Mülkiyeliler BirliÄi E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.
Mülkiyeliler BirliÄi E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.
Mülkiyeliler BirliÄi E-Bülten 2010-1 sayısını buradan indirebilirsiniz.
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
OCAK-SUBAT <strong>2010</strong><br />
SAYI <strong>2010</strong>-01<br />
1
İÇİNDEKİLER<br />
mülkiye’den.......................................................................................................... 3<br />
yeni bir sayıyla merhaba,..................................................................................................... 3<br />
genel kurul çağrısı................................................................................................................ 5<br />
Mülkiyeliler Birliği Dergisi dijital ortamda......................................................................... 6<br />
Cemal Süreya anma ve şiir ödülleri etkinliği........................................................................ 7<br />
ekmek barış özgürlük için demokrasi ve haklar mitingi......................................................... 10<br />
ekmek ve özgürlük için yaşasın dayanışma............................................................................ 11<br />
Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği Korosu .................................................................... 15<br />
“güvencesizliğin gölgesinde işçi hareketleri ve tekel direnişi”.................................................. 16<br />
Ayhan Açıkalın anıldı......................................................................................................... 40<br />
zorunlu hayat belgesel gösterimi........................................................................................... 41<br />
8 mart dünya kadınlar gününün 100.yılı............................................................................. 42<br />
sergilerden görüntüler.......................................................................................................... 44<br />
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR).................................................................................... 45<br />
Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) açıldı......................................................... 46<br />
Mülkiye Araştırma Merkezi Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi kokteyl verdi............... 48<br />
şubelerimizden..................................................................................................... 49<br />
üyelerimizden...................................................................................................... 51<br />
imf üzerine söyleşi............................................................................................................... 51<br />
ölülerimiz bir tutar bizi....................................................................................................... 70<br />
sevgili kardeşim Hırant....................................................................................................... 72<br />
konuk yazarlar...................................................................................................... 73<br />
Kızılay’da bir “hayalet” dolaşıyor!......................................................................................... 73<br />
kentlerin tarihi..................................................................................................... 75<br />
Pesinus................................................................................................................................ 75<br />
hatırlatma defteri................................................................................................. 79<br />
6 ocak 1969 commerin arabası yakıldı.................................................................................. 79<br />
Hrant Dink........................................................................................................................ 81<br />
Lenin ................................................................................................................................. 82<br />
Uğur Mumcu...................................................................................................................... 84<br />
Muammer Aksoy ................................................................................................................ 85<br />
Abdi İpekçi.......................................................................................................................... 86<br />
Dostoyevski......................................................................................................................... 87<br />
Brecht ................................................................................................................................ 88<br />
Albert Camus.................................................................................................................................................89<br />
anlaşmalı kurumlar listesi..........................................................................................................................90<br />
E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.
mülkiye’den<br />
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,<br />
<strong>2010</strong> Yılının ilk sayısıyla yeniden karşınızdayız.<br />
Aralık 2009 sayımızı, 150. Yıl Kutlamaları’nın finali olan 4 Aralık törenleri ve Balo’dan hemen sonra ve<br />
içinde bulunduğumuz o coşkuyla çıkarmıştık. 150. Yılımızda, birçok arkadaşımızın emeği ile hazırlanan ve<br />
yalnızca Ankara’da değil, şubelerimizin olduğu birçok ilde yıl boyu gerçekleştirilen birçok etkinlik oldu.<br />
Bizler de elimizden geldiğince bunları sizlerle paylaşmaya çalıştık.<br />
Aralık sayımızdan bu yana Genel Merkezimiz ve Şubelerimizde gerçekleşen etkinliklere ilişkin bilgileri de<br />
bu sayımızın sayfalarında ve yine kendi bölüm başlıkları altında bulacaksınız.<br />
Birliğimizde; 10 Şubat’ta "Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri Ve Tekel Direnişi" konulu<br />
bir panel, 12 Şubat’ta Ayhan Açıkalın Anma Toplantısı, Şubat’ta izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle<br />
yüzleşmelerini ve boşaltılan köylerin ve zorla göçün yürek burkan öyküsüne tanıklık etmelerini sağlayan<br />
“Zorunlu Hayat” belgesel film gösterimleri ve 17 Mart’ta Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ve<br />
Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (Mim) Açılış Kokteyli gerçekleştirildi. Okulumuzda<br />
ise 9 Ocak’ta Cemal Süreya Anma Toplantısı, 10 Mart’ta ise Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun<br />
düzenlerdiği Kadın ve Sanat paneli gerçekleştirildi. Bu etkinlikler dışında Tekel işçileriyle dayanışma<br />
ziyareti ve mitingi, Danışma Kurulu Toplantısı ile ilgili bilgiler “Mülkiye’den” bölümünde yer alıyor.<br />
Bilindiği üzere Genel Kurul dönemine girdik ve bu nedenle de tüm şubelerimiz genel kurullarını<br />
tamamladılar. Şube genel kurullarımızla ilgili bilgiler “Şubelerden” bölümünde yer alıyor.<br />
Üyelerden, Konuk Yazarlar, Kentler Tarihi ve Hatırlatma Defteri’mizi her zaman olduğu gibi bu sayımızda<br />
da kendi yerlerinde bulacaksınız.<br />
Üyelerimize sosyal yaşamlarında katkı sağlanması amacıyla Mülkiyeliler Birliği üyelerine indirim olanağı<br />
sağlayan ve sürekli listeye yenileri eklenen anlaşmalı kurumların güncel bir listesini de yine Bültenimizde<br />
bulacaksınız. İsteyen üyelerimiz internet sayfalarımızdan da (http://www.mulkiye.org.tr) bu kurumların<br />
güncellenen bilgilerine ulaşabilirler. Arkadaşlarımıza, internet sayfalarımızı daha fazla kullanmalarını<br />
öneriyoruz.<br />
GENEL KURUL<br />
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezimiz Genel Kurulu, 14.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 10:00’da Konur Sokaktaki<br />
Birlik Merkezi’mizde, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa çoğunluk aranmaksızın 21.03.<strong>2010</strong> Pazar<br />
Günü saat 09:30’da Fakültemiz Aziz Köklü Salonunda yapılacaktır.<br />
Bizler de seçime girecek tüm arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz. Dileğimiz “Mülkiye değerlerini koruyup<br />
geliştirilecek, laik, çağdaş, uygar, aklın ve bilimin öncülüğünde, kamu yararını esas alan, tek sesliliği,<br />
kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmeyi ve dışlamayı reddeden, emekten, demokrasiden, toplumsal<br />
barış ve kardeşlikten yana her türlü görüşü bir arada barındıracak, demokratik hukuk devleti ve eşitlikçi<br />
toplum idealleri doğrultusunda” çalışmalarını en iyi şekilde yürütmeye gönüllü bir ekibin yönetime<br />
gelmesidir.<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SOSYAL TESİSLERİ YENİDEN YAPILANDIRMA PROJESİ<br />
Mülkiyeliler Birliği binalarının da içinde yer aldığı Konur Sokak ve Yüksel Caddesi’nin oluşturduğu “T”<br />
aksı, Ankara’da demokratik tepkilerin dışa vurulduğu, taleplerin dile getirildiği, insanların toplumsallaştığı<br />
önemli alanlardan birisidir. Mülkiyeliler Birliği de bu yapının önemli bir bileşeni ve tamamlayıcısıdır.<br />
Mülkiyeliler Birliği olarak, bugüne kadar kendi olanaklarımız ölçüsünde bulunduğumuz sokağa, kentin<br />
merkezine ve Başkente, demokrasi güçlerinin yararına olacak şekilde müdahalede bulunduk ve bundan<br />
sonra da bulunmaya devam etme kararlılığındayız. MÜLKİYE SİTESİ PROJESİ’nin ana amacı da, bir<br />
YENİDEN YAPILANMA PROJESİ ile zaman içerisinde neredeyse yalnızca bir lokanta işletmesine<br />
dönüşmüş, artık ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak ve ömrünü tamamlamış binalarımızı, Mülkiyeliler,<br />
SBF Öğrencileri ve Ankaralılar açısından yeniden bir sosyal – kültürel üretim merkezi haline getirmektir.<br />
İçerisinde konferans salonu, tiyatro ve sergi salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı<br />
salonları ve idari büroları olan Mülkiye Sitesi Projesi, kent merkezinin bozulan dokusunu tamire yönelik de<br />
önemli bir çabadır.<br />
Mülkiye Sitesi Projesi, bulunduğu bölgenin yapısını bozmayacak ve bahçeyi tahrip etmeyecek şekilde<br />
3
tasarlanmıştır. Proje ile bahçe, teraslar ve açık alanlar büyütülecek, mevcut durumda her iki binanın neredeyse<br />
tamamı işletmeye açık rant tesisi olduğu halde, yeni yapılacak ana binanın 4 katı tiyatro salonu, sergi salonu,<br />
konferans salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı odaları ve yönetim birimleri olarak,<br />
kısacası Mülkiyelilerin sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılacaktır.<br />
Mülkiyeliler Birliği, kuruluş yıllarında farklı binalarda kiracı olarak oturmuş, 1964 ve 1968 yıllarında ise<br />
halen kullanılmakta olan, önceden yapılmış ve ev olarak kullanılan bu binaları satın almıştır. Fakat bugüne<br />
kadar kendisinin yaptığı, dolayısıyla kendi kimliğini, anlayışını, rengini kattığı bir binası olmamıştır. Bugün,<br />
bugüne kadar hemen her yönetimin ele aldığı, tartıştığı ya da düşünü kurduğu, çaba harcadığı bu projenin<br />
yaşama geçmesi için önümüzde bir fırsatımız vardır ve bu projenin iptali, Mülkiye Topluluğu’na bir 30 yıl daha<br />
kaybettirecektir.<br />
Tüm arkadaşlarımızı, ne yapılmaya çalışıldığını doğru anlamaya ve Mülkiyelilerin gelişimine, geleneğini<br />
geleceğe taşımasına ve kendi kimliğimizi yansıtabileceğiz doğru tasarlanmış bir binanın ortaya çıkmasına<br />
katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Önemli olan Mülkiye Topluluğunun yararına olacağına inandığımız bu projenin<br />
hem Mülkiyeliler hem de kentte yaşayanların önemli ölçüde mutabakatı ile hayata geçirilmesidir. Sorun ortak,<br />
dert ortaksa, çaba, emek ve çözüm de ortak olmalıdır.<br />
TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ<br />
12 Eylül’den beri yürütülen ve emek düşmanlığı üzerine kurulu neo-liberal politikalar, milyonlarca emekçiyi,<br />
işçiyi işsizliğe, yoksulluğa, açlığa ve geleceksizliğe sürüklerken, ülkede emek mücadelesi de cılız da olsa<br />
yeniden kendini göstermeye başladı. Bizleri de sevindiren ve geniş bir kesimden destek alan bu örneklerden<br />
birisini Tekel İşçilerinin yürüttüğü mücadele oluşturdu.<br />
2 yıl önce Tekel'in sigara bölümünün satışı sırasında Ankara'da Özelleştirme İdaresi önünde birkaç saatlik<br />
eylem organize eden sendika, işçileri tekrar evlerine göndermişti. Sendika yönetimi bu süreçte de, bir günlük<br />
protestonun ardından Tekel işçilerinin evlerine döneceklerini düşünmüş, Tekel işçilerinin hemen her bölgeden<br />
Ankara'ya gelişinin, böyle uzun soluklu bir direnişe dönüşeceğinin hesabını yapamamıştı. Oysa işçilerin<br />
kararlılığı ve kendi aralarındaki dayanışma ile hem emek cephesinden hem de bölge halkından gelen yoğun bir<br />
destek ile AKP önünde başlayan ve Abdi İpekçi parkındaki müdahaleyle devam eden süreç, sendika yönetimi<br />
öngörülerini aşarak, Türk-İş’in bulunduğu sokağa çadırların kurulmasıyla 78 gün devam etti. Danıştay'ın<br />
yürütmeyi durdurma kararıyla mücadele sürecinin önünün yeniden açılmasına rağmen, Sendikalar ertesi gün, 2<br />
Mart’ta apar topar çadırları söküp işçileri evlerine göndererek 78 günlük direnişi bitirdi. Üzücü olan durum ise,<br />
işçilerin bir kısmına ve destekçilere rağmen yine işçilerin ve sendikacıların bu çadırları kendilerinin sökmesiydi.<br />
Elbette burada ülkedeki örgütsüzlüğü, genel anlamda dayanışma eksikliğini, problem doğrudan kendi cebine<br />
dokunmadan harekete geç(e)mez hale getirilmiş toplum kesimlerini, direnişteki perspektif ve örgütlenme<br />
eksikliğini, bu sürece gerçekte bu kadar hazır olmayan işçilerdeki yorgunluğu ve bezginliği de hesaba katmak<br />
gerekiyor.Tekel işçilerinin direnişi kendi gücünün de ötesinde, iktidarın emek düşmanı politikalarına karşı bir<br />
potansiyel de taşımaya başlamıştı. Bu nedenle bu durumun bir örnek yaratma ihtimali, hem iktidar cephesi<br />
açısından hem de sendika yönetimleri için çeşitli sıkıntılar doğurabilirdi. Bunun da önüne elbirliği ile geçmek<br />
gerekiyordu. Gazetelerde yazdığına göre Tekelin İstanbul Unkapanı ve Cevizli’deki çok değerli arsa ve binaları,<br />
Maliye Bakanlığı eliyle bazı gruplara “üniversite” yapmak üzere bedelsiz hibe (peşkeş değil) ediliyormuş. Fakat<br />
galiba henüz ortada böyle üniversiteler de yokmuş; sonra kurulacaklarmış. Başbakan, Tekel işçilerine verecekleri<br />
3 – 5 kuruş için “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem. Milletim bu kasayı bize emanet etti.” demişti.<br />
Demek ki, bu arsa ve binalar ile daha önceden sadece yıllık karlarının bile altında ve o da banka kredileri ile<br />
verilen fabrikalar, tüy – kıl sorunları içerisine girmiyor.<br />
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ<br />
“Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara.<br />
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />
100. yılında, tüm kadın okurlarımızın ve Mülkiye Topluluğu”nun “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”’nü, kadınların<br />
yaşadığı cinsel, ulusal, sınıfsal tüm baskılardan kurtulduğu, eşit ve özgür bir dünya özlemimizle kutluyoruz<br />
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle…<br />
A.Raif FALCIOĞLU<br />
4
GENEL KURUL ÇAĞRISI<br />
DEĞERLİ ÜYELER<br />
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Genel Kurulu’nun aşağıdaki gündemle, 14.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 10 00’da Konur<br />
Sokak No:1 adresinde toplanmasına, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantının çoğunluk aranmaksızın<br />
21.03.<strong>2010</strong> tarihinde saat 09 30’da Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonunda aynı gündemle yapılmasına karar<br />
verilmiştir.<br />
1- Açılış<br />
2- İstiklal Marşı ve Saygı Duruşu<br />
3- Başkanlık Divanı’nın seçilmesi<br />
4- Yönetim Kurulu Başkanı’nın açılış konuşması<br />
5- Konukların konuşmaları<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU<br />
6- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosu, Denetleme Kurulu Raporlarının<br />
okunması ve görüşülmesi<br />
7- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosunun onaylanması ve Yönetim<br />
Kurulu’nun aklanması<br />
8- Denetleme Kurulu Raporunun onaylanması ve Denetleme Kurulunun aklanması<br />
9- Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu, Onur Kurulu, Danışma Kurulu ve Mülkiyeliler Birliği Vakfı<br />
Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu’na aday olacakların tanıtılması ve konuşmaları<br />
10- Oylamanın başlatılması<br />
11- 2012 dönemi bütçesinin görüşülmesi<br />
12- Bütçenin kabulü<br />
13- Yönetim Kurulu tarafından önerilen tüzük değişikliklerinin görüşülmesi ve oylanması<br />
14- Mülkiyeliler Birliği Vakfı Mülkiye Sitesi Merkez Bina Projesi hakkında bilgi sunulması<br />
15- Dilek ve Temenniler<br />
16- Kapanış<br />
5
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ – MÜLKİYE DERGİ<br />
DİJİTAL ORTAMA AKTARILDI<br />
45 yıldır yayınlanan ve ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan MÜLKİYE<br />
DERGİSİ daha kolay ulaşılabilir hale getirildi. Toplam 28.000 sayfa yoğun ve<br />
titiz bir çalışmayla tek tek taranarak onarıldı ve tıpkı basım haline getirilerek<br />
dijital ortama aktarıldı. Çok yakında tüm topluluğumuz ve akademisyenler<br />
şu ana kadar yayınlanan 265 sayıya internet sayfalarımızdan ulaşabilecekler.<br />
Ayrıca; Mülkiyelilerin tarihsel belleğinin önemli bir bileşeni ve bilgi<br />
birikimi olan MÜLKİYE DERGİSİ’ni kendi arşivinde bulundurmak isteyen<br />
okuyucularımız 265 sayının tamamını DVD olarak da edinebileceklerdir.<br />
6
CEMAL SÜREYA ANMA VE ŞİİR ÖDÜLLERİ<br />
ETKİNLİĞİ<br />
Cemal Süreya Anma ve Şiir<br />
Ödülleri etkinliği 9 OCAK <strong>2010</strong><br />
A.Ü. SBF Aziz Köklü Salonu<br />
Saat 16.00’da yapıldı. Etkinliğe<br />
Prof. Dr. Celal Göle (Ankara<br />
Üniversitesi Siyasal Bilgiler<br />
Fakültesi Dekanı), Ahmet<br />
Saraçoğlu (Cemal Süreya Kültür<br />
ve Sanat Derneği Başkanı),<br />
Mehmet Özer (Mülkiyeliler<br />
Birliği Üyesi, Şair), Mustafa<br />
Şerif Onaran (Şair ve Yazar),<br />
Muzaffer İlhan Erdost ( Şair,<br />
Yazar ve Yayımcı)<br />
Vecihi Timuroğlu, Şair, Yazar ve<br />
Araştırmacı, Ertan Mısırlı (Şair),<br />
Muzaffer Özdemir (Bağlama<br />
Virtiözü) ve Cemal Süreya<br />
dostları, hayranları katıldı.<br />
Sayın Dekanım,<br />
Sevgili Hocalarım<br />
Şair, Araştırmacı, Yazar, müzisyen dostlarım<br />
Fakültemin Değerli Emekçileri<br />
Sevgili Mülkiyeliler<br />
Sizleri Mülkiyeliler Birliği Adına sevgiyle selamlarım<br />
Mülkiyeli Bir şairin, Cemal Süreya’nın anma gününde<br />
katkılarınızla bizleri onurlandırdınız.<br />
Teşekkür ederim.<br />
Ceyhun Atuf Kansu Cemal Süreya için, “Soylu<br />
duyarlılığın şairi”ydi…der.<br />
Sabit Kemal Bayıldıran ise ‘Elma yiyişi bile günah. Dar<br />
gelirli, bol giderli. Develeri dört hörgüçlü. Acayip bir<br />
devlet memuru.’ Her şeyi, tersinden de olsa doğru<br />
okur. Edebiyatın romantiği. Devletin masasına gizlice<br />
şiir sokar, ama yakalanmaz. ‘Vakit var daha’ dedi,<br />
vakti yetmedi. ‘Kefeninin cebinde şiir vardı’ diyor<br />
Cemal Süreya için.<br />
Cemal Süreya tutkunun şairi, sıradan insanların büyük<br />
şirini yazdı.<br />
Metin Altıok “Misilleme” şiirinde anlattı Cemal<br />
Süreya’nın dünyamızda doldurduğu yerini;<br />
Sen ki şiirin kilit diliydin<br />
İmgeyle gerçek arasında<br />
Gidip gelen pericik<br />
Sen Cemal Süreya<br />
Benzersiz ve depreşik<br />
“Bir misillemeydin” dünyaya.<br />
Cemal Süreya’nın şiirinin gücünü yine metin Altıok<br />
“Cemal Süreya’nın şiirinde neler var”şirinin son iki<br />
dizesinde özetler ve derki:<br />
Süreya’nın şiirinde bir saydam yürek var;<br />
İçinde göçmen kuşlar uçuşan.<br />
Sizlerinde bildiği gibi, Cemal Süreya ikinci yeni<br />
şairlerindendir. ikinci yeni akımının içinde Cemal<br />
Süreya şiiri özgün, özgür ve anlamlıdır. Cemal<br />
Süreya’nın hiçbir imgesi, sözcüğü, tümcesi rastlantı<br />
değildir. Uyarına da gelmiş değildir. Hayat ve<br />
hayal bilgisi dersinin pekiyili öğrencisi olmasının<br />
sonucudur.<br />
“ Alevdir çünkü benim şiirim<br />
Hayatın alev halidir<br />
Çiçek tozudur<br />
Kırılmış dalın türküsüdür<br />
Nasıl şık şık berber makası Odur”<br />
Hayatımıza dipnotlar yazan şairdir.<br />
“Cins şairim ben!<br />
Çıkar giderim,<br />
Nişancı bir şairim<br />
Gözünden haklarım imgeyi”<br />
7
Bir düşbazdı Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın düşü<br />
yalnızlığı bir sevince dönüştürmek, acıları Munzur<br />
suyuyla yıkayıp çocukluğunu geri çağırmaktı.<br />
Ateşle, ölümle ikna edilmek istenen düşleri basılan<br />
bir halkın çocuğu Cemal Süreya. Başaramadı. Her<br />
defasında dönüp baktığında arkasına acı suların<br />
kendine doğru koştuğunu gördü. Aşk acısını<br />
ancak başka bir aşkla dindirebilirdi. Daha büyük<br />
yalnızlıklara sürgün etti kendisini. Her şehir, başka bir<br />
şehre yolculuk olduğu için güzeldi. Ama gittiği her<br />
şehir “yalnızlığın başkentiydi”. Uçurum yalnızlığından<br />
kurtulamadı. Bu da doğaldı itiraz edenler çoğunlukla<br />
yalnız değil midirler<br />
Cemal Süreya “Şiir bir başkaldırma sanatıdır” diye<br />
özetlemiştir poetikasını.<br />
Mizancı Murat’tan günümüze Mülkiyelilerin<br />
oluşturduğu itiraz dilinin en özgün örneğidir Cemal<br />
Süreya’nın oluşturduğu şiir dili. Kendinden yola<br />
çıkarak bizlerin de düşlerini ve itirazlarını anlatan<br />
bir dil oluşturmuştur. Şairin hayatı şiirine dahilse ki<br />
dahidir. Cemal Süreya bizim aşkımıza dahildir. Cemal<br />
Süre’ya sadece bize ait değildir, bütün aşkbazların<br />
şairidir. Soluğunda serin dağ rüzgarları, kayalarda<br />
ağlayan sular, uğultu ormanlar, kekik kokusundan<br />
mayaladığı şiiri, Ülkü Tamerin deyimiyle “ Okyanusta<br />
Fırat’ın Salı”dır. Fırat okyanusa, okyanus dalgaları<br />
sahillere taşır Cemal Süreya’yı. Rivayet odur ki her<br />
dağın denizlere ulaşan bir yolu, her denizin dağ<br />
doruklarına çıkan bir yer altı nehri varmış.<br />
İlk büyük yolculuğun derin izlerini Cemal Süreya’nın<br />
tüm yaşamında ve şiirlerinde görmek mümkündür.<br />
Şöyle anlatır;<br />
“Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi.<br />
Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin<br />
nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna<br />
doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra<br />
bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler<br />
havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,<br />
o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da<br />
o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.<br />
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde<br />
öldü.”<br />
Anadolu’nun yüzüdür Cemal’in aylasında keder<br />
vardır, uzaklık vardır, yol vardır, yar vardır, uçurum<br />
vardır. Ayın kan ağladığı, “güneşin linç edildiği”<br />
bu yüzden dağların insanlara benzediği bir uzak<br />
memlekettir Dersim. Dilini orada kaybetti. Bir kör<br />
kuyuda. Bir dağ geçidinde. İçine göllenen sularda.<br />
Bunu asla unutmayacaktır. Enver Gökçe’nin<br />
dizeleriyle söylersek : artık / haram bana/ bu /<br />
yollar/ bu ağaçlar / bu taşlar / Dağ bana / hastir<br />
çeker / kurt bana / hastir çeker / kuş bana /<br />
lan kardaş bu nasıl yara / kanar her yerim / en<br />
derinden / ölürüm kedereimden / sövülmnüşüm<br />
/ dövülmüşüm / k ovulmuş/ ve kırık / kolum /<br />
kanadım / çekip giderim / bir meri keklik gibi”.<br />
Gurbetçidir. Kendi Dizeleriyle, “gurbet garba<br />
düşmektir”. Cemal Süreye Kalbinin batısına<br />
düşmüştür. Şarktan başka her yer sürgündür.<br />
Şark çok uzak bir ülkedir artık. Çok uzak. Yine de<br />
sevmekten asla vazgeçmez;<br />
“Ne demiş uçurumda açan çiçek<br />
Yurdumsun ey uçurum”<br />
Der.<br />
Çünkü her yüz bir memlekettir.<br />
Çünkü Cemal Süreya aylasıdır memleketin.<br />
“Umulmadık bir gün olabilir bugün<br />
Kan var bütün kelimelerin altında”<br />
Günümüz gerçeği ile şöyle söyleyebiliriz,<br />
Uzat elini kalbimin doğusuna<br />
Umulmadık bir gün olsun<br />
Biz Munzur diyelim. Cemal’in yaralarından çiçekler<br />
dökülsün.<br />
“son söz<br />
Nasıl olsa yine döneriz bir gün<br />
Döneriz bu yollardan geri<br />
Senin bir elinde mendil<br />
Öbüründe kuş sesleri”<br />
Sesimizi yıkayalım<br />
kelimeleri yıkayalım<br />
Sürgün, göç, acı, yalnızlık, ölüm sözcüklerini<br />
yıkayalım<br />
Ağzımızda kardeş bir dünyanın ferah şiirleri<br />
Cemal Süreya<br />
bağışla bizi.<br />
Çiçeklensin elimiz, yüzümüz.<br />
Sevgiyle, Özlemle.<br />
Mehmet ÖZER<br />
*Birliğimiz üyesi Şair-Fotoğrafçı Mehmet Özer’in<br />
etkinlikte yaptığı konuşma metnidir.<br />
8
Zaman mı Değil zaman<br />
Akan zaman değil mesafelerdir<br />
Güneşin çekici yukarda<br />
Suyun bıçağı aşağıda<br />
Krom alçakgönüllü, bakır utangaç<br />
Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında<br />
Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini<br />
Sınırlar kesik,<br />
Yerleşme yerlerinde balkıma<br />
Biz kırıldık daha da kırılırız<br />
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü<br />
Hırsız da bilmiyor çaldığını<br />
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz<br />
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor<br />
Şiirimiz, aşkımız yeniden,<br />
Son kötü günleri yaşıyoruz belki<br />
İlk güzel günleri de yaşarız belki<br />
Kekre bir şey var bu havada<br />
Geçmişle gelecek arasında<br />
Acıyla sevinç arasında<br />
Öfkeyle bağış arasında<br />
Biz kırıldık daha da kırılırız<br />
Doğudan batıya bütün dünyada<br />
Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer<br />
İki ciğer arasında bağlantı kurar<br />
Büyür, bir gün, zenginleşir orada<br />
Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı<br />
Hasan’a sunulmuş ağuda,<br />
Granitin de olur bir okyanus diriliği,<br />
Nehirler daha uysal akar,<br />
Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden<br />
Bir kuş nasıl uçuyorsa<br />
Öyle sever, çalışır insan,<br />
Kıraçlar çarptıkça dağlara<br />
Gül göçürür şafağından<br />
Doğanın altın şafağından<br />
İnsanın altın şafağından<br />
Tarihin altın şafağından<br />
Bir kırıldık daha da kırılırız<br />
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.<br />
9
EKMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK İÇİN DEMOKRASİ VE HAKLAR MİTİNGİ<br />
Birliğimiz 17 Ocak <strong>2010</strong> tarihinde Tekel işçilerinin düzenlediği “Ekmek, Barış, Özgürlük için<br />
Demokrasi ve Haklar Mitingi”ne Mülkiyeliler Birliği pankartıyla katılan Birlik yöneticisi ve<br />
üyelerimiz Tekel işçilerinin başlatığı ve sürdürdüğü özelleştirme karşıtı mücadelesine destek<br />
verdi<br />
10
EKMEK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN YAŞASIN DAYANIŞMA<br />
DAYANIŞMA SÜRÜYOR…<br />
09.01.<strong>2010</strong> Cumartesi günü Mülkiyeliler Birliği tekel işçilerinin direnişinin 26. gününde işçilere Türk-İş’in önünde çorba<br />
ikram etti. Ziyarete yönetim kurulu üyeleri, Birlik üyeleri ve SBF-DER’li Mülkiyeliler katıldı. Tekel işçilerini ziyaret eden<br />
Mülkiyeliler Birliği, işçilerin ekmek, özgürlük ve adalet için sürdürdükleri direnişe desteklerinin sürdüğünü bildirdiler.<br />
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak işçilere hitaben bir konuşma yaptı.<br />
“Barış, demokrasi, İnsan hakları, kamu yararının önceliği ve emeğin en yüce değer olduğu bilinciyle yetiştirilen Siyasal<br />
Bilgiler Fakültesi mezunlarının örgütü Mülkiyeliler Birliği adına hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.<br />
Tekel işçilerinin Ankara’ya gelmeleriyle başlayan eylemler dizisi Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde bir dönüm<br />
noktasıdır. Bu eylemler birçok ezberi bozmuştur. Başta özelleştirmelere direnmeyen bürokratik sendikal örgütlerin<br />
ezberini, olay yoksa reyting olmaz diyen medyanın ezberini bozmuştur. Tekel işçilerinin eylemleri hak verilmez mücadele<br />
ile alınır sözünün somutlaşmasıdır. Gerçek bir demokrasinin ekonomik demokrasi olmadan mümkün olmayacağının<br />
bilincindeyiz. Böyle bir siyasal, toplumsal düzenin ancak demokrasi ve emek güçlerinin ortak, kararlı mücadelesiyle<br />
kurulabileceğine inanıyoruz.<br />
Tekel işçileri burada olduğu sürece biz de burada olacağız. Sizinle dayanışma içerisinde olacağız. Mülkiyeliler Birliği<br />
adına bunun sözünü veriyorum. Dayanışmanın vicdanları rahatlatma değil, birarada olma, birlikte olma, birbirine<br />
dayanarak mücadele etmek olduğunu bize yeniden hatırlatan tekel işçilerine örgütüm adına hepinize şükranlarımı,<br />
sevgi ve saygılarımı sunuyorum.” dedi.<br />
11
Birliğimiz tekel işçilerine verdiği sözünü tuttu ve tekel direnişinin her aşamasında tekel işçilerinin<br />
yanında oldu<br />
14
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSU ....<br />
Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği korosu yeni bir repertuvarla çalışmalarını sürdürüyor.<br />
Birlik binamızın gazete okuma salonunda, lokalinde aralıksız çalışan koro yıl sonu konserine<br />
hazırlanıyor.<br />
15
“Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi”<br />
Fabrika tipi üretim modelinden üretim zincirlerinin<br />
parçalanmasıyla atölye tipi küçük üretim modeline<br />
geçilmiştir. Bunun sonucunda evde çalışma, part-time<br />
çalışma gibi güvencesiz, atipik çalışma biçimleri ortaya<br />
çıkmıştır. Devlet önce üretim sonra da hizmetler<br />
alanından çekilmiştir. Kamu hizmetleri, eğitim, sağlık,<br />
sigorta gibi hizmetler piyasada alınıp satılan mal<br />
haline getirilmiştir. Kamu işletmeleri hızlı bir şekilde<br />
elden çıkartılmış, özelleştirilmiştir. O dönemde pek<br />
çok aydın, bilim adamı özelleştirmenin bir kaynak<br />
ve sermaye transferi olduğunu anlatmaya çalışmıştır<br />
ancak neoliberal hegemonya bunun anlatılmasına<br />
pek de izin vermemiştir. Tekel özelleştirmesi,<br />
hepinizin bildiği ve yaşadığı, bunun bu yapılan<br />
işlemin özelleştirme işleminin kamunun kaynağının<br />
özel şahıslara aktarılması olduğunu tartışmaya yer<br />
bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.<br />
Ali Çolak. İyi akşamlar. Mülkiyeliler Birliği tarafından<br />
düzenlenen “Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi<br />
Hareketleri ve Tekel Direnişi” paneline hepiniz hoş<br />
geldiniz. Mülkiyeliler Birliği adına 58 gündür direnen<br />
Tekel işçilerini saygıyla selamlıyorum.<br />
Konuklarımıza söz vermeden önce birkaç cümle<br />
söylemek istiyorum.<br />
-Kapitalizm her şeyden önce kriz üreten bir sistemdir.<br />
Kapitalizmin tarihi bir okumayla krizler tarihidir.<br />
Kapitalizm aynı zamanda çözüm üretme kapasitesi<br />
de yüksek bir sistemdir. Kapitalizmin en önemli ve<br />
bildik krizlerinden biri de 1974 Petrol Bunalımı’dır.<br />
Bu krize çözüm başlangıçta Thatcherizm, Reaganizm<br />
olarak adlandırılan, daha sonra da küreselleşme ya da<br />
neoliberalizm olarak tanımlanan model olmuştur. Bu<br />
modelin ayırt edici özelliklerini sıralamak gerekirse<br />
temel özelliklerinden bir tanesi finans olmak üzere<br />
mal ve hizmetlerin sınırsız dolaşımı olmuştur. Bu<br />
finans piyasalarıyla üretimin kopmasına yol açan<br />
bir modeldir. Bir günde finans piyasasında dolaşan<br />
para miktarı bir yılda üretilen ürün miktarına eşittir.<br />
Neoliberal modelin gereği olarak güvencesizleştirmenin<br />
ve özelleştirmenin yaşandığı süreç sendikalar ne yazık<br />
ki iyi bir sınav vermemiştir. Sendikalarda oluşan<br />
bürokratik yapılar özelleştirme karşıtı mücadeleyi<br />
yerel ölçekte, yerel ölçekte yaşayacak şekilde<br />
örgütleyememiş, yerel ölçekte örgütleyebilmiş ve bu<br />
mücadeleyi yalnızca hukuk zemininde yürütülecek<br />
bir mücadele alanına sıkıştırmıştır. Özelleştirmenin<br />
ve güvencesizleştirmenin yarattığı mağduriyetin bu<br />
ölçekte tartışılması anlamında Tekel direnişi bir ilk<br />
olmuştur. Başlangıçta görmezden gelmeye çalışan<br />
medya da bu kararlı mücadeleyi görmek zorunda<br />
kalmış ve ilk kez bu ölçüde objektif anlatılması Tekel<br />
direnişine olan kamuoyu desteğini de artırmıştır.<br />
Toplumsal mücadele ve eylemliliklere siyasal<br />
iktidarların bakışı bugüne kadar hep aynı olmuştur.<br />
Özal ile başlayan yöntemlerden biri hak arama<br />
eylemlerini yürütenleri diğer toplumsal kesimlerle<br />
karşı karşıya getirme çabasıdır. Çok iyi hatırlarsınız bir<br />
dönem çöpçülerin grevi söz konusuydu. Çöpçülerde<br />
doktor maaşlarını kıyaslayarak bunları karşı karşıya<br />
getirmek, işçi ile memuru kıyaslamak…bunlar tipik<br />
yöntemler olmuştur. Yetim hakkı yedirmem, devletin<br />
kasasını soydurmam söylemleri de bu karşı karşıya<br />
getirme ve kışkırtma çabalarından biridir. AKP<br />
iktidarının da yürüttüğü bir diğer yöntem ise eylemleri<br />
bölme çabasıdır. Hak arayan eczacıları bölebilmek için<br />
çok sayıda eczanenin bireysel sözleşmeleri imzaladığı<br />
söylentisi yayılmıştır bir dönem, hatırlarsınız, çok<br />
kısa bir dönem önce yaşandı bu da. Bugün de pek<br />
çok Tekel işçisinin 4/c sözleşmelerini imzaladığı<br />
17
haberlerini yaymaya çalışmaktadırlar. Buralarda başarılı<br />
olamayınca bu eylemleri önce ideolojik eylemler olarak<br />
nitelendirilmiş, bu da yetmemiş, çok tehlikeli bir yola<br />
gidilmiş, büyük bir toplumsal kışkırtmayı yöneltmeye<br />
çalışmaktan bu eylemlere çekinilmemiş. Şeytan<br />
girdi, PKK karıştı deme hadsizliğini, densizliğini de<br />
göstermiştir hükümet. Bu hükümetin aczini ortaya<br />
koyan bir girişim olarak tutmamıştır. Tekel eylemleri<br />
sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktasıdır.<br />
Pek çok özelliği ile ve çok öğretici derslerle doludur.<br />
Hepimiz açısından öğretici derslerle doludur.<br />
Demokrasi havarisi kesilen, Avrupa Birliği reformlarını<br />
yaptığını iddia eden, derin devlete karşı mücadele<br />
ettiğini söyleyen iktidarın antidemokratik tutumunu<br />
deşifre etmesi en önemli özelliğidir kanımca. Bize<br />
öğrettiklerine gelince dayanışmanın vicdan rahatlatma<br />
değil, bir arada olma, birlikte olma, birlikte mücadele<br />
etme olduğunu hepimize yeniden hatırlatmıştır Tekel<br />
direnişi.<br />
Ekonomik demokrasiyi, toplumsal adaleti<br />
hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesinin ne denli<br />
içi boş bir söylemden ibaret kaldığını ve hak temelli<br />
yürütülen toplumsal mücadelenin bunun temel<br />
dinamiği olduğunu ortaya koyması açısından da çok<br />
önemli bir katkıda bulunmuştur Tekel direnişi. Ben<br />
böyle özetleyerek, böyle toparlayarak konuşmaya<br />
başladım. Zaten arkadaşlarım son derece yetkin bu<br />
konuda. Onlar çok daha ayrıntılı şeyler söyleyecektir.<br />
Ben izninizle sözü size mi vereyim öncelikle hocam.<br />
Peki, Cemal Doğru arkadaşımıza veriyorum, Tek Gıda<br />
İş sendikası Diyarbakır il temsilcisi. Buyurun.<br />
Cemal Doğru- Ben de başta başkanlarımı, hocalarımı<br />
ve bütün arkadaşları saygıyla selamlıyorum. Bizim yola<br />
çıkışımız aslında bugünden değil. Hocam özelleştirme<br />
sürecini detaylı olarak anlattı. Bizim mücadelemiz<br />
de yaklaşık 12 yıldır bir şekilde sürmektedir. Ama<br />
bu mücadelenin çok çeşitli dönemlerde, çok farklı<br />
dönemlerde, çok farklı kulvarlarda yürüdüğünü de<br />
burada söyleyebilirim. Yine sendikalarımızın bu süreci<br />
çok iyi yürüttüğüne ve çok iyi mücadele içerisine<br />
girdiklerini de söylemek tabi ki mümkün değildir.<br />
Her ne zaman ki birimizin canı yandıysa o zaman eyvah<br />
demesini bildik. Birçok kurum ilk yılında veya birkaç<br />
ay içerisinde satıldı, peşkeş çekildi ama buna rağmen<br />
hiçbir direnç gösterilmedi. Hatta hatta çok önemli bir<br />
kurumumuz ki kendileri ciddi anlamda bir mücadele<br />
içerisine girselerdi ben inanıyorum ki o kurumu asla<br />
özelleştiremezlerdi ve yaptıkları eylemlerde şu sözü<br />
kendilerine o süreçte kendilerine esas almışlardı her şeyi<br />
satabilirsiniz ama filan kurumu asla demişlerdi. Ama<br />
hükümet ne yaptı. Mevcut, o dönemki iktidar ne yaptı.<br />
İlk önce onları sattı. Ve hiçbir dirençle karşılaşmadan<br />
sattı. Bizler kendimizi övme anlamında söylemiyorum,<br />
asla. Ama Tekel’in özelleştirilmesi süreci gerçekten<br />
Türkiye’deki özelleştirmeler içerisinde en uzun süreye<br />
yayılan özelleştirmelerden bir tanesi oldu. Yaklaşık<br />
12 yıldır biz bu süreci bir şekilde götürmeye çalıştık.<br />
İhaleler iptal ettirildi. Mahkemeler kapılarından<br />
döndüler ama buna rağmen uluslar arası sermayenin,<br />
uluslar arası sigara tekellerinin ve Türkiye’deki<br />
işbirlikçilerinin önlerine koydukları bir hedef vardı.<br />
Biz bu Tekeli satacağız. O süreçte Anap, Mhp, Dsp<br />
döneminde çıkartılan tütün yasasıyla beraber bu<br />
süreç başlatıldı ve geldiğimiz noktada bir son bizim<br />
açımızdan bir son noktadır diye biliyoruz artık.<br />
18<br />
Tabi başlangıç çok da kolay olmadı. Alkollü içkilerin<br />
satışına hepiniz bir şekilde kani oldunuz, basında yer<br />
alan biçimiyle ve birçok konferansta, birçok panelde<br />
konuşulduğu biçimiyle alkollü içkilerin 17 tane fabrikası<br />
hem de modernize edilen fabrikalar, 17 tane fabrika<br />
292 milyon dolara sattılar. Ve bunu alan firmalar o<br />
fabrikaların yenileme çalışmalarını üstlenen firmalardı.<br />
17 tane fabrikayı alan o günkü şartlarda Türkiye’nin işte<br />
kendilerince en saygın firmaları bir buçuk yıl içerisinde<br />
910 milyon dolara Amerikan Pacific gruba sattılar ve<br />
o alan firma bütün bu fabrikalardan sadece 4 tanesini<br />
bırakıp hepsini kapattı. Bir örneği de yaşadığım<br />
ilde Diyarbakır’da. Tamamen modernize edilen<br />
bütün parçaları elden geçirilen binası elden geçirilen<br />
fabrikaya kilit vurup bütün arkadaşlarımızı kapı önüne
koydular. O süreçte yine personel açısından çok önemli<br />
gelişmeler yaşandı. Önceleri mağdur edilmeme adına<br />
ordaki büyük çalışmaların büyük bir bölümünü sigara<br />
fabrikalarına ve yaprak tütünlere dağıtmak durumunda<br />
kaldılar. Yine bir direnç vardı. Çalışanlar açısından bir<br />
direnç vardı ve bünyesinde bulunduğumuz Tek Gıda<br />
İş’in bu konudaki bir kararlılığı yeterli olmasa bile bir<br />
kararlılığı vardı. Bu arkadaşlarımız sigara fabrikalarına<br />
dağıtıldıktan sonra hani o fabrikalar çalışacaktı ya<br />
özelleştirildikten sonra da devam edecekti, belli<br />
bir miktarda da işçi arkadaşlarımız o fabrikalarda<br />
bırakıldılar. Ama çok kısa bir sürede oranın kapısına<br />
kilit vurulunca o arkadaşlarımız artık bırakın 4/c’yi<br />
tamamen işsiz kalmakla karşı karşıya kaldılar. Ve<br />
o süreçte yine sendikanın bir çabasıyla bir şekilde<br />
diretmesiyle geliştirdiği ikili ilişkilerle bu insanların<br />
mağdur olmaması yönünde 4/c’ye gönderilmesi belki<br />
Türkiye’de bir ilk gerçekleşiyordu. Özel sektörden<br />
işsiz kalanların ilk defa 4/c de yerleştirilmesi<br />
konusunda bir mutabakata varılmıştı. Bu insanlar<br />
tabi sigara fabrikalarına gittikten sonra orda da bu<br />
sancıların devam ettiğini hep biliyorduk. Bu eylemlilik<br />
süreçlerinde Malatya, Bitlis ve Adana sigara fabrikaları<br />
özellikle çok büyük bir direnç gösterdiler. Malatya<br />
sigara fabrikasında 27 gün, Adana sigara fabrikasında<br />
60 günü aşkın bir süre, Bitlis sigara fabrikamızda<br />
yine 60 günü aşkın bir sürede insanlar işyerlerini<br />
terk etmedi. O fabrikalara kendilerini kitlediler, gece<br />
gündüz evlerine gitmediler. Ve o fabrikaların satışları o<br />
süreçte durduruldu. Hani sayın başbakan hep diyor ya<br />
ben iki yıl önce aslında ben bunlarla anlaşmıştım diyor.<br />
Değerli arkadaşlar o süre iki yıl değil dört yıl önceydi.<br />
Ve sürede sadece bu fabrikaların kapatılma meselesi<br />
konuşulmuştu sayın başbakanla. Bu insanların mağdur<br />
edilmemesi, bu fabrikaların açık bırakılması yönünde<br />
kendileriyle görüşmeler yapılmış ve bu konuda<br />
kendileri de doğan tepkiye karşılık bakanlarına emirler,<br />
talimatlar vermişti ve o fabrikaların kapatılmasını o<br />
süreçte engelleyebilmiştik. Ama uluslar arası sigara<br />
tekelleri hiç durur mu Türkiye gibi bir pazarı hiç<br />
kaybetmek ister mi. Orta doğuya açılan bir kapıyı hiç<br />
eline geçirmeden durabilir mi. Hiç mümkün değildi.<br />
Ve büyük dayatmalar sonucunda en son biliyorsunuz<br />
1 milyar 700 milyon dolara bütün sigara fabrikaları<br />
özelleştirildi.<br />
Şimdi değerli arkadaşlar bu özelleştirmeler<br />
sadece çalışanlar açısından değerlendirmemek<br />
gerekir. Esas büyük acıyı bu fabrikalar<br />
sayesinde, bu işletmeler sayesinde geçimlerini<br />
sağlayan ekici boyutuyla ele almamız çok<br />
daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.<br />
Çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle<br />
birebir örtüşen o kamu kurumlarının<br />
yoksul bölgelerde ve istihdama yönelik<br />
olarak yapılandırılması o süreçlerin aslında<br />
yoksullara bir nebze de olsa nasıl önem<br />
verildiğini açık olarak ortaya çıkarmaktadır.<br />
Çünkü özellikle doğu-güney doğuda ve<br />
Türkiye’nin büyük bir bölümünde, iç<br />
Anadolu’da hangi ile ilçeye gitsen bir<br />
jandarma karakolu varsa bir de Tekel birimi<br />
vardır. Her yerde ama. İstisnasız bütün ilçelerde, bütün<br />
illerde mutlaka bir Tekel birimi vardı. Ve insanlar orda<br />
çalışmak durumundaydı ve kendi geçimlerini ordan<br />
sağlamakla karşı karşıyaydılar.<br />
Şimdi geldiğimiz noktada özelleştirmenin ilk ayağında<br />
büyük acıyı çeken ekiciler oldu. Türkiye’de yaklaşık<br />
500.000 aile tütünden koparıldı. Sadece bölgemizde<br />
150.000 aile tütünden koparıldı. Ve köylerinden göç<br />
ettirilmek zorunda bırakıldılar. Doğu güneydoğudaki,<br />
özellikle de güneydoğudaki köy boşaltmalarının<br />
bir sebebi orada yaşanan kirli savaş ise de bir diğer<br />
ayağının da tütün olduğunu unutmamak gerekir.<br />
Çünkü o insanlar yıkılan, yakılan köylerin dışında kalan<br />
insanlarımız orayı kendi geçimlerini tütünden doğru<br />
idame ettiklerini fark edip, daha doğru bunun dışında<br />
orda geçimini sağlayabilmenin imkânları ortadan<br />
kaldığından köylerini terk etmek durumunda kaldılar.<br />
Ve hepsi şehirlerin varoşlarına girdi. Diyarbakır’da<br />
bugün işsizlik ve yoksulluk oranı resmi rakamlarda %<br />
65-70’lerde seyrediyorsa bunun bir sebebinin de tütün<br />
olduğunu görmek gerekir. Çünkü köylerini terk eden<br />
her aile şehre girdi, şehrin varoşlarına girdi ve işsizlerin<br />
sayısı her gün büyüdü o kentte. Sokak çocuklarının<br />
sayısında her gün artışlar oldu, ordaki kapkaç, ordaki<br />
hırsızlık, ordaki balici ve diğer faktörler bir bir ortaya<br />
çıkmaya başladı. Bir sebebi kirli savaş, bir diğer sebep<br />
19
tütün. Çünkü tütünün ekildiği arazilerde başka bir<br />
ürünü yetiştirme şansı yok. Hiç birinin şansı yok.<br />
Çünkü tamamen küçük parçalı ve kıraç arazilerde<br />
yetişen bir ürün. Ve 14 ay boyunca, sene 12 aydır, 14<br />
ay boyunca yediden yetmişe herkesin uğraş verdiği<br />
bir ürün tütün. Bütün aile o tütüne uğraş verir. Ve 14<br />
ayın sonunda da ürününü götürüp Tekel’e teslim edip<br />
karşılığını bir nebze de olsa alırlardı. Ve bütün bunlar<br />
bitti. Ve son geldiğimiz nokta bu.<br />
Diyarbakır’da bir fabrika açılmıştı ki orta doğuda<br />
benzeri yoktu. Türkiye’de, Balkanlarda yoktu. Japonya,<br />
Brezilya, Amerika ve bir iki ülkede daha vardı. Onun<br />
dışında bu fabrikanın bir örneği daha yoktu. Ve<br />
açılış süreci de çok eskiye dayanmıyor. 97’de işte bu<br />
gördüğünüz arkadaşların tümü orda işe başladı. 97 ve<br />
98’de işe başlayan arkadaşlarımız o fabrika sayesinde<br />
bin tane genç insanımız, çoğu da Endüstri Meslek<br />
Lisesi mezunu ve yüksek okul mezunu, orda işe<br />
başlatıldı. Ve sadece 12 yıllık bir süreçte bu fabrika<br />
kapatıldı ve şu anda kilit vuruldu o fabrikaya. Bütün<br />
mücadelelere rağmen biz bunu açık tutamadık. Çünkü<br />
tütün olmazsa o fabrikanın çalışmayacağını çok iyi<br />
biliyorduk. Bu 12 yıllık süreçte defalarca ekiciler,<br />
muhtarlar, bu işle ilgili bütün katmanları bir şekilde<br />
Ankara’ya taşımaya çalıştık. İlgili siyasiler nezdinde<br />
girişimlerde bulunduk ama uluslar arası sigara tekelleri<br />
bir defa kararlarını vermişlerdi. Bu Türkiye’deki bütün<br />
hükümetlerin gücünü aşar durumdaydı ve o pazarı<br />
ellerinden kaybetmeyi de asla düşünmüyorlardı.<br />
Bütün ekiciler gittikten sonra değerli arkadaşlar<br />
sıra çalışanlarımıza gelmişti. Bu çalışanların başka<br />
kurumlara aktarılması yönünde çok uzun süredir bir<br />
uğraş içindeyiz. Mevcut siyasi iktidar doğrudur geçmiş<br />
seçimde belki de bu Tekelcilerin %60’ından oylarını<br />
aldı. Ama inanın hep yalanlarla aldılar. Hep namus,<br />
şeref sözleri vererek aldılar. İşte bu insanlar yarın işsiz<br />
kalacaklarını görüyorlardı. Ve her gelen siyasetçi onları<br />
bir şekilde ikna etme yolunu bir şekilde kandırma<br />
yolunu seçtiler. Ve bunu da bir nebze de olsa başardılar.<br />
Ve geldiğimiz noktada o namus, şeref sözü veren hiçbir<br />
milletvekilinin şu anda telefonlara bile çıkmadıklarını<br />
çok iyi görüyoruz ve biliyoruz.<br />
15 Aralıkta, 14 Aralık ta bir karar alındı. Ankara’ya<br />
yürüyüş kararı. Sendikamızın aldığı karar<br />
doğrultusunda sadece Ankara’ya gidiş biletlerinin<br />
kesileceğini ve dönüşünün ne zaman olduğunu da<br />
kesinlikle bilinmediğini herkesin buna hazırlıklı olması<br />
gerektiği yönünde bütün teşkilata talimatlar verildi.<br />
Ve ayın 15’inde Ankara’daydık. Değerli arkadaşlar<br />
yürüyüşümüz başladı ama bu kadar uzun süreceğini,<br />
bu kadar yükümüzün artabileceğini, Türkiye’nin<br />
ezilenlerine, Türkiye’nin yoksullarına, işsizlerine,<br />
çalışanlarına bu kadar büyük bir umut olabileceğimizi<br />
asla beynimizden, kafamızda geçirmemiştik. Ama<br />
geldiğimiz noktada baktık ki çok onurlu bir yürüyüş<br />
ve direniş başlatmışız. Kamuoyu vicdanında %100<br />
haklılığımızı ispat etmemiş olsa idik bu kış koşullarında<br />
bu kadar zor şartlarda Ankara’nın merkezinde bu işi<br />
götürebileceğimizi de götüremeyeceğimizi de çok iyi<br />
biliyoruz. Ama kamuoyu vicdanı o kadar bizden yana<br />
çarptı ki bu işin geri dönüşünün olamayacağını bizler<br />
de artık fark etmeye başladık. Tek bir adım bile geri<br />
atma geri adım atma şansımızın olmadığını çok iyi<br />
öğrendik, biliyoruz. Tek bir hata bile işleme şansımızın<br />
olmadığını görmeye başladık. İnanın ilk günkü gibi<br />
diriyiz, dirençliyiz, en azından beyinen kendimizi öyle<br />
hissediyoruz. Belki hastalandık, belki birçoğumuz yani<br />
gerçekten bir yoksulluk yaşanmaya başlandı doğru.<br />
Ama beyinen o kadar kendimizi o kadar adapte etmişiz<br />
ki kendimizi bu işe hiç kimsenin aklından kazanmama<br />
gibi bir şey geçmiyor. Hiç kimsenin aklından ben<br />
yarın artık evime döneyim gibi bir fikir aklından<br />
geçmiyor. Ben bu işi kazanacağım diye inancın her<br />
gün yükseldiğini, daha da güçlendiğini hep birlikte<br />
görüyoruz ve yaşıyoruz.<br />
Bütün dostlarımız artık bizleri çok yakından<br />
tanıdılar. Çünkü gerçekten Ankara’daki aydınlarımız,<br />
yazarlarımız, çizerlerimiz, sendikalarımız, sivil toplum<br />
örgütlerimiz her gün bizlerledirler. Gençlerimiz,<br />
öğrencilerimiz, siyasi partilerimiz o kadar bizlere<br />
yakın duruyorlar ki biz kendimizi unutmuş olduk artık,<br />
unutur olduk. Biz bu insanların beslediği umudu nasıl<br />
boşa çıkarmayacağız, nasıl başaracağız diye biraz da<br />
dizlerimizi dövmeye başladık. Geceleri sabaha kadar o<br />
varillerin etrafında insanların nasıl dimdik durduğunu<br />
hep birlikte yaşıyoruz. Oradaki kitlenin Türkiye’nin<br />
dört bir yanından geldiğini içinde Lazı, Çerkezi, Kürdü,<br />
Türkü, Arabı, Sünnisi, Alevisi, milliyetçisi, komünisti<br />
her türden insanın olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Ve 58<br />
gündür orda hiçbir problem yaşamadık. Bu bize öyle<br />
bir umut besletti ki gelecekte Türkiye’nin mozaiğinin<br />
ancak bu şekilde olması gerektiğini hep beraber<br />
yaşamaya başladık, görmeye başladık. Trabzonlu<br />
kardeşimizle karşı karşıya bizim çadırımız. O benim<br />
halayımı o kadar iyi bir öğrendi ki Şamami parçasını<br />
o kadar iyi söylüyor ki artık. Ben de onun horonunu<br />
öyle bir güzel oynuyorum ki ve onun konuşmasıyla<br />
onun konuşmasına o kadar eşlik ediyorum ki yani o<br />
güzellikleri yaşamak, görmek belki de birçok insana<br />
nasip olmamıştır. Ben 50 yaşına geldim. 30 yıldır, 32<br />
yıldır ben çalışıyorum. Ben bu kadar güzel bir anı bu<br />
çalışma yaşamımda hiç görmedim, hiç yaşamadım.<br />
Çünkü burada o kadar dostluklar edindik ki, o kadar<br />
güzellikleri bir arada yaşadık ki paylaşımı artık<br />
ağzımızdaki lokmayı bir simit geldiğinde dört parçaya<br />
beş parçaya bölüyoruz arkadaşlarımıza dağıtıyoruz.<br />
20
Bunu birlikte yaşamaya başladık. Bazen üstümüze çay<br />
dökülüyor, bazen üstümüze, bazen sobaya yapışıyoruz<br />
ama inanın hiç kimse artık kendi halinden şikâyetçi<br />
değil. Ve evimiz olmaya başladı orası. Bazılarına gidin,<br />
birkaç gün dinlenin öyle gelin diyoruz. Yok, diyor<br />
ben halimden çok memnunum diyor. Ben 58 gündür<br />
gitmedim. Benim de çocuklarım var. Valla herkes<br />
kendi çocuğunun yanına gitmek ister. Benim ilkokul<br />
üçe giden çocuğum vardır. Ne tatilini gördüm, tatile<br />
girişini gördüm. Ne okula başlayışını gördüm. Sadece<br />
bir telefonda nasıl oğlum okul iyi mi, iyi baba diyor ve<br />
öyle gidiyor. Birçok kişi, birçok bayan arkadaşı var ki<br />
sekiz aylık çocuğunu, altı aylık çocuğunu evde bırakıp<br />
gelmiş. Öyle direniyoruz. Çünkü kendi çocuğunun<br />
geleceği için direniyor. Türkiye emek hareketi böyle<br />
bir fırsatı teperse Türkiye’nin aydınları, Türkiye’nin<br />
demokratları, Türkiye’nin sosyalistleri eğer böyle bir<br />
fırsatı teperse ben inanıyorum Türkiye’de sendikalar<br />
diye bir şey kalmayacak. Zaten onun çalışmaları<br />
yapılıyor. Zaten taşeronlaşma özelleştirme son süreçte<br />
işte hizmet alımlarıyla zaten sendikalar çok ciddi bir<br />
sıkıntı yaşıyor. Hele hele işte iki milyon kişiyle ifade<br />
edilen bir sendikal ortamda altı tane konfederasyonun<br />
Türkiye’de cirit atması yani bu zaten akıl karı değil.<br />
Sekiz yüz bin kişi ile sözleşme yaptığın bir ortamda<br />
altı tane konfederasyonun olması zaten akıl karı değil.<br />
Zaten bunların mutlak bir şekilde toparlanması bir<br />
araya gelmesi gerekir. Emek hareketinin bunu çok iyi<br />
gördüğüne de ben inanıyorum. Mesela bireysel hırslar<br />
sadece kendi geleceklerini düşünme arzusu ve mantığı<br />
bizi birçok şeyden alıkoyuyor. Ama ben inanıyorum<br />
ki bu hareket bu direniş bu direnç hepimize çok şey<br />
öğretti. Çünkü o Sakarya Caddesi artık sadece bir<br />
cadde değil. O Sakarya Caddesi artık bir okul, bir<br />
akademi. Ben öyle inanıyorum ki birçok üniversitede<br />
ders olarak okutulabilecek bir yaşam tarzı gelişiyor orda.<br />
Belki tezlerin konusu olur, belki filimleri yapılır, belki<br />
romanı yazılır bilemem. Ama Türkiye emek hareketi<br />
bence bir şeyi çok iyi kavradı. Ben kendime çeki düzen<br />
vermek zorundayım mantığını artık herkes taşımaya<br />
başladı. Hepimiz açısından bu geçerlidir. Bütün<br />
konfederasyonlarımız işçi memur, bütün işsizlerimiz,<br />
bütün aydınlarımız açısından çok ciddi anlamda<br />
düşünülmesi gereken bir manzara oluştu diye ben<br />
düşünüyorum. Ve biz bunu zaferle taçlandırırsak işte<br />
o zaman Türkiye’deki emek hareketinin Türkiye’deki<br />
ezilenlerin mücadelesinin taçlandırıldığını hep birlikte<br />
yaşayacağız. Ben şimdilik sadece bunlarla yetineyim.<br />
Çok uzun konuştum. Özür diliyorum sizlerden<br />
hocalarımdan. Biz bu işi başaracağız değerli dostlar.<br />
Sağ olun. Var olun. (alkışlar…)<br />
Ali Çolak. Ben hemen ikinci sırada sözü Mehmet Beşeli<br />
hocama bırakıyorum. Birleşik Metal İş Sendikası genel<br />
sekreter yardımcısı. Buyurun.<br />
Konuşmama başlamadan önce, direnişçi Tekel<br />
işçilerinin mücadelesini selamlıyorum. Tekel işçilerinin<br />
mücadelesine pek çok anlam yüklenmeye çalışıldı.<br />
Mücadelenin içinde bulunduğumuz aşamasını doğru<br />
kavramak ve bundan sonraki sürece ilişkin doğru<br />
tespitler yapabilmek açısından direnişin kendine ait<br />
anlamını, bu yükleme yapılan anlamlardan ayırmak<br />
gerekiyor. Bu nedenle sorulması gereken ama çok<br />
fazla sorulmayan basit sorularla direnişin anlamına<br />
ulaşmaya çalışalım.<br />
• Tekel direnişi hükümet karşıtı bir direniş midir<br />
Tekel işçileri hükümetin tüm politikalarına karşıt<br />
bir siyasal duruş içinde değillerdir ve olmaları da<br />
beklenemez. Kendi yapmış oldukları açıklamalardan<br />
öğrenmekteyiz ki büyük çoğunluğu itibariyle AKP’ye<br />
oy vermişlerdir.<br />
• Tekel direnişi hükümetin tüm politikalarına karşı<br />
değilse, örneğin özelleştirme politikalarına karşı bir<br />
direniş midir<br />
Hayır. Çünkü tekel işçileri ne önceki siyasal iktidarlar<br />
zamanında ne de AKP dönemindeki özelleştirme<br />
uygulamalarına karşı olduklarını gösteren bir etkinlik<br />
içinde olmamışlardır. Üstelik Tekel’in özelleştirilmesine<br />
bile eylemli bir karşı duruş içinde olmamışlardır.<br />
• Tekel işçileri, özelleştirmeye karşı değiller ise,<br />
özelleştirme sonucu işyerlerinin kapanmasına karşı<br />
mı direnmektedirler<br />
Hayır, çünkü tekel işçileri özelleştirme nedeniyle<br />
kapanan diğer işyerlerine yönelik hiçbir eylemli karşı<br />
duruş, dayanışma sergilememişlerdir.<br />
• Tekel işçileri, kendi işyerlerinin kapatılmasına karşı<br />
mı hükümete muhaliftirler<br />
Hayır. Çünkü (yaprak tütün) tütün sarma işyerlerinin<br />
kapatılma kararı çok önce alınmış, tekel işçileri kimi<br />
işyerlerinde işgal ve benzeri eylemler gerçekleştirmişler<br />
ancak sonunda kapatma kararına karşı duramamışlardır.<br />
• Hükümetin tüm politikalarına karşı olmayan,<br />
özelleştirme politikalarına karşı çıkmayan, işyeri<br />
kapanmalarına karşı olmayan ve kendi işyerlerinin<br />
kapanmasını da engelleyemeyen Tekel işçileri<br />
hükümetin hangi kararına karşıdırlar<br />
Yaprak tütün işletmelerinde çalışan işçiler, işyerlerinin<br />
kapatılması sonucunda kendilerine önerilen Devlet<br />
Memurları Kanununun 4-C maddesinde çalışma<br />
kararına muhalefet etmektedirler. Bu statüde<br />
çalıştıklarında, var olan iktisadi ve sosyal koşullarında<br />
kayıplar yaşadıkları için bu karara karşıdırlar.<br />
21
Bu kayıplar öncelikle ücret ve sosyal haklarla ilgili<br />
kayıplardır. Buna ek olarak, devlet memuru statüsüne<br />
geçecekleri için devlet memurlarında olmayan ve<br />
işçilerde olan yasal haklardan yoksun kalacaklardır.<br />
Bunların başında kıdem tazminatı hakkı gelmektedir.<br />
Ayrıca, belirli süre ile sözleşme yapılacağı için, hem<br />
gelir ve çalışma süreklilikleri hem de sosyal güvenceleri<br />
ciddi biçimde değişecektir.<br />
İşçilerin gelir ve çalışma sürekliliklerindeki değişim,<br />
çoğu kimse tarafından “iş güvencesi”nin ortadan<br />
kalkması olarak yorumlanmaktadır. Bu yorum daha önce<br />
iş güvencesi olduğuna inanmaktan kaynaklanmaktadır.<br />
Bizzat Tekel işçilerinin kendileri, kapitalizmde<br />
iş güvencesi olmadığının ve olmayacağının açık<br />
kanıtıdırlar.<br />
Sonuç olarak, tekel işçilerinin direnişi hükümetle<br />
çalışma ve yaşam koşullarının pazarlık edilmesi için<br />
ortaya çıkmış bir direniştir. Bu direniş bu açıdan bir<br />
toplu sözleşme direnişi, sendikal bir direniştir. (bu<br />
kelimenin yasal anlamıyla değil, gerçek anlamıyla bir<br />
toplu iş sözleşmesi mücadelesidir) Mücadelenin şiddet<br />
dozunun yüksekliği -gerek devletin saldırganlığı,<br />
gerekse özü itibariyle bir şiddet eylemi olan açlık grevi<br />
ve ölüm orucu temaları- toplumsal ilgiyi ve desteği<br />
uyandırmakta gecikmemiştir. (Şiddet sarsıcıdır!,<br />
bilinçleri sarsar. Ama o kadar!)<br />
Maruz kaldıkları şiddet ve kendi uyguladıkları şiddet<br />
nedeniyle işçiler her zaman rastlanmadık bir biçimde<br />
genel bir kamuoyu desteğini alabilmişlerdir. (Devrimci<br />
örgütlerin açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine verilen<br />
desteğin sınırlılığı hatta devrimcilere uygulanan<br />
şiddeti meşru gören büyük bir kitle desteği ile<br />
karşılaştırıldığında bu önemlidir.)<br />
İşten atılmış olmaları, “siyasal” amaçlarının olmaması<br />
(!), ekmek mücadelesi verdiklerini söylemeleri ve bedel<br />
ödemeyi göze alma konusunda göstermiş oldukları<br />
cesaret bu ilgi ve desteğin ana nedenleridir.<br />
Hükümeti zorlayacak bir güçten de yoksun olmaları<br />
nedeniyle (işyerleri kapanmıştır) böyle bir strateji<br />
geliştirmemiş olsalar sadece müzakereler yoluyla<br />
sonuç alabilmeleri mümkün değildi. Tekel direnişinin<br />
stratejisi özet olarak budur: Tamamen kesimsel<br />
sorunlarını genelleştirebilmenin yolu, mümkün<br />
olduğunca büyük bir kitle desteği alarak muhatabının<br />
yani hükümetin üzerinde bir baskı oluşturmaktan<br />
geçmektedir. Bu desteğin alınabilmesi için ise<br />
haklılığın tekrarlanması yetmemekte, bu hakkı elde<br />
etmek için bedel ödemeyi “ölmeyi” göze aldığını<br />
herkese göstermek gerekmektedir.<br />
Kapitalist egemenlik altında hak arayışında olan her<br />
bir işçi bedel ödeyerek, bedel ödemeyi göze alarak<br />
bu egemenliğin sınırlarına vurabilir. Bedel ödemenin<br />
boyutları ile verilen mücadelenin niteliği arasında bir<br />
ilişki kurulamaz. Daha çok kan dökülen mücadeleler<br />
siyasal, diğerleri sendikal gibi ayrımlar yapılamaz. İşçi<br />
hareketi tarihinde çok “sıradan” “normal” taleplerin<br />
kanla boğulduğu bilinmektedir.<br />
Kazanılmış haklar/kazanılan haklar gerilimi<br />
Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilir olup olmadığı<br />
konusu da üzerinde durmayı hakediyor. Hemen<br />
belirtelim ki, bir toplu iş sözleşmesi mücadelesinin tüm<br />
talepleri gerçekleştirilebilir taleplerdir. Dolayısıyla tekel<br />
işçilerinin talepleri de gerçekleştirilebilir taleplerdir. Bu<br />
taleplerin ne kadarının ve hangi oranlarda gerçekleştiği<br />
ayrı tartışma konusudur.<br />
Öncelikle tekel işçileri, var olan haklarıyla ve esas olarak<br />
işçi statüsünde çalışmaya devam etmek istemektedirler.<br />
Bunu biraz daha genel terimlerle ifade edecek olursak,<br />
tekel işçilerinin istediği “iş”tir. Bu sadece işçilerin<br />
talebi değildir, aynı zamanda hükümet de bu talebi bu<br />
biçimiyle okumaktadır.<br />
Hükümet, daha eylemler başlamadan ve sadece tekel<br />
işçileri için değil tüm özelleştirilen kuruluşlarda çalışan<br />
işçiler için bu talebe 4-C ile yanıt vermiştir. 2004 tarihli<br />
bir kararname ile yürürlüğe konulan esaslar bu durumu<br />
açıklıkla ifade etmektedir: “Özelleştirme Uygulamaları<br />
Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan<br />
işçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici<br />
Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin<br />
Esaslar”. Sorun her iki taraf açısından da iş sorunudur.<br />
Hükümet, özelleştirme nedeniyle işsiz kalanları ve<br />
22
kalacakları diğer kamu kurum ve kuruluşlarında<br />
istihdam ederek çalışanların “iş” talebine kendi<br />
meşrebince yanıt üretmiş durumdadır. Bu tek taraflı<br />
yanıt bugüne kadar binlerce çalışan tarafından “boynu<br />
bükük” bir şekilde kabul edilmiştir. Tekel işçilerinin<br />
direnişi ilk adımda bu tek taraflılık durumunu ortadan<br />
kaldırmış ve sözleşmenin karşı tarafının da olduğunu<br />
açıklıkla ortaya koymuştur. Hükümetin “teklifi”<br />
işçilerin direnişi ile reddedilmiştir. İşçilerin direnişi,<br />
tek taraflı sözleşmeyi ortadan kaldırmış, bir “masa”nın<br />
kurulmasına neden olmuştur.<br />
İkinci adımda, hükümete geri adım attırılmış ve<br />
sözleşmenin esasları değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden<br />
söz etmekte fayda var:<br />
1) Sözleşmenin süresi 10 aydan 11 aya çıkarılmıştır.<br />
2) Ücretlere esas gösterge rakamlarında artışlar<br />
sağlanmış, dolayısıyla ücret zammı getirilmiştir.<br />
3) Çalışma koşullarında, geçici personelin çalışma saat<br />
ve sürelerinin devlet memurları için tespit edilenlerle<br />
aynı olması düzenlenmiş ancak verilen görevi çalışma<br />
saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorunda<br />
olduğu ve bu durumda fazla ödeme yapılmayacağı<br />
hükmü kaldırılmıştır.<br />
4) Daha önce olmayan 12 ay fiili çalışma karşılığı<br />
1 maaş iş sonu tazminatı getirilmiş bu tazminatın<br />
emekli olanlara, ölenlere ve kendi isteği ile ayrılanlara<br />
verileceği belirtilmiştir.<br />
5) Her çalışılan ay için 1 gün olan ücretli izin süresi 2<br />
güne çıkarılmış ve bunun toplu olarak kullanılabilmesi<br />
düzenlenmiştir.<br />
6) Eski halinde her 4 ay için iki günü geçmeyen ücretli<br />
hastalık izni yerine yılda 30 günü geçmemek üzere<br />
ücretli hastalık izni verilmiştir.<br />
7) Görev yeri tanımı genişletilmiştir.<br />
Bütün bu düzenleme, sadece tekel işçilerini değil<br />
toplam 36.215 işçiyi kapsamaktadır. Tekel işçilerinin<br />
direnişi, sadece hükümete geri adım attırmakla<br />
kalmamış, 4-C kapsamındakilerin çalışma koşulları ve<br />
ücretlerinin iyileştirilmesine neden olmuştur.<br />
Bu teklif, tekel işçileri tarafından kabul edilmemiştir.<br />
Tekel işçileri şiddetin dozunu arttırma kararı almışlar<br />
ve süresiz açlık grevine başlamışlardır. Aynı şekilde<br />
hükümet, teklifinin kabul edilmesi için bir aylık<br />
bir süre vermiş, süre bitiminde işçilere saldıracağını<br />
deklare etmiştir.<br />
Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilirliği konusuna<br />
yeniden dönecek olursak, “iş” talebi üzerinde süren<br />
mücadele ilk adımda işin koşullarının görece<br />
iyileştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu iyileştirme,<br />
geçmiş koşullardan halen çok uzaktır.<br />
Tekel direnişinin özü itibariyle bir toplu iş sözleşmesi<br />
mücadelesi olduğu gerçeği dikkate alındığında<br />
muhatabın ilk tavrı kararlılık gösterisidir. Karşıtına<br />
mücadele etmekle bir şey kazanamayacağı<br />
düşündürtmeyi amaçlar. Karşı taraf, kararlılık dozunu<br />
artırdığında, muhatap bir adım geri çekilir ve bu sefer<br />
mücadele edenlerin birliğini bozacağını düşündüğü<br />
bir teklif sunar. Sadece teklif sunmakla kalmaz,<br />
teklifin kabul edilmesi için uyguladığı yöntemleri<br />
çeşitlendirir ve iğrençleştirir. Çevreyi rahatsız etmekle<br />
suçlamak, kaçak elektrik kullanımından zabıt tutmak,<br />
dayanışma için gönderilenleri tutanak altına almak,<br />
Ankara dışındaki ailelere belediyeler yoluyla baskı<br />
yapmak, cumhurbaşkanına açıklama yaptırmak, kafa<br />
bulandırmak, banka hesaplarını açıklamak, gün gün<br />
sözleşme imzalayanların<br />
sayılarını duyurmak vs. vs.<br />
Bugün bu aşamayı yaşıyoruz.<br />
Bu aşama Şubat ayı sonuna<br />
kadar devam edecek gibi<br />
görünüyor. Bundan sonraki<br />
aşama bu aşamadaki<br />
gelişmelerin her iki tarafça<br />
da değerlendirilmesiyle<br />
çizilecek yeni yol üzerinde<br />
şekillenecek. İşçilerin<br />
kararlığı sürer ve çözülmeler<br />
olmaz ise iki yol söz konusu<br />
olacak. Ya şiddetli bir saldırı<br />
yoluyla direnenler ezilmeye<br />
çalışılacak ya da yeni bir<br />
teklifle masaya çağrılacaklar.<br />
Teklifin içeriği bu aşamada<br />
23
direnişin devam edip etmemesi konusunda belirleyici<br />
olacaktır. Ancak şiddet yoluyla bastırma seçeneğine<br />
karşı da işçilerin hazırlıklarını gözden geçirmelerinde<br />
fayda var.<br />
Direnişin sıkışma noktaları<br />
Tekel işçilerinin mücadelesinin “iş” mücadelesi<br />
olduğunu söyledik. Ancak, iş için verilen mücadele<br />
sadece tekel işçilerinin sorunu değildir. Sadece<br />
özelleştirilen kamu kuruluşlarında çalışanlar için değil,<br />
özel sektörde çalışan, emek gücünü satmaya zorlanan<br />
milyonların sorunudur.<br />
İşini kaybetmek, işsiz kalmak! Mezarlıkların girişinde<br />
yazan her fani ölümü tadacaktır sözü gibidir. Her işçi<br />
işsiz kalmaya mahkûmdur. Bu kapitalist egemenliğin,<br />
kapitalistlerin iktidarının şifresidir. Ve işsizlik, işçilerin<br />
yaşama ve çalışma koşullarını aşağıya doğru çeken bir<br />
etki yaratır.<br />
Kamu işletmelerinde iş güvencesi konusu oldukça<br />
tartışmalıdır. Amelenin kıt olduğu zamanlarda, işin<br />
güvencede olması iktisat kuralıdır. Amele bollaştıkça<br />
güvence de azalır, gelir de. Hiç bir kapitalist, sırf<br />
işçiler çalışsın diye fabrika kurmaz; onun amacı kar<br />
etmek, işçileri sömürmektir. Sömürüyü, maddi varlığa<br />
dönüştüremiyor ise sermayesini başka alana kaydırır,<br />
işletmesini kapatır, işçileri çıkarır.<br />
Devlet işletmeleri de kapitalist işletmelerdir. Onlar<br />
da işçileri sömürürler. Ancak, devlet işletmelerinin<br />
kar oranlarının eşitlenmesi ya da rekabet yasalarından<br />
kendisini muaf tutabilme, ya da görece daha düşük<br />
sömürü oranlarına rağmen giderek eriyen sermaye<br />
birikimini, politik kimi mekanizmalarla destekleyerek<br />
işletmeye devam ederler. Bunu işçiler işlerine devam<br />
etsin diye değil, özel sermayeye hizmet için yaparlar.<br />
Bu arada kamuda çalışan işçiler de bundan nemalanmış<br />
olur.<br />
Özelleştirme kolektif kapitalist olan devletin elindeki<br />
kapitalist işletmelerin, “özel” ya da anonim şirket<br />
biçimindeki başka kolektif kapitalistlere devridir.<br />
Bu süreç dünyanın büyük bölümünde ve Türkiye’de<br />
tamamlanmak üzeredir.<br />
Bugün dünya yüzeyinde sermaye egemenliğinin en<br />
üst noktası yaşanmaktadır. Sermayenin egemenliği<br />
ve iktidarı herkese haddini bildiren bir iktidar ve<br />
egemenliktir. Sermayenin ihtiyaçlarının önceliğinin<br />
olduğu, bu iktidar aracılığıyla tüm topluma kabul<br />
ettirilir. Eskiden devletin, belediyelerin kapısına yığılan<br />
kitleler, bu kez taşeronların, kapitalistlerin kapılarına<br />
akın ederler. Yıkmak için değil, iş için. Bu bağımlılık<br />
ilişkisidir. Bu işçilerin maddi ve manevi çürümesinin<br />
nedenidir.<br />
Artık asıl soruyu sorma zamanı geldi!<br />
Hangisi daha doğru bir mücadele stratejisidir Kendi<br />
kesimsel çıkarlarını sınıfın diğer kesimlerine kabul<br />
ettirme çabası mı, yoksa kesimsel çıkarlarını sınıfın<br />
genel çıkarına tabii kılmak mı Tali sorumuz da<br />
şu olsun: sınıfın bir kesimi mücadelesinde başarıya<br />
ulaştığında, diğer kesimleri bundan faydalanabilir mi<br />
Yani iddia edildiği gibi Tekel işçilerinin direnişi diğer<br />
işçilerin önünü açacak mıdır<br />
Tekel direnişi birinci stratejiyi benimsemiş durumda.<br />
Bu direnişin şu anda kimi kazanımları ortaya çıktı.<br />
Sonucun nasıl oluşacağını hep birlikte göreceğiz.<br />
Ama giderek büyüyen bir kitle ile tekel işçisinin<br />
ortak noktası başka. İşsiz kalmak. İşsiz kalmaya bağlı<br />
olarak gelir kaybı. Tekel işçisi, işsizlik sigortasından<br />
faydalanan veya faydalanamayan işçilerden daha iyi<br />
bir sözleşmeyi hükümete imzalatmış durumda. Oysa<br />
işsizlik sigortasından faydalanamayan işçiler sıfır<br />
gelirde, faydalanabilen azınlık ise asgari ücretin biraz<br />
üzerinde bir gelirle, sürekli değil, geçici sürelerle<br />
yararlanıyor.<br />
Hükümetin 4-C’si aslında bir tür işsizlik sigortası.<br />
Devlet, sınıfın tümüne vermediği hakları, bir kesimine<br />
verme konusunda duraksamıyor. İşsizlik sigortasının<br />
üst sınırının 10 ay olduğu düşünülürse (sizce 4-c nin<br />
süresinin 10 ay olması bir tesadüf mü) şu an bunun<br />
önüne geçildiği görülecektir. Daha da öteye geçebilir<br />
ve bu mümkündür!<br />
Destekçiler ve Kuşatılmışlar<br />
Tekel işçileri, sınıfın diğer kesimlerinden ve diğer<br />
sınıflardan destek istiyorlar. Bu strateji olabilecek en<br />
iyi strateji.<br />
Tekel işçilerine destek verenlerin faaliyetleri,<br />
örgütlenmeleri ve “siyasal” duruşları açısından ise bu<br />
kesinlikle yanlış strateji. Onlar ikinci strateji için Tekel<br />
işçilerini ikna etmek zorundalar. Bu gerilimli bir iş! Bu<br />
tekel işçilerinin yanlış değil eksik yaptığının onların<br />
yüzüne söylenmesi demek! Onu övmeden, verdiği<br />
mücadelenin önemini azaltmadan, yapmak zorunda<br />
olduğu şeyin ne olduğunu ona anlatmaya çalışmak<br />
demek. Kapitalizmi anlatmak, devleti anlatmak ama<br />
hepsinden önemlisi işçi sınıfını anlatmak demektir.<br />
Ama bu zor! Bu destekçilerin hazırlıklı olmasını<br />
gerektirir, öyle değiller.<br />
Tekel işçileri kendi bildikleriyle, kendi yapacaklarını<br />
yapıyorlar ve yapmaya devam etmeliler. Kimsenin onlara<br />
akıl vermeye hakkı yok! Önemli olan destekçilerin ne<br />
yaptıkları, tekel işçilerine onların yaptıklarından başka<br />
ne önerdikleri…<br />
Sadece destekçilerinin değil, işçilerin basıncıyla<br />
24
kuşatılmış olanların da ne yapacakları önemli.<br />
Destekçiler ve kuşatılmışlar kendi zaaflarını<br />
örtmenin aracı olarak Tekel işçilerinin direnişine<br />
sımsıkı sarılıyorlar, onları yücelttiklerinde kendilerini<br />
yücelttiklerini sanıyorlar.<br />
Destekçiler sürecin ilerleyen aşamalarında, hareketin<br />
iktidarı olmadıkları ve destek konumunu içselleştirdikleri<br />
için ve aslında bütün hareketlenmelerine rağmen her<br />
geçen gün pasifize oldukları için, Kuşatılmışlara göre<br />
daha olumsuz koşullardadırlar. Kuşatılmışlar, sürecin<br />
gelişim seyri içinde uygun anda en az kayıpla ve kimi<br />
ayak oyunlarıyla bu süreci atlatabilecek olanaklara<br />
-kuşatmayı yarma olanağına- hareketin önderliğini ele<br />
geçirmiş olmaları nedeniyle sahiptirler.<br />
Tekel işçileri kendileri açısından en iyi stratejiyi seçtiler.<br />
Bu stratejinin hedefi, hükümetle çalışma koşullarının<br />
pazarlığı. Önderliğinin sendikacılar olduğu acımasız<br />
gerçeği dikkate alındığında, pazarlıkla ulaşılan düzey<br />
-eğer eskisinden daha ileri ise- imza atılacaktır.<br />
En iyi strateji en doğru strateji demek değildir. Doğru<br />
stratejinin olmadığı yerde uygulanma olasılığı en<br />
yüksek stratejidir.<br />
Destekçilerin stratejisi yok! Destekçi olmanın doğal<br />
sonucu! Yürürlüktekinin peşine takılırsın, belki başka<br />
bir yola döner diye hayal edersin...<br />
Mücadelenin çapının genişlemesi: sadece bu onları<br />
heyecanlandırmaya yetiyor. Tekel işçileriyle aynı<br />
sorunu yaşayan ve tekel işçilerinin 100 katı bir kitleyi<br />
de kapsayabilecek bir mücadele stratejisine, sınıfın<br />
kesimsel çıkarlarını geriye itebilen ve ortak çıkar için<br />
mücadeleyi öne çıkaran bir yaklaşıma ve örgütlenmeye<br />
sahip değiller.<br />
Ağa diye suçladıkları adamlardan genel grev çağrısı<br />
yapmasını ve örgütlenmesini istiyorlar. Onların<br />
bunu yapabileceklerine inanıyor olmalılar! Tayyip<br />
Erdoğan’dan faşizmi yıkmasını ve demokrasiyi<br />
kurmasını, TSK’dan emperyalizme karşı mücadele<br />
etmesini ve ülkenin bağımsızlığını sağlamasını da<br />
isteyebilirler. Nasıl olsa bunu yapan liberallerimiz ve<br />
ulusalcılarımız bolca mevcut.<br />
İşçi demokrasisi sandığa eşitlenemez.<br />
İlginç tarihi örnekler ortaya çıkıyor. Direnişe devam<br />
edilip edilmemesi konusunda tekel işçileri arasında<br />
oylama yapıldı. Bu işçilerin iradesinin gösterilmesi<br />
olarak sunuldu. Buna hiç ihtiyaç yoktu. Polisin gazını<br />
copunu yiyip, eylemine devam eden işçinin irade<br />
yoklamasına ihtiyacı yoktur. Ama bu sendikacılar<br />
açısından oldukça işlevsel bir adımdı. Çünkü<br />
oylama ile alınan direniş kararı yine oylama yoluyla<br />
kaldırılacaktır. Bunu sendika genel başkanı da açıkladı.<br />
Oysa süreç şöyle işletilmelidir: Müzakereleri sürdüren<br />
heyetin kararı, Tekel işçilerinin onayına sunulmalıdır.<br />
Şu anda direnen işçilerin sendikalarına karşı görünür<br />
bir muhalif tavırları yoktur tam tersine sendikanın<br />
arkasında kenetlenmiş durumdadırlar. Dolayısıyla,<br />
sendika yönetiminin süreç hakkında karar verme<br />
zorluğu bulunmamaktadır. Görüşmeye direnişçi işçiler<br />
alınmadığına göre, sendika yönetimi var olan iradeyi<br />
yansıtmakla, masadan sonuç çıkarmakla görevlidir.<br />
Dolayısıyla mutabakattan önce oylama değil,<br />
“mutabakattan” sonra oylama yapılmalıdır. Önce<br />
hükümet ve Türk İş hangi konularda anlaştıklarını<br />
açıklamalı ardından bu işçilerin oyuna sunulmalıdır.<br />
İşçiler kabul ederse imzalanmalı, kabul etmez ise<br />
mücadeleye devam edilmelidir. İşçi demokrasisi böyle<br />
işler!<br />
Kamuoyu desteği değil işçi sınıfı dayanışması<br />
Tekel işçileri bugün itibariyle, kendi kesimsel çıkarlarını<br />
terk edip, sınıfın genel çıkarı için mücadelenin önüne<br />
geçebilirler mi Bu mümkün gözükmüyor, gerekli de<br />
değil, doğru da. Onlar bu mücadeleyi verilmesi gerektiği<br />
gibi yürütüyorlar, onlardan başka mücadelelerin de<br />
öznesi olmalarını istemek onlara haksızlık yapmak<br />
anlamına gelir.<br />
Diğer taraftan onların mücadele stratejilerinin en<br />
önemli bileşeni, kamuoyu desteği almaktır. Kamuoyu<br />
desteği belirsiz bir tanımdır ve manipüle edilerek<br />
çok kolaylıkla yön değiştirebilir. Bir genel kamuoyu<br />
desteğinin vücut bulma biçimi olarak sendikaların<br />
önderliğindeki işçi ve memur kitlesinin dayanışma<br />
amacıyla iş bırakması gündeme gelmiştir.<br />
Bu çerçevede 4 Şubat etkinliği (eylem, grev, genel grev<br />
ve genel direniş tanımlamasını hak etmiyor ve kitlesel<br />
bir etkinlikten başka türlü değerlendirilmesi doğru<br />
değildir) muhatabın korkularını ortadan kaldırmıştır.<br />
Bakan, etkinliği sağduyulu ve makul eylem biçiminde<br />
değerlendirerek, hükümetin düşüncesini ortaya<br />
koymuştur. Bu, etkinlikle içten içe dalga geçmek<br />
anlamına gelmektedir.<br />
Katılım düşük olmuştur, temel alanlarda ve kilit<br />
sektörlerde iş durdurulmamıştır, çoğu fabrikada işçilere<br />
neyin nasıl yapılacağı konusunda bilgi aktarılmamıştır.<br />
Gerçek bir örgütlülüğe dayanmadan bir adım bile<br />
yol yürünemeyeceğinin ve aslında yürünmemesi<br />
gerektiğinin en son örneği bu etkinlik olmuştur. Genel<br />
grev çağrıları, öznesini, önderliğini ve örgütünü tanımlı<br />
hale getirmediği için genel grev gibi bir mücadele<br />
aracına darbe vurulmuştur.<br />
Tekel işçilerinin ihtiyacı olan genel bir kamuoyu<br />
desteği değil sınıfın diğer kesimlerinin desteğidir.<br />
Sınıfın diğer kesimlerinin desteği ancak ortak talep<br />
25
mücadelesi temelinde kalıcı kılınabilir ve sınıfın ortak<br />
örgütlenme ve mücadelesi sayesinde sağlanabilir.<br />
Sonuç: İşsizlik Sigortası yasasında değişiklik için<br />
mücadele!<br />
İçinde yaşadığımız kriz dönemince bizim hesaplarımıza<br />
göre 1,5 milyon insan işten çıkarıldı. Bunların çok<br />
küçük bir azınlığı işsizlik sigortasından faydalanıyor.<br />
İşten atılmayanların dışında kalan önemli sayıda işçi<br />
ise, kısa çalışma ödeneği alarak geçmişteki gelirlerinin<br />
altında yaşamlarını devam ettiriyor.<br />
Bu kadar işçi!!! Sendikalı işçi sayısının neredeyse 2<br />
katı işçi!!! Buhar olup uçtular, görünmüyorlar. Onlar<br />
da işlerini kaybettiler. Her fani ölümü, her işçi işsizliği<br />
tadıyor!<br />
İşçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirecek olan<br />
4-C’ye karşı mücadele değildir. Bugün için işsizlik<br />
sigortası yasasında yapılacak değişiklik, hem tekel<br />
işçilerini hem de işten çıkarılan milyonların ortak<br />
talebi haline gelebilir. Tüm işini kaybedenlerin (hangi<br />
gerekçe ile olursa olsun) herhangi bir prim ödeme<br />
şartı aranmaksızın ve yeni bir işe yerleştirilinceye<br />
kadar son ayrıldıkları işteki ücret ve sosyal haklarının<br />
ödeneceği bir yasa değişikliği talebi için mücadelenin<br />
örgütlenmesi günün acil görevidir.<br />
Denilebilir ki, çalışmayana para vermezler, bu<br />
gerçekleşmez! Kapitalizmde çalışmayana para verilir,<br />
hiç çalışmadıkları halde başkalarının sömürüsüyle<br />
yaşayanları ne yapacağız Bunlar bir tarafa işsizlik<br />
sigortası tam da çalışmayana para verilmesi kurumudur<br />
ve kapitalist bir kurumdur. Nasıl 4-C’nin koşulları için<br />
mücadele ediliyor ise, bunun için de edilebilir.<br />
ve belli sonuçlar çıkartılmasına ihtiyaç gösteren ve<br />
aslında gördüğümüz bu tablo işçi sınıfı hareketi<br />
açısından ve sendikal hareket açısından bir örgütlenme<br />
ve mücadele stratejisine bugünün ihtiyaçları, bugünün<br />
koşulları üzerinden kurulacak ve kurulmakta olan<br />
Tekel direnişinin de ortaya çıkarttığı sonuçlar<br />
itibariyle kurulmakta olan bir örgütlenme ve mücadele<br />
stratejisine ihtiyaç duyulduğunu neredeyse bağırıyor<br />
artık. Ve bu sürecin aslında temel dinamiği ve bundan<br />
sonraki dönemde de en hareketli ve süreci dinamize<br />
Ali Çolak. Son sözü Dev Sağlık İş genel başkanı Arzu<br />
Çerkezoğlu’na veriyorum. Buyurun.<br />
Arzu Çerkezoğlu. Teşekkür ediyorum. Değerli dostlar,<br />
değerli mücadele arkadaşlarımız ve 58 gündür işine,<br />
ekmeğine, geleceğine, sendikasına sahip çıkmak için<br />
direnen Tekel işçisi arkadaşlarım hepinizi sendikamız<br />
Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası adına sevgi ve<br />
dostlukla selamlıyoruz.<br />
Konu başlığımız güvencesiz çalıştırmanın gölgesinde<br />
işçi hareketleri ve Tekel direnişi. Evet, Tekel direnişi,<br />
benden önceki konuşmacı arkadaşlarım süreci gayet<br />
iyi özetlediler. Çok içerden konuşmalar da yapıldı.<br />
Eminim bundan sonraki bölümde de yapılacaktır.<br />
Tekel direnişi ve bugün işçi sınıfı hareketinin<br />
sendikal hareketin içinde bulunduğu durum aslında<br />
önümüzdeki döneme dair ortaya çıkarttığı sonuçlar<br />
açısından bu sürecin çok iyi bir biçimde tartışılmasına<br />
edecek olan kesimlerin özellikle panelin konusunda da<br />
vurgusu yapılan güvencesiz çalıştırılanlar ve güvencesiz<br />
çalıştırılmaya mahkûm edilmeye çalışılanlar olacak.<br />
Güvencesiz çalıştırma dediğimiz şey aslında<br />
uzunca bir zamandır konuşuluyor, dünyanın her<br />
tarafında konuşuluyor ve bizim ülkemizde de. Ve<br />
bu güvencesizleştirme süreci hepimizin bildiği gibi<br />
aslında tüm dünyada yaşanan bir işçileştirme sürecinin<br />
bir parçası. Bu işçileştirme süreci bir yoksulaştırma ve<br />
mülksüzleştirme temelinde yaşanıyor ve kendine özgü<br />
bir takım özellikler ifade ediyor.<br />
Şöyle tanımlıyorlar genellikle, dünya tarihinin ve tek<br />
tek ülkelerin gördüğü en büyük en geniş kapsamlı ve en<br />
hızlı biçimde gelişen bir işçileştirme sürecini yaşıyoruz.<br />
Ve bu süreç aslında bir önceki döneme ait örgütlenme<br />
26
ve mücadele biçimlerini ve araçlarını da bütünüyle<br />
etkisizleştirerek yürütülüyor. 90’lı yılların başında<br />
çokça tartışılan ve işçi sınıfının artık tarihsel misyonu<br />
sona erdi, işçi sınıfı mücadelesinin toplumsal misyonu<br />
sona erdi denilerek birilerinin elveda proletarya diye<br />
kitaplar yazmasına yol açan bu süreçte aslında bizler<br />
değişen bu dönemi ve bu dönemin ortaya çıkarttığı<br />
dinamikleri görerek birilerinin elveda proletarya dediği<br />
bu dönemde merhaba proletarya diyerek yola çıktık ve<br />
bugün aslında üzerinde konuştuğumuz Tekel direnişi<br />
ve Tekel işçilerinin mücadelesi de bunun en önemli<br />
örneklerinden bir tanesini gösteriyor.<br />
Neoliberalizm, hani hep böyle tarif ediyoruz, neoliberal<br />
politikalar aslında temel iki tane strateji ile yürütülüyor<br />
sermaye tarafından tüm dünyada. Bunlardan birincisi,<br />
neoliberalizm örgütlü işçi kitlelerini, örgütsüz işçi<br />
kitlelerine empoze ettiği güvencesiz çalıştırma<br />
biçimleriyle kuşatıyor. Özellikle kamuda ve kamunun<br />
tasfiyesi sürecinde sendikamızın örgütlü olduğu sağlık<br />
işkolu başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin<br />
piyasaya açıldığı ve bütünüyle piyasanın konusu haline<br />
getirildiği bu süreçte örgütlü işçi kesimleri, yani kamuda<br />
bulunan örneğin sağlık işkolundaki kadrolu işçiler ya da<br />
kadrolu güvenceli çalışan memurlar doğrudan bir hak<br />
gaspının ya da saldırının konusu haline getirilmiyorlar.<br />
Onların etrafı çok hızlı bir biçimde ve bilinçli bir<br />
biçimde uygulanan politikalarla güvencesiz bir işçi<br />
kesimiyle kuşatılıyor ve böylelikle baskı altına alınıyor.<br />
Yani çekirdek bir güvenceli çalışan, bunun etrafında<br />
sayısı giderek artan bir güvencesiz işçi kuşatması ve<br />
bunun bir dış halkasında da hepimizin bildiği gibi<br />
işsizler. Dolayısıyla birinci stratejisine aslında örgütlü<br />
işçi kitlelerini güvencesizlikle kuşatarak uygulamaya<br />
çalışıyorlar. Ve bu kuşatmayı hiç kuşku yok ki sadece<br />
içerden bir direnişle, yani kazanılmış hakları korumakla<br />
sınırlı bir direnişle ortadan kaldırabilmek ve kırabilmek<br />
mümkün değil. İkincisi de Tekeldeki arkadaşlarımızın<br />
yaşadığı gibi özelleştirilen ve tasfiye edilen alanlarda<br />
güvenceli çalışan kesimler var olan tüm haklarını, tüm<br />
kazanılmış haklarını ortadan kaldırma tehlikesiyle 4/c<br />
gibi 4/b gibi bizim işkolumuzda çok yaygın bir biçimde<br />
uygulanan taşeron çalıştırma gibi güvencesizliğin<br />
en ağır çalıştırma biçimidir, taşeron çalıştırma gibi<br />
en güvencesiz ve kötü çalışma koşullarına mahkûm<br />
edilmekle yüz yüze bırakılıyor. Ve aslında bu süreçte<br />
yine neoliberalizm içererek etkisizleştirme politikası<br />
izliyor. Bununla şunu kast etmeye çalışıyorum.<br />
Örneğin özellikle kendi işkolumuzdan yine örnek<br />
vereceğim, performans uygulamaları gibi, toplam kalite<br />
yönetimi gibi sağlıkta özel hastanelere gidişin önünün<br />
açılması gibi, bir takım döner sermaye uygulamaları<br />
gibi uygulamalarla aslında bir takım kesimleri içererek<br />
etkisizleştiren ve topluca hep birlikte ortak bir karşı<br />
koyuşu engellemeye dönük bir politika izliyorlar.<br />
Bu süreçte içerilemeyen ve en kötü koşullara maruz<br />
kalan kesimlerse taşeron işçileri gibi güvencesi elinden<br />
alının kesimler gibi doğru bir stratejiyle buluştuğunda<br />
aslında bugün sınıf hareketinin en dinamik kesimlerini<br />
oluşturuyor.<br />
Bu sürecin bir başka özelliği de değerli arkadaşlar,<br />
tüm dünyada ve bizim ülkemizde son dönemde<br />
yaşanan deneyimlere baktığımızda bütün bu süreç<br />
var olan geleneksel zeminde, geleneksel işçi hareketi<br />
ve geleneksel sendikal hareketin kendi formları ve<br />
biçimleri içerisinde ufak kazanımlar kuşkusuz var, ama<br />
bu çizgi içerisinde bir evrimsel gidiş içerisinde değil,<br />
aslında tüm bunlardan çok ciddi niteliksel kopuşları<br />
ifade eden bir takım devrimci sıçramalar, niteliksel<br />
kopuşlarla hep ilerliyor. Aslında bugün Tekel işçisi<br />
arkadaşlarımızın yaşadığı süreç de bunun başka bir<br />
örneğidir diye düşünüyorum.<br />
Yine sevgiyi arkadaşlar, bu sürecin bir başka özelliği de<br />
aslında işçi sınıfı hareketinin her tarihsel döneminde şu<br />
an içinde bulunduğumuz tarihsel dönem açısından da<br />
bu geçerli. Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin<br />
araçları ve örgütleri arasındaki ilişki de hep yeniden<br />
kurulmuş. Bugün de aslında bunu yaşıyoruz. Belki<br />
de bizim ülkemizde emek hareketinin hiç olmadığı<br />
kadar politikleştiği ve ekonomik mücadele ile siyasal<br />
mücadele düzlemlerinin hiç olmadığı kadar üst üste<br />
düştüğü ve yaklaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Aslında<br />
başbakanın Tekel işçilerinin direnişi için söylediği<br />
sözler bunun çok anahtar ifadeleri. Diyor ki Tekel<br />
işçileri kendi dertleri için mücadele etmiyorlar, bir<br />
ekmek mücadelesi değil bu. Bizim siyasal iktidarımıza<br />
karşı mücadele ediyorlar diyor. Bugün başbakan aslında<br />
bu gerçekliği görüyor ve bunu bir biçimde ifade ediyor.<br />
Bizim de bunu görmemiz, kuşkusuz şu demek değildir.<br />
Tekel işçileri AKP politikalarının bütününe karşı<br />
siyasal bir mücadele yürütüyor gibi bir tarifi dört başı<br />
mamur ifade etmek kuşkusuz doğru değil. Ama şu çok<br />
açıktır ki Tekel direnişi örneğin bu arkadaşlarımızın<br />
mücadelesi bundan beş ya da yedi yıl önce aynı şekilde<br />
aynı dinamiklerle gerçekleşmiş olsaydı bunun Türkiye<br />
toplumundaki karşılığı ve sonuçları bugünkü gibi<br />
olmazdı. Şunu söylemeye çalışıyorum. AKP hükümeti<br />
tarafından hayata geçirilen bu yoksullaştırma ve<br />
güvencesizleştirme politikalarının ortaya çıkarttığı<br />
sonuçlar bugün Tekel işçilerinin mücadelesini, bu<br />
mücadelenin ortaya çıkarttığı dinamikleri tüm Türkiye<br />
toplumu açısından algılanabilir hale getirmiştir.<br />
Ve kendi talepleri ve kendi hak kayıplarıyla Tekel<br />
işçisinin taleplerini aynı çizgi üzerinde buluşturabilme<br />
olanaklarını yaratmıştır. Bu açıdan aslında emek<br />
hareketi açısından böylesi bir siyasallaşmanın içinde<br />
27
ulunuyoruz. Ve bugün aslında geleceğe dönük kendi<br />
deneyimlerimizden de yola çıkarak birkaç şeyin altını<br />
çizmek istiyorum. Bugün parça parça birçok yerde<br />
birçok direniş var. Tekel direnişi bunun en önde olanı.<br />
Ve kuşkusuz bunu herkes söylüyor, bu direniş nasıl<br />
biterse bitsin, büyük yenilgi alma ihtimali bana kalırsa<br />
yok. 58 günün sonunda bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />
İdeolojik olarak bu direniş yenilmez artık. Politik<br />
olarak yenilmez. Yenilmemelidir. Bunun için<br />
sendikamız başta olmak üzere tüm sendikal örgütlerin,<br />
solun önemli görevleri vardır. Pratik olarak belki bir<br />
takım noktalarda çeşitli seçenekler tartışılabilir. Ama<br />
bu direniş nasıl biterse bitsin bundan sonra artık sınıf<br />
olduğu için hakkını hukukunu savunduğu için 18<br />
tane arkadaşımız işten çıkartıldı. Çoğunluğu da şu an<br />
bu salondalar. Şunu düşündüler: üç beş gün bağırır<br />
çağırırlar, ondan sonra giderler diye düşündüler. Belki<br />
Tekel işçileri için de böyle düşündüler. Ve 45 gün<br />
boyunca o hastanenin kapısından ayrılmadık. 45 gün<br />
boyunca Okmeydanı hastanesinin kapısında bir direniş<br />
yürüttük. Belki o Tekel direnişi kadar herkes görmedi,<br />
bilmedi ama mutlaka bilen arkadaşlarımız vardır. Ve<br />
45 günün sonunda bu direniş başarıya ulaştı ve bütün<br />
arkadaşlarımız hastanede yeniden işbaşı yaptılar.<br />
Bu aslında …bu süreçte önümüzdeki döneme ilişkin<br />
hareketi açısından bir başka dönemi başlatan çok<br />
önemli işlerden bir tanesidir. Ve bugün aslında parça<br />
parça birçok yerde birçok şeyler yapılıyor. İstanbul’da<br />
itfaiye işçilerinin direnişini biliyoruz hepimiz. Yılbaşını<br />
onlarla geçirdik biz. Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası<br />
olarak. Hep yanlarında olmaya çalıştık. Çadırları<br />
söküldü, yanlarında olmaya çalıştık. Şimdi Marmara<br />
işçileri direnişteler. Sağlık işkolunda biz taşeron<br />
çalıştırmaya karşı yıllardır bir mücadele veriyoruz. Ve<br />
bu mücadelede en yoğun baskılarla aslında karşı karşıya<br />
kalıyoruz. Daha çok yakın bir zamanda örgütlendiğimiz<br />
her yerde arkadaşlarımız işten çıkarılıyor. Taşeron<br />
işçisinin sendikası olmaz deniyor çünkü. Daha çok<br />
yakın bir zamanda İstanbul’da Ok Meydanı Eğitim<br />
ve Araştırma hastanesinde sadece sendikaya üye<br />
bir takım sonuçları ortaya çıkarması açısından anlamlı<br />
ve bugün sendikal stratejimizi biz esas olarak çok<br />
yoğun bir biçimde güvencesiz çalıştırmanın kıskacında<br />
işçileşen ve bu işçileşme sürecinde aslında bir sınıf<br />
olduğunun farkına varmayan, farkında olmayan bu<br />
devasa kitleyi bir sınıf halinde örgütlemeyi ama mutlaka<br />
bir hareket içerisinde örgütlemeyi hedefleyen bir çizgi<br />
izlemek zorundayız. Önceden işçi sınıfı denildiğinde<br />
işte fabrikalarda çalışan büyük üretim birimlerinde<br />
çalışan işçiler akla gelirdi. Ama bugün artık doktorların<br />
da hemşirelerin de öğretmenlerin de mühendislerin<br />
de işçileştiği bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla bugün<br />
aslında bu işçileşme sürecinin farkına varan ve kendini<br />
bir sınıf olarak örgütleme hedefini önüne koyan ve bu<br />
kitleyi bu kadar parçalanmış bu kitleyi tek bir kitle<br />
28
haline getirmeyi ve bunun hareketini örgütlemeyi<br />
önümüze koymak durumundayız.<br />
Bu noktada birkaç tane bazı noktalarda ciddi<br />
kısıtlarımız var. Bunlardan bir tanesi farklı statülere<br />
dayanan ve aynı alanda faaliyet gösteren emek<br />
örgütlerinin ortak mücadele düzleminde bir araya<br />
getirilmesi bu noktada birinci sorunumuz. Yani örneğin<br />
sağlık işkolunda veya başka işkolunda farklı statülerde<br />
çalışan arkadaşlarımızın farklı örgütleri var ve herkes<br />
kendi dükkânı üzerinden bu süreci örgütlemeyi önüne<br />
koyarsa, bir ortak mücadele düzlemi oluşturamazsak<br />
başarı şansımız son derece sınırlı.<br />
İkinci önemli sorun da aslında atipik işletme<br />
örgütlenmeleriyle aynı iş sürecinde birden fazla<br />
işkolunun işçilerini istihdam eden esnek iş<br />
organizasyonları. Örneğin, bir işyerine girdiğimizde,<br />
örneğin bir belediyede, bir hastanede birden fazla<br />
işkoluna tabi olan geleneksel zeminde baktığımızda işçi<br />
toplulukları var ve bunların ortak mücadele zemininde<br />
bir araya getirilmesi de ikinci temel sorumumuz.<br />
Bu nedenle yeni bir sendikal örgütlenme diyoruz.<br />
Aynı işyerinde çalışan bütün işçileri içine alan hak<br />
mücadelelerinin geçişkenliğini sağlayan bir zeminde<br />
örgütlenmelidir. Değerli arkadaşlar bugün aslında<br />
sendikal mücadelenin, işçi sınıfı hareketinin talepleri<br />
ve kendini tanımladığı düzlem de başka bir duruma<br />
ya da düzleme taşınmak zorundadır. Şunu söylemeye<br />
çalışıyorum. Çok basit somut bir örnek vereyim.<br />
Örneğin asgari ücret, hepimiz için önemli. Bizim sağlık<br />
işkolundaki arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari<br />
ücretle çalışıyor. Asgari ücret tartışmasını biz sadece bir<br />
rakam tartışması, üç beş tartışması olarak yapamayız.<br />
Bundan yirmi sene önce asgari ücretle geçinen bir işçi<br />
arkadaşımız aldığı bu ücretle çoluğunun, çocuğunun<br />
giyimini, yemeğini, ısınmasını vs.sini sağlıyordu. Ama<br />
bugün aldığımız o asgari ücretle sadece bunları değil,<br />
aynı zamanda hastaneye gittiğimizde para ödemek<br />
zorundayız, çocuğumuzu okula gönderdiğimizde<br />
ayrıca bir takım paralar ödemek zorundayız, devlet<br />
okuluna gitse de ulaşım için, barınma için, tüm temel<br />
yaşamsal haklar için artık daha fazla para ödemek ve<br />
her gün daha fazla para ödemekle karşı karşıyayız.<br />
Dolayısıyla bugün örneğin asgari ücret tartışması<br />
sadece şu kadar lira olsun, bu kadar lira olsun tartışması<br />
değil eğitimin, sağlığın bütünüyle parasız olması. Belli<br />
saatlerde örneğin işe gidiş geliş saatlerimizde ulaşımın<br />
ücretsiz olması. Herkese yaşayabileceği, barınabileceği<br />
bir ev, konut hakkının talebiyle farklı bir biçimde<br />
değerlendirilemez. Dolayısıyla aslında sendikal hareket<br />
önümüzdeki dönem açısından sadece ücret meselesine<br />
değil, esas olarak piyasalaştırılan ve her gün daha da<br />
paralı hale getirilen, daha da pahalı hale getirilen<br />
temel yaşamsal hakları da temel talepler içerisinde tarif<br />
etmek zorundadır.<br />
Yani yaşama ve çalışma hakkını bütünüyle ortadan<br />
kaldıran bu politikalar karşısında temel haklar için<br />
ortak mücadele, ortak mücadele hedefleri belirlemek,<br />
ortak örgütlenme düzlemleri belirlemek, güçlü<br />
merkezi inisiyatifler oluşturmak ve başta iş güvencesi<br />
olmak üzere kazanılmış tüm haklarımıza sahip<br />
çıkan ve güvencesizleştirme saldırısına karşı burada<br />
güvencesizleştirmeden kastımız sevgili arkadaşlar<br />
basitçe bir iş güvencesi değil. Güvencesizlik öyle bir şey<br />
ki hani taşeron işçileri bunun ağır biçimini yaşıyorlar<br />
dedik, güvencesizlik öyle bir şey ki hani şimdi 4/c filan<br />
geçiriyorlar ve arkadaşlarımız direniyorlar, çok haklılar,<br />
güvencesizlik basitçe bir iş güvencesinin olup olmaması<br />
meselesi değil, bizim hayatla kurduğumuz ilişkiyi bir<br />
bütün olarak güvencesiz hale getiren, yani üç gün<br />
sonramızın beş gün sonramızın hiçbir biçimde planını<br />
yapamaz hale getiren bir süreç. O yüzden Tekel işçisi<br />
arkadaşlarımız diyorlar ki sekiz aylık çocuğumu evde<br />
bıraktım, gönlüm rahat. Çünkü ben aslında onun için<br />
mücadele ediyorum. Dolayısıyla güvencesizlik bu kadar<br />
kapsamlı ve bu kadar bütün bir yaşam hakkını ortadan<br />
kaldırmayı hedefleyen bir süreç. Ve son olarak şunu<br />
söylemek istiyorum. Bütün bu politikalar, bütün bu<br />
güvencesizlik, 4/c, 4/b, taşeron, çeşitli biçimler altındaki<br />
bu saldırı politikaları ve bu sistem tek bir şey üstünde<br />
yürüyebilir. O da emekçilerin örgütsüzlüğü üzerinde<br />
o yüzden işte arkadaşlar aslında bizim yürüttüğümüz<br />
bu mücadele evet, kazanılmış haklarımıza sahip çıkma<br />
mücadelesidir ama bundan da önemlisi örgütlenme<br />
hakkımıza sahip çıkma mücadelesidir. Sendikamıza<br />
sahip çıkma mücadelesidir. Onun için işte 4/b ya da<br />
4/c denen şey ne işçidir ne memurdur. Açalım 657’yi 4/<br />
nin ve 4/c’nin tanımına bakalım, bundan iki ay önce bu<br />
memlekette kimse bilmiyordu bunu, şimdi herkes 4/c’yi<br />
konuşuyor, Tekel işçileri sayesinde, ikisinde de böyle üç<br />
dört satırlık tanımlar vardır ve der ki işçi sayılmayan<br />
personel. Hani memur zaten değil, 4/a’da tarif edilmiş.<br />
İşçi sayılmayan personel. Bu aslında özünde bir<br />
tanımsızlık, yani emeğin yok sayılması, kimliğin yok<br />
sayılması ve bir örgütsüzleştirme saldırısıdır. Onun<br />
için aslında bugün özellikle biraz önce Mehmet beyin<br />
söylediği o ismi uzun kararnamede de açıklandığı<br />
gibi özelleştirilen ya da tasfiye edilen alanlardaki<br />
arkadaşlarımız böylesi bir çalıştırma sistemine mahkûm<br />
edilmeye çalışıyorlar. Yani örgütsüz, sendikasız ve<br />
mevcut hakları bütünüyle her an ortadan kaldırılabilir<br />
bir çalıştırma biçimi. Aynı şey taşeron sistemi için de<br />
böyledir. Biz taşeronlaştırmanın bütünüyle ortadan<br />
kaldırılması için mücadele ediyoruz. İhale lafını<br />
29
hiç sevmiyoruz ama her şeyin ihalesi olabilir belki,<br />
masanın, sandalyenin, bir laboratuar malzemesinin ya<br />
da herhangi bir şeyin ihalesini belki yapabilirsiniz ama<br />
insan emeğinin ihalesi olur mu İnsan emeğinin pazarda<br />
alınıp satıldığı, insanın ihale ile çalıştırıldığı bir sistem<br />
her şeyden önce insan onuruna aykırıdır. O yüzden<br />
bizim temel sloganımız insan ihale ile çalıştırılmaz<br />
diyoruz. Dolayısıyla taşeron çalıştırmayı, 4/b’yi 4/c’yi<br />
yani tüm güvencesiz çalıştırma biçimini bu topraklarda<br />
bütünüyle ortadan kaldıracak bir mücadele sürecinin<br />
bugün artık Tekel işçilerinin direnişiyle birlikte tüm<br />
Türkiye toplumu açısından sonuçları ve yapılabilirliği,<br />
görünürlüğü artmış durumdadır.<br />
Bugün yapılması gereken şey aslında Tekel direnişi<br />
konusunda da söylendi. Basitçe bir dayanışma ilişkisi,<br />
bu hiç basit bir şey değil, basit derken küçümsemek<br />
açısından söylemiyorum. Dayanışma çok önemli. Tekel<br />
işçilerinin gerçek anlamda, kelimenin gerçek anlamıyla<br />
dayanışmaya da ihtiyacı var. Vardı ve bu dayanışma da<br />
gösterildi ve bundan sonra da gösterilecek. Ama bunu<br />
bu düzlemden sıçratan ve bu topraklarda bu ülkenin<br />
tüm değerlerini ve güzelliklerini üreten emekçilerin<br />
güvenceli çalışma haklarını her ne koşul altında<br />
olursa olsun güvenceli çalışma hakkını garanti altına<br />
alan ve bunu hedefine koyan ve 4/b, 4/c taşeron gibi<br />
tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerine karşı ortak<br />
bir mücadele düzlemi yaratılmak zorundadır. Bunun<br />
yaratılabilmesinin olanakları aslında dün olduğundan<br />
bugün çok daha fazlasıyla vardır. Ve aslında bugün<br />
siyasal iktidar da Tekel işçilerine karşı bu noktadan daha<br />
fazla esnememiz mümkün değildir derken başbakan<br />
bu temel stratejilerinin yani emeği ucuzlatmak, ucuz<br />
ve güvencesiz işçilik politikalarında da geri adım<br />
atamayacağını söylemektedir. Aslında bu hepimizin<br />
bildiği gibi en başta da onu vurgulamaya çalıştım,<br />
tüm dünyadaki sermaye stratejisidir. Evet, herkesin bir<br />
stratejisi vardır. Bu bir sermaye stratejisidir. Ve bugün<br />
AKP bunu yapmaya mecburdur. Bu AKP iktidarının<br />
kendi kararı ya da AKP iktidarının kendi politikası<br />
değildir. Bu sistemi sürdürebilmek için tüm dünyada<br />
ucuz ve güvencesiz işçilik üzerine kurulu bu sistemi<br />
sürdürebilmek için bu iktidarı, bu sermaye iktidarını<br />
sürdürebilmek için bugün AKP hükümeti yarın da<br />
bir başka sermaye hükümeti bu politikayı uygulamaya<br />
mahkûmdur ve mecburdur. O yüzden Tayyip Erdoğan,<br />
<strong>buradan</strong> daha geri adım atabilmemiz mümkün değildir<br />
demektedir. Sanıyorum Mehmet Şimşek ti, daha fazla<br />
geri adım atamayız dedi, on beş yirmi gün önce, yol<br />
olur dedi. 90.000 işçi olacak 4/c statüsünde dedi.<br />
Aslında hukuken bakıldığında 4/c ve 4/b statüsü çok<br />
parantez içi bir şey söylemek istiyordum, mutlaka<br />
biliyordur arkadaşlarımız ama, bu her iki statüde 657’de<br />
tanımlanmış olan bu her iki statü de aslında son derece<br />
özel ve istisnai durumlar için tarif edilmiş şeylerdir.<br />
Yani Tekel işçilerinin 4/c statüsünde çalıştırılması<br />
aslında hukuken mümkün değildir. Devletin kendi<br />
hukuksuzluklarından bir tanesidir. Devlet 4/c’yi<br />
şunun için tarif etmiş. Özel bir iş vardır. Örneğin,<br />
herhangi bir bakanlıkta ya da kurumda bir bilgisayar<br />
donanımı diyelim ki kurulacaktır, bunun için bir<br />
paket iş olarak yapılır bu. Gelir birileri kısmi zamanlı<br />
çalışır, işi yapar ondan sonra gider. Dört b de aynı<br />
şekilde. 4/b’nin tanımında da diyor ki istisnai hallere<br />
münhasır olmak üzere. Şimdi sağlık hizmeti istisnai<br />
hallere münhasır bir hizmet midir Hani Arapçasıyla<br />
söyleyelim. Ama bugün sağlık hizmetlerinin çok<br />
büyük bir kısmı 4/bli arkadaşlarımız tarafından<br />
yürütülmektedir. Çok büyük bir kısmı da taşeron<br />
şirketler tarafından çalıştırılan, yaklaşık 150.000<br />
sağlık emekçisi bugün sağlık hizmetini yürütmektedir.<br />
Dolayısıyla aslında bütün bunlar devletin kendi<br />
hukuksuzluklarıdır aynı zamanda. Hukuk da aslında<br />
biraz önce yine vurgulandı, hani hukuk dediğimiz<br />
şey hukukçu değilim ama şunu herhalde hepimiz<br />
biliyoruz ki hukuk dediğimiz şey bir takım kâğıtlar<br />
üzerinde yazan maddeler veya yasalar değildir, hukuk<br />
da yaşayan bir süreçtir. Hukuk sınıflar mücadelesi<br />
içerisinde yapılan ve yazılan bir süreçtir. Dolayısıyla bu<br />
alanın hukukunu da güvencesizleştirmeye karşı, kendi<br />
hakkımızı hukukumuzu koruyan devletin doğrudan<br />
hukuksuzluğuna karşı mücadele eden ve bu alanın<br />
hukukunu yazan bir süreci örgütlemek zorundayız.<br />
Son olarak sağlık alanında son küçük bir diyelim<br />
mütevazı olarak ama bir kazanımımızı sizlerle<br />
paylaşarak bitirmek istiyorum. Tekel işçilerinin<br />
talepleri ve direnişiyle çok örtüştüğünü düşündüğümüz<br />
için bunun altını çizmek istiyorum. Evet, biraz önce<br />
söyledim. İnsan ihaleyle çalıştırılmaz, sağlıkta taşeron<br />
olmaz diyerek yaklaşık yedi sekiz yıldır çok yoğun<br />
bir mücadele yürütüyoruz. Sağlık işkolunda taşeron<br />
şirketler aracılığıyla çalıştırılan yaklaşık 150.000<br />
arkadaşımız var. Hiçbir hakları yok. Asgari ücretle<br />
çalışıyorlar. Yıllık izinleri yok. Sürekli girdi çıktıları<br />
yapıldığı için kıdem tazminatları yok. Fazla mesaileri<br />
yok. Emekleri görülmüyor. Kimlikleri görülmüyor. Ve<br />
bu örgütlenme süreci içerisinde örgütlü olduğumuz<br />
tüm hastanelerde bu çalıştırma biçiminin anayasaya<br />
ve iş kanununa aykırı olduğunu, hukuksuz olduğunu<br />
mücadelenin eşlik ettiği bir biçimde ifade ettik ve<br />
Çalışma Bakanlığından bu konuda tespitler yapmalarını<br />
istedik. Çalışma Bakanlığı müfettişleri tüm hastanelere<br />
müfettişlerini gönderdi ve bu ihalelerin yani sağlık<br />
hizmetinin doğrudan taşeron şirket aracılığıyla<br />
çalıştırılan sağlık emekçileri tarafından yürütülmesinin<br />
hukuki deyimiyle muvazaalı, yani aldatmacalı, hileli<br />
olduğunu tespit etti ve bu şekilde çalıştırmayı tespiti<br />
30
yaptırdığımız tüm hastanelerde kaldırmanın yolunu<br />
açtı. Adana’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi<br />
Hastanesi’ne bağlı olarak çalışan 1.200 tane taşeron<br />
sağlık işçisinin ilk işbaşı yaptıkları tarihten itibaren<br />
asıl işverenin yani Üniversite Rektörlüğünün işçisi<br />
olduğunu tespit etti ve 1.200 tane arkadaşımızın<br />
SSK kayıtları dâhil olmak üzere taşeron şirketin<br />
dosyasını kapattı ve tamamının Çukurova Üniversitesi<br />
Rektörlüğü üzerinden tescil işlemlerini yaptı. Yani<br />
Çukurova Üniversitesindeki arkadaşlarımız sizler gibi,<br />
sizin bırakmamak için mücadele ettiğiniz güvenceli,<br />
kadrolu işçi statüsüne kavuştular. Yani başından<br />
itibaren en kötü koşullarda güvencesiz çalıştırılan bir<br />
kesim açısından önemli bir kazanım elde edilmiş oldu.<br />
Bu alanın hukukunu tarif etmek açısından da aslında<br />
önemli bir adım atılmış oldu. Bugün önümüzde<br />
duran görev tüm sağlık işkolunda ve tüm işkollarında<br />
taşeron çalıştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen<br />
ve yasaklatmayı hedefleyen bir mücadeledir. Biz<br />
biliyoruz ki bu mücadele Tekel direnişiyle birlikte<br />
aslında bundan sonraki günlerde örneğin 26 Şubatta<br />
başbakanlık önünde bir eylemimiz olacak, başbakana<br />
diyeceğiz ki taşeron sistem sağlık işkolunda vicdanen<br />
zaten iflas etmişti, hastane yangınları, bebek ölümleri<br />
bunlar vicdani iflasın göstergeleriydi. Artık hukuken<br />
de iflas etmiştir. Bunda ısrar etmek hukuksuzluktur.<br />
Ey başbakan, madem sen bu ülkeyi yönetiyorsun.<br />
O zaman bu hukuksuzlukta ısrar etme ve taşeron<br />
çalıştırmayı kaldır. Tüm sağlık çalışanlarına ve tabi<br />
ki tüm çalışanlara güvenceli çalışma hakkını tanı,<br />
diyeceğiz. Ve biz biliyoruz ki 26 Şubatta başbakanlık<br />
önüne gittiğimizde taşeron sağlık işçileri olarak<br />
Tekel direnişinin ortaya çıkarttığı tüm sonuçları, o<br />
arkadaşlarımızın 58 gündür ortaya çıkarttıkları tüm<br />
enerjiyi, tüm dinamizmi yüreğimize koyacağız ve<br />
onunla birlikte gideceğiz. Sınıf hareketi böyle bir<br />
şey değerli arkadaşlar, hepimizin bildiği gibi. Sınıf<br />
hareketi sınıf kardeşlerinin farklı dilden, farklı dinden,<br />
farklı kültürden sınıf üyelerinin unsurlarının bu<br />
mücadele içerisinde, yani emek mücadelesi içerisinde<br />
yan yana geldiği, ne güzel söyledi başkan, Trabzonlu<br />
ile Diyarbakırlının aynı türküyü birlikte söylediği bir<br />
süreç emek hareketi içerisinde, yani eşitlik, özgürlük,<br />
barış, adalet mücadelesi emek mücadelesi içerisinde<br />
çok güzel bir biçimde yan yana geliyor ve bunları,<br />
taşları birbirinin üstüne koyarak yürüyoruz. Hiç<br />
birimizin yaptığı çok küçük gibi görünen herhangi<br />
bir kazanım ya da verilen mücadele hiç biri boşa<br />
gitmiyor. Hepsi Tekel kadar büyük olmak zorunda<br />
değil. Üç tane tekstil işçisinin bir fabrikada üç gün<br />
yürüttüğü bir direniş, ya da sokağa çıkıp attığı iki tane<br />
slogan hiç biri boşa gitmiyor. Hep birbirinin üstüne<br />
koyarak yürüyoruz. Biz de o yüzden diyoruz ki taşeron<br />
işçiler olarak, Tekel için direnen arkadaşlarımızın<br />
tüm bu enerjisini ve tüm dinamizmini sırtımıza<br />
alacağız, arkamıza alacağız, yüreğimize koyacağız ve<br />
bu mücadeleye devam edeceğiz. Ama bu mücadelenin<br />
başarıya ulaşmasının kuşkusuz temel yollarından bir<br />
tanesi de bu mücadeleyi ortaklaştıracak ve gerçekten<br />
sendikal hareketi bir parçası olan sendikal hareketi<br />
ama esas olarak işçi sınıfı hareketini bir başka düzleme<br />
sıçratacak enerjiyi bunun örgütlerini, bunun araçlarını<br />
hep birlikte yaratacağız ve önümüzdeki dönemde<br />
bunun örneklerini çoğaltacağımıza inanıyorum.<br />
Hepinize teşekkür ederim. (alkışlar…)<br />
Ali Çolak. Ben konuşmacı arkadaşlara çok teşekkür<br />
ediyorum. Dilerseniz ikinci bir tür hakkı vermeden<br />
önce sözü salona verelim. Salondan gelecek sorulara<br />
ve yorumlara bırakalım. Daha sonra bu sorulara cevap<br />
olmak üzere beşer dakika arkadaşlarımıza söz vereceğiz.<br />
Abdülkerim Dinçmen. Tekel Diyarbakır Yaprak<br />
Tütün işçilerindenim. Öncelikle ben size teşekkür<br />
ediyorum, aydınlatıcı bilgilerinizden dolayı. Ben her üç<br />
başkanımıza birden soruyorum kim ne pay çıkarırsa.<br />
Şimdi bahsediyoruz ki işte özelleştirme furyası altında<br />
işte taşeronlaştırma bu şeydeki bir emek mücadelesinde<br />
şimdi bütün bunlar ortaya çıkarken bizim altı tane<br />
konfederasyonumuz var, işçi memur olmak üzere,<br />
şimdi en son 4 Şubatta aldığımız bir günlük dayanışma<br />
eyleminde ortaya çıktı ki bazı konfederasyonlarımızla<br />
yol yürünemeyeceğini anladı herkes. Ayyuka çıktı. Bu<br />
süreçten sonra yani bu söz konusu iki tane konfederasyon<br />
önlerine nasıl bir yol çıkaracaklar. Ve işte başta Kesk,<br />
Disk ve Türk İş olmak üzere bu konfederasyonlar diğer<br />
bu eylemi kıran işte Hak İş örneğin veya Memur Sen.<br />
Hak İş’in İstanbul’daki Saraçhanedeki mitinge dört<br />
tane elemanla katıldığını biliyoruz. Yani bunlarla yol<br />
yürüyemeyeceğimizi, daha doğrusu dereyi geçerken at<br />
değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz için katlandığımız<br />
bu konfederasyonlar hakkında kim ne biliyorsa bizi<br />
aydınlatırsa çok seviniriz. Teşekkür ediyorum.<br />
Faruk Ayyıldız. Herkese teşekkür ediyorum.<br />
Diyarbakır’dan katılıyorum. Siz 4/c’yi tarif ettiniz.<br />
Başbakan 4/c diyor. Biz 4/c diyoruz ama arzu başkanım<br />
da tarif etmeye çalıştı ama ben çözemedim. Yarın olası<br />
bir 4/c’ye gittiğimizde, en kötü ihtimali düşünüyorum,<br />
altıma ütülü pantolon üstüme avam mı giyineceğim,<br />
yoksa üstüme kravat takıp altıma iş tulumu mu<br />
giyeceğim, onu bilmiyorum. Aydınlatırsanız sevinirim.<br />
Dursun Çil. Birleşik Bes üyesiyim. Benim söylemek<br />
istediğim şu. Yani sınıfsal mücadele İngiltere’de<br />
tekstil sektörüyle başlamıştır. O sektörden sınıfsal<br />
mücadelenin başlamasında yüzlerce işçimiz çok<br />
zor koşullarda çalışılmış, hatta idam edilmiş, en zor<br />
31
koşullarda mücadele sonucunda işçi sınıfı sendikal<br />
örgütlenmeye varmıştır ve sendikal mücadele ancak<br />
mücadele ederek kazanılmıştır. Bir noktaya gelinmiştir.<br />
Tekel işçilerinin mücadelesi şu anda çok önemlidir<br />
benim açımdan. Çünkü mücadele vardır. Mücadele<br />
işçi sınıfı hareketini ileri noktaya götürür. Yoksa<br />
masa başında oturarak mücadele etmeden işçi sınıfı<br />
hareketinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu<br />
anlamda 25-26 (15-16 demek istedi- b.ç.) Haziran<br />
olaylarından sonra Türkiye’de gelişen işçi sınıfı<br />
hareketlerine en yakın örnek budur. O 25-26 haziran<br />
olaylarını bize hatırlatmıştır Tekel işçilerinin hareketi.<br />
Onun için Tekel işçileri diğer sendikal hareketlerinden<br />
veya sendika yöneticilerinden bir adım öndedir. Elbette<br />
ki bu mücadeleye diğer sendikalar arka cepheden<br />
bakacaklardır. Mücadeleye imreneceklerdir. Hatta<br />
aman aşırıya gitmeyin, diğer siyasi hareketlerin etkisine<br />
kapılmayın. Sizin mücadeleniz ekmek mücadelesidir.<br />
Bunun dışındaki mücadeleye katılmayın diyeceklerdir.<br />
Buna katılmak kesinlikle mümkün değildir. Bu sadece<br />
Tekel işçilerinin ekmek mücadelesi değildir. Bu işçi<br />
sınıfının mücadelesidir. Bu gözle bakmak lazımdır. Bu<br />
anlamda değerlendirmek lazımdır. Tekel işçileri her<br />
ne kadar kendi ekmek mücadelelerini veriyorlarsa da<br />
verilen mücadele bir sınıf mücadelesidir. O anlamda biz<br />
kendimizi emekçiyiz, ilericiyiz, devrimciyiz diyorsak<br />
olanca gücümüzle destek vermeliyiz, bu hareketi<br />
Türkiye genelinde yaygınlaştırmak…4/c hareketi ilk<br />
…soracağım soru şu. Yani bu perspektifle baktığımız<br />
zaman olaya nasıl Tekel işçilerine siz ekmek mücadelesi<br />
verirsiniz verin, onun dışındaki mücadelenin dışında<br />
kalın. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi, sizin<br />
mücadelenizdir, diğer mücadelenin kapsamını göz ardı<br />
edin gibi bir söylemde bulunabiliyorlar onu anlamakta<br />
sıkıntı çekiyorum. Buna yanıt verirlerse çok teşekkür<br />
ediyorum.<br />
Ali Çolak. Teşekkürler. Başka soru yok galiba. Şurda<br />
bir arkadaşımız var…son soru olsun. Ondan sonra<br />
toparlayalım.<br />
Bahri Esmer. Diyarbakır’dan geliyorum. Ben bir şey<br />
söyleyeceğim. Bu sendikalar, konfederasyonlar neden<br />
yani tam etkinliklerini biraz ortaya çıkarıyor yani neden<br />
bir yerde samimiyet ortaya çıkmıyor yani. Herkes bana<br />
diyor. Bütün yani konfederasyonlarının başkanları<br />
büyük arabalarla, lüksle oraya mı…kaçmaya…<br />
yoksa kendi işçisini sağlamayan konfederasyon işçi<br />
sendikaları neden yani bunu yapamıyor, beceremiyor.<br />
Neden bir araya gelemiyor. Bu çıkar meselesi mi ne<br />
meselesi. Bunu anlamak istiyorum. Yani işçinin…la <br />
cebine koyup da yan gelip yatmak mıdır bilmiyorum.<br />
Bunu bir açıklarsanız çok iyi olur.<br />
Ali Çolak. Bir de arkada bir arkadaşımız var…<br />
Ragıp Çelik. Adıyaman’danım. Adıyaman şubesinden.<br />
Benim sadece şunu öğrenmek istiyorum. Altı tane<br />
konfederasyon varken neden başbakan sadece Türk<br />
İş’i davet ediyor. Bunu öğrenmek istiyorum. Teşekkür<br />
ederim.<br />
Ali Çolak. Teşekkürler. Ben gene ilk…bir soru daha<br />
var…peki…ilk turda unuttu galiba sorusunu…<br />
Aydın Aslan. Diyarbakır’dan. Benim üç başkanıma<br />
sorum olacak. Bu süreç niye bu kadar uzadı.<br />
Eksiklerimiz ne. Ben bu süreç içerisinde eksiklerimiz<br />
ne. Çok teşekkür ederim.<br />
Ali Çolak. Ben gene ilk turdaki sırayla söz veriyorum.<br />
Buyurun Cemal bey.<br />
Cemal Doğru. Teşekkür ediyorum sayın başkanlarıma.<br />
Özellikle gerçekten bize bir aydınlattılar birçok konuda.<br />
Tabi her iktidar kendine yakın bir sendika yaratmak<br />
ister. Kendi sendikasını yaratmak ister. Son süreçte<br />
yaşadıklarımız da bunu apaçık ortaya koydu. Özellikle<br />
bizim Tek Gıda İş sendikasına karşı gösterilen duruş<br />
aslında bugünkü acı tabloyu da önümüze koydu. Çünkü<br />
hani bu son alınan kararda bile uyum sağlamayan, bu<br />
işe katkı sunmayan Hak İş’in son süreçteki saldırıları<br />
bunu tekrardan apaçık ortaya koymaktadır. Bugün bile<br />
bizleri çok farklı bir yönle suçlayan bizim sendikayı<br />
ve genel başkanımızı farklı bir boyuta taşımak isteyen<br />
bir açıklamaları tekrardan oldu. Ama bu söylemleri<br />
bugünden değil. Yani AKP hükümetinin işbaşına<br />
gelmesiyle beraber tabi ki kendi sendikasını yaratma<br />
adına öncelikle birilerine saldırtmaya çalıştılar. Bizim<br />
Çay Kur mücadelesi bunun bariz bir örneğidir.<br />
Çay Kur’da biz iki yıldır bir tek üyemizden aidat<br />
alamıyoruz. Çay Kur’da 15.000 üyeden 9.600 tane<br />
üyemiz olmasına rağmen 4.500 üyesi olan Hak İş’e<br />
Çalışma Bakanlığı tarafından yetkinin verilmesi bu<br />
açık bir göstergedir zaten. Ben yetkiyi onlara verdim.<br />
Siz gidin itiraz edin mantığını ön plana çıkardılar ve<br />
iki yıldır bizleri o alandan mahrum bıraktılar. Ama<br />
en son mahkeme kararıyla yetkinin tekrardan bizlere<br />
verilmesi tabi ki oları belli bir derece kudurttu işin<br />
açıkçası. Son olarak Tekelde çalışan arkadaşlarımız,<br />
12.000 üyemiz, yani şu anda burada olanlar bile şu<br />
anda resmi anlamda Tek Gıda İş’in üyeleri değiller.<br />
Çünkü yine Çalışma Bakanlığının Hak İş üzerinden<br />
bir itiraz dilekçesi sunması üzerine bizim yetkimizi<br />
düşürdü. Tek Gıda İşin yetkisini düşürdü. Ve bir yıl<br />
bir aydır bu arkadaşlarımızın hiçbir tanesi sendikasına<br />
bir kuruş bile aidat ödemiyor. Bunu da yaptırdılar ve<br />
maddi açıdan çok ciddi açıdan bizleri sıkıntıya soktular.<br />
32
27.000 üyeden bir yılla iki yıl arasında aidat almazsan<br />
bir sendika nasıl ayakta duracak gerçekten çok zordur<br />
ama buna rağmen Tek Gıda İş sendikası dürüst ve ciddi<br />
bir tavır ortaya koyaraktan bu mücadeleyi sürdürmeye<br />
çalıştı. İşte 4 şubattaki aslında bu konfederasyonların<br />
geri adım at…daha doğrusu geri adım at…zaten baştan<br />
beri bu işin arkasında samimiyetsiz bir şekilde bu işin<br />
arkasında durmaya çalıştılar. Bunun göstergesidir o<br />
sendikalara cevabı da bence en iyi cevabı verecek olan<br />
üyeleridirler. Bu konuda bir şüphemiz de yoktur. 4/c’nin<br />
tarifini arkadaşımıza tekrardan söylemenin bir anlamı<br />
yoktur. Gerçekten bunlar ne işçi ne memur statüsüyle,<br />
köle statüsüyle çalıştırılacak durumdalar. Ben destek<br />
konusunda Tekel çalışanlarına destek konusunda bir<br />
iki şeye değinmek istiyorum. Hocalarımdan özür<br />
dileyerekten, başkanlarımdan.<br />
Şimdi herkes bize bir şekilde destek vermeye çalışıyor.<br />
Ama son süreçte, yaklaşık on beş gündür herkes<br />
kendisini bizim önümüze koymaya çalıştı. Şu anlamda<br />
önümüze koymaya çalıştı. Bizlere hep yol göstererek.<br />
Yani bu bildirilerle, bu asılan afişlerle herkes bizlere bir<br />
şey öğretmeye çalıştı. Bizlere önümüze bir yol koymaya<br />
çalıştı. Şimdi herkes önümüze bir yol koymaya çalışırsa<br />
biz ne kendi yolumuzu doğru buluruz, ne onlar bizden<br />
faydalanabilir. Yani kendi alanını genişletmek ister.<br />
Bu doğaldır. Kendi propagandasını da yapmak ister<br />
bu da doğaldır. Ama bu mücadele benimse ordaki<br />
kurallara da birilerinin saygı göstermesi gerekir. Benim<br />
koyduğum kurallara birilerinin destek sunması gerekir,<br />
arkamda durması gerekir. Herkes kendi kuralını benim<br />
önüme koyarsa orda ciddi anlamda bir kuralsızlık<br />
başlar ve hepimiz açısından da bir hüsran olur diye<br />
düşünüyorum.<br />
Şimdi, başbakanın neden Türk İşi çağırdığı konusuna<br />
aslında başkanlarım daha iyi cevap verir de bence o<br />
konfederasyonlar bir araya gelip bu işi kendi aralarında<br />
çözebilirler diye düşünüyorum. Nasıl bir kararlaşma<br />
yaşarlar. Onu da bilmiyorum. Ama hükümetin bize<br />
karşı kullandığı bütün attığı bütün adımların ve<br />
söylediği bütün yalanların bir bir kendisine döndüğünü<br />
ve gün geçtikçe de battığını açık olarak söyleyebilirim.<br />
Hocamın bizim yaptığımız oylama, referandum<br />
konusundaki yanlış bulmasına bir yerde katılabiliriz<br />
ama o oylamayı yapmamız bu harekete çok ciddi<br />
anlamda bir ciddiyet kazandırdı ve ivme kazandırdı.<br />
Onu söyleyebilirim. Ama yanlış tarafını da hocamın<br />
söylediği şekilde şu aşamada ben dersem ki ben bu<br />
işciye bir referandum yaptıracağım, devam mı tamam<br />
mı kararını şu anda oylatırsam en büyük yanlışı,<br />
en büyük hüsranı biz kendimiz yaratmış olacağız.<br />
Biz görüşmeler sonucunda varılan noktayı getirip<br />
işçilerle paylaşmadığımız sürece zaten yapacağımız<br />
her türlü referandumun hüsranla sonuçlanacağını ben<br />
söyleyebilirim. Şu anda söyleyebileceklerim onlar ve<br />
süreç niye bu kadar uzadı derseniz bunun bir süresi<br />
yoktur. Bu sadece Yorsan deneyiminde bile 382 günlük<br />
bir direnişi biz gözümüzün önüne getirirsek bir<br />
fabrikada, bir özel sektörde 382 günlük bir direnişin<br />
sonucunda kazanılan bir kazanım vardır, bir zafer<br />
vardır. Ama gelin görün ki yine hükümetin yandaşları<br />
olan o fabrika 40 trilyon para nakit o işçiye ödemesine<br />
rağmen o işçileri işbaşı yaptırmadı, geri iade etmedi,<br />
mahkeme karar vermesine rağmen. İşe iade etmedi<br />
ama bütün kıdem tazminatlarını 40 trilyon lira defaten<br />
ödedi işçiye ve hepsini kapı dışarı etti. Bunu bu şekilde<br />
söyleyebilirim. Bunun süresi yoktur. Devam edebiliriz.<br />
Teşekkür ediyorum.<br />
Ali Çolak. Teşekkürler buyurun hocam.<br />
Mehmet Beşeli. Sorular çok, isim belirtilmeden<br />
yapıldığı için genel değerlendirme gibi olacak. Bana<br />
gelen sorularda isim vermedikleri için anlayabiliyorum.<br />
Şimdi öncelikle birinci mesele şu: benim sunuşumda<br />
işçiler sadece ekmek mücadelesi versinler başka<br />
hiçbir mücadeleye karışmasınlar diye bir anlam<br />
çıktıysa herhalde benim anlatımımdan kaynaklamış<br />
bir anlamdır. Ben böyle bir şey söylemedim. Ama<br />
Tekel işçilerinin mücadelesine olmayan anlamları<br />
yüklemek aslında yapması gerekenleri yapmayanların<br />
tembelliğinden çıkıyordur diye düşünüyorum. Yani<br />
bu çerçevede cevap vereyim. Zaman zaman dilimiz<br />
sürçüyor. 25-26 haziran değil, 15-16 haziranı kast<br />
etti arkadaşımız. Mikrofon heyecanı. Ama kayıtlara<br />
girdiği için düzeltelim diye söyledim. Şimdi bu sürecin<br />
içerisinde yaşanan bu sürecin geldiği nokta uzun mu<br />
kısa mı Normal bir akış seyrediyor aslında şu anda<br />
bana göre. Ben çok fazla uzayacağını zannetmiyorum<br />
aslında Yorsan direnişi ve başka yerlerdeki grevler ve<br />
direnişler gibi çok uzun süreceğini zannetmiyorum.<br />
Gelinen aşama açısından yani sonucu nasıl olacağı<br />
açısından tabi bu falcılıktır sonuç itibariyle ama falcılık<br />
yapmamamız gerekir. Birincisi Tekel işçilerinin kendi<br />
bulundukları yerden yani sıfırda değillerdi sonuç<br />
itibariyle. Onu hep söylemeye çalışıyorum. Kazanılmış<br />
bir takım hakları vardı. Bu haklarla şu anda kazanmış<br />
oldukları, vermiş oldukları mücadeleyle değiştirdikleri<br />
ve kazanmış oldukları ama kabul etmedikleri bir takım<br />
haklar var. Bu ikisi arasında gerilim yaşayacak bu süreç.<br />
Siz kendi içinizde tartışırken de son nihai noktaya<br />
gelindiğinde finale gelindiğinde kazanılmış haklar mı<br />
kazan….şu an kazandığımız ya da önümüzdeki birkaç<br />
gün içerisinde, hafta içerisinde kazanacağımız haklar,<br />
kazandığımız haklar mı arasında bir gerilim yaşanacak.<br />
Buna en iyi kararı sizler vereceksiniz. Dolayısıyla en<br />
33
doğru kararı da sizler vereceksiniz ve sizin kararınız<br />
tartışılmaz. Buradan hemen şeye bağlayayım, ben<br />
o ilk yapılan oylamayı kesinlikle küçümsemek için<br />
söylemedim ama bir tehlikeye işçilerin dikkatini<br />
çekmek için söylüyorum. Şu sağlanamazsa, kim ne<br />
karar, görüşme, müzakere, anlaşma yaparsa yapsın<br />
eğer son söz Tekel işçilerinindir kuralı işletilemezse<br />
yapılacak her türlü adım, oylama, görüş, yoklama, anket<br />
vs. işçilerin aleyhine sonuçlanır. Buna izin verilmemesi<br />
gerekiyor. Yani ister oylama yapın ister yapmayın,<br />
o ayrı mesele. Ama birileri görüşme öncesinde işçi<br />
görüşü sormamalıdır. İşçiler son sözü söylemelidirler.<br />
başbakanın alanına girer. O kadar ileri gitmeyelim.<br />
Sorunun esas sahibi odur ama muhtemelen altı<br />
konfederasyon içerisindeki görüşmelerde muhtemelen<br />
bir takım yakınmalar şikâyetler türünden şeyler<br />
olmuştur. Tek bir konfederasyonu çağırarak belki<br />
sorunu daha rahat halledeceğini düşünmüştür. Ama<br />
bütün bunların hangisini yaparsa yapsın bu kuralı<br />
hayata geçirmemiz lazım. Hep birlikte ne olursa olsun<br />
son sözü biz söyleyeceğiz diyebilmeniz gerekiyor. Yani<br />
bunu bir kural ve ilke, yasa olarak bu direnişin yasası,<br />
ilkesi olarak hayata geçirmemiz gerekiyor.<br />
Yani sendika yöneticileri hükümet başkanı ile<br />
bakanlarla görüşme yapmadan önce işçilerin görüşünü<br />
sormamalıdır. İşçilerin görüşü belli. Gidip görüşmesini<br />
yapmalıdır. Görüşmede ortaya çıkan sonucu ve kendi<br />
görüşleriyle birlikte işçilerin onayına sunmalıdır. İşçiler<br />
hep son sözü söylemelidirler. Çünkü müzakereye girme<br />
hakkınız yok sizin. Direnen Tekel işçileri şu anda<br />
müzakereye giremiyorlar. Girseniz başka şey söylerdim.<br />
Girmiyor, kendi adınıza müzakere etmiyorsunuz.<br />
Temsilcileriniz sizin adınıza müzakere ediyor ve şu an<br />
görülen zaten sizi temsil edenlerle sizin bir sorununuz<br />
gözükmüyor şu anda. İlerde çıkabilir ya da çıkmayabilir.<br />
İnşallah çıkmaz. Yani bu birliktelik devam eder. Ama<br />
bu bir mücadeledir sonuç olarak. Biraz evvel sorulan<br />
sorularda niye konfederasyonların hepsi değil de<br />
birisini çağırıyor meselesi. Muhtemelen bir bilgisi<br />
vardır. Konfederasyonların arasındaki tartışmalara<br />
yönelik olarak bir bilgisi vardır. Daha detaylı açıklamak<br />
4 Şubat ile ilgili birkaç şey, aslında söylemedim ama<br />
bu tür mücadelelerde kol kırılır yen içinde kalır<br />
bölümü vardır. Ama 4 Şubat böyle bir şey değildir. Biz<br />
eksikliklerimizi ve hatalarımızı, yanlışlarımızı bilmezsek<br />
doğru dürüst mücadele edemeyiz. 4 Şubatta genel grev,<br />
genel direniş diyenler var. 4 Şubat genel grevi diyenler<br />
var. Doğru tabir şudur. 4 şubat etkinliğidir bu. Bunun<br />
da tarihe geçmesi lazım. Yani yirmi yıl sonra birisi<br />
kalkıp bugünkü gazeteleri okuduğunda ya bunlar genel<br />
grev yapmışlar dememeli. Bu herhangi bir etkinlik gibi<br />
bir etkinlik olmuştur. Katılım azdır. Kilit sektörlerde<br />
iş durdurulamamıştır. Herkes birbirini kollayarak<br />
sürece girmiştir. Bunu özellikle Tekel işçilerinin çok<br />
net olarak bilmesi gerekiyor. Bütün işçilerin bilmesi<br />
gerekiyor. Bu, bunun niye olduğunu bunun niye bu<br />
şekilde gerçekleştiğini başka boyutlarla tartışmamız<br />
mümkün ama <strong>buradan</strong> çıkartmamız gereken ders<br />
şu hepimiz açısından çıkartmamız gereken ders şu.<br />
34
Örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgütlemeyeceksin.<br />
Onu yapacak örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgüt…<br />
yani genel grev yapamıyorsan, genel grevi yapacak<br />
örgütlülüğün yoksa genel grev talep etmeyeceksin. Bu<br />
çünkü genel grevin anlamını ve önemini küçültüyor.<br />
Söylüyorsan da yapacaksın. Ben şöylelerini gördüm.<br />
Aylar önce size burada gaz sıkarlarken İstanbul’da<br />
daha o gün kimse söylemeden genel grev diye ortalığa<br />
çıkanların işyerinde bir kişinin iş durdurmasını<br />
sağlayamadığını gördüm ben. Bu süreçte gördüm. Yine<br />
bir başkasının hareket tarzına göre kendisini ayarlayan<br />
ve örgütüne de böyle talimat verenleri de gördüm.<br />
Başkası yapıyorsa biz yapıyoruz diyenleri de gördüm.<br />
O nedenle işçiler olarak şunu bileceğiz. İşçi, yani<br />
genel…daha büyük mücadele noktasına taşıyor olmak<br />
kendi başına bir şey etmiyor. Bunun örgütlenmesi<br />
yoksa zaten taşıyamıyoruz. O gözüktü. Taşınamadı<br />
da. Ve bakan çok açık mesela Çalışma Bakanı dalga<br />
geçti. Makul ve sağduyulu bir eylemdi. Bir bakan<br />
böyle değerlendiriyorsa, övüyorsa şeyi bunda bir<br />
problem var demektir. O nedenle işin hangi boyutlara<br />
taşınacağı noktasında şu andan itibaren ne olacağı,<br />
nasıl biteceği noktasında en doğru kararı elbette ki<br />
öncelikle özneleri sizler olduğunuz için sizler karar<br />
vereceksiniz. Yani önünüze bir teklif çıkacak, bir öneri<br />
çıkacak, bir şey çıkacak yani sonuç olarak, birkaç gün<br />
içerisinde muhtemelen başbakanla görüşmeler vs.den<br />
sonra bir şey çıkacak. Onu değerlendireceksiniz. Onun<br />
koşullarını birlikte değerlendireceksiniz. Hükümetin<br />
kendisine çizdiği bir süre var. Ay sonu verdi size sayın<br />
başbakan. Ay sonunda yasa dışı muamelesi yapacağını<br />
söyledi. Göreceğiz. Yani onların da ne olacağını<br />
göreceğiz. Yani o gerçekten ay sonunda bitecek mi bu<br />
iş. Ondan sonraki sürece sarkacak mı sarkmayacak mı<br />
Onların hepsini göreceğiz.<br />
Bu konfederasyonlar konusunda birleşmesi konusunda<br />
bir kere şöyle bir noktayı yani bu genel grev<br />
tartışmasıyla da bağlantılı olarak, bilgi olarak da şey<br />
yapalım. Yani 13 milyon civarında ücret ve maaşıyla<br />
geçinenlerin olduğu, yani işçi sınıfını kapsamayan,<br />
sayısal kapsamını söylüyorum. Şehirlerde yaşayanlar<br />
açısından 13-15 milyon arasındadır. Bunun şu günkü<br />
koşulları memur sendikalarını bir tarafa ayırıyorum.<br />
600.000 kişisi örgütlüdür. Yani 11 milyonun diyelim<br />
aslında 11 milyonun 600.000 kişisi örgütlüdür. Burada<br />
isterse bir tane konfederasyon olsun, isterse iki olsun<br />
6 olmasın, 3 olmasın neyse. Bu tablo esas itibariyle<br />
sendikal örgütlülüğün belki de tarihinin en kötü<br />
dönemini yaşadığının göstergesidir. Bunu herkesin<br />
bilmesi gerekir. Burada altı tane lükstür elbette. Bu<br />
örgütlülüğe göre altı tane lükstür ama aynı sayıya ve<br />
orana sahip olan ülkelerde neler olduğunu biz biliyoruz.<br />
Yani bu sayıda olan bu kadar sendika üyesi olan<br />
ülkelerde hayatın nasıl durdurulduğunu yine bu az çok<br />
sayıda sendika tarafından olduğunu görüyoruz. Mesele<br />
sadece birleşme meselesi değildir. Yani hepsi aynı şeyi<br />
savunanları birleştirseniz ne olur. Hiçbir şey çıkmaz<br />
ordan. Koltuk kavgası çıkar başka bir şey çıkmaz.<br />
Benzer şeyleri yapan, benzer şeyleri savunanların, yani<br />
bir araya …ayrı ayrı duracaklarına bir araya gelecekler<br />
yani şu anda. Dolayısıyla biraz daha hem sendikal<br />
örgütlülüğün artması, hem de sendikal zihniyetin,<br />
anlayışın değişmesinden bakmak gerekiyor. Bu …kolay<br />
değil yani birleşsinler, birleşince daha güçlü olurlar.<br />
Hayır, bugünkünden daha da zayıf olurlar birleşince.<br />
Çünkü o zaman dışarıdan laf söyleyeni de kendi<br />
içlerinde boğmaya çalışırlar birleşirlerse. O yüzden<br />
birleşmek her zaman iyi değildir. Teşekkürler…<br />
Ali Çolak. Teşekkürler. Şimdi, Arzu Çerkezoğlu…<br />
Arzu Çerkezoğlu. Soruların bir kısmına yanıt verildi<br />
aslında tekrar etmemeye çalışacağım. Konfederasyonlara<br />
yönelik özellikle 4 Şubat eyleminden yola çıkarak<br />
arkadaşların sorduğu biraz daha farklı bir dille ifade<br />
edersek sendikal bürokrasiye ilişkin birtakım<br />
tespitlerden yola çıkarak sorular bazı sorular var.<br />
Söylendi hakkaten de her siyasal iktidar sendikaları,<br />
sınıfı kontrol altında tutmak açısından, sınıf hareketini<br />
denetim altında tutmak açısından kendine yakın, kendi<br />
güdümünde bir takım sendikal tırnak içerisinde<br />
örgütler yaratır. Bunları güçlendirir, büyütür. Örneğin<br />
bizim ülkemizde kamu sendikaları açısından işte<br />
memur senin son yedi yılda astronomik bir büyümesi<br />
vardır. Ortada bir mücadelenin büyüttüğü bir şey<br />
midir Bize göre sendikalar nasıl büyür. Mücadele<br />
büyürse, mücadele gelişirse, sendikal örgütlenme<br />
mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verirse üyesi de çoğalır,<br />
örgütlenir, büyür. Ama bu böyle değildir. Doğrudan<br />
devlet olanaklarıyla büyütülmektedir. Dolayısıyla bu<br />
yapılar açısından işte Hak İş, memur sen…4 Şubat<br />
süreci veya bütün bu süreç içerisinde etkin bir rol<br />
almaları, bu süreçte ilerici bir dinamik olarak<br />
varsayılmaları bile doğru bir şey değildir bize göre.<br />
Fakat hani bu süreçte mümkün olduğu kadar geniş bir<br />
birlik sağlamak adına bu adım atılmıştır. Ama <strong>buradan</strong><br />
böyle bir beklenti içinde olmak dahi aslında çok<br />
anlamlı değildir. Bugün sendikal harekete dönük bir<br />
taraftan 600.000 sendika üyesinin olduğu bir ülkeden<br />
söz ediyoruz denildi. Bir taraftan güvencesiz işçilik,<br />
ucuz işçilikle sendikal örgütlenme zemini ortadan<br />
kaldırılıyor bir taraftan da çeşitli uluslar arası merkezler,<br />
stk’laştırma dediğimiz bir takım yönetişim politikaları<br />
gibi çeşitli araçlarla da aslında sendikal hareket çeşitli<br />
biçimler altında manipüle edilmeye çalışılıyor. Bütün<br />
dünyada böyle, bizim ülkemizde de böyle. Dolayısıyla<br />
mücadeleyi ve çizgiyi nereye kuracağımıza ve kimlerle<br />
35
ve nasıl kuracağımıza bakmalıyız. Evet, Hak İş<br />
İstanbul’da hakkaten bizim de önümüzde yürüyordu<br />
hani yol boyu da beraber yürüdük. Bir tane kocaman<br />
bir pankart arkasında dört kişi vardı. Yani bunun<br />
ötesinde bir katılımı söz konusu değildi. Böyle bir<br />
beklenti içinde olmak da aslında çok doğru değildir.<br />
Yine bir konfederasyonun geçenlerde bir toplantısında<br />
şöyle konuşuyor konfederasyonun yetkilisi bize<br />
hükümetin arka bahçesi diyorlar, yok, biz arka bahçesi<br />
değiliz, ön bahçesiyiz diyor. Göğsünü gere gere. Şimdi<br />
bunlara da sendikal örgüt dememek de gerekir. Ve<br />
böyle de bir beklenti içinde de olmamak gerekir. Ama<br />
bütün bu süreç aslında şunu göstermiştir ki gerçek<br />
mücadele dinamikleri üzerinden aslında birleştirecek<br />
ve yan yana getirecek ve büyütecek olan mücadele<br />
dinamiklerinin kendisidir. Demin itfaiye işçilerini<br />
örnek verirken onun için söyledim. Biz Disk’e bağlı bir<br />
sendikayız. İtfaiye işçileri de Türk İş’e bağlı bir<br />
sendikada örgütlü. Şimdi burada Disk, Türk iş gibi bir<br />
tartışma mı yapacağız. Tabi ki hayır. Orada mücadele<br />
eden. Taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden işçi<br />
arkadaşlarımız ve bir sendika var. Dolayısıyla bizim<br />
görevimiz onlarla kendi mücadelemizi bütünleştirmek<br />
taleplerimizi yan yana getirmek ve büyütmek olmalıdır.<br />
Birlik tartışması da böyle bir şeydir. İktidarın yaptığı<br />
birlik tartışması gibi geçen başbakan söyledi. Aynı<br />
tartışmayı o da yapıyor aslında. Dedi ki bu kadar çok<br />
konfederasyon niye var. İşçi memur konfederasyonları<br />
ayrı ayrı hani gelin bunları birleştirelim. Tek bir yapı<br />
olarak karşımıza çıkın. Daha da güçlü olursunuz dedi.<br />
Aslında bu birlik tartışması, esas olarak onların yaptığı<br />
birlik tartışması sendikal hareketi daha da fazla kontrol,<br />
denetim altına alma hamlesinden başka bir şey değil.<br />
Ha, neden sadece Türk İş ile görüşüyor başbakan<br />
kuşkusuz onun bu süreçte seçiciliğinden ve belki de<br />
Tekel direnişine ilişkin<br />
aslında başından beri<br />
planı, programı,<br />
stratejiyi kurduğu yere<br />
işaret eden bir şey. Ama<br />
esas olarak burada bir<br />
takım farklı çizgide<br />
gördüğü inisiyatifleri ya<br />
da sendikal örgütleri<br />
devre dışı bırakmak ve<br />
bir başka yerden tarif<br />
etmek açısından<br />
seçilmiş bir durum. Bu<br />
da bana kalırsa çok<br />
şaşırtıcı bir süreç değil.<br />
4/c’nin ne olduğuna<br />
dair arkadaşım bir soru<br />
sordu. Aslında kendisi<br />
de çok güzel ifade etti.<br />
Cevabı da vardı hani<br />
benzetmesi de çok yerinde. Siz ne işçisiniz ne<br />
memursunuz, sizin emeğiniz görülmez, sizin değeriniz<br />
yoktur. Örgütlenemezsiniz, hiçbir hakkınız yoktur.<br />
İstediğim zaman ben sizi kapının önüne koyarım<br />
biçiminde kölece çalıştırma koşulunun ve biçiminin<br />
bir adıdır 4/c. Dolayısıyla arkadaşlarımız da buna karşı<br />
bir direnç örgütlüyorlar. Buradaki temel hedef biraz<br />
önce de ifade ettiğim gibi bu güvencesiz çalıştırma<br />
biçimlerinin bütününü bu topraklarda ortadan<br />
kaldırmak zorundayız. Başka türlü bize Günyüzü yok.<br />
Belki biz bugün bir süredir çalışıyoruz, her birimizin<br />
belli bir çalışma süresi var vs. ama hakkaten çocuklarımız<br />
çok daha kötü koşullarda ve çok daha vahim bir tablo<br />
bekliyor onları. Dolayısıyla bu ülkenin geleceğine sahip<br />
çıktığımız için bunları yapmak zorundayız. Burada 4<br />
Şubat açısından birkaç şey söylemek istiyorum yine.<br />
Aslında 4 Şubat süreci ta başından itibaren, Ankara’da<br />
yapılan Türk İş mitingi de dâhil olmak üzere bir sürecin<br />
devamı. 4 Şubatı hatırlarsak kararı 3 Şubat diye<br />
alınmıştı önce. Sonra bir pazartesi günü bir görüşme<br />
vardı. 4 Şubattan önceki pazartesi. Ve o pazartesi<br />
günkü görüşme müthiş bir beklenti yaratıldı. Ve aslında<br />
4 Şubat eylemi dolayısıyla doğrudan örgütlenmedi.<br />
Sonra bir gün ertelendi 3 Şubattan 4 Şubata alındı.<br />
Ama 4 Şubat eyleminin temel problemi bir mücadele<br />
bütünlüğünden yoksun olması ve aslında hani eyleme<br />
ne dersek diyelim, ister etkinlik diyelim, ister grev<br />
diyelim, ne dersek diyelim, 4 Şubat eyleminin sahibi<br />
yoktu arkadaşlar. 4 Şubat eyleminin sahibi ne Türk İşti<br />
ne disk idi ne kesk idi ne bir başkasıydı. 4 Şubat eylemi<br />
hani hakkaten hiçbir biçimde örgütlenmeyen ama<br />
sadece örgütlenmeme meselesi değil, sahibi olup ben<br />
bu eylemi şunun için örgütlüyorum diye dönüp tüm<br />
Türkiye halklarına da çağrı yapan bir iradeden, bir<br />
36
inisiyatiften, bir merkezden yoksundu. Tıpkı bugün<br />
aslında sendikal hareketin böyle ikisi bir bütünlüklü<br />
toplumsal muhalefetin bütünlüklü bir merkezinin<br />
olmaması gibi. Oysa ki tam tersine bugün günlerdir<br />
süren bu direnişin ortaya çıkardığı duyarlılık aslında<br />
belki de çok uzun zamandır gerçek bir halk grevine<br />
doğru gidebilecek çok önemli bir adımın atılabileceği<br />
bir konjonktürün ve olanakların olduğu bir dönemde<br />
bu yapılmadı. Çok yakınında 25 Kasımda biliyorsunuz<br />
kamu emekçilerinin bir grevi gerçekleşti. Ha, o da çok<br />
iyi örgütlendi mi. Aslında o da çok iyi örgütlenmedi.<br />
Kesk dâhil bir sürü eksiklikleri vardır. Ama 25 Kasım<br />
grevinin bir sahibi vardı. Ben şunun için grev yapıyorum<br />
diyen bir irade, bir örgüt, bir inisiyatif vardı ve 25<br />
Kasım grevi, hepimizin bildiği gibi, aslında önemli bir<br />
toplumsal desteği de açığa çıkartan bir eylemlilik oldu.<br />
4 Şubat ta çok rahatlıkla bu süreçte bu kadar sıcak bir<br />
direnişin ortasında ve herkesin taraf olduğu, evinde<br />
televizyon izleyen bir ev kadınının da taraf olduğu<br />
duyarlılığını açığa çıkarttığı kendi talepleriyle<br />
özdeşleştirebildiği bir süreçte herkesin katılabildiği,<br />
sadece üretim süreci içerisinde olanların değil.<br />
Üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, tıpkı 91’de<br />
Zonguldak döneminde olduğu gibi, 3 Ocakta,<br />
üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, ev kadınının<br />
bir biçimde kendini ifade ettiği, esnafın kepenk<br />
kapatarak belki kendini ifade ettiği bir sürecin<br />
örgütlenmesinin aslında olanakları vardı. Ama bunu<br />
ortaya çıkartacak bir irade, bir inisiyatif, bir merkez<br />
yoktu 4 Şubatta. Bunu bu sürecin bir bütünlüğü yoktu.<br />
Yani ben 4 Şubatta tamam belki iki günde genel grev<br />
örgütleyemem ama Tekel işçisine destek grevi<br />
örgütlüyorum. Ama 10-11 Şubatta da bu topraklardan<br />
güvencesiz çalıştırmayı ortadan kaldırmaya dönük bir<br />
mücadele sürecinin başlangıcı olarak da iki gün grev<br />
örgütlüyorum diyen bir irade çıksaydı bunun<br />
arkasından, böyle bir süreci örgütleyebilseydik 4 Şubat<br />
bambaşka olurdu. Bunu hepimiz herhalde görüyoruz.<br />
Dolayısıyla burada bir merkezin olmaması, bir iradenin,<br />
inisiyatifin oluşmasındaki zafiyet mevcut konfederal<br />
örgütlerimizin, mevcut durumların ötesinde bir başka<br />
eksikliğe de işaret ediyor. Çok küçük bir şeyle<br />
bitireceğim. Tabi ki son söz Tekel işçilerinin olmalıdır.<br />
Bu konuda hiçbir beis yok ama şöyle bir yaklaşımı biz<br />
çok doğru bulmuyoruz. Evet, son söz Tekel işçilerinin<br />
olmalıdır ama Tekel işçilerinin sözü de sendikadır<br />
değerli arkadaşlar. Şöyle bir yaklaşım hani sendika<br />
yöneticileri bir genel başkan olduğum için asla<br />
söylemiyorum, yarın o arkadaşlarım burada olacaklar,<br />
bizim işkolumuzdaki diğer sendikanın, Türk İşe bağlı<br />
Sağlık İş sendikasının 49 yıldır aynı başkan var başında.<br />
Bir ömür boyu başkanlık yapıyor. Hani o ayrı bir uç<br />
örnek ama bizim mesela sendikal anlayışımızda asla<br />
şöyle bir şey yoktur. Yöneticilerin karar verdiği<br />
olmamalıdır da hiçbir sınıf örgütünde, yöneticilerin<br />
karar verdiği ve temsil ettiği bir süreç değil. Doğrudan<br />
bütün kararları yöneticisi, üyesinin birlikte aldığı. Her<br />
kararı biz birlikte alırız. Aldığımız kararın arkasında<br />
da hep beraber dururuz. Almadığımız kararı da kimse<br />
bize söyletemez. Dolayısıyla son söz Tekel işçilerinin<br />
olmalıdır. Ama sendika Tekel işçileridir. Ve bu süreçte<br />
hani Tekel işçilerinin sendikasıyla evet, bir problem<br />
yoktur. Bu da çok önemli bir şeydir. Bu önemli bir<br />
şeydir kuşkusuz, hele bu dönemde, sendikal<br />
bürokrasinin bu kadar ağır olduğu bir ülkede bir<br />
sendikal hareket içerisinden konuşuyoruz, ama sendika<br />
işçinin kendisi olmak zorundadır. Her şeyiyle işçilerin<br />
söz ve karar sahibi olduğu bir sınıf örgütü olarak<br />
yaşamın bütününü örgütleyen, sadece üretim süreci<br />
içerisindeki parçasını değil, evinde çoluğuyla çocuğuyla,<br />
komşusuyla beraber çalıştğı arkadaşlarıyla ilişkisini<br />
bütünüyle örgütleyen bir sendikal anlayışa ve mutlaka<br />
ve mutlaka kendini mevcut yasalarla sınırlamayan fiili<br />
ve meşru temelde ve tırnak içinde altını çizerek<br />
söylüyorum düzen dışı bir gerçeklik haline gelmediği<br />
sürece sendikalarımız ve sendikal hareketimiz aslında<br />
bugün şu konuştuğumuz bu koşullar içerisinde emek<br />
ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminin yeniden<br />
kurulabilmesinin olanakları yoktur. Bunun çok açık<br />
göstergelerini de aslında içinde n geçtiğimiz günlerde<br />
yaşıyoruz. Teşekkür ederim. (alkışlar…)<br />
Ali Çolak. Ben çok teşekkür ediyorum. Bence her<br />
üç yöneticimiz de çok önemli şeyler söylediler. Ve<br />
bu toplantının amacına uygun bir toplantı olduğu<br />
kanısındayım. Biz Mülkiyeliler Birliği olarak eylemin<br />
başından beri Tekel işçilerinin yanında olmaya özen<br />
gösterdik. Sayın başkanın Cemal Doğru arkadaşımızın<br />
ifade ettiği şeyi çok önemsiyorum. Uyarıyı çok<br />
önemsiyorum. Biz o noktada durduğumuz için bunu<br />
kendi üzerime almıyorum ama çok önemli bir uyarıdır.<br />
Tekel işçilerine hiç kimse bir irade, bir kural dayatamaz.<br />
Son söz Tekel işçilerinin olacaktır. Ben gene Türk İş<br />
önünde sizleri ziyaret ettiğim gün söylediklerimi tekrar<br />
ediyorum. Tekel işçileri orda olduğu süre içerisinde<br />
Mülkiyeliler Birliği gücü ve olanakları ölçüsünde Tekel<br />
işçilerinin yanında olacaktır. Olmaya devam edecektir.<br />
Gene Cemal arkadaşımızın tarifindeki gibi çok güzel<br />
tarif etti. Türkiye’nin gelecekteki mozaiğini bugünden<br />
kuran Tekel işçisini saygıyla selamlıyorum. Hepinize<br />
teşekkür ediyorum. (alkışlar…) Bu arada Tekel işçisi<br />
arkadaşlarımız için yemek hazır arkada. Buyurun…<br />
37
Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve<br />
Tekel Direnişi paneli gelecekleri özelleştirmeciler<br />
tarafından çalınan tüm emekçilerin sorunlarına<br />
yanıt aramak sermaye sınıfının kamuyu talan<br />
etme çabalarına dur diyebilmenin küçük bir<br />
çabasıdır. Panel afişleri yoğun olarak Tekel Direniş<br />
çadırları bölgesinde yapılarak işçilerin katılımı<br />
sağlanmış internet üzerinden yapılan yayın sayesinde<br />
panel Birlik sitemizden ve çadırlar bölgesine<br />
yerleştirilen sinevizyon aracılığıyla panele<br />
katılamayan işçilerede ulaştırılmıştır.<br />
38
ESKİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANLARINDAN<br />
AYHAN AÇIKALIN ANILDI<br />
Birlik eski genel başkanlarımızdan Ayhan Açıkalın 12<br />
Şubat Cuma günü Birliğimiz konferans salonunda<br />
arkadaşları, dostları ve genç Mülkiyeliler tarafından<br />
anıldı. Anma toplantısına Prof. Dr. Metin Kazancı,<br />
Arslan KAYA ve Birlik Başkanı Ali Çolak katıldı.<br />
Anıların paylaşıldığı toplantıda geçmiş günleri yâd<br />
etmek için konuklara simit, çay ve peynir ikram edildi.<br />
Anma Mülkiye Spor Vakfı ve BİLAY ile birlikte<br />
düzenlendi<br />
40
41<br />
Yönetimliğini Mülkiye Spor futbol<br />
takımı antrenörlerinden Zafer Akturan<br />
ve Sema Cabbaroğlu’nun yaptığı<br />
“ZORUNLU HAYAT” belgeseli 17 Şubat<br />
<strong>2010</strong> Çarşamba günü saat 18.30’da<br />
Birliğimiz salonunda gösterildi ve<br />
izleyiciler yönetmen Zafer Akturan<br />
ile söyleşi yaptılar. Belgeselin amacı<br />
izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle<br />
yüzleşmelerini sağlamak ve boşaltılan<br />
köylerin ve zorla göçün yürek burkan<br />
öyküsüne tanıklık etmekti.
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜN 100.YILI<br />
EKMEK VE GÜL<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında<br />
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara<br />
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan<br />
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara<br />
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz<br />
Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar<br />
Ve biz hala analık ederiz onlara<br />
En zorlu iş, en ağır emek<br />
Ve çalışmak doğuştan mezara dek<br />
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz<br />
Yaşamak için ekmek<br />
Ruhumuz için gül istiyoruz!<br />
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola<br />
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız<br />
Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları<br />
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar<br />
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun<br />
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz<br />
İş ve ekmek istiyoruz<br />
Ama gül de istiyoruz<br />
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına<br />
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz<br />
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa<br />
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın<br />
sundukları<br />
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden<br />
Bu ekmek ve gül türküleri<br />
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan<br />
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”<br />
James OPPENHEİM<br />
• 1912 yılında Amerika’da, Massahucettes Eyaleti’ndeki büyük yün merkezi Lawrence’de, 20.000 işçi,<br />
ücretlerinin azalmasını protesto ettiler. Bunun üzerine büyük New England Tekstil Sanayi’ni sarsan işi<br />
bırakma olayı gerçekleştirildi. Grevcilerin yaptığı pek çok yürüyüşden birinde, bir grup genç kız “Hem<br />
Ekmek Hem de Gül İstiyoruz” yazılı bir pankart taşıdı. Bu James Oppenheim’in ünlü “Ekmek ve Gül” şiirine<br />
ilham oldu. Fransızca’da “Du Pain et Des Roses”, İtalyanca’da “Pan a Rosa” başlığıyla başlığıyla söylenen<br />
şiiri. Şair Metin Demirtaş “Ekmek ve Gül” başlığıyla Türkçe’ye çevirdi.<br />
42
43<br />
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle, Mülkiyeliler Birliği<br />
ve Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun ortaklaşa<br />
düzenlediği “Kadın ve Sanat” isimli panel, 10 Mart<br />
<strong>2010</strong> tarihinde Ankara Üniversitesi SBF Aziz Köklü<br />
Konferans Salonunda gerçekleştirildi. Mülkiyeliler<br />
Birliği adına Vadi Küçük konuştu. Halime GÜNER<br />
(Uçan Süpürge Kurucusu ve Başkanı) , Güzin<br />
YAMANER (A.Ü. Devlet Konservatuarı Dans Bölümü<br />
Başkanı), Banu AKIN (Kişisel Gelişim Uzmanı) , İlkay<br />
AKKAYA (Özgün Müzik Sanatçısı) katıldığı panelden<br />
sonra, Aysun TÖNGÜR dünya folk müziğinden<br />
örnekler sunduğu bir dinleti yaptı. Karikatürcüler<br />
Derneğinin kadın sorunlarını anlatan karikatürleri<br />
ve Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin<br />
ve Belgesel fotoğrafçıların kadın fotoğraflarından<br />
oluşan fotoğraf sergileri açıldı. Etkinlik kokteyle sona<br />
erdi.
SERGİLERDEN GÖRÜNTÜLER<br />
44
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ<br />
ÇALIŞMALARINA YENİ BÜROSUNDA DEVAM EDECEK...<br />
Değerli Mülkiyeliler;<br />
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi bünyesinde<br />
oluşturulan Mülkiye Araştırma Merkezinde (MAR)<br />
Türkiye’nin iktisadi, toplumsal, siyasal, idari ve<br />
dış politika alanlarında önem arz eden sorunların<br />
ele alınması, incelenmesi, çözüm önerilerinin<br />
geliştirilmesi ve geleceğe yönelik perspektiflerin<br />
ortaya konulması temel amaç olarak belirlenmiştir.<br />
MAR, çalışmalarında, ülkemizin kaynaklarını<br />
doğru ve akılcı bir yönelimle kullanan ve geliştiren,<br />
kamu yararının gözetilmesini ve toplumun refahın<br />
artırılmasını ön planda tutan, ilerici ve emekten yana<br />
bir yaklaşımı benimsemiştir.<br />
Merkezimizin yetkili organı olan yönetim kurulu<br />
yedi üyeden oluşmaktadır. Başkanlığını Rahmi<br />
Aşkın Türeli’nin yürüttüğü merkezde, Prof. Dr.<br />
Can Hamamcı, Prof. Dr. Aziz Konukman, Fikret<br />
Gülen, Ahmet Erhan Çelik, Erdal Eren ve Dr. Yiğit<br />
Karahanoğulları yönetim kurulu üyeleri olarak görev<br />
yapmaktadırlar.<br />
MAR faaliyetlerini yürütürken iki çalışma yöntemini<br />
birlikte izlemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede MAR,<br />
bir taraftan bir araştırma merkezinden beklenen<br />
temel işlev olan çeşitli konularda araştırmalar<br />
yapma, çözüm önerileri geliştirme ve raporlar<br />
yayınlayarak kamuoyunu doğru bilgilendirme<br />
işlevini yerine getireceği gibi, diğer taraftan bir<br />
düşünce üretim merkezi olarak geleceğe yönelik bir<br />
perspektifi de içerecek şekilde fikir üreten, strateji<br />
belirleyen bir işlevi de üstlenmeyi temel prensip<br />
olarak benimsemiştir.<br />
Merkezde, halen, kriz, istihdam ve tarım konularında<br />
oluşturulan çalışma grupları faaliyetlerini<br />
yürütmektedirler.<br />
Kriz Çalışma Grubunda, küresel kriz, nedenleri,<br />
izlediği seyir, muhtemel etkileri ve Türkiye<br />
ekonomisine olan yansımaları çerçevesinde<br />
ayrıntılı inceleme konusu yapılmış olup, ulaşılan<br />
sonuçlar web sitemizdeki değerlendirme notlarıyla<br />
45<br />
ve bir rapor halinde üyelerimiz ve kamuoyu ile<br />
paylaşılmıştır.<br />
İşgücü piyasası, istihdam ve işsizlik konularını geniş<br />
bir perspektifte ele almayı amaçlayan İstihdam<br />
Çalışma Grubu değerlendirmelerini kapsamlı bir<br />
rapor haline getirmiş olup, rapor önümüzdeki<br />
günlerde kamuoyunda tartışmaya açılacaktır.<br />
Ülkemizdeki tarımsal yapıyı ve tarım kesiminin<br />
sorunlarını ele alacak bir Tarım Çalışma Grubu da<br />
faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin Tarımda<br />
Kendi Kendine Yeterliliği (Gıda Güvencesi)<br />
konusunu ele alan bir rapor hazırlanmış olup,<br />
önümüzdeki günlerde üyelerimiz ve kamuoyu ile<br />
paylaşılacaktır.<br />
Halen faaliyet göstermekte olan çalışma gruplarına<br />
ek olarak ülkemizin güncel ekonomik, siyasal ve<br />
toplumsal gereksinimleri çerçevesinde yeni çalışma<br />
gruplarının oluşturulması gündemimizde öncelikli<br />
bir konudur. Özellikle kamu yönetimi ve dış politika<br />
alanları öncelikli olarak çalışılması gereken alanlar<br />
arasında yer almaktadır.<br />
MAR çalışmalarında bilgi ve birikim olarak<br />
yararlanacağımız en temel kaynak elbette ki<br />
Mülkiyeli üyelerimizdir. Fakültemiz özellikle<br />
teorik çalışmalarda bize büyük katkı sağlayabilir.<br />
Bürokraside halen çalışan veya emekli, bilgisi ve<br />
deneyiminden yararlanabileceğimiz geniş bir kitle<br />
var. Diğer taraftan, örgütsel bir temelde meslek<br />
odalarıyla, sendikalarla, sektör temsilcisi örgütlerle<br />
birlikte ortak çalışmalar yürütmek, projeler yapmak<br />
hedeflerimizden birisidir.<br />
Mülkiye Araştırma Merkezi olarak destek ve<br />
katkılarınızı bekliyoruz.<br />
Mülkiye Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu<br />
İletişim: Karanfil Sokak 15/5 Kızılay/ ANKARA<br />
0312.4185572<br />
www.mulkiye-mar.org
MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)<br />
AÇILDI<br />
(Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme<br />
Merkezi (MİM) 17 Mart <strong>2010</strong> Çarşamba günü<br />
Karanfil Sokataki bürosunda çalışmalarına<br />
başladı. Merkez Başkanı Erdal Eren’inAçılış<br />
konuşmasının Birliğimizin tarihe bir dipnot<br />
düştüğüne inanarak konuşmanın tümünü<br />
yayınlamayı gerekli gördük)<br />
1980’den itibaren yaygınlaşan d evletin<br />
küçültülmesi ve özelleştirme politikaları sonucu<br />
kamu sektörünün ekonomi içindeki yeri ve<br />
dolayısıyla istihdamdaki payı giderek azalmaya<br />
başlamıştır. Bu süreçte SBF gibi, özellikle<br />
kamu sektörüne nitelikli yönetici yetiştiren<br />
okulların mezunlarının istihdam edilmesinde<br />
ve yetiştirilmesinde değişimler başlamıştır.<br />
1980 öncesi SBF mezunlarının neredeyse tümü<br />
kamu sektöründe istihdam edilirken, devletin<br />
küçültülmesi politikalarının yanı sıra, yüksek<br />
ücret ve yükselme olanaklarının fazlalığı sonucu<br />
,son yıllarda özel sektörde istihdam edilen<br />
mezunlarımızın sayısı hızla artmıştır.Günümüzde<br />
geleneğinin devamı olarak mezunlarımızın<br />
ağırlıklı bir bölümü kamu sektöründe istihdam<br />
edilirken,giderek artan oranda mezunumuz da<br />
özel sektörde çalışmaktadır.<br />
Kamu Personel Seçme Sınavlarında(KPSS)<br />
Fakültemiz mezunlarının başarı sıralaması<br />
en üst düzeydedir. KPSS öncesi öğrenci<br />
ve mezunlarımızın sınavlar ve meslek<br />
seçimi konularında bilgilendirilmeleri ve<br />
yönlendirilmeleri ile bu başarının artarak devam<br />
ettirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kamu<br />
kurumlarının yaptıkları mülakatların yakından<br />
takip edilmesi ne yazık ki günümüz koşullarında<br />
bir zorunluluk haline gelmiştir.<br />
Diğer taraftan bir çok köklü üniversite<br />
(ODTÜ, Boğaziçi Ün. , Bilkent Ün.vb.) kendi<br />
mezunlarının istihdamını kolaylaştırmak için<br />
46<br />
Kariyer Merkezleri kurmuş durumdadır. Eğitimi<br />
, nitelikleri ve mezunlarının başarıları ile bilinen<br />
Mülkiyelilerin özel sektöre personel seçiminde<br />
diğer üniversitelerin mezunlarının olanaklarından<br />
geri kalmaları kabul edilemeyeceği gibi istihdam<br />
olanaklarının kurumsal bir yapı tarafından<br />
koordine edilmesi/desteklenmesi durumunda<br />
ortaya büyük bir başarının çıkması beklenen bir<br />
durumdur.<br />
Bu noktada SBF’nin mezunlar derneği olan<br />
Mülkiyeliler Birliğinin devreye girmesi<br />
kaçınılmaz olmuştur. Emeğin en yüce değer<br />
olduğuna inanan Mülkiyeliler Birliği, SBF<br />
öğrenci ve mezunlarının kamu ve özel sektörde<br />
istihdam olanaklarını artırmak, nitelik ve<br />
deneyimlerine uygun iş bulmalarına destek<br />
olmak üzere 4904 sayılı Türk İş Kurumu<br />
Kanunu’nun özel İstihdam Bürolarına ilişkin<br />
hükümleri çerçevesinde Mülkiyeliler Birliği<br />
İstihdam Yönlendirme Merkezini (MİM)<br />
kurmuştur. MİM’in kuruluşu ile,<br />
-Mülkiye mezunlarının seçili özel sektör<br />
kuruluşlarında işe yerleştirilmeleri,<br />
• Mülkiyelilerin Kamu Personel Seçme<br />
Sınavı ile yazılı/sözlü kurumsal<br />
sınavlar hakkında bilgilendirilerek<br />
yönlendirilmeleri,<br />
• Kamu kurumsal sınavlarında<br />
mezunlarımızın başarı durumları ve<br />
haklarının etkin bir şekilde izlenmesi,
• Öğrenci ve mezunlarımıza yönelik bilgilendirme toplantıları, kurs ve seminer gibi eğitim<br />
etkinliklerinin gerçekleştirilmesi,<br />
• Öğrenci ve yeni mezunlarımızın iş yaşamı hakkında bilgilendirilmesi ve istihdama ilişkin yeni<br />
koşul gereksinimlerinin önceden tespiti ve giderilmesi,<br />
• Öğrencilerimize kamu kurumlarında ve seçili özel sektör kuruluşlarında staj yapma olanağının<br />
sağlanması,<br />
• MİM faaliyetlerinin Fakültemizle birlikte ve akademisyenlerimizin katılımı ile yönetilmesi ve<br />
yürütülmesi,<br />
amaçlanmaktadır.<br />
Kısa bir süre önce Karanfil Sokak No:15/5 Kızılay /Ankara adresinde faaliyetlerine başlayan Mülkiyeliler<br />
Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) bünyesinde, Mülkiye mezunlarının özgeçmiş ve nitelik<br />
bilgilerinin bulunacağı www.mulkiyeistihdam.org.tr web sitesini barındırmaktadır.<br />
Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) Yönetim Kurulunda; Erdal EREN (Başkan), Doç.<br />
Dr. İlkay Savcı, Eren Öğütoğulları, Yurdum Çağatay, Serkan Opak, O.Nejat Güneri ve Hüseyin Boğa görev<br />
almaktadır.<br />
47
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR)<br />
MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)<br />
AÇILIŞTAN SONRA MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE KOKTEYL VERDİ<br />
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ile Mülkiye İstihdam ve Yönlendirme Merkezinin (MİM)<br />
açılışından sonra Mülkiyeliler Birliği lokalinde kokteyl verildi. Kokteyle Birlik üyeleri, Birlik yönetim<br />
kurulları , siyaset ve bürokrasi dünyasından çok sayıda konuk katıldı<br />
48
şubelerden<br />
Şubelerimizin yetkili organlarının listesidir<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ADANA ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Regaip BAYKAL<br />
Başkan<br />
Esmeray YOĞUN ERÇEN Sekreter<br />
Mehmet SEÇİNTİ<br />
II. Başkan<br />
Mehtap TÜRKDOĞAN Muhasip<br />
Erol COŞANOĞLU<br />
Üye<br />
Yönetim Kurulu (YEDEK)<br />
Nurhak ÖZENSOY<br />
Samih Azmi EZER<br />
Cumali KURAN<br />
Yalçın METE<br />
Okan ÖZANDAÇ<br />
Denetim Kurulu ( ASİL)<br />
Havva YENİÇERİ Başkan<br />
Mustafa KIZAK Üye<br />
Kudret ÇAKIRCA Üye<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Beyazıt ABLAY<br />
H. Kaan ÖYKEN<br />
Osman Turhan ÖZCAN<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ BURSA ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Naci DAMAR<br />
Başkan<br />
Fatih SİVRİ<br />
Sayman<br />
M. Yalçın YALÇINKAYA Sekreter Üye<br />
Doğan TAŞFİLİZ<br />
Mustafa ÖZTÜRK<br />
Yönetim Kurulu (YEDEK<br />
Nalan ÖLMEZOĞULLARI<br />
Şener ŞENYÜREK<br />
Rasim ÇALIŞKAN<br />
Haluk BAHAR<br />
Çetin TOKAT<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Mustafa BAYRAKTAR<br />
Levent KUMRAL<br />
Önder EVCİ<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Şeracettin ÖZAĞAÇ<br />
Tayfun BEŞE<br />
Naci AŞIROĞLU<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ANTALYA ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Hasan KALAYCI Başkan<br />
Mahmut DURAN II. Başkan<br />
H. Demet TUZCU Yazman<br />
Süreyya MUŞLULAR Sayman<br />
Cem BALKAN Üye<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ESKİŞEHİR ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Nejdet BİLGİN<br />
Abdulkadir ADAR<br />
Mefkure ATAK<br />
Cebrail ZDEMİR<br />
Mehmet BAŞAR<br />
Yönetim Kurulu (YEDEK)<br />
Mehmet AKKAŞ<br />
Nihal YILDIRIM MIZRAK<br />
Oğuz TURAN<br />
Murat ÖZGÜL<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Turan ÖZKAN<br />
Mustafa UÇKAÇ<br />
Fikriye YÜKSEL<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
A. Banu BAŞAR<br />
Berna KAYA<br />
Sedef OLUKLULU<br />
Başkan<br />
Başkan Yard.<br />
Sekreter<br />
ayman<br />
Üye<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ KAYSERİ ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Ali Rıza İNCETAN<br />
Başkan<br />
Nuhmehmet YILMAZKOLUKISA 2. Başkan<br />
Şemsi Aziz ÇINAROĞLU Sekreter<br />
Mehmet ERCİYES Sayman<br />
Aliye Ferdağ AKKAN Üye<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Turgay ERGİN<br />
Özkan BASAT<br />
Yasemin UNCULAR<br />
49
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İZMİR ŞUBESİ<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İSTANBUL ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Kadir TİMURTURKAN<br />
Yeşim GENÇOĞLU<br />
İsmail ORAL<br />
Aslı TENGİZ<br />
Melih DİRİL<br />
Başkan<br />
2. Başkan<br />
Sekreter<br />
Sayman<br />
Üye<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
A. Müfit ERKARAKAŞ Başkan<br />
Haluk YURTKURAN<br />
2. Başkan<br />
Gazi Turgay ÖZMANSUR Sekreter<br />
Şimal KONANÇ<br />
Sayman<br />
Ahmet AKCAN<br />
Üye<br />
Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />
Kurtuluş OZAN KESER<br />
Levent ÖZKARDEŞ<br />
Sinem SEYHAN<br />
İsmail IŞIK<br />
Esat YAMAÇ<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Prof. Dr. Tülay YÜCEL<br />
Ömer AKDOĞAN<br />
Barış ULUDAĞ<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Çağdaş BEKTAŞ<br />
Mehtap KARGIN<br />
Alper ELİKÜÇÜK<br />
Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />
Erdoğan SAĞLAM<br />
Ali Ergin ŞAHİN<br />
Emin TAYLAN<br />
Demet ANGIN<br />
Selçuk YILDIZ<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Fikret YAKAR<br />
Gökhan GÜNERİ<br />
Kenan ÖZSARAÇ<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Oğuz BULUT<br />
Recep ÇELİK<br />
Tevabil ÜSTÜNDAĞ<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ MERSİN ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
Celalettin ÇIPLAK<br />
Betül BARBUR<br />
Ender ÖZBEK<br />
Burak HANCIOĞLU<br />
Saim TINAZTEPE<br />
Yönetim Kurulu ( YEDEK)<br />
Şahabettin DOĞAN<br />
Çelik CESUROĞLU<br />
Özgür DURMAZ<br />
Burçin İLDAS<br />
Ayfer VARLI<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Mehmet YEŞİLBOĞAZ<br />
M. Süha SOYUPAK<br />
Veli KARGI<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Hüseyin SOYER<br />
Naci MENTEŞ<br />
Harun ELGİN<br />
Başkan<br />
Sekreter<br />
Sayman<br />
Üye<br />
Üye<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SAMSUN ŞUBESİ<br />
Yönetim Kurulu (ASİL)<br />
A. Alper Küpcü Başkan<br />
Burhan Kömpe Başkan Yard.<br />
S. Yener Günay<br />
Coşkun Mutlu<br />
Mustafa Kösebalaban<br />
Muzaffer Kesim<br />
Yönetim Kurulu (YEDEK<br />
Başkan Gamze Türker<br />
M. Savaş Dizdar<br />
Ali Türker<br />
Hüseyin Gülmen<br />
Denetim Kurulu (ASİL)<br />
Mustafa İngenç<br />
Özer Muratoğlu<br />
Cihan Özkalaycı<br />
Denetim Kurulu (YEDEK)<br />
Erdoğan Özdemir<br />
Erdal Yavuz<br />
M. E. Baysal<br />
50
üyelerden<br />
IMF ÜZERİNE SÖYLEŞİ<br />
Doç. Dr. Mustafa Durmuş<br />
Gazi Üniversitesi İİBF<br />
Maliye Bölümü Öğr.Üyesi<br />
Uluslararası Para Fonu (IMF),<br />
2008 küresel ekonomik<br />
krizinden belki de en karlı<br />
çıkan ender uluslar arası<br />
kuruluşların başında geliyor.<br />
Çünkü kriz öncesinde ciddi<br />
biçimde eleştirilmiş, önemli<br />
bir kredibilite kaybına<br />
uğramıştı. Öyle ki çok sayıda<br />
insan IMF’nin kapatılması<br />
gerektiğini düşünüyordu.<br />
Krizden bu yana ise IMF yeniden aranan bir kurum<br />
haline geldi. Çünkü ne Fed ne de diğer merkez<br />
bankaları küresel finansal çöküşe yeterince koordineli<br />
ve güçlü bir biçimde müdahale edemediler. Bu durum<br />
‘son borç verici kurum’ olarak IMF kredilerine olan<br />
talebi artırdı. Böylece IMF, G20 Londra zirvesinde<br />
alınan kararların ardından, kaynaklarını üç katına<br />
çıkartarak 1,1 trilyon ABD dolarlık bir fona hükmeder<br />
hale geldi. Kendi tahvillerini ve altın stokunu satarak<br />
ilave fon yaratması konusunda da yetkilendirildi.<br />
Özetle, IMF bugünlerde bir arı kovanı gibi işliyor.<br />
Diğer taraftan, IMF’ ye ilişkin eleştiriler hız kesmeden<br />
devam ediyor. Özellikle krizden ciddi olarak etkilenmiş<br />
olan ve geçmişte de IMF’nin ‘Yapısal Uyarlama<br />
Politikaları’nı izleyerek bugünlere gelmiş azgelişmiş<br />
ülkelerin, IMF’nin kapısını çalarken elleri titriyor.<br />
Büyük medya, IMF’nin daha insancıl politikalara<br />
yönelmekte olduğu, azgelişmiş ülkeleri daha fazla<br />
gözetmeye başladığı, bu anlamda da değişmekte<br />
olduğu yönünde bir izlenim yaratmaya çalışsa da,<br />
azgelişmiş ülkelerle kriz sonrasında yapılan 30<br />
civarındaki kredi anlaşmasının çoğunluğunun içerdiği<br />
koşullar, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, IMF’<br />
nin pek de değişmediğini ortaya koyuyor.<br />
Acaba, IMF’nin açıklanmış misyonunun yanı<br />
sıra, açıklanmamış bir başka misyonu mu da mı<br />
var Ya da IMF ile ilgili algılarımız mı yanlış Bu<br />
51<br />
soruları yanıtlayabilmek için IMF’nin kuruluşundan<br />
başlayarak bugüne kadar izlediği stratejileri<br />
yönlendiren dinamikleri iyi analiz etmek gerekli.<br />
SORU 1: Uluslar arası Para fonu (IMF) hangi<br />
ihtiyaçtan doğdu<br />
İktisat kitapları ağız birliği içinde, Bretton Woods<br />
(BW) İkizleri olarak da adlandırılan IMF ve Dünya<br />
Bankası’nın (DB), 1929–1933 krizi ve 2. Dünya<br />
Savaşı’ndan çok kötü etkilenen dünya ticaret sistemini<br />
ve yerle bir olan Avrupa ekonomisini yeniden inşa<br />
etmek amacıyla, ABD’nin öncülüğünde, 1944<br />
yılında Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğunu<br />
yazarlar. Bu kurumların finansal tasarımı yapanlar ise<br />
Keynes ve dönemin önde gelen New Deal’cılarından<br />
ve McCarthism döneminde komünist ajanlığıyla<br />
suçlanmış olan ABD Hazine müsteşarı White’dır . Yani<br />
IMF ve DB’ nın bir anlamda fikir babaları sağ- liberal<br />
iktisatçılar değil, ekonomik istikrarın sağlanması için<br />
piyasalara kapitalist devletin müdahalesini savunan<br />
Keynesyen reformist iktisatçılar olmuştur.<br />
Diğer bir yönüyle, IMF, tıpkı DB ve GATT gibi, özünde<br />
2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek<br />
hakimi haline gelen ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya<br />
hizmet eden ve onun egemenliği altında dünya<br />
kapitalist sisteminin bütünleştirilmesini hedefleyen<br />
kuruluşlardan birisi olarak tasarlanmıştır. O günden bu<br />
yana da, başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalistemperyalist<br />
ülkelerin değişen ihtiyaçlarına karşı az<br />
gelişmiş dünyayı biçimlendirme rolünü üstlenmiştir.<br />
Bu anlamda IMF, ABD kapitalizmi tarafından<br />
yönlendirilen küresel kapitalizmin, en başta gelen<br />
payandalarından birisidir.<br />
Bretton Woods öncesinde dünya ticaret ve para<br />
sisteminin nasıl işlediğine bakıldığında IMF’ nin<br />
kuruluş nedeni daha iyi anlaşılabilir. BW öncesinde<br />
uygulanan döviz kontrol rejimleri uluslararası<br />
ticaretin gelişimini, özellikle ABD sermayesinin
üyüyüp tüm dünyaya yayılmasını önlüyordu. Çünkü<br />
1930’larda uluslararası ticaret Sterling Bloku gibi aynı<br />
para birimini kullananların arasında kurdukları para<br />
bloklarıyla sınırlı hale gelmişti. Böyle bloklaşmalar<br />
ise, uluslar arası sermaye akımı ve yeni yabancı<br />
yatırım fırsatlarının ortaya çıkmasını engelliyordu.<br />
1930’larda her bir kapitalist hükümetin komşuları<br />
aleyhine olmak üzere devalüasyonlar yaparak<br />
ihracatı artırmak biçiminde yürüttükleri politikalar<br />
deflasyonist gidişe neden olurken, bu durum, büyüme<br />
hızlarını yavaşlatıyor, talebi azaltıyor, böylece de<br />
dünya ticaretinin daralmasına neden oluyordu. Dünya<br />
ticaretindeki bu daralma Büyük Depresyonu daha<br />
da kötüleştirmişti. Bu sorun çözülmediği sürece de<br />
Amerikan kapitalizminin savaş sonrası uluslar arası<br />
genişlemesi tehdit altında olacaktı.<br />
Savaş dönemi boyunca, rakipleri çok büyük zorluklar<br />
yaşarken ABD ekonomisi çok hızlı bir sanayileşme<br />
ve sermaye birikimi gerçekleştirmiştir. Dünyadaki<br />
sermaye birikiminin, imalat sanayi üretiminin ve<br />
ihracatının büyük bir kısmı ABD’nin kontrolündeydi.<br />
ABD bu pozisyonunu, dünya ekonomisini kendi<br />
kontrolü altında restore etmek için kullandı ve bu da<br />
onun dünya piyasaları ve hammadde kaynaklarına<br />
sınırsız bir biçimde ulaşabilmesini sağladı. ABD daha<br />
önce sadece bu tür bloklara açık olan piyasalara girmeyi<br />
amaçlıyordu. Ayrıca Amerika kökenli şirketlerin,<br />
dışarıda yeni yatırım fırsatlarını değerlendirmek<br />
için uluslar arası sermaye hareketlerinin önündeki<br />
engelleri de kaldırmayı hedefliyordu. İşte tam bu<br />
noktada Keynes-White Planı mal ve hizmetlerin bir<br />
ülkeden diğerine transferinin üzerindeki tüm engelleri,<br />
para bloklarını ve döviz kontrollerini kaldırmayı<br />
amaçlamıştır.<br />
Önerilen yeni sistemle, uluslararası ticarette<br />
kullanılabilen konvertibl paralar, sabit bir oranda<br />
ABD dolarına bağlanıyor, akabinde talebe göre<br />
altına da dönüştürülebiliyordu. Yani, bu yeni sistemde<br />
ABD doları-altın standardı ilişkisi, Bretton Woods<br />
anlaşmasının pivotuydu. Bu yeni sistem altında tüm<br />
diğer para birimleriyle ilişkilendirilen ABD dolarının<br />
değeri de 35 dolar = 1 ons altın olarak düzenlenmişti.<br />
IMF dâhil Bretton Woods’ta kurulan örgütlerin üçü<br />
de gerçekte, savaşın tek galibi, savaş sonrasında<br />
dünya sınaî üretiminin yarısını, ihracatının üçte birini<br />
gerçekleştiren ve altın rezervlerinin % 61’ini elinde<br />
tutan ABD’nin denetim ve yönetimi altındaydılar.<br />
IMF, hem sabit döviz kuru rejiminde istisnai<br />
ayarlamalar yapmaya yetkiliydi, hem de nihai likidite<br />
sunucusuydu.<br />
Bir başka anlatımla, BW anlaşması ve onun kurumları<br />
ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki egemen<br />
gücünün bir ifadesiydi ve bunlar 1950 ve 1960’larda<br />
dünya ekonomisinin lokomotifliğini yapan, askeri<br />
harcamalar ve devasa kamusal teşviklerle canlı tutulan<br />
ABD ekonomisinin istikrarlı büyümesi sayesinde<br />
ayakta kalabildiler.<br />
Özetle, IMF genelde, kapitalist sistemi savunmanın,<br />
özelde ABD orijinli çok uluslu şirketlerin karlarını<br />
maksimize etmenin ve ABD’nin dünya ekonomisini<br />
yönlendirmesinin bir aracı olarak kurulmuştur.<br />
SORU 2: IMF’nin kuruluşunda etkili olan başka<br />
faktörler de söz konusu mudur<br />
Hem IMF hem de DB’ nın kurulmasına neden olan<br />
diğer bir faktör, savaş sonrasındaki durumdur. Savaş<br />
yıllarında Avrupa’nın Nazi işgaline girmesinin<br />
ardından kapitalistler ya Avrupa’dan kaçtılar ya da<br />
Nazilerle işbirliği yaptılar. Buna karşılık sosyalistler<br />
direniş grupları örgütlediler. Bunun sonucunda,<br />
Savaşın ardından devrimler Avrupa’da boy<br />
göstermeye başlamış, işçiler ve çiftçiler işyerlerini<br />
ve fabrikaları ele geçirmeye başlamışlardı. Bunu<br />
fark eden ABD, giderek yayılmakta olan sosyalizmin<br />
etkileriyle güç kazanan devrimleri önleyebilme adına<br />
Avrupa’nın yeniden inşası konusunda büyük çapta<br />
yardım programları uygulamak durumunda kaldı.<br />
Bu programların aktörleri de IMF ve DB idi. Zaman<br />
içerisinde gelişmiş ülkelere verilen bu krediler giderek<br />
az gelişmiş dünyaya da verilmeye başladı.<br />
SORU 3: Dünya kapitalizminin yeniden<br />
yapılandırılmasında bu iki kuruluş nasıl bir<br />
işbölümüne tabi tutuldu<br />
Dünya kapitalizminin ABD egemenliği<br />
ve yönlendiriciliği doğrultusunda yeniden<br />
şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev,<br />
yollar, enerji santralleri, limanlar gibi alt yapı projeleri<br />
için kredi sağlamaktı. Savaşla büyük ölçüde tahrip<br />
edilen Avrupa’nın yeniden inşası kar oranlarındaki<br />
azalmanın da restore edilmesine yardımcı olmuş ve<br />
1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’<br />
adı verilen döneminin yaşanmasını sağlamıştır.<br />
Uluslar arası Para Fonu ise, proje kredileri dışında<br />
kalan ve uluslar arası finansal piyasalardan, kreditör<br />
ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek<br />
olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar<br />
vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere çok
uluslu şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük<br />
kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük<br />
politikaları uygulatmakla görevlendirilmiştir. Son<br />
dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren<br />
sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan<br />
uluslar arası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle<br />
baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out)<br />
vermeye başlamıştır.<br />
Yani, IMF hangi ülkelerin uluslararası kredileri<br />
hak ettiğine karar veren bir finans hakemi gibi<br />
davranmaktadır. Bunu yaparken de dönemin<br />
ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Örneğin,<br />
başlangıçta, ülkelerin üretim ve sosyal hayatlarını<br />
sürdürebilmeleri için gerekli olan malzeme ve malları<br />
ithal edebilmek için kredi vermişken, sonrasında<br />
dış borçları düzenlemiş ve son krizlerden bu yana<br />
da sıkıntıdaki uluslar arası bankacılık sistemini<br />
desteklemek rolünü üstlenmiştir.<br />
SORU 4: IMF politikalarının bir kısmı (örneğin<br />
devalüasyon ve talep artırıcı politikalar) 1970’li<br />
yıllardan bu yana değişmeye başladı. Bunun<br />
nedeni neydi<br />
Başlangıçta IMF, değişik ulusların cari açıklarını<br />
yönetmekle sorumluydu. Çünkü, bu ülkeler<br />
devalüasyona başvurmak durumunda kalması, böylece<br />
de ithalatlarını azaltmaları istenmiyordu. Kısa dönemli<br />
ödemeler bilânçosu açıkları ve ticaret zorlukları IMF<br />
kredileriyle aşılabiliyordu ve bu krediler de sabit<br />
döviz kuru sisteminin işlemesini kolaylaştırıyordu.<br />
Nitekim, ABD ve diğer güçlü ihracatçı ekonomileri<br />
uluslar arası ticaretteki dalgalanmaların etkilerinden<br />
koruyabilmek amacıyla IMF, fiilen talep artırıcı ve<br />
resesyon giderici Keynesyen politikaları uygulamıştır.<br />
Eğer daha ciddi yapısal problemler gelişirse IMF<br />
genelde % 10’u aşmayan kontrollü devalüasyonlar<br />
aracılığıyla bunları düzeltebiliyordu. Keza IMF,<br />
ABD Hazinesi adına, ulusal paraları desteklemek için<br />
verdiği krediler karşılığında diğer ülke ekonomilerini<br />
gözetlemekteydi.<br />
Ancak 1960’ların sonlarından itibaren Almanya ve<br />
Japonya ekonomileri ciddi rakipler olarak tekrar<br />
sahneye çıktılar. Her iki ülke de ABD’nin tersine<br />
askeri harcamaların ağır yükü altında değildi. Oysa<br />
ABD ekonomisi başka etmenlerin de yanı sıra, askeri<br />
harcamalar, Vietnam Savaşı ve beraberindeki enflasyon<br />
yüzünden inişe geçmeye başlamıştı. Artık ABD’nin<br />
eski biçimiyle egemenliğini sürdürebilmesi mümkün<br />
değildi. BW tarafından yaratılmış olan sistem de artık<br />
sürdürülemezdi. Doları değer kaybettikçe ABD, altına<br />
bağlanmış bir sabit kur sistemini karşılayamazdı.<br />
Önce, zayıf rakipler olan Fransız Frangı, İngiliz<br />
Sterlini ve sonunda ABD doları çökmeye başladı.<br />
Bunun ardından Başkan Nixon, artık doları altınla<br />
değiştirmeyeceğini açıkladı. İki yıl sonra sabit kur<br />
rejimi kaldırıldı ve yerine oynak kur rejimi getirildi.<br />
Savaş sonrasında yaşanan bu gelişmeler ekonomik<br />
istikrarsızlık ve periyodik resesyonlarla bezenmiş<br />
uzun dönemli bir ekonomik kriz döneminin de önünü<br />
açtı.<br />
Bu dönemde artık cari hesap fazlası değil, cari<br />
açıklar veren ve bu açıkları da giderek artan bir<br />
ABD ile karşı karşıyayız. Bu açıklarının finanse<br />
ettirilebilmesi bağlamında da diğer ulusların ticaret<br />
fazlası vermesi gerekiyordu. Bu durum bu ulusların<br />
iç pazarlarını daraltmalarını, daha çok ihracata<br />
yönelmelerini ve böylece de içerde talep artırıcı<br />
değil, talep daraltıcı para, maliye ve döviz politikaları<br />
uygulamalarını gerekli kılmaktaydı. Bu nedenle de<br />
BW’ un çöküşünden itibaren IMF, Standby anlaşması<br />
yaptığı hemen tüm ülkelerin talep daraltıcı-sıkı para<br />
ve maliye politikaları uygulamalarını şart koşmuş ve<br />
onların anlaşma öncesi ya da hemen sonrasında büyük<br />
çaplı devalüasyonlar yapmalarını zorunlu kılmıştır.<br />
SORU 5: Bu neo-liberal dönemde uygulanan ve<br />
IMF tarafından kredilendirme koşulu olarak<br />
dayatılan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ ne<br />
anlama gelmektedir<br />
1970’lerde ABD’nin gücünün azalması ve Bretton<br />
Woods’un çöküşü, ABD’nin uluslararası alandaki<br />
acenteleri konumundaki IMF ve DB’ nın da itibarını<br />
azaltmıştı. Her iki kuruluş da uluslar arası finansal<br />
piyasalardaki etkili konumlarını yavaş yavaş özel<br />
bankalara ve özel kredi kurumlarına terk etmek<br />
durumunda kaldılar. Avrupalı bankalar, özellikle de<br />
Japon bankaları hükümetlerin dış borçlanmasında<br />
merkezi bir rol oynamaya başladı.<br />
Ancak bu çok uzun sürmedi. 1973-74 ve 1978-79<br />
petrol fiyatlarında yaşanan ciddi artışlar<br />
ve bunun neden olduğu arz yönlü şoklar; emisyonla<br />
finanse edilen bütçe açıkları ve bunun yarattığı mali<br />
dengesizlikler sırasıyla, enflasyonun artmasına,<br />
ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine<br />
ve kaçınılmaz bir biçimde dış borç krizinin patlak<br />
vermesine neden oldu. 1982 yılında, önce Meksika,<br />
ardından da diğer bazı L. Amerika ülkeleri dış borçlarını<br />
geri ödeyemeyeceklerini açıkladılar. Uluslararası<br />
bankalar çok borçlu Latin Amerika ülkelerine kredi<br />
vermeyi durdurdular. Çünkü bu özel bankalar, batık<br />
53
kredi zararlarıyla ilgili olarak panik yaşadıklarından<br />
yeni kredi vermek istemiyorlardı. Ödeme güçlüğüne<br />
düşen böyle çok borçlu ülkeler nedeniyle dünyanın<br />
en büyük 10 bankasının tüm sermayesi ve rezervleri<br />
ciddi risk altındaydı.<br />
Böylece, küresel finans piyasalarının bu fiyaskosunun<br />
üzerinden gelmek ve iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri<br />
kurtarma görevi IMF’ye verildi. ABD, IMF’ nin yeni<br />
rolünü son borç verici kurum olarak yeniden belirledi.<br />
IMF’ nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak<br />
istemediklerinde aracı olarak ya da son borç verici<br />
kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta,<br />
özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer<br />
bir ilişkiydi.<br />
Nitekim IMF, ‘Concerted Lending’ adı verilen bir<br />
program aracılığıyla Büyük Amerikan bankalarını<br />
devreye soktu. Bu program çerçevesinde büyük<br />
bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının<br />
ertelenmesine ve kısa vadelilerin uzun vadeye<br />
çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar. Ekstra<br />
faiz oranı karşılığında bu bankalar borçlu ülkelere<br />
yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin<br />
iflasını önleyerek yeniden borçlarını geri ödeyebilir<br />
ve uluslararası sermaye piyasalarından yeniden<br />
borçlanabilir bir duruma getirmekti. Bu uygulama<br />
her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa da, borçlu<br />
ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç<br />
stoklarının ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine<br />
neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil günümüzün çok<br />
sayıda azgelişmiş ülke IMF kaynaklarının sürekli<br />
kullanıcısı haline geldi<br />
1979 yılında iş başına gelen Reagan Yönetimi ise,<br />
önceleri IMF’yi Keynesyen devletin bir düzenleme<br />
aracı ve serbest piyasa etkinliğinin düşmanı ve<br />
özellikle de AGÜ’ler için süt veren bir inek olarak<br />
gördüğünden ihtiyatlı davransa da, 1982 Meksika<br />
krizinin ardından fikir değiştirdi ve IMF’nin neoliberal,<br />
serbest piyasa gündeminin dayatılmasında<br />
araç olarak kullanılabileceğini keşfetti.<br />
Nitekim IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye<br />
ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslar<br />
arası özel bankalarca verilmiş olan kredileri yeniden<br />
yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu<br />
kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar<br />
IMF kredilerini kullanabilmek için yerine getirmesi<br />
gerekli şartlardı. Normalde hiçbir özel bankanın<br />
önermeye dahi cesaret edemeyeceği bu koşulları<br />
(conditionality) IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü,<br />
uluslararası kreditörler için garantör olma pozisyonu<br />
ve ABD emperyalizminin gücüyle ilişkisi nedeniyle<br />
borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi<br />
DB’ nın da tam desteğini alıyordu.<br />
‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ adı verilen ve<br />
Ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan bu<br />
politikalar, borçlu ülkelerin uygulaması zorunlu<br />
politikalardır. Bu politikaların belirlenmesinde borçlu<br />
ülkelerin herhangi bir inisiyatifi yoktur.<br />
Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen<br />
kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için<br />
borçlu ülkelerin kamu işletmelerini özelleştirmelerini;<br />
kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini<br />
artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve<br />
para ve kredi hacminin daraltarak bütçe açıklarının<br />
kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik ve çocuk<br />
yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal<br />
sanayilere ve tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları<br />
azaltarak ve tarife ve diğer ithalat engellerini<br />
ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten<br />
vazgeçmelerini şart koşmaktadırlar. Ayrıca, talep<br />
fazlasını ve enflasyonu dizginleyebilmek için serbest<br />
piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılması, kamu<br />
iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin<br />
fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının<br />
yükseltilmesi gerekli kılınmaktadır.<br />
Keza, yapısal uyarlama programları altında,<br />
azgelişmiş ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye<br />
daha fazla açmalıdırlar, yabancı yatırımlar üzerindeki<br />
kısıtları kaldırmalıdırlar ve yabancı şirketlerin<br />
ülkenin doğal kaynaklarını ve işçilerini en düşük<br />
fiyatlardan kullanmalarına izin vermelidirler. Ayrıca,<br />
karın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular<br />
tarafından kendi ülkelerine transfer edilmesine de<br />
engel koymamalıdırlar. Yapısal uyarlama programları<br />
ayrıca, döviz sağlamak amacıyla, ucuz hammaddeleri<br />
dünya pazarlarına satmak anlamına gelen bir ihracat<br />
yönlü büyümeyi de içerir. Bunun için de devalüasyon<br />
yapılması ve sermaye hareketlerinin tam serbestisi<br />
ve döviz kontrollerinin kaldırılması gerekir. Bir<br />
bütün olarak, IMF ve DB’ nin bu Yapısal Uyarlama<br />
Politikaları, azgelişmiş ülkeleri borç ödeme<br />
makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin<br />
bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan karlar<br />
yaratmıştır.<br />
Daha önce belirtildiği gibi, orijinal Bretton Woods<br />
sisteminde IMF kredileri devalüasyonu önlemek<br />
ve talebi körüklemek için verilirdi. ABD sermayesi<br />
bu Keynesyen önlemleri benimsemişti, çünkü o<br />
zamanlar ABD dünyanın en temel ihracatçısıydı, çok<br />
54
üyük cari hesap fazlası vermekteydi ve dünyanın<br />
geri kalanı ithalatlarını yapabilmek için onun parasına<br />
bağımlıydı. Ancak 1980’lerde IMF daha önce izlediği<br />
bu yönlü politikalarını ters yüz etti ve kasıtlı olarak<br />
devalüasyonlar yapılmasını empoze etti, ithalatın<br />
kısılabilmesi için milli gelirde ve talepte azaltmaya<br />
yol açacak önlemlere yöneldi. Bütün bu politika<br />
değişiklikleri de uluslar arası finans kuruluşlarının<br />
borçlu ülkelerden olan alacaklarını garantili bir<br />
biçimde tahsil etmesine yarıyordu.<br />
SORU 6: Söylediklerinizden IMF’nin sadece<br />
ödemeler bilânçosunu düzeltmeye yönelik<br />
politikalar uygulamadığı, kredi verilen ülkelerin<br />
neredeyse tüm politikaları üzerinde belirleyici<br />
olduğu ortaya çıkıyor...<br />
Para ve maliye politikaları, IMF’nin azgelişmiş<br />
ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde<br />
etkili olabileceği alanlardan sadece bir ikisi ve en çok<br />
bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı” yakmak<br />
için bunları şart koşuyor. Ancak IMF aynı zamanda<br />
dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu<br />
kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka<br />
alanlar üzerinde de etkili olabilecek politikalar ya da<br />
uyarlamaları dayatıyor.<br />
IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini bu<br />
işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu<br />
müdahalelerinin zararlarından hareketle savunuyor.<br />
Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin<br />
dış borçları geri ödemede de kullanılabileceğini<br />
öngörmektedir. Bütçe açıklarını ve borç stokunu<br />
azaltmak adına IMF ayrıca sağlık, eğitim ve<br />
sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının<br />
da kısılmasını emrediyor. Reel ücret düzeyini<br />
düşürebilmek için devalüasyon talep ediyor. Burada<br />
amaç, ithalatları kısıp ihracata yönelmeyi teşvik<br />
etmektir. İhracatı artırabilmek için, gıda fiyatlarını<br />
belli bir düzeyde tutan sübvansiyonlar da kesilmelidir.<br />
IMF ayrıca çok yoğun bir de-regülasyon politikası<br />
uygulattırarak uluslar arası sermayenin de hareket<br />
alanını genişletmektedir.<br />
SORU 7: Peki, kendilerini ciddi fedakârlıklarda<br />
bulunmaya zorlayan bu Yapısal Uyarlama<br />
Politikalarından az gelişmiş ülkeler fayda<br />
sağladılar mı<br />
Azgelişmiş ülkeler 1980’lerde borç krizine<br />
girmeselerdi ve buna bağlı olarak da gıda, ham<br />
madde ve sermaye malı ithalatı yapamaz duruma<br />
gelmeselerdi, büyük çoğunlukla IMF’nin böyle<br />
kölelik anlaşmalarını imzalamaya yanaşmazlardı.<br />
IMF patentli kredi ve ticaret politikaları borç yükü<br />
altındaki ülkeleri, temelde ABD’li şirketler ve<br />
bankaların çıkarlarına hizmet eden bir dünya ticaret<br />
ağına daha sıkıca bağlamakta kullanılan bir silah oldu.<br />
Bir yandan giderek ağırlaşan borç servisi (anapara<br />
ve faiz ödemesi), diğer yandan ekonomiyi daraltan,<br />
büyümeyi yavaşlatıcı tedbirlerin sonucunda borçlu<br />
ülkelerde bu dönemde ekonomik büyüme hızları iyice<br />
küçüldü. Hatta bazı ülkelerde büyüme hızı negatif<br />
oldu, istihdam azaldı, yoksulluk ve gelir dağılımındaki<br />
adaletsizlikler daha da arttı. Buna karşılık IMF’nin<br />
öngörüsü de gerçekleşmedi ve özel bankalar borçlu<br />
ülkelere verdikleri kredileri genel görünüm itibariyle<br />
artırmadılar. Yani, yeşil ışık her zaman işe yaramadı.<br />
1980’lerde imzalanan 187 adet yapısal uyarlama<br />
kredisi politik olarak sadece ve sadece IMF gibi<br />
kar amacı gütmeyen, çok taraflı bir örgüt tarafından<br />
yaptırılabilirdi, çünkü çok acı reçeteler içeriyordu. Bu<br />
programlar üçüncü dünya ülkelerine açlık, beslenme<br />
sorunları, yoksulluk, hastalık ve ölümler getirdi.<br />
Üstelik bu politikalar büyüme de getirmedi. Örneğin<br />
Sahra altı Afrika ülkelerinde bu yıllarda GSYİH yılda<br />
% 2,2 oranında düştü. Bu ülkeler aldıkları kredileri<br />
geriye ödeyebilmek için sağlık ve eğitim harcamalarını<br />
% 25–50 kısmak zorunda kaldılar.<br />
IMF programını uygulayan ülkelerde 1980–1987<br />
arasında kişi başına kamu harcaması miktarı her<br />
yıl düşerken dış borç faiz ödemeleri sürekli arttı. L.<br />
Amerika’da faize ayrılan kamu harcamalarının bütçe<br />
içindeki payı % 9’dan % 19,3’e çıktı. 1980’ler L.<br />
Amerika için kayıp yıllar oldu. Şili’de IMF koşulları<br />
sonucunda reel ücretler % 40 oranında azaltıldı, borç<br />
krizinin pençesindeki Meksika’da ise 1982–1992<br />
döneminde reel ücretler ve beraberinde sağlık, eğitim<br />
ve temel fiziki alt yapı harcamaları yarı yarıya düştü.<br />
Aynı dönemde yetersiz beslenme nedeniyle bebek<br />
ölümleri neredeyse üç katına çıktı.<br />
Yapısal Uyarlama Programları’nın ardından geçen 10<br />
yılda üçüncü dünya borç stoku o yıla göre daha da arttı.<br />
Yani IMF, bu ülkeleri borçtan kurtarmaktan ziyade<br />
sonsuz bir borç tuzağına sürükledi. Devalüasyonlar<br />
borç stoklarını daha da artırdı, zira borçlar ABD<br />
doları cinsindendi. Kemer sıkma politikası sonucunda<br />
büyüme o kadar kısıtlandı ki, faiz ödemelerini bile<br />
yapmaya yetmedi. Yeni kredi aldıkça, AGÜ’ ler<br />
giderek artan bir biçimde uluslar arası sermayeye faiz<br />
ödeyen mekanizmalara dönüştüler. IMF’nin gerekçesi<br />
ise, kredilerin ekonomik büyümeyi teşvik edeceği ve<br />
bunun da borç geri ödemesini mümkün kılacağıydı.<br />
55
Gerçekte ise alınan borçların çok büyük kısmı<br />
ekonomik büyümeyle değil, giderek daha fazla uluslar<br />
arası borçlanmayla ödendi. 1969–1982 arasında L.<br />
Amerikanın dış borçlanması ikiye katlandı. Yeni<br />
borçların % 70’ inin eski borçların faizlerini ödemek<br />
için kullanıldığı ortaya çıktı.<br />
Neden olduğu felaketlere rağmen IMF, 1980’lerin borç<br />
krizinin, önerdiği Yapısal Uyarlama Programları’nın<br />
beraberinde gelen büyüme hızlarıyla, artan ihracatlarla<br />
ve yeni yabancı sermaye yatırımlarıyla çözüldüğünü<br />
ve uygulanan neo-liberal reformların sonuçta<br />
ekonomik büyüme ve daha iyi yaşam koşullarının<br />
oluşturulması için sağlam temeller oluşturduğunu ileri<br />
sürdü. Gerçekte, düşük gelirli yapısal uyarlamaya<br />
tabi ülkelerin borçlulukları 1980’de 110 milyar ABD<br />
dolarından 1992’de 473 milyar ABD dolarına çıkarken,<br />
faiz ödemelerinin düzeyi 6,4 milyar ABD dolarından<br />
18,3 milyar ABD dolarına fırlamıştır. Endenozya’da<br />
1980–1992 döneminde dış borçlar GSYİH’ nın %<br />
29’undan % 67’ye çıktı (böylece 1990’lardaki derin<br />
finansal krizin tohumları da atılmış oldu).<br />
Yani, her iki kuruluş da devasa bir borç tuzağına neden<br />
oldu. Bu borç yükü dünyanın en yoksul ülkelerini,<br />
milli gelirlerinin çok önemli bir kısmını faiz ödemeye<br />
ayırmak zorunda bıraktı.<br />
Kapitalizmin adaletsiz hastalıklı mantığı servetin<br />
fiilen dünyanın en yoksul ülkelerinden en zenginlerine<br />
doğru akmasını gerektirir. Öyle ki, Latin Amerika<br />
ülkeleri son yıllara kadar, her yıl toplam hâsılasının<br />
üçte birinden fazlasını diğer ülkelere ve bankalara<br />
borç ve faiz geri ödemesi olarak verdiler. Borç, büyük<br />
kapitalist güçlerin, yoksul ülkeleri baskılamada<br />
kullandığı en önemli silahtır. Hem IMF hem de DB<br />
bu borçları, yeni pazarlar açmada ve ucuz emek ve<br />
hammadde kaynaklarına erişmede bir kaldıraç olarak<br />
kullanmaktadırlar. Borç geri ödemelerini yapabilmek<br />
ve yeni kredi sağlamak ve borç ödeme güçlüğüne<br />
düşmemek için, bir zamanların sömürge ülkeleri,<br />
IMF ve DB’ nın koşullarını kabul etmek zorunda<br />
kalmışlardır.<br />
Her ne kadar Dünya Bankasının genel merkez<br />
binasının girişinde “ Rüyamız, yoksulluğun olmadığı<br />
bir dünyanın kurulumudur” diye yazsa da, ikizi<br />
IMF milyonlarca işçi ve köylünün yaşamlarını ve<br />
sağlıklarını uluslar arası finans kapitalin kullanımı için<br />
feda eden politikaları azgelişmiş ülkelere zorlamıştır<br />
ve bu politikaların uygulattırılmasında en büyük<br />
desteği de DB vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne<br />
göre, yapısal uyarlama altındaki ülkelerin yarısında<br />
kişi başına düşen gıda maddesi azaldı. Bunun nedeni,<br />
56<br />
Bangladeş’te, Tanzanya’da, Peru’da, Mısır’da,<br />
Pakistan ve diğerlerinde gıda sübvansiyonlarını<br />
ortadan kaldırtan IMF politikalarıdır. IMF’nin serbest<br />
piyasa politikaları, doğal kaynaklar ve zenginlikler<br />
yabancı kapitalistlere gitsin diye dünyada bir<br />
milyardan fazla insanı günde 1 ABD dolarından az<br />
bir tüketime mahkûm etmiştir.<br />
IMF ve DB programlarının benzer nitelikteki ve<br />
felaketle sonuçlanan müdahalelerinin bir diğer<br />
örneği SSCB’ nin dağılmasının ardından Rusya’da<br />
görülmüştür.1991 yılında bu ülkede GSYİH % 60<br />
oranında daraldı. Oysa şu ana kadar en büyük bunalım<br />
olarak bilinen 1929–1933 Depresyonunda ABD’ deki<br />
daralma bunun yarısından azdı, % 30 dolayındaydı.<br />
UNDP’ nin tahminlerine göre, günde 4 ABD dolarının<br />
altında gelir tüketilmesi anlamındaki bir yoksulluk<br />
tanımına göre Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki<br />
yoksulluk oranı 1988’ de % 4’ten, 1994’te % 32’ ye,<br />
yani 13,6 milyon insandan 119,2 milyona fırladı.<br />
IMF politikaları sadece azgelişmiş ülkelerin<br />
emekçilerini değil, aynı zamanda, hem doğrudan hem<br />
de dolaylı olarak ABD ve diğer gelişmiş kapitalist<br />
ülkelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Kısmen<br />
kamu parasıyla fonlandıklarından, hem IMF hem de<br />
DB, gelir ve serveti, vergiler aracılığıyla, bu ülkelerdeki<br />
çalışan sınıflardan başta ABD temelli olmak üzere<br />
dünyadaki çok uluslu şirketlerin ve finans tekellerine<br />
hizmet eden programlara transfer etmektedir. Bu,<br />
büyük şirketlere bütçeden sübvansiyon vermekle<br />
aynı şeydir. Diğer yandan halkın ödediği vergilerden<br />
oluşan devlet bütçesinden fonlanan bu şirketler<br />
halka hesap vermezler. Yani, IMF -DB politikaları<br />
sadece azgelişmiş dünyayı daha da yoksullaştırmakta<br />
kalmamış, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdeki<br />
işçilerin yaşam standartlarını aşağıya çekmiştir.<br />
SORU 8: 1990’lardaki krizler sonrasında IMF’ nin<br />
başta Asya Ülkelerine dönük olmak üzere sunduğu<br />
büyük çaplı kurtarma paketlerinin örtülü başka<br />
amaçları da var mıydı<br />
“IMF’nin 1990’lar krizleri ve G. Kore kurtarmasındaki<br />
gizli amacı, bu bölgeleri Amerikan sermayesine daha<br />
fazla açabilmektir.”<br />
Vietnam Savaşı ile zayıflayan ABD emperyalizminin<br />
askeri gücü, 1980’lerde, Granada, Libya, Lübnan<br />
ve Panama gibi askeri olarak zayıf ülkelere yapılan<br />
müdahalelerle yavaş yavaş yeniden inşa edildi. Bunu<br />
İran Körfezi ve Yugoslavya’ ya yapılan daha büyük<br />
müdahaleler izledi. 1990’larda bu müdahalelerin amacı<br />
ABD askeri egemenliğinin yeniden kurulmasıydı.<br />
Buna paralel bir biçimde ABD, 1980’lerde ortaya
çıkan üçüncü dünya ülkeleri dış borç krizinde IMF’yi<br />
son borçlanıcı olarak tekrar devreye sokarak iktisadi<br />
gücünü de pekiştirdi.<br />
ABD’nin ekonomik gücü arttıkça, dünya finansal<br />
piyasalarının işleyişinde IMF’nin kilit rolü de daha<br />
açık hale gelmeye başladı. Tayland, Endonezya, G.<br />
Kore, Rusya ve Brezilya, ABD finansal gücünün<br />
kolluk kuvvetlerine dönüştüler. Resmi olarak IMF<br />
ortada görünse de ülkeler bunun ardındaki gücün<br />
emperyalizmin yeni ilişkileri olduğunun çok iyi<br />
farkındaydılar. Örneğin, Güney Kore döviz sıkıntısına<br />
girince, bir elçisini gizlice IMF yerine, doğrudan<br />
ABD Hazinesine gönderdi ve gerekli desteği alarak<br />
kurtarma paketini elde etti.<br />
Son borçlanıcı kurum olarak IMF, 1997–1998 finansal<br />
krizinin sınırlı tutulmasında merkezi bir rol oynadı.<br />
Meksika örneği dışında, 1980’lerdeki IMF kurtarma<br />
paketlerinin toplam tutarı yılda ortalama 8 milyar<br />
ABD doları civarındaydı. Ancak, sadece 1997–1998<br />
dönemindeki 18 ayda IMF, 200 milyar ABD dolarlık<br />
bir kurtarma paketi düzenledi. Marshall Planı ile<br />
verilen tutarın beş kat büyüğü olan bu tutarı ödemek<br />
hiçbir özel bankanın, ya da bankaların, ya da her hangi<br />
bir aracının yapabileceği bir şey değildi. IMF yeni bir<br />
role soyunmuştu: Uluslar arası bankacılık sisteminin<br />
parçalanmasını önlemek.<br />
Bu bağlamda, Ağustos 1997- Aralık 1998<br />
dönemindeki beş kurtarma paketi çok önemlidir.<br />
Bu paketlerle Tayland: 17 milyar $, Endonezya: 43<br />
milyar $, Güney Kore 57 milyar $, Rusya 21 milyar<br />
$ ve Brezilya 41 milyar $’lık kredi elde ettiler. Piyasa<br />
faizlerinin altında faiz oranlarıyla verilen bu krediler,<br />
mevduat sahiplerini ve yabancı kreditörleri korumak<br />
ve çöküşün kıyısına gelmiş olan ulusal bankacılık<br />
sistemlerini yeniden kapitalize etmek amacıyla<br />
veriliyordu. Nitekim Güney Kore örneğinde, bazı<br />
yabancı kreditörlerin parası doğrudan IMF tarafından<br />
ödendi. IMF kurtarma paketleri ve şartlılığıyla,<br />
yabancı bankalara mevcut borçları yenilemeleri<br />
durumunda geri ödemelerin tam olarak yapılacağının<br />
da mesajı verilmekteydi. IMF kredileri olmaksızın<br />
finansal erime uluslar arası kredi kurumasına neden<br />
olacaktı. Ancak, bankerler ve sanayiciler mevcut<br />
alacaklarıyla ilgili çok zararlar edeceği riski altında<br />
yeni kredi vermek konusunda keyifsiz davrandılar, bu<br />
da uluslar arası finansal sistemin işleyişini bozdu ve<br />
dünyayı resesyonist bir sarmala itti.<br />
Bir başka anlatımla, 1997-98’ler finansal<br />
krizleri sonrasında uygulanan yapısal uyarlama<br />
programlarının görünürdeki amacı Batılı ve Japon<br />
bankaları ve yatırımcıları kurtarmaktı. Ancak,<br />
57<br />
finansman dünyasında da bedava yemek yoktur.<br />
Çünkü ABD, IMF aracılığıyla uluslar arası bankaları<br />
şemsiyesi altına alırken, aslında bütünüyle kendi<br />
çıkarlarına hizmet etmiştir. IMF kredi şartlılığı ile<br />
ABD, egemenliğini sadece 1980’lerin yoksullaşmış<br />
ülkeleri üzerinde değil, bu kez küresel kapitalizmin<br />
en hızlı büyüyen ikinci katman Asya ülkeleri üzerinde<br />
kurmayı denemiştir. Bu da Avrupa bankaları ve de<br />
özellikle 1970 ve 1980’lerde Güney Doğu Asya’da<br />
yerini dolduran Japon bankalarını karşısına almasına<br />
neden olmuştur.<br />
ABD ve Japonya’nın Güney Doğu Asya üzerindeki<br />
rekabeti, krizin boyutlarını da artırarak büyümesine<br />
neden oldu. Önce Japon Hükümeti öneri olarak, 100<br />
milyar ABD doları tutarında bir Asya Para Fonu<br />
yaratma önerisinde bulundu. Ancak, bu öneri ABD’nin<br />
Asya’daki varlığını tehdit ediyordu ve ABD, krizi<br />
önlemeyi ikinci plana atarak bu tehdide yoğunlaştı.<br />
ABD Hazine Bakanı bu öneriyi, IMF’nin yetkisine<br />
zarar verdiği gerekçesiyle veto etti. Çünkü gerçekte<br />
IMF parasal sistemin en etkin jandarmasıydı. Daha da<br />
önemlisi, ABD güdümlü IMF himayesi altında verilen<br />
bir kurtarma paketi, nakit zengini ABD bankalarına,<br />
Güney Doğu Asya’da Japon bankalarının üstünde bir<br />
güç veriyordu ve aynı zamanda da ABD’li şirketlerin<br />
bu bölgeye girmelerinin önünü açıyordu.<br />
Nitekim Tayland’a verilen 3,9 milyar ABD doları<br />
kredinin onaylanmasının ardından yabancıların yerel<br />
bankaları ve finansal şirketleri devralma dönemi<br />
başladı. The Economist’ e göre, Güney Kore paketinin<br />
ardından IMF, bu ülkeyi Amerikalı ve diğer yabancı<br />
şirketlere açmada bir kilit haline geldi. Bu paket ile<br />
ülkenin ağır borçlu şirketlerinin (chaebol) borçları<br />
yeniden yapılandırıldı. Ardından IMF, Daewoo<br />
Motors’un iflasını istedi ve bu iflasın ardından dünya<br />
otomotiv devlerinden olan bu grup 6 milyar ABD<br />
doları gibi düşük bir fiyatla ABD’li Ford ve GM’ e<br />
satıldı.<br />
Uygulamadan da görüleceği gibi, IMF’nin Güney Doğu<br />
Asya’daki kredileri, durumu istikrara kavuşturmak<br />
ve borçların geri ödenmesini sağlamanın çok ötesine<br />
geçerek, yerel bankaların ve sanayi şirketlerinin<br />
haraç mezat, esasta ABD’li olmak üzere, yabancı<br />
firmalara satılmasına hizmet etmiştir. Üstelik bu<br />
soygun operasyonu ABD basınında, Asya bankacılık<br />
krizinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerden kaynaklandığı<br />
iddia edilerek savunulmuştur. Daha vahim bir durum,<br />
SSCB’nin çöküşü sırasında, Rusya’daki doğal gaz ve<br />
petrol kaynaklarının bizzat IMF yardımlarıyla, çok<br />
kısa bir sürede Batı sermayesi işbirlikçisi bir avuç Rus<br />
oligarkının eline geçirilmesinde yaşanmıştır.
IMF’nin yönlendirdiği böyle büyük çapta sermaye<br />
akımları dünya bankacılık sisteminin, ABD<br />
emperyalizmine olan bağımlılığını bir kez daha<br />
ortaya koymuştur. Küreselleşme altında IMF, ABD<br />
hegemonyası altındaki bir uluslar arası merkez<br />
bankası gibi davranmaktadır. Bu IMF için yeni bir<br />
roldür. Krizleri ne kadar kötü yönetse de şimdilik<br />
başka bir alternatif de gözükmemektedir. Her ne kadar<br />
milyonlar için bu durum felaket demek olsa da, IMF<br />
bir avuç azınlık için emperyalizmin ilk dönemleri gibi<br />
oldukça verimlidir. Birçok insana göre IMF, bir işgal<br />
ordusunun vereceği zarardan daha fazla insani zarara<br />
neden olmuştur. Bu barışçıl emperyalizm, savaşın<br />
diğer yüzü kadar öldürücüdür.<br />
SORU 9: Anlaşılan Güney Asya Kriz Paketleri<br />
ABD için başka kazanımlara da neden oldu. Peki,<br />
bu paketlerin karşılığında uygulanan bu politikalar<br />
kredi alan ülkelerin sorunlarını çözdü mü<br />
IMF, ABD ve Japonya’nın uyguladığı politikalarla<br />
krizi sınırlı tutabilse de, dünyanın % 40’ı 2. Dünya<br />
Savaşı’ndan sonra görülmüş en derin resesyona girdi.<br />
Bu nedenle de genelde IMF programlarının krizi daha<br />
da ciddileştirdiği ve Asya gribini yaygınlaştırdığı<br />
kabul edilmektedir. Çünkü, IMF, ihracatları<br />
artırarak krizden çıkabilme anlamında devalüasyon<br />
dayatmaktadır. Buna uygun olarak Güney Kore wonu<br />
yarı yarıya ve Endonezya rupiahı üçte iki oranında<br />
değer yitirdi. Bu durum da giderek pahalı hale gelen<br />
ABD doları ile geri ödenecek olan borç yükünü daha<br />
da ağırlaştırdı. Bu ulusal bankacılık sistemini çökertti<br />
ve finansal kurumaya neden oldu.<br />
Bu ülkelerde IMF talimatıyla yükseltilen yüksek<br />
faiz oranları, sermaye kaçışını önlemek ve yabancı<br />
sermaye girişini teşvik etmek için tasarlandı, ama<br />
çöküşe katkıda bulundu. Çünkü borç düzeyleri kısa<br />
sürede iki üç katına fırlayınca bir zamanların çok güçlü<br />
firmaları borçlarını ödeyemediler ve resmi olarak iflas<br />
ettiler. Bunu yaparken ulusal bankacılık sistemini<br />
de yanlarında götürdüler. Yabancı sermaye IMF’ye<br />
rağmen ya da IMF politikaları nedeniyle, bölgeden<br />
kaçmaya devam etti. Hatta DB bile, IMF’nin bölgesel<br />
krizi küresel bir çöküşe dönüştürdüğünü ileri sürdü.<br />
IMF’nin Asya kurtarma paketlerinin başarısızlığı<br />
borsaları sıkıntıya sokarken, aynı zamanda başka<br />
bölgelerde (Doğu Avrupa, L. Amerika ve Afrika)<br />
ulusal para birimlerinden kaçışı beraberinde getirdi.<br />
1998 yazında, uluslar arası finansal sistemin yeni zayıf<br />
noktaları Rusya ve Afrika oldu. Haziran 1998’de IMF,<br />
Rusya için 21 milyar ABD doları tutarında bir kurtarma<br />
paketi hazırladı. IMF, yabancı yatırımcılara, Rusya’nın<br />
mükemmel temellere sahip olduğu yönünde garanti<br />
verirken, uluslar arası sermaye piyasalarını Rusya’nın<br />
borç sorununu çözmesi için teşvik ediyordu. Rusya<br />
bankalarını yöneten oligarklar bu kredileri ceplerine<br />
attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya<br />
transfer etmede kullandılar. Bir anda gerçekleşen<br />
büyük çaptaki sermaye çıkışları sonucunda Ruble<br />
çöktü, bankalara hücum başladı ve bu durum Rusya<br />
Hükümetinin ulusal borç ödemelerini reddetmesinin<br />
de yolunu açtı. Bu da 1998 yazında ortaya çıkan<br />
finansal krizin önünü açtı. IMF garantilerine rağmen<br />
uluslar arası bankalar Rusya’da ciddi zararlar ettiler<br />
ve bir zamanların en büyük hedge fonlarının başında<br />
gelen Long-Term Capital Management (LCTM)<br />
iflas etti. Fed ise, bu iflasın ABD bankacılık sistemi<br />
için çok ciddi tehdit oluşturduğu iddiasıyla LCTM<br />
kurtarmasına müdahil oldu.<br />
Kriz Brezilya’ya yayılınca IMF’ye olan eleştiriler<br />
artmaya başladı ve IMF vites değiştirmek durumunda<br />
kaldı. IMF, ulusal parasını devalüe etmemesi koşuluyla<br />
(aşırı değerlenmiş olmasına rağmen) Brezilya’ ya 41<br />
milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketini önerdi.<br />
Devalüasyonu baskılamak için faiz oranlarını %<br />
30 ve üzerinde yükseltmeye zorladı. Ancak, iflas<br />
etmiş bir hükümetin aşırı değerli parayı uzun süre<br />
devam ettiremeyeceğinin bilincinde olan sermaye,<br />
Brezilya’dan kaçmaya devam etti.<br />
1990’lar krizleri sonrasında uygulanan IMF<br />
politikalarının emekçi yığınlar ve halk üzerindeki<br />
etkileri ise tam anlamda bir felaket olmuştur. Güney<br />
Kore’de kitlesel işten çıkartmalar yaşandı (öyle ki<br />
IMF tanımı üzerinden şakalar geliştirildi: “IMF: I’M<br />
fired ( işten atıldım)” . Aileleri yoksullaştığından<br />
sokağa bırakılan çocuklara “IMF Öksüzleri” adı<br />
verildi. Tayland’ da çok sayıda çocuk fahişeliğe<br />
zorlandı. Suharto diktatörlüğü altında Endonezya’da<br />
okula kayıtlı öğrenci sayısı dörtte bir oranında azaldı.<br />
Pirinç fiyatı % 38, kızartma yağı % 110 ve petrol<br />
fiyatı % 70 oranında arttı. Bunlar ayaklanmalara ve<br />
Suharto’nun 1998 yılında devrilmesine neden oldu.<br />
Bu durum, halk ayaklanmalarına yol açabileceği<br />
endişesi nedeniyle, yerel egemen sınıf için tehlikeli<br />
hale gelmeye başladı. Arjantin’de ulusal toplu pazarlık<br />
sisteminin kaldırılması ve işverenlerin istedikleri<br />
zaman işçilerini atabilmeleri yönünde yasalarda<br />
değişiklikler yapılması şart koşuldu.<br />
58
SORU 10: IMF uluslar üstü özerk bir kuruluş<br />
mudur, yoksa büyük devletlerin kontrolü altında<br />
mıdır<br />
Hem IMF hem de DB sapkın ya da şeytani kurumlar<br />
değiller ama izledikleri politikalar da özerk politikalar<br />
değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere<br />
büyük sermayenin araçları konumundalar. Politikaları,<br />
neo-liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade<br />
kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve<br />
eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist hükümetleri, IMF<br />
ve DB’ nı neo-liberal programları izlemeye zorlayan<br />
şey ise küresel kapitalizm. Bu iki kuruluş küresel<br />
kapitalizmin bürokratik metaforları konumundadırlar.<br />
Daha spesifik olmak gerekirse, IMF zengin ülke<br />
hükümetlerince özellikle de ABD Hazinesince kontrol<br />
edilmektedir. Görüntüde 186 ülkenin ortak bir örgütü<br />
olsa da, New York Times’ın da bir tarihte tanımladığı<br />
gibi ABD Hazinesinin çoban köpeği (lab dog) gibi<br />
davranıyor. Temelde IMF, ABD’nin, kendi belirlediği<br />
ekonomi politikalarına diğer ülkeleri razı etmede<br />
kullandığı bir örgüt konumundadır. Nitekim Baltimore<br />
Sun Gazetesinin, 18 Haziran 1981 tarihindeki bir<br />
tespiti her şeyi anlatıyor:<br />
“Bazen, ABD yatırımlarının doğrudan dikte<br />
ettirilmesindense, çok taraflı ajansları kullanmak<br />
daha iyidir.”<br />
Nitekim 1990’ların sonlarındaki Güney Kore krizi<br />
sırasında, bu ülke’nin doğrudan IMF’ye gitmeyip,<br />
ABD Hazinesi’ne gitmesi, istediği krediyi alması,<br />
bunun rüşveti olarak da ABD’li büyük sermaye<br />
gruplarına çok büyük imkânlar tanıması IMF’nin<br />
bağımsız, uluslar üstü, özerk bir kuruluş olmadığının<br />
somut bir örneğidir.<br />
Keza, 2008 krizi sonrasında, ABD Hazinesi’nin<br />
Pakistan’ da uygulamaya konulan daraltıcı IMF<br />
koşullarını gevşettirmesi şaşırtıcı olmadı. Çünkü<br />
nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde,<br />
Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi<br />
sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle<br />
daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin<br />
bölgesel çıkarları açısından iyi olmazdı. Bu nedenle<br />
de IMF, Pakistan’da faiz oranlarının düşürülmesine<br />
karşı çıktığı bir sırada, bütçe açığının % 3,4’ten %<br />
4,9’a çıkartılmasına evet demek durumunda kaldı.<br />
IMF’nin özerkliği konusunu daha iyi tartışabilmek<br />
için tarihe bakmakta yarar var. 2. Dünya Savaşı<br />
sonrasındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve<br />
bağımsızlıkçı hareketlerin yükselişi sömürgeciliğin<br />
sona ermesine neden olmuştu. Ancak emperyalizm<br />
59<br />
yok olmadı, sadece spotlarını değiştirdi. Önceki<br />
sömürgeler resmi bağımsızlıklarını kazansalar<br />
da gerçekte politikaları ve ekonomi politikaları<br />
emperyalistlerce ve büyük sermaye tarafından<br />
şekillenmeye devam etti. Sosyalistler, resmi olarak<br />
bağımsız, ancak ekonomik olarak emperyalizm<br />
tarafından kontrol edilen bu ülkelerin bu çelişkili<br />
durumlarını anlatmak için bu ülkeler için yarı sömürge<br />
tanımını kullanırlar. Bu durumu Jesse Jackson, Afrika<br />
Uluslar Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle<br />
özetler: “Emperyalistler eskiden mermi ya da urgan<br />
kullanırlardı, şimdi ise DB ve IMF’ yi kullanıyorlar”.<br />
Bugünkü emperyalist hegemonya ekonomiktir ve<br />
bu dünya piyasalarının kontrolüyle, ÇUŞ’ ların<br />
gücüyle, uluslar arası finansal kurumlarla ve yoğun<br />
bir askeri güçle muhafaza edilmektedir. Gerektiğinde<br />
emperyalizm, piyasaları koruyabilmek için, askeri<br />
olarak da müdahale etmektedir. Fantastik bir teknoloji,<br />
büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü<br />
barındıran bu şirketler ve büyük kapitalist hükümetler<br />
dünyanın kaderini belirlemektedirler. Kendi güçlerini<br />
ve karlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik<br />
kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde<br />
görmektedirler. Emperyalist sermaye bu bağlamda<br />
IMF, DB ve DTÖ’ nü, kendi sınıfsal çıkarlarına<br />
hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali<br />
hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için<br />
kullanmaktadır. Yani, IMF ve DB’ nın, emperyalizmin<br />
güçlü birer enstrümanı olarak yarı sömürge dünyanın<br />
ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde<br />
kullanıldığını ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda,<br />
daha önce ele aldığımız ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’<br />
küresel sermayenin yarı sömürge ülkeleri yönetmede<br />
kullandığı politik bir şantaj şeklidir.<br />
Aşırı birikim ve aşırı üretimden kaynaklanan kar<br />
oranlarındaki azalma ve bunun türev sonucu olarak<br />
yetersiz talep sorunu, neo-liberalizmin, az gelişmiş<br />
dünyayı hem ucuz işgücü hem de yeni pazarlar<br />
olarak emperyalist sermayenin hizmetine açmasıyla<br />
sonuçlanmıştır. Böylece, ÇUŞ’ lar ürünlerini girdikleri<br />
ülkelerin yerli üreticilerden daha ucuza satarak<br />
ekonomileri ele geçirebilmişlerdir. IMF üzerinden<br />
yürütülen neo- liberal kemer sıkma programlarının<br />
yerel üreticiler için verilen sübvansiyonlara, küçük<br />
çiftçilere verilen yardımlara ve küçük işletmelere<br />
verilen desteklere bulaşmasının da ana nedeni budur.<br />
Böylece, serbest ticareti öngören neo-liberalizm<br />
yoksul ülkelerin insanları için bir felaket olurken,<br />
serbest ticaret görüntüsü altında, ÇUŞ’ lar bu ülkelerin<br />
zenginliklerine el koydular ve bu serveti Batının büyük<br />
bankalarının kasalarında depoladılar. Gerçekte, IMF,
DB ve DTÖ destekli olarak hayata geçirilen böyle<br />
bir süper ekonomik dominasyon, geçmişte yürütülen<br />
doğrudan ırkçı sömürgeciliğin gizlenmiş bir şeklidir.<br />
SORU 11: Bu örnekler, IMF’ nin sadece özerk<br />
değil, aynı zamanda demokratik olmayan bir<br />
yapısının da olduğunu göstermiyor mu IMF<br />
geçmişte, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünü<br />
desteklemişti. Yakın dönemde de bu tür antidemokratik<br />
iktidarları desteklediği oldu mu<br />
IMF, geçtiğimiz aylarda Honduras’taki darbeci<br />
hükümete 150 milyon ABD doları ve 9 Eylül’de 14<br />
milyon ABD doları tutarında kredi verdi. Dünyadaki<br />
hiçbir hükümet ya da örgütün, DB, BM ya da bölgesel<br />
kalkınma bankasının bu darbeci askeri hükümeti<br />
tanımamasına ve hatta verdikleri mali destek ve<br />
kredileri durdurmasına rağmen, IMF’nin darbenin<br />
hemen ardından darbecilere destek vermesi IMF’nin<br />
politik arenadaki konumunu da ortaya koymaktadır.<br />
IMF’nin bu tutumu aslında kurulduğu tarihten bu yana<br />
onun temel gözetmeni olan ABD ‘nin politikalarıyla<br />
uyumludur. Honduras’taki darbenin ardından, ABD<br />
Hükümeti bu ülkeye doğrudan verdiği 18 milyon<br />
ABD dolarlık yardımı keserken, IMF üzerinden<br />
bunun 10 katını vermiştir. Aynı IMF, geçen Kasım<br />
ayında bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş<br />
başkanı Zeleya Hükümeti ile yapılmış olan Standby<br />
anlaşmasını, ekonomi politikaları konusunda anlaşma<br />
sağlanamadığı gerekçesiyle, durdurmuş ve krediyi<br />
kesmişti.<br />
Aslında IMF’ nin anti-demokratik iktidarları<br />
desteklemesi yeni değil. 1970’li yıllarda Filipinlerdeki<br />
diktatör Marcos’a ve Zaire’de diktatör Mobutu’ ya da<br />
destek vermişti.<br />
Darbeci hükümetlere destek verme konusunda son<br />
derece cömert davranan IMF aynı ilgiyi demokratik<br />
halk iktidarlarına göstermemiş, hatta kredilerini onları<br />
cezalandırmada bir araç olarak da kullanmıştır.<br />
Örneğin, Nikaragua’da 1979 yılında yapılan<br />
Sandinista devriminin ardından hem IMF hem de DB,<br />
devrimin tüm L. Amerika’ya yayılacağı endişesiyle,<br />
bu ülkeye vermekte oldukları tüm kredileri kestiler.<br />
Sandinista Hükümeti, halkın da desteğiyle bazı<br />
şirketleri millileştirdi, okuryazarlık kampanyası,<br />
sağlık ve ucuz gıda gibi halkının lehine olan projeleri<br />
başlattı. ABD, IMF ve DB’ nı Nikaragua’ya hali<br />
hazırda verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmeye<br />
zorladı ve bunu başardı. Ayrıca devrilen diktatörün<br />
borçlarının da hemen ödenmesini talep etti ve yeni<br />
kredi verilmesini engelledi.<br />
Keza, aynı ABD, Meksika’nın Nikaragua’ya yaptığı<br />
petrol satışlarını durdurdu, kontr-gerilla ordusunu eğitti<br />
ve finanse etti. Bundan 12 yıl sonrasında, 1992 yılında,<br />
bir muhafazakâr hükümet iş başına geldiğinde ise, her<br />
iki kuruluş da kolları sıvayarak ekonomiyi tamamıyla<br />
dönüştüren bir destek programı uygulamaya başladı.<br />
Köylüler tarafından daha öncesinde el konulmuş olan<br />
topraklar tekrar büyük toprak sahiplerine geri verildi,<br />
millileştirilmiş şirketler özelleştirildi, daha öncesinde<br />
bedava olan sağlık ve eğitim hizmetleri kısmen<br />
özelleştirildi ve kamu işçileri yığınsal olarak işten<br />
çıkartıldı. Bugün bu ülkenin borç stoku GSYİH’ sının<br />
6 katı tutarında, nüfusun % 74’ü yoksul, % 60’ ı işsiz<br />
ve beş yaşın altındaki çocukların % 30’u yeterince<br />
beslenemiyor.<br />
Keza, IMF 2002 yılında Venezüella devlet başkanı<br />
Chavez’e karşı yapılan, ancak sadece birkaç saat<br />
ayakta kalabilen askeri darbenin hemen ardından,<br />
darbecilere her türlü mali desteği vermeye hazır<br />
olduklarını açıklamıştı.<br />
Tüm bu örnekler uluslar arası politika arenasında IMF’<br />
nin, ABD’ nin emperyalist hegemonyasının devamı<br />
için bir araç olarak da kullanıldığının göstergesidir.<br />
IMF’nin, karar alma mekanizması anlamında, iç<br />
işleyiş biçimi de demokratik değildir. Bunun ana<br />
nedeni, sermaye payı anlamında kota ve oy hakkı<br />
dağılımıdır. Buna göre, en büyük beş kotaya ve oy<br />
hakkına sahip ülkeler sırasıyla; ABD (% 17.09 ve %<br />
16.77 ) , Japonya ( % 6.12 ve % 6.02), Almanya ( %<br />
5.98 ve % 5.88), Büyük Britanya ve Fransa’dır (her<br />
biri % 4.94 ve % 4.85). İkinci büyük grup ülkeler ise,<br />
Çin (% 3,72 ve % 3,66), S. Arabistan (% 3,21 ve %<br />
2,69) ve Rusya’dır ( % 2,73 ve % 2,69). Türkiye’nin<br />
payı ise sırasıyla % 0,55 kota ve % 0,55 oy hakkıdır.<br />
Azgelişmiş diğer ulusların payları da % 001 ile %<br />
1 arasında değişmektedir. Böylece oyların % 40’ı en<br />
büyük beş ülkeye aittir. S.Arabistan, Çin ve Rusya’yı da<br />
içine kattığımızda oyların % 50’sini bulan bir kısmının<br />
ve veto hakkının büyük ülkelere ait olduğu görülür.<br />
Bu durum uluslar üstü bir kurum görüntüsündeki<br />
bu örgütün aslında zenginler kulübünün bir örgütü<br />
olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu açıdan<br />
azgelişmişlerin gerçekte IMF kararlarında söz hakkı<br />
yoktur. Bu ülkeler için toplantılara katılmak sadece bir<br />
ritüel gereğidir. 2008 krizi sonrasında azgelişmişlerin<br />
kotasının üç katına kadar çıkartılabilmesine imkân<br />
veren değişikliğin ise hiçbir işe yaramayacağı açıktır.<br />
60
SORU 12: IMF’ nin değişmekte olduğu doğru<br />
mudur Doğruysa bu değişikliği nasıl yorumlamak<br />
gerekir<br />
IM F’nin değişmekte olduğu iddiaları Nisan 2009’da<br />
toplanan G20 Londra Zirvesi ve yine aynı yıl yapılan<br />
IMF İstanbul Zirvesi sonrasında dillendirilmeye<br />
başlandı.<br />
Değişimle ilgili olarak, öncelikle, bu yıl ikinci baskısı<br />
yapılan ‘Kapitalizmin Krizi’ adlı kitabımda da geniş<br />
olarak yer verdiğim gibi, G20 Londra Zirvesi’nden<br />
çıkan kararların iyi okunması gerekli. Bu zirvede bir<br />
araya gelen G20 ülkelerinin li derleri krize karşı küresel<br />
işbirliğinin koordinasyonu anlamında, hem IMF’nin<br />
mali gücünü ve rolünü artırmaya, hem finansal piyasaların<br />
regülasyonuna, hem de dünya ticaretine ilişkin<br />
bir dizi ka rar aldılar. Bu kararlar özetle:<br />
— Güvenin tesisi, istihdam ve büyümenin<br />
canlandırılabilmesine yö nelik olarak ortak eylem<br />
planı,<br />
—Finansal denetim ve regülasyonların<br />
güçlendirilmesine yöne lik olarak finansal sistemin<br />
regülasyonuna ve gözetimine ait bir reform taslağı,<br />
— IMF ve Dünya Bankası üzerinden sağlanan,<br />
finansman miktarını 850 milyar ABD dolarına<br />
artırmak, IMF kaynaklarını üç misli artı rarak 750<br />
milyar ABD dolarına çıkartmak ve toplamda 250<br />
milyar ABD dolarlık bir dış ticaret finansmanı<br />
sağlamak;<br />
— IMF’nin Esnek Kredi Kolaylığı (FLL) koşullarının<br />
ve Dünya Bankası’nın az geliş miş ülkelere dönük<br />
uygun kredilere erişim koşullarının yumuşa tılması,<br />
— 2011 sonunda IFIS-IMF kota reformu ve Dünya<br />
Bankası’nın reformu (<strong>2010</strong>), IMF ve Dünya<br />
Bankası’ndaki istihdamın liyakata göre yapılması,<br />
IMF stratejisi ve sorumlulukla rının belirlenmesinde<br />
fon guvernörlerinin daha fazla inisiyatif al malarının<br />
sağlanması,<br />
— Küresel ticaret ve yatırımların geliştirilmesi,<br />
korumacılığın ön lenmesine yönelik olarak ülkelerin bir<br />
yıl için korumacılığa baş vurmamaları doğrultusunda<br />
2008 Kasım’ında alınan kararın <strong>2010</strong> yılına kadar<br />
uzatılması,<br />
— Adil ve sürdürülebilir bir canlanmanın<br />
sağlanabilmesine yöne lik olarak, Milenyum Kalkınma<br />
Hedefleri’ne bağlılık, düşük gelir li ülkelere Sosyal<br />
Sorum luluk Fonu adı altında, 50 milyar ABD dolarlık<br />
bir fon tahsisi, IMF’nin imtiyazlı kredilerinin limitleri<br />
ve kapasitesinin artırılabilmesi için altın rezervlerinin<br />
bir kısmının satılması, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün<br />
krizin yoksullar üzerin deki etkilerini izleyen bir<br />
mekanizma oluşturması ve daha yeşil bir üretim<br />
dünyasının sağlanması biçimindeydi.<br />
İstanbul IMF Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiri<br />
de ise, IMF’nin kuruluşu sırasında yer alan temel<br />
amaçlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmediği<br />
vurgulandı. Bu klasik amaçlar sırasıyla; Uluslararası<br />
ticaretin geliştirilmesini, böylece büyüme ve istihdam<br />
yaratılmasını teşvik etmek, döviz kuru istikrarını<br />
sağlayarak uluslararası açık ödeme sisteminin<br />
devamını sağlamak ve ödemeler bilânçosu sorunlarına<br />
yönelik olarak gerektiğinde ülkelere, yeterli miktarda<br />
döviz kredisi vermek.<br />
Aynı toplantıda bu amaçlara ilave olarak 2008 krizine<br />
karşı yeni eylem planları açıklandı. IMF’nin iyiye<br />
doğru değişmekte olduğu yorumlarına neden olan da<br />
işte bu fiili durumun beraberinde getirdiği öneriler ve<br />
alınan kararlardır. Bunlar sırasıyla;<br />
— Azgelişmiş ülkelere yönelik kredilerin artırılması:<br />
Bu çerçevede IMF 2008 yılından bu yana Beyaz Rusya,<br />
Macaristan, İzlanda, Letonya, Pakistan, Polonya,<br />
Romanya Sırbistan, Sri Lanka ve Ukrayna’ya yönelik<br />
olarak 160 milyar ABD dolarlık rekor bir taahhütte<br />
bulundu.<br />
— Azgelişmiş ülke ekonomileri için yeni bir kredi<br />
hattının oluşturulması: Küresel finansal kriz<br />
nedeniyle ülkelerin yaşadıkları likidite problemlerinin<br />
çözümüne yönelik olarak yeni bir kısa vadeli likidite<br />
kolaylığı uygulaması başlatıldı. Kolombiya, Polonya<br />
ve Meksika gibi ülkeler bu krediler için başvuruda<br />
bulundular.<br />
— Sosyal korumaya önem verilmesi: IMF olabildiğince<br />
sosyal harcamaların korunacağını açıkladı. Örneğin,<br />
Pakistan’da yoksullara yönelik nakit transferleri ve<br />
elektrik sübvansiyonları sunulacağı ileri sürüldü.<br />
Çok tartışılan yapısal reformların, krizden en<br />
fazla etkilenen kesimleri gözetecek bir biçimde<br />
tasarlanacakları açıklandı.<br />
— Çok düşük gelirli ülkelere yönelik kredilerin<br />
artırılması: IMF bu tip ülkelere yönelik finansal<br />
yardımlarını iki katına çıkarttı. 2008 yılında bu tip<br />
ülkelere yönelik yardımlar 1,5 milyar ABD doları iken<br />
bu rakam Temmuz 2009 itibariyle 2,9 milyar ABD<br />
doları olarak gerçekleşti. Ayrıca SDR’ler aracılığı ile<br />
yaratılacak olan 250 milyar ABD dolarlık kaynağın<br />
18 milyar dolarının bu tip ülkelere yöneleceği ve bu<br />
paranın, ülkelerin rezervlerinin güçlendirilmesinde ya<br />
da ödemeler bilânçosu problemleri nedeniyle ortaya<br />
61
çıkan nakit ihtiyacına yönelik olarak kullanılabileceği<br />
dile getirildi.<br />
— Kredi koşullarının kolaylaştırılması: Geçmiş<br />
dönemlerde Fon, program çerçevesinde belirlenen<br />
amaçlarla doğrudan ilgili olmamakla beraber ülkenin<br />
uzun dönemli gelişimi için gerekli olabilecek şartları<br />
anlaşmalara dâhil etmekteydi. Bundan böyle,<br />
kredilerin bağlandığı şartların kolaylaştırılacağı ve<br />
yalnızca ülkelerin cari dönemde yaşadıkları ekonomik<br />
sorunların çözümünün hedefleneceği açıklandı.<br />
IMF’nin avukatlığına soyunmuş yayın organları da<br />
IMF’nin değiştiğini söylüyor. Örneğin The Economist’<br />
e göre, IMF yeni bir görünüme büründü. Buna göre,<br />
IMF artık sadece Wall Street ve Avrupa bankaları<br />
için değil, dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar için<br />
çalışacak. Bunu da, hem kaynaklarının 1,1 trilyon<br />
ABD dolarına çıkartılması, hem de işleyiş biçiminde<br />
önerilen bazı değişikliklere ve IMF’ nin giderek<br />
daha çok azgelişmişlerin sorunlarına yöneleceğinden<br />
hareketle savunuyor.<br />
Yani, IMF’ye sanki dünya çapında “son borç verici<br />
kurum” anlamında bir dünya merkez bankası rolü<br />
veriliyor. Üç katına çıkartılmış kaynaklarıyla IMF şu<br />
ana kadar oynadığı rolü daha önce ayak basmadığı<br />
bölgelere doğru genişletmeyi düşünüyor. Tarihinde<br />
ilk kez IMF bu yaygınlıkta klasik koşullarına bağlı<br />
olmayan kredi tahsisi yapmayı planlıyor. Bu durum<br />
onu resesyonda kredi enjeksiyonu yapma anlamında<br />
son borç verici konumuna yaklaştırıyor ve haklı olarak<br />
da bugünkü gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında<br />
Bretton Woods anlaşmasıyla kıyaslanıyor ve G20<br />
Londra Zirvesi sonucunda BW benzeri bir yeniden<br />
yapılanmaya gidilip gidilemeyeceği tartışılıyor.<br />
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, IMF’nin değiştiğine<br />
ilişkin yorumlara esas teşkil eden bu kararlar,<br />
krizdeki dünya ekonomisinin kumanda ve kontrolünü<br />
tamir etmeye yönelik olduğunu kararlardır. Ancak,<br />
IMF kaynaklarını artırmaya dönük bu 1,1 trilyon<br />
ABD dolar lık plan, 600 trilyon ABD dolarlık türev<br />
borç piyasasındaki toksik borçlarla ilgili hiçbir şey<br />
söylemiyor ve bu toksik borçlar finansal sistem için<br />
yeni kriz riskler oluşturmaya devam ediyor. Bu durum<br />
son borçlanıcı rolü verilen IMF’ nin de en önemli<br />
kısıtını oluşturuyor. Nitekim IMF son olarak, finansal<br />
sistemin zararının <strong>2010</strong> yılında 4 trilyon ABD dolarını<br />
bulacağını açıklamıştı. Söylentilere göre, IMF daha<br />
yüksek rakamlar telaffuz etmeye hazırlanıyor. Böyle<br />
bir ortamda finansal piyasaların pusulası niteliğindeki<br />
güvenin nasıl tesis edileceği ve IMF’nin bu işin<br />
kaptanlığını nasıl becerebileceği ciddi bir sorundur.<br />
Kaldı ki, 1,1 trilyon ABD dolarlık enjeksiyon, fabrika<br />
kapanmaları ve iflasları durdurmak, istihdam yaratmak,<br />
konutların el değiştirmesini durdurmak ve<br />
ihtiyaç içindeki üçüncü dünya ülkelerine yardım için<br />
kullanılmayacak, çalı şan sınıflara veya yoksullara<br />
gitmeyecektir. Bu para kriz nedeniyle iflasın eşiğine<br />
gelmiş kapitalist devletlere borç olarak verilecektir.<br />
Bunu yaparken de IMF, her zaman olduğu gibi,<br />
krizlerin bedelini ihtiyaç halindeki ülkelerin kapitalistlerine<br />
değil, işçilerine, köylülerine ve<br />
yoksullarına ödettirecektir. Nitekim Kriz sonrasında<br />
yapılan çok sayıda kredi anlaşması bunu ortaya<br />
koymuştur.<br />
Ayrıca, bu trilyon ABD dolarlık fon, IMF’nin<br />
kamusal yoldan fonlanmasıyla sağlanmış olan bir<br />
fondur ve özel bankaların hizmetine sunulacaktır.<br />
Kriz nedeniyle bankalara borç geri ödemelerini<br />
yapamayan ülkeler bu sözü edilen fondan kredi alarak<br />
bu borçlarını ödemeye çalışacaklar. Böylece, aslında,<br />
G20 bir adımda IMF’nin kreditör ve gelecekteki borç<br />
tahsildarı rolünü yeniden zorunlu, vazgeçilemez bir<br />
hale getirmiştir.<br />
Washington Uzlaşması yıllarından bu yana IMF’ nin<br />
kötü isminin nedeni, kalkınmayı destekleyen bir acente<br />
olmaktan ziyade bir banker gibi davranmasıydı. Krizle<br />
mücadele konusunda yapılan resmi açıklamaların<br />
tersine, krizin kendisi eski IMF’ nin yeniden dünyaya<br />
gelmesinde ebelik görevi yaptı. Yani kriz yeni IMF’<br />
yi doğurttu. IMF’ ye örneğin 3 trilyon ABD doları<br />
dahi verilmiş olsaydı, çöken dünya talebini ayağa<br />
kaldırma konusunda bir farklılık ortaya çıkmazdı.<br />
Bu 3 trilyon ABD doları efektif talebi ve istihdamı<br />
ayağa kaldırmayı finanse etmek için değil, kriz içinde<br />
olan ve geri ödemelerini yapamayan hükümetlere<br />
yapılacak kredilendirmede bir donanım faktörü olarak<br />
kullanılacaktı. Bir başka deyimle G20 ülkelerinin<br />
IMF kaynaklarını güçlendirme kararı bırakın düğümü<br />
çözmeyi konuya değinmiyor bile.<br />
1,1 trilyon ABD dolarlık kaynağın bir kısmı aslında<br />
sanıldığı gibi ihtiyaç halindeki ülkelere kredi<br />
biçiminde de verilmeyecektir. Bunun 250 milyar<br />
ABD doları, dünya ticaretine yöneliktir, ancak bu<br />
bir harcama şeklinde değil, sigor ta şeklindedir.<br />
İhracatçının parasını alamaması durumunda sağlanan<br />
bir ödeme garantisi niteliğinde bir destektir. Yani,<br />
250 milyar ABD dolarlık ticari kredi sigortası, mal<br />
bedellerinin ödenmemesi durumunda ihracatçıları<br />
kurtarmak için sunulmaktadır. Vergi mükelleflerinin<br />
cebinden çıka cak olan bu para, istihdamı korumak,<br />
kamulaştırma yapmak ya da gıda ve ilaç sübvansiyonu<br />
için kullanılmayacaktır.<br />
62
Nitekim IMF, 2009 yılında 283 milyar ABD dolarlık<br />
bir kredi tahsisi yaptı, ama bunun büyük kısmı zengin<br />
ülkelere, bir kısmı yükselen piyasalara ve sadece 20<br />
milyar ABD dolarlık kısmı yoksul ülkelere ayrıldı.<br />
Dolayısıyla IMF’ ye sunulan bu yeni kaynak<br />
imkânı, aslında mevcut krediler, yeni bir dış ticaret<br />
sigorta sistemi ve IMF’nin para basması imkânı dışında<br />
bir yenilik de içermemektedir. Artık sadece<br />
finans kapital için değil, aynı zamanda azgelişmiş<br />
ülkelerin sorunlarının çözümü için çalışacağı iddiası<br />
ise tutarsızdır. Bu iki grup arasındaki uzlaşmaz<br />
nitelikteki bir çelişki uluslararası sermaye tarafından<br />
kurdurulup, denetlenen, güçlendirilen bir kurumca<br />
nasıl çözümlenebilecektir Kaldı ki, hala hedge<br />
fonlar ve vergi cennetleri gibi Anglo-Sakson finansal<br />
modelin temel dayanaklarına karşı bir duruş bile<br />
sergilenememiştir. Bankaları kontrol etmekte başarısız<br />
kalan mekanizmalar şimdi hedge fonları nasıl kontrol<br />
edebilecektir<br />
Bu anlamda G–20 toplantılarından çıkan IMF’nin<br />
yenilenen rolü, bir göz boyama niteliğindedir. Bu<br />
rolde dünyanın ezilen, sömürülen, yoksul halklarının<br />
durumlarını iyileştirici bir yenilik mevcut değildir.<br />
Siyah Obama ile ABD emperyalizmi ne kadar insancıl<br />
olduysa, G–20 sonrası IMF’ de o kadar insancıl<br />
olacaktır.<br />
SORU 13: IMF’ den umutlu olanlar bu<br />
kurumun reforma tabi tutulması ve hedeflerinin<br />
daha da netleştirilmesiyle yararlı bir kurum<br />
haline getirilebileceğini ve eski hatalarını<br />
tekrarlamayacağını ileri sürüyorlar. Bunlar size<br />
inandırıcı geliyor mu<br />
Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir. IMF<br />
geçmişte, yardıma ihtiyacı olan birçok ülkeye, pek<br />
çok yanlış politika dayatıp onları daha da sıkıntıya<br />
soktu. 2008 krizinden sonra bunu sürdürdü. Örneğin,<br />
ekonomisinin % 18 küçüleceğini tahmin ettiği<br />
Letonya’da IMF, beklenenin aksine devalüasyona<br />
karşı çıktı. Oysa devalüasyon Letonya ekonomisi için<br />
daha iyi olabilirdi. Çünkü devalüasyon yapılmayınca<br />
geriye sadece ekonomiyi küçültmek ve reel ücretleri<br />
düşürmek kaldı. Aynı yanlışı IMF 1999–2002 derin<br />
krizi sırasında Arjantin’de de yapmıştı.<br />
IMF geçmişte de, örneğin Stiglitz gibi bazı iktisatçılar<br />
tarafından, bütün azgelişmiş ülkelere aynı formatta<br />
reçeteler yazmakla suçlanıp eleştirilmişti. Oysa az<br />
gelişmiş ülkeler dahi kendi içlerinde homojen bir<br />
yapıya sahip değiller. Öyle ki enflasyonun talep<br />
63<br />
mi yoksa maliyet enflasyonu biçiminde mi olduğu<br />
ülkelere göre değişmekte, bu da anti enflasyonist<br />
önlemleri kökten değiştirebilmektedir. Bu bağlamda<br />
“Yapısal İktisatçılar” adı verilen bir grup Latin<br />
Amerikalı iktisatçı, ABD’ nin Latin Amerika’yı yanlış<br />
analiz ettiğini, arz yönlü bir enflasyonun varlığına<br />
rağmen IMF’ nin ısrarla bu ülkelere talep düşürücü<br />
politikalar dayatarak, bu ülkeleri daha da daralttığını,<br />
hatta stagflasyona soktuğunu iddia ettiler.<br />
Her ülkeye aynı reçetenin yazılması şu tür sorunlara<br />
da neden oldu: AGÜ’ ler henüz hazır olmadan, bazen<br />
de sömürgecilik dönemlerindeki gözdağı siyasetiyle,<br />
piyasalarını uluslar arası sermayeye açmak zorunda<br />
kaldılar. Bu açılımdan faydalananlar ise gelişmiş<br />
kapitalist ülkelerin çok uluslu şirketleri oldu. Standart<br />
Yapısal Uyarlama Politikaları, AGÜ hükümetlerinin<br />
kendi ekonomilerini idare etme imkânlarını ellerinde<br />
aldı ve bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk daha<br />
da arttı.<br />
Şu ana kadar yapılan eleştiriler dışında, IMF’<br />
nin benimsemiş olduğu iktisadi felsefeye, temel<br />
paradigmaya ve temel aldığı modele yönelik ciddi<br />
eleştiriler yapmak da mümkündür.<br />
IMF politikalarının temelinde ‘Finansal<br />
Programlama Modeli’ adı verilen bir model yatıyor.<br />
Bu model ağırlıklı olarak Monetarist bir felsefenin<br />
ürünüdür. Ancak Howard gibi bazı iktisatçılara göre,<br />
model saf Monetarist bir model olmaktan ziyade<br />
Monetarist, Keynesyen ve Yeni-klasik serbest piyasa<br />
yaklaşımlarının eklektik bir ürünü.<br />
Modele göre, gelişmekte olan ülkelerde görülen<br />
ödemeler dengesi sorunları, iç kredi hacmindeki<br />
artışın para arzını artırmasıyla ortaya çıkan parasal<br />
bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla,<br />
kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması,<br />
bu açığın kamu sektörüne sağlanan merkez bankası<br />
kaynaklarından karşılanması ve para talebi veri iken<br />
bunun para arzını artırması sonucunda enflasyon<br />
oluşmakta ve beraberinde de ödemeler dengesi<br />
açıkları ortaya çıkmaktadır. Böylece IMF programı<br />
uygulayan bir ülkenin yapması gereken ilk iş, iç kredi<br />
hacmini daraltmak (hem özel sektöre hem de kamu<br />
sektörüne yönelik) ve buna neden olan bütçe açıklarını<br />
kapatmak ya da azaltmaktır. Ayrıca yaklaşım döviz<br />
kurunun ödemeler bilançosu üzerindeki etkilerinden<br />
yola çıkarak, ödemeler bilançosunu dengeleyebilmek<br />
adına hemen hemen bütün programlar için devalüasyon<br />
yapılmasını şart koşmaktadır.<br />
Böylece toplam arz ile toplam talep arasındaki<br />
dengesizliğin çözümü, toplam talebin toplam arz
teşhis konulmakta ve yanlış tedavi yöntemleri<br />
uygulanmaktadır. IMF’nce alınan bu önlemler ise<br />
doğaları gereği daraltıcı olup, istihdam, üretim ve gelir<br />
azalmasına ve gelir dağılımında hızlı bozulmalara<br />
neden olurlar, bu da yoksulluğu artırırlar.<br />
Reform konusuna gelince, son krizle beraber küresel<br />
finansal sisteminin reforma tabi tutulması yönünde<br />
talepler ve baskılar artmaya başladı. Ancak, bu<br />
krizdeki durum, 1990’ların krizlerinden farklı. Çünkü<br />
bu kriz AGÜ’ler kadar zengin ülkeleri ve geçmişteki<br />
adaletsiz dünya düzeninden büyük fayda sağlayan<br />
ekonomileri de etkiledi. Ayrıca geçmiştekilerden<br />
farklı olarak, AGÜ’ lerin reform konusundaki sesleri<br />
biraz daha fazla çıkıyor.<br />
IMF ve DB içindeki insanların kendileri de, reforma<br />
tabi tutulmaları gerektiğini dillendirmeye başladılar.<br />
Örneğin, Dünya Bankası başkanına göre G7 işlemiyor,<br />
daha çok ülkenin katıldığı büyük bir gruba ihtiyaç var.<br />
seviyesine çekilmesini sağlayan bir istikrar<br />
programıyla mümkün olabilmektedir. IMF’ye yapılan<br />
temel eleştirilerden birisi bu noktada oluşur. Buna göre<br />
talep yönlü baskı gereğinden fazla abartılmaktadır.<br />
Kendisini ağırlıklı olarak ‘Yapısalcı Görüşler’<br />
olarak ifade eden bu eleştiriye göre gelişmekte olan<br />
ülkeler talep yönlü olmaktan ziyade arz yönlü bir<br />
baskı altındadırlar. Bu nedenle de gelişmekte olan<br />
ülkelerdeki üretim yapısından kaynaklanan (yapısal)<br />
sorunlara sırt çeviren ve istikrarsızlığı talep fazlasında<br />
arayan IMF politikaları başarılı olamamaktadır.<br />
Yapısalcı görüşlerin dayandığı temel nokta azgelişmiş<br />
ülkelerdeki üretim (arz) ve talep yapısının katılığıdır.<br />
Böylece talep yapısı yeterince esnek olmadığı sürece<br />
para arzının daraltılmasının enflasyonu düşürme<br />
yönündeki etkisi çok zayıf olacaktır. Ayrıca kamu<br />
harcamaları da çok katı bir görünüm sergilemektedir.<br />
Böylece faizlerin serbest bırakılması ve kredi hacminin<br />
daraltılması biçimindeki sıkı para politikaları özel<br />
tüketim ve kamusal harcamaları kısmaktan ziyade,<br />
özel yatırım harcamalarının düşmesine neden olacak<br />
ve bu da uzun vadede üretim ve istihdamın düşmesine<br />
yol açacaktır. Böylece gelişmekte olan ülkelerdeki<br />
hali hazırda mevcut olan yapısal sorunlar giderek<br />
tırmanacaktır. Bu da ekonominin uzun vadede döviz<br />
yaratma (ihracat) kapasitesini daraltacak ve ödemeler<br />
dengesi sorunlarının daha da ağırlaşmasına neden<br />
olacaktır.<br />
Kısaca, temel aldığı iktisadi felsefenin tutarsızlığı<br />
nedeniyle üretimden kaynaklanan sorunların göz<br />
ardı edildiği böyle bir durumda hastalığa yanlış<br />
Fransa devlet başkanı ve AB dönem başkanı Sarkozy,<br />
IMF ve DB’ nda temel reformlar yapılması çağrısında<br />
bulundu. Bu çağrı, yeni bir finansal mimari için olduğu<br />
kadar, eriyip yok olmaya başlayan bu iki kurumu<br />
kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilmelidir.<br />
Sarkozy’ nin önerisi, uluslar arası bankacılık<br />
sisteminin daha sıkı denetlenmesi ve devletlerarasında<br />
zararlı vergi rekabetine neden olan vergi cennetlerinin<br />
ortadan kaldırılmasını içeriyor. Ancak burjuva<br />
hükümetlerin liderlerinin ve OECD gibi örgütlerin<br />
benzer önerileri 20–30 yıldır yapmakta olduğunu da<br />
unutmamak gerekir. Yani, bu yeni bir şey değil.<br />
Ayrıca, Sarkozy’ nin adeta ikinci bir Bretton Woods<br />
toplanması yönündeki talebini ciddiye alabilmek<br />
için o ve diğer liderlerin, az gelişmiş ülkelerin<br />
hem IMF hem de DB’ nda daha fazla söz hakkına<br />
sahip olma yönündeki taleplerine sahip çıkmaları<br />
gerekiyor. Bilindiği gibi Stiglitz gibi reformist<br />
iktisatçılar, azgelişmişlerin daha iyi temsil edilmesi,<br />
daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi<br />
yönetişim konularını uzun zamandır tartışmakta,<br />
ancak aynı zamanda da bu kurumların bunu<br />
sağlayacak temellerinin olmamasından dolayı, bu<br />
kurumları özellikle de IMF’ yi ikiyüzlü davranmakla<br />
suçlamaktadırlar.<br />
Diğer taraftan, ABD, Kasım 2009 ortalarında finansal<br />
krizi tartışmak amacıyla G20 ülkelerine bir toplantı<br />
daveti yaptı. Gayrı resmi yapılanmasına rağmen,<br />
G20 ekonomileri ’ dünya GSH’ sının % 90’ını, dünya<br />
nüfusunun % 80’ini temsil ediyorlar (en yoksul % 20<br />
yani 160 ülke hiç temsil edilmiyor ). Bu toplantıda<br />
AGÜ’ ler ve Avrupalı ülke temsilcisinin bir kısmı<br />
64
olası temel reformları tartışmak istediler, ama ABD<br />
ve yanındakiler sadece mevcut krize ve onunla<br />
ilgili olarak alınması gerekli kısa vadeli önlemlere<br />
odaklanılmasını sağladılar. Bu saptırma görüşmelerin<br />
etkinliğini azaltan faktörlerden birisi oldu. Ardından,<br />
Birleşmiş Milletlerin Kasım 2009 sonunda<br />
düzenlediği, “kalkınmanın finansmanı” konulu daha<br />
çok katılımcıyı içeren (192 üye ülke) bir konferans ise<br />
nedense medyada çok az yer bulabildi.<br />
Ağırlıklı olarak bazı AB ülkelerince ve AGÜ’<br />
ler tarafından talep edilen bu değişikliklerin her<br />
hangi birisi etkin olarak gerçekleşebilir mi Ya da<br />
gerçekleşse dahi ne değişir Örneğin, Nisan 2008’de<br />
toplamda zengin ülkelerin oy haklarının % 3’ünden<br />
vazgeçerek, bunun % 2’sini yükselen piyasalara ve<br />
% 1’ini de diğer AGÜ’ lere devretmesi konusunda<br />
karar verilmişti. Ancak, açıktır ki bu çok şey değil<br />
ve bu kriz daha fazla şeyin ve daha anlamlı biçimde<br />
ve daha derin olarak yapılması gerektiğini ortaya<br />
koymaktadır. Bu yapılır mı, iyimser olmak çok zor.<br />
Eğer tarih iyi bir göstergeyse, güç ve açgözlülüğün<br />
iyi fikirleri yok ettiğini çok iyi biliyoruz. Sistemden<br />
faydalananların, sistem değişikliklerini kabul etmeleri<br />
zordur. Ya da kendileri lehinde olan değişiklikleri<br />
kabul etmeye yanaşırlar ki, bu da herkesin iyiliğine<br />
olmayacak bir değişikliktir. Yani reformlara karşı<br />
sistemin kendi içindeki egemenler tarafından bir<br />
direniş söz konusudur.<br />
Soru 14: Yani, IMF’nin reforma tabi tutulmasına<br />
bizzat zengin ülkelerin direnç gösterdiklerini<br />
söyleyebilir miyiz<br />
Evet. Çünkü sırasıyla G20 Nisan zirvesi ve 26<br />
Haziran 2009 tarihli BM’ in “Kalkınma Üzerinde<br />
Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinin Etkileri”<br />
konulu konferans sırasındaki gelişmeler bunu<br />
ortaya koydu. İlkinde zengin ülkelerin mevcut kriz<br />
konusunda alınacak anlamlı önlemleri destekleyeceği,<br />
ikincisinde ise daha uzun dönemli ve daha anlamlı<br />
önlemlerin hayata geçirilebileceği ümit ediliyordu.<br />
İlk toplantıyı bir kenara bırakın, ikincisinde de AGÜ’<br />
lerin belki de ilk defa seslerini yükseltebilecekleri<br />
ve reformlarını masaya koyacakları bu konferansta,<br />
zengin ülkeler reformlara yanaşmadılar. Tam tersine,<br />
az gelişmişlerden gelen haklı taleplere direndiler. İşin<br />
acı yanı, ciddi bir değişiklik olmamasına ve IMF’ ye<br />
ve DB’ na daha fazla para akıtılması kararına rağmen,<br />
Nisan G20 zirvesi büyük medyada çok olumlu bir<br />
şekilde yer bulabildi.<br />
Hatırlayalım, G20 Zirvesi sonrasında IMF, yeni<br />
kaynak anlamında 500 milyar ABD doları, 250 milyar<br />
yeni SDR sunumu sağlayarak aslan payı aldı. SDR<br />
65<br />
tahsisi efektif olarak yeni para basmak demektir.<br />
Bunun 100 milyar ABD doları yükselen piyasalara<br />
ve az gelişmiş ülkelere giderken, toplamda 1,1 trilyon<br />
ABD dolara yükselen kaynaktan dünyanın en yoksul<br />
49 ülkesine sadece 50 milyar dolar tahsis edilecek. Bu<br />
toplam tahsisatın % 5’ inden az bir orana denk düşüyor.<br />
Güçlendirilmiş bir IMF’ nin yoksul ülkeler için bir<br />
anlam ifade etmediğinin de açık bir göstergesidir bu.<br />
IMF kaynaklarındaki bu büyük artışa rağmen, IMF<br />
‘nin şu ana kadarki kurtarma paketlerinin ardından<br />
uygulattığı kemer sıkma politikalarını sonlandıracağına<br />
ilişkin açık bir taahhüt de söz konusu değil. Çünkü<br />
krizle beraber verilen birçok reçete, geçmişte<br />
eleştirilmiş olan reçetelerle aynı: Kemer sıkma ve<br />
krizde en çok ihtiyaç duyulan kamu harcamalarında<br />
kısıntılar. IMF’nin öne sürdüğü koşullar, IMF’nin 10<br />
yıl önceki Asya finansal krizlerinden ders almadığını<br />
da ortaya koyuyor.<br />
G20 zirvesi sonrasında yayımlanan tebliğ ise uluslar<br />
arası finansal kurumların(IFI) yönetişim reformlarıyla<br />
ilgili yeni hiçbir şey söylemiyor. Bankacılıkla ilgili<br />
düzenlemelerde elle tutulur somut gelişmeler yok.<br />
AGÜ’ lerin oy haklarının artırılarak daha fazla<br />
seslerinin çıkmasını sağlayacağı ileri sürülen<br />
değişiklikler ise sadece lafta kalmış gibi gözüküyor.<br />
IMF’ nin reforma tabi tutulabileceğini ve<br />
iyileştirilebileceğini savunanlar yukarıda<br />
açıkladığımız iktisadi felsefenin geçerliliğini<br />
sorgulamaksızın, onu veri alarak, yeni IMF’ nin görev<br />
tanımının iyi yapılmasıyla daha faydalı olabileceğini<br />
savunmaktadırlar. Bunlara göre IMF’nin yeni<br />
dönemde görevleri sırasıyla; ulusal politikaları<br />
nedeniyle ödemeler bilânçosu sorunları yaşayan<br />
ülkelere yardımcı olmak; küresel bir rezerv havuzu<br />
oluşturmak; makro düzeyde basiretli bir denetçi<br />
olmak; büyük ülkelerin izlediği politikaların neden<br />
olduğu risklere karşı uyarılarda bulunmak ve uluslar<br />
arası sistemin reforme edilmesini koordine etmek.<br />
Yani, reformistlerce IMF’ye hem GÜ hem de AGÜ’<br />
lerin ekonomi politikalarını izleme konusunda daha<br />
büyük yetki verilmek istenmektedir. Fakat aynı<br />
IMF yakın geçmişte 1990’ların borsa balonu ve son<br />
konut balonunu önceden görüp izleyememişti. Bu<br />
geçmişi varken ve AGÜ’ ler konusunda yanlış çok<br />
sayıda politika izlediği bir gerçekken, IMF’ye böyle<br />
bir genişletilmiş işlev, yani resesyondan çıkarken<br />
ülkelere sıkı makro ekonomi politikaları izletme<br />
yetkisi verilmeli midir<br />
Diğer yandan, 2008 küresel krizi sonrasında ortaya<br />
çıkan durum kapitalizmin bekası için ‘küresel bir
eserv sisteminin’ kurulmasını gerekli kılmaktadır.<br />
Çünkü krizden sonra ABD doları güçsüz bir küresel<br />
değer biriktirme aracı haline geldiğinden, dünyanın<br />
ABD doları esaslı bir rezerv sisteminden uzaklaşması<br />
söz konusu olabilir. Az gelişmiş ülkelerin krize etkin<br />
bir biçimde yanıt vermeyi sağlayacak ilave kaynakları<br />
yok, yani yardıma ihtiyaçları var. Ancak, az gelişmiş<br />
ülkelerin halkları yeni borç tuzaklarına düşmek<br />
istemiyorlar. Bu nedenle de bu ülkelerin güvenini<br />
kazanacak çok çeşitli ve yeni dağıtım kanalları, yeni<br />
kredi kolaylıkları gerekli, ayrıca yardımın büyük<br />
kısmı hibe biçiminde verilmeli. Ama uluslar arası<br />
finans kapitalin böyle bir yaklaşımı benimsemesini<br />
beklemek için safdilli olmak gerekir.<br />
Ayrıca, bu tür iyileştirici (!) önlemler konusuna<br />
da dikkatli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu<br />
tür öneriler aslında emekçiler açısından yoksulluk,<br />
işsizlik ve beraberindeki zulüm dışında şu ana<br />
kadar bir şey getirmemiş olan bir sistemin ve onun<br />
kurumlarının yeniden umut haline getirilmesine de<br />
hizmet edebilmektedir.<br />
SORU 15: IMF’ nin bundan böyle az gelişmiş<br />
ülkelere daha fazla miktarda ve daha iyi koşullu<br />
kredi vereceği doğru mu<br />
IMF belki de tarihinde ilk kez bu çapta bir koşulsuz<br />
kredi tahsisi yapıyor. Bu durum onun son borç verici<br />
işleviyle uyumlu. Ama bu bir radikal değişiklik değil.<br />
Çünkü IMF kurulduğu 1944 yılından bu yana ilk kez<br />
bu denli bir küresel finansal kriz ve resesyonla karşı<br />
karşıya kaldı. Bu nedenle de otomatik olarak uluslar<br />
arası finans kapital onu küresel bir merkez bankası<br />
rolü oynamaya doğru zorlamaya başladı.<br />
Aslında, IMF’ nin 2001 krizi sonrasında Türkiye’ye<br />
verdiği ve o döneme kadarki en büyük kredilerin<br />
başında gelen Standby kredilerinin de koşulları<br />
eskilere göre yumuşatılmıştı, ama bu kredilerin<br />
büyükçe bir kısmı fiilen yabancı bankaların batan<br />
Türk bankalarıyla ilgili alacaklarını tahsil etmede<br />
kullanıldı.<br />
Yani, 2008 krizi sonrasında IMF’ nin küresel krize<br />
karşı daha etkin tedbirler alması zorunluluğu kendisini<br />
açıkça dayattığından, IMF bu yönde bir dizi kararlar<br />
aldı.<br />
Bunlardan ilki, daha önce de vurgulandığı gibi,<br />
azgelişmiş ülkelere verilen IMF kredilerinin hacim<br />
olarak artırılmasıydı. Öyle ki, 2008 yılından bu yana<br />
IMF, bu ülkelere toplamda 160 milyar ABD dolarlık<br />
bir kredi taahhüdünde bulundu. Sadece Meksika için<br />
taahhüt edilen 47 milyar ABD doları ve Polonya için<br />
20,5 milyar ABD dolarıdır. İkinci olarak, azgelişmiş<br />
ekonomiler için yeni bir kredi hattı oluşturuldu. Bu<br />
yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığından şu ana kadar<br />
sadece Kolombiya, Polonya ve Meksika yararlandı.<br />
Üçüncü olarak, çok düşük gelirli ülkelere yönelik çok<br />
düşük faizli krediler ve finansal yardımlar hacim olarak<br />
artırılarak iki katına çıkartıldı. Ama çok düşük gelirli<br />
ülkelerin büyüyen IMF kredi pastasının kırıntılarıyla<br />
yetinmek durumunda kalacaklarını vurgulamıştık. Son<br />
olarak, kredi koşullarının kolaylaştırılacağı açıklandı.<br />
Uygulamada ise, 2008 krizi sonrasında verilen IMF<br />
kredilerinin sadece bir kısmının eskiye göre sıkı<br />
para ve maliye politikalarına bağlı kılınmadığı ya da<br />
sadece bir kısmında politika sıkılığının gevşetildiği<br />
görülmektedir. Büyük bir kısım kredi yine Standby<br />
kredileri statüsü altında eski bildik kemer sıkıcı<br />
politikalara bağlı olarak verilmiştir. Nitekim kriz<br />
sonrasında kredilendirilen 41 ülkenin 31’i ile yapılan<br />
kredi anlaşmaları Ortodoks sıkı para ve maliye<br />
paralarını şart koşmuştur. Kalan 10 ülke ise Polonya,<br />
Meksika, Kolombiya’nın aralarında bulunduğu<br />
nispeten gelişmiş ülkeler ya da yükselen piyasalar<br />
olarak tabir edilen ülkelerdir.<br />
SORU 16: Sözü edilen ülkeler hangi ülkeler ve<br />
bunlara ne tür koşullar dayatıldı<br />
Bu ülkeler daha ziyade Gürcistan, Ukrayna, Letonya,<br />
Romanya, Macaristan, Ermenistan, İzlanda, Pakistan,<br />
gibi ülkeler.<br />
Bunlar içinde en çarpıcı örneklerden birisi Aralık<br />
2008’de IMF ile 1,7 milyar Euro’luk bir Stand by<br />
anlaşması yapmak durumunda kalan ve % 17,2 resmi<br />
işsizlik oranıyla İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik<br />
oranına sahip bulunan Letonya’dır.<br />
Bu ülke IMF ile yaptığı Standby anlaşması gereğince,<br />
bütçe açıklarını IMF’nin istediği düzey olan % 4’e<br />
çekebilmek için kamu hastanelerinin yarısını, kamu<br />
okullarının bir kısmını kapatma taahhüdünde bulundu<br />
ve bunları uygulamaya başladı. Hali hazırda bütçesi<br />
% 40 oranında daraltıldı. Buna rağmen, bütçesini<br />
yeterince kısmadığı için Mart 2009’da IMF’ den<br />
verilmesi beklenen 200 milyon euroluk tahsisatını<br />
alamadı. Bunun üzerine, öğretmen maaşları ve<br />
emeklilerin maaşları % 10 ile % 70 arasında azaltıldı,<br />
<strong>2010</strong> yılından itibaren artık emekli maaşları enflasyona<br />
endekslenmeyecek. KDV oranları % % 21’den %<br />
23’ e çıkartılırken, petrol ve alkollü içkiler üzerinden<br />
66
alınan özel tüketim vergisi oranı artırıldı. Aylık özel<br />
geçim indirimi 90 lot’tan 35 lota düşürüldü. <strong>2010</strong><br />
yılında bütçe açıklarının daha da aşağı çekilebilmesi<br />
için GSYİH’ nın % 4’ü oranında vergi artışı ve<br />
harcama kısıntısı yapılacağı taahhüt edildi. Tarıma<br />
verilen vergisel teşviklerin azaltılması planlanıyor.<br />
Gider kısıcı tedbirler olarak ise, yapısal uyumun<br />
gerçekleştirildiği bakanlık ve kamu kurumlarının<br />
bütçelerinde GSYİH’ nın % 1,5’i tutarında kesintiye<br />
gidildi.<br />
Bu politikaların da etkisiyle, Letonya’nın GSYİH’<br />
sı 2009 yılının ilk çeyreğinde % 18 daraldı (2008’in<br />
son çeyreğinde % 10,3 daralmıştı). Bu, IMF’nin<br />
acı reçetelerinin günümüzde de sürdüğünün tipik<br />
örneğidir. Oysa IMF kredilerinin işleri daha da<br />
zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verildiği<br />
ileri sürülmektedir.<br />
IMF kredilerinin eski sıkı koşullarının sürdüğünün<br />
kanıtı diğer bir Standby anlaşması Ukrayna ile<br />
yapılan anlaşmadır. Bu ülkede de bütçe açığının %<br />
4’e çekilmesi şart koşulmuş ve bunun için; doğal gaz<br />
ve elektrik fiyatlarına % 20 dolayında zam yapılmış,<br />
kamusal mal ve hizmet sunumunda kısıntılara<br />
gidilmiş, kamu çalışanlarının ücretlerine zam<br />
yapılmayacağı kararlaştırılmış, başta enerji dağıtım<br />
firmaları olmak üzere bazı KİT’lerin özelleştirilmesi<br />
hızlandırılmış, sıkı para politikası uygulanması sözü<br />
verilmiş, bu arada beş özel bankanın kurtarılması<br />
kararlaştırılmıştır.<br />
Bugün Ukrayna adeta resesyon ve IMF koşullarının<br />
pençesinde kıvranıyor. IMF, resesyonla sarsılan<br />
Ukrayna’nın 2009 yılı sonunda talep ettiği 2 milyar<br />
ABD dolarlık acil yardım kredisini <strong>2010</strong> bütçesini<br />
basiretli bir biçimde hazırlamadığı ve yaklaşan<br />
devlet başkanlığı seçimi için politik bir uzlaşma<br />
sağlayamadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Oysa<br />
Hükümetin, Rusya’ya olan doğal gaz borcunu ve<br />
memur maaşı ve emekli maaşlarını ödeyebilmek için<br />
bu paraya ihtiyacı vardı.<br />
Ukrayna Maliye Bakanı Ihor Umansky, IMF ile<br />
görüşmeleri <strong>2010</strong> yılı başlarında tazeleyeceklerini<br />
ancak bu yılın sonundan önce taze bir IMF kredisi<br />
almanın mümkün olmayacağını açıkladı. IMF ise<br />
2009 yılında, GSYİH’ sı % 15 oranında daralmış<br />
olan bu ülkeye hali hazırda 11 milyar ABD doları<br />
kredi verdi, ancak reformların yetersizliği ve politik<br />
kavgaların derinleşmesi nedeniyle yardımı Kasım<br />
2009’ da dondurdu. Hükümet yetkilileri eğer ülkenin<br />
finansal sıkıntısı artarsa bunun diğer bölgelere de<br />
yayılacağını ileri sürdü. Avrupa bankalarının Ukrayna<br />
pazarındaki payının % 40 dolayında olması, durumu<br />
iyice kötüleştiriyor.<br />
Bu arada, Ukrayna Merkez Bankası’nda 27 milyar<br />
ABD dolarlık bir rezerv olması Hükümete kaynak<br />
transferi yapılabileceği anlamına gelse de, bu rezervler<br />
IMF parasıyla sağlandığı için rezerv düzeyinin aşağı<br />
çekilmesi izni IMF’ den çıkmadığı sürece bu paranın<br />
Hükümete bir faydası yok. Bu rezervler 2008 yılında<br />
% 40 oranında değer kaybeden ulusal paranın yeniden<br />
istikrara kavuşmasını sağlamıştı.<br />
Bir başka sorunlu ülke olan Romanya ile yapılan<br />
Standby anlaşması daha da çarpıcı maddeler içeriyor.<br />
Bu ülkede 2009 yılında % 7,3’lük bütçe açığı hedefine<br />
ulaşabilmek için GSYH’ nın % 0,8’ine denk gelen<br />
bir mali daralma gerçekleştirilmesi planlandı. Bu<br />
bağlamda, cari harcamalar için aylık tavanlar belirlendi,<br />
personel harcamalarının kısılması için acil önlemler<br />
devreye sokuldu ve kamu çalışanlarının ücretleri %<br />
15,5 oranında düşürüldü. <strong>2010</strong> yılında bütçe açığının<br />
% 6 seviyesinin altına düşürülmesi planlandığından,<br />
personel harcamaları daha da kısılacak, emeklilik<br />
reformu ile sosyal güvenlik kuruluşlarına yönelik<br />
transfer harcamaları düşürülecek, bazı mal ve<br />
hizmet alımlar durdurulacaktır. Gelirler yönünde<br />
ise emlak vergilerine yönelik düzenleme ile vergi<br />
tabanı artırılırken aynı zamanda da petrol ve tütün<br />
mamullerinin ÖTV’ leri artırılacak.<br />
67<br />
Ayrıca bu anlaşmayla uzun dönemde, gerçekleştirilecek<br />
reformlarla kamu kesiminin etkinliğinin artırılması<br />
hedeflenmektedir. Bu reformlar yedi alanda<br />
yoğunlaşacak: i) kamunun yeniden yapılandırılması<br />
kapsamında kamu çalışanlarının payının azaltılması,<br />
ii) emeklilik reformu, iii) mali sorumluluk yasasının<br />
yürürlüğe konulması, iv) kamusal girişimlerde<br />
reforma gidilmesi, v) mali hesap verilebilirlik<br />
adına yerel yönetimlerle olan finansal ilişkilerin<br />
yeniden yapılandırılması, vi) vergi idaresinde
etkinliğin artırılması, vii) daha verimli sosyal yardım<br />
programlarını geliştirilmesi.<br />
Macaristan’da benzer politikalar hayata geçirilmeye<br />
başlanmıştır. Buna göre, 2009 yılı bütçe açığının<br />
% 4 oranında tutulması planlandığından, kamu<br />
harcamalarını kontrol altına alacak tedbirler<br />
yürürlüğe konulmuştur. Bu bağlamda, yerel yönetim<br />
harcamalarının kontrol altına alınması, eğitim<br />
harcamalarının demografik eğilimlere göre azaltılması<br />
ve belli sübvansiyonların azaltılması hedeflenmiştir.<br />
Ayrıca kamusal ulaşım harcamalarında da kısıntıya<br />
gidilmektedir. Ayrıca ÖTV oranları artırılmış ve<br />
vergi dışı kamu gelirlerinde artış sağlamak için KİT<br />
ürünlerine zam yapılmıştır.<br />
Öncelikle, 24 Ocak 1980 kararlarının en yoğun bir<br />
biçimde uygulamaya konulduğu Özal döneminden<br />
başlayarak, yani 1983 yılından, 2009 yılı üçüncü<br />
çeyreğine kadar yapılan dış borçlanmaya baktığımızda<br />
çok çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. Öyle<br />
ki, bu 27 yıllık dönem boyunca Türkiye kamu ve özel<br />
sektör dış borç servisi olarak toplam 520 milyar ABD<br />
doları civarında dış borç servisi yapmıştır. Bunun 377<br />
milyar ABD doları anapara olup, 141 milyar ABD<br />
doları faiz ödemesidir.<br />
Bu borç servisinin 324 milyar ABD dolarlık kısmı<br />
yani % 62’si 2002 yılından bu yana yani AKP<br />
iktidarı döneminde yapılmış olup, bunun içinde faiz<br />
ödemelerinin tutarı 71 milyar ABD dolarıdır.<br />
Krizden etkilenen ülkelerin başında gelen İzlanda’da<br />
ise finansal sektöre yönelik birçok tedbirin yanı sıra<br />
2009 yılında % 14’e ulaşan bütçe açığını aşağıya<br />
çekebilmek için orta vadeli bir mali uyum kanunu<br />
çıkartılarak kamu harcamalarında özellikle de<br />
sermaye yatırımlarında kısıntıya gidilmesi, böylece de<br />
faiz dışı fazla verilmesi hedeflenmiştir. 2013 yılında<br />
vergi gelirlerinin GSYİH’a olan oranının % 32’ye<br />
çıkması hedeflendiğinden vergi yükü artırılacaktır.<br />
Bu bağlamda, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının<br />
artırılması, tüketim üzerinden alınan vergilerin<br />
daha da ağırlaştırılması ve teşviklerin kapsamının<br />
daraltılması planlanmıştır.<br />
Yukarıdaki kredilendirme örneklerine, kemer sıkmaya<br />
yönelik sıkı para ve maliye politikası uygulamaları<br />
damgasını vururken aynı IMF, ABD’nin telkinleriyle<br />
Pakistan’ da koşullarını gevşetmiş, hatta 2011 yılında<br />
KDV’ye geçiş ve sigaranın vergisinin artırılması<br />
gibi önlemlerin dışarıda tutulduğunda, genişletici<br />
sayılabilecek maliye politikalarının uygulanmasını<br />
kabul etmiştir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi,<br />
nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde,<br />
Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi<br />
sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle<br />
daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin<br />
Asya’daki çıkarları açısından iyi bir politika olmazdı.<br />
Bu nedenle de IMF, Pakistan’da bütçe açığının %<br />
3,4’ten % 4,9’a çıkartılmasını kabul etti.<br />
Soru 17: Son olarak, Türkiye bir süredir yapılan<br />
görüşmelere rağmen IMF ile henüz bir Standby<br />
anlaşması imzalamadı. Sizce bunun nedeni nedir<br />
Böyle bir anlaşma gerekli midir<br />
IMF ile yeni bir Standby anlaşmasının gerekli<br />
olup olmadığını değerlendirebilmek için öncelikle<br />
Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili bazı verilere bakmak<br />
yararlı olur.<br />
68<br />
Bu veriler özellikle son 30 yıldır Türkiye’den borç<br />
anapara ve faizi biçiminde önemli bir miktarda<br />
kaynağın uluslar arası finans çevrelerine doğru<br />
aktarıldığını ortaya koymaktadır. Bu aktarma süreci<br />
özellikle AKP iktidarı döneminde hızlanmış olup, son<br />
7 yılda aktarılan değer bu döneme kadar ki kısmın iki<br />
katından fazla olmuştur.<br />
Buna rağmen Türkiye’nin dış borç stoku azalmamıştır.<br />
2009 yılının üçüncü çeyreği itibariyle toplam brüt dış<br />
borç stoku yaklaşık 274 milyar ABD dolarıdır. Bunun<br />
84 milyarı kamu<br />
(% 30,5) ve 176 milyarı özel sektöre ( % 64,5) ve<br />
14 milyarı T.C.Merkez Bankası’na aittir (% 5).<br />
Türkiye’nin böyle bir borç ödeme mekanizmasına<br />
dönüşmesinde kuşkusuz IMF’nin hem doğrudan hem<br />
de yeşil ışık anlamında dolaylı olarak payı büyüktür.<br />
Diğer taraftan, vade yapıları itibariyle, daha sorunlu<br />
olabilecek kısa vadeli borçlar toplam dış borçların<br />
sadece % 18’ini, uzun vadeli borçlar ise % 82’ sini<br />
oluşturuyor. Özel sektörde ise kısa vadeli dış borç<br />
oranı biraz daha yüksek olsa da (%25) çok büyük bir<br />
sıkıntı yaratacak gibi gözükmüyor. Ayrıca, TCMB<br />
net rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranı : % 151,<br />
toplam borç stokuna oranı % 27 civarında. 2008<br />
yılından bu yana bu rasyolarda iyileşme anlamında<br />
bir artış var. Keza, dış borç servisinin ihracata oranı<br />
% 60 ( % 75’in altında).<br />
Bu göstergeler, yukarıda ele aldığımız ve IMF ile ağır<br />
koşullarda Standby anlaşmaları yapmak zorunda kalan<br />
ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak Türkiye’nin<br />
neden rahat davrandığını bir miktar açıklıyor.<br />
Ancak, <strong>2010</strong> yılı itibariyle şöyle bir durum da söz<br />
konusudur: Bankacılık dışı reel sektörün <strong>2010</strong> yılı
sonu itibariyle ödemesi gereken dış borç miktarı (faiz hariç) 27 milyar ABD doları civarında. Bankaların dış<br />
borç ödemelerini de kattığımızda bunu 35 milyar ABD doları (faiz hariç) olarak düşünmek mümkün. Kamu<br />
kesiminin <strong>2010</strong> yılında yapması gereken faiz dâhil dış borç geri ödemesi 11 milyar ABD doları tutarında.<br />
Hazine garantili dış borç stoku ise 6,3 milyar ABD doları civarında, ancak bunun geri ödeme detayları<br />
bilinmiyor. Ayrıca kamu kesiminin 2011 ve 2012 yıllarının her birinde faiz dâhil 10’ ar milyar ABD doları<br />
dolayında bir borç servisi var.<br />
Kısaca, <strong>2010</strong> yılında kamu ve özel sektör, borç anapara ve faizi olarak 50 milyar ABD doları civarında bir<br />
dış borç geri ödemesi yapacak. Bunun dörtte üçü özel sektöre, ağırlıklı olarak da reel sektöre ait.<br />
Kanımca, burada temel sorun bu borcun çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili. Aslında 2007’den bu yana pek<br />
de sıkıntı çekmeden bu miktarda bir borç çevrilebilmiş ve sırasıyla 2007’de 49 milyar, 2008’de 53 milyar ve<br />
2009 üçüncü çeyrek itibariyle 59 milyar ABD dolarlık bir geri ödeme(faiz dâhil) yapılabilmiş. Bu nedenle<br />
de <strong>2010</strong>’da 50 milyar dolar civarındaki bir dış borç servisi yapılabilir gibi gözüküyor. Bu anlamda da IMF<br />
ile bir Standby anlaşmasına gidilmesi çok elzem gibi gözükmüyor.<br />
Bununla birlikte, IMF kredi anlaşmalarının beraberinde getirdiği ve emekçilerin aleyhine olan koşullar<br />
(özelleştirmelerin hızlandırılması, istihdamın daha da esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırma- örgütsüzleştirme,<br />
sosyal harcamaların kısılması gibi) ve bir miktar da özel sektörün daha düşük faizlerle yeni dış borç bulabilme<br />
arayışından dolayı yeni bir Standby büyük sermaye tarafından destekleniyor olabilir.<br />
Kısaca, verili Standby koşullarında IMF ile bir Standby anlaşması yapılırsa, , bu dış borçların çevrilebilmesi<br />
ihtiyacını karşılamak için değil, büyük sermayenin emek karşıtı IMF politikalarını uygulatma talebini<br />
karşılamak için yapılacaktır.<br />
Son söz olarak, Türkiye 1958 yılından bu yana IMF ile beraber. O yıl söz kesmişiz, ardından nişan ve<br />
ardından evlilik, ama 60 yıl süren bu beraberlikte ülke olarak ve özellikle de emekçiler olarak hiç mutlu<br />
olamamışız. Sadece 2000–2005 döneminde 30 milyar SDR civarında kredi kullanıp, şu ana kadar 20’ yi<br />
aşkın Standby anlaşması imzalamışız. Geldiğimiz nokta nedir Her seferinde başa sarıyoruz. Yani, IMF ile<br />
geçen 60 yıl, boşa geçmiş 60 yıl olarak değerlendirilebilir. Siz hiç IMF politikalarını uygulayarak kalkınan<br />
bir ülke gördünüz mü<br />
69
ÖLÜLERİMİZ BİR TUTAR BİZİ<br />
Osman AKINHAY<br />
...Kalkıp gitsem şimdi, ellerim<br />
pantolonumun ceplerinde, yönüme<br />
bakmadan sokakların arasına girip<br />
çıksam. Yine de bilirim, hiç karşı<br />
koyamayacağım içimdeki sesin beni nereye<br />
yönlendireceğini, koluma girip beni -en<br />
uzak ülkelere gittiğimde dahi bu şehrin<br />
adı geçtiğinde zihnimde görüntüsünün<br />
canlandığı- nereye götüreceğini. Nitekim<br />
çok geçmeden, yürümeye başlayalı yarım<br />
saat bile olmadan dikilmeye başlarım bu<br />
durağımda, fakültenin karşı kaldırımındaki<br />
lokantayla kahvenin önünde, caddeye biriki<br />
metre mesafede. Ve başımı çeviririm bir<br />
sağa, yüksek ağaçların arkasında heybetini<br />
hâlâ kaybetmemiş binaya, bir de sola,<br />
hamamın önündeki, yanından uzanan<br />
kolun tuttuğu silahı apaçık gördüğüm<br />
elektrik direğine...<br />
Taşlar vardı o gün ellerimizde, banliyö treninin geçtiği<br />
lokantanın arkasındaki açıklıkta. Akşamdan kalmış hafif<br />
bir kar tabakasının örttüğü trenyolunun kenarındaki<br />
çakılların içinden toplamıştık hepsini alelacele, kahvenin<br />
önünde kümelenmiş, saldırmak üzere bizi bekleyen<br />
grubu fark edince. Semtteki okullarda dersler bittiğinde<br />
bizim ayrı bir grup olarak otobüs durağından topluca<br />
ayrıldığımızı bildiklerinden orada hedef seçmişlerdi<br />
bizi. Tasarlanmış bir tuzaktı bu; biz onlara doğru<br />
yürümesek, arkadaki açıklıktan taş toplamak yerine<br />
onları umursamadan, gelecek ilk otobüsle gitmeye<br />
niyetlenmiş olsak dahi yine sloganlar, küfürler ve taşlarla<br />
tahrik edeceklerdi belli ki. Yirmi beş-otuz kişi vardılar<br />
o hengâmede seçebildiğim, fakat tek bir kız yoktu<br />
aralarında, doğrudan saldırmak amacıyla bizi bekliyor<br />
olduklarını bundan anlamalıydık esasında. Sonra geri<br />
çekilmeye başlayınca onlar, biz de taş atarak kovalamaya<br />
başlamıştık topluca, ama hiç ihtimal vermemiştik silahlı<br />
olmalarına, ihtimal versek de, gözlerimizle görsek<br />
de aldırmazdık ya, biraz tereddüt geçirdikten sonra<br />
yine kavgaya girerdik ya; oysa bizi üstlerine çekmek,<br />
hayatımıza kast ederek ateş açmak içinmiş koşmaları –o<br />
katilin karşısında öylesine açık bir hedeftik ki her birimiz...<br />
Sen, birkaç saniye sonraki -erken mi erken- ölümünle<br />
kaderi hepimizden ayrılacak olan, çok fark olmasa<br />
da yaşça en büyüğümüzdün, çoğumuz ikinci, üçüncü<br />
sınıftayken sen iki yıldır mezun olmanın eşiğindeydin.<br />
Üstelik evleneli birkaç ay ancak olmuştu; bir hafta önce<br />
de kantinde hep birlikte otururken vermiştin müjdeyi, çok<br />
sevdiğin karının bir aylık hamile olduğunu. O her zaman<br />
dudaklarının kenarına iliştirdiğin utangaç gülümsemen<br />
yerine, bu sefer ağzın kulaklarına varan bir sevinç içinde<br />
söylemiştin bunu. Kış aylarında üstünden hiç eksik<br />
olmayan o kalın gri pardösünü giymiştin gene, keşke<br />
canını korumaya yetseydi kalınlığı, kurşun işlemeyen bir<br />
zırh olsaydı, yetmedi ama, koruyamadı seni, tam o sırada<br />
sen de apaçık gördün mü, o melunun, elektrik direğini<br />
kendine siper ettiğini, mavi anorağı ve kalın bıyıklarıyla<br />
sağ kolunu uzatıp namluyu tam üstümüze doğrulttuğunu.<br />
Yan dönmüş olmalıydın ilk kurşunu yediğinde, yoksa<br />
ikinci mermi yandan delip geçmezdi boğazını, ya<br />
önden girerdi vücudunun başka bir yerine, ya da boşa<br />
giderdi belki, esirgerdi seni, esirgemedi ama işte, en<br />
uzun boylumuzdun da ondan dolayı doğrudan sana<br />
nişan almış da olabilirdi –anlaşılan kolayına gelmişti<br />
katilin, hiç bilemeyeceğiz bunu, yakalanmamıştı zaten,<br />
saldırganları fiilen yönlendirenlerin adları sanları bilinse<br />
bile faili meçhul kalacaktı bugüne kadar. Ve tam o ânda<br />
gözlüklerin mi fırlamıştı havaya, parmakları açılan sağ<br />
elin vurulduğunu mu haber vermek istiyordu, yoksa<br />
havadaki gözlüklerini tutmaya mı çalışıyordu, bir sıcaklık<br />
hissettin mi o esnada vücudunda, hemen anladın<br />
mı vurulduğunu, düşündün mü öleceğini –sonraları<br />
defalarca zorladım zihnimi, yüzün mü çarpılıp kasılmıştı,<br />
yoksa ben mi ekliyordum hep bu ayrıntıyı, aklımdan hiç<br />
çıkmayan o görüntüne; haykırıp yardım istedin mi, onu<br />
da hatırlamıyorum, ilk kurşun sesi duyulunca şaşkınlıkla<br />
sağa sola baktığımı, ileri doğru koşmak yerine, merminin<br />
kime isabet edeceğini görmek istercesine durup yüzümü<br />
arkaya çevirmek üzere olduğumu, sonra da solumdan,<br />
senin tarafından bir inilti gelince tehlikenin büyüklüğünü<br />
fark edip ikinci mermiden önce kendimi yola fırlattığımı<br />
hatırlıyorum ama, önüne atılan birini görünce onu<br />
70
ezmemek için sert bir fren yapan arabadan çıkan tiz<br />
sesi de, başımın hafiften otomobilin ön çamurluğuna<br />
çarptığını da hatırlamıyorum bir nebze olsun. Yanı<br />
başımda lastiğini yakarcasına bir frenle duran otomobil<br />
ile bizim arkadaşların tarafından kızlı erkekli karışık<br />
bağırış sesleri ve çığlıklar, sloganlar arasında bir bilinç<br />
kaybı, algısını kaybettiğim zamanın birkaç saniyeliğine<br />
buhar olup uçuşu, durdurulmuş bir film karesi gibi ânı<br />
sabitleyen o uğursuz zaman dilimi...<br />
Ne çok arkadaş öldü o günlerden bu yana. Ateş yanı<br />
başımıza da düştü. Her gün fakülteye beraber gidip<br />
geldiğimiz, dernekte ortak toplantılara katıldığımız,<br />
topluca ya da grupça bildiri dağıtmaya, afiş asmaya<br />
ve yazılamaya çıktığımız, birlikte nöbet tuttuğumuz<br />
arkadaşlarımız, kimisi gözlerimizin önünde, öldürüldü.<br />
Hele biri, herkes için en yakınındaki kendince en acısı;<br />
yarım saat önce okulun ortasındaki geniş salonda, üç kişi<br />
gülüşerek volta atmışken ve o bize yeni eviyle, sekiz ay<br />
sonra doğacak bebeğiyle ilgili güzel tasarılarından söz<br />
etmişken, bazı öğlenler yaprak ciğer yemeye gittiğimiz<br />
lokantanın yanında, fakültenin karşı çaprazındaki<br />
hamamın önünde iki kurşunla vurulup kaldırıma düşeni.<br />
Gün geliyor, mekân duygusu uyandırmayan, ama<br />
zaman duygusunu hatırlatmakta da ısrarcı bir boşluktan<br />
gözlerini üstüme diktiğini görüyorum onun. Özlemli<br />
bir bakış oluyor hep bu; ürpertiyor baştan aşağı. Bazen<br />
rüyama girip, bazen otobüsle bu şehirden ayrılırken<br />
aklıma düşüp, öylesine süzüyor, bir türlü indirmiyor<br />
gözkaparlarını, tek bir sinir bile oynamıyor yüzünde; fakat<br />
dudaklarının kenarındaki gülümseme hiç silinmeyecekmiş<br />
gibiyken konuşmaya da başlıyor benimle.<br />
... hepiniz.<br />
Hiçbir seferinde anlamıyorum ne demek istediğini, hep<br />
kaçırıyorum sözlerinin başını, ya da hafızamdan silinmiş<br />
oluyor rüyadan uyandığımda. Sıfatlar, deyimler, cümleler<br />
mi birbirine karışıyor, bizim bilmediğimiz bir dille mi<br />
anlatıyor derdini; ses tonu bağışlayıcı mı, itham mı edici,<br />
yoksa kayıtsız mı, çözemiyorum –fakat onun sözlerini<br />
anlamasam da gitmiyor vücudumdaki titreme. Biliyorum<br />
öldüğünü, her aklıma gelişinde ölümünün gerçekliğinin<br />
biraz daha eskidiğini düşünmeden de edemiyorum ne<br />
yazık.<br />
...şimdi...<br />
Ondan kalan, artık koyu bir sisin ardındaki bölük<br />
pörçük görüntülerden ibaret. Aradan onyıllar geçip de<br />
başka bir çağın içinde nefes alıp verdiğimizin bilinciyle,<br />
sanki zamanı geri getirebileceğ imizi kurarak telafi<br />
edebileceğimizi zannettiğimiz gerçek kaybın yerini,<br />
geçmişe dair hiçbir şeyi yeniden canlandırmanın mümkün<br />
olmadığını bilen bir hayali kayıp duygusu aldıkça ve edepli<br />
bir yas duruşunun dahi yatıştırıcı etkisini yitirdiği anlarda,<br />
kendimi ölüme yakın buluyorum en çok. Azaldıkça ayakta<br />
durma gücüm, yaslanıyorum onun ölümüne.<br />
...siz.<br />
Ölüm, geçen zamanın acıyı seyrelttiği o büyük ayrılık;<br />
ve işte ölüm, beni ya da diğerlerini değil sadece o<br />
yoldaşımızı alıyor aramızdan. Sırf bize saldıranların açtığı<br />
ateş, şavkını gördüğümü sandığım mermiler, benim ya da<br />
diğerlerinin değil onun vücuduna saplandı diye.<br />
Nedeni...<br />
Onlar, ölülerimiz, bizi asla terk etmeyeceklerini, içimizden<br />
herhangi birini hiçbir zaman bir başına bırakmayacakları<br />
nı, biz hangi istenmez yollara sapsak, hangi akıl almaz<br />
serüvenlere meyletsek de; hatta epeyidir takatimiz<br />
kesilmiş, ancak köşemize çekilip gevezelik etmeye ve<br />
biraraya gelince gençlikte yaşadıklarımızı sonsuz bir<br />
tekrarla, hep aynı şekilde birbirimize nakletmeye güç<br />
yetirebiliyor olsak da hep orada, öldükleri yerde, bizi<br />
bekleyeceklerini bildiğimiz –yoldaşlarımız.<br />
Ölülerimiz –bizim gittikçe yaşlanan zihnimizde, geçmişin<br />
hayali ile bugünün hayaleti arasında mekik dokuyup<br />
duran çehreler.<br />
Ölülerimiz –içimizdeki suçluluk duygusunu perçinleyen,<br />
hesabı sorulmadan duran, öçleri alınmamış bedellerimiz.<br />
..<br />
Sizin ölü olmanız, sizin -devrimci bir çağ için doğal<br />
karşılanan, şahsi tarihiniz içinse çok erken- bir zamanda<br />
ölmeniz, hepimizin ortaklaşa baş koyduğu bir dava<br />
uğruna sizin ölmüş, bu yolda sizin ebediyete göçmüş<br />
olmanız; biz gençlikte yürekten inandığımız davaya<br />
olgunlukta hâlâ inanıyor olmakta büyük güçlük çeker,<br />
ayağımızın altındaki zeminin nasıl, nereye kadar ve ne<br />
tarafa doğru kaydığını anlayamazken sizin bedenlerinizin<br />
çoktan toprağa karışıp çürümüş olmasıdır belki, bizi<br />
-bir topluluk olarak- hâlâ bir parça diri tutan, ya da<br />
diri kalalım diye çaba harcamayı sürdürecek gücü<br />
tazelememizi sağlayan.<br />
Gerçek ki...<br />
Tarihe mal olan, ama tarih olmasına, maziyle anılmasına<br />
gönlümüzün elvermediği bu ölümler işte, içimizdeki<br />
insanlığın aynası, değişmez tesellilerimiz.<br />
Eğer siz olmasaydınız, siz ölüp bizden ayrılmasaydınız,<br />
biz yaşlanıp gözlerimizdeki ışık azaldıkça sizin o hep<br />
genç kalan, inançlı suretleriniz, sonsuzluğu kucaklayan,<br />
ölmeden önceki sağlıklı, umutlu, bilinçli, kararlı ve atak<br />
duruşlarıyla, hayatı yudum yudum tatmayı dileyen güleç<br />
yüzlerinizle, ışıltısını da dinçliğini de kaybetmeden hep<br />
kaderimizi kolluyor olmasaydı, sizin ölümünüzden otuz<br />
yıl geçtikten sonra -tarihin ve hafızanın iyiden iyiye<br />
demode kılındığı bir çağda- bunca insanı bu şehirde,<br />
bu sokaklarda, bu lokal bahçesinde biraraya toplamak,<br />
bize baba olmadan bizi yetim bırakan sizlerin üzerinden<br />
geçmişi, bir uzak gençliği, topluca yâd etmek nasıl<br />
mümkün olabilirdi. .<br />
71
SEVGİLİ KARDEŞİM HIRANT<br />
Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu<br />
topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken<br />
anlatılan bir masal vardır.<br />
Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir<br />
parmakla basılır ve “Buraya bir kuş konmuş...” diye<br />
başlar...<br />
Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek,<br />
bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir<br />
“OPERASYON”a suç ortağı yapılarak anlatılır.<br />
“Bu tutmuş...” denilir önce.<br />
“Bu tüylerini yolmuş...” denir ardından...<br />
“Bu pişirmiş...” dedikten sonra,<br />
“Bu yemiş...” diyerek masalın vahşet boyutu iyice<br />
ballandırılır.<br />
Adını serçeden alan en küçük parmak “hani bana - hani<br />
bana” diyerek ağlamaktadır masalın sonunda.<br />
Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim.<br />
Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir<br />
iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün<br />
tedirginliğinle.<br />
Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu<br />
“OPERASYON”u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış,<br />
küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya<br />
devam ediyor.<br />
“Bu tutmuş..” denilenler var ya... İşte senin ilk katillerin<br />
onlardır, biliyoruz!<br />
Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler<br />
üzerine.<br />
Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular.<br />
Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler.<br />
Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara..<br />
Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi...<br />
“Tüylerini yolma” işini büyük bir kanperestlikle<br />
72<br />
üstlenenleri sen de biliyorsun.<br />
O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini<br />
onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. “ders gibi gerekçe”<br />
diyenler de vardı. “Yargıtayı böldüğünü” haykıranlar da.<br />
“Kanadı kırık kuş merhamet ister” diyemediler.<br />
Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır.<br />
“Pişirmek”, iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak<br />
bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu<br />
kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık<br />
gelenekleri ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını<br />
sağır, dillerini lal ettiler.<br />
Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp,<br />
önündeki engelleri temizlediler.<br />
İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden<br />
sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar.<br />
Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe<br />
pusuya düşürenler onlardır.<br />
Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez.<br />
Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel<br />
olarak semirtilip duruyorlar.<br />
“Kurban” olduklarını bilmedikleri için küspeyle<br />
beslenmelerini ikram zannediyorlar.<br />
Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran<br />
“KALLEŞTİR”<br />
Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır.<br />
Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına<br />
haykırıyoruz.<br />
Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!<br />
Kardeşler!<br />
3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz<br />
Hrant değildir.<br />
Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir.<br />
Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak<br />
demektir.<br />
Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak<br />
demektir.<br />
Madem katilleri tanıyoruz.<br />
Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.<br />
Yaşasın insanlık onuru.<br />
Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği.<br />
19 Ocak <strong>2010</strong><br />
Sırrı Süreyya ÖNDER
konuk yazarlar<br />
KIZILAY’DA BİR “HAYALET” DOLAŞIYOR!<br />
“Nerede olursan ol,<br />
İçerde, dışarda, derste,<br />
sırada,<br />
Yürü üstüne - üstüne,<br />
Tükür yüzüne celladın,<br />
Fırsatçının, fesatçının,<br />
hayının...”<br />
(Ahmed Arif, “Anadolu”.)<br />
Bugün tam 40 gün oldu… Dile kolay, Ankara<br />
ayazında, ısı sıfırlarda seyrederken, sulusepken<br />
altında, rutubetli battaniyelere sarılı, birbirlerine<br />
sokulmuş, yarı aç geçirilen geceler. Azan siyatiğe,<br />
ülsere, zorlayan böbreklere, tutulmuş bele, kronikleşen<br />
bronşite, 40 gündür ayaktan çıkmayan ayakkabının<br />
tetiklediği mantara inat… (Çoğu 40’ını, 45’ini geride<br />
bırakmış… Bir başka deyişle, yapışkan hastalıklarla<br />
birlikte yaşamayı öğrenmişler zaten.) Naylon, branda<br />
gerilmiş çatıların altında, her bir standın önündeki,<br />
içinde ıslanmış kütüklerin dumanlarını tüttürdüğü<br />
varillerin başında, plastik bardaklarda çayını<br />
yudumlayıp “4-C”yi tartışarak akan günler…<br />
Bugün ilk günden daha kararlılar.<br />
Fabrikaları bir imzayla ve 1 milyar 720 milyon<br />
dolara BAT (British American Tobacco)’ya satılırken<br />
sırtları sıvazlanmış, ağızlarına bir parmak bal<br />
çalınmıştı. “Korkmayın, biz işçi babasıyız, hakkınızı<br />
yedirmez, sizi mağdur etmeyiz… Dileyeni kamuda,<br />
muadil işlere yerleştireceğiz. Hak kaybı olmayacak.<br />
Dileyen ise özel sektöre geçebilir. Bakın bunun için<br />
şartnameyi değiştirdik bile…”<br />
Sonra… sonra birden kendilerini 4-C denilen<br />
kölelik dayatmasıyla yüzyüze buldular. Ayda 600-650<br />
TL.’ye yılda 8-9 ay çalışıp bütün özlük haklarından<br />
olmak… Yalnızca rezil bir gelir kaybına razı olmak<br />
değil, aynı zamanda 20-25 yıldır çalışarak biriktirdiği<br />
sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi haklarının gasp<br />
edilmesine seyirci kalmak…<br />
Biraz homurdanıp, yüzde 20’lere varan işsizlik<br />
tehdidi karşısında “Buna da şükür,” diyecekleri<br />
hesaplanıyordu. Ama bu ucuz hesabı yapanlar bu kez<br />
baltayı taşa vurdu. Türkiye’de Reji/Tekel işçilerini işçi<br />
sınıfı hareketi tarihinin kaynağına yerleştiren devrimci<br />
gelenekten habersizdiler besbelli. “Tütüncüler”in bu<br />
ülkenin emek mücadelesi tarihi içerisindeki seçkin ve<br />
mücadeleci yerini bilmiyorlardı. “Gelenek”, uyuduğu<br />
yerden başını kaldırdı apansız. Ülkenin işçisini,<br />
emekçisini sürüye sayanların beklemediği bir şey<br />
oldu…<br />
73<br />
Tekel işçisi Ankara’ya akmaya başlamıştı.<br />
AKP iktidarı önce meseleyi basit bir asayiş<br />
sorunu olarak algıladı. İki gaz bombası, üç-beş cop<br />
darbesiyle dağıtılabilecek bir kuru kalabalık…<br />
Öyle olmadıklarını gösterdiler.<br />
40 gün oldu onlar Sakarya’da, Türk-İş<br />
merkezini çevreleyen sokaklarda kamp kuralı...<br />
Orayı bir “Özgürlük ve Direniş Alanı”na<br />
dönüştürdüler. Mukavva parçalarına, kartonlara<br />
kendi elleriyle yazdıkları sloganlarla donattılar her<br />
bir köşeyi. Sokakların adlarını değiştirdiler: “Osmanlı<br />
mahallesi, direniş caddesi, işkence sokak…”<br />
Günboyu dayanışmalarını dile getirmek<br />
üzere akın akın gelen öğrenciler, kadınlar, memurlar,<br />
aydınlar, sanatçılar, akademisyenler… (Bugün<br />
“Sakarya sizinle gurur duyuyor!” sloganıyla Sakarya<br />
caddesi esnafı sökün etti örneğin.) Sosyalist partilerin,<br />
kitle örgütlerinin, sendikaların karınca kararınca<br />
dayanışma nişaneleri: bir köşede ücretsiz çay dağıtılan<br />
bir semaver; elden ele aktarılan kumanyalar; torbalar<br />
dolusu ilaç, battaniye, yakacak…<br />
Kent kent ayrılmış her bir çadırda eylemci<br />
işçilerle sohbete dalmış Ankaralı devrimciler…<br />
Hemen her köşe başında üzerine çıkıp konuşulacak<br />
bir iskemle, bir cızırtılı hoparlör, bir serbest kürsü…<br />
Önlerine uzatılan mikrofona kırk yıllık sunucu<br />
rahatlığıyla içini döken, hakkını arayan, öfkesini<br />
haykıran kadın ve erkek işçiler… Birbirini tanıyantanımayan<br />
herkesin selamlaştığı, köşe başında<br />
durup hükümetin geri adım atıp atmayacağını,<br />
Türk-İş yönetiminin tavrının ne olacağını, olası bir<br />
genel greve katılımın ne kadar olacağını tartıştığı -<br />
velhasıl hayata ve kavgaya dair bir şeyleri paylaştığı,<br />
Kürtçe’yle Türkçe’nin sarmaş dolaş olduğu tıklım<br />
tıklım sokaklar…<br />
Seyyar satıcılar, büfeler, çevredeki dükkânlar<br />
havaya ayak uydurmuş. Vitrinlerinde, camlarında<br />
işçilere destek veren dövizler… Kâh yorulup dinelen,<br />
kâh binlerce ağızdan birden yükselen sloganlar:<br />
“Tekel işçisi yalnız değildir!” “Genel grev, genel
direniş!” “Ekmek yoksa barış da yok!”, “Ne istiyoruz İş! Vermeyecekler! Alacağız! Nasıl Söke söke!”<br />
“Eller şaltere, genel greve!”<br />
* * *<br />
Yıllardır, “Elveda Proletarya,” “Tarih bitti,” “Kapitalizm insan doğasına en uygun düzendir ve<br />
ebedîdir,” söylenceleriyle dilsizleştirilmişler, yıllardır kazanımları parça parça gasp edilenler, başlarını<br />
kaldırdıklarında polis copuyla, gaz bombasıyla, bastırılanlar, medyanın görmedikleri, ısrarla görmezden<br />
geldikleri, işlerini, aşlarını, geleceklerini yitirmişler… Tekel işçilerinin kendileri için de mücadele<br />
ettiğinin bilincine varıyor. Bunun yalnız ekmek değil, onur ve gelecek, onurlu bir gelecek mücadelesi<br />
olduğunu… Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bu talan düzenine “Dur” diyecek birilerinin<br />
çıkabileceğini… Bu “birileri”nin aslında “biz”den başkası olmadığını… “İşçilerin birliği sermayeyi<br />
yenecek!” sözlerinin bir peri masalından ibaret olmadığını… Emekçilerin kendi yazgılarını ellerine<br />
alırken “halkların kardeşliği”ni de gerçekleyebileceklerini…<br />
Tekel işçisi Türk-İş’in çevresindeki sokaklarda geçirdiği 38 gün içinde kendisini dönüştürürken<br />
bize de bütün bunları gösteriyor.<br />
Kızılay’da gerçekten de bir “hayalet” dolaşıyor, bugünlerde. Bastırdıklarını, yok ettiklerini, tarihe<br />
gömdüklerini sandıkları kadîm düşlerimiz dolaşıyor.<br />
Kıdemli katillerin beş yıldızlı otellerde eteklendiği, daha çaylaklarının, hepimizle dalga geçercesine<br />
yattıkları cezaevinde infaz koruma memuru olmak için sınavlara sokulduğu, Romanların kentlerden<br />
sürüldüğü, pompalı tüfekli canilerin sırtlarının sıvazlandığı şu linç günlerinde bir soluk özgürlük, eşitlik<br />
ve kardeşliğe hasretseniz eğer, mutlaka ve mutlaka, elinizde bir demet çiçek, Sakarya’nın yolunu tutun.<br />
Umutla ışıldayan gözleri izleyin, onlar sizi “olay yeri”ne götürecektir…<br />
Ahmet Telli (Şair), Şükrü Erbaş (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı-Şair), Fikret Başkaya<br />
(Akademisyen), Zerrin Taşpınar (Şair), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Temel Demirer (Yazar), Sibel<br />
Özbudun (Akademisyen), Oktay Etiman (Çevirmen), Necmettin Salaz (Yazar), Mahmut Konuk, Sait<br />
Çetinoğlu (Yazar), Adnan Caymaz (Şair), İsmet Erdoğan, Mustafa Çoban (Yayıncı), Aydın Şimşek (Şair),<br />
,Emir Ali Türkmen (Yayıncı), Adil Okay (Şair-Yazar)<br />
74
kentlerin tarihi<br />
PESSİNUS<br />
Mehmet ÖZER<br />
Bir olasılıkla bu kaygın karşılığı olarak kutsal alan<br />
Attaloslar’ca güzelleştirilmiş ve genişletilmiştir.<br />
Günümüzde hiçbir kalıntısı bulunmayan tapınağın,<br />
bugünkü caminin yanındaki evlerin altında olduğu<br />
sanılmaktadır. Pessinus başrahibi Attis’le Pergamon<br />
kralları II. Eumenes (hd. MÖ 197-159) ve II. Attalos<br />
(hd.MÖ 159-138) arasında yapılan “kutsal yazışma”,<br />
MÖ 163-157/156’da, hatta başrahipliğin Galatlar’ın<br />
eline geçtiği kısa dönemde bile kentte Pergamon<br />
etkisinin sürdüğünü, kentin politik ve askeri açıdan<br />
Pergamon’a bağımlı olduğunu kanıtlamaktadır. MÖ<br />
102’de Romalılar’ca zorla vergiye bağlanmasına<br />
karşın kent, ancak MÖ 67/66 ya da 63’te Roma’nın<br />
yardımıyla, Galatia kralı olan, yakın çevredeki<br />
Kelt topluluğu Tolistobogioi’nin tetrakh’ı (eyaletin<br />
dörtte birinin yöneticisi) Deiotaros’un yönetimine<br />
girerek özerkliğini yitirmiştir. Deiotaros, MÖ 56’da<br />
tapınağı yeniden rahiplere vermiştir. Bu, kutsal<br />
alanın o dönemde hala önemini koruduğunu<br />
göstermekteyse de Pessinus, Roma Cumhuriyet<br />
Dönemi’nin son 10 yılında saygınlığından çok şey<br />
yitirmiştir.<br />
Eskişehir’in Sivrihisar ilçesindeki Ballıhisar köyünde<br />
yer alan Pessinus, çok eski dönelerden beri Tanrıça<br />
Kybele’nin ana kült merkezi olmuştur. Efsanelere<br />
göre Kybele kültünün PHYRGİA (Frigya) Krallığı’nın<br />
kuruluşundan beri var olduğu, ilk tapınağın,<br />
hatta kentin Phrygia kralı Midas tarafından<br />
kurulduğu kabul ediliyorsa da kültün ortaya çıkışı<br />
Phryg (Frig) öncesi bir döneme rastlamaktadır.<br />
Pessinus’ta, başrahip attis tarafından yönetilen<br />
bir “tapınak-devlet” gelişmiştir. Ahamenişler’in<br />
ve Selevkoslar’ın yönetimindeki başka dinsel<br />
merkezler gibi Pessinus da MÖ 3. yy’ın ilk yarısında<br />
Phryg topraklarının Galatlar’ca (GALATİA) işgal<br />
edilmesinden sonra bile bağımsızlığını korumuştur.<br />
PERGAMON kralı I. Attalos’un (hd. MÖ 241-197)<br />
girişimiyle, MÖ 205/204’te Roma Senatosu’ndan<br />
bir elçi Pessinus’a gelerek Kybele kültünü ROMA’YA<br />
RESMEN TANITMAK AMACIYLA TANRIÇANIN<br />
KUTSAL HEYKELİNİ ÜLKESİNE GÖTÜRMÜŞTÜR.<br />
75<br />
Pessinus, MÖ 25’te Galatia’nın Roma<br />
İmparatorluğu’na katılmasından sonra, hem<br />
Tolistobogioi’un Galatia’daki hızla polis tipinde<br />
bir YUNAN kentine dönüşmüştür. Batı sınırı<br />
bilinmeyen kent güneyde Orkisto’ya kadar<br />
uzanmakta ve büyük olasılıkla Sangarios’la<br />
(b.Sakarya) sınırlanmakta; kuzeyde<br />
İstiklalbağı’ndaki Germa’yla (Germakoloneia),<br />
doğuda Çaykoz ve Karacaören köylerini de içine<br />
alacak biçimde Dindymos (b. Günyüzü) Dağı’nın<br />
batı yamacıyla çerçevelenmekteydi. Kentin kendi<br />
adına SİKKE basması Claudius döneminde (hd.<br />
MS 41-54) başlamış ve Geta döneminde (hd.209-<br />
212) son bulmuştur. Kalıntıları günümüzde de<br />
izlenebilen bir Roma yol ağının kavşak noktası<br />
olan bu dinsel merkez aynı zamanda dokuma<br />
endüstrisiyle ünlü önemli bir ticaret kentiydi.<br />
Yapıları, çoğunlukla kentin kuzeyinde 5 km<br />
uzaklıktaki İstiklalbağı’nda bulunan taşocaklarının<br />
iri daneli beyaz mermerinden inşa edilmiştir. Roma<br />
imparatorluk kültünün eyalet merkezi önceleri<br />
yalnızca Ankyra’yken (ANKARA) BÜYÜK OLASILIKLA<br />
31/32’DE Tiberius döneminde (14-37) Pessinus<br />
da kült merkezi olmuştur. 252/253’te Gotlar
Anadolu’ya girdiklerinde, aralarında EPHESOS’un<br />
da (b.Efes) bulunduğu kentlerle birlikte Pessinus’u<br />
da yakıp yıkmışlardır.<br />
362’de İmparator Iulianus’un (hd.361-363)<br />
Konstantinopolis’ten (İSTANBUL) Antiokheiaa’ya<br />
giderken Kybele’nin (Manga Mater) tapınağını<br />
ziyaret ederek sunaklarda kurban kestiği<br />
bilinmektedir. Kentte ilk Hıristiyanlar’ın ortaya çıkışı<br />
en geç 3. yy’ın ortalarına tarihlendirilebilir. Yaklaşık<br />
400’de Galatia Eyaleti, İmparator I. Theodosius<br />
(hd. 379-395) tarafından bölündüğünde Pessinus<br />
hem Galatia Salutaris’in (Secunda) başkenti hem<br />
de dinsel metropolis olmuştur. 600’lerde kentte iki<br />
Hıristiyan kilisesinin varlığı bilinmektedir: Haghia<br />
Sophia Katedrali ve Muriangeloi Kilisesi (kent<br />
dışında). Bu kiliselerin yapım tarihleri ve kesin<br />
yerleri saptanamamakla birlikte yerel müzede<br />
çeşitli arkeolojik kalıntıları toplanmıştır. 9. yy’da<br />
AMORİUM önem kazanırken Pessinus’taki dinsel<br />
metropolis giderek önemini yitirmiş, hatta 19 km<br />
uzaktaki Justinianopolis’e (b. Sivrihisar) taşınmıştır.<br />
Anadolu’nun öteki bölümleri gibi (Pessinus’un da<br />
ANADOLU SELÇUKLU egemenliğine girdiği tarih<br />
bilinmemektedir. Kentin, 14. yy’a değin Notitiae<br />
episcopatuum’da adı geçmekteyse de ele geçen<br />
en geç Bizans sikkelerinin tarihi 11. yy’ın üçüncü<br />
çeyreğini geçmemekte; bu tarih de bölgenin son<br />
yerleşim tarihi gibi görünmektedir.<br />
Ballıhisar köyü 1834’te Fransız arkeolog ve gezgin<br />
Charles Texier (1802-71) tarafından Pessinus antik<br />
kenti olarak tanımlanmıştır. 1967-73’te Gent<br />
Üniversitesi’nden Pieter Lambrechts başkanlığında<br />
bir Belçika ekibinin kazı çalışmalarını, 1976, 1983<br />
ve 1986’da aynı üniversiteden John Devreker<br />
başkanlığında yürütülen araştırmalar izlemiş,<br />
1987’de Devreker kazı çalışmalarınayenidne<br />
başlamıştır. Lambrechts’in kazı döneminde kent<br />
merkezi, özellikle de kentin güneyindeki kutsal<br />
alan ortaya çıkartılmıştır. Burada, 6x11 Korinth<br />
sütunlu (SÜTUN) ve ANTE’leri arası iki sütunlu bir<br />
giriş mekanı bulunan 13.70x24.10 m boyutlarında,<br />
PERİPTEROS bir tapınak vardır. Geç Phryg ya da<br />
Helenistik Dönem’e (YUNAN) ait eski bir yapı<br />
grubunun üstüne inşa edilmiş olan bu tapınaktan<br />
günümüze, sütunların kesme taş temelleri, KREPİS<br />
ve TEMENOS kalmıştır. Tapınağın önünde, aynı<br />
doğrultuda (doğu-güneydoğu/batı-kuzeybatı)<br />
uzanan ve yalnızca kireçtaşından temelleri<br />
korunmuş olan TİYATRO biçimli bir yapı yer<br />
almaktadır. Geç Cumhuriyet Dönemi’nin Romalı<br />
örneklerinden etkilenmiş bir “tiyatro-tapınak”<br />
oluşturan bu iki yapı, Galatia’daki geniş Tiberius<br />
programının bir parçası olarak, Ankyra’daki ve<br />
76
Antiokheia’daki (b.Yalvaç, İsparta) Augustus<br />
tapınaklarıyla aynı dönemde inşa edlimiş,<br />
imparatorluk kültünü barındıran bri Sebasteion<br />
olarak nitelendirilebilir. Kutsal alan Augustus’un<br />
ölümünden kısa süre sonra bir olasılıkla 35/36’da<br />
törenle açılmış, ancak kuzey, doğu ve güneyi<br />
çevreleyen bölümün yapımına 1.yy’ın ikinci<br />
yarısından önce başlanmamıştır. Aşağıdaki, üç<br />
yönden İon düzeninde (-DÜZEN) üç basamaklı<br />
portiklerle çevrili meydan (26.83xykş.32m) en<br />
geç Tiberius döneminin sonunda ya da Claudius<br />
döneminde yapılmıştır. İç duvarları PİŞMİŞ TOPRAK<br />
döneminde (193-211) tamamlanan geniş kapsamlı<br />
bir onarım programının parçası olmalıdır. Tapınak<br />
tiyatrosunun alt yarısının doldurulması ve<br />
tiyatronun mermer oturma sıra ve merdivenlerinin,<br />
eski ORKHESTRA’nın batı ucunda inşa edilen yeni<br />
merdiven temellerinde kullanılması da bu döneme<br />
rastlıyor olabilir.<br />
Hala bugünkü köyün ana yolunu oluşturan 11-<br />
13 metre genişliğinde ve 500 m. Yi aşan mermer<br />
döşeli bir kanal sistemi, Augustus döneminde Galos<br />
ırmağını denetim altına almak için tasarlanmıştır.<br />
çiçeklerle bezeli alçı panolarla kaplanmış olan<br />
yapıda, yalnızca doğudaki portik Dor düzeninde<br />
ikinci bir kata sahip görünmektedir. Dolayısıyla<br />
bu yapı grubu, Rodos tipi bir PERİSTİL olabilir.<br />
Tapınakta, büyük olasılıkla bir depremin yol<br />
açtığı hasarlardan dolayı 1.yy sonu ya da 2.yy<br />
başında yer yer onarımlar yapılmıştır. Aynı felaket<br />
portikli meydandaki yenilemelerin (yeni mermer<br />
döşemenin ve kuzeydeki portiğin yerine küçük<br />
mermer yapının yapılması) nedeni de olabilir.<br />
Bu değişiklikler Marcus Aurelius döneminde<br />
(161-180) başlayan ve ancak Septimius Severus<br />
Kuzeyde Severuslar döneminde yapılmış anıtsal<br />
bir takla sona eren bu sistem portikler (Augustus<br />
dönemi) çifte kolonad (2.yy) suya inen basamaklar<br />
(3.yy dan önce) ve basit iskeleler ( 1.yy ve 3.<br />
yy’lın 1. çeyreği)içermektedir. Genç Roma<br />
döneminde kolonadın yıkılmış bölümünün yerini<br />
su düzeyini ayarlayan bir hidrolik sistem almıştır.<br />
Günümüzde yalnızca CAVEA’sının (seyirci bölümü)<br />
yeri görülebilen büyük Tiyatronun yapım tarihi<br />
bilinmemekle birlikte Hadrianus döneminde (117-<br />
138) onarıldığı ya da bezendiği bilinmektedir.<br />
Anıtsal tak yakınındaki ev kompleksi müzede<br />
77
korunan büyük toprak küplerin ele geçtiği bir<br />
depo yapısı bugünkü okuulun yanında yer alan<br />
işlevi belirsiz büyük bir yapının temelleri ve<br />
tapınağın yakınındaki istinat duvarı Kentteki Genç<br />
Roma İmparatorluk döneminden kalma birkaç<br />
arkeolojik kalıntıdır. Tapınak tiyatrosu üstünde<br />
bir ev hatta bir yol yapılmak suretiyle tamamen<br />
toprakla örtülmüştür. Aşağıdaki meydansa<br />
Genç Roma ya da Erken Bizans döneminde(<br />
GENÇ ANTİK) dükkanlarda içeren bir mahalleye<br />
dönüştürülmüştür. Aynı kronolojik belirsizlikler<br />
tiyatronun üstündeki nekrapolis’te (mezarlık) yer<br />
alan ve 5.yy değin tahrip edilmemiş gibi görünen<br />
eken Roma mezarlığından devşirilmiş taşlardan<br />
yapılı oda mezarlar içinde geçerlidir. Öteki taş<br />
mezarlar bunlarla daha az çağdaş olmalıdır. Ölü<br />
yakma geleneğine bağlı mezarlar ve basit çukur<br />
mezarlar MÖ 3.yy’dan ölü gömme geleneğine<br />
bağlı tuğla mezarların yapıldığı Roma İmparatorluk<br />
Döneminin sonuna kadar kullanılmıştır.<br />
19.yy gezginlerince “Akropolis” olarak adlandırılan<br />
bölgede yapılan yeni kazılar buranın önce<br />
nekrapolis olarak kullanıldığını (MÖ 2.yy MS 5.yy)<br />
Bizans döneminde ise bir kaleye ve yerleşim<br />
alanına dönüştürüldüğünü (MS 5.yy/ 6.yy başı-<br />
11.yy) ortaya koymuştur. Buradaki mezarlar<br />
Tiyatro üstünde yer alan ve daha önce kazılmış<br />
olan nekrapolis’tekilerle az çok aynı tiptedir. Ölü<br />
yakma geleneğine bağlı basit çukur mezarlar<br />
Augustus döneminde ya da biraz öncesinden 4.yy<br />
tarihlenirken kerpiç tuğladan yapılma örnekler Geç<br />
Helenistlik Döneme (MÖ2-1.yy) tarihlenmektedir.<br />
4/5 yy’ tarihlenen URNE’li (ölü külü kabı) bir<br />
mezar bulunan en yeni örnektir. Ölü gömme<br />
geleneği Augustus döneminde hem tek hem de<br />
toplu gömülerin yapıldığı basit çukur mezarlarla<br />
başlamış görünmektedir. ¾ yy’a tarihlenen bu<br />
toplu mezarlarda en az 35 ölü saptanmıştır. Taş<br />
oda mezar tipindeki büyük aile mezarları erken<br />
imparatorluk döneminin sonlarında ya da Geç<br />
Roma İmparatorluk başlarında ortaya çıkmıştır.<br />
Bu mezarlar düzgün mermer bloklardan yapılmış<br />
en eski tiptir. İkinci tipte mezar yan duvarları kireç<br />
taşından yapılmış, örtü taşları olarak da kireç taşı<br />
y da mermer bloklar kullanılmıştır. Hepsi antik<br />
çağ’da ya da daha yakın dönemde yağmalanmış<br />
olmakla birlikte bu mezarların bir kaçı hala değerli<br />
buluntular içermektedir. En çarpıcıları 3.yy’a ait<br />
bir mezarda takıların yanı sıra ele geçen deri<br />
ayakkabılar ve dokuma parçalarıdır. Bir 4.yy<br />
mezarından elde edilen parçayla birlikte bu<br />
buluntular, Anadolu’nun dokuma teknolojisinin<br />
Bereketli Hilal’den (Ortadoğu’da, Batı ve Ortadoğu<br />
uygarlıkların doğduğu bölgede) çok Avrupayla<br />
ilişkili olduğunu gösteren bir eğitim tipine sahiptir.<br />
5.yy’lın ikinci yarısına değin kullanılan en yeni<br />
mezar grubu, kısmen ya da tamamen yazıt ve kapı<br />
taşları gibi devşirme mermer bloklardan yapılmıştır.<br />
Pessinus’taki gömülerin büyük bölümünü<br />
çocukların ve gençlerin oluşturması demografik<br />
olarak çok çarpıcıdır. Kırkbeş yaşını geçenler<br />
çok enderdir; erkek ve kadınlar eşit sayıdadır.<br />
İkinci yerleşim evresinde “Akrapolis” 5.yy sonu<br />
ya da 6.yy başından 11.yy üçüncü çeyreğine değin<br />
bir kale ve yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. 2.25-<br />
2.50m genişliğindeki geniş anıtsal savunma duvarı<br />
büyük ve düzgün kireçtaşı bloklarla ve devşirme<br />
taşlarla yapılmıştır. Duvarın bir yanı 3.10x1.85<br />
olan bir gözetleme kulesiyle son bulduğu ortaya<br />
çıkmıştır. Küçük ve düzensiz kireç taşlarından<br />
yapılmış evlerin bazılarında devşirme mermer<br />
parçalarda kullanılmıştır. En eski yapıların kaleyle<br />
aynı dönemde yapıldığı ve çeşitli yapı evrelerin<br />
varlığı anlaşılmıştır.<br />
Kireç taşı arazide pek çok yere silolar ve PİTHOS’lar<br />
(erzak küpü) için çukurlar kazılmıştır. Günümüze<br />
ulaşanların çoğu tamamen ya da kısmen korunmuş<br />
IN SITU (ilk yerinde) küpler içermektedir. Bazıları<br />
metalurji (demir ve tunç) ve dokuma gibi el<br />
sanatlarının varlığını gösteren ev ve mutfak<br />
çöpleriyle doludur. Evlerin ve atölyelerin savunma<br />
duvarına bitişik yoğunlaştığı gözlenirken, merkezde<br />
yalnızca depolama ve imalat amacıyla kullanılan<br />
hafif ahşap yapılar görülmektedir. Bir evin içinde<br />
buğday, arpa ve çok sayıda asma çekirdeğinden<br />
oluşan karbonlaşmış bitki kalıntıları bulunmuştur.<br />
Bu tip buluntular Bizans dönemindeki yerel<br />
tarımı aydınlatıcı bilgi vermektedir. Ele geçen<br />
hayvan kalıntılarının hemen hepsi koyun, keçi,<br />
sığır, domuz gibi evcil türlere aittir. Sığırın çokluğu<br />
çevrede elverişli otlakların varlığını gösterir.<br />
Av hayvanları azdır, yalnızca tavşan ve yaban<br />
domuzu kalıntılarına rastlanmıştır. Binek hayvanı<br />
ve köpek de enderdir. Pithos’lar içinde, balık<br />
omurgası ve henüz emzikteki bir domuzun eksiksiz<br />
iskeleti gibi özel buluntular ele geçirilmiştir.<br />
Prof. Dr. John Devreker *Eczacıbaşı SanatAnsiklopedisi<br />
3.Cilt yapı-endüstri merkezi yayınları<br />
78
hatırlatma defteri<br />
6 ocak 1969<br />
ABD'nin ANKARA BÜYÜK ELÇİSİ ROBERT KOMER’in MAKAM ARACI<br />
ODTÜ’DE YAKILDI<br />
Ertesi gün gazeteler olayı şöyle duyurdu: "ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer'in makam otomobili<br />
dün ODTÜ Rektörlüğü önünde bir kısım öğrenci tarafından yakılmıştır."<br />
ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu: "Her yönü ile yerilecek bir kaba<br />
kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri<br />
önünde gösteriler arasında yakıldı."<br />
ABD Büyükelçisi Komer'in basın açıklamasında ise şu ifadeler yer alıyordu: "Müttefik bir ülkenin<br />
temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği sırada,<br />
otomobilinin müfrit bir grup tarafından ateşe verilmesi üzücü bir husustur."<br />
ODTÜ Direniş Komitesi'nin bülteninde bir başka söylem yer alıyordu: "6 ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık<br />
büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi<br />
arabayı sarıverdi."<br />
Komer, Türkiye'ye kasım 1968'de gelmiş ve Esenboğa'da protestolarla karşılanmıştı. Çünkü, 'Vietnam'da<br />
çalışmış, Vietkong çetelerinin pasifize edilmesi alanında ortaya attığı fikirlerle dikkat çekmiş üst düzey bir<br />
yönetici'ydi.<br />
Bir başka deyişle, 'Vietnam'da Milli Kurtuluş Hareketi'ne karşı yürütülen sindirme hareketinin kıdemli<br />
yöneticisi, Vietnam celladı'ydı.<br />
Komer, rektöre üç kez ODTÜ'ye gelmek istediğini söylemişti. Ancak Kurdaş, "bu fırtına estiği sürece Komer'e<br />
fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7 milyon 700 bin dolar yardım yapacak bir ülkenin elçisine karşı<br />
uzak da duramazdım" diyordu. Sonunda elçiyi yemeğe davet etmiş ve davet son ana kadar gizli tutulmuştu.<br />
Öğrenciler ise bu davetin planlı olduğunu düşünüyordu: "Öğrencilerin en kalabalık olduğu saatte ve büyük<br />
bir gösteriş içinde geldi. Vietnam celladı Komer'in devrimci üniversitelilerin ocağı ODTÜ'ye gelişinin ne gibi<br />
olaylara yol açacağını tahmin etmek zor değildir."<br />
Gerisini Kurdaş şöyle yazıyor: "Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Çok geçmeden<br />
öğrencilerin toplandığı ve giderek kalabalıklaştığı haberleri geldi. Arabanın etrafındalar. Arabayı devirmeye<br />
çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…"<br />
O sırada telefon çalıyor. Arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Rektörün ifadesi ile, 'telefonda bir bacağı<br />
kopmuş kedi gibi bağırıyor'. Aralarında şu konuşmalar geçiyor:<br />
Sükan: "Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün, arabayı yaktırdın. Bütün gücümle<br />
üniversiteye giriyorum. Karşıdaki benzin istasyonunda 250 polisim bekliyor."<br />
Kurdaş: "Polisin üniversiteye bir adım bile atmasına izin vermiyorum. Girersen karşında beni bulursun."<br />
Sükan: "Elçinin orada hayatı tehlikede."<br />
Kurdaş: "Elçinin hayatı benim teminatım altında. Beni öldürmeden kimse ona dokunamaz."<br />
79
Hiçbir şey olmamış gibi yemek yeniyor. Mönü<br />
etsuyu çorba, biftek, lahana dolması, salata, meyve<br />
ve Türk kahvesinden oluşuyor. Sonra rektör, elçiyi<br />
kendi arabasıyla sefarete bırakıyor: "Yola çıkmadan<br />
önce arabayla üniversite etrafında bir tur attırdım.<br />
Zorbalığa pabuç bırakmadığımı dosta düşmana karşı<br />
anlatmak istiyordum."<br />
Öğrencilerin bir bölümü zorbalığa pabuç<br />
bırakmayacaklarını söylüyordu: "Hiçbir güç tarihin<br />
akışını durduramıyacaktır. Arkadaşlarımıza yapılacak<br />
en ufak bir haksızlık, en keskin şekilde karşılığını<br />
alacaktır. Hodri meydan."<br />
Öğrenci Birliği yönetiminde bulunan sosyal<br />
demokrat görüşlü öğrenciler ise, 'fikir olarak<br />
sosyalistlere katıldıklarını ancak arabanın yakılmasını<br />
tasvip etmediklerini' söylüyordu. Yayınladıkları<br />
bildiride şöyle diyorlardı: "Bu anarşi ortamına<br />
katılmadan ve fanatik duygularımızın esiri olmadan<br />
antiemperyalist savaşı sürdürmek istiyoruz."<br />
Öğrenci Birliği'ne göre, 'sorumluluk tüm olarak<br />
birkaç anarşist öğrencinin ve bunları dikkate<br />
almadan Komer'i okula çağıran yöneticilerindir'.<br />
Kurdaş, aynı günün akşamı İçişleri Bakanı'na<br />
telefonda şunları söylüyordu: "Şu kanıya vardım ki,<br />
arabayı siz yaktırdınız. Maksadınız polisi üniversiteye<br />
sokup, bir çatışma çıkartmak, kan akıtmak, olayı<br />
büyütmekti. Tertipçisi sizsiniz."<br />
Daha sonraki günlerde üniversite kapatıldı.<br />
Öğrencilerin başvurusu ile Danıştay üniversitenin<br />
açılmasına karar verdi. Öğrenci Birliği tutuklanan<br />
öğrencilere, kayıt harcı ödenmesi dahil katkısını<br />
sürdürdü.<br />
Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak,<br />
'büyükelçilere ait makam otomobillerinin (henüz<br />
1900 km'de 1968 model Cadillac) tahribi halinde<br />
bunların mahalli hükümetlerce tazmin edilmelerinin<br />
normal olduğunu' söyledi.<br />
Savcılık, yedi öğrenci hakkında gıyabi tutuklama<br />
kararı verdi. 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi<br />
imzaladıkları dilekçe ile savcılığa başvurarak, arabayı<br />
yakanların sadece dokuz kişi olmadığını kendilerinin<br />
de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi.<br />
80
HRANT DİNK<br />
19 Ocak 2007 tarihinde İstanbul’da Agos gazetesi önünde<br />
uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.<br />
15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu.<br />
Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise<br />
Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyüdü. Anne ve babası<br />
1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı.<br />
Anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle<br />
birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni<br />
Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi.<br />
Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda<br />
okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar.<br />
Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki<br />
Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin<br />
ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans<br />
okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada<br />
tanıştığı Silopu doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel<br />
Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri<br />
Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.<br />
Zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul<br />
Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk<br />
sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk<br />
Kampını yönetmeyi üstlendiler.<br />
1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve<br />
kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990<br />
yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu<br />
içindeki faal yaşantısına döndü.<br />
Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla<br />
Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin<br />
kritikler yazdı.<br />
1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin<br />
de teşviğiyle AGOS Gazetesi'ni kurdu.<br />
Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve<br />
yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.<br />
Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda<br />
konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi<br />
üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı.<br />
Ödüller<br />
2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından<br />
Dink’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü<br />
Ödülü” verildi.<br />
Dink’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern<br />
Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında<br />
tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü”<br />
oldu.<br />
Dink’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18<br />
Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te<br />
verildi.<br />
Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce<br />
özgürlüğü,<br />
Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü.<br />
Dink öldürüldüğünde AGOS Gazetesi’nin genel yayın<br />
yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu.<br />
Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden<br />
biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun<br />
uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya<br />
çabalıyordu.<br />
Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni<br />
halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog<br />
kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda<br />
bulunmak.<br />
Dink değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum<br />
örgütlerinde elden geldiğince görev alıyordu.<br />
81
LENİN<br />
21 OCAK 1924<br />
Üniversiteden ayrıldıktan sonra entelektüel yanını<br />
geliştirmek için çok çalıştı. 19'uncu yüzyılda yaşamış Rus<br />
aydınların, ülkenin geleceğiyle ilgili fikirlerini incelemeye<br />
ve onların eserlerini okumaya başladı.<br />
1890'da Hukuk Fakültesi'ne yeniden kabul edildi<br />
ve 1891'de okulu birincilikle bitirdi. 1892'de St.<br />
Petersburg'da avukat olarak işe başladı. 1893-1895 yılları<br />
arasında devrimci çalışmalar yaptı. Nisan 1895'te bir grup<br />
devrimci arkadaşının da desteğiyle Avrupa'ya gitti.<br />
Paris'te Çalışan Sınıfın Özgürlüğü grubuna başkanlık<br />
eden Plekhanov ile görüştü ve onu devrimci fikirlerinden<br />
yararlandı. Aynı yıl Rusya'ya geri döndü, fakat tutuklanıp<br />
15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1897'de Sibirya'ya<br />
sürgüne gönderildi.<br />
Sovyet Devrimi'nin mimarı Vladimir İliç Lenin, 1924<br />
yılında hayatını kaybetti.<br />
22 nisan 1870'te Simbirsk'te, Rusya'nın prestijli<br />
ailelerinden Ulyanov'ların üçüncü çocukları olarak<br />
dünyaya geldi. Mutlu bir çocukluk geçirdi.<br />
İlk eğitimini annesinden aldı, piyano çalmayı öğrendi.<br />
Dokuz yaşında Simbirsk Gymnasium'una gönderildi.<br />
Okulda, ileride olacağı gibi, hep liderdi. Bu özelliğiyle<br />
ilgili kız kardeşi Anna'nın hatıralarında, baba<br />
Ulyanov'un küçük oğlu Vladimir'in her şeyi kolayca<br />
öğrenebilmesinden endişe duyduğu ve onun ileride<br />
sistemli ve ciddi çalışmayı öğrenemeyeceğinden korktuğu<br />
yazar.<br />
Ağabeyi Alexander, Çar III. Alexander'a karşı giriştiği<br />
başarısız suikasttan sonra 1887'de idam edildi. Ağabeyi<br />
ve arkadaşlarının yaptığı eylem ülkede büyük ses getirdi<br />
ve üniversitelerde çarlık rejimine karşı sesler yükselmeye<br />
başladı.<br />
Aynı yıl Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi.<br />
Üniversitede öğrenciler tarafından yapılan eylemlerin<br />
elebaşını arama çalışmaları sırasında eylemciler arasında<br />
Ulyanov soyadının bulunması tutuklanmasına ve okuldan<br />
atılmasına yetti.<br />
1899 yılında ilk makalesini 'Lenin' takma adıyla yazdı.<br />
Adını değiştirmesinin nedeni devletin tepkisini daha<br />
fazla üzerine çekmemek ve kardeşinden beri devam<br />
eden Ulyanov soyadına karşı oluşan aşırı şüpheleri<br />
artırmamaktı.<br />
1898'de Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulu. 1903'de<br />
parti Lenibn'in başkanlığındaki sert solcular olan<br />
Bolşevikler ve Axelrod'un başkanlığını yaptığı ılımlı solcu<br />
Menşevikler olarak ikiye ayrıldı. İki grup da Marksist<br />
akımın güçlenmesi için çalışmalar yaptı.<br />
1905'de Menşeviklerin çalışmaları sonucunda daha iyi<br />
çalışma koşulları isteyen işçiler ayaklandı. Kanlı Pazar<br />
olarak bilinen günde binlerce işçi öldürüldü ve ayaklanma<br />
bastırıldı. Bu olaydan sonra Çar II. Nikola, Rus Meclisi'ni<br />
(Duma) açmak zorunda kaldı.<br />
1917 devrimlerinin ilki 8 mart 1917'de Kadınlar Günü'nde<br />
işçi kadınların sokaklara dökülmesiyle başladı. Diğer<br />
işçilerin de katılmasıyla isyan büyüdü. Polis ve askeri<br />
kuvvetler de isyanı bastırmaya yanaşmayınca Çar II.<br />
Nikola 15 mart 1917'de tahttan çekildi.<br />
Çar çekildikten sonra Rusya'yı liberal görüşlü Geçici<br />
Hükümet yönetmeye başladı. Hükümetin ana<br />
kadrosunda Menşevikler ve Sosyal Devrimciler<br />
bulunuyordu. Bu sırada Bolşevikler devrimle çok fazla<br />
ilgilenmiyor görünüyordu.<br />
1900'de sürgünden dönüp 17 yılını Batı Avrupa'da<br />
geçiren Lenin, 16 mart 1917'de Rusya'ya döndü.<br />
Lenin'in dönmesiyle Bolşevikler yönetimi ele geçirmek<br />
için faaliyetlere başladı. Hükümetin başarısızlığı halkın<br />
güvenini kırdı ve Bolşevikler popüler oldu.<br />
6 kasım 1917'de Bolşevikler iktidarı ellerine aldı. Parti<br />
82
hemen çaılşmalara başladı. Lenin tarafından hazırlanan parti programı dört nokta içeriyordu: Birincisi aç olanlara<br />
yiyecek, ikincisi köylülere toprak, üçüncüsü Sovyetlere iktidar ve sonuncusu Almanya ile barış.<br />
Parti bu dört noktayı çok hızlı bir şekilde hayata geçirdikten sonra iktidarı korumak için ÇEKA ve Kızıl Ordu kuruldu.<br />
Bolşeviklerin faaliyetlerine karşı oluşan tepkiler Menşevikler tarafından da desteklenerek Rusya'da iç savaş çıkmasına<br />
sebep oldu.<br />
Savaş müttefikler tarafından da yakından izlendi. Hatta Avusturya, Almanya ve Japonya Menşevikleri desteklediler.<br />
Ancak 1922'de sona eren savaşı Bolşeviklerin kazanmasını ve Lenin'in düşlediği gibi Bolşevik diktatörlüğünün ülkeyi<br />
yönetmesine engel olamadılar.<br />
Siyasi bir lider olduğu kadar bir siyaset filozofuydu. Rusya'nın içinde bulunduğu durum ve öne sürülen çözümlerin<br />
işe yaramayışı Lenin'i daha radikal eğilimlere yöneltmiş ve acı içinde kıvranan halkın ancak komünist bir yönetimle<br />
kurtulabileceğine inandırmıştır.<br />
Klasik Marksizm'e göre komünizm tarihteki gelişmelerle ortaya çıkan bir sürecin ürünüdür. Marx'a göre tarihsel<br />
gelişme özel mülkiyetin gelişmesiyle ve iş bölümünün belirginleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Buna göre Marx tarihi<br />
beş ana mülkiyet aşamasına ayırır.<br />
Bunlar: Komünal mülkiyet, antik toplumsal mülkiyet, feodal mülkiyet, kapitalist mülkiyet ve komünizmdir. Komünizm<br />
devresinin başlaması için kapitalist düzenle ezilen bir proletarya sınıfının olması ve onların kapitalist düzeni<br />
devirmeleri gerekmektedir.<br />
Rusya'da durum Marx'ın öngördüğünden tamamen farklıydı. Ezilen halkın büyük çoğunluğu köylülerdi, işçi sınıfı yok<br />
denecek kadar azdı. Devrimi yapanlar da entelektüel olarak yetişmiş eğitimli insanlardı.<br />
Lenin Rusya'yı yeniden yaratmaya kararlıydı. Bunu başarmak için tam örgütlenmeyi sağlamanın gereğine inanıyordu.<br />
Devrimi tek bir ulus için değil bütün dünya için planlamıştı: "Dünya devrimine temel olması için devrimi tek bir ulusta<br />
yaptık. Şaşmaz ve bilimsel olan bu öğretinin (Marksizm) tek doğru yorumlayıcıları ve sahipleri biziz. Amacımız bunu<br />
bütün dünyaya yaymaktır."<br />
Bu amacını gerçekleştirmek için 1919'da Commintern'i kurdu. Avrupa'nın bir yıl içinde tamamen komünist düzene<br />
geçeceğini düşünüyordu. Düşündüğü gibi olmadı,<br />
Vladimir İliç Lenin, 30 yıllık kariyerinde yüzlerce kitap, binlerce makale ve mektup yazdı. 'Bütün Eserleri'nin (Collected<br />
Works) beşinci baskısı 1965'de yapıldı. Eserin içinde 9 binden fazla doküman vardır.<br />
83
UĞUR MUMCU<br />
24 OCAK 1993<br />
“VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ…”<br />
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı,<br />
ekmeğimizi.<br />
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik<br />
kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak<br />
katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.<br />
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...<br />
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde<br />
sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi<br />
kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız,<br />
arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer<br />
taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım<br />
unutma bizi...<br />
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.<br />
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine<br />
terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi<br />
suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.<br />
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım,<br />
unutma bizi...<br />
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli<br />
işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı<br />
daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi<br />
savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.<br />
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla<br />
kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce<br />
kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik<br />
bu dünyayı, ecelsiz.<br />
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük.<br />
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana7da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.<br />
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...<br />
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan<br />
döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.<br />
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.<br />
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...<br />
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler<br />
üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez<br />
dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.<br />
Vurulduk ey halkım unutma bizi...<br />
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece<br />
sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi<br />
hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.<br />
Asıldık ey halkım, unutma bizi...<br />
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına<br />
ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri<br />
önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.<br />
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...<br />
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...<br />
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.<br />
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,<br />
Unutma bizi,<br />
Unutma bizi...<br />
25 / 08 / 1975<br />
Cumhuriyet Gazetesi<br />
84
Muammer AKSOY<br />
31 OCAK 1990<br />
1917 yılında Antalya’da doğdu. 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Zürih<br />
Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi’nde doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi<br />
Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Kürsüsünde asistanlık ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Medeni Hukuk<br />
Kürsüsünde öğretim üyeliği yaptı. 1957 yılında üniversite yasasında yapılan değişikliklerin üniversite özerkliğine<br />
zarar verdiği gerekçesiyle üniversitedeki görevinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi.<br />
27 Mayıs 1960 sonrasında yeniden üniversiteye döndü, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Anayasa Hukuku profesörü<br />
oldu. 1960-1961 yıllarında kurucu mecliste Antalya temsilcisi olarak çalıştı. 1961 Anayasasının hazırlanması sırasında<br />
Anayasa komisyonu sözcülüğü ve CHP parti meclisi üyeliği görevlerinde bulundu. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra<br />
sıkıyönetimce tutuklandı ancak yargılama sonucunda aklandı. 1977’de CHP İstanbul milletvekili olarak parlamentoya<br />
girdi. Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüttü. 12 Eylül 1980’den<br />
sonra Ankara Barosu başkanlığına seçildi.<br />
1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü<br />
Düşünce Derneği’ni kurdu ve Kurucu Genel Başkan olarak çalıştı. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin<br />
önünde kurşunlanarak öldürüldü.<br />
85
ABDİ İPEKÇİ<br />
1 ŞUBAT 1979<br />
Abdi İpekçi evine giderken uğradığı suikast sonucu öldürüldü<br />
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1979’da<br />
suikast sonucu hayatını kaybetti.<br />
Gazeteci ve yazar Abdi İpekçi 9 ağustos 1929’da İstanbul’da<br />
doğdu. 1948’de Galatasaray Lisesi’ni bitirdi.<br />
Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etti.<br />
1943-48 arasında ‘Kırmızı-Beyaz’ ve ‘Şut’ spor dergilerinde<br />
yazıları yayımlandı.<br />
‘Yeni Sabah’ ve ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde muhabir olarak<br />
çalıştı. 1951’de ‘İstanbul Ekspres’ gazetesinde yazı işleri<br />
müdürlüğü yaptı. 1954’te genel yayın müdürü olarak göreve<br />
başladığı Milliyet gazetesinde 1959’da başyazar oldu.<br />
1959’da Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanlığı, 1960’ta Basın<br />
Şeref Divanı sekreterliği yaptı.<br />
1964’te Uluslararası Basın Enstitüsü yönetim kurulu üyeliğine<br />
seçildi. 1968’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi<br />
Gazetecilik Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi.<br />
1972’de Türkiye Basın Enstitüsü başkanlığına getirildi.<br />
1 şubat 1979 sabahı evine giderken uğradığı sukast sonucu<br />
hayatını kaybetti. 25 haziran 1979’da yakalanan saldırgan<br />
Mehmet Ali Ağca, 23 kasımda cezaevinden kaçırıldı.<br />
Ağca, 26 kasım 1979’da Milliyet gazetesi yakınındaki bir<br />
çöp kutusunda bulunan mektupta, kendi el yazısıyla Papa’yı<br />
vuracağını yazıyordu. 28 nisan 1980’de İpekçi davasından<br />
dolayı ölüm cezasına çarptırıldı.<br />
13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul’e suikast düzenleyen Ağca,<br />
olay yerinde yakalandı. Papa soruşturması boyunca 128 kez<br />
ifade verdi, 22 mart 1986’da ömür boyu hapse mahkum edildi.<br />
13 haziran 2000’de İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio<br />
Ciampi, Ağca’nın affını imzaladı. Ağca, sabaha karşı İstanbul’a<br />
getirildi. Sadece gasp suçundan Türkiye’ye iadesi kararlaştırılan<br />
Ağca’nın İpekçi cinayetinden tekrar yargılanmasının mümkün<br />
olmadığı açıklandı.<br />
Kadıköy Adliyesi’nde gasp davasıyla ilgili mahkemeye çıkarılan<br />
terörist Ağca’nın ilk sözü, “ben Abdi İpekçi’nin katili değilim.<br />
Ben sadece bir aktördüm” oldu.<br />
Ağca, daha sonra çıkarıldığı bütün duruşmalarda şov yaptı. Her<br />
duruşmadan sonra basın mensuplarına mektup dağıtan Ağca,<br />
Vatikan’a tehditler savurdu.<br />
Vatikan’dan hesap soracağını ileri süren Ağca, “Katolik olmam<br />
için Vatikan bana 50 milyon dolar, özgürlük ve kardinallik<br />
önerdi. Vatikan’da kral olmaktansa, Afrika’da maymun olmayı<br />
tercih ederim” dedi.<br />
Mehmet Ali Ağca, Türkiye’ye iadesinden sonra Fruko fabrikası<br />
gaspından 10, bir kuyumcunun gasp edilmesinden 10,<br />
cezaevinden firar suçundan ise üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.<br />
İpekçi cinayetinden ise idam cezası almıştı.<br />
Ancak, son yasal düzenlemelerle idam cezası kalktığı için bu<br />
ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştü. Ağca’nın,<br />
İtalya’da geçirdiği 20 yıllık süre yeni TCK’nın 16’ncı maddesi<br />
gereğince 36 yıldan düşüldü.<br />
Ağca’yı hapisten kurtaran Türk Ceza Kanunu’nun 16’ncı<br />
maddesi oldu. TCK’nın 16’ncı maddesi şöyle diyor: “Nerede<br />
işlenmiş olursa olsun, bir suçtan dolayı yabancı ülkede<br />
gözaltında, gözlem altında, tutuklulukta veya hükümlülükte<br />
geçen süre aynı suçtan dolayı Türkiye’de verilecek cezadan<br />
mahsup edilir.”<br />
ANAP döneminin affı olarak da bilinen 3712 No’lu kanun<br />
Ağca’ya uygulanmadı. Eğer uygulansaydı Ağca çok daha erken,<br />
hatta Türkiye’ye iade edildiği gün tahliye edilebilirdi.<br />
Geriye kalan 16 yıllık süre, 10 yıl daha düşülerek altı yıla indi.<br />
Ağca’nın Türkiye’den kaçmadan önce cezaevinde geçirdiği 153<br />
günlük süre de hesaplamaya dahil edilince 12 ocak 2006 günü<br />
tahliye edildi.<br />
Adalet Bakanlığı’nın başvurusunu değerlendiren Yargıtay, 20<br />
ocakta Ağca’nın tahliyesi ile ilgili kararı hatalı bularak bozdu.<br />
Yargıtay bozma gerekçesinde Ağca’nın İtalya’da yattığı 19 yıl<br />
cezanın Türkiye’deki cezasından mahsup edilemeyeceğine<br />
karar verdi.<br />
Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nin tahliye kararını bozması<br />
üzerine 20 ocak 2006 tarihinde yeniden yakalanarak aynı<br />
cezaevine konulan Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinde kalacağı<br />
süre yeniden hesaplandı.<br />
Toplam 40 yıl üzerinden yapılan hesaplama sonucu hazırlanan<br />
müddetnamede, Mehmet Ali Ağca’nın 18 ocak <strong>2010</strong> tarihinde<br />
cezaevinden tahliye olacağı belirtildi. Müddetname, Ağca’nın<br />
hükümlü olarak bulunduğu Kartal H Tipi Cezaevi ile diğer ilgili<br />
yerlere gönderildi. 18 Ocak <strong>2010</strong> da cezasının bittiği söylenen<br />
Mehmet Ali Ağca tahliye olarak ceza evinden çıktı.<br />
86
DOSTOYEVSKİ<br />
6 ŞUBAT 1890<br />
Dostoyevski, aynı zamanda varoluşçuluğun kurucularından biri<br />
olarak anılır<br />
Klasik edebiyatın en önemli yazarları arasında gösterilen Rus<br />
romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1881'de hayatını<br />
kaybetti.<br />
1821'de Moskova'da doğan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski,<br />
9 şubat 1881'de Petersburg'da hayata veda etti. Annesini ve<br />
babasını küçük yaşta kaybetti.<br />
İlk yazılarıyla adını duyurmaya başlamışken genç liberallere<br />
katılmasıyla yaşamının akışı değişti. Tutuklandı ve sekiz ay<br />
hücrede kaldıktan sonra ölüm cezasına çarptırıldı. İnfaza birkaç<br />
saat kala cezası dört yıllık Sibirya sürgününe çevrildi.<br />
Sürgünden sonra yeniden St. Petersburg'a dönme izni elde<br />
etti. Bu koşullar altında yeniden yazmaya başladı. Yazdıklarıyla<br />
Çar II. Aleksandr'ı bile etkiledi. Yapıtlarının ses getirmesine<br />
karşın, Dostoyevski paraya kavuşamamıştı.<br />
Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşadı.<br />
Sürgünden sonra sara nöbetlerinden de bir türlü kurtulamadı.<br />
Ancak 'Karamazov Kardeşler', 'Ecinniler', 'Suç ve Ceza' gibi en<br />
ünlü yapıtlarını da bu dönemde kaleme aldı.<br />
1881'de öldüğünde, Rusya bu eski mahkum için, görülmemiş<br />
bir cenaze töreni düzenledi. Dostoyevski'nin sanatçılığı,<br />
dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin<br />
düşünselliğini ve bir gazete yazarının büyük coşkusunu bir<br />
arada içerir.<br />
Anlatı yapıtları, birçok yeni edebi anlatım araçlarını kapsar.<br />
Özellikle romanlarındaki çoksesli tipler, gerçekçi roman tarzının<br />
zenginleşmesine yol açmıştır.<br />
En önemli yapıtlarından 'Suç ve Ceza'da, bir cinayet<br />
etrafında kurar metnini Dostoyevski. Ne var ki, cinayet bir<br />
'oyun' ya da basit bir heyecan unsuru değildir. Daha açık bir<br />
biçimde söylemek gerekirse yazar, öldürme eylemini amaca<br />
dönüştürmez.<br />
'Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u yazarın ahlaki bir sorgulama<br />
yapmak için cinayete ittiği karakterlerdir. Fakir bir genç olan<br />
Raskolnikov, Hukuk Fakültesi'ni yarıda bırakmıştır. Avrupa<br />
kaynaklı siyasi ve felsefi düşüncelerin etkisi altındadır.<br />
Güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit<br />
edebilmek amacıyla, zaten borçlu olduğu tefeci bir kadını<br />
kurban olarak seçer. Ancak kararını uygularken pek de rahat<br />
değildir Raskolnikov.<br />
"Kollarına müthiş bir dermansızlık gelmişti. Kollarının<br />
her geçen saniye gittikçe uyuşarak ağırlaştığını kendisi de<br />
fark ediyordu. Baltayı bırakıp düşürmekten korkuyordu...<br />
Ne yaptığının farkında olmadan, hemen hemen kendini<br />
zorlamadan, sanki bir makine gibi, baltanın tersini kadının<br />
kafasına indirdi. Bu sırada neredeyse dermansız gibiydi.<br />
Ama baltayı indirir indirmez gücü yerine geldi" cümleleriyle<br />
canlandırılan suç sahnesi, 350 sayfalık romanın 140'ıncı<br />
sayfasında cereyan eder.<br />
Artık işin ceza kısmına gelmiştir Dostoyevski. Kimsenin<br />
kendini görmediğini ve geride bir iz kalmadığını bildiği halde,<br />
Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını,<br />
masumiyetini yitirmiştir.<br />
Ceza, yalnız kendisine verilmemiştir, ailesi de etkilenir<br />
Raskolnikov'un günahından. Katilin cinayet mahalline dönmesi<br />
kuralına uygun olarak, yakalanmayı ve rahatlamayı, arınmayı<br />
isteyen genç adam, öldürdüğü tefeci kadının evine gelir,<br />
komiserle tanışır ve soruşturmanın baş şüphelisi olur.<br />
Komiser Porfiry Petroviç, zeki bir adamdır ve katil olduğunu<br />
anlamıştır Raskolnikov'un. Ama ona bir fırsat tanımak, itiraf<br />
ederek ruhunu yüceltmesini sağlamak ister. Ailesi tarafından<br />
fahişeliğe zorlanan temiz kalpli Sonia'ya suçunu ve aşkını itiraf<br />
eden Roskolnikov, nihayet huzura kavuşur ve teslim olur.<br />
Sibirya'ya sürgün edilen Raskolnikov, yanında Sonia ile birlikte<br />
yola çıkarken henüz pişman olmamış, ruhu tam anlamıyla<br />
temizlenmemiştir.<br />
"Ama burada, yeni bir hikaye, bir adamın derece derece<br />
yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir<br />
dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç<br />
bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikayesi başlıyor" diye<br />
bitirir romanı Dostoyevski.<br />
Hakkında ciltler dolusu inceleme ve biyografi kitabı yazılan<br />
Dostoyevski'yi kısa bir yazı içerisine sığdırmak söz konusu<br />
olamayacağı gibi, sadece 'Suç ve Ceza'daki felsefi ve ahlaki<br />
motifleri tartışmak bile sayfalar tutar.<br />
Öte yandan, Ferud'ün psikanaliz çalışmalarını da etkilemiştir<br />
Dostoyevski ve 'Suç ve Ceza'. Freud, ilkel benlik, ego ve süper<br />
ego üçlüsünün 'Suç ve Ceza'da eksiksiz olarak yer aldığı<br />
vurgular.<br />
Raskolnikov'un ilkel benliği, ona tefeci kadını öldürmesini<br />
ve parasını çalmasını emreder. Bu eylemin muhakemesi ego<br />
sürecinde olur ve süper egosu Roskolnikov'u suçluluk duyguları<br />
içerisinde kıvrandırır.<br />
87
BRECHT<br />
10 ŞUBAT 1956<br />
Brecht, Berliner Ensemble'ın da kurucusuydu<br />
Epik Tiyatro'nun kurucusu Alman oyun yazarı Bertolt<br />
Brecht 1898 yılında doğdu.<br />
Eugen Berthold Friedrich Brecht, 10 Şubat 1898'de<br />
Augsburg'da doğdu, 14 Ağustos 1956'da Berlin'de hayata<br />
veda etti.<br />
20'nci yüzyıla damgasını vuran oyun yazarı ve tiyatro<br />
kuramcılarından Brecht, aynı zamanda yetenekli bir<br />
şairdi. İlk şiirlerini 1913'te okul gazetesinde yayımladı.<br />
Bir yıl sonra ise yaşadığı kentin yerel gazetesinde yazıları<br />
çıkmaya başladı.<br />
Edebiyata ve tiyatroya büyük ilgi duymasına karşın bir<br />
süre tıp eğitimi gördü. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında<br />
askere alındı ve bir hastanede görev yaptı. Aynı yıl yazdığı<br />
'Ölü Askerin Öyküsü' adlı bir şiiri yüzünden Nazilerce<br />
suçlanarak yurttaşlıktan çıkarıldı.<br />
1924'te gittiği Berlin'de Carl Zuckmayer, Max Reinhardt<br />
ve Helena Weigel gibi sanatçılarla tanıştı ve birlikte<br />
çalıştı. Helena Weigel'le evlendi ve bu evlilik ömrünün<br />
sonuna kadar sürdü. Brecht'in oyunların pek çoğunda<br />
Weigel başrolde oynadı.<br />
Tiyatro yönetmeni Erwin Piscator ve besteci Kurt<br />
Weill ile tanıştıktan sonra tiyatro yaşamında yeni bir<br />
adım attı. Jaroslav Hasek'in romanı 'Aslan Asker Şvayk'ı<br />
sahneye uyarladıktan sonra yazdığı 'Adam Adamdır'<br />
oyunu Epik Tiyatro anlayışının ilk denemesiydi.<br />
Epik Tiyatro öğretici bir tür olup, olaylar geleneksel<br />
tiyatrodakinin aksine, dramatik bir biçimde<br />
canlandırılacak yerde, izleyiciye anlatılır. İzleyici<br />
sahnede olup biteni bir gözlemci gibi izler.<br />
Epik Tiyatro'da amaç düşündürmek, izleyicinin aklını<br />
kullanarak bir karara varmasını, harekete geçmesini<br />
sağlamaktır. Brecht dünyanın değişmesinden,<br />
insanların fırsat eşitliğine, düşünce özgürlüğüne sahip<br />
olduğu, adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı.<br />
Benimsemiş olduğu Marxist dünya görüşü<br />
doğrultusunda, böylesine bir dönüşümün<br />
gerçekleşeceğine inanıyordu. Tiyatronun bu amaca<br />
ulaşmak için etkili araçlardan biri olduğu kanısındaydı.<br />
Gene bu sırada yazdığı ve Kurt Weill'in bestelediği,<br />
dünya çapında ün kazanacak olan 'Mahagonny' ve 'Üç<br />
Kuruşluk Opera' adlı müzikalleri sahneye koydu.<br />
Nazilerin yönetime gelmesiyle Almanya'da çalışma<br />
olanağı ortadan kalktı. 1933'te Almanya'yı terk etti.<br />
Önce İsviçre'ye, oradan Danimarka'ya gitti.<br />
1939'a kadar kaldığı Danimarka'da 'Tak-tik', 'Hitler<br />
Rejiminin Korku ve Sefaleti', 'Galileo'nun Yaşamı',<br />
'Cesaret Ana ve Çocukları' gibi her biri başyapıt olan<br />
oyunlar yazdı. 'Sezua'nın İyi İnsanı'nı da burada<br />
yazmaya başladı.<br />
1939'da Danimarka'nın da Nazi tehdidi altına girmesi<br />
üzerine önce Finlandiya'ya, oradan da 1941'de ABD'ye<br />
gitti. Oyunlarından bazıları bu dönemde İngilizce'ye<br />
88<br />
çevrildi ve ABD'de sahnelendi. Ne var ki, ABD'li izleyici<br />
Brecht'in oyunlarından tedirgin oldu ve ilgi göstermedi.<br />
1947'de ABD'de esen Soğuk Savaş rüzgarı, Brecht'in<br />
ABD'ye Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu'nca<br />
sorguya çekilmesine yol açtı. Dünya görüşüne ilişkin<br />
suçlamalara karşı çıktı. ABD'de barınmayacağını<br />
anlamıştı.<br />
Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti yöneticilerinin<br />
çağrısı üzerine Doğu Berlin'e yerleşti ve içlerinde eşi<br />
Helena Weigel'in de bulunduğu bir grup oyuncuyla<br />
1948'de 'Berliner Ensemble' adlı tiyatro topluluğunu<br />
kurdu.<br />
Berliner Ensemble, gerek kuramsal çalışmaları, gerek<br />
sahnelediği çok başarılı oyunlarıyla, dünya çapında<br />
ün kazanmakta gecikmedi. Brecht, 1956 ilkbaharında<br />
hastalandı ve bundan kısa bir süre sonra Berlin'de hayata<br />
veda etti.
ALBERT CAMUS<br />
4 OCAK 1960<br />
Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı<br />
'Yabancı' ve 'Veba'nın yazarı Albert Camus, 1960'da 46<br />
yaşında trafik kazasında öldü.<br />
Günümüzün en güçlü Fransız yazarlarından biri olan<br />
Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında<br />
dünyaya geldi. Babası Fransız, annesi İspanyoldu. Fakir bir<br />
ailenin çocuğu olan Camus, küçük yaşta babasını kaybetti.<br />
Bağımsız bir hayat sürebilmek amacıyla küçük yaşta<br />
evden ayrıldı. Geçimini sağlamak için birçok işe girip çıktı,<br />
vereme yakalandı. Felsefe eğitimini yarıda bırakarak, bir<br />
süre tiyatro ile uğraştı. Alman işgali boyunca 'Combat'<br />
gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı.<br />
1937 ve 1938'de yayımlanan iki denemesiyle edebiyata<br />
giren Camus, bu kitaplarında bir şair ve üslupçu<br />
görünüşüyle karşımıza çıkar. 1942'de yayımladığı<br />
'Yabancı' (L'Etranger) ona çabucak şöhretin kapılarını<br />
açar.<br />
'Yabancı', saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında<br />
olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir<br />
çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin<br />
durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.<br />
Aynı yıl yazdığı 'Sisifos Söyleni'nde (Le Mythe de<br />
Sisyphe), mutsuzluğa düşen çağımız insanının trajedisini<br />
ele alarak, saçmanın felsefesi diye tanımlanan bir dünya<br />
görüşü ve Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluğu ile yepyeni<br />
bir düşünce ve duyuş biçimi getirir.<br />
'Yabancı' ve 'Sisifos Söyleni' adlı yapıtlarında Camus,<br />
hem güçlü bir romancı hem de bir filozof olarak kendini<br />
gösterir. Saçmanın felsefesinin varoluşçulukla ortak<br />
yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir, ama yine de<br />
birbirlerine karışmazlar.<br />
Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus,<br />
'Yabancı'da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, 'Sisifos<br />
Söyleni'de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada<br />
mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur.<br />
Aslında 'Sisifos Söyleni', evrenin anlamsızlığı ve insanın<br />
saçma kaderine baş kaldırma ihtiyacı üzerine yazılmış<br />
bir denemedir. Camus, 1951'de yayımladığı 'Başkaldıran<br />
İnsan'da (L'Homme revolte) bu konuları yeniden ele alır<br />
ve derinliğine işler.<br />
1947'de yayımlanan 'Veba' (La Peste) büyük etki yaratır<br />
ve yazara 'Prix des Eritiques' ödülü kazandırır. Bundan<br />
sonraki kitaplarında Camus, bir filozoftan çok bir ahlakçı<br />
ve edebiyatçı kimliğiyle kendini gösterir. Bu durumu<br />
oyunlarında görmek daha kolaydır.<br />
En son romanı olan 'Düşüş'ü (La Clute) 1956'da yayımlar.<br />
1957'de en güzel hikayelerinin bulunduğu 'Sürgün ve<br />
Krallık' (L'Exil et le royaume) ile yaratıcı sanatın en güzel<br />
örneklerini verir. En güzel hikayeleri, şüphesiz, Cezayir'de<br />
geçenlerdir.<br />
Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta<br />
ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve<br />
1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Camus,<br />
1960'da bir trafik kazasında, gerçekten saçma bir ölümle<br />
hayata gözlerini kapattı.<br />
En tanınmış eseri olan 'Yabancı'yı 1942'de yayımladı.<br />
'Yabancı'da açık, sade, süssüz ve hareketli üslubu ile<br />
Hemingway'den etkilenmiş izlenimi verir.<br />
Camus 'Yabancı'da, kayıtsız, hayatın anlamsızlığınakarşı<br />
mücadele etmekten yorulmuş, etrafında olup biten<br />
olayları anlamayan, anlamak için de hiçbir çaba<br />
harcamayan, unutulmaz bir insan tipini canlandırır.<br />
Önemli eserleri<br />
'Amerika Günlükleri', 'Başkaldıran İnsan', 'Büyüyen<br />
Taş', 'Caligula', 'Denemeler', 'Düğün ve Bir Alman Dosta<br />
Mektuplar', 'Düşüş', 'Ecinniler', 'İlk Adam', 'Mutlu Ölüm',<br />
'Sıkıyönetim', 'Sisifos Söyleni', 'Sürgün ve Krallık', 'Tersi ve<br />
Yüzü', 'Veba', 'Yabancı', 'Yolculuk Günlükleri'.<br />
89
BİRLİĞİMİZİN ANLAŞMA YAPTIĞI KURUMLAR<br />
BEYAZ EŞYA - MOBİLYA - YAPI<br />
METİS MİMARLIK VE DEKORASYON<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş ve fatura bedeli üzerinden<br />
%25 indirim yapılacaktır.<br />
Adres: Karapınar Mah. 1186 Cad. No:25/4 DİKMEN/<br />
ANKARA<br />
Tel: 0 (312) 476 83 00<br />
FAALİYETLERİMİZ:<br />
Mimari tasarım ve uygulama projeleri<br />
Tadilat ve Dekorasyon projeleri ile uygulama işleri<br />
yükleniciliği<br />
Compact Sistem Arşiv Dolapları satış temsilciliği<br />
SUNKAR HALI<br />
ORIENTAL RUGS-SUNKAR HALI<br />
1. Mağaza: Güvenevler Mh. Farabi Sk. N: 48/D Çankaya/<br />
Ankara Tel: 312 428 85 15<br />
2. Mağaza: Kızılırmak Mh. Ufuk Üniversitesi Cd.<br />
AMBROSIA Çarşı n: 18/27 Çukurambar / Ankara Tel: 312<br />
284 85 50<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde<br />
peşinde %30, 6 taksitte %20, 12 taksitte %10 indirim<br />
yapılacaktır.<br />
AYSA MOBİLYA SANAYİ PAZARLAMA<br />
Çamlıtepe Sk. 103/3<br />
Siteler-Ankara<br />
Tel: (0312) 353 90 25<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ödemelerde % 25, taksitli ödemelerde % 10 ve 4<br />
taksit, ayrıca indirim dönemlerinde indirim oranı.<br />
SAYDAMLAR ELEKTRONİK (Casio Yetkili Servisi)<br />
Adakale Sokak N: 25/27 Kızılay / Ankara<br />
Tel: 0312.431 04 72<br />
Casio ve diğer markalardaki video kamera, digital fotoğraf<br />
makineleri, saat, traş makinesi ve benzeri elektronik<br />
aletlerin bakım ve tamirinde, Mülkiyeliler Birliği üyelerine<br />
nakit ödemelerde ve kredi kartı ile tek çekimlerde<br />
%25, taksitli ödemelerde 4 taksit ve %15 indirim<br />
uygulanacaktır. .<br />
DEKOMART Ltd. Şti.<br />
Turan Güneş Bulvarı 4. Cad. 56. Sok. No. 49/C Yıldız/<br />
ANKARA<br />
Tel: 0312.443 00 75<br />
Müşterilerine prestijli, konforlu ve estetik yaşam<br />
mekanları sunmayı vizyon haline getiren DEKOMART<br />
yapı sektöründe toptan ve perakende bazında hizmet<br />
sunmaktadır. Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura<br />
bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 20, kartla<br />
ödemelerde % 10 ve peşin fiyatına 3 taksit yapmaktadır.<br />
90<br />
BİLGİSAYAR<br />
MAY-NET BİLGİSAYAR YAZILIM DAN. HİZ. LTD.ŞTİ.<br />
ÇETİN EMEÇ BLV. 4. CAD. 70. SK. 8/12 ÇANKAYA - ANKARA<br />
Tel: (0312) 473 28 94<br />
Faks: (0312) 473 28 93 e-mail: \n mayyilmaz@may-net.<br />
com<br />
Bilgisayar satış, bakım ve tamirinde Mülkiyeliler Birliği<br />
üyelerine özel indirimler<br />
ATC BİLGİSAYAR LTD. ŞTİ.<br />
Selanik Cd. N: 31/3 Kızılay/Ankara<br />
Tel: (312) 419 82 70<br />
Faks: (312) 419 82 71<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,<br />
kartla ödemelerde %10 ve taksitli ödemelerde 6 taksit<br />
yapılacaktır.<br />
EĞİTİM<br />
YAŞAMKENT ANAOKULU<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %20,<br />
kartla ödemelerde %25, taksitli ödemelerde %20 ve 12<br />
taksit yapılacaktır.<br />
Adres : Yaşamkent Mah. Gülbeng Sit. A Blok N: 20<br />
Yenimahalle / Ankara<br />
Tel : 0312 217 43 47-48<br />
Prof. Dr. Mustafa BALCI Akademisi<br />
Bu protokol ile Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/<br />
fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde %15, kartla<br />
ödemelerde %10, taksitli ödemelerde %10 ve 10 taksit<br />
yapılacaktır.<br />
Adres : Bayındır 1 Sok. No: 27 Kat: 3 Kızılay - ANKARA<br />
Tel : 0 312 431 32 33 Faks : 0 312 431 67 67<br />
OYA SÜRÜCÜ KURSU<br />
Atatürk Bulvarı 94/12 Kızılay/Ankara<br />
Tel: 0312.2310869<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ödemelerde % 10, kartla ödemelerde % 10, taksitli<br />
ödemelerde % 10 indirim ve 10 taksit yapılacaktır.<br />
TÜRK AMERİKAN DERNEĞİ (AMERİKAN KÜLTÜR)<br />
Cinnah Cad. No. 20 Kavaklıdere – Ankara<br />
Tel: 0 312 426 37 32<br />
Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) ile Birliğimiz<br />
arasında imzalanan protokol uyarınca, üyelerimiz, eşleri<br />
ve çocukları ile Fakültemiz öğrencileri, düzenlenen Dil<br />
Eğitimi Programlarından indirimli yararlanabileceklerdir.<br />
Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) düzenlenen
İngilizce Dil Eğitimi Programlarında, Mülkiyeliler Birliği<br />
üyelerine, eşlerine ve çocuklarına mevcut kurs ücreti<br />
üzerinden ¼ oranında indirim sağlayacaktır. Belirtilen<br />
indirimden yararlanmak için Mülkiyeliler Birliği kimlik<br />
kartının gösterilmesi zorunludur.<br />
Yapılan protokol gereğince öğrencilerimiz de, kurslardan<br />
1/3 oranında indirimli olarak yararlanabileceklerdir.<br />
Bu indirimden yararlanmak için SBF öğrenci kimliğinin<br />
gösterilmesi zorunludur.<br />
BAŞKENT ÇANKAYA SPOR KLÜBÜ<br />
Murat Özdoğan - Tel: 0 535 276 58 56 / Tolga Tillioğlu -<br />
Tel: 0 532 542 62 32<br />
1 Haziranda başlayan yüzme kursları Mülkiyeliler Birliği<br />
üyeleri için 60 YTL<br />
DOSYA EĞİTİM MERKEZİ<br />
Turan Güneş Bulvarı No. 23 Çankaya / ANKARA<br />
LGS HAZIRLIK (4., 5., 6., 7. VE 8. SINIFLAR) – ÖSS<br />
DERSANELERİNDE MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE<br />
FATURA BEDELİ ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT<br />
Sakarya Cad. No. 36/1 Kızılay / ANKARA<br />
KPSS, MÜFETTİŞLİK, UZMANLIK, KAYMAKAMLIK,<br />
DENETMENLİK SINAVLARINA HAZIRLIK DERSANELERİNDE<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE FATURA BEDELİ<br />
ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT<br />
MİLLİ PİYANGO EĞİTİM VE SPOR TESİSLERİ<br />
Konya Yolu 26. Km. Gölbaşı<br />
Tel: 0312. 484 44 90<br />
Mülkiyeliler Birliği Üyelerine % 25 İndirim<br />
ÖZEL KARACA YABANCI DİL KURSU<br />
Karanfil Sok No. 20 Kızılay / ANKARA<br />
Tel : 0 (312) 418 78 73<br />
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE % 10 İNDİRİM<br />
KÜLTÜR - SANAT<br />
PANAYIR SANAT MERKEZİ<br />
(Doğum Günleri, Sünnet Düğünleri, Tanıtım<br />
Organizasyonu vb. Palyaço ve Noel Babalar)<br />
Kızılırmak Sok. N: 35/10 Ankara<br />
Tel : 425 79 09-425 76 53<br />
Nakit Ödemelerde %25 indirim.<br />
OTOMOTİV<br />
Tel : 0 (312) 287 35 50<br />
YEDEK PARÇA VE İŞÇİLİK NAKİT ÖDEMEDE % 10 KARTLA<br />
ÖDEMELERDE 3 TAKSİT + % 5 İNDİRİM<br />
YUMURCAK OTOMOTİV/RENAULT SERVİS<br />
Siteler-ANKARA<br />
Tel: (0312) 351 29 60<br />
Bakım ve onarıma gelen araçlara randevu önceliği,<br />
Bakıma gelecek araçları yerinen teslim alıp yerine teslim<br />
etme kolaylığı,<br />
Araçların bakım ve onarım hizmetlerinin kaliteli ve<br />
kusursuz olması yanında en kısa sürede teslim etme<br />
olanağı,<br />
Araçlara eğitilmiş kurs belgeli personel ekibi ile hizmet<br />
verilmesi,<br />
Araçların servis içinde kaldığı sürede ve test sürüşü<br />
esnasında doğabilecek kazalara karşı firmamız tarafından<br />
sigorta güvencesi verilmesi,<br />
Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması,<br />
Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması<br />
Hasarlı araçlara ekip gönderilerek ilk müdahalede<br />
bulunulup, kurtarıcı ile çektirilmesi<br />
500 YTL'yi dolduran bakım ücretini müteakiben yılda bir<br />
kez ücretsiz pasta-cila hizmeti<br />
Yılda bir defa ücretsiz check-up<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde yedek parçada % 10, işçilikte<br />
% 35 indirim ve 2 taksit olanağı.<br />
ACİL YARDIM<br />
GÜNDÜZ: 0312.351 29 60 - 0533.353 66 10<br />
GECE: 0533.353 666 10<br />
KURTARICI: 0533.369 95 72<br />
TURİZM<br />
BUTİK MULBERRY TREE HOTEL<br />
Tel: 0252-486 80 82<br />
GSM : 0532 437 53 45<br />
www.mulberrytreehotel.com<br />
GRAND ŞEKER HOTEL<br />
Evrenseki Beldesi Manavgat Antalya<br />
Tel:0242-7638420<br />
IN DBL pP<br />
01.06-30.06.2008 - 65. YTL<br />
01.07-31.08.2008 - 75. YTL<br />
01.09-30.09.2008 - 65. YTL<br />
KIZILKAYA OTOMOTİV<br />
Başkent Sanayi Sitesi 248/2 Sokak N: 19 Batıkent /<br />
Ankara<br />
Tel: 312 278 47 06<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde<br />
%25 indirim yapılacaktır.<br />
OTOKOÇ OTOMOTİV TİC. SAN. A.Ş.<br />
Söğütözü Cad No. 2 / ANKARA<br />
91<br />
SNGL SUPL %50<br />
3. PAX %70<br />
1. CHD (0-12) FREE<br />
2. CHD (0-2) FREE<br />
(03-12) %50<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemede %15, kartla<br />
ödemede %10 indirim yapacaktır<br />
NATURMED<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine %10 indirim yapılacaktır. Bu
indirim resmi tatillerde ve bayramlarda geçerli değildir.<br />
1-KASIM -31 MART<br />
3 Hafta 1 Kişi: 1450 YTL 2 Kişi: 2500 YTL<br />
2 Hafta 1 Kişi: 1050 YTL 2 Kişi: 1800 YTL<br />
5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 560 YTL 2 Kişi: 950 YTL<br />
4 Gün 1 Kişi: 500 YTL 2 Kişi: 850 YTL<br />
3 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL<br />
2 Gün 1 Kişi: 300 YTL 2 Kişi: 510 YTL<br />
1 NİSAN – 31 EKİM<br />
3 Hafta 1 Kişi: 1900 YTL 2 Kişi: 3300 YTL<br />
2 Hafta 1 Kişi: 1400 YTL 2 Kişi: 2400 YTL<br />
5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 750 YTL 2 Kişi: 1250 YTL<br />
4 Gün 1 Kişi: 650 YTL 2 Kişi: 1150 YTL<br />
3 Gün 1 Kişi: 550 YTL 2 Kişi: 900 YTL<br />
2 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL<br />
ULAŞIM<br />
VARAN TURİZM<br />
Mülkiyeliler Birliği Üyeleri, Varan Turizm ile yapacakları<br />
tek yön seyahatlerde bilet satış bedeli üzerinden %10,<br />
çift yön seyahatlerde ise 2 adet tek yön bilet satış bedeli<br />
üzerinden %20 oranında indirim uygulanacaktır.<br />
İndirimlerden yararlanabilmek için aşağıda belirtilen<br />
ve Birliğimize tahsis edilen Varan Business kart<br />
numaralarından herhangi birini Varan Turizm Bilet<br />
görevlilerine hatırlatmanız ve Mülkiyeliler Birliği üye<br />
kimliğinizi göstermeniz gerekmektedir.<br />
Mülkiyeliler Birliğine tahsis edilen Varan Business Kart<br />
Numaraları:<br />
0119 0099 - 0119 0123 - 0119 0321 - 0119 0255 - 0119<br />
0230 - 0119 0222 - 0119 0404 - 0119 0180 - 0119 0008 -<br />
0118 9992<br />
YEME - İÇME<br />
01 ADANA ASMAALTI<br />
Prof. Dr. Muammer Aksoy Caddesi 29/B Bahçelievler /<br />
ANKARA<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />
WATERBOX (SUKUTUSU İÇME SUYU TEK. A.Ş.)<br />
Turan Güneş Bulvarı Koyunlu Sitesi B Blok No: 175/22<br />
Çankaya / ANKARA<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde % 15 indirim yapılacaktır.<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde % 20 indirim yapılacaktır.<br />
01 ADANA ASMAALTI<br />
Adres: Prof. Dr. Muammer AKSOY Cad. 29/B Bahçelievler<br />
/ ANKARA<br />
Tel : 0312 2239053<br />
Gsm : 0505 663 09 56 - 0537 666 50 76<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />
0312 CONCEPT<br />
Selanik Cd. N: 70 Kızılay / Ankara<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,<br />
kartla ödemelerde %5 indirim yapılacaktır.<br />
PASAPORT PİZZA<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince<br />
aşağıdaki adreslerde faaliyet gösteren Pasaport Pizza,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden %<br />
10 indirim sağlayacaktır.<br />
BORNOVA (MERKEZ) 0 232 388 18 18 - 339 90 99<br />
BORNOVA (KÜÇÜKPARK) 0 232 343 00 99 - 343 00 77<br />
GAZİEMİR 0 232 251 80 85 - 251 79 00<br />
KARŞIYAKA (ÇARŞI) ) 0 232 368 78 28<br />
KARŞIYAKA (GİRNE) ) 0 232 364 43 13 - 0 232 364 66 26<br />
KEMERALTI 0 232 441 11 66<br />
KIBRIS ŞEHİTLERİ 0 232 464 09 99 - 0 232 465 01 01<br />
KORDON 0 232 446 56 36 - 483 66 35<br />
ŞİRİNYER 0 232 448 63 63 - 438 93 93<br />
YEŞİLYURT 0 232 255 59 59 - 261 88 48<br />
ÇANKAYA 0 232 483 50 09<br />
URLA 0 232 754 14 75<br />
ANTALYA (ÇARŞI) 0 242 247 99 33 - 248 03 28<br />
ANTALYA (LARA) 0 242 323 22 21<br />
ANTALYA (DEFTERDARLIK) 0 242 237 95 96 - 237 78 58<br />
MANAVGAT (ANTALYA) 0 242 743 38 20 - 743 38 21<br />
BUCAK (BURDUR) 0 248 325 98 00 - 325 99 33<br />
ISPARTA0 246 223 88 99<br />
İSTANBUL (BAKIRKÖY) 0 212 561 16 16 - 561 02 12<br />
MANİSA 0 236 232 96 16 - 232 39 94<br />
TENEDOS CAFE PUB BRASSERİE<br />
Dünya mutfağından seçme yemekler<br />
Brüksel usulu soslu midye<br />
Tenedos'a özel şaraplar<br />
Caz ve Blues konserleri<br />
Adres: Arjantin Cad. Budak Sok.5/1 GOP ANKARA<br />
Tel : 0312 4274294<br />
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,<br />
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden<br />
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.<br />
THE NORTH SHIELD PUB<br />
Adres: Güvenlik Cad. No: 111 A. Ayrancı / ANKARA<br />
Tel :<br />
92