağ rüzgarları, kayalarda<br />

ağlayan sular, uğultu ormanlar, kekik kokusundan<br />

mayaladığı şiiri, Ülkü Tamerin deyimiyle “ Okyanusta<br />

Fırat’ın Salı”dır. Fırat okyanusa, okyanus dalgaları<br />

sahillere taşır Cemal Süreya’yı. Rivayet odur ki her<br />

dağın denizlere ulaşan bir yolu, her denizin dağ<br />

doruklarına çıkan bir yer altı nehri varmış.<br />

İlk büyük yolculuğun derin izlerini Cemal Süreya’nın<br />

tüm yaşamında ve şiirlerinde görmek mümkündür.<br />

Şöyle anlatır;<br />

“Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi.<br />

Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin<br />

nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna<br />

doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra<br />

bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler<br />

havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,<br />

o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da<br />

o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.<br />

Annem sürgünde öldü, babam sürgünde<br />

öldü.”<br />

Anadolu’nun yüzüdür Cemal’in aylasında keder<br />

vardır, uzaklık vardır, yol vardır, yar vardır, uçurum<br />

vardır. Ayın kan ağladığı, “güneşin linç edildiği”<br />

bu yüzden dağların insanlara benzediği bir uzak<br />

memlekettir Dersim. Dilini orada kaybetti. Bir kör<br />

kuyuda. Bir dağ geçidinde. İçine göllenen sularda.<br />

Bunu asla unutmayacaktır. Enver Gökçe’nin<br />

dizeleriyle söylersek : artık / haram bana/ bu /<br />

yollar/ bu ağaçlar / bu taşlar / Dağ bana / hastir<br />

çeker / kurt bana / hastir çeker / kuş bana /<br />

lan kardaş bu nasıl yara / kanar her yerim / en<br />

derinden / ölürüm kedereimden / sövülmnüşüm<br />

/ dövülmüşüm / k ovulmuş/ ve kırık / kolum /<br />

kanadım / çekip giderim / bir meri keklik gibi”.<br />

Gurbetçidir. Kendi Dizeleriyle, “gurbet garba<br />

düşmektir”. Cemal Süreye Kalbinin batısına<br />

düşmüştür. Şarktan başka her yer sürgündür.<br />

Şark çok uzak bir ülkedir artık. Çok uzak. Yine de<br />

sevmekten asla vazgeçmez;<br />

“Ne demiş uçurumda açan çiçek<br />

Yurdumsun ey uçurum”<br />

Der.<br />

Çünkü her yüz bir memlekettir.<br />

Çünkü Cemal Süreya aylasıdır memleketin.<br />

“Umulmadık bir gün olabilir bugün<br />

Kan var bütün kelimelerin altında”<br />

Günümüz gerçeği ile şöyle söyleyebiliriz,<br />

Uzat elini kalbimin doğusuna<br />

Umulmadık bir gün olsun<br />

Biz Munzur diyelim. Cemal’in yaralarından çiçekler<br />

dökülsün.<br />

“son söz<br />

Nasıl olsa yine döneriz bir gün<br />

Döneriz bu yollardan geri<br />

Senin bir elinde mendil<br />

Öbüründe kuş sesleri”<br />

Sesimizi yıkayalım<br />

kelimeleri yıkayalım<br />

Sürgün, göç, acı, yalnızlık, ölüm sözcüklerini<br />

yıkayalım<br />

Ağzımızda kardeş bir dünyanın ferah şiirleri<br />

Cemal Süreya<br />

bağışla bizi.<br />

Çiçeklensin elimiz, yüzümüz.<br />

Sevgiyle, Özlemle.<br />

Mehmet ÖZER<br />

*Birliğimiz üyesi Şair-Fotoğrafçı Mehmet Özer’in<br />

etkinlikte yaptığı konuşma metnidir.<br />

8


Zaman mı Değil zaman<br />

Akan zaman değil mesafelerdir<br />

Güneşin çekici yukarda<br />

Suyun bıçağı aşağıda<br />

Krom alçakgönüllü, bakır utangaç<br />

Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında<br />

Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini<br />

Sınırlar kesik,<br />

Yerleşme yerlerinde balkıma<br />

Biz kırıldık daha da kırılırız<br />

Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü<br />

Hırsız da bilmiyor çaldığını<br />

Biz yeni bir hayatın acemileriyiz<br />

Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor<br />

Şiirimiz, aşkımız yeniden,<br />

Son kötü günleri yaşıyoruz belki<br />

İlk güzel günleri de yaşarız belki<br />

Kekre bir şey var bu havada<br />

Geçmişle gelecek arasında<br />

Acıyla sevinç arasında<br />

Öfkeyle bağış arasında<br />

Biz kırıldık daha da kırılırız<br />

Doğudan batıya bütün dünyada<br />

Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer<br />

İki ciğer arasında bağlantı kurar<br />

Büyür, bir gün, zenginleşir orada<br />

Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı<br />

Hasan’a sunulmuş ağuda,<br />

Granitin de olur bir okyanus diriliği,<br />

Nehirler daha uysal akar,<br />

Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden<br />

Bir kuş nasıl uçuyorsa<br />

Öyle sever, çalışır insan,<br />

Kıraçlar çarptıkça dağlara<br />

Gül göçürür şafağından<br />

Doğanın altın şafağından<br />

İnsanın altın şafağından<br />

Tarihin altın şafağından<br />

Bir kırıldık daha da kırılırız<br />

Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.<br />

9


EKMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK İÇİN DEMOKRASİ VE HAKLAR MİTİNGİ<br />

Birliğimiz 17 Ocak <strong>2010</strong> tarihinde Tekel işçilerinin düzenlediği “Ekmek, Barış, Özgürlük için<br />

Demokrasi ve Haklar Mitingi”ne Mülkiyeliler Birliği pankartıyla katılan Birlik yöneticisi ve<br />

üyelerimiz Tekel işçilerinin başlatığı ve sürdürdüğü özelleştirme karşıtı mücadelesine destek<br />

verdi<br />

10


EKMEK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN YAŞASIN DAYANIŞMA<br />

DAYANIŞMA SÜRÜYOR…<br />

09.01.<strong>2010</strong> Cumartesi günü Mülkiyeliler Birliği tekel işçilerinin direnişinin 26. gününde işçilere Türk-İş’in önünde çorba<br />

ikram etti. Ziyarete yönetim kurulu üyeleri, Birlik üyeleri ve SBF-DER’li Mülkiyeliler katıldı. Tekel işçilerini ziyaret eden<br />

Mülkiyeliler Birliği, işçilerin ekmek, özgürlük ve adalet için sürdürdükleri direnişe desteklerinin sürdüğünü bildirdiler.<br />

Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak işçilere hitaben bir konuşma yaptı.<br />

“Barış, demokrasi, İnsan hakları, kamu yararının önceliği ve emeğin en yüce değer olduğu bilinciyle yetiştirilen Siyasal<br />

Bilgiler Fakültesi mezunlarının örgütü Mülkiyeliler Birliği adına hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.<br />

Tekel işçilerinin Ankara’ya gelmeleriyle başlayan eylemler dizisi Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde bir dönüm<br />

noktasıdır. Bu eylemler birçok ezberi bozmuştur. Başta özelleştirmelere direnmeyen bürokratik sendikal örgütlerin<br />

ezberini, olay yoksa reyting olmaz diyen medyanın ezberini bozmuştur. Tekel işçilerinin eylemleri hak verilmez mücadele<br />

ile alınır sözünün somutlaşmasıdır. Gerçek bir demokrasinin ekonomik demokrasi olmadan mümkün olmayacağının<br />

bilincindeyiz. Böyle bir siyasal, toplumsal düzenin ancak demokrasi ve emek güçlerinin ortak, kararlı mücadelesiyle<br />

kurulabileceğine inanıyoruz.<br />

Tekel işçileri burada olduğu sürece biz de burada olacağız. Sizinle dayanışma içerisinde olacağız. Mülkiyeliler Birliği<br />

adına bunun sözünü veriyorum. Dayanışmanın vicdanları rahatlatma değil, birarada olma, birlikte olma, birbirine<br />

dayanarak mücadele etmek olduğunu bize yeniden hatırlatan tekel işçilerine örgütüm adına hepinize şükranlarımı,<br />

sevgi ve saygılarımı sunuyorum.” dedi.<br />

11


Birliğimiz tekel işçilerine verdiği sözünü tuttu ve tekel direnişinin her aşamasında tekel işçilerinin<br />

yanında oldu<br />

14


MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSU ....<br />

Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği korosu yeni bir repertuvarla çalışmalarını sürdürüyor.<br />

Birlik binamızın gazete okuma salonunda, lokalinde aralıksız çalışan koro yıl sonu konserine<br />

hazırlanıyor.<br />

15


“Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi”<br />

Fabrika tipi üretim modelinden üretim zincirlerinin<br />

parçalanmasıyla atölye tipi küçük üretim modeline<br />

geçilmiştir. Bunun sonucunda evde çalışma, part-time<br />

çalışma gibi güvencesiz, atipik çalışma biçimleri ortaya<br />

çıkmıştır. Devlet önce üretim sonra da hizmetler<br />

alanından çekilmiştir. Kamu hizmetleri, eğitim, sağlık,<br />

sigorta gibi hizmetler piyasada alınıp satılan mal<br />

haline getirilmiştir. Kamu işletmeleri hızlı bir şekilde<br />

elden çıkartılmış, özelleştirilmiştir. O dönemde pek<br />

çok aydın, bilim adamı özelleştirmenin bir kaynak<br />

ve sermaye transferi olduğunu anlatmaya çalışmıştır<br />

ancak neoliberal hegemonya bunun anlatılmasına<br />

pek de izin vermemiştir. Tekel özelleştirmesi,<br />

hepinizin bildiği ve yaşadığı, bunun bu yapılan<br />

işlemin özelleştirme işleminin kamunun kaynağının<br />

özel şahıslara aktarılması olduğunu tartışmaya yer<br />

bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.<br />

Ali Çolak. İyi akşamlar. Mülkiyeliler Birliği tarafından<br />

düzenlenen “Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi<br />

Hareketleri ve Tekel Direnişi” paneline hepiniz hoş<br />

geldiniz. Mülkiyeliler Birliği adına 58 gündür direnen<br />

Tekel işçilerini saygıyla selamlıyorum.<br />

Konuklarımıza söz vermeden önce birkaç cümle<br />

söylemek istiyorum.<br />

-Kapitalizm her şeyden önce kriz üreten bir sistemdir.<br />

Kapitalizmin tarihi bir okumayla krizler tarihidir.<br />

Kapitalizm aynı zamanda çözüm üretme kapasitesi<br />

de yüksek bir sistemdir. Kapitalizmin en önemli ve<br />

bildik krizlerinden biri de 1974 Petrol Bunalımı’dır.<br />

Bu krize çözüm başlangıçta Thatcherizm, Reaganizm<br />

olarak adlandırılan, daha sonra da küreselleşme ya da<br />

neoliberalizm olarak tanımlanan model olmuştur. Bu<br />

modelin ayırt edici özelliklerini sıralamak gerekirse<br />

temel özelliklerinden bir tanesi finans olmak üzere<br />

mal ve hizmetlerin sınırsız dolaşımı olmuştur. Bu<br />

finans piyasalarıyla üretimin kopmasına yol açan<br />

bir modeldir. Bir günde finans piyasasında dolaşan<br />

para miktarı bir yılda üretilen ürün miktarına eşittir.<br />

Neoliberal modelin gereği olarak güvencesizleştirmenin<br />

ve özelleştirmenin yaşandığı süreç sendikalar ne yazık<br />

ki iyi bir sınav vermemiştir. Sendikalarda oluşan<br />

bürokratik yapılar özelleştirme karşıtı mücadeleyi<br />

yerel ölçekte, yerel ölçekte yaşayacak şekilde<br />

örgütleyememiş, yerel ölçekte örgütleyebilmiş ve bu<br />

mücadeleyi yalnızca hukuk zemininde yürütülecek<br />

bir mücadele alanına sıkıştırmıştır. Özelleştirmenin<br />

ve güvencesizleştirmenin yarattığı mağduriyetin bu<br />

ölçekte tartışılması anlamında Tekel direnişi bir ilk<br />

olmuştur. Başlangıçta görmezden gelmeye çalışan<br />

medya da bu kararlı mücadeleyi görmek zorunda<br />

kalmış ve ilk kez bu ölçüde objektif anlatılması Tekel<br />

direnişine olan kamuoyu desteğini de artırmıştır.<br />

Toplumsal mücadele ve eylemliliklere siyasal<br />

iktidarların bakışı bugüne kadar hep aynı olmuştur.<br />

Özal ile başlayan yöntemlerden biri hak arama<br />

eylemlerini yürütenleri diğer toplumsal kesimlerle<br />

karşı karşıya getirme çabasıdır. Çok iyi hatırlarsınız bir<br />

dönem çöpçülerin grevi söz konusuydu. Çöpçülerde<br />

doktor maaşlarını kıyaslayarak bunları karşı karşıya<br />

getirmek, işçi ile memuru kıyaslamak…bunlar tipik<br />

yöntemler olmuştur. Yetim hakkı yedirmem, devletin<br />

kasasını soydurmam söylemleri de bu karşı karşıya<br />

getirme ve kışkırtma çabalarından biridir. AKP<br />

iktidarının da yürüttüğü bir diğer yöntem ise eylemleri<br />

bölme çabasıdır. Hak arayan eczacıları bölebilmek için<br />

çok sayıda eczanenin bireysel sözleşmeleri imzaladığı<br />

söylentisi yayılmıştır bir dönem, hatırlarsınız, çok<br />

kısa bir dönem önce yaşandı bu da. Bugün de pek<br />

çok Tekel işçisinin 4/c sözleşmelerini imzaladığı<br />

17


haberlerini yaymaya çalışmaktadırlar. Buralarda başarılı<br />

olamayınca bu eylemleri önce ideolojik eylemler olarak<br />

nitelendirilmiş, bu da yetmemiş, çok tehlikeli bir yola<br />

gidilmiş, büyük bir toplumsal kışkırtmayı yöneltmeye<br />

çalışmaktan bu eylemlere çekinilmemiş. Şeytan<br />

girdi, PKK karıştı deme hadsizliğini, densizliğini de<br />

göstermiştir hükümet. Bu hükümetin aczini ortaya<br />

koyan bir girişim olarak tutmamıştır. Tekel eylemleri<br />

sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktasıdır.<br />

Pek çok özelliği ile ve çok öğretici derslerle doludur.<br />

Hepimiz açısından öğretici derslerle doludur.<br />

Demokrasi havarisi kesilen, Avrupa Birliği reformlarını<br />

yaptığını iddia eden, derin devlete karşı mücadele<br />

ettiğini söyleyen iktidarın antidemokratik tutumunu<br />

deşifre etmesi en önemli özelliğidir kanımca. Bize<br />

öğrettiklerine gelince dayanışmanın vicdan rahatlatma<br />

değil, bir arada olma, birlikte olma, birlikte mücadele<br />

etme olduğunu hepimize yeniden hatırlatmıştır Tekel<br />

direnişi.<br />

Ekonomik demokrasiyi, toplumsal adaleti<br />

hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesinin ne denli<br />

içi boş bir söylemden ibaret kaldığını ve hak temelli<br />

yürütülen toplumsal mücadelenin bunun temel<br />

dinamiği olduğunu ortaya koyması açısından da çok<br />

önemli bir katkıda bulunmuştur Tekel direnişi. Ben<br />

böyle özetleyerek, böyle toparlayarak konuşmaya<br />

başladım. Zaten arkadaşlarım son derece yetkin bu<br />

konuda. Onlar çok daha ayrıntılı şeyler söyleyecektir.<br />

Ben izninizle sözü size mi vereyim öncelikle hocam.<br />

Peki, Cemal Doğru arkadaşımıza veriyorum, Tek Gıda<br />

İş sendikası Diyarbakır il temsilcisi. Buyurun.<br />

Cemal Doğru- Ben de başta başkanlarımı, hocalarımı<br />

ve bütün arkadaşları saygıyla selamlıyorum. Bizim yola<br />

çıkışımız aslında bugünden değil. Hocam özelleştirme<br />

sürecini detaylı olarak anlattı. Bizim mücadelemiz<br />

de yaklaşık 12 yıldır bir şekilde sürmektedir. Ama<br />

bu mücadelenin çok çeşitli dönemlerde, çok farklı<br />

dönemlerde, çok farklı kulvarlarda yürüdüğünü de<br />

burada söyleyebilirim. Yine sendikalarımızın bu süreci<br />

çok iyi yürüttüğüne ve çok iyi mücadele içerisine<br />

girdiklerini de söylemek tabi ki mümkün değildir.<br />

Her ne zaman ki birimizin canı yandıysa o zaman eyvah<br />

demesini bildik. Birçok kurum ilk yılında veya birkaç<br />

ay içerisinde satıldı, peşkeş çekildi ama buna rağmen<br />

hiçbir direnç gösterilmedi. Hatta hatta çok önemli bir<br />

kurumumuz ki kendileri ciddi anlamda bir mücadele<br />

içerisine girselerdi ben inanıyorum ki o kurumu asla<br />

özelleştiremezlerdi ve yaptıkları eylemlerde şu sözü<br />

kendilerine o süreçte kendilerine esas almışlardı her şeyi<br />

satabilirsiniz ama filan kurumu asla demişlerdi. Ama<br />

hükümet ne yaptı. Mevcut, o dönemki iktidar ne yaptı.<br />

İlk önce onları sattı. Ve hiçbir dirençle karşılaşmadan<br />

sattı. Bizler kendimizi övme anlamında söylemiyorum,<br />

asla. Ama Tekel’in özelleştirilmesi süreci gerçekten<br />

Türkiye’deki özelleştirmeler içerisinde en uzun süreye<br />

yayılan özelleştirmelerden bir tanesi oldu. Yaklaşık<br />

12 yıldır biz bu süreci bir şekilde götürmeye çalıştık.<br />

İhaleler iptal ettirildi. Mahkemeler kapılarından<br />

döndüler ama buna rağmen uluslar arası sermayenin,<br />

uluslar arası sigara tekellerinin ve Türkiye’deki<br />

işbirlikçilerinin önlerine koydukları bir hedef vardı.<br />

Biz bu Tekeli satacağız. O süreçte Anap, Mhp, Dsp<br />

döneminde çıkartılan tütün yasasıyla beraber bu<br />

süreç başlatıldı ve geldiğimiz noktada bir son bizim<br />

açımızdan bir son noktadır diye biliyoruz artık.<br />

18<br />

Tabi başlangıç çok da kolay olmadı. Alkollü içkilerin<br />

satışına hepiniz bir şekilde kani oldunuz, basında yer<br />

alan biçimiyle ve birçok konferansta, birçok panelde<br />

konuşulduğu biçimiyle alkollü içkilerin 17 tane fabrikası<br />

hem de modernize edilen fabrikalar, 17 tane fabrika<br />

292 milyon dolara sattılar. Ve bunu alan firmalar o<br />

fabrikaların yenileme çalışmalarını üstlenen firmalardı.<br />

17 tane fabrikayı alan o günkü şartlarda Türkiye’nin işte<br />

kendilerince en saygın firmaları bir buçuk yıl içerisinde<br />

910 milyon dolara Amerikan Pacific gruba sattılar ve<br />

o alan firma bütün bu fabrikalardan sadece 4 tanesini<br />

bırakıp hepsini kapattı. Bir örneği de yaşadığım<br />

ilde Diyarbakır’da. Tamamen modernize edilen<br />

bütün parçaları elden geçirilen binası elden geçirilen<br />

fabrikaya kilit vurup bütün arkadaşlarımızı kapı önüne


koydular. O süreçte yine personel açısından çok önemli<br />

gelişmeler yaşandı. Önceleri mağdur edilmeme adına<br />

ordaki büyük çalışmaların büyük bir bölümünü sigara<br />

fabrikalarına ve yaprak tütünlere dağıtmak durumunda<br />

kaldılar. Yine bir direnç vardı. Çalışanlar açısından bir<br />

direnç vardı ve bünyesinde bulunduğumuz Tek Gıda<br />

İş’in bu konudaki bir kararlılığı yeterli olmasa bile bir<br />

kararlılığı vardı. Bu arkadaşlarımız sigara fabrikalarına<br />

dağıtıldıktan sonra hani o fabrikalar çalışacaktı ya<br />

özelleştirildikten sonra da devam edecekti, belli<br />

bir miktarda da işçi arkadaşlarımız o fabrikalarda<br />

bırakıldılar. Ama çok kısa bir sürede oranın kapısına<br />

kilit vurulunca o arkadaşlarımız artık bırakın 4/c’yi<br />

tamamen işsiz kalmakla karşı karşıya kaldılar. Ve<br />

o süreçte yine sendikanın bir çabasıyla bir şekilde<br />

diretmesiyle geliştirdiği ikili ilişkilerle bu insanların<br />

mağdur olmaması yönünde 4/c’ye gönderilmesi belki<br />

Türkiye’de bir ilk gerçekleşiyordu. Özel sektörden<br />

işsiz kalanların ilk defa 4/c de yerleştirilmesi<br />

konusunda bir mutabakata varılmıştı. Bu insanlar<br />

tabi sigara fabrikalarına gittikten sonra orda da bu<br />

sancıların devam ettiğini hep biliyorduk. Bu eylemlilik<br />

süreçlerinde Malatya, Bitlis ve Adana sigara fabrikaları<br />

özellikle çok büyük bir direnç gösterdiler. Malatya<br />

sigara fabrikasında 27 gün, Adana sigara fabrikasında<br />

60 günü aşkın bir süre, Bitlis sigara fabrikamızda<br />

yine 60 günü aşkın bir sürede insanlar işyerlerini<br />

terk etmedi. O fabrikalara kendilerini kitlediler, gece<br />

gündüz evlerine gitmediler. Ve o fabrikaların satışları o<br />

süreçte durduruldu. Hani sayın başbakan hep diyor ya<br />

ben iki yıl önce aslında ben bunlarla anlaşmıştım diyor.<br />

Değerli arkadaşlar o süre iki yıl değil dört yıl önceydi.<br />

Ve sürede sadece bu fabrikaların kapatılma meselesi<br />

konuşulmuştu sayın başbakanla. Bu insanların mağdur<br />

edilmemesi, bu fabrikaların açık bırakılması yönünde<br />

kendileriyle görüşmeler yapılmış ve bu konuda<br />

kendileri de doğan tepkiye karşılık bakanlarına emirler,<br />

talimatlar vermişti ve o fabrikaların kapatılmasını o<br />

süreçte engelleyebilmiştik. Ama uluslar arası sigara<br />

tekelleri hiç durur mu Türkiye gibi bir pazarı hiç<br />

kaybetmek ister mi. Orta doğuya açılan bir kapıyı hiç<br />

eline geçirmeden durabilir mi. Hiç mümkün değildi.<br />

Ve büyük dayatmalar sonucunda en son biliyorsunuz<br />

1 milyar 700 milyon dolara bütün sigara fabrikaları<br />

özelleştirildi.<br />

Şimdi değerli arkadaşlar bu özelleştirmeler<br />

sadece çalışanlar açısından değerlendirmemek<br />

gerekir. Esas büyük acıyı bu fabrikalar<br />

sayesinde, bu işletmeler sayesinde geçimlerini<br />

sağlayan ekici boyutuyla ele almamız çok<br />

daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.<br />

Çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle<br />

birebir örtüşen o kamu kurumlarının<br />

yoksul bölgelerde ve istihdama yönelik<br />

olarak yapılandırılması o süreçlerin aslında<br />

yoksullara bir nebze de olsa nasıl önem<br />

verildiğini açık olarak ortaya çıkarmaktadır.<br />

Çünkü özellikle doğu-güney doğuda ve<br />

Türkiye’nin büyük bir bölümünde, iç<br />

Anadolu’da hangi ile ilçeye gitsen bir<br />

jandarma karakolu varsa bir de Tekel birimi<br />

vardır. Her yerde ama. İstisnasız bütün ilçelerde, bütün<br />

illerde mutlaka bir Tekel birimi vardı. Ve insanlar orda<br />

çalışmak durumundaydı ve kendi geçimlerini ordan<br />

sağlamakla karşı karşıyaydılar.<br />

Şimdi geldiğimiz noktada özelleştirmenin ilk ayağında<br />

büyük acıyı çeken ekiciler oldu. Türkiye’de yaklaşık<br />

500.000 aile tütünden koparıldı. Sadece bölgemizde<br />

150.000 aile tütünden koparıldı. Ve köylerinden göç<br />

ettirilmek zorunda bırakıldılar. Doğu güneydoğudaki,<br />

özellikle de güneydoğudaki köy boşaltmalarının<br />

bir sebebi orada yaşanan kirli savaş ise de bir diğer<br />

ayağının da tütün olduğunu unutmamak gerekir.<br />

Çünkü o insanlar yıkılan, yakılan köylerin dışında kalan<br />

insanlarımız orayı kendi geçimlerini tütünden doğru<br />

idame ettiklerini fark edip, daha doğru bunun dışında<br />

orda geçimini sağlayabilmenin imkânları ortadan<br />

kaldığından köylerini terk etmek durumunda kaldılar.<br />

Ve hepsi şehirlerin varoşlarına girdi. Diyarbakır’da<br />

bugün işsizlik ve yoksulluk oranı resmi rakamlarda %<br />

65-70’lerde seyrediyorsa bunun bir sebebinin de tütün<br />

olduğunu görmek gerekir. Çünkü köylerini terk eden<br />

her aile şehre girdi, şehrin varoşlarına girdi ve işsizlerin<br />

sayısı her gün büyüdü o kentte. Sokak çocuklarının<br />

sayısında her gün artışlar oldu, ordaki kapkaç, ordaki<br />

hırsızlık, ordaki balici ve diğer faktörler bir bir ortaya<br />

çıkmaya başladı. Bir sebebi kirli savaş, bir diğer sebep<br />

19


tütün. Çünkü tütünün ekildiği arazilerde başka bir<br />

ürünü yetiştirme şansı yok. Hiç birinin şansı yok.<br />

Çünkü tamamen küçük parçalı ve kıraç arazilerde<br />

yetişen bir ürün. Ve 14 ay boyunca, sene 12 aydır, 14<br />

ay boyunca yediden yetmişe herkesin uğraş verdiği<br />

bir ürün tütün. Bütün aile o tütüne uğraş verir. Ve 14<br />

ayın sonunda da ürününü götürüp Tekel’e teslim edip<br />

karşılığını bir nebze de olsa alırlardı. Ve bütün bunlar<br />

bitti. Ve son geldiğimiz nokta bu.<br />

Diyarbakır’da bir fabrika açılmıştı ki orta doğuda<br />

benzeri yoktu. Türkiye’de, Balkanlarda yoktu. Japonya,<br />

Brezilya, Amerika ve bir iki ülkede daha vardı. Onun<br />

dışında bu fabrikanın bir örneği daha yoktu. Ve<br />

açılış süreci de çok eskiye dayanmıyor. 97’de işte bu<br />

gördüğünüz arkadaşların tümü orda işe başladı. 97 ve<br />

98’de işe başlayan arkadaşlarımız o fabrika sayesinde<br />

bin tane genç insanımız, çoğu da Endüstri Meslek<br />

Lisesi mezunu ve yüksek okul mezunu, orda işe<br />

başlatıldı. Ve sadece 12 yıllık bir süreçte bu fabrika<br />

kapatıldı ve şu anda kilit vuruldu o fabrikaya. Bütün<br />

mücadelelere rağmen biz bunu açık tutamadık. Çünkü<br />

tütün olmazsa o fabrikanın çalışmayacağını çok iyi<br />

biliyorduk. Bu 12 yıllık süreçte defalarca ekiciler,<br />

muhtarlar, bu işle ilgili bütün katmanları bir şekilde<br />

Ankara’ya taşımaya çalıştık. İlgili siyasiler nezdinde<br />

girişimlerde bulunduk ama uluslar arası sigara tekelleri<br />

bir defa kararlarını vermişlerdi. Bu Türkiye’deki bütün<br />

hükümetlerin gücünü aşar durumdaydı ve o pazarı<br />

ellerinden kaybetmeyi de asla düşünmüyorlardı.<br />

Bütün ekiciler gittikten sonra değerli arkadaşlar<br />

sıra çalışanlarımıza gelmişti. Bu çalışanların başka<br />

kurumlara aktarılması yönünde çok uzun süredir bir<br />

uğraş içindeyiz. Mevcut siyasi iktidar doğrudur geçmiş<br />

seçimde belki de bu Tekelcilerin %60’ından oylarını<br />

aldı. Ama inanın hep yalanlarla aldılar. Hep namus,<br />

şeref sözleri vererek aldılar. İşte bu insanlar yarın işsiz<br />

kalacaklarını görüyorlardı. Ve her gelen siyasetçi onları<br />

bir şekilde ikna etme yolunu bir şekilde kandırma<br />

yolunu seçtiler. Ve bunu da bir nebze de olsa başardılar.<br />

Ve geldiğimiz noktada o namus, şeref sözü veren hiçbir<br />

milletvekilinin şu anda telefonlara bile çıkmadıklarını<br />

çok iyi görüyoruz ve biliyoruz.<br />

15 Aralıkta, 14 Aralık ta bir karar alındı. Ankara’ya<br />

yürüyüş kararı. Sendikamızın aldığı karar<br />

doğrultusunda sadece Ankara’ya gidiş biletlerinin<br />

kesileceğini ve dönüşünün ne zaman olduğunu da<br />

kesinlikle bilinmediğini herkesin buna hazırlıklı olması<br />

gerektiği yönünde bütün teşkilata talimatlar verildi.<br />

Ve ayın 15’inde Ankara’daydık. Değerli arkadaşlar<br />

yürüyüşümüz başladı ama bu kadar uzun süreceğini,<br />

bu kadar yükümüzün artabileceğini, Türkiye’nin<br />

ezilenlerine, Türkiye’nin yoksullarına, işsizlerine,<br />

çalışanlarına bu kadar büyük bir umut olabileceğimizi<br />

asla beynimizden, kafamızda geçirmemiştik. Ama<br />

geldiğimiz noktada baktık ki çok onurlu bir yürüyüş<br />

ve direniş başlatmışız. Kamuoyu vicdanında %100<br />

haklılığımızı ispat etmemiş olsa idik bu kış koşullarında<br />

bu kadar zor şartlarda Ankara’nın merkezinde bu işi<br />

götürebileceğimizi de götüremeyeceğimizi de çok iyi<br />

biliyoruz. Ama kamuoyu vicdanı o kadar bizden yana<br />

çarptı ki bu işin geri dönüşünün olamayacağını bizler<br />

de artık fark etmeye başladık. Tek bir adım bile geri<br />

atma geri adım atma şansımızın olmadığını çok iyi<br />

öğrendik, biliyoruz. Tek bir hata bile işleme şansımızın<br />

olmadığını görmeye başladık. İnanın ilk günkü gibi<br />

diriyiz, dirençliyiz, en azından beyinen kendimizi öyle<br />

hissediyoruz. Belki hastalandık, belki birçoğumuz yani<br />

gerçekten bir yoksulluk yaşanmaya başlandı doğru.<br />

Ama beyinen o kadar kendimizi o kadar adapte etmişiz<br />

ki kendimizi bu işe hiç kimsenin aklından kazanmama<br />

gibi bir şey geçmiyor. Hiç kimsenin aklından ben<br />

yarın artık evime döneyim gibi bir fikir aklından<br />

geçmiyor. Ben bu işi kazanacağım diye inancın her<br />

gün yükseldiğini, daha da güçlendiğini hep birlikte<br />

görüyoruz ve yaşıyoruz.<br />

Bütün dostlarımız artık bizleri çok yakından<br />

tanıdılar. Çünkü gerçekten Ankara’daki aydınlarımız,<br />

yazarlarımız, çizerlerimiz, sendikalarımız, sivil toplum<br />

örgütlerimiz her gün bizlerledirler. Gençlerimiz,<br />

öğrencilerimiz, siyasi partilerimiz o kadar bizlere<br />

yakın duruyorlar ki biz kendimizi unutmuş olduk artık,<br />

unutur olduk. Biz bu insanların beslediği umudu nasıl<br />

boşa çıkarmayacağız, nasıl başaracağız diye biraz da<br />

dizlerimizi dövmeye başladık. Geceleri sabaha kadar o<br />

varillerin etrafında insanların nasıl dimdik durduğunu<br />

hep birlikte yaşıyoruz. Oradaki kitlenin Türkiye’nin<br />

dört bir yanından geldiğini içinde Lazı, Çerkezi, Kürdü,<br />

Türkü, Arabı, Sünnisi, Alevisi, milliyetçisi, komünisti<br />

her türden insanın olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Ve 58<br />

gündür orda hiçbir problem yaşamadık. Bu bize öyle<br />

bir umut besletti ki gelecekte Türkiye’nin mozaiğinin<br />

ancak bu şekilde olması gerektiğini hep beraber<br />

yaşamaya başladık, görmeye başladık. Trabzonlu<br />

kardeşimizle karşı karşıya bizim çadırımız. O benim<br />

halayımı o kadar iyi bir öğrendi ki Şamami parçasını<br />

o kadar iyi söylüyor ki artık. Ben de onun horonunu<br />

öyle bir güzel oynuyorum ki ve onun konuşmasıyla<br />

onun konuşmasına o kadar eşlik ediyorum ki yani o<br />

güzellikleri yaşamak, görmek belki de birçok insana<br />

nasip olmamıştır. Ben 50 yaşına geldim. 30 yıldır, 32<br />

yıldır ben çalışıyorum. Ben bu kadar güzel bir anı bu<br />

çalışma yaşamımda hiç görmedim, hiç yaşamadım.<br />

Çünkü burada o kadar dostluklar edindik ki, o kadar<br />

güzellikleri bir arada yaşadık ki paylaşımı artık<br />

ağzımızdaki lokmayı bir simit geldiğinde dört parçaya<br />

beş parçaya bölüyoruz arkadaşlarımıza dağıtıyoruz.<br />

20


Bunu birlikte yaşamaya başladık. Bazen üstümüze çay<br />

dökülüyor, bazen üstümüze, bazen sobaya yapışıyoruz<br />

ama inanın hiç kimse artık kendi halinden şikâyetçi<br />

değil. Ve evimiz olmaya başladı orası. Bazılarına gidin,<br />

birkaç gün dinlenin öyle gelin diyoruz. Yok, diyor<br />

ben halimden çok memnunum diyor. Ben 58 gündür<br />

gitmedim. Benim de çocuklarım var. Valla herkes<br />

kendi çocuğunun yanına gitmek ister. Benim ilkokul<br />

üçe giden çocuğum vardır. Ne tatilini gördüm, tatile<br />

girişini gördüm. Ne okula başlayışını gördüm. Sadece<br />

bir telefonda nasıl oğlum okul iyi mi, iyi baba diyor ve<br />

öyle gidiyor. Birçok kişi, birçok bayan arkadaşı var ki<br />

sekiz aylık çocuğunu, altı aylık çocuğunu evde bırakıp<br />

gelmiş. Öyle direniyoruz. Çünkü kendi çocuğunun<br />

geleceği için direniyor. Türkiye emek hareketi böyle<br />

bir fırsatı teperse Türkiye’nin aydınları, Türkiye’nin<br />

demokratları, Türkiye’nin sosyalistleri eğer böyle bir<br />

fırsatı teperse ben inanıyorum Türkiye’de sendikalar<br />

diye bir şey kalmayacak. Zaten onun çalışmaları<br />

yapılıyor. Zaten taşeronlaşma özelleştirme son süreçte<br />

işte hizmet alımlarıyla zaten sendikalar çok ciddi bir<br />

sıkıntı yaşıyor. Hele hele işte iki milyon kişiyle ifade<br />

edilen bir sendikal ortamda altı tane konfederasyonun<br />

Türkiye’de cirit atması yani bu zaten akıl karı değil.<br />

Sekiz yüz bin kişi ile sözleşme yaptığın bir ortamda<br />

altı tane konfederasyonun olması zaten akıl karı değil.<br />

Zaten bunların mutlak bir şekilde toparlanması bir<br />

araya gelmesi gerekir. Emek hareketinin bunu çok iyi<br />

gördüğüne de ben inanıyorum. Mesela bireysel hırslar<br />

sadece kendi geleceklerini düşünme arzusu ve mantığı<br />

bizi birçok şeyden alıkoyuyor. Ama ben inanıyorum<br />

ki bu hareket bu direniş bu direnç hepimize çok şey<br />

öğretti. Çünkü o Sakarya Caddesi artık sadece bir<br />

cadde değil. O Sakarya Caddesi artık bir okul, bir<br />

akademi. Ben öyle inanıyorum ki birçok üniversitede<br />

ders olarak okutulabilecek bir yaşam tarzı gelişiyor orda.<br />

Belki tezlerin konusu olur, belki filimleri yapılır, belki<br />

romanı yazılır bilemem. Ama Türkiye emek hareketi<br />

bence bir şeyi çok iyi kavradı. Ben kendime çeki düzen<br />

vermek zorundayım mantığını artık herkes taşımaya<br />

başladı. Hepimiz açısından bu geçerlidir. Bütün<br />

konfederasyonlarımız işçi memur, bütün işsizlerimiz,<br />

bütün aydınlarımız açısından çok ciddi anlamda<br />

düşünülmesi gereken bir manzara oluştu diye ben<br />

düşünüyorum. Ve biz bunu zaferle taçlandırırsak işte<br />

o zaman Türkiye’deki emek hareketinin Türkiye’deki<br />

ezilenlerin mücadelesinin taçlandırıldığını hep birlikte<br />

yaşayacağız. Ben şimdilik sadece bunlarla yetineyim.<br />

Çok uzun konuştum. Özür diliyorum sizlerden<br />

hocalarımdan. Biz bu işi başaracağız değerli dostlar.<br />

Sağ olun. Var olun. (alkışlar…)<br />

Ali Çolak. Ben hemen ikinci sırada sözü Mehmet Beşeli<br />

hocama bırakıyorum. Birleşik Metal İş Sendikası genel<br />

sekreter yardımcısı. Buyurun.<br />

Konuşmama başlamadan önce, direnişçi Tekel<br />

işçilerinin mücadelesini selamlıyorum. Tekel işçilerinin<br />

mücadelesine pek çok anlam yüklenmeye çalışıldı.<br />

Mücadelenin içinde bulunduğumuz aşamasını doğru<br />

kavramak ve bundan sonraki sürece ilişkin doğru<br />

tespitler yapabilmek açısından direnişin kendine ait<br />

anlamını, bu yükleme yapılan anlamlardan ayırmak<br />

gerekiyor. Bu nedenle sorulması gereken ama çok<br />

fazla sorulmayan basit sorularla direnişin anlamına<br />

ulaşmaya çalışalım.<br />

• Tekel direnişi hükümet karşıtı bir direniş midir<br />

Tekel işçileri hükümetin tüm politikalarına karşıt<br />

bir siyasal duruş içinde değillerdir ve olmaları da<br />

beklenemez. Kendi yapmış oldukları açıklamalardan<br />

öğrenmekteyiz ki büyük çoğunluğu itibariyle AKP’ye<br />

oy vermişlerdir.<br />

• Tekel direnişi hükümetin tüm politikalarına karşı<br />

değilse, örneğin özelleştirme politikalarına karşı bir<br />

direniş midir<br />

Hayır. Çünkü tekel işçileri ne önceki siyasal iktidarlar<br />

zamanında ne de AKP dönemindeki özelleştirme<br />

uygulamalarına karşı olduklarını gösteren bir etkinlik<br />

içinde olmamışlardır. Üstelik Tekel’in özelleştirilmesine<br />

bile eylemli bir karşı duruş içinde olmamışlardır.<br />

• Tekel işçileri, özelleştirmeye karşı değiller ise,<br />

özelleştirme sonucu işyerlerinin kapanmasına karşı<br />

mı direnmektedirler<br />

Hayır, çünkü tekel işçileri özelleştirme nedeniyle<br />

kapanan diğer işyerlerine yönelik hiçbir eylemli karşı<br />

duruş, dayanışma sergilememişlerdir.<br />

• Tekel işçileri, kendi işyerlerinin kapatılmasına karşı<br />

mı hükümete muhaliftirler<br />

Hayır. Çünkü (yaprak tütün) tütün sarma işyerlerinin<br />

kapatılma kararı çok önce alınmış, tekel işçileri kimi<br />

işyerlerinde işgal ve benzeri eylemler gerçekleştirmişler<br />

ancak sonunda kapatma kararına karşı duramamışlardır.<br />

• Hükümetin tüm politikalarına karşı olmayan,<br />

özelleştirme politikalarına karşı çıkmayan, işyeri<br />

kapanmalarına karşı olmayan ve kendi işyerlerinin<br />

kapanmasını da engelleyemeyen Tekel işçileri<br />

hükümetin hangi kararına karşıdırlar<br />

Yaprak tütün işletmelerinde çalışan işçiler, işyerlerinin<br />

kapatılması sonucunda kendilerine önerilen Devlet<br />

Memurları Kanununun 4-C maddesinde çalışma<br />

kararına muhalefet etmektedirler. Bu statüde<br />

çalıştıklarında, var olan iktisadi ve sosyal koşullarında<br />

kayıplar yaşadıkları için bu karara karşıdırlar.<br />

21


Bu kayıplar öncelikle ücret ve sosyal haklarla ilgili<br />

kayıplardır. Buna ek olarak, devlet memuru statüsüne<br />

geçecekleri için devlet memurlarında olmayan ve<br />

işçilerde olan yasal haklardan yoksun kalacaklardır.<br />

Bunların başında kıdem tazminatı hakkı gelmektedir.<br />

Ayrıca, belirli süre ile sözleşme yapılacağı için, hem<br />

gelir ve çalışma süreklilikleri hem de sosyal güvenceleri<br />

ciddi biçimde değişecektir.<br />

İşçilerin gelir ve çalışma sürekliliklerindeki değişim,<br />

çoğu kimse tarafından “iş güvencesi”nin ortadan<br />

kalkması olarak yorumlanmaktadır. Bu yorum daha önce<br />

iş güvencesi olduğuna inanmaktan kaynaklanmaktadır.<br />

Bizzat Tekel işçilerinin kendileri, kapitalizmde<br />

iş güvencesi olmadığının ve olmayacağının açık<br />

kanıtıdırlar.<br />

Sonuç olarak, tekel işçilerinin direnişi hükümetle<br />

çalışma ve yaşam koşullarının pazarlık edilmesi için<br />

ortaya çıkmış bir direniştir. Bu direniş bu açıdan bir<br />

toplu sözleşme direnişi, sendikal bir direniştir. (bu<br />

kelimenin yasal anlamıyla değil, gerçek anlamıyla bir<br />

toplu iş sözleşmesi mücadelesidir) Mücadelenin şiddet<br />

dozunun yüksekliği -gerek devletin saldırganlığı,<br />

gerekse özü itibariyle bir şiddet eylemi olan açlık grevi<br />

ve ölüm orucu temaları- toplumsal ilgiyi ve desteği<br />

uyandırmakta gecikmemiştir. (Şiddet sarsıcıdır!,<br />

bilinçleri sarsar. Ama o kadar!)<br />

Maruz kaldıkları şiddet ve kendi uyguladıkları şiddet<br />

nedeniyle işçiler her zaman rastlanmadık bir biçimde<br />

genel bir kamuoyu desteğini alabilmişlerdir. (Devrimci<br />

örgütlerin açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine verilen<br />

desteğin sınırlılığı hatta devrimcilere uygulanan<br />

şiddeti meşru gören büyük bir kitle desteği ile<br />

karşılaştırıldığında bu önemlidir.)<br />

İşten atılmış olmaları, “siyasal” amaçlarının olmaması<br />

(!), ekmek mücadelesi verdiklerini söylemeleri ve bedel<br />

ödemeyi göze alma konusunda göstermiş oldukları<br />

cesaret bu ilgi ve desteğin ana nedenleridir.<br />

Hükümeti zorlayacak bir güçten de yoksun olmaları<br />

nedeniyle (işyerleri kapanmıştır) böyle bir strateji<br />

geliştirmemiş olsalar sadece müzakereler yoluyla<br />

sonuç alabilmeleri mümkün değildi. Tekel direnişinin<br />

stratejisi özet olarak budur: Tamamen kesimsel<br />

sorunlarını genelleştirebilmenin yolu, mümkün<br />

olduğunca büyük bir kitle desteği alarak muhatabının<br />

yani hükümetin üzerinde bir baskı oluşturmaktan<br />

geçmektedir. Bu desteğin alınabilmesi için ise<br />

haklılığın tekrarlanması yetmemekte, bu hakkı elde<br />

etmek için bedel ödemeyi “ölmeyi” göze aldığını<br />

herkese göstermek gerekmektedir.<br />

Kapitalist egemenlik altında hak arayışında olan her<br />

bir işçi bedel ödeyerek, bedel ödemeyi göze alarak<br />

bu egemenliğin sınırlarına vurabilir. Bedel ödemenin<br />

boyutları ile verilen mücadelenin niteliği arasında bir<br />

ilişki kurulamaz. Daha çok kan dökülen mücadeleler<br />

siyasal, diğerleri sendikal gibi ayrımlar yapılamaz. İşçi<br />

hareketi tarihinde çok “sıradan” “normal” taleplerin<br />

kanla boğulduğu bilinmektedir.<br />

Kazanılmış haklar/kazanılan haklar gerilimi<br />

Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilir olup olmadığı<br />

konusu da üzerinde durmayı hakediyor. Hemen<br />

belirtelim ki, bir toplu iş sözleşmesi mücadelesinin tüm<br />

talepleri gerçekleştirilebilir taleplerdir. Dolayısıyla tekel<br />

işçilerinin talepleri de gerçekleştirilebilir taleplerdir. Bu<br />

taleplerin ne kadarının ve hangi oranlarda gerçekleştiği<br />

ayrı tartışma konusudur.<br />

Öncelikle tekel işçileri, var olan haklarıyla ve esas olarak<br />

işçi statüsünde çalışmaya devam etmek istemektedirler.<br />

Bunu biraz daha genel terimlerle ifade edecek olursak,<br />

tekel işçilerinin istediği “iş”tir. Bu sadece işçilerin<br />

talebi değildir, aynı zamanda hükümet de bu talebi bu<br />

biçimiyle okumaktadır.<br />

Hükümet, daha eylemler başlamadan ve sadece tekel<br />

işçileri için değil tüm özelleştirilen kuruluşlarda çalışan<br />

işçiler için bu talebe 4-C ile yanıt vermiştir. 2004 tarihli<br />

bir kararname ile yürürlüğe konulan esaslar bu durumu<br />

açıklıkla ifade etmektedir: “Özelleştirme Uygulamaları<br />

Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan<br />

işçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici<br />

Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin<br />

Esaslar”. Sorun her iki taraf açısından da iş sorunudur.<br />

Hükümet, özelleştirme nedeniyle işsiz kalanları ve<br />

22


kalacakları diğer kamu kurum ve kuruluşlarında<br />

istihdam ederek çalışanların “iş” talebine kendi<br />

meşrebince yanıt üretmiş durumdadır. Bu tek taraflı<br />

yanıt bugüne kadar binlerce çalışan tarafından “boynu<br />

bükük” bir şekilde kabul edilmiştir. Tekel işçilerinin<br />

direnişi ilk adımda bu tek taraflılık durumunu ortadan<br />

kaldırmış ve sözleşmenin karşı tarafının da olduğunu<br />

açıklıkla ortaya koymuştur. Hükümetin “teklifi”<br />

işçilerin direnişi ile reddedilmiştir. İşçilerin direnişi,<br />

tek taraflı sözleşmeyi ortadan kaldırmış, bir “masa”nın<br />

kurulmasına neden olmuştur.<br />

İkinci adımda, hükümete geri adım attırılmış ve<br />

sözleşmenin esasları değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden<br />

söz etmekte fayda var:<br />

1) Sözleşmenin süresi 10 aydan 11 aya çıkarılmıştır.<br />

2) Ücretlere esas gösterge rakamlarında artışlar<br />

sağlanmış, dolayısıyla ücret zammı getirilmiştir.<br />

3) Çalışma koşullarında, geçici personelin çalışma saat<br />

ve sürelerinin devlet memurları için tespit edilenlerle<br />

aynı olması düzenlenmiş ancak verilen görevi çalışma<br />

saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorunda<br />

olduğu ve bu durumda fazla ödeme yapılmayacağı<br />

hükmü kaldırılmıştır.<br />

4) Daha önce olmayan 12 ay fiili çalışma karşılığı<br />

1 maaş iş sonu tazminatı getirilmiş bu tazminatın<br />

emekli olanlara, ölenlere ve kendi isteği ile ayrılanlara<br />

verileceği belirtilmiştir.<br />

5) Her çalışılan ay için 1 gün olan ücretli izin süresi 2<br />

güne çıkarılmış ve bunun toplu olarak kullanılabilmesi<br />

düzenlenmiştir.<br />

6) Eski halinde her 4 ay için iki günü geçmeyen ücretli<br />

hastalık izni yerine yılda 30 günü geçmemek üzere<br />

ücretli hastalık izni verilmiştir.<br />

7) Görev yeri tanımı genişletilmiştir.<br />

Bütün bu düzenleme, sadece tekel işçilerini değil<br />

toplam 36.215 işçiyi kapsamaktadır. Tekel işçilerinin<br />

direnişi, sadece hükümete geri adım attırmakla<br />

kalmamış, 4-C kapsamındakilerin çalışma koşulları ve<br />

ücretlerinin iyileştirilmesine neden olmuştur.<br />

Bu teklif, tekel işçileri tarafından kabul edilmemiştir.<br />

Tekel işçileri şiddetin dozunu arttırma kararı almışlar<br />

ve süresiz açlık grevine başlamışlardır. Aynı şekilde<br />

hükümet, teklifinin kabul edilmesi için bir aylık<br />

bir süre vermiş, süre bitiminde işçilere saldıracağını<br />

deklare etmiştir.<br />

Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilirliği konusuna<br />

yeniden dönecek olursak, “iş” talebi üzerinde süren<br />

mücadele ilk adımda işin koşullarının görece<br />

iyileştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu iyileştirme,<br />

geçmiş koşullardan halen çok uzaktır.<br />

Tekel direnişinin özü itibariyle bir toplu iş sözleşmesi<br />

mücadelesi olduğu gerçeği dikkate alındığında<br />

muhatabın ilk tavrı kararlılık gösterisidir. Karşıtına<br />

mücadele etmekle bir şey kazanamayacağı<br />

düşündürtmeyi amaçlar. Karşı taraf, kararlılık dozunu<br />

artırdığında, muhatap bir adım geri çekilir ve bu sefer<br />

mücadele edenlerin birliğini bozacağını düşündüğü<br />

bir teklif sunar. Sadece teklif sunmakla kalmaz,<br />

teklifin kabul edilmesi için uyguladığı yöntemleri<br />

çeşitlendirir ve iğrençleştirir. Çevreyi rahatsız etmekle<br />

suçlamak, kaçak elektrik kullanımından zabıt tutmak,<br />

dayanışma için gönderilenleri tutanak altına almak,<br />

Ankara dışındaki ailelere belediyeler yoluyla baskı<br />

yapmak, cumhurbaşkanına açıklama yaptırmak, kafa<br />

bulandırmak, banka hesaplarını açıklamak, gün gün<br />

sözleşme imzalayanların<br />

sayılarını duyurmak vs. vs.<br />

Bugün bu aşamayı yaşıyoruz.<br />

Bu aşama Şubat ayı sonuna<br />

kadar devam edecek gibi<br />

görünüyor. Bundan sonraki<br />

aşama bu aşamadaki<br />

gelişmelerin her iki tarafça<br />

da değerlendirilmesiyle<br />

çizilecek yeni yol üzerinde<br />

şekillenecek. İşçilerin<br />

kararlığı sürer ve çözülmeler<br />

olmaz ise iki yol söz konusu<br />

olacak. Ya şiddetli bir saldırı<br />

yoluyla direnenler ezilmeye<br />

çalışılacak ya da yeni bir<br />

teklifle masaya çağrılacaklar.<br />

Teklifin içeriği bu aşamada<br />

23


direnişin devam edip etmemesi konusunda belirleyici<br />

olacaktır. Ancak şiddet yoluyla bastırma seçeneğine<br />

karşı da işçilerin hazırlıklarını gözden geçirmelerinde<br />

fayda var.<br />

Direnişin sıkışma noktaları<br />

Tekel işçilerinin mücadelesinin “iş” mücadelesi<br />

olduğunu söyledik. Ancak, iş için verilen mücadele<br />

sadece tekel işçilerinin sorunu değildir. Sadece<br />

özelleştirilen kamu kuruluşlarında çalışanlar için değil,<br />

özel sektörde çalışan, emek gücünü satmaya zorlanan<br />

milyonların sorunudur.<br />

İşini kaybetmek, işsiz kalmak! Mezarlıkların girişinde<br />

yazan her fani ölümü tadacaktır sözü gibidir. Her işçi<br />

işsiz kalmaya mahkûmdur. Bu kapitalist egemenliğin,<br />

kapitalistlerin iktidarının şifresidir. Ve işsizlik, işçilerin<br />

yaşama ve çalışma koşullarını aşağıya doğru çeken bir<br />

etki yaratır.<br />

Kamu işletmelerinde iş güvencesi konusu oldukça<br />

tartışmalıdır. Amelenin kıt olduğu zamanlarda, işin<br />

güvencede olması iktisat kuralıdır. Amele bollaştıkça<br />

güvence de azalır, gelir de. Hiç bir kapitalist, sırf<br />

işçiler çalışsın diye fabrika kurmaz; onun amacı kar<br />

etmek, işçileri sömürmektir. Sömürüyü, maddi varlığa<br />

dönüştüremiyor ise sermayesini başka alana kaydırır,<br />

işletmesini kapatır, işçileri çıkarır.<br />

Devlet işletmeleri de kapitalist işletmelerdir. Onlar<br />

da işçileri sömürürler. Ancak, devlet işletmelerinin<br />

kar oranlarının eşitlenmesi ya da rekabet yasalarından<br />

kendisini muaf tutabilme, ya da görece daha düşük<br />

sömürü oranlarına rağmen giderek eriyen sermaye<br />

birikimini, politik kimi mekanizmalarla destekleyerek<br />

işletmeye devam ederler. Bunu işçiler işlerine devam<br />

etsin diye değil, özel sermayeye hizmet için yaparlar.<br />

Bu arada kamuda çalışan işçiler de bundan nemalanmış<br />

olur.<br />

Özelleştirme kolektif kapitalist olan devletin elindeki<br />

kapitalist işletmelerin, “özel” ya da anonim şirket<br />

biçimindeki başka kolektif kapitalistlere devridir.<br />

Bu süreç dünyanın büyük bölümünde ve Türkiye’de<br />

tamamlanmak üzeredir.<br />

Bugün dünya yüzeyinde sermaye egemenliğinin en<br />

üst noktası yaşanmaktadır. Sermayenin egemenliği<br />

ve iktidarı herkese haddini bildiren bir iktidar ve<br />

egemenliktir. Sermayenin ihtiyaçlarının önceliğinin<br />

olduğu, bu iktidar aracılığıyla tüm topluma kabul<br />

ettirilir. Eskiden devletin, belediyelerin kapısına yığılan<br />

kitleler, bu kez taşeronların, kapitalistlerin kapılarına<br />

akın ederler. Yıkmak için değil, iş için. Bu bağımlılık<br />

ilişkisidir. Bu işçilerin maddi ve manevi çürümesinin<br />

nedenidir.<br />

Artık asıl soruyu sorma zamanı geldi!<br />

Hangisi daha doğru bir mücadele stratejisidir Kendi<br />

kesimsel çıkarlarını sınıfın diğer kesimlerine kabul<br />

ettirme çabası mı, yoksa kesimsel çıkarlarını sınıfın<br />

genel çıkarına tabii kılmak mı Tali sorumuz da<br />

şu olsun: sınıfın bir kesimi mücadelesinde başarıya<br />

ulaştığında, diğer kesimleri bundan faydalanabilir mi<br />

Yani iddia edildiği gibi Tekel işçilerinin direnişi diğer<br />

işçilerin önünü açacak mıdır<br />

Tekel direnişi birinci stratejiyi benimsemiş durumda.<br />

Bu direnişin şu anda kimi kazanımları ortaya çıktı.<br />

Sonucun nasıl oluşacağını hep birlikte göreceğiz.<br />

Ama giderek büyüyen bir kitle ile tekel işçisinin<br />

ortak noktası başka. İşsiz kalmak. İşsiz kalmaya bağlı<br />

olarak gelir kaybı. Tekel işçisi, işsizlik sigortasından<br />

faydalanan veya faydalanamayan işçilerden daha iyi<br />

bir sözleşmeyi hükümete imzalatmış durumda. Oysa<br />

işsizlik sigortasından faydalanamayan işçiler sıfır<br />

gelirde, faydalanabilen azınlık ise asgari ücretin biraz<br />

üzerinde bir gelirle, sürekli değil, geçici sürelerle<br />

yararlanıyor.<br />

Hükümetin 4-C’si aslında bir tür işsizlik sigortası.<br />

Devlet, sınıfın tümüne vermediği hakları, bir kesimine<br />

verme konusunda duraksamıyor. İşsizlik sigortasının<br />

üst sınırının 10 ay olduğu düşünülürse (sizce 4-c nin<br />

süresinin 10 ay olması bir tesadüf mü) şu an bunun<br />

önüne geçildiği görülecektir. Daha da öteye geçebilir<br />

ve bu mümkündür!<br />

Destekçiler ve Kuşatılmışlar<br />

Tekel işçileri, sınıfın diğer kesimlerinden ve diğer<br />

sınıflardan destek istiyorlar. Bu strateji olabilecek en<br />

iyi strateji.<br />

Tekel işçilerine destek verenlerin faaliyetleri,<br />

örgütlenmeleri ve “siyasal” duruşları açısından ise bu<br />

kesinlikle yanlış strateji. Onlar ikinci strateji için Tekel<br />

işçilerini ikna etmek zorundalar. Bu gerilimli bir iş! Bu<br />

tekel işçilerinin yanlış değil eksik yaptığının onların<br />

yüzüne söylenmesi demek! Onu övmeden, verdiği<br />

mücadelenin önemini azaltmadan, yapmak zorunda<br />

olduğu şeyin ne olduğunu ona anlatmaya çalışmak<br />

demek. Kapitalizmi anlatmak, devleti anlatmak ama<br />

hepsinden önemlisi işçi sınıfını anlatmak demektir.<br />

Ama bu zor! Bu destekçilerin hazırlıklı olmasını<br />

gerektirir, öyle değiller.<br />

Tekel işçileri kendi bildikleriyle, kendi yapacaklarını<br />

yapıyorlar ve yapmaya devam etmeliler. Kimsenin onlara<br />

akıl vermeye hakkı yok! Önemli olan destekçilerin ne<br />

yaptıkları, tekel işçilerine onların yaptıklarından başka<br />

ne önerdikleri…<br />

Sadece destekçilerinin değil, işçilerin basıncıyla<br />

24


kuşatılmış olanların da ne yapacakları önemli.<br />

Destekçiler ve kuşatılmışlar kendi zaaflarını<br />

örtmenin aracı olarak Tekel işçilerinin direnişine<br />

sımsıkı sarılıyorlar, onları yücelttiklerinde kendilerini<br />

yücelttiklerini sanıyorlar.<br />

Destekçiler sürecin ilerleyen aşamalarında, hareketin<br />

iktidarı olmadıkları ve destek konumunu içselleştirdikleri<br />

için ve aslında bütün hareketlenmelerine rağmen her<br />

geçen gün pasifize oldukları için, Kuşatılmışlara göre<br />

daha olumsuz koşullardadırlar. Kuşatılmışlar, sürecin<br />

gelişim seyri içinde uygun anda en az kayıpla ve kimi<br />

ayak oyunlarıyla bu süreci atlatabilecek olanaklara<br />

-kuşatmayı yarma olanağına- hareketin önderliğini ele<br />

geçirmiş olmaları nedeniyle sahiptirler.<br />

Tekel işçileri kendileri açısından en iyi stratejiyi seçtiler.<br />

Bu stratejinin hedefi, hükümetle çalışma koşullarının<br />

pazarlığı. Önderliğinin sendikacılar olduğu acımasız<br />

gerçeği dikkate alındığında, pazarlıkla ulaşılan düzey<br />

-eğer eskisinden daha ileri ise- imza atılacaktır.<br />

En iyi strateji en doğru strateji demek değildir. Doğru<br />

stratejinin olmadığı yerde uygulanma olasılığı en<br />

yüksek stratejidir.<br />

Destekçilerin stratejisi yok! Destekçi olmanın doğal<br />

sonucu! Yürürlüktekinin peşine takılırsın, belki başka<br />

bir yola döner diye hayal edersin...<br />

Mücadelenin çapının genişlemesi: sadece bu onları<br />

heyecanlandırmaya yetiyor. Tekel işçileriyle aynı<br />

sorunu yaşayan ve tekel işçilerinin 100 katı bir kitleyi<br />

de kapsayabilecek bir mücadele stratejisine, sınıfın<br />

kesimsel çıkarlarını geriye itebilen ve ortak çıkar için<br />

mücadeleyi öne çıkaran bir yaklaşıma ve örgütlenmeye<br />

sahip değiller.<br />

Ağa diye suçladıkları adamlardan genel grev çağrısı<br />

yapmasını ve örgütlenmesini istiyorlar. Onların<br />

bunu yapabileceklerine inanıyor olmalılar! Tayyip<br />

Erdoğan’dan faşizmi yıkmasını ve demokrasiyi<br />

kurmasını, TSK’dan emperyalizme karşı mücadele<br />

etmesini ve ülkenin bağımsızlığını sağlamasını da<br />

isteyebilirler. Nasıl olsa bunu yapan liberallerimiz ve<br />

ulusalcılarımız bolca mevcut.<br />

İşçi demokrasisi sandığa eşitlenemez.<br />

İlginç tarihi örnekler ortaya çıkıyor. Direnişe devam<br />

edilip edilmemesi konusunda tekel işçileri arasında<br />

oylama yapıldı. Bu işçilerin iradesinin gösterilmesi<br />

olarak sunuldu. Buna hiç ihtiyaç yoktu. Polisin gazını<br />

copunu yiyip, eylemine devam eden işçinin irade<br />

yoklamasına ihtiyacı yoktur. Ama bu sendikacılar<br />

açısından oldukça işlevsel bir adımdı. Çünkü<br />

oylama ile alınan direniş kararı yine oylama yoluyla<br />

kaldırılacaktır. Bunu sendika genel başkanı da açıkladı.<br />

Oysa süreç şöyle işletilmelidir: Müzakereleri sürdüren<br />

heyetin kararı, Tekel işçilerinin onayına sunulmalıdır.<br />

Şu anda direnen işçilerin sendikalarına karşı görünür<br />

bir muhalif tavırları yoktur tam tersine sendikanın<br />

arkasında kenetlenmiş durumdadırlar. Dolayısıyla,<br />

sendika yönetiminin süreç hakkında karar verme<br />

zorluğu bulunmamaktadır. Görüşmeye direnişçi işçiler<br />

alınmadığına göre, sendika yönetimi var olan iradeyi<br />

yansıtmakla, masadan sonuç çıkarmakla görevlidir.<br />

Dolayısıyla mutabakattan önce oylama değil,<br />

“mutabakattan” sonra oylama yapılmalıdır. Önce<br />

hükümet ve Türk İş hangi konularda anlaştıklarını<br />

açıklamalı ardından bu işçilerin oyuna sunulmalıdır.<br />

İşçiler kabul ederse imzalanmalı, kabul etmez ise<br />

mücadeleye devam edilmelidir. İşçi demokrasisi böyle<br />

işler!<br />

Kamuoyu desteği değil işçi sınıfı dayanışması<br />

Tekel işçileri bugün itibariyle, kendi kesimsel çıkarlarını<br />

terk edip, sınıfın genel çıkarı için mücadelenin önüne<br />

geçebilirler mi Bu mümkün gözükmüyor, gerekli de<br />

değil, doğru da. Onlar bu mücadeleyi verilmesi gerektiği<br />

gibi yürütüyorlar, onlardan başka mücadelelerin de<br />

öznesi olmalarını istemek onlara haksızlık yapmak<br />

anlamına gelir.<br />

Diğer taraftan onların mücadele stratejilerinin en<br />

önemli bileşeni, kamuoyu desteği almaktır. Kamuoyu<br />

desteği belirsiz bir tanımdır ve manipüle edilerek<br />

çok kolaylıkla yön değiştirebilir. Bir genel kamuoyu<br />

desteğinin vücut bulma biçimi olarak sendikaların<br />

önderliğindeki işçi ve memur kitlesinin dayanışma<br />

amacıyla iş bırakması gündeme gelmiştir.<br />

Bu çerçevede 4 Şubat etkinliği (eylem, grev, genel grev<br />

ve genel direniş tanımlamasını hak etmiyor ve kitlesel<br />

bir etkinlikten başka türlü değerlendirilmesi doğru<br />

değildir) muhatabın korkularını ortadan kaldırmıştır.<br />

Bakan, etkinliği sağduyulu ve makul eylem biçiminde<br />

değerlendirerek, hükümetin düşüncesini ortaya<br />

koymuştur. Bu, etkinlikle içten içe dalga geçmek<br />

anlamına gelmektedir.<br />

Katılım düşük olmuştur, temel alanlarda ve kilit<br />

sektörlerde iş durdurulmamıştır, çoğu fabrikada işçilere<br />

neyin nasıl yapılacağı konusunda bilgi aktarılmamıştır.<br />

Gerçek bir örgütlülüğe dayanmadan bir adım bile<br />

yol yürünemeyeceğinin ve aslında yürünmemesi<br />

gerektiğinin en son örneği bu etkinlik olmuştur. Genel<br />

grev çağrıları, öznesini, önderliğini ve örgütünü tanımlı<br />

hale getirmediği için genel grev gibi bir mücadele<br />

aracına darbe vurulmuştur.<br />

Tekel işçilerinin ihtiyacı olan genel bir kamuoyu<br />

desteği değil sınıfın diğer kesimlerinin desteğidir.<br />

Sınıfın diğer kesimlerinin desteği ancak ortak talep<br />

25


mücadelesi temelinde kalıcı kılınabilir ve sınıfın ortak<br />

örgütlenme ve mücadelesi sayesinde sağlanabilir.<br />

Sonuç: İşsizlik Sigortası yasasında değişiklik için<br />

mücadele!<br />

İçinde yaşadığımız kriz dönemince bizim hesaplarımıza<br />

göre 1,5 milyon insan işten çıkarıldı. Bunların çok<br />

küçük bir azınlığı işsizlik sigortasından faydalanıyor.<br />

İşten atılmayanların dışında kalan önemli sayıda işçi<br />

ise, kısa çalışma ödeneği alarak geçmişteki gelirlerinin<br />

altında yaşamlarını devam ettiriyor.<br />

Bu kadar işçi!!! Sendikalı işçi sayısının neredeyse 2<br />

katı işçi!!! Buhar olup uçtular, görünmüyorlar. Onlar<br />

da işlerini kaybettiler. Her fani ölümü, her işçi işsizliği<br />

tadıyor!<br />

İşçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirecek olan<br />

4-C’ye karşı mücadele değildir. Bugün için işsizlik<br />

sigortası yasasında yapılacak değişiklik, hem tekel<br />

işçilerini hem de işten çıkarılan milyonların ortak<br />

talebi haline gelebilir. Tüm işini kaybedenlerin (hangi<br />

gerekçe ile olursa olsun) herhangi bir prim ödeme<br />

şartı aranmaksızın ve yeni bir işe yerleştirilinceye<br />

kadar son ayrıldıkları işteki ücret ve sosyal haklarının<br />

ödeneceği bir yasa değişikliği talebi için mücadelenin<br />

örgütlenmesi günün acil görevidir.<br />

Denilebilir ki, çalışmayana para vermezler, bu<br />

gerçekleşmez! Kapitalizmde çalışmayana para verilir,<br />

hiç çalışmadıkları halde başkalarının sömürüsüyle<br />

yaşayanları ne yapacağız Bunlar bir tarafa işsizlik<br />

sigortası tam da çalışmayana para verilmesi kurumudur<br />

ve kapitalist bir kurumdur. Nasıl 4-C’nin koşulları için<br />

mücadele ediliyor ise, bunun için de edilebilir.<br />

ve belli sonuçlar çıkartılmasına ihtiyaç gösteren ve<br />

aslında gördüğümüz bu tablo işçi sınıfı hareketi<br />

açısından ve sendikal hareket açısından bir örgütlenme<br />

ve mücadele stratejisine bugünün ihtiyaçları, bugünün<br />

koşulları üzerinden kurulacak ve kurulmakta olan<br />

Tekel direnişinin de ortaya çıkarttığı sonuçlar<br />

itibariyle kurulmakta olan bir örgütlenme ve mücadele<br />

stratejisine ihtiyaç duyulduğunu neredeyse bağırıyor<br />

artık. Ve bu sürecin aslında temel dinamiği ve bundan<br />

sonraki dönemde de en hareketli ve süreci dinamize<br />

Ali Çolak. Son sözü Dev Sağlık İş genel başkanı Arzu<br />

Çerkezoğlu’na veriyorum. Buyurun.<br />

Arzu Çerkezoğlu. Teşekkür ediyorum. Değerli dostlar,<br />

değerli mücadele arkadaşlarımız ve 58 gündür işine,<br />

ekmeğine, geleceğine, sendikasına sahip çıkmak için<br />

direnen Tekel işçisi arkadaşlarım hepinizi sendikamız<br />

Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası adına sevgi ve<br />

dostlukla selamlıyoruz.<br />

Konu başlığımız güvencesiz çalıştırmanın gölgesinde<br />

işçi hareketleri ve Tekel direnişi. Evet, Tekel direnişi,<br />

benden önceki konuşmacı arkadaşlarım süreci gayet<br />

iyi özetlediler. Çok içerden konuşmalar da yapıldı.<br />

Eminim bundan sonraki bölümde de yapılacaktır.<br />

Tekel direnişi ve bugün işçi sınıfı hareketinin<br />

sendikal hareketin içinde bulunduğu durum aslında<br />

önümüzdeki döneme dair ortaya çıkarttığı sonuçlar<br />

açısından bu sürecin çok iyi bir biçimde tartışılmasına<br />

edecek olan kesimlerin özellikle panelin konusunda da<br />

vurgusu yapılan güvencesiz çalıştırılanlar ve güvencesiz<br />

çalıştırılmaya mahkûm edilmeye çalışılanlar olacak.<br />

Güvencesiz çalıştırma dediğimiz şey aslında<br />

uzunca bir zamandır konuşuluyor, dünyanın her<br />

tarafında konuşuluyor ve bizim ülkemizde de. Ve<br />

bu güvencesizleştirme süreci hepimizin bildiği gibi<br />

aslında tüm dünyada yaşanan bir işçileştirme sürecinin<br />

bir parçası. Bu işçileştirme süreci bir yoksulaştırma ve<br />

mülksüzleştirme temelinde yaşanıyor ve kendine özgü<br />

bir takım özellikler ifade ediyor.<br />

Şöyle tanımlıyorlar genellikle, dünya tarihinin ve tek<br />

tek ülkelerin gördüğü en büyük en geniş kapsamlı ve en<br />

hızlı biçimde gelişen bir işçileştirme sürecini yaşıyoruz.<br />

Ve bu süreç aslında bir önceki döneme ait örgütlenme<br />

26


ve mücadele biçimlerini ve araçlarını da bütünüyle<br />

etkisizleştirerek yürütülüyor. 90’lı yılların başında<br />

çokça tartışılan ve işçi sınıfının artık tarihsel misyonu<br />

sona erdi, işçi sınıfı mücadelesinin toplumsal misyonu<br />

sona erdi denilerek birilerinin elveda proletarya diye<br />

kitaplar yazmasına yol açan bu süreçte aslında bizler<br />

değişen bu dönemi ve bu dönemin ortaya çıkarttığı<br />

dinamikleri görerek birilerinin elveda proletarya dediği<br />

bu dönemde merhaba proletarya diyerek yola çıktık ve<br />

bugün aslında üzerinde konuştuğumuz Tekel direnişi<br />

ve Tekel işçilerinin mücadelesi de bunun en önemli<br />

örneklerinden bir tanesini gösteriyor.<br />

Neoliberalizm, hani hep böyle tarif ediyoruz, neoliberal<br />

politikalar aslında temel iki tane strateji ile yürütülüyor<br />

sermaye tarafından tüm dünyada. Bunlardan birincisi,<br />

neoliberalizm örgütlü işçi kitlelerini, örgütsüz işçi<br />

kitlelerine empoze ettiği güvencesiz çalıştırma<br />

biçimleriyle kuşatıyor. Özellikle kamuda ve kamunun<br />

tasfiyesi sürecinde sendikamızın örgütlü olduğu sağlık<br />

işkolu başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin<br />

piyasaya açıldığı ve bütünüyle piyasanın konusu haline<br />

getirildiği bu süreçte örgütlü işçi kesimleri, yani kamuda<br />

bulunan örneğin sağlık işkolundaki kadrolu işçiler ya da<br />

kadrolu güvenceli çalışan memurlar doğrudan bir hak<br />

gaspının ya da saldırının konusu haline getirilmiyorlar.<br />

Onların etrafı çok hızlı bir biçimde ve bilinçli bir<br />

biçimde uygulanan politikalarla güvencesiz bir işçi<br />

kesimiyle kuşatılıyor ve böylelikle baskı altına alınıyor.<br />

Yani çekirdek bir güvenceli çalışan, bunun etrafında<br />

sayısı giderek artan bir güvencesiz işçi kuşatması ve<br />

bunun bir dış halkasında da hepimizin bildiği gibi<br />

işsizler. Dolayısıyla birinci stratejisine aslında örgütlü<br />

işçi kitlelerini güvencesizlikle kuşatarak uygulamaya<br />

çalışıyorlar. Ve bu kuşatmayı hiç kuşku yok ki sadece<br />

içerden bir direnişle, yani kazanılmış hakları korumakla<br />

sınırlı bir direnişle ortadan kaldırabilmek ve kırabilmek<br />

mümkün değil. İkincisi de Tekeldeki arkadaşlarımızın<br />

yaşadığı gibi özelleştirilen ve tasfiye edilen alanlarda<br />

güvenceli çalışan kesimler var olan tüm haklarını, tüm<br />

kazanılmış haklarını ortadan kaldırma tehlikesiyle 4/c<br />

gibi 4/b gibi bizim işkolumuzda çok yaygın bir biçimde<br />

uygulanan taşeron çalıştırma gibi güvencesizliğin<br />

en ağır çalıştırma biçimidir, taşeron çalıştırma gibi<br />

en güvencesiz ve kötü çalışma koşullarına mahkûm<br />

edilmekle yüz yüze bırakılıyor. Ve aslında bu süreçte<br />

yine neoliberalizm içererek etkisizleştirme politikası<br />

izliyor. Bununla şunu kast etmeye çalışıyorum.<br />

Örneğin özellikle kendi işkolumuzdan yine örnek<br />

vereceğim, performans uygulamaları gibi, toplam kalite<br />

yönetimi gibi sağlıkta özel hastanelere gidişin önünün<br />

açılması gibi, bir takım döner sermaye uygulamaları<br />

gibi uygulamalarla aslında bir takım kesimleri içererek<br />

etkisizleştiren ve topluca hep birlikte ortak bir karşı<br />

koyuşu engellemeye dönük bir politika izliyorlar.<br />

Bu süreçte içerilemeyen ve en kötü koşullara maruz<br />

kalan kesimlerse taşeron işçileri gibi güvencesi elinden<br />

alının kesimler gibi doğru bir stratejiyle buluştuğunda<br />

aslında bugün sınıf hareketinin en dinamik kesimlerini<br />

oluşturuyor.<br />

Bu sürecin bir başka özelliği de değerli arkadaşlar,<br />

tüm dünyada ve bizim ülkemizde son dönemde<br />

yaşanan deneyimlere baktığımızda bütün bu süreç<br />

var olan geleneksel zeminde, geleneksel işçi hareketi<br />

ve geleneksel sendikal hareketin kendi formları ve<br />

biçimleri içerisinde ufak kazanımlar kuşkusuz var, ama<br />

bu çizgi içerisinde bir evrimsel gidiş içerisinde değil,<br />

aslında tüm bunlardan çok ciddi niteliksel kopuşları<br />

ifade eden bir takım devrimci sıçramalar, niteliksel<br />

kopuşlarla hep ilerliyor. Aslında bugün Tekel işçisi<br />

arkadaşlarımızın yaşadığı süreç de bunun başka bir<br />

örneğidir diye düşünüyorum.<br />

Yine sevgiyi arkadaşlar, bu sürecin bir başka özelliği de<br />

aslında işçi sınıfı hareketinin her tarihsel döneminde şu<br />

an içinde bulunduğumuz tarihsel dönem açısından da<br />

bu geçerli. Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin<br />

araçları ve örgütleri arasındaki ilişki de hep yeniden<br />

kurulmuş. Bugün de aslında bunu yaşıyoruz. Belki<br />

de bizim ülkemizde emek hareketinin hiç olmadığı<br />

kadar politikleştiği ve ekonomik mücadele ile siyasal<br />

mücadele düzlemlerinin hiç olmadığı kadar üst üste<br />

düştüğü ve yaklaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Aslında<br />

başbakanın Tekel işçilerinin direnişi için söylediği<br />

sözler bunun çok anahtar ifadeleri. Diyor ki Tekel<br />

işçileri kendi dertleri için mücadele etmiyorlar, bir<br />

ekmek mücadelesi değil bu. Bizim siyasal iktidarımıza<br />

karşı mücadele ediyorlar diyor. Bugün başbakan aslında<br />

bu gerçekliği görüyor ve bunu bir biçimde ifade ediyor.<br />

Bizim de bunu görmemiz, kuşkusuz şu demek değildir.<br />

Tekel işçileri AKP politikalarının bütününe karşı<br />

siyasal bir mücadele yürütüyor gibi bir tarifi dört başı<br />

mamur ifade etmek kuşkusuz doğru değil. Ama şu çok<br />

açıktır ki Tekel direnişi örneğin bu arkadaşlarımızın<br />

mücadelesi bundan beş ya da yedi yıl önce aynı şekilde<br />

aynı dinamiklerle gerçekleşmiş olsaydı bunun Türkiye<br />

toplumundaki karşılığı ve sonuçları bugünkü gibi<br />

olmazdı. Şunu söylemeye çalışıyorum. AKP hükümeti<br />

tarafından hayata geçirilen bu yoksullaştırma ve<br />

güvencesizleştirme politikalarının ortaya çıkarttığı<br />

sonuçlar bugün Tekel işçilerinin mücadelesini, bu<br />

mücadelenin ortaya çıkarttığı dinamikleri tüm Türkiye<br />

toplumu açısından algılanabilir hale getirmiştir.<br />

Ve kendi talepleri ve kendi hak kayıplarıyla Tekel<br />

işçisinin taleplerini aynı çizgi üzerinde buluşturabilme<br />

olanaklarını yaratmıştır. Bu açıdan aslında emek<br />

hareketi açısından böylesi bir siyasallaşmanın içinde<br />

27


ulunuyoruz. Ve bugün aslında geleceğe dönük kendi<br />

deneyimlerimizden de yola çıkarak birkaç şeyin altını<br />

çizmek istiyorum. Bugün parça parça birçok yerde<br />

birçok direniş var. Tekel direnişi bunun en önde olanı.<br />

Ve kuşkusuz bunu herkes söylüyor, bu direniş nasıl<br />

biterse bitsin, büyük yenilgi alma ihtimali bana kalırsa<br />

yok. 58 günün sonunda bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />

İdeolojik olarak bu direniş yenilmez artık. Politik<br />

olarak yenilmez. Yenilmemelidir. Bunun için<br />

sendikamız başta olmak üzere tüm sendikal örgütlerin,<br />

solun önemli görevleri vardır. Pratik olarak belki bir<br />

takım noktalarda çeşitli seçenekler tartışılabilir. Ama<br />

bu direniş nasıl biterse bitsin bundan sonra artık sınıf<br />

olduğu için hakkını hukukunu savunduğu için 18<br />

tane arkadaşımız işten çıkartıldı. Çoğunluğu da şu an<br />

bu salondalar. Şunu düşündüler: üç beş gün bağırır<br />

çağırırlar, ondan sonra giderler diye düşündüler. Belki<br />

Tekel işçileri için de böyle düşündüler. Ve 45 gün<br />

boyunca o hastanenin kapısından ayrılmadık. 45 gün<br />

boyunca Okmeydanı hastanesinin kapısında bir direniş<br />

yürüttük. Belki o Tekel direnişi kadar herkes görmedi,<br />

bilmedi ama mutlaka bilen arkadaşlarımız vardır. Ve<br />

45 günün sonunda bu direniş başarıya ulaştı ve bütün<br />

arkadaşlarımız hastanede yeniden işbaşı yaptılar.<br />

Bu aslında …bu süreçte önümüzdeki döneme ilişkin<br />

hareketi açısından bir başka dönemi başlatan çok<br />

önemli işlerden bir tanesidir. Ve bugün aslında parça<br />

parça birçok yerde birçok şeyler yapılıyor. İstanbul’da<br />

itfaiye işçilerinin direnişini biliyoruz hepimiz. Yılbaşını<br />

onlarla geçirdik biz. Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası<br />

olarak. Hep yanlarında olmaya çalıştık. Çadırları<br />

söküldü, yanlarında olmaya çalıştık. Şimdi Marmara<br />

işçileri direnişteler. Sağlık işkolunda biz taşeron<br />

çalıştırmaya karşı yıllardır bir mücadele veriyoruz. Ve<br />

bu mücadelede en yoğun baskılarla aslında karşı karşıya<br />

kalıyoruz. Daha çok yakın bir zamanda örgütlendiğimiz<br />

her yerde arkadaşlarımız işten çıkarılıyor. Taşeron<br />

işçisinin sendikası olmaz deniyor çünkü. Daha çok<br />

yakın bir zamanda İstanbul’da Ok Meydanı Eğitim<br />

ve Araştırma hastanesinde sadece sendikaya üye<br />

bir takım sonuçları ortaya çıkarması açısından anlamlı<br />

ve bugün sendikal stratejimizi biz esas olarak çok<br />

yoğun bir biçimde güvencesiz çalıştırmanın kıskacında<br />

işçileşen ve bu işçileşme sürecinde aslında bir sınıf<br />

olduğunun farkına varmayan, farkında olmayan bu<br />

devasa kitleyi bir sınıf halinde örgütlemeyi ama mutlaka<br />

bir hareket içerisinde örgütlemeyi hedefleyen bir çizgi<br />

izlemek zorundayız. Önceden işçi sınıfı denildiğinde<br />

işte fabrikalarda çalışan büyük üretim birimlerinde<br />

çalışan işçiler akla gelirdi. Ama bugün artık doktorların<br />

da hemşirelerin de öğretmenlerin de mühendislerin<br />

de işçileştiği bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla bugün<br />

aslında bu işçileşme sürecinin farkına varan ve kendini<br />

bir sınıf olarak örgütleme hedefini önüne koyan ve bu<br />

kitleyi bu kadar parçalanmış bu kitleyi tek bir kitle<br />

28


haline getirmeyi ve bunun hareketini örgütlemeyi<br />

önümüze koymak durumundayız.<br />

Bu noktada birkaç tane bazı noktalarda ciddi<br />

kısıtlarımız var. Bunlardan bir tanesi farklı statülere<br />

dayanan ve aynı alanda faaliyet gösteren emek<br />

örgütlerinin ortak mücadele düzleminde bir araya<br />

getirilmesi bu noktada birinci sorunumuz. Yani örneğin<br />

sağlık işkolunda veya başka işkolunda farklı statülerde<br />

çalışan arkadaşlarımızın farklı örgütleri var ve herkes<br />

kendi dükkânı üzerinden bu süreci örgütlemeyi önüne<br />

koyarsa, bir ortak mücadele düzlemi oluşturamazsak<br />

başarı şansımız son derece sınırlı.<br />

İkinci önemli sorun da aslında atipik işletme<br />

örgütlenmeleriyle aynı iş sürecinde birden fazla<br />

işkolunun işçilerini istihdam eden esnek iş<br />

organizasyonları. Örneğin, bir işyerine girdiğimizde,<br />

örneğin bir belediyede, bir hastanede birden fazla<br />

işkoluna tabi olan geleneksel zeminde baktığımızda işçi<br />

toplulukları var ve bunların ortak mücadele zemininde<br />

bir araya getirilmesi de ikinci temel sorumumuz.<br />

Bu nedenle yeni bir sendikal örgütlenme diyoruz.<br />

Aynı işyerinde çalışan bütün işçileri içine alan hak<br />

mücadelelerinin geçişkenliğini sağlayan bir zeminde<br />

örgütlenmelidir. Değerli arkadaşlar bugün aslında<br />

sendikal mücadelenin, işçi sınıfı hareketinin talepleri<br />

ve kendini tanımladığı düzlem de başka bir duruma<br />

ya da düzleme taşınmak zorundadır. Şunu söylemeye<br />

çalışıyorum. Çok basit somut bir örnek vereyim.<br />

Örneğin asgari ücret, hepimiz için önemli. Bizim sağlık<br />

işkolundaki arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari<br />

ücretle çalışıyor. Asgari ücret tartışmasını biz sadece bir<br />

rakam tartışması, üç beş tartışması olarak yapamayız.<br />

Bundan yirmi sene önce asgari ücretle geçinen bir işçi<br />

arkadaşımız aldığı bu ücretle çoluğunun, çocuğunun<br />

giyimini, yemeğini, ısınmasını vs.sini sağlıyordu. Ama<br />

bugün aldığımız o asgari ücretle sadece bunları değil,<br />

aynı zamanda hastaneye gittiğimizde para ödemek<br />

zorundayız, çocuğumuzu okula gönderdiğimizde<br />

ayrıca bir takım paralar ödemek zorundayız, devlet<br />

okuluna gitse de ulaşım için, barınma için, tüm temel<br />

yaşamsal haklar için artık daha fazla para ödemek ve<br />

her gün daha fazla para ödemekle karşı karşıyayız.<br />

Dolayısıyla bugün örneğin asgari ücret tartışması<br />

sadece şu kadar lira olsun, bu kadar lira olsun tartışması<br />

değil eğitimin, sağlığın bütünüyle parasız olması. Belli<br />

saatlerde örneğin işe gidiş geliş saatlerimizde ulaşımın<br />

ücretsiz olması. Herkese yaşayabileceği, barınabileceği<br />

bir ev, konut hakkının talebiyle farklı bir biçimde<br />

değerlendirilemez. Dolayısıyla aslında sendikal hareket<br />

önümüzdeki dönem açısından sadece ücret meselesine<br />

değil, esas olarak piyasalaştırılan ve her gün daha da<br />

paralı hale getirilen, daha da pahalı hale getirilen<br />

temel yaşamsal hakları da temel talepler içerisinde tarif<br />

etmek zorundadır.<br />

Yani yaşama ve çalışma hakkını bütünüyle ortadan<br />

kaldıran bu politikalar karşısında temel haklar için<br />

ortak mücadele, ortak mücadele hedefleri belirlemek,<br />

ortak örgütlenme düzlemleri belirlemek, güçlü<br />

merkezi inisiyatifler oluşturmak ve başta iş güvencesi<br />

olmak üzere kazanılmış tüm haklarımıza sahip<br />

çıkan ve güvencesizleştirme saldırısına karşı burada<br />

güvencesizleştirmeden kastımız sevgili arkadaşlar<br />

basitçe bir iş güvencesi değil. Güvencesizlik öyle bir şey<br />

ki hani taşeron işçileri bunun ağır biçimini yaşıyorlar<br />

dedik, güvencesizlik öyle bir şey ki hani şimdi 4/c filan<br />

geçiriyorlar ve arkadaşlarımız direniyorlar, çok haklılar,<br />

güvencesizlik basitçe bir iş güvencesinin olup olmaması<br />

meselesi değil, bizim hayatla kurduğumuz ilişkiyi bir<br />

bütün olarak güvencesiz hale getiren, yani üç gün<br />

sonramızın beş gün sonramızın hiçbir biçimde planını<br />

yapamaz hale getiren bir süreç. O yüzden Tekel işçisi<br />

arkadaşlarımız diyorlar ki sekiz aylık çocuğumu evde<br />

bıraktım, gönlüm rahat. Çünkü ben aslında onun için<br />

mücadele ediyorum. Dolayısıyla güvencesizlik bu kadar<br />

kapsamlı ve bu kadar bütün bir yaşam hakkını ortadan<br />

kaldırmayı hedefleyen bir süreç. Ve son olarak şunu<br />

söylemek istiyorum. Bütün bu politikalar, bütün bu<br />

güvencesizlik, 4/c, 4/b, taşeron, çeşitli biçimler altındaki<br />

bu saldırı politikaları ve bu sistem tek bir şey üstünde<br />

yürüyebilir. O da emekçilerin örgütsüzlüğü üzerinde<br />

o yüzden işte arkadaşlar aslında bizim yürüttüğümüz<br />

bu mücadele evet, kazanılmış haklarımıza sahip çıkma<br />

mücadelesidir ama bundan da önemlisi örgütlenme<br />

hakkımıza sahip çıkma mücadelesidir. Sendikamıza<br />

sahip çıkma mücadelesidir. Onun için işte 4/b ya da<br />

4/c denen şey ne işçidir ne memurdur. Açalım 657’yi 4/<br />

nin ve 4/c’nin tanımına bakalım, bundan iki ay önce bu<br />

memlekette kimse bilmiyordu bunu, şimdi herkes 4/c’yi<br />

konuşuyor, Tekel işçileri sayesinde, ikisinde de böyle üç<br />

dört satırlık tanımlar vardır ve der ki işçi sayılmayan<br />

personel. Hani memur zaten değil, 4/a’da tarif edilmiş.<br />

İşçi sayılmayan personel. Bu aslında özünde bir<br />

tanımsızlık, yani emeğin yok sayılması, kimliğin yok<br />

sayılması ve bir örgütsüzleştirme saldırısıdır. Onun<br />

için aslında bugün özellikle biraz önce Mehmet beyin<br />

söylediği o ismi uzun kararnamede de açıklandığı<br />

gibi özelleştirilen ya da tasfiye edilen alanlardaki<br />

arkadaşlarımız böylesi bir çalıştırma sistemine mahkûm<br />

edilmeye çalışıyorlar. Yani örgütsüz, sendikasız ve<br />

mevcut hakları bütünüyle her an ortadan kaldırılabilir<br />

bir çalıştırma biçimi. Aynı şey taşeron sistemi için de<br />

böyledir. Biz taşeronlaştırmanın bütünüyle ortadan<br />

kaldırılması için mücadele ediyoruz. İhale lafını<br />

29


hiç sevmiyoruz ama her şeyin ihalesi olabilir belki,<br />

masanın, sandalyenin, bir laboratuar malzemesinin ya<br />

da herhangi bir şeyin ihalesini belki yapabilirsiniz ama<br />

insan emeğinin ihalesi olur mu İnsan emeğinin pazarda<br />

alınıp satıldığı, insanın ihale ile çalıştırıldığı bir sistem<br />

her şeyden önce insan onuruna aykırıdır. O yüzden<br />

bizim temel sloganımız insan ihale ile çalıştırılmaz<br />

diyoruz. Dolayısıyla taşeron çalıştırmayı, 4/b’yi 4/c’yi<br />

yani tüm güvencesiz çalıştırma biçimini bu topraklarda<br />

bütünüyle ortadan kaldıracak bir mücadele sürecinin<br />

bugün artık Tekel işçilerinin direnişiyle birlikte tüm<br />

Türkiye toplumu açısından sonuçları ve yapılabilirliği,<br />

görünürlüğü artmış durumdadır.<br />

Bugün yapılması gereken şey aslında Tekel direnişi<br />

konusunda da söylendi. Basitçe bir dayanışma ilişkisi,<br />

bu hiç basit bir şey değil, basit derken küçümsemek<br />

açısından söylemiyorum. Dayanışma çok önemli. Tekel<br />

işçilerinin gerçek anlamda, kelimenin gerçek anlamıyla<br />

dayanışmaya da ihtiyacı var. Vardı ve bu dayanışma da<br />

gösterildi ve bundan sonra da gösterilecek. Ama bunu<br />

bu düzlemden sıçratan ve bu topraklarda bu ülkenin<br />

tüm değerlerini ve güzelliklerini üreten emekçilerin<br />

güvenceli çalışma haklarını her ne koşul altında<br />

olursa olsun güvenceli çalışma hakkını garanti altına<br />

alan ve bunu hedefine koyan ve 4/b, 4/c taşeron gibi<br />

tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerine karşı ortak<br />

bir mücadele düzlemi yaratılmak zorundadır. Bunun<br />

yaratılabilmesinin olanakları aslında dün olduğundan<br />

bugün çok daha fazlasıyla vardır. Ve aslında bugün<br />

siyasal iktidar da Tekel işçilerine karşı bu noktadan daha<br />

fazla esnememiz mümkün değildir derken başbakan<br />

bu temel stratejilerinin yani emeği ucuzlatmak, ucuz<br />

ve güvencesiz işçilik politikalarında da geri adım<br />

atamayacağını söylemektedir. Aslında bu hepimizin<br />

bildiği gibi en başta da onu vurgulamaya çalıştım,<br />

tüm dünyadaki sermaye stratejisidir. Evet, herkesin bir<br />

stratejisi vardır. Bu bir sermaye stratejisidir. Ve bugün<br />

AKP bunu yapmaya mecburdur. Bu AKP iktidarının<br />

kendi kararı ya da AKP iktidarının kendi politikası<br />

değildir. Bu sistemi sürdürebilmek için tüm dünyada<br />

ucuz ve güvencesiz işçilik üzerine kurulu bu sistemi<br />

sürdürebilmek için bu iktidarı, bu sermaye iktidarını<br />

sürdürebilmek için bugün AKP hükümeti yarın da<br />

bir başka sermaye hükümeti bu politikayı uygulamaya<br />

mahkûmdur ve mecburdur. O yüzden Tayyip Erdoğan,<br />

<strong>buradan</strong> daha geri adım atabilmemiz mümkün değildir<br />

demektedir. Sanıyorum Mehmet Şimşek ti, daha fazla<br />

geri adım atamayız dedi, on beş yirmi gün önce, yol<br />

olur dedi. 90.000 işçi olacak 4/c statüsünde dedi.<br />

Aslında hukuken bakıldığında 4/c ve 4/b statüsü çok<br />

parantez içi bir şey söylemek istiyordum, mutlaka<br />

biliyordur arkadaşlarımız ama, bu her iki statüde 657’de<br />

tanımlanmış olan bu her iki statü de aslında son derece<br />

özel ve istisnai durumlar için tarif edilmiş şeylerdir.<br />

Yani Tekel işçilerinin 4/c statüsünde çalıştırılması<br />

aslında hukuken mümkün değildir. Devletin kendi<br />

hukuksuzluklarından bir tanesidir. Devlet 4/c’yi<br />

şunun için tarif etmiş. Özel bir iş vardır. Örneğin,<br />

herhangi bir bakanlıkta ya da kurumda bir bilgisayar<br />

donanımı diyelim ki kurulacaktır, bunun için bir<br />

paket iş olarak yapılır bu. Gelir birileri kısmi zamanlı<br />

çalışır, işi yapar ondan sonra gider. Dört b de aynı<br />

şekilde. 4/b’nin tanımında da diyor ki istisnai hallere<br />

münhasır olmak üzere. Şimdi sağlık hizmeti istisnai<br />

hallere münhasır bir hizmet midir Hani Arapçasıyla<br />

söyleyelim. Ama bugün sağlık hizmetlerinin çok<br />

büyük bir kısmı 4/bli arkadaşlarımız tarafından<br />

yürütülmektedir. Çok büyük bir kısmı da taşeron<br />

şirketler tarafından çalıştırılan, yaklaşık 150.000<br />

sağlık emekçisi bugün sağlık hizmetini yürütmektedir.<br />

Dolayısıyla aslında bütün bunlar devletin kendi<br />

hukuksuzluklarıdır aynı zamanda. Hukuk da aslında<br />

biraz önce yine vurgulandı, hani hukuk dediğimiz<br />

şey hukukçu değilim ama şunu herhalde hepimiz<br />

biliyoruz ki hukuk dediğimiz şey bir takım kâğıtlar<br />

üzerinde yazan maddeler veya yasalar değildir, hukuk<br />

da yaşayan bir süreçtir. Hukuk sınıflar mücadelesi<br />

içerisinde yapılan ve yazılan bir süreçtir. Dolayısıyla bu<br />

alanın hukukunu da güvencesizleştirmeye karşı, kendi<br />

hakkımızı hukukumuzu koruyan devletin doğrudan<br />

hukuksuzluğuna karşı mücadele eden ve bu alanın<br />

hukukunu yazan bir süreci örgütlemek zorundayız.<br />

Son olarak sağlık alanında son küçük bir diyelim<br />

mütevazı olarak ama bir kazanımımızı sizlerle<br />

paylaşarak bitirmek istiyorum. Tekel işçilerinin<br />

talepleri ve direnişiyle çok örtüştüğünü düşündüğümüz<br />

için bunun altını çizmek istiyorum. Evet, biraz önce<br />

söyledim. İnsan ihaleyle çalıştırılmaz, sağlıkta taşeron<br />

olmaz diyerek yaklaşık yedi sekiz yıldır çok yoğun<br />

bir mücadele yürütüyoruz. Sağlık işkolunda taşeron<br />

şirketler aracılığıyla çalıştırılan yaklaşık 150.000<br />

arkadaşımız var. Hiçbir hakları yok. Asgari ücretle<br />

çalışıyorlar. Yıllık izinleri yok. Sürekli girdi çıktıları<br />

yapıldığı için kıdem tazminatları yok. Fazla mesaileri<br />

yok. Emekleri görülmüyor. Kimlikleri görülmüyor. Ve<br />

bu örgütlenme süreci içerisinde örgütlü olduğumuz<br />

tüm hastanelerde bu çalıştırma biçiminin anayasaya<br />

ve iş kanununa aykırı olduğunu, hukuksuz olduğunu<br />

mücadelenin eşlik ettiği bir biçimde ifade ettik ve<br />

Çalışma Bakanlığından bu konuda tespitler yapmalarını<br />

istedik. Çalışma Bakanlığı müfettişleri tüm hastanelere<br />

müfettişlerini gönderdi ve bu ihalelerin yani sağlık<br />

hizmetinin doğrudan taşeron şirket aracılığıyla<br />

çalıştırılan sağlık emekçileri tarafından yürütülmesinin<br />

hukuki deyimiyle muvazaalı, yani aldatmacalı, hileli<br />

olduğunu tespit etti ve bu şekilde çalıştırmayı tespiti<br />

30


yaptırdığımız tüm hastanelerde kaldırmanın yolunu<br />

açtı. Adana’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi<br />

Hastanesi’ne bağlı olarak çalışan 1.200 tane taşeron<br />

sağlık işçisinin ilk işbaşı yaptıkları tarihten itibaren<br />

asıl işverenin yani Üniversite Rektörlüğünün işçisi<br />

olduğunu tespit etti ve 1.200 tane arkadaşımızın<br />

SSK kayıtları dâhil olmak üzere taşeron şirketin<br />

dosyasını kapattı ve tamamının Çukurova Üniversitesi<br />

Rektörlüğü üzerinden tescil işlemlerini yaptı. Yani<br />

Çukurova Üniversitesindeki arkadaşlarımız sizler gibi,<br />

sizin bırakmamak için mücadele ettiğiniz güvenceli,<br />

kadrolu işçi statüsüne kavuştular. Yani başından<br />

itibaren en kötü koşullarda güvencesiz çalıştırılan bir<br />

kesim açısından önemli bir kazanım elde edilmiş oldu.<br />

Bu alanın hukukunu tarif etmek açısından da aslında<br />

önemli bir adım atılmış oldu. Bugün önümüzde<br />

duran görev tüm sağlık işkolunda ve tüm işkollarında<br />

taşeron çalıştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen<br />

ve yasaklatmayı hedefleyen bir mücadeledir. Biz<br />

biliyoruz ki bu mücadele Tekel direnişiyle birlikte<br />

aslında bundan sonraki günlerde örneğin 26 Şubatta<br />

başbakanlık önünde bir eylemimiz olacak, başbakana<br />

diyeceğiz ki taşeron sistem sağlık işkolunda vicdanen<br />

zaten iflas etmişti, hastane yangınları, bebek ölümleri<br />

bunlar vicdani iflasın göstergeleriydi. Artık hukuken<br />

de iflas etmiştir. Bunda ısrar etmek hukuksuzluktur.<br />

Ey başbakan, madem sen bu ülkeyi yönetiyorsun.<br />

O zaman bu hukuksuzlukta ısrar etme ve taşeron<br />

çalıştırmayı kaldır. Tüm sağlık çalışanlarına ve tabi<br />

ki tüm çalışanlara güvenceli çalışma hakkını tanı,<br />

diyeceğiz. Ve biz biliyoruz ki 26 Şubatta başbakanlık<br />

önüne gittiğimizde taşeron sağlık işçileri olarak<br />

Tekel direnişinin ortaya çıkarttığı tüm sonuçları, o<br />

arkadaşlarımızın 58 gündür ortaya çıkarttıkları tüm<br />

enerjiyi, tüm dinamizmi yüreğimize koyacağız ve<br />

onunla birlikte gideceğiz. Sınıf hareketi böyle bir<br />

şey değerli arkadaşlar, hepimizin bildiği gibi. Sınıf<br />

hareketi sınıf kardeşlerinin farklı dilden, farklı dinden,<br />

farklı kültürden sınıf üyelerinin unsurlarının bu<br />

mücadele içerisinde, yani emek mücadelesi içerisinde<br />

yan yana geldiği, ne güzel söyledi başkan, Trabzonlu<br />

ile Diyarbakırlının aynı türküyü birlikte söylediği bir<br />

süreç emek hareketi içerisinde, yani eşitlik, özgürlük,<br />

barış, adalet mücadelesi emek mücadelesi içerisinde<br />

çok güzel bir biçimde yan yana geliyor ve bunları,<br />

taşları birbirinin üstüne koyarak yürüyoruz. Hiç<br />

birimizin yaptığı çok küçük gibi görünen herhangi<br />

bir kazanım ya da verilen mücadele hiç biri boşa<br />

gitmiyor. Hepsi Tekel kadar büyük olmak zorunda<br />

değil. Üç tane tekstil işçisinin bir fabrikada üç gün<br />

yürüttüğü bir direniş, ya da sokağa çıkıp attığı iki tane<br />

slogan hiç biri boşa gitmiyor. Hep birbirinin üstüne<br />

koyarak yürüyoruz. Biz de o yüzden diyoruz ki taşeron<br />

işçiler olarak, Tekel için direnen arkadaşlarımızın<br />

tüm bu enerjisini ve tüm dinamizmini sırtımıza<br />

alacağız, arkamıza alacağız, yüreğimize koyacağız ve<br />

bu mücadeleye devam edeceğiz. Ama bu mücadelenin<br />

başarıya ulaşmasının kuşkusuz temel yollarından bir<br />

tanesi de bu mücadeleyi ortaklaştıracak ve gerçekten<br />

sendikal hareketi bir parçası olan sendikal hareketi<br />

ama esas olarak işçi sınıfı hareketini bir başka düzleme<br />

sıçratacak enerjiyi bunun örgütlerini, bunun araçlarını<br />

hep birlikte yaratacağız ve önümüzdeki dönemde<br />

bunun örneklerini çoğaltacağımıza inanıyorum.<br />

Hepinize teşekkür ederim. (alkışlar…)<br />

Ali Çolak. Ben konuşmacı arkadaşlara çok teşekkür<br />

ediyorum. Dilerseniz ikinci bir tür hakkı vermeden<br />

önce sözü salona verelim. Salondan gelecek sorulara<br />

ve yorumlara bırakalım. Daha sonra bu sorulara cevap<br />

olmak üzere beşer dakika arkadaşlarımıza söz vereceğiz.<br />

Abdülkerim Dinçmen. Tekel Diyarbakır Yaprak<br />

Tütün işçilerindenim. Öncelikle ben size teşekkür<br />

ediyorum, aydınlatıcı bilgilerinizden dolayı. Ben her üç<br />

başkanımıza birden soruyorum kim ne pay çıkarırsa.<br />

Şimdi bahsediyoruz ki işte özelleştirme furyası altında<br />

işte taşeronlaştırma bu şeydeki bir emek mücadelesinde<br />

şimdi bütün bunlar ortaya çıkarken bizim altı tane<br />

konfederasyonumuz var, işçi memur olmak üzere,<br />

şimdi en son 4 Şubatta aldığımız bir günlük dayanışma<br />

eyleminde ortaya çıktı ki bazı konfederasyonlarımızla<br />

yol yürünemeyeceğini anladı herkes. Ayyuka çıktı. Bu<br />

süreçten sonra yani bu söz konusu iki tane konfederasyon<br />

önlerine nasıl bir yol çıkaracaklar. Ve işte başta Kesk,<br />

Disk ve Türk İş olmak üzere bu konfederasyonlar diğer<br />

bu eylemi kıran işte Hak İş örneğin veya Memur Sen.<br />

Hak İş’in İstanbul’daki Saraçhanedeki mitinge dört<br />

tane elemanla katıldığını biliyoruz. Yani bunlarla yol<br />

yürüyemeyeceğimizi, daha doğrusu dereyi geçerken at<br />

değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz için katlandığımız<br />

bu konfederasyonlar hakkında kim ne biliyorsa bizi<br />

aydınlatırsa çok seviniriz. Teşekkür ediyorum.<br />

Faruk Ayyıldız. Herkese teşekkür ediyorum.<br />

Diyarbakır’dan katılıyorum. Siz 4/c’yi tarif ettiniz.<br />

Başbakan 4/c diyor. Biz 4/c diyoruz ama arzu başkanım<br />

da tarif etmeye çalıştı ama ben çözemedim. Yarın olası<br />

bir 4/c’ye gittiğimizde, en kötü ihtimali düşünüyorum,<br />

altıma ütülü pantolon üstüme avam mı giyineceğim,<br />

yoksa üstüme kravat takıp altıma iş tulumu mu<br />

giyeceğim, onu bilmiyorum. Aydınlatırsanız sevinirim.<br />

Dursun Çil. Birleşik Bes üyesiyim. Benim söylemek<br />

istediğim şu. Yani sınıfsal mücadele İngiltere’de<br />

tekstil sektörüyle başlamıştır. O sektörden sınıfsal<br />

mücadelenin başlamasında yüzlerce işçimiz çok<br />

zor koşullarda çalışılmış, hatta idam edilmiş, en zor<br />

31


koşullarda mücadele sonucunda işçi sınıfı sendikal<br />

örgütlenmeye varmıştır ve sendikal mücadele ancak<br />

mücadele ederek kazanılmıştır. Bir noktaya gelinmiştir.<br />

Tekel işçilerinin mücadelesi şu anda çok önemlidir<br />

benim açımdan. Çünkü mücadele vardır. Mücadele<br />

işçi sınıfı hareketini ileri noktaya götürür. Yoksa<br />

masa başında oturarak mücadele etmeden işçi sınıfı<br />

hareketinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu<br />

anlamda 25-26 (15-16 demek istedi- b.ç.) Haziran<br />

olaylarından sonra Türkiye’de gelişen işçi sınıfı<br />

hareketlerine en yakın örnek budur. O 25-26 haziran<br />

olaylarını bize hatırlatmıştır Tekel işçilerinin hareketi.<br />

Onun için Tekel işçileri diğer sendikal hareketlerinden<br />

veya sendika yöneticilerinden bir adım öndedir. Elbette<br />

ki bu mücadeleye diğer sendikalar arka cepheden<br />

bakacaklardır. Mücadeleye imreneceklerdir. Hatta<br />

aman aşırıya gitmeyin, diğer siyasi hareketlerin etkisine<br />

kapılmayın. Sizin mücadeleniz ekmek mücadelesidir.<br />

Bunun dışındaki mücadeleye katılmayın diyeceklerdir.<br />

Buna katılmak kesinlikle mümkün değildir. Bu sadece<br />

Tekel işçilerinin ekmek mücadelesi değildir. Bu işçi<br />

sınıfının mücadelesidir. Bu gözle bakmak lazımdır. Bu<br />

anlamda değerlendirmek lazımdır. Tekel işçileri her<br />

ne kadar kendi ekmek mücadelelerini veriyorlarsa da<br />

verilen mücadele bir sınıf mücadelesidir. O anlamda biz<br />

kendimizi emekçiyiz, ilericiyiz, devrimciyiz diyorsak<br />

olanca gücümüzle destek vermeliyiz, bu hareketi<br />

Türkiye genelinde yaygınlaştırmak…4/c hareketi ilk<br />

…soracağım soru şu. Yani bu perspektifle baktığımız<br />

zaman olaya nasıl Tekel işçilerine siz ekmek mücadelesi<br />

verirsiniz verin, onun dışındaki mücadelenin dışında<br />

kalın. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi, sizin<br />

mücadelenizdir, diğer mücadelenin kapsamını göz ardı<br />

edin gibi bir söylemde bulunabiliyorlar onu anlamakta<br />

sıkıntı çekiyorum. Buna yanıt verirlerse çok teşekkür<br />

ediyorum.<br />

Ali Çolak. Teşekkürler. Başka soru yok galiba. Şurda<br />

bir arkadaşımız var…son soru olsun. Ondan sonra<br />

toparlayalım.<br />

Bahri Esmer. Diyarbakır’dan geliyorum. Ben bir şey<br />

söyleyeceğim. Bu sendikalar, konfederasyonlar neden<br />

yani tam etkinliklerini biraz ortaya çıkarıyor yani neden<br />

bir yerde samimiyet ortaya çıkmıyor yani. Herkes bana<br />

diyor. Bütün yani konfederasyonlarının başkanları<br />

büyük arabalarla, lüksle oraya mı…kaçmaya…<br />

yoksa kendi işçisini sağlamayan konfederasyon işçi<br />

sendikaları neden yani bunu yapamıyor, beceremiyor.<br />

Neden bir araya gelemiyor. Bu çıkar meselesi mi ne<br />

meselesi. Bunu anlamak istiyorum. Yani işçinin…la <br />

cebine koyup da yan gelip yatmak mıdır bilmiyorum.<br />

Bunu bir açıklarsanız çok iyi olur.<br />

Ali Çolak. Bir de arkada bir arkadaşımız var…<br />

Ragıp Çelik. Adıyaman’danım. Adıyaman şubesinden.<br />

Benim sadece şunu öğrenmek istiyorum. Altı tane<br />

konfederasyon varken neden başbakan sadece Türk<br />

İş’i davet ediyor. Bunu öğrenmek istiyorum. Teşekkür<br />

ederim.<br />

Ali Çolak. Teşekkürler. Ben gene ilk…bir soru daha<br />

var…peki…ilk turda unuttu galiba sorusunu…<br />

Aydın Aslan. Diyarbakır’dan. Benim üç başkanıma<br />

sorum olacak. Bu süreç niye bu kadar uzadı.<br />

Eksiklerimiz ne. Ben bu süreç içerisinde eksiklerimiz<br />

ne. Çok teşekkür ederim.<br />

Ali Çolak. Ben gene ilk turdaki sırayla söz veriyorum.<br />

Buyurun Cemal bey.<br />

Cemal Doğru. Teşekkür ediyorum sayın başkanlarıma.<br />

Özellikle gerçekten bize bir aydınlattılar birçok konuda.<br />

Tabi her iktidar kendine yakın bir sendika yaratmak<br />

ister. Kendi sendikasını yaratmak ister. Son süreçte<br />

yaşadıklarımız da bunu apaçık ortaya koydu. Özellikle<br />

bizim Tek Gıda İş sendikasına karşı gösterilen duruş<br />

aslında bugünkü acı tabloyu da önümüze koydu. Çünkü<br />

hani bu son alınan kararda bile uyum sağlamayan, bu<br />

işe katkı sunmayan Hak İş’in son süreçteki saldırıları<br />

bunu tekrardan apaçık ortaya koymaktadır. Bugün bile<br />

bizleri çok farklı bir yönle suçlayan bizim sendikayı<br />

ve genel başkanımızı farklı bir boyuta taşımak isteyen<br />

bir açıklamaları tekrardan oldu. Ama bu söylemleri<br />

bugünden değil. Yani AKP hükümetinin işbaşına<br />

gelmesiyle beraber tabi ki kendi sendikasını yaratma<br />

adına öncelikle birilerine saldırtmaya çalıştılar. Bizim<br />

Çay Kur mücadelesi bunun bariz bir örneğidir.<br />

Çay Kur’da biz iki yıldır bir tek üyemizden aidat<br />

alamıyoruz. Çay Kur’da 15.000 üyeden 9.600 tane<br />

üyemiz olmasına rağmen 4.500 üyesi olan Hak İş’e<br />

Çalışma Bakanlığı tarafından yetkinin verilmesi bu<br />

açık bir göstergedir zaten. Ben yetkiyi onlara verdim.<br />

Siz gidin itiraz edin mantığını ön plana çıkardılar ve<br />

iki yıldır bizleri o alandan mahrum bıraktılar. Ama<br />

en son mahkeme kararıyla yetkinin tekrardan bizlere<br />

verilmesi tabi ki oları belli bir derece kudurttu işin<br />

açıkçası. Son olarak Tekelde çalışan arkadaşlarımız,<br />

12.000 üyemiz, yani şu anda burada olanlar bile şu<br />

anda resmi anlamda Tek Gıda İş’in üyeleri değiller.<br />

Çünkü yine Çalışma Bakanlığının Hak İş üzerinden<br />

bir itiraz dilekçesi sunması üzerine bizim yetkimizi<br />

düşürdü. Tek Gıda İşin yetkisini düşürdü. Ve bir yıl<br />

bir aydır bu arkadaşlarımızın hiçbir tanesi sendikasına<br />

bir kuruş bile aidat ödemiyor. Bunu da yaptırdılar ve<br />

maddi açıdan çok ciddi açıdan bizleri sıkıntıya soktular.<br />

32


27.000 üyeden bir yılla iki yıl arasında aidat almazsan<br />

bir sendika nasıl ayakta duracak gerçekten çok zordur<br />

ama buna rağmen Tek Gıda İş sendikası dürüst ve ciddi<br />

bir tavır ortaya koyaraktan bu mücadeleyi sürdürmeye<br />

çalıştı. İşte 4 şubattaki aslında bu konfederasyonların<br />

geri adım at…daha doğrusu geri adım at…zaten baştan<br />

beri bu işin arkasında samimiyetsiz bir şekilde bu işin<br />

arkasında durmaya çalıştılar. Bunun göstergesidir o<br />

sendikalara cevabı da bence en iyi cevabı verecek olan<br />

üyeleridirler. Bu konuda bir şüphemiz de yoktur. 4/c’nin<br />

tarifini arkadaşımıza tekrardan söylemenin bir anlamı<br />

yoktur. Gerçekten bunlar ne işçi ne memur statüsüyle,<br />

köle statüsüyle çalıştırılacak durumdalar. Ben destek<br />

konusunda Tekel çalışanlarına destek konusunda bir<br />

iki şeye değinmek istiyorum. Hocalarımdan özür<br />

dileyerekten, başkanlarımdan.<br />

Şimdi herkes bize bir şekilde destek vermeye çalışıyor.<br />

Ama son süreçte, yaklaşık on beş gündür herkes<br />

kendisini bizim önümüze koymaya çalıştı. Şu anlamda<br />

önümüze koymaya çalıştı. Bizlere hep yol göstererek.<br />

Yani bu bildirilerle, bu asılan afişlerle herkes bizlere bir<br />

şey öğretmeye çalıştı. Bizlere önümüze bir yol koymaya<br />

çalıştı. Şimdi herkes önümüze bir yol koymaya çalışırsa<br />

biz ne kendi yolumuzu doğru buluruz, ne onlar bizden<br />

faydalanabilir. Yani kendi alanını genişletmek ister.<br />

Bu doğaldır. Kendi propagandasını da yapmak ister<br />

bu da doğaldır. Ama bu mücadele benimse ordaki<br />

kurallara da birilerinin saygı göstermesi gerekir. Benim<br />

koyduğum kurallara birilerinin destek sunması gerekir,<br />

arkamda durması gerekir. Herkes kendi kuralını benim<br />

önüme koyarsa orda ciddi anlamda bir kuralsızlık<br />

başlar ve hepimiz açısından da bir hüsran olur diye<br />

düşünüyorum.<br />

Şimdi, başbakanın neden Türk İşi çağırdığı konusuna<br />

aslında başkanlarım daha iyi cevap verir de bence o<br />

konfederasyonlar bir araya gelip bu işi kendi aralarında<br />

çözebilirler diye düşünüyorum. Nasıl bir kararlaşma<br />

yaşarlar. Onu da bilmiyorum. Ama hükümetin bize<br />

karşı kullandığı bütün attığı bütün adımların ve<br />

söylediği bütün yalanların bir bir kendisine döndüğünü<br />

ve gün geçtikçe de battığını açık olarak söyleyebilirim.<br />

Hocamın bizim yaptığımız oylama, referandum<br />

konusundaki yanlış bulmasına bir yerde katılabiliriz<br />

ama o oylamayı yapmamız bu harekete çok ciddi<br />

anlamda bir ciddiyet kazandırdı ve ivme kazandırdı.<br />

Onu söyleyebilirim. Ama yanlış tarafını da hocamın<br />

söylediği şekilde şu aşamada ben dersem ki ben bu<br />

işciye bir referandum yaptıracağım, devam mı tamam<br />

mı kararını şu anda oylatırsam en büyük yanlışı,<br />

en büyük hüsranı biz kendimiz yaratmış olacağız.<br />

Biz görüşmeler sonucunda varılan noktayı getirip<br />

işçilerle paylaşmadığımız sürece zaten yapacağımız<br />

her türlü referandumun hüsranla sonuçlanacağını ben<br />

söyleyebilirim. Şu anda söyleyebileceklerim onlar ve<br />

süreç niye bu kadar uzadı derseniz bunun bir süresi<br />

yoktur. Bu sadece Yorsan deneyiminde bile 382 günlük<br />

bir direnişi biz gözümüzün önüne getirirsek bir<br />

fabrikada, bir özel sektörde 382 günlük bir direnişin<br />

sonucunda kazanılan bir kazanım vardır, bir zafer<br />

vardır. Ama gelin görün ki yine hükümetin yandaşları<br />

olan o fabrika 40 trilyon para nakit o işçiye ödemesine<br />

rağmen o işçileri işbaşı yaptırmadı, geri iade etmedi,<br />

mahkeme karar vermesine rağmen. İşe iade etmedi<br />

ama bütün kıdem tazminatlarını 40 trilyon lira defaten<br />

ödedi işçiye ve hepsini kapı dışarı etti. Bunu bu şekilde<br />

söyleyebilirim. Bunun süresi yoktur. Devam edebiliriz.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

Ali Çolak. Teşekkürler buyurun hocam.<br />

Mehmet Beşeli. Sorular çok, isim belirtilmeden<br />

yapıldığı için genel değerlendirme gibi olacak. Bana<br />

gelen sorularda isim vermedikleri için anlayabiliyorum.<br />

Şimdi öncelikle birinci mesele şu: benim sunuşumda<br />

işçiler sadece ekmek mücadelesi versinler başka<br />

hiçbir mücadeleye karışmasınlar diye bir anlam<br />

çıktıysa herhalde benim anlatımımdan kaynaklamış<br />

bir anlamdır. Ben böyle bir şey söylemedim. Ama<br />

Tekel işçilerinin mücadelesine olmayan anlamları<br />

yüklemek aslında yapması gerekenleri yapmayanların<br />

tembelliğinden çıkıyordur diye düşünüyorum. Yani<br />

bu çerçevede cevap vereyim. Zaman zaman dilimiz<br />

sürçüyor. 25-26 haziran değil, 15-16 haziranı kast<br />

etti arkadaşımız. Mikrofon heyecanı. Ama kayıtlara<br />

girdiği için düzeltelim diye söyledim. Şimdi bu sürecin<br />

içerisinde yaşanan bu sürecin geldiği nokta uzun mu<br />

kısa mı Normal bir akış seyrediyor aslında şu anda<br />

bana göre. Ben çok fazla uzayacağını zannetmiyorum<br />

aslında Yorsan direnişi ve başka yerlerdeki grevler ve<br />

direnişler gibi çok uzun süreceğini zannetmiyorum.<br />

Gelinen aşama açısından yani sonucu nasıl olacağı<br />

açısından tabi bu falcılıktır sonuç itibariyle ama falcılık<br />

yapmamamız gerekir. Birincisi Tekel işçilerinin kendi<br />

bulundukları yerden yani sıfırda değillerdi sonuç<br />

itibariyle. Onu hep söylemeye çalışıyorum. Kazanılmış<br />

bir takım hakları vardı. Bu haklarla şu anda kazanmış<br />

oldukları, vermiş oldukları mücadeleyle değiştirdikleri<br />

ve kazanmış oldukları ama kabul etmedikleri bir takım<br />

haklar var. Bu ikisi arasında gerilim yaşayacak bu süreç.<br />

Siz kendi içinizde tartışırken de son nihai noktaya<br />

gelindiğinde finale gelindiğinde kazanılmış haklar mı<br />

kazan….şu an kazandığımız ya da önümüzdeki birkaç<br />

gün içerisinde, hafta içerisinde kazanacağımız haklar,<br />

kazandığımız haklar mı arasında bir gerilim yaşanacak.<br />

Buna en iyi kararı sizler vereceksiniz. Dolayısıyla en<br />

33


doğru kararı da sizler vereceksiniz ve sizin kararınız<br />

tartışılmaz. Buradan hemen şeye bağlayayım, ben<br />

o ilk yapılan oylamayı kesinlikle küçümsemek için<br />

söylemedim ama bir tehlikeye işçilerin dikkatini<br />

çekmek için söylüyorum. Şu sağlanamazsa, kim ne<br />

karar, görüşme, müzakere, anlaşma yaparsa yapsın<br />

eğer son söz Tekel işçilerinindir kuralı işletilemezse<br />

yapılacak her türlü adım, oylama, görüş, yoklama, anket<br />

vs. işçilerin aleyhine sonuçlanır. Buna izin verilmemesi<br />

gerekiyor. Yani ister oylama yapın ister yapmayın,<br />

o ayrı mesele. Ama birileri görüşme öncesinde işçi<br />

görüşü sormamalıdır. İşçiler son sözü söylemelidirler.<br />

başbakanın alanına girer. O kadar ileri gitmeyelim.<br />

Sorunun esas sahibi odur ama muhtemelen altı<br />

konfederasyon içerisindeki görüşmelerde muhtemelen<br />

bir takım yakınmalar şikâyetler türünden şeyler<br />

olmuştur. Tek bir konfederasyonu çağırarak belki<br />

sorunu daha rahat halledeceğini düşünmüştür. Ama<br />

bütün bunların hangisini yaparsa yapsın bu kuralı<br />

hayata geçirmemiz lazım. Hep birlikte ne olursa olsun<br />

son sözü biz söyleyeceğiz diyebilmeniz gerekiyor. Yani<br />

bunu bir kural ve ilke, yasa olarak bu direnişin yasası,<br />

ilkesi olarak hayata geçirmemiz gerekiyor.<br />

Yani sendika yöneticileri hükümet başkanı ile<br />

bakanlarla görüşme yapmadan önce işçilerin görüşünü<br />

sormamalıdır. İşçilerin görüşü belli. Gidip görüşmesini<br />

yapmalıdır. Görüşmede ortaya çıkan sonucu ve kendi<br />

görüşleriyle birlikte işçilerin onayına sunmalıdır. İşçiler<br />

hep son sözü söylemelidirler. Çünkü müzakereye girme<br />

hakkınız yok sizin. Direnen Tekel işçileri şu anda<br />

müzakereye giremiyorlar. Girseniz başka şey söylerdim.<br />

Girmiyor, kendi adınıza müzakere etmiyorsunuz.<br />

Temsilcileriniz sizin adınıza müzakere ediyor ve şu an<br />

görülen zaten sizi temsil edenlerle sizin bir sorununuz<br />

gözükmüyor şu anda. İlerde çıkabilir ya da çıkmayabilir.<br />

İnşallah çıkmaz. Yani bu birliktelik devam eder. Ama<br />

bu bir mücadeledir sonuç olarak. Biraz evvel sorulan<br />

sorularda niye konfederasyonların hepsi değil de<br />

birisini çağırıyor meselesi. Muhtemelen bir bilgisi<br />

vardır. Konfederasyonların arasındaki tartışmalara<br />

yönelik olarak bir bilgisi vardır. Daha detaylı açıklamak<br />

4 Şubat ile ilgili birkaç şey, aslında söylemedim ama<br />

bu tür mücadelelerde kol kırılır yen içinde kalır<br />

bölümü vardır. Ama 4 Şubat böyle bir şey değildir. Biz<br />

eksikliklerimizi ve hatalarımızı, yanlışlarımızı bilmezsek<br />

doğru dürüst mücadele edemeyiz. 4 Şubatta genel grev,<br />

genel direniş diyenler var. 4 Şubat genel grevi diyenler<br />

var. Doğru tabir şudur. 4 şubat etkinliğidir bu. Bunun<br />

da tarihe geçmesi lazım. Yani yirmi yıl sonra birisi<br />

kalkıp bugünkü gazeteleri okuduğunda ya bunlar genel<br />

grev yapmışlar dememeli. Bu herhangi bir etkinlik gibi<br />

bir etkinlik olmuştur. Katılım azdır. Kilit sektörlerde<br />

iş durdurulamamıştır. Herkes birbirini kollayarak<br />

sürece girmiştir. Bunu özellikle Tekel işçilerinin çok<br />

net olarak bilmesi gerekiyor. Bütün işçilerin bilmesi<br />

gerekiyor. Bu, bunun niye olduğunu bunun niye bu<br />

şekilde gerçekleştiğini başka boyutlarla tartışmamız<br />

mümkün ama <strong>buradan</strong> çıkartmamız gereken ders<br />

şu hepimiz açısından çıkartmamız gereken ders şu.<br />

34


Örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgütlemeyeceksin.<br />

Onu yapacak örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgüt…<br />

yani genel grev yapamıyorsan, genel grevi yapacak<br />

örgütlülüğün yoksa genel grev talep etmeyeceksin. Bu<br />

çünkü genel grevin anlamını ve önemini küçültüyor.<br />

Söylüyorsan da yapacaksın. Ben şöylelerini gördüm.<br />

Aylar önce size burada gaz sıkarlarken İstanbul’da<br />

daha o gün kimse söylemeden genel grev diye ortalığa<br />

çıkanların işyerinde bir kişinin iş durdurmasını<br />

sağlayamadığını gördüm ben. Bu süreçte gördüm. Yine<br />

bir başkasının hareket tarzına göre kendisini ayarlayan<br />

ve örgütüne de böyle talimat verenleri de gördüm.<br />

Başkası yapıyorsa biz yapıyoruz diyenleri de gördüm.<br />

O nedenle işçiler olarak şunu bileceğiz. İşçi, yani<br />

genel…daha büyük mücadele noktasına taşıyor olmak<br />

kendi başına bir şey etmiyor. Bunun örgütlenmesi<br />

yoksa zaten taşıyamıyoruz. O gözüktü. Taşınamadı<br />

da. Ve bakan çok açık mesela Çalışma Bakanı dalga<br />

geçti. Makul ve sağduyulu bir eylemdi. Bir bakan<br />

böyle değerlendiriyorsa, övüyorsa şeyi bunda bir<br />

problem var demektir. O nedenle işin hangi boyutlara<br />

taşınacağı noktasında şu andan itibaren ne olacağı,<br />

nasıl biteceği noktasında en doğru kararı elbette ki<br />

öncelikle özneleri sizler olduğunuz için sizler karar<br />

vereceksiniz. Yani önünüze bir teklif çıkacak, bir öneri<br />

çıkacak, bir şey çıkacak yani sonuç olarak, birkaç gün<br />

içerisinde muhtemelen başbakanla görüşmeler vs.den<br />

sonra bir şey çıkacak. Onu değerlendireceksiniz. Onun<br />

koşullarını birlikte değerlendireceksiniz. Hükümetin<br />

kendisine çizdiği bir süre var. Ay sonu verdi size sayın<br />

başbakan. Ay sonunda yasa dışı muamelesi yapacağını<br />

söyledi. Göreceğiz. Yani onların da ne olacağını<br />

göreceğiz. Yani o gerçekten ay sonunda bitecek mi bu<br />

iş. Ondan sonraki sürece sarkacak mı sarkmayacak mı<br />

Onların hepsini göreceğiz.<br />

Bu konfederasyonlar konusunda birleşmesi konusunda<br />

bir kere şöyle bir noktayı yani bu genel grev<br />

tartışmasıyla da bağlantılı olarak, bilgi olarak da şey<br />

yapalım. Yani 13 milyon civarında ücret ve maaşıyla<br />

geçinenlerin olduğu, yani işçi sınıfını kapsamayan,<br />

sayısal kapsamını söylüyorum. Şehirlerde yaşayanlar<br />

açısından 13-15 milyon arasındadır. Bunun şu günkü<br />

koşulları memur sendikalarını bir tarafa ayırıyorum.<br />

600.000 kişisi örgütlüdür. Yani 11 milyonun diyelim<br />

aslında 11 milyonun 600.000 kişisi örgütlüdür. Burada<br />

isterse bir tane konfederasyon olsun, isterse iki olsun<br />

6 olmasın, 3 olmasın neyse. Bu tablo esas itibariyle<br />

sendikal örgütlülüğün belki de tarihinin en kötü<br />

dönemini yaşadığının göstergesidir. Bunu herkesin<br />

bilmesi gerekir. Burada altı tane lükstür elbette. Bu<br />

örgütlülüğe göre altı tane lükstür ama aynı sayıya ve<br />

orana sahip olan ülkelerde neler olduğunu biz biliyoruz.<br />

Yani bu sayıda olan bu kadar sendika üyesi olan<br />

ülkelerde hayatın nasıl durdurulduğunu yine bu az çok<br />

sayıda sendika tarafından olduğunu görüyoruz. Mesele<br />

sadece birleşme meselesi değildir. Yani hepsi aynı şeyi<br />

savunanları birleştirseniz ne olur. Hiçbir şey çıkmaz<br />

ordan. Koltuk kavgası çıkar başka bir şey çıkmaz.<br />

Benzer şeyleri yapan, benzer şeyleri savunanların, yani<br />

bir araya …ayrı ayrı duracaklarına bir araya gelecekler<br />

yani şu anda. Dolayısıyla biraz daha hem sendikal<br />

örgütlülüğün artması, hem de sendikal zihniyetin,<br />

anlayışın değişmesinden bakmak gerekiyor. Bu …kolay<br />

değil yani birleşsinler, birleşince daha güçlü olurlar.<br />

Hayır, bugünkünden daha da zayıf olurlar birleşince.<br />

Çünkü o zaman dışarıdan laf söyleyeni de kendi<br />

içlerinde boğmaya çalışırlar birleşirlerse. O yüzden<br />

birleşmek her zaman iyi değildir. Teşekkürler…<br />

Ali Çolak. Teşekkürler. Şimdi, Arzu Çerkezoğlu…<br />

Arzu Çerkezoğlu. Soruların bir kısmına yanıt verildi<br />

aslında tekrar etmemeye çalışacağım. Konfederasyonlara<br />

yönelik özellikle 4 Şubat eyleminden yola çıkarak<br />

arkadaşların sorduğu biraz daha farklı bir dille ifade<br />

edersek sendikal bürokrasiye ilişkin birtakım<br />

tespitlerden yola çıkarak sorular bazı sorular var.<br />

Söylendi hakkaten de her siyasal iktidar sendikaları,<br />

sınıfı kontrol altında tutmak açısından, sınıf hareketini<br />

denetim altında tutmak açısından kendine yakın, kendi<br />

güdümünde bir takım sendikal tırnak içerisinde<br />

örgütler yaratır. Bunları güçlendirir, büyütür. Örneğin<br />

bizim ülkemizde kamu sendikaları açısından işte<br />

memur senin son yedi yılda astronomik bir büyümesi<br />

vardır. Ortada bir mücadelenin büyüttüğü bir şey<br />

midir Bize göre sendikalar nasıl büyür. Mücadele<br />

büyürse, mücadele gelişirse, sendikal örgütlenme<br />

mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verirse üyesi de çoğalır,<br />

örgütlenir, büyür. Ama bu böyle değildir. Doğrudan<br />

devlet olanaklarıyla büyütülmektedir. Dolayısıyla bu<br />

yapılar açısından işte Hak İş, memur sen…4 Şubat<br />

süreci veya bütün bu süreç içerisinde etkin bir rol<br />

almaları, bu süreçte ilerici bir dinamik olarak<br />

varsayılmaları bile doğru bir şey değildir bize göre.<br />

Fakat hani bu süreçte mümkün olduğu kadar geniş bir<br />

birlik sağlamak adına bu adım atılmıştır. Ama <strong>buradan</strong><br />

böyle bir beklenti içinde olmak dahi aslında çok<br />

anlamlı değildir. Bugün sendikal harekete dönük bir<br />

taraftan 600.000 sendika üyesinin olduğu bir ülkeden<br />

söz ediyoruz denildi. Bir taraftan güvencesiz işçilik,<br />

ucuz işçilikle sendikal örgütlenme zemini ortadan<br />

kaldırılıyor bir taraftan da çeşitli uluslar arası merkezler,<br />

stk’laştırma dediğimiz bir takım yönetişim politikaları<br />

gibi çeşitli araçlarla da aslında sendikal hareket çeşitli<br />

biçimler altında manipüle edilmeye çalışılıyor. Bütün<br />

dünyada böyle, bizim ülkemizde de böyle. Dolayısıyla<br />

mücadeleyi ve çizgiyi nereye kuracağımıza ve kimlerle<br />

35


ve nasıl kuracağımıza bakmalıyız. Evet, Hak İş<br />

İstanbul’da hakkaten bizim de önümüzde yürüyordu<br />

hani yol boyu da beraber yürüdük. Bir tane kocaman<br />

bir pankart arkasında dört kişi vardı. Yani bunun<br />

ötesinde bir katılımı söz konusu değildi. Böyle bir<br />

beklenti içinde olmak da aslında çok doğru değildir.<br />

Yine bir konfederasyonun geçenlerde bir toplantısında<br />

şöyle konuşuyor konfederasyonun yetkilisi bize<br />

hükümetin arka bahçesi diyorlar, yok, biz arka bahçesi<br />

değiliz, ön bahçesiyiz diyor. Göğsünü gere gere. Şimdi<br />

bunlara da sendikal örgüt dememek de gerekir. Ve<br />

böyle de bir beklenti içinde de olmamak gerekir. Ama<br />

bütün bu süreç aslında şunu göstermiştir ki gerçek<br />

mücadele dinamikleri üzerinden aslında birleştirecek<br />

ve yan yana getirecek ve büyütecek olan mücadele<br />

dinamiklerinin kendisidir. Demin itfaiye işçilerini<br />

örnek verirken onun için söyledim. Biz Disk’e bağlı bir<br />

sendikayız. İtfaiye işçileri de Türk İş’e bağlı bir<br />

sendikada örgütlü. Şimdi burada Disk, Türk iş gibi bir<br />

tartışma mı yapacağız. Tabi ki hayır. Orada mücadele<br />

eden. Taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden işçi<br />

arkadaşlarımız ve bir sendika var. Dolayısıyla bizim<br />

görevimiz onlarla kendi mücadelemizi bütünleştirmek<br />

taleplerimizi yan yana getirmek ve büyütmek olmalıdır.<br />

Birlik tartışması da böyle bir şeydir. İktidarın yaptığı<br />

birlik tartışması gibi geçen başbakan söyledi. Aynı<br />

tartışmayı o da yapıyor aslında. Dedi ki bu kadar çok<br />

konfederasyon niye var. İşçi memur konfederasyonları<br />

ayrı ayrı hani gelin bunları birleştirelim. Tek bir yapı<br />

olarak karşımıza çıkın. Daha da güçlü olursunuz dedi.<br />

Aslında bu birlik tartışması, esas olarak onların yaptığı<br />

birlik tartışması sendikal hareketi daha da fazla kontrol,<br />

denetim altına alma hamlesinden başka bir şey değil.<br />

Ha, neden sadece Türk İş ile görüşüyor başbakan<br />

kuşkusuz onun bu süreçte seçiciliğinden ve belki de<br />

Tekel direnişine ilişkin<br />

aslında başından beri<br />

planı, programı,<br />

stratejiyi kurduğu yere<br />

işaret eden bir şey. Ama<br />

esas olarak burada bir<br />

takım farklı çizgide<br />

gördüğü inisiyatifleri ya<br />

da sendikal örgütleri<br />

devre dışı bırakmak ve<br />

bir başka yerden tarif<br />

etmek açısından<br />

seçilmiş bir durum. Bu<br />

da bana kalırsa çok<br />

şaşırtıcı bir süreç değil.<br />

4/c’nin ne olduğuna<br />

dair arkadaşım bir soru<br />

sordu. Aslında kendisi<br />

de çok güzel ifade etti.<br />

Cevabı da vardı hani<br />

benzetmesi de çok yerinde. Siz ne işçisiniz ne<br />

memursunuz, sizin emeğiniz görülmez, sizin değeriniz<br />

yoktur. Örgütlenemezsiniz, hiçbir hakkınız yoktur.<br />

İstediğim zaman ben sizi kapının önüne koyarım<br />

biçiminde kölece çalıştırma koşulunun ve biçiminin<br />

bir adıdır 4/c. Dolayısıyla arkadaşlarımız da buna karşı<br />

bir direnç örgütlüyorlar. Buradaki temel hedef biraz<br />

önce de ifade ettiğim gibi bu güvencesiz çalıştırma<br />

biçimlerinin bütününü bu topraklarda ortadan<br />

kaldırmak zorundayız. Başka türlü bize Günyüzü yok.<br />

Belki biz bugün bir süredir çalışıyoruz, her birimizin<br />

belli bir çalışma süresi var vs. ama hakkaten çocuklarımız<br />

çok daha kötü koşullarda ve çok daha vahim bir tablo<br />

bekliyor onları. Dolayısıyla bu ülkenin geleceğine sahip<br />

çıktığımız için bunları yapmak zorundayız. Burada 4<br />

Şubat açısından birkaç şey söylemek istiyorum yine.<br />

Aslında 4 Şubat süreci ta başından itibaren, Ankara’da<br />

yapılan Türk İş mitingi de dâhil olmak üzere bir sürecin<br />

devamı. 4 Şubatı hatırlarsak kararı 3 Şubat diye<br />

alınmıştı önce. Sonra bir pazartesi günü bir görüşme<br />

vardı. 4 Şubattan önceki pazartesi. Ve o pazartesi<br />

günkü görüşme müthiş bir beklenti yaratıldı. Ve aslında<br />

4 Şubat eylemi dolayısıyla doğrudan örgütlenmedi.<br />

Sonra bir gün ertelendi 3 Şubattan 4 Şubata alındı.<br />

Ama 4 Şubat eyleminin temel problemi bir mücadele<br />

bütünlüğünden yoksun olması ve aslında hani eyleme<br />

ne dersek diyelim, ister etkinlik diyelim, ister grev<br />

diyelim, ne dersek diyelim, 4 Şubat eyleminin sahibi<br />

yoktu arkadaşlar. 4 Şubat eyleminin sahibi ne Türk İşti<br />

ne disk idi ne kesk idi ne bir başkasıydı. 4 Şubat eylemi<br />

hani hakkaten hiçbir biçimde örgütlenmeyen ama<br />

sadece örgütlenmeme meselesi değil, sahibi olup ben<br />

bu eylemi şunun için örgütlüyorum diye dönüp tüm<br />

Türkiye halklarına da çağrı yapan bir iradeden, bir<br />

36


inisiyatiften, bir merkezden yoksundu. Tıpkı bugün<br />

aslında sendikal hareketin böyle ikisi bir bütünlüklü<br />

toplumsal muhalefetin bütünlüklü bir merkezinin<br />

olmaması gibi. Oysa ki tam tersine bugün günlerdir<br />

süren bu direnişin ortaya çıkardığı duyarlılık aslında<br />

belki de çok uzun zamandır gerçek bir halk grevine<br />

doğru gidebilecek çok önemli bir adımın atılabileceği<br />

bir konjonktürün ve olanakların olduğu bir dönemde<br />

bu yapılmadı. Çok yakınında 25 Kasımda biliyorsunuz<br />

kamu emekçilerinin bir grevi gerçekleşti. Ha, o da çok<br />

iyi örgütlendi mi. Aslında o da çok iyi örgütlenmedi.<br />

Kesk dâhil bir sürü eksiklikleri vardır. Ama 25 Kasım<br />

grevinin bir sahibi vardı. Ben şunun için grev yapıyorum<br />

diyen bir irade, bir örgüt, bir inisiyatif vardı ve 25<br />

Kasım grevi, hepimizin bildiği gibi, aslında önemli bir<br />

toplumsal desteği de açığa çıkartan bir eylemlilik oldu.<br />

4 Şubat ta çok rahatlıkla bu süreçte bu kadar sıcak bir<br />

direnişin ortasında ve herkesin taraf olduğu, evinde<br />

televizyon izleyen bir ev kadınının da taraf olduğu<br />

duyarlılığını açığa çıkarttığı kendi talepleriyle<br />

özdeşleştirebildiği bir süreçte herkesin katılabildiği,<br />

sadece üretim süreci içerisinde olanların değil.<br />

Üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, tıpkı 91’de<br />

Zonguldak döneminde olduğu gibi, 3 Ocakta,<br />

üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, ev kadınının<br />

bir biçimde kendini ifade ettiği, esnafın kepenk<br />

kapatarak belki kendini ifade ettiği bir sürecin<br />

örgütlenmesinin aslında olanakları vardı. Ama bunu<br />

ortaya çıkartacak bir irade, bir inisiyatif, bir merkez<br />

yoktu 4 Şubatta. Bunu bu sürecin bir bütünlüğü yoktu.<br />

Yani ben 4 Şubatta tamam belki iki günde genel grev<br />

örgütleyemem ama Tekel işçisine destek grevi<br />

örgütlüyorum. Ama 10-11 Şubatta da bu topraklardan<br />

güvencesiz çalıştırmayı ortadan kaldırmaya dönük bir<br />

mücadele sürecinin başlangıcı olarak da iki gün grev<br />

örgütlüyorum diyen bir irade çıksaydı bunun<br />

arkasından, böyle bir süreci örgütleyebilseydik 4 Şubat<br />

bambaşka olurdu. Bunu hepimiz herhalde görüyoruz.<br />

Dolayısıyla burada bir merkezin olmaması, bir iradenin,<br />

inisiyatifin oluşmasındaki zafiyet mevcut konfederal<br />

örgütlerimizin, mevcut durumların ötesinde bir başka<br />

eksikliğe de işaret ediyor. Çok küçük bir şeyle<br />

bitireceğim. Tabi ki son söz Tekel işçilerinin olmalıdır.<br />

Bu konuda hiçbir beis yok ama şöyle bir yaklaşımı biz<br />

çok doğru bulmuyoruz. Evet, son söz Tekel işçilerinin<br />

olmalıdır ama Tekel işçilerinin sözü de sendikadır<br />

değerli arkadaşlar. Şöyle bir yaklaşım hani sendika<br />

yöneticileri bir genel başkan olduğum için asla<br />

söylemiyorum, yarın o arkadaşlarım burada olacaklar,<br />

bizim işkolumuzdaki diğer sendikanın, Türk İşe bağlı<br />

Sağlık İş sendikasının 49 yıldır aynı başkan var başında.<br />

Bir ömür boyu başkanlık yapıyor. Hani o ayrı bir uç<br />

örnek ama bizim mesela sendikal anlayışımızda asla<br />

şöyle bir şey yoktur. Yöneticilerin karar verdiği<br />

olmamalıdır da hiçbir sınıf örgütünde, yöneticilerin<br />

karar verdiği ve temsil ettiği bir süreç değil. Doğrudan<br />

bütün kararları yöneticisi, üyesinin birlikte aldığı. Her<br />

kararı biz birlikte alırız. Aldığımız kararın arkasında<br />

da hep beraber dururuz. Almadığımız kararı da kimse<br />

bize söyletemez. Dolayısıyla son söz Tekel işçilerinin<br />

olmalıdır. Ama sendika Tekel işçileridir. Ve bu süreçte<br />

hani Tekel işçilerinin sendikasıyla evet, bir problem<br />

yoktur. Bu da çok önemli bir şeydir. Bu önemli bir<br />

şeydir kuşkusuz, hele bu dönemde, sendikal<br />

bürokrasinin bu kadar ağır olduğu bir ülkede bir<br />

sendikal hareket içerisinden konuşuyoruz, ama sendika<br />

işçinin kendisi olmak zorundadır. Her şeyiyle işçilerin<br />

söz ve karar sahibi olduğu bir sınıf örgütü olarak<br />

yaşamın bütününü örgütleyen, sadece üretim süreci<br />

içerisindeki parçasını değil, evinde çoluğuyla çocuğuyla,<br />

komşusuyla beraber çalıştğı arkadaşlarıyla ilişkisini<br />

bütünüyle örgütleyen bir sendikal anlayışa ve mutlaka<br />

ve mutlaka kendini mevcut yasalarla sınırlamayan fiili<br />

ve meşru temelde ve tırnak içinde altını çizerek<br />

söylüyorum düzen dışı bir gerçeklik haline gelmediği<br />

sürece sendikalarımız ve sendikal hareketimiz aslında<br />

bugün şu konuştuğumuz bu koşullar içerisinde emek<br />

ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminin yeniden<br />

kurulabilmesinin olanakları yoktur. Bunun çok açık<br />

göstergelerini de aslında içinde n geçtiğimiz günlerde<br />

yaşıyoruz. Teşekkür ederim. (alkışlar…)<br />

Ali Çolak. Ben çok teşekkür ediyorum. Bence her<br />

üç yöneticimiz de çok önemli şeyler söylediler. Ve<br />

bu toplantının amacına uygun bir toplantı olduğu<br />

kanısındayım. Biz Mülkiyeliler Birliği olarak eylemin<br />

başından beri Tekel işçilerinin yanında olmaya özen<br />

gösterdik. Sayın başkanın Cemal Doğru arkadaşımızın<br />

ifade ettiği şeyi çok önemsiyorum. Uyarıyı çok<br />

önemsiyorum. Biz o noktada durduğumuz için bunu<br />

kendi üzerime almıyorum ama çok önemli bir uyarıdır.<br />

Tekel işçilerine hiç kimse bir irade, bir kural dayatamaz.<br />

Son söz Tekel işçilerinin olacaktır. Ben gene Türk İş<br />

önünde sizleri ziyaret ettiğim gün söylediklerimi tekrar<br />

ediyorum. Tekel işçileri orda olduğu süre içerisinde<br />

Mülkiyeliler Birliği gücü ve olanakları ölçüsünde Tekel<br />

işçilerinin yanında olacaktır. Olmaya devam edecektir.<br />

Gene Cemal arkadaşımızın tarifindeki gibi çok güzel<br />

tarif etti. Türkiye’nin gelecekteki mozaiğini bugünden<br />

kuran Tekel işçisini saygıyla selamlıyorum. Hepinize<br />

teşekkür ediyorum. (alkışlar…) Bu arada Tekel işçisi<br />

arkadaşlarımız için yemek hazır arkada. Buyurun…<br />

37


Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve<br />

Tekel Direnişi paneli gelecekleri özelleştirmeciler<br />

tarafından çalınan tüm emekçilerin sorunlarına<br />

yanıt aramak sermaye sınıfının kamuyu talan<br />

etme çabalarına dur diyebilmenin küçük bir<br />

çabasıdır. Panel afişleri yoğun olarak Tekel Direniş<br />

çadırları bölgesinde yapılarak işçilerin katılımı<br />

sağlanmış internet üzerinden yapılan yayın sayesinde<br />

panel Birlik sitemizden ve çadırlar bölgesine<br />

yerleştirilen sinevizyon aracılığıyla panele<br />

katılamayan işçilerede ulaştırılmıştır.<br />

38


ESKİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANLARINDAN<br />

AYHAN AÇIKALIN ANILDI<br />

Birlik eski genel başkanlarımızdan Ayhan Açıkalın 12<br />

Şubat Cuma günü Birliğimiz konferans salonunda<br />

arkadaşları, dostları ve genç Mülkiyeliler tarafından<br />

anıldı. Anma toplantısına Prof. Dr. Metin Kazancı,<br />

Arslan KAYA ve Birlik Başkanı Ali Çolak katıldı.<br />

Anıların paylaşıldığı toplantıda geçmiş günleri yâd<br />

etmek için konuklara simit, çay ve peynir ikram edildi.<br />

Anma Mülkiye Spor Vakfı ve BİLAY ile birlikte<br />

düzenlendi<br />

40


41<br />

Yönetimliğini Mülkiye Spor futbol<br />

takımı antrenörlerinden Zafer Akturan<br />

ve Sema Cabbaroğlu’nun yaptığı<br />

“ZORUNLU HAYAT” belgeseli 17 Şubat<br />

<strong>2010</strong> Çarşamba günü saat 18.30’da<br />

Birliğimiz salonunda gösterildi ve<br />

izleyiciler yönetmen Zafer Akturan<br />

ile söyleşi yaptılar. Belgeselin amacı<br />

izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle<br />

yüzleşmelerini sağlamak ve boşaltılan<br />

köylerin ve zorla göçün yürek burkan<br />

öyküsüne tanıklık etmekti.


8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜN 100.YILI<br />

EKMEK VE GÜL<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />

Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />

Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />

Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara<br />

“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz<br />

Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar<br />

Ve biz hala analık ederiz onlara<br />

En zorlu iş, en ağır emek<br />

Ve çalışmak doğuştan mezara dek<br />

Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz<br />

Yaşamak için ekmek<br />

Ruhumuz için gül istiyoruz!<br />

Yürüyoruz yürüyoruz kol kola<br />

Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız<br />

Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları<br />

Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar<br />

Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun<br />

Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz<br />

İş ve ekmek istiyoruz<br />

Ama gül de istiyoruz<br />

Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına<br />

Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz<br />

Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa<br />

Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın<br />

sundukları<br />

İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden<br />

Bu ekmek ve gül türküleri<br />

Ve yineliyoruz hep bir ağızdan<br />

“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />

James OPPENHEİM<br />

• 1912 yılında Amerika’da, Massahucettes Eyaleti’ndeki büyük yün merkezi Lawrence’de, 20.000 işçi,<br />

ücretlerinin azalmasını protesto ettiler. Bunun üzerine büyük New England Tekstil Sanayi’ni sarsan işi<br />

bırakma olayı gerçekleştirildi. Grevcilerin yaptığı pek çok yürüyüşden birinde, bir grup genç kız “Hem<br />

Ekmek Hem de Gül İstiyoruz” yazılı bir pankart taşıdı. Bu James Oppenheim’in ünlü “Ekmek ve Gül” şiirine<br />

ilham oldu. Fransızca’da “Du Pain et Des Roses”, İtalyanca’da “Pan a Rosa” başlığıyla başlığıyla söylenen<br />

şiiri. Şair Metin Demirtaş “Ekmek ve Gül” başlığıyla Türkçe’ye çevirdi.<br />

42


43<br />

Dünya Kadınlar Günü nedeniyle, Mülkiyeliler Birliği<br />

ve Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun ortaklaşa<br />

düzenlediği “Kadın ve Sanat” isimli panel, 10 Mart<br />

<strong>2010</strong> tarihinde Ankara Üniversitesi SBF Aziz Köklü<br />

Konferans Salonunda gerçekleştirildi. Mülkiyeliler<br />

Birliği adına Vadi Küçük konuştu. Halime GÜNER<br />

(Uçan Süpürge Kurucusu ve Başkanı) , Güzin<br />

YAMANER (A.Ü. Devlet Konservatuarı Dans Bölümü<br />

Başkanı), Banu AKIN (Kişisel Gelişim Uzmanı) , İlkay<br />

AKKAYA (Özgün Müzik Sanatçısı) katıldığı panelden<br />

sonra, Aysun TÖNGÜR dünya folk müziğinden<br />

örnekler sunduğu bir dinleti yaptı. Karikatürcüler<br />

Derneğinin kadın sorunlarını anlatan karikatürleri<br />

ve Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin<br />

ve Belgesel fotoğrafçıların kadın fotoğraflarından<br />

oluşan fotoğraf sergileri açıldı. Etkinlik kokteyle sona<br />

erdi.


SERGİLERDEN GÖRÜNTÜLER<br />

44


MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ<br />

ÇALIŞMALARINA YENİ BÜROSUNDA DEVAM EDECEK...<br />

Değerli Mülkiyeliler;<br />

Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi bünyesinde<br />

oluşturulan Mülkiye Araştırma Merkezinde (MAR)<br />

Türkiye’nin iktisadi, toplumsal, siyasal, idari ve<br />

dış politika alanlarında önem arz eden sorunların<br />

ele alınması, incelenmesi, çözüm önerilerinin<br />

geliştirilmesi ve geleceğe yönelik perspektiflerin<br />

ortaya konulması temel amaç olarak belirlenmiştir.<br />

MAR, çalışmalarında, ülkemizin kaynaklarını<br />

doğru ve akılcı bir yönelimle kullanan ve geliştiren,<br />

kamu yararının gözetilmesini ve toplumun refahın<br />

artırılmasını ön planda tutan, ilerici ve emekten yana<br />

bir yaklaşımı benimsemiştir.<br />

Merkezimizin yetkili organı olan yönetim kurulu<br />

yedi üyeden oluşmaktadır. Başkanlığını Rahmi<br />

Aşkın Türeli’nin yürüttüğü merkezde, Prof. Dr.<br />

Can Hamamcı, Prof. Dr. Aziz Konukman, Fikret<br />

Gülen, Ahmet Erhan Çelik, Erdal Eren ve Dr. Yiğit<br />

Karahanoğulları yönetim kurulu üyeleri olarak görev<br />

yapmaktadırlar.<br />

MAR faaliyetlerini yürütürken iki çalışma yöntemini<br />

birlikte izlemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede MAR,<br />

bir taraftan bir araştırma merkezinden beklenen<br />

temel işlev olan çeşitli konularda araştırmalar<br />

yapma, çözüm önerileri geliştirme ve raporlar<br />

yayınlayarak kamuoyunu doğru bilgilendirme<br />

işlevini yerine getireceği gibi, diğer taraftan bir<br />

düşünce üretim merkezi olarak geleceğe yönelik bir<br />

perspektifi de içerecek şekilde fikir üreten, strateji<br />

belirleyen bir işlevi de üstlenmeyi temel prensip<br />

olarak benimsemiştir.<br />

Merkezde, halen, kriz, istihdam ve tarım konularında<br />

oluşturulan çalışma grupları faaliyetlerini<br />

yürütmektedirler.<br />

Kriz Çalışma Grubunda, küresel kriz, nedenleri,<br />

izlediği seyir, muhtemel etkileri ve Türkiye<br />

ekonomisine olan yansımaları çerçevesinde<br />

ayrıntılı inceleme konusu yapılmış olup, ulaşılan<br />

sonuçlar web sitemizdeki değerlendirme notlarıyla<br />

45<br />

ve bir rapor halinde üyelerimiz ve kamuoyu ile<br />

paylaşılmıştır.<br />

İşgücü piyasası, istihdam ve işsizlik konularını geniş<br />

bir perspektifte ele almayı amaçlayan İstihdam<br />

Çalışma Grubu değerlendirmelerini kapsamlı bir<br />

rapor haline getirmiş olup, rapor önümüzdeki<br />

günlerde kamuoyunda tartışmaya açılacaktır.<br />

Ülkemizdeki tarımsal yapıyı ve tarım kesiminin<br />

sorunlarını ele alacak bir Tarım Çalışma Grubu da<br />

faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin Tarımda<br />

Kendi Kendine Yeterliliği (Gıda Güvencesi)<br />

konusunu ele alan bir rapor hazırlanmış olup,<br />

önümüzdeki günlerde üyelerimiz ve kamuoyu ile<br />

paylaşılacaktır.<br />

Halen faaliyet göstermekte olan çalışma gruplarına<br />

ek olarak ülkemizin güncel ekonomik, siyasal ve<br />

toplumsal gereksinimleri çerçevesinde yeni çalışma<br />

gruplarının oluşturulması gündemimizde öncelikli<br />

bir konudur. Özellikle kamu yönetimi ve dış politika<br />

alanları öncelikli olarak çalışılması gereken alanlar<br />

arasında yer almaktadır.<br />

MAR çalışmalarında bilgi ve birikim olarak<br />

yararlanacağımız en temel kaynak elbette ki<br />

Mülkiyeli üyelerimizdir. Fakültemiz özellikle<br />

teorik çalışmalarda bize büyük katkı sağlayabilir.<br />

Bürokraside halen çalışan veya emekli, bilgisi ve<br />

deneyiminden yararlanabileceğimiz geniş bir kitle<br />

var. Diğer taraftan, örgütsel bir temelde meslek<br />

odalarıyla, sendikalarla, sektör temsilcisi örgütlerle<br />

birlikte ortak çalışmalar yürütmek, projeler yapmak<br />

hedeflerimizden birisidir.<br />

Mülkiye Araştırma Merkezi olarak destek ve<br />

katkılarınızı bekliyoruz.<br />

Mülkiye Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu<br />

İletişim: Karanfil Sokak 15/5 Kızılay/ ANKARA<br />

0312.4185572<br />

www.mulkiye-mar.org


MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)<br />

AÇILDI<br />

(Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme<br />

Merkezi (MİM) 17 Mart <strong>2010</strong> Çarşamba günü<br />

Karanfil Sokataki bürosunda çalışmalarına<br />

başladı. Merkez Başkanı Erdal Eren’inAçılış<br />

konuşmasının Birliğimizin tarihe bir dipnot<br />

düştüğüne inanarak konuşmanın tümünü<br />

yayınlamayı gerekli gördük)<br />

1980’den itibaren yaygınlaşan d evletin<br />

küçültülmesi ve özelleştirme politikaları sonucu<br />

kamu sektörünün ekonomi içindeki yeri ve<br />

dolayısıyla istihdamdaki payı giderek azalmaya<br />

başlamıştır. Bu süreçte SBF gibi, özellikle<br />

kamu sektörüne nitelikli yönetici yetiştiren<br />

okulların mezunlarının istihdam edilmesinde<br />

ve yetiştirilmesinde değişimler başlamıştır.<br />

1980 öncesi SBF mezunlarının neredeyse tümü<br />

kamu sektöründe istihdam edilirken, devletin<br />

küçültülmesi politikalarının yanı sıra, yüksek<br />

ücret ve yükselme olanaklarının fazlalığı sonucu<br />

,son yıllarda özel sektörde istihdam edilen<br />

mezunlarımızın sayısı hızla artmıştır.Günümüzde<br />

geleneğinin devamı olarak mezunlarımızın<br />

ağırlıklı bir bölümü kamu sektöründe istihdam<br />

edilirken,giderek artan oranda mezunumuz da<br />

özel sektörde çalışmaktadır.<br />

Kamu Personel Seçme Sınavlarında(KPSS)<br />

Fakültemiz mezunlarının başarı sıralaması<br />

en üst düzeydedir. KPSS öncesi öğrenci<br />

ve mezunlarımızın sınavlar ve meslek<br />

seçimi konularında bilgilendirilmeleri ve<br />

yönlendirilmeleri ile bu başarının artarak devam<br />

ettirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kamu<br />

kurumlarının yaptıkları mülakatların yakından<br />

takip edilmesi ne yazık ki günümüz koşullarında<br />

bir zorunluluk haline gelmiştir.<br />

Diğer taraftan bir çok köklü üniversite<br />

(ODTÜ, Boğaziçi Ün. , Bilkent Ün.vb.) kendi<br />

mezunlarının istihdamını kolaylaştırmak için<br />

46<br />

Kariyer Merkezleri kurmuş durumdadır. Eğitimi<br />

, nitelikleri ve mezunlarının başarıları ile bilinen<br />

Mülkiyelilerin özel sektöre personel seçiminde<br />

diğer üniversitelerin mezunlarının olanaklarından<br />

geri kalmaları kabul edilemeyeceği gibi istihdam<br />

olanaklarının kurumsal bir yapı tarafından<br />

koordine edilmesi/desteklenmesi durumunda<br />

ortaya büyük bir başarının çıkması beklenen bir<br />

durumdur.<br />

Bu noktada SBF’nin mezunlar derneği olan<br />

Mülkiyeliler Birliğinin devreye girmesi<br />

kaçınılmaz olmuştur. Emeğin en yüce değer<br />

olduğuna inanan Mülkiyeliler Birliği, SBF<br />

öğrenci ve mezunlarının kamu ve özel sektörde<br />

istihdam olanaklarını artırmak, nitelik ve<br />

deneyimlerine uygun iş bulmalarına destek<br />

olmak üzere 4904 sayılı Türk İş Kurumu<br />

Kanunu’nun özel İstihdam Bürolarına ilişkin<br />

hükümleri çerçevesinde Mülkiyeliler Birliği<br />

İstihdam Yönlendirme Merkezini (MİM)<br />

kurmuştur. MİM’in kuruluşu ile,<br />

-Mülkiye mezunlarının seçili özel sektör<br />

kuruluşlarında işe yerleştirilmeleri,<br />

• Mülkiyelilerin Kamu Personel Seçme<br />

Sınavı ile yazılı/sözlü kurumsal<br />

sınavlar hakkında bilgilendirilerek<br />

yönlendirilmeleri,<br />

• Kamu kurumsal sınavlarında<br />

mezunlarımızın başarı durumları ve<br />

haklarının etkin bir şekilde izlenmesi,


• Öğrenci ve mezunlarımıza yönelik bilgilendirme toplantıları, kurs ve seminer gibi eğitim<br />

etkinliklerinin gerçekleştirilmesi,<br />

• Öğrenci ve yeni mezunlarımızın iş yaşamı hakkında bilgilendirilmesi ve istihdama ilişkin yeni<br />

koşul gereksinimlerinin önceden tespiti ve giderilmesi,<br />

• Öğrencilerimize kamu kurumlarında ve seçili özel sektör kuruluşlarında staj yapma olanağının<br />

sağlanması,<br />

• MİM faaliyetlerinin Fakültemizle birlikte ve akademisyenlerimizin katılımı ile yönetilmesi ve<br />

yürütülmesi,<br />

amaçlanmaktadır.<br />

Kısa bir süre önce Karanfil Sokak No:15/5 Kızılay /Ankara adresinde faaliyetlerine başlayan Mülkiyeliler<br />

Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) bünyesinde, Mülkiye mezunlarının özgeçmiş ve nitelik<br />

bilgilerinin bulunacağı www.mulkiyeistihdam.org.tr web sitesini barındırmaktadır.<br />

Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) Yönetim Kurulunda; Erdal EREN (Başkan), Doç.<br />

Dr. İlkay Savcı, Eren Öğütoğulları, Yurdum Çağatay, Serkan Opak, O.Nejat Güneri ve Hüseyin Boğa görev<br />

almaktadır.<br />

47


MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR)<br />

MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)<br />

AÇILIŞTAN SONRA MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE KOKTEYL VERDİ<br />

Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ile Mülkiye İstihdam ve Yönlendirme Merkezinin (MİM)<br />

açılışından sonra Mülkiyeliler Birliği lokalinde kokteyl verildi. Kokteyle Birlik üyeleri, Birlik yönetim<br />

kurulları , siyaset ve bürokrasi dünyasından çok sayıda konuk katıldı<br />

48


şubelerden<br />

Şubelerimizin yetkili organlarının listesidir<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ADANA ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Regaip BAYKAL<br />

Başkan<br />

Esmeray YOĞUN ERÇEN Sekreter<br />

Mehmet SEÇİNTİ<br />

II. Başkan<br />

Mehtap TÜRKDOĞAN Muhasip<br />

Erol COŞANOĞLU<br />

Üye<br />

Yönetim Kurulu (YEDEK)<br />

Nurhak ÖZENSOY<br />

Samih Azmi EZER<br />

Cumali KURAN<br />

Yalçın METE<br />

Okan ÖZANDAÇ<br />

Denetim Kurulu ( ASİL)<br />

Havva YENİÇERİ Başkan<br />

Mustafa KIZAK Üye<br />

Kudret ÇAKIRCA Üye<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Beyazıt ABLAY<br />

H. Kaan ÖYKEN<br />

Osman Turhan ÖZCAN<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ BURSA ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Naci DAMAR<br />

Başkan<br />

Fatih SİVRİ<br />

Sayman<br />

M. Yalçın YALÇINKAYA Sekreter Üye<br />

Doğan TAŞFİLİZ<br />

Mustafa ÖZTÜRK<br />

Yönetim Kurulu (YEDEK<br />

Nalan ÖLMEZOĞULLARI<br />

Şener ŞENYÜREK<br />

Rasim ÇALIŞKAN<br />

Haluk BAHAR<br />

Çetin TOKAT<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Mustafa BAYRAKTAR<br />

Levent KUMRAL<br />

Önder EVCİ<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Şeracettin ÖZAĞAÇ<br />

Tayfun BEŞE<br />

Naci AŞIROĞLU<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ANTALYA ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Hasan KALAYCI Başkan<br />

Mahmut DURAN II. Başkan<br />

H. Demet TUZCU Yazman<br />

Süreyya MUŞLULAR Sayman<br />

Cem BALKAN Üye<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ESKİŞEHİR ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Nejdet BİLGİN<br />

Abdulkadir ADAR<br />

Mefkure ATAK<br />

Cebrail ZDEMİR<br />

Mehmet BAŞAR<br />

Yönetim Kurulu (YEDEK)<br />

Mehmet AKKAŞ<br />

Nihal YILDIRIM MIZRAK<br />

Oğuz TURAN<br />

Murat ÖZGÜL<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Turan ÖZKAN<br />

Mustafa UÇKAÇ<br />

Fikriye YÜKSEL<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

A. Banu BAŞAR<br />

Berna KAYA<br />

Sedef OLUKLULU<br />

Başkan<br />

Başkan Yard.<br />

Sekreter<br />

ayman<br />

Üye<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ KAYSERİ ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Ali Rıza İNCETAN<br />

Başkan<br />

Nuhmehmet YILMAZKOLUKISA 2. Başkan<br />

Şemsi Aziz ÇINAROĞLU Sekreter<br />

Mehmet ERCİYES Sayman<br />

Aliye Ferdağ AKKAN Üye<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Turgay ERGİN<br />

Özkan BASAT<br />

Yasemin UNCULAR<br />

49


MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İZMİR ŞUBESİ<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İSTANBUL ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Kadir TİMURTURKAN<br />

Yeşim GENÇOĞLU<br />

İsmail ORAL<br />

Aslı TENGİZ<br />

Melih DİRİL<br />

Başkan<br />

2. Başkan<br />

Sekreter<br />

Sayman<br />

Üye<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

A. Müfit ERKARAKAŞ Başkan<br />

Haluk YURTKURAN<br />

2. Başkan<br />

Gazi Turgay ÖZMANSUR Sekreter<br />

Şimal KONANÇ<br />

Sayman<br />

Ahmet AKCAN<br />

Üye<br />

Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />

Kurtuluş OZAN KESER<br />

Levent ÖZKARDEŞ<br />

Sinem SEYHAN<br />

İsmail IŞIK<br />

Esat YAMAÇ<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Prof. Dr. Tülay YÜCEL<br />

Ömer AKDOĞAN<br />

Barış ULUDAĞ<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Çağdaş BEKTAŞ<br />

Mehtap KARGIN<br />

Alper ELİKÜÇÜK<br />

Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />

Erdoğan SAĞLAM<br />

Ali Ergin ŞAHİN<br />

Emin TAYLAN<br />

Demet ANGIN<br />

Selçuk YILDIZ<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Fikret YAKAR<br />

Gökhan GÜNERİ<br />

Kenan ÖZSARAÇ<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Oğuz BULUT<br />

Recep ÇELİK<br />

Tevabil ÜSTÜNDAĞ<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ MERSİN ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

Celalettin ÇIPLAK<br />

Betül BARBUR<br />

Ender ÖZBEK<br />

Burak HANCIOĞLU<br />

Saim TINAZTEPE<br />

Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />

Şahabettin DOĞAN<br />

Çelik CESUROĞLU<br />

Özgür DURMAZ<br />

Burçin İLDAS<br />

Ayfer VARLI<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Mehmet YEŞİLBOĞAZ<br />

M. Süha SOYUPAK<br />

Veli KARGI<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Hüseyin SOYER<br />

Naci MENTEŞ<br />

Harun ELGİN<br />

Başkan<br />

Sekreter<br />

Sayman<br />

Üye<br />

Üye<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SAMSUN ŞUBESİ<br />

Yönetim Kurulu (ASİL)<br />

A. Alper Küpcü Başkan<br />

Burhan Kömpe Başkan Yard.<br />

S. Yener Günay<br />

Coşkun Mutlu<br />

Mustafa Kösebalaban<br />

Muzaffer Kesim<br />

Yönetim Kurulu (YEDEK<br />

Başkan Gamze Türker<br />

M. Savaş Dizdar<br />

Ali Türker<br />

Hüseyin Gülmen<br />

Denetim Kurulu (ASİL)<br />

Mustafa İngenç<br />

Özer Muratoğlu<br />

Cihan Özkalaycı<br />

Denetim Kurulu (YEDEK)<br />

Erdoğan Özdemir<br />

Erdal Yavuz<br />

M. E. Baysal<br />

50


üyelerden<br />

IMF ÜZERİNE SÖYLEŞİ<br />

Doç. Dr. Mustafa Durmuş<br />

Gazi Üniversitesi İİBF<br />

Maliye Bölümü Öğr.Üyesi<br />

Uluslararası Para Fonu (IMF),<br />

2008 küresel ekonomik<br />

krizinden belki de en karlı<br />

çıkan ender uluslar arası<br />

kuruluşların başında geliyor.<br />

Çünkü kriz öncesinde ciddi<br />

biçimde eleştirilmiş, önemli<br />

bir kredibilite kaybına<br />

uğramıştı. Öyle ki çok sayıda<br />

insan IMF’nin kapatılması<br />

gerektiğini düşünüyordu.<br />

Krizden bu yana ise IMF yeniden aranan bir kurum<br />

haline geldi. Çünkü ne Fed ne de diğer merkez<br />

bankaları küresel finansal çöküşe yeterince koordineli<br />

ve güçlü bir biçimde müdahale edemediler. Bu durum<br />

‘son borç verici kurum’ olarak IMF kredilerine olan<br />

talebi artırdı. Böylece IMF, G20 Londra zirvesinde<br />

alınan kararların ardından, kaynaklarını üç katına<br />

çıkartarak 1,1 trilyon ABD dolarlık bir fona hükmeder<br />

hale geldi. Kendi tahvillerini ve altın stokunu satarak<br />

ilave fon yaratması konusunda da yetkilendirildi.<br />

Özetle, IMF bugünlerde bir arı kovanı gibi işliyor.<br />

Diğer taraftan, IMF’ ye ilişkin eleştiriler hız kesmeden<br />

devam ediyor. Özellikle krizden ciddi olarak etkilenmiş<br />

olan ve geçmişte de IMF’nin ‘Yapısal Uyarlama<br />

Politikaları’nı izleyerek bugünlere gelmiş azgelişmiş<br />

ülkelerin, IMF’nin kapısını çalarken elleri titriyor.<br />

Büyük medya, IMF’nin daha insancıl politikalara<br />

yönelmekte olduğu, azgelişmiş ülkeleri daha fazla<br />

gözetmeye başladığı, bu anlamda da değişmekte<br />

olduğu yönünde bir izlenim yaratmaya çalışsa da,<br />

azgelişmiş ülkelerle kriz sonrasında yapılan 30<br />

civarındaki kredi anlaşmasının çoğunluğunun içerdiği<br />

koşullar, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, IMF’<br />

nin pek de değişmediğini ortaya koyuyor.<br />

Acaba, IMF’nin açıklanmış misyonunun yanı<br />

sıra, açıklanmamış bir başka misyonu mu da mı<br />

var Ya da IMF ile ilgili algılarımız mı yanlış Bu<br />

51<br />

soruları yanıtlayabilmek için IMF’nin kuruluşundan<br />

başlayarak bugüne kadar izlediği stratejileri<br />

yönlendiren dinamikleri iyi analiz etmek gerekli.<br />

SORU 1: Uluslar arası Para fonu (IMF) hangi<br />

ihtiyaçtan doğdu<br />

İktisat kitapları ağız birliği içinde, Bretton Woods<br />

(BW) İkizleri olarak da adlandırılan IMF ve Dünya<br />

Bankası’nın (DB), 1929–1933 krizi ve 2. Dünya<br />

Savaşı’ndan çok kötü etkilenen dünya ticaret sistemini<br />

ve yerle bir olan Avrupa ekonomisini yeniden inşa<br />

etmek amacıyla, ABD’nin öncülüğünde, 1944<br />

yılında Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğunu<br />

yazarlar. Bu kurumların finansal tasarımı yapanlar ise<br />

Keynes ve dönemin önde gelen New Deal’cılarından<br />

ve McCarthism döneminde komünist ajanlığıyla<br />

suçlanmış olan ABD Hazine müsteşarı White’dır . Yani<br />

IMF ve DB’ nın bir anlamda fikir babaları sağ- liberal<br />

iktisatçılar değil, ekonomik istikrarın sağlanması için<br />

piyasalara kapitalist devletin müdahalesini savunan<br />

Keynesyen reformist iktisatçılar olmuştur.<br />

Diğer bir yönüyle, IMF, tıpkı DB ve GATT gibi, özünde<br />

2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek<br />

hakimi haline gelen ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya<br />

hizmet eden ve onun egemenliği altında dünya<br />

kapitalist sisteminin bütünleştirilmesini hedefleyen<br />

kuruluşlardan birisi olarak tasarlanmıştır. O günden bu<br />

yana da, başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalistemperyalist<br />

ülkelerin değişen ihtiyaçlarına karşı az<br />

gelişmiş dünyayı biçimlendirme rolünü üstlenmiştir.<br />

Bu anlamda IMF, ABD kapitalizmi tarafından<br />

yönlendirilen küresel kapitalizmin, en başta gelen<br />

payandalarından birisidir.<br />

Bretton Woods öncesinde dünya ticaret ve para<br />

sisteminin nasıl işlediğine bakıldığında IMF’ nin<br />

kuruluş nedeni daha iyi anlaşılabilir. BW öncesinde<br />

uygulanan döviz kontrol rejimleri uluslararası<br />

ticaretin gelişimini, özellikle ABD sermayesinin


üyüyüp tüm dünyaya yayılmasını önlüyordu. Çünkü<br />

1930’larda uluslararası ticaret Sterling Bloku gibi aynı<br />

para birimini kullananların arasında kurdukları para<br />

bloklarıyla sınırlı hale gelmişti. Böyle bloklaşmalar<br />

ise, uluslar arası sermaye akımı ve yeni yabancı<br />

yatırım fırsatlarının ortaya çıkmasını engelliyordu.<br />

1930’larda her bir kapitalist hükümetin komşuları<br />

aleyhine olmak üzere devalüasyonlar yaparak<br />

ihracatı artırmak biçiminde yürüttükleri politikalar<br />

deflasyonist gidişe neden olurken, bu durum, büyüme<br />

hızlarını yavaşlatıyor, talebi azaltıyor, böylece de<br />

dünya ticaretinin daralmasına neden oluyordu. Dünya<br />

ticaretindeki bu daralma Büyük Depresyonu daha<br />

da kötüleştirmişti. Bu sorun çözülmediği sürece de<br />

Amerikan kapitalizminin savaş sonrası uluslar arası<br />

genişlemesi tehdit altında olacaktı.<br />

Savaş dönemi boyunca, rakipleri çok büyük zorluklar<br />

yaşarken ABD ekonomisi çok hızlı bir sanayileşme<br />

ve sermaye birikimi gerçekleştirmiştir. Dünyadaki<br />

sermaye birikiminin, imalat sanayi üretiminin ve<br />

ihracatının büyük bir kısmı ABD’nin kontrolündeydi.<br />

ABD bu pozisyonunu, dünya ekonomisini kendi<br />

kontrolü altında restore etmek için kullandı ve bu da<br />

onun dünya piyasaları ve hammadde kaynaklarına<br />

sınırsız bir biçimde ulaşabilmesini sağladı. ABD daha<br />

önce sadece bu tür bloklara açık olan piyasalara girmeyi<br />

amaçlıyordu. Ayrıca Amerika kökenli şirketlerin,<br />

dışarıda yeni yatırım fırsatlarını değerlendirmek<br />

için uluslar arası sermaye hareketlerinin önündeki<br />

engelleri de kaldırmayı hedefliyordu. İşte tam bu<br />

noktada Keynes-White Planı mal ve hizmetlerin bir<br />

ülkeden diğerine transferinin üzerindeki tüm engelleri,<br />

para bloklarını ve döviz kontrollerini kaldırmayı<br />

amaçlamıştır.<br />

Önerilen yeni sistemle, uluslararası ticarette<br />

kullanılabilen konvertibl paralar, sabit bir oranda<br />

ABD dolarına bağlanıyor, akabinde talebe göre<br />

altına da dönüştürülebiliyordu. Yani, bu yeni sistemde<br />

ABD doları-altın standardı ilişkisi, Bretton Woods<br />

anlaşmasının pivotuydu. Bu yeni sistem altında tüm<br />

diğer para birimleriyle ilişkilendirilen ABD dolarının<br />

değeri de 35 dolar = 1 ons altın olarak düzenlenmişti.<br />

IMF dâhil Bretton Woods’ta kurulan örgütlerin üçü<br />

de gerçekte, savaşın tek galibi, savaş sonrasında<br />

dünya sınaî üretiminin yarısını, ihracatının üçte birini<br />

gerçekleştiren ve altın rezervlerinin % 61’ini elinde<br />

tutan ABD’nin denetim ve yönetimi altındaydılar.<br />

IMF, hem sabit döviz kuru rejiminde istisnai<br />

ayarlamalar yapmaya yetkiliydi, hem de nihai likidite<br />

sunucusuydu.<br />

Bir başka anlatımla, BW anlaşması ve onun kurumları<br />

ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki egemen<br />

gücünün bir ifadesiydi ve bunlar 1950 ve 1960’larda<br />

dünya ekonomisinin lokomotifliğini yapan, askeri<br />

harcamalar ve devasa kamusal teşviklerle canlı tutulan<br />

ABD ekonomisinin istikrarlı büyümesi sayesinde<br />

ayakta kalabildiler.<br />

Özetle, IMF genelde, kapitalist sistemi savunmanın,<br />

özelde ABD orijinli çok uluslu şirketlerin karlarını<br />

maksimize etmenin ve ABD’nin dünya ekonomisini<br />

yönlendirmesinin bir aracı olarak kurulmuştur.<br />

SORU 2: IMF’nin kuruluşunda etkili olan başka<br />

faktörler de söz konusu mudur<br />

Hem IMF hem de DB’ nın kurulmasına neden olan<br />

diğer bir faktör, savaş sonrasındaki durumdur. Savaş<br />

yıllarında Avrupa’nın Nazi işgaline girmesinin<br />

ardından kapitalistler ya Avrupa’dan kaçtılar ya da<br />

Nazilerle işbirliği yaptılar. Buna karşılık sosyalistler<br />

direniş grupları örgütlediler. Bunun sonucunda,<br />

Savaşın ardından devrimler Avrupa’da boy<br />

göstermeye başlamış, işçiler ve çiftçiler işyerlerini<br />

ve fabrikaları ele geçirmeye başlamışlardı. Bunu<br />

fark eden ABD, giderek yayılmakta olan sosyalizmin<br />

etkileriyle güç kazanan devrimleri önleyebilme adına<br />

Avrupa’nın yeniden inşası konusunda büyük çapta<br />

yardım programları uygulamak durumunda kaldı.<br />

Bu programların aktörleri de IMF ve DB idi. Zaman<br />

içerisinde gelişmiş ülkelere verilen bu krediler giderek<br />

az gelişmiş dünyaya da verilmeye başladı.<br />

SORU 3: Dünya kapitalizminin yeniden<br />

yapılandırılmasında bu iki kuruluş nasıl bir<br />

işbölümüne tabi tutuldu<br />

Dünya kapitalizminin ABD egemenliği<br />

ve yönlendiriciliği doğrultusunda yeniden<br />

şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev,<br />

yollar, enerji santralleri, limanlar gibi alt yapı projeleri<br />

için kredi sağlamaktı. Savaşla büyük ölçüde tahrip<br />

edilen Avrupa’nın yeniden inşası kar oranlarındaki<br />

azalmanın da restore edilmesine yardımcı olmuş ve<br />

1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’<br />

adı verilen döneminin yaşanmasını sağlamıştır.<br />

Uluslar arası Para Fonu ise, proje kredileri dışında<br />

kalan ve uluslar arası finansal piyasalardan, kreditör<br />

ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek<br />

olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar<br />

vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere çok


uluslu şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük<br />

kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük<br />

politikaları uygulatmakla görevlendirilmiştir. Son<br />

dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren<br />

sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan<br />

uluslar arası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle<br />

baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out)<br />

vermeye başlamıştır.<br />

Yani, IMF hangi ülkelerin uluslararası kredileri<br />

hak ettiğine karar veren bir finans hakemi gibi<br />

davranmaktadır. Bunu yaparken de dönemin<br />

ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Örneğin,<br />

başlangıçta, ülkelerin üretim ve sosyal hayatlarını<br />

sürdürebilmeleri için gerekli olan malzeme ve malları<br />

ithal edebilmek için kredi vermişken, sonrasında<br />

dış borçları düzenlemiş ve son krizlerden bu yana<br />

da sıkıntıdaki uluslar arası bankacılık sistemini<br />

desteklemek rolünü üstlenmiştir.<br />

SORU 4: IMF politikalarının bir kısmı (örneğin<br />

devalüasyon ve talep artırıcı politikalar) 1970’li<br />

yıllardan bu yana değişmeye başladı. Bunun<br />

nedeni neydi<br />

Başlangıçta IMF, değişik ulusların cari açıklarını<br />

yönetmekle sorumluydu. Çünkü, bu ülkeler<br />

devalüasyona başvurmak durumunda kalması, böylece<br />

de ithalatlarını azaltmaları istenmiyordu. Kısa dönemli<br />

ödemeler bilânçosu açıkları ve ticaret zorlukları IMF<br />

kredileriyle aşılabiliyordu ve bu krediler de sabit<br />

döviz kuru sisteminin işlemesini kolaylaştırıyordu.<br />

Nitekim, ABD ve diğer güçlü ihracatçı ekonomileri<br />

uluslar arası ticaretteki dalgalanmaların etkilerinden<br />

koruyabilmek amacıyla IMF, fiilen talep artırıcı ve<br />

resesyon giderici Keynesyen politikaları uygulamıştır.<br />

Eğer daha ciddi yapısal problemler gelişirse IMF<br />

genelde % 10’u aşmayan kontrollü devalüasyonlar<br />

aracılığıyla bunları düzeltebiliyordu. Keza IMF,<br />

ABD Hazinesi adına, ulusal paraları desteklemek için<br />

verdiği krediler karşılığında diğer ülke ekonomilerini<br />

gözetlemekteydi.<br />

Ancak 1960’ların sonlarından itibaren Almanya ve<br />

Japonya ekonomileri ciddi rakipler olarak tekrar<br />

sahneye çıktılar. Her iki ülke de ABD’nin tersine<br />

askeri harcamaların ağır yükü altında değildi. Oysa<br />

ABD ekonomisi başka etmenlerin de yanı sıra, askeri<br />

harcamalar, Vietnam Savaşı ve beraberindeki enflasyon<br />

yüzünden inişe geçmeye başlamıştı. Artık ABD’nin<br />

eski biçimiyle egemenliğini sürdürebilmesi mümkün<br />

değildi. BW tarafından yaratılmış olan sistem de artık<br />

sürdürülemezdi. Doları değer kaybettikçe ABD, altına<br />

bağlanmış bir sabit kur sistemini karşılayamazdı.<br />

Önce, zayıf rakipler olan Fransız Frangı, İngiliz<br />

Sterlini ve sonunda ABD doları çökmeye başladı.<br />

Bunun ardından Başkan Nixon, artık doları altınla<br />

değiştirmeyeceğini açıkladı. İki yıl sonra sabit kur<br />

rejimi kaldırıldı ve yerine oynak kur rejimi getirildi.<br />

Savaş sonrasında yaşanan bu gelişmeler ekonomik<br />

istikrarsızlık ve periyodik resesyonlarla bezenmiş<br />

uzun dönemli bir ekonomik kriz döneminin de önünü<br />

açtı.<br />

Bu dönemde artık cari hesap fazlası değil, cari<br />

açıklar veren ve bu açıkları da giderek artan bir<br />

ABD ile karşı karşıyayız. Bu açıklarının finanse<br />

ettirilebilmesi bağlamında da diğer ulusların ticaret<br />

fazlası vermesi gerekiyordu. Bu durum bu ulusların<br />

iç pazarlarını daraltmalarını, daha çok ihracata<br />

yönelmelerini ve böylece de içerde talep artırıcı<br />

değil, talep daraltıcı para, maliye ve döviz politikaları<br />

uygulamalarını gerekli kılmaktaydı. Bu nedenle de<br />

BW’ un çöküşünden itibaren IMF, Standby anlaşması<br />

yaptığı hemen tüm ülkelerin talep daraltıcı-sıkı para<br />

ve maliye politikaları uygulamalarını şart koşmuş ve<br />

onların anlaşma öncesi ya da hemen sonrasında büyük<br />

çaplı devalüasyonlar yapmalarını zorunlu kılmıştır.<br />

SORU 5: Bu neo-liberal dönemde uygulanan ve<br />

IMF tarafından kredilendirme koşulu olarak<br />

dayatılan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ ne<br />

anlama gelmektedir<br />

1970’lerde ABD’nin gücünün azalması ve Bretton<br />

Woods’un çöküşü, ABD’nin uluslararası alandaki<br />

acenteleri konumundaki IMF ve DB’ nın da itibarını<br />

azaltmıştı. Her iki kuruluş da uluslar arası finansal<br />

piyasalardaki etkili konumlarını yavaş yavaş özel<br />

bankalara ve özel kredi kurumlarına terk etmek<br />

durumunda kaldılar. Avrupalı bankalar, özellikle de<br />

Japon bankaları hükümetlerin dış borçlanmasında<br />

merkezi bir rol oynamaya başladı.<br />

Ancak bu çok uzun sürmedi. 1973-74 ve 1978-79<br />

petrol fiyatlarında yaşanan ciddi artışlar<br />

ve bunun neden olduğu arz yönlü şoklar; emisyonla<br />

finanse edilen bütçe açıkları ve bunun yarattığı mali<br />

dengesizlikler sırasıyla, enflasyonun artmasına,<br />

ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine<br />

ve kaçınılmaz bir biçimde dış borç krizinin patlak<br />

vermesine neden oldu. 1982 yılında, önce Meksika,<br />

ardından da diğer bazı L. Amerika ülkeleri dış borçlarını<br />

geri ödeyemeyeceklerini açıkladılar. Uluslararası<br />

bankalar çok borçlu Latin Amerika ülkelerine kredi<br />

vermeyi durdurdular. Çünkü bu özel bankalar, batık<br />

53


kredi zararlarıyla ilgili olarak panik yaşadıklarından<br />

yeni kredi vermek istemiyorlardı. Ödeme güçlüğüne<br />

düşen böyle çok borçlu ülkeler nedeniyle dünyanın<br />

en büyük 10 bankasının tüm sermayesi ve rezervleri<br />

ciddi risk altındaydı.<br />

Böylece, küresel finans piyasalarının bu fiyaskosunun<br />

üzerinden gelmek ve iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri<br />

kurtarma görevi IMF’ye verildi. ABD, IMF’ nin yeni<br />

rolünü son borç verici kurum olarak yeniden belirledi.<br />

IMF’ nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak<br />

istemediklerinde aracı olarak ya da son borç verici<br />

kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta,<br />

özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer<br />

bir ilişkiydi.<br />

Nitekim IMF, ‘Concerted Lending’ adı verilen bir<br />

program aracılığıyla Büyük Amerikan bankalarını<br />

devreye soktu. Bu program çerçevesinde büyük<br />

bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının<br />

ertelenmesine ve kısa vadelilerin uzun vadeye<br />

çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar. Ekstra<br />

faiz oranı karşılığında bu bankalar borçlu ülkelere<br />

yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin<br />

iflasını önleyerek yeniden borçlarını geri ödeyebilir<br />

ve uluslararası sermaye piyasalarından yeniden<br />

borçlanabilir bir duruma getirmekti. Bu uygulama<br />

her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa da, borçlu<br />

ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç<br />

stoklarının ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine<br />

neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil günümüzün çok<br />

sayıda azgelişmiş ülke IMF kaynaklarının sürekli<br />

kullanıcısı haline geldi<br />

1979 yılında iş başına gelen Reagan Yönetimi ise,<br />

önceleri IMF’yi Keynesyen devletin bir düzenleme<br />

aracı ve serbest piyasa etkinliğinin düşmanı ve<br />

özellikle de AGÜ’ler için süt veren bir inek olarak<br />

gördüğünden ihtiyatlı davransa da, 1982 Meksika<br />

krizinin ardından fikir değiştirdi ve IMF’nin neoliberal,<br />

serbest piyasa gündeminin dayatılmasında<br />

araç olarak kullanılabileceğini keşfetti.<br />

Nitekim IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye<br />

ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslar<br />

arası özel bankalarca verilmiş olan kredileri yeniden<br />

yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu<br />

kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar<br />

IMF kredilerini kullanabilmek için yerine getirmesi<br />

gerekli şartlardı. Normalde hiçbir özel bankanın<br />

önermeye dahi cesaret edemeyeceği bu koşulları<br />

(conditionality) IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü,<br />

uluslararası kreditörler için garantör olma pozisyonu<br />

ve ABD emperyalizminin gücüyle ilişkisi nedeniyle<br />

borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi<br />

DB’ nın da tam desteğini alıyordu.<br />

‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ adı verilen ve<br />

Ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan bu<br />

politikalar, borçlu ülkelerin uygulaması zorunlu<br />

politikalardır. Bu politikaların belirlenmesinde borçlu<br />

ülkelerin herhangi bir inisiyatifi yoktur.<br />

Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen<br />

kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için<br />

borçlu ülkelerin kamu işletmelerini özelleştirmelerini;<br />

kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini<br />

artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve<br />

para ve kredi hacminin daraltarak bütçe açıklarının<br />

kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik ve çocuk<br />

yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal<br />

sanayilere ve tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları<br />

azaltarak ve tarife ve diğer ithalat engellerini<br />

ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten<br />

vazgeçmelerini şart koşmaktadırlar. Ayrıca, talep<br />

fazlasını ve enflasyonu dizginleyebilmek için serbest<br />

piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılması, kamu<br />

iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin<br />

fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının<br />

yükseltilmesi gerekli kılınmaktadır.<br />

Keza, yapısal uyarlama programları altında,<br />

azgelişmiş ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye<br />

daha fazla açmalıdırlar, yabancı yatırımlar üzerindeki<br />

kısıtları kaldırmalıdırlar ve yabancı şirketlerin<br />

ülkenin doğal kaynaklarını ve işçilerini en düşük<br />

fiyatlardan kullanmalarına izin vermelidirler. Ayrıca,<br />

karın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular<br />

tarafından kendi ülkelerine transfer edilmesine de<br />

engel koymamalıdırlar. Yapısal uyarlama programları<br />

ayrıca, döviz sağlamak amacıyla, ucuz hammaddeleri<br />

dünya pazarlarına satmak anlamına gelen bir ihracat<br />

yönlü büyümeyi de içerir. Bunun için de devalüasyon<br />

yapılması ve sermaye hareketlerinin tam serbestisi<br />

ve döviz kontrollerinin kaldırılması gerekir. Bir<br />

bütün olarak, IMF ve DB’ nin bu Yapısal Uyarlama<br />

Politikaları, azgelişmiş ülkeleri borç ödeme<br />

makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin<br />

bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan karlar<br />

yaratmıştır.<br />

Daha önce belirtildiği gibi, orijinal Bretton Woods<br />

sisteminde IMF kredileri devalüasyonu önlemek<br />

ve talebi körüklemek için verilirdi. ABD sermayesi<br />

bu Keynesyen önlemleri benimsemişti, çünkü o<br />

zamanlar ABD dünyanın en temel ihracatçısıydı, çok<br />

54


üyük cari hesap fazlası vermekteydi ve dünyanın<br />

geri kalanı ithalatlarını yapabilmek için onun parasına<br />

bağımlıydı. Ancak 1980’lerde IMF daha önce izlediği<br />

bu yönlü politikalarını ters yüz etti ve kasıtlı olarak<br />

devalüasyonlar yapılmasını empoze etti, ithalatın<br />

kısılabilmesi için milli gelirde ve talepte azaltmaya<br />

yol açacak önlemlere yöneldi. Bütün bu politika<br />

değişiklikleri de uluslar arası finans kuruluşlarının<br />

borçlu ülkelerden olan alacaklarını garantili bir<br />

biçimde tahsil etmesine yarıyordu.<br />

SORU 6: Söylediklerinizden IMF’nin sadece<br />

ödemeler bilânçosunu düzeltmeye yönelik<br />

politikalar uygulamadığı, kredi verilen ülkelerin<br />

neredeyse tüm politikaları üzerinde belirleyici<br />

olduğu ortaya çıkıyor...<br />

Para ve maliye politikaları, IMF’nin azgelişmiş<br />

ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde<br />

etkili olabileceği alanlardan sadece bir ikisi ve en çok<br />

bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı” yakmak<br />

için bunları şart koşuyor. Ancak IMF aynı zamanda<br />

dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu<br />

kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka<br />

alanlar üzerinde de etkili olabilecek politikalar ya da<br />

uyarlamaları dayatıyor.<br />

IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini bu<br />

işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu<br />

müdahalelerinin zararlarından hareketle savunuyor.<br />

Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin<br />

dış borçları geri ödemede de kullanılabileceğini<br />

öngörmektedir. Bütçe açıklarını ve borç stokunu<br />

azaltmak adına IMF ayrıca sağlık, eğitim ve<br />

sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının<br />

da kısılmasını emrediyor. Reel ücret düzeyini<br />

düşürebilmek için devalüasyon talep ediyor. Burada<br />

amaç, ithalatları kısıp ihracata yönelmeyi teşvik<br />

etmektir. İhracatı artırabilmek için, gıda fiyatlarını<br />

belli bir düzeyde tutan sübvansiyonlar da kesilmelidir.<br />

IMF ayrıca çok yoğun bir de-regülasyon politikası<br />

uygulattırarak uluslar arası sermayenin de hareket<br />

alanını genişletmektedir.<br />

SORU 7: Peki, kendilerini ciddi fedakârlıklarda<br />

bulunmaya zorlayan bu Yapısal Uyarlama<br />

Politikalarından az gelişmiş ülkeler fayda<br />

sağladılar mı<br />

Azgelişmiş ülkeler 1980’lerde borç krizine<br />

girmeselerdi ve buna bağlı olarak da gıda, ham<br />

madde ve sermaye malı ithalatı yapamaz duruma<br />

gelmeselerdi, büyük çoğunlukla IMF’nin böyle<br />

kölelik anlaşmalarını imzalamaya yanaşmazlardı.<br />

IMF patentli kredi ve ticaret politikaları borç yükü<br />

altındaki ülkeleri, temelde ABD’li şirketler ve<br />

bankaların çıkarlarına hizmet eden bir dünya ticaret<br />

ağına daha sıkıca bağlamakta kullanılan bir silah oldu.<br />

Bir yandan giderek ağırlaşan borç servisi (anapara<br />

ve faiz ödemesi), diğer yandan ekonomiyi daraltan,<br />

büyümeyi yavaşlatıcı tedbirlerin sonucunda borçlu<br />

ülkelerde bu dönemde ekonomik büyüme hızları iyice<br />

küçüldü. Hatta bazı ülkelerde büyüme hızı negatif<br />

oldu, istihdam azaldı, yoksulluk ve gelir dağılımındaki<br />

adaletsizlikler daha da arttı. Buna karşılık IMF’nin<br />

öngörüsü de gerçekleşmedi ve özel bankalar borçlu<br />

ülkelere verdikleri kredileri genel görünüm itibariyle<br />

artırmadılar. Yani, yeşil ışık her zaman işe yaramadı.<br />

1980’lerde imzalanan 187 adet yapısal uyarlama<br />

kredisi politik olarak sadece ve sadece IMF gibi<br />

kar amacı gütmeyen, çok taraflı bir örgüt tarafından<br />

yaptırılabilirdi, çünkü çok acı reçeteler içeriyordu. Bu<br />

programlar üçüncü dünya ülkelerine açlık, beslenme<br />

sorunları, yoksulluk, hastalık ve ölümler getirdi.<br />

Üstelik bu politikalar büyüme de getirmedi. Örneğin<br />

Sahra altı Afrika ülkelerinde bu yıllarda GSYİH yılda<br />

% 2,2 oranında düştü. Bu ülkeler aldıkları kredileri<br />

geriye ödeyebilmek için sağlık ve eğitim harcamalarını<br />

% 25–50 kısmak zorunda kaldılar.<br />

IMF programını uygulayan ülkelerde 1980–1987<br />

arasında kişi başına kamu harcaması miktarı her<br />

yıl düşerken dış borç faiz ödemeleri sürekli arttı. L.<br />

Amerika’da faize ayrılan kamu harcamalarının bütçe<br />

içindeki payı % 9’dan % 19,3’e çıktı. 1980’ler L.<br />

Amerika için kayıp yıllar oldu. Şili’de IMF koşulları<br />

sonucunda reel ücretler % 40 oranında azaltıldı, borç<br />

krizinin pençesindeki Meksika’da ise 1982–1992<br />

döneminde reel ücretler ve beraberinde sağlık, eğitim<br />

ve temel fiziki alt yapı harcamaları yarı yarıya düştü.<br />

Aynı dönemde yetersiz beslenme nedeniyle bebek<br />

ölümleri neredeyse üç katına çıktı.<br />

Yapısal Uyarlama Programları’nın ardından geçen 10<br />

yılda üçüncü dünya borç stoku o yıla göre daha da arttı.<br />

Yani IMF, bu ülkeleri borçtan kurtarmaktan ziyade<br />

sonsuz bir borç tuzağına sürükledi. Devalüasyonlar<br />

borç stoklarını daha da artırdı, zira borçlar ABD<br />

doları cinsindendi. Kemer sıkma politikası sonucunda<br />

büyüme o kadar kısıtlandı ki, faiz ödemelerini bile<br />

yapmaya yetmedi. Yeni kredi aldıkça, AGÜ’ ler<br />

giderek artan bir biçimde uluslar arası sermayeye faiz<br />

ödeyen mekanizmalara dönüştüler. IMF’nin gerekçesi<br />

ise, kredilerin ekonomik büyümeyi teşvik edeceği ve<br />

bunun da borç geri ödemesini mümkün kılacağıydı.<br />

55


Gerçekte ise alınan borçların çok büyük kısmı<br />

ekonomik büyümeyle değil, giderek daha fazla uluslar<br />

arası borçlanmayla ödendi. 1969–1982 arasında L.<br />

Amerikanın dış borçlanması ikiye katlandı. Yeni<br />

borçların % 70’ inin eski borçların faizlerini ödemek<br />

için kullanıldığı ortaya çıktı.<br />

Neden olduğu felaketlere rağmen IMF, 1980’lerin borç<br />

krizinin, önerdiği Yapısal Uyarlama Programları’nın<br />

beraberinde gelen büyüme hızlarıyla, artan ihracatlarla<br />

ve yeni yabancı sermaye yatırımlarıyla çözüldüğünü<br />

ve uygulanan neo-liberal reformların sonuçta<br />

ekonomik büyüme ve daha iyi yaşam koşullarının<br />

oluşturulması için sağlam temeller oluşturduğunu ileri<br />

sürdü. Gerçekte, düşük gelirli yapısal uyarlamaya<br />

tabi ülkelerin borçlulukları 1980’de 110 milyar ABD<br />

dolarından 1992’de 473 milyar ABD dolarına çıkarken,<br />

faiz ödemelerinin düzeyi 6,4 milyar ABD dolarından<br />

18,3 milyar ABD dolarına fırlamıştır. Endenozya’da<br />

1980–1992 döneminde dış borçlar GSYİH’ nın %<br />

29’undan % 67’ye çıktı (böylece 1990’lardaki derin<br />

finansal krizin tohumları da atılmış oldu).<br />

Yani, her iki kuruluş da devasa bir borç tuzağına neden<br />

oldu. Bu borç yükü dünyanın en yoksul ülkelerini,<br />

milli gelirlerinin çok önemli bir kısmını faiz ödemeye<br />

ayırmak zorunda bıraktı.<br />

Kapitalizmin adaletsiz hastalıklı mantığı servetin<br />

fiilen dünyanın en yoksul ülkelerinden en zenginlerine<br />

doğru akmasını gerektirir. Öyle ki, Latin Amerika<br />

ülkeleri son yıllara kadar, her yıl toplam hâsılasının<br />

üçte birinden fazlasını diğer ülkelere ve bankalara<br />

borç ve faiz geri ödemesi olarak verdiler. Borç, büyük<br />

kapitalist güçlerin, yoksul ülkeleri baskılamada<br />

kullandığı en önemli silahtır. Hem IMF hem de DB<br />

bu borçları, yeni pazarlar açmada ve ucuz emek ve<br />

hammadde kaynaklarına erişmede bir kaldıraç olarak<br />

kullanmaktadırlar. Borç geri ödemelerini yapabilmek<br />

ve yeni kredi sağlamak ve borç ödeme güçlüğüne<br />

düşmemek için, bir zamanların sömürge ülkeleri,<br />

IMF ve DB’ nın koşullarını kabul etmek zorunda<br />

kalmışlardır.<br />

Her ne kadar Dünya Bankasının genel merkez<br />

binasının girişinde “ Rüyamız, yoksulluğun olmadığı<br />

bir dünyanın kurulumudur” diye yazsa da, ikizi<br />

IMF milyonlarca işçi ve köylünün yaşamlarını ve<br />

sağlıklarını uluslar arası finans kapitalin kullanımı için<br />

feda eden politikaları azgelişmiş ülkelere zorlamıştır<br />

ve bu politikaların uygulattırılmasında en büyük<br />

desteği de DB vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne<br />

göre, yapısal uyarlama altındaki ülkelerin yarısında<br />

kişi başına düşen gıda maddesi azaldı. Bunun nedeni,<br />

56<br />

Bangladeş’te, Tanzanya’da, Peru’da, Mısır’da,<br />

Pakistan ve diğerlerinde gıda sübvansiyonlarını<br />

ortadan kaldırtan IMF politikalarıdır. IMF’nin serbest<br />

piyasa politikaları, doğal kaynaklar ve zenginlikler<br />

yabancı kapitalistlere gitsin diye dünyada bir<br />

milyardan fazla insanı günde 1 ABD dolarından az<br />

bir tüketime mahkûm etmiştir.<br />

IMF ve DB programlarının benzer nitelikteki ve<br />

felaketle sonuçlanan müdahalelerinin bir diğer<br />

örneği SSCB’ nin dağılmasının ardından Rusya’da<br />

görülmüştür.1991 yılında bu ülkede GSYİH % 60<br />

oranında daraldı. Oysa şu ana kadar en büyük bunalım<br />

olarak bilinen 1929–1933 Depresyonunda ABD’ deki<br />

daralma bunun yarısından azdı, % 30 dolayındaydı.<br />

UNDP’ nin tahminlerine göre, günde 4 ABD dolarının<br />

altında gelir tüketilmesi anlamındaki bir yoksulluk<br />

tanımına göre Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki<br />

yoksulluk oranı 1988’ de % 4’ten, 1994’te % 32’ ye,<br />

yani 13,6 milyon insandan 119,2 milyona fırladı.<br />

IMF politikaları sadece azgelişmiş ülkelerin<br />

emekçilerini değil, aynı zamanda, hem doğrudan hem<br />

de dolaylı olarak ABD ve diğer gelişmiş kapitalist<br />

ülkelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Kısmen<br />

kamu parasıyla fonlandıklarından, hem IMF hem de<br />

DB, gelir ve serveti, vergiler aracılığıyla, bu ülkelerdeki<br />

çalışan sınıflardan başta ABD temelli olmak üzere<br />

dünyadaki çok uluslu şirketlerin ve finans tekellerine<br />

hizmet eden programlara transfer etmektedir. Bu,<br />

büyük şirketlere bütçeden sübvansiyon vermekle<br />

aynı şeydir. Diğer yandan halkın ödediği vergilerden<br />

oluşan devlet bütçesinden fonlanan bu şirketler<br />

halka hesap vermezler. Yani, IMF -DB politikaları<br />

sadece azgelişmiş dünyayı daha da yoksullaştırmakta<br />

kalmamış, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdeki<br />

işçilerin yaşam standartlarını aşağıya çekmiştir.<br />

SORU 8: 1990’lardaki krizler sonrasında IMF’ nin<br />

başta Asya Ülkelerine dönük olmak üzere sunduğu<br />

büyük çaplı kurtarma paketlerinin örtülü başka<br />

amaçları da var mıydı<br />

“IMF’nin 1990’lar krizleri ve G. Kore kurtarmasındaki<br />

gizli amacı, bu bölgeleri Amerikan sermayesine daha<br />

fazla açabilmektir.”<br />

Vietnam Savaşı ile zayıflayan ABD emperyalizminin<br />

askeri gücü, 1980’lerde, Granada, Libya, Lübnan<br />

ve Panama gibi askeri olarak zayıf ülkelere yapılan<br />

müdahalelerle yavaş yavaş yeniden inşa edildi. Bunu<br />

İran Körfezi ve Yugoslavya’ ya yapılan daha büyük<br />

müdahaleler izledi. 1990’larda bu müdahalelerin amacı<br />

ABD askeri egemenliğinin yeniden kurulmasıydı.<br />

Buna paralel bir biçimde ABD, 1980’lerde ortaya


çıkan üçüncü dünya ülkeleri dış borç krizinde IMF’yi<br />

son borçlanıcı olarak tekrar devreye sokarak iktisadi<br />

gücünü de pekiştirdi.<br />

ABD’nin ekonomik gücü arttıkça, dünya finansal<br />

piyasalarının işleyişinde IMF’nin kilit rolü de daha<br />

açık hale gelmeye başladı. Tayland, Endonezya, G.<br />

Kore, Rusya ve Brezilya, ABD finansal gücünün<br />

kolluk kuvvetlerine dönüştüler. Resmi olarak IMF<br />

ortada görünse de ülkeler bunun ardındaki gücün<br />

emperyalizmin yeni ilişkileri olduğunun çok iyi<br />

farkındaydılar. Örneğin, Güney Kore döviz sıkıntısına<br />

girince, bir elçisini gizlice IMF yerine, doğrudan<br />

ABD Hazinesine gönderdi ve gerekli desteği alarak<br />

kurtarma paketini elde etti.<br />

Son borçlanıcı kurum olarak IMF, 1997–1998 finansal<br />

krizinin sınırlı tutulmasında merkezi bir rol oynadı.<br />

Meksika örneği dışında, 1980’lerdeki IMF kurtarma<br />

paketlerinin toplam tutarı yılda ortalama 8 milyar<br />

ABD doları civarındaydı. Ancak, sadece 1997–1998<br />

dönemindeki 18 ayda IMF, 200 milyar ABD dolarlık<br />

bir kurtarma paketi düzenledi. Marshall Planı ile<br />

verilen tutarın beş kat büyüğü olan bu tutarı ödemek<br />

hiçbir özel bankanın, ya da bankaların, ya da her hangi<br />

bir aracının yapabileceği bir şey değildi. IMF yeni bir<br />

role soyunmuştu: Uluslar arası bankacılık sisteminin<br />

parçalanmasını önlemek.<br />

Bu bağlamda, Ağustos 1997- Aralık 1998<br />

dönemindeki beş kurtarma paketi çok önemlidir.<br />

Bu paketlerle Tayland: 17 milyar $, Endonezya: 43<br />

milyar $, Güney Kore 57 milyar $, Rusya 21 milyar<br />

$ ve Brezilya 41 milyar $’lık kredi elde ettiler. Piyasa<br />

faizlerinin altında faiz oranlarıyla verilen bu krediler,<br />

mevduat sahiplerini ve yabancı kreditörleri korumak<br />

ve çöküşün kıyısına gelmiş olan ulusal bankacılık<br />

sistemlerini yeniden kapitalize etmek amacıyla<br />

veriliyordu. Nitekim Güney Kore örneğinde, bazı<br />

yabancı kreditörlerin parası doğrudan IMF tarafından<br />

ödendi. IMF kurtarma paketleri ve şartlılığıyla,<br />

yabancı bankalara mevcut borçları yenilemeleri<br />

durumunda geri ödemelerin tam olarak yapılacağının<br />

da mesajı verilmekteydi. IMF kredileri olmaksızın<br />

finansal erime uluslar arası kredi kurumasına neden<br />

olacaktı. Ancak, bankerler ve sanayiciler mevcut<br />

alacaklarıyla ilgili çok zararlar edeceği riski altında<br />

yeni kredi vermek konusunda keyifsiz davrandılar, bu<br />

da uluslar arası finansal sistemin işleyişini bozdu ve<br />

dünyayı resesyonist bir sarmala itti.<br />

Bir başka anlatımla, 1997-98’ler finansal<br />

krizleri sonrasında uygulanan yapısal uyarlama<br />

programlarının görünürdeki amacı Batılı ve Japon<br />

bankaları ve yatırımcıları kurtarmaktı. Ancak,<br />

57<br />

finansman dünyasında da bedava yemek yoktur.<br />

Çünkü ABD, IMF aracılığıyla uluslar arası bankaları<br />

şemsiyesi altına alırken, aslında bütünüyle kendi<br />

çıkarlarına hizmet etmiştir. IMF kredi şartlılığı ile<br />

ABD, egemenliğini sadece 1980’lerin yoksullaşmış<br />

ülkeleri üzerinde değil, bu kez küresel kapitalizmin<br />

en hızlı büyüyen ikinci katman Asya ülkeleri üzerinde<br />

kurmayı denemiştir. Bu da Avrupa bankaları ve de<br />

özellikle 1970 ve 1980’lerde Güney Doğu Asya’da<br />

yerini dolduran Japon bankalarını karşısına almasına<br />

neden olmuştur.<br />

ABD ve Japonya’nın Güney Doğu Asya üzerindeki<br />

rekabeti, krizin boyutlarını da artırarak büyümesine<br />

neden oldu. Önce Japon Hükümeti öneri olarak, 100<br />

milyar ABD doları tutarında bir Asya Para Fonu<br />

yaratma önerisinde bulundu. Ancak, bu öneri ABD’nin<br />

Asya’daki varlığını tehdit ediyordu ve ABD, krizi<br />

önlemeyi ikinci plana atarak bu tehdide yoğunlaştı.<br />

ABD Hazine Bakanı bu öneriyi, IMF’nin yetkisine<br />

zarar verdiği gerekçesiyle veto etti. Çünkü gerçekte<br />

IMF parasal sistemin en etkin jandarmasıydı. Daha da<br />

önemlisi, ABD güdümlü IMF himayesi altında verilen<br />

bir kurtarma paketi, nakit zengini ABD bankalarına,<br />

Güney Doğu Asya’da Japon bankalarının üstünde bir<br />

güç veriyordu ve aynı zamanda da ABD’li şirketlerin<br />

bu bölgeye girmelerinin önünü açıyordu.<br />

Nitekim Tayland’a verilen 3,9 milyar ABD doları<br />

kredinin onaylanmasının ardından yabancıların yerel<br />

bankaları ve finansal şirketleri devralma dönemi<br />

başladı. The Economist’ e göre, Güney Kore paketinin<br />

ardından IMF, bu ülkeyi Amerikalı ve diğer yabancı<br />

şirketlere açmada bir kilit haline geldi. Bu paket ile<br />

ülkenin ağır borçlu şirketlerinin (chaebol) borçları<br />

yeniden yapılandırıldı. Ardından IMF, Daewoo<br />

Motors’un iflasını istedi ve bu iflasın ardından dünya<br />

otomotiv devlerinden olan bu grup 6 milyar ABD<br />

doları gibi düşük bir fiyatla ABD’li Ford ve GM’ e<br />

satıldı.<br />

Uygulamadan da görüleceği gibi, IMF’nin Güney Doğu<br />

Asya’daki kredileri, durumu istikrara kavuşturmak<br />

ve borçların geri ödenmesini sağlamanın çok ötesine<br />

geçerek, yerel bankaların ve sanayi şirketlerinin<br />

haraç mezat, esasta ABD’li olmak üzere, yabancı<br />

firmalara satılmasına hizmet etmiştir. Üstelik bu<br />

soygun operasyonu ABD basınında, Asya bankacılık<br />

krizinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerden kaynaklandığı<br />

iddia edilerek savunulmuştur. Daha vahim bir durum,<br />

SSCB’nin çöküşü sırasında, Rusya’daki doğal gaz ve<br />

petrol kaynaklarının bizzat IMF yardımlarıyla, çok<br />

kısa bir sürede Batı sermayesi işbirlikçisi bir avuç Rus<br />

oligarkının eline geçirilmesinde yaşanmıştır.


IMF’nin yönlendirdiği böyle büyük çapta sermaye<br />

akımları dünya bankacılık sisteminin, ABD<br />

emperyalizmine olan bağımlılığını bir kez daha<br />

ortaya koymuştur. Küreselleşme altında IMF, ABD<br />

hegemonyası altındaki bir uluslar arası merkez<br />

bankası gibi davranmaktadır. Bu IMF için yeni bir<br />

roldür. Krizleri ne kadar kötü yönetse de şimdilik<br />

başka bir alternatif de gözükmemektedir. Her ne kadar<br />

milyonlar için bu durum felaket demek olsa da, IMF<br />

bir avuç azınlık için emperyalizmin ilk dönemleri gibi<br />

oldukça verimlidir. Birçok insana göre IMF, bir işgal<br />

ordusunun vereceği zarardan daha fazla insani zarara<br />

neden olmuştur. Bu barışçıl emperyalizm, savaşın<br />

diğer yüzü kadar öldürücüdür.<br />

SORU 9: Anlaşılan Güney Asya Kriz Paketleri<br />

ABD için başka kazanımlara da neden oldu. Peki,<br />

bu paketlerin karşılığında uygulanan bu politikalar<br />

kredi alan ülkelerin sorunlarını çözdü mü<br />

IMF, ABD ve Japonya’nın uyguladığı politikalarla<br />

krizi sınırlı tutabilse de, dünyanın % 40’ı 2. Dünya<br />

Savaşı’ndan sonra görülmüş en derin resesyona girdi.<br />

Bu nedenle de genelde IMF programlarının krizi daha<br />

da ciddileştirdiği ve Asya gribini yaygınlaştırdığı<br />

kabul edilmektedir. Çünkü, IMF, ihracatları<br />

artırarak krizden çıkabilme anlamında devalüasyon<br />

dayatmaktadır. Buna uygun olarak Güney Kore wonu<br />

yarı yarıya ve Endonezya rupiahı üçte iki oranında<br />

değer yitirdi. Bu durum da giderek pahalı hale gelen<br />

ABD doları ile geri ödenecek olan borç yükünü daha<br />

da ağırlaştırdı. Bu ulusal bankacılık sistemini çökertti<br />

ve finansal kurumaya neden oldu.<br />

Bu ülkelerde IMF talimatıyla yükseltilen yüksek<br />

faiz oranları, sermaye kaçışını önlemek ve yabancı<br />

sermaye girişini teşvik etmek için tasarlandı, ama<br />

çöküşe katkıda bulundu. Çünkü borç düzeyleri kısa<br />

sürede iki üç katına fırlayınca bir zamanların çok güçlü<br />

firmaları borçlarını ödeyemediler ve resmi olarak iflas<br />

ettiler. Bunu yaparken ulusal bankacılık sistemini<br />

de yanlarında götürdüler. Yabancı sermaye IMF’ye<br />

rağmen ya da IMF politikaları nedeniyle, bölgeden<br />

kaçmaya devam etti. Hatta DB bile, IMF’nin bölgesel<br />

krizi küresel bir çöküşe dönüştürdüğünü ileri sürdü.<br />

IMF’nin Asya kurtarma paketlerinin başarısızlığı<br />

borsaları sıkıntıya sokarken, aynı zamanda başka<br />

bölgelerde (Doğu Avrupa, L. Amerika ve Afrika)<br />

ulusal para birimlerinden kaçışı beraberinde getirdi.<br />

1998 yazında, uluslar arası finansal sistemin yeni zayıf<br />

noktaları Rusya ve Afrika oldu. Haziran 1998’de IMF,<br />

Rusya için 21 milyar ABD doları tutarında bir kurtarma<br />

paketi hazırladı. IMF, yabancı yatırımcılara, Rusya’nın<br />

mükemmel temellere sahip olduğu yönünde garanti<br />

verirken, uluslar arası sermaye piyasalarını Rusya’nın<br />

borç sorununu çözmesi için teşvik ediyordu. Rusya<br />

bankalarını yöneten oligarklar bu kredileri ceplerine<br />

attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya<br />

transfer etmede kullandılar. Bir anda gerçekleşen<br />

büyük çaptaki sermaye çıkışları sonucunda Ruble<br />

çöktü, bankalara hücum başladı ve bu durum Rusya<br />

Hükümetinin ulusal borç ödemelerini reddetmesinin<br />

de yolunu açtı. Bu da 1998 yazında ortaya çıkan<br />

finansal krizin önünü açtı. IMF garantilerine rağmen<br />

uluslar arası bankalar Rusya’da ciddi zararlar ettiler<br />

ve bir zamanların en büyük hedge fonlarının başında<br />

gelen Long-Term Capital Management (LCTM)<br />

iflas etti. Fed ise, bu iflasın ABD bankacılık sistemi<br />

için çok ciddi tehdit oluşturduğu iddiasıyla LCTM<br />

kurtarmasına müdahil oldu.<br />

Kriz Brezilya’ya yayılınca IMF’ye olan eleştiriler<br />

artmaya başladı ve IMF vites değiştirmek durumunda<br />

kaldı. IMF, ulusal parasını devalüe etmemesi koşuluyla<br />

(aşırı değerlenmiş olmasına rağmen) Brezilya’ ya 41<br />

milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketini önerdi.<br />

Devalüasyonu baskılamak için faiz oranlarını %<br />

30 ve üzerinde yükseltmeye zorladı. Ancak, iflas<br />

etmiş bir hükümetin aşırı değerli parayı uzun süre<br />

devam ettiremeyeceğinin bilincinde olan sermaye,<br />

Brezilya’dan kaçmaya devam etti.<br />

1990’lar krizleri sonrasında uygulanan IMF<br />

politikalarının emekçi yığınlar ve halk üzerindeki<br />

etkileri ise tam anlamda bir felaket olmuştur. Güney<br />

Kore’de kitlesel işten çıkartmalar yaşandı (öyle ki<br />

IMF tanımı üzerinden şakalar geliştirildi: “IMF: I’M<br />

fired ( işten atıldım)” . Aileleri yoksullaştığından<br />

sokağa bırakılan çocuklara “IMF Öksüzleri” adı<br />

verildi. Tayland’ da çok sayıda çocuk fahişeliğe<br />

zorlandı. Suharto diktatörlüğü altında Endonezya’da<br />

okula kayıtlı öğrenci sayısı dörtte bir oranında azaldı.<br />

Pirinç fiyatı % 38, kızartma yağı % 110 ve petrol<br />

fiyatı % 70 oranında arttı. Bunlar ayaklanmalara ve<br />

Suharto’nun 1998 yılında devrilmesine neden oldu.<br />

Bu durum, halk ayaklanmalarına yol açabileceği<br />

endişesi nedeniyle, yerel egemen sınıf için tehlikeli<br />

hale gelmeye başladı. Arjantin’de ulusal toplu pazarlık<br />

sisteminin kaldırılması ve işverenlerin istedikleri<br />

zaman işçilerini atabilmeleri yönünde yasalarda<br />

değişiklikler yapılması şart koşuldu.<br />

58


SORU 10: IMF uluslar üstü özerk bir kuruluş<br />

mudur, yoksa büyük devletlerin kontrolü altında<br />

mıdır<br />

Hem IMF hem de DB sapkın ya da şeytani kurumlar<br />

değiller ama izledikleri politikalar da özerk politikalar<br />

değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere<br />

büyük sermayenin araçları konumundalar. Politikaları,<br />

neo-liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade<br />

kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve<br />

eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist hükümetleri, IMF<br />

ve DB’ nı neo-liberal programları izlemeye zorlayan<br />

şey ise küresel kapitalizm. Bu iki kuruluş küresel<br />

kapitalizmin bürokratik metaforları konumundadırlar.<br />

Daha spesifik olmak gerekirse, IMF zengin ülke<br />

hükümetlerince özellikle de ABD Hazinesince kontrol<br />

edilmektedir. Görüntüde 186 ülkenin ortak bir örgütü<br />

olsa da, New York Times’ın da bir tarihte tanımladığı<br />

gibi ABD Hazinesinin çoban köpeği (lab dog) gibi<br />

davranıyor. Temelde IMF, ABD’nin, kendi belirlediği<br />

ekonomi politikalarına diğer ülkeleri razı etmede<br />

kullandığı bir örgüt konumundadır. Nitekim Baltimore<br />

Sun Gazetesinin, 18 Haziran 1981 tarihindeki bir<br />

tespiti her şeyi anlatıyor:<br />

“Bazen, ABD yatırımlarının doğrudan dikte<br />

ettirilmesindense, çok taraflı ajansları kullanmak<br />

daha iyidir.”<br />

Nitekim 1990’ların sonlarındaki Güney Kore krizi<br />

sırasında, bu ülke’nin doğrudan IMF’ye gitmeyip,<br />

ABD Hazinesi’ne gitmesi, istediği krediyi alması,<br />

bunun rüşveti olarak da ABD’li büyük sermaye<br />

gruplarına çok büyük imkânlar tanıması IMF’nin<br />

bağımsız, uluslar üstü, özerk bir kuruluş olmadığının<br />

somut bir örneğidir.<br />

Keza, 2008 krizi sonrasında, ABD Hazinesi’nin<br />

Pakistan’ da uygulamaya konulan daraltıcı IMF<br />

koşullarını gevşettirmesi şaşırtıcı olmadı. Çünkü<br />

nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde,<br />

Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi<br />

sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle<br />

daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin<br />

bölgesel çıkarları açısından iyi olmazdı. Bu nedenle<br />

de IMF, Pakistan’da faiz oranlarının düşürülmesine<br />

karşı çıktığı bir sırada, bütçe açığının % 3,4’ten %<br />

4,9’a çıkartılmasına evet demek durumunda kaldı.<br />

IMF’nin özerkliği konusunu daha iyi tartışabilmek<br />

için tarihe bakmakta yarar var. 2. Dünya Savaşı<br />

sonrasındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve<br />

bağımsızlıkçı hareketlerin yükselişi sömürgeciliğin<br />

sona ermesine neden olmuştu. Ancak emperyalizm<br />

59<br />

yok olmadı, sadece spotlarını değiştirdi. Önceki<br />

sömürgeler resmi bağımsızlıklarını kazansalar<br />

da gerçekte politikaları ve ekonomi politikaları<br />

emperyalistlerce ve büyük sermaye tarafından<br />

şekillenmeye devam etti. Sosyalistler, resmi olarak<br />

bağımsız, ancak ekonomik olarak emperyalizm<br />

tarafından kontrol edilen bu ülkelerin bu çelişkili<br />

durumlarını anlatmak için bu ülkeler için yarı sömürge<br />

tanımını kullanırlar. Bu durumu Jesse Jackson, Afrika<br />

Uluslar Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle<br />

özetler: “Emperyalistler eskiden mermi ya da urgan<br />

kullanırlardı, şimdi ise DB ve IMF’ yi kullanıyorlar”.<br />

Bugünkü emperyalist hegemonya ekonomiktir ve<br />

bu dünya piyasalarının kontrolüyle, ÇUŞ’ ların<br />

gücüyle, uluslar arası finansal kurumlarla ve yoğun<br />

bir askeri güçle muhafaza edilmektedir. Gerektiğinde<br />

emperyalizm, piyasaları koruyabilmek için, askeri<br />

olarak da müdahale etmektedir. Fantastik bir teknoloji,<br />

büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü<br />

barındıran bu şirketler ve büyük kapitalist hükümetler<br />

dünyanın kaderini belirlemektedirler. Kendi güçlerini<br />

ve karlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik<br />

kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde<br />

görmektedirler. Emperyalist sermaye bu bağlamda<br />

IMF, DB ve DTÖ’ nü, kendi sınıfsal çıkarlarına<br />

hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali<br />

hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için<br />

kullanmaktadır. Yani, IMF ve DB’ nın, emperyalizmin<br />

güçlü birer enstrümanı olarak yarı sömürge dünyanın<br />

ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde<br />

kullanıldığını ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda,<br />

daha önce ele aldığımız ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’<br />

küresel sermayenin yarı sömürge ülkeleri yönetmede<br />

kullandığı politik bir şantaj şeklidir.<br />

Aşırı birikim ve aşırı üretimden kaynaklanan kar<br />

oranlarındaki azalma ve bunun türev sonucu olarak<br />

yetersiz talep sorunu, neo-liberalizmin, az gelişmiş<br />

dünyayı hem ucuz işgücü hem de yeni pazarlar<br />

olarak emperyalist sermayenin hizmetine açmasıyla<br />

sonuçlanmıştır. Böylece, ÇUŞ’ lar ürünlerini girdikleri<br />

ülkelerin yerli üreticilerden daha ucuza satarak<br />

ekonomileri ele geçirebilmişlerdir. IMF üzerinden<br />

yürütülen neo- liberal kemer sıkma programlarının<br />

yerel üreticiler için verilen sübvansiyonlara, küçük<br />

çiftçilere verilen yardımlara ve küçük işletmelere<br />

verilen desteklere bulaşmasının da ana nedeni budur.<br />

Böylece, serbest ticareti öngören neo-liberalizm<br />

yoksul ülkelerin insanları için bir felaket olurken,<br />

serbest ticaret görüntüsü altında, ÇUŞ’ lar bu ülkelerin<br />

zenginliklerine el koydular ve bu serveti Batının büyük<br />

bankalarının kasalarında depoladılar. Gerçekte, IMF,


DB ve DTÖ destekli olarak hayata geçirilen böyle<br />

bir süper ekonomik dominasyon, geçmişte yürütülen<br />

doğrudan ırkçı sömürgeciliğin gizlenmiş bir şeklidir.<br />

SORU 11: Bu örnekler, IMF’ nin sadece özerk<br />

değil, aynı zamanda demokratik olmayan bir<br />

yapısının da olduğunu göstermiyor mu IMF<br />

geçmişte, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünü<br />

desteklemişti. Yakın dönemde de bu tür antidemokratik<br />

iktidarları desteklediği oldu mu<br />

IMF, geçtiğimiz aylarda Honduras’taki darbeci<br />

hükümete 150 milyon ABD doları ve 9 Eylül’de 14<br />

milyon ABD doları tutarında kredi verdi. Dünyadaki<br />

hiçbir hükümet ya da örgütün, DB, BM ya da bölgesel<br />

kalkınma bankasının bu darbeci askeri hükümeti<br />

tanımamasına ve hatta verdikleri mali destek ve<br />

kredileri durdurmasına rağmen, IMF’nin darbenin<br />

hemen ardından darbecilere destek vermesi IMF’nin<br />

politik arenadaki konumunu da ortaya koymaktadır.<br />

IMF’nin bu tutumu aslında kurulduğu tarihten bu yana<br />

onun temel gözetmeni olan ABD ‘nin politikalarıyla<br />

uyumludur. Honduras’taki darbenin ardından, ABD<br />

Hükümeti bu ülkeye doğrudan verdiği 18 milyon<br />

ABD dolarlık yardımı keserken, IMF üzerinden<br />

bunun 10 katını vermiştir. Aynı IMF, geçen Kasım<br />

ayında bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş<br />

başkanı Zeleya Hükümeti ile yapılmış olan Standby<br />

anlaşmasını, ekonomi politikaları konusunda anlaşma<br />

sağlanamadığı gerekçesiyle, durdurmuş ve krediyi<br />

kesmişti.<br />

Aslında IMF’ nin anti-demokratik iktidarları<br />

desteklemesi yeni değil. 1970’li yıllarda Filipinlerdeki<br />

diktatör Marcos’a ve Zaire’de diktatör Mobutu’ ya da<br />

destek vermişti.<br />

Darbeci hükümetlere destek verme konusunda son<br />

derece cömert davranan IMF aynı ilgiyi demokratik<br />

halk iktidarlarına göstermemiş, hatta kredilerini onları<br />

cezalandırmada bir araç olarak da kullanmıştır.<br />

Örneğin, Nikaragua’da 1979 yılında yapılan<br />

Sandinista devriminin ardından hem IMF hem de DB,<br />

devrimin tüm L. Amerika’ya yayılacağı endişesiyle,<br />

bu ülkeye vermekte oldukları tüm kredileri kestiler.<br />

Sandinista Hükümeti, halkın da desteğiyle bazı<br />

şirketleri millileştirdi, okuryazarlık kampanyası,<br />

sağlık ve ucuz gıda gibi halkının lehine olan projeleri<br />

başlattı. ABD, IMF ve DB’ nı Nikaragua’ya hali<br />

hazırda verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmeye<br />

zorladı ve bunu başardı. Ayrıca devrilen diktatörün<br />

borçlarının da hemen ödenmesini talep etti ve yeni<br />

kredi verilmesini engelledi.<br />

Keza, aynı ABD, Meksika’nın Nikaragua’ya yaptığı<br />

petrol satışlarını durdurdu, kontr-gerilla ordusunu eğitti<br />

ve finanse etti. Bundan 12 yıl sonrasında, 1992 yılında,<br />

bir muhafazakâr hükümet iş başına geldiğinde ise, her<br />

iki kuruluş da kolları sıvayarak ekonomiyi tamamıyla<br />

dönüştüren bir destek programı uygulamaya başladı.<br />

Köylüler tarafından daha öncesinde el konulmuş olan<br />

topraklar tekrar büyük toprak sahiplerine geri verildi,<br />

millileştirilmiş şirketler özelleştirildi, daha öncesinde<br />

bedava olan sağlık ve eğitim hizmetleri kısmen<br />

özelleştirildi ve kamu işçileri yığınsal olarak işten<br />

çıkartıldı. Bugün bu ülkenin borç stoku GSYİH’ sının<br />

6 katı tutarında, nüfusun % 74’ü yoksul, % 60’ ı işsiz<br />

ve beş yaşın altındaki çocukların % 30’u yeterince<br />

beslenemiyor.<br />

Keza, IMF 2002 yılında Venezüella devlet başkanı<br />

Chavez’e karşı yapılan, ancak sadece birkaç saat<br />

ayakta kalabilen askeri darbenin hemen ardından,<br />

darbecilere her türlü mali desteği vermeye hazır<br />

olduklarını açıklamıştı.<br />

Tüm bu örnekler uluslar arası politika arenasında IMF’<br />

nin, ABD’ nin emperyalist hegemonyasının devamı<br />

için bir araç olarak da kullanıldığının göstergesidir.<br />

IMF’nin, karar alma mekanizması anlamında, iç<br />

işleyiş biçimi de demokratik değildir. Bunun ana<br />

nedeni, sermaye payı anlamında kota ve oy hakkı<br />

dağılımıdır. Buna göre, en büyük beş kotaya ve oy<br />

hakkına sahip ülkeler sırasıyla; ABD (% 17.09 ve %<br />

16.77 ) , Japonya ( % 6.12 ve % 6.02), Almanya ( %<br />

5.98 ve % 5.88), Büyük Britanya ve Fransa’dır (her<br />

biri % 4.94 ve % 4.85). İkinci büyük grup ülkeler ise,<br />

Çin (% 3,72 ve % 3,66), S. Arabistan (% 3,21 ve %<br />

2,69) ve Rusya’dır ( % 2,73 ve % 2,69). Türkiye’nin<br />

payı ise sırasıyla % 0,55 kota ve % 0,55 oy hakkıdır.<br />

Azgelişmiş diğer ulusların payları da % 001 ile %<br />

1 arasında değişmektedir. Böylece oyların % 40’ı en<br />

büyük beş ülkeye aittir. S.Arabistan, Çin ve Rusya’yı da<br />

içine kattığımızda oyların % 50’sini bulan bir kısmının<br />

ve veto hakkının büyük ülkelere ait olduğu görülür.<br />

Bu durum uluslar üstü bir kurum görüntüsündeki<br />

bu örgütün aslında zenginler kulübünün bir örgütü<br />

olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu açıdan<br />

azgelişmişlerin gerçekte IMF kararlarında söz hakkı<br />

yoktur. Bu ülkeler için toplantılara katılmak sadece bir<br />

ritüel gereğidir. 2008 krizi sonrasında azgelişmişlerin<br />

kotasının üç katına kadar çıkartılabilmesine imkân<br />

veren değişikliğin ise hiçbir işe yaramayacağı açıktır.<br />

60


SORU 12: IMF’ nin değişmekte olduğu doğru<br />

mudur Doğruysa bu değişikliği nasıl yorumlamak<br />

gerekir<br />

IM F’nin değişmekte olduğu iddiaları Nisan 2009’da<br />

toplanan G20 Londra Zirvesi ve yine aynı yıl yapılan<br />

IMF İstanbul Zirvesi sonrasında dillendirilmeye<br />

başlandı.<br />

Değişimle ilgili olarak, öncelikle, bu yıl ikinci baskısı<br />

yapılan ‘Kapitalizmin Krizi’ adlı kitabımda da geniş<br />

olarak yer verdiğim gibi, G20 Londra Zirvesi’nden<br />

çıkan kararların iyi okunması gerekli. Bu zirvede bir<br />

araya gelen G20 ülkelerinin li derleri krize karşı küresel<br />

işbirliğinin koordinasyonu anlamında, hem IMF’nin<br />

mali gücünü ve rolünü artırmaya, hem finansal piyasaların<br />

regülasyonuna, hem de dünya ticaretine ilişkin<br />

bir dizi ka rar aldılar. Bu kararlar özetle:<br />

— Güvenin tesisi, istihdam ve büyümenin<br />

canlandırılabilmesine yö nelik olarak ortak eylem<br />

planı,<br />

—Finansal denetim ve regülasyonların<br />

güçlendirilmesine yöne lik olarak finansal sistemin<br />

regülasyonuna ve gözetimine ait bir reform taslağı,<br />

— IMF ve Dünya Bankası üzerinden sağlanan,<br />

finansman miktarını 850 milyar ABD dolarına<br />

artırmak, IMF kaynaklarını üç misli artı rarak 750<br />

milyar ABD dolarına çıkartmak ve toplamda 250<br />

milyar ABD dolarlık bir dış ticaret finansmanı<br />

sağlamak;<br />

— IMF’nin Esnek Kredi Kolaylığı (FLL) koşullarının<br />

ve Dünya Bankası’nın az geliş miş ülkelere dönük<br />

uygun kredilere erişim koşullarının yumuşa tılması,<br />

— 2011 sonunda IFIS-IMF kota reformu ve Dünya<br />

Bankası’nın reformu (<strong>2010</strong>), IMF ve Dünya<br />

Bankası’ndaki istihdamın liyakata göre yapılması,<br />

IMF stratejisi ve sorumlulukla rının belirlenmesinde<br />

fon guvernörlerinin daha fazla inisiyatif al malarının<br />

sağlanması,<br />

— Küresel ticaret ve yatırımların geliştirilmesi,<br />

korumacılığın ön lenmesine yönelik olarak ülkelerin bir<br />

yıl için korumacılığa baş vurmamaları doğrultusunda<br />

2008 Kasım’ında alınan kararın <strong>2010</strong> yılına kadar<br />

uzatılması,<br />

— Adil ve sürdürülebilir bir canlanmanın<br />

sağlanabilmesine yöne lik olarak, Milenyum Kalkınma<br />

Hedefleri’ne bağlılık, düşük gelir li ülkelere Sosyal<br />

Sorum luluk Fonu adı altında, 50 milyar ABD dolarlık<br />

bir fon tahsisi, IMF’nin imtiyazlı kredilerinin limitleri<br />

ve kapasitesinin artırılabilmesi için altın rezervlerinin<br />

bir kısmının satılması, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün<br />

krizin yoksullar üzerin deki etkilerini izleyen bir<br />

mekanizma oluşturması ve daha yeşil bir üretim<br />

dünyasının sağlanması biçimindeydi.<br />

İstanbul IMF Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiri<br />

de ise, IMF’nin kuruluşu sırasında yer alan temel<br />

amaçlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmediği<br />

vurgulandı. Bu klasik amaçlar sırasıyla; Uluslararası<br />

ticaretin geliştirilmesini, böylece büyüme ve istihdam<br />

yaratılmasını teşvik etmek, döviz kuru istikrarını<br />

sağlayarak uluslararası açık ödeme sisteminin<br />

devamını sağlamak ve ödemeler bilânçosu sorunlarına<br />

yönelik olarak gerektiğinde ülkelere, yeterli miktarda<br />

döviz kredisi vermek.<br />

Aynı toplantıda bu amaçlara ilave olarak 2008 krizine<br />

karşı yeni eylem planları açıklandı. IMF’nin iyiye<br />

doğru değişmekte olduğu yorumlarına neden olan da<br />

işte bu fiili durumun beraberinde getirdiği öneriler ve<br />

alınan kararlardır. Bunlar sırasıyla;<br />

— Azgelişmiş ülkelere yönelik kredilerin artırılması:<br />

Bu çerçevede IMF 2008 yılından bu yana Beyaz Rusya,<br />

Macaristan, İzlanda, Letonya, Pakistan, Polonya,<br />

Romanya Sırbistan, Sri Lanka ve Ukrayna’ya yönelik<br />

olarak 160 milyar ABD dolarlık rekor bir taahhütte<br />

bulundu.<br />

— Azgelişmiş ülke ekonomileri için yeni bir kredi<br />

hattının oluşturulması: Küresel finansal kriz<br />

nedeniyle ülkelerin yaşadıkları likidite problemlerinin<br />

çözümüne yönelik olarak yeni bir kısa vadeli likidite<br />

kolaylığı uygulaması başlatıldı. Kolombiya, Polonya<br />

ve Meksika gibi ülkeler bu krediler için başvuruda<br />

bulundular.<br />

— Sosyal korumaya önem verilmesi: IMF olabildiğince<br />

sosyal harcamaların korunacağını açıkladı. Örneğin,<br />

Pakistan’da yoksullara yönelik nakit transferleri ve<br />

elektrik sübvansiyonları sunulacağı ileri sürüldü.<br />

Çok tartışılan yapısal reformların, krizden en<br />

fazla etkilenen kesimleri gözetecek bir biçimde<br />

tasarlanacakları açıklandı.<br />

— Çok düşük gelirli ülkelere yönelik kredilerin<br />

artırılması: IMF bu tip ülkelere yönelik finansal<br />

yardımlarını iki katına çıkarttı. 2008 yılında bu tip<br />

ülkelere yönelik yardımlar 1,5 milyar ABD doları iken<br />

bu rakam Temmuz 2009 itibariyle 2,9 milyar ABD<br />

doları olarak gerçekleşti. Ayrıca SDR’ler aracılığı ile<br />

yaratılacak olan 250 milyar ABD dolarlık kaynağın<br />

18 milyar dolarının bu tip ülkelere yöneleceği ve bu<br />

paranın, ülkelerin rezervlerinin güçlendirilmesinde ya<br />

da ödemeler bilânçosu problemleri nedeniyle ortaya<br />

61


çıkan nakit ihtiyacına yönelik olarak kullanılabileceği<br />

dile getirildi.<br />

— Kredi koşullarının kolaylaştırılması: Geçmiş<br />

dönemlerde Fon, program çerçevesinde belirlenen<br />

amaçlarla doğrudan ilgili olmamakla beraber ülkenin<br />

uzun dönemli gelişimi için gerekli olabilecek şartları<br />

anlaşmalara dâhil etmekteydi. Bundan böyle,<br />

kredilerin bağlandığı şartların kolaylaştırılacağı ve<br />

yalnızca ülkelerin cari dönemde yaşadıkları ekonomik<br />

sorunların çözümünün hedefleneceği açıklandı.<br />

IMF’nin avukatlığına soyunmuş yayın organları da<br />

IMF’nin değiştiğini söylüyor. Örneğin The Economist’<br />

e göre, IMF yeni bir görünüme büründü. Buna göre,<br />

IMF artık sadece Wall Street ve Avrupa bankaları<br />

için değil, dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar için<br />

çalışacak. Bunu da, hem kaynaklarının 1,1 trilyon<br />

ABD dolarına çıkartılması, hem de işleyiş biçiminde<br />

önerilen bazı değişikliklere ve IMF’ nin giderek<br />

daha çok azgelişmişlerin sorunlarına yöneleceğinden<br />

hareketle savunuyor.<br />

Yani, IMF’ye sanki dünya çapında “son borç verici<br />

kurum” anlamında bir dünya merkez bankası rolü<br />

veriliyor. Üç katına çıkartılmış kaynaklarıyla IMF şu<br />

ana kadar oynadığı rolü daha önce ayak basmadığı<br />

bölgelere doğru genişletmeyi düşünüyor. Tarihinde<br />

ilk kez IMF bu yaygınlıkta klasik koşullarına bağlı<br />

olmayan kredi tahsisi yapmayı planlıyor. Bu durum<br />

onu resesyonda kredi enjeksiyonu yapma anlamında<br />

son borç verici konumuna yaklaştırıyor ve haklı olarak<br />

da bugünkü gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında<br />

Bretton Woods anlaşmasıyla kıyaslanıyor ve G20<br />

Londra Zirvesi sonucunda BW benzeri bir yeniden<br />

yapılanmaya gidilip gidilemeyeceği tartışılıyor.<br />

Öncelikle vurgulamak gerekir ki, IMF’nin değiştiğine<br />

ilişkin yorumlara esas teşkil eden bu kararlar,<br />

krizdeki dünya ekonomisinin kumanda ve kontrolünü<br />

tamir etmeye yönelik olduğunu kararlardır. Ancak,<br />

IMF kaynaklarını artırmaya dönük bu 1,1 trilyon<br />

ABD dolar lık plan, 600 trilyon ABD dolarlık türev<br />

borç piyasasındaki toksik borçlarla ilgili hiçbir şey<br />

söylemiyor ve bu toksik borçlar finansal sistem için<br />

yeni kriz riskler oluşturmaya devam ediyor. Bu durum<br />

son borçlanıcı rolü verilen IMF’ nin de en önemli<br />

kısıtını oluşturuyor. Nitekim IMF son olarak, finansal<br />

sistemin zararının <strong>2010</strong> yılında 4 trilyon ABD dolarını<br />

bulacağını açıklamıştı. Söylentilere göre, IMF daha<br />

yüksek rakamlar telaffuz etmeye hazırlanıyor. Böyle<br />

bir ortamda finansal piyasaların pusulası niteliğindeki<br />

güvenin nasıl tesis edileceği ve IMF’nin bu işin<br />

kaptanlığını nasıl becerebileceği ciddi bir sorundur.<br />

Kaldı ki, 1,1 trilyon ABD dolarlık enjeksiyon, fabrika<br />

kapanmaları ve iflasları durdurmak, istihdam yaratmak,<br />

konutların el değiştirmesini durdurmak ve<br />

ihtiyaç içindeki üçüncü dünya ülkelerine yardım için<br />

kullanılmayacak, çalı şan sınıflara veya yoksullara<br />

gitmeyecektir. Bu para kriz nedeniyle iflasın eşiğine<br />

gelmiş kapitalist devletlere borç olarak verilecektir.<br />

Bunu yaparken de IMF, her zaman olduğu gibi,<br />

krizlerin bedelini ihtiyaç halindeki ülkelerin kapitalistlerine<br />

değil, işçilerine, köylülerine ve<br />

yoksullarına ödettirecektir. Nitekim Kriz sonrasında<br />

yapılan çok sayıda kredi anlaşması bunu ortaya<br />

koymuştur.<br />

Ayrıca, bu trilyon ABD dolarlık fon, IMF’nin<br />

kamusal yoldan fonlanmasıyla sağlanmış olan bir<br />

fondur ve özel bankaların hizmetine sunulacaktır.<br />

Kriz nedeniyle bankalara borç geri ödemelerini<br />

yapamayan ülkeler bu sözü edilen fondan kredi alarak<br />

bu borçlarını ödemeye çalışacaklar. Böylece, aslında,<br />

G20 bir adımda IMF’nin kreditör ve gelecekteki borç<br />

tahsildarı rolünü yeniden zorunlu, vazgeçilemez bir<br />

hale getirmiştir.<br />

Washington Uzlaşması yıllarından bu yana IMF’ nin<br />

kötü isminin nedeni, kalkınmayı destekleyen bir acente<br />

olmaktan ziyade bir banker gibi davranmasıydı. Krizle<br />

mücadele konusunda yapılan resmi açıklamaların<br />

tersine, krizin kendisi eski IMF’ nin yeniden dünyaya<br />

gelmesinde ebelik görevi yaptı. Yani kriz yeni IMF’<br />

yi doğurttu. IMF’ ye örneğin 3 trilyon ABD doları<br />

dahi verilmiş olsaydı, çöken dünya talebini ayağa<br />

kaldırma konusunda bir farklılık ortaya çıkmazdı.<br />

Bu 3 trilyon ABD doları efektif talebi ve istihdamı<br />

ayağa kaldırmayı finanse etmek için değil, kriz içinde<br />

olan ve geri ödemelerini yapamayan hükümetlere<br />

yapılacak kredilendirmede bir donanım faktörü olarak<br />

kullanılacaktı. Bir başka deyimle G20 ülkelerinin<br />

IMF kaynaklarını güçlendirme kararı bırakın düğümü<br />

çözmeyi konuya değinmiyor bile.<br />

1,1 trilyon ABD dolarlık kaynağın bir kısmı aslında<br />

sanıldığı gibi ihtiyaç halindeki ülkelere kredi<br />

biçiminde de verilmeyecektir. Bunun 250 milyar<br />

ABD doları, dünya ticaretine yöneliktir, ancak bu<br />

bir harcama şeklinde değil, sigor ta şeklindedir.<br />

İhracatçının parasını alamaması durumunda sağlanan<br />

bir ödeme garantisi niteliğinde bir destektir. Yani,<br />

250 milyar ABD dolarlık ticari kredi sigortası, mal<br />

bedellerinin ödenmemesi durumunda ihracatçıları<br />

kurtarmak için sunulmaktadır. Vergi mükelleflerinin<br />

cebinden çıka cak olan bu para, istihdamı korumak,<br />

kamulaştırma yapmak ya da gıda ve ilaç sübvansiyonu<br />

için kullanılmayacaktır.<br />

62


Nitekim IMF, 2009 yılında 283 milyar ABD dolarlık<br />

bir kredi tahsisi yaptı, ama bunun büyük kısmı zengin<br />

ülkelere, bir kısmı yükselen piyasalara ve sadece 20<br />

milyar ABD dolarlık kısmı yoksul ülkelere ayrıldı.<br />

Dolayısıyla IMF’ ye sunulan bu yeni kaynak<br />

imkânı, aslında mevcut krediler, yeni bir dış ticaret<br />

sigorta sistemi ve IMF’nin para basması imkânı dışında<br />

bir yenilik de içermemektedir. Artık sadece<br />

finans kapital için değil, aynı zamanda azgelişmiş<br />

ülkelerin sorunlarının çözümü için çalışacağı iddiası<br />

ise tutarsızdır. Bu iki grup arasındaki uzlaşmaz<br />

nitelikteki bir çelişki uluslararası sermaye tarafından<br />

kurdurulup, denetlenen, güçlendirilen bir kurumca<br />

nasıl çözümlenebilecektir Kaldı ki, hala hedge<br />

fonlar ve vergi cennetleri gibi Anglo-Sakson finansal<br />

modelin temel dayanaklarına karşı bir duruş bile<br />

sergilenememiştir. Bankaları kontrol etmekte başarısız<br />

kalan mekanizmalar şimdi hedge fonları nasıl kontrol<br />

edebilecektir<br />

Bu anlamda G–20 toplantılarından çıkan IMF’nin<br />

yenilenen rolü, bir göz boyama niteliğindedir. Bu<br />

rolde dünyanın ezilen, sömürülen, yoksul halklarının<br />

durumlarını iyileştirici bir yenilik mevcut değildir.<br />

Siyah Obama ile ABD emperyalizmi ne kadar insancıl<br />

olduysa, G–20 sonrası IMF’ de o kadar insancıl<br />

olacaktır.<br />

SORU 13: IMF’ den umutlu olanlar bu<br />

kurumun reforma tabi tutulması ve hedeflerinin<br />

daha da netleştirilmesiyle yararlı bir kurum<br />

haline getirilebileceğini ve eski hatalarını<br />

tekrarlamayacağını ileri sürüyorlar. Bunlar size<br />

inandırıcı geliyor mu<br />

Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir. IMF<br />

geçmişte, yardıma ihtiyacı olan birçok ülkeye, pek<br />

çok yanlış politika dayatıp onları daha da sıkıntıya<br />

soktu. 2008 krizinden sonra bunu sürdürdü. Örneğin,<br />

ekonomisinin % 18 küçüleceğini tahmin ettiği<br />

Letonya’da IMF, beklenenin aksine devalüasyona<br />

karşı çıktı. Oysa devalüasyon Letonya ekonomisi için<br />

daha iyi olabilirdi. Çünkü devalüasyon yapılmayınca<br />

geriye sadece ekonomiyi küçültmek ve reel ücretleri<br />

düşürmek kaldı. Aynı yanlışı IMF 1999–2002 derin<br />

krizi sırasında Arjantin’de de yapmıştı.<br />

IMF geçmişte de, örneğin Stiglitz gibi bazı iktisatçılar<br />

tarafından, bütün azgelişmiş ülkelere aynı formatta<br />

reçeteler yazmakla suçlanıp eleştirilmişti. Oysa az<br />

gelişmiş ülkeler dahi kendi içlerinde homojen bir<br />

yapıya sahip değiller. Öyle ki enflasyonun talep<br />

63<br />

mi yoksa maliyet enflasyonu biçiminde mi olduğu<br />

ülkelere göre değişmekte, bu da anti enflasyonist<br />

önlemleri kökten değiştirebilmektedir. Bu bağlamda<br />

“Yapısal İktisatçılar” adı verilen bir grup Latin<br />

Amerikalı iktisatçı, ABD’ nin Latin Amerika’yı yanlış<br />

analiz ettiğini, arz yönlü bir enflasyonun varlığına<br />

rağmen IMF’ nin ısrarla bu ülkelere talep düşürücü<br />

politikalar dayatarak, bu ülkeleri daha da daralttığını,<br />

hatta stagflasyona soktuğunu iddia ettiler.<br />

Her ülkeye aynı reçetenin yazılması şu tür sorunlara<br />

da neden oldu: AGÜ’ ler henüz hazır olmadan, bazen<br />

de sömürgecilik dönemlerindeki gözdağı siyasetiyle,<br />

piyasalarını uluslar arası sermayeye açmak zorunda<br />

kaldılar. Bu açılımdan faydalananlar ise gelişmiş<br />

kapitalist ülkelerin çok uluslu şirketleri oldu. Standart<br />

Yapısal Uyarlama Politikaları, AGÜ hükümetlerinin<br />

kendi ekonomilerini idare etme imkânlarını ellerinde<br />

aldı ve bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk daha<br />

da arttı.<br />

Şu ana kadar yapılan eleştiriler dışında, IMF’<br />

nin benimsemiş olduğu iktisadi felsefeye, temel<br />

paradigmaya ve temel aldığı modele yönelik ciddi<br />

eleştiriler yapmak da mümkündür.<br />

IMF politikalarının temelinde ‘Finansal<br />

Programlama Modeli’ adı verilen bir model yatıyor.<br />

Bu model ağırlıklı olarak Monetarist bir felsefenin<br />

ürünüdür. Ancak Howard gibi bazı iktisatçılara göre,<br />

model saf Monetarist bir model olmaktan ziyade<br />

Monetarist, Keynesyen ve Yeni-klasik serbest piyasa<br />

yaklaşımlarının eklektik bir ürünü.<br />

Modele göre, gelişmekte olan ülkelerde görülen<br />

ödemeler dengesi sorunları, iç kredi hacmindeki<br />

artışın para arzını artırmasıyla ortaya çıkan parasal<br />

bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla,<br />

kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması,<br />

bu açığın kamu sektörüne sağlanan merkez bankası<br />

kaynaklarından karşılanması ve para talebi veri iken<br />

bunun para arzını artırması sonucunda enflasyon<br />

oluşmakta ve beraberinde de ödemeler dengesi<br />

açıkları ortaya çıkmaktadır. Böylece IMF programı<br />

uygulayan bir ülkenin yapması gereken ilk iş, iç kredi<br />

hacmini daraltmak (hem özel sektöre hem de kamu<br />

sektörüne yönelik) ve buna neden olan bütçe açıklarını<br />

kapatmak ya da azaltmaktır. Ayrıca yaklaşım döviz<br />

kurunun ödemeler bilançosu üzerindeki etkilerinden<br />

yola çıkarak, ödemeler bilançosunu dengeleyebilmek<br />

adına hemen hemen bütün programlar için devalüasyon<br />

yapılmasını şart koşmaktadır.<br />

Böylece toplam arz ile toplam talep arasındaki<br />

dengesizliğin çözümü, toplam talebin toplam arz


teşhis konulmakta ve yanlış tedavi yöntemleri<br />

uygulanmaktadır. IMF’nce alınan bu önlemler ise<br />

doğaları gereği daraltıcı olup, istihdam, üretim ve gelir<br />

azalmasına ve gelir dağılımında hızlı bozulmalara<br />

neden olurlar, bu da yoksulluğu artırırlar.<br />

Reform konusuna gelince, son krizle beraber küresel<br />

finansal sisteminin reforma tabi tutulması yönünde<br />

talepler ve baskılar artmaya başladı. Ancak, bu<br />

krizdeki durum, 1990’ların krizlerinden farklı. Çünkü<br />

bu kriz AGÜ’ler kadar zengin ülkeleri ve geçmişteki<br />

adaletsiz dünya düzeninden büyük fayda sağlayan<br />

ekonomileri de etkiledi. Ayrıca geçmiştekilerden<br />

farklı olarak, AGÜ’ lerin reform konusundaki sesleri<br />

biraz daha fazla çıkıyor.<br />

IMF ve DB içindeki insanların kendileri de, reforma<br />

tabi tutulmaları gerektiğini dillendirmeye başladılar.<br />

Örneğin, Dünya Bankası başkanına göre G7 işlemiyor,<br />

daha çok ülkenin katıldığı büyük bir gruba ihtiyaç var.<br />

seviyesine çekilmesini sağlayan bir istikrar<br />

programıyla mümkün olabilmektedir. IMF’ye yapılan<br />

temel eleştirilerden birisi bu noktada oluşur. Buna göre<br />

talep yönlü baskı gereğinden fazla abartılmaktadır.<br />

Kendisini ağırlıklı olarak ‘Yapısalcı Görüşler’<br />

olarak ifade eden bu eleştiriye göre gelişmekte olan<br />

ülkeler talep yönlü olmaktan ziyade arz yönlü bir<br />

baskı altındadırlar. Bu nedenle de gelişmekte olan<br />

ülkelerdeki üretim yapısından kaynaklanan (yapısal)<br />

sorunlara sırt çeviren ve istikrarsızlığı talep fazlasında<br />

arayan IMF politikaları başarılı olamamaktadır.<br />

Yapısalcı görüşlerin dayandığı temel nokta azgelişmiş<br />

ülkelerdeki üretim (arz) ve talep yapısının katılığıdır.<br />

Böylece talep yapısı yeterince esnek olmadığı sürece<br />

para arzının daraltılmasının enflasyonu düşürme<br />

yönündeki etkisi çok zayıf olacaktır. Ayrıca kamu<br />

harcamaları da çok katı bir görünüm sergilemektedir.<br />

Böylece faizlerin serbest bırakılması ve kredi hacminin<br />

daraltılması biçimindeki sıkı para politikaları özel<br />

tüketim ve kamusal harcamaları kısmaktan ziyade,<br />

özel yatırım harcamalarının düşmesine neden olacak<br />

ve bu da uzun vadede üretim ve istihdamın düşmesine<br />

yol açacaktır. Böylece gelişmekte olan ülkelerdeki<br />

hali hazırda mevcut olan yapısal sorunlar giderek<br />

tırmanacaktır. Bu da ekonominin uzun vadede döviz<br />

yaratma (ihracat) kapasitesini daraltacak ve ödemeler<br />

dengesi sorunlarının daha da ağırlaşmasına neden<br />

olacaktır.<br />

Kısaca, temel aldığı iktisadi felsefenin tutarsızlığı<br />

nedeniyle üretimden kaynaklanan sorunların göz<br />

ardı edildiği böyle bir durumda hastalığa yanlış<br />

Fransa devlet başkanı ve AB dönem başkanı Sarkozy,<br />

IMF ve DB’ nda temel reformlar yapılması çağrısında<br />

bulundu. Bu çağrı, yeni bir finansal mimari için olduğu<br />

kadar, eriyip yok olmaya başlayan bu iki kurumu<br />

kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilmelidir.<br />

Sarkozy’ nin önerisi, uluslar arası bankacılık<br />

sisteminin daha sıkı denetlenmesi ve devletlerarasında<br />

zararlı vergi rekabetine neden olan vergi cennetlerinin<br />

ortadan kaldırılmasını içeriyor. Ancak burjuva<br />

hükümetlerin liderlerinin ve OECD gibi örgütlerin<br />

benzer önerileri 20–30 yıldır yapmakta olduğunu da<br />

unutmamak gerekir. Yani, bu yeni bir şey değil.<br />

Ayrıca, Sarkozy’ nin adeta ikinci bir Bretton Woods<br />

toplanması yönündeki talebini ciddiye alabilmek<br />

için o ve diğer liderlerin, az gelişmiş ülkelerin<br />

hem IMF hem de DB’ nda daha fazla söz hakkına<br />

sahip olma yönündeki taleplerine sahip çıkmaları<br />

gerekiyor. Bilindiği gibi Stiglitz gibi reformist<br />

iktisatçılar, azgelişmişlerin daha iyi temsil edilmesi,<br />

daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi<br />

yönetişim konularını uzun zamandır tartışmakta,<br />

ancak aynı zamanda da bu kurumların bunu<br />

sağlayacak temellerinin olmamasından dolayı, bu<br />

kurumları özellikle de IMF’ yi ikiyüzlü davranmakla<br />

suçlamaktadırlar.<br />

Diğer taraftan, ABD, Kasım 2009 ortalarında finansal<br />

krizi tartışmak amacıyla G20 ülkelerine bir toplantı<br />

daveti yaptı. Gayrı resmi yapılanmasına rağmen,<br />

G20 ekonomileri ’ dünya GSH’ sının % 90’ını, dünya<br />

nüfusunun % 80’ini temsil ediyorlar (en yoksul % 20<br />

yani 160 ülke hiç temsil edilmiyor ). Bu toplantıda<br />

AGÜ’ ler ve Avrupalı ülke temsilcisinin bir kısmı<br />

64


olası temel reformları tartışmak istediler, ama ABD<br />

ve yanındakiler sadece mevcut krize ve onunla<br />

ilgili olarak alınması gerekli kısa vadeli önlemlere<br />

odaklanılmasını sağladılar. Bu saptırma görüşmelerin<br />

etkinliğini azaltan faktörlerden birisi oldu. Ardından,<br />

Birleşmiş Milletlerin Kasım 2009 sonunda<br />

düzenlediği, “kalkınmanın finansmanı” konulu daha<br />

çok katılımcıyı içeren (192 üye ülke) bir konferans ise<br />

nedense medyada çok az yer bulabildi.<br />

Ağırlıklı olarak bazı AB ülkelerince ve AGÜ’<br />

ler tarafından talep edilen bu değişikliklerin her<br />

hangi birisi etkin olarak gerçekleşebilir mi Ya da<br />

gerçekleşse dahi ne değişir Örneğin, Nisan 2008’de<br />

toplamda zengin ülkelerin oy haklarının % 3’ünden<br />

vazgeçerek, bunun % 2’sini yükselen piyasalara ve<br />

% 1’ini de diğer AGÜ’ lere devretmesi konusunda<br />

karar verilmişti. Ancak, açıktır ki bu çok şey değil<br />

ve bu kriz daha fazla şeyin ve daha anlamlı biçimde<br />

ve daha derin olarak yapılması gerektiğini ortaya<br />

koymaktadır. Bu yapılır mı, iyimser olmak çok zor.<br />

Eğer tarih iyi bir göstergeyse, güç ve açgözlülüğün<br />

iyi fikirleri yok ettiğini çok iyi biliyoruz. Sistemden<br />

faydalananların, sistem değişikliklerini kabul etmeleri<br />

zordur. Ya da kendileri lehinde olan değişiklikleri<br />

kabul etmeye yanaşırlar ki, bu da herkesin iyiliğine<br />

olmayacak bir değişikliktir. Yani reformlara karşı<br />

sistemin kendi içindeki egemenler tarafından bir<br />

direniş söz konusudur.<br />

Soru 14: Yani, IMF’nin reforma tabi tutulmasına<br />

bizzat zengin ülkelerin direnç gösterdiklerini<br />

söyleyebilir miyiz<br />

Evet. Çünkü sırasıyla G20 Nisan zirvesi ve 26<br />

Haziran 2009 tarihli BM’ in “Kalkınma Üzerinde<br />

Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinin Etkileri”<br />

konulu konferans sırasındaki gelişmeler bunu<br />

ortaya koydu. İlkinde zengin ülkelerin mevcut kriz<br />

konusunda alınacak anlamlı önlemleri destekleyeceği,<br />

ikincisinde ise daha uzun dönemli ve daha anlamlı<br />

önlemlerin hayata geçirilebileceği ümit ediliyordu.<br />

İlk toplantıyı bir kenara bırakın, ikincisinde de AGÜ’<br />

lerin belki de ilk defa seslerini yükseltebilecekleri<br />

ve reformlarını masaya koyacakları bu konferansta,<br />

zengin ülkeler reformlara yanaşmadılar. Tam tersine,<br />

az gelişmişlerden gelen haklı taleplere direndiler. İşin<br />

acı yanı, ciddi bir değişiklik olmamasına ve IMF’ ye<br />

ve DB’ na daha fazla para akıtılması kararına rağmen,<br />

Nisan G20 zirvesi büyük medyada çok olumlu bir<br />

şekilde yer bulabildi.<br />

Hatırlayalım, G20 Zirvesi sonrasında IMF, yeni<br />

kaynak anlamında 500 milyar ABD doları, 250 milyar<br />

yeni SDR sunumu sağlayarak aslan payı aldı. SDR<br />

65<br />

tahsisi efektif olarak yeni para basmak demektir.<br />

Bunun 100 milyar ABD doları yükselen piyasalara<br />

ve az gelişmiş ülkelere giderken, toplamda 1,1 trilyon<br />

ABD dolara yükselen kaynaktan dünyanın en yoksul<br />

49 ülkesine sadece 50 milyar dolar tahsis edilecek. Bu<br />

toplam tahsisatın % 5’ inden az bir orana denk düşüyor.<br />

Güçlendirilmiş bir IMF’ nin yoksul ülkeler için bir<br />

anlam ifade etmediğinin de açık bir göstergesidir bu.<br />

IMF kaynaklarındaki bu büyük artışa rağmen, IMF<br />

‘nin şu ana kadarki kurtarma paketlerinin ardından<br />

uygulattığı kemer sıkma politikalarını sonlandıracağına<br />

ilişkin açık bir taahhüt de söz konusu değil. Çünkü<br />

krizle beraber verilen birçok reçete, geçmişte<br />

eleştirilmiş olan reçetelerle aynı: Kemer sıkma ve<br />

krizde en çok ihtiyaç duyulan kamu harcamalarında<br />

kısıntılar. IMF’nin öne sürdüğü koşullar, IMF’nin 10<br />

yıl önceki Asya finansal krizlerinden ders almadığını<br />

da ortaya koyuyor.<br />

G20 zirvesi sonrasında yayımlanan tebliğ ise uluslar<br />

arası finansal kurumların(IFI) yönetişim reformlarıyla<br />

ilgili yeni hiçbir şey söylemiyor. Bankacılıkla ilgili<br />

düzenlemelerde elle tutulur somut gelişmeler yok.<br />

AGÜ’ lerin oy haklarının artırılarak daha fazla<br />

seslerinin çıkmasını sağlayacağı ileri sürülen<br />

değişiklikler ise sadece lafta kalmış gibi gözüküyor.<br />

IMF’ nin reforma tabi tutulabileceğini ve<br />

iyileştirilebileceğini savunanlar yukarıda<br />

açıkladığımız iktisadi felsefenin geçerliliğini<br />

sorgulamaksızın, onu veri alarak, yeni IMF’ nin görev<br />

tanımının iyi yapılmasıyla daha faydalı olabileceğini<br />

savunmaktadırlar. Bunlara göre IMF’nin yeni<br />

dönemde görevleri sırasıyla; ulusal politikaları<br />

nedeniyle ödemeler bilânçosu sorunları yaşayan<br />

ülkelere yardımcı olmak; küresel bir rezerv havuzu<br />

oluşturmak; makro düzeyde basiretli bir denetçi<br />

olmak; büyük ülkelerin izlediği politikaların neden<br />

olduğu risklere karşı uyarılarda bulunmak ve uluslar<br />

arası sistemin reforme edilmesini koordine etmek.<br />

Yani, reformistlerce IMF’ye hem GÜ hem de AGÜ’<br />

lerin ekonomi politikalarını izleme konusunda daha<br />

büyük yetki verilmek istenmektedir. Fakat aynı<br />

IMF yakın geçmişte 1990’ların borsa balonu ve son<br />

konut balonunu önceden görüp izleyememişti. Bu<br />

geçmişi varken ve AGÜ’ ler konusunda yanlış çok<br />

sayıda politika izlediği bir gerçekken, IMF’ye böyle<br />

bir genişletilmiş işlev, yani resesyondan çıkarken<br />

ülkelere sıkı makro ekonomi politikaları izletme<br />

yetkisi verilmeli midir<br />

Diğer yandan, 2008 küresel krizi sonrasında ortaya<br />

çıkan durum kapitalizmin bekası için ‘küresel bir


eserv sisteminin’ kurulmasını gerekli kılmaktadır.<br />

Çünkü krizden sonra ABD doları güçsüz bir küresel<br />

değer biriktirme aracı haline geldiğinden, dünyanın<br />

ABD doları esaslı bir rezerv sisteminden uzaklaşması<br />

söz konusu olabilir. Az gelişmiş ülkelerin krize etkin<br />

bir biçimde yanıt vermeyi sağlayacak ilave kaynakları<br />

yok, yani yardıma ihtiyaçları var. Ancak, az gelişmiş<br />

ülkelerin halkları yeni borç tuzaklarına düşmek<br />

istemiyorlar. Bu nedenle de bu ülkelerin güvenini<br />

kazanacak çok çeşitli ve yeni dağıtım kanalları, yeni<br />

kredi kolaylıkları gerekli, ayrıca yardımın büyük<br />

kısmı hibe biçiminde verilmeli. Ama uluslar arası<br />

finans kapitalin böyle bir yaklaşımı benimsemesini<br />

beklemek için safdilli olmak gerekir.<br />

Ayrıca, bu tür iyileştirici (!) önlemler konusuna<br />

da dikkatli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu<br />

tür öneriler aslında emekçiler açısından yoksulluk,<br />

işsizlik ve beraberindeki zulüm dışında şu ana<br />

kadar bir şey getirmemiş olan bir sistemin ve onun<br />

kurumlarının yeniden umut haline getirilmesine de<br />

hizmet edebilmektedir.<br />

SORU 15: IMF’ nin bundan böyle az gelişmiş<br />

ülkelere daha fazla miktarda ve daha iyi koşullu<br />

kredi vereceği doğru mu<br />

IMF belki de tarihinde ilk kez bu çapta bir koşulsuz<br />

kredi tahsisi yapıyor. Bu durum onun son borç verici<br />

işleviyle uyumlu. Ama bu bir radikal değişiklik değil.<br />

Çünkü IMF kurulduğu 1944 yılından bu yana ilk kez<br />

bu denli bir küresel finansal kriz ve resesyonla karşı<br />

karşıya kaldı. Bu nedenle de otomatik olarak uluslar<br />

arası finans kapital onu küresel bir merkez bankası<br />

rolü oynamaya doğru zorlamaya başladı.<br />

Aslında, IMF’ nin 2001 krizi sonrasında Türkiye’ye<br />

verdiği ve o döneme kadarki en büyük kredilerin<br />

başında gelen Standby kredilerinin de koşulları<br />

eskilere göre yumuşatılmıştı, ama bu kredilerin<br />

büyükçe bir kısmı fiilen yabancı bankaların batan<br />

Türk bankalarıyla ilgili alacaklarını tahsil etmede<br />

kullanıldı.<br />

Yani, 2008 krizi sonrasında IMF’ nin küresel krize<br />

karşı daha etkin tedbirler alması zorunluluğu kendisini<br />

açıkça dayattığından, IMF bu yönde bir dizi kararlar<br />

aldı.<br />

Bunlardan ilki, daha önce de vurgulandığı gibi,<br />

azgelişmiş ülkelere verilen IMF kredilerinin hacim<br />

olarak artırılmasıydı. Öyle ki, 2008 yılından bu yana<br />

IMF, bu ülkelere toplamda 160 milyar ABD dolarlık<br />

bir kredi taahhüdünde bulundu. Sadece Meksika için<br />

taahhüt edilen 47 milyar ABD doları ve Polonya için<br />

20,5 milyar ABD dolarıdır. İkinci olarak, azgelişmiş<br />

ekonomiler için yeni bir kredi hattı oluşturuldu. Bu<br />

yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığından şu ana kadar<br />

sadece Kolombiya, Polonya ve Meksika yararlandı.<br />

Üçüncü olarak, çok düşük gelirli ülkelere yönelik çok<br />

düşük faizli krediler ve finansal yardımlar hacim olarak<br />

artırılarak iki katına çıkartıldı. Ama çok düşük gelirli<br />

ülkelerin büyüyen IMF kredi pastasının kırıntılarıyla<br />

yetinmek durumunda kalacaklarını vurgulamıştık. Son<br />

olarak, kredi koşullarının kolaylaştırılacağı açıklandı.<br />

Uygulamada ise, 2008 krizi sonrasında verilen IMF<br />

kredilerinin sadece bir kısmının eskiye göre sıkı<br />

para ve maliye politikalarına bağlı kılınmadığı ya da<br />

sadece bir kısmında politika sıkılığının gevşetildiği<br />

görülmektedir. Büyük bir kısım kredi yine Standby<br />

kredileri statüsü altında eski bildik kemer sıkıcı<br />

politikalara bağlı olarak verilmiştir. Nitekim kriz<br />

sonrasında kredilendirilen 41 ülkenin 31’i ile yapılan<br />

kredi anlaşmaları Ortodoks sıkı para ve maliye<br />

paralarını şart koşmuştur. Kalan 10 ülke ise Polonya,<br />

Meksika, Kolombiya’nın aralarında bulunduğu<br />

nispeten gelişmiş ülkeler ya da yükselen piyasalar<br />

olarak tabir edilen ülkelerdir.<br />

SORU 16: Sözü edilen ülkeler hangi ülkeler ve<br />

bunlara ne tür koşullar dayatıldı<br />

Bu ülkeler daha ziyade Gürcistan, Ukrayna, Letonya,<br />

Romanya, Macaristan, Ermenistan, İzlanda, Pakistan,<br />

gibi ülkeler.<br />

Bunlar içinde en çarpıcı örneklerden birisi Aralık<br />

2008’de IMF ile 1,7 milyar Euro’luk bir Stand by<br />

anlaşması yapmak durumunda kalan ve % 17,2 resmi<br />

işsizlik oranıyla İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik<br />

oranına sahip bulunan Letonya’dır.<br />

Bu ülke IMF ile yaptığı Standby anlaşması gereğince,<br />

bütçe açıklarını IMF’nin istediği düzey olan % 4’e<br />

çekebilmek için kamu hastanelerinin yarısını, kamu<br />

okullarının bir kısmını kapatma taahhüdünde bulundu<br />

ve bunları uygulamaya başladı. Hali hazırda bütçesi<br />

% 40 oranında daraltıldı. Buna rağmen, bütçesini<br />

yeterince kısmadığı için Mart 2009’da IMF’ den<br />

verilmesi beklenen 200 milyon euroluk tahsisatını<br />

alamadı. Bunun üzerine, öğretmen maaşları ve<br />

emeklilerin maaşları % 10 ile % 70 arasında azaltıldı,<br />

<strong>2010</strong> yılından itibaren artık emekli maaşları enflasyona<br />

endekslenmeyecek. KDV oranları % % 21’den %<br />

23’ e çıkartılırken, petrol ve alkollü içkiler üzerinden<br />

66


alınan özel tüketim vergisi oranı artırıldı. Aylık özel<br />

geçim indirimi 90 lot’tan 35 lota düşürüldü. <strong>2010</strong><br />

yılında bütçe açıklarının daha da aşağı çekilebilmesi<br />

için GSYİH’ nın % 4’ü oranında vergi artışı ve<br />

harcama kısıntısı yapılacağı taahhüt edildi. Tarıma<br />

verilen vergisel teşviklerin azaltılması planlanıyor.<br />

Gider kısıcı tedbirler olarak ise, yapısal uyumun<br />

gerçekleştirildiği bakanlık ve kamu kurumlarının<br />

bütçelerinde GSYİH’ nın % 1,5’i tutarında kesintiye<br />

gidildi.<br />

Bu politikaların da etkisiyle, Letonya’nın GSYİH’<br />

sı 2009 yılının ilk çeyreğinde % 18 daraldı (2008’in<br />

son çeyreğinde % 10,3 daralmıştı). Bu, IMF’nin<br />

acı reçetelerinin günümüzde de sürdüğünün tipik<br />

örneğidir. Oysa IMF kredilerinin işleri daha da<br />

zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verildiği<br />

ileri sürülmektedir.<br />

IMF kredilerinin eski sıkı koşullarının sürdüğünün<br />

kanıtı diğer bir Standby anlaşması Ukrayna ile<br />

yapılan anlaşmadır. Bu ülkede de bütçe açığının %<br />

4’e çekilmesi şart koşulmuş ve bunun için; doğal gaz<br />

ve elektrik fiyatlarına % 20 dolayında zam yapılmış,<br />

kamusal mal ve hizmet sunumunda kısıntılara<br />

gidilmiş, kamu çalışanlarının ücretlerine zam<br />

yapılmayacağı kararlaştırılmış, başta enerji dağıtım<br />

firmaları olmak üzere bazı KİT’lerin özelleştirilmesi<br />

hızlandırılmış, sıkı para politikası uygulanması sözü<br />

verilmiş, bu arada beş özel bankanın kurtarılması<br />

kararlaştırılmıştır.<br />

Bugün Ukrayna adeta resesyon ve IMF koşullarının<br />

pençesinde kıvranıyor. IMF, resesyonla sarsılan<br />

Ukrayna’nın 2009 yılı sonunda talep ettiği 2 milyar<br />

ABD dolarlık acil yardım kredisini <strong>2010</strong> bütçesini<br />

basiretli bir biçimde hazırlamadığı ve yaklaşan<br />

devlet başkanlığı seçimi için politik bir uzlaşma<br />

sağlayamadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Oysa<br />

Hükümetin, Rusya’ya olan doğal gaz borcunu ve<br />

memur maaşı ve emekli maaşlarını ödeyebilmek için<br />

bu paraya ihtiyacı vardı.<br />

Ukrayna Maliye Bakanı Ihor Umansky, IMF ile<br />

görüşmeleri <strong>2010</strong> yılı başlarında tazeleyeceklerini<br />

ancak bu yılın sonundan önce taze bir IMF kredisi<br />

almanın mümkün olmayacağını açıkladı. IMF ise<br />

2009 yılında, GSYİH’ sı % 15 oranında daralmış<br />

olan bu ülkeye hali hazırda 11 milyar ABD doları<br />

kredi verdi, ancak reformların yetersizliği ve politik<br />

kavgaların derinleşmesi nedeniyle yardımı Kasım<br />

2009’ da dondurdu. Hükümet yetkilileri eğer ülkenin<br />

finansal sıkıntısı artarsa bunun diğer bölgelere de<br />

yayılacağını ileri sürdü. Avrupa bankalarının Ukrayna<br />

pazarındaki payının % 40 dolayında olması, durumu<br />

iyice kötüleştiriyor.<br />

Bu arada, Ukrayna Merkez Bankası’nda 27 milyar<br />

ABD dolarlık bir rezerv olması Hükümete kaynak<br />

transferi yapılabileceği anlamına gelse de, bu rezervler<br />

IMF parasıyla sağlandığı için rezerv düzeyinin aşağı<br />

çekilmesi izni IMF’ den çıkmadığı sürece bu paranın<br />

Hükümete bir faydası yok. Bu rezervler 2008 yılında<br />

% 40 oranında değer kaybeden ulusal paranın yeniden<br />

istikrara kavuşmasını sağlamıştı.<br />

Bir başka sorunlu ülke olan Romanya ile yapılan<br />

Standby anlaşması daha da çarpıcı maddeler içeriyor.<br />

Bu ülkede 2009 yılında % 7,3’lük bütçe açığı hedefine<br />

ulaşabilmek için GSYH’ nın % 0,8’ine denk gelen<br />

bir mali daralma gerçekleştirilmesi planlandı. Bu<br />

bağlamda, cari harcamalar için aylık tavanlar belirlendi,<br />

personel harcamalarının kısılması için acil önlemler<br />

devreye sokuldu ve kamu çalışanlarının ücretleri %<br />

15,5 oranında düşürüldü. <strong>2010</strong> yılında bütçe açığının<br />

% 6 seviyesinin altına düşürülmesi planlandığından,<br />

personel harcamaları daha da kısılacak, emeklilik<br />

reformu ile sosyal güvenlik kuruluşlarına yönelik<br />

transfer harcamaları düşürülecek, bazı mal ve<br />

hizmet alımlar durdurulacaktır. Gelirler yönünde<br />

ise emlak vergilerine yönelik düzenleme ile vergi<br />

tabanı artırılırken aynı zamanda da petrol ve tütün<br />

mamullerinin ÖTV’ leri artırılacak.<br />

67<br />

Ayrıca bu anlaşmayla uzun dönemde, gerçekleştirilecek<br />

reformlarla kamu kesiminin etkinliğinin artırılması<br />

hedeflenmektedir. Bu reformlar yedi alanda<br />

yoğunlaşacak: i) kamunun yeniden yapılandırılması<br />

kapsamında kamu çalışanlarının payının azaltılması,<br />

ii) emeklilik reformu, iii) mali sorumluluk yasasının<br />

yürürlüğe konulması, iv) kamusal girişimlerde<br />

reforma gidilmesi, v) mali hesap verilebilirlik<br />

adına yerel yönetimlerle olan finansal ilişkilerin<br />

yeniden yapılandırılması, vi) vergi idaresinde


etkinliğin artırılması, vii) daha verimli sosyal yardım<br />

programlarını geliştirilmesi.<br />

Macaristan’da benzer politikalar hayata geçirilmeye<br />

başlanmıştır. Buna göre, 2009 yılı bütçe açığının<br />

% 4 oranında tutulması planlandığından, kamu<br />

harcamalarını kontrol altına alacak tedbirler<br />

yürürlüğe konulmuştur. Bu bağlamda, yerel yönetim<br />

harcamalarının kontrol altına alınması, eğitim<br />

harcamalarının demografik eğilimlere göre azaltılması<br />

ve belli sübvansiyonların azaltılması hedeflenmiştir.<br />

Ayrıca kamusal ulaşım harcamalarında da kısıntıya<br />

gidilmektedir. Ayrıca ÖTV oranları artırılmış ve<br />

vergi dışı kamu gelirlerinde artış sağlamak için KİT<br />

ürünlerine zam yapılmıştır.<br />

Öncelikle, 24 Ocak 1980 kararlarının en yoğun bir<br />

biçimde uygulamaya konulduğu Özal döneminden<br />

başlayarak, yani 1983 yılından, 2009 yılı üçüncü<br />

çeyreğine kadar yapılan dış borçlanmaya baktığımızda<br />

çok çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. Öyle<br />

ki, bu 27 yıllık dönem boyunca Türkiye kamu ve özel<br />

sektör dış borç servisi olarak toplam 520 milyar ABD<br />

doları civarında dış borç servisi yapmıştır. Bunun 377<br />

milyar ABD doları anapara olup, 141 milyar ABD<br />

doları faiz ödemesidir.<br />

Bu borç servisinin 324 milyar ABD dolarlık kısmı<br />

yani % 62’si 2002 yılından bu yana yani AKP<br />

iktidarı döneminde yapılmış olup, bunun içinde faiz<br />

ödemelerinin tutarı 71 milyar ABD dolarıdır.<br />

Krizden etkilenen ülkelerin başında gelen İzlanda’da<br />

ise finansal sektöre yönelik birçok tedbirin yanı sıra<br />

2009 yılında % 14’e ulaşan bütçe açığını aşağıya<br />

çekebilmek için orta vadeli bir mali uyum kanunu<br />

çıkartılarak kamu harcamalarında özellikle de<br />

sermaye yatırımlarında kısıntıya gidilmesi, böylece de<br />

faiz dışı fazla verilmesi hedeflenmiştir. 2013 yılında<br />

vergi gelirlerinin GSYİH’a olan oranının % 32’ye<br />

çıkması hedeflendiğinden vergi yükü artırılacaktır.<br />

Bu bağlamda, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının<br />

artırılması, tüketim üzerinden alınan vergilerin<br />

daha da ağırlaştırılması ve teşviklerin kapsamının<br />

daraltılması planlanmıştır.<br />

Yukarıdaki kredilendirme örneklerine, kemer sıkmaya<br />

yönelik sıkı para ve maliye politikası uygulamaları<br />

damgasını vururken aynı IMF, ABD’nin telkinleriyle<br />

Pakistan’ da koşullarını gevşetmiş, hatta 2011 yılında<br />

KDV’ye geçiş ve sigaranın vergisinin artırılması<br />

gibi önlemlerin dışarıda tutulduğunda, genişletici<br />

sayılabilecek maliye politikalarının uygulanmasını<br />

kabul etmiştir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi,<br />

nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde,<br />

Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi<br />

sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle<br />

daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin<br />

Asya’daki çıkarları açısından iyi bir politika olmazdı.<br />

Bu nedenle de IMF, Pakistan’da bütçe açığının %<br />

3,4’ten % 4,9’a çıkartılmasını kabul etti.<br />

Soru 17: Son olarak, Türkiye bir süredir yapılan<br />

görüşmelere rağmen IMF ile henüz bir Standby<br />

anlaşması imzalamadı. Sizce bunun nedeni nedir<br />

Böyle bir anlaşma gerekli midir<br />

IMF ile yeni bir Standby anlaşmasının gerekli<br />

olup olmadığını değerlendirebilmek için öncelikle<br />

Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili bazı verilere bakmak<br />

yararlı olur.<br />

68<br />

Bu veriler özellikle son 30 yıldır Türkiye’den borç<br />

anapara ve faizi biçiminde önemli bir miktarda<br />

kaynağın uluslar arası finans çevrelerine doğru<br />

aktarıldığını ortaya koymaktadır. Bu aktarma süreci<br />

özellikle AKP iktidarı döneminde hızlanmış olup, son<br />

7 yılda aktarılan değer bu döneme kadar ki kısmın iki<br />

katından fazla olmuştur.<br />

Buna rağmen Türkiye’nin dış borç stoku azalmamıştır.<br />

2009 yılının üçüncü çeyreği itibariyle toplam brüt dış<br />

borç stoku yaklaşık 274 milyar ABD dolarıdır. Bunun<br />

84 milyarı kamu<br />

(% 30,5) ve 176 milyarı özel sektöre ( % 64,5) ve<br />

14 milyarı T.C.Merkez Bankası’na aittir (% 5).<br />

Türkiye’nin böyle bir borç ödeme mekanizmasına<br />

dönüşmesinde kuşkusuz IMF’nin hem doğrudan hem<br />

de yeşil ışık anlamında dolaylı olarak payı büyüktür.<br />

Diğer taraftan, vade yapıları itibariyle, daha sorunlu<br />

olabilecek kısa vadeli borçlar toplam dış borçların<br />

sadece % 18’ini, uzun vadeli borçlar ise % 82’ sini<br />

oluşturuyor. Özel sektörde ise kısa vadeli dış borç<br />

oranı biraz daha yüksek olsa da (%25) çok büyük bir<br />

sıkıntı yaratacak gibi gözükmüyor. Ayrıca, TCMB<br />

net rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranı : % 151,<br />

toplam borç stokuna oranı % 27 civarında. 2008<br />

yılından bu yana bu rasyolarda iyileşme anlamında<br />

bir artış var. Keza, dış borç servisinin ihracata oranı<br />

% 60 ( % 75’in altında).<br />

Bu göstergeler, yukarıda ele aldığımız ve IMF ile ağır<br />

koşullarda Standby anlaşmaları yapmak zorunda kalan<br />

ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak Türkiye’nin<br />

neden rahat davrandığını bir miktar açıklıyor.<br />

Ancak, <strong>2010</strong> yılı itibariyle şöyle bir durum da söz<br />

konusudur: Bankacılık dışı reel sektörün <strong>2010</strong> yılı


sonu itibariyle ödemesi gereken dış borç miktarı (faiz hariç) 27 milyar ABD doları civarında. Bankaların dış<br />

borç ödemelerini de kattığımızda bunu 35 milyar ABD doları (faiz hariç) olarak düşünmek mümkün. Kamu<br />

kesiminin <strong>2010</strong> yılında yapması gereken faiz dâhil dış borç geri ödemesi 11 milyar ABD doları tutarında.<br />

Hazine garantili dış borç stoku ise 6,3 milyar ABD doları civarında, ancak bunun geri ödeme detayları<br />

bilinmiyor. Ayrıca kamu kesiminin 2011 ve 2012 yıllarının her birinde faiz dâhil 10’ ar milyar ABD doları<br />

dolayında bir borç servisi var.<br />

Kısaca, <strong>2010</strong> yılında kamu ve özel sektör, borç anapara ve faizi olarak 50 milyar ABD doları civarında bir<br />

dış borç geri ödemesi yapacak. Bunun dörtte üçü özel sektöre, ağırlıklı olarak da reel sektöre ait.<br />

Kanımca, burada temel sorun bu borcun çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili. Aslında 2007’den bu yana pek<br />

de sıkıntı çekmeden bu miktarda bir borç çevrilebilmiş ve sırasıyla 2007’de 49 milyar, 2008’de 53 milyar ve<br />

2009 üçüncü çeyrek itibariyle 59 milyar ABD dolarlık bir geri ödeme(faiz dâhil) yapılabilmiş. Bu nedenle<br />

de <strong>2010</strong>’da 50 milyar dolar civarındaki bir dış borç servisi yapılabilir gibi gözüküyor. Bu anlamda da IMF<br />

ile bir Standby anlaşmasına gidilmesi çok elzem gibi gözükmüyor.<br />

Bununla birlikte, IMF kredi anlaşmalarının beraberinde getirdiği ve emekçilerin aleyhine olan koşullar<br />

(özelleştirmelerin hızlandırılması, istihdamın daha da esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırma- örgütsüzleştirme,<br />

sosyal harcamaların kısılması gibi) ve bir miktar da özel sektörün daha düşük faizlerle yeni dış borç bulabilme<br />

arayışından dolayı yeni bir Standby büyük sermaye tarafından destekleniyor olabilir.<br />

Kısaca, verili Standby koşullarında IMF ile bir Standby anlaşması yapılırsa, , bu dış borçların çevrilebilmesi<br />

ihtiyacını karşılamak için değil, büyük sermayenin emek karşıtı IMF politikalarını uygulatma talebini<br />

karşılamak için yapılacaktır.<br />

Son söz olarak, Türkiye 1958 yılından bu yana IMF ile beraber. O yıl söz kesmişiz, ardından nişan ve<br />

ardından evlilik, ama 60 yıl süren bu beraberlikte ülke olarak ve özellikle de emekçiler olarak hiç mutlu<br />

olamamışız. Sadece 2000–2005 döneminde 30 milyar SDR civarında kredi kullanıp, şu ana kadar 20’ yi<br />

aşkın Standby anlaşması imzalamışız. Geldiğimiz nokta nedir Her seferinde başa sarıyoruz. Yani, IMF ile<br />

geçen 60 yıl, boşa geçmiş 60 yıl olarak değerlendirilebilir. Siz hiç IMF politikalarını uygulayarak kalkınan<br />

bir ülke gördünüz mü<br />

69


ÖLÜLERİMİZ BİR TUTAR BİZİ<br />

Osman AKINHAY<br />

...Kalkıp gitsem şimdi, ellerim<br />

pantolonumun ceplerinde, yönüme<br />

bakmadan sokakların arasına girip<br />

çıksam. Yine de bilirim, hiç karşı<br />

koyamayacağım içimdeki sesin beni nereye<br />

yönlendireceğini, koluma girip beni -en<br />

uzak ülkelere gittiğimde dahi bu şehrin<br />

adı geçtiğinde zihnimde görüntüsünün<br />

canlandığı- nereye götüreceğini. Nitekim<br />

çok geçmeden, yürümeye başlayalı yarım<br />

saat bile olmadan dikilmeye başlarım bu<br />

durağımda, fakültenin karşı kaldırımındaki<br />

lokantayla kahvenin önünde, caddeye biriki<br />

metre mesafede. Ve başımı çeviririm bir<br />

sağa, yüksek ağaçların arkasında heybetini<br />

hâlâ kaybetmemiş binaya, bir de sola,<br />

hamamın önündeki, yanından uzanan<br />

kolun tuttuğu silahı apaçık gördüğüm<br />

elektrik direğine...<br />

Taşlar vardı o gün ellerimizde, banliyö treninin geçtiği<br />

lokantanın arkasındaki açıklıkta. Akşamdan kalmış hafif<br />

bir kar tabakasının örttüğü trenyolunun kenarındaki<br />

çakılların içinden toplamıştık hepsini alelacele, kahvenin<br />

önünde kümelenmiş, saldırmak üzere bizi bekleyen<br />

grubu fark edince. Semtteki okullarda dersler bittiğinde<br />

bizim ayrı bir grup olarak otobüs durağından topluca<br />

ayrıldığımızı bildiklerinden orada hedef seçmişlerdi<br />

bizi. Tasarlanmış bir tuzaktı bu; biz onlara doğru<br />

yürümesek, arkadaki açıklıktan taş toplamak yerine<br />

onları umursamadan, gelecek ilk otobüsle gitmeye<br />

niyetlenmiş olsak dahi yine sloganlar, küfürler ve taşlarla<br />

tahrik edeceklerdi belli ki. Yirmi beş-otuz kişi vardılar<br />

o hengâmede seçebildiğim, fakat tek bir kız yoktu<br />

aralarında, doğrudan saldırmak amacıyla bizi bekliyor<br />

olduklarını bundan anlamalıydık esasında. Sonra geri<br />

çekilmeye başlayınca onlar, biz de taş atarak kovalamaya<br />

başlamıştık topluca, ama hiç ihtimal vermemiştik silahlı<br />

olmalarına, ihtimal versek de, gözlerimizle görsek<br />

de aldırmazdık ya, biraz tereddüt geçirdikten sonra<br />

yine kavgaya girerdik ya; oysa bizi üstlerine çekmek,<br />

hayatımıza kast ederek ateş açmak içinmiş koşmaları –o<br />

katilin karşısında öylesine açık bir hedeftik ki her birimiz...<br />

Sen, birkaç saniye sonraki -erken mi erken- ölümünle<br />

kaderi hepimizden ayrılacak olan, çok fark olmasa<br />

da yaşça en büyüğümüzdün, çoğumuz ikinci, üçüncü<br />

sınıftayken sen iki yıldır mezun olmanın eşiğindeydin.<br />

Üstelik evleneli birkaç ay ancak olmuştu; bir hafta önce<br />

de kantinde hep birlikte otururken vermiştin müjdeyi, çok<br />

sevdiğin karının bir aylık hamile olduğunu. O her zaman<br />

dudaklarının kenarına iliştirdiğin utangaç gülümsemen<br />

yerine, bu sefer ağzın kulaklarına varan bir sevinç içinde<br />

söylemiştin bunu. Kış aylarında üstünden hiç eksik<br />

olmayan o kalın gri pardösünü giymiştin gene, keşke<br />

canını korumaya yetseydi kalınlığı, kurşun işlemeyen bir<br />

zırh olsaydı, yetmedi ama, koruyamadı seni, tam o sırada<br />

sen de apaçık gördün mü, o melunun, elektrik direğini<br />

kendine siper ettiğini, mavi anorağı ve kalın bıyıklarıyla<br />

sağ kolunu uzatıp namluyu tam üstümüze doğrulttuğunu.<br />

Yan dönmüş olmalıydın ilk kurşunu yediğinde, yoksa<br />

ikinci mermi yandan delip geçmezdi boğazını, ya<br />

önden girerdi vücudunun başka bir yerine, ya da boşa<br />

giderdi belki, esirgerdi seni, esirgemedi ama işte, en<br />

uzun boylumuzdun da ondan dolayı doğrudan sana<br />

nişan almış da olabilirdi –anlaşılan kolayına gelmişti<br />

katilin, hiç bilemeyeceğiz bunu, yakalanmamıştı zaten,<br />

saldırganları fiilen yönlendirenlerin adları sanları bilinse<br />

bile faili meçhul kalacaktı bugüne kadar. Ve tam o ânda<br />

gözlüklerin mi fırlamıştı havaya, parmakları açılan sağ<br />

elin vurulduğunu mu haber vermek istiyordu, yoksa<br />

havadaki gözlüklerini tutmaya mı çalışıyordu, bir sıcaklık<br />

hissettin mi o esnada vücudunda, hemen anladın<br />

mı vurulduğunu, düşündün mü öleceğini –sonraları<br />

defalarca zorladım zihnimi, yüzün mü çarpılıp kasılmıştı,<br />

yoksa ben mi ekliyordum hep bu ayrıntıyı, aklımdan hiç<br />

çıkmayan o görüntüne; haykırıp yardım istedin mi, onu<br />

da hatırlamıyorum, ilk kurşun sesi duyulunca şaşkınlıkla<br />

sağa sola baktığımı, ileri doğru koşmak yerine, merminin<br />

kime isabet edeceğini görmek istercesine durup yüzümü<br />

arkaya çevirmek üzere olduğumu, sonra da solumdan,<br />

senin tarafından bir inilti gelince tehlikenin büyüklüğünü<br />

fark edip ikinci mermiden önce kendimi yola fırlattığımı<br />

hatırlıyorum ama, önüne atılan birini görünce onu<br />

70


ezmemek için sert bir fren yapan arabadan çıkan tiz<br />

sesi de, başımın hafiften otomobilin ön çamurluğuna<br />

çarptığını da hatırlamıyorum bir nebze olsun. Yanı<br />

başımda lastiğini yakarcasına bir frenle duran otomobil<br />

ile bizim arkadaşların tarafından kızlı erkekli karışık<br />

bağırış sesleri ve çığlıklar, sloganlar arasında bir bilinç<br />

kaybı, algısını kaybettiğim zamanın birkaç saniyeliğine<br />

buhar olup uçuşu, durdurulmuş bir film karesi gibi ânı<br />

sabitleyen o uğursuz zaman dilimi...<br />

Ne çok arkadaş öldü o günlerden bu yana. Ateş yanı<br />

başımıza da düştü. Her gün fakülteye beraber gidip<br />

geldiğimiz, dernekte ortak toplantılara katıldığımız,<br />

topluca ya da grupça bildiri dağıtmaya, afiş asmaya<br />

ve yazılamaya çıktığımız, birlikte nöbet tuttuğumuz<br />

arkadaşlarımız, kimisi gözlerimizin önünde, öldürüldü.<br />

Hele biri, herkes için en yakınındaki kendince en acısı;<br />

yarım saat önce okulun ortasındaki geniş salonda, üç kişi<br />

gülüşerek volta atmışken ve o bize yeni eviyle, sekiz ay<br />

sonra doğacak bebeğiyle ilgili güzel tasarılarından söz<br />

etmişken, bazı öğlenler yaprak ciğer yemeye gittiğimiz<br />

lokantanın yanında, fakültenin karşı çaprazındaki<br />

hamamın önünde iki kurşunla vurulup kaldırıma düşeni.<br />

Gün geliyor, mekân duygusu uyandırmayan, ama<br />

zaman duygusunu hatırlatmakta da ısrarcı bir boşluktan<br />

gözlerini üstüme diktiğini görüyorum onun. Özlemli<br />

bir bakış oluyor hep bu; ürpertiyor baştan aşağı. Bazen<br />

rüyama girip, bazen otobüsle bu şehirden ayrılırken<br />

aklıma düşüp, öylesine süzüyor, bir türlü indirmiyor<br />

gözkaparlarını, tek bir sinir bile oynamıyor yüzünde; fakat<br />

dudaklarının kenarındaki gülümseme hiç silinmeyecekmiş<br />

gibiyken konuşmaya da başlıyor benimle.<br />

... hepiniz.<br />

Hiçbir seferinde anlamıyorum ne demek istediğini, hep<br />

kaçırıyorum sözlerinin başını, ya da hafızamdan silinmiş<br />

oluyor rüyadan uyandığımda. Sıfatlar, deyimler, cümleler<br />

mi birbirine karışıyor, bizim bilmediğimiz bir dille mi<br />

anlatıyor derdini; ses tonu bağışlayıcı mı, itham mı edici,<br />

yoksa kayıtsız mı, çözemiyorum –fakat onun sözlerini<br />

anlamasam da gitmiyor vücudumdaki titreme. Biliyorum<br />

öldüğünü, her aklıma gelişinde ölümünün gerçekliğinin<br />

biraz daha eskidiğini düşünmeden de edemiyorum ne<br />

yazık.<br />

...şimdi...<br />

Ondan kalan, artık koyu bir sisin ardındaki bölük<br />

pörçük görüntülerden ibaret. Aradan onyıllar geçip de<br />

başka bir çağın içinde nefes alıp verdiğimizin bilinciyle,<br />

sanki zamanı geri getirebileceğ imizi kurarak telafi<br />

edebileceğimizi zannettiğimiz gerçek kaybın yerini,<br />

geçmişe dair hiçbir şeyi yeniden canlandırmanın mümkün<br />

olmadığını bilen bir hayali kayıp duygusu aldıkça ve edepli<br />

bir yas duruşunun dahi yatıştırıcı etkisini yitirdiği anlarda,<br />

kendimi ölüme yakın buluyorum en çok. Azaldıkça ayakta<br />

durma gücüm, yaslanıyorum onun ölümüne.<br />

...siz.<br />

Ölüm, geçen zamanın acıyı seyrelttiği o büyük ayrılık;<br />

ve işte ölüm, beni ya da diğerlerini değil sadece o<br />

yoldaşımızı alıyor aramızdan. Sırf bize saldıranların açtığı<br />

ateş, şavkını gördüğümü sandığım mermiler, benim ya da<br />

diğerlerinin değil onun vücuduna saplandı diye.<br />

Nedeni...<br />

Onlar, ölülerimiz, bizi asla terk etmeyeceklerini, içimizden<br />

herhangi birini hiçbir zaman bir başına bırakmayacakları<br />

nı, biz hangi istenmez yollara sapsak, hangi akıl almaz<br />

serüvenlere meyletsek de; hatta epeyidir takatimiz<br />

kesilmiş, ancak köşemize çekilip gevezelik etmeye ve<br />

biraraya gelince gençlikte yaşadıklarımızı sonsuz bir<br />

tekrarla, hep aynı şekilde birbirimize nakletmeye güç<br />

yetirebiliyor olsak da hep orada, öldükleri yerde, bizi<br />

bekleyeceklerini bildiğimiz –yoldaşlarımız.<br />

Ölülerimiz –bizim gittikçe yaşlanan zihnimizde, geçmişin<br />

hayali ile bugünün hayaleti arasında mekik dokuyup<br />

duran çehreler.<br />

Ölülerimiz –içimizdeki suçluluk duygusunu perçinleyen,<br />

hesabı sorulmadan duran, öçleri alınmamış bedellerimiz.<br />

..<br />

Sizin ölü olmanız, sizin -devrimci bir çağ için doğal<br />

karşılanan, şahsi tarihiniz içinse çok erken- bir zamanda<br />

ölmeniz, hepimizin ortaklaşa baş koyduğu bir dava<br />

uğruna sizin ölmüş, bu yolda sizin ebediyete göçmüş<br />

olmanız; biz gençlikte yürekten inandığımız davaya<br />

olgunlukta hâlâ inanıyor olmakta büyük güçlük çeker,<br />

ayağımızın altındaki zeminin nasıl, nereye kadar ve ne<br />

tarafa doğru kaydığını anlayamazken sizin bedenlerinizin<br />

çoktan toprağa karışıp çürümüş olmasıdır belki, bizi<br />

-bir topluluk olarak- hâlâ bir parça diri tutan, ya da<br />

diri kalalım diye çaba harcamayı sürdürecek gücü<br />

tazelememizi sağlayan.<br />

Gerçek ki...<br />

Tarihe mal olan, ama tarih olmasına, maziyle anılmasına<br />

gönlümüzün elvermediği bu ölümler işte, içimizdeki<br />

insanlığın aynası, değişmez tesellilerimiz.<br />

Eğer siz olmasaydınız, siz ölüp bizden ayrılmasaydınız,<br />

biz yaşlanıp gözlerimizdeki ışık azaldıkça sizin o hep<br />

genç kalan, inançlı suretleriniz, sonsuzluğu kucaklayan,<br />

ölmeden önceki sağlıklı, umutlu, bilinçli, kararlı ve atak<br />

duruşlarıyla, hayatı yudum yudum tatmayı dileyen güleç<br />

yüzlerinizle, ışıltısını da dinçliğini de kaybetmeden hep<br />

kaderimizi kolluyor olmasaydı, sizin ölümünüzden otuz<br />

yıl geçtikten sonra -tarihin ve hafızanın iyiden iyiye<br />

demode kılındığı bir çağda- bunca insanı bu şehirde,<br />

bu sokaklarda, bu lokal bahçesinde biraraya toplamak,<br />

bize baba olmadan bizi yetim bırakan sizlerin üzerinden<br />

geçmişi, bir uzak gençliği, topluca yâd etmek nasıl<br />

mümkün olabilirdi. .<br />

71


SEVGİLİ KARDEŞİM HIRANT<br />

Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu<br />

topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken<br />

anlatılan bir masal vardır.<br />

Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir<br />

parmakla basılır ve “Buraya bir kuş konmuş...” diye<br />

başlar...<br />

Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek,<br />

bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir<br />

“OPERASYON”a suç ortağı yapılarak anlatılır.<br />

“Bu tutmuş...” denilir önce.<br />

“Bu tüylerini yolmuş...” denir ardından...<br />

“Bu pişirmiş...” dedikten sonra,<br />

“Bu yemiş...” diyerek masalın vahşet boyutu iyice<br />

ballandırılır.<br />

Adını serçeden alan en küçük parmak “hani bana - hani<br />

bana” diyerek ağlamaktadır masalın sonunda.<br />

Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim.<br />

Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir<br />

iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün<br />

tedirginliğinle.<br />

Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu<br />

“OPERASYON”u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış,<br />

küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya<br />

devam ediyor.<br />

“Bu tutmuş..” denilenler var ya... İşte senin ilk katillerin<br />

onlardır, biliyoruz!<br />

Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler<br />

üzerine.<br />

Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular.<br />

Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler.<br />

Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara..<br />

Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi...<br />

“Tüylerini yolma” işini büyük bir kanperestlikle<br />

72<br />

üstlenenleri sen de biliyorsun.<br />

O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini<br />

onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. “ders gibi gerekçe”<br />

diyenler de vardı. “Yargıtayı böldüğünü” haykıranlar da.<br />

“Kanadı kırık kuş merhamet ister” diyemediler.<br />

Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır.<br />

“Pişirmek”, iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak<br />

bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu<br />

kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık<br />

gelenekleri ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını<br />

sağır, dillerini lal ettiler.<br />

Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp,<br />

önündeki engelleri temizlediler.<br />

İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden<br />

sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar.<br />

Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe<br />

pusuya düşürenler onlardır.<br />

Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez.<br />

Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel<br />

olarak semirtilip duruyorlar.<br />

“Kurban” olduklarını bilmedikleri için küspeyle<br />

beslenmelerini ikram zannediyorlar.<br />

Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran<br />

“KALLEŞTİR”<br />

Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır.<br />

Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına<br />

haykırıyoruz.<br />

Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!<br />

Kardeşler!<br />

3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz<br />

Hrant değildir.<br />

Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir.<br />

Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak<br />

demektir.<br />

Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak<br />

demektir.<br />

Madem katilleri tanıyoruz.<br />

Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.<br />

Yaşasın insanlık onuru.<br />

Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği.<br />

19 Ocak <strong>2010</strong><br />

Sırrı Süreyya ÖNDER


konuk yazarlar<br />

KIZILAY’DA BİR “HAYALET” DOLAŞIYOR!<br />

“Nerede olursan ol,<br />

İçerde, dışarda, derste,<br />

sırada,<br />

Yürü üstüne - üstüne,<br />

Tükür yüzüne celladın,<br />

Fırsatçının, fesatçının,<br />

hayının...”<br />

(Ahmed Arif, “Anadolu”.)<br />

Bugün tam 40 gün oldu… Dile kolay, Ankara<br />

ayazında, ısı sıfırlarda seyrederken, sulusepken<br />

altında, rutubetli battaniyelere sarılı, birbirlerine<br />

sokulmuş, yarı aç geçirilen geceler. Azan siyatiğe,<br />

ülsere, zorlayan böbreklere, tutulmuş bele, kronikleşen<br />

bronşite, 40 gündür ayaktan çıkmayan ayakkabının<br />

tetiklediği mantara inat… (Çoğu 40’ını, 45’ini geride<br />

bırakmış… Bir başka deyişle, yapışkan hastalıklarla<br />

birlikte yaşamayı öğrenmişler zaten.) Naylon, branda<br />

gerilmiş çatıların altında, her bir standın önündeki,<br />

içinde ıslanmış kütüklerin dumanlarını tüttürdüğü<br />

varillerin başında, plastik bardaklarda çayını<br />

yudumlayıp “4-C”yi tartışarak akan günler…<br />

Bugün ilk günden daha kararlılar.<br />

Fabrikaları bir imzayla ve 1 milyar 720 milyon<br />

dolara BAT (British American Tobacco)’ya satılırken<br />

sırtları sıvazlanmış, ağızlarına bir parmak bal<br />

çalınmıştı. “Korkmayın, biz işçi babasıyız, hakkınızı<br />

yedirmez, sizi mağdur etmeyiz… Dileyeni kamuda,<br />

muadil işlere yerleştireceğiz. Hak kaybı olmayacak.<br />

Dileyen ise özel sektöre geçebilir. Bakın bunun için<br />

şartnameyi değiştirdik bile…”<br />

Sonra… sonra birden kendilerini 4-C denilen<br />

kölelik dayatmasıyla yüzyüze buldular. Ayda 600-650<br />

TL.’ye yılda 8-9 ay çalışıp bütün özlük haklarından<br />

olmak… Yalnızca rezil bir gelir kaybına razı olmak<br />

değil, aynı zamanda 20-25 yıldır çalışarak biriktirdiği<br />

sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi haklarının gasp<br />

edilmesine seyirci kalmak…<br />

Biraz homurdanıp, yüzde 20’lere varan işsizlik<br />

tehdidi karşısında “Buna da şükür,” diyecekleri<br />

hesaplanıyordu. Ama bu ucuz hesabı yapanlar bu kez<br />

baltayı taşa vurdu. Türkiye’de Reji/Tekel işçilerini işçi<br />

sınıfı hareketi tarihinin kaynağına yerleştiren devrimci<br />

gelenekten habersizdiler besbelli. “Tütüncüler”in bu<br />

ülkenin emek mücadelesi tarihi içerisindeki seçkin ve<br />

mücadeleci yerini bilmiyorlardı. “Gelenek”, uyuduğu<br />

yerden başını kaldırdı apansız. Ülkenin işçisini,<br />

emekçisini sürüye sayanların beklemediği bir şey<br />

oldu…<br />

73<br />

Tekel işçisi Ankara’ya akmaya başlamıştı.<br />

AKP iktidarı önce meseleyi basit bir asayiş<br />

sorunu olarak algıladı. İki gaz bombası, üç-beş cop<br />

darbesiyle dağıtılabilecek bir kuru kalabalık…<br />

Öyle olmadıklarını gösterdiler.<br />

40 gün oldu onlar Sakarya’da, Türk-İş<br />

merkezini çevreleyen sokaklarda kamp kuralı...<br />

Orayı bir “Özgürlük ve Direniş Alanı”na<br />

dönüştürdüler. Mukavva parçalarına, kartonlara<br />

kendi elleriyle yazdıkları sloganlarla donattılar her<br />

bir köşeyi. Sokakların adlarını değiştirdiler: “Osmanlı<br />

mahallesi, direniş caddesi, işkence sokak…”<br />

Günboyu dayanışmalarını dile getirmek<br />

üzere akın akın gelen öğrenciler, kadınlar, memurlar,<br />

aydınlar, sanatçılar, akademisyenler… (Bugün<br />

“Sakarya sizinle gurur duyuyor!” sloganıyla Sakarya<br />

caddesi esnafı sökün etti örneğin.) Sosyalist partilerin,<br />

kitle örgütlerinin, sendikaların karınca kararınca<br />

dayanışma nişaneleri: bir köşede ücretsiz çay dağıtılan<br />

bir semaver; elden ele aktarılan kumanyalar; torbalar<br />

dolusu ilaç, battaniye, yakacak…<br />

Kent kent ayrılmış her bir çadırda eylemci<br />

işçilerle sohbete dalmış Ankaralı devrimciler…<br />

Hemen her köşe başında üzerine çıkıp konuşulacak<br />

bir iskemle, bir cızırtılı hoparlör, bir serbest kürsü…<br />

Önlerine uzatılan mikrofona kırk yıllık sunucu<br />

rahatlığıyla içini döken, hakkını arayan, öfkesini<br />

haykıran kadın ve erkek işçiler… Birbirini tanıyantanımayan<br />

herkesin selamlaştığı, köşe başında<br />

durup hükümetin geri adım atıp atmayacağını,<br />

Türk-İş yönetiminin tavrının ne olacağını, olası bir<br />

genel greve katılımın ne kadar olacağını tartıştığı -<br />

velhasıl hayata ve kavgaya dair bir şeyleri paylaştığı,<br />

Kürtçe’yle Türkçe’nin sarmaş dolaş olduğu tıklım<br />

tıklım sokaklar…<br />

Seyyar satıcılar, büfeler, çevredeki dükkânlar<br />

havaya ayak uydurmuş. Vitrinlerinde, camlarında<br />

işçilere destek veren dövizler… Kâh yorulup dinelen,<br />

kâh binlerce ağızdan birden yükselen sloganlar:<br />

“Tekel işçisi yalnız değildir!” “Genel grev, genel


direniş!” “Ekmek yoksa barış da yok!”, “Ne istiyoruz İş! Vermeyecekler! Alacağız! Nasıl Söke söke!”<br />

“Eller şaltere, genel greve!”<br />

* * *<br />

Yıllardır, “Elveda Proletarya,” “Tarih bitti,” “Kapitalizm insan doğasına en uygun düzendir ve<br />

ebedîdir,” söylenceleriyle dilsizleştirilmişler, yıllardır kazanımları parça parça gasp edilenler, başlarını<br />

kaldırdıklarında polis copuyla, gaz bombasıyla, bastırılanlar, medyanın görmedikleri, ısrarla görmezden<br />

geldikleri, işlerini, aşlarını, geleceklerini yitirmişler… Tekel işçilerinin kendileri için de mücadele<br />

ettiğinin bilincine varıyor. Bunun yalnız ekmek değil, onur ve gelecek, onurlu bir gelecek mücadelesi<br />

olduğunu… Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bu talan düzenine “Dur” diyecek birilerinin<br />

çıkabileceğini… Bu “birileri”nin aslında “biz”den başkası olmadığını… “İşçilerin birliği sermayeyi<br />

yenecek!” sözlerinin bir peri masalından ibaret olmadığını… Emekçilerin kendi yazgılarını ellerine<br />

alırken “halkların kardeşliği”ni de gerçekleyebileceklerini…<br />

Tekel işçisi Türk-İş’in çevresindeki sokaklarda geçirdiği 38 gün içinde kendisini dönüştürürken<br />

bize de bütün bunları gösteriyor.<br />

Kızılay’da gerçekten de bir “hayalet” dolaşıyor, bugünlerde. Bastırdıklarını, yok ettiklerini, tarihe<br />

gömdüklerini sandıkları kadîm düşlerimiz dolaşıyor.<br />

Kıdemli katillerin beş yıldızlı otellerde eteklendiği, daha çaylaklarının, hepimizle dalga geçercesine<br />

yattıkları cezaevinde infaz koruma memuru olmak için sınavlara sokulduğu, Romanların kentlerden<br />

sürüldüğü, pompalı tüfekli canilerin sırtlarının sıvazlandığı şu linç günlerinde bir soluk özgürlük, eşitlik<br />

ve kardeşliğe hasretseniz eğer, mutlaka ve mutlaka, elinizde bir demet çiçek, Sakarya’nın yolunu tutun.<br />

Umutla ışıldayan gözleri izleyin, onlar sizi “olay yeri”ne götürecektir…<br />

Ahmet Telli (Şair), Şükrü Erbaş (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı-Şair), Fikret Başkaya<br />

(Akademisyen), Zerrin Taşpınar (Şair), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Temel Demirer (Yazar), Sibel<br />

Özbudun (Akademisyen), Oktay Etiman (Çevirmen), Necmettin Salaz (Yazar), Mahmut Konuk, Sait<br />

Çetinoğlu (Yazar), Adnan Caymaz (Şair), İsmet Erdoğan, Mustafa Çoban (Yayıncı), Aydın Şimşek (Şair),<br />

,Emir Ali Türkmen (Yayıncı), Adil Okay (Şair-Yazar)<br />

74


kentlerin tarihi<br />

PESSİNUS<br />

Mehmet ÖZER<br />

Bir olasılıkla bu kaygın karşılığı olarak kutsal alan<br />

Attaloslar’ca güzelleştirilmiş ve genişletilmiştir.<br />

Günümüzde hiçbir kalıntısı bulunmayan tapınağın,<br />

bugünkü caminin yanındaki evlerin altında olduğu<br />

sanılmaktadır. Pessinus başrahibi Attis’le Pergamon<br />

kralları II. Eumenes (hd. MÖ 197-159) ve II. Attalos<br />

(hd.MÖ 159-138) arasında yapılan “kutsal yazışma”,<br />

MÖ 163-157/156’da, hatta başrahipliğin Galatlar’ın<br />

eline geçtiği kısa dönemde bile kentte Pergamon<br />

etkisinin sürdüğünü, kentin politik ve askeri açıdan<br />

Pergamon’a bağımlı olduğunu kanıtlamaktadır. MÖ<br />

102’de Romalılar’ca zorla vergiye bağlanmasına<br />

karşın kent, ancak MÖ 67/66 ya da 63’te Roma’nın<br />

yardımıyla, Galatia kralı olan, yakın çevredeki<br />

Kelt topluluğu Tolistobogioi’nin tetrakh’ı (eyaletin<br />

dörtte birinin yöneticisi) Deiotaros’un yönetimine<br />

girerek özerkliğini yitirmiştir. Deiotaros, MÖ 56’da<br />

tapınağı yeniden rahiplere vermiştir. Bu, kutsal<br />

alanın o dönemde hala önemini koruduğunu<br />

göstermekteyse de Pessinus, Roma Cumhuriyet<br />

Dönemi’nin son 10 yılında saygınlığından çok şey<br />

yitirmiştir.<br />

Eskişehir’in Sivrihisar ilçesindeki Ballıhisar köyünde<br />

yer alan Pessinus, çok eski dönelerden beri Tanrıça<br />

Kybele’nin ana kült merkezi olmuştur. Efsanelere<br />

göre Kybele kültünün PHYRGİA (Frigya) Krallığı’nın<br />

kuruluşundan beri var olduğu, ilk tapınağın,<br />

hatta kentin Phrygia kralı Midas tarafından<br />

kurulduğu kabul ediliyorsa da kültün ortaya çıkışı<br />

Phryg (Frig) öncesi bir döneme rastlamaktadır.<br />

Pessinus’ta, başrahip attis tarafından yönetilen<br />

bir “tapınak-devlet” gelişmiştir. Ahamenişler’in<br />

ve Selevkoslar’ın yönetimindeki başka dinsel<br />

merkezler gibi Pessinus da MÖ 3. yy’ın ilk yarısında<br />

Phryg topraklarının Galatlar’ca (GALATİA) işgal<br />

edilmesinden sonra bile bağımsızlığını korumuştur.<br />

PERGAMON kralı I. Attalos’un (hd. MÖ 241-197)<br />

girişimiyle, MÖ 205/204’te Roma Senatosu’ndan<br />

bir elçi Pessinus’a gelerek Kybele kültünü ROMA’YA<br />

RESMEN TANITMAK AMACIYLA TANRIÇANIN<br />

KUTSAL HEYKELİNİ ÜLKESİNE GÖTÜRMÜŞTÜR.<br />

75<br />

Pessinus, MÖ 25’te Galatia’nın Roma<br />

İmparatorluğu’na katılmasından sonra, hem<br />

Tolistobogioi’un Galatia’daki hızla polis tipinde<br />

bir YUNAN kentine dönüşmüştür. Batı sınırı<br />

bilinmeyen kent güneyde Orkisto’ya kadar<br />

uzanmakta ve büyük olasılıkla Sangarios’la<br />

(b.Sakarya) sınırlanmakta; kuzeyde<br />

İstiklalbağı’ndaki Germa’yla (Germakoloneia),<br />

doğuda Çaykoz ve Karacaören köylerini de içine<br />

alacak biçimde Dindymos (b. Günyüzü) Dağı’nın<br />

batı yamacıyla çerçevelenmekteydi. Kentin kendi<br />

adına SİKKE basması Claudius döneminde (hd.<br />

MS 41-54) başlamış ve Geta döneminde (hd.209-<br />

212) son bulmuştur. Kalıntıları günümüzde de<br />

izlenebilen bir Roma yol ağının kavşak noktası<br />

olan bu dinsel merkez aynı zamanda dokuma<br />

endüstrisiyle ünlü önemli bir ticaret kentiydi.<br />

Yapıları, çoğunlukla kentin kuzeyinde 5 km<br />

uzaklıktaki İstiklalbağı’nda bulunan taşocaklarının<br />

iri daneli beyaz mermerinden inşa edilmiştir. Roma<br />

imparatorluk kültünün eyalet merkezi önceleri<br />

yalnızca Ankyra’yken (ANKARA) BÜYÜK OLASILIKLA<br />

31/32’DE Tiberius döneminde (14-37) Pessinus<br />

da kült merkezi olmuştur. 252/253’te Gotlar


Anadolu’ya girdiklerinde, aralarında EPHESOS’un<br />

da (b.Efes) bulunduğu kentlerle birlikte Pessinus’u<br />

da yakıp yıkmışlardır.<br />

362’de İmparator Iulianus’un (hd.361-363)<br />

Konstantinopolis’ten (İSTANBUL) Antiokheiaa’ya<br />

giderken Kybele’nin (Manga Mater) tapınağını<br />

ziyaret ederek sunaklarda kurban kestiği<br />

bilinmektedir. Kentte ilk Hıristiyanlar’ın ortaya çıkışı<br />

en geç 3. yy’ın ortalarına tarihlendirilebilir. Yaklaşık<br />

400’de Galatia Eyaleti, İmparator I. Theodosius<br />

(hd. 379-395) tarafından bölündüğünde Pessinus<br />

hem Galatia Salutaris’in (Secunda) başkenti hem<br />

de dinsel metropolis olmuştur. 600’lerde kentte iki<br />

Hıristiyan kilisesinin varlığı bilinmektedir: Haghia<br />

Sophia Katedrali ve Muriangeloi Kilisesi (kent<br />

dışında). Bu kiliselerin yapım tarihleri ve kesin<br />

yerleri saptanamamakla birlikte yerel müzede<br />

çeşitli arkeolojik kalıntıları toplanmıştır. 9. yy’da<br />

AMORİUM önem kazanırken Pessinus’taki dinsel<br />

metropolis giderek önemini yitirmiş, hatta 19 km<br />

uzaktaki Justinianopolis’e (b. Sivrihisar) taşınmıştır.<br />

Anadolu’nun öteki bölümleri gibi (Pessinus’un da<br />

ANADOLU SELÇUKLU egemenliğine girdiği tarih<br />

bilinmemektedir. Kentin, 14. yy’a değin Notitiae<br />

episcopatuum’da adı geçmekteyse de ele geçen<br />

en geç Bizans sikkelerinin tarihi 11. yy’ın üçüncü<br />

çeyreğini geçmemekte; bu tarih de bölgenin son<br />

yerleşim tarihi gibi görünmektedir.<br />

Ballıhisar köyü 1834’te Fransız arkeolog ve gezgin<br />

Charles Texier (1802-71) tarafından Pessinus antik<br />

kenti olarak tanımlanmıştır. 1967-73’te Gent<br />

Üniversitesi’nden Pieter Lambrechts başkanlığında<br />

bir Belçika ekibinin kazı çalışmalarını, 1976, 1983<br />

ve 1986’da aynı üniversiteden John Devreker<br />

başkanlığında yürütülen araştırmalar izlemiş,<br />

1987’de Devreker kazı çalışmalarınayenidne<br />

başlamıştır. Lambrechts’in kazı döneminde kent<br />

merkezi, özellikle de kentin güneyindeki kutsal<br />

alan ortaya çıkartılmıştır. Burada, 6x11 Korinth<br />

sütunlu (SÜTUN) ve ANTE’leri arası iki sütunlu bir<br />

giriş mekanı bulunan 13.70x24.10 m boyutlarında,<br />

PERİPTEROS bir tapınak vardır. Geç Phryg ya da<br />

Helenistik Dönem’e (YUNAN) ait eski bir yapı<br />

grubunun üstüne inşa edilmiş olan bu tapınaktan<br />

günümüze, sütunların kesme taş temelleri, KREPİS<br />

ve TEMENOS kalmıştır. Tapınağın önünde, aynı<br />

doğrultuda (doğu-güneydoğu/batı-kuzeybatı)<br />

uzanan ve yalnızca kireçtaşından temelleri<br />

korunmuş olan TİYATRO biçimli bir yapı yer<br />

almaktadır. Geç Cumhuriyet Dönemi’nin Romalı<br />

örneklerinden etkilenmiş bir “tiyatro-tapınak”<br />

oluşturan bu iki yapı, Galatia’daki geniş Tiberius<br />

programının bir parçası olarak, Ankyra’daki ve<br />

76


Antiokheia’daki (b.Yalvaç, İsparta) Augustus<br />

tapınaklarıyla aynı dönemde inşa edlimiş,<br />

imparatorluk kültünü barındıran bri Sebasteion<br />

olarak nitelendirilebilir. Kutsal alan Augustus’un<br />

ölümünden kısa süre sonra bir olasılıkla 35/36’da<br />

törenle açılmış, ancak kuzey, doğu ve güneyi<br />

çevreleyen bölümün yapımına 1.yy’ın ikinci<br />

yarısından önce başlanmamıştır. Aşağıdaki, üç<br />

yönden İon düzeninde (-DÜZEN) üç basamaklı<br />

portiklerle çevrili meydan (26.83xykş.32m) en<br />

geç Tiberius döneminin sonunda ya da Claudius<br />

döneminde yapılmıştır. İç duvarları PİŞMİŞ TOPRAK<br />

döneminde (193-211) tamamlanan geniş kapsamlı<br />

bir onarım programının parçası olmalıdır. Tapınak<br />

tiyatrosunun alt yarısının doldurulması ve<br />

tiyatronun mermer oturma sıra ve merdivenlerinin,<br />

eski ORKHESTRA’nın batı ucunda inşa edilen yeni<br />

merdiven temellerinde kullanılması da bu döneme<br />

rastlıyor olabilir.<br />

Hala bugünkü köyün ana yolunu oluşturan 11-<br />

13 metre genişliğinde ve 500 m. Yi aşan mermer<br />

döşeli bir kanal sistemi, Augustus döneminde Galos<br />

ırmağını denetim altına almak için tasarlanmıştır.<br />

çiçeklerle bezeli alçı panolarla kaplanmış olan<br />

yapıda, yalnızca doğudaki portik Dor düzeninde<br />

ikinci bir kata sahip görünmektedir. Dolayısıyla<br />

bu yapı grubu, Rodos tipi bir PERİSTİL olabilir.<br />

Tapınakta, büyük olasılıkla bir depremin yol<br />

açtığı hasarlardan dolayı 1.yy sonu ya da 2.yy<br />

başında yer yer onarımlar yapılmıştır. Aynı felaket<br />

portikli meydandaki yenilemelerin (yeni mermer<br />

döşemenin ve kuzeydeki portiğin yerine küçük<br />

mermer yapının yapılması) nedeni de olabilir.<br />

Bu değişiklikler Marcus Aurelius döneminde<br />

(161-180) başlayan ve ancak Septimius Severus<br />

Kuzeyde Severuslar döneminde yapılmış anıtsal<br />

bir takla sona eren bu sistem portikler (Augustus<br />

dönemi) çifte kolonad (2.yy) suya inen basamaklar<br />

(3.yy dan önce) ve basit iskeleler ( 1.yy ve 3.<br />

yy’lın 1. çeyreği)içermektedir. Genç Roma<br />

döneminde kolonadın yıkılmış bölümünün yerini<br />

su düzeyini ayarlayan bir hidrolik sistem almıştır.<br />

Günümüzde yalnızca CAVEA’sının (seyirci bölümü)<br />

yeri görülebilen büyük Tiyatronun yapım tarihi<br />

bilinmemekle birlikte Hadrianus döneminde (117-<br />

138) onarıldığı ya da bezendiği bilinmektedir.<br />

Anıtsal tak yakınındaki ev kompleksi müzede<br />

77


korunan büyük toprak küplerin ele geçtiği bir<br />

depo yapısı bugünkü okuulun yanında yer alan<br />

işlevi belirsiz büyük bir yapının temelleri ve<br />

tapınağın yakınındaki istinat duvarı Kentteki Genç<br />

Roma İmparatorluk döneminden kalma birkaç<br />

arkeolojik kalıntıdır. Tapınak tiyatrosu üstünde<br />

bir ev hatta bir yol yapılmak suretiyle tamamen<br />

toprakla örtülmüştür. Aşağıdaki meydansa<br />

Genç Roma ya da Erken Bizans döneminde(<br />

GENÇ ANTİK) dükkanlarda içeren bir mahalleye<br />

dönüştürülmüştür. Aynı kronolojik belirsizlikler<br />

tiyatronun üstündeki nekrapolis’te (mezarlık) yer<br />

alan ve 5.yy değin tahrip edilmemiş gibi görünen<br />

eken Roma mezarlığından devşirilmiş taşlardan<br />

yapılı oda mezarlar içinde geçerlidir. Öteki taş<br />

mezarlar bunlarla daha az çağdaş olmalıdır. Ölü<br />

yakma geleneğine bağlı mezarlar ve basit çukur<br />

mezarlar MÖ 3.yy’dan ölü gömme geleneğine<br />

bağlı tuğla mezarların yapıldığı Roma İmparatorluk<br />

Döneminin sonuna kadar kullanılmıştır.<br />

19.yy gezginlerince “Akropolis” olarak adlandırılan<br />

bölgede yapılan yeni kazılar buranın önce<br />

nekrapolis olarak kullanıldığını (MÖ 2.yy MS 5.yy)<br />

Bizans döneminde ise bir kaleye ve yerleşim<br />

alanına dönüştürüldüğünü (MS 5.yy/ 6.yy başı-<br />

11.yy) ortaya koymuştur. Buradaki mezarlar<br />

Tiyatro üstünde yer alan ve daha önce kazılmış<br />

olan nekrapolis’tekilerle az çok aynı tiptedir. Ölü<br />

yakma geleneğine bağlı basit çukur mezarlar<br />

Augustus döneminde ya da biraz öncesinden 4.yy<br />

tarihlenirken kerpiç tuğladan yapılma örnekler Geç<br />

Helenistlik Döneme (MÖ2-1.yy) tarihlenmektedir.<br />

4/5 yy’ tarihlenen URNE’li (ölü külü kabı) bir<br />

mezar bulunan en yeni örnektir. Ölü gömme<br />

geleneği Augustus döneminde hem tek hem de<br />

toplu gömülerin yapıldığı basit çukur mezarlarla<br />

başlamış görünmektedir. ¾ yy’a tarihlenen bu<br />

toplu mezarlarda en az 35 ölü saptanmıştır. Taş<br />

oda mezar tipindeki büyük aile mezarları erken<br />

imparatorluk döneminin sonlarında ya da Geç<br />

Roma İmparatorluk başlarında ortaya çıkmıştır.<br />

Bu mezarlar düzgün mermer bloklardan yapılmış<br />

en eski tiptir. İkinci tipte mezar yan duvarları kireç<br />

taşından yapılmış, örtü taşları olarak da kireç taşı<br />

y da mermer bloklar kullanılmıştır. Hepsi antik<br />

çağ’da ya da daha yakın dönemde yağmalanmış<br />

olmakla birlikte bu mezarların bir kaçı hala değerli<br />

buluntular içermektedir. En çarpıcıları 3.yy’a ait<br />

bir mezarda takıların yanı sıra ele geçen deri<br />

ayakkabılar ve dokuma parçalarıdır. Bir 4.yy<br />

mezarından elde edilen parçayla birlikte bu<br />

buluntular, Anadolu’nun dokuma teknolojisinin<br />

Bereketli Hilal’den (Ortadoğu’da, Batı ve Ortadoğu<br />

uygarlıkların doğduğu bölgede) çok Avrupayla<br />

ilişkili olduğunu gösteren bir eğitim tipine sahiptir.<br />

5.yy’lın ikinci yarısına değin kullanılan en yeni<br />

mezar grubu, kısmen ya da tamamen yazıt ve kapı<br />

taşları gibi devşirme mermer bloklardan yapılmıştır.<br />

Pessinus’taki gömülerin büyük bölümünü<br />

çocukların ve gençlerin oluşturması demografik<br />

olarak çok çarpıcıdır. Kırkbeş yaşını geçenler<br />

çok enderdir; erkek ve kadınlar eşit sayıdadır.<br />

İkinci yerleşim evresinde “Akrapolis” 5.yy sonu<br />

ya da 6.yy başından 11.yy üçüncü çeyreğine değin<br />

bir kale ve yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. 2.25-<br />

2.50m genişliğindeki geniş anıtsal savunma duvarı<br />

büyük ve düzgün kireçtaşı bloklarla ve devşirme<br />

taşlarla yapılmıştır. Duvarın bir yanı 3.10x1.85<br />

olan bir gözetleme kulesiyle son bulduğu ortaya<br />

çıkmıştır. Küçük ve düzensiz kireç taşlarından<br />

yapılmış evlerin bazılarında devşirme mermer<br />

parçalarda kullanılmıştır. En eski yapıların kaleyle<br />

aynı dönemde yapıldığı ve çeşitli yapı evrelerin<br />

varlığı anlaşılmıştır.<br />

Kireç taşı arazide pek çok yere silolar ve PİTHOS’lar<br />

(erzak küpü) için çukurlar kazılmıştır. Günümüze<br />

ulaşanların çoğu tamamen ya da kısmen korunmuş<br />

IN SITU (ilk yerinde) küpler içermektedir. Bazıları<br />

metalurji (demir ve tunç) ve dokuma gibi el<br />

sanatlarının varlığını gösteren ev ve mutfak<br />

çöpleriyle doludur. Evlerin ve atölyelerin savunma<br />

duvarına bitişik yoğunlaştığı gözlenirken, merkezde<br />

yalnızca depolama ve imalat amacıyla kullanılan<br />

hafif ahşap yapılar görülmektedir. Bir evin içinde<br />

buğday, arpa ve çok sayıda asma çekirdeğinden<br />

oluşan karbonlaşmış bitki kalıntıları bulunmuştur.<br />

Bu tip buluntular Bizans dönemindeki yerel<br />

tarımı aydınlatıcı bilgi vermektedir. Ele geçen<br />

hayvan kalıntılarının hemen hepsi koyun, keçi,<br />

sığır, domuz gibi evcil türlere aittir. Sığırın çokluğu<br />

çevrede elverişli otlakların varlığını gösterir.<br />

Av hayvanları azdır, yalnızca tavşan ve yaban<br />

domuzu kalıntılarına rastlanmıştır. Binek hayvanı<br />

ve köpek de enderdir. Pithos’lar içinde, balık<br />

omurgası ve henüz emzikteki bir domuzun eksiksiz<br />

iskeleti gibi özel buluntular ele geçirilmiştir.<br />

Prof. Dr. John Devreker *Eczacıbaşı SanatAnsiklopedisi<br />

3.Cilt yapı-endüstri merkezi yayınları<br />

78


hatırlatma defteri<br />

6 ocak 1969<br />

ABD'nin ANKARA BÜYÜK ELÇİSİ ROBERT KOMER’in MAKAM ARACI<br />

ODTÜ’DE YAKILDI<br />

Ertesi gün gazeteler olayı şöyle duyurdu: "ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer'in makam otomobili<br />

dün ODTÜ Rektörlüğü önünde bir kısım öğrenci tarafından yakılmıştır."<br />

ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu: "Her yönü ile yerilecek bir kaba<br />

kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri<br />

önünde gösteriler arasında yakıldı."<br />

ABD Büyükelçisi Komer'in basın açıklamasında ise şu ifadeler yer alıyordu: "Müttefik bir ülkenin<br />

temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği sırada,<br />

otomobilinin müfrit bir grup tarafından ateşe verilmesi üzücü bir husustur."<br />

ODTÜ Direniş Komitesi'nin bülteninde bir başka söylem yer alıyordu: "6 ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık<br />

büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi<br />

arabayı sarıverdi."<br />

Komer, Türkiye'ye kasım 1968'de gelmiş ve Esenboğa'da protestolarla karşılanmıştı. Çünkü, 'Vietnam'da<br />

çalışmış, Vietkong çetelerinin pasifize edilmesi alanında ortaya attığı fikirlerle dikkat çekmiş üst düzey bir<br />

yönetici'ydi.<br />

Bir başka deyişle, 'Vietnam'da Milli Kurtuluş Hareketi'ne karşı yürütülen sindirme hareketinin kıdemli<br />

yöneticisi, Vietnam celladı'ydı.<br />

Komer, rektöre üç kez ODTÜ'ye gelmek istediğini söylemişti. Ancak Kurdaş, "bu fırtına estiği sürece Komer'e<br />

fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7 milyon 700 bin dolar yardım yapacak bir ülkenin elçisine karşı<br />

uzak da duramazdım" diyordu. Sonunda elçiyi yemeğe davet etmiş ve davet son ana kadar gizli tutulmuştu.<br />

Öğrenciler ise bu davetin planlı olduğunu düşünüyordu: "Öğrencilerin en kalabalık olduğu saatte ve büyük<br />

bir gösteriş içinde geldi. Vietnam celladı Komer'in devrimci üniversitelilerin ocağı ODTÜ'ye gelişinin ne gibi<br />

olaylara yol açacağını tahmin etmek zor değildir."<br />

Gerisini Kurdaş şöyle yazıyor: "Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Çok geçmeden<br />

öğrencilerin toplandığı ve giderek kalabalıklaştığı haberleri geldi. Arabanın etrafındalar. Arabayı devirmeye<br />

çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…"<br />

O sırada telefon çalıyor. Arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Rektörün ifadesi ile, 'telefonda bir bacağı<br />

kopmuş kedi gibi bağırıyor'. Aralarında şu konuşmalar geçiyor:<br />

Sükan: "Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün, arabayı yaktırdın. Bütün gücümle<br />

üniversiteye giriyorum. Karşıdaki benzin istasyonunda 250 polisim bekliyor."<br />

Kurdaş: "Polisin üniversiteye bir adım bile atmasına izin vermiyorum. Girersen karşında beni bulursun."<br />

Sükan: "Elçinin orada hayatı tehlikede."<br />

Kurdaş: "Elçinin hayatı benim teminatım altında. Beni öldürmeden kimse ona dokunamaz."<br />

79


Hiçbir şey olmamış gibi yemek yeniyor. Mönü<br />

etsuyu çorba, biftek, lahana dolması, salata, meyve<br />

ve Türk kahvesinden oluşuyor. Sonra rektör, elçiyi<br />

kendi arabasıyla sefarete bırakıyor: "Yola çıkmadan<br />

önce arabayla üniversite etrafında bir tur attırdım.<br />

Zorbalığa pabuç bırakmadığımı dosta düşmana karşı<br />

anlatmak istiyordum."<br />

Öğrencilerin bir bölümü zorbalığa pabuç<br />

bırakmayacaklarını söylüyordu: "Hiçbir güç tarihin<br />

akışını durduramıyacaktır. Arkadaşlarımıza yapılacak<br />

en ufak bir haksızlık, en keskin şekilde karşılığını<br />

alacaktır. Hodri meydan."<br />

Öğrenci Birliği yönetiminde bulunan sosyal<br />

demokrat görüşlü öğrenciler ise, 'fikir olarak<br />

sosyalistlere katıldıklarını ancak arabanın yakılmasını<br />

tasvip etmediklerini' söylüyordu. Yayınladıkları<br />

bildiride şöyle diyorlardı: "Bu anarşi ortamına<br />

katılmadan ve fanatik duygularımızın esiri olmadan<br />

antiemperyalist savaşı sürdürmek istiyoruz."<br />

Öğrenci Birliği'ne göre, 'sorumluluk tüm olarak<br />

birkaç anarşist öğrencinin ve bunları dikkate<br />

almadan Komer'i okula çağıran yöneticilerindir'.<br />

Kurdaş, aynı günün akşamı İçişleri Bakanı'na<br />

telefonda şunları söylüyordu: "Şu kanıya vardım ki,<br />

arabayı siz yaktırdınız. Maksadınız polisi üniversiteye<br />

sokup, bir çatışma çıkartmak, kan akıtmak, olayı<br />

büyütmekti. Tertipçisi sizsiniz."<br />

Daha sonraki günlerde üniversite kapatıldı.<br />

Öğrencilerin başvurusu ile Danıştay üniversitenin<br />

açılmasına karar verdi. Öğrenci Birliği tutuklanan<br />

öğrencilere, kayıt harcı ödenmesi dahil katkısını<br />

sürdürdü.<br />

Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak,<br />

'büyükelçilere ait makam otomobillerinin (henüz<br />

1900 km'de 1968 model Cadillac) tahribi halinde<br />

bunların mahalli hükümetlerce tazmin edilmelerinin<br />

normal olduğunu' söyledi.<br />

Savcılık, yedi öğrenci hakkında gıyabi tutuklama<br />

kararı verdi. 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi<br />

imzaladıkları dilekçe ile savcılığa başvurarak, arabayı<br />

yakanların sadece dokuz kişi olmadığını kendilerinin<br />

de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi.<br />

80


HRANT DİNK<br />

19 Ocak 2007 tarihinde İstanbul’da Agos gazetesi önünde<br />

uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.<br />

15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu.<br />

Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise<br />

Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyüdü. Anne ve babası<br />

1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı.<br />

Anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle<br />

birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni<br />

Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi.<br />

Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda<br />

okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar.<br />

Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki<br />

Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin<br />

ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans<br />

okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada<br />

tanıştığı Silopu doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel<br />

Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri<br />

Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.<br />

Zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul<br />

Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk<br />

sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk<br />

Kampını yönetmeyi üstlendiler.<br />

1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve<br />

kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990<br />

yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu<br />

içindeki faal yaşantısına döndü.<br />

Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla<br />

Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin<br />

kritikler yazdı.<br />

1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin<br />

de teşviğiyle AGOS Gazetesi'ni kurdu.<br />

Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve<br />

yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.<br />

Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda<br />

konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi<br />

üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı.<br />

Ödüller<br />

2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından<br />

Dink’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü<br />

Ödülü” verildi.<br />

Dink’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern<br />

Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında<br />

tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü”<br />

oldu.<br />

Dink’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18<br />

Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te<br />

verildi.<br />

Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce<br />

özgürlüğü,<br />

Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü.<br />

Dink öldürüldüğünde AGOS Gazetesi’nin genel yayın<br />

yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu.<br />

Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden<br />

biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun<br />

uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya<br />

çabalıyordu.<br />

Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni<br />

halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog<br />

kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda<br />

bulunmak.<br />

Dink değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum<br />

örgütlerinde elden geldiğince görev alıyordu.<br />

81


LENİN<br />

21 OCAK 1924<br />

Üniversiteden ayrıldıktan sonra entelektüel yanını<br />

geliştirmek için çok çalıştı. 19'uncu yüzyılda yaşamış Rus<br />

aydınların, ülkenin geleceğiyle ilgili fikirlerini incelemeye<br />

ve onların eserlerini okumaya başladı.<br />

1890'da Hukuk Fakültesi'ne yeniden kabul edildi<br />

ve 1891'de okulu birincilikle bitirdi. 1892'de St.<br />

Petersburg'da avukat olarak işe başladı. 1893-1895 yılları<br />

arasında devrimci çalışmalar yaptı. Nisan 1895'te bir grup<br />

devrimci arkadaşının da desteğiyle Avrupa'ya gitti.<br />

Paris'te Çalışan Sınıfın Özgürlüğü grubuna başkanlık<br />

eden Plekhanov ile görüştü ve onu devrimci fikirlerinden<br />

yararlandı. Aynı yıl Rusya'ya geri döndü, fakat tutuklanıp<br />

15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1897'de Sibirya'ya<br />

sürgüne gönderildi.<br />

Sovyet Devrimi'nin mimarı Vladimir İliç Lenin, 1924<br />

yılında hayatını kaybetti.<br />

22 nisan 1870'te Simbirsk'te, Rusya'nın prestijli<br />

ailelerinden Ulyanov'ların üçüncü çocukları olarak<br />

dünyaya geldi. Mutlu bir çocukluk geçirdi.<br />

İlk eğitimini annesinden aldı, piyano çalmayı öğrendi.<br />

Dokuz yaşında Simbirsk Gymnasium'una gönderildi.<br />

Okulda, ileride olacağı gibi, hep liderdi. Bu özelliğiyle<br />

ilgili kız kardeşi Anna'nın hatıralarında, baba<br />

Ulyanov'un küçük oğlu Vladimir'in her şeyi kolayca<br />

öğrenebilmesinden endişe duyduğu ve onun ileride<br />

sistemli ve ciddi çalışmayı öğrenemeyeceğinden korktuğu<br />

yazar.<br />

Ağabeyi Alexander, Çar III. Alexander'a karşı giriştiği<br />

başarısız suikasttan sonra 1887'de idam edildi. Ağabeyi<br />

ve arkadaşlarının yaptığı eylem ülkede büyük ses getirdi<br />

ve üniversitelerde çarlık rejimine karşı sesler yükselmeye<br />

başladı.<br />

Aynı yıl Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi.<br />

Üniversitede öğrenciler tarafından yapılan eylemlerin<br />

elebaşını arama çalışmaları sırasında eylemciler arasında<br />

Ulyanov soyadının bulunması tutuklanmasına ve okuldan<br />

atılmasına yetti.<br />

1899 yılında ilk makalesini 'Lenin' takma adıyla yazdı.<br />

Adını değiştirmesinin nedeni devletin tepkisini daha<br />

fazla üzerine çekmemek ve kardeşinden beri devam<br />

eden Ulyanov soyadına karşı oluşan aşırı şüpheleri<br />

artırmamaktı.<br />

1898'de Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulu. 1903'de<br />

parti Lenibn'in başkanlığındaki sert solcular olan<br />

Bolşevikler ve Axelrod'un başkanlığını yaptığı ılımlı solcu<br />

Menşevikler olarak ikiye ayrıldı. İki grup da Marksist<br />

akımın güçlenmesi için çalışmalar yaptı.<br />

1905'de Menşeviklerin çalışmaları sonucunda daha iyi<br />

çalışma koşulları isteyen işçiler ayaklandı. Kanlı Pazar<br />

olarak bilinen günde binlerce işçi öldürüldü ve ayaklanma<br />

bastırıldı. Bu olaydan sonra Çar II. Nikola, Rus Meclisi'ni<br />

(Duma) açmak zorunda kaldı.<br />

1917 devrimlerinin ilki 8 mart 1917'de Kadınlar Günü'nde<br />

işçi kadınların sokaklara dökülmesiyle başladı. Diğer<br />

işçilerin de katılmasıyla isyan büyüdü. Polis ve askeri<br />

kuvvetler de isyanı bastırmaya yanaşmayınca Çar II.<br />

Nikola 15 mart 1917'de tahttan çekildi.<br />

Çar çekildikten sonra Rusya'yı liberal görüşlü Geçici<br />

Hükümet yönetmeye başladı. Hükümetin ana<br />

kadrosunda Menşevikler ve Sosyal Devrimciler<br />

bulunuyordu. Bu sırada Bolşevikler devrimle çok fazla<br />

ilgilenmiyor görünüyordu.<br />

1900'de sürgünden dönüp 17 yılını Batı Avrupa'da<br />

geçiren Lenin, 16 mart 1917'de Rusya'ya döndü.<br />

Lenin'in dönmesiyle Bolşevikler yönetimi ele geçirmek<br />

için faaliyetlere başladı. Hükümetin başarısızlığı halkın<br />

güvenini kırdı ve Bolşevikler popüler oldu.<br />

6 kasım 1917'de Bolşevikler iktidarı ellerine aldı. Parti<br />

82


hemen çaılşmalara başladı. Lenin tarafından hazırlanan parti programı dört nokta içeriyordu: Birincisi aç olanlara<br />

yiyecek, ikincisi köylülere toprak, üçüncüsü Sovyetlere iktidar ve sonuncusu Almanya ile barış.<br />

Parti bu dört noktayı çok hızlı bir şekilde hayata geçirdikten sonra iktidarı korumak için ÇEKA ve Kızıl Ordu kuruldu.<br />

Bolşeviklerin faaliyetlerine karşı oluşan tepkiler Menşevikler tarafından da desteklenerek Rusya'da iç savaş çıkmasına<br />

sebep oldu.<br />

Savaş müttefikler tarafından da yakından izlendi. Hatta Avusturya, Almanya ve Japonya Menşevikleri desteklediler.<br />

Ancak 1922'de sona eren savaşı Bolşeviklerin kazanmasını ve Lenin'in düşlediği gibi Bolşevik diktatörlüğünün ülkeyi<br />

yönetmesine engel olamadılar.<br />

Siyasi bir lider olduğu kadar bir siyaset filozofuydu. Rusya'nın içinde bulunduğu durum ve öne sürülen çözümlerin<br />

işe yaramayışı Lenin'i daha radikal eğilimlere yöneltmiş ve acı içinde kıvranan halkın ancak komünist bir yönetimle<br />

kurtulabileceğine inandırmıştır.<br />

Klasik Marksizm'e göre komünizm tarihteki gelişmelerle ortaya çıkan bir sürecin ürünüdür. Marx'a göre tarihsel<br />

gelişme özel mülkiyetin gelişmesiyle ve iş bölümünün belirginleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Buna göre Marx tarihi<br />

beş ana mülkiyet aşamasına ayırır.<br />

Bunlar: Komünal mülkiyet, antik toplumsal mülkiyet, feodal mülkiyet, kapitalist mülkiyet ve komünizmdir. Komünizm<br />

devresinin başlaması için kapitalist düzenle ezilen bir proletarya sınıfının olması ve onların kapitalist düzeni<br />

devirmeleri gerekmektedir.<br />

Rusya'da durum Marx'ın öngördüğünden tamamen farklıydı. Ezilen halkın büyük çoğunluğu köylülerdi, işçi sınıfı yok<br />

denecek kadar azdı. Devrimi yapanlar da entelektüel olarak yetişmiş eğitimli insanlardı.<br />

Lenin Rusya'yı yeniden yaratmaya kararlıydı. Bunu başarmak için tam örgütlenmeyi sağlamanın gereğine inanıyordu.<br />

Devrimi tek bir ulus için değil bütün dünya için planlamıştı: "Dünya devrimine temel olması için devrimi tek bir ulusta<br />

yaptık. Şaşmaz ve bilimsel olan bu öğretinin (Marksizm) tek doğru yorumlayıcıları ve sahipleri biziz. Amacımız bunu<br />

bütün dünyaya yaymaktır."<br />

Bu amacını gerçekleştirmek için 1919'da Commintern'i kurdu. Avrupa'nın bir yıl içinde tamamen komünist düzene<br />

geçeceğini düşünüyordu. Düşündüğü gibi olmadı,<br />

Vladimir İliç Lenin, 30 yıllık kariyerinde yüzlerce kitap, binlerce makale ve mektup yazdı. 'Bütün Eserleri'nin (Collected<br />

Works) beşinci baskısı 1965'de yapıldı. Eserin içinde 9 binden fazla doküman vardır.<br />

83


UĞUR MUMCU<br />

24 OCAK 1993<br />

“VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ…”<br />

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı,<br />

ekmeğimizi.<br />

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik<br />

kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak<br />

katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.<br />

Vurulduk ey halkım, unutma bizi...<br />

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde<br />

sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi<br />

kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız,<br />

arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer<br />

taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım<br />

unutma bizi...<br />

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.<br />

Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine<br />

terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi<br />

suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.<br />

Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım,<br />

unutma bizi...<br />

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli<br />

işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı<br />

daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi<br />

savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.<br />

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla<br />

kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce<br />

kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik<br />

bu dünyayı, ecelsiz.<br />

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />

Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük.<br />

İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana7da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.<br />

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />

Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan<br />

döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.<br />

Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.<br />

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...<br />

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler<br />

üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez<br />

dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.<br />

Vurulduk ey halkım unutma bizi...<br />

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece<br />

sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi<br />

hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.<br />

Asıldık ey halkım, unutma bizi...<br />

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına<br />

ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri<br />

önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.<br />

Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...<br />

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...<br />

Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.<br />

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,<br />

Unutma bizi,<br />

Unutma bizi...<br />

25 / 08 / 1975<br />

Cumhuriyet Gazetesi<br />

84


Muammer AKSOY<br />

31 OCAK 1990<br />

1917 yılında Antalya’da doğdu. 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Zürih<br />

Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi’nde doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Kürsüsünde asistanlık ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Medeni Hukuk<br />

Kürsüsünde öğretim üyeliği yaptı. 1957 yılında üniversite yasasında yapılan değişikliklerin üniversite özerkliğine<br />

zarar verdiği gerekçesiyle üniversitedeki görevinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi.<br />

27 Mayıs 1960 sonrasında yeniden üniversiteye döndü, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Anayasa Hukuku profesörü<br />

oldu. 1960-1961 yıllarında kurucu mecliste Antalya temsilcisi olarak çalıştı. 1961 Anayasasının hazırlanması sırasında<br />

Anayasa komisyonu sözcülüğü ve CHP parti meclisi üyeliği görevlerinde bulundu. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra<br />

sıkıyönetimce tutuklandı ancak yargılama sonucunda aklandı. 1977’de CHP İstanbul milletvekili olarak parlamentoya<br />

girdi. Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüttü. 12 Eylül 1980’den<br />

sonra Ankara Barosu başkanlığına seçildi.<br />

1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü<br />

Düşünce Derneği’ni kurdu ve Kurucu Genel Başkan olarak çalıştı. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin<br />

önünde kurşunlanarak öldürüldü.<br />

85


ABDİ İPEKÇİ<br />

1 ŞUBAT 1979<br />

Abdi İpekçi evine giderken uğradığı suikast sonucu öldürüldü<br />

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1979’da<br />

suikast sonucu hayatını kaybetti.<br />

Gazeteci ve yazar Abdi İpekçi 9 ağustos 1929’da İstanbul’da<br />

doğdu. 1948’de Galatasaray Lisesi’ni bitirdi.<br />

Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etti.<br />

1943-48 arasında ‘Kırmızı-Beyaz’ ve ‘Şut’ spor dergilerinde<br />

yazıları yayımlandı.<br />

‘Yeni Sabah’ ve ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde muhabir olarak<br />

çalıştı. 1951’de ‘İstanbul Ekspres’ gazetesinde yazı işleri<br />

müdürlüğü yaptı. 1954’te genel yayın müdürü olarak göreve<br />

başladığı Milliyet gazetesinde 1959’da başyazar oldu.<br />

1959’da Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanlığı, 1960’ta Basın<br />

Şeref Divanı sekreterliği yaptı.<br />

1964’te Uluslararası Basın Enstitüsü yönetim kurulu üyeliğine<br />

seçildi. 1968’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi<br />

Gazetecilik Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi.<br />

1972’de Türkiye Basın Enstitüsü başkanlığına getirildi.<br />

1 şubat 1979 sabahı evine giderken uğradığı sukast sonucu<br />

hayatını kaybetti. 25 haziran 1979’da yakalanan saldırgan<br />

Mehmet Ali Ağca, 23 kasımda cezaevinden kaçırıldı.<br />

Ağca, 26 kasım 1979’da Milliyet gazetesi yakınındaki bir<br />

çöp kutusunda bulunan mektupta, kendi el yazısıyla Papa’yı<br />

vuracağını yazıyordu. 28 nisan 1980’de İpekçi davasından<br />

dolayı ölüm cezasına çarptırıldı.<br />

13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul’e suikast düzenleyen Ağca,<br />

olay yerinde yakalandı. Papa soruşturması boyunca 128 kez<br />

ifade verdi, 22 mart 1986’da ömür boyu hapse mahkum edildi.<br />

13 haziran 2000’de İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio<br />

Ciampi, Ağca’nın affını imzaladı. Ağca, sabaha karşı İstanbul’a<br />

getirildi. Sadece gasp suçundan Türkiye’ye iadesi kararlaştırılan<br />

Ağca’nın İpekçi cinayetinden tekrar yargılanmasının mümkün<br />

olmadığı açıklandı.<br />

Kadıköy Adliyesi’nde gasp davasıyla ilgili mahkemeye çıkarılan<br />

terörist Ağca’nın ilk sözü, “ben Abdi İpekçi’nin katili değilim.<br />

Ben sadece bir aktördüm” oldu.<br />

Ağca, daha sonra çıkarıldığı bütün duruşmalarda şov yaptı. Her<br />

duruşmadan sonra basın mensuplarına mektup dağıtan Ağca,<br />

Vatikan’a tehditler savurdu.<br />

Vatikan’dan hesap soracağını ileri süren Ağca, “Katolik olmam<br />

için Vatikan bana 50 milyon dolar, özgürlük ve kardinallik<br />

önerdi. Vatikan’da kral olmaktansa, Afrika’da maymun olmayı<br />

tercih ederim” dedi.<br />

Mehmet Ali Ağca, Türkiye’ye iadesinden sonra Fruko fabrikası<br />

gaspından 10, bir kuyumcunun gasp edilmesinden 10,<br />

cezaevinden firar suçundan ise üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.<br />

İpekçi cinayetinden ise idam cezası almıştı.<br />

Ancak, son yasal düzenlemelerle idam cezası kalktığı için bu<br />

ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştü. Ağca’nın,<br />

İtalya’da geçirdiği 20 yıllık süre yeni TCK’nın 16’ncı maddesi<br />

gereğince 36 yıldan düşüldü.<br />

Ağca’yı hapisten kurtaran Türk Ceza Kanunu’nun 16’ncı<br />

maddesi oldu. TCK’nın 16’ncı maddesi şöyle diyor: “Nerede<br />

işlenmiş olursa olsun, bir suçtan dolayı yabancı ülkede<br />

gözaltında, gözlem altında, tutuklulukta veya hükümlülükte<br />

geçen süre aynı suçtan dolayı Türkiye’de verilecek cezadan<br />

mahsup edilir.”<br />

ANAP döneminin affı olarak da bilinen 3712 No’lu kanun<br />

Ağca’ya uygulanmadı. Eğer uygulansaydı Ağca çok daha erken,<br />

hatta Türkiye’ye iade edildiği gün tahliye edilebilirdi.<br />

Geriye kalan 16 yıllık süre, 10 yıl daha düşülerek altı yıla indi.<br />

Ağca’nın Türkiye’den kaçmadan önce cezaevinde geçirdiği 153<br />

günlük süre de hesaplamaya dahil edilince 12 ocak 2006 günü<br />

tahliye edildi.<br />

Adalet Bakanlığı’nın başvurusunu değerlendiren Yargıtay, 20<br />

ocakta Ağca’nın tahliyesi ile ilgili kararı hatalı bularak bozdu.<br />

Yargıtay bozma gerekçesinde Ağca’nın İtalya’da yattığı 19 yıl<br />

cezanın Türkiye’deki cezasından mahsup edilemeyeceğine<br />

karar verdi.<br />

Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nin tahliye kararını bozması<br />

üzerine 20 ocak 2006 tarihinde yeniden yakalanarak aynı<br />

cezaevine konulan Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinde kalacağı<br />

süre yeniden hesaplandı.<br />

Toplam 40 yıl üzerinden yapılan hesaplama sonucu hazırlanan<br />

müddetnamede, Mehmet Ali Ağca’nın 18 ocak <strong>2010</strong> tarihinde<br />

cezaevinden tahliye olacağı belirtildi. Müddetname, Ağca’nın<br />

hükümlü olarak bulunduğu Kartal H Tipi Cezaevi ile diğer ilgili<br />

yerlere gönderildi. 18 Ocak <strong>2010</strong> da cezasının bittiği söylenen<br />

Mehmet Ali Ağca tahliye olarak ceza evinden çıktı.<br />

86


DOSTOYEVSKİ<br />

6 ŞUBAT 1890<br />

Dostoyevski, aynı zamanda varoluşçuluğun kurucularından biri<br />

olarak anılır<br />

Klasik edebiyatın en önemli yazarları arasında gösterilen Rus<br />

romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1881'de hayatını<br />

kaybetti.<br />

1821'de Moskova'da doğan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski,<br />

9 şubat 1881'de Petersburg'da hayata veda etti. Annesini ve<br />

babasını küçük yaşta kaybetti.<br />

İlk yazılarıyla adını duyurmaya başlamışken genç liberallere<br />

katılmasıyla yaşamının akışı değişti. Tutuklandı ve sekiz ay<br />

hücrede kaldıktan sonra ölüm cezasına çarptırıldı. İnfaza birkaç<br />

saat kala cezası dört yıllık Sibirya sürgününe çevrildi.<br />

Sürgünden sonra yeniden St. Petersburg'a dönme izni elde<br />

etti. Bu koşullar altında yeniden yazmaya başladı. Yazdıklarıyla<br />

Çar II. Aleksandr'ı bile etkiledi. Yapıtlarının ses getirmesine<br />

karşın, Dostoyevski paraya kavuşamamıştı.<br />

Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşadı.<br />

Sürgünden sonra sara nöbetlerinden de bir türlü kurtulamadı.<br />

Ancak 'Karamazov Kardeşler', 'Ecinniler', 'Suç ve Ceza' gibi en<br />

ünlü yapıtlarını da bu dönemde kaleme aldı.<br />

1881'de öldüğünde, Rusya bu eski mahkum için, görülmemiş<br />

bir cenaze töreni düzenledi. Dostoyevski'nin sanatçılığı,<br />

dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin<br />

düşünselliğini ve bir gazete yazarının büyük coşkusunu bir<br />

arada içerir.<br />

Anlatı yapıtları, birçok yeni edebi anlatım araçlarını kapsar.<br />

Özellikle romanlarındaki çoksesli tipler, gerçekçi roman tarzının<br />

zenginleşmesine yol açmıştır.<br />

En önemli yapıtlarından 'Suç ve Ceza'da, bir cinayet<br />

etrafında kurar metnini Dostoyevski. Ne var ki, cinayet bir<br />

'oyun' ya da basit bir heyecan unsuru değildir. Daha açık bir<br />

biçimde söylemek gerekirse yazar, öldürme eylemini amaca<br />

dönüştürmez.<br />

'Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u yazarın ahlaki bir sorgulama<br />

yapmak için cinayete ittiği karakterlerdir. Fakir bir genç olan<br />

Raskolnikov, Hukuk Fakültesi'ni yarıda bırakmıştır. Avrupa<br />

kaynaklı siyasi ve felsefi düşüncelerin etkisi altındadır.<br />

Güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit<br />

edebilmek amacıyla, zaten borçlu olduğu tefeci bir kadını<br />

kurban olarak seçer. Ancak kararını uygularken pek de rahat<br />

değildir Raskolnikov.<br />

"Kollarına müthiş bir dermansızlık gelmişti. Kollarının<br />

her geçen saniye gittikçe uyuşarak ağırlaştığını kendisi de<br />

fark ediyordu. Baltayı bırakıp düşürmekten korkuyordu...<br />

Ne yaptığının farkında olmadan, hemen hemen kendini<br />

zorlamadan, sanki bir makine gibi, baltanın tersini kadının<br />

kafasına indirdi. Bu sırada neredeyse dermansız gibiydi.<br />

Ama baltayı indirir indirmez gücü yerine geldi" cümleleriyle<br />

canlandırılan suç sahnesi, 350 sayfalık romanın 140'ıncı<br />

sayfasında cereyan eder.<br />

Artık işin ceza kısmına gelmiştir Dostoyevski. Kimsenin<br />

kendini görmediğini ve geride bir iz kalmadığını bildiği halde,<br />

Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını,<br />

masumiyetini yitirmiştir.<br />

Ceza, yalnız kendisine verilmemiştir, ailesi de etkilenir<br />

Raskolnikov'un günahından. Katilin cinayet mahalline dönmesi<br />

kuralına uygun olarak, yakalanmayı ve rahatlamayı, arınmayı<br />

isteyen genç adam, öldürdüğü tefeci kadının evine gelir,<br />

komiserle tanışır ve soruşturmanın baş şüphelisi olur.<br />

Komiser Porfiry Petroviç, zeki bir adamdır ve katil olduğunu<br />

anlamıştır Raskolnikov'un. Ama ona bir fırsat tanımak, itiraf<br />

ederek ruhunu yüceltmesini sağlamak ister. Ailesi tarafından<br />

fahişeliğe zorlanan temiz kalpli Sonia'ya suçunu ve aşkını itiraf<br />

eden Roskolnikov, nihayet huzura kavuşur ve teslim olur.<br />

Sibirya'ya sürgün edilen Raskolnikov, yanında Sonia ile birlikte<br />

yola çıkarken henüz pişman olmamış, ruhu tam anlamıyla<br />

temizlenmemiştir.<br />

"Ama burada, yeni bir hikaye, bir adamın derece derece<br />

yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir<br />

dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç<br />

bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikayesi başlıyor" diye<br />

bitirir romanı Dostoyevski.<br />

Hakkında ciltler dolusu inceleme ve biyografi kitabı yazılan<br />

Dostoyevski'yi kısa bir yazı içerisine sığdırmak söz konusu<br />

olamayacağı gibi, sadece 'Suç ve Ceza'daki felsefi ve ahlaki<br />

motifleri tartışmak bile sayfalar tutar.<br />

Öte yandan, Ferud'ün psikanaliz çalışmalarını da etkilemiştir<br />

Dostoyevski ve 'Suç ve Ceza'. Freud, ilkel benlik, ego ve süper<br />

ego üçlüsünün 'Suç ve Ceza'da eksiksiz olarak yer aldığı<br />

vurgular.<br />

Raskolnikov'un ilkel benliği, ona tefeci kadını öldürmesini<br />

ve parasını çalmasını emreder. Bu eylemin muhakemesi ego<br />

sürecinde olur ve süper egosu Roskolnikov'u suçluluk duyguları<br />

içerisinde kıvrandırır.<br />

87


BRECHT<br />

10 ŞUBAT 1956<br />

Brecht, Berliner Ensemble'ın da kurucusuydu<br />

Epik Tiyatro'nun kurucusu Alman oyun yazarı Bertolt<br />

Brecht 1898 yılında doğdu.<br />

Eugen Berthold Friedrich Brecht, 10 Şubat 1898'de<br />

Augsburg'da doğdu, 14 Ağustos 1956'da Berlin'de hayata<br />

veda etti.<br />

20'nci yüzyıla damgasını vuran oyun yazarı ve tiyatro<br />

kuramcılarından Brecht, aynı zamanda yetenekli bir<br />

şairdi. İlk şiirlerini 1913'te okul gazetesinde yayımladı.<br />

Bir yıl sonra ise yaşadığı kentin yerel gazetesinde yazıları<br />

çıkmaya başladı.<br />

Edebiyata ve tiyatroya büyük ilgi duymasına karşın bir<br />

süre tıp eğitimi gördü. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında<br />

askere alındı ve bir hastanede görev yaptı. Aynı yıl yazdığı<br />

'Ölü Askerin Öyküsü' adlı bir şiiri yüzünden Nazilerce<br />

suçlanarak yurttaşlıktan çıkarıldı.<br />

1924'te gittiği Berlin'de Carl Zuckmayer, Max Reinhardt<br />

ve Helena Weigel gibi sanatçılarla tanıştı ve birlikte<br />

çalıştı. Helena Weigel'le evlendi ve bu evlilik ömrünün<br />

sonuna kadar sürdü. Brecht'in oyunların pek çoğunda<br />

Weigel başrolde oynadı.<br />

Tiyatro yönetmeni Erwin Piscator ve besteci Kurt<br />

Weill ile tanıştıktan sonra tiyatro yaşamında yeni bir<br />

adım attı. Jaroslav Hasek'in romanı 'Aslan Asker Şvayk'ı<br />

sahneye uyarladıktan sonra yazdığı 'Adam Adamdır'<br />

oyunu Epik Tiyatro anlayışının ilk denemesiydi.<br />

Epik Tiyatro öğretici bir tür olup, olaylar geleneksel<br />

tiyatrodakinin aksine, dramatik bir biçimde<br />

canlandırılacak yerde, izleyiciye anlatılır. İzleyici<br />

sahnede olup biteni bir gözlemci gibi izler.<br />

Epik Tiyatro'da amaç düşündürmek, izleyicinin aklını<br />

kullanarak bir karara varmasını, harekete geçmesini<br />

sağlamaktır. Brecht dünyanın değişmesinden,<br />

insanların fırsat eşitliğine, düşünce özgürlüğüne sahip<br />

olduğu, adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı.<br />

Benimsemiş olduğu Marxist dünya görüşü<br />

doğrultusunda, böylesine bir dönüşümün<br />

gerçekleşeceğine inanıyordu. Tiyatronun bu amaca<br />

ulaşmak için etkili araçlardan biri olduğu kanısındaydı.<br />

Gene bu sırada yazdığı ve Kurt Weill'in bestelediği,<br />

dünya çapında ün kazanacak olan 'Mahagonny' ve 'Üç<br />

Kuruşluk Opera' adlı müzikalleri sahneye koydu.<br />

Nazilerin yönetime gelmesiyle Almanya'da çalışma<br />

olanağı ortadan kalktı. 1933'te Almanya'yı terk etti.<br />

Önce İsviçre'ye, oradan Danimarka'ya gitti.<br />

1939'a kadar kaldığı Danimarka'da 'Tak-tik', 'Hitler<br />

Rejiminin Korku ve Sefaleti', 'Galileo'nun Yaşamı',<br />

'Cesaret Ana ve Çocukları' gibi her biri başyapıt olan<br />

oyunlar yazdı. 'Sezua'nın İyi İnsanı'nı da burada<br />

yazmaya başladı.<br />

1939'da Danimarka'nın da Nazi tehdidi altına girmesi<br />

üzerine önce Finlandiya'ya, oradan da 1941'de ABD'ye<br />

gitti. Oyunlarından bazıları bu dönemde İngilizce'ye<br />

88<br />

çevrildi ve ABD'de sahnelendi. Ne var ki, ABD'li izleyici<br />

Brecht'in oyunlarından tedirgin oldu ve ilgi göstermedi.<br />

1947'de ABD'de esen Soğuk Savaş rüzgarı, Brecht'in<br />

ABD'ye Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu'nca<br />

sorguya çekilmesine yol açtı. Dünya görüşüne ilişkin<br />

suçlamalara karşı çıktı. ABD'de barınmayacağını<br />

anlamıştı.<br />

Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti yöneticilerinin<br />

çağrısı üzerine Doğu Berlin'e yerleşti ve içlerinde eşi<br />

Helena Weigel'in de bulunduğu bir grup oyuncuyla<br />

1948'de 'Berliner Ensemble' adlı tiyatro topluluğunu<br />

kurdu.<br />

Berliner Ensemble, gerek kuramsal çalışmaları, gerek<br />

sahnelediği çok başarılı oyunlarıyla, dünya çapında<br />

ün kazanmakta gecikmedi. Brecht, 1956 ilkbaharında<br />

hastalandı ve bundan kısa bir süre sonra Berlin'de hayata<br />

veda etti.


ALBERT CAMUS<br />

4 OCAK 1960<br />

Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı<br />

'Yabancı' ve 'Veba'nın yazarı Albert Camus, 1960'da 46<br />

yaşında trafik kazasında öldü.<br />

Günümüzün en güçlü Fransız yazarlarından biri olan<br />

Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında<br />

dünyaya geldi. Babası Fransız, annesi İspanyoldu. Fakir bir<br />

ailenin çocuğu olan Camus, küçük yaşta babasını kaybetti.<br />

Bağımsız bir hayat sürebilmek amacıyla küçük yaşta<br />

evden ayrıldı. Geçimini sağlamak için birçok işe girip çıktı,<br />

vereme yakalandı. Felsefe eğitimini yarıda bırakarak, bir<br />

süre tiyatro ile uğraştı. Alman işgali boyunca 'Combat'<br />

gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı.<br />

1937 ve 1938'de yayımlanan iki denemesiyle edebiyata<br />

giren Camus, bu kitaplarında bir şair ve üslupçu<br />

görünüşüyle karşımıza çıkar. 1942'de yayımladığı<br />

'Yabancı' (L'Etranger) ona çabucak şöhretin kapılarını<br />

açar.<br />

'Yabancı', saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında<br />

olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir<br />

çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin<br />

durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.<br />

Aynı yıl yazdığı 'Sisifos Söyleni'nde (Le Mythe de<br />

Sisyphe), mutsuzluğa düşen çağımız insanının trajedisini<br />

ele alarak, saçmanın felsefesi diye tanımlanan bir dünya<br />

görüşü ve Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluğu ile yepyeni<br />

bir düşünce ve duyuş biçimi getirir.<br />

'Yabancı' ve 'Sisifos Söyleni' adlı yapıtlarında Camus,<br />

hem güçlü bir romancı hem de bir filozof olarak kendini<br />

gösterir. Saçmanın felsefesinin varoluşçulukla ortak<br />

yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir, ama yine de<br />

birbirlerine karışmazlar.<br />

Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus,<br />

'Yabancı'da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, 'Sisifos<br />

Söyleni'de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada<br />

mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur.<br />

Aslında 'Sisifos Söyleni', evrenin anlamsızlığı ve insanın<br />

saçma kaderine baş kaldırma ihtiyacı üzerine yazılmış<br />

bir denemedir. Camus, 1951'de yayımladığı 'Başkaldıran<br />

İnsan'da (L'Homme revolte) bu konuları yeniden ele alır<br />

ve derinliğine işler.<br />

1947'de yayımlanan 'Veba' (La Peste) büyük etki yaratır<br />

ve yazara 'Prix des Eritiques' ödülü kazandırır. Bundan<br />

sonraki kitaplarında Camus, bir filozoftan çok bir ahlakçı<br />

ve edebiyatçı kimliğiyle kendini gösterir. Bu durumu<br />

oyunlarında görmek daha kolaydır.<br />

En son romanı olan 'Düşüş'ü (La Clute) 1956'da yayımlar.<br />

1957'de en güzel hikayelerinin bulunduğu 'Sürgün ve<br />

Krallık' (L'Exil et le royaume) ile yaratıcı sanatın en güzel<br />

örneklerini verir. En güzel hikayeleri, şüphesiz, Cezayir'de<br />

geçenlerdir.<br />

Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta<br />

ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve<br />

1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Camus,<br />

1960'da bir trafik kazasında, gerçekten saçma bir ölümle<br />

hayata gözlerini kapattı.<br />

En tanınmış eseri olan 'Yabancı'yı 1942'de yayımladı.<br />

'Yabancı'da açık, sade, süssüz ve hareketli üslubu ile<br />

Hemingway'den etkilenmiş izlenimi verir.<br />

Camus 'Yabancı'da, kayıtsız, hayatın anlamsızlığınakarşı<br />

mücadele etmekten yorulmuş, etrafında olup biten<br />

olayları anlamayan, anlamak için de hiçbir çaba<br />

harcamayan, unutulmaz bir insan tipini canlandırır.<br />

Önemli eserleri<br />

'Amerika Günlükleri', 'Başkaldıran İnsan', 'Büyüyen<br />

Taş', 'Caligula', 'Denemeler', 'Düğün ve Bir Alman Dosta<br />

Mektuplar', 'Düşüş', 'Ecinniler', 'İlk Adam', 'Mutlu Ölüm',<br />

'Sıkıyönetim', 'Sisifos Söyleni', 'Sürgün ve Krallık', 'Tersi ve<br />

Yüzü', 'Veba', 'Yabancı', 'Yolculuk Günlükleri'.<br />

89


BİRLİĞİMİZİN ANLAŞMA YAPTIĞI KURUMLAR<br />

BEYAZ EŞYA - MOBİLYA - YAPI<br />

METİS MİMARLIK VE DEKORASYON<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş ve fatura bedeli üzerinden<br />

%25 indirim yapılacaktır.<br />

Adres: Karapınar Mah. 1186 Cad. No:25/4 DİKMEN/<br />

ANKARA<br />

Tel: 0 (312) 476 83 00<br />

FAALİYETLERİMİZ:<br />

Mimari tasarım ve uygulama projeleri<br />

Tadilat ve Dekorasyon projeleri ile uygulama işleri<br />

yükleniciliği<br />

Compact Sistem Arşiv Dolapları satış temsilciliği<br />

SUNKAR HALI<br />

ORIENTAL RUGS-SUNKAR HALI<br />

1. Mağaza: Güvenevler Mh. Farabi Sk. N: 48/D Çankaya/<br />

Ankara Tel: 312 428 85 15<br />

2. Mağaza: Kızılırmak Mh. Ufuk Üniversitesi Cd.<br />

AMBROSIA Çarşı n: 18/27 Çukurambar / Ankara Tel: 312<br />

284 85 50<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde<br />

peşinde %30, 6 taksitte %20, 12 taksitte %10 indirim<br />

yapılacaktır.<br />

AYSA MOBİLYA SANAYİ PAZARLAMA<br />

Çamlıtepe Sk. 103/3<br />

Siteler-Ankara<br />

Tel: (0312) 353 90 25<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ödemelerde % 25, taksitli ödemelerde % 10 ve 4<br />

taksit, ayrıca indirim dönemlerinde indirim oranı.<br />

SAYDAMLAR ELEKTRONİK (Casio Yetkili Servisi)<br />

Adakale Sokak N: 25/27 Kızılay / Ankara<br />

Tel: 0312.431 04 72<br />

Casio ve diğer markalardaki video kamera, digital fotoğraf<br />

makineleri, saat, traş makinesi ve benzeri elektronik<br />

aletlerin bakım ve tamirinde, Mülkiyeliler Birliği üyelerine<br />

nakit ödemelerde ve kredi kartı ile tek çekimlerde<br />

%25, taksitli ödemelerde 4 taksit ve %15 indirim<br />

uygulanacaktır. .<br />

DEKOMART Ltd. Şti.<br />

Turan Güneş Bulvarı 4. Cad. 56. Sok. No. 49/C Yıldız/<br />

ANKARA<br />

Tel: 0312.443 00 75<br />

Müşterilerine prestijli, konforlu ve estetik yaşam<br />

mekanları sunmayı vizyon haline getiren DEKOMART<br />

yapı sektöründe toptan ve perakende bazında hizmet<br />

sunmaktadır. Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura<br />

bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 20, kartla<br />

ödemelerde % 10 ve peşin fiyatına 3 taksit yapmaktadır.<br />

90<br />

BİLGİSAYAR<br />

MAY-NET BİLGİSAYAR YAZILIM DAN. HİZ. LTD.ŞTİ.<br />

ÇETİN EMEÇ BLV. 4. CAD. 70. SK. 8/12 ÇANKAYA - ANKARA<br />

Tel: (0312) 473 28 94<br />

Faks: (0312) 473 28 93 e-mail: \n mayyilmaz@may-net.<br />

com<br />

Bilgisayar satış, bakım ve tamirinde Mülkiyeliler Birliği<br />

üyelerine özel indirimler<br />

ATC BİLGİSAYAR LTD. ŞTİ.<br />

Selanik Cd. N: 31/3 Kızılay/Ankara<br />

Tel: (312) 419 82 70<br />

Faks: (312) 419 82 71<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,<br />

kartla ödemelerde %10 ve taksitli ödemelerde 6 taksit<br />

yapılacaktır.<br />

EĞİTİM<br />

YAŞAMKENT ANAOKULU<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %20,<br />

kartla ödemelerde %25, taksitli ödemelerde %20 ve 12<br />

taksit yapılacaktır.<br />

Adres : Yaşamkent Mah. Gülbeng Sit. A Blok N: 20<br />

Yenimahalle / Ankara<br />

Tel : 0312 217 43 47-48<br />

Prof. Dr. Mustafa BALCI Akademisi<br />

Bu protokol ile Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/<br />

fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde %15, kartla<br />

ödemelerde %10, taksitli ödemelerde %10 ve 10 taksit<br />

yapılacaktır.<br />

Adres : Bayındır 1 Sok. No: 27 Kat: 3 Kızılay - ANKARA<br />

Tel : 0 312 431 32 33 Faks : 0 312 431 67 67<br />

OYA SÜRÜCÜ KURSU<br />

Atatürk Bulvarı 94/12 Kızılay/Ankara<br />

Tel: 0312.2310869<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ödemelerde % 10, kartla ödemelerde % 10, taksitli<br />

ödemelerde % 10 indirim ve 10 taksit yapılacaktır.<br />

TÜRK AMERİKAN DERNEĞİ (AMERİKAN KÜLTÜR)<br />

Cinnah Cad. No. 20 Kavaklıdere – Ankara<br />

Tel: 0 312 426 37 32<br />

Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) ile Birliğimiz<br />

arasında imzalanan protokol uyarınca, üyelerimiz, eşleri<br />

ve çocukları ile Fakültemiz öğrencileri, düzenlenen Dil<br />

Eğitimi Programlarından indirimli yararlanabileceklerdir.<br />

Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) düzenlenen


İngilizce Dil Eğitimi Programlarında, Mülkiyeliler Birliği<br />

üyelerine, eşlerine ve çocuklarına mevcut kurs ücreti<br />

üzerinden ¼ oranında indirim sağlayacaktır. Belirtilen<br />

indirimden yararlanmak için Mülkiyeliler Birliği kimlik<br />

kartının gösterilmesi zorunludur.<br />

Yapılan protokol gereğince öğrencilerimiz de, kurslardan<br />

1/3 oranında indirimli olarak yararlanabileceklerdir.<br />

Bu indirimden yararlanmak için SBF öğrenci kimliğinin<br />

gösterilmesi zorunludur.<br />

BAŞKENT ÇANKAYA SPOR KLÜBÜ<br />

Murat Özdoğan - Tel: 0 535 276 58 56 / Tolga Tillioğlu -<br />

Tel: 0 532 542 62 32<br />

1 Haziranda başlayan yüzme kursları Mülkiyeliler Birliği<br />

üyeleri için 60 YTL<br />

DOSYA EĞİTİM MERKEZİ<br />

Turan Güneş Bulvarı No. 23 Çankaya / ANKARA<br />

LGS HAZIRLIK (4., 5., 6., 7. VE 8. SINIFLAR) – ÖSS<br />

DERSANELERİNDE MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE<br />

FATURA BEDELİ ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT<br />

Sakarya Cad. No. 36/1 Kızılay / ANKARA<br />

KPSS, MÜFETTİŞLİK, UZMANLIK, KAYMAKAMLIK,<br />

DENETMENLİK SINAVLARINA HAZIRLIK DERSANELERİNDE<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE FATURA BEDELİ<br />

ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT<br />

MİLLİ PİYANGO EĞİTİM VE SPOR TESİSLERİ<br />

Konya Yolu 26. Km. Gölbaşı<br />

Tel: 0312. 484 44 90<br />

Mülkiyeliler Birliği Üyelerine % 25 İndirim<br />

ÖZEL KARACA YABANCI DİL KURSU<br />

Karanfil Sok No. 20 Kızılay / ANKARA<br />

Tel : 0 (312) 418 78 73<br />

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE % 10 İNDİRİM<br />

KÜLTÜR - SANAT<br />

PANAYIR SANAT MERKEZİ<br />

(Doğum Günleri, Sünnet Düğünleri, Tanıtım<br />

Organizasyonu vb. Palyaço ve Noel Babalar)<br />

Kızılırmak Sok. N: 35/10 Ankara<br />

Tel : 425 79 09-425 76 53<br />

Nakit Ödemelerde %25 indirim.<br />

OTOMOTİV<br />

Tel : 0 (312) 287 35 50<br />

YEDEK PARÇA VE İŞÇİLİK NAKİT ÖDEMEDE % 10 KARTLA<br />

ÖDEMELERDE 3 TAKSİT + % 5 İNDİRİM<br />

YUMURCAK OTOMOTİV/RENAULT SERVİS<br />

Siteler-ANKARA<br />

Tel: (0312) 351 29 60<br />

Bakım ve onarıma gelen araçlara randevu önceliği,<br />

Bakıma gelecek araçları yerinen teslim alıp yerine teslim<br />

etme kolaylığı,<br />

Araçların bakım ve onarım hizmetlerinin kaliteli ve<br />

kusursuz olması yanında en kısa sürede teslim etme<br />

olanağı,<br />

Araçlara eğitilmiş kurs belgeli personel ekibi ile hizmet<br />

verilmesi,<br />

Araçların servis içinde kaldığı sürede ve test sürüşü<br />

esnasında doğabilecek kazalara karşı firmamız tarafından<br />

sigorta güvencesi verilmesi,<br />

Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması,<br />

Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması<br />

Hasarlı araçlara ekip gönderilerek ilk müdahalede<br />

bulunulup, kurtarıcı ile çektirilmesi<br />

500 YTL'yi dolduran bakım ücretini müteakiben yılda bir<br />

kez ücretsiz pasta-cila hizmeti<br />

Yılda bir defa ücretsiz check-up<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde yedek parçada % 10, işçilikte<br />

% 35 indirim ve 2 taksit olanağı.<br />

ACİL YARDIM<br />

GÜNDÜZ: 0312.351 29 60 - 0533.353 66 10<br />

GECE: 0533.353 666 10<br />

KURTARICI: 0533.369 95 72<br />

TURİZM<br />

BUTİK MULBERRY TREE HOTEL<br />

Tel: 0252-486 80 82<br />

GSM : 0532 437 53 45<br />

www.mulberrytreehotel.com<br />

GRAND ŞEKER HOTEL<br />

Evrenseki Beldesi Manavgat Antalya<br />

Tel:0242-7638420<br />

IN DBL pP<br />

01.06-30.06.2008 - 65. YTL<br />

01.07-31.08.2008 - 75. YTL<br />

01.09-30.09.2008 - 65. YTL<br />

KIZILKAYA OTOMOTİV<br />

Başkent Sanayi Sitesi 248/2 Sokak N: 19 Batıkent /<br />

Ankara<br />

Tel: 312 278 47 06<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde<br />

%25 indirim yapılacaktır.<br />

OTOKOÇ OTOMOTİV TİC. SAN. A.Ş.<br />

Söğütözü Cad No. 2 / ANKARA<br />

91<br />

SNGL SUPL %50<br />

3. PAX %70<br />

1. CHD (0-12) FREE<br />

2. CHD (0-2) FREE<br />

(03-12) %50<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemede %15, kartla<br />

ödemede %10 indirim yapacaktır<br />

NATURMED<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine %10 indirim yapılacaktır. Bu


indirim resmi tatillerde ve bayramlarda geçerli değildir.<br />

1-KASIM -31 MART<br />

3 Hafta 1 Kişi: 1450 YTL 2 Kişi: 2500 YTL<br />

2 Hafta 1 Kişi: 1050 YTL 2 Kişi: 1800 YTL<br />

5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 560 YTL 2 Kişi: 950 YTL<br />

4 Gün 1 Kişi: 500 YTL 2 Kişi: 850 YTL<br />

3 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL<br />

2 Gün 1 Kişi: 300 YTL 2 Kişi: 510 YTL<br />

1 NİSAN – 31 EKİM<br />

3 Hafta 1 Kişi: 1900 YTL 2 Kişi: 3300 YTL<br />

2 Hafta 1 Kişi: 1400 YTL 2 Kişi: 2400 YTL<br />

5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 750 YTL 2 Kişi: 1250 YTL<br />

4 Gün 1 Kişi: 650 YTL 2 Kişi: 1150 YTL<br />

3 Gün 1 Kişi: 550 YTL 2 Kişi: 900 YTL<br />

2 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL<br />

ULAŞIM<br />

VARAN TURİZM<br />

Mülkiyeliler Birliği Üyeleri, Varan Turizm ile yapacakları<br />

tek yön seyahatlerde bilet satış bedeli üzerinden %10,<br />

çift yön seyahatlerde ise 2 adet tek yön bilet satış bedeli<br />

üzerinden %20 oranında indirim uygulanacaktır.<br />

İndirimlerden yararlanabilmek için aşağıda belirtilen<br />

ve Birliğimize tahsis edilen Varan Business kart<br />

numaralarından herhangi birini Varan Turizm Bilet<br />

görevlilerine hatırlatmanız ve Mülkiyeliler Birliği üye<br />

kimliğinizi göstermeniz gerekmektedir.<br />

Mülkiyeliler Birliğine tahsis edilen Varan Business Kart<br />

Numaraları:<br />

0119 0099 - 0119 0123 - 0119 0321 - 0119 0255 - 0119<br />

0230 - 0119 0222 - 0119 0404 - 0119 0180 - 0119 0008 -<br />

0118 9992<br />

YEME - İÇME<br />

01 ADANA ASMAALTI<br />

Prof. Dr. Muammer Aksoy Caddesi 29/B Bahçelievler /<br />

ANKARA<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />

WATERBOX (SUKUTUSU İÇME SUYU TEK. A.Ş.)<br />

Turan Güneş Bulvarı Koyunlu Sitesi B Blok No: 175/22<br />

Çankaya / ANKARA<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde % 15 indirim yapılacaktır.<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde % 20 indirim yapılacaktır.<br />

01 ADANA ASMAALTI<br />

Adres: Prof. Dr. Muammer AKSOY Cad. 29/B Bahçelievler<br />

/ ANKARA<br />

Tel : 0312 2239053<br />

Gsm : 0505 663 09 56 - 0537 666 50 76<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />

0312 CONCEPT<br />

Selanik Cd. N: 70 Kızılay / Ankara<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,<br />

kartla ödemelerde %5 indirim yapılacaktır.<br />

PASAPORT PİZZA<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince<br />

aşağıdaki adreslerde faaliyet gösteren Pasaport Pizza,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden %<br />

10 indirim sağlayacaktır.<br />

BORNOVA (MERKEZ) 0 232 388 18 18 - 339 90 99<br />

BORNOVA (KÜÇÜKPARK) 0 232 343 00 99 - 343 00 77<br />

GAZİEMİR 0 232 251 80 85 - 251 79 00<br />

KARŞIYAKA (ÇARŞI) ) 0 232 368 78 28<br />

KARŞIYAKA (GİRNE) ) 0 232 364 43 13 - 0 232 364 66 26<br />

KEMERALTI 0 232 441 11 66<br />

KIBRIS ŞEHİTLERİ 0 232 464 09 99 - 0 232 465 01 01<br />

KORDON 0 232 446 56 36 - 483 66 35<br />

ŞİRİNYER 0 232 448 63 63 - 438 93 93<br />

YEŞİLYURT 0 232 255 59 59 - 261 88 48<br />

ÇANKAYA 0 232 483 50 09<br />

URLA 0 232 754 14 75<br />

ANTALYA (ÇARŞI) 0 242 247 99 33 - 248 03 28<br />

ANTALYA (LARA) 0 242 323 22 21<br />

ANTALYA (DEFTERDARLIK) 0 242 237 95 96 - 237 78 58<br />

MANAVGAT (ANTALYA) 0 242 743 38 20 - 743 38 21<br />

BUCAK (BURDUR) 0 248 325 98 00 - 325 99 33<br />

ISPARTA0 246 223 88 99<br />

İSTANBUL (BAKIRKÖY) 0 212 561 16 16 - 561 02 12<br />

MANİSA 0 236 232 96 16 - 232 39 94<br />

TENEDOS CAFE PUB BRASSERİE<br />

Dünya mutfağından seçme yemekler<br />

Brüksel usulu soslu midye<br />

Tenedos'a özel şaraplar<br />

Caz ve Blues konserleri<br />

Adres: Arjantin Cad. Budak Sok.5/1 GOP ANKARA<br />

Tel : 0312 4274294<br />

Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />

Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />

nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />

THE NORTH SHIELD PUB<br />

Adres: Güvenlik Cad. No: 111 A. Ayrancı / ANKARA<br />

Tel :<br />

92

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!