Mürebbilere - Ä°. H. BaltacıoÄlu - Felsefe Bölümü
Mürebbilere - Ä°. H. BaltacıoÄlu - Felsefe Bölümü
Mürebbilere - Ä°. H. BaltacıoÄlu - Felsefe Bölümü
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Mürebbilere<br />
İsmail Hakkı Baltacıoğlu<br />
İstanbul: Sühulet Kütüphanesi, 1932.<br />
16 Şubat 2005'te Ankara Üniversitesi DTCF nühasından elektronik ortama<br />
aktarılmıştır.<br />
© http://www.felsefelik.com
L HAKKI<br />
İstanbul Darülfünunu Müderrislerinden<br />
Mürebbilere<br />
Mefkure, Yeni hayat, Cazi, Tipler, içtimaiyat, Çocuk,<br />
Türkçülük, Kadın, Ruhiyat, <strong>Felsefe</strong> Ahlâk, Güzel<br />
mazi estetik, Şehircilik<br />
SUHULET KÜTÜPANESİ: SEMİH LÜTFÜ<br />
İstanbul — Ankara caddesi<br />
1 9 3 2
\ " • <<br />
MÜELLİFİN DİĞER ESERLERİ:<br />
Taiim ve terbiyede inkilâp \<br />
Jem-Jacques Rousseau, terbiye felsefesi<br />
S<br />
Demokrasi ve San'at \<br />
Umumî pedagoji<br />
j<br />
Hususî tedris usulleri<br />
İçtimaiyat noktai nazarından terbi/e<br />
Terbiye müsahibeleri<br />
Terbiye avam [<br />
Din ve hayat Nüshası kalmamıştır, j<br />
Ahlâksızlık „<br />
Maarifte bir siyaset „<br />
Kaibin gözü „<br />
Avrupa bizi nasıl tanıyor „<br />
Terbiye ve iman „<br />
| İlmi terbiye konferansları „<br />
j Terbiye ilmi „<br />
j Terbiye dersleri „ I<br />
1 Usulü terbiye ve tedris „ 1<br />
\ Coğrafyanın usulü tedrisi „<br />
I Hendesenin usulü tedrisi „<br />
< Resim usulü tedrisi „<br />
j Eşya derslerinin usulü tedrisi „<br />
El işlerinin usulü tedrisi „<br />
| Mektep temsilerinin usulü tedrisi „<br />
I<br />
j<br />
j<br />
İstanbul: TECELLİ MATBAASI
Mefkure
Bu kitap on iki seneden beri yazdığım dağınık ve kısa<br />
yazılarımın bir araya toplanmasından vücude geldi. Eğer<br />
bir aile uzviyeti halinde birleşmeselerdi öleceklerdi. Bu<br />
ölüme razı olamadım. İçindeki fikirler mevzuları olan vakaların<br />
tarihinden bazen çok evvel bazen de biraz sonra yazılmıştır.<br />
Hemen hepsi Türkiye düşüncesinden doğduğu için<br />
aralarında akrabalık vardır. Hayatın aynı manzarasından<br />
bahseden parçalar eski yeni sirasiîe birbirini kovalar. Bu<br />
yeni teşekkül vesüesile yazılarımın ne şekli ne de manası<br />
' üzerinde heman hiç tadilât yapmadım. Aralarında bazen<br />
saf vet ve samimiyetleri bazen de cüret ve cesaretlerile şimdi<br />
beni bile düşündüren parçalar vardır. Bazı kanaatlerimin<br />
şimdiye kadar hiç değişmediğini gördüm, bundan sonrada<br />
belki değişmiyeceklerdir...<br />
Çamlica, 7 Teşrinisani 1931<br />
İsmail Hakkı
Yaşayacakmıyız<br />
Niçin yaşıyoruz ve niçin yaşamak istiyoruz. Bir sual<br />
ki cevabını kolayca bulmak bence mümkün değil.,. On<br />
sene evvel bir gün, Paris Sefarethanesinin intizar salonunda<br />
oturuyordum, orada benim gibi işi olan bir genç daha<br />
vardı. Söz açıldı. Garbm medeniyetinden, müzelerinden, saraylarından,<br />
kütüphanelerinden, tünellerinden bahsedildi...<br />
Muhatabım birden bire şu suali soruverdu:<br />
— Ya bizim nemiz var!.<br />
Evet, bizim nemiz vardı!. Hangi tünellerimiz, hangi •<br />
müzelerimiz, hangi fabrikalarımız ve gemilerimiz vardı!.<br />
Tıkandım kaldım!. Fakat o zamandan beri bir ses, derinden,<br />
ruhumdan gelen bir seş, bana şöyle dedi:<br />
— Yaşıyoruz ve yaşıyacagız!.. Ben ki fikirlerimle, muhakemelerimle<br />
müdafaa edemediğim bu hakka hissimle, ruhumla<br />
çoktan inanmıştım, yaşamıya niçin imanım olduğunu bilmezdim,<br />
gönülden gelen haberler gibi bu da, "Trükrn yaşamak<br />
hakkı,, da benim için bir "karanlık fikir,, di... Bu iman<br />
akla nakadar zıt gelirse gelsin, bir imandır, bu iman ilmî<br />
tahlillerden, mantıkî istidlallerden nakadar kaçarsa kaçsın,<br />
yine bir imandır, her iman gibi bir kuvvettir, ve her kuvvet<br />
gibi yoktan var edici, yaratıcıdır.<br />
Harbin zararları, Anadolunun nüfusu, hiç bir felâket<br />
hiç bir sebep bende bu imanı sarsmadı, sarsamadı. Bu ka ra<br />
günlerde bile türk milletinin bitmez tükenmez olan "yaşa<br />
mak kudreti,, ne iman ediyorum; Dinde bütün masivadan<br />
mücerret bir Allah var, diye haykıran, ahlükta manfaa i<br />
hodbinliği gömen, zevkte, san'atte sadeliği, kibarlığı beye-,
g<br />
nen, tarihte bir devir kapayıp ikinci bir devir açan Türklerin<br />
insaniyet aleminde bir vazifesi, hatta vazifeleri olduğuna<br />
iman ediyorum. Bu iman yalnız benim değil, en cahil<br />
köylülerden en münevverlerine kadar bütün Türklerin samimî<br />
duygusu, en canlı bir aşkıdır. Bu sihirli kuvvet her<br />
gün bir kerre daha Türklerle meskûn olan topraklan<br />
sarsıyor, ve ondan yeni insanlar, yeni mucizeler çıkarıyor!<br />
Yine onun, o imanın şiddetli bir hamlesile bugün yarın bu<br />
topraklar üzerinde yepyeni bir türk medeniyeti dogamayacağım<br />
kim, hangi ilim, hangi aklıselim idda edebilir..<br />
Yalan ve riya<br />
Eğer ruhu madde gibi, canlıyı camit gibi parçalamak<br />
caizse, memleket hakkındaki hislerimizi de ikiye ayırmak,<br />
parçalamak caizdir: Betbinlik, nikbinlik... Betbinlerin ağ-<br />
Zında dolaşan sözler hep: Ölmek, batmak, parçalanmaktır.<br />
Bu iki cereyan çok kere zıt ve düşman olan iki şey gibibirbirine<br />
çarpar, birleşmiyerek, anlaşmıyarak birbirini ezer<br />
ve üzer...<br />
Betbinler çok kere hayatın dişini, ölüsünü gören müşahitlerdir;<br />
ilimleri müşahedelerinden, hesabtan, akıldan<br />
gelir. Nikbinler daha ziyade hayatın içini, seyyalesini sezen<br />
müminlerdir; hükümleri histen, kalpten, ilhamdan doğar...<br />
Akıl, hesap işidir; his, imana bağlıdır. Betbinlik ile<br />
nikbinlik nasıl zıt ise; madde ile ruh, fikirle iman da öylece<br />
ayrıdır. Ölü ile diri bir değildir. Dökülen, kırılan her şey<br />
maddedir. Ayıbı görülen, kusuru anlaşılan her şey maddedir.<br />
Fakat ruh, iman, mefkure, ne derseniz deyiniz, hayat,<br />
canlı, yaşayan böyle değildir; maddeden ayndir. Meselâ Allah<br />
tutulmaz, gözle görülmez, kusuru, noksanı düşünülemez,<br />
her türlü tahlil ve tenkidimizden kaçar. Yalnız yalnız duyulur,<br />
yaşanır, sevilir, uğuruda maddeler, vücutlar, miletler<br />
ifna edilir...
Ruhu madde ile anlayan, maneviyatı akılla tartan,<br />
imanı fikirle tenkit eden felsefe delâlettir. Ve en büyük<br />
delâletimiz bu felsefedir. <strong>Felsefe</strong>nin sırrını, ilmin tekâmülünü<br />
bütün tetkik ediniz, Sofistlerden,Aristolardan gelen,Deseartes'<br />
İarda, Kante'larda süzülen felsefe hamlesinde ne göreceksiniz<br />
Dağlar, taşlar, demirler, kurşunlar alemi gibi bir de dinler,<br />
ahlâklar, san'atler, mefkureler aleminin ve nihayet, ilim<br />
mantığının, akıl cihazının kavrayamıyacağı derecede hususî,<br />
mahrem olan bu his aleminin, vicdan kudretinin varlığına,<br />
yaratıcılığına şehadetler...<br />
Fakat ölü daima dirinin na'şıdir; madde, mananın<br />
artığıdır... Mefkure yer yüzüne inince madde kisvesine<br />
girer. Lâkin girdiği gün artık mefkure değildir, ölmüştür,<br />
elimizde yaşanmış bir aşkın cesedinden başka bir şey kalmamıştır!..<br />
Gerçi bizim için bu ceset hürmete lâyıktır; gerçe<br />
bizim ona karşı bir vazifemiz vardır. Fakat ne bu hürmet,<br />
ne de bu vazife dirilere karşı olanın aynı değildir. Ölüye<br />
takılmak, ölmekle birdir. Onu gömmek lâzımdır. Artık<br />
bütün imanlarımız, bütün emellerimiz yarın için, büyük ve<br />
mukaddes yarın içindir. Bu yarına varmanın en kısa yolu<br />
nedir. Omuzlarımıza çöken bu muhterem cesedi, hayatı,"<br />
hakkı hayatı olmıyan bu ölü maziyi gömmektir. Bu defin<br />
yalnız bir şartla mümkündür: Ölenin öldüğünü en tiz ve<br />
en yüksek sesle bağırmak. Bu feryat vazifesi ise inkılâpçıların,<br />
alnı açık, sütü temiz Türklerindir. En büyük düşmanımız,<br />
yalan ve riya!..<br />
Maneviyat<br />
Türkler tarihte büyük vazifeler yaptılar, en azemetli<br />
mefkureleri yer yüzünde asırlarca muhafaza ve müdafaa<br />
ettiler. Kurunu vustanın ihtiraslı ve iztiraplı hayatından<br />
bütün benliği, bütün istiklâlile sade, vakur bir mimari icat
_. 8 -<br />
ettiler. Garbin, Acemin, Asya Türkçesinin canh unsurlarını<br />
alarak yepyeni bir terkip ve imtizaçla sade, mantıkî bir<br />
dil yabtılar. Garbın menfaat ahlâkına karşı hasbilik ahlâkını,<br />
garbin zinet ve sefahet iptilâsına karşı sadelik zevkini<br />
canlandırdılar. Bütün ananeleri, bütün seciyelerile kendilerine<br />
mahsus bir medeniyeti hemen hemen yoktan var ettiler.<br />
Bütün bu icatlarında, bütün bu hamlelerinde millî dehalarının<br />
şiddetini gösterdiler. Nihayet Türkler çöktüler,<br />
zaman ile, iztirap ile çöktüler..<br />
Artık samimî Türkler için ne rauahedenameden, ne<br />
muharebeden bahse hacet yok! Bir siyaset iflâsından, bir<br />
sevkulceyş hatasından evvel, gözlerinizin önünde duran bir<br />
millet yıkıntısı, bir ruh harabesi var! Türk milletinin yarınki<br />
hayatını tanzim edecek olan güzideleri başlıca şu iki sınıfa<br />
mensup olacaklardır, fikir, ilim yapan mütefekkirler, hissi,<br />
mefkureyi yaşatan sanatkârlar... Birincileri yetiştiren tahsildir,<br />
Darülfünundur; onlar zekânın, tetebbüün mahsulüdür.<br />
İkincileri yetiştiren zevktir, heyecandır; bunlar da doğrudan<br />
doğruya hayatın mevlududur. Her iki dehanın menşei bir<br />
olmadığı gibi, her iki faaliyetin tabiati, usulleri de başkadır.<br />
Eğer bir millet fikren hasta ise tedavisini akılda, aklın,<br />
muhakemenin usullerinde, maddiyatta bulacaktır. Bu inkilâp<br />
ilmî bir inkılâptır. Bu inkilâbı yanliz mütefekkirler yapar.<br />
Eğer bir millet hissen hasta ise tedavisini kalbte, mefkuresinin,<br />
heyecanlarının tekevvününde, maneviyatta bulacaktır.<br />
Bu intibah bediî bir intihahtır. Bu intibahı da san'atkârlar<br />
yapar...<br />
Türk maddeten zayıf, manen zayıftır. Türk maddeten<br />
zayıftır, çünkü manen kuvvtli değildir. Türk manen zayıftır,<br />
çünkü Türkün maneviyatı mazisinin enkazı altında kalmıştır.<br />
Şimdiye kadar gelenler Türkün bu içerideki zafını anlayamadılar,<br />
hastayı hep dışından tedaviye koyuldular! Hastanın<br />
vücudunda çıban gördükçe yardılar, yardıkça başka<br />
yerden patlak verdirdiler!. Türkün hasta vücudu örselene<br />
örselene bir gün geldi yıkihverdi!
— 9 -<br />
Mazinin bu hatalarım tekrar etmek için güzidelere<br />
başka fikirler, başka istidatlar lâzımdır. Herkes her alim,<br />
her kahraman bu manevî hastalığı tedaviye ehil, bu maneviyat<br />
alemini sezmeğe muktedir değildir.<br />
Bu iş bir fikir ve mantık yahut cesaret meselesi değil,<br />
herşevden evvel bir duygu, izan ve takdir işidir. Kitapların<br />
kuru ibareleri üzerine kapanmış, kafaları mücerret kelimelerle<br />
dolmuş, aklıselimini, duygularının bütün berraklığını<br />
kaybetmiş, gözleri pencereden dışarısını bile göremeyen<br />
kafası dolgunlara böyle bir vazife, memleketin ahlâkını,<br />
edebiyatını, maneviyatını islâh vazifesi nasıl teslim<br />
edilebilir!.<br />
Türkün manevî dertlerini sezecek, Türkün hissî inkilâbmı<br />
yapacak olanlar yalnız sanatkârlardır O sanatkârlar<br />
ki Türkün ölen, çöken mazisini atıp, altında henüz sıcak,<br />
henüz yaratıcı olan hayat kuvvetini bulacaklar ve onu canh<br />
bir edebiyat, canîı bir ahlâk şeklinde cesetlendireceklerdir.<br />
Bunun için vicdandan gelen bir hamle ile silkinmek,<br />
kahpten ruha, riyadan samimiyete, ölüden diriye sıçramak<br />
lâzımdır!..<br />
Ozaman Türk kendi benliğini tekrar bulmak zevkile<br />
tarihinin duyan, düşünen devirlerinde olduğu gibi, yaratmak<br />
kudretini gösterecektir. İnkılâbın sırrı şu noktadadır: Riyayı<br />
kaldunp samimiyeti bulmak!..<br />
Mazi ile hal<br />
" Seciyeli, seciyesiz „ diyorlar; Kelime ne manada<br />
kollanılıyor, daha doğrusu kelimenin kaç manası var bilmem!<br />
Benim bildiğim bîr şey varsa o da bu kelimenin psikoloji<br />
kitablarmda bile manasının pek açık surette tespit edilmemiş<br />
olmasıdır. Hele seciyeyi "bir cismi mürekkep,, gibi<br />
düşünüp te basit unsurlarını araştıran psikoloji müellifleri
- 10 -<br />
çoktur. Bazılarına göre seciyenin unsurları sadece irade<br />
ile histir. Alfred Fouillee gibi bazı müellifler de "seciyenin<br />
terkibinde zekâ da vardır, diyorlar- Bu ilmî telâkkilerden<br />
sarfınazar her halde seciyenin zihnimizde az çok vazıh<br />
bir surette delâlet ettiği, hatırlattığı bir vak'a olacak. Bende<br />
bu hatıra eski terbiyemize ait bir vaka'mndır. Seciye der<br />
demez, benim hatırıma gelen şu vak'adır:<br />
Ayasofya Camii şerifindeki Ciharı Yarı Güzin lavhalannı<br />
herkes bilir: Allah, Muhammet... Bu büyük lâvhalarm her<br />
elifi bir insan gövdesi kadar geniştir. Boylan ise belki<br />
altı yedi metrodur. Bu yazıların asıl şayanı hayret olan<br />
ciheti, oüyüklüğü değil, güzelliğidir. Bunlar yazı tarihinde<br />
bir devir başlangıcı olacak derecede müstesna eserlerdir. Bu<br />
lâvhalarm hattatı Kazesker Mustafa İzzet Efendi merhumdur.<br />
Galatasaray Sultanisin hat muallimi olan Mehmet izzet<br />
efendi merhum değil.. Mustafa İzzet efendi büyük bir hattat<br />
aynı zamanda büyük bir musikişinas idi. Harbiye nezaretinin<br />
methali üzerindeki "Daireyi Umuru Askeriye,, lâvhasını<br />
yazan Şefik Bey de büyük bir hattattı, fakat hiç bir zaman<br />
yazıda Kazesker Efendinin kâbına erişemedi. Kazesker<br />
Efendinin eserlerinde yazı tarihinde şeyh Hamdullah efendiler,<br />
Hafız Osmanlar, Mustafa Rakımlar, Celâlettinlerdeki<br />
gibi bir hususiyet vardı. O, yazı kâinatında koca bir âlem<br />
idi. Bunu ancak yazı ile uğraşanlar hakkile takdir edebilir.<br />
Bir gün Şefik Bey büyük bir Celi yazısını tashiettirmek için<br />
hocasının, galiba yalısına gidiyor. Kazesker Efendi müsveddeyi<br />
evirip çeviriyor. Dikkat ediyor, bakıyor kî talebesi<br />
artık mertebeyi kemale ermiş, şayanı iftihar derecede bir<br />
hattat olmuştur. Büyük adam her gururu, her hotbinliği<br />
unutuyor, eser, muvaffakiyet, cehit karşısında duran bir<br />
Türkün alacağı vaziyeti alıyor, kemal şeref ve tevazula<br />
diyor ki:<br />
— Maşallah Şefik Bey artık bizi de geçtiniz...<br />
Kazesker Efendiyi geçmek! Bu, o tarihten sonra
M<br />
gelenler arasında Şefik Bey de dahil olduğu halde kaç<br />
hattata müyesser oldu acaba!. Mamafih bu söz üstadı<br />
azamın ağzından bir kerre çıkmıştır. Şefik Bey böyle bir<br />
iltifata lâkayit kalamıyor, nasıl mukabele etsin !<br />
— Aman efendim estafurullah!..<br />
Diyerek hocasının ellerine sarılıyor!,.<br />
İşte o devrin hattatile şakirdi!.. Bu bir lâvhadır, bir<br />
şiirdir. Güzelliği zamanına göredir.<br />
Ya şimdi!. Her şey yakın mazi ile taban tabana zıttır!<br />
Acaba nasıl bir tarihî inkilâp oldu da her şeyin altı<br />
üstüne geldi, her şey külliyen değişti! Gerçi feylesoflar<br />
derler ki: Hayat değişmektir, mütemadiyen değişmektir.<br />
Fakat hiç bir zaman mazisile alâkasını büsbütün kesmek değil!<br />
Değişmek fikrinde maziye saplanıp kalmak yoksa da, mazisinden<br />
çıkmak ta yok!.. Terakki, maziyi devam ettirebilmektir.<br />
Şimdi mahviyet ve tevazua bu kadar meclüp olan bir<br />
milletin dehası nasıl olur da bu seciyeye taban tabana zıt<br />
olarak arsızlık ve yüzsüzlük şekline girebilir!.<br />
Sadeliğe ve kanaata o kadar mclüp olan bir millet<br />
nasıl olur da israfa ve iptizale bu derece meftun olur !<br />
insanın hüküm edeceği geliyor ki mazimiz yürümemiş,<br />
istikbale akmamış, belki tıkanmıştır ve her taraftan taşan<br />
hayat, kendi yatağını bozmuştur. Ona mecrasını bulduracak<br />
olan, yalnız samimiyet, yalnız şuurlu bir tenkittir.<br />
Papulasın nutku<br />
Dün "Vakit,, de okudum, Yunan Ceneralı Papulas,<br />
İzmir Rumlarından para toplamak için, bundan dört ay<br />
evvel kordonda bir nutuk veriyor; nihayetinde İzmirin istikbalini<br />
karanlık görenlere hitaben diyor ki:<br />
" İzmirin bizim elimizden çıkması hakkında çok değil,<br />
yüzde iki ihtimal mevcut olsa, biz Asyayı Sugaradan Türk-
— 12 —<br />
leri otuz sene istifadeden mahrum edecek vesaite müracaatta<br />
tereddüd etmeyiz,,.<br />
Asyayi Sugara Türk vatanının en mühim parçasıdır.<br />
Bugün Yunan kuvveti, bu Asyanın üarp taraflarını işgal<br />
ediyor. İzmir ve Bursa gibi en zengin, en bereketli, topraklarınız,<br />
en uyanık, en müterekki ahalimiz bu işgal edilen<br />
kısımdadır. Papulasm arzusu veçle, Asyayı Sugaray<br />
otuz sene istifade edilemez bir hale getirmek için yapılacak<br />
iş, gayet basittir: Bir yandan Türk sekenesini, bir yandan<br />
da servet ve sanayiini mahvetmektir!.. Şu var ki "Ben<br />
Asyayı Sugaraya medeniyet getiriyorum!,, iddiasında bulunan<br />
bir hükümet, velev Yunan hükümeti olsun, bu yağmakeriiğj<br />
açıktan açığa yapmak istemez. Çünkü bazı menfaat endişeler 1<br />
buna manidir. O zaman Papulasın diramını oynayacak, hem de<br />
ele avuca sığmayacak bir teşkilâta lüzum vardır: Çeteler!..<br />
Bu gayrı mes'ul kuvvetler, arkasındaki Yunan hükümeti tarafından<br />
arzu edildiği gibi terbiye ve tenmiye edilebilir. İcabında<br />
da bunlardan tecahül etmek kolaylığı daima vardır!<br />
Çünkü aynı gazetenin verdiği malûmata göre Yunan işgali<br />
altında kalan türk köyleri ve köylüleri bugün yunan çeteleri<br />
tarafından yakılmaktadır. Şu halde dört ay evvel Papulasm<br />
söylediği nutka mevzu olan o sözler artık bugün,<br />
bir niyetin ifadesi değil, belki kanlı bir vakanın hikâyesidir!.<br />
Papulasın sözlerinde zulmü ifade için öyle bir kudret<br />
ve samimiyet var ki, Ceneral, rum zenginlerinin hamiyetini<br />
tahrik için Türk köyleriniu nasıl yakıldığını ve yıkıldığın 1<br />
da söylemekten çekinmeyecektir!.<br />
Anlaşılan fertler gibi milletlerin de hastalıkları, çılgın<br />
ve salgın devirleri vardır: Nitekim bütün cihana ilânı harp<br />
eden ve yarı Avrupayı istilâya koyulan Almanyanın o zamanki<br />
halini tetkik eden içtimahiyatçı Durkheim buna<br />
" Dehameti irade „ diyor ve Almanyanın er geç mağlup<br />
olacağını keşfediyordu. Çünkü tabiatta hiç bir devlet yalnız<br />
değildir, askerî satvetini ve madî kudretini tahdit eden
— 13 —<br />
diğer devletler vardır, iradesi diğer milletlerin iradesile,<br />
serveti diğer milletlerin servetile tahdit edilmiştir. İşte Almanya<br />
gibi bu hakikati, bu muayyeniyeti tanımamış olan<br />
bir devletin şuuru körleşmiş, iradesi şişmiş demektir. Böyle<br />
bir devlet, mütemadiyen sağına soluna saldıracak, kesecek,<br />
biçecek, yakacak, yıkacak, fakat nihayet tükenecektir. Diğer<br />
cihetten, feylesof Bergson bir nutkunda Almanyayı<br />
büyük bir makinaya benzetiyor, bir makine intizam ve<br />
kudretile çalıştığını izahettikten sonra kırıldığını ve aitmda<br />
milyonlarca insanın ezildiğini tasvir ediyor ve manevî, ahlâkî<br />
kuvvetlerin ise mahvolmayacağmı, bilâkis yaratıcı ve<br />
lâyezal olduğunu kaydediyor..<br />
^<br />
İşte, Papulasın ağzile " İzmirden çıkarsam Anadoluyu<br />
yakarım!. „ diyen ve izmirden çıkmak ihtimalinin kuvvetleştiğini<br />
görünce aynı Anadoluyu çeteleriie yakan bugünkü<br />
Yunanistanın hali dünkü Almanyanın halinden farklı<br />
değild r. Dünkü büyük Almanya gibi, bugünkü küçük Yunanistan<br />
da iradesi şişkin, şuuru kör, hep saldırıyor. Fakat<br />
tabiat değişmez. Yunanistanm bugünkü muvaffakiyeti herne<br />
olursa olsun, para ve kömür kuvvetile işleyen bu harp,<br />
zuiüm ve istilâ makinesi çahşa çalışa, nihayet aşınacak,<br />
bir gün gelup kırılacaktır...<br />
Türk milletinin bu hakarete lâyık olmadığını mevzubahsedecek<br />
ve müstesna medeniyetimizi insaniyet âlemine<br />
ilân ve müdafaa edecek olan ben değilim; Afrika içlerini ve<br />
buz kıtalarını bile keşfe, tetkike çalışan insaniyet alemi,<br />
Türkü belk Türkten daha iyi tanıyailir. Benim müracaat<br />
edeceğim kuvvet, sadece, milletin şuurudur, milletin<br />
namus ve şeref duygusu, selâmeti fikir ve muhakemesidir.<br />
Öyle bir şuur ki Yunan istilâsı karşısında derhal bir orduyu<br />
yoktan var etmiş ve diğer bir devlet için yeni bir<br />
hayat mebdei bulmuştur... İşte o şuura söylüyorum ki: Yunan<br />
makinesi pek yakında bir gün kırılacaktır. Haktan,<br />
vicdandan gelen bizim kuvvetimiz ise bütün manevî ve
— 14 —<br />
rahmani kvvetler gibi lâyezaldîr. Bu mücadeledeki bütün<br />
hüner ve dehamız zulüm ve şekavet makinesi ni mümkün<br />
olduğu kadar - bizim için az zararla - çok işletmek, ve<br />
nihayet aşındırıp kırmaktır...<br />
Keder yolcuları<br />
Geçen yaz, temmuz iptidalarında Kastamunu ormanlarını<br />
geçiyoruz: Ilgazları görenler yalnız çamlarla meskûn, nüfusu<br />
çok, hoş bir memleket zannederler.... Çamlar, nevilerinin<br />
bütün neşvmema hırsını, yaşamak ve çoğalmak aşkını duymak<br />
işin Ilgazlara gelmişlerdir!. Ilgazlann her sırtında,<br />
toprağının her karışında ferdleri on on beş metro yükselen<br />
bir çam ailesi vardır. Köklerinden kum, tepelerinden güneş<br />
yiyen bu uzun boylu mahlûklar, dindar anadolu topraklarının<br />
yeşil ve canlı minareleridir! Üzerinde bu yeşil minareler<br />
yükselen sırtları saatlerce çıkarsınız ve sulak bir<br />
vadiye doğru saatlerce inersiniz... Zengin bir dekor içinde<br />
yolculuk ediyoruz. Öyle zamanı olmuştu. Yüksek bir tepeyi<br />
aştıktan sonra bir derenin kenarına inmiştik. Dağların etek<br />
lerinden adım başına sızan sularla ıslanan çamurlu bir<br />
yoldan geçiyoruz. Arabamız köşeyi döner dönmez ileride,<br />
hemen yolun kıyısında oturan bir köylüye rastgeldik,<br />
tekerleğin geldiği tarafı arar gibi ellerim uzatıyordu. Bu<br />
adam, gözleri çukura kaçmış bir kördü! Arabanın yaklaştığını<br />
duyunca sükûnetle ayağa kalktı, artık hareket etmiyordu.<br />
Kaç gündür gönlümüz Anadolunun, bu hazin ve<br />
rüya memleketinin aşkile dolmuş gibiydi, taşmak coşmak<br />
için vesile arayordu. Arabamızı anadolunun iztiraplarını<br />
söyleyen bu canlı heykelin karşısında durdurduk ve ona<br />
sadaka verdik. Kör sadece:<br />
— Uğurlar olsun size!<br />
Dedi. Akşama doğru artık bu çam dağlarını terk
— 15 -<br />
etmiştik. Yolun bilmem hangi noktasında arabamız yine<br />
durmuş, dinleniyoruz, hem de otuz kırk kişilik bir sevkıyat<br />
kafilesinin istirahat halini seyrediyoruz. Kafilenin kumandanı<br />
olan çavuş, acemileri oyuna teşvik ediyor, biri kaval,<br />
çalıyor, ihtiyarın biride raksediyor. Bu kaval her zamanki<br />
gibi dokunaklı, bu raks sade olduğu kadar canlı idi. Az<br />
çok neş'elendik fakat, daha fazlası mukadder değlmiş;<br />
Uzaktan gelen çocuklu bir kadm nazarı dikkatimizi kendi<br />
üzerine celbetti. Kadın yaklaşınca:<br />
— Kardeş! Dedi, ileride bir köre rasgeldiniz mi<br />
— Evet rasgeldik, dedim, iki saat kadar ilerde!..<br />
O sizin neniz olur<br />
—r İşte o kör bizim köyden, yine köye götüreceğiz.<br />
Kadın böyle diyerek çocuğun elinden totup sürüklerken<br />
sualimin samimiyetinden cesaret almış gibi, çocuğun<br />
kulağına eğilerek gizlice bir şey söyledi. Çucuk bize<br />
döndü, dedi ki:<br />
— Ağa marul istermisiniz<br />
— Marulmu.. Nasıl marul bakayım!<br />
Dedim. Kadın korkak bir vaziyetle elindeki mendili<br />
açtı. içinden susuzluktan büyümemiş bir kaç marul fidesi<br />
çıkardı.<br />
Ben kötü mal gören müşteriler gibi alelade:<br />
— Kadın, bu maruldan başka hsr şeye benziyor! Bu<br />
yenmez ki!..<br />
Dedim. Kadıncağız mahcup oldu ve ne diyeceğini şaşırdı.<br />
O aralık hatamı tamir için çocuğun eline bir mecidiye<br />
verdim. Çocuk bu parayı hiç görmemiş gibi bir müddet<br />
evirip çevirdikten sonra, annesine verdi. Kadm tekrar çocuğun<br />
kolundan tutup sürüklüyor ve:<br />
— Uğurlar olsun kardeş!..<br />
Diyordu. Bu kadın, hiç şübhesiz Harbi Umumîde kocasını<br />
kaybetmiş genç bir duldu; araba yolcularına bîı kötü<br />
marulları satarak geçiniyordu. Bu tesadüf çok hazindi;<br />
havaim ve .raksın tesirini sürükleyüp götürmüştü.
- 16 —<br />
Yine dün akşam çayhanenin birinde oturuyorum. On<br />
yaşlarında sarı benizli sıska bir kız çocuğu girdi. Elinde<br />
siyah bir tepsi üzerinde beyaz madenden işlenmiş bir<br />
parçayı müşterilerin önünden geçiyor, ince ve titrek bir<br />
şeşle soruyor.'<br />
— Tığ, istermisiniz..<br />
Çaycı izahatat verdi: Bu, evinde tığ yapan fakir bir<br />
adamın kızıdır. Adamcağızın sokakta çalışmaya gücü yetmiyor,<br />
ellerile tığ işliyebiliyor, kızı da bu tığları yirmi beş<br />
kuruşa satıyor, bununla geçiniyorlar!..<br />
Çaycı bu sefalet ve mücadele hikâyesini anlatırken<br />
ben de üç Anadolu seyyahatimle Anadolularm bana sordukları<br />
suvali hatırlayordum.<br />
— İstanbul nasıl, İstanbullular ne halde!<br />
Ve diyordum ki, Anadollu, çocuk, genç, ihtiyar, biz<br />
Türkler hep aynı haldeyiz: hep aynı ikbalin düşkünleri, aynı<br />
talihin kulları, aynı kederin yolcularıyız!.. Ey kum dağlarını<br />
ve çam ormanlarını yaşatan ve çoğaltan Allahim! Körün<br />
gözü parlaması, dulun eri dönmesi hikmeti ilâhiyene mugayirse,<br />
şu yaşayan çocukları olsun öldürme!...<br />
Vicdan ve irade<br />
Geçen yaz Niğde yerlerinden birinin oğlu bağdan dönüyordu.<br />
Dağda karşısına dört silâhlı çıktı ve teslim olmasını<br />
istediler. Genç adam teslim olmayı güçüklük saydığı için<br />
bir kayayı siper aldı. İki taraftan ateş açıldı. Bir müddet<br />
sonra eşkiya kaçtı. Genç salimen babasının evine döndü.<br />
Bu vak'ayı gencin ağzından dinlediğim zaman hayli nazari<br />
dikkatimi celbetmisti; gencin hesabı dörde karşı birin hesabı<br />
değildi, tecavuza karşı nefsini müdafaa eden bir adamın<br />
hesabiydi. Daha doğrusu bu bir hesabtan ziyade bir mucizeye<br />
benziyordu. Dört kişinin tecavüzüne karşı nefsini
— 17 —<br />
ne suretle müdafaa edebildiğini o da izah edemiyordu. O da<br />
bizim gibi birin dörde karşı müdafaasını şahane buluyor,<br />
kendi eseri karşınında kendisi de hayret ediyordu.<br />
Niğdenin hafızasında yaşıyan hatıralar yalnız bu münferit<br />
şecaat vakıalarından ibaret değildir. Aynı memleketin<br />
evlâtları azmin, şecaatin daha büyük manzaralarını gördüler:<br />
Millî Hareketin başlangıcında Sivastan gelen istiklâl<br />
ve müdafaa daveti Niğdeliler arasında anî bir aksi tesir<br />
gösterdi: Bu daveti redde müstait olan memurlar bir gece<br />
ansızın memleket haneme sevkediliverdi. En ihtiyarları<br />
başta olduğu halde iki üç yüzü birden dağa çıkıverdi.<br />
Bu ufak kuvvet ne fennî bir pilâna, ne de bir erkânı harbiyeye<br />
malik değildi. Yalnız bir amiri vrdı: dan, ve bir<br />
kuvveti vardı: İrade... Bu ufak başı bozuk kuvvet bütün<br />
da yollarını k apadıktan başka bir gün muntazam bir ordunun<br />
altı yedi yüz kişisini de esir ederek Niğde sokaklarına<br />
indiriverdi. Niğde evlerinde bu gün o kahramanlığın<br />
maceraları söyleniyor ve en çok hayret edenler arasında<br />
yine kahramanlar bulunuyor.<br />
İşte bütün Anadolu harekâtı aklın ve hesabın çerçevesine<br />
siğdınlamıyan vicdanî ve iradî eserlerdendir<br />
Hatta denilebilir ki bu müdafaa vicdanın, iradenin kendisidir.<br />
Zayıfın kaviye, azın çoğa, fakirin zengine karşı zaferinden<br />
ibaret olan bu harika ancak manevî kuvvetlerin maddî<br />
kuvvetlere karşı olan hâkimiyetiie izah edilebilir. Eğer<br />
Anadolu korkmuyor korkutuyor, yorulmıyor yoruyor, alçalmıyor<br />
yükselivorsa, bu, bitmez tükenmez bir kudret ve<br />
kuvvet hazinesine malik olduğundandır. Bn manevî kudret<br />
ve kuvvetin şanı yalnız maddî kuvvetlere er geç hâkim<br />
olmak değil, mahvolmamak, ve bir gün gelip maddî huvvetlereri<br />
de yaratmaktır.
Anadolu harbinin felsefesi<br />
Geçen yaz Anadolunun harp sahasına en yakın olan<br />
Vilâyetlerini gezdim. Sakarya harbinin bütün şiddetine, müdafaanın<br />
bütün fevkalladeliğine rağmen Anadoluda her<br />
şey, her yer, her kes sakindi. O derecede ki kendinizi<br />
harp etmiyen, sulh içinde yaşayan bir memlekette zannedebilirdiniz.<br />
Gerçi Ank araya giden bütün şosalardan akın<br />
akın cephane kervanları, top arabaları, tayyare takımları,<br />
asker kafileleri geçiyordu. Fakat bu hareketlerde hiç bir<br />
gösteriş yoktu, her iş en gürültüsüz ve en üzüntüsüz bir<br />
şekilde yapılıyordu... Bu, Anadolu müdafaasının göze görünen<br />
kısımdır. Kalp, ruh ciheti ayrı bir âlemdir. O âlemde<br />
her fikir, her his müdafaya çevrilmiştir. Ocakta, yolda,,<br />
tarlada, hükümet konağında düşünülen, duyulan hep o<br />
müdafaadır. Tarihin zulüm ve tecavüz devirlerinde olduğu<br />
gibi zihinlerde ihtilâl, ruhlarda ihtiras yoktu, bilâkis<br />
tarihin büyük vect ve hürriyet zamanlarında olduğu gibi,<br />
bu ruhlarda derin bir tevekkül, kader ve talihe karşı<br />
büyük bir teslimiyet vardı. Anadoluda ölmek bîr emri tabiîdir.<br />
Tabiî olmıyan, yorgunluk, bıkkınlık ve yeistir. Zira bu<br />
vect her türlü maddî iztirapları eritmiştir. Açlık, soğuk,<br />
yara, hatta ölüm, maddî olan her felâket, her acı bu<br />
iklimde duyulmaz olmuştur. Anadolunun bu sükûnet ve<br />
sekineti yanlız mafevkinin emrine itaat eden cahil ve masum<br />
halkta da değil, Anadolu müdafaasını yoktan var eden<br />
kumandanlarda da vardır. Sakarya harbi Ankara muallimler<br />
kongurasımn toplandığı bir zamana tesadüf ediyordu.<br />
Türk ordusu düşmanı içeriye, Pulath hattına kadar çekmek;<br />
için muntazaman ricat ederken, Ankara Darülmualliminin<br />
natamam binasında toplanan genç ve ihtiyar muallimler;<br />
Türkiye maarifinin islâhı ile uğraşıyorlardı. Öğünlerin birinde<br />
cepheden henüz avdet etmiş olan Mustafa Kemal Paşa<br />
muharebenin safhaları hakkında Millet Meclisine izahat ve-
|Q<br />
riyordu. Elinde harita, en sade bir lisanla fikirlerini ifade<br />
eden bu zatin hali sade bir lisanla meramını anlatan bir mukarririn<br />
hali kadar külfetsiz idi. Zannedersiniz ki Anadolu<br />
kumandanlarının bütün dehası düşmanın her kuvvetini, her<br />
tecavüzünü ve hayatın her şeametini sükûnetle karşılamaklar<br />
ve her maddî kuvvete karşı sebat etmekten ibarettir.<br />
Hulâsa Anadoluda en küçük bir neferden en büyük<br />
bir kumandana, en ufak bir müsademeden, en büyük bir<br />
melhameye kadar her insan sakin, her zafer nümayişsizdir.<br />
Cephede ve cephe arkasında sessiz, gösterişsiz çalışan bu<br />
insanları görenler için iki nazariyeden biri: Ya Anadolu<br />
yaptığı muazzam müdafanın tarihî ve insanî kıymetini taktirden<br />
aciz insanların ülkesidir, yahut bu insanlar bütün<br />
bir orduyu var ettikten ve bu ordu ile adedi, vesaiti daima<br />
katkat faik bir düşmana İnönünde, Sakaryada galip geldikten<br />
sonra kendi mucizesinden gururlanmiyacak ve hiç<br />
bir nümayiş yapmayacak derecede yüksek seciyeli, vakur<br />
insanların vatanıdır., ikinci nazariyenin ne derece doğru<br />
olduğunu anlamak için mutlaka cephelerde bulunmak lâzım<br />
değildir. Uzak köylerde bile cephe menkıbelerini dinlemek,<br />
hudutların selâmeti için çalışan köylüleri, sırtında cephane<br />
taşıyan kadınları görmek kâfidir. Anadoludaki j millî hayatın<br />
nevi şimdiye kadar zihnin ve lisanın icat ettiği mefhumların<br />
hiç birile kabili ifade değildir. İnsan bu hakikati gözile<br />
gördükten sonra kendi kendine sorar ki: Acaba Anadolu<br />
halkı türk ve yunan harbinin bütün fennî ve askerî<br />
mahiyetini, ihtimallerini düşünecek, zafer hususunda yüzde<br />
yüz emin olduğunu anlayacak derecede münevver midir<br />
Hayır!. Öyle ise Anadoluda bu harbin mahiyetini, atisini<br />
tenvir etmek maksadile köylere ve en cahil köylülere varıncaya<br />
kadar telkinatta bulunmak maksadile teşkil edilmiş bir<br />
propaganda şebekesi mi vardır Yine hayır!.. Ohalde bu<br />
saf, cahil ve fakir halka davasının hak, düşmanının zebun<br />
olduğu kanaati nerden geliyor Kim, hangi esrarengiz
_ on _<br />
kuvvettir ki "Köylü, cepheye koş ! Allah seninle beraber<br />
dir,, diyor!. Bence bu esrarengiz kuvvet iki tarafın kuvvetini,<br />
vesaitini, kabiliyeti harbiyesini hesap ettiren, Yunanlıların<br />
bir çok maddî hususlardaki faikıyetini düşündüren<br />
kuru bir akıl ve muhakemenin çıkardığı riyazi netice<br />
değil, fakat tarihî ve manevî bir hayatı olan bir milletin<br />
vicdanının en derin nahiyelerinden gelen bir ilham, bir<br />
şevki tabiî, yaşamak ve hürriyetini müdafa etmek şevki<br />
tabisîdir.<br />
Köylerden asker çıkaran ve onu yeryer müdafaa merkezleri<br />
haline getiren, nihayet muntazam bir orduya<br />
kaiben, silâh olmayan yerde taş, istihkâm bulunmayan<br />
yerde göğüsle müdafaa ettiren, en nihayet bütün mütemeddin<br />
insaniyetin huzurunda "İşte ben varım ve var olacağım!<br />
„ dedirten bu şevki tabiîdir. Bu esrarengiz şuur<br />
hiçbir ilmin, hiçbir talimin ve hiçbir propagandanın mahsulü<br />
değil, fakat tarihimizin, hayatımızın, en derin ve en<br />
samimî benliğimizin sesidir, dinin, ahlâkın, sanatın, mefkurenin<br />
adeta kendisidir... İşte bu lâhutî kudret aklın ve<br />
muhakemenin sathına çıktığı gün Anadolu Türkü kendisini<br />
mintarafillâh bir vazifeyi mukaddeseye memur duydu ve<br />
peygamberlerin, velilerin, fatihlerin iradesini kendi nefsinde<br />
buldu. Artık hiçbir şeyden korkusu kalmamıştı<br />
Bugünkü Anadolu hükümetinin vaziyeti için en yakın<br />
misal ne olabilir Bir Frausız mütefekkiri için bu cihanı<br />
istilâ sevdasına düşen ve kendinden başka kuvvet,<br />
kvvetten başka hak tanımıyan Almanyan değil, bir<br />
namus uğruna köylüsünden kralına kadar bütün topraklarını<br />
ve bütün medeniyetini düşmanına istilâ ettiren<br />
Belçikanın ve aynı hassasiyetle düşman istilâsını istihkar<br />
eden Fransasra vaziyetidir. Gerçi Almanya da Belçika ve<br />
Fransa gibi dünya üzerinde hak davasında bulunuyordu,<br />
gerçi Almanya da kendisinin ali ve ilâhî bir ırk olduğunu<br />
iddia ediyor ve bu iddiasını teyit edecek ırk nazariyetîerine
_j. 91<br />
sarılıyordu, fakat Alamanya haksızdı!. Gerçi Alamanyada<br />
,,zaferi nihaî,, diyordu, fakat münhezim ve makhur oluyordu.<br />
Gerçi Alamanyanın da namütenahi zannedilen kuvvetleri<br />
vardı. Fakat nihayet tükendi!.. Gerçi Alamanya da<br />
dünyanın en cesim toplarını dokuyor ve müthiş tahtelbahirler<br />
yüzdürüyordu. Fakat topları patlamaz, gemileri yüzmez<br />
oldu!.. Çünkü Alamanyanın kuvveti manevî değil, maddî<br />
idi. Kuvvet içeriden gelmiyor, dışarıdan, toptan ve gülleden<br />
geliyordu! [*].<br />
İçtimaiyatçı Dürkheim " Harbi kim istedi,, unvanile<br />
yazdığı risalede: Alamanya mağlûp olacak, çünkü tabiatta<br />
beşerî kuvvetler haricinde maddî kuvvetler vardır. İradeyi<br />
beşer bu kuvvetlerin zaruretlerile mukayyettir, halbuki<br />
Alamanya bu tabiî kuvvetlere de isyan etti. Aîamanyanın<br />
iradesi salim bir irade değildir, dehamete uğramıştır, diyordu.<br />
Bu gün müteveffa Dürkheim'm nazariyesini teyit eden misal<br />
Yunanlıların vaziyetidir. Bu günkü Yunanlılar da dünkü<br />
Atamanlar gibi tabiatin kanunlarına karşı isyan etmiştir.<br />
Nüfus, para, gemi, kurşun, top gibi maddî kuvvetlerini<br />
nüfusun, servetin, idare adamlarının kifayet edemiyeceği<br />
mesafelere döküyor, hudut, zaruret tanımıyor, Almanya<br />
gibi bu milletin de iradesi salim bir irade değildir, dehamete<br />
uğramıştır. Dünkü Alamanya "Millî hududlar, hürriyet, şeref<br />
ve namus... „ gibi insanların en mukaddes tanıdıkları<br />
kıymetlere ve mefkurelere hücum ediyordu. Büyük Kante'm<br />
milleti o kadar büyük feylesofları olmıyan fakat buna mukabil<br />
gayet çalışkan, ve gayet namuskâr olduğu için Harbi Umumîde<br />
bitaraflığını bozmak istemiyen ufak bir milletin, Belçikanın<br />
hududlarım çiğnemişti. Almanya yalnız askerî hududlara<br />
değil aynı silâhla beşeriyetin mali müştereği olan manevî<br />
sahalara, bedialara da hücum ediyordu. Gotik san'atinin<br />
en mütekâmil eseri olan Reims kilisesinin dantel gibi<br />
mce oymalarını Krup fabrikasının obüsleri tuz gibi dalı*]<br />
Bu hükümlerin esasi içtimaiyatçı Durkheim'la feylesof Bergson'undur.
ğıtıyordu!. Almanya da topla, tüfekle her şey mahvolur<br />
sanıyordu. Halbuki Meşhur feylesof Bergson'un"Harbin manası,,<br />
adlı makalelerinde dediği gibi, âlemde tükenen hem de<br />
tükenmiyen kuvvetler vardır. Alamanyamn toplan Yunanistanın<br />
Efzunları gibi tükenen kvvetlerdendir. Halbuki<br />
Fransamn, Beiçikanın vatanperverliği Türkün namus ve<br />
kahramanlığı gibi tükenmiyen kuvvetlerdendir. Zira manevî<br />
kuvvetlerin menbaı ilâhîdir.<br />
Yunan ordusu ergeç inhiiâl edecektir. Çünkü maddî kuvvetler<br />
tükenicidir. Halbuki bizim kuvvetimiz tükenmiyecektir.<br />
Çünkü manevî kuvvetler yaratıcıdır. Bizim ordumuz ricat<br />
etse bile inhiiâl etmiyecektir, fakat Yunanistan ölen Efzunlarının<br />
yerini doldurmıyacaktır. Yunanistan makhur olacaktır.<br />
Hülâsa ister Anadolu halkı gibi sadece hayat şevki<br />
tabiîsine müracat ediniz, ister bir içtimaiyat âlimine sorunuz<br />
ve yahut bir feylesof gibi harbimizin mukadderatını maddî<br />
manevî kuvvetlerin mukadderatile izah ediniz, nihayet vasıl<br />
olacağım netice şudur: Yunanistan düşecek, Türk kurtulacaktır.<br />
Harbimizin felsefesi hürriyetin felsefesidir. Bizim bu<br />
itikadımızı sarsacak hiç bir ilim, hiç bir his yoktur.<br />
İlâhî zafer<br />
Balkan hezimetinden iki sene sonra idi. Mağlûbiyetin<br />
acısı henüz geçmemişti. Bir gün îstadbuiun oldukça uzak<br />
bir mahallesinde nümüne mektebinin bahçesinde çocuklar<br />
ve aileler toplanmışlar, müsamere seyrediyorlardı. Mini<br />
mini çocuklar manasını anlayamadıkları manzumeleri<br />
okuyorlar, kadın erkek bütün halk bu tantanalı fakat cansız<br />
sözleri mihaniki ve gayrı şuurî surette aîkışlayorlardı..<br />
Müsamere fikirlerde hiç bir iz, hislerde hiç bir uyanıklık<br />
hasıl etmeksizin saatlerce devam ediyordu!.. Halkın bu<br />
intizarlarını görenler onun daha manalı bir şey beklediğine
— 23 —<br />
zahip oluyorlardı. Müsamerenin sonuna doğru yirmi yirmi beş<br />
yaşlarında bir genç, cemaate karşı söz söylemekten çok<br />
sıkılan bir muallim konferans vermeğe başladı. Konferansın<br />
mevzuu ne idi, kimlere hitap ediyordu Ne maksatla hitap<br />
ediyordu. Bunların hiç biri evelden bilinmiyordu. Genç<br />
muallim boğuk, titrek bir sesle, ekseriya da ellerinin kollarının<br />
sarsak hareketlerine müracaat ederek muhayyel bir<br />
türk ülkesinden bahsediyordu. Bu ülke muazzam bir devletindi,<br />
diritnotları, topları, orduları, fabrikaları, ticaret<br />
filoları, büyük mektepleri, senayii nefisesi olan bir devletindi.<br />
Bu ülkenin havası saf, toprakları feyyaz insanları çok<br />
çalışkandı. Bu ülke tarihin kaydettiği ülkelerin en müterakkisi,<br />
milletlerin tahayyül ettiği ülkelerin en muhayyeli<br />
idi. Bu ülkeyi kim, hangi kudret halk etmiş, hangi millete<br />
tevdi etmiş, hangi tarihe onu kaydetmek şerefini vermişti..<br />
Bunlar da meçhuldü.<br />
Genç muallimin rüyası o tarihte bütün genç milliyetperverim<br />
ruyasiydi. Türkçülük mefkuresinin bediî timsali<br />
bu " muhayyel ülke,, idi. Bütün genç muallimler, hatipler:<br />
"Bir gün gelecek, harap yurdumuz Turan olacak!,, Diyor-<br />
İardı. Fakat aradan seneler geçiyor, muharebeler oluyor,<br />
mezarlar insanlarla doluyor, serviler yıkılıyor, minareler<br />
kırılıyor, genç hatibin hayali asla vücut bulmuyordu!. Zaman<br />
zaman biz milliyetçiler rüyasında zengin olan fakirler gibi her<br />
uyanışta bir kere daha a vuçlarımizın içini arayorduk. Milliyetçilik<br />
sukutu hayali her türlü hayalsizlikten daha elimdi.<br />
Millî intibahın bu safhası en sönük safhadır.<br />
Benim hafızamda millî intibahın ikinci safhasını tespit eden<br />
vak'a şudur: Bir akşam geç vakit Şehzade Başından geçiyordum.<br />
İhtiyar bir dostuma tesadüf ettim. Bu zat doktorluk<br />
mesleğine şiiri, resmi ve musikiyi ilâve etmiş bir mütefekkirdir.<br />
Arkadaşları arasındaki mevkii sadece müspet düşünen,<br />
muhakemelerinde ki vuzuh ve katiyetle teshir eden bir<br />
mütefekkir mevkii değil, hem de hayat hamlelerini taşıyan
- 24 -<br />
mezara girse kendisile birlikte hayatı sürükleyen' bir<br />
san'atkâr, ciddi bir adammevkiiydi. Doktorla aramızda millet<br />
bahsi açıldı. Her zamanki gibi parlak gözlerini ileri dikerek<br />
kalın ve keskin sesile hikâye etti: "Senelerden beri Türk<br />
Ocağına gidiyorum. Senelerdenberi de ocak için bir bina<br />
yaptırmak me'elesi görülşüüyor. Yer yok, fazla olarak her<br />
ay yüz, iki yüz lira masrafımız oluyor. Bu gidişle bir yurt<br />
sahibi oimak imkânı olmıyacak. Öyle ise arkadaşlar dedim,<br />
burada belki üç bin kişiyiz, gidelim yangın yerlerinde<br />
bir arsa satın alalım, her birimiz bir gün temel kazalım,,<br />
yine her birimiz birer tuğla getirelim, içimizde mircar<br />
olanlar haritasını yapsınlar, duvarcı olanlar duvarını!. İki<br />
ayda basit bir bina yapalım, içine girelim, gelecek sene<br />
biraz daha ikmal ederiz. Gelecek senelerde yine çalışırız,<br />
ölünciye kadar... Biz öldükten sonra da gelecekler çalışsınlar...<br />
Ak saçlı doktor bu sözleri okadar i ddiyetle ve<br />
o kadar samimiyetle söylüyordi ki müteessir olmamak kabil<br />
değildi. Doktorun bu sözleri üzerinde düşündüm: İşte bir<br />
miliyetperver ki birincisi gibi hayalle, menfi bir teşhirle kalmıyor,<br />
hayali hakikate kalp etmek çarelerini buluyor, rüyasına<br />
vücut verecek fenne, usulede vakıf... Fakat hayatın<br />
huzurunda bu doktorla o muallim ar* mdaki fark ne olabilir<br />
Biri sadece tahayyül ediyor, diğe . razla olarak tefekkür<br />
ediyor, işte o kadar...<br />
Bu tesadüflerden sonra hayli zaman geçti. Günün,<br />
birinde Harbi Umumî Türkiyeyi İtilâf devletlerine mağlûp<br />
etmişti. Müstakil yaşamak istiyen Türkiye için artık hiç<br />
bir ümit kapısı açık kalmamıştı. Her ümit, her hayal sararıyor,<br />
her tefekkür tıkanılıyordu. Her yerde ölüm havası<br />
teneffüs ediyordu. Günün birinde Çanakkale sperleri içinde<br />
ölümle göğüs göğüse çarpışan ve ölümle sade vücudunu<br />
değil, aklının, hissinin bütün melekâtını karşı koyan bir<br />
kumandan memuren Şarkî Anadoluya gidiyordu. Bu adam<br />
kimdi Sekiz sene evvel muhayyel ülkeyi terennüm eden
- 25 -<br />
genç miydi Yoksa basit projeyi tavsiye eden mütefekkir<br />
miydi hayır, sadece bir asker, belki o genç hatip gibi millî<br />
rüyaların zevkini tadan, belki o mütefekkir gibi emellerin<br />
nasıl tahakkuk edeceğini bilen bir adam, bu adamı evvelki<br />
enmuzeçierden ve dünyanın bütün şair, hassas, müdekkik<br />
insanlarından ayıran bir seciye vardı. Bu seciye ne hayalî<br />
ne de fikrî sahada kalmıyor, yüksek bir hayatiyete malik<br />
otan verasetler gibi şuurun, vicdanın en derin tabakalarına<br />
indiriyordu. Bu seciyenin kökü azimdi. Bu adamda genç<br />
muallim gibi rüyasında bir ü ke görmüş, ihtiyar mütefekkir<br />
gibi ülkeyi inşa etmenin çaresi budur demişti. Fakat<br />
ne rüyaların içinde boğulup kaldı, ne de fikirler tavsiyesi<br />
ile vakit geçirdi, türk milletinin yaratıcı kabiliyetini bir<br />
kere daha ispat için ileriye atıldı. Yarinki devletin ilk temel<br />
taşını sırtında taşıdı ve tuğlasını kendi elile koydu. Sağdan<br />
soldan, dağdan tepeden, şarktan garptan gelen kuvvetler<br />
kuvvetine zammoldu. Bu ferdî azimler birleşe birieşe<br />
ve her birleştikçe yeni yeni kudretler doğa doğa bu günkü<br />
müzafferiyeti doğurdu. Anadolu zaferinde tecelli eden<br />
rüya, genç muallimin rüya sidir; bu zaferi idare eden zekâ,<br />
mütefekkir doktorun zekâsıdır; fakat bütün bediî ve ilmî<br />
tefsirlerle izah edilemiyen bu harikulade eser iradenin,<br />
bu batini kudretindir. Ruhun bu güzel mucizesini, bir kere<br />
bu mucize azmin, iradenin esrarengiz menbalarından fışkırdıktan<br />
sonra, münhasıran iyi düşünülmüş bir plânın, iyi<br />
tatbik edilmiş vesaitiie izaha kalkışacaksınız. Nihayet herkes<br />
gibi bilâ ihtiyar siz de harikul ade bir netice, düşünülmemiş<br />
bir zafer diyeceksiniz vs gayrı kabili izah bir hadise<br />
karşısında bulunacaksınız. Onun için bütün aklî muhakemelerden,<br />
ilmî tahlillerden evel hayata yaklaşalım. Vücudumuzu<br />
sperlere yerleştirelim, aklımızı Anadolu askerinin<br />
sîslile, hissimizi muhariplerinin hissiie birleştirelim, kubbelerimizi,<br />
minarelerini, mihraplarını yıkan, namusu, iffeti<br />
körleten, damarlarımızda dolaşan kana susayan bir düş-
- 26 —<br />
manla karşılaşmak için evvelâ ölüm kokusunu duyalım<br />
ve ruhumuzun gayrı kabili ifade bir hamlesile irademizin<br />
bütün şiddetile sarsılalım, işte o zaman bir âlemi imkân<br />
içinde yaşadığımızı göreceğiz, o zaman her fikir millî gayemiz<br />
için muti bir alet, her emel, her rüya tahakkuka amade<br />
bir maksat olacaktır.<br />
Millî müdafaanın bize öğrettiği hikmetler gayet basittir:<br />
1 — Para, top, tüfek, propaganda... gibi, haktan,<br />
hayattan, vicdandan gelmiyen maddî kuvvetler tükenicidir;<br />
halbuki izzeti nefis, namus, mefkure gibi manevî kuvvetler<br />
lâyezaldir ve maddî kuvvetlerin fevkindedir.<br />
2 — Milliyetin, hürriyetin ihtiyacı ne sadece bediî<br />
tahayüllere, ne de sadece fennî plânlardadır. Milliyet kökleri<br />
rademizin, azim, fedakârlık ve istihkarı hayat gibi cevherleriîe<br />
beslenen genç bir fidandır.<br />
3 — Milletlerin esaret veya isiklâli mevzuubahsolduğu<br />
tarihler tarihlerinin hayat veya memat noktalarıdır. Büyük<br />
adamlar hürriyet yerine zillet yolunu ihtiyar ederek kendilerile<br />
beraber milletlerini de ölüme sürüklerler! Halbuki<br />
yine o adamlar ölüm bahasına hayat ve istiklâl yolunu tutarak<br />
kendilerini ve mîlletlerini hürriyete ksvştururlar...<br />
Efzunla istilâ edilmiyen ülke<br />
Günün birinde İzmirin Yunanlılar tarafından işgal<br />
•olunacağı şayi olmuştu. Kadın, erkek, çoluk çocuk bütün<br />
müslümanlar minarelerden gelen bir davet üzerine şehrin<br />
meydanlığında toplandılar. Zavallılar beyhude telâş ediyorlardı.<br />
Körfezde yatan zıhlılara protestolar çektiler, beyhuhude<br />
o zamanın âciz valisine müracaat ettiler... Aradan<br />
^ok geçmeden işgal vaki oldu. Elinde Yunan bayrağı taşıyan<br />
bir kız Kordondan geçen taburların önünden yürüyordu.<br />
Niçin "yaşasın Venizelos! „ bağtrmayorsun diye bir
27<br />
zabitimizi şehit ediverdiler. Derakap vukuat vukuatı, tecavüz<br />
tecavüzü takipetti, zulüm zulmü teştit etti.<br />
Kumandanları beyannamelerin de Anadoluya hürriyet<br />
ve adalet getirdiğini söylüyordu. İdare adamları nutuklarında<br />
Yunan idaresinin esasatı yunan feylesoflarının esasatına<br />
göre olduğunu ilân ediyorlardı. Yunanlıların bu beyannameleri,<br />
nutukları haricindeki adaleti, eski yunan feylosoflarmdan<br />
alınan esasatı ne idi ! Bnnu üç buçuk senelik işgalin<br />
tarihi göstermiye hazırlanıyordu!.. Yunanistan acaba<br />
hangi medeniyetini tesise geliyordu ! Cahil anadolunun<br />
vatanında Atina Darülfünununun acaba hangi şubelerini<br />
açacaktı ! Esasen bu ufak milletin ilim ve irfanını taşıyor<br />
muydu ! Izmire ayak basmadan evvel, âlemi tenvir için<br />
kendisine ilahî bir memur vecdi mi duymuştu ! Yoksa bu<br />
zayıf millet tekessür eden nüfusunu taşırmak için bir müstemlike<br />
mi arıyordu! Anadolu Türklerinin kendi kendilerini<br />
idareye kabiliyeti olmadığını bu millet kimden öğrenmişti!<br />
Kendisinin büyük bir müstemlike milleti olduğunu ona kim<br />
söylemişti ! Yunanistanm müdafae ettiği Hak hangi<br />
hak, himaye edeceği ilim hangi ilim, neşredeceği medeniyet<br />
hangi medeniyetti ! İşte bütı n bunlar meçhuldü. Bütün<br />
bunlar Yunan idare adamları tarafından bile samimî<br />
surette belki hiç mevzuubahsolmamıştı!.. Kıratları da dahi'<br />
olduğu halde hariçte pulatikacılarm vaitlerinden, dahilde<br />
nümayişçilerin türlü alâyişinden sarfınazar, şu basit suali<br />
belki hiçbir Yunanlı bir kere olsun kendi vicdanına sormamıştı<br />
: Ben neyim !. O halde Yunanistan topraklarımızı<br />
niçin istilâya geliyor, akıbeti meçhul olan bu kanlı, sergüzeşte<br />
neden atılıyordu !.<br />
Bu sualin cevabını hayatın, ezelî zaruretlerini idrak<br />
eden durendişler hakikî millet adamları değil, aynı<br />
hayatın aynı tarihin cahili olan bir serseri veriyordu. Bu<br />
adam. Venizelostu. Venizelos müdebbir değil, fakat hilekârdı.<br />
Venizelos hükümet adamı değil fakat bir komitacı idi. Ve-
28<br />
nizelos azimkar değil, fakat fırsat düşkünüydü!. Hilekâr<br />
zekâsının, komitacı ruhunun, zebunküş mizacının bütün<br />
kuvvetini sarfetti. " Megaloidea „ ile, hayaliham ile melûf<br />
bir milletin iptidaî kalan şuurunu büsbütün körleştirdi...<br />
İpnotizma mütahassıslannın sinirli hastalarını sunî olarak<br />
uyuttukları gibi, sahte pulatikacı da aciz milletinin<br />
aklını, iradesini uyutuyor, bütün selâmet hissini, bütün<br />
tenkit ve ihtiyat melekelerini kötürümleştiriyordu.. Hastalarını<br />
ilâçlarının iksir olduğuna inandıran yalancı hekimler<br />
gibi, bu yalancı diplomat ta puanının lâyuhti olduğuna kandırıyordu.<br />
Yunanistan böyle bir ipotizmacıya teslim olmak<br />
için ruhunun en müstait bir zamanında yakalanmıştı, nihayet<br />
teslim oldu. Yunanistanın "Size adalet getirdim,, dediği<br />
millet onun adaletini istemiyordu. Yunanistanın "Sizi idareye<br />
geldim,, dediği millet onun idaresini talep etmemişti I<br />
Hiç bir Türk, hatta kendi dindaşı olan anadollular dahi<br />
Yunanistanı istemiyordu. Bu vaziyette tecavüz eden Yunanistan<br />
ne yapacaktı Kendisini cebren istetecekti!..<br />
Filhakika Yunanistan istilâya, zulme niyet eden bir<br />
milletin bütün hazırlıklarına malikti. Gerçi Yunanistan henüz<br />
Harbi Umumiden çıkmıştı, fakat bu harbe geç girmişti.<br />
Gerçi Yunanistan harp için masraf etmişti fakat maliyesi<br />
zengindi. Gerçi Yunanistan bu Harbi Umnmide maktul<br />
vermişti, fakat büyük zayiata uğramamıştı. Bunun haricinde<br />
olarak Yunanistan silâhın, cephanenin bütün envaına<br />
malikti. Yunanistanda top, tüfek, zıhlı, diritnot, Efzu», Dırahmi<br />
herşey vardı. Denizlere hâkim, karalara yakındı.<br />
Bütün bu maddî vasıtalar haricinde müttefiklerinin manevî<br />
müzaheretine lâyık görünmüştü. Yunanistanı bu teşebbüsten<br />
vazgeçirecek, ona "Dön geril,, diyecek hariçte dahilde<br />
hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız bir kuvvet, fakat bütün<br />
maddî, haricî olan kuvvetlere benzemiyen, batım, manevî<br />
bir kuvvet: Vicdan! Halbuki o da daha evvel Başvekil<br />
tarafından uyuşturulmuştu. Binaenaleyh Yunanistan ne ha-
ficinde, ne de batımnde bu tecavüzünü tevkif edebilecek<br />
hiçbir manie tesadüf etmiyerek ipnotize edilmiş bir<br />
adam mihanikitiyle saldırdı, kan dökmek, şehir işgal etmek,<br />
köy yakmak, ekinleri mahvetmek için saldırdı...<br />
Beri yanda Türkler ise zaten talihin bütün meşum<br />
akibetlerine uğramışlardı. Türkiye İzmirin işgalinden çok<br />
evvel mağlup milletler gibi bir mütareke aktetmiş, silâhlarını<br />
bile teslim etmişti. Türkiyenîn zengin bir maliyesi, tükenmez<br />
bir hazinesi de yoktu. Gençlerinin kısmıazamı<br />
Harbi Umumide telef olmuş, birçok dirayetli zabitleri şehit<br />
düşmüştü. Silâhsız ve cephanesiz Türkiye dünyanın en nazik<br />
bir kıtasında sakin bulunuyordu. Her taraftan denizle<br />
muhat olan Anadoîumın limanları topsuz, tabiyesiz, istilâlara<br />
maruz bir halde idi. Yunan bayrağı İzmir kordonunda<br />
gezdirildiği gün Türkiyenin asker denilebilecek askeri, müstakil<br />
denilebilecek devleti yoktu. Fakat yine bu Türklerin para<br />
ile satın alınmayan, Efzunla istilâ edilmeyen ve zaman ile<br />
tükenmiyen bir knvveti vardı: Vicdan! O vicdan ki âlemde<br />
gayet müstesna bir medeniyeti, islâm ve türk medeniyetini<br />
vücude getirdikten ve hayatının mukadder olan bütün<br />
ezalarına göğüs gerdikten sonra Çanakkale muzafferiyetini<br />
yaratmıştı. Türk vicdanının unsurları arasında ölüm<br />
vardı, esaret yoktu. Zaruret vardı, zillet yoktu. Türkün<br />
vicdanı denilen bu manevî kuvvet acaba açık limanları<br />
kapatabilir miydi, Anadolunun azalan nüfusunu çoğalta bilir<br />
miydi, Devletin tükenen hazinesini doldura bilir miydi !.<br />
Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetlerin cidalini bu türk ve<br />
yunan harbi gösterdi. Bu harbi sırf bu noktadan dört<br />
safhaya ayırabilirsiniz. Birinci safha, İzmir kordonuna çıkan<br />
bir Efzun karşısında ellerinden kollarından başka silâhı,<br />
incirinden, devesinden başka serveti olmayan bir köylü<br />
vardır. Bu safha köylü tarafından mukavemetsizlik ve yeis<br />
Efzun tarafından cüret ve zulüm safhasıdır, ikinci safhada<br />
bu efzunun karşısına çıkan silâh namına elinde yalnız bir asâ
- 30 -<br />
servet namına cebinde yalnız bir atmişlık taşıyan bir fakirvardır.<br />
Efzun manevî adamın harikulade bir savletiyle mızrağın<br />
ucuna saplanmıştır. İnönü muzafferiyetlerini hatırlayınız..<br />
Üçüncü safhada Efzun karşısına çıkan namlısı paslı,<br />
askısı ipli bir tüfek taşıyan köylüdür. Efzun ise mitralyozları<br />
kullanan Efzondur. Harbin bu safhasında Sakarya<br />
bize faik olan maddî kuvvetlerin maddî - fakat manevî kuvvetlerle<br />
beslenen maddî - kuvvetler karşısında evvela<br />
dalgalandığını ve sonra nasıl sarsılarak mağrurane değil,<br />
fakat makhurane bir ricatla nihayet bulduğunu gösterir.<br />
Dördüncü safhada maddî kuvvetler aşağıyukarı tevazm<br />
etmişti. Fakat arada büyük bir manevî kuvvet farkı vardı.<br />
İlk hamle sırf etten ve kemikten teşekkül eden düşman<br />
kuvvetinin erimesi için kâfi gelmişti...<br />
Şimdi bazı garip insanlar var, diyorlar ki: Biz bu<br />
harpte ne kazandık ! Düşman zaten memleketimizde değil<br />
miydi ! O halde onu sürüp çıkarmakla ne kazanmış olduk<br />
! Evet arkadaş, bizim kazandığımız senin anladığın<br />
gibi maddî bir ülke değil, manevî bir ülkedir, adıda<br />
hürriyettir. Ve hiçbir ülke bir millet için bir hürriyet<br />
ülkesi kadar giranbaha değildir. Bilinmez ki Yunanistanın<br />
bu hezimetinden sonraki akibeti ne olacak.. Yine bilmezsin<br />
ki bu büyük zaferi kazanan millî iradenin hızı tükeninceye<br />
kadar âlemde neler yaratacak.. Belki hiçbir imar, hiçbir İslâhat,<br />
hakkını, hürriyetini müdafaa etmiş ve vicdanının ülke*<br />
sine saltanat kurmuş bir milletin iradesi kadar tarihine hayat<br />
bahşedici değildir. Arkadaş! ilmî, iktisadî bütün zahirî,<br />
maddî inkılâpların anası heyecanların kaynağı ise, milletin<br />
bir an, bir devir için kendi manevî varlığını duyması<br />
kendi hürriyetinin zevkine vasıl olmasıdır. Bu> zafer inkılâpların<br />
en büyüğü, bu inkılâp zaferimizin en mukaddesidir»
Kostantini şaşırtan netice<br />
"idaremizin esasları eski yunan feylesoflarından mülhemdir,,<br />
diyen yunan kumandanları "mağlûbiyet deha,,larile<br />
mütenasip bir lisan icat etmişlerdi: İzmir havalisinin işgaline<br />
"askerî gezinti,, demişlerdi, İnönü hezimetinin adını mağrurane<br />
ricat,, koymuşlardı. Son kat'i mağlûbiyetlerini ve<br />
makhurane ricatlerini de sıkılmadan "Geri tecemmüleri^.<br />
sözile ifade edîvermişlerdi!. Şair milletin feylesof kralı Efzunlar<br />
kordondan denize dökülürken bu durendiş milletine<br />
neşrettiği beyannamede mağlûbiyetin ordular için gayri<br />
mûtat olmadığını söylüyor, ve bu mağlûbiyetin düşmanın<br />
hatır ve hayalinden bile geçmediğini ilâve ediyordu.<br />
Eğer Kostantin mücrim, aynı zamanda makhur bir<br />
milletin kralı olmasaydı sözlerini bir noktadan şayanı dikkat<br />
bulacaktık. Fakat bu gün bu sözlerin meyus tebaasının<br />
vicdan azabını teskinden başka ne gayesi olabilir! Zira<br />
Kostantinin bu sözlerden kastettiği mana kolaylıkla anlaşılıyor,<br />
mağlûp hükümdar demek istiyor ki: "Ordum galip<br />
gelebirdi, fakat mağlûp oldu, Çünkü bir tesadüf, ehemmiyetsiz<br />
bir sebep bu mağlûbiyeti hazırladı. En muntazam,,<br />
en muharip ordular dahi ufak sebeplerle perişan olabilirler,<br />
onun için galibiyet de, mağlûbiyet de ordular için bir<br />
emri mukadderdir. Binaenaleyh ey şaşkınlar, bu sözlerime<br />
inanıp müteselli olun, ordumun tabana kuvvet kaçması<br />
çok şey ifade etmez. Yalnız bir şey ifade eder ki o da<br />
kaçtıklarıdır. Kaçmıyabilirlerdi, fakat kaçtılar, Çünkü en<br />
muntazam ve en muharip ordular dahi kaçabilirler, meselâ<br />
askerleri korkar, aç kalır, siperlerde otura otura canı sıkılır,<br />
bir takım ufak sebeblerden dolayı nihayet kaçabilir, onum<br />
için ey eski yunan feylesoflarının esasatına göre idare<br />
ettiğim ey hayali ham milletim, meyus olmayın, zira galip<br />
gelmekte, kaçmakta bir emri mukadderdir....,,. İşte Kralut<br />
beyannamesi bir takım umumî, mücerret lâkırdılardan sıyrı-
— 32 —<br />
lıpta tafsil ve teşhir ediliverince böyle bir hezeyana münkalip<br />
oluyor! Kralın sözlerini bir derece daha çürütmek<br />
müzah muharrirlerinin işidir! Ba sözlerde tetkika, münakaşeye<br />
değer hiç bir mahiyet yoktur.<br />
Fakat kakikî bir vatanperver kalbiyle son harbimizin inkişafına<br />
teveccüh ettiğimiz zaman bizi hakikaten şaşırtan noktalar<br />
yokmudur !. Bu suvalimize cevap verebilmek için<br />
taarruzun ilk günlerinde ki vaziyetimizi, haleti ruhiyemizi<br />
hatırlamak icap ediyor. O günlerde bizi büyük bir takdir<br />
ve hayrete sevkeden iki nokta vardı: Darbemizin fevkalâde<br />
surette, ansızın vaki olması ve fevkalâde sur'atle inkişaf<br />
etmesi... Bu gün aynı taaruzun bizi yine hayret ve takdire<br />
sevkeden diğer noktası fevkalâde az bir müddet zarfında<br />
neticeyi kat'iyesini istihsal etmesidir.<br />
Anadolu bu neticeyi kat'iyeyi istihsal için tam üç<br />
senedir uğraşıyordu; para, asker, cephane, tabiye, plân...<br />
Bütün bu hazırlıklar bu neticeyi kat'iye içindi. Anadolu<br />
köylüsü gece gündüz kazandığını müdafayi milliyeye verirken,<br />
Anadolu erkânı harpleri de gece gündüz düşmanı<br />
mağlûp etmek için imalifikrediyordu. Mualimler,<br />
vaızlar, hatipler, bütün hükümet memurları boş durmuyorlardı.<br />
Onlar da mütemadiyen davayı milliyi bir fikir<br />
ve şuur haline getirmeğe çalışıyorlardı. Üç senedenberi<br />
Anadolu köylüsünün timsali üzeri başı, saçı sakalı tozdan<br />
bem beyaz olmuş, mütemadiyen cephane taşıyan bir kölüydü.<br />
Üç senedenberi Anadolu erkânıharbinin timsali, neferden<br />
sade üniformasının ufak yıldızlarile fark edilebilen mütevazi<br />
bir askerdi. Üç senedenberi bütün Anadolu münevverlerinin<br />
timsali müdafaanın şuuru haline inkilâp etmiş ruhlardan<br />
ibaretti. Evet Anadolu müdafaası hiçte kolay olmadı. Beyhude<br />
bu müdafaanın başlangıcındaki çete tertibatına<br />
zihninizi saplayorsunuz ve çetelerin seyyar, basit, anî faaliyetlerile<br />
bu günkü Anadolu teşkilâtını anlamağa çalışıyorsunuz.<br />
Hakikat hal hiç böyle değildir. Şair, Osmanlı
— 33 —<br />
.saltanatının müessesesine bir aşiretten bir devlet çıkardık<br />
diyor; halbuki Anadolunun mukadderatine vaziyet edenler<br />
yeni devleti hemen yoktan vucude getirdiler. Bu kadar<br />
büyük bir azim, bu kadar büyük fedakârlıklar ne içindi<br />
Neticesi gayrı muayyen bir harbe girişmek, zaten makûs<br />
olan talimize yalvarmak için miyidi !. Yunanın İzmir e<br />
yerleşmesi bir emri vaki olmuştu. Sevres müahedesile devletler<br />
şöyle böyle bize Anadoluda bir hakkı iskân veriyorlardı.<br />
O halde neticesi malûm olmıyan bir iş için kan dökmeğe<br />
neden lüzum vardı! Halbuki netice iman ehli için pek<br />
muayyen, pek vazıhdı. İddia edilen nokta Yunanlıları sürüp<br />
atmaktı. Bütün o üç senelik müdafaa hayatı, fedakârlık<br />
sahneleri boş değildi. Bütün hazırlıklar bu neticenin istihsali<br />
içindi, fakat bu netice ne zaman kat'i surette istihsal<br />
edilecekti Ne şekilde istihsal edilecekti Ne kadar müddet<br />
zarfında istihsal edilecekti.. Bunları kimse bilemezdi.<br />
Bunlar hayatın istikbaliydi. Halbu ki hayatın istikbali keşfedilemezdi...<br />
Gerçi bizi davamızın hak olduğuna inandıran<br />
hissimiz, vicdanımızdı. Gerçe biz davanın müdafaası için<br />
cehtediyorduk. Bu cehtimızin sonu zafer olacağına iman<br />
ediyorduk, lâkin maksat uğrunda sarfediiecek emeklerimizin<br />
mikdarını, maksat uğrunda şehit düşecek evlâtlarımızın<br />
adedini bilmiyorduk. İzmir yolunda besalet gösterecek<br />
askerlerimizin gizli ruhunu bilmiyorduk. Biz yalnız sebat<br />
ediyorduk, can ve mal sarfediyorduk, fitlimizin hayır, neticesinde<br />
zafer olduğuna iman ederek, işte okadar...<br />
Bu gün bu netice emrivakidir. Anadoludaki harakâtı<br />
milliyeyi idare edenlerin ilk rüyaları tahakkuk etmişti. Ruhun<br />
bu muazzam eseri karşısında ya Kostantin gibi şaşmak<br />
yahut izaha çalışmak bizim elimizdedir. Filhakika sırasıyle<br />
İnönü, Sakarya, Afyonkarahisar, Dumlupmar muharebelerini<br />
yapan bir millet için kendi vicdanından kopup<br />
gelen güzel hareketleri tesadüfle, talihle, düşmanın kor-<br />
Jîaklığıyle izah etmekten daha doğru, daha asîl hareketler<br />
3
- 34 -<br />
neden olmasın! Millî kahramanlığımızın ne izahını ne alelade<br />
bir zabıturapt muvaffakiyetinde nede alelade bir sevkulceyş<br />
ve tabiye zekâsında bulamayız. Çünkü ordunun<br />
intizamı, tabiyenin mahareti bir orduyu teşkil eden fertlerin<br />
ahvali ruhiyesine, hassasiyetine, kahramanlığına göre daha<br />
zahirî, daha fikrî şeylerdir. Sevkulceyş harekâtının<br />
ehemmiyeti harbiyesini asker olmadan dahi bir derece takdir<br />
etmek mümkündür. Fakat bu nihayet zabturaptı<br />
olan bir ordunun kütlesine ait, mihaniki ve fennî tedbirlerden<br />
ibarettir. Nasıl ki zapturapt da bir ordu için bir<br />
hayat ve memat mes'elesidir. İntizamsız bir ordu bir toz<br />
yığınından başka nedir! Fakat hissi, vicdanı olmayan daha<br />
doğrusu vatanî, insanî mefkureler yerine husumeti koyan r<br />
fertlerden mürekkep bir ordunun zapturaptı kaç para<br />
eder ! Hulâsa harpte mukavemetin, mukavemette devamın<br />
pek derin, pek zengin bir menbaı vardır ki onu ancak<br />
" maneviyat „ sözüyle ifade edebiliriz.<br />
Türk zaferinin harikuladeliğini kabul etmiyecek olan<br />
zekâ Kral Kostantin'inki dir. Halbuki yeni ruhiyat ve içtimaiyat<br />
ilimleri ruhun bu gibi muazzam hamleleri karşısında<br />
gayet müspet ve teslimiyetkâr vaziyetler takınmışlardır.<br />
Meşhur amerikah ruhiyatçı ve feylesof Viiliam James ruhiyata<br />
dair yazdığı büyük kitabın "irade,, ye dair olan kısmında<br />
iradî hareketlerin evsafını zikrettikten sonra, bu hareketlere<br />
refakat eden "cehıt,, den bahsediyor, diyor ki: Cehdin<br />
mevcudiyetini tefrik için elimizde bir miyar vardır;<br />
Nerede itiyatlarımızın ve sevkıtabiîlerimizin eseri olan<br />
kuvvetleri tadil için mefkûrevî bir illete müracaat edersek<br />
orada cehit vardır. Cehti kuvayi madiyeye benzetemeyiz,<br />
Çünkü bu kuvvetler cisme tatbik edildiği zaman sa'yi akal<br />
kanununa tabi olarak en kısa, en mukavemetsiz yolu takip<br />
ederler. Halbuki iradî bir fiilde en güç, en çok mukavemet<br />
gösteren bir yolu takip ettiğimizi hissederiz. Galibiyet<br />
ve hâkimiyet müteaddi fiillerdir. İşte mefkurenin tahakkuk
— 35 -<br />
ve tecessüdü için müracaat ettiği kuvvet bu cehittedir. Fakat<br />
bu cehdin ehemiyetini takdir, miktarını tayin etmek psikolojinin<br />
iktidarı haricinde bir iştir..<br />
Amerikalı ruhiyatçının fert hakkında söylediği sözleri<br />
cemiyetlerin hayatına teşmil etmek pek mümkündür. Bir<br />
cemiyet, meselâ bir türk milleti bir müdafaa ve istiklâl<br />
muharebesinde ne kadar kuvvet sarfedebilir, ölümü ne<br />
derece istihkar edebilir, ve ne sür'atle İzmir kordonuna<br />
vasıl olabilirdi Bunu hiç bir ilim, çünkü hiçbir akıl ve<br />
hesap keşfe muktedir olamazdı. Bunlar öyle hadiselerdir<br />
ki ancak zuhur ettikten sonra hayretle temaşa edilir, ruhun,<br />
vicdanın yegâne, müptekir eserleridir. Yalnız bizim<br />
bileceğimiz bir şey vardır, o da şudur: Bir millet ki vesaiti<br />
maddiye itibariyle kendisine faik yahut müsavi olan bir<br />
milleti, baş kumandanını da esir etmek şar tiyi e yıldırım<br />
sür'atile eziyor, ve bu cehdi harikulade bir sür'atle inkişaf<br />
ediyor, William James'in ilmine istinaden diyebiliriz ki:<br />
Ö milletin mefkuresi gayet velut bir mefkuredir. Bu icazkâr<br />
zaferle beraber olan mutlaka Cenabı Haktır. Onun için<br />
bizim zaferimiz dostun da düşmanın da hesabını şaşırtan<br />
bir zaferdir. Çünkü ruhun her mucizesi gibi yepyeni, yekpare<br />
ve yaratıcı zaferdir. Bu eserin azametini takdir etmek<br />
için evvelâ onu besleyen mefkurenin azametini takdir etmek<br />
icap eder. Türkün mefkure dediği şey hayır, hak, ve<br />
hüsün sıfatlariyle telâkki ettiği Allahtır. İşte biz Türkler<br />
bu Alla hin kuluyuz, milletimizin dünyada hikmeti vücudu<br />
bu Allaha tapmaktır. Ancak bu gaye için çarpıştık ve<br />
Hikmetullahı bir kere daha ilân ettik...<br />
Şeref kimlerindir <br />
Yunanlılar İzmiri işgal ettikleri gün Anadolu Devleti<br />
henüz teşkkül etmemişti. Millî kuvvetler bir müddet dağınık
- 36 -<br />
ve mahallî çeteler halinde çalıştılar. Bu aralık meydanı boş<br />
bulan Yunanlılar Bursa ve Bahkesiri kolaylıkla işgal ettiler.<br />
Efkârı umumiyemiz Yunanlıların bu istilâsından çok<br />
meyus oldu. Bunun üzerine düşman istilâsına silâhla mukavemet<br />
edilmesini muvafık bulmayan kimseler şu mütalâayı<br />
yürütüyorlardı:<br />
— Biz demedik miydi! KuvayıMUUye bu memleket<br />
için bir felâkettir, elimizde kalanı da bu adamlar batıracaklar,<br />
şimdiye kadar ne kaybettikse siyasetsizlik yüzünden<br />
kaybettik, el'an da mütenebbih olmuyoruz, olmak istidadmdada<br />
değiliz!.. Biz silâhla mukavemet ettikçe Anadolu<br />
Yunan istilâsına maruz kalacak, bu suretle Devlet, Millet<br />
büsbütün mahvolacaktır,,. Bu adamlar Yunan istilâsının<br />
ilerlemesini millî mukavemete atfediyorlardı. Belki bu mülâhazaları<br />
doğruydu. Fakat yine bunların aklınca çareiselâmet,<br />
silâhlan elden bırakıp teslim olmaktı!.. Çünkü siyaset<br />
her şeyi halledebilirdi, hatta ay m siyaset Yunanlıları<br />
İzmirden çıkarmak için bile kâfiydi., Bilâkis her ne şekilde<br />
olursa olsun, mukavemet kat'i bir felâketti, KuvayıMilüye<br />
böyle bir mukavemete teşebbüs eylemiş olduğundan memleketi<br />
batırıyor, ilerdeki halâs ümitlerini dahi mahvediyordu<br />
!..<br />
Bu bir mantıktı, eğer hafızam yanılmayorsa, buna<br />
"muhalefet mantığı,, diyorlar. Bu mantığın esası harpten<br />
kaçınmak, ve sulha kavuşmak için siyasete sarılmaktı.<br />
Muhalefet bu esası müdafaa için söze, misale, tecrübeye,<br />
her şeye müracaa etmişti. Lâkin vaktaki KuvayıMilliye perakende<br />
kuvvetler halinden çıkıp müçtemi bir kuvvet haline<br />
geldi, vaktaki mahallî müdafaa hey'etleri yerine mîllî<br />
ordular kaim oldu, her yerde muvaffakiyetler hasıl olmıya<br />
başladı: Yunanlılar, İnönünde mükerrejren ve Sakarya<br />
harbinde ise müthiş surette mağlup oluyordu. Mülkilerin<br />
yeni mazhariyetleriyle birlikte İstanbulda yeni bir mantık<br />
erbabı hasıl olmağa başladı. Bu sonuncular şu tarzda<br />
idareikelâm ediyor!ardı:
- 37 -<br />
— Biz zaten biliyorduk, biz zaten bu harekete taraftardık,<br />
atinin emin olduğunu, harekâtımilliyenin yüzde<br />
yüz muvaffak olacağını keşfetmiştik, çünkü anadolu mefkûrecidir,<br />
anadoluda azim ve iman sahipleri çoktur, Türkün<br />
imanı kuvvetlidir, Türk yenilmez, Türk devleti ölmez..<br />
Gerçi bu adamlar bu sözlerile Kuvayı Milliyenin aleyhdarı<br />
değildiler. Fakat ne derece kadim lehdarı idiler .<br />
MUlî maksadın meşru olduğuna ne vakıttenberi inanıyorlardı<br />
! Çünkü bütün bu taraftarlıklar ve bu memnuniyetler<br />
ancak KuvayıMiliiyenin muvaffakiyeti belirdikten sonra<br />
izhar edilmişti!. Halbuki bu eser vücude geldikten sonra<br />
onun azemetini takdir edecek olan alet fikir, muhakeme<br />
değil, sadece gözdür! Siz milletinizin selâmetini, devletinizin<br />
istiklâlini temie eden bir hareketin elbet aleyhinde<br />
bulunamazsınız, bulunabilmek için mutlaka suiniyet sahibi<br />
olmalısınız! Onun için bir kere mukavemet muzafferiyetle<br />
neticelendikten sonra herkes gibi size de bir vatandaş sifatile<br />
takdir ve hayet düşer. Çünkü esasen iyi olduğunuzdan<br />
iyiliği istiyordunuz, şu kadar ki - her hangi neticeye<br />
demiyorum, - her hangi harekete taraftarlığınızın, veyahut<br />
her hangi hareketin akıbetini keşf hususundaki firasetinizin<br />
delili bu günde değil, kat'i neticeye varmadan<br />
evvelki zamandadır. Şu taktirce HarekâtıMiUiyenin bu günkü<br />
takdirkârîarile dünkü muhaleiîerinin çok farkı yoktur !<br />
Her iki mantığı sahiplerinin HarekâtıMiUiyenin inkişafına<br />
bir hizmeti olmamıştır. İster bidayettenberi bu harekete<br />
aleyhdar olun, ister bu hareket muvaffakiyetlerini istihsal<br />
ettikten sonra onun meddahı kesilin, madem ki hareketin<br />
iptidasındaki tesiriniz sıfır, ve hareketin tekâlümüne yardımınız<br />
hiçtir, netice üzerinde ferden tesahup ve tefahür<br />
hakkı sizin değildir. Çünkü MillîHareketi vücude getirenler<br />
ne iptidasında tezyif edenler, ne de intihasını takdir<br />
edenlerdir, belki bu hareketin iptidasından intihasına kantar<br />
muhabbet ve emniyetle bilfiil çalınanlar, bu hareket
için malini, canını feda edenlerdir... Filhakika MillîHareke<br />
şerefli bir Ölümü zelil bir esaret hayatına tercihle başla<br />
mışti. Bidayette bu hareketin yegâne kuvveti ittihat idi:<br />
Emelde, histe birlik. O müşkül dakikalarda istiklâl için<br />
çarpışan bü kuvvet her kalpten muhabbet, her türkten<br />
yardım bekliyordu. O tarihte istiklâli samimi surette talep<br />
edenler silâha yahut kaleme sarıldılar, "ilerlemek var, dörmak<br />
yok!,, dediler. Böyle hayat ve memat arasında çalışan bir<br />
tehdit eden tehlike ne olabilirdi Düşmana karşı mukavemetin<br />
ve dahilde maneviyatın zayıflaması. Öyle dakikalar<br />
olmuştur ki millî maksadın aleyhinde sarfediien tek sözün<br />
bir taburun dağılması kadar meşum bir tesiri olabilirdi.<br />
Yine öyle dakikalar oldu ki bir kalbin muhabbeti bir<br />
istihkâmın metaneti kadar maksadı tahkim ediyordu.<br />
Binaenaleyh dünkü muhaleflerlerle bigâneler bu gün Harekâtimilliyenin<br />
müspet neticelerinden isterlerse memnun<br />
istemezlerse gayrı memnun olsunlar, şeref en ümitsiz zamanlarda<br />
çalışanların, yaşamak için ölümü istihkar edenlerin,<br />
yalnız onlarındır.<br />
Muharebelerin dersleri<br />
Anadoiunun silâhlı siyasetini terviç etmiyenler alel-i<br />
itlâk harp aleyhdari olan kimselerdir. Bunlar harbi beşeriyet)<br />
için bir musibet telâkki ederler. Onun için her zaman,<br />
her ne bahsına olursa olsun- sulhu tercih ederler. Fakat]<br />
sulh aşkına mahvolmayı da arzu etmediklerinden silâh-;<br />
sız, sesi çıkmıyan siyaseti tavsiye ederler. Bu kimseler<br />
harbin şeametini sulhun selâmetini ispat için en ziyade<br />
ölen insanlardan, yetim kalan çocuklardan, sönen ocaklardan<br />
bahsederler. Mazideki her harbin neye mal olduğunu<br />
hesap eder dururlar...<br />
Bizim memleketimizde harp aleyhdarları yalnız siyasi
an<br />
muhalifler değildir. Nefsini san'ate, şiire, ve felsefeye<br />
hasretmiş olan münevverlerimiz arasında da sulhun dostu<br />
ve harbin mutlak surette düşmanı olanlar vardır. Bunların<br />
umdesi insaiyet umdesidir, bunlarda milletler arasındaki<br />
nifakı ordular arasında ki cidali insaniyet umedesine<br />
muhalif sayarlar, ve millî harpleri insanî vs hdete daima mugayir<br />
görürler. Bu mütefekkirler de döne dolaşa nihayet sulh<br />
gayesine teveccüh ederler. Sulhu istihsal için insaniyetçilerin<br />
tasviye ettikleri usul gayet basittir, bütün milletlere<br />
harp nefreti yerine sulh ve müsalemet aşkı telkin etmek.<br />
Esasen bu zatler söz telkinile hayatın değişivireceğini<br />
zannedecek kadar basit düşünürler... Gerek bu muhaliflerin<br />
gerek bu feylesofların hayatî kıymetleri müsavidir. Birinciler<br />
felsefe yapmaksızin ikinciler siyasî bir fırka teşkil etmeksizin<br />
hayata karşı aynı vaziyeti alırlar. Binaenaleyh, her<br />
iki zümrenin fikirleri, niyetleri her ne olursa olsun milletlerinin<br />
hayatına aynı derece müfit veya muzir kimselerdir.<br />
Hakikatte harp düşmanlarının muhakemeleri gayet tarafgiranedir:<br />
Muharebede ölenlerin miktarı kayıbolan toprakların<br />
mesahası gibi harbin münhasıren ferdî ve maddî<br />
kısımların düşünülür. Gerçi Yunanharbi Türkler için büyük<br />
bir zayiattı. Beyhude eski Yunanistanm bir kısmini işgal<br />
için kan döktük, beyhude para ve cephane sarf ettik, bütün<br />
istilâ ettiğimiz topraklarden kendimizi çektik! Fakat kim<br />
inkâr edebilir ki insan, para zayiatı itibariyle meşum olan<br />
ve maddî, siyasî hiç bir fayda temin etmiyen bu eski Yunan<br />
barbi MektebiHarbiyeden yetişen genç ve münevver<br />
zabitlerimizle fakir ve masun Anadoluluları bir arada, bir<br />
siperde bulunmak vesilesini hazırladı! Kim iddia edebilir<br />
ki ateş ve Ölüm karşısında zabitle neferlerin bulunması<br />
ruhlarında bir kaynaşma husule getirmedi, ve bunun neticesinde<br />
asken aç ve elbisesiz bırakan Saray istipdadına<br />
karşı genç ruhlarda isyan hamlesi doğmadı!.. İnkilâbın<br />
heyecanları acaba Tasalya ovalarında duyulmadın»!. Kim
inkâr edebilir ki: Balkan Harbi bütün hezimetlerine rağmen<br />
bize, bir millet için istinatkâhin ancak kendi vicdanı<br />
olduğunu, Türk bundan böyle kendini duyması, kendi ben ligini<br />
idrak etmesi lâzım geldiğini öğretmedi, millet mefkuresinin,<br />
millî heyecanların dogmasına sebep olmadı!. Yine<br />
kim inkâr edebilir ki Harbiumumide Çanakkale müdafaasında<br />
duyduğumuz heyecan, Millîharekâtin mebdei degıldır!.<br />
Hülâsa muharebelere neresinden bakılsa milletler için<br />
manevî inkilâlaplardir. Ve çok kere muharebelerin yaratıcı<br />
tesirleri vardır. Bazı muharebeler büyük maddî felâketlerin<br />
amilî olduğu kadar, bazı muharebelerde büyük manevî intibahların<br />
mebdei olabiliyor. Muharebelerde bütün bir milletin<br />
en geç, vezinde fertlerinin kütlesiyle hareketinden, ve<br />
diğer milletlerin kütleriyle temasından türlü fikir ceryanları,<br />
akil ve muhakeme faaliyetleri hasıl olduğu gibi, arzuya istiklâl,<br />
hissi millyiet, müdafaa, namus gibi milletin her ferdinin<br />
vicdanında zayıf derecede yaşıyan bir takım hisler manevi<br />
bir volkan gibi patlayor, muhteviyatı gözle görülür, elle tutulur<br />
bir hale geliyor. Muharebeler ozatnana kadar mevcut<br />
ve müesses olan hayatın şeklini, vaziyetini değiştiriyor. Erkekleri<br />
işinden cepheye, kadınları evinden işe sürüklüyor,<br />
çocukları ebeveyninin devamlı mürake besinden ahp daha<br />
ziyade mektebin, cemiyetin mürakebesine terkediyor. Muharebe<br />
esnasında bir çok iktisadî meslekler adamsız kahyor,<br />
bereket zamanlarının kıymetsiz eşyasına kıymet geliyor,<br />
cephe arkasında kalanlar için azamî derecede çalışmak<br />
bu suretle günün bütün meşakkatlerine göğüs gererek<br />
azamini, iradesini kuvvetlendirmek mecburiyeti hasıl oluyor.<br />
Hulâsa muharebeler ne bir dersin ne bir aklın doğrudan<br />
doğruya tevlit edemediği içtimaî inküâplarm yalnız<br />
başına vücude getiriyor. Bu suretle milletin yeni hayatına<br />
yeni yeni ufuklar açıyor.<br />
Muharebelerin bu terbiyetkâr tesirlerini<br />
kabul etmek
— 41 —<br />
için Harbiumumi esnasında vücude gelen içtimaî tahayyüllerimizi<br />
hatırlamak kâfidir. Bu büyük harp kanaat, kadın, çocuk,<br />
aile, istihsal, terbiye, tahsil, devlet... Gibi bir çok<br />
meftunlarımızın muhteviyatını tadil etmiş Türklere adeta,<br />
yepyeni bir zihniyet vermiştir. Fakat meşrutiyetten bert<br />
biribirini takip eden harplerden hiçbiri bu Anadolu harbi<br />
kadar hususî şeraitte olmamıştır. Bu harbi temyiz eden başlıca<br />
seciyeler şunlardır:<br />
1 — Anadolu harbi bir hükümet ve saltanat harbî değildir,<br />
bir millet ve istiklâl harbidir. Ve bu harbin iptidası<br />
mihaniki bir inzibat ve intizam, değil, Fakat hayatî bir<br />
feveran, bir ihtilâldir.<br />
2 — Anadolu harbine iştirak edenler ve bu harbin<br />
talihini kabul e a enler ne alelade memurlar, ne de alelade<br />
amirlerdir. Bunlar bizzat istiklâlin arzu eden ve bunun için<br />
samimi surette çalışanlardır. Binaenaleyh mütereddit, müvesvis,<br />
ukelâ seciyeler için bu harbin tarihinde hiç bir<br />
mevki yoktur...<br />
3 — Anadolu harbi bir vatanını zorla istila etmek için bir<br />
millete karşı ilân edilmiş bir zulüm harbi değildir. Bilâkis<br />
vatanı istilâ edilen bir milletin yaptığı müdafaa ve istiklâl<br />
harbidir. Onun için bu harbte zabitle nefer, amirle memur,<br />
alimle cahil, bütün insanlar, Türk olan ve Türkün<br />
istiklâlini müdafaa eden bütün kalbler birleşti, millet tam<br />
bir vahdet haline geldi.' Bu harbte zabitin fenni neferin heyecanına<br />
nasıl hizmet ediyorsa, neferin heyecanı da zabitin<br />
fennine öylece itimat ediyordu.<br />
İşte Anadolu Harbi bu kadar müstesna şeraitin dahil<br />
olduğu bir harptir. Böyle bir harbin yarınki Türk cemiyetinin<br />
zevkinde, ahlâkında, edebiyatında, terbiyesinde vücude<br />
getireceği yeniliği bugün kimse bilmez! Nitekim böyle bir<br />
harp neticesinde yapılacak olan sulhun yarınki Türkiye<br />
için nasıl bir istihsal sahası hazırlıyacağmı da kimse bilmezi<br />
Fakat bu gün bildiğimiz bîr hakikat vardır ki oda şudur::
AO<br />
_<br />
Türk milleti millî ruhun feyiz ve azemetini en ziyada b<br />
harpte görmüş, iradesine sahip olan milletlerin Allahta<br />
başka korkusu olamıyacağmı anlamış, ve âlemde kendisin<br />
mevdu olan medenî ve tarihî vezifeyi ifaya belki her millet<br />
ten ziyade ve her zamandan daha iyi hazırlamıştır...<br />
Mefkurenin galebesi kahirdir<br />
Anadoludaki Türk - Yunan harbinin safahatını takip<br />
etmiş onlar için merak edilecek noktalar vardır. Evvelâ<br />
Yunanlıların Anadoluya getirdikleri kuvvet dağınık ve serseri<br />
bir çete kuuveti değildi, muntazam bir orduydu. Bu ordu<br />
rastgele devşirme askerlerden, acami köylülerden de teşekkül<br />
etmiyordu, muallem askerlerden mürekkep bir orduydu.<br />
Bu mükemmel ordunun cephanesi de kıt değildi, toplarının,<br />
bilhassa vesaiti nakliyelerinin mebzuliyetini her vesile ile anlaşılıyordu.<br />
Yoksa yunan fırkalarına kumanda eden cenaral- -<br />
ler cahil miydi! Bunu da zanndetmeyiniz!. Çünkü Yunanlılar<br />
müteaddid taarziarında fennî surette harbettikierini<br />
göstermişlerdi. O halde muntazam ordusu, muallem askeri,<br />
bol cephanesîyle, kumandanlarının fennî puanlarına göre<br />
hareket eden bu millet neden toplarını bıraktı, tüfeklerini<br />
attı, dağlara tırmandı, niçin!. Gerçi bu suale tesadüf,<br />
taîii harp... gibi bir cevap bulmak güç değildir. Fakat<br />
bunlar cevaptan ziyade yeni birer sualdir! Çünkü tesadüf<br />
ve talii harp fikirleri izah edici olmaktan ziyade bizzat<br />
kendileri izaha muhtaç olan fikirlerdendir..<br />
Yunan ve Türk ordularının maddiyatında bulamadığımız<br />
bu orduların maneviyatında bulmak mümkün olmayacak<br />
anı.. Filhakika iki milletinde ordusu, cephanesi, fenni vardı<br />
fakat iki milleti hareket ettiren kuvvetler aynı menbadan<br />
•gelemiyordu. Yunanlılar alelade tecavüz ediyorlar, Türklet<br />
•ise sadece müdafaa ediyorladı. Yunanlıların aradığı evvelâ
— 43 —<br />
sütü sonra da eti yenilebiiecek sağmaldı! Türklerin kuruduğu<br />
mukaddes bir hayat, bu hayatın namusu, şeref, istiklâl...<br />
gibi manevî ve rahmanı tecellileriydi... Efzun alaylarını<br />
Anadolu ovalarına sevketmek için yunan pulâtikacılarının<br />
harekete getirdiği hisler namus, şeref, istiklâl gibi mefkûrevî<br />
hisler değildi. Halbuki türk orduları en büyük kuvvatini<br />
bu mef küre vî hislerden alıyorlardı...<br />
Yunanı tahrik] eden tamah, zulüm, şekavet.. Birer fikiri<br />
sabit idi. Türk ordusuna hayat veren milliyet gibi bir mefkure<br />
idi. İki ordu arasında zahirî, maddî olan bütün<br />
müşabehetlere rağmen batını, manevî büyük farklar vardı.<br />
"Yunan ordusunun akibeti maddenin akibetine tabidi. Türk<br />
ordusunun mukadderatı ise mefkurenin mukadderatıdi.<br />
Yunan ordusu şu üç sene zarfında her ne felâkete uğradıysa<br />
uzvî ihtirasların şeraitine tabi olarak uğradı, Türk<br />
ordusu üç seneden beri her ne muvaffakiyete mazhar olduysa<br />
içtimaî mefkurelerin hayatına tabi olarak mazhar<br />
oldu.<br />
Meşhur ruhiyatçı Ribot ihtirasların psikolojisine dair<br />
yazdığı kitapta hakiki ihtirasları sathi ve muvakkat heyecanlardan<br />
ayırmıştır. Din, vatan, namus, millet gibi içtimaî<br />
ihtiraslar devamlıdır, şuurludur, muvazenelidir, Halbuki<br />
hırs, zulüm, şekavet gibi ihtiraslar gelip geçicidir, gayesinden<br />
haberdar değildir, kördür, muvazenesizdir. Bir iktirasin<br />
menşei uzvî, ve hayvanı olunca o ihtiras adeta uzvî ve<br />
maddî kuvvetlerin akibetine uğrayacaktır, Böyle bir ihtirasın<br />
bütün kuvveti, bütün şiddeti muvakkat bir zaman<br />
içindir, diğer cihetten uzvî ihtirasların ölümü kendi kendine<br />
olur. Bu ihtiraslar uzviyetin amakından fışkırıp ta<br />
bir kere hayatın sathına geldikten sonra cihetini, istikametini<br />
şaşırır yalnız hareket etmek için hareket ederler,<br />
sinirli adamlar gibi!.. Nihayet yorulur. Uzvî ihtirasların<br />
ölümü anidir, neticesi bütün uzviyeti tahrip etmektir!..<br />
Halbuki içtimaî ihtiraslar, tabîridiğerle mefkureler böyle
44<br />
değildir. Bunlar kuvvet ve kudretini bir ferdin, heves ve<br />
iştahasından değil, bir cemiyetin tarihinden, vicdanından alır<br />
ve hiç hedef ve istikametlerini şaşırmaksızuı betaetle tekamül<br />
ederler. Hedeflerineb yaklaşdıkça daha kuvvetlenirler,<br />
kuvvetlendikçe hareketlerini süratlendirirler. Mefkurelerin<br />
hayatı emin, muvaffakiyetleri kat'idir. Mefkurelerin tecellisi<br />
iâaklî olsa bile, hiç bir zaman gaynmakul olmaz.<br />
Halbuki sefil ihtiraslarda daima kendi kendini nakzeden<br />
dahilî taaruzlar vardır. Mefkure hayatı ise akıl ile hissin öyle<br />
bir imtizaç ve ahengidir ki ondan "İrade,, dediğimiz hür<br />
ve bakir hayat zuhur eder... îşte Anadolu harbinde sefil<br />
ihtiraslarla ali bir mefkurenin bütün evsafını, bütün şeraitini<br />
buluyorsunuz. Yunanlıların Anadoluya getirdiği ordu şeklinde<br />
bir zulüm, kanun kıyafetinde bir şekavet idi! Yunanlılar<br />
belki Avrupa korkusu, medeniyet saygisıyle bir zamana<br />
kadar uzviyetlerinde sakladıkları bu deli ihtirasın zincirlerini<br />
kırdılar ve Anadoluya koyverdiler! Bu deli dört bir tarafa<br />
saldılar yıktı, yaktı ve nihayet yoruldular. Uyumak istedi rahat<br />
bırakmadılar, kaçmak istedi kovaladılar, ayakları kırıldılar,<br />
vucüdü kalan kısmyle Kordondan denize atladı ve boğuldu!..<br />
Şakinin bu intiharını görenler diyorlar ki: Yunan milleti<br />
hesabına kabahaı kimindir.. Bu kabahat sadece idare<br />
adamlartnındır. Nasıl ki namusunu müdafaa edenler için de<br />
şeref büyüklerinindir. Cemiyetler ister bir millet, ister bir<br />
aşiret olsun ve bu cemiyetler ister müterakki, ister gayrı<br />
müterakki bulunsun, daima ilâhî, ruhanî mahlûklar değildirler"<br />
Bir milletin hafızasında ve kalbinde yaşayan fikirler ve<br />
hisler arasında ahlâkî, insanî olamar gibi, şeytanî ve hayvam<br />
loanlar da vardır. Milletlerin melekleri olduğu gibi şeytanları<br />
da vardır. Milletler için zaman zaman bu blisin telkinatı<br />
müthiştir. Fakat ne olursa olsun her millet kendi âmelinden<br />
kendi icraatından mesuldür. Mukadderatını tanzim edecek<br />
adamları beyendiği için, büyük adamlar milletin rubunda<br />
yaşayan hürriyet, adalet, insaniyet duygularını uyandırarak
onu selâmet ve saadet yoluna sokarlar ve yahut yine aynı millettin<br />
nefesinde yatan tamah, kin, zulüm şeytanını kudurtarak<br />
onu sefalet ve habaset yoluna sokarlar. Onun için<br />
büyük adamlar milletlerinin hem bir mahsulü, hem de istikbâllerinin<br />
nazmıdır.<br />
Venizelos da bir hükümet adamıydı. Ve Yunanistanı<br />
hakikaten idare etti. Fakat Venizelos şeytanî Yunanistandi<br />
şeytanca idare ettiği de aynı Yunanistandı. Venizelos gibi<br />
bir adam Yunanistanı böyle bir felâkete sokmaya bilirdi,<br />
Fakat millî, insanî mefkurelerden mülhem olmak şartıyie...<br />
Yeni bir karara tevessül eden yeni bir harp ilân eden<br />
büvük, küçük bütün milletler için ibret: Mefkurenin galebesi<br />
kahirdir...<br />
Takı zaferdeki timsal<br />
Dün İstanbulda büyük bir sevinç vardı. Bütün sokaklar<br />
kadın, erkek, çoluk çocuk, insanla doluydu. Her dükkânın,<br />
her evin kapısında, penceresinde bir bayrak sallanıyor, bir<br />
çok camekânlarm yüzünden allı beyazlı zincirler sarkıyordu...<br />
Bütün minimini çocukların elinde birer ikişer minimini<br />
bayraklar geziyor, bir alay sancağı kadar büyük olan bayraklar<br />
Türklerin yüzüne şürüle sürüle gezdiriliyordu...<br />
Arada sırada keskin bir düdük sedasile arkasında koca<br />
bir bayrak taşıyan bir otomobilin geçtiğinden haberdar<br />
oluyoruzz. Her tarafta elektirik tramvaylarının tellerini<br />
aşan takı zaferler vardı. Bu takızaf erler hayatı ve<br />
kudsiyeti temsil eden yeşil dallardan yapılmış, üzerleri<br />
bayraklar ve fenerlerle donatılmıştı. Her biri yapanların<br />
zevkine göre tenvvü ediyordu. Donanmış sokakları seyir<br />
ede ede çarşı kapısına kadar gelmiştim. Orada bir sokağın<br />
başında caddedeki büyük takızaferlere nispeten daha ufak<br />
bir takızafer yapmışlardı. Fakat bu takın hiç bir şeyi eksik
_ 46 —<br />
değildi, ananevi süslerin hepsi vardı: Tefne dalları, alk<br />
beyazlı zincirler, bayraklar, fenerler, kahraman resimleri..-<br />
Bütün bu yeşil kırmızı süsler arasında yarı kurşun kalemle*<br />
yarı sulu boya ile yapılmış bir lâvha en ziyade nazandikkatini<br />
celpediyordu. Bu lâvhanın adı "geçilmez!,, di. Bu<br />
kelime resmin üzerine birden göze çarpacak kadar kalın<br />
yaziyle yazılmıştı. "Geçilmez» in mevzuu şudur: Gayet dar<br />
bir buğaz var. Bunun bir kenarında başı kavuklu, beli<br />
kuşaklı, bir elinde kalkan, diğer eli belinde tarihî bir kahraman<br />
duruyor. Arkasında koca bir Türk sancağı dalgalanıyor.<br />
Birde kafası biçilmiş iki efzun yatıyor. Her taraf<br />
kana boyanmış... Gerçi bu iâvhada en basit resim ve<br />
menazir kaidelerine bile riayet edilmiş değildi. Fakat resim»<br />
fennine vakıf olmıyan bu halk san'atkârı üç senedenberi<br />
Anadoluda harp eden Türklerin emelini, mefkuresini belki de<br />
dünyanın en büyük farzedüen siyasilerinden daha iyi keşfederek<br />
en büyük san't eserlerinin lisanından daha açık<br />
bir lisanla ve en canlı bir timsalle anlatıyordu. Takizaferia<br />
üzerine bu timsali asan halkin ruhu demek isteyordu ki;<br />
"Medenî, vahşî, müslüman hırıstıyan, avrupah asyalı, ey<br />
bu takın altından geçen ve bu takın kurulduğunu işiten<br />
bütün insanlar! Biliniz ki: Türklerin namusu, tarihî, istiklâli<br />
mukaddes bir ölkedir, oradan geçilmez! Oradan geçmek<br />
»stiyen efzunun başı kesilir, ve tacı düşer!.. „ Resmini,<br />
şeklini tenkitten geri kalmadığım bu lâvhanın ruhu, manası<br />
o kadar kuvvetli idiki bütün gece hatırımdan çıkmayordu.<br />
Halkın neş'esi bu manayı mütemadiyen hatırlamaktan beni<br />
ahkoyamıyordu. Ben de takı kuranlar gibi ruhumun garip<br />
bir ihtiyacile bütün hak ve hürriyet tammıyan müstevlilere,<br />
hak ve hür bir türklük tanımamak için inat eden garip<br />
medenilere karşı Türk milletinin hakkını ve hürriyetini<br />
kastederek bağırmak isteyordum:<br />
— Geçilmez!
— 47 —<br />
Millî Hareket niçin hürdür<br />
Ruhiyat ve felsefe kitaplarını açınız, irade bahsi kadar<br />
karışık hangi bahis vardır Hangi mes'ele hürriyet rnes'elesi<br />
kadar âlim ve feylesofların zihnini yormuştur Ruhiyatta<br />
irade, felsefede hürriyet, dinilebilir ki bütün basit, iptidaî r<br />
vazih malûmatın müntehası, hayatı tetkik eden zekâların<br />
takıldığı bir istifham işaretidir... İrade olsun, hürriyet olsun,<br />
tarif edilemez, fakat bazı vazifeleri, bazı hassaları tayın<br />
etmemize imkân vardır. Onun için "İradî bir fiili, ve<br />
hareketi tefrik, temyiz eden, seciyeler nerededir,, Sualini<br />
sorabiliriz, Hür olan hareketler daima bir fikrin: hakka,<br />
hisse, hayra müveçcih, insanî bir tasvvuru ifadesidir. Hür<br />
adamı fiiliyle dünya yüzüne ya bir ilim, ya bir bedi, yahut<br />
bir fazilet gelir. Onun için yeni bir dinin, san'atin yeni bir<br />
ahlâkın zuhuru hürriyetin husuliyle tevemdir. Bu itibar ile<br />
insanın fiili hür olmak için mutlak insanî bir mefkurenin<br />
ifadesi olmak gerektir. Nitekim, ümmetine rahmet yetiştiren<br />
paygamberin fiili hürdür. Çünkü bu fiil doğru, iyi ve<br />
güzeldir. Netekim "Venüsü,, tıraş eden san'atkârının<br />
fiili de hürdür. Çünkü bu heykel hakkı, hakikati, hüsnü<br />
başka vasıtalarla ifade eden bir lisandır. Bunlar gibi mületiee<br />
îlik eden bir hayır sahibinin fiili de hürdür, Çünkü<br />
hayır dediğimiz şey hakkın ve hakikatin ahlâkta tecellisidir.<br />
Fiil hür olmak için ya doğru olmak lâzımdır ki bu<br />
ilimdir, yahut hayır olmak lâzımdır ki bu ahlâktır,<br />
yahut ta güzel olmak lâzımdır ki bu da san'attir.<br />
Şu halde hürriyet: ilimin, ahlâkın, san'atin, daha<br />
kısası mefkurenin kendisidir. İrade, hür bir fiili ihtiyar<br />
eden ruhumuzdur... Bu mefkûrevîlik şanı hürriyetin tek<br />
seciyesi değildir, hür fiilin en büyük şayanı yeniliktir:<br />
Hür fiil her gün bir itiyat veya insiyak saikasıyle yaptığımız<br />
şuursuz daha doğrusu az şuurlu bir hareket değildir.<br />
Hürriyetin şanı, şuurlu olmaktır. Her gün itiyat saikasiyla
— 48 —<br />
Icâğıt paraların kirlilerini atar gibi, yahut huzurunu ihlâl<br />
•eden dilencileri kogar gibi imane.veren bir zenginin hareketi<br />
hür değildir, çünkü şuursuzdur, îhtiyarsızdır, mihanikidir.<br />
Çünkü böyle bir hareket ne uzun bir teemmülün, ne de<br />
üzüntülü bir cehtin eseridir, sadece ahşıkhğın mahsulüdür.<br />
Halbuki askere iane vermek için boynundaki paraları söken<br />
köylü kadınının hareketi çok hürdür, çünkü şuurludur<br />
müteemmilanedir, çünkr bütün kalbin, bütün benliğin ifadesidir..<br />
Namus ve istiklâl için cephede ölenlerin emeli<br />
tahakkuk ettikten sonra büyük maksadı herkes gibi alkışlayan<br />
mukallitlerin fiili hür değildir, imanı taklittir, zira<br />
bu hareketleri alelade bir korkunun, yahut alelade bir<br />
menfaat endişesinin mihaniki tesirlerine muadil gibidir.<br />
Halbuki eli ayağı tutmıyan bir kötürümün bile millet yolundaki<br />
en ufak bir heyecani hürdür, zira beğenilmiş, seçil<br />
miş've öylece duyimuştur.<br />
Hür hareketlerin büyük bir şartı da imtidathr. Mihaniki<br />
fiilleriniz, esir hareketlerimiz parlayıp sönücü, gelip<br />
jgeçicidir, şevki tabiilerin, hiddet ve şiddetlerin, alelumum<br />
safil ihtirasların fiili devamsızdır, ihtiras bir kere huylandıktan<br />
sonra kendi kendine tırmalayan sinirler kadın<br />
gibidir! Halbuki hürriyette şuursuz gibi, bir nizam da vardırki,<br />
hürriyetin nizama tabi olan bu şuuri hemde süreklidir,<br />
gittikçe parlayıcı, gittikçe kuvvetlenicidir. Bazen bir<br />
mefkurenin istihsali için bütün bir batnin ömrü kifayet<br />
«tmez. Mefkurelerin icrasını çok kerre nesiller deruhte<br />
ederler, mefkurenin tahakkuku tarihlere düşer. Halbuki<br />
zulüm, şekavet, haksız bir istilâ hergünü ve fani kuvvet gibi<br />
zail olucudur.<br />
Hürriyet en sefil bir hüceyreden en ali melekeye<br />
kadar bütün uzviyetin ve bütün ruhiyetin ittifakını, ittihadını<br />
temin eden manevî bir hükümdardır. Hür olan<br />
hayatlarda igtişaş yerine intizam, inhizam yerine ittifak<br />
bardır. Vahdet ve ahenk hürriyetin şanıdır, fitret ve fitne
— 49 —<br />
yalnız şuursuz ve vicdansız hayatların felâketidir... Hürriyet<br />
ne haricî bir hayalin taklidi, ne de bir hesabın mahsulüdür,<br />
hürriyet varlığımızın en derin noktalarında» gelen<br />
bir sesin âlemdeki aksi sedasıdır. Hürriyet ruhun muazzam<br />
bir hamlesidir. Hür hareketler bakir, müstesna, nevinde<br />
münferit hareketlerdir. Kavinin zayıfa tesallütü hiç te hür<br />
değildir, çünkü tamamiîe maddî bir hesabın mahsulüdür.<br />
Fakat ölünün diriye savleti hürdür, zira hesabm zıttıdır.<br />
Hürriyet basübadelmevte mashar olan milletlerin sıfatıdır,<br />
çünkü bu mashariyet gayrı memul, gayrı muntazar bir keyfiyettir.<br />
Hülâsa hürriyet ruhun bir harikasıdır.<br />
Şimdi hürriyetin kat'i bir lisanla ifade ettiğimiz bu seciyelerini<br />
milletimizin hayatına tatbik edelim. Ne göreceğiz <br />
Mefkure denilen, vahdet ve ahenk, imtidat ve harikuladelikten<br />
ibaret olan bu sıfatları aynen ve tamamen milletimizin<br />
hayatında bulacağız. Millî Hareketin bütün evsafı<br />
hürriyetin bu saydığımız evsafıdır. Millî Hareket dünyanın<br />
en hür bir hareketiydi, zira bu hareketi besleyen ne kuru<br />
bir hayal, ne de basit bir fikirdi, belki bu bir tasavvur,<br />
fakat tasavvurların en alisi olan milliyet tasavvuru yani<br />
dinde, ahlâkta, zevkte müstakil olmak tasavvuruydu.<br />
Millî Hareket hür bir hareketti, zira her ne namda ve<br />
her ne içtihatta olursa olsun ilim, istiklâlsiz bir milliyeti<br />
teyit etmiyordu, sonra hiç bir ahlâk meshebi esaretin bir<br />
fazilet olduğunu iddia etmiyordu, hiç bir zevk, hiç bir eser<br />
sanatte haksızlığı güzel bulmuyordu... Millî Hareket aynı<br />
zamanda ilmin, ahlâkın ve sanatin, mefkurenin yolunu tutmuştu,<br />
onun için hür b'r hareketti. Millî Hareket hür bir<br />
hareketti, çünkü bu hareket, asırlık bir pulatikanın mukerreren<br />
iflâs etmiş eski diplomat zihniyetinin sahte bir taklidini<br />
yapmıyordu. Belki kuvvetini şuurdan, milletin vicdanından<br />
alıyordu, taklitten, tekrarden, mihanikiyetten daiam<br />
azade idi. Bütün kudreti cehitten, azimden geliyordu.<br />
Millî Harelcet hür bir harektti, çünkü, bütün maddî ve<br />
4
- 50 -<br />
haricî olan şeraitin makûs olmasına rağmen, senelerce bu<br />
hareket devam etti. Hiç bir inhilâl, hiç bir zaaf eseri göstermedi.<br />
Bu hareket devam ettikçe zayıfhyacak yerde<br />
kuvvetlendi, kuvvetlendikçe devam kudreti arttı. Millî<br />
Hareketi sırf bir hareketi askeriye şeklinde görenlerin<br />
zehabına rağmen bu hareket butun müteakip ve müteselsil<br />
şekillerde devam edebilecektir. Millî Hareket hür bir hareketti,<br />
zira en cahilinden en alimine, en, zenginine en<br />
fakirine, en küçüğünden en büyüğüne, en yakınından en<br />
uzağına kadar bütün fertlerin, fert denilen bu içtimaî<br />
hüceyrelerin azamî hayatiyet ve azamî faaliyetiyle bir ve<br />
bütün olan maksada, vazifeye iştirakini temin ediyordu.<br />
Bu maksada yalniz hür Anadoluda değil, istilâya uğrayan<br />
topraklarda, hatta yalnız Türkiye sahesinda değil, bütün<br />
islâm âleminde maddeten ve manen iştirak ediliyordu^<br />
Sanki bütün türk milleti ve islâm ümmeti yekpare olmuş<br />
gibi çalışıyordu. Millî Hareket hür bir hareketti, çünkü r<br />
hürriyetin en büyük alâmeti olan harikuladeliği vardı. Bu<br />
hareket Türklerin uzun bir muharebeden çıktığı ve silâhlarını<br />
teslim ettiği tarihte başlamış ve en diri, en genç bir<br />
millet eserinin fevkalâdeliğini göstermi şti.İşte millî harekette<br />
bulduğumuz kudretler temamile hürriyetin yaratıcı kudretleridir.Denüebiiirki<br />
ilk defa istiptada karşı isyan ettikten sonra<br />
şarkta Kütülamare, garpta Çanakkale kahramanlıkları şek'<br />
ünde tecelli eden millî irade Mütarekeden sonra en yüksek<br />
şeklini bu Millî Harekette bulmuştur. Millî Hareketin hür<br />
olan sıfatları karşısında yunan hareketini yalnız makûs<br />
sıfatlarla tavsif edebilirsiniz. Bizim hareketimiz mefkureden<br />
fışkırırken onlarınki hırstan damlayordu! Bizim hareketimiz<br />
ilmin, ahlâkın, san atin bir tercümanı iken onlarınki hak ve<br />
insaniyet denilen mefkureye isyan ediyordu! Biz vicdanımızın<br />
emrini yapıyorduk, onlar imparotorluk taklidi yapıyorlardı t<br />
Biz devam ederken onlar dağlıyor, biz yaratırken onlar<br />
ölüyordu!.. Biz hak vadisine çıktık, müstevli iken münhezim
Ki<br />
olan Yunanistan ne olacaktır .. Vicdandan gelmiyen safil<br />
ihtirasların tabiati bir derece tefe'ül etmemize müsade ediyor.<br />
Yunanista durmayacak, kudurmuş gibi nihayet kendi kendini<br />
ısıracaktır !...<br />
Türk inkılâbının psikolojik<br />
mahiyeti<br />
Bir inkılâp iki türlü mütalâa edilebilir : Onu vücüde<br />
geliren içtimaî mütekaddimleriyle, bir de bu inkılâbın ruhu<br />
itibariyle.. Mazide hangi müessiseler vardı, hangileri çürümüştür,<br />
hangi mefkureler canlanmıştı Bütün bu meselelerin<br />
inkılâp üzerine tesiri neden ibaret olmuştur Bunların<br />
tetkiki içtimaî noktayı nazara aittir. Halbuki bir inkilâp<br />
vücude gelirken kendisiyle birlikte ne gibi ruhî haletler doğur<br />
du Ne gibij kıymetlere vücut verdi, bilâkis ne gibilerini<br />
itibardan düşürdü, hülâsa inkılâbın tarihte değil, yaşayanların<br />
ruhundaki faaliyetleri, safhaları neden ibarettir işte bu kısımların<br />
mütalâası inkılâbın ruhiyatıdır. Binaenaleyh<br />
bir psikoloji mevzuudur. Ben türk inkilâbını bu noktayı<br />
nazardan mütalâa etmek istediğim zaman onda başlıca üç<br />
hassa görüyorum ve bu hassalazı türk inkilâbmın ruhiyatı<br />
için mühim farikalar olarak kabul ediyorum:<br />
Birincisi: inkılâbın gayesinde ki, hedeflerindeki kat'i<br />
vuzuh. Türk inkılâbı nekadar geç olursa olsun, muayyen<br />
maksatları evvelâ tasavvur ve hazim etmiş ve bunu hiç bir<br />
safsataya meydan bırakmiyacak surette tespit etmiştir.<br />
İnkılâbın bütün tarihinde tesadüf edilen ve bir fikri sabit<br />
gibi inkılâbın bütün edebiyatını dolaşan istiklâl fikri bu<br />
iddianın en kat'i delilidir. Türk inkılâbında istiklâl yalnız<br />
münakaşası kabil olmıyan değil, münakaşası caiz olmıyan<br />
kir fikirdir. "Ya istiklâl ya hiç!,, fikri bu hükmün kuvvetini<br />
göstermiye kâfidir. Saltanat bu neviden hiç bir fikir vücude
getirmemiştir. Şu halde türk inkılâbının farikası yepyeni<br />
fikirler olmasa bile, fikirlerdeki hendesî camittik ve kat'i<br />
vazıhtık onu son derece temyiz edecek vasıflardandır.<br />
Türk inkılâbının ikinci böyük hassası taşıdığı duyguların<br />
âlemşümul olan kaynaklarıdır. Türk inkılabı ne kutsî<br />
sayılan ne de ihtiyar veya şayanı hürmet sayıldığı için<br />
sevilen insanların muhabbeti ile yaşamıyordu. Türk inkılabını<br />
besliyen kaynaklar doğrudan doğruya beşeriyetin idi.<br />
İstiklâl, medeniyet, milliyet, ebediyet... gibi duygular<br />
ki her biri ferdî veya hodbin bir hassasiyetin eseri değil,<br />
tamamiyle içtimaî menşeli kıymetlerdir. İnkılâp böyle yaparak<br />
asîl ve iâyuhti olduğuna inanıyordu. Çünkü kuvvet<br />
aldığı membalar bir şahsın, bir milletin menbaları değil,<br />
bütün tarihin, bütün beşerîyetinidi.<br />
Üçüncü hassas şudur: Türk inkılâbı canlı cansız mevcutlardan<br />
mürekkep, icap ve zaruretten başka bir kanun<br />
tanımıyan bir âlemde bir nevi icap ve zaruretten ibaret<br />
bir hareket olarak tecelli etti. Manialar, tehditler.şamatalar,<br />
hatta ricatler, hiç bir şey onun zarurî olmak ve tabiatın'<br />
icra etmekten ibaret olan varlığına sekte veremedi. Bu<br />
itibarla türk inkılabı âlemde mevcut olan sabiteler,<br />
seyyareler, maddeler, canlı mevcutlar gibi, aynı âîemde<br />
kendisine mahsus bir seyir ve tekâmül vucude getirdi.<br />
Hareketlerinde sebat inkılâbın iradesini temyiz eden en<br />
mühim hassadır.<br />
Şimdi türk inkilabmı temyiz eden bu hassaları nazarıdikkate<br />
alalım. Ne göreceğiz Onun başında bulunan<br />
büyük adamın psikolojisini.,. Her şeyden evvel fikirlerinde<br />
riyazî bir açıklık, duygularında beşerî bir akis, iradesinde<br />
fizikî bir muayyeniyet. Bu iki psikolojinin muvaziliği<br />
bizi şu felsefeye sürüklüyor Ferdin hayatında olduğu gibi><br />
cemiyetin hayatında da tek ve mutlak bir istikamet yoktur-<br />
Hayat istikamet tellerinden, temayül ve istidad demetlerinden<br />
ibarettir. Bunlardan birini, bir kaçını intihap etmek onlara
— 53 —<br />
vücut ve cismaniyet vermektir. Bilâkis diğerlerini terketmek<br />
onları dumura uğratmaktır. Şu halde büyük adamlar milletlerini<br />
olduğu gibi sürükliyen insanlar değil, millet denilen<br />
temayül ve istidad huzmelerinden seçen ve onlardan<br />
bir iktidar yekunu vücude getiren san'atkârlardır.<br />
Bahçıvan Ali Osmanın anlayışı<br />
Bahçıvan Ali Osman, o ne bir evliya, ne de bir şeytandır,<br />
alelade bir insandır. Geçen sene benim bahçıvanimdı ve<br />
memleketine gidinceye kadar benimle çalıştı. Buradaki<br />
fikirlerin asıl sahibi kendisidir. Ben bu fikirleri yalnız tarz<br />
ve üsluba soktum :<br />
Bir ilk bahar günü bahçeye çıktım. Ali Osman her<br />
zamanki gibi çalışıyor, toprak belliyordu. Bahçıvanlığı<br />
ondan daha iyi anladığımı zanneden ben, Ali Osmanın faaliyetine<br />
dikkat ediyordum. Ali Osman bir bel vuruyor,<br />
fakat dakikalarca elini toprağa sokarak karıştırıyor, yabani<br />
otlan ayıklıyordu. Ali Osmanın bu faaliyetinde vakit geçiren<br />
tenbel bir adamın kesik hali vards. Sordum:<br />
— Ne yapıyorsun, Ali Osman ağa... dedim.<br />
— Bel belliyorum Beyim. Çok ayrık var, onları<br />
temizliyorum, dedi.<br />
— Temizlemesen ne olur!<br />
Ali Osman hayretle yüzüme baktı :<br />
— Ne söylüyorsun sen Efendi! Temizlemesem ne mi<br />
olur! Ayrık her tarafı kaplar dikdiğin şey kaybolur.<br />
Dünyada bunun kadar arsız, bunun kadar it canlı ne vardırki!.<br />
Nereye düşse orada biter, nerede bir sapı bitse orayı<br />
kaplar. Ayrık sebzenin, çiçeğin düşmanıdır. Hınzır tıpkı<br />
kötü insanlara benzer. Nereye bir tanesi girse orada fenalık<br />
c<br />
oğahr, artık iyiler yaşayamaz olur.<br />
Ali Osmana itiraz ettim :
— 54 -<br />
— İyi amma Ali Osman Ağa böyle ber birini elinle<br />
ayrı ayrı ayıklayacağına, üzerine bir çapa vursan olmazmı.<br />
Bu sefer Ali Osman gülerek şu cevabı verdi :<br />
— Çocukmusun sen efendi! Hiç ayrığın kökleri toprağın<br />
altında bırakılır mı! Sen çapa ile üstünü kesersin,<br />
düzlersin, ayrık öldü sanırsın amma o toprağın altında<br />
yaşar, tıpkı fena insanlar gibi gizlenir. Tam mahsul yetişeceği<br />
vakit birde bakarsın ki başını kaldırmış. Artık gücün<br />
yeterse uğraş! Bütün emeklerin boşa gider...<br />
Ben tecrübeli bahçıvanın merakını takdir ettiğim için<br />
onu bir az daha söyletmek istedim.<br />
— Canım Ali Osman ağa, o halde ayrıkları çıktığı<br />
zaman birer birer çekersin olmaz mı<br />
Bu sefer Ali Osman ne güldü, ne de yüzüme baktı.<br />
Bu tavsiyemin hayattan aldığı bütün tecrübelere karşı geldiğini<br />
düşünürken gözleri evinden fırlar gibi oluyordu:<br />
— Delimisin sen Efendi! dedi. O hınzır ayrık ayıklanır<br />
mı hiç! O bir kerre toprağın altında kaldı mı, köklerini<br />
her yere salar. Sonra onu çıkarayım derken bütün mahsulü<br />
kaybedersin!..<br />
Bahçıvan Alt Osm ana son sualimi sormak istedim:<br />
— Ali Osman ağa kaç senelik bahçıvansın<br />
— Efendi, yirmi beş!<br />
— Sence usta bahçıvan kimdir, bana söylermisin ..<br />
— Kim ki evvelâ tarlasını iyice ayıklar, içinde ayrık<br />
değil, tüy bile bırakmaz, kim ki tohumu iyi seçer, kimki iyi<br />
tohumu tam vaktinde dikmeyi bilir, kim ki mahsulünü<br />
yalnız ottan, hayvandandan değil, kendinden bile kıskanır,<br />
işte o adam bahçıvandır Efendi...<br />
Şimdi Ali Osmanın kanaatini genişletiyorum: "Tarla,,<br />
bir cemiyettir. "Tohum,, bir harstır. "Ayrık,, taassup,<br />
irtica, gibi menfi bir hayattır. "Ali Osman,, bir idare<br />
adamıdır "Bahçıvanlık,, ise içtimaî hayat hakkındaki müspet<br />
fikirlerimizdir. Bu hadler bir kerre malûm oidukt~n
sonra Ali Osman in kanaatini içtimaî hayatımıza da tatbik<br />
etmek mümkündür.<br />
İnkılâbı tanımak lâzımdır<br />
İnkılâp bir kelime değildir. İnkılâp şe'niyet üzerinde<br />
kazanılmış bir zaferdir. O hatta maddî ve müspet bir<br />
şeydir. Bazı fikrî vaziyetler vardır ki inkılabı doğru anlamamıza<br />
engel olur:<br />
1 — İnkılâbı kelimelerle düşünmek. Halbuki inkılâp<br />
bir şe'niyet olduğundan, şe'niyet olarak düşünülebilir.<br />
2 — İnkılâbı "siyasî n<br />
diyerek daima gelip geçici bir<br />
şey sanmak. Halbuki sathî inkılâplar gibi, uzvî ve bünyevî<br />
olanları da vardır.<br />
3 — İnkılâbı sadece tarihin ve içtimaî mukadderatın<br />
bir neticesi sanmak. Halbuki her ne de olsa, inkılâp bir emir,<br />
bir emrivakidir, mutlaka bir fert tarafından istihsal edilebilir.<br />
4 — İnkılâbı sadece bir adamın eseri sanmak. Halbuki<br />
cemiyetin karnında olmiyan ve vakti gelmiyen bir İnkılâp<br />
zorla doğurtulamaz...<br />
İşte vasıl olduğum netice şudur: Bir inkılâp her hangi<br />
tabiî bir hadise gibi ancak bir ilmi ve metodu olan<br />
insanlar tarafından doğru anlaşılabilir.<br />
Niçin böyie yipıhmyor Bunu ilim ve hars müessiseleri<br />
mutlaka yapmalıdır.<br />
İhtilâl mı, inkılâp mı<br />
Gustave le Bon bir "ihtilâl» bir "inkılap» değildir,<br />
demiş! Bunu derken de türk inkılâbını kastetmiş!., İlim<br />
yerine dram ve trajedi yazan bu güzel üsluplu adamın ne<br />
demek istediğini acaba yalınız ben mi anlıyamıyorum! İşte<br />
^'ırk, ruh, karacter, ali, safii...,, Gibi bir çok kelimeler ki mu-
harririn bunlarla kastettiği ilmî manaları anlamak hemen<br />
kabil değil. Bence Gustave le Bon şe'niyet fikirleri üzerinde<br />
çalışan yarı edip, yarı mütefekkir, cazip üsluplu bir<br />
muharrirdir. Daima ilhamkâr, fakat hiç bir zaman ikna<br />
edici olmıyan bir muharrir!.. Niçin bir ihtilâl bir inkılâp<br />
değildir.. Çünkü fikrin sahibine göre, ihtilâl sathî, inkılâp<br />
ise bünyevîdir. Yine aynı kanaata göre, ihtilâl anî ve fevrî,<br />
inkılâp ise tedricî ve tarihîdir... Bu kanaat eski olduğu<br />
kadar da hayatın bütün vakıalarına uymiyan bir tedriç<br />
nazariyesinin eseridir. Halbuki inkılâplar anî de olabilir.<br />
"Yaratıcı tekâmül nazariyesi,,ni biyoloji sahesinden sosyoloji<br />
sahasine götürmekte hata yoktur. Bir ihtilâle tekâmül kıymeti<br />
verdiren şey, ne onun güçlüğü ne de onun gençliğidir.<br />
Sadece eşyanın tâbiatine ve hayatın seyrine muvafık olmasıdır.<br />
Türk inkılâbı hak ve hakikattir. Çünkü ezelî şe'niyetlere<br />
uygundur.
Yen! hayat
Yeni hayat<br />
"Misaki Millî,, denilen mefkurenin baş döndürücü bir<br />
süratle terakki etmekte olduğunu görenler memnuniyetle<br />
karışık bir hayrete duçar olmaktan, aynı zamanda tarifi<br />
güç bir gurur duymaktan kendilerini alamıyorlar, bu mefkurenin<br />
sihir ve kudreti gibi bu süratin imkânını da bir<br />
derece hesap ve mukayese etmek istiyorlar. Malûmatımızın<br />
ve tecrübemizin mahdut olan unsurlarüe böyle bir hesap<br />
ve mukayeseye muvaffak olamayınca, millî hareketin tarihini<br />
az çok asri bir feza içerisinde görmek biz İstanbul<br />
Türkleri için tabiî bir haleti ruhiyedir. Fakat akıl ve muhakememizin<br />
aczi ne derecede olursa oısun, hayat ve hakikat<br />
hissimiz bize içtimaî neviden şüphesiz hayırlı ve halâskâr,<br />
bununla beraber mukavemetsuz bir cereyan içerisinde<br />
ferdî hayatımızın akıp gittiğini söylüyor. Bizi şaşırtan<br />
en mühim sebepîererden biri belki içtimaî hayatımız hakkında<br />
mantık zorıyle edinilen müphem ve mahdut fikrimiz,<br />
daha doğrusu vakıalara uymıyan eski telâkkimizdir.<br />
Zira Harbi Umumîdenberi Türk milletinin ruhunda, zihninde<br />
iıasıl olan inkilâp, tahminlerimiz fevkinde büyüktür, Muharebeleri<br />
sırf mekanizmesi noktai nazarından düşünüp<br />
"yıkmak, kesmek...„ fiilleriyle ifade edenlerin enfüsî hükümleri<br />
nasıl münferit ve mücerret bir merhamet yahut<br />
insaniyet fikrinden mülhem olursa olsun, muharebelerin<br />
içtimaî hayattaki müspet tesirlerini tetkik edenler gözlerini<br />
temamile hakikat üzerinde dolaşdırmışlardır. Muharebeler<br />
içtimaî tabakaları sarsan, eski ahlâkî, iktisadî manzumeleri<br />
yerinden oynatan zelzelelerdir. Harbeden cemiyetler bünyelerindeki<br />
hüceyrelerin nesci değiştiğini de hissederler.İşte bütün<br />
bu içtimaî ihtilâllerin ergeç vasıl olacağı bir tevazün ve
— 60 —<br />
taazzi hali vardır. Yoksa cemiyet böyle bir intizama mazhar<br />
olmadıkça payidar olamaz. Harp nasıl bir hali tabîî ise<br />
sulh ve sükûn da onun kadar tabiî bir haldir. Şu taktirce<br />
senelerce harb eden bir cemiyetin kendi bünyesinde hasıı<br />
olan ihtilûlkâr hareketlerin bir tevazün haline girmesi emi<br />
tabiîdir.<br />
Bu günkü Türk milletinin hayatında görülen bu süratli<br />
yenileşme faaliyetini uzun zamandan beri mütemadi muharebeler,<br />
mütevali felâketler neticesinde hasıl olan tahavvüîlerin<br />
zarurî bir neticesi olarak telâkki etmek doğrudur<br />
Meşrutiyet iptidalarından beri devam eden bu içtimaî tehavvüîler<br />
neticesinde gerek maddiyet ve gerek maneviyet:<br />
sahasinde bîr çok kuvvetlerin tecellisine şahit olduğumuz,<br />
gibi, bir takım zayıf kıymetlerin de feyz ve kuvvet kespettiğine<br />
şahit olduk. Şu halde cemiyetimizin bünyesi gibi<br />
ruhu da, yani ahlakî hukukî zihniyeti de beraber degişmtir<br />
Bu uzun cidal hayatının bize öğrettiği hakikatler mutaaddittir<br />
Eski Türk-Yunan harbi bize idareyi mutlakanm<br />
Rumen'de aç ve çıplak bıraktığı neferlerin sefaletini gösterdi.<br />
Harbi Umumî bir millet için siyasî ittifakların her ne<br />
temin ederse etsin, bünyesinden temamiyle hariç kalan mahiyetini<br />
gösterdi. Çanakkale müdafaasının öğrettiği hakikat<br />
türk milletinin namus ve istiklâl mefkûrasine verdiği<br />
kıymettir. Mütareke günleri bize aciz hükümeti tarafından<br />
terkedilen bir milletlerin nefsinden ve iradesinden başka desteği<br />
olmıyacagım anlattı. Millî müdafaanın tarihi ise fenni<br />
usullerle idare edilen bu harbin manevî kuvvetlerle birleşince<br />
âlemde şeref ve istiklâlin yegâne müdafii olabileceğini^<br />
bizimle beraber âleme ispat etti.. Bu fikirler alelade<br />
fikirler değil, bütün müdafaaların tarihinden çıkan cani*<br />
fikirlerdir. Yeni Türkiye Devleti bu canlı fikirlerin vücudünden,<br />
zamanda ve mekânda tahakkuknndan başka bir şey<br />
değildir. Yeni Türkiye Devletini eski Osmanlı saltanatının<br />
bilâfasila devamı addetmek nasıl doğru değilse, yeni
— 61 —<br />
«devlet hayatımızı eski devlet hayatımızın tekerrürü ve taklidi<br />
şeklinde tekâmülünü beklemek te o derece doğru değildir.<br />
Milletçe nasıl yenileşdikse devletçe de yenileşmek zaruretindeyiz.<br />
Çünkü yeni hayat milletin nefsine itimadından<br />
doğmuştur, binaenaleyh ati mutlaka bu nefsin şeref ve<br />
izzetine lâyık olacaktır.<br />
Demokrasi nedir<br />
Memleket hiç bir tarihin idrak etmediği ve hiç bir<br />
memleketin şahit olmadığı muazzam bir inkiiâbı vücude<br />
getiriyor. Es3reti hürriyete, yeisi ümide, ademi imkân tahvil<br />
eden büyük irade şimdi de Demokrasinin icabatını mutlak<br />
surette tatbik ediyor. Bu eser karşısında ilimin sağır ve<br />
dilsiz kalması mümkün değildir. Gerçi ilin. adamının<br />
adi siyaset yapması caiz değildir, fakat siyaset ve<br />
siyasî inkilâplann ilmini yapması neden cayiz olmasın!.<br />
Çünkü siyasî inkilâplar da - dinî, ahlâkî ve<br />
iktisadî inkilâplar gibi - içtimaîdir, binaenaleyh onların da<br />
afakî bir mevcudiyetleri vardır. Afakî bir surette<br />
tetkik edilmeleri lâzım gelir. Diğer cihetten ya Demokrasi<br />
içtimaî hayatımızın esaslarını sarsacak derecede derin bir<br />
inkılâptır, o halde bunun neticeleri hukuk, ahlâk, terbiye<br />
lisaniyle vazihen ifade edilebilir. Yahut ta Demokrasi bu<br />
neticelerle alâkadar olmıyan sathî bir değişikliktir, o halde<br />
bu değişikliğin derecesi ve mahiyeti anlaşılmalıdır. Halbuki<br />
Demokrasi memleketin bütün ahlâk, hukuk, terbiye ve<br />
maarif sistemini değiştirecek derecede derin, içtimaî tahavvüllerdir.<br />
Binaenaleyh ahlâkta, hukukta, siyasette, terbiyede..,<br />
bunun akisleri olmak »lâzım gelir. Bu akisleri ve neticeleri<br />
görmek için her şeyden evvel Demokrasinin ne<br />
olduğunu vazihen ifade etmek mecburiyetindeyiz. Demokrasinin<br />
ne olduğunu anlamak için de bu sekilin tamamiyle<br />
zıddı olan Kast devrine iraei nazar etmek lâzım geliyor:
- 62 -<br />
Kastlar Hindistanda yaşiyan ufak cemiyetlerdir. Bunları<br />
demokratik cemiyetlerden temyiz eden seciyeler şunlardır:<br />
1 — Kast dahilindeki fertler aynı hukuka malik değildir.<br />
Kast dahilinde rahiplerin, muhariplerin, zürram<br />
arasında hukuk farkları vardır. Meselâ muharip zürraıa<br />
mafevki, rahip muharibin mafevkidir.<br />
2 — Kastın erkek efradı için meselâ diğer bir kasttan<br />
kız almak, diğer bir kastın yemeğini yemek, ecnebilerle<br />
temas etmek., gibi birçok fiiller memnudur. Bunlar büyük<br />
günah teşkil eden fiillerdir.<br />
3 — Kastın efradı mesleğini intihapta da serbest değildir.<br />
Çünkü bu cemiyetlerde meslek intihabı aile ile<br />
mukayyettir. Meselâ rahibin oğlu rahip, muharibin oğlu<br />
muharip, demircinin oğlu demircidir. Binaenaleyh meslek*<br />
ihtisas verasetin bir tabiidir.<br />
4 — Kastlar arasında bir nevi umumî vahdet<br />
olmakla beraber, her Kast diğerinin son derece muhasımidır.<br />
Aralarında taksimi amel yoktur.<br />
5 — Kast devrinde cemiyet son derece hareketsiz, atıldır.<br />
Bu devrin insanlarında ne fikren, ne de fiilen cevvaliyet<br />
yoktur.<br />
Cemiyetler kastlar devri dediğimiz bu İbtidaî şekli<br />
idrak etmişlerdir. Demokrasiye ise en geç vasıl olmuşlardır-<br />
Çünkü Demokrasi içtimaî tekamülün son merhalelerinden<br />
biridir. Demokrasi devrine girmiş bir cemiyetin<br />
seciyeleri Kastlarî devrindeki cemiyetin bu seciyelerine tamamiyle<br />
zıddır. Şöyle ki:<br />
t — Demokratik bir cemiyette fertler kanun nazarında<br />
aynı hukuku, aynı kıymeti haizdirler. Demokratik cemiyette<br />
sınıf teşkilâtı yoktur. Muhtelif meslek erbabı arasında<br />
hukuk farkları mevzuubahis değildir. Hiç kimse diğerlerinin<br />
ne mafevki ne de madunudur. Butun insanlar sınıf, meslek,<br />
ırk, cins, meshep farkları nazi itibara alınmaksızın müsavidirler.
2 — Kast dahilinde dinî bir mahiyeti haiz oian bir<br />
çok fiiller demokratik cemiyette lâdinî bir mahiyeti haizdir.<br />
Meselâ Demokrasi ferdi istediği cemmiyetten kız almakta<br />
ve istediği yemeği yemekte ve ecnebilerle temasta ve<br />
buna mümasil olan bütün fiillerinde serbestir Hiç bir dinî<br />
kayıtla mukayyet değildir.<br />
3 — Demokroside fert istediği mesleği, istediği veçle<br />
intihapta serbestir. Meslek intihabı Kastlar devrinde olduğu*:<br />
gibi aile ile mukayyet değildir. Meselâ alimin oğlu demirci<br />
olabileceği gibi, demircinin oğlu da alim olabilir.<br />
4 — Kast devrindeki husumetler Demokrasinin meslekleri<br />
arasında yoktur. Demokraside meslekler taksimi amele<br />
ve tesanüde müstenittir Demokraside meslek zümresiyle<br />
meslek zümresi arasındaki his, husumet değil, bilâkis<br />
muhabbettir.<br />
5 — Demokratik cemiyette fert son derece fail, hem<br />
fikren, hem de fiilen cevvaldir. O Kastın bir zerresi değil.<br />
Cumhuriyetin bir şahsiyetidir.<br />
Şu takdircs demokratik cemiyetlerin seciyelerini hülâsa<br />
etmek istersek diyebiliriz ki bu hülâsa "Hürriyet,, ten<br />
ibarettir. Hürriyet, bütün vatandaşlar için aynı hukuku<br />
kabul eden "Müsavat,, şeklinde hürriyet, bütün vatandaşlar<br />
için vicdanın kabul etmediği veya muvafık bulmadığı<br />
velayete tabi olmamaktan ibaretan olan " dünyevilik,,<br />
şeklinde hürriyet, kendi kuvvet ve kabiliyetinin müsade ettiği<br />
mesleği intihapta serbes kalmaktan ibaret olan "müsavat,,<br />
şeklinde hürriyet, zümre ile zümrelerin, millet ile milletlerin<br />
müsalehasından mütevellit "tesanüt,, şeklinde hürriyet,<br />
ferdin hem cismanî hem de ruhanî melekelerini azamî<br />
derecede ve serbesce neşvünemaya mazhar olmasından tevellüt<br />
eden ahlâkî ve insanî bir "şahsiyet» şeklinde hürriyet...<br />
Bütün ou şartlar ve'neticeler toplanarak denilebilir ki :Demokarsi<br />
Adalet mefkuresinin tecellisidir. Bazı kimseler bu müsavatçılığın<br />
bir vahime ve müsavatçılık mücadelesinin sunnî
_ 64 -<br />
•olduğuna âkanidirler. Gerçi ilmin ve felsefenin tarihinde mefkurelerin<br />
bile vahime ve cehil eseri olduğunu söyleyenler gelmiştir-<br />
Fakat hiç bir zaman içtimaî mefkureler gibi milyonlarla<br />
insanın vicdanını saran kuvvetlerin zaruretleri, içtimaî zaruretlere<br />
tekabül etmedikçe cehalet yüzünden payidar olmasını<br />
akil bizzat nefyediyor. Bu gün bütün avrupa milletlerinde ve<br />
bizde Demokrasi ve Cumhuriyet şeklînde tecelli eden mefkure<br />
de tarihî dinlerin zuhuru gibi içtimaî hayatın tevelit ettiği<br />
bir zarurettir. Buna bu gün de mutavaat etmemek belki<br />
mümkün olurdu. Fakat ne büyük zarar ve istiraplarla ve<br />
ne büyük tehlikelerle!.. Filhakika Büyük adamlar yanhz<br />
hayatın boğuk ve kısık sesini işidebilenlerdir. İnkılâbı şu<br />
veya bu vasıta ile, şu veya bu şekilde yapıp yapmamak<br />
gerçi ellerindedir, fakat mefkureyi halk ve icat etmek<br />
ellerinde değildir. O, sadece tarihin bir mucizesidir.<br />
Nitekim Demokrasi mefkuresi de ilk defa Avrupa milletlerinde<br />
zuhur etmiş değildir. Tarih ve içtimaiyat onu<br />
yunan medeniyeti kadar eski buluyor. Aynı mefkurenin<br />
uzun bir husufe oğradıktan sonra tekrar tecellisi bir<br />
günlük iş olmamıştır. Bilâkis bu mefkure bazen siyasî bir<br />
şuur gibi ronesan'dan beri tenvir ede ede zamanımıza<br />
kadar gelmiştir ve bütün asrî milletleri sarsmıştır.<br />
Rönesansin edebiyatı yunan felsefesinin mahsulâtı gibi<br />
bu mefkureyi de takdir ve tepcil ediyordu. Fransa İhtilâli<br />
Kebirinin kahramanları ruhen rousseau'nun "tabiat,, umdesile<br />
ve "Contrat social,,'in verdiği hamle ile hareket etmekte<br />
idiler. Müttehidei Amerika istiklâli mücadelesinde görüldüğü<br />
gibi, bazı inkilâbçılar da aynı mefkureyi incilden istinbata<br />
kadar gidiyorlardı. Söyleyenler ve söyletenler pek çoktu,<br />
fakat söylenen birdi. O da bütün bu şiirler, tefsirler ve<br />
iddialar arkasında yaşayan ve değişen bir cemiyetin iştiyakı<br />
idi. Kim iddia edebilir ki türk tarihinde bu mefkure<br />
tekevvün ederken onun terkibine milletini aldatan Sultanların<br />
hatırası, Tırabulusta, Balkanlarda, Çanakkalede,
- 65 -<br />
Arabistan da ölen meçhul Mehmetierin âhı da karışmamıştır,<br />
inkılâbımız gözleri karartacak derecede başımızı<br />
döndürüyor. , inkılâbın âlemden beklediği cesaretlerine ve<br />
tehlikelerine iştirak olmıyabilir. Fakat hiç olmaisa olanı<br />
anlaması ve anlatmasıdır.<br />
İnkilâpta yarım yoktur...<br />
Biz tahsilimizi Meşrutiyetten evvel İstanbul Darülfünunu<br />
Fen Şubesinde yaptık. Hocalarımız arasında müteveffa<br />
Vasil Naom Bey gibi hüdayinabit olarak yetişmiş meşhur<br />
bir kimykker ve büyük bir mürebbi bulunuyordu. Bu<br />
.zatin derslerinde hem ilmî fikirler, hem de bediî<br />
bir mahiyet vardı. Hocamız tecrübelerinin kıymetli<br />
•neticelerini bildirirken açık, kuvvetli ifadesini ve kuvvetli<br />
telâkkileriyle bizde ilim fikrini, ilim muhabbetini de vücude<br />
getiriyordu. Fakat bütün - bu vasıflarına rağmen Vasil<br />
Naom Beyin dersi, kimyanın alat ve edevatından, hatta en<br />
•ufak tacrübelerden bile mahrum bulunuyordu. Filvaki o zamanki<br />
Darülfünnunun kimyahanesin de ancak bir kaç<br />
«eza dolabı vardı!.. Bu kimyahaneyi ancak bir iptidaî<br />
mektebi müzesi gibi ziyaret eder, fakat ellerimizi hiç bir<br />
şeye sürmeden dışarıya çıkardık!.. Bizden evvel ders alanlar<br />
kendisine atfen şu sözleri söylemişlerdi. İşte size bu<br />
cismin terkibi».. Lâkin bu cismin kokusunu tebeşirin kokusundan,<br />
rengini de tebeşirin renginden anlarsınız!..<br />
:Bu sözler bütün hayatını tecrübe ile geçirmiş ve "Beni<br />
kuyuya atsalar yine aç kalmam, kimyam sayesinde- kendime<br />
gıda yaparım!..,, Diyen ilmine mağrur kimyakerin AbdüJ<br />
Hamit istipdadına karşı bir isyanı idi.. İstipdat, Darülfünunu<br />
âncârk bW hareket ve inkılâp yapmak için değil, sırf Saltanatın<br />
1 JHrdarüİfünnunü olduğunu göstermek için yaşatıyordu.<br />
JHi unutmam, fcir' gün, o Zamanki Darülfünnunun, şim-<br />
5
- 66 -<br />
diki DarüimuaHiminin koridorlarından birinde dolaşırken<br />
Darülfünunun ziyarete gelmiş olan ecnebileri gezdirmekte<br />
olan bir memurun şu sözleri söylediğini işitmiştim: "Darülfünnunu<br />
gösterin diyorsunuz... Burada gösterecek hiç bir<br />
yok ama'israrınız üzerine yine göstereyim !..„.<br />
Hülâsa mutlakiyet maarifi bir gösteriş ve idareyi maslahat<br />
maarifiydi. O zaman hiç bir şey ciddi, hiç bir şey<br />
esaslı ve tamam değildi. Bu noksan, mutlakıyetin bütün<br />
idare şubelerinde vardı. Hukuk, iktisat hey şey böyle<br />
eksikdi... Mümkün olduğu kadar günü geçirmek ve yarın<br />
için yine yarım tedbirler düşünmek, Abdül Hamidin bütün<br />
dehası işte bu noktada tecelli ediyordu!.. Meşrutiyet tarihi<br />
fasılalı, sıkıcı tereddütlerle doludur. Bazen iyi bazen fena<br />
bazen müterakki bazen mütereddi, olan bu tarih içtimaî ve<br />
siyasî hayatın her nevine şahit oldu. Fakat esasen bu<br />
devrin de evvelkinden farkı yoktu. Çüdkü bu devir de hiç<br />
bir şey, hiç bir maksat zahirî, arizî endişelerden salim bir<br />
surette, tabiî, zarurî şartlar dahilinde vazedilip halledil-,<br />
miyordu. Her şey vukuatın, tesadüflerin eseri idi. Mutlakiyet<br />
devrinde esaslı teceddütlere mani olan, bir ferdin, Sultanın<br />
iştipdatı idi. Meşrutiyet devrinde aynı teceddütlere mani<br />
olan müteaddit fertlerin kararsızlığı idi. Sanki içtimaî hayat,<br />
bütün kudret ve hamlesiyh tecelli için yekpare bir ruh<br />
ve ceset bulamamış, parça parça kanaatler taşıyan, zayıf<br />
fertler arasında dağılmış kalmıştı!.. Türkiye, tarihinin en<br />
kara ve betbaht günlerinde bu camiayı, perakende olarak<br />
helak olan millî kuvvetlerini ateş ve hararete kalbeden<br />
mihrakı buldu. Bu tekasüf neticesindedir ki ecnebi istilâsı,<br />
esaret, Saltanat... her şey yıkıldı... Bütün bu eserler, Harekatı<br />
Milliyenin tarihidir. Aynı tarih bize şu üç hakikati<br />
bariz bir surette ispat ve ilân etmiştir:<br />
1 — Bir millet ne kadar cahil ve maddî medeniyet<br />
itibariyle ne derece geri olursa olsun, istiklâl ve şerefini<br />
muhafaza etmek heyecanını duyduğu müddetçe ölmüş
— 67 —<br />
sayılmaz. Ei verirki bu heyecana mihrak olacak tarihî kahramanım<br />
bulsun..<br />
2 — Asrî kahramanlık, bir heyecan ve irade kahramanlığı<br />
olduğu kadar, ilim ve teknik kahramanlığıdır. Şan<br />
ve şeref, vatan ve millet namına ölmek büyük bir iş, fakat<br />
milletini, vatanını şan ve şeref, sahibi bir vatan ve milleti<br />
olarak idameye muvaffak olmak büyük bir dirayet ve fikir<br />
eseridir...<br />
3 — Yeni bir eser vücude getirirken, yeni bir millet<br />
yaparken ve yeni bir tarih yaratrıken büyük adamların<br />
müracaat ettiği tek usul vardır: Tarlayı baştan aşağıya<br />
temizlemek ve yeni binayı yepyeni malzeme ile ve yepyeni<br />
nispetlere göre inşa etmektir.<br />
İnkılâbın birleşmiyeceği yanlız bir fikir vardır, o da<br />
yarım ve yama fikirleridir. Âksitakdirde inkılâp hali hayatımızı<br />
maziye iade şeklinde ricatle neticelenmez, büsbütün ihtilâle<br />
münkalip olabilir. Bu netice, hayat için kazanç mevzuubahsolurken<br />
büyük bir ziyandır!..<br />
Cumhuriyetimizin temelleri<br />
Mutlakıyetin ve meşrutiyetin bir mantığı olduğu gibi,<br />
cumhuriyetin de bir mantığı vardır. Cumhuriyetin esası<br />
adalettir. Adaletin ilk şartı müsavattır. Müsavat, bütün<br />
vatandaşların aynı hukuka malik olmaları, hiç bir ferdin<br />
ve hiç bir sınıfın sultasına maruz kalmamaları, içtimaî feyizlerden,<br />
içtimaî nimetlerden istifade etmeleri ve içtimaî<br />
bir meslek intihabı hususunda bütün vatandaşların aynı<br />
vesaite mazhar olmalarıdır.<br />
Şu takdirce cumhurî hükümetin ilk mühim vazifesi<br />
fertlerin veya sınıfların sultasına mâni olacak, aile, şehir,<br />
asalet, servet farkı olmaksızın bütün vatandaşların millî<br />
hayatın feyizlerinden ve nimetlerinden istifadesini temin<br />
edecek olan kanunları ve müessiseleri vücude getirmektir.
- 68 -<br />
Cumhuriyet içinde adlî, hukukî ıslâhatı idare eden mihver<br />
fikir, işte bu "müsavatçılık,, tır. Bu müsavatçılığın hukuk<br />
ve kanun şeklinde tecessüt etmesi kâfi değil, ruhlarda,<br />
vicdanlarda şuurlanmasi, iradeleri tahrik edebilecek bir<br />
hayatiyet kazanması da lâzımdır. Onun için cumhurî devlet,<br />
kanunları ve mahkemeleri gibi mekteplerinin de hayatını<br />
müsavatçılık esası üzerine tensik etmeli, aynı zamanda<br />
tarih, ahlâk, edebiyat ve felsefe dersleriyle bu kıymetleri<br />
takviye etmelidir. Taki cumhuriyet inkılâbı aristokratik<br />
ve monarşik devirlerin müstehaseleri şeklinde yaşıyan ölü<br />
telâkkilerden büsbütün azat olabilsin...<br />
Fakat asrî cemiyet içinde müsatçıhğm en büyük düşmanı<br />
servettir. Servet ve onun terakümü sahibine bir tai<br />
kim imtiyazlar ve nüfuzlar temin etmekle kalmayıp servetolmıyanların<br />
dolay isiyle mahrumiyetini ve servetliye karşı<br />
esareti neticesini de tevlit etmektedir. Bu, bir haksızlıktır.<br />
Cümhurî devlet bu içtimaî hakslzlıklan bütün kuvvetiyle tamir<br />
ve teiâfi etmek mecburiyetindedir.<br />
Bunun çaresi içtimaî tesanüt teşkilâtı vücude getirmektir,<br />
"tesanütçülük,,, müsavatçılığın bir şeklidir. Hastahaneler,<br />
sandıklar, süthaneler, aşhaneler, çocukları himaye<br />
ve fukara cemiyetleri... hep bu umdenin vücude getirdiği<br />
müessiselerdir. Bizde vakıf en ziyade tesanütçülükten<br />
kuvvetini alan demokratik bir teşkilâttır. Cumhurî devlet<br />
"Muaveneti içtimaiye,, namı altında adalete hizmet ederken<br />
bu hizmeti bir yandan da mekteplerinde ve maarifinde<br />
tesis etmek mecburiyetindedir. Şöyle ki cumhuriyet içinde<br />
fakir bir aile, sırf fakir olduğundan dolayı, evlâdıpı tahsil<br />
ettirmek şerefinden mahrum kalmamalıdır, iptidaîden .ajiye<br />
kadar bütün mektepler tahsile müstait fakir çocuklar: için<br />
meccani olmalıdır. Devlet, cumhuriyet esasına sadık kata<br />
mak mecburiyetiyle talî ve ali tahsilde "bourse w<br />
lar, vakıflar<br />
tesis etmelidir. Bu tesise yalnız deylet değü, belediyeleri<br />
ve diğer cemiyetlerde çalışmalıdır.
Adaletin ikinci şartı hürriyettir. Hürriyet, vatandaşların<br />
manevî kuvvetlerin sultasından azade olması demektir.<br />
Bu manevî kuvvet ister dinî bir akide, ister metafizkî<br />
bir mektep, ister siyasî bir içtihat şeklinde olsun, vatandaşlara<br />
zoria, aklı, muhakemesi hilafında kabul ettirilemez.<br />
Cumhuriyette hiç bir kimse filân akideye sahip, filân<br />
mezhebe sâlik veya filân siyasî kanaate malik olduğundan<br />
ve kabili münakaşa, kabili içtihat oian mes'eleri şu veya<br />
bu suretle düşündüğünden dolayı takbih veya tezyif edilemez.<br />
Hiç kimse şahsına ve ailesine ait olan hususî ahlâk<br />
va hayat telâkkilerinden dolayı tecziye olunamaz. Binaenaleyh<br />
din ile devletin yalınız nazarî olarak değil, fiilî olarak<br />
ta ayrılması lâzımdır. Devlet insanları zorla mutekit etmek<br />
ve zorla zahit kılmak için kuvvetine, zabitesine müracaat<br />
edemez. Devletin fertlerden talep edeceği şey, böyle şahsî<br />
kanaatlere nüfuz etmek değil, millî hayatm temeli olan<br />
müşterek kıymetlerin masuniyetini temin etmektir. Bu kıymetlerin<br />
mühim bir kısmını "hakimiyeti milliye ve hürriyeti<br />
şahsiye,, mefhumlarında tophyabiliriz. Cumhurî devletin<br />
asıl vazifesi budur. Devlet bu vazifesini bir yandan kanunları<br />
ve zabitesiyle yapmakla beraber bir yandan da tedrisatına<br />
dünyevî bir seciye kazandırarak ve millî terbiyeyi hâkimiyati<br />
milliye, hürriyet ve müsavat esasları üzerine kurarak<br />
yapar. Cumhuriyetin mektepleri bu bitaraflığı yalnız münakaşayı<br />
mucip olan akideler hakkında değil, hatta müspet<br />
mahiyeti olmıyan ahlâkî tedrisat hakkında da göstermelidir.<br />
Hiç bir akidenin hürriyet esasını yıkacak surette neşrine<br />
muvafakat etmezken her hangi maddeci^ intifaiyeci<br />
veya iftıkâriyeci feylesofun ahlakî kanaatlerini genç nesillerin<br />
ruhuna zeredilmesine muvafakat etmemelidir. Bu devletin<br />
mektepte tedrisine muvafakat edeceği manevî c'ersler<br />
ancak tarih veya içtimaiyata müstenit, yani ilmî neviden<br />
dersler olabilir. Cumhuriyeti yükseltecek olan kafaları<br />
ancak bu müspet tedrisat sayesinde yetiştirebiliriz.
— 70 —<br />
İnkılâbımız ve fikirler<br />
Geçende Türk inkılâbının hararetli takdirkârı olan bir<br />
Amerikalı ile görüştüm. Bu zat on altı senelik inkılâp tarihi,<br />
bilhassa Millî Harekâtın safhaları hakkında bir eser yazacaktır.<br />
On altı senelik hayatın seyrini iyiden iyiye tetkik<br />
etmiştir. Bu mülakatımız benim için çok istifadeli oldu.<br />
Çünkü bir Amerikalının nerlere dikkat ettiğini ve neleri<br />
öğrenmek istediğini anlatıyordu.<br />
Suvallerinde birine verdiğim cevap şu idi: Zannediyorum<br />
ki siz milliyet şuurunun zuhuru tarihini sormak<br />
istiyorsunuz. Çünkü şuursuz olarak mevcut olan milliyetin<br />
tarih', meb'dei yoktur. Bu sırrî, dinî kıymetlerin şiddetin<br />
kaybetmesiyle birlikde şuursuzluk nahiyesinden şuur nahiyesine<br />
girmiştir. Her millette olduğu gibi bizde de muharebeler,<br />
açhklar, zulümler gibi içtimaî akibetler doğuran kitlevî<br />
ve bünyevî hareketler bu şuurun uyanmasına sebep olmuştur.<br />
Bu itibar ile eski Yunan harbi türk neferini çıplak bir<br />
halde gösterdiği, sarayın istipdadına ve israfına rağmen<br />
Türkün tükenmek bilmiyen hayat cevherini meydana çıkardığı<br />
için genç ve mektebli zabitlerin ruhunda şiddetli bir milli"<br />
yetçilik veya halkçılık heycamnı uyandırdı. Balkan muharebesi<br />
bu intibahın diğer bir amili oldu. Bu harp, bize hem<br />
milliyet ateşi ile yanan cemiyetlerin iradesini hem de millî<br />
idareye malik olmıyanların şeametini gösteriyor, ve hükümet<br />
idaresinde saçın sakalın hiç bir kıymeti olmadığını, belki<br />
her kuvvetin mefkureden, iradeden, samimiyetten geldiğini<br />
öğretiyordu. Çanakkale harbi bize asgarî madde ile mücehhez<br />
mefkûreci birordunun cihan ordularına karşı koyabileceğini<br />
türk ile gayır arasında insanlık itibariyle hiç bir ayrılık olmadığını<br />
söylüyordu... Bütün bu vukuat türklük şuurunun bir kuvvet<br />
fikri haline gelmesi için kâfiydi. Netice malûmdur. Bu<br />
milliyet şuuru bir yandan milliyyetçi ve halkçi bir devlete,
_ 71 —<br />
bir yandan da dünyevî ve cumhurî bir idare şekline inkılâp<br />
•etti. Bu tarihin mütefekkirleri nastl çalıştılar Bu tarihte<br />
hangi ilimler, hangi felsefeler en çok hükmüran oldu..<br />
İtiraf etmek lâzım gelir ki Meşrütiyettenberi bizde en çok<br />
okunan zat, Doktor Gustav Le Bon' dur. Bu zatin muhtelif<br />
şubelere, bilhassa kavimlerin içtimaî ruhiyatına dair olan<br />
kitapları bizi çok müteessir etmiştir. Le Bon'un açık ve<br />
cazibeli ifadesi, hususiyle oldukça amiyane olan düsturları ve<br />
nassî hükümleri henüz içtimaî meseleleri müspet surette<br />
tetkike alışmamış olan memleketimizde kolayca ve çabukça<br />
intişârını temin etmiştir. Bu zatin eserlerinden alınan başlıca<br />
iki fikir vardır: Bunlardan biri: cemaatler ananeci ve<br />
tahripkârdır. Diğeri: bu cemaatleri idare edeır, muharriklerdir.<br />
Üçüncüsü: bu ananeci ve tahribkâr cemaatleri idare<br />
için müracaat edilecek vasıtalar tekrar, telkin gibi mihaniki<br />
ve nihayet pisikolojik fiillerdir. Le Bon'nun bizde<br />
müspet denilebilecek bir fikir neticesi vücude getirebildiğine<br />
kani değilim. Eserleri bu suhuletine ve cazibesine rağmen<br />
yalınız okundu, fakat hiç bir tatbikatçı ve hükümet adamı<br />
tarafından kollanılmadı. İkinci merhalede fikirlerinizi en çok<br />
tenvir eden mütefekkir içtimaiyatçı Durkheim olmuştur.<br />
Durkheim'm mütefekkirlerimiz arasında süratli intişarı<br />
muhtelif sebeblerden ileri gelmiştir. Bir kere mütefekkirlerimiz<br />
böyle bir mektebe zaten muhtaç bir halde<br />
idiler. Çünkü inkılâbımızın her günkü tecrübeleri bize ispat<br />
ediyordı ki içtimaî tekâmülün amili ne cemaatlerin kör ve<br />
şuursuz ihtilâllari, nede bu amil, feretlerin iradesi ve<br />
mihaniki telkin ve tekrarlarıdır. Cemaatin de, fertlerin de<br />
bu tekâmülde bir şey olduğu hissediliyor, fakat ne olduğu<br />
ilmî surette bilinmiyordu... Ferde fert rolünü, cemaate de<br />
cemaat rolünü verecek müspet bir mektebe ihtiyaç vardı.<br />
Bu mektep Durkheim, içtimaiyatı olabilirdi, İşte Durkheimcıhk<br />
tam zamanında Türkiyeye naklediliyordu. Sorbonne'da<br />
tahsil etmiş ve bizzat müteveffanın derslerini takip etmiş
— 72 —<br />
olan gene müderrislerin tedrisatı da bu işi çok kolaylaştırdı.<br />
Hususiyle Gök Alp gibi bu mektebin en selâhiyetdar bir<br />
mümessili kendi aramızda bulunmakta idi.<br />
îşte bence inkılâp tarihimizi en çok tenvir eden mektep<br />
budur. Müspet içtimaiyatçıhk Gustav Le Bon'un fikirleri<br />
gibi yalınız hafızada kalmamış, müessiseleremize kadar tesir<br />
etmiştir. Devlette, hukukta, terbiyede, iktısatda vücude<br />
gelen bütün tahavvülleri doğrudan doğruya bu mektebin<br />
kanadtlarine raptedebiliriz. Çünkü içtimaiyat bize halkçı ve<br />
cumhuriyetçi bir devletin, millî ve insanî bir hukukun yine<br />
dünyevî ve müsavatçı bir terbiyenin faikiyyetini müspet bir<br />
kaanat olarak kazandırmıştır. Hülâsa bu içtimaiyatla beraber<br />
türk fikir .âleminde ki bütün ihtilâllere bitmiş nazariyle<br />
bakılabilir. Bununla beraber müspet içtimaiyatçıhk fikir<br />
tarihçemizin son merhalesi değildir. Evvelden beri Türkiyede<br />
felsefe namına hükmünü icra eden mektepler vardı. Bunlar ya<br />
dinî esasta hayat, kâinat, vücut telâkkileri veya maddeye,,<br />
hayat amüstenit olan tekâmül mezhepleriydi. Bizde Darvincilik<br />
yalnız hayatiyat sahasinde kalmıyor, ahlâkıyat ve<br />
vicdaniyat sahasine de giriyordu. Bu tekâmülcülük vicdaniyat<br />
sahasine girdiği zaman vicdan felsefeleriyle karşıtaşmıyor,<br />
saheyi boş buluyor ve bütün genç fikirleri istilâ<br />
ediyordu. Kısaca söylemek lâzım gelirse maddeciliğin, tekâmülcülükün<br />
bu tecellisi türk harsi için çok tahripkâr idi.<br />
Çünkü ilim nekadar müspet olursa olsun bir felsefeni»<br />
yerini tutamaz. Çünkü insan için "nasıl,, sualini sormak<br />
tabiî olduğu kadar, "niçin,, sualini sormak ta o derece<br />
tabiîdir. Binaenaleyh içtimaî hayat hadiseleri ne derece<br />
izah edilirse edilsin yine şu sualin cevabını vermek ihtiyacı<br />
baki kalacaktır: "Nereden geliyoruz,, nereye gidiyoruz<br />
biz neyiz,,. Bu sualin cevabını ancak felsefe verebilir.<br />
Fakat münhasıran akla, münhasıran maddeye istinat eden<br />
her hangi felsefe değil, hep birden akim, hissin, iradenin<br />
de malûmlarını cem ve bel'ederek düşünen bir felsefe»
İşte bu felsefe Bergson'unkidir. Nitekim bizde de bu<br />
suale cevap veren o oldu. Evvelemirde Begrsonçuluk Durkheimcıhğın<br />
bir aksülameii gibi telâkki edildi! Filvaki Durkheim<br />
mektebinin tedrisatında içtimaî muayyeniyet fikri<br />
içtimaî kadercilik şeklinde anlaşılmaktaydı. Halbuki Bergson,<br />
felsefesini ruh âleminde hürriyete istinat ettiriyordu.<br />
Bu sebeple iki şey biri birine zıt farzedildi. Bir de Bergson'un<br />
felsefesi mistisizm gibi anlaşıldı! Çünüku her felsefe<br />
gibi o da batını idi. Hususiyle "Batınî ben,,'e çok kıymet<br />
veriyordu. Fakat Beragson tamim edildikçe hakikati daha<br />
iyi anlaşılacaktır. Bergson'da ne bu mistisizm nede içtimaî<br />
muayyeniyetin inkârı yoktur. Bergson felsefesinin esası içtimaiyat<br />
ta dahil olmak şartiyle terkibine bütün müspet ilimlerin<br />
son mutalarını almaktır. Bersgonculuk ne" ilmin aynı,,<br />
ne de ilmin gayrıdır; belki ilmin mutaları üzerinden kâinata<br />
tevcih edilen külli ve mutlak bir nazardır.<br />
Hülâsa, fikir inkılâbımızın tarihinde bu üç zatin ismi<br />
mühimdir. Gerçi Le Bon bu gün sadece bir hatıradan<br />
ibarettir. Fakat Durkheim ve Bergson yaşamaktadır.<br />
Gerçi Darülfünunumuzda Le bon mevzubahs bile edilmez,<br />
fakat Durkheim ve Bergson içtimaiyat ve felsefe tedrisatımızı<br />
şiddetle alâkadar eden iki mühim şahsiyettir. Bu<br />
büyük ilim ve felsefe mekteplerinin tedrisatından memleket<br />
çok faide görmüştür. Onları .daha iyi anlamak lâzımdır.<br />
Hususiyle mütearız olması lâzım gelmiyen iki tefekkürşubesi<br />
gibi...<br />
Mefkuremiz kuvvetli, tekniğimiz;<br />
zayıftır<br />
Mefkureler heyecanlı mevzulardır, fikirler, düsturlar<br />
gibi kat'i, hendesî vücutlar arzetmezle. Mefkureler duyulur,<br />
takdis edilir. Tahakkukları, yere, toprağa inmeyenleri zamanla
__ 74 —<br />
•olur. Bir mefkure hakikate geçerken bir takım şekiller<br />
alır. Mefkurelerin fikirleşmesi, düsturlaşması hayli güçtür.<br />
Bugün siyasî hürriyet ve iktisadî refah heyecanlar vardır<br />
Bunlar inkılâbımızın en büyük hedefleridir. Eakat bunlardan<br />
birincisi tahakkuk etmiş, ikincisi edememiştir. Esasen<br />
aynı günde, birden tahakkuk edecek cinsten gayeler değildir.<br />
Temiz, zengin ve güzel bir İstanbul görmek İstanbulda<br />
yaşıyan herkes için bir gayedir. Fakat bugün bu mefkure<br />
de tahakkuk etmemiştir. Türk ülkesini vücude getiren bütün<br />
vatan çocuklarının ilk mektep tahsilini görmesini kim emel<br />
edinmiştir... Fakat bugün mektep görenlerin adedi inanılmaz<br />
derecede azdır...<br />
O halde siyasî saheden sarfınazar, denilebilir ki ne<br />
iktisat, ne konfor, ne de maarif sahesinde hiç bir mefkuremiz<br />
henüz tahakkuk etmiş değildir. Duyduğumuz iktisadî, sıhhî,<br />
fikrî kıymetlere henüz vücut vermemişizdir. Niçin böyledir<br />
Çünkü mefkurelerin sahesi vicdan sahesidir. O bize mukadderatımızın<br />
istikamet veçhesini gösterebilir. Mefkure<br />
bize "Koş, yürü, hakkı da, hakikati de, cemali de, kemali de,<br />
her şeyi orada hulacaksin...,, der, fakat okadar... Bundan<br />
ilerisi, bütün akıbet bizim irademize, bizim ihtimamlarımıza<br />
bağlıdır. Frkat burada iradenin delâletini iyice kavratnahdır.<br />
Aranılan ne asabî, ne de uziî, mutlak ve inkıtasız bir<br />
faaliyet değildir. Tahakkuk etmek talihinde olan mefkurenin<br />
ihtiyacı eşyanın tabiatine muvafık olan bir faaliyettir.<br />
Zekâ olmazsa, bu zekâyı kullanacak malumlar, ilimler yoksa,<br />
bu faaliyet neye yarar.. Mefkureler tahakkuk etmek için<br />
vasıtalar ilmine muhtaçtır. O, riyaziyat, tabiiyat, içtimaiyat/<br />
ilimlerinin kanatierine sığınan bir takım amelî bahislerin, \<br />
bütün fenlerin hizmetine muhtaçtır. Güzel memleket, güzeli<br />
şehir, güzel maarif, güzel iktisat... hep doğru fikirlere,<br />
doğru düsturlara, doğru hareketlere muhtaçtır. Mefkuremize<br />
vücut vermek için hem ilme, hem de fenne muhtacız.<br />
Medeniyet dediğimiz bu vasıtalar, fikirler, ameliyeler
tnecmuası mefkuremizi edebiyat semalarından hakikat meydanına<br />
indirecek yegâne ağırlıktır. Türkler ve Türkiye<br />
zanedildiğinden çok fazla idealistir. Şeref için ölmesini bilen<br />
bir millette idial zaafı nasıl tahayyül edebilir! Milletimizin<br />
bu müfrit mefkûreciliğini daralamak için realisttik, materiyalistlik<br />
istemiyeceğim. Benim istediğim sade, basit bir<br />
şeydir. Şehirde, iktisatta, mektepte, köprüde, elektirikte...<br />
avrupalı gibi bütün, sağlam bir vukufa sahip olan teknik<br />
adamlarıdır.<br />
Mademki Türkiye, mefkuresinin insaniyet aleminde<br />
tahakkukunu istiyor, şimdi muhtaç olduğu bir şey vardır o da,<br />
ilim, fen, teknik, adlarını verdiğimiz akıl, hesap, vukuf,<br />
maharet, sahelerine akın etmektir.' Türkler için silâhsız ve<br />
muharebesiz bir Avrupaya istila mevzuubahstir.<br />
Büyük İnkilâplar ve yeni teknikler<br />
Dün Millî Mecmua idarehanesinde eski bir hattatla<br />
görüştüm. Benim yazı tarihi ve yazı bediiyatı ile uğraştığımı<br />
bilen bu zat bazı sualler sordu.. Şimdi lâtincenin kabuliyle<br />
eski san,at yazılarından ayrılan zevkimize acıyan insanlarla<br />
hasbıhal etmek istiyorum. Biz Türklerin san,at yazılarının<br />
tarihinde ne büyük bir kudret ve muvaffakiyet gösterdiğini<br />
her müdekkik kabul eder. Nesih, Sülüs, Celi yazılarına<br />
büsbütün bediî bir huviyyet veren Türklerdi. Taliki, Yesari<br />
ve Yesarizade kalemiyle işliyen Türklerdi. Divaniden,<br />
Reyhaniden, bedialar vücude getiren yine onlardır. Rik'ayı<br />
icat eden, ondan ince, asabî bir lisan yapan yine Türklerdir.<br />
Fakat türk Sülüsü şeyh Hamdullah Efendiyi, Hafız<br />
Osmani, türk Celisi Mustafa Rakımı, türk Taliki Yesarileri,<br />
türk Rıkası Mimtaz Efendiyi, Galatasaray hat muallimi<br />
*zzet Efendiyi vücude getirdikten sonra daha ne yapabilecekti<br />
! Hattatlığın muasır bir san'at gibi zevkimizi terbi-
_ 76 -<br />
yede devam edememesinin sebebi kendisindedir. Çünkü bu<br />
san'at Garp yazılarında olduğu gibi tarihî zaruretler neticesinde<br />
inkişaf imkânlarını, hatta bütün varlığını iki budun<br />
arasina hasretmiştir. Resim, çizgi ve renk san'ati olmaktan<br />
ziyade bir manazır ve terkip san'atidir.<br />
Nasıl ki mimari bir şekil san'ati olmaktan ziyade bir<br />
hacım ve kitle san'atidir. Bu gibi şekil san'atlerinin inkişaf<br />
mi daim ve tekâmülünü ebedî kılan şey, hep üç budüe<br />
birden istinat etmeleri ve bu sayede yüksek bir teknikle<br />
genişlemiye kadir olmalarıdır. Halbuki bu kabiliyet yazıda<br />
yoktur. Mustafa Rakımın elifleri ne kadar canlı olursa<br />
olsun bir heykel değildir!.. Yesarilerin Talikleri ne derece<br />
insicamlı olursa olsun bir peysaja muadil olur mu!<br />
Hülâsa Türk hattatlığının hat sahasindeki tarihî muvaffakiyetleri<br />
ne derece parlak olursa olsun bunun ilelebet<br />
devamına imkân yoktu. Hattın doyurmadığı ruh ve zevk<br />
ihtiyaçlarımızı zaten resimden, heykelden almıya mecbur<br />
idik. Eski harflerin yegâne müdafaa noktası olan güzellikleri<br />
maatteessüf tarihî bir tekâmülün mahdut-ve muayyen merhalesinden<br />
fazla bir şey değildir. Onun için istikballeri<br />
namına teessüre hiç bir sebep yoktur. Büyük san'at inki<br />
lapları için yeni teknikler lâzımdır.
Gazi
Türk Harekâtı Milliyesi ve<br />
Mustafa Kemal Paşa<br />
Bu serlevha son günlerde Paris te neşredilmiş fransızca<br />
bir eserin adıdır. Eserin sahibi sabık Ankara matbuat<br />
umum müdürü Hüseyin Ragıp Beydir. Hüseyin Ragıp Bey<br />
Harekâtı Miiliyenin bidayetinden beri fikir sahasinde çalı*<br />
şanlardan biridir. Millî hükümet namına ilk vazifeyi İtalyada<br />
görmüştü. Müteakiben matbuat müdürlüğü ile hükümetin<br />
ninıresnıî bir gazetesi olan "Hakimiyeti Milliye,, nin ser<br />
muharrirliğini deruhte etmişti. Ragıp Bey bu hizmette bir<br />
sene kadar çalıştı. Şon zamanlarda Anadolonun Paris<br />
mümessilliği refakatinde olarak Parise gitmişti. Bu muharrir<br />
arkadaşımızın Anadolu vukuatına dair fransızca olarak<br />
neşrettiği eserin hususî bir ehemmiyeti olacağını tahmin<br />
etmek güç değildir.<br />
"Türk Harekâtı Milliyesi,, ne tamamiyle edebî, ne de<br />
temamiyle siyasî bir eserdir. Muharrir bunda millî hareketin<br />
en canlı noktalarını, en şayanı dikkat saflıklarını türkçe<br />
bilmiyen, türk matbuatını takip edemiyenlere tanıtmak<br />
istemiştir. Muharrir büyük muzafferiyetten evvel yazdığı<br />
bu eserin mukaddimesi olmak üzere ilâve ettiği satırlarda<br />
diyorki:<br />
"Dostlarınızın mukabeleyi bilmisil, düşmanıarmızın husumet<br />
eseri olarak telâkki ettikleri bu muzafferiyet hakikati<br />
halde biz Türkler için bir vazife, şerefine, vatanına, istiklâline<br />
hürmet ettirmeyi bilen bütün milletler için mukaddes<br />
olan vazifedir. Gerçi hakkımızın müdafaasından sonra böyle<br />
bir eseri neşretmek faidesizdi... Fakat heyhat! Tecrübeleriniz<br />
bize göstermişti ki: Cidali men' için dünyanın en<br />
dehşetli manialarını bile yenmek muzaffer ve haklı olmak
Icâfi değildir; zira dünyada öyle kuvvetler vardır ki<br />
yalnız bir milletin kendi vatanını, istilâya uğrayan toprakarını,<br />
mahkûm edilen istiklâlini, buğazlanan evlatlarını<br />
müdafaa efmek hususundaki hakkını, vazifesini izahla<br />
kalmayıp kibir ve gurur ve istilâculuk hırsiyle masum kanı<br />
dökmenin müthiş akibetlerini göstermek lâzımdır...„.<br />
"Tür Harekâtı Milliyesi,,bu ufak mukaddimeden sonra atideki<br />
fasıllara ayrılıyor: İstanbolun işgali askerîsi, Büyük Millet<br />
Meclisinin küşadı, Mustafa Kemal Paşa, Ekalliyetlerin hukuku,<br />
Puntusçular, Türk ortodoksçuluğu. Görülüyor ki muharrir<br />
" Harekâtı Milliye,, namı verdiğimiz müstesna tarihin<br />
en mühim noktalarından bahsediyor. İstanbulun işgali askerîsi<br />
gayet kısa bir parçadır. İşgal günü Üsküdar iskelesinden<br />
vapura binen bir Türkün gördüğü ve duyduğu şeyleri<br />
anlatıyor. Bu fasıl Meclisi Mebusanda Sinop mebusu<br />
Rıza Nur Beyin verdiği acı takririn suretiyle bitiyor. İkinci<br />
iasil Meclisi Millinin ilk günlerindeki Ankarayı anlatıyor.<br />
Her taraf kara, her taraf harabe, her ruh yeis ile dolu!.<br />
Yalınız bir adam, bu üstüste yıkılan kara yurtlar, yangın<br />
yerlerini, tepedeki kaleleri seyrederken meyus olmuyor,<br />
çünkü bu toz ve toprak yığını arkasında, bu fenapezir<br />
maddenin ötesinde "Vatan,, denilen manevî ülkeyi görüyor.<br />
Aynı adam gözleri önünde esir îstandolu, esir İzmiri, esir<br />
Adanayı, esir Antalyayi da görüyor, Yunanlılar tarafından<br />
yakılan çocukları, kadınları, ihti farları seçiyor, fakat yine<br />
meyus olmuyor, zira milletinin ebedî olan hayatiyetine iman<br />
«diyor Ve ö kuvveti kalp»ilemeclise giriyor. Bu tek, fakat<br />
küvvetH; zira mümin adâmhutkü iftitahîsîbi söylerken orada<br />
toplânnhşf olan elli millet vekilinin kalbine ateş ve iman<br />
Serpiyor. Artık herkes iriâthybr ki turk milleti kurtulacak,<br />
çünkü esarete tahamül ' etJemiyecekf ir. Üçüncü fasılda muharrir<br />
Mustafa Kemal Paşanın şahsından, ruhundan bahsediyor<br />
onu yetiştiren muhitleri gösteriyor. BIPyBik adamların<br />
aimhitleri >vei terbiyesi noktasından okadar^py&ffiı 'dikkat
olan bu bahis de güzeldir. " Ankara Hükümeti „ müteakip<br />
faslın mevzuudur. Bu kısımda Millî hükümetin bütün istihaleleri<br />
doğru ve anlaşılır bir tarzda yazılmıştır. Bu kısım<br />
Anadolu hükümetini bir "hükümet olarak düşünmiye alışmamış<br />
olan milletler için kısa bir ders olacak! "Ekalliyetlerin<br />
hukuku „ bahsinde " Türkiye de ekalliyetlerin zulmü „ nı<br />
anlatıyor. "Kim kimi buğazlıyor ! „ Sualine cevap veriyor:<br />
Türkler yalnız İzmirde, Burusada buğazlanmadı, Türkler<br />
belki asırlardan beri ekalliyet yılanlarının dişleri arasında<br />
buğazlandı!.. Türkiyenin serveti " ekalliyetin sarrafları,,<br />
elinde hapsoluyor, Türkiyenin midesi "ekalliyetlerin ispirtosiyle»<br />
eriyor, Türkiyenin saadeti "ekalliyetlerin nefsaniyetiyle,,<br />
büzülüyordu!.. Türkiyenin siyasî vahdeti ise "akalliyetlerin<br />
mektepleri,, le tehdit ediliyordu!.. Hülâsa Türkiyede haktan<br />
mahrum olan bir millet var amma hangisi!. Zavallı Türkler!<br />
Hab il ile Kabil faciasındanberi dünya bir kin ve iftira<br />
dünyası oldu. Fakat o tarihdenberi hiç bir iftira sana edilen<br />
kadar zalimane değildir... Muharrir Yunanistan müslümanarının<br />
hukukundan bahsediyor, yani " hukuksuzluğunu „<br />
anlatıyor!,. Fakat beyhude zahmet değilmi, anlıyna sivri<br />
sinek sazdır derler!.. Pontusçularla türk ortadokusluğu<br />
eserin kara beyaz iki sahifesidir. Pontusçular bahsinde<br />
türk vatanında yaşıyanların cinayeti tasvir ediliyor. Ecnebi<br />
tesiriyle vatandaşlarına silâh çekenlerin akibeti söyleniyor.<br />
Hüseyin Ragıp Bey burada hiç bir şey gizlemiyor, her<br />
hakikati söyliyor. Daha sonra Dahiliye Vekâletinin bu<br />
asılara karşı neşrettiği beyannameyi tercüme ediyor. Dahiliye<br />
Vekâleti "Ey Pontosçular, menafimiz ve hâttâ kendi<br />
menafimiz aleyhine olarak hariein teşvikatına kapıldınız,<br />
millî hükümetinize isyan ettiniz, köyleri yağma, insanları<br />
katlettiniz, türk milleti düşmanlarına karşı mevcudiyetini<br />
müdafaa ettiği bir sırada, siz silâhlarınızı vatanına çevirdiniz,<br />
Hükümet isyanınıza nasıl cevap vereceğini biliyor,<br />
size son bir ihtar! Kan dökülmesine meydan bırakmayın,
- 82 -<br />
gelin teslim olun...», malûm cevap, malûm mukabele...<br />
Ragıp Beyin türk ortodokslanndan ve papa Eftim Efendiden<br />
bahseden mekalesi Anadolu seyyahatimin bazı hatirauyandırdı:<br />
Niğdede, Kayseride türkçe konuşan, türkçe<br />
giyinen, hatta evlerini, odalarını türk zevkine göre süsliyen<br />
bu Ortodoksların mukadderatını düşündürdü; ayrı bir dinden<br />
olan fakat ırkan Türk olduğunu bilen ve bu fikrini<br />
bütün hayatında dindaşlarına neşreden Akdağlı Eftim Efendinin<br />
hissi selimini gösterdi, ve dedim ki bin nazariyeden»<br />
bin farziyeden, türk olan, türk zevkine tabi olan milletdaşlarımızın<br />
refahını temin den bir papasın hissi selimi daha<br />
çok hayırlı imiş... Hulâsa "Türk Hareke! Milliyesi M<br />
, muharririnin<br />
kendine has olan dikkati ve millî meselelerdeki<br />
isabetli hükmü itibariyle fransızçe bilenler için okunması<br />
çok faideli ve çok zevkli bir eserdir. Türkiyeyi uzaktan<br />
tanıyanlarla Türkiyeyi Türk sıfatiyle tanıyanların yazıları<br />
arasında çok fark var.<br />
Uç hakikat<br />
Dün Kısıklıdan Beylerbeyi üzerine iki üç arkadaşla<br />
yürüyüş yaptık. Çakal dağına yaklaştığımız vakit ayağımız<br />
yerdeki tellere takıldı. Bunlar muhtemel Anadolu akınlarına<br />
karşı İngilizlerin gerdiği tel örgülerin enkazıydı. Daha<br />
ileride muntazam bir surette kazılmış istihkâmlar vardı.<br />
Artık tepeye varmıştık. Buğaziçinin tepeler arasından<br />
görülen bir parçası uzaktan yağlı boya bir resim levhasına<br />
benziyordu. Bu levha en muhayyel mevzular kadar zengindi,<br />
adeta bir hayaldi... Bu hayal diğer bir hayali davet<br />
etti: Beş sene evvel bir sabah Binbirdirekte Millî Talim<br />
ve Terbiye Cemiyetinin konferans salonundan Marmaraya<br />
bakıyordum. Durgun denizin üzerinde bir takım uzun ve<br />
siyah lekeler kayıyordu. Bunlar İstanbolu işgale gelea
— 83 —<br />
galiplerin tekneleriydi... Şimdi denizde bunlardan eser bile<br />
yoktu. İşgal günlerinin kara hatıralariyle dolu olan gönlüm<br />
hayretle, sevinçle kabanyordu.<br />
Dünden beri otuz otuz beş saat geçti. Şübhesiz Çakal<br />
Dağından görülen denizin hatırası da bir hayale kalboldu<br />
Fakat bu iki hayal arasında bir hakikat yokmu! Harakât<br />
Millîyenin tarihi! O tanh ki en ümitsiz, en kara bir günde<br />
başlıyor, her taraftan menfi bir mukabele, zulüm ve şekavet<br />
görüyor, fakat nihayet zafere, istiklâle, milletin hakimiyetine<br />
varıyor.. Acaba bu iki hayal arasındaki büyük<br />
hakikat hayatının muayyen bir dakikasında atıl ve mihaniki<br />
bir memuriyet vazifesi yerine istiklâlin zevkini duyan<br />
ve ölümün kokusunu kokhyan bir insanın iradesi<br />
değilmidir.. O insan ki bir gün Ankaranın toprak evleri<br />
üzerinden ufuklara bakıyor ve vatanının istikbalini seyrediyordu.<br />
Belki de " ya her şey, yahut hiç!.. „ diyordu.<br />
Onun şahsını bir çokları gibi ben de tanımıyordum.<br />
Herkes gibi ben de onun şahsi etrafında bir takım hayaller<br />
vücude getiriyor ve " hayalimin Mustafa Kemali „ ni tahlil<br />
ile uğraşıyordum... Bu "hayalî Mustafa Kemal,, beni nasıl<br />
meşgul ediyorsa başkalarının onun hakkında hasıl ettikleri<br />
fikirleri, vücude getirdikleri hayalleri de büyük bir alâka<br />
ile takip ediyordum. Bunlar arasında en çok şayamdikkat<br />
bulduğum abit ve zahit bir zatin tasviridir: Bu zate göre<br />
İnönü muzafferiyetlerin kazanan Kemal Paşa sabahlara<br />
kadar ibadet ve taatle meşgul olan, elinden tespihi düşmiyen<br />
bir zattı, Paşa melekler gibi masum, veliler gibi mütevekkildi,<br />
Paşanın bütün muvaffakiyet sırları işte bu ibadet,<br />
te bu taatıta, bu masumiyet ve tevekkeldeydi!. Bu his,<br />
bu zan sahibi için nederece tabiî ve masum olursa olsun,<br />
tarih ve ilim nazarında ne kıymeti olabilir!. Belki hiç!..<br />
Avrupa istilâsına karşı koyan, İnönü, Sakarya ve büyük<br />
taarruz harplarını idare ettikten sonra cumhuriyet esaslarını<br />
kuran adamın muvaffakiyet sırlarını bilmek ve yeni
- 84 -<br />
nesillere doğru olarak bildirmek borcumuzdur. Nice bu<br />
muvaffakiyetin unsurlarını şu üç noktada toplamak<br />
mümkündür:<br />
Evvelâ: maddenin yani silâhın, paranın, nüfusun, pilânın...<br />
harptaki tesirini, mevkiini, ehemmiyetini takdir eden<br />
ve bilmukabele bunları idare eden bir zekâ; ilim. fen, hesap<br />
zekâsı.<br />
Saniyen: Bazan maşerî bir vecit, bazan ahlâkî bir mecburiyet,<br />
bazanda bediî bir hesasiyet şeklinde tecelli eden<br />
yüksek derecede mefkurecilik; bu mefkurecilikte millî, vatanî,<br />
insanî, tarihî şekilleriyle bütün beşerî kıymetler dahil...<br />
Salisen: îki şartı ihata eden bir hayat felsefesi; bu<br />
flsefeye göre maddî kuvvetler esasen fani, manevi<br />
kuvvetler baki; maddî kuvvetler esir, manevi kuvvetle hür,<br />
manevî kuvvetlerle beslenmiyen maddî kuvvetler nihayet<br />
zevalpezir.. Sonra, âlem bir âlemi imkân; hiç bir hayat için<br />
bitmiye mahkum, hiç bir millet için tarihi münkariz denilemez;<br />
her şey müdir ve mütefekkir bir zekânın iktidarına,<br />
eşya ve hadiseleri idaresine muallak; istikbalin anahtarı<br />
büyük adamların elinde, yazık ilim yerine vehmi, iman yerine<br />
yesi koyan başlara!..<br />
İşte bir yandan ilim ve zekâ, bir yandan ali bir hessasiyet,<br />
bir yandan bütün ilimlerin ve tefekkürlerin fevkine<br />
çıkan metafizikî bir itikat; bence millî harekâtın bütün<br />
felsefesi bu üç noktanın vucude getirdiği müsellestir. Türk<br />
milleti için bu muzafferiyeti vucude getirdikten ve bu üç<br />
mefhumun delâletlerini tarihle, vukuatla ölçtükten sonra<br />
acaba bütün içtimaî teşkilâtında, bütün icraat ve İslâhatta<br />
yine bu üç noktaya istinat etmek mümkün değilmidir. Bu<br />
üç nokta bir millet programının esasları değilmidir Söyle ki:<br />
Evvelâ : milletçe her sahede ilmin, ilmî velayetin, ilmi<br />
zihniyetin, ilmî tedrisatın, ilmî terbiyenin, ilim adamlarının,<br />
ilin: müessiseltrinin, ilim saltanatının mutlak surette hakimiyetini<br />
temin etmeliyiz. İlmin vatanında ilimden başka hiç<br />
bir şeyin sultasını kabul etmemeliyiz...
- 85 -<br />
Saniyen: Millî, insanî, ahlakî, bediî kıymetlerin hürriyeti,<br />
intişarı, ruhlar daki harareti için lâzım olan şartlan,<br />
teşkilâtı, terbiyeyi vucude getirmeliyiz; hükümetimiz bir<br />
vicdan hükümetine, terbiyemiz bir vicdan terbiyesine inkılâp<br />
etmelidir...<br />
Salisen: müstakbel nasillerin terbiyesini idare edecek<br />
olan hürriyet ve imkân felsefesini en mücerrep, en millî bir<br />
felsefe gibi kabul etmeliyiz; bununla bütün maddeci ve<br />
bedbin olan felsefelere mukabele etmeliyiz...<br />
Bu üç şart aynı zamanda hükümet teşkilâtımızı, idare<br />
hayatımızı, terbiye ve tedrisatımızı, neşriyat ve felsefemizi<br />
alâkadar eden bir mahiyettedir. Tarihinden ibret ahp almamak<br />
yine milletlere, yine büyük adamlarına ait birer<br />
imkândır...<br />
Büyük adamın şahsı<br />
Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin<br />
şahsı hakkında suikast havadisi bir haftadan<br />
beri bütün memlekette çalkanmaktadır. Şimdiye kadar<br />
gazetelerde tesadüf ettiğimiz resmî ve gayrı resmî<br />
malumat gösteriyor ki bu teşebbüs kuvveden fiile<br />
çıkmak için hazırlanmıştır. Buna mukabil bütün memleket<br />
cok mühim gördüğü bu suikast teşebbüsünü şiddetle<br />
felin etmiştir. Benim maksadım hadiseyi sırf bir cemiyet<br />
hadisesi gibi nazarıitibare almak, fertlerin ve cemiyetlerin<br />
hadiselerini tetkik eden ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin<br />
zaviyesinden bir kere daha görmektir. Evvelâ türkcemiye tinin<br />
Mustafa Kemal Paşanın şahsına karşı gösterdiği bu derin<br />
hürmet ve alâka ne ile tefsir edilebilir Bu alelade bir<br />
riya veya bir taklit eseri midir Yoksa içtimaî bir dalâlet<br />
midir Vaka türk inkılabına ve Paşanın şahsına en çok
- 86 -<br />
düşman bir insan tarafından mütalâa edilsin farzedelim,<br />
denilsin ki " Bu hürmet ve alaka sırf şeklîdir, zahiridir .„<br />
Fakat hadiselere dikkat edelim ve türk milletinin tarihî<br />
hayatını düşünelim. Aynı millet insanlara muhabbet etmek<br />
gibi nefret etmek tecrübesini de mükerreren yapmıştır.<br />
Hiçbir mecburiyet bu muhabbeti türklerin kalbine tahmil<br />
etmediği gibi hiçbir sebep de sunî bir hassasiyeti bir<br />
milletin hayatında devam ettiremez. O halde millette Paşanın<br />
şahsına karşı tavî surette duyulan bu muhabbet ve<br />
taktir duygusunun tabiî sebeplerini düşünmek lâzım geliyor.<br />
Bence şudur: Türk heyeti içtimaiyesi Mustafa Kemal Paşanın<br />
şahsını türk milletinin selâmetinde bir " amili mutlak „<br />
olarak tanımaktadır. Türk milleti onun idare ettiği ve onun<br />
kanşdığı bir millet meselesine şeytanî kuvvetlerin karışamıyacağına<br />
inanıyor. Türk milleti bu büyük adamın şahsı<br />
hakkındaki bu layezal kanaati bir günde yoktan elde etmemiştir.<br />
Bu kanaati istiklâl tarihinin bütün safhalariyle elde<br />
etmiştir. Paşa milletin istiklâli ve refahı hakkında vicdanının<br />
sesini duyduğu günden beri hep aynı tarzda, aynı kuvvetle<br />
çalışmış, hep aynı gayelere yaklaşmıştır. Paşa herne vadetmişse<br />
yapmıştır ve bütün bu mazhariyetler rahatla, huzurla<br />
ve sırf para ile olmamıştır, fedakârlıkla, iziyetlerle, darlıkla<br />
olmuştur. Şu halde türk milletinin Mustafa Kemal Paşa<br />
hakkındaki bu şuuru ne bir tesadüfün, ne de bir zilletin<br />
eseridir.<br />
Bu, içtimaî bir tecrübenin, içtimaî vicdanın doğurduğu<br />
yine içtimaî nevinden bir kanaattir, tşte cemiyete ait olan<br />
bu karar ferdî zekâlar ve mücerret mantıklar tarafından<br />
ne derece tenkit ve tenzil edilmek istenirse istensin şimdiye<br />
kadar umumî mahiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.<br />
Şimdi meselenin ikinci safhasına geçelim: Türk vatanının<br />
tamamiyetini ve türk milletinin istiklâlini temin eden aynı<br />
.kafa, aynı irade türk milletinin halde veya istikbalde ki<br />
ktisadî medeniyetin, sıhhi ve bediî refahını da temin ede-
- 87 -<br />
bilecekmidir Mnstafa Kemal Paşa yalnız büyük bir asker<br />
sıfatıyla millî faaliyeti kendi sahesıne münhasır kalmış bir<br />
zat değil midir. Bu suale doğru cevap verebilmek için<br />
yine maziyi hatırlamak mecburiyetindeyiz. İstikbalin tarihi<br />
tetkik edilsin, görülecektir ki Paşa bu mukaddes kavganın<br />
her devrinde her şeyden evvel milletin ebedî hayatına iman<br />
eden mefkûreci gibi çalışmış, hususiyle şahsi bir çok ümitsizlerin,<br />
müteredditlerin, zaıyf kaplilerin bile hayat ve kuvvet<br />
aldığı bir menba ve mihrak vazifesi görmüştür. Paşanın<br />
mazideki eserini sırf askerî diye takyit etmek delâletten<br />
değilse bile hamakattendir.<br />
Hayatta bu kadar büyük bir icaz sahibi olan birMustafa<br />
Kemalin istikbali için en kuvvetli bir ciheti camia, bu kuvvet,<br />
tesanüt ve vahdet mihveri teşkil etmesi kadar tabiî<br />
bir şey olamaz. Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin şahsı<br />
böylece en bitaraf ve en afakî bir tarzda tetkik edildiği<br />
zaman ona büyük adam, aynı zamanda kahraman ve müteceddit<br />
sıfatlarını vermekte mütefekkir olan bir insan tereddüt<br />
edemez. O halde Paşanın şahsı hakkında türk cemiyetinin<br />
heyecanını bir de yarın şuuriyle izah etmek mümkündür.<br />
Fakat ne gariptir ki halkın bu hissi selimi bazı münevverlerde<br />
bozulmuş, onun yerine kuru mantık, cansız bir izan<br />
İtayım olmuştur. İşte " Biri gider biri gelir, millet sağolsun,<br />
bir kaç Mustafa Kemal daha yetiştirir,, gibi mülâhazalar<br />
ilimi olmayan bir anlayış tarzından başka nedir. Bu anlayışa<br />
göre fertlerin hiç bir kıymeti yoktur. Yaradan hep<br />
cemiyettir ve içtimaî bir kadercilik eseri olarak milletleri<br />
muhtaç oldukları güzideleri hep bulacaklardır. Fakat bu<br />
anlayış ne ters bir anlayıştır!. En çok milliyet taraftan<br />
olan içtimaiyatçılar bile bunu idda etmemişlerdir.<br />
Evet gerçi içtimaî hadiselerin ilk izahı cemiyetin kendisinde,<br />
cemiyetin teşkilâtında, bünyesindedir. Fakat her<br />
tarafına basdıkca kahraman veya dahi çıkaran bir makine<br />
gibi bir cemiyet mefhumu sakattır. Bir milliyet, bir istiklâl
— 88 —<br />
olmak için gerçi bir cemiyet mevcut olmalıdır. Fakat bu<br />
milliyet bu istiklâl Rübens'in bir tablosu, Michel-Ange'm bir<br />
heykeli, Sinanın bir camii gibi bir sanat eseri, dehanın<br />
çocuğu, ilhamının mey vasidir. Eğer bu sanatkârın sinirleri<br />
olmasaydı ve damarlarında ki kan öyle dolaşmasaydı, herhangi<br />
mfitevassıt yaradılışlı bir Mustafa bir Kemal o sanat<br />
eserini vücude getirebilecekti... Evet cemiyet var ve lâzım,<br />
fakat onu işliyen bir sanatkâr da lâzım... Ve o sanatkârın<br />
iradesi oderece mühim ki bu iradenin hayır gibi şerre de<br />
taluk etmesi için içtimaî hiçbir mani yoktur.<br />
Evet türk milleti şüphesiz ki istiklâle çok lâyıktı. Fakat<br />
esarete girmişti. Bu liyakatten istifade edip onu müstakil<br />
kılacak sanatkâr kimdi Tarihin bütün sırrı işte burada...<br />
Milletleri yalınız itaat eden koyunlar farzetmek çok<br />
yanlış bir teşbihdir, faak büyük adamlarını da birer kukla<br />
farzetmek ondan daha az yanlış mıdır. Milletler için büyük<br />
adamları tanımak çok hayati bir meseledir. Milletler<br />
bu büyük adamların asırlar ve batınlar verasetinden topladığı<br />
hilkat ve yenilik cevherlerini kullanarak tabiî kuvvetlerin<br />
servetinden istifade etmiş oluyorlar..<br />
Mustafa Kemal şahsiyeti<br />
Mustafa Kemal gibi büyük bir adamın, şahsiyetini tarif<br />
etmek güç bir iştir. Fakat şahsiyetini vücude getiren büyük<br />
kuvvetleri seçmek daha kolaydır. Bu kuvvetler neden ibarettir<br />
Eevvelâ zekâsının hayret edilecek bir derecedeki<br />
"açik görmek kabiliyeti,,. Mustafa Kemalin zekâsında hiç<br />
bir fikir karanlıkta, hiç bir mefhum askıda değildir; her<br />
şey açık, berrak, her fikir bir hududa malik, her fikrin<br />
doldurduğu bir boşluk vardır. Bu zekâ her gördiğünü<br />
içine alan, aldığım olduğu gibi .yutan ve içinde kaybeden<br />
aç zekâlardan değildir. Aksine, bu zekâ şeinleri, ve hadise-
- 89 —<br />
leri dayıma süzen ve yalnız kendisine yarayan cevherleri<br />
kabul eden ve her sunî, her yalan, her muvakkat şeyi kovan<br />
bir tabiat cihazıdır...<br />
Mustafa Kemalin zekâsında bulduğumuz açıklığın eşini<br />
medrese kılâsiklerinin şekli ve lisanı olan belagatlerînde<br />
değil, belki türk halkının tarihî akli seliminde bulmak mümkündür.<br />
Zekâ Mustafa Kemalinin türklüğü işte bu noktadır.<br />
Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren ikinci hassa<br />
Kalbindir. Bu kalbin azameti meselâ arkadaş hissi yahut<br />
aile muhabbeti gibi ferdî hislere çok civar olan dar kıymetlerle<br />
değildir - çünki bu kıymetler o azameti vücude getiremezler<br />
- belki milliyet, insaniyet, medeniyet, ebediyet..^<br />
gibi büyük ve beşerî neviden kıymetlerdedir. Bu beşerf<br />
neviden kıymetler bu kalbi o derece kaplamıştır ki diğer<br />
ufak kıymetlerin orada tam bir seyrini bulmak mümkün<br />
bile değildir... " Mutedil adam „ mefkuresi bu hilkati katiyen<br />
ifade edemez. Mustafa Kemalin büyük kalbini görmek<br />
için ferdî hayatından uzaklaşmak ve bu kalbin beşeri muharriklerini<br />
uzaktan seyretmek lâzım gelir ...<br />
Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren son büyük<br />
hassa iradesinin hususiyetidir. Bu iradenin haricî tesirler<br />
karşısında bir türlü bozulmuyan bir muayyeniyeti, şaşırmiyan<br />
bir istikameti vardır. Büyük adamın iradesi tabiatin bütün<br />
kuvvetleri gibi zaruretin, icabın bir tecellisidir. Hiç bir<br />
hadise, hiç bir ölüm korkusu şimdiye kadar onu tuttuğu<br />
yoldan çevirmemiştir...<br />
Bu Büyk adamın ruhî şahsiyeti ne derece şayanidikkat<br />
olursa olsun insanların tarihinde oynadığı rol ondan daha<br />
şayanı dikkattir. Mustafa Kemal tarihî kadercilerin anladığı<br />
gibi türk milletinin alellâde bir mümessili, ve tarihî mukadderatın<br />
sadece neticesi değildir; Mustafa Kemal mistik<br />
tarihçilerin kabul ettiği gibi türk milletini "basübadelmevt».<br />
sırrına mazhar eden esrarengiz bir fert te değildir. Mustafa<br />
Kemal hayat ağacının kuruyan, artık meyve vermiyen hasta
«dallarım hiç acımadan kesen, ona mükemmel bir<br />
medeniyet aşısı vuran, fakat bu aşıyı vurduktan sonra<br />
- mütevekkil bahçıvanlar gibi - ağacın hayatını fırtınalara,<br />
böceklere, kurtlara terketmiyen, onu daima gözliyen, kıskanan<br />
emsalsiz bir sanatkârdır. Bütün aşılar gibi bu medeniyet<br />
aşısının da hakikî kıymeti ancak meyvelan kemale<br />
geldikten sonra anlaşılacaktır. Onun için Mustafa Kemalin<br />
turk tarihindeki mevkii eskiyi tamire, yahut ayrı cinsleri<br />
yakiaştırmıya çabahyanların yeis getirici rolündan tamamiyle<br />
ayrıdır. O, yeni türkleri bir mabut gibi yoktan var etmiş<br />
olmasa bile, hakiki ölümden muhakkak kurtarmıştır. Onun<br />
için türk inkılâbının ispat ettiği hakikat şudur: İçtimaî<br />
tekâmülde büyük adamların rolü yalnız büyük olmakla kalmıyor,<br />
bu rol bazan içtimaî kaderciliği inkâr ettirecek,<br />
hatta içtimaî muayyeniyetçiliği bile şüpheye düşürecek<br />
derecede iradîleşebiliyor...<br />
Gazinin en büyük eseri<br />
Bence Gazinin en büyük eseri Türk milletinin yaşamak<br />
kabiliyetini hiç bîr inkılpâıçya, yahut hiç bir fikirciye müyesser<br />
olmıyan bir zekâ ile anlaması ve hiç bir milliyetçiye,<br />
yahut hiç bir milliyet sanatkârına müyesser olmıyan büyük<br />
bir ihtirasla bu düşünceye inanmasıdır. Çünhi bu büyük<br />
adamın elan aklıma hayret veren bütün maddî teşebbüslerini<br />
idare eden, bütün medenî hamlelerini kovahyan<br />
yaratıcı kudreti işte bu ( Anlayış ve duyuş tarzı) dır.
Tipler
Zevk aptallar ı<br />
Meşhur ruhiyatçı Ribot "İradenin hastalıkları,, hakkındaki<br />
eserinde bir sınıf iradesiz insanlardan bahısediyor.<br />
Bunlar haricî tesirlere maruz kalan cansız mevcutlar gibi mihaniki<br />
bir surette hareket eden cehitsiz ve aizrasiz kimselerdir.<br />
Ribot bunlara " aptal „ demek istiyor, fakat zekâ<br />
aptallarına karışmasın diye "irade aptalları,, diyor!.. Ribot,ya<br />
göre iradenin dahileri olduğu gibi aptalları da vardır:<br />
Kendi kendine karar veremiyen, karar verse bile icra edemiyen,<br />
çünkü kararını icra için lâzım gelen cehit ve gayreti<br />
sarfedemiyen, nefsinde bulmıyan insanlar bu sınıftandır...<br />
Ribot' nun irade hakkındaki bu tasnifini diğer kabiliyetlere<br />
de sokmak, bence kabildir: İradenin dahileri olduğu gibi<br />
meselâ zevkin, güzellik hissinin de dahileri vardır. İradenin<br />
aptalları olduğu gibi zevkin de aptalları vardır. Bunlar<br />
incelik, sadelik, güzellik... Hakkında hiç bir fikre, hiç bir<br />
hisse malik değildir, malik olmak kabiliyetinde de bulunmıyan<br />
insanlardır. İradenin aptalları haricin tesiriyle, başkalarının<br />
iradesiyle haraket eden otomatlardır, zevkin aptalları<br />
ise gayrın zevkiyle geçinen mukallitlerdir. Bu nevi<br />
aptallar kendiliklerinden ne bir güzelliği idrake ne de bir<br />
güzelliği icada muktedir değildirler. Bütün hayatları diğerlerinin<br />
vücude getirdiği güzellikleri hiç anlamıyarak, taklitle<br />
geçer. Bunlarda güzellik şuuru, güzellik idraki yoktur...<br />
irade aptallığı, mutlaka fikri aptallığı icap etmiyeceğin gibi,<br />
zevk belaheti mutlaka fikir belahetini istilzam etmez. Bir<br />
insan fikir ve ilim hususunda münevver olmakla beraber,<br />
zevk hususunda budala kalabilir!.. İnsan vardır ki hesap,<br />
hendese, hikmet, kimya... gibi baıslerde gerçi zeki ve malûmatlıdır,<br />
fakat sadelik, incelik, güzellik hususunda bir<br />
aptal ve yahut bir cahildir. Onlar için yalnız madde âlemi,
mantık esasları vardır, hüsün kâinatı, hüsün kanunları yoktur<br />
ve onlardaki ilimleri bunlardaki cehillerini tazmin etmezt<br />
Bu nevi alimler gerçi ilimden, kanundan selâhiyetle bahsederler<br />
ve anlarlar da... Fakat aynı zatler ne giyinmesini,<br />
ne söylemesini, ne de yaşamasını bilmezler! Hele ilimlerinin,<br />
zekâlarının kuvvetiyle mevki iktidara geçince yine - o nevi<br />
aptallıklarından olacak! - Güzel namına ne varsa farkına<br />
varmaksızın yakarlar yıkarlar !..<br />
Zekânın derecesi vardır. Hattın bir ucunda aptallar,<br />
öbür ucunda dahiler bulunur. İkisinin arasında aptal, ahmak,<br />
gabi, mütevassıt, zeki ve çok zeki... derece derece insanlara<br />
tesadüf etmek mümkündür. Her birimiz yaradılışımız<br />
itibariyle zevkin derecelerinden birine dahiliz. Bu dereceleri<br />
yalnız istidat ve veraset noktasından değil, bir de tahsil<br />
ve terbiye noktasından kabu' etmek lâzım geliyor. Çünkü<br />
her güzellikten anlamıyan adam zevk hususunda mutlaka<br />
bir kabiliyetsiz, bir aptal değildir. Netekim her âlim olmıyan<br />
insan, aptal değildir... Kabiliyet daima kabiliyet olarak<br />
mevcuttur, meknuzdir. Fakat mümarese ile inkişaf edebilir,<br />
nitekim zekâ " fikrî terbiye „ ile, bediî zevki " bediî<br />
terbiye „ ile inkişaf eder. Adam vaıdır, gayet duygulu,<br />
gözle idrake, gözle icade gayet müstait, lâkin bu istidadı<br />
tahsilsiz, mümaresesiz kalmış, dehası işlememiştir, o zaman<br />
güzellik belâheti karşı smda değil, güzellik cehaleti karşısındayız<br />
demektir.<br />
İnsanlardaki bu fikir ve zevk farkları miltlerin hayatında<br />
da olacak, derece derece zeki yahut aptal insanlara<br />
tesadüf edildiği gibi, bir milletin hayatında da derece derece<br />
zevkli zevksiz devirlere ve bu zevkte derece derece<br />
belâhet ve dehaet anlerina tesadüf etmek mümkün olacak..<br />
Yunan, gotik, arap, türk sanatinin itilâ noktalarını takip<br />
eden devirlerin zavkinde hep bu belâhet eseri görülmüştür.<br />
Belki bu, bir milletin hayatında büyük bir hamelin icapettiği<br />
rehavettir, bütün çirkinlikleri, bütün kabahklariyle be-
- 95 —<br />
raber zarurîdir. Fakat temadisi ne derece tabiîdir...<br />
Bizim zevksizlik hususunda uğradığımız tereddiyi görmek<br />
için etrafımıza bakmak kâfidir: Manasız, asaletsiz, mefruşatımız,<br />
tezyinatımız, şımarık çocuklar gibi sıyırtan evlermiz,<br />
resmî hususî binaların kapılarını, pencerelerini kaphyan,<br />
yazıları çerçivesinden fırhyan kocaman lavhalar, bütün bu<br />
zevksiz şeyler tamamiyle bedii bir aptallık devresinde yaşadığımızı<br />
göstermiyormı !<br />
Beyazit meydanını yakından tetkik eden kimse için<br />
- şehrin iradesini temsil eden - Emanetin bedîi idraksizliğine<br />
şaşıp kalmamak mümkün değildir: Bu aralık Emanet<br />
İstanbolun en eski ve bütün mimari yeniliklerine de adeta nümunevazifesi<br />
görmüş olan Beyazıt Camiini görmüyor, yahut tanımıyor!<br />
Bunun hem bir tarih, hem de bir hars ve hüsün<br />
merkezi olduğunu galiba anlamıyor, Beyazit meydanını dolduruyor..<br />
Ortasına asian şeklinde bir "musluk taşı,, koyuyor,<br />
bu tesviyeyi yapmak için Beyazıt camisini ayaklarına<br />
kadar toprağa gömüyor. Şimdi Beyazit camisi tramvay yolu<br />
tarafından toprağa batmış bir binadır ve hissen mevcut<br />
değildir!..<br />
Meğer bizim şehir, meydan, cami, heykel hakkında<br />
makul ve güzel denilebilecek bir fikrimiz yokmuş. Elimizden<br />
gelse güzel olarak na varsa Beyazıtin Camisi, Allanın<br />
evi de olsa yine defnedeceğiz!.<br />
Hamdolsun ki zevki bozulan yalnız münevverler, yalnız<br />
mühendisler, ve şehir eminleridir, asıl halk, Anadolu<br />
halkı zevkini, esaletini tamamiyle muhafaza etmiştir. Anadolu<br />
T ur ki sade, kibar olan şeyi henoz duyuyor. Anadoluda<br />
nüfusun inkirazma, binaların çökmesine rağmen asıl<br />
ve Türk kalan şehirler çoktur: Kastamoni, Çangırı, Avanuş,<br />
Nevşeir, Kayseri... Hep böyledir. Münevverlerinizin bedii<br />
aptallığına yahut cahilliğine karşı samimi münevverler için<br />
ilk yapılacak iş gayet basit ve menfidir; halkın zevkini münevverlerinin<br />
idraksizliğinden korumak, âlemde bir sanat
96 -<br />
yaratan Türk milletinin zevkini mühendis, mimar, şehiremini<br />
şeklinde millî zevee isyan eden münevverlerinizden korumaktır.<br />
Halkı bu münevverlere " zevkime gölge etme, başka<br />
ihsan istemem !„ diyor.<br />
Sırtlan göziyle<br />
Anadoluda günlerce araba yolculuğu yapanlar bilir:<br />
İyi bir arabacıya düşmek ne mutludır! Bu yaz bizi Kastamoniden<br />
Ankaraya götüren arabacı Çangırıh Cemal gayet<br />
iyi bir gençti. Ankaradan Ürkübe kadar götüren Erzurumlu<br />
AH ağada gayet iyi bir insandı... Niğdede kaldığımız müddetçe<br />
hep şu temennide bulunuyordum: Samsuna kadar<br />
on iki günlük yolda iyi bir arabacıya düşsek... Fakat iş<br />
tamamen aksine oldu. Niğdeden bizi "yaşlı başlıdır, tecrübelidir,<br />
namuslıdır,, diye gayet götü huylu bir bunağın<br />
arabasına koydular. Üç kişiydik. Samsuna kadar on beş<br />
gün zarfında kendi hesabıma, çektiğimi Allahla ben bilirim!<br />
Huysuzlık, aksilik... Her türlüsü bu adamda vardı. Bilmem<br />
seyyahatımızın kaçıncı günüydi... Günde dokuz on saat<br />
yaylıda sallanmaktan adeta hasta olmuştuk öğle zamanı<br />
sıcak da bastırınca uyuklamıya başladık. Arabacı uyukladığımızın<br />
farkına varınca başını çevirip bize dediki:<br />
— Ne uyuyorsınız be !<br />
— Ne olacak <br />
— Araba ağırlaşır!<br />
Hepimiz gülmiye başladık... Fakat herif hiç gülmiyor,<br />
sözünde devam ediyordu:<br />
— Ya; siz gülersiniz! Onu ben bilirim: Uyuyanca araba<br />
ağırlaşır mı, ağırlaşmaz mı... Tecrübe edin de bakın!..<br />
Arabacının bu ciddiyetine karşı bozgunluk olmasın<br />
-diye mecburi sustuk...<br />
Yine bir gün ikindi vaktiydi, arabanın içinde her
- 97 -<br />
birimiz bir tarafa yaslanmış kalmıştık. Arabacı yine başını<br />
çevirdi:<br />
— Ne susuyorsunuz be Türkü söylesenizeL dedi.<br />
T- Ağa biz türkü bilmeyiz! dedik. Bir kaçkerre homurdandıktan<br />
sonra aynen şu sözleri sarf etti:<br />
— Siz ne biçim hocasınız !. Ben geçende Malatya'ya<br />
bir maarif müdürü götürmüştüm. Yolda hep güzel güzel<br />
türküler söyloyordu..<br />
Artık belâmızı bulmuştuk. Bütün gün arabacının lan etliğini<br />
nasıl savuşturacağız diye düşünüyorduk. Terbiyesiz<br />
adam her dakika bir suretle bizi rahatsız ediyor ve kizdıryordu.<br />
Hemde ciddi olarak... Yine bir gün adi bir sebple<br />
bana çattı, ben de.<br />
— Artık yeter! Bari nefes almak için de senden izin<br />
alalım! dedim.<br />
Fakat bunak herif bir türlü huyundan vazgeçmiyordu.<br />
Bize diş geçiremiyeceğini de anladı. Bu sefer muharebeyi<br />
tenkide başladı.<br />
— Şu kavga ne zaman bitecekse hayırhsiyle bitse..<br />
Alt mı geleceğiz, üst mü geleceğiz anlaşılsa, artık yeter!.,<br />
gibi sözler söylüyor, ağzına gelen küfürleri savuruyordu.<br />
Arkadaşlardan biri muharebenin millî gayesini izaaha<br />
çalıştı. Fakat herifin kulağına lakırdı mı girer! O boyuna<br />
söylüyor ve küfrediyordu. Yine bir gün şosanm bir kıyısında<br />
iki kamyon enkazına rastgelmiştik. Bunların Harbi Umumî<br />
zamanından kalma enkaz olduğu pek alâ anlaşılıyordu. Fakat<br />
arabacı bunları hep bu günkü harbe vesile edinerek<br />
atıp tutuyordu:<br />
— Yazık Türkiyenin paralarına yazık!..<br />
Herif gitgide tahammülfersa olmıya başladı. Fakat ne<br />
atmak mümkündü, ne de satmaic!... Samsun'na kadar<br />
bu derdi çekecektik...<br />
Günün birinde akşam üzeri Amasya'ya yaklaştık, Yolun<br />
iki tarafında kağnı kervanlaiarı durmuş, mola veriyor-<br />
7
- 98 -<br />
lardi. Kağnılar dar yolun iki tarafını tamamiyle kapamış,<br />
bizim araba için durup beklemek vardı. Fakat aksi herif<br />
kağnı kervanları arasındaki dar ve taşlıktı yerden geçmek<br />
istiyerek zaten yorgun olan atlan sürdü. Yarım dakika<br />
sonra tekerleklerin büyük bir mukavemete çarptığını anlatan<br />
sert bir ses işittik. Tekerlek taşa takılmış, bu müsademede<br />
hayvanlardan birinin kayışı kopmuştu. Arabacı ağzını<br />
bozmak için haricî bir sebebe muhtaç değildi. Küfürün<br />
kazam zaten kaynıyordu, taşmıya başladı, kağnıciiara hücum<br />
başladı:<br />
— Utanmazlar, arlanmazlar! insafsız herifler! Yolu<br />
böyle tutarlar mı Siz de din, iman olsa biraz kenarda<br />
durur sunnz!..<br />
O ane kadar sessiz ve haraketsiz duran kağuıcılar<br />
arasından uzun boylu, uzun sakallı, her tarafı toz<br />
ve topraktan bembeyaz olmuş bir adam çıkıp bir iki adım<br />
attı. Bu adamın halüvaziyeti, maksadı, gayeyi, kağnı kârvanını,<br />
yorgun mandaları, yalınayak başı kabak manda<br />
güden çocukları, her şeyi izah ediyordu. O vaziyetle<br />
haykırdı:<br />
— Söyle söyle! Kimdir şu memlekette imansız olan!,<br />
dedi. İhtiyar kağmcımn bu sözü o kadar yüksek ve keskindi<br />
ki!.. lanetin dili tutuldu !..<br />
Üç gün sonra Samsun'a vardık, Üç gün üç gece bu<br />
ters adamın haleti ruhiyesini tahlile çalıştık.. Bir insan, bir<br />
müslüman, niçin bu kadar kötü huylu, milletine, miiletdaşlarıne<br />
karşı niçin bu derece mütecaviz oluyor neden.,<br />
Akıl ve mantıkla izah edemediğimiz bu manayı başka bir<br />
usûlle daha kolay anhyabiliyorduk. Şöyleki kendimize, kendi<br />
fikir ve kanaatimize ayit ne kadar hak ve hakikat fikirleri<br />
varsa onlardan tecerrüt edip arabacının ruhuna girmek,<br />
oraya yerleşmek, sonra bütün hadiseleri ve kâinatı o kirli<br />
ruhun penceresinden görmek lâzımdı... İşte o zaman:<br />
— Türk - Yunan harbi bizim ya altında yahut üstünde
- 99 -<br />
kalarak, fakat mutlaka bitmesi lâzım gelen, bir güreş, Eshişehir<br />
cephesi çocuklarınızı yemek için açılmış bir ağız, kırık kamyonlar<br />
zavallı Türkiye'nin zavallı parası, kağnı taşıyan ihtiyarlar<br />
birer imansız, Anadolu Paşaları hep birer sergerdedir!..<br />
Şu halde bizim kendi aklımıza göre yanlış, sakat dediğimiz<br />
şeyler arabacının aklına, mantığına göre çok doğru,<br />
çok düzgündü! Ve sanki yanlış olan, onun hükmü değil,<br />
bizim tenkidimizin tarzıydı. Bu adam nasıl oluyorda<br />
fena oluyor diyorduk ve fenalığı o adamla birleştirmek<br />
için zihnen çabalıyorduk. Halbuki fenalıkla o adam arasında<br />
ayrı gayrı yoktu. O adam fenalığın ta kendisiydi. Fena,<br />
hodbin olmak için ne bir dikkat, ne bir zahmet sarfetmiyordu.<br />
İnsanlıktan bir şey feda etraiye mecbur değildir.<br />
Fena adam, olduğu gibi kalıyor ve fena oluyordu! "Herkesin<br />
hanei kalbinde bir aslan yatar, derler. Onun hanei<br />
kalbinde ise dişlek bir sırtlan yatıyordu,, A "abacımız müşteriyi,<br />
harbi, kumandanı, milleti hep sjrtian göziyle görüyor ve<br />
sırtlan burniyle kokluyordu. Bir sırtlan için bundan daha<br />
tabîî ne olabilirdi <br />
Yeni adam enmuzeci<br />
Henüz yirmi yaşını bitirmiştim; idadi şahadetnamesini<br />
almış, kendime bir iş arıyordum. " Hazine! Hassada adam<br />
alıyorlar, dediler. Bir istida yapıp müracaat ettim. Karcıma<br />
iri yapılı, kalın sesli ve güler yüzlü bir zat çıktı. Bu<br />
zat dairenin müsteşarı idi. İstidamı okuyunca "sen ne bilirsin<br />
„ dedi. Vefa İdadisinde okuduklarımı birbir saydım.<br />
" Ya ! demek edebiyat ta okudunuz !. Haydi bakayım<br />
bana son baharı bir tasvir edivir!,, dedi. Ben sevindim;<br />
son baharı tasvir edersem memuriyet verecek dedim. He-
— 100 —<br />
men müsteşarlık odasının yanı başındaki ufak odaya geçtim.<br />
O tarihte geceli gündüzlü ciltlerini ezberlercesine o-<br />
kuduğum " Servetifünün „ kolleksiyonu gözümün önünde<br />
duruyor gibiydi. Türlü terkipler ve türlü hayallerle süslenmiş<br />
bir son bahar tasviri vücüde getirdim! Nihayetine de<br />
Tevfik Fikret merhumun 11 ne zaman zert ve muhtazır eylül..„<br />
Mısraiyle başlıyan eylül manzumesini koydum birde imzalayıp<br />
heman verdim. Müsteşar Bey bir kâğıda, bir de yüzüme<br />
baktı: "O ! Kuvvei kalemiyen var, üslubun da parlak !..„<br />
dedi. Gözüm gözünün içinde idi; Acaba ne diyecek, diyordum.<br />
Bir müddet daha kâğıdıma baktıktan sonra gay*t<br />
yavaş ve mülayim bir sesle: "Bir hafta sonra gel!,, dedi.<br />
Ben hemen babama koştum: Yazım beyenildi, bir hafta<br />
sonra da gidiyorum, dedim. Evde herkes sevindi, Hafta sonunu<br />
iple çektim! Nihayet ken îimi Müsteşarın karşısında<br />
buldum, beni görünce tanıdı: "Oğlum seni alacağız, fakat<br />
daha bir iki hafta bekle!..,, dedi. Daha bir iki haftabekledim,<br />
yine gittim, "Hiç merak etme oğlum işin oldu. Fakat bir<br />
az müsaade et!.. „ Dedi Allahtan ümit kesilir mi ! Ben eski<br />
neşemden bir şey gayibetmiyor, hep kati neticeye intizar<br />
ediyordum. Aradan bir az vakit daha geçtiktan sonra yine<br />
gittim. Artik o da sıkılmış olacak kîii:<br />
" Senin için iş var, fakat burada değil, Hamidiye Etfal<br />
Hastahanesitıde! İmtihane girer misin dedi. "efendim, ben,<br />
imtihandan kaçmıyorum, girerim ne vazife de olsa yaparım..,,<br />
dedim. " Öyle ise bir arzuhal ver de oraya havale edeyim.,,<br />
dedi. arzuhali verdim, havale edildi.„ Birkerre daha imtihan<br />
olduk. Nihayet "imtihanı kazandın, Hamidiye Etfal<br />
Hastahanesi sertabibine müracaat et!,, dediler. Üç beşkerre<br />
sertabibi görmek için gittim bulamadığa. Çünkü bu zat galiba<br />
aynızamanda Sarayın da tabibi idi. Gittiğim zamanlar<br />
kalem odasında, baş kâtibin yanında oturuyordum. Nihayet<br />
adamcağız Hazineyi Hassa Müsteşarının onkerre de söyleyemediği<br />
sözü o günü bir defa da söyleyiverdi: "Size doğ-
— 101 —<br />
rusunu söyleyeyim mi ! İmtihan evrakınızı gördümı pek<br />
iyi yazmışsınız, hüsnühatınız da var, fakat ne çare ki gençsiniz,<br />
pek gençsiniz! Bu yaşta size bu vazifeyi tevdi edemiyeceğiz!.„<br />
, dedi! Ben bu sözleri işidince şaşırdım kaldım.<br />
O zamana kadar iş başında gördüğüm insanların simasını<br />
yaşım gözümün önüne getirdim. Hep ihtiyar adamlardı.<br />
Ben yaşta olanlar arasinda müstakil vazife görenler<br />
yok gibiydi. Birde en ehemmiyetsiz vazifeler bile meselâ<br />
mukayyittik aklı başında tek adama değil, bir kaç adama<br />
birden tevdi edilirdi: Baş mukayyit, mukayydi sani, salis..<br />
.gibi!.. Her ne hal ise ben o gün meyus ve raakhur bir<br />
lhalde, Etfal Hastahanesini terketmiştim. O günden sonra<br />
ilk işim insanı ihtiyari atmıyacak derece de çabuk biten<br />
bu İdadi tahsilini kâfi göimeyip Darülfünun'a yazılmak<br />
oldu. Bu vaka o tarihdeki insanların memur, iş adamı hakkındaki<br />
haleti ruhiyesini gösterir. Hemen Meşrutiyete kadar<br />
devam eden bu devir adeta "ihtiyarlar devri,, dır. Bu devrin<br />
adamları arasında Babıali kalemlerinde görüldüğü gibi<br />
selâm sabaha riayet etmek şartiyle kalemi hokka yabatirmadan<br />
senelerce memur olanlar vardır!.. İşte Meşrutiyet'ten<br />
evvelki memur enmuzeci "saçlı sakallı, yaşlı başlı, muamelâtın<br />
sırrına vakıf bir Efendi! „ idi.<br />
Meşrutiyet bu enmuzecin enbüyük düşmanı oldu. Bu<br />
ihtiyarın hayatına en büyük darbeyi o vurdu. Meşrutiyetin<br />
bulduğu, daha doğrusu yarattığı enmuzeç ise: "Lisan aşina,<br />
muaşerete vakıf, nutka, mülâ kata müsteit genç bir kavval „<br />
- 102 -<br />
Eğer Anadolu'da yeni bir türk ordusu teşekkül edip<br />
te yeni bir devlet kurulmasaydı, bizim için insan enmuzeci belki<br />
pe "meyus, makhur, bedbin ve daha ziyade menfaatperest,.,,<br />
sıfatlarından teşekkül edecekti. Fakat büyük misal gözümüzün<br />
önündedir, ondan ibret almak yeni Türk enmuzecini<br />
şuurlu, vazih bir hale getirmek lâzım. Bunun için de<br />
zihninde şu mantıkî silsileyi vcüude getirmelidir: Meşrutiyete<br />
kadar memleket hem cahil hem de atıl ihtiyarları<br />
tecrübe etti; az kalsın mahvoluyorduk!.. Meşrutiyetten sonraki<br />
idare adamları ekseriyetle faal, cevval insanlardı. Fakat<br />
birincilerin cehli, daha başka şekilde, umumiyetle, onlarda da<br />
vardı. Bu adamların iradesi Almanya'nın iradesi gibi marazı<br />
bir irade idi. Mefkûrecilikleri de marazi bir mefkûrecilik<br />
çokkerre mevhumecilik idi. Yeni insan enmuzeci, yeni idare<br />
adamı enmuzeci bu hasta ve ölü unsurlarla terkip edilemez.<br />
Yeni hayatımızın müdürlerini ancak bu hayata imkân<br />
ve hürriyet bahşeden Harakâtı Milliyenin tarihçesinde görebileceğiz.<br />
Bu devri vucude getirenler aynı zamanda "faal<br />
vefekkâr „ insanlardır. Gerçi Büyük Millet Meclisinin ilk<br />
azasından bir heyet İstanbula geldiği zaman içlerinden bir<br />
Darülfünun konferans salonunda darülfünunlulara hitaben<br />
şu sözleri söylemişti: "Efendiler! Bu meclis şimdiye kadar,<br />
gelmiş olan meclislerin fikren belki madunudur, bunu itiraf<br />
ederim. Fakat ümit, emel ve iman itibariyle bütün onların<br />
fevkinde olduğunu iddia edebilirim..,, demişti ve doğruydu;<br />
Fakat şayanı dikkat olan nokta şudur: Bütün Harakâtı Milliye<br />
tarihince "kalp ve ihtiras vazifesi gören,, ve müdafaa<br />
hatlarmız Pulath'ya kadar gerilediği zamanlarda bile yerinden<br />
kımıldamayan bu iyi yürekli insanlar arasında "beyin<br />
ve irade vazifesi gören,, müstesna insanlar vardı. Bu his<br />
meclisini muvaffakiyetler iyle, zaferleriyle tenvir ve tahkim<br />
edenler hep onlardı. Onun için denilebilir ki Harakâtı Milliyenin<br />
tarihi, ilmin, vukufun, tecrübenin tarihidir. Bu ilim...<br />
bir milletin ümidine, imanına müracaat ederek kuvvet al-
— 103 —<br />
dığı için akamete mahkûm kalmadı. Yine çok dikkat edelim<br />
ki Türk milletine tarihini, istiklâlini iade eden ve istikbalini<br />
eminleştirmek ümidini kazandıran bu ilim tamamyile<br />
hususî bir mahiyeti, gayrı kabili zeval bir hayatiyeti haizdi,<br />
Zira bu ilim ne Meşrutiyette evvelki ihtiyarların sırf ameli,<br />
ihtîbari vukufu, nede Meşrutiyetten sonraki kavvalların sırf<br />
nazarî, zihnî sermayeleridir; ne biri ne diğeri akıldan<br />
başlayıp amle müntehi olan, amelden haraketle akılda nihayet<br />
bulan faal ve yaratıcı bir ilimdir. Şu halde sırf nazari<br />
adamların ve adi manasiyle: kelimecilerin ve hayalcilerin<br />
hayatta bir kıymeti yok! Fakat ayni hayatta sırf faal ve<br />
maceraperest insani arında bir kıymeti yok! Bütün mesele<br />
hadiselere, tabiatı eşyaya mutabık bir iradenin sahibindedir.<br />
Bu iradenin en tabiî unsurları hissi selimi gayip olmamış bir<br />
zekâ ile bu zekâyı fiile isal eden bir hasasiyet manzumesidir.<br />
Yeni nesli teşkil edecek olan mürebbilere bir meslektaş<br />
gibi tavsiyem: Arı ve kunduz yetiştirmekten sakınınız,<br />
Bu hayvanların işleri ne kadar hayretaver olursa olsun zekâ<br />
için numune teşkil etmezler! Cırcır Böceklerini de örnek<br />
a'mayıniz! Çünkü sesleri ne kadar çok olursa olsun iş yapmazlar!<br />
Gayeyi hayaliniz "insan,, olsun, fakat "yaratıcı bir<br />
insan,, Bu melekenin bir kökü kafada, bir kökü kalpte bütün<br />
dalları, kolları elleri de, parmakların ucunda, ameldedir. Yine<br />
yeni hükümet makinesini kuracak olan mesul insanlara bir<br />
vatandaş gibi tavsiyem: Umumiyetle menfilerden, atillerdan<br />
ve mürtecilerden sakınınız; kevezelere, züppelere, lakırdı<br />
ebelerine, hiç teslimi salâhiyet etmeyiniz! İdare hayatında<br />
yalnız sahibi irade olanlar şayanı itimattırlar. Onların kimler<br />
olduklarını mı soruyorsunuz.. Evvelâ söyleyiniz hangi<br />
meslek mevzuu bahistir Askerlik mevzuu bahis ise kurtardığı<br />
tarihe, müdafaa ettiği cephelere, muzaffer olduğu muharebelere<br />
bakınız... Vilâyet idaresi mi mevzu bahis.. Yaptığı<br />
yollara, kuruttuğu bataklıklara, ihya ettiği ormanlara
— 104 —<br />
bakınız. Muarif İslâhatı mı mevzuu baıs! İdare ettiği mekteplere,<br />
koyduğu usullere, numuneyi imtisal olduğu yeniliklere<br />
bakınız... Hülasa icraat hayatında insanı yalnız ve sade<br />
işiyle, iradenin bu meşru evlatlariyle ölçünüz, yanılmazsımz...<br />
Maksat adamların ahlâkını, faziletperverliğini ölçmek<br />
ise bunun da gayet afakî bir usulü vardır: Mevzuu bahs olan<br />
§ahsın menfaati şahsiyesini hayatta kaç defa ve kaç türlü<br />
feda ettiğini anlamak lâzımdır. Çünkü dindarlığın, milliyetperverliğin<br />
insaniyetperverliğin en müspet tecellisi işte bu<br />
feragat, nefsinden, menfaati şahsiyesinden feragattir. Bu<br />
feragat olmadıkça söylenen her sözün ve dermiyan edilen<br />
her iddianın nihayet edebi, yahut mantıkî bir mahiyeti vardır,<br />
asıl ahlâk ona bir kıymet vermez!..<br />
Terakkiden kaçan adam<br />
İstanbul şehrine Gülhane Parkını kazandıran şehremini<br />
günün birinde dahiyane bir fikre malik oldu: "Parkın muhtelif<br />
noktalarına yeşil tahtalı, demir ayaklı kanepeler koyarım,<br />
yere oturmiya alışan, kanapeye oturmak çamurdan<br />
ve tozdan kaçınmıyan bu halka temizlik dersi veririm!..,, dedi.<br />
Hakikaten yerde oturmak kanapeye oturmak adetine münkalip<br />
olursa şarkta büyük bir tahavvül olacaktı, ve her şey yere<br />
oturmak, yerleri bu "Haki fena „'yi sevmek, yerde oturmak<br />
yani yerde yemek, yerde içmek, yerde yaşamak ve yer için<br />
ölmek adeti hep değişecek, yerlerden yüksek bir yerde<br />
oturmak, yerden yüksek yerleri sevmek, yerden yüksek<br />
yerlerde yemek, içmek, yerden yüksek yerlerde yaşamak ve<br />
yerden yüksek yerler için yaşamak adeti teessüs edecekti...<br />
Garip netice!.. Parkı ziyarete gelenlerden çocuğun<br />
kanepeye oturmak ihtiyaciyle gerçi ayakları yerden kesildi,<br />
fakat bunlardan hiç biri kanepeye avrupah bir insan gibi
105<br />
oturamadı. Bilâkis hepsi kanepeyi tahtadan bir yer faz<br />
ederek üzerine bağdaş kurdular}.. Bu suretle o vakit<br />
Şehremini insanların bu garip inadı karşısında şaşırdı kaldı.<br />
Ve bu terakkigirizliği bir türlü izah edemedi. Lâkin bu<br />
hadiseyi gözden kaçirmıyan bir insan şöyle izah ediyordu:<br />
— Terakki bir emri cebrîdir. İnsan uzviyeti iktizası<br />
terakkiye değil, itiyatlarını muhafazaya, alıştığı gibi yaşamıya<br />
müstaittir. Cemiyette vücude gelen her terakki uzviyetimizde<br />
derin ve elim aksülamellerie, yeni yeni itiyatlar<br />
hazırlar. Halbuki her yeni itiyat yeni tefekkürler, yeni<br />
zahmet ve meşakkatlerle olur. Onun için terakki bir fikir<br />
gibi nekadar arzu edilirse edilsin, fiilen icrası güç olan bir<br />
şeydir. Ben bu düşünceyi, bu izahı o kadar kabul ettim ki<br />
her terakki davasının peşinde zahmetten, elemden, kaçan<br />
insanların feryadını işittikçe hiç garip bulmuyordum. Şimdi<br />
bile terakkinin meşhur düşmanlarını görüyorum ve gayizlerinin<br />
illetini anlıyorum. Ve onlara sessiz velveîesız bir<br />
}isan ile hitap ediyorum, diyorum ki:<br />
— Ey kanepeye otururken mafsalları acıyan insan!<br />
Sen terakkinin zahmetlerine nasıl katlanacaksın!. Seni adam<br />
yapacak olan din, ne bir fikir, nede bir muhakeme dinidir<br />
O sırf katı mafsalierin ve uyuşuk adalelerin ile mücadele<br />
edecek olan bir zahmet dini, elem mabdünün dinidir!..<br />
Çünkü insani Terakki demek durup dinlenmeden zahmet<br />
çekmek demektir. Terakki yalnız ceht ve elem ağacının<br />
meyvasıdır. Yazık o lisana ve edebiyatına ki terakkiyi bir<br />
zevk gibi gösterir!..<br />
Sanatten kaçan adam!<br />
Durkheim insanı kendi kendine cehte muktedir bir mahlûk<br />
olmak üzere tavsif ediyor. Filvaki hayvan da ceht eder,
— 106 —<br />
Fakat hayvanın cehti haricî bir tazyik ile olur. Yük taşıyan<br />
at misalinde olduğu gibi... Bu hayvanı cehte sevkeden<br />
kirpactır! Halbuki insan terbiye sayesinde o hale gelir ki<br />
haricî hiç bir tazyika muhtaç olmaksızın cehtedebilir.<br />
İnsan en güç işlerde bile bu cehte yalnız başına muktedirdir.<br />
Onun için insana " yalnız başına cehte müstait olan<br />
hayvan „ demek doğrudur... Fakat bu ceht bir günün<br />
mahsulü değildir. Bunu elde etmek için seneler lâzımdır.<br />
İnsan terbiye tesiriyle senelerce cehtetmeliki kendi kendine<br />
cehtetmeğe alışabilsin. Meselâ çocuk için en güç iş elbise<br />
giymektir. Fakat terbiye almış bir insan için bu iş kolaydır.<br />
Beşerî olan hangi vazifede, insanı neviden olan hangi<br />
idrâkimizde cehtimizin müdahalesi yoktur ! Bakınız, siz ciddi<br />
ve ilmî bir bahsi izah ederken gözleri süzülen ve ağzı<br />
açılıp kapanan şu adama!.. Zavallı yoruluyor, dinleyemiyor !..<br />
Çünkü bu insan dinlemeye ahşmamıştir! Çünkü dinlemek,<br />
anlamak, o da bir cehttir. İlim gibi sanatta bizden dikkat<br />
ve ceht ister bir Mozart ve bir Wagner,i anlamak için<br />
zekâmızın, dikkatimizin müdahalesi şarttır. Bunlar bilbedahe<br />
ve bilâ vasıta şuurumuza yerleşecek basit eserler değildir.<br />
Avrupa musikisinde bazen en derunî ve en fevzaî ihtiraslarımızın<br />
bazen de en insanî ve en beşerî emellerinizin<br />
ifadesi vardır. Büyük bir sanatkâr dikkatiyle tahlil edilmedikçe,<br />
dağnık ve mütezat görünen parçalara büyük bir ahenk<br />
sokulmadıkça bu musiki bizim için cehennemi bir gürültü,<br />
den başka bir şey değildir. Zaten bir sanat eserini anlamak,<br />
o eseri ruhunda yeni baştan yaratmak demektir. Şu halde<br />
nevinin İstırabını duymıyacak derecede kulakları sağırlaşan<br />
ve en ufak bir aşk heycanı yaşamıyacak kadar içi kuruyan<br />
bir adama doğrudan doğruya " sanatin ve sanatkârın sesini<br />
işit „ demek manasız olur. Güzelden kaçan, sanat eserini<br />
manayı, heycanı, ahengi, hayatı isthkar eden adam; rast<br />
geldiğine " bunların ne lüzumu var,, diyorsun... Halbuki<br />
burada ne bir lüzum nede bir ispat mevzuubahstır. Sadece
- 107 -<br />
büyük ve elemli bir cehtin teslim edeceği bir zevk vardır.<br />
Bunu bulamıyorsan kabahat ne eserin, ne sahibinindir,<br />
yalnız senindir, senin!<br />
Cumhuriyetin adam numunesi<br />
Eski Yunan medeniyetinin ekmel numunesi " Hakim „<br />
idi. Kurunu Vüsta "Aziz,,, leri vücuda getirdi. On altıncı<br />
asrın mükemmel adamı "Honnete Homme,, dır. On sekizinci<br />
asrın beğendiği adam, " akıllı ve hisli adam „ , dır. Bu<br />
günkü vatandaşın seciyesi acaba nedir.. Bu gün evliyalar<br />
yoktur! " Mübarek adam „ enmüzeci bile silinmiş gibidir.<br />
"Honnete Homme,, muhterem, fakat yeni cemiyetler<br />
çin kâfi değil... " Akıllı ve hisli<br />
M<br />
adam enmüzeç güzel,<br />
fakat bu günün hayatı için müphem ve umumîdir. Yeni<br />
vatandaşı yaratacak olan sanatkâr, gene cemiyettir. Yeni<br />
vatandaşın siması ancak yeni cemiyetin çizgilerinde»<br />
ve renklerinden teşekkül edecektir. Yeni cemiyetlerin<br />
" Ahlâkı hasene „ , si " tesanüt ahlâkı „ , dir. Kendisini<br />
bütün cemiyetin cüzü duyan ve cüzü gibi yaşiyan vatandaşın<br />
ahlâkı... " Sıkılgan adam „ tipi yeni tipin tamamiyle<br />
zıdtıdır. Bize zümrevî hayatın bütün icaplarını<br />
tanıyan ve yaşıyan vatandaşın hayatı lâzımdır. Sonra,<br />
vatandaşın ilmi, irfanı yaratıcı, meslekî istihsalleri vücude<br />
getirici olmak lâzımdır. " ukelâ ve sathî adam» tipi yeni<br />
tipin tamamiyle zıddıdır. Yeni tipin hamurunu yoğuracak<br />
olan muhit, mekteptir, aile değil..'. Aile vasıtasiyle mektebi<br />
ıslâh etmek fikri sakattır: Aile muktedir ise kendi kendini<br />
ıslâh etsin!.. Bu günkü çocuğun aile hayatı dar ve<br />
mahduttur; mektep hayatı ise geniş, devamlı ve feyizlidir-<br />
Mektep bu yaratıcı tesirini yapabilmek için her şeyden<br />
evvel ve her şeyden ziyade şu hakikate dikkat etmelidir-<br />
Tesanütçü bir ahlâkın ve istihsalci bir irfanın hakikati
— 108 —<br />
ona dışarıdan, başka bir yerden gelmiyecektir. Kendisinden<br />
çıkacaktır. Öyle ise mektep her şeyden evvel<br />
tesanütçü bir h yata mazhar olmalıdır. Talebe ve muallimler<br />
denilen zümreler müstait oldukları zümrevî hayatı<br />
azamî derecede yaşamalıdır. Sonra ilim, talim sarf ve<br />
helak edici halinden kurtulup istihsal ve istismar edici<br />
hale gelmelir. Mektep canlı bir mevcuttur. Kendi kendini<br />
ıslâh edemiyen bir mevcut başkalarını ıslâh edemez!..<br />
Cumhuriyeti yaratan irade mekteplerin binalarına da<br />
teveccüh etmelidir. Ve ondan İnkilâp namına iki şey<br />
istemelidir. Mektep cemiyetinin içtimaî hayat zevklerini<br />
tatmasına müsayit mesafe ve mekân ile mektep cemiyetinin<br />
müstahsil hayat şartlarını teminine müsayit aletler ve<br />
teknikler... Bunlar haricinde yeni vatandaş teşekkül<br />
edemez, yeni bir idare ise yeni insanlarla yaşayabilir.<br />
Yeni idarenin mukadderatından mes'ul olan artık yeni<br />
terbiyenin mahiyetidir.<br />
Faal adam!<br />
Meşrutiyetten evvelki adam teşebbüsü şahsiden mahrum<br />
olan atıl adam idi. Meşrutiyetten sonra aranılan,<br />
"müteşebbüs adam,, oldu. Meşrutiyet inkılâbında nntuk<br />
söyliyen hatipler "teşebbüsü şahsî,, ,nin destanını okudular,<br />
ve türk milletinin şimdiye kadar felâketi "teşebbüsü<br />
şahsînin fıkdanından dır,, dediler. Millî İnkılâbın vücude<br />
getirdiği adam enmuzecinin tasvirini henüz vazıh surette<br />
göremiyoruz. Yalnız "müteşebbüs' adam,, tasvifi yerine<br />
"faal adam,, tavsifini kullanıyoruz. "Filan adamı tanırmısın<br />
„ diyorlar, "tanırım, faal adamdır,, diyoruz. "Falan<br />
muallimi tanınınsınız „" diyorlar, "Tanırım, faal adamdır. „<br />
diyoruz. Ve insan kendi kendine soruyor: Demek ki fa-
— 109 —<br />
aliyet bir meziyettir.. Fakat pek az kimse bu meziyet olmak<br />
imtiyazım alan "faaliyet,, , in ne olduğunu düşünüyor i<br />
İstiyerek fikrimizi şüpheye düşürelim ve soralım ki:<br />
"Faaliyet bir meziyet midir „ , Şüphesiz derhal "faaliyet<br />
bir meziyettir. „ diye kabul edeceğiz. Fakat bakınız<br />
size bir kaç faaliyet numunesi ki meziyet olmak şöyle<br />
dursun, belki noksan, hatta felâkettir, Evvelâ çocuğun<br />
faaliyeti.. Bu faaliyet ilerde içtimaî faaliyetlere mebdei hareket<br />
olmak itibariyle gayet şayanı dikkattir. Fakat olduğu<br />
gibi kalan bir çocuk faaliyetinin medenî nev'inden hiçbir<br />
kıymeti yoktur. Çünkü bu faaliyet yapıcı olmaktan ziyade<br />
yıkıcıdır; iyi, doğru, güzel nev'inden eser denilebilecek<br />
hiçbir şey vücude getirmez, hayvanı jir faaliyettir. Şu halde<br />
çocuk faal bir mahluk olmakla beraber makbul bir<br />
insan enmuzeci midir Daha ağır bir misal delidir. Alelumum<br />
deli de faal bir mahluktur. Fakat delinin faaliyetiyle<br />
medenî faaliyeti ifade eden iyi, doğru, güzel faaliyetler<br />
arasınde ne münasibet vardır O halde ne demeli "faaliyet<br />
bir meziyet değildir mi, demeli ! Hayır, her şeyden<br />
evvel bu faaliyet fikrine biraz vuzuh vermeliyiz. Mütalaayı<br />
kolaylaştırmak için üç nevi faaliyet enmuzeci kabul ediyorum:.<br />
Birincisi otomatik faaliyet. Otomatik faaliyeti temyiz<br />
eden şey iradî faaliyetin zıttı olarak şuursuzluk ve<br />
terkipsizlik tir. Otomatik harekette gerçi kendisine göre<br />
bir intizam, bir ittırat vardır. Fakat yaratıcılık, istihsal kadreti,<br />
şuur, sevk ve idare yoktur. Otomatik faliyet, faaliyetlerin<br />
en iptidaî şeklidir.<br />
İkincisi: mantığa müstenit faaliyettir. Bu faaliyette<br />
gerçi intizam ve şuur vardır. Fakat netice gene birdir.<br />
Yani neticede gene istihsal yoktur. Çünkü bu faaliyetin<br />
intizamı, mantıkî, şuuru sathî bir şuurdur. Ekseriya cahil<br />
ve zekâsı cevval olan insanlarda görürüz. Her hareketlerini,<br />
her teşebbüslerini mantıklariyle teyit ederler. Fakat<br />
faaliyetlerine rağmen eser vücude getirebildikleri eser<br />
payidar olmaz.
- 110 —<br />
Üçüncüsü: tekniğe müstenit faaliyet. Bu nevi faaliyet<br />
faaliyetlerimizin en yüksek şeklidir. Çünkü muntazam ve<br />
şuurlu olmkla beraber yaratıcıdır. Bu faaliyetin zekâsı aklı<br />
selimin zekâsı değildir, fen zekâsidır. Kuvvetini mantıktan<br />
değil, tabiyetten alır. Bu faaliyeti mutlaka âlim, rnütefennin<br />
insanlarda görürüz. Cahil insanlarda da bir istisna<br />
halinde tecelli edemez. Gariptir ki bu faaliyet mütevassıt<br />
zekâlı insanlarda da tecelli edebilir. Hattâ aklı selimin faaliyeti<br />
gibi zekâya onun kadar muhtaç olmıyan bir faaliyettir.<br />
Çünkü zekâsı ferdî zekâ değil, ilmî yani gayrı şahsî<br />
zekâdır. Teknik faaliyet mutlaka eser vücude getirir,<br />
ve eseri mutlaka payidar olur.<br />
Şimdi beğendiğiniz faal adam kimdir... Otomatik faaliyetin<br />
sahibimi, aklı selim ile faal olan mı, yoksa teknik<br />
faaliyetin sahibi mi, hangisi.. Bence alelıtlak faaliyetin, hele<br />
otomatik faaliyetin bu bahiste hiçbir değeri yoktur,<br />
mantığın faaliyeti de birincisi kadar yıkıcıdı, fazla olarakta<br />
aldatır. Muasır faaliyet enmuzeci teknik faaliyettir.<br />
Muasır faal adam ancak bir ihtisas sahibi olabilir.<br />
Müsbet kafalı insanlara muhtacız<br />
Asrî bir milletin mühim seciyelerinden biri de ilim hâkimiyeti<br />
değil midir Asrî milleti orta zaman cemiyetlerinden<br />
ayıran mühim fark din yerine ilme mevki vermesi<br />
değil midir Orta zamanda itikadın ve kitabın idare<br />
ettiği yerleri bu gün hep ilmin fikirleri tabiatın kanunları<br />
idare ediyor. Müsbet olmıyan şeylerin tabiatına uymıyan<br />
fikirler, itikatler, ananalar hayat meydanından hep koğu-<br />
Iuyorlar, yerine akla, hesaba, tecrübeye dayanan müsbet<br />
kanaatler geçiyor. O halde dün dinin tuttuğu yerlere bu<br />
gün ilim geçmiştir. Dün dinle idare edilen işler bu gün<br />
ilim ile idare edilmektedir. Şu halde denilebilir ki: İlmî
— 111 —<br />
olmak, ilme dayanmak asri milletlerin mühim tabiatlarından<br />
biridir.<br />
" Asrî olmak „ , "asrileşmek,, " muasır millet „, " yenilik<br />
„ " yeni adam „ sözleri derslerde, kitaplarda, salonlarda,<br />
her yerde muhabbetle, iştiyakla tekrar edilen canlı<br />
sözlerdir. Fakat bu mefhumların içine girelim ve onların içinde<br />
bulunanlara dikkat edelim. Ne göreceğiz Çok kerre umumî<br />
ve sathî malumlar, serbest söz söylemek melekesi ve salon<br />
muaşeretinden ibaret bir takım unsurlardir! Halbuki bu<br />
melekelerin, bu sermayelerin medeniyetin uzviyetile doğrudan<br />
doğruya münasebeti yoktur. Umumî malûmat sahibi<br />
olmak hele bunun bir derecesi köylüler, çobanlarda dahil<br />
olduğu halde asrî bir milletin bütün fertleri için lâzımdır.<br />
Fakat umumî malûmların sahibi olmak, bir ilimde mutahassıs<br />
olmak değildir. Umumî, binaenaleyh sathî kalmıya<br />
mahkûm plan malûmlar ile bir millet medeni tekâmülün<br />
zaruretlerim k vrayamaz. Asrî bir cemiyetin en çok<br />
muhtaç olduğu şey, işte âlimler, mutahassıslarıdır, bu hükmü<br />
bir kerre daha genişleterek diyebiliriz ki: Böyle bir<br />
millet en çok menfaatlere, her hangi meslekte mutahassıs<br />
kimselere muhtaçtır.<br />
Bir milletin umumî muaşeret kaidelerine vakıf olması<br />
ve bunları hayata tatbik etmesi lüzumlu ve hayırlı bir şeydir.<br />
Muaşeretini tanzim etmiyen bir milletin içtimaî hayat<br />
yüzü daima pürüzlü kalacaktır. Fakat cemiyet itibarile incelmek<br />
daha güç bir şeydir. Çünkü bütün bu muaşeret<br />
kaidelerinin ehemmiyeti onları kukla gibi yapmakta değil,<br />
asıl bu kaidelerin doğduğu telakki farklarını taşımaktadır.<br />
Muaşeret kaideleri ayni zamanda doğruluğun, iyiliğin ve<br />
güzelliğin bir tecellisidir. Adabı muaşeret ince ruhlar gibi<br />
kaba ruhların yüzünüde cilalayabilir. Asıl mesele millette<br />
doğru, iyi ve güzel kıymetlerin hür bir surette cevlânına<br />
engel olabilecek sebepleri kaldırmak, azaltmaktır.<br />
Hülâsa nereden hareket edilse " asrîlik „ mefhumunun
— U2 -<br />
kökleri vicdanın pek derin tabakalarına kadar iniyor.<br />
Asrileşmek, bu asır da yaşamaktan fazla bir muvaffakiyettir.<br />
O da asnn maddî ve ahlâkî hayatına imkân veren inkılâp<br />
umdelerini yakalamakla mümkün olacaktır.<br />
İşte bu umdelerin başında " müsbet neviden olan her<br />
şey akıl içindir. Akıl bizi, müsbet hakikatlere iriştirebîlecek<br />
olan yegâne kılavuzdur.,, düsturu vardır. Onun için<br />
aslî bir millet mevkiinde ilmi istemeliyiz. Fakat ezberci<br />
gibi değil, ilmi anlıyan hakiki kanaat sahibi gibi ilmi isteyince<br />
ilmin bütün hürriyetini, bütün feyzini, bütün istifadesinide<br />
birlikte kazanmış oluyoruz. Fakat ilmin mahrumiyetlerine,<br />
ilmin yorgunluğuna, ilmin vazifesinede katlanmak<br />
şartiyle. İnkılâbını yapmakta olan yeni Türkiye için<br />
büyük gaye şudur: Garbın ilmini bütün mevzuu, usûlleri,<br />
vasıtaları, kapları, müesseseleri, hattâ ahlâkî düsturları ile<br />
aynen ve harfiyen getirmektir.<br />
Usulsüz faaliyet ne işe yarar <br />
Avrupa memleketlerini ilk defa ziyaret eden bir şarklının<br />
intibaı ne olabilir Ezici bir faaliyet içinde çalışan<br />
kütlelere ait intibaı.. Bu hayret sahiplerinin söylediği söz<br />
daima şudur!<br />
"Şu Avrupalılar ne çalışkan adamlardır!.. „ İngiliz<br />
avamı da Belçikalı komşularım taktir ederken ona benzer<br />
bir söz söylüyorlar: "Şu Belçikalılar ne çalışkan adamlardır!,,<br />
Şu halde Avrupa medeniyetleri mevzuu bahsolduğu zaman<br />
gözümüze en çok çarpan onların çalışkanlığıdır. Fakat bu<br />
medeniyetin hakiki sırrı çalışma saatlerinin daha çok olmasımıdır!<br />
Bunu zannetmek doğru değildir. Bu faaliyette<br />
her şeyden ziyade görülmesi lâzım gelen bir şey varki<br />
o da "metot,, dur Avrupalı adam ilmî bir metot içinde<br />
çalışan adamdır. Türk çok kerre ferdî zekâsının icabatım
— 113 -<br />
takip eder. Nihayet ilme istinat etmiyen kaba bir tecrünin<br />
esiridir. Bu metot fikrini yalnız tayyare ve demiryolu<br />
yapmak hususunda değil, en ufak bir sanaatte, en basit<br />
bir ticaret işinde bile kabul etmeliyiz. Bizi onlardan ayıran<br />
avrupahlann cemiyetçe tatbik edilen asrî usullere, muayyen<br />
tekniklere malik olmalarıdır. İşte, en adi bir işte bile:<br />
Fasulye, bamye... dikmek için bel belliyen iki adam tatsavvur<br />
ediniz. Bunlardan biri bel bellemek işinin içtimaî<br />
tecrübesine henüz malik değildir. Ferdî zekâsı, ferdî hassasiyeti<br />
onu mümkün olduğu kadar çok bel bellemiye sevkedecektir.<br />
Fakat usûl, tecrübe, kanaat sahibi olan adam<br />
yer yüzüne yayılmak ve bir hayvan gibi çalışmak sevkıtabiisinden<br />
uzaklaşacak, toprağı mütemadiyen ayıkhyacak<br />
beli âdetten ziyade derin vuracak ve türlü vasıtalarla<br />
bu toprağı islâh edecektir. Şu halde medeniyetin faaliyette<br />
tecellisi doğrudan doğruya azlık veya çokluk şeklinde<br />
olmuyor, metot yahut prosede, yahut teşkilât, yahut içtimaî<br />
bir tesanüt şeklinde oluyor. Onun için alelıtlak çalışkanlık<br />
onları bizden ayıramaz. Fakat usullü çalışkanlık<br />
onları bizden katiyen ayırabilir. Öyle ise "Asrî adam n<br />
alelitlâk zeki adam değil, belki ilmî bir usûlle çalışan<br />
adam demektir. Bana kaç kere Çamhcalann kırk elli metro<br />
geniş, fakat inadına ıssız yollarını göstermişlerdir: "Şu geniş<br />
caddeyi görüyor musunuz İşte bu filân belediye müdürünün<br />
eseridir. demişlerdir.. Ben bu ayrı çalışan ve ayrı eser vücude<br />
getiren yalnız adam sevkitabiîsinden ürkerek dayima şu cevabı<br />
veriyordum: Keşke o adam bu geniş ve ıssız caddeleri<br />
vücude getirmeseydi, şöhreti için vesile, fakat Üsküdar<br />
belediyesinin bütçesi için bir mezarlık açmasaydı! ..<br />
Çünkü imar mefhumu alelitlâk genişliğin müradifi olamaz.<br />
Medenîlik mutlaka çok çalışmak, çok geniş caddeler<br />
açmak değildir. Bütün servetini bir çocuğunun elbisesine<br />
ve oyuncaklarına sarfederek geriye kalan dört beş çocuğu<br />
aç ve çıplak bırakmak doğru değildir. Bir ayile hayatında
— U4 —<br />
olduğu gibi bir şehir imarında da tatbik edilecek adalet<br />
düsturları vardır. Şu veya bu süsü yapan fakat elindeki<br />
şehri bütçesiyle mütenasip bir derecede sağlam, temiz ve<br />
işlek bir hale getiremiyen bir idareye asrî diyemem. Yalnız<br />
şehir idaresinde değil. Her sahede asrî faaliyet; metodik<br />
faaliyetin bir müradifidir. Fennî olmıyan çalışkanlığı<br />
beğenmiyelim ve nafile cesaretlendirmiyeiim. Çünkü fennî<br />
olmıyan, yani makul ve şeylerin tabiatine uygun olmıyan<br />
faaliyetler mutlaka yıkıcıdır.<br />
Mefhumlara esir!..<br />
Zekâlar vardır, mefhumumlara esirdir. Gene " Son<br />
saat „' in sayfalarında idi. " Tedricen ! „ Serlevhalı bir<br />
makalem çıktı. Burada içtimaî tehavvülleri bir hattı müstakim<br />
hayaline irca eden akliyecileri tenkit etmiştim.<br />
Çünkü tetriç tekâmülün dayimî bir vasfı değildir. Tekâmülün<br />
birdenbire olan safhaları da vardır. Yoksa bir türk<br />
inkılâbı derece derece ve muntazam bir surette tahakkuk<br />
etmesi lâzımgelen makul, tetricî, muntazam bir hareket<br />
olamak lâzımgelirdi. Halbuki inkılâbımız anî gibi olmuştur.<br />
Eğer bunda mühendis intizamı ve akıl mantığı şart<br />
olsaydı, bu günkü neticelerden mahrum olacaktık. Hakihati<br />
halde takâmül ne tetricî, ne de mutlak surette anîdir.<br />
Belki tekâmül yaratıcıdır. Hakikati halde tekâmül ne<br />
mazinin aynı, ne de bu mazinin gayrıdır; belki maziden<br />
müstağni kalmıyan, fakat maziden yeni bir mahsûl vücude<br />
getirmek üzere gebe kalan bir haldir. Bir hal ki mütemadiyen<br />
istikbale doğru şişer. Tekâmül için daha canlı,<br />
daha mutabık bir hayal bulunabilir. Fakat her halde yalnız<br />
başına tetriç, yahut intizam hayali ona yabancıdır. Bizim<br />
sakat fikirleriniz yalnız tekâmül bahsine ayit değildir. Mu-
lig<br />
vaffakıyet, ümit, sabır ve sebat hakkında da bir çok fikirleriniz<br />
vardır ki hakikati halde bunlar hasta klişelerden<br />
başka bir şey değildir. Cesaretin, sabrın, sebatın her şey<br />
olduğunu gençlere öğretmekle çok bir şey kazanmış olmayız.<br />
Bunlar şuun ve hadisatı aşan mutlak kuvvetler değildir.<br />
Bunlar tabiî kuvvetlerdir. Bunlarında kendilerine<br />
mahsus hudutları ve nihayetleri vardır.<br />
Şu halde " mutlak bir cesaret, düm düz bir sebat „<br />
ve inatçı bir sabır „ yerine gerek ferdin gerekse cemiyetin<br />
hayatında cesaretin, sabrın, sebatın canlı vazifesini<br />
öğretmek doğrudur. Öyle ise niçin bu mefhumları taşıyoruz<br />
.. Çünkü bizden evvel yaşamış bir cemiyetin mirasıdır.<br />
Bunları bize kazandıran asrî ve felsefî tefekkürümüzün faaliyeti<br />
değil, eski harsın sür'ati iptidaiyesidir.<br />
Bu mefhumlar eski cemiyete göre düstur olarak kifayet<br />
eden şeylerdi. Fakat pek mudH ve pek müterakki olan<br />
yeni hayatımızı idareden acizdirler. Biz ana ve baba hikmetlerinden<br />
ziyade ilmin muttalarına ve yalnız ilim mutaları<br />
üzerine kurulan bir felsefenin terkibçi mefhumlarına<br />
muhtacız.<br />
Yeni neslin terbiyesinde metafizikî hükümlermizin de<br />
mesuliyetini idrak edelim Din taassubunu kaldırmışken<br />
yerine tefelsefe taassubunu koymıyahm. ^<br />
Cemiyete küskün adam!<br />
" Cemiyete küskün adam „ ; bu, bir nevi insandır. Tenkit<br />
eder, istikbalden ümitsiz, bazen de mazi için daha az müşkül<br />
pesentiir. Hayatta, ayile, meslek muhitlerinde dayima böyle<br />
insanlara rasgelmek mümkündür. Cemiyte küskün adamın<br />
mantığını yoklayımz, fikirlerinin seyrini kovalayınız; memnuniyetsizliğini<br />
ispata çalışan bir dikkatle karşılaşacaksınız:
— 116 —<br />
Bu dikkat mütemadiyen sokakların kirliliğini, bürokrasinin»<br />
zararlarını, ehliyetin takdir edilmediğini, mekteplerin eskisinden<br />
daha geri olduğunu... İlâh. size söylüyecektir. Ve<br />
bütün bunları en bitaraf, en afakî bir müşahit ve rasıt mevkiinde<br />
tekrar ettiğine sjzi inandırmak istiyecektir. Cemiyete<br />
küskün adam hakikî bir müdekkik, ilmî bir mütefekkir<br />
midir.. Hayır, çünkü bu zekâda ilmin en mühim temeli olan<br />
icap ve zaruret fikirleri yotur. Cemiyete küskün adamın<br />
bütün fikrî faaliyeti küskünlüğüne sebep gösterdiği hadiseleri<br />
muayyen fertlere, şahıslara yükletmekten, yahut hüküm<br />
ve muhakeme işlemiyen esrarengiz derecede münferit bir<br />
kabiliyete atfetmekten ibarettir. Cemiyete küskün adamın<br />
zihnî faaliyeti iki şekle irca edilebilir:<br />
Bir yandan içtimaî hadiselerde zaruret tanımıyan bir<br />
teffekkür, bir yandan da ferdî endişelerden gelen bir memnuniyetsizlik.<br />
Onun için cemiyete küskün adamla münakaşa<br />
ederken hep bu ilmî ihatasizlıkla, bu hodbin hassasiyete<br />
çarparız. Cemiyete küskün adamın siyasî vaziyeti ekseriya<br />
dar bir muhaliflik şeklilde tecelli ediyor.<br />
Halbuki bu küskünlerin dar zekâları hakikati halde siyasî<br />
bir idareyi besliyebilecek içtimaî tekâmül telâkkisine<br />
malik değildir. Hodbin hassasiyetleri ise siyasî faaliyetin<br />
muvaffakiyeti için elzem olan fedakârlık şimesiyle de kabili<br />
telif değildir.<br />
Cemiyete küskün adam tipinin menşei marazîdir. Salim bir<br />
cemiyet adamı dayıma faaldir. Salim bir cemiyet adamı dayıma<br />
mefkûrecidir. Fert bu faaliyeti, mefkureciliği kaybettiği<br />
dakikada artık hastalanmıştır. O halde cemiyete küskün adamın<br />
tevekkülünü fikrî mantığında, yahut dar hodbinliğinde aramak<br />
doğru değildir. Bu menşe bizzat cemiytin hayatında<br />
hasıl olan boşluklardadır.<br />
Muayyen fertler içtnaaî hayatı sıkıca yaşamadıkları, cemiyt<br />
maneviyatını şidditlice taşımadıkları için aynı zamanda<br />
bedbin, ve aynı zamanda hodbindirler. Küskünler cemiyet
— 117 —<br />
denilen manevî terkibin inhilâl eden cüzü fetleridir. Bunlar<br />
cemiyetten koparak yalnız adamın tabiatine ricat etmektedirler.<br />
O halde cemiyet içinde bobinleri, bedbinleri azaltmanın<br />
tek çaresi içtimaî mevcudun bilhassa haz, neşe, vecit,<br />
mefkure veren bediî ve manevî muhitlerini uyandırmakatan<br />
başka çare yoktur. Yeni cemiyetimizi ahlâkî ve bediî zevki<br />
idrake müsayit cihazlarla zenginleştirmek lâzımmi geliyor.<br />
Mütefekkir<br />
İlmi bipayan insanlar vardır. Filân adam tarih alimidir<br />
. Filân adam mükemmel bir nebatçıdir, morfoçya<br />
alimidir. Filân da atikiyat ile uğraşır. Bu adamları türlü<br />
sıfatlarla tavsif etmek ve derya misali olan ilimlerinden<br />
dolayı takdir etmek pek tabiîdir. Elverir ki bu malûmat<br />
usulü daiyresnide tedarik, tahkik ve tensik edilmiş olsun.<br />
Mütebehhirin teşekkülünü hazırlıyan en mühim meleke<br />
kuvvetli bir hafızadır. Halbuki kuvvetli bir hafızanın en<br />
büyük sebebi verasettir. Bir çocuk bu veraseti taşımıyorsa<br />
ne kadar terbiye edilse de mükemmel bir hafızaya<br />
malik olamaz. Şu halde mütebahhirin teşekkülünde terbiyenin<br />
rolü mahdut demektir. Halbuki mütefekkir, bambaşkadır.<br />
Mütefekkir hıfzu tahattur ve tahsil hususunda<br />
mütebahhirin dehasını gösteren adam değildir. Mütefekkir<br />
bir toplayıcı değil, belki bir teşkilâtçıdır. Mütefekkir fikir<br />
binasının malzemesini bulmaz. Yalnız başkaları tarafından<br />
bulunan bu malzemeyi kullanarak eser vücude getirir. Demek<br />
mütefekkir hazır fikirleri tefekkür eden adam demektir. Rolü<br />
daha ziyade icat rolüdür. Mütefekkirin teşekkülünde hafızanın<br />
rolü mühim midir Şüphesiz bir bakıma öyledir. Fakat<br />
bu ehemmiyet bir dereceye kadardır. Mütefekkirin asıl<br />
cihazı tasnif, mukayese, izah, farz ve tahmin kuvvetidir.<br />
Şuhalde mütefekkire lâzım olan; hafıza veraseti değil,
— 118 —<br />
tam ve mükemmel bir tefekkür cihazıdır. Çünkü mütefekkir<br />
hafızasının noksanını türlü tarikler ve kolaylıklarla<br />
dahi telâfi edebilir. Fakat tefekkür usulüne, ilim tekniğine<br />
malik olmıyan bir adam için ilim yapmak ümidi yoktur.<br />
Şimdi yeni Türkiyenin muhtaç olduğu fikir adamı hangi<br />
cinstendir, sualine verilecek cevap gayet basittir. Türkiye<br />
fikir adamının her cinsine muhtaçtır. Ancak tebehhurun da,,<br />
tefekkürün de usulleri memleket için pek yenidir. Onun<br />
için bizim tedrisat hayatımızda mühim olan şey, bu usuldür.<br />
Türkiye, fikir adamlarının azlığından değil, usul sahiplerinin<br />
kıtlığından şikâyet etmelidir. Mekteplerimizde<br />
ve ilim müesseselerimizde adet kıymeti yerine keyfiyet<br />
kıymetini koymalıyız. " Parlak zekâlar „' a kıymet verecek<br />
yerde, bir tefekkür usulüne malik olanların kıymetini düşürmemeliyiz.<br />
Çünkü milletin fikir hayatının mey vasim<br />
toplattıran teşekkül, mütefekkirlerin ruhunda oluyor.<br />
Mefhumun öldürdüğü adam!<br />
Anadolu'dan geldiğim zaman " Acaba güvelerini<br />
yedi ! „ diye bermutat büyük dolabın altındaki gözü<br />
çektim. Orada bir İkdam gazetesinin yaprakları arasında<br />
sakladığım resim koleksiyonunu karıştırmağa başladım.<br />
Kara kalem heykel başlan, yağlı boya bir ördek resmi...<br />
Solgun, ölgün, çocukların lisanı kadar masum şeyler L<br />
Onu bana hediye eden zat, merhum Teke Zade Sayit<br />
Bey'dir. Sanatkârı beş altı sene evvel bir mektebi ziyaret<br />
ederken tamdım, resim dersanesinde idik. Sehpalrı karşısında<br />
çalışan, gayet temiz giyinmiş yirmi, yirmi beş kız<br />
çocağu resim yapıyordu. Alçı keykeiler, kabartma çiçekler»<br />
renkli şekiller, dıvarlann sadeliği, hele sekenesinin huşu ve<br />
sükûneti burasını eski bir yunan mabedine benzetiyordu!-.
— 119 —<br />
Sınıf o kadar çıplak ve beyaz, o kadar sade ve heybetliydi..<br />
Resim yapan kızlar hiç kımıldamaksısın gözlerinin ucu<br />
ile bize baktılar. Bu hareketsizliklerinde bir mahviyet ve<br />
bir selâm manası vardı. Köşede, çalışkan kızlarının eserini<br />
koruyan, alkişhyan bir üstat vaziyetinde, orta yaşlı, tıknaz<br />
bir adam duruyordu. Bizi görünce yaklaştı. Kendisim bize<br />
— Resim muallimimiz Teke Zade Sait bey... diye takdim<br />
ettiler.<br />
" Teke Zade „ unvanının benim hafızamda derin bir<br />
hayali vardır: Vefa idadisinde talebe olduğumdan beri Şehzade<br />
başından geçer, ora da bir dükkânın camekân içerisinde<br />
ki yağlı boya insan resimlerini: köylü, hamal, satıc<br />
kfalarım seyrederim. Bu mevzular bize o kadar garip<br />
o kadar cür'etkârane gelirdi ki!.. Mekteplerde aldığmız<br />
resinf dersleri bizi hep mikâp ağaç, ve evlerle oyalar,<br />
resmi ve kâinatı bunlardan ibaret zannettirirdi!. İnsan<br />
resmi, insan kafası, hele hamalların, satıcıların kaba ve<br />
kalın suratları çirkin hissiyle klâsik tedrisatın haricinde<br />
kalırdı!.. Teke Zade'nin resimleri eski, hurda ve kati çizkiler<br />
zevkine isyan edercesine kalın, bariz, mühmel fakat, inadına<br />
canlı ve mistik idi. İşte biz, resim ve model hakkına eski<br />
telâkkilerimizi yirtan bu canlı halk resimlerinin meftunu<br />
olurken, altındaki " Teke Zade „ imzasını da aynı canlılıkla,<br />
aynı hürriyetle atılmış bulurduk... İmzanın sahibine karşı<br />
uzarktan uzağa bir hürmetimiz vardı. Mektepte kendisini<br />
görünce san'ati gibi şahsı da dikkatimi celbetti. Müdirenin<br />
odasına döndüğümüz zaman kendisinden bahsettim. Zeki<br />
kadın derhal bahse lüzumu kadar ehmmiyet verdiğini ispat<br />
eder bir vaziyet aldı. Hemen şu sözleri söyledi:<br />
— Evet! Teke Zade bizim için alelade bir resim hocası<br />
değil, fakat şahsiyle, göziyile, ve eyiye olan muhabbetiyle<br />
kızlarımız için büyük bir mürebbidir, bir insanı kâmildir,<br />
dedi.<br />
Müdirenin bu cevabından çok memnun oldum. Çünkü
— 120 —<br />
bu hükümler benim hislerimi okşuyordu: Ben, bir ressam,<br />
bir musikişinas hakkında yalnız böyle söylenmesini istiyordum<br />
. Ben öylelerini gördüm kü güzeli, inceyi anlamak<br />
itibariyle taş devrinde çalışan iptidai insanların seviyesinde<br />
kalmışlardır!., Hep kaba görürler, hep katı düşünürler!.<br />
Bu, bir milletin ruhu için iflâs değil de nedir!.<br />
Onun için istiyordum ki sanatkârlar her yerde çok sevilsin..<br />
" Güzel „ denilen hak ve hakikat karşısında yirmi<br />
yirmi beş kızın büyük şuurlarla çalışması sizin için, memleketiniz<br />
için manevî, hattâ maddî bir kazanç değil midir<br />
İşte ben de aynı sebepten dolayı memnun ve mes'ut bir<br />
ruhla bu ziyaretten avdet ettim. Ziyaretimi müteakip Teke<br />
Zade hatıra olarak güzide çıraklarının resimlerinden bir<br />
koleksiyon yapıp bana günderdi. "Acaba güvelermi yedi! w<br />
diye telaş ettiğim güzel kolsksiyon işte budur.<br />
Bir memleket için ne garip, ne meşum talihsizliktir<br />
yarabbi!.. Bütün bu talebeyi, muallimi, dersi bam başka<br />
düşünen idare adamları, bu adamların bir mantığı ve<br />
memleketin idare usûlleri varmış!.. Bu mantıklar, usuller<br />
çalışa çalışa ve bu "pedagojiye muvafık„ ıslâhat " terakki „<br />
ede ede varmış, Kız Sanayi Mektebinin resim dersini tahta<br />
kollariyle yakalamış, hocasını, usulünü, bütün muvaffakiyetleri,<br />
bütün hisleriyle pencereden aşağı atmıştı: Ziyaretten<br />
bir iki ay sonra Teke Zade'nin derslerini elinden aldıklarını<br />
işittim. Bu teşkilât ve ıslâhat o kadar gücüme gitti ki o<br />
zaman mevkii iktidarda bulunan büyük bir memura müracaat<br />
ettim ve haykırdım: Hükümetin, idarenin bu hareketini<br />
sanat, terbiye ve insanlık namına protesto ettim.<br />
Muhatabım şüphesiz izan sahibi bir zatti. İşin tamiri için<br />
lâzımgelen teşebbüste bulundu. Fakat netice hasıl olamadı.<br />
Çünkü doğrudan doğruya kendi işi değildi. Bir de<br />
bu tebeddülat kanuni ve mantıkî bir çerçeve içinde yapılmıştı.<br />
Nizamdan, talimattan, intizamdan, gruptan bahsettiler. "Sırası<br />
gelince ona başka bir ders daha vereceğiz» dediler. İşte<br />
ne şahıs ne de kasıt mahiyeti olmadığını ilân ettiler.
— 121 —<br />
Teke Zade benim bu hasbî mücahedemi işitmiş, bunun<br />
üzerine bana bir mektup yazıyor. Bu mektupta güzel rıkkası<br />
ve açık türkçesi fakat aynen hatırımda kalmıyan bîr ifade<br />
ile hislerini anlatıyordu.<br />
" Beni öldürdüler! Çünkü dersimden ve kızlarımdan<br />
ayırdılar. Beni emelsiz bir ruh, ruhsuz bir ceset gibi tutunamaz<br />
ve artık yaşiyamaz bir hale getirdiler! Benim<br />
dersimi benden, benliğimden kopardılar! Ve onu hisle,<br />
sanatle, milliyetle hiç bir dostluğu olrauyan bir adama<br />
verdiler! Ruhum kayniyor, bu ruh beni boğuyor! Ben artık<br />
nasıl yaşıyabilirim, bu mümkün! Beş altı gün sonra ben<br />
öleceğim... Bu ölümden yalnız sizi haberdar ediyorum. Şimdiye<br />
kadar beni yaşatan namus ve gururdu... Şimdide aynen<br />
beni zillet öldürüyor. Son günlermi size, yalnız size borçluyum.<br />
Bütün hayatımda saimi, ruhumu en yakından anlıyan<br />
siz oldunuz. Size rica ediyorum. Herkese bildiriniz ki beni<br />
yalnız o vak'a, oazil ve ilga vak'ası öldürüyor..„.<br />
Hakikatte sanatkâr yanılmamıştı: Sözleri, çıldıran ve<br />
intihar eden enesinin sözleri imiş! Tam beş gün sonra<br />
"Teke Zade öldü! n<br />
dediler. Ben bu haberi işitince dondum<br />
kaldım! Sonra tabiat ve ateşte çok haksızlık etti. İzmir'de<br />
bulunduğum sene kütüphanemin bir tarafında sakladığım<br />
bu mektubu, elyazısını yaktı. Şimdi Teke Zadenin hayatından<br />
bana kalan yadigâr ikidir: Biri İkdam gazetesinden<br />
bir kefene sarılmış on on beş parça baygın ve solgun bir<br />
resim koleksiyonudur. Diğeri bütün basitliği, bütün çıplaklığiyle<br />
imana kalbolmuş bir fikridir:<br />
Kanun, nizam, talimat, adalet, hak, namus... gibi bütün<br />
mefhumlar canlı, hür ve yaratıcı hayattan çıkarılmış cansız,<br />
suru, mücerret düsturlardır. Doğrudan doğruya hiç bir<br />
hakikat öğretmezler, hayattan öğrenilen hakikatleri ifade<br />
ederler. Mücerret olarak hiç bir manaları yoktur, hayatta<br />
mevcut olan manalara delâlet ederler. Hayat için hiç bir
— 122 —<br />
zekâ vermezler, zekilre hizmet ederler. Bunlar mutlak<br />
surette ne bir hak, ne de bir hakikattir. Belki hakin ve<br />
hakikatin kelimesi, remzidirler. Her biri birer mefhumdur,<br />
oludur. Canlı olan hakikat, bu zihnî mefhumlar haricinde<br />
yalnız tabiatte ve vicdanda gömülüdür. Mefhumlar, fikrin<br />
hayatı selâmeti için elzem şeylerdir. Fakat hiç bir zaman<br />
hayatın kendisi ve selâmetin kendisi değildirler... Nasıl söyleyeyim<br />
bilmiyorum kü!.. Hissiz, yakinsiz, bedahetsiz mefhum,<br />
izansız, selâmetsiz bir müfekkire; ruhsuz bir beyin gibidir.<br />
"Bana beyin lâzım değilmi !„ demeyiniz; ben size: "Ruhsuz<br />
beyin yaramaz,, diyorum. Birtakım akılsız ve izansız adamları,<br />
bir takım hayat ve tecrübe aptallarını ilim, irfan,<br />
terbiye ıslâhat mefhumlariyie oynatmayınız. "Kaş yap ayım! „<br />
derken göz çıkarırlar, kanunla mektep yıkarlar, bu da elverme<br />
zse, nizamla adam öldürürler!..<br />
Kaplumbağalr gibi<br />
İşaret etmek istediğim haleti ruhiyyeyi şu vak'a ile teşhir<br />
edebil irim: Harbi Ummî esnasında Darülfünun'da ders<br />
veren Alman müderisleri memleketlerine döndükleri zaman<br />
bizim darülmesainin yerini değiştimek lüzumu hasıl olmuştu.<br />
Bıraktığım odada tirşe renginde güzel bir kumaşla kaplanmış<br />
beş altı parçadan ibaret yazıhane mobilyesi bulunuyordu.<br />
Bunların arasında bir de amerikankâri, alçak istirahat<br />
koltuğu vardı. Yeni odaya yalnız bana ayit olan<br />
eşyayı naklediyordum. O esnada yanımda asistan vazifesiyle<br />
çalışan genç bir Ffendi vardı. Aramızda şöyle bir muhavere<br />
oldu:<br />
— Eşyayı taşıtmıyacak mıyız efendim<br />
— Hayır, bunlar burada kalacak.<br />
— Fakat hiç olmazsa bu amerikan koltuğu burada<br />
bırakmasak...
— 123 -<br />
— niçin!<br />
— Ffendim çok güzel bir şey, öbür tarafta buna benzer<br />
bir şey yok. Her halde alalım...<br />
— İyi ama azizim, bu koltuk, takımın parçası, aynı<br />
renkte, aynı tarzda ypılmış. Bunu diğerlerinden ayırırsak<br />
yazık olur. Hem de burası bir darülmesai olacak. Buraya<br />
diğer bir muallim gelecek. Bu koltuktan şimdiden sonra da<br />
o istifade etsin olmaz mı..<br />
Bu basit cevabım üzerine sesini çıkarmadı. Yalnız bir<br />
az şaşırır gibi oldu. Bir kaç gün sonra beni tekrar gördüğü<br />
zaman samimiyet ve mahcubiyetle şu sözleri söyledi:<br />
— Efendim size bir şey söyliyeceğim: Geçen gün koltuk<br />
için vrediğiniz cevap doğrusu ya beni düşündürdü, tarzı<br />
muhakemeniz, itiraf ederim ki, benim için yeni bir şey...<br />
koltuğu sürüklemediğimizden dolayı bu gün âdeta içimde<br />
sevinç duyuyorum... Vukuatı böyle geniş bir çerçive içinde<br />
görmek bizim için lüzumlu bir şey olacak...<br />
Asistanın bu cevabı pek masumdu. Bu kadar açık ve<br />
temiz bir itiraf karşısında takdir ve hürmet duymamak<br />
elde değildi. Aynı zamanda bu tahsil görmüş genç ruhu;<br />
niçin bu kadar hasis kalmış, bunu düşünmek vazifemizdir<br />
Bunun gibi daha bir çok sualler hatıra geliyor: Niçin bu<br />
muharrir dünyada yalnız kendisini doğru düşünebilir farzediyor<br />
Niçin bu kadın bütün hayatı, cemiyeti kendi arzusunun,<br />
kendi şehvetinin uşağı farzederek serbeslik davasında<br />
bulunuyor Niçin bir nazır iki üç bigünahı, müdafaasız:<br />
memuru azletmekte kendisini selâhiyettar buluyor Niçin ve<br />
neden ! Bütün bunlar .memlekette garip bir haleti ruhiyenin,<br />
bir anlayışı ve düşünüş tarzının, hatta daha evvel<br />
bir nevi duyuşun eseri değil midir .. Bütün bu hallerin<br />
müşterek seciyesi hodbinlik değil midir Bütün bu kimselerin<br />
ruhunda bir kaplumbağa yatmıyor mu !.<br />
Öyle bir his ve hayat kaplumbağası kî bütün kâyinatı,.<br />
tabiat ve insaniyeti kendi kabuğunun altından seyrediyor.
- 124 —<br />
İşine gelirse başını çıkarıyor, eğer zarar geleceğini sezerse<br />
gene o başı içeriye çekiyor! Bütün mevcudatı ruhiyle, vicdaniyle<br />
değil, ağziyle ve midesiyle seviyor !.<br />
Acaba bu menfaatperestliği ruhlardan kovmak için ne<br />
yapıyoruz Bütün maarifimizin, tahsilimizin bu işteki hissesi,<br />
muvaffakiyeti nedir <br />
Kaplumbağa sevkjtabiîsi yerine lâzım olan insan şuurunu<br />
koyabilioyr miyiz Maalesef hayır. Çünkü tahsilimiz<br />
hemen bir fikir ve eşya tahsilidir: Hikmet, kimya, kozmografya,<br />
hesap, hendese... Şeklinde, dayıma bir fikir ve<br />
eşya tahsilidir. Bu haricî ve maddî tahsil ferdin malûmat,<br />
zekâ, istihsal gibi sırf ferdî ve intifaî olan melekelerini - o da<br />
muvaffak olmak şartile - işletiyor. Bu sayede ferdi hayat kavgasına<br />
hazırlamak maksadına yarıyor. Fakat bu uzvî ve fikrî<br />
faaliyetler haricindeki şuur âlemi: dinî, bediî, ahlâkî heyecanlariyle<br />
felce mahkûm kalıyor. Hulâsa bizde mektep kalbi<br />
yaşatmyor, sadece aklı işletiyor. Bizim maarifimizle iyi<br />
tahsile muvaffak olan bir genç belki iyi bir müstahsil, iyi<br />
bir işçi olabilecek, menfaatini tanıyabilecek, rızkını kazanabilecek,<br />
fakat başkalarının istihsaline, başkalarının emeğine,<br />
kendi nefsi haricindeki mil'î, insanî hakikatlere ne derece<br />
inanacak ve tapacak!<br />
Garplı bir mütefekkirin tabiri veçhle ilim ve talim<br />
fert rçin mütekarip ilelmerkes bir kuvvettir. Bu sayede<br />
fert kendi üzerine katlanır. Hars ve terbiye ise mütebayit<br />
anümerkes bir kuvvettir. Bu sayede fert kendinden<br />
geçerek gayra, hakka kavuşur. Eski tekke mürşitleri mütebait<br />
anümerkez olan telkinleriyle müritlerini " fenafülâh „<br />
sırrına mazhar ederlerdi.<br />
Bu künkü mektep muallimleri ise gençliği hep " Fena<br />
filmal „ muvaffakiyetine eriştiriyorlar!.. Vahdeti, tesanüdü<br />
muhafazaya herkesten ziyade memur olanların bu işteki<br />
vazifesi gaeyt sarihtir: Mekteplerde bilhassa pu mütebayit<br />
anümerkes olan kuvveti tenmiye etmektir. Bu maksat için
— 125 -<br />
fikri, zekâyı tenmiye eden ilimler, talimler kadar hissi, vicdanı<br />
sınırlandıracak harslere, terbiyelere mevki vermek lâ~<br />
zımgeliyor. Mektepler yalnız maddiyat ve müspetat itibarile<br />
değil, bilhassa maneviyat ve vicdaniyat noktasından da islâh<br />
edilmek lâzımgeîir. Bunun yegâne çaresi butun maarif<br />
teşkilât ve ıslâhatını her gün değişen memur ve memuriyet<br />
işi halinden çıkarıp felsefenin âlemşümul esaslarına bağlamaktır.<br />
Siyaset endişesi yahut cehalet saikasiyle yapılan<br />
her türlü ıslâhat yapanlarla beraber gidiyor. Bütün bu indî<br />
ve keyfî icraattan kalan eser, ancak ezilen ve üzülen bir<br />
hayattır!..
içtimaiyat
— 129 —<br />
Anadolu meçhul bir ülkedir<br />
Bundan dört ay evvel Anadolu'da yapmak istediğim<br />
tetetbu seyyahatine medar olur diye bir coğrafya kitabı<br />
arıyordum. Darülfünunda hayli zengin bir coğrafya kütüphanesi<br />
vardır. İşime yarar bir şey bulurum ümidiie kütüphane<br />
memuruna müracaat ettim. Memur bana bu maksat<br />
için rehberlik edebilecek hiç bir kitap bulunmadığını söyledi!..<br />
Bu cevap beni şaşırttı. Yüzlerce, binlerce eser arasında<br />
nasıl oluyor da bir Anadolu seyyahatini tenvir edebilecek,<br />
iki yüzsahifelik bir eser bulunmuyor ! Gerçi kütüphanede<br />
Anadolu'nun ahvali tabiiyesine ayit almanca büyük<br />
eserler yok değildi. Fakat ihtisas maksadiyle yazılmış olan<br />
bu hususî eserler istisna edilince Anadolu'nun bilhassa ahvali<br />
beşeriyesini, hayat ve medeniyetini tanıtabilecek, fayidesi<br />
âlemşümul bir esere tesadüf edilemiyeceğini artık öğrenmiştim.<br />
O aralık zihnim on senelik bir hatıra üzerine<br />
katlandı:<br />
Paris'in Auteuil taraflarında Ecole J. B. Say isminde<br />
büyük bir mektep vardır. Bir gün bu mektebin yüksek<br />
sınıflarının birinde coğrafya dersi dinliyordum. Muallim<br />
coğrafyayı okutmuyor, yaşatıyordu.. Adeta insan bu<br />
muallimin ifdesini canlı vukuatın şahidi gibi merak ve<br />
heyecanla dinliyor, bu sayede mevzu üzerindeki ihatasını<br />
arttırdıkça arttırıyordu. Bu muvaffakiyetli hocaya, bu âlim<br />
san'atkâra karşı kalbimde bir hürmet uyandı. Desrten<br />
sonra otobüsle şehrin merkezine iniyordum. Tesadüfen yanımda<br />
oturan zat biraz evvel dersini dinlediğim coğrafya<br />
hocasıydı. Beni derhal tanıdı, selâmlaştık. Sırf bir nezaket<br />
olsun diye ders hakkındaki mütalâamı sormakla söze başladı<br />
ve nihayet şu sözleri söyledi:<br />
— Biz Fransızlar coğrafyayı az bilmekle ismi çıkmış<br />
bir milletiz! Biz coğrafya cehaletinin zararlarını memleket<br />
9
vererek ve iktisat sahesinde diğer milletlere mağlup olarak<br />
ödemişizdir.!.. Onun için son zamanlarda bizde de bu<br />
ilme çok ehemmiyet verilmeğe başlandı. Bilmem siz Türk*<br />
ler coğrafya için ne yapıyorsunuz.<br />
Fransız mualliminin bu sözleri beni bir kaç cihetten<br />
hayrette bıraktı. Bir kere bir Fransız ağzından coğrafya<br />
cehaletinin bu kadar açık itiraf edildiğini işitmek tuhafıma<br />
gitti!.. Kendi kendime dedim ki: Vidalde la Blache gibi büyük<br />
alimlere malik olan bir memlekette kendini coğrafya<br />
bilmemekle itham edebilirmiş!.. Sonra biz "Türkler coğ<br />
rafya için ne yapıyoruz ! „ diye düşünmiye başladım.<br />
Bugün el'an bunu düşünüyorum...<br />
Meşrutiyetten sonra bu ilim sahesinde yapabildiğimiz<br />
§ey nedir Birkaç klâsik ecnebi kitabının kaba saba ve<br />
çok kere eksik tercümelerinden ve bunları programa mu*<br />
vafıktır diye mekteplere sokup çocuklarımıza ezberletmek<br />
ten ibaret değil mi Daha sonra bu kitapları daha süslü,<br />
daha fazla resimli bir şekle soktuk değil mi<br />
Bu sırada bazı ferdî ve mahallî muvaffakiyetler de var.<br />
Fakat bundan sarfınazar, on dört sened enberi memlekette<br />
ne bir coğrafya heyecanı hasıl oldu, ne de bir coğrafya<br />
ilmi teessüs edebildi. Neticede Anadolu denilen esrarengiz<br />
ülke şimdiye kadar Afrika içleri gibi karanlıkta kaldı!.. O<br />
derecede ki bu meçhul ülkenin meçhul seknesi, namuslarının<br />
muhafazası için dağlara çıktıkları zaman, ruhunu bizim<br />
gibi tanımıyan Avrupalılar "Taassup galeyan etti! „ dediler.<br />
Asırlardan beri Anadolu'yu idare etmek iddiasında<br />
bulunan İstanbul münevverleri ise aynı harekete "Basübadelmevt<br />
w<br />
yahut "mucize,, dediler!.. Belki her iki hükümde<br />
yanlıştır. Belki de "taassup ve icaz» dediklri bu isyanlar,<br />
her keşçe meçhul olan Anadolu ruhunun en tabiî ve en<br />
basit bir hadisesi, bir aksi tesiridir. Belki de Anadolu akla<br />
daha çok hayret verici, daha büyük bir kudretin şu dakikada<br />
sahiptir... Fakat gene hiçbir şey bilmiyoruz! Ne
- 131 -<br />
maddî Anadolu'yu ne de manevî Anadolu'yu... Anadolu'nun<br />
ne dağları, ırmakları ne de zevki, ahlâkı mefkuresi hakkında<br />
sarih denilebilecek bir fikrimiz yoktur. Anadolu meçhul<br />
bir ülkedir! Üç aylık bir seyyahatten sonra müşahedatımı<br />
dinlemek istiyenlerin huzurunda Anadolu'nuu kendine<br />
mahsus bir ruhu, dehası, san'ati, mimarisi, tezyinat ve<br />
tefrişatı, ince ve derin bir hayatı olduğunu hatta muhtacı<br />
ispat bir farziye gibi söylemek bazı ukalâlar nezdinde bir<br />
cür'et sayılıyor, mübalağaya atfediliyor. Lâkin gariptir ki<br />
hiç bilinmediği halde bu ülke kendisini tammıyanlar<br />
tarafından " harabezar, toprak yığını, taassup ocağı !„<br />
diye tarif ve tasvir edilirken kimse bu insanlara "yanlış<br />
ve günahtır,, demiyor!.. Anadolu'nun ruhu duyulmadığı,<br />
hiç anlaşılmadığı halde bu ruh "ölmüş ve çürümüş! „ diye<br />
takbih edilirken bu sözler "yalan ve cehalet n<br />
sayılmıyor!...<br />
Belki millî zaruret ve İstıraplarımızın yaratacağı bir<br />
fikir kahramanı bir gün bu meçhul ülkeyi ilmin vasıtalariyle<br />
keşfedecektir. Belki o zaman eski medeniyetlerin, bediaların<br />
eserleriyle karşılaşan bir Kurunu Vusta nesli gibi bizim<br />
neslimiz de uyanacaktır. Aynı zamanda san'atimizin, zevkimizin,<br />
ticaret ve ziraatimizin kuvvetlenmesi için lâzım olan<br />
usareyi bu yeni âlemde, meçhul ülkede bulacağız, lâkin<br />
mazül bir kaymakam ağzından dinlendiği gibi bellenen sahte<br />
bir Anadolu fikri bizim için dayima yanılmak ve aldanmak<br />
vesilesi olup kalacaktır! Bizde bu memleket, yani<br />
toprak ve ruh tanımamanın zararını Fransızlar gibi memleketlerle<br />
değil, kıtalarla ödedik; coğrafya bilmemek günahının<br />
cezasını bu güne kadar kanlar dökerek çektik!...
— 132 —<br />
Nasıl terakki edecek !.<br />
Bir gün Darülfünun gençleri bana şu suali sordular:<br />
— Efendim memleket nasıl terakki edecek ..<br />
Bu sual nazarı dikkatimi celbetti, o neviden daha başka<br />
sualleri de hatırlattı::<br />
— Ziraat nasıl terakki edecek ticaret nasıl terakki<br />
edecek Sanat nasıl terakki edecek Maarif nasıl terakki<br />
edecek ..<br />
Biz Türkler her gün her yerde bu gibi sualleri işitmek<br />
talihindeyiz. Bütün bu suallere verilen doğru yanlış bir<br />
takım cevaplar vardır. Bence mühim olan cihet yalnız bu<br />
cevapların doğru veya yanlış olması değil, asıl bu suallerin<br />
istinat ettiği felsefedir. Ben de o felsefeyi düşünerek<br />
şu cevabı verdim:<br />
— Bu meseleyi halletmek için evvelemirde memleket»<br />
sanayi, maarif... hakkındaki fikrinizi tashih etmek mecburiyetindeyiz.<br />
Siz bu hayatlar w nasıl terakki edecek <br />
n<br />
sualini sorarken onları esasen " terakki etmiyor „ farzediyorsunuz!<br />
Zannediyorsunuz ki memleket duran, kımıldamıyan,<br />
katı, cansız bir şeydir !.. Gene zannediyorsunuz ki<br />
" terakki „ hariçten gelip bu katı ve cansız cismi harekete<br />
getirecek yabancı bir kuvvettir. Hayır, bu fikriniz tamamiyle<br />
yanlış! Memleket canlıdır, değişmektedir, hatta terakki<br />
ediyor... Ama diyeceksiniz ki bu terakki ağır oluyor ve<br />
yahut bu terakki şu merhaleye varamamış.. Bunlar başka<br />
meseleler ! Esasen memleket... fikrinde terakki var mı yokmu <br />
Mühim olan nokta budur. Terakki varsa terakkinin amillerini<br />
hariçte aramıya lüzum yoktur. Çünkü terakki bünyevî<br />
ve dahilîdir. Tçrkki her yaşıyan mevcudun hâl ve<br />
şanıdır. Yoksa ne dışarıdan eklenecek bir yama, ne de<br />
nefhedilecek bir havadır. O, hayatın kendisidir. O halde<br />
terakki meselesini vazedebilmek için her şeyden evvel<br />
bizzat yaşıyana hürmet etmeniz lâzımdır. Bir millet ne halde
— 133 —<br />
olursa olsun yaşıyorsa asla istihkar etmeyiniz. Onu katı<br />
ve ölü bir şey de sanmayınız. Evvelâ canlı ve değişici bir<br />
şey olduğunu kabul ediniz, ve canına hürmet [ediniz...<br />
Bu muhabbeti duyduktan sonra, sizin için yapacak bir<br />
şey daha kalıyor ki o da iyi kötü yaşıyan, terakki eden bu<br />
mevcudun nasıl yaşadığını ve nasıl terakki ettiğini anlamaktır.<br />
Bunun için de gene tetkik ve tefekkür usullerinizi<br />
değiştirmek mecburiyetindesiniz. Canlı bir mevcuda uzaktan<br />
ve hariçten bakılınca onun nasıl terakki etmekte olduğunu<br />
anlamak güçtür. Uzaktan ve hariçten bakılınca camit<br />
gibi görünür, terakkisi anlaşılmaz. Fakat yaklaştıkça terakkinin<br />
sezilmek imkânı artar. Hayatın tarif ve tavsifi kabil<br />
olmıyan bir çok ufak hareketlerden, bir takım muvaffakiyet<br />
ve ademi muvaffakiyetlerden ibaret olduğunu, aynı hareketlerin<br />
bazen hürriyetle tetevvüç ettiğini, bazen esirliğe<br />
mahkûm olduğunu göreceksiniz. O ufak muvaffakiyetleri,<br />
hürriyetleri arttırmak, ufak engelleri kaldırmak suretiyle<br />
hayat terakki edecektir. Zira dediğim gibi terakki, hayatın<br />
gayrı değil, aynıdır...<br />
Fakat işi tabirlere boğmayalım, hayatın kendisine<br />
dönelim ve kalpgâhına yerleşelim, ne göreceğiz Her gün,<br />
her dakika evde, sokakta, mektebte, memuriyette, harbte...<br />
her yerde ataleti, ölümü, maddeyi yenmekten ibaret bir<br />
terakki, bilâkis atalete mahkûm, ölüme mağlûp, maddeye<br />
esir olmaktan ibaret bir tedenni... Birinci yolu ihtiyar<br />
etmekle ceht sarfına mecbur oluyoruz. İşte bu ceht<br />
terakkinin kendisidir. Çünkü terakki bir ceht, ruhun<br />
maddeyi yenmek hususunda sarf ettiği can hamlesidir; İşte<br />
bu.ceht akıl sahesinde ilimdir, ahlâk sahesinde hayırdır,<br />
sanat sahesinde güzeldir. Cehil, şer, çirkin ise ölümdür,<br />
ölümün kendisidir! İlim, ahlâk, sanat ruhun cehil,<br />
şer ve çirkin dediğimiz manevî ölümlere karşı yaptığı<br />
azemetli mücadeledir. Şu halde terakkiyi bir meçhul,<br />
yahut mabadüttabiî bir mevzu gibi bizden, hayatımızdan,
— 134 —<br />
muhitimizden hariçte aramıya lüzum yotur. Bu tarik ya<br />
zihniyecilerin felsefesi yahut tenbellerin saf sasatasidır.<br />
terakki, bizimle beraberdir ve her yerdedir.<br />
Misal olarak size bir adamdan bahsedeyim: Merhum<br />
Sami Bey - Süleyman Nesip - çok zeki, çok hisli bir<br />
adamdı. Önüne çıkan her çaresize yardım eder, kendisine<br />
müracaat eden her insana yardım eder, memlekete ayit<br />
olan her işe yardım ederdi. Yaşadı, mütemadiyen gayr<br />
için, iyilik, doğruluk, ve güzellik için yaşadı. Kötü, çirkin»<br />
yanlış hiç bir şey yapmadı. Bu adam hayrın, muhabbetin<br />
vücudu, terakkinin mücahidi idi.<br />
Terakki, terakki diyorsunuz, bakınız, terakki ne derce<br />
mütevazi faaliyetlerin eseridir: Bir gün Gülhane Parkının<br />
rıhtımında dolaşıyordum. Deniz gayet fena, dalgalar çatlıyor,<br />
zahire yüklü bir mavna akıntıdan kurtulmak için yorgun<br />
bir yedekcinin sırtında çabalıyor, yirmi otuz kişi durmuş<br />
bu felâketzedenin seyrine bakıyor, mavna göz göre göre<br />
parçalanacak. O esnada orta boylu, kır saçlı, gayet şık<br />
giyinmiş bir genç hasıl oldu. O da diğerleri gibi mavnay<br />
seyredecek sandım. Fakat böyle yapmadı, kalabalığa sokularak<br />
yüksek sesle haykırdı:<br />
— Haydi arkadaşlar; Şu zavallı mavnacıya yardım<br />
edelim...<br />
dedi ve bunu diyerek yedekcinin yanma koştu, halata<br />
asıldı, arkasından o yirmi otuz kişi mihaniki olarak koşuştu;<br />
hep birden yedeğe asıldılar ve mavnayı selâmete çıkardılar..<br />
Bu da bir terakkidir. Terakki hayatın ölüme karşı<br />
açtığı harptir. Hülâsa terakki için mesele yok, ceht vardır.<br />
Görüyorsunuz kü benim terakki hakkındaki felsefem gayet<br />
basittir!.
Meçhul dertler<br />
Bir tarihte beslemek için dokuz yavrulu bir kaz kuluçkası<br />
satın aldım. Bunları elli dönümlük boş ve münbit<br />
bir araziye salıverdim. Su, yiyecek, her şey vardı. Palazlar<br />
enine boyuna geziyorlar, otluyorlar, dut ağaçlarının altına<br />
dökülen taneleri topluyorlardi. Karınları şişince havuza<br />
giriyorlar, bir müddet yıkandıktan sonra çıkıp gene dolaşıyorladı.<br />
Böylelikle on beş yirmi gün içinde mübalâğa<br />
olmasın, analarından fark edilmez bir hale geldiler. Günün<br />
birinde kazlardan biri hastalandı, dediler. Hayvan yürüyemiyor,<br />
yemiyor, içmiyor, başı dayima önüne düşüyordu. Bir<br />
iki gün sonra oluverdi. Arkasından biri, biri daha öldü,<br />
biz bu ölüm vak'alan karşısında türlü tevillerle vakit geçirmiştik:<br />
Zehirli ot yedi, diye arazide ne kadar baldıran<br />
varsa sökdürdük! Ayaklarına sızı geldi, diye tentürdiyot<br />
sürdük!. Bir diğer defa da güneş çarpmıştır, diye başlarına<br />
kova ile su döktük. Fakat hiç birinin faiydesi olmadı, yaptığımız<br />
bütün tedbirler boşa gitti. Kazlar öle öle bir tane<br />
en zayıfı kaldı. Bu vaka bana merak oldu- Ötekine berikine<br />
sordumsada kimse doğru bir cevap veremedi. Bu yaz<br />
Anadolu'da rasgeldiğim bir çiftçi bunun sebebini anlattı:<br />
Kazlar haddinden fazla yer içerse çatlarmış! Böyle fazla<br />
semizlemiş kazları kesmekten başka çare yokmuş!.<br />
Bu kaz misalini kaba bulanlar olsa da müddeamı tenvir<br />
edecek kadar basittir: Bir çok vukuat karşısında<br />
vaziyetimiz böyle cahil tabip vaziyetidir. Bir çok şey düşünürüz,<br />
bir çok tedbirlere müracaat ederiz, bir çok para»<br />
emek sarfederiz, fakat netice sıfırdır. Çünkü vukuatın<br />
mahiyeti anlaşılamamıştır. Nice cahil doktorlar görülmüştür<br />
ki hüsnü niyet ve gayretle adam öldürmüşlerdir}<br />
Nice cahil siyasetçiler gelmiştir ki hüsnü niyet ve gayrette<br />
memleket batırmışlardır! Nice cahil ebeveyne rasgelinmiştir ki
— 136 —<br />
hüsnü niyet ve gayretle çocuklarının terbiyesini bozmuştur!.<br />
Yüz binlerce misaller, hepsi teşhissiz tedavinin, izansiz<br />
siyasetin, akılsız terbiyenin müessir olamıyacağını<br />
söylüyor. Böyle teşebbüsleri menfi akıbete uğrayan kimseler<br />
için intibah müyesser olmazsa hayret yahut hiddet mukadderdir.<br />
İnsan oğlu gariptir. Basit şeyleri pek geç ve güç<br />
anlar. İşte fakrü sefalete maruz bir memleket içindesiniz.<br />
Fakrü sefalet elbette bir vak'a, bir neticedir. Acaba<br />
neyin neticesi! Fakrü sefaletin elbette sebebleri, mütekaddimleri<br />
vardır.Acaba bu sebepler, mütekaddimler nelerdir!<br />
Böyle düşünülmez, hemen hükmedilir: Meselâ tt cehalet !„<br />
diye.. Bu hüküm bir kere verilip fakrü sefaletin mebdei<br />
cehalet olarak kabul edildi mi, hemen izalesine çalışılır.<br />
Başlar adam, her işi gücü tehir edip ilim ve marifeti takdim<br />
etmeğe!. Ve meselâ ahalisi sıtmadan ölen bir köyde imlâ<br />
ve musiki dersi vermiye!. Artık bu uğurda sarfedüecek her<br />
emek ne kadar büyük ve ne kadar şiddetli olursa olsun,<br />
kıymeti gene " cehaletin fakrü sefalete mebde olması „<br />
hükmüne tabidir. Ya cehalet fakrü sefaletin mebde<br />
değilse!. O zaman felâkettir. Yerine masruf olmıyan bu<br />
faaliyetler benim kaz tedavisinde sarfettiğim emekler gibi<br />
faydasızdır! Ölen gene ölecektir!<br />
" Memleketteki fakrin sebebi alelitlâk cehalet değil,<br />
mekteplerde verilen nazarî derslerdir; binaenaleyh mektepleri<br />
amelîleştirilelim, hayat mektebi şekline sokalım,<br />
amelî adam yetiştirelim..,, diyeceksiniz. O zaman daha<br />
ince, daha karışık bir iddiaya girişmiş oluyorsunuz. Gene<br />
emeklerinizin kıymeti yeni iddianızın kıymetine tabidir. Bu<br />
yeni teşhisiniz doğru mu, yanlış mı! Acaba fakrü sefalet<br />
mekteplerdeki tedrisat amelîleşince mi kalkıyor; nitekim<br />
bu tedrisat nazarîleşince mi konuyor ! Bu hususta müspet<br />
bir kanaatiniz var mı! Bunu bir kere kendinize sorunuz!..<br />
Hülâsa, bir çok meselelerdeki ihtisasımız benim kaz<br />
tedavisindeki tebabetime benziyor! Gayet cahilane, fakat
— 137 -<br />
hüsnü niyetli bir cüret!.. Neticesi dediğim gibi sıfrı!.. Tedavi<br />
etmenin yahut edilmenin en mühim şartı tedavi ilmine<br />
innamakttr. İlme inamlmiyan, yahut ilmin erbabı olmiyan bir<br />
memlektte böyle bir tedavi nasıl mevzuubahs olabilir !<br />
Bu hafta matbuatımızı istilâ eden iki mühim bahisten<br />
biri maarif, diğeri kadınlık hayatının İslahına dayirdi. Kadınlık<br />
meselesini tetkik edenler iki taraftır. Bir taraf esasen<br />
kadının ahlâkı düştüğüne kani. Bu düşkünlüğe mani olmak<br />
için menfi ve zecrî tedbirlere müracaat edecek. Diğer taraf<br />
esasen böyle bir düşkünlük vardır demiyor. Mevcut olduğu<br />
kadarını her zaman ve mekânda olan bir fenalık gibi zarurî<br />
görüyor. İslah için vaazü nasihate, seciyeyi takviye<br />
gibi usullere müracaat edilmesini tavsiye ediyor. Bence bu<br />
noktayı nazarlar zahiren telif edilemez görülüyorsa da hakikatte<br />
birdir. Şöyleki her iki tarafa göre de endişeyi mucip<br />
olan kadın hayatını zecir yahut rıfk gibi her hangi terbiyevî<br />
bir vasıta ile tevkif etmek mümkündür. Eğer kadın<br />
hayatında var dedikleri endişeli hâl cezasızlık, fikirsizlik,<br />
ve nasihatsizlîkten ileri gelme bir hâl ise bir diyeceğim<br />
yoktur. Böyle olmayıp ta daha başka, daha âlemşümul ve<br />
meselâ iktisadî bir sebepten ileri geliyorsa o zaman bu tetbirlerin<br />
faydası ne olacak ! Tabiî hiç! Ö halde meçhul<br />
bir dert için malûm bir dava tavsiye etmekten ne çıkar<br />
Malûm davayı tatbik etmeden evvel meçhul derdi bulmuya<br />
çalışmak daha doğru olmazım ..<br />
imlânın hayatı<br />
Çocukluğumdan beri yazıya, hattatlığa merakım vardır.<br />
Hattatlığın ve müzehhipliğin muhtelif şubeleriyle uğraştım.<br />
Yazılarımızı en ziyade bediî cihetinden tanır ve bir hattat
— 138 —<br />
gibi severim. Günün birinde yazılarımız hakkındaki muhabbetimi<br />
bir arkadaşın o zaman doğru bulduğum tenkidi<br />
sarstı: Bu arkadaş hayatını müspet ilimlere ve lisan hocalığına<br />
hasretmiş bir gençti. Yüksek bir tahsili, amelî işlerde<br />
az çok isabeti fikri vardı [*]. Arkadaşımın fikrince yazılarımızın<br />
bütün kıymeti güzel olmasından ibaretti. Aynı yazı<br />
lisan ve imlâ için âdeta bir belâ idi! Bunun gibi milletimizin<br />
felâketi, okunması güç ve ihtiyaca gayrı muvaffik<br />
bir alfabe ile imlâya malik olmasından ileri geliyordu. Bu<br />
sebepten hem manen hem de matteden bir çok zararlara<br />
uğruyorduk!. Arkadaşım diyordu ki:<br />
— Mademki lâtinceyi kabul edemiyoruz; o halde yazımızı<br />
lâtince gibi munfasıl bir hale getirelim. Harflerimizi<br />
lâtincede olduğu gibi müstakil ve matbaacılığa elverişli surette<br />
islâh edelim.<br />
Arkadaşım böyle söylüyerek beni teşvik ediyor ve bu<br />
İslâhatı yazı ile meşgul olduğumdan, daha salâhiyetle ve muvaffakiyetle<br />
yapabileceğimi ileri sürüyordu.. Böylece bir<br />
yandan memleketçilik hissine kuvvet vererek bir yandan da<br />
hattatlık gururumu okşuyarak kendince makul ve meşru<br />
olan bir inkılâp teşebbüsüne beni de teşrik etmek istiyordu.<br />
Filvaki arkadaşımın dediği oldu: Geceleri gündüzlere<br />
katarak çalışmağa başladık. Yazıyı parçaladık, her harfe,<br />
her sayite müstakil bir şekil bulduk. Bunları yapabilmek<br />
için yazımızın sülüs, nesih, rıka, talik, divanî., gibi bütün<br />
şekil ve resim menbalarına müracaat ettik. Yazımızın<br />
lâtinceye temessül eden munfasıl şeklinde mühim olan<br />
bir kusur: Bazı harflerin umumî hizadan yukarı, bazılannında<br />
aşağı taşmak istidadı idi. Bu müşkülâtı da intihapta<br />
uygun şekilleri tercih ederek bazen de güzellikten bir az<br />
feda ederek nihayet yendik.. Böylece yarı türkçe yarı lâtince<br />
melez bir yazı vücude geldi!.. Bu "ihtira,,'ın müstakillen<br />
mevcudiyeti, calibi dikkat bir güzelliği yoktu. İhtira-<br />
[*] Bu 2at Cihangirli ezcacı Şinasi merhumdur.
— 139 —<br />
timizin bütün imtiyazı, arap yazısından kopmak, fakat lâtife<br />
şekillerine benzeyememekti!.. Fakat o zaman bunun farkına<br />
kim varacaktı ! Biz kendimize "muhteri„ süsü vererek<br />
yazımızın mazisine muvafık ve munfasıl harflerin şeraitine<br />
mutabık şekilleri bulduk, diye seviniyor, rastgeldiğimiz.<br />
yerde munfasıl harfler lehinde telkinatta bulunuyorduk!..<br />
Biz bu yazı ihtilâlini meşru göstermek için en ziyade tahsili<br />
iptidaîmizin intişar edemediğini ileriye sürüyorduk. Buna.<br />
sebep olarak ta yazı ve imlâmızın güçlüğünü gösteriyorduk.<br />
Teşebbüsümüz için yalnız hususî encümenlerde değil,,<br />
matbuat sahesinde de faaliyet imkânı buluyorduk. Günün<br />
birinde Ebülziya merhum Tasviri Efkâr'da bir fıkra neşretti.<br />
Bunda tadili huruf meselesine dayir olan risaleyi ve muaddel<br />
numunelerini tenkit ediyor, yazımızın aslî olan seciyesini<br />
mahvettiğimizi söylüyordu. Ebülziya'nın şayanı dikkat:<br />
olan bir fikri de şu idi: "İmlânın güçlüğü terakkiye mani.<br />
değildir: İspanyollar, imlâsı en kolay olan bir millet,,<br />
îng'lizler ise imlâsi en güç olan bir millettir. Halbuki<br />
İngiltere'de maarif iptidaiye ne derece müterkki ise, İspan<br />
ya'da o nisbette geridir..,,. İhtiyar gazetecinin bu tenkidi<br />
bizi hayli şaşırttı. Müddeamızın masuniyyetini temin için çabaladık<br />
durduk. Fakat ilk şüphe kalbimize sokulmuştu. Mamafi"filân<br />
sâyit için şu şekli mi kabul edelim, bu şekli mi „.<br />
münakaşası Gazi Ahmet Muhtar Paşa merhumun riyasetindeki<br />
komisyonda devam edip duruyordu. Diğer cihetten<br />
güya matbaa yazısını hal ve fasletmişizde, şimdi de sıra elyazısma<br />
gelmişti!..<br />
Aradan üç beş sene geçtikten sonra biçare arkadaşım<br />
ispanyol nezlesinden öldü. Ve eminim ki maksadına ve<br />
emeline kavuşamuyan insanlar gibi müteessir ve müteellim<br />
bir halde öldü. Maamafih daha da yaşasaydı çok bir şey<br />
" göremiyecekti. Zira o kadar tapındığı munfasıl yazı mefkuresi<br />
bir türlü tahakkuk edemedi: Bir zamanlar muallimi<br />
de, doktoru da dahil olduğu halde beş on müteced-
~ 140 —<br />
•ditle yüzlerce mürit ve muhibbi peşinden sürüklüyen bu<br />
munfasıl harfler teşebbüsü memlekette umumî denilebilecek<br />
yalnız bir aksülamel tevlit etti: Ordu Elifbesi!.. Harbiye<br />
Nazırı Enver Paşa merhum ne bizimkine, ne de diğerlerininkine<br />
benzemiyen bir munfasıl elifbeyi ve imlâsını orduya kabul<br />
ediyor, bütün muhaberatı askeriyeyi bununla icra ettiriyordu.<br />
Bir gün geldi ki işin yürüyemiyeceği anlaşıldı.<br />
Birden kabul edilen bu elif be, gene birden kaldırıldı! O<br />
tarihten beri bu resmî teşebbüs haricinde göre bildiğim şey,<br />
bazı gazetelerde munfasıl harflerle yazılmış mağaza ilânlarıdır!<br />
Onlar da galiba kolayca okunarak anlaşılsın diye<br />
değil, güçlükle okunarak nazarı dikkati celbetsin diye<br />
yazılıyordu!.<br />
Hayatımın hemen üç beş senesini yutan bu harfçilik<br />
faaliyetinden şahsen olan istifadem tamamiyle menfidir: Bir<br />
kere iyi kötü, mektepte öğrendiğim imlayı kaybettim!<br />
Aynı sayfada aynı sözü mnhteltf imlâda yazar, bazen<br />
yazdıklarımı kendim de güçlükle okuduğum vaki olurdu!.<br />
Bu zarara mukabil hayat için büyük bir ders almış oldum:<br />
Bizi munfasıl harfler gibi kısır bir teşebbüsün yorucu zahmetlerine<br />
atan fikir şu idi: " Bizim imlâmız kötü, diğer<br />
milletlerinki iyi, bizim yazımız iptidaî, diğerlerininki mütekâmil!..,,.<br />
İşte biz bu kanaatin tesiri altında kaldığımızdan<br />
dır ki bütün o girift ve dolambaç işlere karıştık. Ve nihayet<br />
Ebüzziya'mn dediği gibi âdeta seciyesiz bir yazıya<br />
vasıl olduk. Bu işteki mantığımız tamamiyle nazarî idi. İster<br />
bir imlâ, ister bir ahlâk olsun, canlı olan şeyi cansız, katı<br />
şeyi madde gibi, nazarı itibare alıyor ve onu elimizdeki<br />
taklit ve tercih desteresile istediğimiz tulde, istediğimiz<br />
biçimde kesilir, biçilir, sanıyorduk.. Meğerse imlâ da lisan,<br />
ahlâk, sanat... gibi canlı ve mütekevvin imiş. Fakat biz,<br />
o tarihlerde bunun farkında bile değil idik. Hiç düşünmüyorduk<br />
ki esasen imlâmızın bu günkü makul veya gayrı<br />
•makul şekli dahi dünkü mantıkî tefekkürlerimizin veya
— ut —<br />
makul ıslâhlarımızın eseri değildir. Çünkü imlânın da bütün<br />
uzviyetleri gibi, kendi kendini yapan ve yaratan batını bir<br />
hayatı, batını bir istihalesi vardır. O hayat ve sayrurettir ki<br />
bazen bizim elimizi haberimiz olmadan - gayrı makul, gayrı<br />
mantıkî - şekiller, kalıplar içinde gezdiriyor, bizi faaliyetimizin<br />
bu garip inkiyadı karşısında mütehayyır bile bırakıyor!..<br />
Fakat biz acemiler bundan haberdar değildik. Canlı<br />
olan imlayı kuru mantığımız için kabul edilmesi elzem olan,<br />
hendesî kalıplara sokmağa çalışıyorduk! Zannediyorduk ki<br />
her şeyde kemal, mutlaka intizamdır, ve intizam mutlaka<br />
hendesî olur! Düşünmüyorduk ki: tabiyette bu mana ile<br />
muntazam olan mevcutlar yalnız billurlardır. Ve bütün mevcudat<br />
bunlar gibi mikap, mütevazilmustatilât şeklinde dönseydi<br />
kim bilir hayat için ne felâket olurdu!.. Hülâsa hayata<br />
da muhabbetimiz yoktu, imlâya da.. İmlâyı bilmiyor,<br />
imlânın yaşadığını duymuyorduk!<br />
Bugün el'ân imlâmızın ıttiratsızlığından, muayyen ve<br />
müstakar kayidelere tabi olmadığından hararetle bahsedenler<br />
vardır. Korkarım bu zatlerin zihnin deki"ıttirat w<br />
ve "kayde,,<br />
mefhumları imlânın vücudu ve canı için bir engel,<br />
imlânın seyri ve hürriyeti için bir düşman olmasın!. Hayatın<br />
hep ittirat, hep intizam ile mümkün olduğunu kimiddia<br />
edebilir ! San'at, ahlâk buhranları olduğu gibi acaba imlâ<br />
ve yazı buhranları da yokmudur Acaba imlâmızın bugünkü<br />
tezebzübü, bu zahirî kargaşalık, hakikatta yarınki tipleri<br />
için hayatî oir ceht değilmidir <br />
Eğer böyle ise, bu hamil ve tevellüt buhranında isti—<br />
rap çeken imlâyı intizam kalıbı içinde ezip büzmekten ne<br />
çıkar!... Diyeceksiniz ki "bu ihtilâl devam etsin mi !„.<br />
Fakat insaf ediniz, ben de "ihtilâl devam etsin! „ Diyor muyum<br />
î Yalnız imlânın bir ihtilâle girmesi tabiî, hatta bu<br />
ihtilâlin imlânın istikbaline doğru bir ceht, batınî bir faaliyet<br />
olduğunu farzediyorum. İşte hayatta bu gibi buhranlar<br />
ne derece tabiî ise, bu tabiî buhranların müzminleşmesi<br />
de o derece gayrı tabiîdir...
— 142 —<br />
Hayat kadını<br />
"Nasıl kızlarınız zekimi; erkekler gibi çalışıyorlar mı „<br />
çok kimseler kız mekteblerinde dersi olanlara bu gibi<br />
sualler soruyorlar. Bir çoğumuz kadınlarınızın zekâsını<br />
erkeklerle mukayese ederek düşünmek istiyoruz. Bunun<br />
sebebi, kadınla erkek arasında bir fark olmasıdır: Bir<br />
kadın erkek gibi düşünmez, erkek gibi duymaz bir kadın<br />
zihniyeti vardır.<br />
Bu farkın sebebi nedir .. Bazıları bu farkı doğrudan<br />
doğruya yaradışa, istidada vermek istiyorlar. Hatta<br />
"Kadın istidatsızdır, kabiliyetsizdir!,, diyenler bile vardır!<br />
Niçin Kadın fiziyolojisi, kadın psikolojisi hakkında ilmî<br />
bir fikir edinmişler .. Hayır: O halde bu hükmü nasıl<br />
veriyorlar Sırf hislerinin yahut görgülerinin tesiriyle... Ve<br />
kadın akılsızdır, muhakemesizdir, şöyledir böyledir, çünkü<br />
kadındır !..„ İşte bu zümrenin mantığı!..<br />
Gerçi kadınlarla erkekler arasında farklar yok değil'<br />
Bir kere cinsiyetten mütevellit uzvî ve uzvî - ruhî farklar<br />
var. Sonra bilhassa bizim kadınlarınızla erkeklemiz arasında<br />
zihniyet farkı, hassasiyet farkı gibi sırf manevî faraklar da<br />
var. Hatta bu farklar elle dokunulacak kadar barizdir...<br />
Fakat bu farklar birinciler gibi " yaradılış farkları „ değil,<br />
" yaşayış farkları „ dır: Kadın ruhunu erkekten ayıran asıl<br />
sebep, kadının kadın olması değildir, kadın hayatı, faaliyetidir.<br />
Bizde kadın nasıl bir hayat yaşıyor, nasıl bir faaliyet<br />
gösteriyorsa ruhu da ona göre bir ruhtur. Meselâ bütün<br />
seciyesi, bütün hususiyetleri ile türk kadınını anlamak<br />
için türk evini, türk evinin hayatını anlamak lâzımdır.<br />
Eski türk kadını halis bir " ev kadını „ dır.<br />
" Hayat kadını „ ev kadınından başkacadır. Bu bir<br />
kadındır ki ev hayatından ayrılmış; meslekini, meşgalesini<br />
hariçteki hayattan almıştır: İşçi kadınlar, memur kadınlar,
- 143 -<br />
tüccar kadınlar... Hayat kadını da evine bakacaktır, hayat<br />
kadını da evini düşünecektir. Fakat düşüncesi eve saplanmıyacaktır...<br />
Hülâsa, hayat kadını bir kadındır ki faaliyeti<br />
evin dar muhitini kırmış, cemiyetin geniş muhitine taşmıştır...<br />
Lâkin bu inkilâp henüz yenidir. Kadın yuvayı henüz<br />
bırakmıştır. Onun için bütün derinliği, bütün kuvvetiyle evin,<br />
bu dar, fakat kuvvetli, muhitin bütün itiyatları bu kadında<br />
yaşamaktadır: Korkaklık, sessizlik, devam, sebat, amelî bir<br />
zekâ, mistik bir ruh... Evde yetişen bu ruh cemiyetin istediği<br />
ruha istihale etmelidir: Korkak kadın cessur, acul kadın<br />
saburlu, hülyakâr kadın maddî, mütevekkil kadın müteşebbis...<br />
olmalıdır. Bunun için bütün bir ruh inkılâbı lâzımdır.<br />
Bu inkılâbı kim yapacak, mektep mi..<br />
Mektep her şey değildir; sadece mekteptir: Fikir ve<br />
tahsil yeridir, o kadar... Her kusuru, her vazifeyi ona yüklemek,<br />
mektebin asıl vazifsi ne olduğunu anlamamaktır.<br />
Şüphesiz hayat kadını hayat mekteplerinde yetişecekti; fakat<br />
bu hazırlık fikre, ilme münhasır kalacaktır. O halde<br />
hayat kadının seciyesini kim yaratacak Kadınlara yeni kudretler,<br />
yeni itiyatlar kazandıracak olan halik kimdir.. Muhittir:<br />
Edebiyatı, ticareti, sanayii, kanunları, matbuatiyle,<br />
bütün mübarezeleri, mübarezelerinin bütün şiddetiyle bu<br />
halik muhittir. Kadın hayatını islâh etmek isterseniz her<br />
şeyden evvel hasta olan bu muhiti İslah ediniz..<br />
Köye mi, şehire mi<br />
Meşrutiyet inkılâbıyla beraber İstanbul'da yeni Darülmuallimin<br />
tesis edildiği zaman memleketin en münevver<br />
tanınmış insanları bile şu itirazda bulundular:<br />
— Bu teşkilât çok iyi, fakat bu suretle müstakbel<br />
muallimleri şehir hayatına alıştırmış oluyorsunuz!. Bunlar<br />
mektepten çıktıktan sonra köylere gitmezler!.
— 144 —<br />
Gene bir gün Darülmuallimin mezunlarının nereye,<br />
hangi köylere gittiğini soranlara biri cevap veriyordu:<br />
— Köylere gidiyorlar, Erenköyüne, Feriköyüneî.<br />
İstanbuldaki Darüleytamlar tevhit edildiği ve yetimler<br />
mugaddi yemekler, temiz, çamaşırlar, ve rahat karyolalar<br />
tedarik edildiği, ve aynı yetimlere insanca giyinmek, insanca<br />
tuvalet yapmak öğretildiği zaman aynı kafadaki insanlar<br />
şu itirazda bulunuyorlardı.<br />
— Yetimlere, iyi yimeye, temiz giyinmeye, şık gezmiye<br />
alıştırıyorsunuz. Fakat bunların sonu.. Sonra anaarını,<br />
babalarını beğenmiyecekler, köylerine gitmiyecekler!<br />
Yetimleri terbiye edelim, diye soysuzlaştınyorsunuz!<br />
Geçen gün Ankara'dan gelirken trende Darülmuallimlerimizin<br />
atisini mevzuubahs ediyoruz. Ben taşrada adedi<br />
on dörde baliğ olan fakat her birinde yüzden yüz elliden<br />
fazla talebe bulunmuyan binasız vesayitsiz, hayatsız darülmualliminler<br />
yerine meselâ İstanbul'da, bin, iki bin kişilik<br />
mükemmel ve mücehhez asrî bir darülmuailimin açılması<br />
lüzumunu ve imkânını mevzuubahs ederken yanımızda bulunan<br />
bir maarif adamı da şu mütalaayı dermiyan tmişti:<br />
-*- Fakat İstanbul'da açılacak olan bu büyük Darülmualliminden<br />
çıkanlar taşraya, köylere gitmiyeceklerdir. Nitekim<br />
İstanbul Darülmuallimini mezunları da gitmiyorlar.<br />
Görülüyor kü şehir ve köy hakkındaki bu haleti ruhiye<br />
bir derece müstevlidir. İstanbul da Darülmuailimin açıyoruz,,<br />
talebe taşrıya gitmez diye korkuyorlar. Yetimleri temizliğe<br />
ve güzelliğe alıştırıyoruz, anasını babasını beğenmez diyorlar!.<br />
O halde ne yapalım! Bu gün bu suali açık sormak<br />
mecburiyetindeyiz. Çünkü bu yüzden memlekete zararımız,<br />
çoktur.<br />
Bence her şeyden evvel tenvir edilmesi lâzim gelen<br />
nokta şudur: Köylülerin şehirlere akın etmesi marazı bir<br />
hâlmidir değilmidir ..<br />
Alelıtlak bu hâlin marazı olduğunu kabul etmiyorum.
- 145 -<br />
Çünkü şehirler de köyler gibi içtimaî uzviyetlerdir. Ve bu<br />
uzviyetler bir cihetten köyler sayesinde tagaddi ve tenmmi<br />
ederler. Köylülüler şehre gelmezlerse ve yahut şehir kendi<br />
vasitalariyle artmazsa nasıl neşvünüma bulabilir Gerçi bu<br />
hicret köy için bazan marazı olabilir, fakat köyden şehre olan<br />
her hicretin mutlaka fena olduğunu nasıl iddia edebiliriz..<br />
Darülmuallimin meselesinde hakikat şuki: Şehir maarifimizde<br />
büyük bir boşluk köylerden kasabalardan gelen<br />
muallim unsurlarını şiddetle cezbetmektedir. Şehir mekteplerinde<br />
bu kaht ve bu gala varken iki şeyden biri: Ya<br />
Darülmuallimin mezunlarını şehirlerin ihtiyaçlarına rağmen<br />
zorla köylere sevketmek ve yahut şehrin büyük ihtiyaçlarını<br />
tatmin için bu mezunları tabiî olarak şehirde bırakmak..<br />
Hangisini tercih edelim Bence tabiî ve müreccah olan<br />
ikinci yoldur. Şehirlerde bu muallim kıtlığı devam ettikçe<br />
bizim için köylere hoca bulmak ihtimali zayıftır. Hususiyle<br />
Türkiyenin maarif itibariyle pek hususî bir vaziyeti vardır:<br />
Asırlarca iptidaî maarifi memleketimizde mühmel ve metrr.k<br />
kalmıştır. Şimdi her boş yeri birden doldurmak mecburiyetindeyiz.<br />
Bu sırada en büyük boşlukların en büyük cazibe<br />
ile çekmesi kadar tabiî bir şey olamaz. O halde Darülmuallimin<br />
mezunlarının taşralara gitmesini alelıtlak bir felâket<br />
olarak telâkki etmiyelim. Çünkü hakikat halde bu gençler<br />
hiç bir vazifeye gitmiyorlar değil, köyde bir vazife deruhte<br />
edecek yerde bu vazifeyi daha geniş, daha müsmir, çünkü<br />
daha içtimaî şeraitte olarak şehirde deruhte ediyorlar...<br />
Böyle diyerek ne Darülmuallimin mezunlarının köylere gitmesi<br />
aleyhinde söylemiş oluyorum, ne de bu vaziyetin ilânihaye<br />
devam etmesini tabiî görüyorum, maksadım sadece<br />
hayatın bir zaruretini ifadedir.<br />
Darüknualliminlerden ve Darülmuallimatlarda iyi, temiz<br />
ve güzel yaşıyan gocukların, gençlerin istikbaline gelince:<br />
köylünün çocuğu köylü olmasını düşünmek ve köylü çocuğunu<br />
köylü bıramıya çalışmak son derece yanlış bir<br />
10
— 146 —<br />
fikir ve tefekkürün mahsulüdür. Bu talep asrî olmıyan<br />
cemiyetlerde meyzuubahs olabilir. Cemiyet kastlar devrine'e<br />
ikendir ki çocuk için ayilesinin mesleğini takip etmek<br />
bir emri zarurîdi. O devirde meslek intihabı kat'iyen serbes<br />
olarak icra edilmezdi. Çünkü meslek ile veraset<br />
tveemdi. Aristokrasi devirlerinde de aynı şey. Hatta köylü<br />
ve çocuğu hakkındaki malûm telâkkimiz bile o devirlerin<br />
bir yadigârıdır! Ben diyorum ki; köylünün çocuğu neden<br />
mutlaka köylü olsun Köylü çocuğu olarak doğmak, köylü<br />
kalmak için bir mecburiyet midir Bilâkis hürriyet ve musvaat<br />
şunu emreder: Köylünün çocuğu mutlaka köylü olmasın,<br />
neye müstayitse ve ne olmak isterse onu olsun. Temeli<br />
• " müsavatçılık „ dan ibaret olan demokrasi içinde insanları<br />
babalarının ve analarının mesleği ile bağlamak mümkün<br />
değildir. Zira demokrasi aynı zamanda hukuk nazarında<br />
insanların bir ve aynı derecede kıymet ve şerefli olması<br />
ve dilediği mesleği intihap hususunda da serbes kalması<br />
demektir.<br />
O halde hükümetin vazifesi mesleklerin inhisarına karşı<br />
bilâkis hürriyetin tedbirlerini almaktır Hiç kimse diyemez<br />
ve hiç bir ilim idda edemez ki: Dahi şehirden çıkar, ve<br />
köylü ağır ve sefil şeraite irsen mahkûmdur, Hayır...<br />
O halde elimizden gelirse yetimlerin her şeyden evvel<br />
tam bir insan ve mütekâmil millet fertleri olmasını temin<br />
edelim. Bu suretle bir kerre istidatları inkişaf itti mi, her<br />
birini müsayit olduğu mesleğe terkedelim, ve o zaman ister<br />
şehre gitsinler, ister köylere... Bu cihet size ayit değildir !..<br />
Temizliğe, güzelliğe alışan insanların köylere gitmeyeceğini-ve<br />
köyleri beyenmiyeceğini ileri sürenlere karşı şu<br />
kısa cevabı ve itirazımı söyliyeceğim: O halde köylere<br />
gitmelerini temin için pisliğe, çirğinliğe mi alıştıralım!<br />
Diğer cihetten temizlik ve güzellik hissini almış insanlar için<br />
pis ve çirkin köylerden iğrenmek kadar tabî ne olabilir !.<br />
Terbiye maziye menfi bir intibak değildir ki bunun icabı
- 147 -<br />
olarak bizde pislik, çirkinlik, basitlik âdetlerini yeni ruhlarda<br />
idame edelim!.. Terbiye etmek bilakis mefkureye,<br />
yeni hayata intibak ettirmektir. O halde .. O halde yetimler<br />
için yapılan iş de gayet doğrudur...<br />
Dikkat edilecek bir nokta var. Yeni nesil temizliğe,<br />
güzelliğe alıştıralım, pislikten ve çirkinlikten iğrendirelim,<br />
fakat köylüden, Türkten, türklüğün mefkuresinden uzaklaşırmak<br />
hakkımız değildir. Müstakbel nesil temizlik, sıhhat,<br />
konfor ve sayire dediğimiz medeniyetin azamî derecesini<br />
idrak etmeli, fakat millet, milliyet, halkçılık mefkûresinide<br />
hiç kaybetmemelidir.<br />
Bu ihtiyaçların temini gene terbiyenin vazifesidir. Medeniyetin<br />
milliyete muzur olduğunu hiç bir zaman kabul etmiyelim,<br />
milliyeti medeniytsizlikle muhafaza etmek istiyen<br />
milliyetçilik sahtedir. O- bir nevi muhafazakârlık ve tassubun<br />
kendisidir...<br />
Meş'um kesafetsizlik!...<br />
En basit fikirli bir adama sorunuz:<br />
— Memleketin terakkisi için ne lâzımdır<br />
Alacağınız cevap pek basittir:<br />
— İlim ve irfan!<br />
Fakat bu adama gene sorunuz:<br />
— Bu ilim ve irfan neye mütevakkıftır <br />
^<br />
Aynı suale bir diğerinden, daha münevverinden alacağınız<br />
cevap şudur:<br />
— Ahlâk lâzım!<br />
Fakat gene sorunuz:<br />
— Ahlâkın, ayilevî, millî, insanî vazif elet in muta olması<br />
için ne lâzımdır
j<br />
- 148 -<br />
Aynı suale bir üçüncüsünden de belki şu cevabı alacaksınız:<br />
— Terbiye lâzım!<br />
Fakat sorunuz.<br />
— Terbiyeyi nasıl tesis etmeli !<br />
\<br />
Dayima bu ikinci suallerin cevabı ya hiç yoktur, yahut<br />
manasızdır. Meselâ: "Terakki etmek için çalışmak lâzım!»<br />
diyenler vardır; lâkin bunlar da çok bir şey ifade etmiş<br />
olmazlar. Çünkü onlara da aynı güç suali sorabilirsiniz:<br />
— Ya çalışmak için ne lâzım!<br />
Cevap ya "gene çalışmak lâzım!,, gibi garip bir iddia,<br />
yahut "ilim, irfan, ayile terbiyesi lâzım!,, gibi bir talâkkidir!.<br />
Halbuki . memleket idare etmek îstiyen bir insan için en<br />
şayanı istifade bir müşahede, Fransa'da Almanya veya<br />
İngiltere'de çalışan her hangi ferdin psikolojisidir. Bu<br />
" her hangi fert „ bir otomatik mihanikiyetyile, muntazam,<br />
muttarit ve lâyhuti bir surette çalışır. O derecede ki bu<br />
"her hangi fert,, için çalışmak asıl, çalışmamak araz olduğuna<br />
hükmedebilirsiniz!<br />
Acaba bu " her hangi fert „ çalışmak için büyük bir<br />
tefekkür kuvvetine mi maliktir! Hayır! Aynı adamda yüksek<br />
derecede bir azim ve teşebbüs kudreti mi vardır!<br />
Hayır, o halde niçin ve nasıl çalışıyor demelisiniz... Şunun<br />
için ve şu suretle ki o memleketlere göre " çalışmak „ bir<br />
emri tabiî ve bir emri zarurîdir. O muhitlerdeki "her hangi<br />
fert,, zeki de olsa gabi de olsa mutlaka çalışacaktır.<br />
Şimdi bu memleketteki çalışmayı iki noktaiyi nazardan<br />
mütalâa ve iki sebebe irca edebiliriz. Bir kere diyebiliriz<br />
ki: O "her hangi fert „ sırf ferdî kuvvetlerinden ve<br />
ferdî meziyetlerinden dola çalışıyor, halbuki avrupalı ile<br />
şarklı arasında ne alelitlâk hilkat, ne de alelıtlak zekâ<br />
farkı olmadığı bir bedahettir. Bir de diyebiliriz ki her
— 149 —<br />
hangi adamı çahşmıya mecbur eden sebebler vardır. Meselâ<br />
çalışmasa ölür, çalışmasa medenî ihtiyaçlarını temin edemez.<br />
Şu halde o adamın çalışmasında kendi ihtiyarı haricinde<br />
muhtelif amiller vardır ve bu amiller içtimaîdir. Bu hüküm<br />
ilmî bir hakikat ise, her hangi türk ferdini o avrupalı<br />
gibi sade talim ve terbiye etmekte yakın birfayide yoktur.<br />
Çünkü çalışmak veya terakki etmek bir çok kimselerin<br />
zannettiği gibi aklî ve mantıkî nevinden basit bir hâdise<br />
değildir. Bu içtimaî muhitin tazyikiyie fert tarafından hatta<br />
zorla kabul edilmiş bir itiyattır!. Onun için belki cahil<br />
ten beller yerine alim tenbeller koymuş oluruz. Fakat<br />
cahili de alimi de çalıştırmak içtimaî muhitin elindedir. "Söyle<br />
bana zekâ ve malûmatını, söyleyim sana faaliyetinin derecesini...,,<br />
diyemezsiniz! Fakat "Söyle bana cemiyetin her<br />
fert üzerindeki faaliyete sevkeden ve tahsili mecbur kılan<br />
tayzikini, söyleyim sana faaliyteinin derecesini...,, diyebilirsiniz.<br />
Bu izah, çalışmak hâdisesi için doğru olduğu gibi<br />
bütün içtimaî hâdiseler için de böyledir. Bir cemiyetin en<br />
mukaddes hisleri de dahil olduğu halde ahlâk, hukuk,<br />
iktisat, ilim ve sanat gibi hiç bir hâdisesi yoktur ki onda<br />
içtimaî varlığının tabiati müssir olmasın. Meselâ, insanî<br />
ve beynelmilel ahlâk kayidelerinden bahsediyorsunuz. Henüz<br />
kabilî bir hayat yaşıyan bir cemiyette bu kıymetler<br />
nasıl vücut bulsun!. Müspet ve dünyevî bir irfandan bahsediyorsunuz.<br />
Henüz vüstaî itikatları zinde olan çünkü içtimaî<br />
bünyesi ilmî taksimi amele müsaade etmiyecek derecede<br />
kapalı ve parça parça olan bir cemiyette bu fikirler<br />
nasıl revaç bulsun Hülâsa hangi içtimaî hâdiseyi nazarı<br />
itibare alsak da tamik etsek, onun altında "içtimaî bünye,, dediğimiz<br />
temeli buluruz. Meşhur kari Marx tarihi iktisadî<br />
hayatın evveliyeti ve hâkimiyeti ile izah eden bir nazariye<br />
orhya koymuştur. Bu nazariye, tarihi fikirlerle, ahlâkla, yahut<br />
dinle veya adaletle, hülâsa her hangi manevî bir mevzula<br />
izah eden bütün nazariyelerden daha kuvvetidir. Bunlardan<br />
hiç biri tarihî maddeçilğin izahı karşısında duramaz.
— 150 —<br />
Marx ahlâk, sanat gibi bütün içtimaî hâdiselere şibih<br />
hâdise, gölge der! Ona nazaran hakikî hâdise iktisadî olandır.<br />
Bütün diğerleri onun gölgesidir!. Acaba Marx'cılık ilmin son<br />
sözümüdür Hayır, nazariysinedeki hakikat parçası büyük<br />
olmakla beraber, bütün hakikat değildir. Çünkü cemiyet<br />
âleminde iktisadî hâdiseyi de besliyen büyük bir kök vardır.<br />
Bu kök içtimaî morfoloji dediğimiz şeydir. Bir cemiyette<br />
vücude gelen bütün tahavvüillerin ve tecellilerin ilk menşei»<br />
anası o cemiyetin bünyesidir. Bu bünyenin dağınık veya<br />
sık zümrelerden teşkkül ettiğine göre cemiyet başkadır.<br />
Bu kadar değil, cemiyet bu bünyenin kitlesine de tabidir,<br />
içtimaiyat ilmi nazarında en mes'ut cemiyet, bazı avrupa<br />
milletleri gibi, aynı zamanda nispeten ufak kıtalarda büyük<br />
nüfus ihtiva eden milletlerdir. Tabiri diğerle büyük ve kesif<br />
bir kitlesi olan milletler en müterakki ve en kuvvetli olanlardır.<br />
Daha açık tabirle iyi bir cemiyet, hem büyük, hemde<br />
ağır ve sert olanlardır. Böyle bir cemiyette terakki,<br />
faaliyet, ihtira, mücadele., bir emri tabiîdir. Gevşek cemiyetlerin<br />
hayatı da gevşektir... İlmin bu müşahedesinden sonra,<br />
terakki istiyen bir cemiyetin en büyük vazifesi nüfusunu<br />
arttırmak ve bu nüfusu zümre halinde sıklaştırmak olabilir.<br />
Fakat bu da gelişi güzel değil eğer nüfus biribirini anlamıyan<br />
fertlerden teşekkül ederse kıyamet kopar. Çünkü nüfusun<br />
yalnız çokluğu değil, fertler arasındaki manevî mümaseletin,<br />
hars birliğinin kuvveti de lâzımdır. O halde biz memleketimizde<br />
Türkleri ve Türkler arasındada hars birliğini temin ederek<br />
nüfusumuzu çoğaltmıya çalışmalıyız.<br />
"Nüfus nasıl çoğalır„ sualini sormamahdır! Çünkü biz<br />
kendimizi nüfus mütehassısı diye hiç bir zaman takdim etmiyoruz:<br />
Biz sadece iddia ediyoruz ki nüfus, nüfus kesafeti<br />
nüfus vahdeti dediğimiz bünyevî hâdiseye istinat etmiyen<br />
ilim, ahlâk, hukuk, iktisat siyaseti akim kalacaktır. Bunun<br />
aksini söyliyen varsa söylesin de biz de öğrenelim. Nüfus<br />
siyaseti yapacak olanlara bir de şunu diyebiliriz ki: Tat-
- 151 —<br />
bikatta büyük mesele "nüfusumuzu nasıl arttıralım,, sualiyle<br />
tecelli edecek değildir, büyük mesele "mevcut veya vücut<br />
bulan Türkleri ölümden nasıl kurtaralım„ meselesidir. Çünkü<br />
tevellüdatı çoğalmak güçtür. Belki de elimizde değildir, fakat<br />
vefiyata sebep olmak o çok kere bizim elimizdedir.<br />
Binaenaleyh nüfusumuzu azaltan kuvvetleri öğrenirsek<br />
türk devletinin dayimî düşmanlarını da öğrenmiş oluruz.<br />
Şimdiye kadar düşmanı bazen şarkta bazen de garp taaraya<br />
geldik. Fakat ilmin bize keşfettirdiği hakikî düşman şu değilmidir:<br />
Me'şum kesafetsizlik!.<br />
Nüfus siyaseti<br />
Cemiyetlerin hayatını tetkik edenler içtimaî tekâmül<br />
hâdisesini muhtelif sebeplere atfetmişlerdir. Bunlar arasında<br />
muhiti coğrafiyi yalnız başına amil görenler olduğu gibi,<br />
içtimaî muessiselerden birini meselâ iktisadî müssiseyi yalnız<br />
başına amil gürenler de vardır.<br />
Kari Marx bu mütefekkirlerin en meşhurudur. Bu<br />
zatin " Tarihî maddiyecilik „ denilen mektebine göre<br />
ictimî hayatta asi olan hâdise iktisadî hâdisedir, ve<br />
bütün diğerleri: din, ahlâk, hukuk, sanat... hep birer<br />
" şibih hâdise „ dir ve bunlar asıl hâdisenin bir gölgesidir!.<br />
Cemiyetin mukadderatını toprağa bğhyanların davası münakaşaya<br />
bile değmez. Çünkü bu iddiayı bir çok misallerle<br />
cerhettnek mümkündür. Bu izahta ilmin de kabul edebileceği<br />
bir hakikat hissesi olmakla beraber, hakikat muhitçilerin<br />
anladığı gibi değildir. Filhakika bir milletin dini, ahlâkı,<br />
lisanı... muhiti coğrafî dediğimiz fizikî ve fiziyoloçyaî<br />
amillerle kabil değil izah edilemez. Halbuki ilim nazarında<br />
tarihî maddiyecilik daha çok kabili münakaşa ve kabili<br />
müdafaadır. Bu nazariye birincisine göre daha ilmîdir.
- 152 —<br />
Hususiyle tarihî maddiyecilere mülayim gelebilecek olan şu<br />
fikrin hiç bir yanlış tarafı yoktur: " İktisat gibi bir müessise<br />
bir kere teşekkül ve taazzuv ettikten sonra cemiyetin<br />
bütün diğer müessesileri üzerinde mutlaka müessir olur „ .<br />
Bilhassa ahlâk, san'at gibi cemiyet müessiselerinin iktisadî<br />
hayattan alacakları bir çok tesirler vardır. Cürümlerin,<br />
cinayetlerin, intiharların ekmek ve kömür fiyetiyle artıp<br />
eksildiğini istatistiklerle ispat etmek güc değildir. Fakat<br />
buna mukabil cemiyetin dinî, ahlâkî, hatta bediî müessiseleri<br />
de iktisadî hayatı üzerine müessirdir. İktisadî taksimi<br />
amelin de, iktisadî iradenin de bütün bu kıymetlere tesir ve<br />
müdahalesi vardır. Hatta Simiand gibi içtimaiyatçılar manevî<br />
kıymetlere en yabancı görünen iktisadî kıymetlerin dahi<br />
bu kıymetlerle münasibeti olduğunu göstermişlerdir, iktisadî<br />
kıymetlerle manevî kıymetlerin bu münasibeti bilhassa<br />
" İptidaî „ dediğimiz cemiyetlerin hayatında zahirdir. Meselâ<br />
bu cemiyetlerde din, hayvanları ehlileştirmek, muhafaza<br />
etmek kayidelerinin müessisi olmuştur... Hülâsa bir çok<br />
müşahedeler ve mukayeseler neticesinde iktisadî müessisenin<br />
içtimaî tekâmülde yalnız başına hâkimiyetini kabul<br />
etmek mümkün değildir. Bu müessise de diğer müessiseler<br />
gibi kendilerinden daha esaslı, daha uzvî bir sebeble tabidirler...<br />
Acaba bu mühim sebep nedir İçtimî hayatın motoru<br />
neden ibarettir İktisadî hayatta dahil olduğu halde, dinî,<br />
ahlâkî, hukukî, bediî... tahavvülleri vücude getiren amil<br />
nedir Bu amil Auguste Gomte'tan sonra müspet içtimaiyatçıhğın<br />
vazu olan E. Durkhim'a göre " dahilî muhit „ denilen<br />
bir sebeptir. Durkheim'da coğrafî nazariyeciler gibi<br />
cemiyetin tekâmülünü muhit ile izah ediyor. Fakat bu<br />
muhit coğrafî, haricî değil, içtimaî ve dahilîdir. Muhiti<br />
dahilî muayyen bir cemiyetin içtimaî bünyesini temyiz eden<br />
başlıca iki unsurdan ibarettir: Bunlar bir yandan cemiyetin<br />
hacmiyle bir yandanda bu hacmin kesafetiyle tayin edilir.<br />
Şu taktirce cemiyeti cemiyetten ayıran bir kere nüfusunun
- 153 -<br />
mikdarıdır. Fakat bu kadar değil; aynı nüfusa ve aynı<br />
içtima! hacma malik olan iki cemiyette bu nüfusun sureti<br />
tevezzuudur. Bu nüfus Hindistan'da olduğu gibi, dinî, ahlâkî<br />
tefrikalarla mı malûldür, yoksa avrupa milletlerinde olduğu<br />
gibi, içtimaî taksimi amelle ve bunun neticesi olan maddî<br />
ve ahlâki tesanütle mi mücehhezdir .. Tabiri diğerle cemiyet<br />
denilen uzviyet iptidaî mahlûklarda olduğu gibi, vahidülhücey<br />
veya senaiyülhüceyre midir, yok ali mahlûklarda<br />
olduğu, gibi gayet mütedahil ve mütesanit uzuvlar ve vazifelerden<br />
nri teşekkül ediyor.. Asıl mühim olan şart ikincisidir.<br />
Bir kavmin nüfusu Hintliler kadar çok olmuş neye<br />
yarar !. Yedi milyonluk İsviçre kadar mütesanit olmadıktan<br />
sonra!.. İşte bu morfolojik sebeplerden bünye ve<br />
taazzuv farklarından dolayıdır ki bir cemiyetin ahlâkî, hukukî,<br />
iktisadî müessiseleri şu veya bu şekli alıyor. Hikmet ve<br />
kimyaya mevzu olan maddiyatta olduğu gibi, cüzü fertlerin<br />
vaziyet ve hareketi nasıl bir takım yeni hâdiseleri vücude<br />
getiriyorsa, içtimaiyatta da cemiyetin hüceyresi makamında<br />
olan - fertler değil! - meslekî zümrelerin vaziyet ve hareketi<br />
de yeni yeni kıymetlerin ve bu kıymetlerin canlı bir<br />
vücudu makamında olan içtimaî müessiselerin zuhuruna<br />
sbep oluyor. Şu takdirce fikrimizi kısaca ifade etmek için<br />
diyebiliriz ki: içtimaî tekâmül mofoiojik bir tekâmüldür.<br />
Binaenaleyh cemiyetin bünyesini sarsmıyan, cemiyetin içindeki<br />
meslek zümrelerinin vaziyet, hareket ve mesafesi<br />
üzerine müessir olmıyan her hangi tarihî hâdise içtimaî<br />
mahiyeti hayiz değildir. Halbuki muharebeler, hastalıklar,<br />
muhaceretler... gibi sebepler görünüşü ve gösterişi ne<br />
derece meşum olursa olsun, bu dahilî ve uzvî bünyeyi<br />
daha mütekâsif, daha müteazzi hâle getirmek şartiyie cemiyeti<br />
için mahzi hayırdir. Nitekim muharebeler, muhaceretler<br />
ve hastalıklar neticesinde büyük millî inkılâplar<br />
olduğu çok kere vakidir. Şu taktirde hâdise ve şibih<br />
hâdise tabirlerini bu fikrimizi ifade için kollanmak lâzım
— 154 —<br />
gelirse o zaman içtimaî bünye bir hâdise, ahlâk, hukuk,<br />
iktisat... gibi bütün diğerleri bir şibih hâdisedir demek<br />
lâzım gelecektir.. Mahaza bu hüküm de tamamiyle ilmî<br />
değildir. Çünkü içtimaî bünye esas olmakla beraber; bu<br />
esasın değişmesi yalnız başına olmuyor. Çünkü bunda dinî,<br />
ahlâkî, iktisadî, hatta bediî bütün müessiselerin bir rolü<br />
vardır. Ezcümle din cemiyeti teşkil eden muhtelif kasetlar için<br />
muhtelif telâkkiler ve muhtelif vahdetler şeklinde tecelli<br />
ederse, bu parçalar biri birine nasıl yaklaşsın !. Gene<br />
ahlâk telâkkileri ayile hududuna münhasır kalır, millî ve<br />
insanî bir ahlâkta olduğu gibi geniş hudutlara şamil olmaz<br />
ve. kâfi derecede umumiyet ve alestiyiyet kazanmazsa, bu<br />
ahlâk içtimaî bir taksimi amele ne suretle müessir olabilir!.<br />
Hülâsa bütün diğer müessiseler içtimaî bünyenin neticesi<br />
olmakla beraber, bunlar da bilmukabele içtimaî bünyenin<br />
teşekkül ve taalisinde kendilerine mahsus bir rol yapmaktadırlar.<br />
Acaba ilmin bu müspet fikirleri ve keşifleri karşısında<br />
idare adamının, siyasetçinin vazifesi nedir !. Evvelâ<br />
" siyaset „ nedir !. Bence bu " içtimaî iradenin içtimaî<br />
hayata tatbiki,,nden ibarettir. Hükümet adamı cemiyetin<br />
bir mümessili, bir murahhasıdır. Hükümet adamının yaptığı,<br />
yapmıya mezun olduğu iş, sadece bir hayır, yani cemiyetin<br />
ıslâhıdır. Bu ıslâh ameliyesinin müspet bir esası var mıdır,<br />
yoksa sırf keyfî, nefsî bir iş midir !. Olmak lâzım gelir!<br />
Bu esas tababet için fiziyoloji olduğu gibi, siyaset için de<br />
sosyolojidir. Denilecek ki: bu sosyoloji temamiyle müesses<br />
değildir! Evet doğru, fakat siyasetçilerin müspet gibi istinat<br />
ettiği fikirler hiç müspet değildirya !.<br />
O halde yapılacak şey, gayet basittir: Hukuk, iktisat,<br />
asayiş vazifeleri gibi bir de nüfus vazifesi olduğunu düşünmek,<br />
türk nüfusunun artması, türk nüfusunun tekasüf, türk<br />
nüfusunun tesanüdü, hülâsa nüfus vasıtasiyle türk cemiyeti<br />
bünyesinin tekemmülü için beşeriyetin fikirlerinden ve
I<br />
ı/u<br />
aynı beşeriyetin mütehassıslarından istifade etmektir. Bizim<br />
vazifemiz bu ihtisas şubesi hakkında esasen malik olmadığımız<br />
malûmatı uydurmak değil, belki fikir ve dikkati bu<br />
esaslı hayat meselesi üzerine celbetmektir. Türkiye'de bir<br />
çok şey yapıldığı hâlde hiç bir şey hiç yapılmamıştır. O da<br />
üme müstenit bir içtimaî bünye siyasetidir.<br />
İntiharlara karşı<br />
Türkiye'de intiharlar çoğalıyor, gün geçmiyor ki gazetelerde<br />
bir iki intihar vak'ası okunmasın. Bu intiharlara<br />
karşı bizde sade bir ürkeklik var. Yahut alelade bir merhamet...<br />
Fakat bu gibi hassasiyetlerin intiharların azalmasına<br />
hiç bir tesiri yoktur. İntiharlar üzerinde müessir olabilmek<br />
için her şeyden evvel intiharların hangi sebeplerle<br />
vücude geldiğini ilmî surette bilmemiz lâzımdır.<br />
İntiharları, intihar edenlerin düşüncesizliğine, yahut her<br />
hangi bir deliliğin neticesine atfetmek pek sathî bir izahtır.<br />
İntiharların menşei içtimaîdir. İntiharların içtimaî mahiyetiini<br />
bariz bir surette ortıya koyan zat, içtimaiyatçı<br />
Durkheim'dir. Durkheim'a göre intihar içtimaî bir hâdisedir.<br />
Yani intihar eden adam sırf kendiliğinden intihar etmez.<br />
Onu intihara sevkeden asıl sebep, mensup olduğu cemiyetin<br />
hâlidir. Bu cemiyet kuvvetli mi, gevşek mi, sağlam mı, hasta<br />
mı, mefkureli mi, mefkûresiz mi<br />
Bütün bu hâller intiharların azalıp çoğalmasında amildir.<br />
Yine Durkheim a göre içinde intihar olmiyan cemiyet<br />
yoktur. Binaenaleyh intihar bütün cemiyetlere şamil olmak<br />
itibriyle cemiyetlerin hayatında tabiî birer hâdisedir.<br />
Fakat intiharlar bir dereceyi bulur ki bu şekli tamaiyle<br />
marazîdir. Buna karşı tedbir almak cemiyetin vazifesidir*<br />
İnsanı hayata bağlıyan zevkler yalnız hayvanı değil, içtima'<br />
zevklerdir. Türlü hislerimiz, türlü heyecanlarımız var ki
— 156 —<br />
ölüm yerine ayilemizin, mektebimizin, mesleğimizin hayatını<br />
bize tercih ettiriyor ve bunları yaşamakla kendimizi bunları<br />
ihtiva eden cemiyete bağlı sayıyoruz, yaşamakta mana<br />
buluyoruz. Fakat bu bağlar günün birinde çözülüverirse işte<br />
o zaman felâket zuhur ediyor, bedbaht, meyus oluyoruz.<br />
Ye bu tatsız, cansız hayata ölümü kat'i bir nihayet olarak<br />
tercih ediyoruy. Dürkheim bu davayı ispat için intihara<br />
dayir eserinde bir çok istatistikler göstermektedir. Hatırım-<br />
Şu anlayışa göre müntehirin hastalığını doğrudan doğruya<br />
bir mantık kastalığı zannederek vazü nasihata müracaat<br />
etmek, yahut alelade bir vücut hastalığı gibi anhyarak<br />
doktor ve ilâca müracaat etmek intihar denilen cemiyet<br />
hastalığını hakkiyle teşhis edememekten ileri geliyor. Bir<br />
memlekette intiharların fevkalâde surette çoğalmasına karşı<br />
yapılacak tedbir nedir Durkheim'm tetkiklerine göre yegâne<br />
çare fertleri içtimaî bağlarla bağlamaktır. Durkheim bu bağların<br />
ne olabileceğini birer birer tetkik ediyor. Evvelâ dinlerin<br />
intihara krşı müessir olacağı hatıra geliyor.<br />
Dinler böyle bir rol yapabilmek için hayata pek yakın<br />
olı/mk, hayatın içinde olmak gerektir. Din ferdin bütün hareketlerini,<br />
bütün işlerini yakından idare etmeli ki onu bir nevi<br />
cemiyet ayrılığı olan ölüme yaklaştırmasın. Bu gün ise dinlerin<br />
böyle bir rol oynaması mümkün değildir. Çünkü umumiyetle<br />
dinler tarihteki dünyevî vazifelerini terkedip büsbütün<br />
bediî ve mefkürurî bir mahiyet almışlardır. Ferdi intihardan<br />
korumak için ayile muhiti müessir olamaz mı.. Hayır çünkü<br />
bu günkü ayile sıkı bir muhit, devamlı bir cemiyet değildir.<br />
Akşamlan toplanmasiyle dağılması bir oluyor. Ayilede<br />
geçen hayatımız dar ve mahduttur. Çocuklarımız hakkında<br />
beslediğimiz his, muhabbet azalmış, zayıflamış manasında<br />
değil, fakat bu çok sevdiğimiz insanlarla birlikte geçirdiğimiz<br />
içtimaî hayatın kemiyet ve keyfiyeti pek mahdut...<br />
Şu halde bu pek dar zamanın cemiyeti bizi nasıl sıkı sıkıya<br />
saracak ve ölümden koruyacak!.<br />
Fakat bu din ve ayile muhitleri haricinede bir muhit<br />
kalıyor ki her hangi hayatımız onun içinde geçiyor ve<br />
devam itibariyle hepsinden üstün... Bu muhit meslek muhitidir.<br />
Meslekte ayile gibi içtimaî bir muhittir. Meslek muhitim<br />
vücude getiren meslekdaşiar arasındaki zevk, meşgale benzerliği<br />
bu cemiyete son derece ahlâkî bir şekil verebilir*<br />
Bir de meslek muhiti ayile muhiti gibi bu günkü hayatta<br />
gittikçe daralan bir muhit değil, gittikçe genişliyen ve yeni
— 158 —<br />
yeni uzuvlar vöcude getiren canlı bir muhittir. Şu halde<br />
meslek muhitini eski ayile muhiti yerine koymak ve ondan<br />
ahlâkî bir tesanüt neticesi beklemek mümkündür. İşte<br />
intihara karşı içtimaiyatın tavsiye edebileceği amelî bir<br />
tedbir budur.<br />
Mahaza amelî sahede çalışmak için intiharların nevilerini<br />
tespit etmek lâzımdır. Meselâ sık sık mektpliler arasında<br />
vücude gelen intiharlar bize mektep dediğimiz ahlâkî<br />
mevcudun dahi bir buhran geçirdiğini ve bunun içinden<br />
nevrastenik bazı unsurların yandığını gösteriyor. Daha<br />
evvelki gün Milliyet gazetesi İzmir Ticaret ve Lisan Mektebi<br />
talebesinden on altı yaşında Cahit isminde bir gencin<br />
mektepten kovulduğu için beynine kurşun sıktığını yazıyordu.<br />
Mektepli intiharları karşısınde aldığımız vaziyet<br />
sadece teessüf ve hayretten ibaret kalyıor. Fakat bu vaziyetimiz<br />
uzun uzadıya devama mü say it değildir. Bundan on<br />
beş> on altı sene evvel Bürüksel mekteplerini tetkik ettiğim<br />
sırada Belçika'nın etfaliyat mütehassıslarından doktor Schuyten<br />
ile görüşmümş idim. Doktor Schuyten beni Belçika hükümeti<br />
tarafından ilmî tetkikleri için tahsis edilen eve götürdü.<br />
Orada dıvarda asılı olan bir grafiği gösterdi. Bu grafiğin esası<br />
şudur; Üç ilâ yedi yaşında çocuklar tarafından yapılmış olan<br />
insan resimlerini hep toplamış ve binlerce insan resminden<br />
bir kolleksiyon elde ettikten sonra bunların boyları ile<br />
enleri arasındaki nispeti bulmuş, aynı müşahedeyi yedi<br />
yaşından sonraki çocukların resimleri üzerinde de yapmış<br />
ve görmüşkü iki nispet arasında bir uçurum var! Doktor<br />
Schuyten bana demişti ki: Bu hâdiseyi herkes bir türlü<br />
tefsir edebilir. Ben yalnız şunu söylemek istiyorum ki:<br />
Bu günkü ana mektebi ile ilk mektep arasında bir uçurum<br />
vardır. Çocuk ana mektebinden ilk mektebe geçtiği<br />
zaman dehşetli bir zekâ buhranına oğruyor. Binaenaleyh<br />
iki meklep arasında açıklık bu itibarla son derece şayanı<br />
tetkiktir. Bu derece şayanı tetkik olur da dün hocasına
tabanca çeken, bu gün de tabancayı kendi kafasına sıkan<br />
mektepliler buhranı şayanı tetkik olmaz mı !. Binaenaleyh<br />
içtimaî noktayı nazarlara son derece ihtiyacımız vardır. Kanaatimce<br />
memlekette bu #ibi tetkikleri himayesine alabilecek<br />
olan yegâne vekâlet Maarif Vekâleti olabilir. Bu tetkikleri<br />
y, pacak olanlar müspet bir usûl sahibi olan içtimaiyatçılardır.<br />
İçtimaiyatçıların hâdise kaydeden ve istatistik neşreden<br />
hükümet şubeleriyle tesanüdü neticesinde memlekette<br />
intihar namına olup biten hareketlerin seyrini, merkezlerini,<br />
istidat ve temayüllerini görmek mümkündür. Bunlar bir<br />
kere mütalâa ve izah edildikten sonradır ki polis, emniyeti<br />
umumiye, dahiliye, muaveneti içtimaiye, maarif işlerinde<br />
intiharla mücadele iradesini kollanmak mümkün olur. Binaenaleyh<br />
sırf bu maksatla içtimaiyat tetkiki yapan mütehassısların<br />
meşgul olmasını ve hükümetinde bunlara müzharet<br />
etmesini temenni etmek zamanı gelmiştir.<br />
Hayatlar ve kapları<br />
Son Saat gazetesinin 8 Teşrinievvel 1926 tarihli nüshasında<br />
" Türkiye maarifinde bina siyaseti „ serlavhasiyle<br />
bir makale neşretmiştim. Mukaddemesi şudur:.<br />
" Bundan on beş sene evvel bir gün Beyazıt Rüştiyesi<br />
denilen mektebi ziyaret etmiştim. Bu mektebin başında<br />
bu gün maalesef maarif hizmetinden ayrılmış olan kuvvetli<br />
bir adam bulunuyor, en iyi hocaları oraya topladıktan<br />
sonra en iyi usullerle terbiye vermiye çalışıyordu. Bu binanın<br />
maddî sefaleti ise son derecede idi; Duvarları rutubetli,<br />
bir çok odaları güneş almaz, dar ve loş idi. bir<br />
aralık müdür, beni teneffüshane hizmetini gören taşlığa<br />
jndirdi. Burada yüzlerce çocuk oynuyordu. O zaman mektepte<br />
oyun, haraket, hep mubah idi. Bir hal son derece
— 160 —<br />
nazarı dikkatimi celbetti. Bütün çocuklar etrafa dağılıp<br />
sağa sola haraket edecek yerde sade zıplıyorlardı!. Çünkü<br />
çocukların mikdarı çok, halbuki mesafe son derece azdı.<br />
Onun için çocuklar muhtaç oldukları mesafe noksanım<br />
şakulî haraketlerle telâfiye çabalıyorlardı!.. O zaman şu sual<br />
kafamda canlandı: " Acaba, dedim, bir mektebin hayatında<br />
mesafe mekân, konfor, taş, ağaç, bahçe ne derece hâkimdir.<br />
Ve bu hâkimiyet maddî saheden haraket edip manevî sahey e<br />
ne kadar girebiliyor „.<br />
Bu gün bile bu sualin tam cevabını veremiyorum. Fakat<br />
bu gün madde ile uzananın bir çok yerlerdeki tesanüdü<br />
gibi kaplarla içindeki haytlann tesanüdüne kuvvetle inanıyorum.<br />
Bu kanaatimde yalnız değilim. Hatta onun vücude<br />
gelmesinde başkalarının da hizmeti vardır: Fransız<br />
ruhiyatçısı Ribot'nun " Dikkatin ruhiyatı „ adlı kitabı bende<br />
bu fikri kuvvetlendiren ilk eserlerden biridir. Ribot'ya nazaran<br />
dikkat sırf manevî bir hâdise değildir. Onun adele<br />
ile, vaziyetle samimî bir alâkası vardır. Her nevi dikkat<br />
kendine mahsus bir duruş, bir bakış, bir vaziyet alış ister.<br />
Şu halde her hava, her oda, her sandalye, her oturuş her<br />
nevi dikkate, her nevi tefekküre müsayit değildir... Dikkat<br />
eden zekâlar gibi dikkat ettiren, zamanlar, mekânlar<br />
vardır... Fransız içtimaiyatçısı Durkhei'mm "Annee sociologitjue,,,<br />
teki bazı neşriyatı da beni bu meselede çoktenvir<br />
etmiştir: Durkheim evvelâ içtimaiyatın içtimaî morfoloji<br />
içinde mütalâa etmek istediği evleri bilâhara içtimaiyatın<br />
teknoloji kısmına sokmuştur. Çünkü Durkheim'a göre<br />
evler, içinde yaşiyan ve ayile denilen zümrevî hayatın kaparıdır.<br />
Evlerin cesameti, taksimatı, vaziyeti... hep bu<br />
ayilenin içtimaî tabiyetine göre bir türlüdür. Binaenaley ne<br />
kadar ayile enmuzeci varsa o kadar ev enmuzeci bulunması<br />
tabiîdir. Niçin Çünkü evler hakikî hayat şartlarından<br />
zaman ve mekân münasibetlerinden hariç mücerret bir<br />
fikrin mahsulü değil, ayilenin hakikî hayatiyle, ihtiyaçlariyle
— 161 —<br />
birlikte teşekkül ve tahavvül eden içtimaî aletlerdir. Ayile<br />
ile evin bu tarihî münasibetine bakıp hükmedliebilir ki<br />
bir ayile ancak kendisine lâyık olan kabı bulduğu zaman<br />
tabiî hayata mazhar olabilecektir. Ev hakkındaki bu mülâhaza<br />
bütün mekteplere, bütün atelyelere, hatta şehir denilen<br />
içtimaî vahdetlere bile teşmil edilebilir. Bu fikirler<br />
ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin nazarî sadesine münhasır<br />
kalmamıştır. Bu ilimleri tatbike çalışan pedagoji sahesinde<br />
de rasgeliyoruz: Gençliğin ancak açık havada ve kır<br />
muhitinde terbiye edilebileceğini iddia eden "New-School M<br />
-<br />
ler, " Ecole Nouvell' „ ler mektep terbiyesiyle mektep kabının<br />
tesanüdünü başka bir dille iylân eden teşebbüslerdir.<br />
Froebel'in meşhur terbiye vasıtalarından farklı bir terbiye<br />
tarzı icat ettiğini anlatan italyan terbiyecisi Montessori<br />
her şeyden ziyade mektep sıralarına itiraz ediyor ve<br />
eseriyle onları yıkıyor. Nereye gidilse, hangi ilme sorulsa<br />
hayatlar ile onların maddî zarfları arasında sıkı bir münasibetin,<br />
hakikî bir tesanıdün bulunduğunu iddia edenlere<br />
rasgeliyoruz. Esasen bu mesele hissi selimin inkâr edebileceği<br />
bir müphemlik mi taşıyor. Hayır. O halde niçin<br />
binalara, konforlara, ve güzelliklere itiraz ediyoruz!. Çünkü<br />
" ruh „ hakkında müspet olmıyan, ilmî olmayan bir kıymet<br />
hükmünü bilmiyerek taşıyoruz. Ruh hayatını anlayışımız<br />
ne müspet bir ruhiyatçının, ne müspet bir içtimaiyatçının,<br />
nede müspet bir terbiyecinin anlayışıdır. Bu anlayış Orta<br />
Zaman sofusunun esrarengiz ve miskin telâkkisidir... Eğer<br />
telâkkimiz hakikî ve canlı bir telâkki olsaydı, onun hürriyeti<br />
ve ouun sayrureti için hiç bir maddeyi, hiç bir vasıtayı<br />
tahkir etmezdik ... " Biz madde istemiyoruz, mana<br />
istiyoruz; şekil istemiyoruz cevher isteyoruz, sus istemiyoruz<br />
tahsil isteyoruz...„ diyenler ya ne söylediklerini<br />
bilmiyorlar, yahut söylediklerini ispat edemiyecek kadar<br />
fena biliyorlar... Türkiye bir inkılâp yapmış, yeni bir ruh<br />
kazanmıştır. Mutlaka yeni bir zarf, yeni bir kalıp ister.<br />
11
Yeni Türkiye için yeni bir mektep binası ister. Türk<br />
ayilesi yeni kıymetler kazanmıştır- Bu yeni kazançlarını<br />
muhafaza için yeni bir zarfa muhtaçtır. Ey mefkûreciler...<br />
Mefkureyi istediğiniz kadar takdis ediniz, haktır ve hakkınızdır.<br />
Fakat maddeyi istihkar etmeyiniz. Hususiyle öyle<br />
bir madde ki ruhun kabı ve kalıplanmışıdır. Onsuz mefkureler<br />
cisimlenemez...<br />
Demir yollan<br />
Taşa, demire ayit her teşebbüsü maddî biliyoruz. Nüfusa,<br />
nüfusun çoğalmasına ayit her işi yalnız sıhhî bir alâka ile<br />
takip ediyoruz. Konforu, medenî bir hodbinlik zannediyoruz,<br />
her konforu da lüks addediyoruz, her lüksü israf olarak<br />
kabul ediyoruz!.. Korkuyorum ki bu kıymet hükümlerimizin<br />
altında zuhdî bir hassasiyetin menfi vicdanı gizli kalmış<br />
olmasın... Türkiye Başvekilinin demir yolu siyasetini<br />
herkes bilir. Bu demir yolu örgüsünü sırf iktisadî bir eser<br />
zannedenler aldanıyorlar...<br />
Her demir parçasını "arzu talep,, ile münasibetli bir madde<br />
zannetmek için cemiyetin maneviyat hayatı, cemiyetin<br />
maneviyat tekâmülü hakkında fikir sahibi olmamak lâzım<br />
gelir. Içtimayatçi Durkheim'a nazaran içtimaî hâdiselerin<br />
bir temeli, bir menşei vardır. O içtimaî morfolojidir. İçtimaî<br />
tmorfoloji cemiyet bünyesinin teşekül tarzını gösterir. Cemiyeti<br />
teşkil eden fertlerin sayısı ne kadardır Az mı, çok<br />
mu Çokluk müsavi şartlar içinde içtimaî tekamül için bir<br />
hayır, müsaadedir.. Azlık mı Yine müsavi şartlar içinde<br />
bu müsayit bir vaziyet değildir.<br />
Fakat aralarında kâfi, bir yapışma, kaynaşma olamıyan<br />
çokluk neye yarar Bir cemiyet olmak için lüzumu kadar<br />
benzeme lâzımdir. Bu benzeyişe isterseniz hars diyebilirsi-
— 163 —<br />
niz. Şu halde yalnız çokluk değil, çokluğu vücude getiren<br />
cüzlerin meselâ lisan gibi maneviyat çimentolariyle yapışmaları<br />
da lâzımdır. Şimdi bu birlik vücude geldikten sonra<br />
cemiyet için uzviyetleşmek, mükemmelleşmek pek mümkündür.<br />
Böyle bir kitlenin içinde hususi istidatlar çıkar<br />
hususî meslekler, ihtisas işleri vücut bulur. Cemiyetin<br />
bünyesi incelir, kuvvetlenir, uyanık bir hâle gelir. Böyle<br />
bir netice hasıl olmak için fertle fert arasında, hele zümre<br />
ile zümre arasındaki mesafe darahnalıdır. Fertler bir<br />
vücudun parçaları olduklarını duyabilmelidirler. Halbuki<br />
dağlr, kayalar, uzun mesafeler, buna hep manidir. O halde<br />
tek çare... ferler ve meslek zümreleri arasındaki mesafeyi<br />
azaltmak. Bunn en makul vasıtaları şüphesiz ki vapurlar,<br />
şimendiferler, tayyarelerdir. Öyle ise şimendiferler cemiyetin<br />
hareketleri, cemiyetin tekamülü noktasından bakılırsa<br />
âdeta manevî neticeler kazandıran vasıtalardır.<br />
Bazı kimseler en hasis bir ticaret adamı gibi soruyorlar.<br />
" Otuz bukadar senedir, oraya şimendifer işliyor, iktisâdı<br />
hayattmda ne değişiklik olmuş! Milletin parsına yazık<br />
değiltni!,,. Fakat haksızlık ediyorlar, çünkü bu kimseler şimenferlerin<br />
sırf iktisadî tesirlerini ölçüyorlar. Fakat şimendiferler<br />
vasıtasıyla açılan firkirleri, tazelenen emelleri, büsbütün<br />
yeniieşen bir milletin ruhunu, yaşamak idaresini<br />
düşünmüyorlar. Ben şimendiferlerin türk harsinde, türk<br />
inkılâbında, türk istiklâlinde en birinci, en büyük tekâmül<br />
amili olduğuna kanaat ediyorum.<br />
Evkaf meselesi<br />
Evkaf meselesi hakkında Yunus Nadi Beyin " Cumhuriyet<br />
„' te çıkan makalesini okudum. Bu makale vakıf<br />
işleri hakkında millet meclisindeki ilk haleti ruhiyeyl ve<br />
bir baş vekilin vakıf meselesini derhal halledivermek için
— 164 —<br />
vaziyeti pek müsayit bulmasına rağmen gene ihtiyata riayetle:<br />
meseleyi ilmî surette tetkik etmek ve kâfi derecede mücehhez,<br />
olmak arzusunu göstermesi itibariyle son derece şayanı<br />
dikkattir. Son günlerde Türkiye Baş Vekilinin vakıf teşkilâtı<br />
için İsviçre'de tetkikler yapılmasını arzu ettiğini gene<br />
gazetede okudum. Bundan üç sene evvel " Akşam „' da<br />
neşrettiğim bir makalede bu işin her türlü enfüsî telâkkilerden<br />
azade bir surette, sırf içtimaî bir nazarla tetkik<br />
edilmesi lüzumunda İsrar etmiştim. Bizi bu hususta en çok:<br />
tenvir edebilecek olan misaller diğer muasır memleketlerdeki<br />
vakıfların muasır teşkilâtıdır. Bu memleketlerde yapılacak<br />
olan ilmî tetkikler, vakıf teşkilâtını asrîleştirmek için<br />
kâfidir. Bu sırada bizde vakfa ayit bazı müşahede ve mülâhazalarımı<br />
burada tespit etmeyi fayideli görüyorum.<br />
Türkiye'de vakıf, millî servetin el'an mühim bir kısmım<br />
teşkil ediyor. Yalnız İstanbul'da on üç bin vakıf vardır: Camiler,,<br />
çeşmeler, sebiller, muvakkithaneler, medreseler, kütüphaneler,<br />
hastahaneler, tımarhaneler, köprüler, kabristanlar,,<br />
imaretler, hamamlar, hanlar, mektepler, yetimhaneler.. Bunlar<br />
yalnız maddî kıymeti hayiz olan eserler değil, çok defa<br />
mimarlık, hattatlık, tezyin sanati, işçilik itibariyle de büyük<br />
manası olan eserlerdir. Maddeleri itibariyle değilse bile<br />
sanatleri itibariyle muhafazalarında millî menfatlar vardır.<br />
Bu servetin bir kısmı da vakıf teşkilâtının asrîleşmemesi:<br />
yüzünden mahvolmuştur. Böylece kaybolan cami, türbe,,<br />
kabristan arsaları, kitabeler, kütüphaneler, zinet eşyasının<br />
yerleri belli değildir. Teşkilâtsızlık yüzünden bir müddet:<br />
sonra geriye kalanlarında çoğu mahvolacaktır.<br />
İcareyi vahideli akaretlerin vaziyetleri yeni hukuk telâkkileriyle<br />
hemahenk surette ve bir defaya mahsus olmak<br />
üzere tespit edilmelidir. Vakfa ayit olup ta bu gün için ne<br />
maddeten ne de manen kabili istifade olmıyan bina, arsa.<br />
gibi şeyler satılıp vâkıfın meşru maksatlarına muvafık şekilde<br />
işletilmeli ve sarfedilmelidir. Sıhhat, ilim, alhâk, veya hayır
- 165 -<br />
ımaksatlariyle vücude getirilen ufak vakıfların nemaları ve<br />
varidatı cem ve teksif edilerek halk mektebleri.darülrfününlar,<br />
iş odaları, kütüphaneler, müzeler., gibi içtimaî hayatın inkişafına<br />
toptan hizmet edebilecek büyük tesisler vücude getirilmelidir.<br />
Vakfiarda her sene bir derece daha artacak olan<br />
millî servetin bir kısmı da cami, çeşme, sebil., gibi türk sanatinin<br />
güzel eserlerini mütemadiyen muhafaza ve tamiri için de<br />
sarf edilmeli, bu suretle şimdiye kadar bir türlü halli çaresi<br />
bulunamıyan eski ve güzel eserlerin muhafazas emri devlet<br />
bütçesine yük olmadan temin edilebilmelidir.<br />
Fakat her şeyden evvel mühim olan şey vakıf denilen<br />
tesisatın medenî ve asrî şekli hakkında sarih ve müspet bir<br />
fikir elde etmemizdir. Bu fikri kazandıktan sonra vakıf teşkilâtına<br />
müstayit ve lâyık olduğu içtimaî mahiyeti vermeliyiz.<br />
Ve Türkiye'de meselâ yetimlerin, Darülfünun talebesinin<br />
tahsili için servetini, kütüphanesini, malini vakfetmek istiyen<br />
insanların cesaretini kırmamahyız. Vakıf teşkilâtı böyle asrî<br />
bir hüviyet kazandıktan sonra bir vâkfın hayır için terkettiği<br />
servet sahipsizde olsa maksadına hizmet etmek hürriyetini<br />
dayima bulacak ve ona şu fert veya bu idare tarafından<br />
tecavüz edilmiyecektir.<br />
Halef selefi niçin takip etmiyor<br />
Dün münevver bir zatle görüşüyordm. Türklerin imar<br />
ve temdin işlerindeki bir noksanını işaret etti. Dedi ki:<br />
Bizde bir kusur var, halef selefini beğenmez, gelen gidenin<br />
eserini bozar. Halbuki bu hâl diğer memleketlerde yoktur.<br />
Her iş umumî bir mahiyet ve çehre gösterir, dayima bir<br />
program takip edilir. Prograrosızhk belediye, maarif, iktisat<br />
işlerinde bize en çok zarar veren en büyük eksikliktir.<br />
Arkadaşımın pek makul görünen bu sözleri üzerinde bir
lâhza duralım. Esasen bu tarzda yapılan itirazlar düşünen;<br />
Türklerden bir çoğunun fikri değilmidir. Hepimiz sırası<br />
geldikçe programsızlıktan şikâyet etmiyor miyiz- Fakat<br />
bu programdan ne anlamak lâzımdır Program fikri her<br />
hangi halef tarafından gelişi güzel tespit edilmiş bir karar<br />
mı ifade ediyor<br />
Eğer böyle ise, böyle bir programın büyük meziyeti<br />
daha evvel tespit edilmiş olmaktan ibaret kalacaktır! Bu,,<br />
devlet veya şehir işlerinde dayıma muta ve makbul olmak<br />
kuvvetini temin edebilir mi .. Benim kanaatimce halefin<br />
selefi tekzip etmemesinin en büyük sebebi halef tarafından<br />
vücude getirilen projenin nefsülemre, tabiati eşvaya<br />
mutabık ve muvaffık olmasıdır. Başka memleketlerin işlerinde<br />
gördüğümüz istikrar ve tekâmül hep bu tabiîlik<br />
hassasının neticesinden başka bir şey değildir. O halde<br />
selefini takip etmenin ilk şartı mütekaddim teşebbüslerdeki<br />
bu tabiîlik ve afakîliktir. Meselâ gelen şehiremîninin<br />
giden şehiremininin işini beğenmemesinin ve izini<br />
takip etmemesinin asıl sebebi budur. Türkiye'nin teşebbüslerine<br />
bu tabiîlik ve hakikilik hassalarını vermek için hüsnü<br />
niyetin her işte olduğu gibi bir şart olduğunu biliyorum.<br />
Fakat teknik işlerde bu niyet hiçte kâfi değildir. Mühim<br />
mesele " tabiîlik „ hassasını temin edecek olan ihtisastır.<br />
Yani bir işi hususî surette bütün tafsilâtiyle bilmelidir.<br />
Şu halde halefin selefini takip etmemesinin sebebini<br />
işlerin bidayette ihtisas eliyle yapılmamış olmasına irca<br />
edebiliriz. Fakat ihtisas şartı kâfimi.. Denilecek ki: Nefsülemre<br />
ve tabiati eşyaya muvaffık bir projenin zamanla<br />
tahakkuk ve tekâmül etmemesinde şahsî garezlerin, ferdî<br />
istirkaplarm müdahalesi olamaz mı. Olur. Fakat ilk şart<br />
temin edildikten sonra bunun o kadar tehlikesi kalmaz.<br />
Çünkü bir kere mütehassıs mütehassısı tekzip etmez, hakikî<br />
irfanda tesanüt vardır, tenafür ve tenakür yoktur.<br />
İlmin ve sanatin düşmanı olanlar yalnız yarı ilimlilerdir,.
Birde mütehassıs kendi kudretini göstermek için muvaffak<br />
olmuş bir eseri yıkmiya muhtaç değildir. Şahsî kudretini<br />
eserin tekâmülü yolunda da gösterebilir.<br />
Binaenaleyh " Türkiye'de halef selefi takip etmiyor,<br />
çünkü gelen gideni beğenmemek zafına müptelâdır...„ şeklindeki<br />
müşahede ve izah tamamiyle doğru değildir. Hakikî<br />
dert işlerde ancak bir mütehassıs elinden çıkan işlerde<br />
bulunan devam kabiliyetinin bulunmaması veya az olmasıdır.<br />
Binaenaleyh iymar ve temdin işlerinde hakikî bir imti--<br />
madm, tabiî bir tekâmülün tecellisini arzu ettiğimiz dakikada<br />
ihtisas noktasına dikkat etmek zarurîdir. Bence Türkiye'nin<br />
bu meseleyi kalletmesi için evvel emirde şu noktaları<br />
halletmesi lâzımdır.<br />
1 — " İhtisas „ mefhumu ne derece geniş bir mefhumdur<br />
Bu mefhum yalnız erkânı harplik, şifendifercilik,<br />
kimyakerlik gibi meşhur ihtisasları mı ihtiva ediyor Belediyecilik,<br />
müfettişlik, gibi sade hissi selim ve gayretle<br />
olabilir zannedilen meşgaleler de ihtisas sahesi midir ..<br />
2 — Fransa'da, İngiltere'de,Almanya'da meselâ şehirlerin,<br />
yahut kalem odalarının hüsnü idaresine, iktisadiyatına ayit<br />
ne gibi düsturlar vardır ki tabiati eşyaya muvafık olmaları<br />
sebebiyle âdeta beynelmilel bir mahiyet almıştır Gene meselâ<br />
insanlar İstanbul gibi büyük bir şehrin imar ve tanziminde<br />
ne gibi esaslar keşfedebilmişlerdir ..<br />
3 — Avrupa'yı görmek, Avrupa'da seyahat etmek, Avrupa'da<br />
birkaç gün veya birkaç sene kalmak Avrupa'yı anlamak<br />
için kâfi değildir. Gerçi bunlar tabiatiyle teşekkül,<br />
tekemmül etmiş olan müessiselerin en ziyade hali hazırına<br />
ve istikballerine ayit olan temayüllerini gösterebilir. Fakat<br />
imar ve teceddüt siyasetini teşkil edecek olan mücerret fikirler»<br />
mülâhaza ve muhakemeler bu görgülerle elde edilemez.<br />
Onun için Avrupa Türklerin mütefekkirleri tarafından tetkik<br />
ve tefekkür edilmedikçe Türkiye için model vazifesini göreceğini<br />
zannetmemelidir.
— 168 — .<br />
4 — Şu taktirce Avrupa'nın ihtisaslarından istifade<br />
etmek için alelade çok adam mı göndermeli, yoksa mahdut<br />
fakat mütefekkir zümreden ve yaratıcı bir kudreti taşıyan<br />
mahdut insanlar mı göndermelidir ..<br />
Türkçenin kuvvetini bilelim<br />
Türkçeyi düşünenler arasında türkçenin kendine kâfi<br />
gelmediğini, türkçenin arapçaya, acemceye muhtaç olduğunu<br />
söyliyenler vardır. Fakat bu muhtaç oluş kelimeler<br />
itibariyle midir, yoksa terkipler, itibariyle midir Bunu pek<br />
tasrih otmiyorlar. Her halde bu sınıfın içinde türkçenin<br />
arapçadan, acemceden terkipler almak suretiyle zenkinleşmek<br />
ihtiyacında olduğunu iddia edenler vardır. Sade veya<br />
süslü fakat dayima samimî bir türkçe istediğimiz zaman<br />
bize türkçenin bu günkü hâlini gösteriyorla ve " Bakınız,<br />
şu veya bu terkibi bu türkçe ile nasıl ifade edelim!,, diyorlar...<br />
Ben eski edebiyat adamları arasında firenkçeden ter"<br />
cüme ettikleri metin için: "Terkipleri türkçe kayidesi üzerine<br />
yaptım. Gerçi bunun güzel olduğuna kanatim yoktur. Fakat<br />
ne çare ki şimdi hu moddır!..,, diyenlere rastgeldim ve kanaatlerine<br />
şahit oldum... Hiç hayret etmiyorum. Bu dava<br />
kıyamete kadar sürebilir. Çünkü bir dava gibi ikame edildikçe,<br />
ve iki tarafın biri birini anlamak için müşterek bir<br />
dili olmadıktan sonra!.., Fakat mantık kavgalarını, fikir<br />
güreşlerini beklemeksizin değişen bir hakikat vardır, o da<br />
türkçenin kendisidir. Bu değişme bir emri vaki midir değil<br />
midir Evvelâ buna cevap vermek lâzımdır. " Bir emri<br />
vakidir!. „ diyecekler. O halde her şeyden evvel tarihî bir<br />
müşahedeye lüzum vardır. Türkçe türk cemiyetinin hareketi<br />
nisbetinde, türkçeyi kullanan ve yaşıyanların birleşmesi,<br />
kaynaşması ve meslek zümrelerine ayrılması nispetinde bizim
— 169 -<br />
arzu ettiğimiz ve " tabiati eşya „ ya uygun dediğimiz seyri<br />
takip ediyor mu. Ediyorsa tekâmülün yolu üzerindeyiz.<br />
Etmiyorsa muarızlar haklıdır...<br />
Tabiî, salim bir tekâmülün vücudunu ispat edecek<br />
elimizde akıl tarafından verilmiş başka bir vasıta yoktur.<br />
Binaenaleyh tabiî türkçenin aleyhtarları için hasımlariyle<br />
mücadeleden evvel kabul edilecek olan nokta ilmin bitaraf<br />
noktayı nazarından başka bir şey olamaz. Her şeyde olduğu<br />
gibi türkçe bahsind de hisler karıştıkça ve noktayı nazarlar<br />
indî kaldıkça bu meselenin fikir sahesinde halline imkân<br />
yoktur. Fakat mademki her ne olursa olsun tekâmül eden<br />
bir türkçe vardır. İlim adamlarının vazifesi onun seyrini<br />
sadece tespit etmek, tekâmülün istikametini görebilir bir<br />
hale getirmek, ve şayet mümkünse bu tekâmülün tabiatinden<br />
doğan muayyen kayideleri de tespit etmek, bu suretle<br />
tekâmülü kolaylaştırmak için o kaiydelerden istifade etmektir.<br />
İşte merhum Ziya Gök Alp'in türkçülük esaslarında mevzuubahs<br />
ettiği lisanların tekâmülüne ayit umumî zaruret kanunları<br />
bu nevidendir. Gök Alp'tan evvel ve sonra bizim fikir<br />
âlemimizde ilim namına bu neviden müspet ve kat'i iddialar<br />
-dermiyan eden zatlere rasgelinmedi. Ancak davanın mevzuu<br />
bu günkü türkçe olduğundan tetkikatı müşahhas olarak<br />
onun üzerinde yapmak lâzım gelecektir. Türkçeyi ilim<br />
gözüyle kovalıyarak yalnız lisanın sadelik hamlelerini değil,<br />
türkçenin en tabiî mantığını keşfedebiliriz. Arkadaşım,<br />
Darülfünun müderrislerinden Halil Nimetullah Beyin "Müşahedeye<br />
doğru» serlevhasiyle " Millî Mecmua „ nüshalarında<br />
neşrettiği makaleler bu arzuyu tahakkuk ettirebilecek<br />
tabiatte yazılardır. Gene tabiî türkçenin muarızları haksız<br />
olarak diyorlar ki " Bu iddialarnizın meydana getirdiği güzel<br />
türkçe nerededir !„ Fakat iki şeyi biri birine karıştırmamak<br />
lâzımdır. Fikir adamının davası hiç bir zaman duygu<br />
adamının ilhamı yerine geçemez. Alim, bir sanatkâr değildir.<br />
O halde alime ve ilme ne lüzum var, güzelliğin icadı ve
— 170 —<br />
tasarrufu sanatkâra ayit olduktan sonra!.. „ îtim adamına:<br />
şu itibarla lüzum var ki her yeni zevkin ve yeni güzelliğin,<br />
telâkkisine tekaddüm eden maddî ve mantıkî neviden ibaret<br />
kalan ihtilâlci hareketler vardır. Bu günkü türkçe güzel<br />
türkçe inkılâbından evvel doğru, salim, tabiî türkçe inkılâbına<br />
muhtaçtır. Her şeyden evvel türkçenini harimine giren:<br />
ecnebi elleri, ecnebi zekleri kovmak, Montaigne, Rabelais,<br />
Descartes ve Jean-Jactlues Rousseau'nun yaptığı gibi, evvelâ<br />
tarlayı temizlemek lâzımdır. Ondan sonra hür sanatkârların,<br />
yaratıcı muhayyilesiyle istenmelidir. İlim sanat yerine geçmeyi<br />
iddia ettiği zaman dalâlettedir. Fakat sanatte ilmin,,<br />
mantığın, geçi maddî ve haricî, fakat her halde hazırlayıcı<br />
rolünü yapabilir deyince inanmamahdır. Bu münasibetle<br />
" Halka doğru gitmek „ düsturunu hatırlatmak isterim.<br />
Bunu sanatkârın ilhamı şeklinde telâkki etmek ilhamı verenle<br />
alan hakkında gayet kaba bir hayal sahibi olmaktır. Bu<br />
düsturlakast edilen fikir, sanatkârın cismanî hareketi değildir.<br />
Burada kastedilen mana, sanatkârın derunî enesine, samimî<br />
ruhuna kavuşmasıdır.<br />
Mefkure ile mevhume<br />
Bir arkadaşım ideal yahut mefkure, vuslatı mümkün<br />
olmıyan bir fikirdir, diyor. Ben de soruyorum ki o halde<br />
nasıl oluyorda akıllı bir adam mefkûreci oluyor!. Eğer<br />
mefkure yanına yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise<br />
bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil<br />
midir. Hayır, mefkureler, mevhumeler değildir. Mefkureler<br />
tahakkuk edebilecek, olan şeylerdir. Mefkureler vehimden,<br />
hayalden kopup uçuşan renkler, şekiller değildir. Zaten mevcut<br />
ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır<br />
Binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsyait şartlarla tahakkuk<br />
edeceklerdir.
— 171 -<br />
Mefkurenin koku hakikatte, çiçekleri ve meyvalam<br />
istikbaldedir. Mefkure ne bu gün için ne yarın için bir<br />
yalan değildir. Şu halde mefkure ile mevhumeyi ayırmak<br />
lâzım geliyor. İlim adamının vazifesi bu iki şeyi ayırmak<br />
olduğu gibi, devlet ve siyaset adamının vazifesi de bu iki<br />
şeyi karıştırmamaktır. Hatırımda kalan doğru ise Durkheim<br />
içtimaiyat usullerine dayjr yazdığı kitabın bir tarafında<br />
şöyle diyordu: Devlet adamının vazifesi cemiyeti bir<br />
mevhumeye doğru koşturmak değildir, cemiyetin mefkuresine<br />
yaklaştırmaktır.. Onun için nüfusumuzun, servetimizin<br />
artması hakkındaki gelişi güzel, hesapsız, muhakemesiz<br />
surette atıp tutan, vadeden insanlara hayretle bakıyorum.<br />
Bu adamlar hakikaten sözlerinde ve fikirlerinde samimî<br />
insanlar mıdır, diyorum. Eğer ilmî tetkikler yalan söylemiyorsa<br />
bir memleketin nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti,<br />
beynelmilel münasibetleri, muharebeleri, mücadeleleri,<br />
fikrî seviyesi arasında uzvî münasibetler vardır. Bunlar<br />
arzunun ve iradenin birden bire halledebileceği şeyler değildir.<br />
Bunlar ancak eşyanın tabiatine ve müsaadesine<br />
göre hüküm ve muhakeme edilebilecek şeylerdir. Onun<br />
için "Biz on seneye kadar Amerika'yı bile geçeceğiz!,, diyen<br />
bir adamın iddiasına şaşmamak kabil değildir. Bizzat<br />
Amerika'nın kendi kendini geçmek için sarfettiği kudretin<br />
zaman ve mekânla mukayyet fizikî ve içtimaî kudretlerden<br />
ibaret olduğunu unutmamalıdır. Fakat bu mevhumecilerin<br />
iddiası ne olursa olsun her cemiyet, her millet için vasıl<br />
olunması mümkün ve ihtiyarî olan mefkûrevî gayeler<br />
vardır. Bunları iyice görüp te bunlara doğru ilerlemek kadar<br />
bir cemiyet hesabına afif ve meşru bir haraket ne<br />
olabilir.. Ancak bu gayeleri bize gösterecek olan bitaraf<br />
el, ilmin elidir.<br />
İçtimaî ve iktisadî cografiyası tetkik edilmeden, bir sene<br />
zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hamulesi hesap<br />
edilmeden, nüfusunun tezayüt veya tenakusu sebebleri ya-
kalanmadan cemiyet için bu hedefleri müspete yakın bir<br />
surette işaret etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti<br />
her şeyden evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir<br />
millettir. Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin<br />
iddialarına değil, samim îmefkûrecilerinin itikadıne kendisini<br />
bağlamahdır. Her şeyde olduğu gibi terakki mezhebinde de<br />
samimiyet esas şarttır.<br />
içtihat hakkı<br />
Soruyorum:<br />
— Niçin garp medeniyeti haricinde bir medeniyetin<br />
hakikî bir medeniyet olduğuna kanisiniz...<br />
Cavap veriyor:<br />
— Bu benim içtihadımdır.<br />
Gene soruyorum:<br />
— Niçin eski ev kadınının hayatı daha ahlâkî ve daha<br />
mesut olduğuna kanisiniz..<br />
— Çünkü bu benim içtihadımdır.<br />
Şimdi düşünüyorum: İçtihad bir hak mıdır.. Her vatandaş<br />
içtihat hakkını taşır mı.. Şüphesiz. Fakat maziperestlik,<br />
irtica, iğtişaş lehinde bile, böyle başı boş bir zekâ ile içtihat<br />
edilemez mi! Şu halde içtihat fikrine bir gem vurmak,<br />
içtihat fiilini bir dayire içine almak lâzım geliyor. Bir kere<br />
içtihat mevzuu olmiyan hakikatleri düşünelin. Bunlar riyazi<br />
ve maddî ilimlerin mevzuudur. Hiç kimse "iki kere iki beş<br />
eder, çünkü bu benin içtihadımdır!,, diyemez. Ve hiç kimse<br />
" Sukut kanununu bu kanununu benim içtihadıma zit,<br />
diye tekzip edemez. Gene hiç kimse arazı müspet, tedavi<br />
usulü müspet bir hastalığın tebabetine itiraz edemez. Çünkü<br />
burada içtihada mevzu olacak bir keyfiyet yoktur. Bunlar<br />
maddî, müspet, afakî tecrübelerimizin mahsulü olan hakikat
- 173 -<br />
fikirleridir. Fakat iş ruh ve maneviyat sahesine, cemiyete,,<br />
dine, ahlâka, sanata, lisana karışınca herkes müçtehit kesiliyor.<br />
Burada doğru eğri, eyi kötü, güzel çirkin fikirleri şahsî<br />
fikirler, içtihat mevzuları gibi tecelli ediyor. Neden.. Çünkü<br />
herkes bu bahislerin keyfî ve şahsî bahisler olduğuna kani<br />
gibidir... Fakat dikkatimizi teksif edelim. Bu dikkati içtimaiyat<br />
tetkiklerinin vasıl olduğu mahdut, mütevazı fakat<br />
kuvvetli kanaatlere tevcih edelim. Ne göreceğiz Hürriyet*<br />
müsavat, demokrasi, iş bölümü, ihtisas, kadının bir meslek<br />
sahibi olması fikirleri içtihat fikirleri, mezhep fikirleri, şahsf<br />
telâkkiler değil, tegaddi, teneffüs, hayat, ölüm, tekâmül<br />
gibi doğrudan doğruya tabiî ve afakî fikirlerdir. Bu gün<br />
ilmî bir tahsil görmüş olan cemiyet adamı içtimaî tekâmülün<br />
eseri olan bu tecellileri garipsemez, onların doğru, yanlış,<br />
eyi kötü, yahut güzel çirkin olduğunu münakaşa etmez.<br />
Tekâmülü tekâmül olduğu için kabul eder. Tabiat ilimlerinin<br />
telâkkisi, müspet hâdiseler sahesinde itikat unsurunu kaldırdığı<br />
gibi içtimaî ilimlerin tarakisi de içtimaî hayat meselelerinde<br />
içtihadın müdahalesini kaldırmaktadır. İçtihat<br />
melekesi müspet muhakemenin halledeceği işlere karışamaz.<br />
İçtihat, o da müspet hakikatlere dayanmak şartiyle, ancak<br />
akim müspet bir surette karar vermediği vakitlerde çalışır.<br />
Netice şudur ki garp medeniyeti hiçbir ilmin ve hiçbir alimin<br />
tenkit veya muaheze edemiyeceği bir hakikat olduğundan<br />
onun naklinde şahsî fikirler müdahele edemez.<br />
Türkçenin zenginliği<br />
Geçenlerde Maarif Vekâleti Vekili bulunan İsmet Paşa<br />
Hazretlerinin kendi riyasetlerinde toplanan İlmî İstılahlar<br />
Komisyonunun ilk celsesinde söyledikleri nutkun suretini<br />
gazetelerde okuduğum zaman bir sürpriz karşısında bulu-
_ 174 -<br />
nan insan gibi şaşalamıştım Fakat benim bu şaşalamam<br />
bazı kimselerde olduğu gibi kullanılmamış ve hiç bir yeni<br />
yazıda yer tutmamış olan türkçe kelimelerin verdiği sade bir<br />
hayretten ibaret değildi. Ben de ismet Paşa Hazretlerinin<br />
bir lisancı, yahut bir lisan inkılâpçısı olmadıklarını biliyordum.<br />
Ve kendi kanaatimce tarihî bir kıymeti olan nutuklarının<br />
bir örnek olarak söylenilmediğini tahmin ediyordum •<br />
Onun için bir müddet düşündüm: Beni şaşırtan, daha<br />
doğrusu sevindiren bu tesirin mahiyeti ne olabilir.. Yavaş<br />
yavaş anlıyordum, sebep şu idi: Bu nutuk alelade bir ütopist,<br />
bir mevhumeci tarafından ortıya atılmıyor, büyük ve<br />
temiz inkılâbımıza o kadar çok inanmış ve bu inkılâbın<br />
manzaralarını ve renklerini o kadar eyi işlemiş kudretli bir<br />
fen ve hayat kahramanı tarafından söyleniyordu.. Kelimeleri,<br />
menuslukları her ne olursa olsun, nutkun, gayet şiddetli,<br />
gayet feyizli bir aksisedasi olacaktı: Türkçe zengin<br />
bir lisandır. O bir hazînedir. Onu arayıp meydana çıkarmak<br />
lâzımdır. Siyasî bir velayetin türk lisan ve san'at<br />
adamları için açtığı yenilik hayatının kıymetini ancak evvelden<br />
beri çalışanlar bilebilir. Bundan yirmi sene evvel<br />
bütün yazılarımdan arap ve acem kayidelerine göre yapılan<br />
terkipleri atmıştım. O zaman arap harfleriyle yazılan türkçenin<br />
imlâsını da elimizden geldiği kadar sadeleştiriyorduk.<br />
Fakat bunları yalnız şahsî kanaatimizin dayiresine hapsetmiyorduk,<br />
Darülmuallimin talebesine de telkin etmiye çalışıyorduk.<br />
Bir gün bir makalemde "kadar,, kelimesini<br />
okunduğu gibi yazdığım ve "kader w<br />
şeklinde yazmadığım<br />
için şiddetli bir hücuma uğramıştım. Bu gün o telâkki<br />
devrinden çok uzaktayız. Türkçenin hür ve medenî bir<br />
milletin meramını ifade etmek kudretine kani olduğumuz<br />
içindir ki Darülfünun arkadaşlarımızdan üç zat ile birlikte<br />
türkçe bir felsefe kamusu vücude getirmeğe altı aydan<br />
beri çalışmaktayız. Türkçenin bir şiir lisanı olarak ne<br />
kabiliyette olduğunu selâhiyet sahibi olan san'atkârlara<br />
bırakıyorum.
- 175 -<br />
Tecrübelerimize göre türk lisanı en felsefî düşünceleri<br />
bir avrupa lisanı gibi vuzuh ve kuvvetle ifade edebilir.<br />
Şimdiye kadar bu asaletli lisan felsefeleşmemişse kabahat<br />
•onun değil, koullananlarındır.<br />
Zavallı dilsizler<br />
336 senesi Londra'da aptal, kör çocuklara mahsus<br />
•olan iptidaî mekteplerini ziyaret ediyorum. Elimde Maarif<br />
İdaresi tarafından verilmiş bir cetvel var, mekteplerin<br />
isimleri ve adresleri yazılı. Bu cetvelde ziyaret etmek üzere<br />
olduğum mektebin ismi hizasında " Deaf Sehool „ diye bir<br />
işaret gördüm, o zaman ingilizce pek az bildiğim için manasını<br />
anlayamadım. Kör, sağır, dilsiz., diye kelimeyi hayalimde<br />
tefsir edip duruyordum. Mektebin bulunduğu mahalle merkezi<br />
Londura'nımn kara, sisli manzarasına zıt, açık, yeşil, parlak<br />
ve neşeli idi. İki keçeli ufak, şık, boyalı, köşk tarzında<br />
evler.. Hemen hepsinin önünde ufak, vahşî bir bahçe var,<br />
hemen hepsinin kapıları, pancurlu nefti boyalı!.. Sokaklar<br />
inadına zikzak! Yanıltıcı ve gözleri eğlendirici bir perişanlıkla<br />
sağa sola dönüyor, daralıyor, genişliyordu...<br />
Nihayet mektebe vardım. Ağaçlar, çalılıklar ve çiçekler<br />
içinde nefti yeşil boyalı, ingilizkâri bir köşktü.. Burada<br />
bize göre mektebi, kışlayı hatırlatan bir şey yok! Çocuklar<br />
bahçede imiş. Baş muallim yanlarına götürdü. Bahçe dedikleri<br />
yer, şirin bir park. Çiçekler, ağaçlar, kuşlar, böcekler,<br />
çocuklar her şey, her şey, bütün canlı mahlûklar... Ta<br />
uzaklarda bir çocuk kümesi taplanmış, besbelli ders yapıyorlar<br />
.. Yaklaştık, hocaları aynı biçimde bir adam..<br />
Zayıf, uzun boylu, matruş bir İngiliz.. Çocuklar yazdılar yazdılar,<br />
hesap yaptılar, raksettiler, biri de tarihî bir manzume<br />
okudu. Nihayet en sevimlilerinden bir kaç kız hocanın<br />
teşvikiyle yanıma yaklaşdı. Gayet açık bir telâffuzla ve
— 176 —<br />
benim anhyabileceğim derecede sade bir ifade ile nereden»<br />
geldiğimi, nereye gideceğimi, İstanbul'u Türkleri sordular...<br />
Pek az bildiğim ingilizce ile yalan yanlış bunlara cevap<br />
vermeğe çabaladım.<br />
Bu açık hava mektebini terk ettikten sonra yolda baş;<br />
muallimin bir nokta hakkında nazarı dikkatini celbetmek<br />
istedim:<br />
— Affedersiniz efendim, dikkat ettim, çocukların ekserisi<br />
ingilizceyi pek güzel telâffuz ediyorlar! Fakat boğuk bir<br />
sesle!.. Bu neden !.<br />
— A Efendi, bilmiyor musunuz! Burası bir "deaf school w<br />
dur! Burada gördüğünüz bütün çocuklar anadan doğma sağırdırlar.<br />
Hatta hocaları bile lakırdı işitmez!.. Dilsizler konuşmayı<br />
öğrendikten sonra böyle kısık sesli adamlar gibi<br />
konuşurlar! Dilsizlerin dillilerden farkı budur...<br />
Bu derecesi inanılır şey değildi!.. Beni büsbütün bir<br />
merak aldı. Londra'da nekadar "deaf school,, varsa hepsini<br />
ziyaret ettim. Usulü tedrislerini tetkik ettim. Hakikat, eksik<br />
olan biçare dilsizlerin dili değil, dillilerin "dilsizlik hakkındaki<br />
fikri, malumatı„ idi!.. Dilsiz dediğimiz "sağır dilliler»<br />
" işiten dilliler „ gibi konuşmıya, lakırdı işitmiye değilse<br />
bile, "lakırdı görmiye,, ve lakırdı anlamiya mukatedrir oluyorlardı.<br />
Hem de en basit pedagoji kayidiyle: Ağız hareketlerine,<br />
seda mahreçlerine dikkat ettirerek... Bu basit görgüler<br />
hem hoşuma gidiyor hem de şarkta dili yoktur, diye<br />
konuşturulmıyan dilsizleri düşündürerek beni mahzun ediyordu.<br />
Nihayet İstanbul'a geldim. Bir gün Aksaray'dan aşağı<br />
doğru iniyordum. Ragip Paşa Kütüphanesinin önünden geçerken<br />
gözüme ilişti: Dilsiz Mektebi. Çok şey, dedim. Demek<br />
bir dilsiz mektebi varmış!.. Evet vardı. Hatta çocukken<br />
resimli gazetelerde resimlerini bile görürdük. Daiyma "Padişahım<br />
çok yaşa,, işaret eden vaziyette çıkarırlardı!!.. Ben<br />
de tabiatiyle bir kere bu mektebi ziyaret etmek merakı<br />
uyandı. Gittim. Burası eski hatıraları uyandıran ağır başlı
- 177 -<br />
tarihî bir yerdir. Havlıya girer girmez sağa dönülüyor. Mermer<br />
bir merdivenden yukarı çıkılıyor. Büyük ve loşca bir<br />
odaya giriliyor... Bu odada üç beş çocukla köşede ufak<br />
ve eski bir yazıhanenin başında oturmuş, orta yaşlı, kır sakallı<br />
bir zat vardı. Selâm vererek yanına yaklaştım. Adamcağız<br />
selâma mukabele etmediği gibi yerinden de kımıldamadı!<br />
Onda vakitsiz bir misafiri istiskalden ziyade, ziyarete hayret<br />
eden adam hali vardı!. Yanındaki sandalyeye oturdum ve<br />
dedim ki:<br />
— Dilsiz Mektebini ziyaret için geliyorum, müsaade<br />
ederseniz bir fikir alacağım.<br />
Yerinden kımıldamıyan adam gene mukabele etmedi.<br />
Bir kaç saniye geçtikten sonra başını pencereden tarafa<br />
çevirerek.<br />
— Of!..<br />
diye haykırdı ve titriyen sesiyle şu sözleride ilâve etti:<br />
— Yarabbi! bu ne hikmet ! Otuz senedir burasını<br />
bekliyorum... Meğer bu memlekette dilsiz mektebini görmek<br />
istiyen insanlar da varmış!. Hamdolsun, çok şükür yarabbi!.<br />
Derdii adamın hali bana çok dokundu. Artık mektebi<br />
tedrisatı, her şeyi bıraktım. Bu otuz senelik dilsizler<br />
babasını dinlemiye koyuldum. Dinledikçe ezildim, gençlik<br />
ve insanlık namına ezildim. Hele bir muallim olduğuma<br />
sıkıldım. Burası ihmal ve teseyyübün, cehlin, vukufsuzluğun<br />
dilsiz çocukları gömdüğü bir mezardı!.. Yarabbi!<br />
Otuz senedenberi belki hiç değişmemişti. Mektebin yegâne<br />
sekenesi olan bu beş çocuk halâ ellerini, gözlerini ve<br />
kaşlarını kımıldatıp duruyorlar!. Fakat bunu kim ayıphyabilirdi!<br />
Bakınız müdürün anlattığı vak'alar ne kadar<br />
canlı, ne kadar acıklı şeylerdi:<br />
— Ah Efendi oğlum! Soruyorsunuz ki dilsizler de tahsile<br />
heves var mıdır Neden olmasın! Ba*k şu çocuğa! İşte<br />
o, her gün buraya Eyip Sultan'dan gelir! Fakir, zavallı bir<br />
yetim! Bir ablası var. O da onun gibi fakir ! Her gün elin-<br />
12
- 178 -<br />
den tutar, ta evinden buraya kadar getirir, sonra gider,<br />
şu karşıki viranenin otları üzerinde oturur. Akşamlara kadar...<br />
Bak şimdi oradadır!..<br />
Kederli adam başını pencereden tarafa çevirdi. Teessrden<br />
yaşarmış gözleriyle dilsizin ablasını aramağa başladı.<br />
Artık dayanamadım, kalktım. Sersem ve perişan bir halde<br />
kütüphaneden çıktım, uzaklaştım.. O tarihten beri dilsizlere<br />
çok tesadüf etmedim. Ettimse de görmemezliğe geldim.<br />
Sanki bunlar benim cinayetimin kurbanı olmuş biçarelerdi!..<br />
O teessürü veriyorlardı. Şu dakikada ben dilsizleri yazarken<br />
elim titriyor! Bir gün dilsizlerden biri çıkıp ta bizi süründüren<br />
dillilerden bir intikam alalım, diye rasgele yakama<br />
sarılırlar diye korkuyorum!<br />
İşte Şehremini'nin "var mı M<br />
dediği dilsiz mektebi vardır.<br />
O işte budur. Yine Şehremini'nin "dilsizleri mi! Elimden<br />
gelse dillileri okuturum!,, derken düşündüğü "dilsizler»<br />
de onlardır! Şehremini'nin insanlık kafilesine seçtiği dilliler<br />
hep birden işte bizleriz!..<br />
Hiç kimseye düşmanlığım yoktur; ne Şehremini'ne,<br />
ne de Şehremanetine!. Ben "Dilsizler! Dilsizler!,, diye dilsizleri<br />
insanlık haricine çıkarken tasnifle yine dilsizleri<br />
tahsilden mahrum bırakan kalp mantığın düşmanıyım. İşte<br />
dillilerde bu kafa varken buna dilsiz ne yapsın
Çocuk
— 181 -<br />
Çocukları yaşatalım...<br />
"Akşam n<br />
t' nevvelki günkü nüshasında " üç sende yedi<br />
çocuk validesi „ diye bir fikra vardı: Bu fıkra bu gün ber<br />
hayat kalan evlât anası bir valideden bahsediyor; bu çocukların<br />
babası fakır bir muhacirdir, muhtacı muavenettir,<br />
hükümet ve memleket bunlara şefkatini göstermek mecburiyetindedir<br />
„ diyor. İstanbul'da bir ayile tanırım ki sekiz çocuk<br />
sahibidir. Cenabı Hak bu ayilenin çucuk nüfusunu yakında<br />
dokuza da baliğ edecektir diyorlar... Baba beş yüz kuruştan<br />
fazla maaşı olmıyan fakır bir müezzindir. Valide gene hiç<br />
varidatsız ve servetsiz zavallı bir kadındır. Baba her akşam<br />
için beş okka ekmek parası olan seksen üç kuruş otuz parayı<br />
kazanmak için ayrıca rençperlik ediyor. Bu ayileye ayit<br />
gayet hazin bir vakayı burada hikâye edebilir miyim<br />
Senelerce evvel, Milli Harekâtın henüz başlangıcında bulu<br />
nuyoruz. Bir gün bu valideye yanında dört beş çocuğu<br />
okluğu halde rasgeldim. Manzara çok samimî ve çok acıklı<br />
idi. Gayrı ihtiyari:<br />
— Hanım İnşallah Mustafa Kemal Paşa İstanbul'a<br />
gelir de senin çocuklarına nafaka bağlar, dedim. Kadın<br />
bu sözlerimi çok hissetti. Ve onlara benim zihnimdekinden<br />
fazla ehemmiyet verdi:<br />
— Ah, Byeim, Allah onun düşmanlarını kahretsin; ahllah<br />
Mustafa Kemalin ordularını muvaffak etsin; bütün bu<br />
yavrular onun emeline feda olsun... dedi. Hayat, mukadderat,<br />
büyük adamın iradesi... ne derseniz diyiniz; bu<br />
sekiz çocuk annesinin arzusunu yerine getirdi. Bundan<br />
üç ay evvel gene bu kadına rasgeldim. Gözleri gözlerimin<br />
içinde, çocuklarının nafakasını soruyordu... Hemen kendi<br />
ağzından bir istida yazdım. Bu istidayı Heyeti İlmiye içtimaına<br />
giderken Ankara'ya götürdüm. Aynı istidayı Darülfünun<br />
müderrislerinden maruf bir zat Muaveneti İçtimaiye
- 182 -<br />
Vekâletinde bulunan doktor Tevfik Rüştü Beye verdi ve<br />
tavsiyede bulundu Bu istidanın neticesi ne olduğunu henüz<br />
öğrenmedim.<br />
Daha bir vaka ki hatırası hayatımın en müellim dakikalariyie<br />
karışmıştır: Bundan dört sene evvelgünün birin de<br />
Çamlica'da bir kadın üç çocuk birden doğurdu. Valide için<br />
çocuklar için yer, yurt yoktu. Harap bir evin çerçevesi» ve<br />
camsız odasına sığınmışlardı. Tahta parçaları yakarak çocukları<br />
isıtmıya çalışıyorlardı. Biz bunu haber alıp imdada gidinciye<br />
kadar çocukların üçü de ölmüştü !..<br />
Bütün bunları sayıp döküp ferden ferda merhametsizliğimizi<br />
iddia edecek diğilim. Milletteki sefalet fertlerdeki<br />
hissizliğin bir neticesi olduğunu söylemek istemiyorum. "Bir<br />
batında üç çocuk!,, fıkrasını Akşam'a yazdığımve Allah'tan<br />
bu çocukları ısıtmak için kömür ve çıplak vücutelrini sarmak<br />
için kundak istediğim zaman zegnin, fakir, kadın, erkek<br />
bir çok Akşam karileri matbaaya hücum etmişler, üçüzlere<br />
hediye göndermişlerdi...<br />
Bu seri hassasiyet çocukların müdafaası, çocukların<br />
himayesi için milletimizin ruhunda ne sağlam bir merhamet<br />
kumaşı olduğunu ispat eder. Binaealeyh fakir çocuklar<br />
hakkında türk milletinin hissini, merhametini celbetmek<br />
için teşvike, tehyice de hacet yoktur. Bu şevk zaten mevcut<br />
ve bu heyecan kâfidir bile.. Çocuk müdafaası ve çocuk<br />
himayesinin nüfus ve iktisat noktasından kayidelerini,<br />
neticelerini ilâna ve ispata da muhtaç değiliz. Bu gün tenakusu<br />
nüfus ve tezyidi nüfus bahsinde ortiya konulan en<br />
basit hakikat şudur: Bir memleketin nüfusu doğurmıyan,<br />
ve doğurmak istemiyen kadınlarını zorlamakla değil, fakat<br />
tabiyetiyle doğan çocukları yaşatmakla artabilir.. Yine bu<br />
bahsin şayanı dikkat keşiflerinden biri de şudur: Nüfusun<br />
eksilmesi aleltlâk tevellüdatın azalmasından değil, çouk<br />
vefeyatimn artmasından ileri geliyor.. O halde bütün çocuk<br />
siyaseti yeni doğanları ve doğmuşları öldürmemek esbabını
- 183 —<br />
aramaktadır. Buna muktedir misiniz Değilseniz doğurmıyan,<br />
doğurmakta manevî bir zevk bulmıyan, çocuktan<br />
hoşlanmıyan anaları akılla, fikirle mantıkla, istatistikle zorlamakta<br />
bir fayide yoktur..<br />
Acaba çocukları ölümden, ölmekten ve öldürülmekten<br />
niçin kurtaramıyoruz! Bence bunun sebebi gayet basittir:<br />
Ferden ferda merhametli, hamiyetli, çocuk muhabbetlisi olmamıza<br />
rağmen biz Türkler, çccukları yaşatacak, fakir çocuk<br />
analarını doyuracak, tabiî bereketi tenasülleri teşvik edecek<br />
içtimaî bir teşkilâta henüz malik değiliz! Bu teşilatsızhğın,<br />
eğer farziyemde yamlmayorsam, en büyük zararını gören<br />
ve çeken şehirlerdir. Çünkü çocukları temiz havadan, eyi<br />
sudan, mikropsuz sütten ve fakir olan anaları babaları mahalle<br />
ve köy tsanüdünden en çok mahrum olanlar onlar, o biçarelerdir.<br />
Halbuki köyde.. İş daha başka türlüdür. Ben<br />
bir şehirliyim; farzediyorum ki İstanbul'un en güzel bir mevkiinde<br />
oturuyorum; fakat buraya gitmek için ne araba yolu<br />
ne de piyade yolu yoktur. Bu insan geçmiyen kaldırımları<br />
benim ve birkaç mahlelinin eline kürek alarak yapması<br />
mümkün müdür Bu koca yolu belediye yapmazsa ben nasıl<br />
yapabilirim! Hatta vergimi muntazaman vermem, vatanî<br />
vazifelerimi günü gününe yapmam bu işde neye yarar! Varidatın,<br />
servetinin menbaı olan arabaların tekerleklerini kırdıran,<br />
ve insanların ayaklarını inciten bir belediyeniz faaliyette<br />
oldukça!..<br />
Demek ki bu çocuk asrında bu çocuk mezhebini gütmek,<br />
bu çocuk muhabbetini yapmak, ve bu çocuk nüfu-<<br />
sunu himaye etmek için ihtiyaç "içtimaî bir teşkilât,,a' dır.<br />
Bu teşkilât ister Hilâliahmerin bir şubesi gibi vücude getirilsin,<br />
ister Himayeyi Etfalin tevessuu şeklinde olsun, dayima<br />
"içtimaî bir teşkilât,, mahiyetinde, millî bir tesanüt halinde<br />
tecelli etmelidir. Büyük bir kumandan yaratıcı dehasiyle<br />
milletin iradesini gene milletin halâsı için istimal ettiği<br />
gibi, aynı milletin iradesini müstakbel vatandaşları olan
- 184 —<br />
mini minilerin canım kurtarmak için de işletmek mümkündür<br />
ve lâzımdır. Bir zatin dediği gibi: Türkiye'de darüleytamlar<br />
tesisi tnevzuubahs değildir; Çünkü bu gün yetimleri<br />
ve muhtaç çocukları ile Türkiye baştan başa bir darüleytamdtr...<br />
Bu mübalağada çocuk vaziyetinin vehametini gösteren<br />
bir kasıt vardır.<br />
Yetimde bir insandır L<br />
Darüleytamların mukadderatını düşünen insanların bir<br />
kısmı şöyle diyor: " Bu çocuklar mademki yetimdir, fazla<br />
okuyacaklarına iş öğretsinler, konforu bilmesinler, meşakkate<br />
katlansınlar.. Mademki yetimdirler, anaları babaları yoktur,<br />
hayatın bütün mahrumiyetlerine alışsınlar ve illâ bu kadar<br />
temizliğe ve güzelliğe alıştıktan sonra betbaht olurlar!...,, yn*<br />
fikirlerle darül ey tamları tenkit ederek diyorlar ki: "Çocuklar<br />
bu tedrisatınızla fikir mesleklerine sevkediyorsunuz, halbuki<br />
bunlar esasen yüksek tahsil görecek derecede zengin<br />
değildirler: Konfora alıştırıyorsunuz, halbuki bu zavallıların<br />
ayilelerinde yatacak yer yoktur! Paranın, servetin imkânlarından<br />
istifade ettiriyorsunuz. Halbuki esasen fıkara çocuklarıdırlar!<br />
Hülâsa siz darüleytam mürebbileri, çocukları<br />
müstakbel hayatlarının sefalet ve zaruretiyle mütenasip bir<br />
surette yetiştirmiyorsunuz! Onların ayilesini, mazisini, içtimaî<br />
sınıfını nazarı itibare almıyorsunuz! Çocukları bozuyorsunuz!,,.<br />
On seneden beri memleketimizde darüleytam teşkilâtı<br />
etrafında yapılan bütün itirazların ve yapılan bütün hücumların<br />
belli başlı fikri ve felsefesi işte bu garip mülâhazadır.<br />
Bu tarzı telâkkiyi kısa bir sözle ifade edebiliriz:<br />
" Yetimi yetim bırakınız!. „ Darüleytamlara yetim olarak<br />
gelenleri gene yetim olarak çıkarmak, işte darüleytamlar<br />
için gayet kuvvetli, ve gayet müessir olan telâkki. O de-
— 185 —<br />
recede ki günün birinde İstanbul şehri düşman kuvvetleri<br />
tarafından işgal edildiği ve yetim yuvalan basılarak üç<br />
bin yetim sokağa döküldüğü gün hepsini saraylara yerleştirmek<br />
suretiyle hayatlarını kurtaran adamı düşürmek<br />
için de aynı mantğı, aynı silâhı kullandılar, dediler ki:<br />
— Bu adam çok çalışkan, çok iyi bir müdiri umumî,<br />
fakat fena roürebbi.. Çünkü yetimlerin erkeklerini " Bey „<br />
kızlarını " Hanım „ yapıyor; her yetimin kat kat çamaşırı,<br />
tertemiz karyolası var! Yetimlere bulgur çorbası yerine<br />
et ve tatlı yediriyor. İşe 5 , rençber yapacak yerde muallim<br />
ve lise talebesi yapıyor Bu sefahat, ve bu israf yetim<br />
lerin atisi için büyük bir tehlikedir...<br />
Bu satırları yazmadan üç saat evvel görüştüğüm kıymetli<br />
bir maarif adamımız ise Balıkesir'deki darüleytamin müdürü<br />
bulunduğu zamana ayit hatıralarından bahsederken<br />
diyordıki:<br />
— Bana en çok yetimlere et ve tatlı yedirdiğim için<br />
hücum ettiler! Hücum edenler arasında maatteessüf münevverler<br />
de vardı. "Niçin bulgur çorbasiyle beslemiyorsun!.»<br />
diyorlardı!. Yetimlerin iyaşe ve ibatesine aiyt her ne teceddüt<br />
yaptımsa kabul etmediler. Ve evlerinde görmedikleri<br />
şeylere alıştırmak muzurdur dediler!..<br />
Hülâsa yetimler bahsindeki bu zihniyet umumî ve saridir.<br />
Bu yalnız cahillerde değil, bir dereceye kadar münevverlerde<br />
de vardır. Ben darüleytamların teşkilştını bu tarzda tenkit<br />
ve tezyif edenlere çok rasgeldim. Teessüf ederim ki<br />
bu haleti zihniyenin menşei ne içtimaî bir endişe, ne de ilmî<br />
bir mülâhazadır, bu sırf inhisarcı bir kafanın mahsulüdür.<br />
"Yetimleri yetim bırakmak!,, düsturu bir terbiye düsturu<br />
değil, artık yıkılması lâzım gelen bir hurafedir. Çünkü bu<br />
düsturun menşei ahlâkî bir mülâhaza değil, tarihî bir hurafedir..<br />
Düşünelim ki, "yetim de bir insandır ve her insan<br />
gibi cemiyetin bütün nimetlerinden hissedar olmak hakkini<br />
taşır„. İnsanları zengin ve fakir, kibar ve avam, şehirli ve
- 186 -<br />
köylü, beyaz ve siyah... gibi farklarla ayırmak musavatçı<br />
bir millette nasıl mevzuubahs olabilir. Müsavatçılık demokrasinin<br />
temelidir. Eğer bu müsavatçılık bilfiil tahakkuk<br />
etmezse demokrasi yalan olur!. Sonra mademki Türkler<br />
hukukan müsavidirler, o halde anası babası olan türk<br />
ile olmıyan türk arasında hiç bir imtiyaz farkı olmamak<br />
lâzım gelir.<br />
Her Türk müstayit olduğu ve arzu ettiği mesleği intihapta<br />
serbes olmalıdır. Herkese her çocuk veya gence<br />
mesleğini kabul ettirecek olan kuvvet, ne ebeveyni ne de<br />
hükümet olmalıdır; Fert bu mesleği kendi kendine, kendi<br />
kuvvet ve kabiliyetlerinin tabiyetine ve istikametine göre<br />
serbesce intihap edebilmelidir. Bunun için ferdin kuvvet<br />
ve kabiliyetlerini inkişaf ettirecek müessiseleri bir hükümet<br />
adamı sıfatiyle hazırlamak mecouriyetindesiniz. Bu kadar<br />
da değil; fertlerin o müessiselerden istifadesi imkânını<br />
da temin edeceksiniz. Mademki bir demokraside insanla<br />
insanın kıymet ve şeref itibariyle hiç bir farkı yoktur, ve madem<br />
ki her fert kendi kuvvet ve kabiliyetini inkişaf ettirmek hususunda<br />
serbestir; o halde yemek, içmek, giyinmek, okumak,<br />
yazmak, fikir ve iş mesleklerinden birini intihap etmek hususunda<br />
yetimde niçin hürriyet ve hak tasavvur etmiyorsununz!<br />
için bir yetimden bir çiftçi, bir demirci olacağını tasavvur<br />
ediyorsunuz da bir kumandan, bir avukat ve bir kimyaker<br />
olabileceğini kabul etmiyorsunuz Yoksa yetimlerde yetimlikle<br />
beraber uzvî bir noksan olduğunu mu tasavvur ediyorsunuz!.<br />
Her halde yetimi bütün diğer insanlardan ayırmak<br />
yanlıştır. Yetim de bir insandır ve bütün insanlar gibi,<br />
kıymetli ve şerefli bir insandır, babası, anası, serveti, evi<br />
malikânesi olmamak insanlar için kabahat olsa bile, yetimin<br />
değildir! O halde kendi çocuklarımız için reva görmediğimiz<br />
bir hayat tarzını diğerlerinin yetim kalan yavruları<br />
için hiç reva görmiyelim. Bütün insanlar gibi yetimlere de<br />
inkişaf, terakki, tekâmül kapılarını açalım ve bırakalım<br />
girsinler...
— 187 —<br />
— Bütün yetimler yalnız fikir mesleklerine mi hazırlansınlar!<br />
Bu suali sormayınız. Çünkü kaldırmak istediğimiz şey<br />
"inhisarcılık»'tır. "Bütün yetimleri hep işçi yapalım! „ demek<br />
nekadar yanlışsa, "bütün yetimleri fikir adamı yapalım demek<br />
te aynı derecede yanlıştır.. Biz "yetim,, diye bir sınıf<br />
bilmiyoruz ve kabul etmiyoruz ve yetimlerle yetim olmayanlar<br />
arasında da hiç bir fark gözetmiyoruz. Onun için bütün<br />
yetimleri terbiye edelim ve hangisi neye müstayitse onu olsun...<br />
Olacakları şeyi tayin edecek olan hâkim, yalnız istidatlarıdır.<br />
Yoksa biz değiliz! Biz sadece istidat dediğimiz<br />
bu tabiî sermayeyi azamî derecede neşvünüma ettirmiye<br />
memuruz...<br />
Şu takdirde yetimlerin mektebi alelade mekteplerden<br />
hiç farklı olamaz. Bunun farkı olsa olsa hususî ve ayilevî<br />
bir terbiye ile umumî ve resmî bir terbiye farkı olabilir ki<br />
cemiyetler içersinde ikincisi en tehlikesiz olanıdır. Hususiyle<br />
devlet burada yetimlerin doğrudan doğruya babası, vasisi<br />
mevkiinde bulunuyor. Zengin, şehirli, münevverlerin çocukları<br />
için tavsiye ve tedarik ettiği maarif nimetini yetimlerden,<br />
yani kendi çocuklarından esirgeyemez.. Bu mülâhazaya<br />
binaen " yetimi yetim bırakmak „ düsturu yerine<br />
"yetimi yetim bırakmamak „ düsturunu koymak lâzım gelir.<br />
Bunun aksi ne haktır ne de adalet.. Gene soruyorlar ki:<br />
— Fakat yetim hiç meşakkata alışmasın mı, yetim kuru<br />
tahta üzerinde yatmıya alışmasın mı.<br />
— Evet efendiler, alışsın; fakat yetim olmtyan her<br />
çocuk gibi! Çünkü icabında meşakkati çekmek, bulgurla tagaddi<br />
etmek, ve kuru tahtalar üzerinde yatmak için. Fakat<br />
her insan gibi aynı yetim neden rahata da alışmasın, neden<br />
et ve tatlı yemesin, neden temiz karyolada yatmayı öğren"<br />
meşin ve neden içtimaî meslekler arasın en müstayit olduğuna<br />
hazırlanmasın Buna da siz cevap veriniz!.<br />
Tarihte tahsil bir inhisardı, meslek intihabı ayile ve
- 188 —<br />
-verasetle mukayetti. Yeni cemiyetlerde ne bu inhisar nede<br />
bu kayıt yoktur. Herkes bir ve herkes meslek intihabında<br />
serbestir. Yetimler ise bu kayideden hiç müstesna olamazlar.<br />
Çünkü vasileri develet yani bütün milletin iradesidir.<br />
Dikkat edelim, softanın elinden aldığımız taassubu ukalâların<br />
idaresine birakmiyalım, bundan, bu inhisarcılıktan yalnız<br />
yetimler değil, bütün hayat mutazarrır olur.<br />
Sokaktaki Çocuklar!<br />
Dün öğle zamanı Edirne Kapısı'ndanberi yaptığım bir<br />
gezinti neticesinde çok yorgun bir halde Fatih meydanına<br />
varmıştım. Meydana bakarak açık hava kahvelerinden birinde<br />
oturtum. Kundura boyacılığı eden dokuz yaşında sarışın<br />
gözleri parhyan bir çocuğa iskarpinlerimi boyatıyorum. Pek<br />
te fazla düşümiyerek sordum:<br />
— Nasıl günde elli kuruş kazanabiliyormusunuz<br />
Çocuk acıklı bir tavırla başını soluna çevirdi:<br />
— Ne gezer! yirmi kuruş kazanırsak iyi! Sabahtanberi<br />
beş kuruş aldım!..<br />
Dedi. Tekrar sordum:<br />
— Şehzade taraflarına gitmiyormusunuz <br />
— Hayır, belediye bırakmıyor!.<br />
Çocuğun babası, anası kardeşleri, olup olmadığını,<br />
nerede oturduklarını, hangi mektebe gittiklerini, daha<br />
doğrusu niçin gitmediklerini sormıya lüzum yoktu. Çünkü<br />
alınacak cevabın ne olduğunu bu gibi çocuklara sora sora<br />
artık öğrenmiş bulunuyordum. Yalnız bu ufak temastan sonra<br />
köyde şehirde, irili ufaklı çok tesadüf edilen bu fakir sınıfın<br />
hayatı, mukadderatı üzerinde zarurî olarak tekrar düşünmiye<br />
başladım. Hürriyet ve müsavat temelleri üzerine yeni<br />
devletin binasını kuran türk milleti için, babasız, anasız,
- 189 -<br />
şehit çocuklarını, fıkara yavrularını elinden tutmaktan daha<br />
mukaddes ne iş olabilir Türk milletinin insanî duygularından,<br />
yüksek, zengin insanlık fikirlerinden kim şüphe edebilir.<br />
Denilemez ki bu sefaletin menşei kalpsizliktir! Hayır,<br />
bu sefaletin menşei sedece teşkilatsızlıktır. Bir milletin çocukları<br />
için cemiyetsiz kalmak felâketlerin belki en büyüğüdür.<br />
Çocuk kendi kendini yetişdiremez. Çocuk ehli bir<br />
fidandır, mutlaka, mutlaka adam denilen bahçıvanın ihtimamına<br />
muhtaçtır.<br />
Şu halde " bizde çocuk duygusu var ise de çocuk teşkilâtı<br />
için fikir yok!,, demek lâzım gelecek. Fakat bakalım<br />
bu fikir de doğru mu. Türkiye matbuatında çocuk himayesini<br />
mevzuubahs eden sayifeler az değildir. Himayeyi<br />
Etfal cemiyeti ise millî bir müessise olarak mevcuttur.<br />
Yeni Türkiye senenin bir gününü çocukların yardımına<br />
vermiştir. Daha bir çok ispatlar ve işaretler var ki Türkiye'de<br />
çocuk himayesi fikri mevcut olduğunu gösteriyor:<br />
Ancak bir nokta var. Fikirler hep bir çeşit değildir. Fikirden<br />
fikire fark vardır. Hatta meşhur Fransız feylesofu<br />
Alferd Fouillâe fikirleri ikiye ayırarak " kuvvet fikirler „<br />
ve "gölge fikirler» demişti... Gerçi her iki nevi fikir bir ismi<br />
taşıyor. Fakat ruhdaki işleri bir değildir:<br />
Gölge fikirlerin hayatta canlı bir rolü yoktur. Bunlar<br />
yalnız öğrenilen fikirlerdir. Halbuki canlı fikirler duyulan,<br />
yaşman fikirlerdir. Bunların işi hafıza ve muhakememizle<br />
değil, irademizle ve faaliyetimizledir. Bir fikir ki insanı<br />
teşebbüse, icraata sevketmez, o cansız, ölü fikirdir, sadece<br />
bir zekâ ve mantıktır... Gerçi bizde çocukları himaye<br />
fikri vardır, fakat bu henüz tamamiyle kuvvet fikir hâline<br />
gelmiş değildir. Daha ziyade zihnimizin yüzündedir. Onun<br />
için fakir çocuklara yapacağımız en büyük hizmet onların<br />
ihtiyacını bir "kuvvet fikir,, haline getirmektir. Bu husustaki<br />
tavsiyelerim şunlardır.<br />
1 — Herşeyden evvel ufak çocukların zekâsı ve kabiliyeti
— 190 —<br />
hakkındaki fikrimizi tashih etmeliyiz. Çocuklar insanların<br />
ufalmışn numuneleri değildir. Onlar nevinde münferit, kendilerine<br />
göre hayatları, kabiliyetleri olan mini mini mahlûklardır.<br />
2 — Yedi sekiz yaşında bir çocuk sade tahsil için bir<br />
talebe değil, istihsal ve iktisat kuvveti hiçte yabana atılmıyacak<br />
olan bir amildir. Binaenaleyh cemiyet için pek<br />
iayideli olan bir takım işleri bu çocukların kuvvetlerinden<br />
istifade ederek yaptırmak pek mümkündür.<br />
3 — Çocukları himaye için büyük mikyasta teşebbüslerde<br />
bulunamamızm bir mühim sebebi de Avrupa'da ve<br />
Amerika'da bu gibi işler hakkındaki teşkilâtı bilmememizdir.<br />
Avrupa'da bilhassa şimal memleketlarinde meşhur İsviçreli<br />
terbiyeci Pestalozi' nin tasavvur ettiği gibi işle<br />
tahsili birleştiren mektepler vücude getirmişlerdir. Buralarda<br />
çocuklara sepet, marangozluk, terzilik, oymacılık, dokumacılık...<br />
her şey öğretirler. Sonra kendilerine mahsus dükkânlarda<br />
satarlar. Bu gibi müessiseleri iyiden iyiye tetkik<br />
etmeliyiz. Bu tetkik o derece müşahhas olmak gerektir ki<br />
müessiseleri görmiyen türk müteşebbisleri tarafından da<br />
yapılması mümkün olsun..<br />
4 — Bütün bu teşebbüsler için memleketin bu günkü<br />
vastalarından istifade etmelidir. Maksat zengin bir memlekette<br />
muhteşem dershaneler veya iş odaları vücude getirmek<br />
değil, yüz binlerce türk çocuğunu bu günkü sefaletlerinden<br />
kurtarmaktır O halhe zaten mevcut ve metruk<br />
olan mescitlerden, medreselerden neden istifade etmiyelim<br />
5 — Diğer bir imkân olmak üzere bu nevi faaliyetleri<br />
meselâ yemeni, ufak hah, mozayık... gibi orjinal türk<br />
motiflerini taşıyan el işlerine sevketmek mümkündür ki<br />
bu suretle işlerin ecnebi memleketlerine ihraç kabiliyetini<br />
arttırmış oluruz.<br />
6 — Çocukları himaye tesisatımızı Hilâliahmer ve tayyare<br />
teşkilâtı gibi memlekete yaymakta mutlaka hayır vardır.<br />
Bu gün sokaklarda sürünmekten kurtulan bu çocuklar
— 191 -<br />
arasından yarın bir dâhinin zuhur ettniyeceğini kim iddia<br />
edebilir Yahut bunun aksini ispat edebilecek ilmî bir<br />
Icuvvet var mıdır..<br />
Çocuk maarifine olan ihtiyaç<br />
" Çocuk maarifi „ tabiri evvelâ kulağa ve zihne garip<br />
geliyor, fakat bahse yaklaştıkça munis bulacaksınız. Çocuklar<br />
zannedildiğinden fazla okuyucu ve iyi yazıları seçici<br />
insanlardır. Çocukluk devri kızgın bir muhayyile devridir.<br />
Çocuk hayalini kımıldatan her yazıyi okumak okutmak ve<br />
dinlemek ister. Hele hayatla, hareketle münasebeti olan<br />
her mevzu onun dikkatini uyandın. Çocukluk devri faaliyet<br />
•devridir. Çocuk ezeldenberi oyuncaklarını kırar, aradığı<br />
şey hep eşyanın içi, sırrıdır.. Çocukların en koyu metafizikciler<br />
gibi en mutlak sualleri sormak ve cevap istemek tabiatinde<br />
olduklauni da unutmayalım... Bizim çocukluğumuz<br />
lıiç te talihli bir devir değildi.<br />
Muhayyilemizin ateşini söndürmek için çok kere harekeli<br />
masallara bile muhtaç oluyorduk!.. Gerçi bunların<br />
arasında halk menbah, millî ruhlu eserler de vsrdı. Fakat<br />
yirminci asırda yaşıyan bir milletin çocukları ruhunun<br />
bütün yiyeceğini millî de olsa bu harekeli masallardan<br />
alamazdı. Nihayet günün birinde (Çocuklara mahsus gazete)<br />
imdadımıza yetişti. O iptidaî mecmua karikatürleri, sergüzeştleri<br />
ve renkli kâgıtlariyle bizi âdeta teshir ediyordu.<br />
Bu gün bile o mecmuanın bazı resimlerini hatırhyabilıyorum.<br />
Hulâsa çocuk, meraklı bir okuyucudur. Bunu böyle kabul<br />
«ttikten sonra inkılabımız için acaba büyük bir vazife meydana<br />
çıkmaz mı Bu büyük "küçükler kitlesini» en eyi, en<br />
güzel vasıtalarla okutmak lazım değiimidir . Bu vazifede
— 192 —<br />
muvaffak olmak için her şeyden evvel çocuk ruhunun<br />
ihtiyaçlarının göz önünde bulundurmalıyız. Bazı kimseler<br />
çocuklar için kitap, gazete ve yazı deyince bir yığın bayat<br />
nasihat reçeteleri düşünürler! Bu ne şaşkınlıktır!..<br />
Doğrudan doğruya verilen ve haplar gibi yutturulmak<br />
istenilen bu sözlerden çocuklar için fayda beklememelidir.<br />
Bazı ukalalarda " Kıssadan hisse almalı „ fikrini takip ederler,<br />
hayvanları konuştururlar, olmıyacak şeyleri olmuş gibi<br />
gösterirler, sanki bütün bu yalanlar süzülüp bir ahlak ve<br />
fazilet olacakta çocukların kalbine akacak!.. Çocuklara<br />
masal söylemek, masal okutmak zannedildiğinden çok nazik<br />
ve mes'uliyetli bir iştir. Evet, çocukların kızgın bir muhyile<br />
sahibi olduğunu, çocukların tahyiiden zevk aldıklarım hep<br />
biliyoruz. Fakat çocukların bu muhyilelerini deli saçmalarile<br />
çıldirtup yakmaktada ne çocuk ne de cemiyet için bir<br />
u<br />
fayda yoktur.. Muhyile gibi bir kuvveti tahrik „ etmekle<br />
" terbiye ve tanzim „ etmek bir şeymidir acaba !. Ben bu<br />
bahtsta dayıma Jan Jak Rosunun, lafontik masalları hakkındaki<br />
tenkitlerini hatırlarım, o tilki ve karga manzumesini<br />
hatırlayınız. Çocuk peyniri ağzından kaptıran kargadan<br />
safdillik zararlarının» öğrenecek ya tilkinin hilekârlığını<br />
öğrenmeyi tercih ederse!.<br />
Gerçi mesele bu değil. Hatta bence çocuk her ikisini<br />
de öğrenir, çünki ikiside bir fikir, bir hadise ve bir imkândır.<br />
Bunları bilmekte mutlaka zarar vardır denilemez-<br />
Fakat lazımdır ki çocuk yalınız doğruluğu ve iyiliği sevsin.<br />
İşte asıl terbiye, asıl ahlak budur.<br />
Şu halde çocukları müstefit etmek için onların karşısına<br />
geçip mutlaka ehlak dersi vermek yahut kafalarını<br />
harcıalem masallar ve yalanlarla doldurmak lazım değildir.<br />
Kabul edelim ki " hakikat en büyük mürebbidir. „ Çocukları<br />
doğrudan doğruya yahutta dolayisiyle hakikatla temasta<br />
bulunduralım. Bunun için vasıta yalnız yilan ve fil hikâyeleri<br />
değildir. Yirminci asırda makine, ev vesaitinakliye...
- 199 —<br />
Her şey her şey, bu hakikatin içindedir. O halde esk<br />
eşya derslerini ve yeni tabiat derslerini " hakikat dersleri „<br />
şekline sokarak bunlara çocuk edebiyatında mühim bir<br />
mevki ayırmak doğrudur, çocuk muhayyilesine hitap edecek<br />
yazılara gelince: Burada en mühim hisseyi tarihe, seyahatnamelere,<br />
hakikî sergüzeştlere, vukuata vermek kadar<br />
doğru bir şey olamaz. Ben ingilizce çocuk edebiyatında<br />
çok rasgeldiğimiz güzel resimli peri masallarına doğrudan<br />
doğruya taraftar değilim.<br />
1 Çocuk için masal gayet tehlikeli bir şeydir. Fakat<br />
çocuk için iyi yazılmış gerek tabiî, gerekse içtimaî vak'alar<br />
kadar canlı ve istifadeli bir şey olamaz, muhayyile bahsinde<br />
en büyük hisseyi fennî, sınaî ve bediî ihtiralara<br />
ayırmak en doğru şeydir.<br />
İlk tedrisat programlarının tarafımdan yazılan resim<br />
müfredatındaki tezyini, hayalî, ezber resim idmanlarından<br />
maksat hep budur. Bu sahede maarifimiz için yapılacak<br />
inkilâp bu usulleri sadece neşretmektir. Bu günün çocuk<br />
terbiyesinde " kendi kendini yetiştirmek „ usulünü kabul<br />
etmeli, çocuğu elleriyle çalışıp fikrî ihtiralar vücude getirmek<br />
fırsatlarına mazhar etmelidir.<br />
"El işi dersleri» serlevhasiyle on altı senedeberi Türkiye<br />
maarifinde teşhir ve müdafaa ettiğim fikrin etrafında bu<br />
gün nispeten müsayit, hatta bir derecede muhabbetli bir<br />
muhit hasıl olması beni çok sevindiriyor. Fakat bu şayifelerde<br />
iddia ediyorum ki şimdiye kadar elişi namına<br />
memleketin mekteplerinde ciddiden ziyade gösterişe ehemmiyet<br />
verildi. İşi çocuk için ve tekâmül namına değil, hariç<br />
için yahut mektep için yaptırdılar. Şüphesiz bu tedrisatın<br />
hikmet ve mantığını kavrıyan mürebbilere sözüm yoktur.<br />
Fakat umumiyetle tedrisat mevzuubahistir. Bunun yegane<br />
sebebi henüz memleketimizde gerek maarif memurlarından<br />
gerek mürebbilerden mürekkep bir elişi mutahassıslan zümresinin<br />
teşekkül edememiş olmasıdır. Bir de " elişini „ is-<br />
13
— 200 -<br />
mine bakıp ta ellerin işi zannetmek yanlıştır. Bir iş saltanatı<br />
olan demokrasi on altı senedir işidüen sesimizi elbette herkesten<br />
fazla dinleyecektir. Biz " elişleri muallimleri mektebinin<br />
„ tesisini ve Harbiye Mektebinden zabit yetiştiği<br />
gibi buradan da iş ordusunun küçük zabitleri yetişmesini<br />
bekliyoruz.<br />
Bu fikirler etrafında bütün bir milletin çocuk terbiyesi<br />
prorgamı hazırlanamaz mı . Geçen gün bir gazetede<br />
Maarif Vekili Mustafa Necati Beyin Kılıç Zade ile mülakatını<br />
yazan satırlar arasında Maarif Vekilinin mektepte inzibat<br />
usulleri hakkındaki sarih ve tamamiyle gelişi güzele söylenilmemiş<br />
olan bu sözlerinden çok ümitlendim. Türkiye Cumhuriyeti<br />
maarifi bütün cihan milletleri arasında çocuk ruhiyatına<br />
birinci derecede riayetkar bir çocuk harsinin temelini<br />
atamaz mı Hatta Türkiye maarifi bu itibar ile bir hususiyet<br />
bile gösteremez mi.., Acaba Türkiye'de bunu yapacak<br />
adamlar yok mudur<br />
Çocuklarımızı evde nasıl terbiye<br />
edelim <br />
Bazı anneler ye babalar bana soruyorlar: "Çocuklarımızı<br />
evde nasıl terbiye edelim,,. Bir çocuk sahibinin böyle<br />
bir müracaatı şüphesiz ki şayanı dikkat bir seviyeyi gösterir.<br />
Bu memlekette cisim hastalığı için bir doktora müracaat<br />
etmiyen, doktoru ye doktorluğu hakir gören insanlar<br />
vardır. Ruh hastalığı, terbiye derdi için bir terbiyecinin<br />
fikrini almak istiyenler ise yok denilecek derecede azdır..<br />
Bu böyle olmakla beraber "Çocuğumuzu nasıl terbiye edelim<br />
„ sualini soranlar çocuklarında muayyen ve müşahhas<br />
îbr kusurun tashihi çaresini araştırmıyorlar, suallerini hep
— 201 —<br />
umumî olarak soruyorlar. Bu umumî suallerin illetini araştırdım.<br />
Bulduğum illet şudur: Bu anneler ve babalar çocuklarım<br />
" terbiye etme,,'yi meselâ bir ana mektebinde<br />
olduğu gibi ancak muayyen aletler, şarkılar, oyunlar...<br />
vastasiyle olur farzediyorlar ve çocuk ana mektebinde değ&,<br />
evde olduğuna nazaran ni gibi aletlerle onu terbiye<br />
etmek lâzım geldiğini anlamak istiyorlar.. Ne garip telâkki!..<br />
Zannetmiyiniz ki ben çocuğun eline verilecek olan bir<br />
kaç tahta parçasının, hele bir kaç renkli kalemin onun zekâsı,<br />
onun yaratıcı hayatı üzerindeki tesirlerini anlamıyacak<br />
derecede dikkatsiz bir adamım!. Hayır.. Bunlar iyi,<br />
yapınız ve yapa dursunlar.. Fakat terbiyenin illetleri daha<br />
büyük ve daha bünyevîdİr. Çocuk "Froebel hediye,,'lerinden<br />
mahrum kalabilir. Ezcümle fakir çocuğun eline kâğıt kalem<br />
de geçmeyibilir. Zanneder misiniz ki her şey, hususiyle terbiyenin<br />
en mühim fırsatları artık kaybolmuştur.. Hayır,<br />
çünkü terbiyeyi vücude getiren asıl kuvvet, içtimaî hayat<br />
denilen şe'niyettir. Çocuklarınızı iyi ve asil bir terbiye sahibi<br />
etmek mi istiyorsunuz, her şeyden evvel iyi ve asil bir<br />
"yuva,, sahibi olunuz. Adi ve sefil bir evde ali ve asil duyguların<br />
yaşıaycağına inanmayınız [*].• Eviniz, eşyanız fakir<br />
olabilir, ama hakir olmasın.. Perdeniz basmadan, yemek<br />
masanız çam ağacından olabilir, ama temiz ve güzel olsun.<br />
Bütçeniz dar, yemekleriniz basit olabilir, ama sarfiyatınız<br />
makul, tagaddiniz sıhhî olsun.. Hülâsa, her şeyden evvel<br />
evinizi mutlaka evinizi is'âh ediniz. Ondan sonra yapabileceğiniz<br />
en büyük İslâhat nefsinize ayit olacaktır. Bir çocuktan<br />
henüz almadığı ve kazanmadığı terbiyeyi istemeyiniz.<br />
Bizzat siz bu terbiyeyi, bu inceliği taşıyor musunuz<br />
Her şeyden evvel ayilenin fertleri arasına emniyete, adalete<br />
taksimi amele, iniscama ayit bir inzibat koyunuz. Taki çocuklar<br />
kendilerini ahlâk bağlarına bağlanmış bir muhitte<br />
[*] Burada mevzubahs olan asillik ayile hayatının maneviyatına ayıitir.<br />
Yoksa binaya maddî serveta değil!..
- 202 -<br />
hissetsinler... Ucu] bucağı bulunmuyan bu dükkân oyuncaklarını<br />
vermiye mecbur değilsiniz. Asıl oyuncaklar evin<br />
eşyasıdır. Sandalyeler, masalar, minderler, kitaplar, kalemler<br />
ve bahçedeki taş ve toprak... Hatta çacuğun kendi<br />
karyolası, yastığı... bile onun için en canlı, en cazibeli<br />
oyuncaklarıdır. Elverir ki çocuk bunlarla oynarken siz.<br />
şu veya bu alâka ile ona mani olmayınız. Bilâkis onlarla<br />
oynamayı ve sıra geldikçe de onları kullanmayı öğretiniz.<br />
Emin olunuz ki onun için en hakikî oyuncak ona ayrılacak<br />
bir odanın içindeki mini mini karyola, hep mini<br />
mini gardrop, sandalye, masa, yazıhane ve tuvalettir..<br />
Yavrularınızı böyle bir odaya mazhar etmek kudretini taşıyormusunuz,<br />
dünyanın en mes'ut anası yahut babası siz:<br />
olursunuz, dünyanın en mes'ut çocuğu da mutlaka sizin<br />
çocuğunuz olacaktır. Oyuncak... derken beni büsbütün<br />
oyuncak aleyhtar! sanmayınız. Çocuklara mutlaka oyuncak<br />
almak isterseniz irisini, mutlaka hakikîsini alınız, mutlaka<br />
kullanılabilecek gibisini alınız. Hülâsa her şeyden ziyade<br />
ve her şeyden evvel çocuğu hakikatle temasta bırakınız.<br />
Bir yandan hakikî bir ayile hayatı, bir yandan bu hakikî<br />
ayilenin içinde çocuğun hayatı ve hürriyeti için terkedilmiş<br />
olan hakikî eşya... İşte çocukların hakikî tekâmülü için<br />
müsayit olan en kuvvetli vasıtalar bunlardır-<br />
2 Bu vasıtalar gözünüzün önünde ve ayağınızın altında<br />
durup dururken onları dışarıda ve başka yerde fabrikatörlerin<br />
kafasında, mevhumecilerin iddiasında aramayınız..<br />
Çocukların oyuncakları<br />
Oyuncakla çocuğun alâkasını herkes bilir. Oyuncaklar<br />
çocukta faaliyetin en mühim sebeplerindendir. Fakat "Hangi<br />
oyuncaklar „ sualine cevap vermek kolay değildir.<br />
Bununla beraber belli başlı noktaları tespit edebiliriz. Bence
— 203 -<br />
en mühim mesele şudur. Nasıl oyuncaklar alalım diye düşünmeden<br />
evvel, çocuk için zarurî olan oyuncakları, meşgaleleri<br />
tespit etmek lâzımdır. Bahçe bu vasıtaların başında<br />
bulunuyor. Bahçede mutlaka bir miktar kum yığıntısı bulunacaktır.<br />
Bu kumdan çocukların istifadesini temin içinde<br />
mutlaka ufak kürek ve kova gibi şeylere ihtiyaç vardır*<br />
Avrupa'da umumî parklardaki çocuk bahçelerinin ve kum<br />
havuzlarının hikmeti vücûdu budur. Evin içine gelince bence<br />
en mühim olan şey takozlardır Dört köşe dört köşe<br />
kesilmiş olan tahta parçalariyle çocuk için mükemmel oyuncak<br />
vücude getirilebilir. Yalnız mağazalarda satılan hazır<br />
tahta parçaları "Konstrüksiyon w<br />
kutuları bu maksat için<br />
kâfi gelmez. Çünkü bunlar umumiyetle pek ufak parçalardan<br />
yapılıyor. Bilâkis inşaat işlerinin büyük parçalarla yapılması<br />
çok faydalıdır. Bir çocuk mevzuu yaptığı zaman<br />
hiç olmazsa yarı boyuna varmalıdır. Onun için hazır satılan<br />
kutuları örnek yaparak marangoza büyük mikyasta yaptırmalıdır.<br />
Ufak bir keserle çivinin çocuk için en mühim bir<br />
vasıta olduğunu kabul etmelisiniz. Çocuk ekseriya yalnız<br />
olarak bazen de büyüklerin yardimiyle çalışarak bu vasıtalarla<br />
bir takım oyuncaklar vücude getirecektir. Arabalar,<br />
umumiyetle vasıtayi nakliyeler çocuk için belli bşalı cazibe<br />
mevzuudur. Ancak bu oyuncakların pek mini mini değil,<br />
çocuğun yaşiyle mütenasip ve tehlikesiz bir surette kullanılabilecek<br />
olması şarttır. Çok kapalı, mihanikiyeti çok gizli<br />
oyuncakların tavsiyesi mahzurludur. Çocuk haklı olarak bu<br />
mihanikiyetleri arıyacak ve o sırada oyuncağını behmehal<br />
kıracaktır. Netice hem zararlı hem de çocuk için kederli<br />
bir neticedir. Son yirmi otuz senedenberi çocuk oyuncaklarının<br />
resimlerinde bir tekâmül vücude gelmektedir. Şekiller<br />
mütemadiyen basitleşmektedir. Tafsilât, teferruat<br />
yerine daha ziyade ana hatlar ve bariz renkler kayim olmaktadır.<br />
Bu günkü oyuncak fabrikalarının mamulâtı ne<br />
mürebbileri ne de bizzat çocukları memnun edebilecek bir
— 204 —<br />
halde değildir. Çünkü ouyuncak amilleri bizzat mürebbiler<br />
yahut çocuklar değil, yabancılardır. Gerçi pedagoçya oyuncak<br />
fabrikalarına hulul etmek için çabalıyor. Fakat henüz<br />
bu hulul vaki değildir. Halbuki bilzat ı nneleri ve mürebbiyeleri<br />
çocuk için oynncak imaline davet etmek çok doğm<br />
bir harekettir. En sabit ve en mütevazi vasıtalarla çocukları<br />
çok eğlendirebilecek oyuncaklar vücude getirmek mümkündür.<br />
Elverir ki bun numuneleri yaparken yalnız fabrikatörün<br />
değil, büyük adamın ihtiyaçları da hâkim olmamalı,,<br />
çocuğu nazar itibara almalıdır.<br />
Çocukların odası<br />
Bizde çocukların terbiyesiyle yakından meşgul olan<<br />
anneler çoktur. Çocuklarının terbiyesini mürebbiyelere<br />
teslim edenlerin sayısı nispeten azdır. Onun için bu bahis<br />
üzerinde annelerle hasbihal etmek faydasız değildir. Garip<br />
şey, bir çok anneler "Çocuğuma nasıl bir terbiye vereyim^<br />
diye soruyorlar ve terbiye gözlerinde esrarlı bir şeydir!..<br />
Hele bu terbiyenin vasıtaları msvzuubahs olunca daha çok<br />
müteretddittirler. Hangi oyunlar, hangi oyuncaklar, hangi<br />
kitaplar ..<br />
Halbuki çocukta şahsiyetin teşkkülü, haysiyetin, mesuliyetin<br />
vücude gelmesi hatıra gelmiyen basit vasıtalarla<br />
oluyor. Bence oyunlardan ve oyuncaklardan daha mühim<br />
olan şey çocuğun odasıdir. Her şeyden evvel şu yanlış<br />
fikrimizi tashih etmeliyiz: Çocuk ne küçülmüş bir adam,<br />
ne de büyük adamın ufak bir numunesi dir. O, nevinde münferit,<br />
nev'i kendisine münhasır bir mevcuttur.<br />
Binaenaleyh çocuk büyükler tarafından mütemadiyen<br />
tamamlanması lâzım gelen bir eksik değil, umumiyetle<br />
knndisine kifayet edebilen tam bir mahlûktur. Terbiyede
- 205 —<br />
bütün mesele bu eksik mahlûku tamamlamak değil, fakat<br />
bu tam mahlûkun gene tam şekilde istihalesini temin edebilmektir.<br />
İşte bu terbiyenin ilk muhiti ayile olduğuna göre<br />
en mühim vasıtalardan biri çocuğun odasidır. Ayilede çocuğun<br />
müstakil bir odası olmalıdır. Şayet bu mümkün değilse<br />
muayyen bir oda içinde çocuğun kendisine mahsus eşyası<br />
bulunmalıdır.<br />
Bu odada aranılacak şey en mühim şartlardan biri şüphesiz<br />
sıhhattir. Fakat bu kadarı kâfi değil, çocuğun odası bir<br />
oyuncak gibi taklit oda değil, hakikî bir oda olmalıdır. İçerisinde<br />
eşya hakikî ve kullanılabilir eşya olmalıdır. Karyola,<br />
gardrop, lavabo, sandalye, masa-., gibi. Şüphesiz ideal, bu<br />
eşyanın çocuk tarafından kolayca kollanabilecek gibi alçak,<br />
küçük, sade ve dayanıklı olmasıdır. Şayet bu mümkün değilse,<br />
büyük insanlara mahsus olan eşya da zarurette çocuklara<br />
tahsis olunabilir. Bir çocuk odasının eşyası hususî bir mobilye<br />
fikrini ifade eder. Avrupa'da onunla bilhassa oğraşan<br />
ressamlarda vardır. Bu eşyanın yegane sahip ve hâkimi<br />
çocuk olacaktır. Çocuk tasarrufun bütün mesuliyet ve selâhiyetlerini<br />
taşıyacaktır. Çocuk odasının eşyası hakikatten<br />
ibaret olduğundan bu eşyanın tertip ve istimali tamamiyle<br />
büyük adam eşyasının aynı olmalıdır. Odanın ortasını dayima<br />
açık bırakmak lâzım gelecektir. Çünkü çocukla büyük adamı<br />
ayıran şiddetli oyun ihtiyacı bu boş mesafeyi zarurî kılar.<br />
Bu odanın irçerisinde oyuncakların muhafazasına mahsus birde<br />
dolap yahut raf bulundurmak pek muvafıktır. Çocuk<br />
odaları ressamları odanın duvarlarına dayima itina etmişlerdir.<br />
Bu duvarların yağlı boya olmakla beraber üzerinde<br />
çocuk hayatını tasvir eden mevzular, hikâyeler, yahut hayvanlarla<br />
süslenmesi muvafıktır. Bir odaya ve müstakil sşyaya<br />
malik olan çocukta ahlâkî şahsiyetin teşekkülü şayanı hayret<br />
derrecede çabbuk olur.
— 206 —<br />
Çocuğun terbiyesini soran<br />
anneye cevap<br />
Bana çocuğunuzun terbiyesi hakkında müracaat ediyorsunuz.<br />
Benden bu terbiye için faydası olacak amelî<br />
kayideleri soruyorsunuz. Bu sizin hakkınız olabilir. Benim de<br />
sizden istediğim bir şey var: Tavsiyelerimi dikatle okumanız<br />
ve bir kere tecrübe etmedikten sonr harcı âlem fikirler gibi<br />
yabana atmamanızdır. Siz bana muayyen vakalardan ve meselâ<br />
çocuğunuzun muayyen itiyatlarından bahsetmiyorsunuz.<br />
Yalnız çocuğunuz hakkında umumî tavsiyelerde bulunmamı<br />
istiyorsunuz. Şu halde siz de çocuğuna ideal bir terbiye vermek<br />
istiyen her ana gibi iyi ve güzel usuller keşfetmek sevdasındasınız.<br />
O halde size en az ehemmiyet verilen fakat en<br />
büyük farkları vücude getiren bazı sebeplerden bahsedeceğim.<br />
Bu sözlerini muhayyilesi kuvvetli bir nazariyecinin<br />
tasavvurları olarak değil, çocuk terbiye etmiş bir adamın<br />
amelî tavsiyeleri olarak kabul edebilirsiniz.<br />
Bir kere şu hakikati kabul ediniz ki çocuğumuza istediğimiz<br />
gibi terbiye vermek bizim elimizde değildir. Çünkü<br />
o, muayyen bir cemiyetin içinde yaşıyacaktır. Onun münzevi<br />
ve bedbaht olmaması için muhitini nazarı itibar e almak mecburiyetindesiniz.<br />
Bu itibarla çocuğunuz mümkün olduğu<br />
kadar mükemmel ve mücehhez bir türk çocuğu olacaktır.<br />
Bnnda şüphe yok. Fakat asıl mühim olan mesele başkadır.<br />
Bukünğüayile hayatımıza göre çocuk tamamiyle bizim nüfuzumuzun<br />
altında kalmıyor. Yeni hayatın temas ve ihtilât yolları<br />
çoktur. Çocuklarınızın daha ziyade yakın muhitlerinin terbiyesini<br />
alıyorlar. Bununla beraber meyus olmayınız. Çünkü<br />
bu muhitlerin en yakını gene sizsiniz. Ne yapacaksınız<br />
Bence emirlere, nehiylere çok kıymet vermeyiniz. Çocuğunuzun<br />
terbiyeli olması için hiç olmazsa şayanı tenkit olmıyan<br />
bir yuva hayatı vücude getiriniz. İntizamperver olmasın 1
— 207 —<br />
arzu ettiğiniz mini mini, intizam dersini sizin ağzınızdan<br />
değil, evin odalarından, yemek saatlerinden, elbisesinden,<br />
dolaplarınızın eşyasından alacaktır. Çocuk için intizam bir<br />
iikir değil, belki bir alışkanlıktır. O halde.. Belki siz de<br />
bir çok anneler gibi çocuğunuzun söz dinlemediğinden<br />
dolayı hiddetleniyorsunuz. Çocuğunuzun size değil, hep<br />
kendisine tabi olduğunu görüyorsunuz ve haklı olarak<br />
endîşe ediyorsunuz. Tabiî bilmiyorum. Çocuğunuzu niçin<br />
bu hale getirdiniz!. Daha doğrusu şimdiye .kadar inicin<br />
onu itaat dayiresine sokmadınız !. Bakınız size annelerin<br />
fena itiyatlarını işaret edeyim. Onlar çok kere emretmeyi<br />
bilmezler! Çocuğun müracaatını ve hususiyle ricasını kabul<br />
etmeyi bilmedikleri gibi!.. Her şeyden evvel makul olmıyan<br />
ve çocuk tarafından yapılması da mümkün olmıyan<br />
emirleri hiç vermeyiniz: " Aç dur, kımıldama, uyuma, sus,<br />
ses çıkarma! „ gibi. Çünkü bu emirleri verdiğiniz taktirde<br />
dinlenmemek akibetine oğrıyacaksmiz!.. Fakat her ne hal<br />
ise bir kere emri vediniz, hiç olmazsa yaptırınız.. Sonradan<br />
pişman olmayınız ve sonradan! fedakârlık etmeyiniz. Sizin<br />
tarafınızdan tereddüt onun için pek mühlik olur. Çocuk sizi<br />
makul ve adil tanısın, ona keyf ve hevesinizin kılıcını havale<br />
etmeyiniz!..<br />
Annelerin gerçi pek azı zalimdir, fakat çoğu da haddinden<br />
ziyade mülayimdir... Çocukla her gün meşgul olmak ta<br />
bence bir kabahattir." Çocuğunun nefeslerini sayarcasına<br />
hayatım kovahyan bir valde iyi bir eser vücude getiremez.<br />
Çocuğun maddî yahut manevî varlığı tehlikeye girmedikçe<br />
ona karışmayınız. fHer dakika elinden tutmayınız ve düşünce<br />
de her zaman kaldırmayınız. Ben ihtilâl tarihlerinin kaharamanlarım<br />
sayan, yahut seyyareleri bilen ve yahut yağmurun,<br />
karın teşkkülünü izah eden mini mini çocukalr gördüm!.<br />
Bunlar arasında büyük türk şairlerinin manzumelerini<br />
ezber okuyanlar vardı. Bilmiyorum, bu da terbiye midir<br />
Terbiye de olsa, ne işe yarar !. Hayır, Çocuğunuzu kukla
- 208 -<br />
yapmayınız. Çocuk, çocuk kalsa daha iyi olur. Onun ne<br />
allâme, ne de ukalâ olması iyi bir şey değildir. Bırakınız<br />
o çocuk kalsın. Yapacağınız en büyük hizmet, kafasını<br />
yalanlar ve yanlışlarla doldurmamak ve vücudunu hastalık<br />
larla çürütmemektir. Bu bahiste başka fırsatlarla söyleyecek<br />
daha bir çok sözüm vardır;<br />
Çocuk ve bahçe<br />
"Çocuklarımızı evde nasıl terbiye edelim„ Serlevhasiyle<br />
yine "Son Saat ,,'te çıkan bir makalemde çocukları»<br />
tekâmülünde hakikî evle eşyasının büyük tesirleri olacağını<br />
söylemiştim.. Bahçe de çocuğun tekâmülünde büyük bir rot<br />
oynamak kudretinde bir amildir. Fikrimi açıkça söyleyebilmek<br />
için evvelâ fikrimin ne olmadığını bildirmeliyim: Bazı<br />
analar, babalar, yahut mürebbiler çocuğun bahçedeki faaliyetini<br />
geliş ;<br />
güzel bir faaliyet olarak düşünüyorlar: Koşmak,<br />
oynamak, taşları toprakları karıştırmak.. Ben bu başı boş»<br />
daha doğrusu insiyakı faaliyetin ehemmiyetini inkâr edecek<br />
derecede gafil değilim. Fakat unutmamalı ki bu ehemmiyetin<br />
mahiyeti psikolociyaî olmaktan çok ziyade, fizyoloçyaîdir..<br />
Bahçede yapılan bu nevi hareket sporlarının fayidelerini<br />
en ziyade tenefüz, sıhhat... noktasından düşünmelidir.<br />
Ancak bahçe daha başka noktalardan görülecek bir<br />
mevzudur. Burada en mühim hâdise 'çocuğun nebatlarla<br />
olan müaasebetini temin elmektir. Bu münasibet bir kaç<br />
cepheden tessüs edebilir: Evvelâ nebatların hayatı, saniyen<br />
bu nebatlardan istifade, salisen bu nebatların tanzimi. Binaenaleyh<br />
bahçede hayatî, iktisadî, bediî olmak üzere üç<br />
mühim alâka mevzuuîbahstir. Çocukta bu üç alâkanın uyanması<br />
ve üç nevi şahsiyetin teşekkülü için en mühim şart<br />
"çocuğun büyük bir adam gibi mümkün olan bütün işlere
- 209 —<br />
karıştırılmasıdır.fl Babası bahçesindeki gülleri tımar ederken*<br />
sade seyreden bir çocuğun istifadesi kitap okunurken<br />
dinleyen veya tımar resimlerini gören çocuktan esaslıca,<br />
faklı değildir. Bir çok kimseler "amelî,, sıfaitı terbiyede<br />
"gözle görülen„ mevzulara veriyorlar ki tamamiyle yanlıştır.<br />
Bir mevzu maddeye ayit olup ta hasseler ve adaleler<br />
ile yaşanmıyorsa " Amelîlik „ sıfatını alması haksızdır.<br />
Binaenaleyh her işte olduğu güi, bahçe işlerinde de amelîlik<br />
sıfatını " adelî faaliyet „ , daha doğrusu " icat ve istihsal „<br />
fikirleriyle birleştirmelidir. Bahçe işle rizannec ildiğinden çok<br />
fazla zekâya ve tefekküre muhtaçtır. Meselâ ağaç dikmek,<br />
ağaç aşılamak, ağaç budamak ameliyeleri keyfî, tesadüfi<br />
faaliyetlerden değildir. Bunlarda da yine hayat, iktisat ve<br />
güzellik esasları vardır. Çocuklar bu mevzuların her biri<br />
hakkında ya büsbütün malûmatsızdır, yahut kafasında bir<br />
çok yanlış malumatla beraberdir. Meselâ "Bir cins ağaç<br />
nasıl çoğaltılır „ sualine derece derece doğru ye kıymetli<br />
cevaplar vermek mümkündür: 1 - Ananın yavrularından<br />
ayırarak, 2 - Ananın dallarından çelik yaparak, 3 - Ananın<br />
çekirdeğinden dikerek, 4 - Ananın çekirdeğinden yetişen<br />
yabanilere aşı vurarak, 5 - Yabaninin çekirdeğinden yetişen<br />
yabanilere ananın aşısını vurarak. Fakat bu beş şeklin<br />
bşe ayrı kıymeti ihtiva eder. Bunlar çocuk, yahut acemi adam<br />
için meçhuldür. Bu kıymetler dizisi de sebepsiz değildir.<br />
Ancak hayatiyatın mutalariyle izah edebilir.<br />
O efkâr umumiyeden çok ziyade eşyanın tabiyetini,<br />
hâdiselerin muayyeniyetini görür, eserinin muvaffakiyetini<br />
söz ve fikir rüşvetinden değil, tabiyetinden koparır. Binaenaleyh<br />
teknik adamı hoşa gitse de gitmese de içtimai tekâmülün<br />
muhtaç olduğu adamdır.<br />
Şu halde bu güukü Türkiye'nin muhtaç olduğu vatandaşlar<br />
faaliyetin senpatik gösteren işgüzarlara değil, eşyanın<br />
tabiiyetine müstenit ve içtimaî tekâmüle hadim yaratı.
- 210 —<br />
cılık hassasını gösterebilenleredir. Malin iyisi kötüsü gibi,<br />
faaliyetin de hakikîsini ve kalbini seçelim..<br />
Çocuklar için iş odaları<br />
Türkiye şehirlerinde bir çok mescit, ufak cami vardır.<br />
Bunlar metruk bir hâldedir. Halbuki her mescidin yahut<br />
ufak caminin büyük bir salonu, ekseriya akar suyu, hiç<br />
«olmazsa tulumbası, apteshaneleri vardır. Bunların kendilerine<br />
göre vakıfları, varidatları da vardır. Acaba bu cemaatsiz,<br />
.metruk camiler hiç bir işe yaramaz mı ..<br />
Bu binalar böylece kapalı kalmıya mı mahkûm olacaklar<br />
Bunları alelade mektepler olarak kollanmak mümkün<br />
olmasın, fakat fevkalâde mektepler olarak kullanmak mümkün<br />
değil midir. Fikrimi izah ediyorum:<br />
Her şehirde, yüzlerce fakir, aç ve çıplak çocuk vardır.<br />
Bunlar dilenir, sürünür, çok defa da açlıktan yahut<br />
hastalıktan ölür. Bütün bu çocuklar yalnız türk nüfusu<br />
değil, millî servettir. Bütün çocukları mahalle mahalle bu<br />
ufak mabet binalarına toplamalıdır. Bunların üç şeye ihticı<br />
yardır: Evvelâ yiyecek, sonra biraz terbiye ve tahsil, daha<br />
sonra ufak ve sermayesiz bir meslek. Her şeyden evvel<br />
karınlarını doyurmak lâzımdır. Bu da gayet basit bir teşkilâtla:<br />
Fransız mekteplerinde olduğu gibi "Cantine scolaire»<br />
teşkilâtı yapılır. En ucuz, fakat en sıhhî ve mugaddi bir<br />
kap yemek verilir. Sonra bunları okutup yazdırmak lâzım.<br />
Bunun için hatta yüz çocuğa tek hoca, kâfidir. Bu tahsil<br />
gayet basit bir tahsil olacaktır, bu faaliyet öğleye kadar<br />
devam eder. Öğleden sonra ayrı bir hoca daha doğrusu<br />
usta gelecektir. Bu yavrucaklara sepetçilik, dokumacılık,<br />
fırçacılık, paspas yapmak... gibi en basit, en kolay bir sanatın<br />
•çıraklığı öğretilecektir. Sonra çarşıda bu fakir çocuklara
— 211 —<br />
mahsus olan dükkânda bütün bu eşya satılığa çıkarılacaktır.<br />
Bu eşyanın getireceği para yiyeceklerine, üstlerine, başlarına<br />
sarfedilecektir. Ondan sonra iş odalarında tahsillerini bitiren<br />
çocuklar oraya buraya çırak olarak yerleştirileceklertir.<br />
Bu teşkilât bir tasavvur değil, tahakkuk etmiş bir fikirdir..<br />
1886 da Norveç'te yapılmıştır. Norveç iş evleri nahiyelerden<br />
yardım görürler. Bu müessiselerin gayesi himayesiz çocukları<br />
sefaletten kurtarmaktır. Bu evler Norvoç'te ekseriya<br />
zengin sınıfın kadınları tarafından meccanen idare edilir.<br />
Tesisat masraflarına mahsus olmak üzere zengin bir vakıf ta<br />
vardır. Norveç iş evlerinin varidatı hibeler, talebe işlerinin<br />
satış hasılatı, nahiye ve belediye muavenetleridir. Bizde bu<br />
teşkilâtı vücude getirebilecek olan en yakın müessise<br />
Himayeyi Eytfal Cemiyetidir Türkiye'de mescit ve ufak camiler<br />
boştur. Türkiye'de binlerce çocuk aç ve tahsilzisdir. Türkiye'de<br />
çocuk sarayı yapabilecek maddî ve manevî sermaye<br />
imkânları vardır. O halde bu çocukları sefaletten kurtarmak<br />
bir vazifedir.
Türkçülük
Asrı Türklük<br />
Bir çok"feylesoflar için "tabiati beşeriye,,sabit ve lâyetagayyerdir.<br />
Bu tabiatın ihtiyaçları, saikaları, zaruretleri birdir,<br />
ne zaman ne de mekânla değişmez " insan dayıma<br />
insandır! Yine aynı feylesofların fikrince, ahlâk ve "kavaidi<br />
ahlâkiye,, bu sabit ve lâyetagayyer olan tabiati beşeriyenin<br />
esaslı ihtiyaçlarına istinat etmelidir. Feylesofların lisanyile<br />
"ilimi ahlâk w<br />
'i tesis için ne tarihe, ne etnografyaya müracaat<br />
etmek ve bu suretle beşeriyetin zaman ve mekândaki<br />
tahavvüllerini tetkik etmek, ve bu tahavvüllerin tabi olduğu<br />
sebepleri araştırmak hiç lâzım değildir. Ahlâk ilmini tesis<br />
için yalnız feylesofun nefs ve nefsine ayit tecrübeleri kâfidir..<br />
Bu tecrübeler diğer feylesofların nefsî tecrübeleriyle<br />
daha takviye edilirse ne alâ... Onun için bu enfesü usulü<br />
kabul eden feylesofların nazarında ahlâk ilmi hikmet, biyoloji<br />
ilimleri gibi, haricî tabiyetin afakî bir surette tetkiki<br />
neticesinde tesis edilecek bir şey değil, sadece derunî tefahhusların<br />
yakın bir neticesidir. Halbuki tarih ve etnografya<br />
malûmatının mukayeseli bir surette tetkiki neticesinde vasıl<br />
olacağımız mühim neticelerden biri " insaniyet „ fikrinin<br />
mutlak olmayıp izafî olduğu, zaman ve mekânda sabit olmayıp<br />
bilâkis cemiyetten cemiyete ve muhitten muhite<br />
değişmiş olduğudur. Fransız içtimaiyatçılarından Levy-Bruhl<br />
bu değişme hâdisesini ahlâk ilmine dayir olan meşhur eserinde<br />
açık bir tarzda göstermiştir. Levy-Bruhl bu eserinde<br />
" insaniyet „ fikrinin tarihin bildiği bütün devirlerde bir<br />
olmayıp Yunanı kadimde, Roma'da, Hiristiyanhğm ve İslâmlığın<br />
zuhurundan sonra başka başka olduğunu ve "insaniyetlin<br />
etnografyanın fiziyolojinin tavsif ettiği bütün insanları<br />
değil, sadece bir kısım insanları ihtiva ettiğini söylüyor..<br />
Filvaki Yunam kadim felsefesinde mevzuubahs olan " adam „<br />
insaniyet değil, sadece " Yunanlı „ idi. Eflatun'un Cosmo-<br />
14
— 216 —<br />
lojisi ancak yunan sitelerini ihtiva ediyordu. Eski Yunanlılar<br />
kendilerile barbarlar arasındaki mesafeyi büyük<br />
farzediyorlar, hatta Mısır'dan ve Şarktan aldıkları medeniyetleri<br />
sonraları unutuyorlardı. Gerçi Yunanlılar nazarında<br />
barbarlarda insaniyet mefhumuna dahil idiler; Fakat<br />
bunlar ikinci derecede insanlardan addedilirlerdi. Barbarların<br />
nıüessiseleri Yunanlılar için yalnız bir eğlence<br />
mevzuuydu.. Roma İmperatorluğunun tesisi bilhassa İslamiyetin<br />
intişarı bu dar insaniyet fikri yerine insanlara daha<br />
geniş muhtevalı bir "insaniyet,, fikri kazandırdı. Bihassa<br />
İslâmiyet, bütün insanları hak ve hakikat karşısında bir<br />
farzediyor, aralarındaki servet, nesep farklarını siliyordu.<br />
Fakat yine şayanı dikkattir ki Hıristiyanlık alemşümul bir<br />
din olmak iddiasına rağmen, insaniyet fikrini yalnız hâkim<br />
olduğu insanlar fikriyle birleştiriyor, hariçte kalanlara aynı<br />
kıymeti vermiyordu. Bu tarz anlayış duyuş el'an avrupahlarda<br />
devam etmektedir. Avrupalıların müstemlike siyasetleri<br />
şüphesiz " müstemlike fikri ,,'nin, müstemlike hakkındaki<br />
ahlâkî kıymetlerin bir tabiidir. Amerika'da yerliler<br />
hakkında cari olan örfler herkesin malûmudur. Avrupalılar<br />
nazarında " yerliler „ insaniyet fikrine pek zayif<br />
nispette iştirak eden unsurlardır. Bu dar insaniyet fikrinin<br />
devamına diğer bir misal de psikoloji ve ruhiyat dediğimiz<br />
eski ilmin tekâmülüdür: Bu "ilim,, yakın zamana kadar beyaz<br />
adamdan, avrupalıdan gayrisini mevzuu haricinde bırakmıştır.<br />
Levy-Bruhl'ün iptidaî cemiyetlerde zihnî melekâtm tetkikine<br />
dayir olan içtimaî psikoloji nevinden kitaplar eski neşriyat<br />
arasında pek görülmez... Eski psikoloji de mevzuubahs<br />
olan bütün " melekât „ bu beyazın ve avrupalının melekâtıdir.<br />
Ve yakın zamana kadar ahlâkî felsefe dediğimiz bahisler<br />
yunanı kadim felsefesinin yakından veya uzaktan tabii idi.<br />
Aynı tahavvülü muhtelif cemiyetlerin terbiye gayesinde de<br />
görmek kabildir: Her cemiyette terbiyenin gayesi "Adam n<br />
dır. Bu adam ve onun müradifi olan tasavvur; mücerret bir
- 217 -<br />
fikir değil, pek müşahhas bir fikir yani bedenî, fikrî ve<br />
ahlâkî itiyatları olan bir emmuzeçtir. Atina'nın nazarında<br />
bu adam ince fikirli, zevk sahibi, mücerret mübahaselere<br />
kadir olandı. Romalılar nazarında aynı adam zafere teşne,<br />
mukavim vücutlu, edebiyat ve senayii nefiseye bigâne olan<br />
bir enmuzece ayitti. Ayni adam fikri Kurunu Vustada zühdî<br />
bir mana ifade ediyordu. Aynı fikrin Rönesans'ta daha<br />
lâdinî, hürriyetperver ve edebî bir delâleti vardı, görülüyor<br />
kü müceret ve sabit farzettiğimiz mefhumlar bile zaman<br />
ve mekânla tahavvül edebiliyor. Bu tahavvülü görmek için<br />
iki üç bin senelik tarihe müracaat etmek zarurî değildir.<br />
Bizim gibi süratle değişen milletlerin tarihinde de bu tahavvülü<br />
işaret etmek mümkündür. Meşrutiyetten beri "Adam»<br />
hakkındaki telâkkimiz mütemadiyen tahavvül etmiştir, "iyi<br />
mübarek, kendi halinde, insan, melek,, sıfatlariyle tavsif ettiğimiz<br />
müteaddit adam enmuzeçleri vardır. Bütün bu tahavvülleri<br />
vücude getiren sebepler şüphesiz sathî, gelip<br />
geçici hâdiseler değil, belki cemiyetimizin esaslı telâkkilerini<br />
müteesir edebilen bünyevî sebeplerdir. Harbi Umumî<br />
bütün avrupa milletlerinin iktisadî, ahlâkî... bünyesinde<br />
mühim tahavvüller vücude getirdi. Aynı harp ve onu temadi<br />
ettiren büyük sarsıntıların da " adam 'ı n<br />
anlayışımız ve<br />
düşünüşümüz üzerinde tesiri olması zarurîdir. Bu tesirlerle<br />
bu günün Türklerin nazarında tecelli eden "adam,, enmuzeci<br />
acaba nedir.. Bence bu enmuzeci vücude getiren iki<br />
seciyeden biri " ilmî ve müspet bir kafa ,,'dır. Bu seciye<br />
eski, kof belâgatçiliğe ve seri tefekküre karşı gelen bir<br />
kuvvettir. Bu seciyeden ikincisi "içtimaî bir ahlâk telâkkisi»<br />
dir. Bu telâkki eski dar ayile ahlâkı telâkkisine karşı gelen<br />
bir kuvvettir. Her iki seciyeyi hayız olan adam asrî türklüğün<br />
başlıca seciyelerim taşıyor demektir.
— 218 —<br />
Büyük üstadın kabri başında<br />
Büyük alim ve müderris Ziya Bey! kabrinizin başında<br />
ve arkadaşlarınızın lisanından size hitab ediyorum. Ziya Bey!<br />
Hayatınız hayatı bir takım maddî ve süflî kuvvetlerin bir terkibi<br />
gibi anlayanlar için ne kat'i bir tekzipti. Ölümünüz ise<br />
mefkurenin ebediyetine ne büyük şahittir...<br />
Ziya Bey! Bundan senelerce evvel gözlerimiz karanlığa<br />
çok alışmıştı. Siz, büyük alim, bize ışığı gösterdiniz: Fakat<br />
Ziya Bey siz, bize ışığı göstermekle kanmadınız, güneşe bakmayı<br />
da öğrettiniz...<br />
Ziya Bey! Senelerce evvel hislerimiz maddî ve hodbin<br />
hislerdi. Büyük feylesof siz, bize millî ve insanî hislerin varlığını<br />
öğrettiniz!<br />
Ziya Bey, senelerce evvel irademiz mefluç bir hâlde<br />
sanki paslıydı. Büyük mümin, siz bize iradenin yaratıcı kudretini<br />
ilân ettiniz.<br />
Hülâsa Ziya Bey, siz, ilâhî bir hamle gibi cehli yıktınız»<br />
yerine ilmi koydunuz, fikirlerden anarşiyi kaldırdınız, yerine<br />
usulü koydunuz. İstibdat ve Saltanatı kaldırdınız, yerine<br />
istiklal ve hüriyyeti koydunuz, ümitsizliği kovdunuz, yerine<br />
imanı koydunuz. Siz bir Ümmeti ışıldattınız, ondan bir Millet<br />
çıkardınız..<br />
Ziya Bey siz, yalnız bir ilim ve felsefe yapmakla doy<br />
madınız, ilminizin ve felsefenizin edebiyatını da yaptınız, siz.<br />
her millî hissi alıp türk ölkesinin en hücra köşelerine kadar<br />
götürdünüz ve onlarla her türkün kalbinde histen bir abide<br />
inşa ettiniz..<br />
Ziya Bey siz, o kadar büyüksünüz kü bunu ifade etmek<br />
için bizzat yarattığınız millî edebiyatın kuvveti bile kâfi gelemez.<br />
Sizin büyüklüğünüzü teslim için susmak lâzımdır.<br />
Çünkü sükût bilirsiniz ki ekseri ahvalde bir belagattir. Yalnız<br />
Ziya Bey, mezarınızın başında susarken içtimaiyatınızın
Mİ 1/<br />
büyük ve sert bir kanununu tekrardan kendimi alamıyorum:<br />
"Fertler fani,milletler ise sırrı ebediyete mazhardırlar.. n<br />
.<br />
Yaratıcı Türkçülük<br />
Merhum Gök Alp Ziya Türkçülüğün tarihini vücude<br />
getirirken bütün menfi ve irticakâr telâkkilere isyan ederdi.<br />
Türkçülüğü mazimizin devamı gibi anhyan muhafazakârları<br />
tanımazdı. Bunların mezhebine " Tarihî Türkçülük „ derdi.<br />
Gök Alp Türkçülüğü mazimizin sultasından kurtarmak için<br />
hep mefkureyi işaret ediyor ve ona sanki İâhutî bir makam<br />
veriyordu.. Gök Alp hemen her yazısında Türkçülük mefkuresinin<br />
ne olmadığını göstermek istediği zaman felsefesinin<br />
parmağıyle işaret ediyor. Bu parmağı bazen sanatkârın,<br />
bazen de millî bir feylesofun vicdanına sokup çıkarmak<br />
istiyordu. Ziya Beyde canlı harsı afakî usullerle keşif ve<br />
tespit etmek iradesi son zamanlarda tereddüde uğramış<br />
gibiydi. Bilmem bu noktada haklı mıyım!. Çünkü hiç bir<br />
ilim, hiç bir içtimaî tefekkür bize henüz " olmıyan „ fakat<br />
* olmakta olan „ bir hayatın şahsını, vücudunu madenî bir<br />
billur gibi gösteremez!.. O hâlde hayatı hayalleriyle duyurmak<br />
istiyen sanatkârla hayatı mefhumlariyle anlatmak istiyen<br />
feylesofa müracaatten başka bir şey kalmıyordu. Gerçi<br />
hayat da bu kanaati te'yitten başka bir şey yapmadı. Biz<br />
ilmin kafasiyle olması lâzım geleni düşünmekle kaldık. Fakat<br />
bu olanın vücûdunu, şahsını, ancak Mustafa Kemal'in irade*<br />
sinde görebildik. Eğer bu millî kahraman zuhur etmeseydi<br />
ilmin mütalâası, cebrin düsturları sırf zihnî kalacaktı. Roger<br />
Marx ismindeki müellifin " Art Social „ adlı kitabının nihayetindeki<br />
ankete iştirak eden Bergson şöyle diyor: " Ana<br />
navîyi tekrar etmekle büyük sanat ananemize riayet etmiş<br />
olmayız. O sanat ananasi ki şimdiye kadar hep yeniyi ara-
mak olmuştur ... „ Bergson'un Fransızlar için söylediği bu><br />
sözler hangi milletin anane felsefesi için doğru olmaz ...<br />
Hangi yenilik " yeniliksiz n'dir .. Hangi değişiklik inkârsizdır<br />
.. Hangi ufuk geridedir .. Bence lisanda, sanatte<br />
yaşayışta yenilik, eski ananelere riayet etmekle değil, değişmek<br />
ananesine uymakla kabildir. Türkçülük fikri sanat ve:<br />
felsefe fikridir. Türkçü her şeyden ziyade sanatkâr bir<br />
feylezof olmak mecburiyetindedir. Tekniksiz bir sanat ve<br />
ilimsiz bir felsefeyi anhyamadiğımı söylemiye lüzum varmi ...<br />
Benim anladığım türkçülük<br />
Bir Türk için en samimî hayat türklük denilen manevî<br />
kıymetleri yaşamaktır. Bu kıymetlerin duyuiabilmesi için bir<br />
Türkün ne alim, ne de feylezof olmasına lüzum yoktur. Elverirki<br />
bu kıymetler lüzumu kadar sınırlanmış olsun... Bu hâlin<br />
adına "duygu türkçülüğü» diyorum. Duygu türkçülüğünün<br />
vaziyeti vecit ve istikrak vaziyetidir.<br />
Bir susuzluk, açlık duygusu gibi milliyet duygusu da ta*<br />
biatin zaruretini bildiren kuvvetlerdendir. Milliyet duygusu<br />
mücbirdir. Bununla beraber bu milliyet duygusunun<br />
ne tabiîliğini, ne de zarurîliğini hakkiyle idrak edemediğimiz,<br />
anler olmuştur. O zaman bilgilerimizle duygularımız, aklımızla<br />
kalbimiz arasında garip bir çarpışma başlar. Ruhumuzun<br />
ne ahengi kalır, yahut ne de sükûneti kalır.. Artık o zaman:<br />
ya kalbimizin durması, bilgilerimizin kontrolü lâzım gelir.<br />
Bu kontrol son hadlerine varınca milliyetler ilminden ibaret<br />
bir nevi muhkem bilgi vücude gelir. Bu son bilginin türklük<br />
için elde edilmesine de "Bilgi türkçülüğü* diyorum. Bilgi<br />
türkçülügünün vaziyetif tefekkür vaziyetidir. Fakat vaktaki<br />
bu bilgi, bu duygyu|tabiî ve zarurî bir kuvvet olarak<br />
izah ediliyor; o zaman bu tabiî saikanın imkân âleminde vü-
_ 221 —<br />
cude getirebileceği bütün hareketleri, fiilleri, eserleri mubah<br />
ve insanî görüyoruz. Onları elde etmek için çabalamak bir<br />
ihtiyaç oluyor. Ve harekete başhyoruz. Bu çalışma bir yandan<br />
milliyet vicdanımızı» tazyiki, bir yandan da milliyet ilmimizin<br />
irşadı ile oluyor. Yaşayışın bu manzarasına da "irade türkçülüğü<br />
„ diyorum. İrade türkçülüğünün vaziyeti yaratmak<br />
vaziyetidir.<br />
Türkiye'de türkçülüğün tekâmülü nazarı dikkate alınırsa<br />
bunun bu üç merhaleden ikisini geçtiği ve üçüncü merhalenin<br />
siyasî derecelerine vardığı görülüyor. O halde bugünkü<br />
Türklerin vazifesi ne duygu türkcülüğü, ne de düşünce<br />
türkçüiüğüdür, irade türkçülüğüdür. Bu da türklerin siyasî<br />
vahdetini, yahut siyasî istiklâlini elde etmek için değil, belki<br />
bir ilim, iktisat ve adalet Türkiye'sini tamamlamak için mütemadiyen<br />
irade sarf etmektir. Şimdi benim anladığım türkçülük<br />
işte budur.<br />
Türk sanatkârının anlaşılmayan<br />
s/ ••<br />
Eskiden bir İlyas Ali, bir Hayrettin, bir Sinan, bir<br />
Mehmet Ağa, bir Kasım ağa vardı. Bunlar mimar idiler.<br />
Türk mimarı idiler. Camiler, türbeler, çeşmeler vücude<br />
getirdiler. Hep bu eserler Türk oldular. Belki de bir türkçü,<br />
turkiyatçı değildiler, fakat eserlerine türklüğün damgasını<br />
vurdular. Türk toprakları garp sanatinin zevki tarafından<br />
istilâ edildiği zamanlar bu üstatların eserleri anlaşılmaz<br />
oldu. Bu istilâ devrinin sanatkâr mantığı şundan ibaretti:<br />
Eski Yunanistan sanati, yahut Rönesans sanati, yahut<br />
Barok, Rokoko tarzı en yüksek sanat nevidir. Binaenaleyh<br />
sanatın bu yüksek numunelerini taklit etmekten başka bir<br />
şey yapılamaz. Bir çok Rum, İtalyan ve Firenk ustalar bir
— 222 —<br />
bakıma türk şehirlerini zevkler vatanına benzeten yabancı<br />
eserlerini hep böyle vücude getirdiler. Lâkin bu istilâ kat'i<br />
olamazdı. Çünkü millet her şeyi, her haricî sultayı olduğu gibi<br />
kabul eden menfi bir mevcut değildi. Onun için Yunanîden,<br />
Rönesansdan, Rokokodan, Barokdan hemen hemen başka bir<br />
Yunanı, başka bir Rönesans... vücude getirdi. Fakat buda<br />
ilmî bir kastla, mantıkî bir mücahede ile sunî bir surette<br />
olmadı. Bu istihale tabiatiyle, insiyaki bir surette, kendi kendine<br />
oldu. Mimar Vedat Bey Yeni Postahane binasını yaptığı<br />
tarihten beri yeni türk sanatkârlarında şayanı dikkat<br />
bir uğraşma var. Mimarlıkta hep milliyeti türklüğü arıyor,<br />
lar, düşünüyorlar, taşınıyorlar, her binaya bir türklük dam<br />
ğasını vumak için çabalıyorlar. Türkçülük mefkuresinin açtığı<br />
çığır ne dir Bunu anlamak için otuz senedenberi Türkiye'nin<br />
her tarafında kırılan cami kemerlerine ve her tarafında<br />
şişen cami kubbelerine bakmak kâfidir!.. Âiim ve içtimaiyatçı<br />
olmıyan eski ustalar tarihe bir türk sanati kazan"<br />
dırdılar. Âlim ve içtimaiyatçı olan yeni mimarlar bize yeni<br />
bir sanat kazandırabildiler mi Eski mimarlar kırık kemeri,<br />
lkubbeyi, istilâktiti şekil âlemin Türkleri olarak kullanmadılar.<br />
Bu ustalar sade türk ve büyük sanatkâr oldukları<br />
içindir ki kemerlerini, kubbelerini, tezyinatlarım türkeştirdiler<br />
ve ilhamlarını maziden, müstehaselerden değil,<br />
vicdandan ve muasır cemiyetin hayatından aldılar.<br />
Hep teceddütçü olan bu adamların misalinden koyu bir<br />
muhafazakârlık ve ananeperestlik düsturu çıkarılabilirini..
kadın
- 225 -<br />
Demokrasi ve kadın<br />
Geçen sene îstanbu'Iu ziyaret etmiş ve Darülfünunda fransız<br />
sosyolojisine dayir bir konferans vermiş olan Paris Darülfünunu<br />
müderrislerinden Müsyü Bougle "De la Sociologie â<br />
l'Action Sociale „ adlı bir eser neşretmiştir. Bu kitabın bir<br />
faslı "Fâminisme et Sociologie,,dir. Professör Bouglö "Kadın<br />
bütün içtimaî mesleklere, bilhassa Parlamentoya dahil olmalı<br />
mı, olmamalı mı „ sualine içtimaî vakıalara müstenit<br />
tetkikat yapan bir ilmin, yani içtimaiyatın şimdiden cevap<br />
verip veremeyeceğini mevzubahs ediyor.<br />
Bougle'y e<br />
nazaran her medeniyette bir takım hâkim<br />
kuvvetleri vardır. Muasır garp medeniyetinde bu hâkim kuvvetler<br />
üçtür: Sanayi, ilim, demokrasi. Garplı her şeyden evvel<br />
tabiate hâkim bir adamdır. Garp büyük sanayiin vatanıdır.<br />
Fakat ilimle beslenmiyen bir sanayi nasıl yaşar! Onun için<br />
garp medeniyeti bir sanayi medeniyeti olduğundan ziyade<br />
bir ilim - şüphesiz müspet ilimler - medeniyetidir. Garp milletlerinde<br />
demokrasinin tarakkisi de şayanı dikkat bir vasıf<br />
mümeyyizdir: Bu milletler gitgide kendi mukadderatlarına<br />
kendileri vazıülyet olmakta, bu milletlerde hükümet yalnız<br />
halk için çahşmıya değil, halka hesap vermiye mecbur tutulmaktadır.<br />
Vicdanı ammede bu kontrola mesnet olan fikirler<br />
müsavat fikirleridir. Garp cemiyetlerinde müsavat fikirleri<br />
bir tesadüf veya keyif mahsulü müdür! hayır! Belliki<br />
bu fikirler bizzat cemiyetin bazı esaslı akidelerine dahildir.<br />
Müsavatçılık mefkuresini vücude getiren; bu mefkurenin<br />
müradifi olan içtimaî bir tahavvül, bünyevî bir sebeptir.<br />
İşte müsavatçılık içtimaî bir vak'a gibi kabul edilince<br />
kadınların da bundan müstefit olması kadar tabiî ne olabilir !<br />
Fakat buna karşı iki cinsin arasındaki " uzviyet farkı,,'nı<br />
ileriye sürerler ve derler ki:<br />
Kadınla erkek arasındaki uzvî fark fikrî ve hele sisasî
— 226 —<br />
sahede kadın ile erkeğin müsavi olmalarına bir manidir.<br />
Kadın ancak bir ana, zevce, ayilesinin reisi olabilir. Fakat<br />
bu istişhadin temeli maddiyeci bir kanattir: Zira böyle demek,<br />
aklı teşrihi bünye tayin eder, demektir. İlim bu gibi farziyeleri<br />
teyit ediyor mu hayır. Bu gibi iddiaların neticesi<br />
dayima menfi veya meşkûk, bilâkis soyolojinin bu noktada<br />
•öğreteceği dimağın her şey olmadığı, fakat terbiyenin yani<br />
cemiyetten gelen tesirlerin pek mühim olduğudur. Filvaki<br />
uzvî farzettiğimiz bir çok kuvvet ve kabiliyetlerimizin menşei,<br />
içtimaî muhitimizdir. Biyoloji ile izah edilmek istenilen<br />
bir çok ruhiyat hâdiselerinin hakikî izahı içtimaiyattadır.<br />
Nitekim dün kadının yalnız valide, zevce ve ayile reisi<br />
olması biyolocyaî bir zaruret değildi, içtimaî bir zaruretti.<br />
Ya bu gün aynı kadın nasıl bir mevki sahibi olacak !.<br />
Bu sualin cevabı da teşrihte değil, tarihte ve zaman ve mekânın<br />
icabatindadır. Eğer böyle olmasaydı, bütün zaman ve<br />
mekânda kadınla erkek arasındaki taksimi amelin doğrudan<br />
doğruya cinsî bir esas üzerinde yapılması iktiza ederdi.<br />
Halbuki tarih ve etnografya bunun aksini gösteriyor. Bir çok<br />
kabileler gösterilebiürki arada kadının vazifesi muarızların<br />
mikyasiyle hiçte kadın işi değildir. Meselâ çiftçilik; balıkçılık,<br />
hammallık, hatta bazı kabilelerde muhariplik bile!..<br />
Kadının deruhte ettiği vazifeler ne yeknesak, ne de zaman ve<br />
mekânda sabit... "Cinsi zaif,, fikrini her cemiyette bulmak<br />
kabil değil. Şu halde kadınla erkek arasındaki taksimi amelin<br />
menşei uzvî değil, manevî, ahlâkî bir sebeptir. Burada<br />
müessir olan kadının bünyesi degii bizzat cemiyetin bünyesi,<br />
bu cemiyetin dinî, ahlakî akideleridir. Şu takdirce bir cemiyet<br />
içinde kadının iştirakten mahrum kaldığı bazı vazifeler varsa<br />
bunun da menşei dinî, ahlakî... olmak lâzım geliyor. Mubah<br />
ve haram fikirleri tarih menşeli fikirlerden olduklarından cemiyetin<br />
değişmesiyle bunların de değişmesi mümkündür. Ve gene<br />
dinî bir akidenin kadına kapadığı bazı yolları iktisadî<br />
tekâmülün açması mümkündür. Patriyarkal ayilede baba ufak
- 227 -<br />
bir hükümetin reisi ve muayyen bir dînin nâzımıdır. Babaya,<br />
büyük bir nüfuz temin eden ve buna mukabil kadına hürriyet<br />
vermiyen bu bünye garp cemiyetlerinde muhtelif amillerin,<br />
tesiriyle bozulmuştur. Artık yuva ne bir hükümet, ne bir atelyedir.<br />
Aynı zamanda istihsal ve istihlâk etmek kudretini ve<br />
kendi kendisine kifayet etmek iktidarını kaybetmiştir. Ayile<br />
bünyesini sarsan son hâdiselerden biride Cihan Harbi<br />
olmuştur. Harp cephelerine giden erkeklerin bıraktığı<br />
boşlukları doldurmak için kadınlara seferberlik ilân etmişlerdi.<br />
Bu fırsatla kadınlar o zamana kadar mahrum oldukları<br />
erkek işlerine girmişlerdir. Bu gibi vukuatın kadın hakkındaki<br />
fikirlerimiz, talâkkilerimiz üzerinde tesiri olmaması:<br />
mümkünmü ! Kadına bütün iktisadî mevkileri bahşettikten<br />
sonra daha doğrusu kadın iktisadî hürriyetini aldıktan sonra<br />
ondan siyasî hürriyeti esirgemek mümkünmüdür !.. Hü*<br />
lâsa demokrasi müsavat fikriyle tevemdir. Müsavat fikirleri,<br />
ise feminizm haricinde nemalanamaz...<br />
Kadın ve hayat<br />
— Efendiler iktisadî olmıyan bir istiklâl, nasıl bir istiklâldir<br />
! gümrüklerinize hâkim olmadıkça, iktisadî haklarınızı<br />
taarruzdan kurtarmadıkça biz Türkler için bir istiklâl naşı<br />
mezubahs olabilir! Efendiler; kadınlarınızı erkeklermiz gibil<br />
aynı hizada, aynı ehemmiyetle içtimaî hayata karıştırmıyan<br />
ve kabul etmiyen hayat nasıl müstakil bir hayat olabilir J<br />
Türk kadını yuvasını terk ettiği dakikada her hangi içtimaî<br />
vazife alamazsa, kazanamazsa o kadınların dahil olduğu cemiyete<br />
nasıl müstakil diyelim!..<br />
İşte ben bundan on, on iki sene evvel böyle söylenerek<br />
tt<br />
İstiklâli millî „ şerefine yapılan bir içtimada nutkuma<br />
devam ediyordum. Derken kürsüye bir ikinci hatip daha.<br />
çıktı. Bu hatibin mantığı gayet kuvvetliydi. Diyordiki:
- 228 -<br />
— Bey biraderimizin dedikleri çok iyi, çok doğru,<br />
fakat evvelâ kadınlarınız Mal Hatun kadar "Saliha» olsunlar,<br />
ondan sonra erkekle yarışa çıksınlar. Evvelâ kadınlarınız<br />
iyi yemek pişirmeyi ve çamaşır yıkamayı öğrensinler,<br />
ondan sonra piyano çalsınlar!..<br />
Halk bu mnatığı daha kuvvetli buluyor ve sahibini daha<br />
çok alkışlıyordu. Zahiren kadın inkılâbını meşru gören ve<br />
halkın dikkatini inkılâbın usulüne çağıran bu hakikî mürteci<br />
ve yalancı müteceddidi halk daha çok beğeniyordu. On beş<br />
senedenberi bu masum halk gibi cahil hükümet adamı da<br />
bu mantığın kurbanı oldu. Acaba el'an kuvvetli olan bu<br />
mantık değilmi dir ! Mantıkçılar diyorlar ki:<br />
— Pek güzel! Biz kadının içtimaî hayata karışmasına da<br />
taraftarız- Fakat kadınlarınız ekekler seviyesinde mi! Kadınlarınızı<br />
bîr kere o seviyeye getirelim, ondan sonra !..<br />
Biz de, fakat bir kere hayata bakalım, diyoruz. Kadın<br />
meselesi bütün bir " emri vakiler „ silsilesidir. Memuriyette<br />
kadın, sanatte kadın, darülfünunda kadın, ticarette kadın...<br />
hep birdenbire ihdas edilmiş ve gittikçe kuvvet ve metanet<br />
bulmuş sayısız emri vakilerdir. Bir maarif vekilinin dediği<br />
gibi: " Kadınlarınız mütemadiyen içtimaî emri vakiler ihdas<br />
ediyorlar. Bizim için bu emri vakileri takip edebilmek ne<br />
büyük bir muyaffakiyettir !..„.<br />
Kadın inkılâbına sekte vermek istieyn bu kara kuvvet her<br />
ne olursa olsun, bu mantıkçılarla mantık dayiresinde anlaşmak<br />
faydasız değildir. Çünkü mantıksız olan asıl mantık<br />
değil, hayata musallat olmak istiyen aklı mücerredin mantığı,<br />
mantıkî mantıktır!<br />
— Efendiler; ne istiyorsunuz Önümüzde hayat, cemiyet,<br />
iktisat, yirminci asrın içtimaî şerayiti... gibi muhtelif isim<br />
ye tabirlerle ifadeye çalıştığımız bir hayat denizi vardır,<br />
ikiden biri: Ya bir gün gelip kadının bu denize çıkacağını<br />
ve denize düşeceğini bildiğiniz halde, Hayır» Hammler, düşmezsiniz,<br />
karada kalacaksınız, sizin için yüzmek ihtiyacı
— 229 —<br />
yoktur ! ..„ diyeceksiniz ve böylelikle onları aldatacaksınız !..<br />
Yahut yüzmek ihtiyacını teslim ederek alıştıracaksınız. Bunlardan<br />
hangisini kabul ediyorsunuz <br />
— Şüphesiz kadının bir gün gelip bu hayat denizine<br />
çıkacağını kabul ediyorum.<br />
— O halde !.<br />
— O halde, biz de sizin gibi yüzme öğrenmesini istiyoruz.<br />
Fakat acele etmiyoruz. Yüzme öğrenmeden evvel<br />
kadını denize atmak yazıktır! Evvelâ yüzmeyi öğretelim,<br />
ondan sonra kadını denize çıkmakta serbes bırakalım*...<br />
— O halde bu yüzmeyi öğretmek için nasıl bir usûl<br />
takip etmeliyiz<br />
— Mektep, ilim, terbiye, tahsil...<br />
— Fakat bütün bu muhitler, idmanlar evvelce de vardı.<br />
Kadın inkılâbına tekaddüm etmişti; matlup hasıl oldumuydu!.<br />
— Olmadı amma kabahat bu mekteplerin şerayitinde,<br />
tedrisatında, usulünde idi... Onları islâh etmeli...<br />
— O halde müsaade ederseniz sözü selâhiyettarlarma<br />
bırakalım. Bakınız fikrimi izah edeyim: Amerikalı feylesof<br />
ve pedagok mister Dewey bir gün Amerika'daki yüzgeç mekteplerinden<br />
birini ziyaret etmiş. Bu mekteplerde çocuk sunî<br />
ve iradî hareketlerle bir oda içerisinde kollarını, bacaklarını<br />
kımıldatarak yüzmeye ahştırıhyormuş. Büyük terbiyeci en<br />
müstayitleı inden birine şu suali sormuş:<br />
" Oğlum sen denize düşsen ne yaparsın „ Cevap gayet<br />
samimiydi: "Batarım efendim!..,, Çünkü bu çocuklar yüzmenin<br />
gramerini yani aklını tahsil etmiş olmalarına rağmen<br />
yizmenin itiyadını ve şevki tabiîsini kazanmamışlardı!..<br />
Binaenaleyh bu çocukları yüzdürmek için tek çare kalıyordu...<br />
— Nedir o çare !.<br />
— Yüzmeyi tariften evvel, denize sokmak!<br />
— Ya boğulursa !.<br />
— Telâş etmeyiniz. Bir kere " Denize atmak! „ deme-<br />
•dim, " Sokmak „ dedim. Sonra, boğulmak o kadar kolay
— 230 —<br />
değildir! Elverir ki fert bir hayvan ve bir çocuk safiyetini<br />
muhafaza etmiş olsun, elverir ki mürebbiler şevki tabiînin<br />
ilhamları yerine mücerret aklın düsturlarını ikame etmiş<br />
olmasınlar!.. Ne hacet bazı milletler çocuklarını bu usulle<br />
yüzmiye alıştırmıyorlar mı . Ve her ihtimale karşı yanında*<br />
smız. Eğer hata ederse tashih edersiniz... Fakat dayıma bir<br />
şart île: "Yüzmek ancak ve illâ su içinde öğrenilebilir; kadın<br />
ancak ve illâ hayata çıkarak, hayata çıktıktan sonra ve hayat<br />
içinde hayat melekesini kazanabilir. Zira her fiilin tecrübesi<br />
kendindedir; haricindeki bir akılda ve tahsilde değil!.. „ .<br />
Taaddüdü zevcat bir fikir<br />
meselesi midir<br />
Biri diyor ki:<br />
— Taaddüdü zevcat dinen menedüemez. Çünkü hakkında<br />
ahkâmı seriye vardır...<br />
Buna karşı bir diğeri cevap veriyor:<br />
— Bilâkis taaddüdü zevcatm dinen meni lâzım gelir.<br />
Çünkü bu cihet ruhu şeriate daha muvafıktır. Gerçi taaddüdü<br />
zevcat dinen meşrudur; fakat bu meşruiyet mutlak<br />
değil, mukayyettir. Ve binnetice meşru olan, taaddüdü zevcatm<br />
kanunen menedilmesidir...<br />
Bir üçüncüsü diyor ki:<br />
— Taaddüdü zevcat asıl hayatî bir meseledir. Taaddüdü<br />
zevcata kanun cevaz vermelidir. Çünkü bu cevaz nüfusumuzun<br />
tekessüriyle ve eşsiz kalan yüzbinlerce kadının refah<br />
ve seadetiyle alâkadardır.<br />
Ne gariptir ki bütün münakaşalar ya dinî, ya hukukî veya<br />
sırf iktisadî bir noktayı nazardan yapılıyor ve taaddüdü<br />
zevcat meselesi sırf dinî bir itikat, bir mantık ve bir menfaat<br />
meselesi gibi vazediliyor! Lehte aleyhte, söylenilen bütün söz-
- 231 —<br />
ler fikrî ve edebî olan bütün servetlerine rağmen aynı derecede<br />
sakattır, çünkü bu sözlerden hiçbiri taaddüdü zevcat<br />
meselesini afakî bir surette vazetmiyor.<br />
"Taaddüdü zevcat dinen mendilemez; çünkü hakkında<br />
şu veya bu ahkâmı seriye vardır„ diyenlere soruyorum:<br />
— O halde menetmeyinizL Menetmediğiniz müddetçe<br />
taaddüdü zevcat hâdisesi çoğaldı mı! Menetmemekte devam<br />
ederseniz aynı hâdisenin tenakusuna mani olabilecek misiniz!..<br />
"Bilâlkis taaddüdü zevcatın meni lâzım gelir, çünkü bu<br />
cihet ruhu şeriate daha muvafıktır» diyenlere soruyorum :<br />
— Gayet açık olarak söyleyiniz, her şey, her iş ruhu<br />
şeriate daha muvafık olduğu için mi menediliyor. Veya muvafık<br />
olduğu için mi cayiz görülüyor Bunun için cevap<br />
istemez. Fakat suali yalnız her günkü müşahedelerinize ve<br />
vicdanınıza sormak kâfidir...<br />
"Taaddüdü zevcata cevaz vermeli, çünkü bu cevaz nüfusumuzun<br />
tekessüriyle alâkadardır» diyenlere soruyorum :<br />
— Fakat taaddüdü zevcat meselesini nüfus miyariyle hâlletmek<br />
selâhiyetini veren kimdir Bu selâhiyeti ve bu cevazı<br />
kimden, nereden, hangi alimden aldınız Yarın bir takım<br />
köylüler taaddüdü zevcat meselesini "ucuz amele temin eden<br />
bir usul „ gibi vazederlerse onlara karşı ne diyelim! Bu<br />
köylülerin aynı meseleyi vaz'ile sizin vazuuz arasında bir<br />
nezaket farkından başka ne vardır Fakat diyeceksiniy ki:<br />
— Biz meseleyi enfüsî bir surette hâlletmek istemiyoruz,<br />
afakî bir surette halletmeyi düşünüyoruz!..<br />
— O halde acele etmiyelim!. Afakî olmadan evvel meseleye<br />
vaziyet etmeniz lâzım gelir, sonra afakî olabilirsiniz.<br />
— Bu ne demek!<br />
— Sarahaten şu demek ki siz taddüdü zevcat gibi sırf<br />
"ahlâkî,, bir meseleyi bereketi tenasül, tezayüdü nüfus refahı<br />
iktisadî... gibi tamamiyle "maddî w<br />
yahut "intifaî B<br />
bir mecraya<br />
sokuyorsunuz ve ahlâkî meseleyi iktisadî endişelerle sarıyor-<br />
15
sunuz. Ve belki de haberiniz olmıyarak vicdanın emri yerine<br />
pergerinizinfuçlarımzı gösteriyorsunuz. Hiç bir kimse hiç bir<br />
vîcdanfbizejtaaddüdü zevcat gibi bir milletin harsi için en<br />
manevî ve en r harim bir davayı cetvel ve pergerle hallet dememiştir<br />
!.. Zaten buna ne hakkınız var! Binaenaleyh evvela<br />
taaddüdü zevcat meselesinin ahlâkî bir mesele olduğunu kabul<br />
ediniz ve teslim^buyurunuz ki: Ahlâkî hayat orijinal bir hayat<br />
demektir. O, ne iktisadın kölesi, ne de dinin uşağıdır! Ahlâk<br />
ahlâktır, ve emirleri müstakildir. "Taaddüdü zevcat cayiz değildir<br />
ve müdafaa edilemez,, diyelim, çünkü bugünkü ahlâkî<br />
vicdanımıza tamamiyle mugayirdir. Birden fazla kadın alamazsınız<br />
ve birden fazla kadın da size varmaz. Çünkü bu ahlâkî<br />
bir «zillettir. Ve çünkü ahlâkımızın vicdanı: "yanlıştır, fenadır,<br />
çirkindir!..,, diyor. Daha nasıl delil istiyorsunuz !.<br />
— "Fakat ahlâkî vicdan„ dediğiniz şey nedir! Senin,<br />
benim vicdanım mı yoksa ekseriyetin vicdanı mı ...<br />
— Sözünüzü bitirmiye lüzum bile yok! Çünkü ne diyeceğinizi<br />
biliyorum ve bekliyordum: Evet " Senin benim vicdanım<br />
mı, yoksa ekseriyetin, milyonlara baliğ olan köylü kadınlarının<br />
mı!,, diyecektiniz değil mi!. İşte cevabı: "ahlâkî<br />
vicdan» ne senin, ne benim, ne de milyonlara baliğ olan köylü<br />
kadınlarınındır; ahlâkî vicdan milletin, fakat "mefkûrevî milletin<br />
„' dir.<br />
Bütün cehline ve bütün sefaletine rağmen yaşıyan, askerlik<br />
sahesinde zaferi, siyaset sahesinde istiklâli, kadın hayatında<br />
hürriyeti ve hukuk sahesinde müsavatı tesis eden<br />
"mület w<br />
denilen o manevî mahlukundur. "Ahlâkî vicdan,, her<br />
hangi münferit şahsın vicdanı değildir, millî tarihin, millî hayatın<br />
vicdanıdır. O hepimizden büyük ve biz onun belki bir<br />
tabiiyiz. Onun için ferdî fikirlerimizi o vicdana musallat edeceğimiz<br />
yerde o vicdanın mantığını kendimize mantık yapalım.<br />
Çünkü asıl hayatın mantığı yalnız ondadır ve bu ahlâkî<br />
vicdanın emirleri mevzuubahs olduğu zaman gözümüzü Anadolu'nun<br />
insan barınamıyan ve ot yaşamıyan tuzlu ve kireçli
— 233 —<br />
çöllerine çevirmiyelim, bilâkis bugün medeniyetin " mehdi zuhuru»<br />
olan şehirlere çevirelim, ve bu şehirler arasında İstanbul,<br />
İzmir gibi en mütekâmil şehirlerimizi tercih edelim. Çünkü<br />
ahlâkî vicdanın en ziyade temerküz ettiği mihraklar yalnız<br />
bunlardır... Medeniyet meselesinde "köylere gidelim!„ demek<br />
nasıl sakatsa, ahlâk ve "taaddüdü zevcat n<br />
meselesindede"köylülerin<br />
fikrini alalım!„ demek öylece sakattır...<br />
— Fakat sizin müdafaanız çok müphem, "ahlâkî vicdan„<br />
diye " mistik „ bir mahluktan bahsettiniz! Bu mevzu bizatihi<br />
muhtacı ispat değil midir !.<br />
— Doğru! taaddüdü zevcat makalesiyle bilmiyenlere içti*<br />
maiyat dersi verilemez. Zaten benim sözlerim içtimaiyat bahislerine<br />
alışık olanlar içindi... Yalnız sunuda ilave edeyim<br />
ki: İçtimaî bahisleri münakaşa edenler için iki noksan pek tehlikelidir.<br />
Bunlardan biri: "hissi selim„ dediğimiz hayat ve tekâmül<br />
hissini kaybetmektir, diğeri içtimaî hâdiseleri kendi<br />
tabiat ve zaruretlerine mutabık bir ilim zihniyetinden ve ilmî<br />
bir usulden mahrum bulunmaktır!.. Fakat her hâlde hissi selimi<br />
zedeiemiyen bir cehil ahlâkî kıymetleri hırpalıyan sahte<br />
ilimcilikten daha az zararlıdır!..<br />
Türkiye'de cemiyet ve kadın<br />
Yirmi seneye yakın bir zamandanberi türk kadını<br />
inkılâbını yapıyor. İlme giriyor, sanate giriyor, ticarete giriyor,<br />
hatta erkekle mücadeleye - giriyor. Bütün acemiliklerine<br />
rağmen girdiği sahede türk kadını muvaffak dahi oluyor.<br />
Fakat kadın inkılâbını sevmiyenlerin mantığı bu yirmi senedenberi<br />
sanki donmuş gibi hiç te değişmiyor! Her yeni mecliste,<br />
her yeni mübahasede gene aynı sabit fikir: " Kadın<br />
erkeğin müsavisi olabilir mi »Bereket versin ki içtimaî hareketler<br />
yalnız kendi temayüllerini ve istikametlerini kovalıyorlar.<br />
Hiç bir kadın yeniliği mantık müsademelerinin,
— 9'Kâ. —<br />
muzafferiyeti gibi vücude gelmiyor. Türk kadını, türk<br />
ayilesinin tabiî bir surette değişmesi neticesinde değişiyor.<br />
Muhafazakârların yahut müteassıpların fikirleri, yahut kanaatleri<br />
her ne olursa olsun, kadın • dünden bu güne • daha<br />
içtimaî ve binaenaleyh daha şerefli mevkiler kazanıyor Fakat<br />
içtimaî bir inkılâp olurken ilmin vazifesi nedir Susmak mı t<br />
Elbette değil.. îtim bir inkılâbı doğrudan doğruya yapamaz<br />
çünkü ilim ihtilâlci değildir. Fakat ilim mümkün ile muhali<br />
ayırmaz Bir mefkure ile mevhumenin ayrılması ilim vasıtasiyle<br />
olmaz mı Cemiyet hayatında tabiî ile marazı olan<br />
hâdiselerin farkedilmesi ilim sayesinde olmiyacak mı.. Evet<br />
ilmin tabiî olan vazifesi budur. İlim bize türk kadının erkeğin<br />
müsavisi olup olmadığını göstermelidir. Gerçi türk kadının<br />
inkılâbına fikren taraftar olmiyanlar da bize itirazlarının<br />
mebdeini ilimden aldıklarını söylüyorlar ve diyorlar ki; "işte<br />
kadının fizyioloçyası! Bu tabiat erkeğin müsavisi mi dir .. „.<br />
Filhakika kadın ile erkeğin uzviyeti mevzuubahs olduğu<br />
zaman bir takım fizyoloçyaî farkları kabul etmemek mümkün<br />
değildir. Yalnız muarızlarınızla bir türlü anlaşamadığımız<br />
nokta şudur:<br />
Mühim mesele bu farkların bulunup bulunmaması değil,<br />
belki bu gibi farkların içtimaî hayat sahesinde hakikî bir<br />
müsavatsızlık icap ettirip ettirmiyeceğidir. Siz iddia edebilirsiniz<br />
ki: Sırf bu farklardan dolayıdır ki kadın erkeğin<br />
müsavisi olamamış ve hiç bir .zaman kadın hayatı bu günkü<br />
ev kadını şartları haricindeki şartlarla birleşmemiştir İşte<br />
kadmcıhk cerayemnın muarızları senelerdenberi bu sualimizin<br />
cevabını vermiyorlar. Yahut bu sualin manasını bizim gibi<br />
anlamıyorlar. Kadmcıhk aleyhtarları bazen psikoloçya sahesine<br />
girerek bize kadının taba'n "Nazik, ince, tahammülsüz.. n<br />
Olduğunu söylüyorlar.. Biz de bu emri vakii inkâr etmiyoruz,<br />
yalnız gene soruyoruz ki:<br />
Bütün bu emri vakiler kadının fiziyoloçyaî tabiatının<br />
ebedî müradifleri midir, yoksa bu emri vakiler kadının tarihî
- 235 -<br />
hayatının vücude getirdiği muvakkat ve yeni şartlarla zeval<br />
bulması şüphesiz olan içtimaî emri vakiler midir.. Kadıncılığın<br />
muarızları bu suale de müspet bir cevap vermiyorlar.<br />
Hülâsa, muarızların doğruya benzer mülâhazaları gibi<br />
eğri mülâhazaları da Türkiye'de kadın cereyanı üzerine tesir<br />
edememiştir. Kadıncılık hareketinin tabiî bir hareket olduğunu<br />
gösteren alâmetlerden biri de inkılâbın mücbir olan<br />
tabiatidir. Bu tabiatin tamamiyle salim olduğunu tarihin ve<br />
etnografyanın malûmlariyle de görüyoruz. Asrî bir devletin<br />
yapacağı şey, bu cereyanın selâmetini temin için dayima<br />
maniaları önünden kaldırmaktır.
Ruhiyat
239 -<br />
Türkün seciyesi<br />
Kitapları bizde çok okunan bir fransız muharriri vardır<br />
: "Güstave Le Bon» iâtin ve anglosakson medeniyetlerini<br />
tenkit ederken iki kavra arasındaki seciye farkı üzerine<br />
nazarı dikkati celbediyor; fikrince lâtinlerin felâketi seciyelerinin<br />
zayıflamasıdır; buna mukabil, anglosaksonların kudreti<br />
seciyelerinin metanetidir; hayatta muvaffakiyet için<br />
malûmatın o derece ehemmiyeti yoksa da teşebbüs, sebat, fedakârlık<br />
gibi seciye unsurlarının ehemmiyeti çoktur... Fransız<br />
muharririnin bu fikirleri bir takım münevverlerimizin fikirlerine<br />
uygundur. Bu münevverler seciyemizin zayıf olduğuna<br />
hayatta muvaffak olmak için bu seciyenin kâfi olmadığına<br />
kanidirler. Türk müteşebbis değildir, derler; hatta Musevide,<br />
Rumda, Ermenide buldukları seciyeyi türkün noksanı sayarlar...<br />
Aramızda türk seciyesinin noksanlarını mekteple<br />
dersle, konferansla islâh etmek fikrinde olanları da vardır.<br />
Demolen mektebini, Ecole des Roches sistemini tavsiye edenler<br />
hemen bu kanaatle hareket eden kimselerdir Bu nazariyecilere<br />
göre seciye bir milletin, ve dayima iktisadî medeniyeti müterakki<br />
olan bir milletin imtiyazıdır. Binaenaleyh dünya ü-<br />
zerindeki bütün talisiz, fakir ve cahil milletler seciyesizdir.<br />
Bu seciyesizlerin seciyelenmesi için çare seciyeli millete temessül<br />
etmektir; onun adetlerini, onun terbiyesini kabul etmek,<br />
kuvvetlerini kuvvet, meziyetlerini meziyet, mukaddeslerini mukaddes<br />
bilmektir. Böyle düşünenlerin nazarında türkte olmıyan<br />
yalnız seciye değildir, türkün sanayii nefiseside yoktur.<br />
Meselâ bir türk mimarisi mevcut değildir. Gene Gustave Le-<br />
Bon araplarm medeniyetine dayir yazdığı kitapta türkleri cılız<br />
minare yapmakla, türk mimarlarını minareyi anlamamakla<br />
itham ediyor. Gustave Lebon'a göre seciye nasıl bir milletin<br />
imtiyazı ise, islâm mimarisi de bir sanatin, arap sanatinin<br />
inhisarıdır, ve arap minarisine nazaran türk minarisi çirkindir.<br />
Bu hüküm gene bir kısım münevverlerimizin türk san-
— 240 —<br />
ati hakkındaki şüphesin kuvvetlendirebilir. Bu münevverler<br />
derler ki: Türk mimarisi diye müstakil bir sanat yoktur, Bizans<br />
arap ve acem sanatının halitasidir. Meselâ türk araptan<br />
tezyinatı, acemden kemerleri, Bizanstan kubbeyi almış, bunları<br />
karıştırarak melez bir mimari yapar ştup...<br />
Hattatlık ve tezyinatçılıkla uğraştığım tarihte ben de<br />
islâm mimarisi ve tezyinatı namına yalnız arabi, bilhassa<br />
Endülüste'ki metrukâtını taktir ediyordum. Elhamra Sarayı<br />
benim için islâm sanatının yekâne bediası idi. Türk sanatini<br />
meselâ şu İstanbul camilerinin bir türlü anlayamazdım.<br />
Ben de bir takımlari gibi türk arap ve acem sanatlerinin<br />
muhtaser bir taklidi farzederdim. Bilâkis, tenazurları, tedahülleri<br />
ile aklahayret veren hendesî arabsekler beni teshir<br />
ederdi. Bütün zevkim bu garip tezyinatı seyirden, taklitten<br />
ibaret kalıyordu. İşte o zaman bir çokları gibi ben de mimaride<br />
hep tenazur, hendesî bedialar ariyan bir zevkle türk<br />
sanatinin asaletini, Sinanlann, Mehmetlerin Kasımların sanat-<br />
İni bir türlü keşfedemiyordum. Bir tesadüfle bu uykudan uyana<br />
bildim: Bir gün Beyazıt camisinin civarında bir kubbenin<br />
üzerinde lâleyi hatırlatan mermerden oyulmuş bir çiçek gözüme<br />
ilişti. Bunu ahşap bir evin tezyinatı için çizmek hevesine<br />
düştüm. Bu güzel motif ne arap, ne de acem idi. Sadece<br />
türktü. Tecbrübe ile anladım ki türk sanatı, hattâ en basit<br />
bir türk motifi bile Araptan, Acemden, hatta Selçuktan ayrı<br />
nevinde güzelliklerin, bediî hislerin menbaıdır. Zaman geçtikçe<br />
gayet müstesna, kendi dehasiyle, kendi hususî telâkkisiyle<br />
müstakil bir sanat .karşısında bulunduğumu anlıyorum. Bu<br />
sanat Gustav Le Bon'nun perestidesi olan Arapların sanati, ne<br />
icabetlerinin kapısı hadinden fazla açılmış bin bir ağıza<br />
benziyen acem sanatı, ne de basık kubbesinin sıkletiyle çöken<br />
Bizans sanati idi, bu güzellik trkündü. Artık bu basit lâle<br />
timsalinde türk güzelini seyrediyordum. O dakikada duydğum<br />
saadetin gururu yalnız bana, millî benliğime ayit<br />
oluyordu. O tarihtenberi türk mimarisini, türk tezyinat-
— 241 -<br />
çılığını, türk hattatlığını, hatta türk ahlâkını kendi hayatının<br />
seyrine dalmış, kendi talihine bağlanmış manevî bir<br />
insanı arar gibi aramak sevdasına düştüm, ve bulduğum<br />
yerde onu, onun şahsiyetini yabancıların zevkine göre değil,<br />
olduğu gibi, kendi varlığı içinde, kendi hususiyetleriyle<br />
duymağa çabaladım...<br />
Her milleti, her tarihi, her seciyeyi hususî bir hilkat,<br />
ve hayatın müptekir, bir eseri olarak telâkki eden bir adam<br />
için kendi milletinin seciyesini beğenmemek nasıl mümkün<br />
olur !. Böyle bir insan için seciye, sanat, milliyet ve tekâmül<br />
bahislerinde Gustave Le Bon'un felsefesini kabul etmek<br />
nasıl cayiz olabilir ! Böyle bir nazariyenin gençlerin terbiyesi<br />
hususunda gayet muzır, ve ihtilâlkâr tesirleri vardır: Yeni<br />
nesiller kendi varlığından, kendi esaletinden şüphelenir,<br />
kendi milliyetini sevecek yerde ecnebi milliyetlere imrenir.<br />
Bu hâller tereddidir. Rabbini nefsinde ariyan milletlerin ise<br />
başka felsefesi, başka feylesofları olmak lâzımgelir...<br />
15 " İnsaniyetin bütün kuvvetlerini fiile kalbeden amel<br />
milletler arasında inkısama oğrar; her vatan bu amelin<br />
hissesine düşen kismını yapar, her kavmin intihap edildiği<br />
bir vazife vardır. Her kavmin tarihindeki muhtelif hâdiseler,<br />
üzerinde yerleştiği toprak, müessiselerin seciyesi, büyük<br />
adamlarının teşebbüsleri, daha bir çok sebepler her birine<br />
has bir an'ane icat ederek insaniyet âleminde mefkurenin<br />
şu veya bu muayyen bir şeklini temsile müstayit kılar. Bu<br />
milletlerden biri sanayii nefisenin, diğeri ticaretin, teşebbüsün,<br />
hükümeti nefisin, bir diğeri vazıh fikirlerin, bir diğeri<br />
de derin fikirlerin Arzı Mevudu olmakla iftihar eder. Ve<br />
her birinin temsile memur olduğu muayyen hah ve hüsün<br />
şekilleri vardır. Bunlar sevilmek ve tepcil edilmek için hususî<br />
birer sebeptir. „ Bu sözleri meşhur Fransız içtimaiyatçısı<br />
ve feylesofu Bougle'nin " fransiz demokrasisi için „ yazdığı<br />
kitaptan aldım. Ve şüphesiz Gustave Le Bonun sözlerinden<br />
daha doğrudur. İtalyan milleti sanayii nefisenin, ingiliz
_ 242 —<br />
•milleti teşebbüsün ve hükümeti nefsin Arzı Mevudu ise, mevcudatı<br />
ottan ve kayadan ibaret olmıyan Türk vatamda<br />
şüphesiz diğer neviden manevî kuvvetlerin arzı mevududur-<br />
Siz bu iddianın ispatını istermisiniz îşte o toprakların<br />
müdafaası için ölen insanlar!. Müdafaası uğrunda ölümü<br />
bile ihtiyar ettiren bir hayatın esaletinden, seciyesinin<br />
metanetinden kimin şüphe etmiye hakkı vardır Fakat<br />
diyeceklerki: Bu iyi ve metin seciye ile niçin tarakki edemiyoruz.<br />
Meselâ niçin zenğinleşemiyoruz! Siz onu, mayası<br />
hep iyilikle, güzellikle, doğrulukla yoğrulmuş olan türk seciyesine<br />
değil, bu asil ve metin seciyenin hürriyetine, faaliyetine<br />
engel olan manialara sorun, ve islâh edelim diye<br />
Türkün yekpare seciyesine yama uracağımza, hürriyeti için<br />
mücahede edenlere yardım edin. Bir hayat imal edilemez,<br />
fakat hiç olmazsa hürriyeti müdafaa edebilir...<br />
Seciye<br />
Seciye fransızcadaki "caractere w<br />
kelimesinin mukabili ve<br />
tercümesidir. Seciye kelimesi fransızcada olduğu gibi türkçedede<br />
muhtelif manalarda kullanılan ve muhtelif talâkkilere<br />
uğrayan bir kelimedir. Seciye nedir.. Bu suale muhtelif<br />
müellifler muhtelif tarzda cevap vermişlerdir. Bu cevaplardaki<br />
manaları geniş ve dar olmak üzere iki kısma ayırmak<br />
mümkündür. Geniş manasiyle seciye bir ferdin fikirleri,<br />
hisleri, temayüllerinin heyeti mecmuasıdır. La Bruyere seciyeyi<br />
bu manada almıştı. Dar manasiyle seciye bir ferdin hassasiyet<br />
veya faaliyet tarzıdır. Seciyeyi dar mana ile tarif edenler<br />
zekâyı bazen bu tariflerinin çerçevesi içine almışlar, bazande<br />
zekâyı bu çerçevenin dişarsmda bırakmışlar.. Diğer cihetten<br />
mizaç bazen seciyenin bir unsuru gibi tarifin içinde görülmüş,<br />
bazen mizaç seciye telâkkisi dışında bırakılmıştır. Seciyeyi
- 243 -<br />
doğrudan doğroya mizaç müradifi anltyan müellifler de vardır.<br />
Hülasa secize öyle bir fikirdir ki bukadar muhtelif ve hatta<br />
biribirine zıt tarifleri olmasına bakılınca tarif edilemez bir<br />
mevzu zanedilir!. Şayanı dikkattir ki seciye tarifleri arasındaki<br />
bu ihtilaf bizzat seciye fikrinin muhtelif olmasındandır.<br />
Her müellifin seciyeden anladığı mevzu bir değildir ki bt£<br />
mevzuun tarifleri arasında tevafuk olabilsin. Onuniçin her<br />
şeyden evvel seciye ile her müellifin hangi nevi hâdiseyi<br />
kastettiğini aramak bir de hususiyle seciyeyi seciye olraıyan<br />
şeylerden tefrik etmek lâzım gelir. Evvelâ seciye kelimelerinin<br />
müradifi değildir. Salisen seciye şahsiyet mizaç ve<br />
ferdiyet kelimesinin bir müradifi değildir.<br />
Eğer seciye bu üç fikrin müradifi olsaydı lüzumsuz bir<br />
kelime gibi işaret edilmek, fazla tekrarlarından sarfı nazar<br />
edilmek lâzım gelirdi.. Filvaki "seciyeli adam, seciyesiz:<br />
adam, seciyesi zayıf adam, seciyesi kuvvetli, yüksek adam»<br />
tabirlerinde ifade edilen hakikat ne bir adamın nazarî<br />
kabiliyetleri, ne ferdiyetini teşkil eden uzvî ve ruhî farkları,<br />
ne de şuuruna dahil olan ene idrakidir; belki bu unsurlara<br />
istinat eden ve hatta onları terkibine almakla beraber<br />
oniardan ibaret olmayan bir terkip, bir hassa kast:<br />
ediliyor. O derece ki aynı mizaca mensup insanlar arasında<br />
seciye farkı mevzubahs olabileceği gibi, insanın şahsiyet<br />
sahibi olmakla beraber yine seciyeli veya seciyesiz olabileceği<br />
de düşünülebilir. İşte seciye kelimesinin uğradığı ithamlar<br />
böylece uzaklaştırıldıktan ve hususiyle seciyenin<br />
ne oimadığj anlaşıldıktan sonra seciyenin ne olabileceğini<br />
düşünelim. Seciyeyi tarif eden müelliflerden mizaç ve fitir<br />
temayülleri bu tarifin hududu harcinde bırkanlar arasında da<br />
ihtilâf vardır. Bu ihtilâfın esası şudur: Seciyenin terkibine<br />
zekâ girsin mi, girmesin mi. T. Ribot bu unsuru seciyenin<br />
hududu haricinde bırakmıştır. Bilâkis Alfred Fouillee<br />
zekâyı seciyenin bünyesine sokmuştur. Fakat her iki talâkkide<br />
faaliyetin esaslı mevkii muhtaıcı münakaşa değildir.
_ 244 —<br />
Çünkü faaliyet seciyenin en esaslı unsurudur. Hatta seciyeyi<br />
infiali hayatta arıyanlar, ve temayüllerle tespit etmek<br />
isteyenler nezdinde bile müessir olan fikir, hassasiyetle<br />
faaliyetin münasibeti fikridir. Şu halde seciyeyi diğer tabir<br />
ve hadlerin biriyle karıştırmaksızın düşünenlerin tarifinde<br />
müşterek olan unsur bu faaliyet unsurudur. Secize faaliyeti<br />
ihtiva eden faaliyetle alâkadar olan bir mefhumdur.<br />
Fakat bizzat faaliyet mefhumu umumîdir, müşahhas değildir.<br />
Hangi nevi faaliyetlerdir ki seciyenin terkibine giriyor ve<br />
ona seciye ismini verdiriyor Pisikolojide faaliyet başlıca<br />
otomatik ve iradi faaliyetler olarak ikiye ayrılıyor. Seciye<br />
fikri şüphesiz bu ikinci kısımdadır. Çünkü asıl otomatizim<br />
ister bir çocuğun haraketleri, ister bir mecnunun veya bir<br />
fikri sabit sahibinin haraketleri şeklinde olsun, seciyeli<br />
adam fikriyle alâkadar değildir. Bilâkis bu fikre münafidir.<br />
Demek ki seciye fikrinin delâlet ettiği faaliyetler iradî<br />
nevinden olanlardır. O halde iradeyi seciyenin başlıca unsuru<br />
olarak kabul edelim. Fakat her iradî hareket seciyeyi mi<br />
ifade eder Hayır, seciye alelitlâk iradi haraketlerin<br />
heyeti mecmuası değildir. Seciye, menşei uzvî ve suflî olmıyan<br />
umdelere göre faaliyette sebat, faaliyette ahenk<br />
hassasıdır. Bir insan menfaati şahsiyesini istihsal hususunda<br />
istediği kadar faal ve müteşebbis ve hatta muannit olsun,<br />
buna seciyeli dimeye salâhiyettar değiliz. İradî faaliyet ali<br />
umdelere tabi olmadıkça ve bu faaliyet bu umdeleri tatbik<br />
hususunda sadakat ve vehdet göstermedikçe seciye ismini<br />
alması mevzubahs değildir. Şu taktirce seciye olmak için<br />
ali umdeler karşısında iradenin faaliyette sebat, istikrar ve<br />
vahdet bulunmak gerektir. "Filân adam seciyelidir» deriz.<br />
Çünkü filân hâdise münasibetiyle hiç bir ihtirazın, hiç bir<br />
korkunun tesiri altında oltmyarak belki yalnız ahlâkî vicdanına<br />
tabi olarak haraket etmiş, hareketinde sebat etmiş'<br />
eğrilmemiştir.<br />
Halbuki ali umdeler dediğimiz umdeler hep içtimaî
— 245 -<br />
menşeli kıymetlerdir. Eğer bir cemiyet ve onun tarihi olmasaydı,<br />
böyle ferdî ihtirasları mağlûp ettirecek, hatta seciyeli<br />
ferdi kendi ferdî kuvvetleriyle, uzvî amirleriyle çarpıştıracak<br />
bir cazibe ve kuvvet mebaı da vücut bulmazdı... Ferdi seciyeli<br />
kılan cemiyeti, cemiyetin manevî hayatı ve kuvvetidir.<br />
Fertlere a Seciyeli ol! „ diyende " Olma ! „ diyen de odur.<br />
Şu halde seciyemizin mukadderatı her şeyden evvel cemiyetimizin<br />
mukadderatına tabidir. Bu münasibet nazarı itibara<br />
alınarak dinilebirlir ki: Seciyenin İslahını, seciyenin terbiyesini<br />
ve seciyenin irtidadını kabile, ayile, mektep, meslek,<br />
millet... denilen içtimaî mevcutta aramalıyız. Çünki bizi<br />
uzvî ve ferdî amirlerin sultasına karşı ahlâkan mücehhez<br />
bulunduracak kuvvet ve iktidar menbaı yalnız odur.<br />
Pek güzel anlaşılıyor ki seciyenin istihsali, seciyenin teşşekülü<br />
basit bir iş mevzuu gibi doğrudan doğruya terbiyecilerin<br />
elinde değildir. Seciyeye kıvamını veren ve onu mukavim<br />
bir hale getiren ancak içtimai muhittir. Binaenaleyh dinî,<br />
ahlakî umdeleri sarsılan bir memlekette seciye terbiyesinin<br />
bir buhran safhasına girmesi gayet zarurîdir. Ve bu seciyenin<br />
içtimaî hayattaki kıvam ile mütenasip olarak tevazün<br />
ve selabet kespetmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Şu halde<br />
^seciyeli ol, seciye lâzımdır, seciyemizi düzeltelim,, demekte<br />
filen bir kıymet yoktur. Fakat muhitte ahlâki umdelerin vuzuh<br />
ile tecellisine mani olan şeytanî kuvvetleri uzaklaştıracak<br />
tenkitler ve gene muhitteki ihtilâl, iğtişaş, intizamsızlık<br />
tecrübelerinin izalesi dolayısiyle seciyenin hayatına müessir<br />
olmak mümkündür. Sözün kısası, fertteki seciyenin mukabili<br />
cemiyetteki adalettir. Adalet maşerî amirlerin ferdî<br />
sultalara galebesi, şahsî ve keyfî emirler yerine gayrı şahsî<br />
umumî emirlerin ikamesidir.
- 246 -<br />
İstidat bahsi<br />
Günün birinde bir genç geldi, orta tahsilini bitirmiş<br />
ve yüksek mesleklerden birine girmek istiyordu. Fakat bir<br />
türlü kararını vermemiş: "Acaba ben ne olabilirim „ sualini<br />
soruyordu. Diğer bir gün bir çocuk babası geldi, bu da muh<br />
terem bir zatidi: " Size bir müşkülümü hal ettirmek için<br />
geliyorum, Liseyi ikmal etmiş bir kızım var. Büyük mektep<br />
lerden birine girmek istiyor, fakat hangisine vereyim tayin<br />
edemiyorum. Çocuğum için hangi mesleği ve hangi mektebi<br />
tavsiye edersiniz . „ dedi. Bu müracaatler ve bu sualler<br />
beni hayli düşündürdü. Bu gence şu suali sordum: "Fakat<br />
siz ne olmak istiyorsunuz „ Aldığım cevap şu idi: "Bilmiyorum<br />
ki!.. „ Aynı suali çocuk babasına da sordum r.<br />
tt<br />
Ya kızınız, kendisi ne olmak istiyor „ dedim . Şu<br />
cevabı vermişti: "O da tayin edemiyor, ben de!.. w<br />
Acaba<br />
bu sualler, cemiyetimizin hususî bir safhayı işaret etmiyor<br />
mu Eski hayatta mesleği intihap edenler babalar, analar<br />
idi, yeni hayatta aynı meslekleri bizzat çocuklar intihap<br />
ediyorlar. Çünkü cemiyet, taksimi amele mazhar oldukça<br />
ve meslekî zümreler teazzi ettikçe eski ayile suretleride<br />
inhilâl ederek yeni ayile şekli zuhur ediyor. Tabiri<br />
diğerle, ayilenin eski dinî, ahlâkî ve iktisadî faaliyetleri daralarak<br />
büyük cemiyete intikal ediyor. Bu sırada ebeveynin<br />
çocuk üzerindeki velayeti azalarak çocuk, bir şahsiyet<br />
ve muhtariyet kazanıyor. Asrî çocukların ayilelerinde kazandıkları<br />
hukuk tarihi misallerle kabili mukayese bile de»<br />
ğildir. Hülâsa, zamanın çocukları, muayyen bir yaşta kendi<br />
mesleklerini kendileri intihap mecburiyetindedirler. Fakat<br />
niçin bü genç ve bu kız babası bana veya size müracaat<br />
edip meslek soruyor Çünkü bu çocuk kendi kendilerine<br />
meslek intihap edecek bir kudrette değildirler. Halbuki<br />
asrî genç, buna tabiyetile muktedir olmalıydı. Fakat
- 247 —<br />
bu kudretsizlik neden Bu kudretsizlik şüphesiz, ki bu<br />
gençlerin aldıkları terbiyeden ileri geliyor. Marifeti nefs ve<br />
şahsiyeti öldüren başlıca iki sebep vardır: Biri eski ayile<br />
terbiyesinin büsbütün menfi ve korkak yetiştiren tesirleridir.<br />
Diğeri mekteplerde fikrî hayatın inkişafına engel olan<br />
ezbercilik ve şahsî mesainin tanınmamış olmasıdır. Ayile<br />
hayatında arzu ettiğimiz gibi uyanık ve kendinden haberi<br />
olan çocukları yetiştirecek olan terbiye, basit bir iki fiilden<br />
ve muameleden ibaret değildir. Ebeveynin her fiili ve her<br />
muamelesi mutlaka müspet veya menfi bir tesir vücude<br />
getirir. Binaenaleyh bu gün ayile hayatının yeni şartlara göre<br />
tanzimi icap eder. Mektebe gelince burada en mühim vasıta<br />
derslerdir. O dersler ki tarzı tedrisine göre müspet bir<br />
zihniyet gibi vustaî bir kafa da teşkil edebilir... Tedrisatın<br />
bilhassa lisan ve edebiyat derslerinin marifeti nefs, tahlili<br />
nefs, istipsan nefs hususunda oynıycağı rol, hakikaten<br />
muazzamdır. Sonra tam ve temamiyet düsturuna muvafık<br />
bir tedrisat, tabiri diğerle yalnız maddiyat, tabiiyat ve riyaziyata<br />
müstenit değil, edebiyat, felsefe, resim ve elişine<br />
müstenit bir tedrisat, müteaddit istidatların inkişafını temin<br />
edebilir. Bu deslerin müsavat namına müdafaası lâzımdır.<br />
Bir de demokrasinin en büyük vazifesi istidatların<br />
hakkını vermektir. Ancak bu şeraitle müstayitierin istidatla*<br />
rını seçmek müyesser olacaktır.<br />
Demokrasi ve cumhuriyet inkılâbı namına mektepte<br />
görmek istediğimiz en büyük tahavvül istidatlara hürmet<br />
etmek, istidatların inkişafına müsayit faaliyetleri hazırlamak<br />
ve istidatların inkişafına müsayit usuller kullanmak olabilir.<br />
Seciye, içtimaî bir mahsûl<br />
Meşrutiyet inkılâbı bize muhtelif içtimaî mefhumlar<br />
16
getirdi. Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet gibi... Bu mefhumlar<br />
zihinlerde biri birine zıt okuyan şeylerdi. Fakat<br />
cemiyetin hayatında birleşemiyorlardı. Mütefekkirler için<br />
bunları müşahhaslaştırmak elim bir tefekkür mücahedesi<br />
idi. Hakikat şu idi: Din ile ilim, Saray ile halk zahidin<br />
telâkkisiyle lâik zihniyet boğuşuyordu.. Seciye terbiyecilerin<br />
en büyük endişesi idi. Bütün tefekkürlerinizin adesesini<br />
onun üzerinde dolaştırıyorduk. Biz böyle yaparak bazan<br />
bir seciye psikolojisi, bazan bir seciye sosiyolojisi yapıyor,<br />
fakat sedyenin kendisini icattan âciz kalıyorduk !.. Çünkü<br />
seciye psikolojisi bize seciyenin en mühim mümeyyizesi<br />
olarak ferdî faaliyetlerde ittıradı, seciyenin sosiyolojisi<br />
ise bize en mühim bir hakikat olarak iradenin içtimaî menşeini<br />
gösteriyordu. Bu ittırat Meşrutiyet cemiyetinde yoktu.<br />
Çünkü bu cemiyetin müessiseleri tezat halinde idi. Ezcümle<br />
Meşihat maarifi tadil ediyor, gayrı Türk unsurlar Türk<br />
samimiyetinin tabiatini bozuyordu... İnkılâp pedagojisinin<br />
bu bitmek tükenmek bilmiyen davasını son defa rüyet<br />
etmek lâzımdır. Fert hayvanı tabiati iktizası bir mübdi<br />
değil, bir muharriptir. Aynı fert muhayyilesi itibariyle halk<br />
ve icade muktedir değil, hezeyana mütemayildir. Aynı ferdin<br />
faaliyetinde irade ve terkip kudreti yerine insiyak, ve otomatizm<br />
vardır. O halde ferdin bu uzvî kuvvetlerine vahdet,<br />
terkip ve ibda kudretini veren yüksek ve hâkim bîr<br />
mevcut olacak. Bu mevcut şüphesiz ki cemiyettir. Cemiyetin<br />
bu yaratıcı kudret veren tesiri ne suretle vaki oluyor İşte<br />
seciye pedagojisinin bütün mukadderatı bu sualin hâiline<br />
bağlıdır. Seciyemiz içtimaî varlığımızın bir parçasıdır. Bu<br />
itibarla cemiyetimizin sadece bir makesiyiz. Ruhlarınızda<br />
vahdet ve kıvam bulmak için vahdet ve kıvamı olan bir<br />
cemiyetin hayatını yaşamış olmalıyız. Ruhlarınız ikizlikten<br />
ancak ikizliği atmış bir cemiyetin devamlı ve ahenkli hayatiyle<br />
kurulacaktır. Yaratıcı bir muhayyileye ancak yaratmak<br />
ihtimallerini taşıyan bir cemiyet hayatiyle sahip olabileceğiz.
— 249 —<br />
Halbuki yeni türk cemiyetinin hayatı bu gün bu şartları<br />
Jıayizdir. O halde yeni türk neslinin seciyeli olarak teşekkülüne<br />
hiç bir mani yoktur. O halde bütün mesele yeni<br />
bir cemiyetin teşkküiünü beklemek değil, teşekkül hâlinde<br />
bulunan bu cemiyetin, yaratıcı olan hayatını bütün feyz<br />
ve şiddetiyle yaşatabilmektir. İnkılâbın kıymetlerini taşıyan<br />
irfan, sanat, ahlâk kaplarını genişletiniz ve bu kapların<br />
ağızlarını bütün türk çocuklarına tamamiyle açınız. Bu<br />
çocuklar yeni cemiyetin doğru, iyi ve güzel nüskundan mümkün<br />
olduğu kadar çok içsinler, yekpare, metin ve yaratıcı<br />
fertler olarak neşvünüma bulacaklardır.<br />
Yokluktan varlık çıkarmı!<br />
"Yokluktan varlık çikârrm,, bu suali böyle bir fikir suali<br />
olarak akıllı bir adama sorunca: "Ne mümkün! „ cevabım<br />
alıyorum. Ve ben bir bedaheti münakaşa etmek istiyen adam<br />
mevkiine düşmüş oluyorum!... Halbuki maksadım kelime<br />
oyunu değildir. Bu suali bir de iş lisaniyle sorunuz. Bakınız ne<br />
garip cevaplar alınıyor. Bir iki vakayı misal veriyorum. Senelerden<br />
beri Avrupa'dan Türkiye'ye idhal edilen inşaat resimleri<br />
vardır. Bir ev, bir çiflik, bir değirmen ve sayire... Bu<br />
renkli resimleri çocuklar, makasla keserler ve uç uca getirerek<br />
inşaat numuneleri yaparlar Ben bu eğlencelerin terbiyevî<br />
mahiyetlerine şiddetle kaniim. Osun için çocuğu olanlara her<br />
zaman tavsiye ederim. Günün birinde bir zat bana şu sözler<br />
söyledi: ''İnşaat işleri terbiyevî değildir. Çünkü bu nevi işler<br />
çocuğu*mihaniki surette çalışmıya alıştırır. Çocuk hazır numuneleri<br />
kesip yapıştıracağına, kendi kendine icat etmesi lâzımdır.<br />
Yedi sekiz yaşındaki çocukların kendi kendine icat<br />
etmesini istiyen bu zatin sözlerindeki ilmî mahiyet acaba<br />
nedir Bunu düşündüm. Gene günün birinde bir ilk mektep
müfettişi bu hazır numuneleri kestiren bir muallime soruyor:<br />
" Ne yaptırıyorsunuz!,, diyor. Muallim anlatıyor: " Mevsim<br />
münasibetiyle hazır bir soba* nümunesinini çocuklara<br />
kestiriyorum „ • Müfettiş itiraz ediyor: " Böyle hareket<br />
etmek yanlıştır. Bırakınız çocuk kendisi icat etsin..„ diyor.<br />
Gene bu muallim bir gün bana rasgelince soruyor: "Siz diyorsunuz<br />
ki mini mini çocuklar hazır numuneleri kesip yapıştırsınlar,<br />
böylelikle istifade ederler, halbu ki müfettiş Bey<br />
diyorlar ki bırakınız kendileri icat etsinler. Biz de şaşırdık<br />
kaldık, nasıl hareket edeceğiz bilmem!.,,.<br />
Bildiğimizi açık söylemekle mükellefiz. İlmî bir münakaşa<br />
neticesinde kati bir hezimete uğrayıncıya kadar kanaatimizi<br />
muhafaza edeceğiz. Çocuk içtimaîleşmek iztırarmda<br />
olan bir mahlûktur. Henüz söylemez, anlamaz, işlemez..<br />
Terbiyenin vazifesi ona dilini, ahlâkını medeniyetini<br />
öğrenmektir. Dil, ahlâk, medeniyet çocuğun icat ettiği bir<br />
şey değildir. Onlar kendisinden evvel vücut bulmuş müessiselerdir.<br />
Çocuk dünyaya geldikten sonra, hatta muayyen<br />
bir tekâmül devresine kadar onları icat edecek değil, onları<br />
olduğu gibi kabul edecektir. Biz bunları çocuklardan<br />
öğrenecek değiliz, çocuklara bunları biz öğretecğiz.<br />
Şimdi istiyoruz ki henüz içtimaî rüşte vasıl olmıyan<br />
bu biçare vahşiler icat etsinler; fakat neyi ! Medeniyeti<br />
mi ! İşte çocuk buna muktedir değildir. Elma, armut ağacı<br />
da tomurcuk yapıp meyva vermeden evvel büyümek, bes-<br />
'lenmek, mütemadiyen tegaddi ve temsil etmek ihtiyacındadır.<br />
Taklit olmıyan yerde icat nasıl olur! Fakir kalan bir<br />
hafıza zengin bir muhayyileyi nasıl besler ! Bu da bir ruhiyat<br />
hatası olacak: Bırakınız çocuk icat etsin; diyorlar!<br />
Fakt bırakınız çocuk evvelâ temeddün etsin; beşeriyetin<br />
mirasını elde etsin... Cemiyete ayit olan sermayeleri, kazançları<br />
cemiyet öğretmezse tabiat nasıl verir!. Çünkü tabiatin mali<br />
değidir.
Istidaden zayıf!<br />
Geçende ecnebi bir mektebin imtihanında donen bir<br />
çocuğun vaziyetini tetkik ettim. Bu çocuğun niçin sınıftan<br />
döndüğünü anlamak istedim. Bana bilvasıta şu cevap verildi<br />
: "Istidaden zayıf olduğundan!.. „• On beş yaşırçda bir<br />
gencin bir senelik hayatı üzerinde hükmünü veren bu mektebin<br />
sözünü düşünüuyorum: İstidat, kabiliyet, meleke, iktidar,<br />
seciye... bunlar mektep hocalarının dilinde ve terbiye<br />
kitaplarının sayfalarında, her hangi musahabede yahut<br />
tenkitte gelişi güzel kullanılan klişelerdir. Bunlar çok<br />
kere müphem oldukları için vazh ve kat'i fikirler gibi<br />
kuUmldtkları zaman ekseriya dalâlete, adaletsizliğe sevkeden<br />
tehlikeli aletlerdir. İstidatlı diye talebesinin bir kısmını<br />
teşvik ederken, istidatsız diye diğerlerini ihmal eden bir<br />
mektepçinin mesuliyeti şu notadadır- Bu adam klâsik kayidelerine<br />
ve ananevi usûllerine rağmen çocuğun, umumiyetle<br />
insanın tekâmülü hakkında felsefî, hiç olmazsa canlı denilebilecek<br />
bir tellâk ki sahibi değildir. Onun nazarında ikinci senede<br />
şu muayyen malûmatı kazanmıyan, arkadaşlarından geri kalan<br />
çocuk istidatsız, kabiliyetsiz, yahut tenbel ve sayiredir.<br />
Halbuki tekâmül fikrinin bu gün en samimî müradifi<br />
orijinalik fikridir. Bir çocuğun tekâmülü ötekine benzemez<br />
Çocukların tekâmülleri arasında kat'i bir muvazilik tesis<br />
edilemez, muayyen ve kat'i bir zekâ yok, belki hususî zkâ-<br />
Iar vardır. Bir çok hilkatlerin mektep haricinde ve mektepten<br />
sonra inkişaf ettikleri görülmştür. Bir çok hilkatler de<br />
hayatın ilk devirerinde inkişaf etmemekle beraber daha<br />
sonra birden yaratıcı bir hamleyle inkişaf etmişlerdir. Hele<br />
muayyen bir mektepte beğenilmiyen bir çocuğun diğer<br />
bir mektepte takdir edildiği çok kere vakidir. Şu halde<br />
nasıl oluyor da bir iki lisanı zararsızca yazan ve okuyan<br />
temiz ve gözel giyinen ve muaşeret kayidelerini tatbik ede-
9^9<br />
_<br />
bilen bir gence istidaden zayıf diyebiliyoruz !. Haydi bunu<br />
diyebildik, nasıl oluyor da birden onu sınıftan dışarıya ata<br />
biliyoruz!.. Mektep çocuğunun hususî kabiliyetlerine intibak<br />
edebilecek gibi tedbirler almış mıdır Mektep bir türlü<br />
çocuğu kavrıyamiyan çerçivesini biraz daha daraltmış mıdır<br />
Hayır, istiyor ki çocuk mektebe intibak ettsin!.. Fakat<br />
bu nasıl mümkün olur .. Terbiyeye memur olan çocuk değil,<br />
mekteptir. Mahkemede, kanunda aradığımız adaleti<br />
mektebin işlerinde de arıyahm . Mektebin zayıf yahut kuvyetli,<br />
ehlî yahut vahşî, fakir, yahut zengin bütün çocukları»<br />
tekâmülünü idareye mahsus bir bahçe ve hocaların bu nebatlara<br />
karşı betbin ve bethah yabancılar değil, birer dikkatli<br />
bahçıvan olduğunu unutmıyahm. Froebel'in icadı olan<br />
w<br />
Çocuk bahçesi „ hayali ne kadar beşerî bir hayaldir.<br />
Çok okumak<br />
Bu serlevhanın altında "çok okumak mı iyidir, az okumak<br />
mı iyidir „ gibi avamca bir suale cevap verecek değilim.<br />
Maksadım okumanın yalnız çokluğunu, yalnız kemiyetini<br />
ölçü olarak kullanan telâkkilere karşı yazmaktır. Evvelâ<br />
şunu ehemmiyetle işaret etmeliyim ki malûmatın, görgünün<br />
çokluğu kadar akıl hayatımız için mühim bir sermaye ve azık<br />
olmaz ; yalnız bir şartla : Bu unsurlar beynimizin dokunmasına<br />
karışmalıdır... En amelî en ziyade müşahedeye muhtaç olan<br />
tetkiklerde bile bu böyledir. Meselâ tarih, etnografya, nebatların<br />
ve hayvanların yalnız tavsifini yapan morfoloji<br />
bahisleri de böyledir, Bu bahisler tabiatin kanunlarını arayıp<br />
bulmak vayifesini taşımadıkları hâlde bir müdekkik ve<br />
bir tespit edici mevkiinde yine ilmî bir tefekkürdür, çünkü<br />
bir hüküm ve muhakeme hissesi vardır. Kaldı ki biyoloji,<br />
psikoloji ve sosiyoloji gibi sırf tefekküre, yani
— 253 —<br />
mukayese ve istidlale istinat eden ilim şubeleri... Bunlar<br />
doğrudan doğruya tefekkür mevzularıdır . Yalnız çok okuyan<br />
hatta okuduğunu iyice hazmeden ve böylece muhtelif<br />
meselelerden bahseden bir içtimaiyatçı farzediniz; böyle<br />
bir zatin ne ilmî bir kıymeti ne de ilmî bir rolü olamaz.<br />
İlimden felsefeye geçelim; aynı vaziyettir. <strong>Felsefe</strong> hayat<br />
yakut tekâmül dediğimiz hiç te sade olmiyan, dayima karışık<br />
olan hakikat karşısında insanın usulü dayiresinde düşünmesidir<br />
. Böyle olduğuna göre zekâ, kalp, irade, vicdan, mefkure,<br />
terakki... gibi aynı hayatın tecellileri hakkında yalnız<br />
başkalarını nakleden fakat felsefesi yahut felsefe görüşü<br />
olmiyan bir "çok okumuşsun kıymeti ne olabilir !.<br />
Maddiyatperestler ve yeni gençlik<br />
Bu memlekette bir kısım münevverler var ki hak, ahlâk,<br />
sanat... gibi ruhî ve vicdanî mevzuları aynı suretle tezyif,<br />
ilim, fen, servet ve saman gibi haricî ve maddî mevzuları<br />
aynı kafa ile tepcil ediyorlar!.. Siyasiyatta " Tanzimaçılık „<br />
hayatta "Mihanikiyetçilik» , ahlâkıyatta "Menfeatçilik,,, terbiyede<br />
" Fikircilik „ kılığına girerek kuvvetini ya eksik bir<br />
ilimden alan yahut ilmini yanlış bir felsefeye saplıyan bu mezhepler,<br />
madde ile ruh ve vicdan hakkında aynı galeti ruiyyetin<br />
esiridirler. Şöyle ki madde halik, ruh ve vicdan mahlûk,<br />
madde sebep, ruh ile vicdan netice sanıyorlar, ve<br />
maddenin katı elleriyle ruhun, vicdanın en harim eserlerine,<br />
zevke, ahlâka tasallut ediyorlar; dinî bir intibah,<br />
ahlâkî bir buhran, siyasî bir inkılâp, yahut bediî bir iştiyak<br />
şeklinde görünen fakat dayima batını bir tekevvünden<br />
haricî bir teşekküle doğru seyreden - bu ruh ve vicdan<br />
inkişaflarına maddenin - dayima hariçten dahile doğru olanmihanikî<br />
tesirleriyle müdahale ediyorlar. Aklın hangi çeçe-
— 254 —<br />
çevesine girerse girsin, vicdanın hangi mevzuuna çökerse<br />
çoksun, bu mezhebin en derin temeli - kelimenin en geniş<br />
telâkkisiyle - " Maddecilik ,,'tir. Avrupa'yı kör körüne taklitle<br />
memleketi islâh etmek istiyen tanzimatçılar, hayata hikmiyen<br />
kimyevî bir hâdise diyen hayatçılar tekâmülü sırf muhitin kör<br />
ve tesadüfi tesirleriyle izaha yeltenen tabiiyatçılar, hayır ve<br />
şer mefhumlarını ferdî hesaplarla hâlle kalkışan ahlâkıyatçılar,<br />
fikri, tahsili manevî ve ahlâkî inkılâplara mebde bilen<br />
terbiyeciler bence hep bu mezhepten sayılabilir.<br />
Maddeciler makulât ve maddiyat dünyası haricinde ve<br />
akıl ile ilmin maverasında mevcut ve müstakil bir âlemden,<br />
mahsusat ve maneviyat âleminden haberdar görünmüyorlar.<br />
Maddenin mihanikiyeti haricinde amel, ilmin muayyiniyeti<br />
haricinde nizam yoktur; kuvvanî bir hakikat, gözle görülemiyen,<br />
akılla izah edüemiyen, hesaba, tahlile girmiyen,<br />
keşfe sığmayan bir hakikat yoktur diyorlar... Maddeciler<br />
işte bu mebdeden hareket ederek milletin vicdanî duygularını,<br />
mefkureyi iştiyaklarını bile tezyiften çekinmiyorlar:<br />
Meselâ Türkün yaşayışında iffetin en büyük düstûru olan<br />
kanaatine " miskinlik „ , bütün aklî ve iradî tedbirler ve<br />
teşepbüsleri fevkinde kadere karşı göstediği tevekküle<br />
" aciz „, şan ve şöhreti istihkar, fakat ezelîyi, rahmaniyi<br />
takdis etmenin hissî ikrarı olan mahviyetine " zillet „,<br />
her türlü külfet ve israftan azade olan hayatına " iptidaî „<br />
diyorlar !.. Bu hükmü nasıl veriyorlar !. Kanaat, tevekkül,<br />
mahviyet... denilen hayatı duyduktan ve yaşadıktan<br />
sonra iğrenerek'mi Hayır, evvelâ iğrenip, sonra düşünerek !..<br />
Maddecilik, kökleri hayatta o'mıyan her harici kuvvet<br />
gibi müeyyidesini kalplerde, vicdanlarda bulamayınca<br />
akla, ilme teveccüh ediyor: Tabiatte " vahşî „ hayvanları<br />
. içtimaî hayvanları değil - idare eden kanunlara bakıyor.<br />
" Hayat bir kavgadır, kavga, kavî ile zayıf arasında<br />
bir güreştir. Galebe kavinindir... „ diyerek kavgayı, kuvveti<br />
atkdis, zayıfı, mağlubu takbih ediyor. Aynı.kafa ile madde-
- 255 —<br />
cilik göz önünde olanlara başını çeviriyor, " Sürünenler için<br />
ölüm saadet, geriye kalanlara hayat haktır. „ diyor!.. Bu<br />
içtimaî şakavetin tahribatı bereket versin ki münevverler<br />
sahesinde kalıyor da halka giremiyor. Tahribat halkın aklı<br />
selimine çarptıkça maddeciler şaşırıyorlar. Nazariyelerinin<br />
çürüklüğünü görmekten âciz olan bu insanlar çürüklüğü halkin<br />
hayatında bulmak istiyorlar. O zaman merdut bir ırk<br />
nazariyesine yapışıyorlar, bütün geriliğimizi kafa tasiyle<br />
izaha kalkışıyorlar !.. Hakikati halde maddeciler islâh etmek<br />
istedikleri hayatı seviyorlar mı !. Sevmiyorlar, bu hayattan<br />
sadece iğreniyorlar. Hasta, kangren bir uzva ameliyat yapan<br />
cerrahlar gibi, maddeciler de kendilerini istırarî bir mevkide<br />
görüyorlar, ameliyatın icrası için her şiddeti, her cebri<br />
mubah sayıyorlar. Maddecilerin zihninde u<br />
Anadolu köylüsü<br />
„ hasta, firengili, terakki ve temetdüne asi, mütefessih<br />
bir mahlûk gibidir !.. Bütün siyasetlerinin gayesi hasta hayale<br />
karşı nefret telkin etmek, halkı bu enmuzçeten çıkarmaktır.<br />
Maddecilerin gayesi " Medenî adam „ yetiştirmekti. -<br />
Medenî adam, " Avrupa görmüş zat „ 'tir! Anadolu<br />
köylüsü ise - bir edibimizin tasvir ettiği gibi - evvel emirde<br />
yalnız bıyıkları tıraş edilmesi lâzım gelen bir aşçı<br />
yamağıdır!.. Maddeci bolulu Türkün bu saygısızlığa karşı<br />
isyanında medeniyet için bir kabiliyetsizlik manası buluyor,<br />
ve " eşek Türk! „ demekte tereddüt etmiyor. Hatta avrupahlarm<br />
" Hasta adam „ dedikleri bu Türke o daha fazlasını<br />
söylüyor: " Bitmiş ! „ diyor, Türk yaşamak kabiliyetini<br />
gösterdikçe " Halâ yaşıyor ! „ diyor. Türk yaşamakta inat<br />
ettikçe " Acaba niçin ölmüyor ! „ diye şaşırıp kalıyor...<br />
Memlekette bir yeis dalgası gibi süratle yayılan bu<br />
tefekkür hastalığı meşum neticeler doğurdu. Bir kere halkle<br />
münevverlerin arası açıldı. Halk münevvrlere, münevverler<br />
halke karşı derin bir gayz duydu. Milliyetinden irtidat,<br />
vicdanından istifa edenler görülmüye başladı. Maziye muhabbet,<br />
medeniyete husumet gibi telâkki edildi. Hayat ve necat
- 256 -<br />
hep mazinin inkıtamda arnadı. Tarihin devamında ise ölüm<br />
tehlikesi görüldü. Millî, mahallî olan şeylere karşı husumet<br />
edildi. Yeni gayreti, eski nefreti âdeta bir din oldu. O<br />
derecede ki türkçe söylemek, türkçe anlaşmak, türkçe yaşamak<br />
âdeta güçleşti. Bütün bu ceryanm neticesinde seciyemizi<br />
tahripkârlık ve riyakârlıktan ibaret bir tabaka kapladı...<br />
Maddeciler tekâmülün içeriden gelme bir şey olduğunu<br />
bilmediler. Tekâmülün bir tahrik eseri değil, bir tekevvün<br />
mahsulü olduğunu farkedemediler. Terakki ilâç gibi hariçten<br />
şırınga edilir, garbı - kör körüne - taklitle şark terakki<br />
eder, ilim yayılır, ahlâk düzelir, zorla güzellik olur, sandılar;<br />
her kavmin diğerine göre iyi kötü, makul gayrı makul,<br />
avrupaî olmakla beraber lisanı, bediî bir hayatı, hülâsa<br />
kendine göre bir oluşu ve duyuşu olduğunu düşünemediler.<br />
Türk milletinin de müstesna, orjinal bir ruhu olduğunu, ve<br />
yine müstesna, orjinal bir medeniyet yaratabileceğini, tarihin<br />
canlı, zevkin, sanatin, ahlâkın canlı olduğunu, canimin<br />
canlıdan, istikbalin ancak maziden, mefkurenin yalnız vicdandan<br />
doğabileceğini bir türlü anlıyamadilar. Bilâkis ruhu,<br />
vicdanı, katı, cansız bir şey gibi ezmek, büzmek, zihinlerdeki<br />
madde kahbiyle kalıplamak istediler.<br />
Artık bu günkü gençler şu iki yoldan birini tutacaklardır<br />
: Ya maddeci kafasiyle maneviyat sahesinde ki tahribatımızı<br />
sonuna kadar götürecekler, yahut hariçten düşman<br />
gözüyle görülen ve iğrenilen bu hayatı bütün samimiyet<br />
ve harimietiyle bir kere kavrayıp nefret siyaseti yerine<br />
muhabbet felsefesi koyacaklar, hayatı bir mühendis gözüyle<br />
görecek yerde, bir sanatkâr kalbiyle duyacaklar ve bir<br />
sanatkâr aşkıyla seveceklerdir. Gençlik bu felsefî inkılabı<br />
yapabilmek için lâzım ki her şeyden evvel yabancı bir hayatın<br />
cansız mefhumlarını zihninden atsın, sonra tarihine katlansın,<br />
bu tarihi bütün canlı sadmelerinde ve yaratıc»<br />
hamlelerinde duysun, bütün seyirleri ve zarureleriyle bu tarihi<br />
yaşasın ... f Bu katlanış ve dönüş ne maziyi parça parça
— 257 -<br />
tespit eden müverrihin, ne de bu parçalan zorla yaşatmak<br />
istiyen mürteciin teşebbüsüne, benzemiyecek, belki cani*<br />
mevzuun duyan bir sanatkârın, bir hayat ve tarih sanatkârının<br />
sezişine benzeyecektir. Bir sanatkâr ki ahlâkın, sanatın<br />
maziden beri ardı arası keislmkesizin akıp gelen nehrini<br />
duyacak, aynı nehrin dalgaları, şelâleleri kendi vicdanının<br />
derinliğinden bu gün bile akıp geçtiğini işitecektir. Ruh,<br />
gerileyip gerileyip te canlı mazisinden aldığı bu hızla ancak,<br />
üzerinde ki riya ve irtidat kabuğunu atıp halin mütereddit<br />
günlerinde mevut istikbaline atlıyacaktır.<br />
Örümcek alan canbazlar.<br />
Yüksek cami kubbelerine elle yetişmek, ayakla tırmanmak<br />
mümkün değildir. Bir kere kurulup örüldükten<br />
sonra bu kubbeler, altında dolaşan insanların temasından<br />
uzak kalırlar ne güzel!.. Fakat örümcek denilen cılız ve<br />
sessiz bir hayvan vardır . inadına gider kubbenin ta ortasında<br />
sinekleri yakalamak için ağ kurar! Aşağından bakanlar<br />
bazen bu ağı kubbeye sürülmüş siyah bir leke gibi<br />
görürler. Artık kubbenin güzelliğini kirleten bu lekeyi temizlemek<br />
farzolur. Bu işi görebilecek adam, ne imam,,<br />
ne meyzin, ne de o güzel kubbeyi yapan sanatkârdır.<br />
Örümcek alan, mahsus canbazlar vardır. Bu canbazlar bazen<br />
hayatlarım tehlikiye koyarak orta kandilin zincirine<br />
tırmanırlar. Bazen de bellerinden iple bağlanarak kubbenin<br />
etrafındaki gezinti yerinden ileriye sarkarlar ve ellerindeki<br />
tavan süpürgesini uzatırlar. İşte Bu vaziyetlerde örümceği<br />
almcıya kadar kan ter içinde kalırlar, bu canbazlarln bütün<br />
hayatları böyle örümcek almak için kubbeden kubbeye<br />
tırmanmakla geçer... Onlara "filân kubbe nasıl„ diye so-
ulsa, "Çok pis, çok kirli!.. „ derler. Ne kubbeyi yapan<br />
mimarın zevkinden, ne de kubbeyi tutan fennin hesabından<br />
haberleri bile yoktur. Yerden kırk elli metre yüksekliğe<br />
tırmanan, yine o kadar bir derinliğe sarkan bu zavallıların<br />
kubbe zevki duymak, kubbe hesabı anlamak kabiliyetleri»<br />
sanki örümcek ağiyle örtülmüştür!.. Ne örümcekli kubbenin<br />
ne de örümceksiz kubbenin zihinlerinde bir manası<br />
yoktur. Yalnız örümcek ağının kara hayali vardır . Nazarlarında<br />
kubbe, ekmek parası kazanmak zaruretiyle örümceği<br />
alınması lâzım gelen yüksek bir tavandır! İşte o kadar...<br />
Örümcek canbazları İstanbul gibi kubbesi çok bir şehir<br />
için pek lüzumlu adamlardır: Eğer onlar olmasaydı, cami<br />
kubbelerini örümcek ağları kaplardı • Fakat bir kaç canbaz<br />
bütün İstanbul kubbelerinin örümceğini almak için kâfidir<br />
. Çünkü bir canbaz her gün bir yerde çalışsa senede<br />
yüzlerce caminin örümceğini alır; fazla olurlarsa aç kalırlar.<br />
Onun için her keşi örümcek canbazı yapmakta fayda var mı<br />
bilmem ! Halbuki ressamlar, şairler, mimarlar için iş böyle<br />
değildir. Bunlar ne kadar çoğalsalar belki o derece hayırlı<br />
olur. İnsanları böyle mesleklere teşvikte belki daha ziyade<br />
fay ide memul ola...<br />
Bazı münakkitler vardır, bu örümcek canbazlara<br />
benzerler ! Ne zaman yeni bir kitap, yeni bir mecmua çıksa,<br />
ne zaman yeni bir fikir ortiya konulsa, ne zaman yeni bir<br />
kubbe örülse derhal altına gelip örümceği var mı diye<br />
kubbesine bakarlar ! Bulamazlarsa kızarlar; zira geçinmeleri<br />
o yüzdendir! Bulurlarsa hemen kollarını sıvarlar, ya altından,<br />
ya kenarından eserin örümcekli yerlerine tenkitlerinin<br />
süpürgesini uzatırlar !.. Bu münekkkitlerin bütün gayretleri<br />
filân kitabın, filân mecmuanın, filân faslında ve filân satırındaki<br />
filân kelimenin ve filân harfin manası, şekli, noktası<br />
ve yahu I bilmem nesidir!.. Bu tenkit canbazlarma<br />
sorsalar ki kitabın, mecmuanın, manasından, ruhundan,<br />
felsefesinden ne haber!. Bu sözden hiç bir şey anlamaya-
— 259 -<br />
rak ve dayima örümcekten bahsediliyor sanarak " Aman<br />
sormayın çok kirli, çok fena!,, derler. Gözleri harf, kelime,,<br />
imlâ, nokta ağları altındaki koca bir âlemi, maksat, mana,<br />
kuvvet âlemini göremez. Çünkü ne vaziferi, ne de idraklari<br />
asıl fikri, ruhu, mefkureyi aramıya mü say i t değildir. Eğer<br />
münekkitlik bu canbazların zahmetinden ibaret olsaydı<br />
dünyada güzel, büyük, canlı eser olamazdı. Çünkü her<br />
eser mutlaka kusurlu, hatalı, kısmen örümceklidir. Kusuruz<br />
olan yalnız Allah'tır!.. Sanat eseri bir dokuma değildir<br />
ki her bir teli ayrı ayrı çekilip yoklansın. Her eser vücudiyle,<br />
ruhuyle yekpare, canlı bir bütündür. Ve bütün gibi<br />
görülmek, öyle anlaşılmak lâzım gelir. Fakat denilecek ki<br />
bu nevi tenkitçiler mücrim midir Hayır bilâkis, müfit<br />
adamlardır. Fakat, dediğim gibi, böyle bir kaç tane olursa<br />
bütün bir şehir için kâfidir!... O da, bacakları zincire tıranacak<br />
kadar kuvvetli, kollan tavan süpürgesini sallıya-<br />
^ kadar uzun olmak şar tiyle.. Gerisi! Kuru kalabalık !..
<strong>Felsefe</strong>
<strong>Felsefe</strong>
— 263 —<br />
Babnî hakikatler<br />
1912 senesi Mudanya karşısında Armutlu köyünde bulunuyorum.<br />
Vapur Bozburun'n dolaşamadığmdan Armutlu limanına<br />
iltica etmiştir . Köyü dolaşmak istiyoruz . Fakat yolu<br />
bilmiyoruz . Tarlanın kenarından sekiz on yaşlarında küçük<br />
bir çobana rastgeldik. Çocuğa köyün yolunu, kaç<br />
dakika uzakta olduğunu, yiyecek, içecek bulunup bulunmadığını<br />
sorduk. Çocuk bize istizaha hacet bırakmıycak derecede<br />
açık ve kat'i cevaplar verdi. Köye vardığımızda<br />
çocuğun verdiği bütün malûmattan istifade ettik . Bir iki<br />
gün sonra İstanbul'a avdet ederken vapurda kamarotun<br />
oğlu olacak - yine sekiz on yaşlarında diğer bir çocuk bulunuyordu<br />
: yüzü, gözü karışık, kirli, alık salık bir şey!..<br />
Elinde koca bir limon ayvası, gemirip duruyor ! yanımızda<br />
bir kaç musevî genci var. Deniz seyahati uzun sürdüğü<br />
için canları sıkıldığı anlaşılıyordu. Çocuğa: İsmin ne diye<br />
sordular. Hiç cevap vermedi. Tekrar sordular. Bir müddet<br />
yüzlerine bakarak, manasızca sırıttı. Sonra başını önüne<br />
eyip yine ayvasını, bu sefer daha dişliyerek koparmıya başladı<br />
!.. Şehirli çocuğun bu yabaniliğini görünce o köylü<br />
çobani hatırladım. Şehirli ananesinin bu çirkinliğine karşı<br />
köylü ruhunun sadeliğini tercih ettim, utandırmak, lakırdı<br />
söyletmemek, değnek elde hayvan gibi sürmekten ibaret<br />
olan ananevi usullü terbiyemize isyan ettim. O tarihte intişar<br />
eden kitaplarımda hep bu miskinliğin aleyhinde yazıyordum.<br />
Böyle bir maarife cehaleti tercih ederim, çocukları mektebe<br />
göndererek sersemleştirmekten ise, cahil bırakalım, daha<br />
iyidir, diyordum!.. Bu güne kadar devlet ve milletin muammer<br />
olmasını bile münevverlerin ilminden ziyade, halkın<br />
ruhundaki safvet ve bekârete veriyordum !.. Gerçi benim<br />
böyle söylenmemi cehalet taraftarı ve ilmü irfan düşmanı<br />
olduğuma atfedenler oldu ! Hatta zürefadan biri bu " İlim<br />
husumeti,,'nin tarihçesini bile yazmıya kalkıştı!.. Hiç unut-<br />
17
— 264 —<br />
mam bir gün de fazıl ve müdekkik tanınmış bir dostumla<br />
görüşüyordum. Lâkırdı sırasında lâtife olsun diye:<br />
— Malûm a, biz cehalet taraftarıyız!. dedim . Bu zat<br />
gayet tabiî olarak:<br />
— Ayol halâmı öylesin! dedi!.. Adamcağız gerçekten<br />
inanmış ve şimdide hayret ediyordu...<br />
Nasıl oluyor da böyle bir adam cehalet propagandası<br />
yaptığıma kani oluyordu ! Bunun sebebi o adamdaki mantıktır.<br />
Kullandığı mantığın vukuatı kavramağa , takdire müsayit<br />
olmamasıdır.<br />
Kaç türlü mantık vardır, diyeceksiniz!.. Bence iki türlü,<br />
hatta iki türlü görüş vardır, maksadımı izah edeyim:<br />
İşte bir şehir, sokak, bahçe, insan vücudu, çiçek... karşısındasınız;<br />
bunu ya bir mühendis gibi tahlil ederek, yahut<br />
bir ressam gibi duyarak göreceksiniz . Gerçi her ikisinde<br />
de gözün rolü bir değil; mühendis için, göz, bir alet,<br />
hatta bir gayedir! Mühendis için, göze göründüğü gibi çizmek,<br />
zaptetmek lâzımdır . Fakat sanatkâr için böyle değil:<br />
O hem görür, hem görmez ! Bazı çizginleri alır, bazılarını<br />
atar, bazılarını hafifletir, bazılarını da mübaleğalandırır.<br />
Çünkü sanatkâr bu suretle gördüğünü çizmek değil göz<br />
için mekşuf olmıyan bir hakikata vasıl olmak istiyor. Batinî<br />
bir hakikat ... Sanatkâr onu duyuyor, onu renge, çizgiye<br />
sokmak için yepyeni bir âlem, şekiller, cisimler yaratıyor<br />
. Öyle bir bediî âlem ki hiç bir hakikati tabiatinkine<br />
mutabık değil! Şu halde sanatkârın icat ettiği tabiat, tabiatin<br />
kendisi değildir, belki kendi ruhunun tabiatıdır . San'-<br />
atkâr ruhunu bu batini tabiat vasitasiyle ve bu tabiat vesilesiyle<br />
tecelli ettiriyor demek.. Siz sanatkârın resmini<br />
fotoğraf ve mühendis göziyle tabiate ne derecede mutabık<br />
diye tenkit ederseniz, haksız olur . Ancak heyecan ve<br />
güzellik itibariyle kendi tabiatına ne derece mutabık yani<br />
manevî dünyasını ne derece tasvir etmiş diye tenkit etmelisiniz<br />
. Ne derece doğru diye değil, ne derece canlı diye.
— 265 -<br />
Çünkü sanat aleminde ifade edilen hakikatler uzunluk, kısalık,<br />
yeşillik, kırmızılık gibi maddî, zahirî hakikatler değil<br />
elem, ıstırap, ahenk, iştiyak., gibi manevî, batini hakikatlerdir.<br />
Sanatkâr bunları söylemek için bir lisana muhtaçtır.<br />
Bu batını hayat zahirî bir vücude tutunacaktır, fakat o kadar..<br />
Tutunduktan sonra bu vücudu yani bu renek ve çizgileri<br />
taşar aşar. Kendi hakikatine kendi hakkına vasıl olmak için..<br />
Hülâsa tenkit, mevzua göre değişir. Mevzu nedir. Bir<br />
hesap, hendese mevzuu mu Yoksa bir ruh ve heyecan<br />
mevzuumu Yazan, düşünen adam, bu ister bir ressam,<br />
ister bir heykeltıraş olsun, neyi ifade etmek istiyor! Zahirî<br />
bir hakikatimi, yoksa batını bir hakikatimi. Bu hakikat<br />
«şyaya, hesaba, akla taalluk eden neviden ise, aklın mantıhını<br />
kullanmakta elbette haklıyız. Değilse mikyas, miyar<br />
artık zevktir . Binaenaleyh zevke, sanate, hayata temas<br />
«den bahislerde göz manasiyle ne kadar doğru gördü diye<br />
değil, kalp manasiyle ne kadar iyi duydu, ve duydurdu, ne<br />
kadar yaşadı ve yaşattı., diye tenkit edebiliriz. Kabul edelim<br />
ki madde sahasinde hakikat " Doğru „ olandır. Fakat<br />
mana sahasinde hakikat, iyi ve güzel olandır . Batıl, yalnız<br />
çirkin ile fenadır.<br />
Tarih ve hayat<br />
İçtimaiyatçılar derler ki: " İçtimaî hayat, bir takım<br />
anüessiselerden teşekkül edrr; dinî, ahlâkî, bediî... müesseseler.<br />
Cemiyet olan yerde bu müessiseler vardır, müessesesiz<br />
cemiyet, müessisesiz içtimaî hayat yoktur. Her cemiyette din,<br />
ahlâk, iktisat.... müessiseleri o cemiyetin bünyesine göre<br />
bir türlüdür. Canlı mahlûkların uzviyetlerine mutabık fiilleri<br />
olduğu gibi, cemiyetinde içtimaî uzviyetine muvafık müessiseâeri,<br />
vazifeleri vardır. Din, ahlâk, iktisat... dediğimiz müe-
— 266 -<br />
ssiseler, - yani tahassüs ve tefekkür tarzlar» - cemizetten<br />
cemiyete, yani cemiyet dahilinde de, devirden devire değişir.<br />
Bu değişmenin aleti, " içtimaî bünye „ denilen hakikattir-<br />
İçtimaî bünye, bir cemiyeti teşkil eden zümreler arasında<br />
içtimaî münasibetin U biatidir. Meselâ umumiyetle bu fertler<br />
arasında ne gibi manevî müşabıhetler, ve ne gibi maddî tesanütler<br />
vardır. Fertler dağınık, kabilevî bir hayatmı yaşayorlar,<br />
yoksa muhtelif işler ve muhtelif ihtisaslerle birbirine bağlanmışım<br />
bulunuyorlar Fertler tarafından vücude getirilen<br />
zümrelerin tedahülü, tesanüdü ne derecededir. Bütün içtimaî<br />
hayatın mukadderatı, fertlerinin işte bu tarzı teşekkülüne,<br />
cemiyetin bünyesine bağlıdır. Bu bünye değişmedikçe,<br />
içtimaî hayatça değişemez. Bir fert terakkiyi, teceddüdü<br />
ne kadar arzu ederse etsin ve bu uğurda ne kadar çalışırsa<br />
çalışsın cemiyetin bünyesi değişmedikçe, bünyeyi değiştirecek<br />
inküâplar olmadıkça teceddüt hususundaki bütün<br />
mesaisi kısır kalacak, içtimaileşemiyecektir... " İçtimaî bünye n<br />
gibi ilk uzvî bir mebdein neticesi olan içtimaî müessiseler^<br />
ve bu müessiselerin toptan ifadesi olan içtimaî hayat, ferdin<br />
keyfi, arzuyu hod yi kılamaz ! „<br />
İçtimaiyatın bu hükümlerini dinledikten sonra birden<br />
bire kendimize, soracağımız sualler şudur: " O halde fert<br />
içtimaî bir cebriyetin tarihi şeametin kör körüne esirimidir<br />
!. Ferdin iradeyi cüziyesinin, ihtiyarının cemiyet hayatında<br />
bir kıymeti, ehemmiyeti yokmudur !. „ Fakat bilâkis,<br />
içtimaiyatın irşadından çıkarılacak doğru netice şudur:<br />
Kabile, aşiret, devlet... gibi her hangi bir cemiyet dahilinde<br />
yapılacak olan bütün inkılâp teşebbüslerinin, ferdî<br />
iradelerin hedefi, doğrudan doğruya cemiyetin bünyesi olmak<br />
lâzım gelir. Bu bünyeyi tadil ve ıslâh edecek mahiyette<br />
olan her ferdî, iradî hareket, cemiyetin hayatına müessirdir.<br />
Fert, cemiyetine karşı menfi kalmak vaziyetinden kurtulamaz!..<br />
O halde evvelâ bu içtimaî bünye nasıl değişir, buna<br />
dikkat etmeli. Coğrafi muhit, beynemilel münasebetler,
— 267 —<br />
iktisadî muameleler, muharebeler... gibi haricî/ siyasî<br />
sebepler; kanunlar, mektepler, tevellüdat, vefiyat, sari hastalıklar...<br />
gibi dahilî, rzvî sebepler; sonra o asırda ulûm<br />
ve fününun terakkisi, büyük dinlerin zuhuru, keşfiyat... gibi<br />
büsbütün cihanşümul ve beşerî sebeplerle bu tahavvülün<br />
mihaniki bir surette vücude geldiğini farzedelim. Bu cebrî<br />
şeraitte bile ferdin iradesinin ve tabiatiyle zekasının, heyecanlarının<br />
mühim bir faaliyeti mevzubahs olmaktadır. Filhakika<br />
içtimaî ilimlerin ve tarihî tetkikatın bize nefiyettiği şey ferdin<br />
iradesi değil, keyfidir. Çünkü irade, iktidar ifade eder,<br />
iktidar ise imkâna asılır, bir mefkureye koşar!.. Keyfin<br />
tazammün ettiği şekiller mevhumdur.. Cansız tabiatte cazibeyi<br />
arz, ziya, elektrik., gibi kuvvetlerin mevcut olması, madde<br />
üzerinde ki nüfuz ve hakimiyetimizi selbetmiyor; diğer bir<br />
neviden ve diğer bir tabiat demek olan içtimaî kuvvetlerin<br />
varlığı bu ihtiyarımızı neden selbetsin ! O şartla ki sarfedilecek<br />
emek, bu kuvvetlerin de tabiatıne,-kanularına uygun<br />
olsun. Demek ki mesele içtimaiyat noktayi nazarından mevzuu<br />
bahs ve münakaşa olan ferdî idarenin vücudu değil, belki<br />
bu iradenin hedefi, istikametidir.<br />
Hülâsa fert içtimaî hayatta bir takım mukavemetlere<br />
maruzdur ve bunları yenmek, aşmak vazifesiyle mükelleftir.<br />
Şüphesiz bu vazifenin imkânı, türlü düşünceler, muhakemeler,<br />
ilimler fenler ile yine şüphesiz, aksam ve anasırı meçhul,<br />
tahlil ve tarifi imkânsız olan bin türlü heyecanlar, batını<br />
mücahedelerle... Bilhassa büyük yeis ve tereddüt anlari<br />
vardır ki fert, hayatının seyrine karşı gelen hailleri yıkmak,<br />
devirmek için aramıya, düşünmıye muhtaç olur. Öyle dakikalar<br />
ki büyük, pek büyük, gayret ve cesaretle çalışmak<br />
ihtiyacını duyar. Bu ihtiyaç, her duyulması lâzımgelen arzu,<br />
ihtiras gibi, vicdanımızın en derin, en karanlık tabakalarından<br />
kopup aklımızın en aydınlık yüzüne çıkar, böyle olurken<br />
şuurumuzu, bütün benliğimizi sarsar. Böyce aşılmaz, yenilmez<br />
zannedilen setlerin karşısında kalan fertlerin ve millet-
— 268 —<br />
lerin hayatı son derece esrarengizdir. Ruhlar ihtilâlci sadmelere,<br />
yaratıcı hamlelere pek müsait bir zemindir:<br />
Bir şair ki canlı ilhamlarını sığdıracak lisan bulamıyor;<br />
bir mimar ki muhayyelesinin doğurduğu taş ve demir şiirini<br />
okuyacak bir meslek, bir mektep bulamıyor; her hangi<br />
adam ki hayatının önüne dikilen koca duvarı yıkmak için<br />
vücudünde takat, kuvvet bulamıyor .. Düşününüz bir kere,<br />
ö'ümle karşılaşan böyle bir ferdin halâs ve hürriyet için<br />
baş vurduğu çare nedir Yine kendi ruhu; kendi aklı, kendi<br />
vicdanıdır... Fakat bu sefer ruhunun en derin, en karanlık nok<br />
talanna doğru.. Sanatkâr, yahut kahraman, böyle bir adam,<br />
ruhunun en gayri meşur, en kuvvani nahiyelerine inerek<br />
esrarıenğiz bir kuvvet ve kudret menbaı arar gibi dolaşır<br />
dolaşır, nihayet o yoldan bütün mazisinin en uzak, en dik<br />
yokuşlarına tırmanır; bîr radde gelir, öyle bir noktaya varır kî<br />
artık içtiği su, hayat ırmağının suyudur. Vardığı yer, hayatın<br />
kaynağıdır... Teneffüs ettiği hava, hürriyet havasıdır...<br />
Haricin nazarında aşikâr bir irtica olan bu hareket,<br />
batının zevkince kat'ı bir itilâdır. Çünkü derinleşmek ve<br />
gerilemek, ölümü aşmak zaruretinde olan bir hayat için,<br />
en tabiî, en selikavî bir harekettir: Hayat geriliyerek,<br />
hızlanır, hızlanarak ta ileriler, istikbale atlar. Her terakki<br />
bir icat, her icatta maziyi karıştırıp yeni şartlara, yeni ihtiyaçlara<br />
göre yeni baştan vücude getirmektir.<br />
Ferdin hayatında gördüğümüz bu canlı irticai aceba<br />
cemiyetin hayatında bulmıyormuyuz Cemiyet te zaman zaman<br />
bilhassa büyük bir hezimet ve atalet devirlerinden sonra<br />
hayatını, hürriyetini tehlikede görünce, geriye sıçırayarak<br />
mazisini yoklamıyormu .. Cemiyet mazisinin canlı hatıralarını<br />
karıştırarak eski unsurlarla yeni eserler, yeni yeni<br />
müessiseler vücude getirmiyormu !. Fertte hafızanın ve<br />
garyi şuurî * hayatının oynadığı bu rolü, cemiyette aceba<br />
tarih ve sanat oynamıyormu Onun için meselâ Türklerin
— 269 —<br />
bu gün tarih ve sanat eliyle mazilerini karıştırmaları bir hayır<br />
çünkü bir hayat alâmeti değil midir . [*]<br />
Maziye dair<br />
Müverrih Ch. - V. Langlois ile Ch. Seignobos tarihi<br />
methal tetkiklere olarak yazdıkları eserin sonunda: Bütün<br />
ilimlerin kıymeti, hak olmasına tabidir; tarihten de istenilen<br />
bunaktır, diyorlar. Tarih, ne Almanya'da olduğu gibi,<br />
vatanperverlik hissini tahrik için alet olmalı, ne de bir takım<br />
muallimlerin zannettiği gibi, ahlâk hocalığı yapmalıdır. Yalnız<br />
hakka hizmet etmeli, maziyi mazinin hayatını, müessiselerini,<br />
olduğu gibi, yani, bütün iyilikleri, fenahklariyle,<br />
bütün güzellikleri, çirkinlikleriyle göstermelidir. Çünkü tarihin<br />
hakikî hizmeti mazinin hakikatim öğretmek, hakka hizmet<br />
etmektir . İki müellifin tarih ve tedrisatı hakkında ki fikirleri<br />
aşağı yukarı budur...<br />
Tarihin hayatî rolü hakkındaki tahminim, büyük müverrihlerin<br />
fikrine zıt değilse bile, tamamiyle mutabık da<br />
değildir . Fikrimce tarihin eseri, hakkı öğretmek, hak ve<br />
hakikat fikri vermekten daha derindir: Bir milletin zihninde<br />
tarihi tedrisatın nüfuz ettiği tabakalar, zihnin hüküm,<br />
muhakeme gibi nispeten sathî ve kışrî olan tabakaları<br />
altındadır, hatta ruhun en münzevi, en sırrî nahiyeleridir..<br />
Düşünelim, mazimizin en uzak, en kaçıcı hatıralarını yokladığımız<br />
anler hangi anlerdir En müşkül, haricî tehlikiye<br />
en çok maruz kaldığımız dakikalar değil midir. Bunun<br />
gibi milletin en felâketli en buhranlı dakikaları hangi dakikala<br />
rdır Varlığının tehlikelere girdiği, büyük savletlere davet<br />
[*] Mefkure ile mazının münasebetine dair olan bu yazıları 1922 neşr<br />
etmiştim- Mefkure ile mazinin munasibetini bu gün böyle duşünmeyorum.<br />
Yeni kanaatimi demokrasi ve sanat adlı kitabimde izah ettiğim gibi tarih<br />
ve terbiye ye dayir neşr etmek üzere olduğum yeni eserimde de mevzubahs<br />
ediyorum.
— 270 —<br />
edildiği dakikalar değil midir . Bu dakikalardaki en tabiî,<br />
en hayatî faaliyet hangisidir Maziye, tarihe katlanmak degilmidir<br />
., Demek ki hayat, yeni bir istikbale namzet olduğu<br />
ande canlı bir irtica ile mazisine katlanıyor. Bu mazinin<br />
sermayelerini, bütün hatıralarını, lezzet ve elemlerini, neş'e<br />
ve İstıraplarını, muvaffakiyet ve inkizarlarını yokluyor, onları<br />
eritiyor ve yeni bir hayat şekline döküyor. Bu taktirce<br />
tarihi şuurun milletlerin bakası, istikbali noktayı nazarından<br />
gayet büyük bir ehemmiyeti vardır. Tarih, yaratan, istikbale<br />
atılan hayatın hafızası, bu hafıza ise o anlayışın<br />
şuurudur. Bir millet için tarihî tetkikat, tarihî tahsil<br />
zevki uyanmişsa, bu istikbal için hayırlı bir alâmettir. Yevmî<br />
matbuattan başhyarak haftalık mecmualara, ilmî eserlere<br />
kadar tarihî neşriyat inkişaf etmek istidadını gösteriyor.<br />
Diğer cihetten maziyi tenvir için çalışan hususî teşebbüsler<br />
vardır. Nitekim geçende öğrendim ki"Cemiyeti sofiye,,<br />
isminde tasavvuf meraklılarından, mürekkep bir cemiyet<br />
mevcut imiş . Bu cemiyet bir zamandan beri tasavvuf tarihi<br />
yazdırmakla meşgul.. Tasavvuf, felsefemizin bir mazisidir ki<br />
müslümanlığm en mahrem heyecanlarını mütalâaya çalışır.<br />
Bu itibar ile tasavvuf bizim için dinî halin bir mazisi, iptidası<br />
dır. Tasavvuf ve tarihi hakkında yapılacak her teşebbüs,<br />
halin en canlı bir idrakma dokunacaktır. Bu teşebbüs iki<br />
şek'lde yapılabilir : Ya tasavvufun ve umumiyetle hayatın<br />
tarihini yazmak, yahut bu tarihi öğretecek vesikaları tesbit<br />
etmektir. Bu gün hangi mevkide bulunuyoruz Mazimizin<br />
hakikatine bizi götürecek olan eserler ister bir yazma kitap<br />
şeklinde, ister bir mescit harabesi halinde olsun, hep yanmıya,<br />
yıkılmaya mahkûm bulunuyor!.. Bu yanma ve yıkılma<br />
tehlikesi karşısında, hayatın mazisine muhabet edenlerin her<br />
işi, her şeyi sadece " kurtarmak „ maksadına dönmelidir.<br />
Onun için bir tasavvuf tarihinden evvel, mutasavvıfların<br />
yazma kitapların, bir mimari tarihinden evvel, harap olan<br />
camilerin, çeşmelerin, mazinin tasvirinden evvel, vücudunden
- 271 -<br />
baki kalan eserlerin muhafazası.. Artık bu vazife kimlerindir,<br />
takdir edilsin!..<br />
Bergson'un felsefesine dayir<br />
Millî Harekâtın henüz başladığı tarihte idi. (Akşam)'da<br />
manevî kuvvetlerin hakikatinden ve yaratıcılığından bahseden<br />
bir iki makalem çıkmıştı. Birgün, arkadaşlarımdan biri :<br />
u<br />
Nedir bu yaptığınız mistisisme gidiyorsunuz!.. Memlekette<br />
ilim aleyhine cereyan olacak „ dedi. Ve kendisinin<br />
mistiissme aleyhinde yazacağını söyledi. Ben sadece<br />
Bergson'culuk cereyanını kasdediyorsa bu felsefe ne zannetliği<br />
gibi ilim aleyhtarı ne de mystik bir felsefe olmadığını<br />
söyledim. Ve bizzat Bergson'un eserlerini okumasını<br />
tavsiye ettim. Arkadaşım o zamana kadar Bergson'u okumadığını<br />
itiraf etti. Bu tesadüf, bu muhavere tekrar gösterdi<br />
ki bir feisefenin bir memlekette, anlaşılması için doğru<br />
olması, hatta açık bir lisanla yazılması kâfi değildir. Her<br />
halde doğru telâkki edilmiye müsayit bir muhitte intişar<br />
etmesi doğru telekkiye müsayit dimağlara ekilmesi lâzımdır.<br />
Nitekim fikrî terbiyesi olmıyan bir memlekette ilmin telâkkisi,<br />
ilmin kıymeti ne olabilir Bediî terbiyesi iptidaî olan<br />
bir memlekette bir Wagner, bir chopin neden takdir<br />
edilsin Yeniyi kabul ve temessül hazırlığı yalnız ilim ve<br />
sanat için değil, felsefe için de lâzım değil midir O halde<br />
her memleket, her devir, her felsefî telâkkiye müsayit olmadığı<br />
gibi, her okumuş yazmış ve bir az düşünmiye alışmış<br />
olan insan da her felsefî bir telkâkiye hazırlanmış değildir.<br />
<strong>Felsefe</strong> ile devir, feylosofla onu okuyan mütefekkir arasında<br />
her şeyden evvel canlı bir münasibet lâzımdır. O<br />
münasibet ise muhabbettir. Devrimizin ruhunda ve bizzat<br />
ruhumuzda yeni felsefeye - nasıl ki yeni bir ilim ve sanat
— 272 —<br />
telekkisine karşı - bu muhabbet olmadıkça onu anlamak<br />
güçtür, çünkü yeniyi anlatan, bizi yeniyi, anlıyacak vaziyete<br />
koyan her şeyden, her talim ve tahsilden evvel bu<br />
duygu, bu muhabbettir. Yeniyi anlamak için yaptığımız her<br />
türlü tahlil ve mukayeselerin altından bu canlı alâka tessüs<br />
etmek sayesindedir ki yeni felsefenin kalbigâhına vasıl<br />
oluruz. O zaman bu felsefede zahiren garip ve mütezat,<br />
görünen bir çok hükümlerin canlı bir vahdet içinde eridiğini<br />
gcrürüz. Alelade zamanlarda bile karşınızdakinin meramını<br />
anlamak için yaptığımız hamle dahi katiyen bundan başka<br />
bir şey değildir. Âlemi hariciye ayit bir mevzuun, meselâ<br />
bir binanın, bir hayvanın yahut bir insanın, canlı cansız<br />
bir manzaranın acizleri, noksanları ve tezatları maverasında<br />
dolaşan manayı bulmak ve onu yakalamak için sanatkârın<br />
aldığı gerçi hayatî, samimî fakat lâ-aklî vaziyet dahi bunu<br />
gösterir. Sanatkâr bu suretle eşyanın parçalarına değil,<br />
belki ruhuna, manasına vasıl olur ki bedi odur. Yeni bir<br />
sanati, yeni bir hayat eserini de anlamak için böylece samimî<br />
bir idrâke muhtacız.<br />
İşte Bergson'un felsefesine ayit başlıca itirazlar muhabbet<br />
sözü ile ifade etmek istediğim belki de temamiyle<br />
ifade edemediğim, çünkü lisan ile temamen ifade edilemiyen<br />
samimî bir idrâkin noksanından ileri geldiğini zannediyorum<br />
. Zira Bergson'un eserlerini canlı bir alâka ile<br />
ile tekrar tekrar okumuş olsaydı ve bu feylosofun dediğinden<br />
ziyade demek istediği sezilseydi, hususiyle yoktan<br />
vücude getirir gibi görünen eserleri müelllifin alâkası ile<br />
yaşansaydı BergsoncuUık ilme mugayirdir, mistisismedir,<br />
gibi itirazlar dermiyan edilemezdi. Filvaki idrâkimizi bu<br />
feylosofun idrâkiyle birleştirdiğimiz zaman felsefesinin fikir<br />
âlemine başlıca iki istiklâl davasiyle girdiğini görüyoruz:<br />
bunlardan biri felsefenin mevzuuna, diğeri usulüne dayirdir.<br />
Bütün Bergson felsefesi bu iki iddianın istiklâline ve<br />
yeniliğine dayir ilhamlar ve ispatlarla doludur . Çok kere
feylesofun âlimin işini tekrareden bir alim farzetmişler; bazen<br />
de feylosofu alimin ve felsefeyi ilmin düşmanı sanmışlardır<br />
. Bergson'a göre felsefe ne ilme aynen mutabık<br />
ne de ilme büsbütün mugayirdir . Belki felsefe ilmi kavrıyan,<br />
fekat yine bu ilmi taşan bir nevi ilimdir . Asıl ilim<br />
maddeyi ve ilim dediğimiz, hakikatlerin ancak cemiyetleşmiş<br />
kısımlarım tetkik edebilir . Çünkü ilim bir alet, sahibi bir<br />
mühendistir. İlmin melekesi olan akıl, hakikatin bu kabili<br />
mukayese ve muhakeme olan katı kısımlarını yakahyabilir.<br />
.Hakikatin bu kısmı ilim için tecrübe sahesidir, Hikmet<br />
kimya, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat dediğimiz ilimlerin<br />
mevzuları hep bu tabakanın sekenesidir. Halbuki insan<br />
şuuru için tecrübe sahesi sadece ilim sahasinden ibaret değildir<br />
. Madde ve hayat, imkânlarına yalnız hakikatin yüzüne<br />
serpmemiştir. Madde ve hayatın yüzünü tenvireden<br />
mihanikiyet ve muayyeniyet tabakaları altında öyle taviyet<br />
ve hürriyet nahiyeleri bu nahiyelerinde öyle hür ve tabiî sekenesi<br />
vardır ki bunlar hendesemizin, hesabımızın şekillerini'<br />
hassalarını taşan mevcutlardır. Onları akıl gözünün görmesine<br />
imkân yoktur.<br />
Fakat zevk ve hats dediğimiz kalp gözüyle görülebi~<br />
lirler. Çünki nebatat ve hayvanata oğrayarak bütün kâinatı<br />
dolaşan hayat ırmağının son yatağı bizim ruhumuz, vicdanımızdız.<br />
Feylosofun "moi fondamental w<br />
dediği batını ene<br />
bu tahtanı cereyanların arzıdır. İnsan için böyle batini bir<br />
tecrübelerin kabiloiduğuna delil işte hakikate tahlil ve mukayese<br />
etmeyerek vasıl olan sanattır.<br />
Sanatkârın işi mevzuunu ölçmek, biçmek, diğer mevzularla<br />
münasebetini bulmak ve onu aklî mefhumlar, cebrî<br />
lisanlarla ifade etmek suretiyle ilmin faaliyetini devam<br />
-ettirmek değil, bilakis ilmin giremediği nahiyelerde çalışarak<br />
mevzuunun vahdetini bırakmak ve onun şekli, cismi<br />
değil, manayı ifade edebilecek bir lisanla ifade etmektir.<br />
Hülâsa sanatkârın vazifesi neş'e, iztirap, güzel, çirkin, haş-
074<br />
• • fa I *x — -<br />
met, azamet kelimeleriyle ifadeye çalıştığımız fakat bir türlü<br />
ifade edemediğimiz bâtını âlemin sekenesini bulmak ve onları<br />
haricî âleme kadar sürükleyip merî bir hale getirmektir.<br />
Fakat sanatkâr samimî, ruhî bir eneyi ifade hususunda<br />
yalnız temsilci bir vazife görüyor. Acaba feylosof için<br />
sanat yolundan daha ileriye, fikre kadar gitmek ve sanatin<br />
temsillerinden daha fikrî olmak üzere ifadeler bulmak mümkün<br />
olmaz mı Sorulacak ki felsefe bu faaliyetinde iime muhtaç<br />
deiğilmıdır; fakat felsefe için ilim basamaktır. Feylosof bir<br />
fizik alemi olan ilme basarak bir metafizik âlemi olan felsefeye<br />
athyabilir. Nasıl resim ve heykeltıraşlık gibi sanatler asıl<br />
terkibi mevzularını bulmak için bidayeten bir takım<br />
tahlillere muhtaç oluyorsa, felsefe de asıl mevzuunu kavramak<br />
için bidayeten bir takım tahlillere muhtaç olacaktır.<br />
Sanatkâr hayata ve manasına vasıl olmak için evvelâ<br />
bu hayat ve mananın tutunduğu maddeyi ve şekli<br />
bulmak, anlamak mecburiyetindedir. Onun için her tasavvurun<br />
meşur ve ya gayrı meşur bir tahlili vardır. Her<br />
ressam manayı ifade etmeden evvel az çok şekli taklide<br />
başlar . Faaliyetinin bu safhasında sanatkâr maddeyi tetkik<br />
eden âlime yaklaşır . Fekat sanat bu tetkikte kalmaz . Buna<br />
tutunarak daha içeriye girer ve manaya doğru ilerler.<br />
Asıl bediî faaliyet işte bu batini âlemde olur. Sanatkâr<br />
gibi feylesof ta asıl mevzuunu kavramak için bir takım tahlillere<br />
muhtaç olacaktır. Ona bu tahlilleri veren ve feylesofu<br />
hakikatin evvelâ soğuk yüzü ile temas ettiren vasıta ilimdir.<br />
Hakikî felsefe hakikî ilmin mabadıdır. Onun için feylesof<br />
ilim vasitasiyle hakikate teması temin ettikten sonra<br />
sanatkâr gibi daha içeriye girer ve alimin dağınık mütalâalarına<br />
hep birden menba teşkil eden bir, bütün ve canlı<br />
merkezini, hayat ve fevza merkezini bulur ve görür ki bütün<br />
o hâdiselerin anası, hayatın bu sıcak ve zaman zaman infilâk<br />
eden burkanıdır. O halde felsefenin ilim tabakaları<br />
altında arayan bir gözü, çalışan bir aklı vardır. Ruhun
- 275 -<br />
karanlıklarını delen nur, bu gözün nurudur. Hayatın sırlarıiını<br />
keşfeden meleke bu aklın melekesidir .<br />
Bu böyle anlaşıldığına göre Bergson'un felsefesi ile ilmin<br />
mutaları arasında nasıl taarruz olabilir!.. Bilâkis tesanüt<br />
vardır . Bergson felsefesi ilmin bıraktığı yerden başlıyor ve<br />
ilmin rüyetlerini vahdete irca edecek olan asıllarını bulmak<br />
üzere derinleşiyor, yani ilmin mutalarını belediyor .<br />
Şu taktirce felsefe ilme nazaren müstakil bir mevzu<br />
oluyor. İlim hakikatin kabili müşahede, kabili mukayese ve<br />
kabili muhakeme olan sathını tenvir ederken felsefe aynı<br />
hakikatin bilâkis yalnız kabili tahaddüs, kabili tasvir ve<br />
kabili telkin olan umkunu keşfediyor . İlmin de, felsefenin<br />
de mevzuu hakikattir. İlmin mevzuu tastik hakikat, felsefenin<br />
mevzuu kuvvanî, dinamik hakikattir. Şu halde ilim<br />
sanatten ziyade hirfete, felsefe ilimden ziyade sanate yakındır<br />
diyebiliriz yine böyle anlaşıldığına göre felsefenin<br />
usûlü ilmin usulünden başka olduğu görülür. İlmin akıl<br />
vasıtasiyle maddeyi ve ya madde gibi gördüğü hayatı tahlil,,<br />
tasnif ve mukayese ediyor; müşabih olan unsurlarını ayırıyor<br />
. Halbuki felsefe hakikatin kısır gibi kabili tecezzi olmayan<br />
kuvvanî kısmını bütün ve canlı olarak gösteriyor,<br />
daha doğrusu duyuruyor . İlmin melekesi akıl usûlü tahlildir<br />
. <strong>Felsefe</strong>cin melekesi hats ( intuition ), usûlü terkiptir .<br />
Şimdi insan bu felsefeye ilme mugayirdir demek için anlamamış<br />
olmalıdır. "Mistik,, demek içinde " mistik „ kelimesine<br />
müspet telâkkisi haricinde menfi bir mana vermiş olmalıdır.<br />
Filvaki ilmî nazarlardan uzaklaşan, batini rûyetlere vasıl olan<br />
her idrâk az çok mistiktir; yani derunî, batini, kuvvanîdir.<br />
Nitekim her sanat te bu mana ile mistiktir. Sanat ve felsefe<br />
içini bu mana ile mistik olmak kendine sadık olmak demektir-
— 276 —<br />
Taklit mi, hazım mi !<br />
Dün Sümmer palast'a Strasburg'lu müsafirlerimizle Şehremini<br />
Beyin ziyafetinde bulunuyorduk . Mu safirlerimiz arsında<br />
şayanı dikkat münevver zatler vardır. Hemen bahis<br />
maarif teşkilâtımıza intikal etti. Hususiyle ilk tahsilin mecburiyeti<br />
memleketimizde tatbik edilip edilmediğini, lâiklik<br />
meselesini, kadınlarımızın içtimaî hayattaki mevkilerini ve<br />
intihabata iştirak edip etmediklerini.. hep sordular. Bu zatlerdan<br />
biri taşra maarif teşkilâtımız hakkında malûmat istedi<br />
. Aynı zat Fransa'da olduğu gibi Türkiyede akademi<br />
mıntakaları vücude getirilmesi hakkındaki fikrimi soruyordu.<br />
Ben bu teşkilâtın memlektimizde taraftarları olduğunu ve<br />
yeni yapmakta olduğumuz maarif kanununda bu esası kabul<br />
ettiğimizi söyledim ve bunun aleyhinde bulunanlar tarafından<br />
müfrit bir merkeziyet itirazı dermiyan edildiğini söylediğim<br />
zaman muhatabım gi'ldü . Buna aksiyle itiraz etmek<br />
daha kolay olduğunu söyledi ve Fransa'da olduğu gibi<br />
Türkiye'de de millî ve harsî vahdetin emniyet ve selâmeti<br />
için bu mıntıka fikrini kabul ve tatmin etmekten başka<br />
çare olmadığını söyledi .. Bundan sonra misafirler muhtelif<br />
fırsatlarla ve muhtelif tabirlerle Türkiye'de vukua gelen siyasî<br />
ve içtimaî inkilâplann harikulade mahiyetinden ve Gazi<br />
Paşa Hazretlerinin müstesna şahsiyetlerinden bahsettiler.<br />
Aralarından biri " Türk kavmi dünyanın müstayit kavimlerinden<br />
biridir „ dedi. Demek istedi ki : Türk filân falan<br />
kavim gibi terakkiye gayri müstayit değildir. Bu fikir etrafında<br />
biri az münakaşa oldu. Hilkaten ve hayaten terakkiye<br />
müstayit olmiyan kavim var mıdır.. Kavimlerin terakkisinden<br />
de tedennisinden de mesul olan müessiseleri değil<br />
midir .. Terakkiyi de, tedenniyide icap eden din, ahlâk, hukuk,<br />
iktisat, sanat., gibi müessiseler, içtimaî vakıalar de-<br />
:ğil midir .. Türkün terakkisine bir mani varsa bu kafa
- 277 -<br />
tasiyle .dimağının hüceyreîeriyle değil, tarihiyle, müessisleriyle<br />
alâkadardır. Bu dava etrafında hayli konuştuk. Nihayet<br />
bahis mektep ve tedrisat notayi nazarından Fransaya intikal<br />
etti . Ben dedim ki: Mektep ve tedrisat Fransa'sını doğru<br />
olarak anlamak için hiç olmazsa bir sene onun ilk, orta,<br />
yüksek, umumî, meslekî, salim gayrı salim mekteplerinde<br />
yaşamak ve bu mekteplerin hâlile hemhal olmak lâzımdır.<br />
Ben bu tecrübeyi yaptım. Fransadaki kat'i müşahedelerimin<br />
verdiği salâhiyetle diyorum ki: Fransa Usan, edebiyat, felsefe,<br />
yazı, tedrisatı itibariyle dünya üzerinde birinci derecede bir<br />
raemlikettir . Hiç bir memleket bu dersler hususunda Fransız<br />
muallim ve müderrisler kadar hedeflerini vazıh bir surette tayin<br />
ve usullerini psikolojik esaslar üzerine vazedememişlerdir.<br />
Onun için bana Fransa'nın maarifini tarif için üzülmeyiniz.<br />
Misafirler bu sözlerden çok memnun oldular. Bahis, diğer<br />
memleketlerin maarif hayatına intikal ettiği zaman Almanya'-<br />
dan tebahhur ve sınarri tedrisat notasından, Italyadan sanayii<br />
nefise vatnı olmak itibariyle, İngiltere'nin spor ve " selfgovrenment,,<br />
toprağı mevkiindeki hakimiyetinden bahsedildi.<br />
O halde , dediler, siz Fransa'dan lisan ve edebiyat dehasını,<br />
Almanya'dan iktisat pedagojisni, Ingiltereden ferdiyet harsini<br />
alınız, ve bunları birleştirerek asrî bir terbiye ve maarifin<br />
«sasını kurunuz . Mübahasa esnasında pek munsaf davranan<br />
Strosburg lisesi müdürüne şu cevabı verdim: Evet<br />
her kes bize buna yakın tavsiyelerde bulunuyor; Avrupa<br />
memleketlerini mütehassıs oldukları cihetlerden taklit ediniz<br />
„ , diyorlar! Bu fikir ve itikat öteden beri bizim bir<br />
kısım münevverlerimizde de vardır . Bu münevverlerimiz<br />
derler ki : " Avrupayı rehber ittihaz edelim, fakat Avrupamn<br />
iyi taraflarım alalım, fena taraflarını almayalım . „<br />
Bu tavsiyeleri biri birinden daha makul ve mantıki olabilir.<br />
Fakat hepsinin esası şudur:<br />
Medeniyet parça parça unsurlardan şuradan buradan<br />
alınıp eklenmesiyle teşekkül eden bir halitadır. Meselâ
— 278 —<br />
Fransa'dan vuzuh vemantık unsurunu, Almanya'dan teknik<br />
unsurunu, İngiltere'den hürriyet ve ferdiyet dehasını alan<br />
ve tophyan Türkler bunları yan yana getirmekle kendilerine<br />
mahsus bir tarz ve şekil icat edebileceklerdir!.,<br />
Fakat hayır! Buçalşma icat ve ibdaın sırlarına mugsjiıc'ir<br />
terakki hiç bir zaman bu yan yana getirip eğlemenin<br />
mahsulü olamaz. Eğer öyle olsaydı siz Fransızlar hâkim<br />
oldukları noktada Almanları, keza İngilizleri, ve bütün<br />
büyük milletleri taklitte tereddüt etmezdiniz!.. Bir içtimaiyatçınızın,<br />
profesör Bougle'nin dediği gibi, Fransa vazıh<br />
fikirler ve mantık memleketi, italya sanayii nefisenin arzı<br />
mevudu, İngiltere ise " Selef Governemnet „ memleketidir ..»<br />
İktisadî hayatta olduğu gibi harsı ve manevî hayatta da her<br />
milletin dehasını tebarüz ettirecek içtimaî bir taksimi amel<br />
mevzuubahs oluyor. Bizim yeni bir medeniyeti nasıl icat edeceğimize<br />
gelince Türkler yalnız şu veya bu milleti değil,<br />
bütün milletleri görmeli, hatta yaşamalı, en samimî ve en<br />
derunî bir tarzda fakat hiç birini hiç bir şeyi mihaniki<br />
olarak taklit ve kabul etmememeli - bittabi insanî ve beynelmilel<br />
olan esaslar başka - ve sonra kendi memleketlerinde<br />
işin gerisini akli selime, hatese bırakarak samimî<br />
bir faaliyetle icada çalışmalıdır. O şair gibi ki bütün klâsikleri<br />
okumuş ve zamanın bütün sanatkârlarını tanımıştır;<br />
fakat eseri kendinindir. Zira kendi ruhunun ve kendi<br />
samimiyetinin zadesidir.<br />
Sözümü bitirir bitirmez muhataplarımdan biri şu kısa<br />
cevabı verdi:<br />
— Evet, taklit değil, hazım, hazım !..<br />
Şimdilik! Fenamı<br />
Sakarya harbi esnasında Tokat'tan geçiyordum. " Size<br />
Darülmuallimini iptidaiye binasını gösterelim,, dediler... Han
97O -<br />
gibi karanlık ve dar bir yere girdik. Bu karanlık binanın<br />
çürüyen döşemelerini değiştiriyorlardı,..<br />
— Darülmuallimini İptidaiye binası dediğiniz yer burası<br />
mı ! dedim.<br />
— Şimdilik !.. Fenamı .. Dediler. Bir kaç sene evvel<br />
Derülfünün binası olan Ziynep Hanım konağının önünde asarı<br />
atikadan olan süslü sebilin yanında tahtadan bir belediye<br />
kulübesi yapıyorlardı. Birine sordum :<br />
— Bu nasıl belediye kulübesi !.<br />
— Şimdilik!.. Fenamı .. dedi. Bu söz beni senelerdenberi<br />
sinirlendiriyordu. Bu defa arma komisyonu münasibetiyle<br />
Ankara'yı ziyaret ettim. Yukarı Ankara'da büyük<br />
taş binalar yapılırken yeni Ankara'da mukavva şatolar gibi<br />
yapılan ufacık tefecik evleri gördüm. Arkaşıma dedim ki:<br />
— Yeni şehir mutlaka bu düzlükte teşekkül edecektir.<br />
Yeni şehri vücude getirecek olan en mühim binalar bu<br />
hususî meskenler, ayile evleri değildir. Asıl cemiyet müesşişeleri,<br />
ilim, ve ticaret evleridir ki bu büyük şehre hususî<br />
bir sima verecektir ... Bn evlerin hâli nedir ..<br />
Arkadaşım şk cevabı verdi :<br />
— Şehremaneti bunları yersiz kalan ufak memurlar<br />
için yaptırdı. Şimdilik ! Fenamı ..<br />
Hayır, hayır ... " Şimdilik ! Fenamı !. „ düsturu doğru<br />
değil... Bu kanaatin altında yatan zühtî bir kıymet var.<br />
" Şimdilik ! Fenamı .. „ Biz bir göçebe kavim ve bir<br />
kabiyle değiliz... Bizim senemiz, on iki ay değildir, ömrümüz<br />
yaprakların ömrü değildir... Biz bir milletiz. Ve bizim<br />
hayatımız yalnız ebedîlikle ölçülebilir. Şimdilik diyenler bu<br />
büyüklüğe inanmıyanlardır. Onlar fenaya, faniye itikat<br />
ediyorlar, biz ise bakaya, ebedîliğe inanıyoruz... Şimdilik<br />
düsturu yanlıştır, şimdilik düsturu fenadır. Yeni Cumhuriyetin<br />
şehirlerini vücude getirirken ve binalarını yaparken<br />
" Şimdilik ! „ dimeyiniz. Hakkınız yoktur. Cumhuriyet hayat<br />
siyasetinin düsturlarını ebedilikten ve cidalden alırken siz<br />
18
— 280 —<br />
imar siyasetinizin düsturlarını zühtîlikten, kanaatten almıyınız.<br />
Ey imarcılar! Milletin hayatı için kullanacağınız<br />
ölçüleri fani olan hayatınızdan almayınız. Bu ölçü, olsa olsa,<br />
mefkurelerin hayatındadır. Türk hayatını kurtaran insan<br />
mücadelenin mikyaslarını saatlerden, günlerden ve senelerden<br />
alsaydı yer yüzünde Türk kalmazdı. Milletin ebdî hayatına<br />
kayil olunuz. Her işi milletin ebedî olan hayatı, müstakbel<br />
ihtiyaçları için yapınız. " Şimdilik! „ düstûrunu<br />
gömünüz. " Yarın için ve ilelebet için ... „ düstûrunu alınız.<br />
Her fani, her zayii şeyin adına " Fena „ diyiniz. İyiyi yalnız<br />
ebedîlikte ve bakada arayınız.<br />
Sanat ve felsefe<br />
Bir felsefe sistemini bir sanat eserine benzetmek kadar<br />
uygun bir tespih olamaz. Çünkü felsefe sistemi de sanat<br />
eseri gibi bir nevi " terkip ,,'tir. Her sanat eseri bir takım<br />
renkler, çizkiler, cisimler veya seslerden teşekkül eder»<br />
her felsefe sistemi de bir takım fikirlerden, muhakemelerden,<br />
hayallerden teşekkül eder ... Sanat eseri bir takım unsurlardan<br />
teşekkül etmekle beraber, onu vücude getiren faaliyet<br />
bu unsurların " gelişi güzel karışması „ değildir:<br />
belki " hususî ve manalı bir tarzda imtizacındır... İşte<br />
sanatkârların asıl icadı bu manadır. İşte felsefe sistemini de<br />
vücude getiren fikirlerin, hayallerin " yan yana gelmesi „<br />
değil, bunların " bir manaya, mutlak fikirlere delâlet edecek<br />
surette birleşmesi, anlaşması ,,'dır... İki nevi terkip<br />
arasında yalnız şu fark vardır: Sanat eserinin ifade ettiği<br />
mana bediî bir kıymettir. Sanat ancak hayale kada varır.<br />
Halbuki felsefe eserinin ifade ettiği mana fikrî bir kıymettir,<br />
felsefe en mücerret mefhumlara kadar varabilir ...<br />
Şu hâlde sanat te, felsefe de haricî âlemden, maddeden,
— 281 —<br />
fikirden, ilimden aldıkları unsurlarla bir takım yeni yeni<br />
kıymetlere vücut veren orjinal eserlerdir. Ancak bir sanat<br />
eserini sanat eseri yapan asıl hakkiat ne müracaat ettiği<br />
çizgiler, ne de taşlardır; belki sanatkârın hayatından aldığı<br />
ve çizgiler, taşlar vasıtasiyle ifade edebildiği manadır.<br />
Çizgiler, taşlar sanat eseri için nasıl bir vasıta ise, fikirler,<br />
ilimlerde felsefe sistemi için sadece bir vasıtadır. Sanatkâr<br />
gibi feylesof ta bunları yalnız vasıta olarak kullanır. Halbuki<br />
alimin işi bunun aksidir: İlim; unsurlar vasıtasiyle kaçıcı<br />
manaları ifade edecek yerde hiç bir manası olmıyan cansız<br />
maddeleri parçalıyor, onları hesap ve istifade edilebilir bir<br />
takım basitlere ayırıyor. İlim, sanat ve felsefe gibi tabiatı<br />
duymak veya anlamak için çalışmaz, sadece gördüğünü<br />
u<br />
kayt ve izah „ eder, bir hâdiseyi diğerine bağlar. İlim<br />
yalnız " nasıl ölüyor „ sualine cevap verir, fakat " nedir „<br />
sualine cevap vermiye uğraşmaz. Sanat ve felsefenin terkip<br />
çiliğine mukabil ilmin fiili tahlilcidir. İki faaliyetin<br />
istikametleri, gayeleri de ayrıdır: Hatta bir sanat, ilme<br />
mutabık, bazan mugayir de olabilir. Çünkü sanatin vazifesi<br />
haricî âlemin eşyasını, manzaralarını doğru öğretmek değildir.<br />
Nasıl ki felsefenin vazifesi kâinat hakkında - ilmin yaptığı<br />
gibi - müspet fikirleri, afakî hahikatiari bildirmek değildir.<br />
Bir felsefe sistemi ilme müracaat ve ilmi istimal etse<br />
bile doğrudan doğruya ilmin kendisi değildir. Şimdi bir<br />
ilim eserini, bir ilim adamının davasını anlamak için müracaat<br />
edilecek usul şüphesiz ki tektir: Zekâyı bu esere<br />
tatbik etmek, eseri parçalamak ve parçasını bin türlü tecrübe<br />
etmektir. Nihayet haricî âlemdeki şeniyete mutabakatını<br />
aramaktır. Halbuki bir sanat eserini anlamak için<br />
müracaat edilecek usul, bunun aynı değildir. Sanatkârın<br />
eserini parçaiıyacak yerde toptan kavramak, anlamaktan<br />
ziyade duymak lâzımdır. Çünkü burada ilmin eserinde<br />
olduğu gibi çizkileri, şekilleri, cisimleri ayrı ayrı tahlil<br />
etmek değil, asıl bu unsurların vücude getirdiği ahengi,
— 282 -<br />
derunî lisanı keşfetmek lâzımdır. Sanatkârın eseri ilmİD<br />
eseri gibi anlaşılmak istendikçe anlaşılmaz bir hâie gelir...<br />
Bir felsefe sistemi bir sanat eseri gibi mütalâa edilmek<br />
lâzım gelir. Yani ilim eseri gibi zekâ ile tahlil edilecek<br />
yerde bir sanat eseri gibi kalp ile duyulmalıdır. <strong>Felsefe</strong><br />
eserinde anlaşılması lâzimgelen mühim hakikat fikirler*<br />
hayaller, cümleler değil, fyelesofun telâkkisi, " kâinatı görüş<br />
tarzı ,,'dır. Bunun için eseri parçalamıyıp toplamak, toptan<br />
kavramak lâzımdır. Her şeniyetin vahidi kendinden olur.<br />
Madem ki ilmin mevzuu olan madde ile sanatın ve felsefenin<br />
mevzuu olan mana ayrı şeniyetlerdir, onların anlaşılması<br />
için kullanılacağı vahitlerin de ayrı cinsten ve kend|<br />
cinslerine mutabık şeniyetler olması zarurîdir. İlmin melekesi<br />
" zekâ „ sanat ile felsefenin melekesi " hats,,'tir...<br />
Basitçilik<br />
Memlekette bir sınıf vardır ki aynı zaaf, aynı noksan<br />
ile malûldürler. Bunlar basit görüşlüdürler. Basit görüş ne<br />
demektir Meselâ memleketin maarifini, mektep ve terbiye<br />
tarzını ıslâh sevdasında olan alelade münakkitleri nazarı<br />
itibara alınız. Bunlar senelerdenberi: a köy ve mektep ! „<br />
demişlerdir. Tkrk köyleri için mektep istemek kadar meşru<br />
bir hareket ne olabilir .. Fakat bir de bu istediklerinin<br />
menşelerini, sayiklerini yakından tetkik ediniz. Göreceksiniz ki<br />
onların nazarında " mektep „ yalnız mektep değil, köy için<br />
her şeydir. Onların nazarında bu mektep siyasî, asksrî,<br />
iktisadî, ahlâkî bütün teceddüt ve tekemmül hareketlerinin<br />
hülâsa, ideal bir hayatın yegane, ve asîl mebdeidir... Aynı<br />
adamlar, türk köylüsü, imparatorun askeri, kabitülâsyon-<br />
»arın esiri, sıtma mikroplarının hastası iken de helası için<br />
yalnız bu mektebi istemişlerdir. Demek ki " Halk için mut-
- 283 -<br />
laka bir mektep, istiyen bu adamlar içtimaî hayatın esaslı<br />
zaruretlerinden ve mektebin cemiyet içinde ki hakikî vazifesinden<br />
tamamiyle habersizdirler. Sonra ahlâkî hayat sahesine<br />
giriniz. Bu adamlar " iyi ahlâk „ isterler. Hatta " garp<br />
medeniyetinin iyi adetlerini „ alıp ta " kötü olan adetlerini „<br />
onlara bırkmak isterler!.. Çok . kere "tesettür,, gibi ne<br />
ahlâkla, ne de ahlâksızlıkla, doğrudan doğruya bir münasilaeti<br />
olmıyan kıyafet ve tuvalet meselelerini bile samimî<br />
olarak bir namus ve iffet meselesi gibi telâkki etmekte<br />
inat ederler... Demek ki bu adamlar ahlâkî kıymetlerin<br />
şeniyeti, tahavvülleri hakkında yahut ayile ve kadın örfleri<br />
hakkında hakikî denilebilecek hiç bir fikre ve kanaate de<br />
malik olamamışlardır.<br />
Basit görüşlülerin bir kısmı da vardır ki memlekette<br />
fuzulî gayretkeşlik vazifesini ifa ederler. Nerede boş ve<br />
avare bir insana rasgelseler: " durma çalış! „ derler.<br />
Çünkü bu işsizlerin ve memlekette işsizliğin yegane mesulü<br />
fertlerin iradesi olduğunu farz ve tahmin ederler. Bir<br />
memleketin iktisadî sefaletinden sadece şahısların mesul<br />
olduğunu iddia ederler ... Demek ki bu adamlar ferdî istekler<br />
haricinde ve şahısların gayretj ve teşepbüsü fevkinde<br />
memleketin iktisadiyatını idare eden millî ve beynelmilel<br />
faaliyet veya atalet sebepleri olduğunu duşünemiyolar...<br />
Asıl iktisadiyat sahesine geçince bu adamların iddiaları<br />
daha garip, daha âlemşümul şekiller alır. Mevzuubahs<br />
olan mesele meselâ bir şehri zenginleştirmek midir Q<br />
hâlde evvelâ onun " bir sefahet merkezi „ hâline getirmelidir<br />
... Mevzuubahs olan mesele diğer bir şehri güzelleştirmek<br />
midir O hâlde her şeyden evvel eski namına nesi<br />
varsa yıkmalı, fakat kos koca caddeler açmahdlr....<br />
Demekki bu adamlar refahın, yahut sefahetin dışarıdan<br />
tutulabileceğini ve her geniş caddenin elzem ve elzem<br />
tevehhüm edilen her yolun güzel olacağını kabul edecek<br />
kadar şehirlerin uzvî hayatından gaflet ederler. Bütün bu
— 284 —<br />
muhtelif fikircileri biri birine bağlıyan bir zihniyet birliği<br />
vardır ki o da " basitçi „ olmalarından ibarettir. Bütün bu<br />
fikirçilerin terbiye, ahlâk, iktisat ve şehir denilen ve dayima<br />
fizik, fziyoloji ve psikoloji ilimlerinin mevzuunu teşkil:<br />
eden madde, uzuv ve ruh mevzuları haricinde mütalâa edilecek<br />
derece hususî ve mudil olan içtimî hayat hakkında<br />
son derece iptidaî fikirlere, kaba mefhumlara sahiptirler.<br />
İçtimaî hayat hakkında ki bu müşterek telâkkilerinin ve fikirlerinin<br />
noksanıdır ki hangi faaliyet veya mesuliyet sahasine<br />
dahil olurlarsa olsunlar onları hep biri birine benzer<br />
bir tarzda duyar ve işler adamlar hâline getiriyor. Bence<br />
basitçüik her şeyden evvel bir zekâ fakrüddeminin eseridir^<br />
Aynı hastalık tabiatiyle bir takım arazlar meydana getiriyor<br />
ki bunlar da tespit etmek güç değildir. Evvelâ bütün<br />
basitçiler " ukalâ „ kimselerdir. Ukalâlık, gelişi güzel akılsızlık<br />
değil, akim inzibatsızlığı, daha doğrusu salim faaliyeti<br />
için muhtaç olduğu ilmî müşahede ve mukayese faaliyetlerinden<br />
mahrum kalması ve hâdiselerin derinliklerine dalacak<br />
yerde yalnız sathında yüzmesidir... Basitçilerde görülen<br />
ikinci hâl taşkın bir hassasiyettir. Bu adamlar marazı<br />
bir surette her şeyden gayrı memnun, fakat en ufak iddi—<br />
alamdan dolayı sermestirler... " Basitçiler ,,'de şayanı:<br />
dikkat olan bir nakise de iradelerinin başı boş olması, gem,,<br />
hudut tammamasıdır. Basitçiler içtimaî hâdiseler hakkındaki<br />
sathî fikirleri sebebiyle kadir her şeyi kendilerini her şeyde<br />
kendilerine tabi farzederler. Faaliyetlerinin amiri olan iradelerinde<br />
salim bir kudret değil, eahamet,, vardır. Çünkü salim<br />
bir iradenin şartı, faaliyetinin hedefi olan tabiatte bir takım,<br />
muayyetiyetlerin vücudunu kabul etmektir ve onlara itaat<br />
etmektir. Halbuki basitçi fikrî zaafı sebebiyle kendisini<br />
"kadiri kayyum,, zaneden bir adamdır ...<br />
Basitçiiiğin bu tabiatleri malûm olduktan sonra onun<br />
menşeini görmek ve menşeine kadar çıkarak tedavi etmek<br />
mümkündür. Mademki basitçilik esasen bir fikir hastalıkı-
- 285 -<br />
tır, onu fikrî terbiye sahesinde tedavi etmek çarelerini<br />
aramalıdır. Evvelâ basitçideki fikri zaafı herhangi malûmat<br />
noksanı değildir. Çünkü malûmatımız fikrî terbiyemizin<br />
kerestesidir, binası değildir. O hâlde fikrin inşaî bir noksan<br />
demek olan basitçiliğin menşeini ansiklopedik bir tahsilin<br />
noksanında aramamalıdır<br />
Asıl düşünücü zekânın kuvvetli olmamasıdır ki bu nevî<br />
kafaların teşekkülüne meydan bırakıyor... Böylece inşa ve<br />
icat nevinden bir zekânın mürebbisi yalnız ilim olabilir.<br />
Fakat " ilim „ diyerek " malûmat „ kelimesinin müradifini<br />
değil, mukayeseli, tasnifli ve izahlı ilimleri kastetmek lâzımdır:<br />
Matddiyat, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat ilimleri gibi.<br />
işte bu ilim terbiyesinin noksanıdır ki tabiat ve şeniyet<br />
zekâsı yerine o hasta ve kör zekâların vücudüne meydan<br />
vermiştir. Gene bu ilim noksanının bir neticesi olarak<br />
basitçi dayima aklı selim ve mücerret mantığa istinat etmek<br />
istidadındadır. Halbuki ilim harsinin bir vazifesi de aklı selim<br />
hudutlarını göstermek ve mücerret bir mantık olmadığını,<br />
her şeniyetin mantığı kendi içinde bulunabileceğini ispat<br />
etmektir. İşte hakikî ilim terbiyesine istinat edilerek yeni<br />
nesillere ilim ve hakikat kafası verilirse Türkiye tefekkür<br />
âlemi muhtaç olduğu " Şeniyet hürmeti 'ni kazanacaktır.<br />
w<br />
Türkiye millî idaresinin her noktasında ihtisasa hürmet<br />
ederse gene millî hayatımız basitçilerin tahribatından kendini<br />
kurtarabilecektir. Fikrî noksanlarımızı korkmiyarak ve<br />
aldanmıyarak teşhir etmek, menfi cihetten hareket edilmiş<br />
olsa bile Cumhuriyet nesillerinin terbiyesinde bizi müspet<br />
neticelere ulaştıracaktır...<br />
İlim ve ihtisas mefhumları<br />
Hiç kimse "ben cehil namına hareket ediyorum, cehli<br />
temsil ediyorum, benim düsturlarım cahilane fikirlerdir.. „
- 286 -<br />
demez. Herkes ilim namına hareket ediyorum, ilme istinat<br />
ediyorum, fikirlerim ilmin fikirleridir ..„ der.. Fakat " ilim „<br />
fikrini süyiistimal etmiyelim, ilim muayyen bir mevzudur.<br />
Her şey ilim değildir: İlimi eşya, ilimi tarîh, ilimi hesap ilimi<br />
servet .. Diye ilim yoktur. Fizik, kimya, ruhiyat, içtimaiyat<br />
ilimleri vardır ve olabilir. Çünki ilim olmak için madde,<br />
ruh, cemiyet denilen afakî mevzulara ayit ve yine afaki<br />
neviden sabit tabiatler, küllî hakikatler olmak lâzımgelir.<br />
İlim kelimesinin her şeye izafe edilmesi tehlikeli bir harekettir.<br />
Sonra " ilim „ fikrine bitişik olarak " ihtisas „ fikri<br />
vardır, "ilimde ihtisas, fende ihtisas, san'atte ihtisas,, gerçi<br />
bunlar hep haki kîihtisaslardir. Fakat hiç birini diğerine karıştırmamahyız.<br />
Resim, mimarlık gibi san'atlerin san'atlere ayit<br />
olan hususî ihtisas şeklî başka, mühendislere, fen memurlarınaayit<br />
olan tatbiki ihtisas şekli başka, san'at tarihçilerine<br />
yahut estetik mütehassıslarına ayit olan fikrî ve ilmî ihtisas<br />
şekli başkadır. Sanatin tarihini yazan bir mütehassısa "ne<br />
selâhiyetin var, san'atkârmısm!,, diyemezsiniz. Çünkü sanat<br />
aserlerini müşahede ve tasnif kudretini teşıyan o adam yerli<br />
yerindedir. Sonra sanat eserlerinde nevilerin zuhur, tekâmül<br />
ve inhitatındaki sebepleri tetkik eden, bediî vakıalar<br />
üzerinde mukayeseli tetkikler yapan bu bediyatçıyâ " sen<br />
niçin bu işe karışıyorsun, sanatkâr mısın „ diyemezsiniz.<br />
Çünkü yaptığı iş yaratıcılık değil, usulü dayiresinde bir<br />
görüş ve anlayıştan ibarettir. Şu hâlde ihtisas hudutsuz ve<br />
hesapsız müphem bir fikir değildir. Pek muayyen bir şeydir.<br />
Onu süyiistimal etmemek gerektir. Bir de hikmet, kimya<br />
gibi müspet ilimler için kimsenin itirazı, şüphesi yoktur.<br />
Fakat bahis manevî ilimlere, meselâ içtimaiyata girince<br />
bir çok kimselerde tereddüt baş gösteriyor. " Terbiyede,<br />
siyasette, ahlâkta, iktisatta, tte, içtimaiyatta nasıl iddia<br />
edebiliriz ki müpset kanunları nadir İçtimaiyat mefkureyi<br />
keşfedebilir mi yarmki zevkî, yarınki hayatı kat'î<br />
olarak bugünden tayin edebilir mi!.,, diyorlar. Fakat iç-
— 287 —<br />
timaiyat gibi mevzuu süratle tekamül eden ve hayat olan<br />
bir âlemde aranacak katiyet ancak tekâmülün seyri, ciheti<br />
ve istikameti olabilir. İstikamet bize istikbalin keşfi<br />
için düsturlar ve reçeteler veremez amma, bir takım mukayeseler<br />
sayesinde cemiyet hayatında salim olanla salim<br />
olmıyam ayırtır. Bu suretle tekâmülün seyrini kolaylaştırır.<br />
" Fakat bu ilme yahut bu ilmî tefekküre istinade neden<br />
mecburuz,, denilecek. Mecburuz, çünkü içtimaiyata istinat<br />
akla istinattır. Çünkü içtimaiyat cemiyet hayatının eserleri<br />
üzerine tatbik edilmiş ve bu eserler üzerinde çalışmış olan<br />
akıldan başka bir şey değildir. Mademki medeniyetimiz<br />
müspet bir medeniyet, idaremiz müspet bir idaredir. Ilmden<br />
başka bir istinatgahı yoktur. Bu ilim ne derece iptidaî<br />
olursa olsun ona istinat bir zarurettr. Fakat "mazi ilmi<br />
yapmak,, ile "maziyi mezhep yapmak,, arasında fark vardır.<br />
Mazi ne bir model, ne de bir misaldir. Maziyi "bir ibret,,<br />
olarak kabul edebilir. Fakat o da maziyi ancak sabit, âlem<br />
şümul hakikatleri itibariyle nazarı dikkate alarak.. Yoksa<br />
mazi tefekkür hamlemizi boğacak yepyeni orijinal inkılâbın<br />
duygusunu körletecek bir ağırlık değildir.<br />
Ne esaret ne de anarşi, sadece<br />
tekâmül.<br />
" Çocuğumu ahlâkî bir insan olarak yetiştirmek istiyorum.<br />
Başını boş bıraksam arsız oluyor, sıksam miskin oluyor,<br />
ben de şaşırdım ne yapacağımı ..!„ Bir baba böyle<br />
söylüyordu. Fakat kabahat çocuğun değildi.. "Talebeme<br />
resim dersi veriyorum. Bir zaman matbu modellerden yaptırdık,<br />
hiç bir şey çizemezlerdi! Şimdi de serbes bırakınız,<br />
diyorlar, serbes bıraktık. Fakat netice aynı: Yine bir
— 288 —<br />
şey öğrenmediler !.. Bilmiyorum ki ne yapmamalı !„ . Bir<br />
mürebbi de böyle söylüyordu. Fakat kabahat resim yapamıyan<br />
çocuğun yine değildi. O hâlde kabahat kimindir<br />
O baba ile bu mürebbinin mi .. Hayır onların da değil.<br />
Kabahat fikirlerin, " Tekâmül „ hakkındaki yanlış ve sakat<br />
telâkkilerin .. Çünkü terbiye çocuğu ne kapamak ne de<br />
başı boş bırakmaktır. Terbiye meselâ: yüzme bilmiyen<br />
adamın beline sardığı iptir! Hem lüzumu kadar karaya<br />
bağlıdır. Hem de lüzumu kadar serbestir. Tehlike oldukça<br />
bırakmaz, tehlike olmadıkça bırakır. Terbiyeyi mutlaka başıboş<br />
bir idare yahut mutlaka esaretli bir idare gioi anlamaktır<br />
ki bu muvaffakiyetsizlikleri vücude getiriyor,<br />
O hâlde terbiye aynı zamanda "inzibat,,, aynı zamanda<br />
" hürriyet „ fikirlerini tophyan canlı bir fiildir. Onun<br />
için terbiye bilâkis inzibatı kabul etmiyen Tolstoi'in anarşist<br />
nazariyesine de hapsedilemez. Terbiyenin hakikî tabiatini<br />
en iyi gören Jean-Jacques Rousseau'dur ki onu aynı zamanda<br />
hür vetabi, muayyeniyetle müzdeviç olarak görmüştür.<br />
Kant'ın nazariyesi bircehit ve inzibat nazariyesi, Tolstoi'in<br />
nazariyesi sadece serbeslik ve kayıtsızlık nazariyesidir,<br />
Rousseau'nun nazariyesi ise hakikî tekâmül nazariyesidir.<br />
Terbiyenin tekâmül mahiyetini yalnız ahlâk terbiyesinde<br />
değil, bütün terbiye fiillerinde bulacaksınız. Meselâ yaratıcı<br />
muhayyilenin tebiyesini nazarı itibara alalım: İstiyoruz ki<br />
çocuklara resim dersleri sırasında tezyinat resimleri yaptıralım<br />
İki imkân vardır. Çocukta hazır tezyinat şekillerini taklit<br />
ettirmek. Bulunmazsa çocukları serbes bırakmak ... Bu iki<br />
imkân hakikî imkân olmakla beraber usul olarak sakattır.<br />
Şunun için ki çocuk modelleri taklitle kalamaz, esir<br />
olur. Çocuk yalnız başına da bir şey icat edemez, çünkü<br />
tezyinat âleminde haylaz olur !.. Tek çare şudur: Çocuğu<br />
hem modellere bağlamak, hem de kendi kendine icatta<br />
serbes bırakmak. Şu hâlde tezyinat tedrisatının siyaseti<br />
şudur: Çocukların hafızasını en iyi, en âlemşümul mahi-
- 289 -<br />
yette örnekler göstere göstere zenginleştirmek, hem de<br />
çocukları serbes bırakarak icat, ihtira yolunda yürütmek.<br />
Böyle yapa yapa çocuk hem beşerin mazisine bağlı, hem de<br />
onun harsinde yenilik yapacak derecede ayrı kalmış olacaktır.<br />
Şu hâlde felsefenin mevzuu olan bütün tekâmül bahislerinde<br />
olduğu gibi terbiyenin ve tedrisatın tekâmülünü de<br />
canlı bir anlayış ile anlamak lâzımdır. İdrakimiz ne esaret<br />
nede anarşi hayalinde hapsedilmemelidir. Belki esaret ve<br />
anarşi unsurlarının canlı izdivacı olan tekâmül hayalini<br />
araştırmalıdır.<br />
<strong>Felsefe</strong> gayzı<br />
İlim gayzı olduğu gibi felsefe gayzı da vardır. İlmin<br />
düşmanları olduğu gibi felsefenin düşmanları da vardır,<br />
" <strong>Felsefe</strong> yalandır ! „ demek güçtür. Fakat " <strong>Felsefe</strong> bir<br />
eğlencedir ! „ demek kolaydır. Fakat ne olursa olsun, felsefe<br />
dostları ile felsefe düşmanlarının anlaşması için bir<br />
çare vardır. O da her şeyden evvel dost ve ya düşman oldukları<br />
şu " felsefe „ mefhumunu tespit etmektir. <strong>Felsefe</strong> bir<br />
" ilim „ midir <strong>Felsefe</strong> bir " cehil „ midir <strong>Felsefe</strong> " Güzel<br />
sanatlerden biri „ midir <strong>Felsefe</strong> " Hakikat hakkında ind<br />
ve enfüsî kanaatlerin mecmuu,, mudur.. Yahut "<strong>Felsefe</strong><br />
hakikat hakkında mevcut ilmî kanaatlerin umumî bir yekûnu<br />
„ mudur .. Hangisi!.. İşte bir çok sualler ve fikirler ki<br />
"felsefe,, kelimesine mukabil şunun bunun kafasında yaşayabilir.<br />
Fakat felsefe bu fikirlerin hangisidir. Bunu ancak<br />
felsefe kelimesini kullanan adamlar bilir. " <strong>Felsefe</strong> bir zevk •<br />
tir, felsefe zihnin bir nevi mimarlığıdır. <strong>Felsefe</strong> zihnin bir<br />
" art decoratif ,,'idir !.. „ diyenlerin " felsefe „ kelimesini ne<br />
manada anladıklarını anlamak güç bir iştir.<br />
Ben hayatımda felsefe ile uğraşan hem de pek kıymetli
— 290 —<br />
gençlerin zihni faaliyetlerinin şiddetine ve felsefe zevklerine<br />
rağmen " felsefe „ mefhumu üzerinde düşünmediklerini ve<br />
felsefenin vehminden evvel hakikatini mütalâa etmediklerini<br />
gördüm. Nitekim bir takım müellifler vardır ki " felsefe,<br />
felsefî, f esef em, felsefesi, f esef eler... „ dedikleri hâlde, bu<br />
kelimenin medlulünü vazıh bir surette tespit etmemişlerdir.<br />
İstanbul işgali esnasında Darülfünunda tekâmül bahislerine<br />
dokunan tedrisatım esnasında feylesof Bergson'dan bahsettiğim<br />
sıralarda orada burada " ilim aleyhtarlığı yapıyorlar !.. j,,<br />
" Bergson denilen herif! „ sözleri söylenildiğini duyduğum<br />
zaman felsefe kelimesinin ne talihsiz bir kelime olduğunu<br />
görmüştüm. Bunun üzerine o aralık "içtihat,,' mecmuasının<br />
bir nüshasına Bergson'culuğun ne olduğuna dayir kısa bir<br />
makale yazmıştım. Bence Bergson'culuk felsefî bir meslek<br />
değil, beşerî bir müessise gibi teessüs etmek istidadında olan<br />
felsefenin kendisidir. Böyle söylerken feylesof Bergso'nun<br />
«Evolution creatri'ce>>'te yahut Les donnees immediates de<br />
îa conscience»'ta vasıl olduğu neticeleri düşünmiyorum.<br />
Yalnız Bergsonun felsefe müessisesi için temel taşı<br />
olarak koyduğu iki mühim fikri işaret ediyorum : Bunlardan<br />
kiri felsefenin mevzuu, diğeri felsefenin usulüdür. Eğer felsefe<br />
esaslı bir nevi tefekkürden ibaret olan ilimden ayrılabiliyorsa<br />
-vardır, ayrılamiyorsa yoktur. Halbuki ilmin mevzuu da " şeniyet,,'<br />
tir. İlmin mevzuu bu şeniyetin cansız kısmı, yani<br />
keyfiyetidir. Halbuki canlı şeniyet cansız şeniyeti taşan ve<br />
onu ihtiva eden bir şeydir.<br />
O hâlde ihtiva edici olan felsefe ilmin içinde değil,<br />
ilmin dişinda da değil, belki bu ilmi ihtiva edicidir. Onun<br />
için felsefe ilmin ne aynı, ne de gayrı olabilir, belki ilmi de<br />
ihtiva etmek şartiyle teessüs edebilir. İlmin mevzuu olan<br />
kemiyet ve madde âlemini parçalar hâlinde idrak eden<br />
zihin kısmı, zekâdır. <strong>Felsefe</strong>nin keyfiyet ve hayat âlemini<br />
bütün olarak idrak eden zihin kısmı, hats kuvvetidir. Şu<br />
hâlde ilim şeniyetin parça parça olarak akılla mütalaası»
- 291 -<br />
halbuki felsefe şeniyetin bütün olarak hats ile kavranmasıdir.<br />
Değilmi ki ilim, " hayat, kâinat, tekâmül, mukadderat.. „<br />
denilen mevzuların mutlak olarak mütalâasını deruhte etmiyor,<br />
metafezikî bir hayvan olan insan için şu ezelî sual<br />
dayima mevcuttr : " Neredea geliyoruz Nereye gidiyoruz <br />
Biz neyiz „. O hâlde mutlaka iyi kötü bir cevap vermiye<br />
mecburuz. Tehlikeli olan; felsef eyapmak değil, felsefeyi<br />
limsiz, usulsüz, gelişi güzel yapmaktır.<br />
Tedricen<br />
Abdülhamit devri dönmüş bir devirdi. O devirde her<br />
kıymet, her telâkki duruyor, kımıldamıyor, yaşamıyordu,<br />
içtimaî muhayyile, bütün yaratıcılığım kaybetmiş, içtimaî<br />
vicdan âdeta bir atalet kazanmıştı. Şurada burada bn sal"<br />
tanata karşı yıkıcı ruh taşıyan ihtilâlciler bir tarafa bırakılırsa<br />
bir yandan Edebiyatı Cedidenin kozmopolit iştiyakları,<br />
bir yandan da Postahane binası ile tecelli eden yeni<br />
türk sanati pek gizli ve çok kerre de kendini bulamıyan<br />
millî şuurun indifaları gibidi. Bu devirde bütün akıl, bütün<br />
mantık, saltanatı ve istiptadı tehlikiye düşürebilecek olan<br />
her temayülü boğuyordu. Hakikati hâlde millet ve devlet<br />
namına kat'î ve şeklî bir muhafazakârlık hükümran idi.<br />
Meşrutiyet inkılâbı bu camit zihniyeti sarsar gibi oldu. O-<br />
tuz bir mart vakası sarih bir irtica idi. Vaktaki Hareket<br />
Ordusuyle içtimaî muvazene temin edildi; belli başlı iki zümrenin<br />
şahidi olduk; Muhafazakârlar ve tekâmülcüler !.. Bunlar<br />
ne istiyorlardı. Muhafazakârlar mazi üzerinde serbesce<br />
bir tasfiye yapıyorlar, Zaten mahvolan kıymetleri feda<br />
edip ölü harsı müdafaa ediyorlardı. Tahâmülcüler ise inkilabi<br />
anca bir şartla kabul ediyorlardı. Bu şart "tedriçtir.<br />
Fakal niçin tedriç! Çünkü tecriç tekâmülün şartı, kendi"
— 292 —<br />
sidir, onun için.. Tekârnülcüler anî, ihtilâlci, ayratıcı olan<br />
her hareketten sakınıyorlar, hareketi, tekâmülü sarsıntısız<br />
olarak arzu ediyorlardı. Muhafazakârların da, tekâmülcülerin<br />
de arzusu bir neticeye varıyordu: O da hayatı olduğu<br />
gibi seyretmek ve seyrine insan elini karıştırmamak. Bu<br />
iki telâkki arasında felsefe namına müdafaası kabil olan<br />
yalnız tekâmülcülüktür. Çünkü mutalarını hep ilimden<br />
aldığını iddia eder ve unsurları itibariyle müspet olduğuna<br />
inanır. Fakat tekâmcülüğe hakkyile yaklaşalım. Onda "tedricen<br />
„ tavsiyesini meşru kılacak bir tabiat var mıdır Bu<br />
tekâmülcüîer içtimaî hayatta tedriç istiyorlar, çünkü içtima*<br />
tekâmülü tedricen vukua gelir düz, muntazam, makul, hendesî<br />
bir tekâmül zannediyorlar. Bize cemiyet hayatının düz<br />
bir çizgi üzerinde gayet muntazam bir surette tedricen de-,<br />
ğiştiğini ve bir hedefe doğru ilerlediğini gösterecek olan<br />
şey nedir Elbete tarihî bir tetkik üzerine kurulmuş olan<br />
bir tekâmül felsefesi değil midir Halbuki tekâmülcüîer<br />
esasen felsefelerini tarihe değil, bilerek bilmiyerek hâyatiyata<br />
istinat ettiriyorlardı. Çünkü zihinlerdeki hayaller, hep<br />
Lamack'm hayalleri idi. Onlar da Lamack gibi zürafalan<br />
boynu yüksek ağaçları yemek ihtiyaciyle uzamış sanıyorlar ve<br />
âlemde hiç bir şeyin anî olarak vücude gelebileceğini zannetmiyorlardı.<br />
Halbuki ilmin tam mutaları üzerine kurulmuş<br />
olan bir tekâmül felsefesi bize tekâmülün mihaniki<br />
değil, yaratıcı mahiyetini gösteriyor. Tekâmülün haricî ve<br />
muhiti değil, batını ve uzvî bir emir olduğunu anlatıyor.<br />
Tekâmülü hep böyle bir hendesî çizgi hayaline sokarak<br />
yaptığımız farziyeler arasında kim bilir ne kadar yanlışları<br />
vardır: Dinlerin zuhuru, san'atlarin zuhuru, dillerin zuhuru<br />
ve tekâmülleri hakkında kim bilir ne kadar delâlatte kalmış<br />
olanları vardır. Muhafazakârlar niçin böyle düşünüyorlardı..<br />
Çünkü değişmek kabiliyetinde olimyan cahil adamlardı.<br />
Tekâmülcüîer niçin böyle düşünüyorlardı. Çünkü okumuş<br />
olmakla beraber ruhen muhafazakâr insanlardı. Bizim
- 293 -<br />
neslimiz bu yaratıcı kudrete niçin iman ediyor Çünkü<br />
yaratıcı bir devrin neslidir onu için. Hükümetler gibi<br />
felsefeler de ancak lâyık olanları buluyor. İnkılâbın en büyük<br />
eserlerinden biri de bizi tam ve hür bir hayat felsefesine<br />
vasıl olmak için ruhen hazırlaması değil midir Bu felsefeyi<br />
elde ettikten sonra " tedricen „ düstûrundan belki ilelebet<br />
uzakuzaklaşacağız.<br />
Hürriyet<br />
Jean-jacc[us Rousseau terbiyecilerin en hür ve en hürriyetperver<br />
olanıdır. "Emile,, başından sonuna kadar hürriyetin,<br />
hürriyet hayatının, hür yaradılan adamın, hür yetiştirilen<br />
çocuğun destanıdır. Hiç bir tefekkür onun kadar hürriyetin<br />
zevkini, hürriyetin aşkını terbiye emellerine karıştırasıamıştır.<br />
Hiç bir sistem onun kadar terbiyede haricî sultaların<br />
müdahalesini men'e muktedir olamamıştır. Hatta onun<br />
içindir ki Rousseau'yu tenkit eden Greard; Rousseau'nun<br />
terbiye plânını "tehlikeli bir vahime,, olarak teşhir etmiştir.<br />
Halbuki hakikat büsbütün başkadır. Kitabın her tarafında<br />
"hürriyet, hürriyet!,, diye bağıran Rousseau terbiye âleminde<br />
zahmete, meşakkate en çok mevki veren, terbiyenin hamurunu<br />
en ziyade zahmet ve meşakkat duygularyile yoğuran bir<br />
feylesoftur. Çocuklarda keyfe, hevese mevki vermek,<br />
hayatını hayvanı sayiklerine terketmek şöyle dursun, bu<br />
keyef ve heves mekanizmasına en çok kızan, hatta zahmet<br />
ve meşakkati, elem ve istirabı tabiatin içinde bulan<br />
kendisidir. Rosseau'nun pedagojisi her şeyden evvel bir<br />
ceht ve tekemmül pedagojisi, bir zaruret ve meşakkat<br />
pedagojisidir. O hâlde Rousseau'nun terbiye sistemindeki bu<br />
tezadın menşei nedir <strong>Felsefe</strong>sidir. Fakat felsefesinde mevcut<br />
olan bu menşe bir tezat değil, bir ahenktir. Şöyle ki
— 294 —<br />
hürriyetin en iptidaî telâkkisi her istediğini yapmaktır, yani<br />
başı boş olmaktır. Halbuki bu mümkün değildir. Zira<br />
insandan daha kuvvetli olan bir tabiat vardır. İnsan bu<br />
tabiatı ne istihfaf ne de ist'hkar edemez. O hâlde insan<br />
her istediğini değil, istediklerinin yalnız mümkün olanlarını<br />
yapabilecektir. Şu şartla ki istediği şeyler aynı zamanda<br />
tabiatin kanunlarına uygun olsun... O hâlde hürriyeti adamın,<br />
yalnız istemesi değil, istediğini bilmeside lâzımdır. Sonra<br />
hürriyetini istiyen adamın arzusu tabiatı eşyaya muvafık<br />
olması kâfi değildir. Çünkü bu arzunun tahakkuku bir istihsale<br />
bağlıdır. İnsan hürriyetini, istihsal etmek sayesinde kazanır.<br />
Bu istihsal için yalnız usul, teknik, vasıta, fikir kâfi<br />
değil, kendini idare etmek, müstahsilin kudretine, fikrî<br />
hayalî, hissî ve iradî kudretine kavuşturmak ta lâzımdır.<br />
Müstahsil bir anarşist değildir. O hem fizikî tabiat üzerinde<br />
hem de ruhî, batınî tabiat üzerinde işliyen mükemmel bir<br />
sanatkârdır. İstihsal eden adam yalnız bilen adam değil,<br />
aynı zamanda gücü yeten adamdır. Kendi kendini idare<br />
edemiyen hırçınlıklarını, muvazenesizliklerini, sersemliklerini<br />
yenemiyen bir adam âlemi harcîde hür yani doğru, iyi,<br />
güzel, faydalı birfiili nasıl vücude getirebilir O hâlde hürriyete<br />
lâyık olan adam hem fikrin, hem de iradenin kahramanı<br />
olan adamdır. Hür olmak için hem serbes olmak,<br />
hem de bağlı olmak lâzımdır. Rousseau bu iki ayrı şeyi bire<br />
kalbetmiştir. Hürriyeti başı boş kalmaktan, tabiati de<br />
esaretten uzaklaştırarak biri birine yaklaştırmış, tabiî terbiye<br />
dediği telâkkiyi vücude getirmiştir. Bu günkü ilim<br />
Rousseau'unun hatsine hiç bir şey ilâve etmemiştir. Yalnız<br />
bu hatsi izaha gayret ediyor.
Tezat kabul etmîyen felsefe<br />
Oduncu ile Ezrayil'in masalı bence ruhumuzun garip<br />
bir ikizliğini ifade ediyor : Çok kere bir şeyi hem aklımızla<br />
istemiyiz, hem de hissimizle isteriz, Çok kere aklımızla<br />
beğenmediğimiz hayatı hissimizle iyi buluruz. Sahte ilmimizle<br />
tezyif ettiğimiz şeyleri halis hayatımızla kabul ederiz. Cihan<br />
harbinden evvel memleketleri için « un vieux paıjsl » diyen<br />
Fransızlar muharebeden sonra aynı memleketi genç ve<br />
zinde buldular. "Bu memleket adam olmaz !„ diyen Türkler<br />
de adamlıklarını bile Borçlu oldukları bu memleketin eseri<br />
karşısında şaşırdılar.<br />
Bedbin, hayâtı istemediğini söylediği hâlde Ezrayili görünce<br />
odun yüklenen bir köylüdür. Şu hâlde hissimizle ve irademizle<br />
beğendiğimiz hayatı aklımızla niçin inkâr edelim ..<br />
Ve bu ikiz hayat yeirine tek ve ahenktar bir hayat neden<br />
koymuyahm .. Buna mani olan; hayat, zaruret ve tekâmül<br />
telâkkimiz olsa gerektir. O hâlde sevmediğimiz, beğenmediğimiz<br />
şeyler hayat değil, başka bir şeydir. Filhakika asıl<br />
hayat, sevilen ve Ezrayile teslim edilmiyen kısımlardan ve<br />
kıymetlerden teşekkül ediyor ... Fakat hayatın ağır gelen,<br />
ezen yükleri de vardır.<br />
Şu hâlde bu yük ile bu kıymetleri ayırmak lâzımgelir,<br />
İki şıktan biri: Ya yükü azaltmak, yahut tahammülümüzü<br />
çoğatlmak için bu kıymetleri daha ziyade duymak Iâzımdir.<br />
İnkılâbın gördüğü şey zebun ve ezik bir Türkiye idi. Fakat<br />
duyduğu şey bu Türkiye'nin can hamlesi, irade kuvveti idi.<br />
Bir inkılâbın yoktan var olduğunu zannetmek aklımızı tırmalıyan<br />
bir dalâlettir. Fakat inkılâbın hayatın her günkü<br />
en sathî itiyatlarından teraküm edebileceğini farzetmek te<br />
bir dalalettir. İnkılâbın müracaat ettiği zengin kudret Türkiye<br />
halkının vicdanı olmuştur. Bu vicdanın kudreti ve nuru<br />
sayesindedir ki Türkiye bir çok yüklerini azalttığı gibi bir<br />
19
— 296 — •<br />
takım yüklerini taşımak için de kudret ve kuvvet kazanmıştır.<br />
Eski, vusatî itiyatlara karşı gayz duyalım; bu bizim<br />
hakkımızdır. Fakat yeni ve canlı olan hayatımızdan şikâyet<br />
etmiyelira. Birini istememek için ötekini inkâra lüzum yoktur.<br />
Hasta fikir, sakat muhakeme bize bedbinliği tavsiye<br />
edecektir. Fakat vicdanın lâyuhti sesini işitelim. Ancak o<br />
zaman hakikî hayatımıza uygun, samimî bir felsefe yapabiliriz,<br />
zaten felsefenin vazifesi sathî ve haricî müşahedelerin<br />
inhisarcı hükümlerine karşı yekpare ve canlı bir hayat<br />
rüyeti vücude getirmek değil midir ..<br />
Mefkure ile mevhume<br />
Bir arkadaşım " ideal yahut mefkure vuslatı mümkün<br />
olmıyan bir fikirdir „ diyor. Ben de soruyorum ki o hâlde<br />
nasıl oluyor da akıllı bir adam mefkûreci oluyor! Eğer<br />
mefkure yanma yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise<br />
bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil midir.<br />
Hayır mefkureler mevhumeler değildir. Mefkureler<br />
tahakkuk edebilecek olan şeylerdir. Mefkureler vehimden,<br />
hayalden kopup uçan renkler, şekiller değildir. Zaten<br />
mevcut ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır,<br />
binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsayit şartlarla<br />
tahakkuk edeceklerdir.<br />
Mefkurenin kökü hakikatte, çiçekleri ve meyvaları<br />
istikbaldedir. Mefkure bugün için bir hayaldir, fakat ne<br />
bugün için ne yarın için bir yalan değildir. Şu hâlde<br />
mefkure ile mevhumeyi ayırmak lâzımgeliyor. İlim adamının<br />
vazifesi bu iki şeyi ayırmak olduğu gibi, devlet ve siyaset<br />
adamının vazifesi de bu iki şeyi karıştırmamaktır*<br />
Hatırımda kalan doğru ise, Durkheim içtimaiyat usullerine<br />
dayir yazdığı kitabın bir tarafında şöyle diyordu: Devlet
adadamının vazifesi cemiyeti bir mevhumeye doğru koşturmak<br />
değildir, cemiyetin mefkuresine yaklaştırmaktır... Onun<br />
için nüfusumuzun, servetimizin artması hakkındaki gelişi<br />
güzel, hesapsız, muhakemesiz surette atıp tutan, vaadeden<br />
insanlara hayretle bakıyorum. Bu adamlar hakikaten sözlerinde<br />
ve fikirlerinde samimî insanlar mıdır., diyorum.<br />
Eğer ilmî tetkikler yalan söyleniyorlarsa bir memleketin<br />
nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti, beynelmilel münasibetleri,<br />
muharebeleri, mücadeleleri, fikrî seviyesi arasında<br />
uzvî münasibetler vardır. Bunlar arzunun ve iradenin birdenbire<br />
halledilebileceği şeyler değildir. Bunlar ancak eşyanın<br />
tabiatine ve müsaadesine göre hüküm ve muhakeme<br />
edilebilecek şeylerdir. Onun için biz on seneye kadar<br />
Amerika'yı bile geçeceğiz! diyen bir adamın iddiasına şaşmamak<br />
kabil değildir. Bizzat Amerika'nın kendi kendini<br />
geçmek için sarfettiği kudretin zaman va mekânla mukayyet<br />
fiziği ve içtimaî kudretlerden ibaret olduğunu unutmamalıdır<br />
:<br />
Fakat bu mevhumecilerin iddiası ne olursa olsun<br />
her cemiyet; her millet için vasıl olunması mümkün ve mukadder<br />
olan mefkûrevî gayeler vardır. Bunları eyice görüp<br />
te bunlara doğru ilerilemek kadar bir cemiyet hesabına<br />
afif ve meşru bir hareket ne olabilir .. Ancak bu<br />
gayeleri bize gösterecek olan bitaraf el, ilmin elidir,<br />
içtimaî ve iktisadî coğrafyası tetkik edilmeden, bir sene<br />
zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hesap edilmeden<br />
nüfusunun tezayüt veya tenakus sebepleri yakalanmadan<br />
cemiyat için bu hedefleri müspete yakın bir surette işaret<br />
etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti her şeyden<br />
evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir millettir.<br />
Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin iddialarına<br />
değil, samimî mefkûrecilerinin itikatlaırna kendisini bağlamahdir.<br />
Her şeyde olduğu gibi terakki meshebinde de<br />
samimiyet esas şarttır.
— 298 —<br />
Hayatın arkasından giden felsefe<br />
Mütarekenin en meşum günlerinden biri idi. Bir türk<br />
mütefekkirine rasgeldim bana bir münasibetle şu sözleri<br />
söyledi:<br />
— Türkler dejenere değil midir .. Cismen demeyorüm*<br />
ahlâkan dejenere değil midir..<br />
Muhatabımın bu zalim iddiayı ortıya atıvermesi beni<br />
çok şaşırttı. Hiç bir şey söylemedim. Halbuki ben mütareke<br />
zamanı değil, meşrutiyet zamanı da değil, ta çocukluğumdan<br />
beri Türklerin yaşama kabiliyetine çok inanmış bir<br />
insanım. Gerçi bu kanaatimi hayatımın her devrinde aynr<br />
vuzuh ve aynı müspetlik ile taşımadım. Fakat o-ir şevki<br />
tabiî gibi duyuyordum ve yirmi senedenberi bütün yazılarımda<br />
ve derslerimde aynı itikadı, aynı dini neşrettim. Milleti<br />
hakkında kanaati yıkılan bu adam beni çok ürkütmüştü.<br />
Zeynep Hanım konağının üst pencerelerinden görülen yangın<br />
yerleri ve ayağı çıplak çocuklar bu kara kanaat için kara<br />
bir çerçeve oluyordu. Fakat bir adam, cihanın bile en büyük<br />
feylesofu olan Bergson beni çok irşat etti. Ruhun yaratıcı<br />
kudretini onunla daha vazıh olarak düşünmüye başladım.<br />
Bir türk hadisesi bu yaratıcı kudret feylesofunun davasını<br />
bilâkaydüşart teyit etmişti: Anadolu'da Mustafa Kemal'in<br />
zaferi. Bu büyük adam bir mütefekkirin tereddi ile tavsife<br />
kıyam ettiği milletinin hayatiyetini cihana kabul ettiriyordu.<br />
Bir feylesof hayatın imkânlarını, meydanlarını kavrıyamiyacak<br />
derecede katı ve maddeci ise neye yarar .. <strong>Felsefe</strong><br />
bir inkılâpçının eserlerini anlamıya çalışacak yahut izah<br />
edecek bir ilim değildir. Vazifesi hayatın önüne geçmektir<br />
Mütemadiyen hayatın mazisine bakarak ve hâlini tartarak<br />
cemiyetin istikbale müteveccih meydanlarını seçmek, işte<br />
feylsefenin vazifesi budur.<br />
Ne sırrîlik, ne akılcılık ve maddecilik ne de yalnız başına
— 299 -<br />
tüm bu istikbal hamlelerini veremez bunu ancak hayatı<br />
seyrinde ve ihtilâllerinde şuurla yakalıyan felsefe yapabilir.<br />
Türk feylesoflarının vazifesi olmuş bitmiş şeylerin ve tarihî<br />
emri vakilerin adilâne seyir ve temaşası değil, türk milletinin<br />
mazisine bakmakla, hâlini yakalamakla beraber istikbalini<br />
araştırmaktır. Gözü arkada kalan ve hayatın arkasından<br />
giden felsefe ne millî olabilir, ne insanî olabilir.<br />
Feylesofları anlarken<br />
Gustave Le Bon'u çok okuyan ve çok seven bîr arka<br />
daşım vardır. Bu muharriri büyük bir mütefekkir olarak<br />
kabul eder. Bir gün kendisine Henri Bergson'un "Evolution<br />
creatrice „ adlı eserini verdim. Beş on gün sonra kitabı<br />
iade etti. Ve hiç bir şey anlamadığını söyledi!.. Bu dostum<br />
gibi bir çok insanlar da felsefelerden bir şey anlamadıklarını<br />
söylerler.. Bence bir feylesofu ve bir sanatkârı anlamak<br />
için en büyük şart bir nevi muhabbettir. İsterseniz<br />
buna "sympathie,, deyiniz. Okuyanda bu muhabbet yoksa<br />
eser ona açılmaz. O hâlde sahibinin ne demek istediğini<br />
anlamak kararından evvel, anlamak arzusu lâzımdır. Eserin<br />
yüzünden ziyade yüreğine varmak istemeliyiz.. Bu müsayit<br />
ruhî vaziyeti aldıktan sonra yapılacak şey şudur: feylesoftan<br />
ne bekliyoruz Bence beklenecek şey sadece kâinatı<br />
bir görüştür ve ezelî bir seziş tarzıdır. Feylesofu<br />
anlarken dikkat edilecek bir nokta daha mütefekkirin muhitidir.<br />
O da alim, sanatkâr, resul gibi bir muhitin adamıdır.<br />
Feylesofun büyüklüğü kendi zamanında felsefe binasına<br />
koyduğu taşın ağırlığına bakar. Şu hâlde keşfedilecek<br />
şey, beşerî tekâmüle ettiği hizmettir. Sonra hiç unutmuyahm<br />
ki feylesofu ancak kendi diliyle ve kendi mantıkiyle<br />
anlıyabilirîz. Feylesofun dili halkin dili değildir, hatta alimin
anft<br />
çili değildir. Bu dil ifade etmek istediği orijinal manzarama<br />
dizgileri ve renkleridir. Onun için bir feylesoftaki orjinat<br />
tabirleri anlamak, bence bütün felsefesini anlamıya bedeldir.<br />
Nihayet feylesofu anlamak için okumak lâzımdır, çok<br />
okumak, tekrar tekrar okumak, hemhal oluncuya kadar<br />
okumak lâzımdır. Sistemler sakinlerini çoğaltmak istemiyen<br />
kıskanç âlemlerdir, içerilerine katılmak için cazibelerine<br />
katılacak kadar yaklaşmak lâzımdır.<br />
Tabiat ıhı, medeniyet mi <br />
Tabiatle medeniyet kiymetleri hayatımızın her cephesinde<br />
çarpışıyor. Hayat felsefesi yaptığını zanneden bazı<br />
kimseleri hatırlayınız. İnsanların tabiatten ayrıldıklarına<br />
esef ederler !.. Şehir hayatına bir türlü uyamıyan bir nevi<br />
sinir hastalarını hatırlayınız, hep inziva aralar!.. Hele iradesi<br />
sönmüş biçareler vardır, hayatının son günlerini tenha<br />
bir köyde geçirmek isterler!.. Bazı nazariyecilere göre<br />
de tabiat sanatin, ilhamın kaynağıdır. Bütün bu hükümler<br />
birbirine irca edilemiyecek kadar manevî vaziyetleri<br />
ayrı kimseler tarafından veriliyor. Fakat bu ayrı adamların<br />
benziyen bir tarafları vardır, o da şudur: Ne tabiat ne de<br />
medeniyet hakkında doğru bir kanaate sahip olmamak.<br />
Eski medeniyet tabiatte kemal ve mutlakiyet âleminin<br />
bir hayalini görüyordu. Ortazaman medeniyeti tabiati sırlarla<br />
dolu görüyordu. Rönesans beşerî kurtuluşu bu tabiatte<br />
zannetti. Bizim zamanımızda tabiatın ne maveraî ne dinî<br />
ne de ahlâkî hiç bir kıymeti yoktur. Tabiat yalnız fizikî<br />
kuvvetlerin sahnesidir. Muasır kafalar tabiate teslim olmak<br />
için değil, bu tabiati kullanmak için görür. Tabiat bizim<br />
ne dinimiz, ne efendimiz, ne de üstadımızdır, sadece hizmetkârımızdır.<br />
O hâlde muasır milletlerde " Tabiat aşkı,
— 301 —<br />
tabiat harsı, tabiat terbiyesi ...„ gibi sözlerin müspet bir<br />
delâlet olmamalıdır. Yalnız tabiatı kullanmak, tabiatı zaptetmek,<br />
tabiatten istifade etmek gibi sözlerin asrî bir kiymeti<br />
olabilir. Asrımızın tabiatı müsavat, şahsiyet, sadelik<br />
ve samimîliktir. Ben ahlâkta olsun, sanatte olsun, " tabiate<br />
dönelim» denildiği zaman hep bu manayı anlıyorum.<br />
Vuzuh<br />
İçtimaiyatçı Bougle fikirlerin tarihinden bahsederken<br />
H. Bergson'u maddî âleme mahsus klişelerle batmî âlemi<br />
düşünmenin tehlikesini gösteren feylesof olarak anlıyor.<br />
Bergson'a göre haricî âlemin klişeleri, hatta bunlar ilmî<br />
de olsalar, bir mana. keyfiyet ve seyir âlemi olan batmîyi/<br />
derunîyi, meselâ ihtirasların, mefkurelerin) iradelerin tekevvününü<br />
ifade için salih değildirler. O hâlde katı maddenin<br />
sert ve dümdüz lisanı olan ilimden başka olan bir lisanla,<br />
felsefenin canlı ve terkipçi lisanına müracaat etmek lâzımdır.<br />
Acaba " vuzuh, vazjh, tavzih „ dediğimiz zaman ne<br />
kastdediyoruz .. Bu sual madde dilindeki klişelerinden<br />
bazıları: " ayırmak, açmak, berraklaştırmak,,'tır.<br />
Vuzuh bu mudur Eğer bu ise, içtimaiyat için E. Durkheim<br />
ve Auguste Comte'un, terbiye için Pestalozzi, Froebel,<br />
Jean-Jactjues Rousseau'nun, sade bir neşircisinden ve tamimcisinden<br />
başka nedir .. Bu anlayışa göre sonradan gelenler<br />
evvelden gelenleri ayıklamışlar, temizlemişler, berrak<br />
bir hâle getirmişlerdir !.. Bu suretle işleri ne ilmî, ne de<br />
felsefî bir iştir, sadece amelî ve mihaniki bir iştir!.. Bu<br />
adamların ya canlı bir rolü var yahut yok. Hangisi ..<br />
Bence bir Durkheim, bir Pestalozzi, birFroebel, hatta<br />
bu günküler hep birer başkalıktır. Hatta fikirlerinin en<br />
müşterek olan " muayyencilik „ yüzünnde, hatta sezişlerin
en eş olan " tabiat „ fikrinde bile... Roussean'dan beri,<br />
hatta Rönesans'tan beri, bu fikir adamları hep " tabiat,<br />
tabiat..,, diyorlar, fakat acaba kendi ananesi içinde yaşıyan<br />
bizler onun mukallitlerimiyiz Varisleri, kopyecilarıiyiz ..<br />
Benzemekle bir olmak bir şey değildir. .. Vuzuh !.. Bunu<br />
iyice anlamıya çalışalım : Vuzuhlandıran adam, taşlara,<br />
topraklara, ruhlara kadar inerek canlı bir iş görmüşse o,<br />
diğerlerinden ayrıca bir şeydir. Adî neşirci ile yaşatarak<br />
tekemmül ettiriciyi biribirinden ayırmakta sadece bir iffet<br />
değil, mecburiyet vardır. Çünkü bu dikkat haricinde şuunu<br />
kavrayamazsınız.<br />
İlim İstılahları<br />
Bir ilim İstılahları kamusu yapılacağını okudum . Yüksek<br />
ilim tedrisatının bu mühim ihtiyacına karşı kim, hangi<br />
ilim mensubu alâka göstermez .. Bizde ilim İstılahlarını<br />
tespit etmek teşebbüsü yeni değildir. Tıpta, fende, felsefede<br />
tessüs etmiş olan İstılahlarımızın sayısı binlercedir .<br />
Bununla beraber ilim dilimizin bütün parçaları da müdevven<br />
olduğunu iddia edemeyiz . Bütün ilim lügatlerini cem<br />
ve telif etmek teşebbüsü hakindaki fikir ve kanaatimi burada<br />
söylemek istiyorum . Her şeyden evvel böyle bir kamus<br />
ilmin maddiyat yani fizik ve kimya, hayatiyat yahut<br />
biyolocya, ruhiyat, içtimaiyat ve felsefe şubelerini ihtiva<br />
etmelidir. Bunlar koca bir mecelle olacağına, meselâ maddiyat,<br />
ruhiyat ilimleri kamusu, tip kamusu, felsefe kamusu<br />
gibi menus ve kullanılması kolay parçalara ayrılmalıdır. Bu<br />
eserleri vücude getirecek olan heyet mutlaka bu lügat<br />
işiyle uğraşan kimselerden mürekkep olmalıdır. Istılahların<br />
konulmsında en büyük güçlük îstilahların şekli hususunda,<br />
birleşmek noktasında görülüyor . Bu müşkül vazifede
— 303 ^<br />
muvaffak olmak için kabul ettiğimiz esaslar şunlardır<br />
: 1 - Her tabirin evvelâ türkçesini aramak, bu türkçe,<br />
varsa ve canlıysa, aynen kabul etmek. 2 - Beynelmilel<br />
mahiyette olan tabirleri aynen kabul etmek . 3- Bir feylezofun<br />
sistemine göre orjinal bir fikri ifade eden tabirleri<br />
keza aynen kabul etmek. 4- İstılahların kabulünde birleşilmeyince<br />
her kes tercih ettiği tabiri imzası altında yazaaktır.<br />
Bu esaslar sayesinde faaliyetimiz iierileyecektir .<br />
Şimdiye kadar yaptığımız tecrübe bize türkçenin felsefe<br />
düşüncelerini açık ve kat'i bir surette ifade edebilecek,<br />
zengin bir lisan olduğu kanaatini vermiştir. İstilâh kamuslarını<br />
vücude getirecek olan heyetler kendi kabul ettikleri<br />
karşılıkları yazmakla beraber şimdiye kadar neşredilmiş<br />
diğer karşılıkları da işaret ve zaptederlerse tarihî hizmetleri<br />
daha mükemmel olur. Müşterek bir ilim dili ilmin içtimaî<br />
hayatı için bir şarttır. Dilde iştirak içinde söylediğini yazmakta<br />
lâzımdır .<br />
Metafizik<br />
Bu bahse nasıl girdiğimizi eyice hatırlamayorum. Arkadaşım<br />
Almanyada felsefe yapmış olan bir gençti. Bir çokları<br />
gibi o da Kant'çıdır. Her zamanki gibi güç suallerinden<br />
birini daha havale etti:<br />
— Nazarî ve amelî akılları, emperatifleri, Fenomen ve<br />
Numen'ile Kant... acaba neyin, nasıl bir zaruretin ifadesidir<br />
Ben içtimaî bir dava ortıya atmak arzusiyle değil de<br />
misafirimi memunun etmek için biperva şu izahatı verdim:<br />
— Kant'ta Ansikiopedistler ve Rousseau, yahut mistikler<br />
gibi bir devrin adamıdır. Bence felsefeler bir nevi içtimaî<br />
haletlerdir. Bunlar şeniyet manzarasını seyretmek için batın<br />
kâşanesinden açılmış pencerelerdir. Bu şeniyet o kadar
— 304 —<br />
girift, o kadar karışıktır ki türlü cephelerinden türlü man*<br />
zaralariyle görmek kabildir. Herkes aynı şeniyeti aynı tarzda<br />
görmeğe sevkedilmiş değildir. Aynı vaka, aynı amel hakkında<br />
aynı nazara malik miyiz. O hâlde rüyetlermizide enfûsî<br />
kalan bir mahiyet vardır. Kâinatı seciyemizin gözlüğüyle<br />
seyrediyoruz. Seciyemiz bizim rüyetimizi tadil ediyor. Kant'm<br />
hayatı tetkik edilsin. Bu hayatın ne kadar inzibat aştkı bir<br />
hayat olduğu görülecektir. Böyle yoğurulan bir seciyenin<br />
mukadderatı, şeniyeti hep intizam, amiriyet, cebir manzaralariyle<br />
idrâk etmek olacaktır. Hatta onun içindir ki Kant,<br />
zaruret unsuruna irca edilmiş bir J-J- Rousseau'dan başka<br />
bir şey değildir. Halbuki Rousseau, bakınız bu adam ne<br />
zaruretçi, ne akliyeci, ne hissiyeci, ne benci, ne de elcidir.<br />
Niçin Çünkü Rousseu'da şahsiyet millî değil, beşerîdir.<br />
Rousseau ne Alman, ne İngiliz, hatta ne İsviçreli, ne Fransızdır,<br />
sadece insandı. Vatanı yoktu. Çünkü vatan yerine<br />
küreiarzı iskân etmişti. <strong>Felsefe</strong>sinde keşfettiğini zannettiği<br />
tabiî adam, kendi halis Enesinden başka bir şey değildi.<br />
Kant kendi zaruret mezhebinde gerçi ince bir mütefekkirdir.<br />
Fakat Rousseau, şeniyeti tam ve bütün kavramak iti—<br />
barile kaba sabada olsa daha genç bir kafadır.<br />
O hâlde metafizik şahsî, millî yahut daha geniş olarak<br />
beşerî mahiyette bir şey olacak...<br />
— Evet, metafizik tarihini nazarı itibara alırsak gerç*<br />
böyle... Fakat dayıma böyle olması neticesi çıkarılamaz.<br />
Metafiziğin bir şahsın, bir harsın, bir medeniyetin tabiatine<br />
takılıp kalması bu tefekkürün tarihi bir kaderdir. Metafizik<br />
te ilim gibi afakî bir tefekkür mahiyeti alabilir. Şahıs<br />
veya mezhep işinden kurtulması mümkündür. Hatta keşiflerinin<br />
neticesini, kontrol için laboratuvara sokması bile<br />
mümkündür ...<br />
— O hâlde sizin anlayışınıza göre bir feylesof kimdir <br />
— Bu adam şüphesiz H. Bergson'dur. Fakat mutlaka<br />
" Evolution CrĞatrice „ yahut " Les Donnees immâdiates... „
feylesofu Bergson değil; metafiziğin mevzuunu ilmin mev-<br />
Zuundan, usulünü ilmin usulünden ayıran ve metafiziği de<br />
ilim gibi afakî bir tefekkür olarak anhyan Bergson... Bergson'un<br />
bütün arzusu metafizikin ilim gibi beynelmilel ve<br />
gayrı şahsî bir hâle gelmesidir.<br />
— O hâlde tarihî feylesofların rolü <br />
— Bunların rolü, tekâmül dediğimiz mevzuun cephelerini<br />
ayrı ayrı keşfetmeden ibaret kalmıştır. Onun için hepsi<br />
mezhepçidir. Bunlar tekâmülün anlayışına hizmet etmişler,<br />
fakat bütün tekâmülü birden kavrıyamamışlardır...<br />
— Bergson'un hizmeti, biraz daha vazıh olarak nedir<br />
— Şudur: İlimin mvvzuu maddedir, hendesedir. İster<br />
maddî, ister uzvî ve ruhî, isterse içtimaî hayata ayit olsun,<br />
şeniyeti madde gibi mütalâa etmek... Halbuki metafiziğin<br />
mevzuu tekâmül, sadece tekâmüldür. İster maddenin, ister<br />
uzviyet ve ruhiyetin isterse cemiyetin tekâmülü olsun, şeniyeti<br />
canlı olarak mütalâa etmek... İlmin usulü cebir ve hendese<br />
yani akıldır. Mevzuu ne olursa olsun ilim parçalar, mütecanis<br />
parçalara ayırır. Halbuki metafiziğin usulü hatstir.<br />
Mevzuu ne olursa olsun metafizik toplar, şeniyeti bütün ve<br />
seyyâl olarak mütalâa eder.<br />
— O hâlde metafizik sanat gibi bir şey oluyor <br />
— Evet sanat gibi bir şey, fakat sanat değil; çünkü<br />
sade hayal ve his sahesinde kalmıyor, tasavvur ve mefhum<br />
sahesine giriyor, gerçi ilim yolundan değil, sanat yolundan ...<br />
Bir çokları ilimden geçmiyen kafaların metafiziğe kadir<br />
olmiyacağını iddia ederler. Ben de sanat terbiyesi almıyan<br />
metafiziğçinin, mezhepçilikten kurtulamıyacağım söylerim...<br />
Hayasızlık<br />
Tophanenin üstünde Sormagir derler bir türk mahallesi<br />
vardır. Çocukluğum o civarda geçtiği için o civara.
- 306 -<br />
ayit hatıralarım çoktur. Bir gün Sormagir camimin önünden<br />
geçiyordum. Sokakta üç beş kişi toplanmış, karşıdaki mezarlığa<br />
bakıyorlardı. Bu mezarlık Çeşmi Hüseyin Efndi<br />
isminde evliya tanınmış bir zatindir. Çeşmi Hüseyin Efendi<br />
kerametinden çok bahsedilmiyen velilerdendi. Buna rağmen<br />
Sormagirliler onu severler, maneviyetma sığınırlardı. Mezarlığın<br />
içindeki kocamiş çınar son günlerde devrilmek tehlikesini<br />
göstermişti. Şimdi mahelleli kazanın önüne geçmek<br />
için çmarı kesmiyi düşünüyordu. Bunlardan biri Sormagir<br />
bekçisine dönerek dedi ki:<br />
— Nasıl Ahmet ağa, şu çınarı devirebilir misin <br />
Bu zatin nazarında çınar devirmek; kim bilir ne kadar<br />
adi bir işti!. Hiç unutmam, cahil bekçi bu teklifin kabalığına<br />
karşı - kendisine gayrı meşru, gayrı ahlâkî bir hizmet<br />
teklif edilen insanlar gibi - kizararak bozararak geriledi,<br />
sert ve haşin bir tarzda :<br />
— Efendi, ben o zatin çinarma dokunamam !.. dedi.<br />
Bu cevap bütün manasiyle yirmi beş sene evvelki Sormagirlilerin<br />
ölülere karşı hissiyatını bildiriyordu . Gerçi o<br />
tarihte bile mahalleli arasında ölüyü, kabrini tahkir edenler<br />
vardı. Fakat bunlar o kadar az, mahalle hayatındaki mevkileri<br />
o kadar hiçti ki... Halk bunların her birine " gâvur<br />
farmason „ gibi bir isim takarak " sen benden değilsin! „<br />
demek istiyordu ...<br />
Küçüklükte alınan bazı fikirler iman kuvvetini taşıyor.<br />
Uzun seneler bilmiyerek, anlamiyarak ölülere hürmet etmekte<br />
devam ettim . Hatta bu inanışımı çok kere izah edemiyorum<br />
. Lâkin " Halkın sesi, hakkın sesidir. „ Zaman bu<br />
hükmü tasdik ettiriyor. Halkın itikadında "akıldan hariç,,<br />
çok şey var; fakat " akla mugayir „ olanlar pek az !.. İster<br />
evliya , ister mabet hürmeti, isterse bir " antika merai<br />
„ şeklinde olsun, mazisini seven bir kavimle sevmiyen<br />
/bir değilmiş... <<br />
u yaz Surler haricinde gezmeğe gitmiştim.<br />
Maksadı»
— 307 —<br />
tarihî ve kutsî hatıralarla dolu olan bu yerleri, eski türbe'<br />
leri , eski lâhitleri bir kere daha görmekti... Merkez Efendi<br />
dergâhından Yenikapı Mevlevihanesine doğru İlyas Zadelere<br />
ayit tarihî bir kabristan var . En yeni taşının üzerinde<br />
1190 tarihi okunuyor. Burası en aşağı üç yüz senelik<br />
bir mezarlık. Zaman ile camisinden ayrılmış , her tarafından<br />
civarındaki evlerin, tarlalar istilâsına uğramış hazin bir<br />
bucaktır. İçerisindeki lâhitler hep kırılmış, kavukları bir<br />
tarafta, gövdeleri öbür tarafta !.. Ağaçlar, vahşî çitlenbikler,<br />
bilmem ki nasıl bir yaşamak hırsiyledir, bu üç yüz senenin<br />
eritemediği mermerleri parçalamış atmış ! Buraya artık<br />
bir kabristan diyemezsiniz ! Belki bir kabristan, fakat<br />
İlyas Zadelerin, hatta insan zadelerin bile değil, sadece hayvanların<br />
kabristanı! Artık buraya ne meşhur ne de meçhul<br />
insanlar gömülmüyor; sadece civardaki at leşleri dökülüyor!<br />
Zamanın telâkkileri, idare adamlarının seyyiatı lâhitlerdeki<br />
eski sanatin nizamım bozmuş, yerde yatan taş kavuklar üzerine<br />
at başı iskeletleri koymuş !..<br />
Belki bu türlüsü bir tanedir , diyordum. Fakat Aksaray'a<br />
geldiğim zaman Horhor'a doğru yine bir cami ve<br />
kabristan harabesine daha rasgeldim . Kız Taşından beri<br />
bütün evlerin münasibettar olduğu bir mecraya yol açmak<br />
için bu kabriatanı ortasından ikiyeye ayrılmışlar, bütün mezar<br />
taşları, kitabeler mdeniyet elinin açtığı bu nezafet çukuruna<br />
yuvarlanmış, kim bilir " neslicedit „ imarcilari<br />
atalarının itikadını pek cahilane bulduğu için olacak, bu<br />
itikadın zadesi olan kabristanları tahrip ediyor . Yazık k*<br />
bu hakaretin bediî şeklini bulamamışlar !.. Artık ne bu çukuru<br />
ne de bunu açan mühendisi benden sormayınız ...
Ahlak
- 311 -s<br />
Hayır ile şer<br />
Sivas azemetli, penbe dağlar memleketidir. Kayserimden<br />
gelen yolcular için bu azemetli, penbe dağları aşmak lâzımdır.<br />
Nihayet Kızıl ırmağa varırsınız. Oradan şehre, ufak<br />
gösterişsiz evler arasından girersiniz. Sivas her tarafında<br />
bir selçuk minaresi, yahut bir selçuk kapısı yükselen bu<br />
}ürk ve tarih şehri, bir millet hafızası gibi zengindir. Orada<br />
her şey ağır,^ her şey ciddidir. Bütün insanlar ağırbaşlılık<br />
için yaratılmış zannedilir .<br />
Sabahleyin, ilk defa şehre çıktığım zaman, bu intibaı<br />
almıştım. Üç günlük ziyaretlerim gene bu intibaı teyit<br />
etti. Maarif müdürü bize Darülmuallimni, Darülmuallimatı,<br />
erkek kız iptidailerini gezdirdi, ikametimin son günüydü,<br />
ziyaret edecek bir müessise kalmıştı. O da Mektebi Sanayi...<br />
Bu, İstanbul'da, Bursa'da, İzmir'de, Ankara'da emsalini gördüğüm<br />
bir mektepti. Acaba Sıvas'ınki nasıl, diyordum.<br />
Nihayet dar, dolaşık sokaklardan geçerek bir tepeye çıktık.<br />
Kollejin bulunduğu tepe gibi, şehre hâkim bir tepeye ...<br />
Uzaktan sanayi mektebinin büyük binaları görünüyordu.<br />
Yolda Sanayi Mektebim aynı zamanda idareye memur<br />
edilen Darülmuallimin müdürü malûmat veriyordu, bana<br />
mektebin mazideki bütün ikbal ve itbar devirlerini anlatıyordu.<br />
Yaklaştıkça sönmüş bir saltanatın enkazım göreceğiz<br />
gibi acı bir hisle müteessir oluyorduk...<br />
İşte asıl mektep, dediler ; ne güzel bina ... Alçak, oturaklı,<br />
kapıları, kemerleri renkli taşlarla süslenmiş, hiç şüphe<br />
yok, zevk sahibi bir mimarın daha evvel bir valinin eseri...<br />
Dershaneleri de öyle güzel, misafir kabulüne mahsus olan<br />
salon hep mektebin mamulâtiyle döşenmiş. İşte mektebin<br />
mamulâtından : On Beşinci Louis tarzında cevizden oymalı<br />
bîr masa; şurada gene mektebin elişlerinden gayet ince<br />
dokumah ziynet halıları, köşede duran ufak bir sigara<br />
20
iskemlesi, her tarafı selçuk tarzında çiçeklerle, yapraklarla<br />
işlenmiş, üzerinde bir tablo var ki tablodan ziyade bir resim<br />
levhasına benziyor. Sivas'ın en mutena bir eseri mimarisini<br />
gözle görülemiyecek derecede ince olan taksimat ve tersimatiyle<br />
bunun üzerine hakketmişler. Aynı salonun dışarısında<br />
gene bir kapının üzerinde vaktiyle resim hocalığı<br />
eden bir zatın yağlı boya levhası var ki klâsik italyan sanatkârlarının<br />
eserlerini hatırlatıyor. Şimdi tasavvur ediniz.<br />
O renkte, hakte, dokumada, "esimde bu kadar ileriye giden<br />
bir mektebin Sivas'ın iktisadiyatına hizmeti ne olmalıydı <br />
Pek büyük dğeil mi Her sene yetiştirdiği yüzlerce sanatkârlarla<br />
Sivas'ın taşlarını oymalı, yünlerini boyamalı, servetini<br />
arttırmalıydı, değil mi . Hayır, netice bunun tamamyle<br />
aksi olmuştur! Böyle olduğunu hem içeride, hem dışarıda<br />
öğrendim: Mektebin hâli hazırda mevcut olan marangozhanesine<br />
indiğimiz zaman gördüm kü: Orada talebe namına<br />
yalnız yedi yetim var! Önlerinde bir iki tahta parçası, bir<br />
kaç fotin, uğraşıyorlar. Bu işler yeni idarenin temin ettiği<br />
ilk vazife, ilk faaliyetti. Eğer Sanayi mektebi DarülmualHmme<br />
yerleştirilmese, Darülmuallimin idaresi sanayie vaziyet etmeseydi,<br />
bu çocuklar belki bu hayatı da buiamıyacaklardi.Talihsiz<br />
çocuklar! dedim ve bu sukutun sebebini düşünmiye başladım.<br />
Dışarıya çıktığımız zaman öğrendik ki vaktiyle Sivas'ın<br />
kayalarını, taşlarını o kadar güzel tıraş eden türk sanatkârlarının<br />
memlektinde bu gün taş oyan tek bir türk taşçı kalmamıştır<br />
! Kendi kendime soruyorum: O " mektep siz itilâ „ ne<br />
idi, bu " mektepli inhitat „ nedir diyordum . Bu sual<br />
ne kadar garip olursa olsun, gene hatırıma geliyor ...<br />
Filvaki, bu neticede tarihin hissesini, mesuliyetini hesaba<br />
katmamak nasıl mümkün olur !. " Tarih „ diyerk iktisadî,<br />
Imî, ne şekilde olursa olsun, beynelmilel hayatı, içtimaî<br />
tedahülleri kastediyorum. Tarihimiz ve topraklarınız haricinde<br />
aynı zamanda zaruret ve suhuletle teşekkül eden<br />
bir takım iktisat ve ilim merkezleridir ki bizde dahil oldu-
tımuz hâlde hariçte kalan bütün unsurları birer maddî<br />
.zerre mihanikiyetiyle kendisine doğru çekmiş, o kuvvettediğer<br />
her hangi bir merkezin teşekkülüne, her hangi uzviyetin<br />
taazisine engel olmuştur. Fakat haricî münasibetler<br />
sabit kalmakla beraber dahilde gene unsurdan unsura,<br />
hatta fertten ferde değişen refah ve muvaffakiyet şartları<br />
irefah ve muvaffakiyet noksanları da vardır. Sivas, binalarına<br />
taşçı, kerestelerine doğramacı, yapılarına kalfa bulannyorsa<br />
bundan mesul olması lâzımgelen kimlerdi <br />
Öyle tasavvur ediyorum ki Sivas Sanayi Mektebi tesis<br />
•edildiği gün bu mektebin hayatını idareye memur olan<br />
büyük küçük memurlar hayat tarafından iki yoldan birini<br />
intihap etmeğe davet edildiler: Biri, " gösteriş yolu „ idi.<br />
Otuz otuz beş sene kendisine taptıran bir Saray ve her<br />
yerde bunun yerine kayim olan saray zihniyetti valiler vardı.<br />
Bunların hoşuna gitmek için ancak süslü sigara iskemleleri*<br />
On Beşinei Louis tarzı masalar, ipek gibi ince halılar lâzımdı.<br />
İkinci yol u hakikat ve ihtiyaç yolu .,, idi. Sivas aptesthaneleri<br />
için taşçı, Sivas evleri için doğramacı, Sivas hayatı<br />
için adam lâzımdı. Sivas'ın selâmeti bu yolda idi.<br />
işte evliyayı umur Efendiler bu iki yoldan yazık ki<br />
birincisini intihap ettiler. Artık Sivas'a ve çocuklarına hizmet<br />
edecek yerde, valilere, makama hizmet ettiler! Sanatkâr<br />
yetiştirecek yerde, sadece eseri sanat yaptırdılar. İşte bütün<br />
bütün aklı, şuuru makamı vilâyetpenahiye donen, bütün<br />
•muvaffakiyeti, kıymeti, depdebe ve saltanatta ariyan Sivas<br />
Sanayi Mektebi kendi kendini kaybetti ve bu parlak baş*<br />
langıcın sonu böyle karanlık ve hüzünlü oldu!...<br />
Sivas sanayi mektebi sade bir misaldir. Şimdi her<br />
sanayi mektebinin idaresine, her maarif teşkilâtının başına<br />
ve her resikâra geçen müdürlerin, idare adamlarının<br />
gideceği yol, gene bu ikiden biridir. Ya gösterişi, harici,<br />
şahsı düşünerek ellerinin altındaki çocukları öldürecekler,<br />
yahut haricin fani, sathî olan zevklerine, kârlarına iltifat
— 314 —<br />
etmiyip vazifenin içine, hakikate girmek, mektebin haliyle<br />
hallenmek, memleketin ihtiyaciyle ünsiyet etmek,. müessiselerini,<br />
memleketlerini baka sırrına mazhar etmek istiyeceklerdir...<br />
Bu zatlere sorarım: Kendiniz için mi çalışıyorsunuz,<br />
gayrı için mi !. O vakit bu iki yoldan birini intihapta<br />
mustar kalacaksınız. Neticede şu ikiden biridir: Bir hayır<br />
yahut bir şer !<br />
Temizlik ve Medeniyet<br />
Yarış, güreş kahramanları olduğu gibi, temizlik kahramanlarıda<br />
vardır . Bunlar da halk arasında meşhurdurlar..<br />
Bu gün bu kahramanlardan birini ziyarete gittik. Eliyle<br />
matruş başını kaşıdıktan sonra aynı elini etrafındaki bütün<br />
eşyaya sürdüğünü gördük L Ankara'da temizîiğiyle meşhur<br />
bir lokanta var dediler; oradaki ilk müşahedem de garsonun<br />
baş parmağını çorba tabağına sokması oldu !.. Yine bir gün<br />
istanbul'un en meşhur muhallebicilerinden birine gittik,<br />
tezgâhtarı büyük tavuk göksü tabağını kaşıkla ufak tabaklara<br />
istif ederken eliyle tatlıyı tutmak için baş parmağım da kullanıyordu<br />
!.. Yine bundan on sene evvel o kadar meşhur olmıyan<br />
diğer bir muhallebicinin de muhallebileri avucu içine alarak<br />
ufak tabaklara geçirdiğini görünce tahammül edemiyerek<br />
itiraz etmiştim . Abani sarıklı zat bana " Efendi, sen afedersin,<br />
bu el beş vakitte yıkanıyor!-. „ demişti... Evet halkın<br />
kanaatince sağ el her yere sürülebilir . Ona tarak,<br />
kaşık, kepçe, kürek... vazifesi gördürülebilir, çünkü sağ<br />
el temizdir, hatta mübarektir!.. Hususiyle yikanıyor. Bu son<br />
vakayı kendisine hikâye ettiğim bir doktor bana şu cevabı<br />
vermişti: Ellerin, hatta sabunla yıkanarak tamamiyle temizlendiğini<br />
farzetmek bile biraz tehlikelidir. Derilerimiz<br />
dayimî surette yağ ifraz etmektedir!.. Onun için yıkandıktan
— 315 —<br />
dakika sonra bile kirlenenirler . Bunun tecrübesi gayet<br />
kolaydır : Her hangi tahareti müteakip vücudunuzun muayyen<br />
kısmraı sigara kâğıdiyle uvahymiz, göreceksiniz ki<br />
kâğıt lekeleniyor! Kaldı ki günde bir kaç kere yıkanan eli<br />
temizdir dîye on altı saat zarfında rasgele, her yere<br />
sürtmek! Tarihî itiyatlarımız ve doktorun izahatı herkesi düşündürebilir<br />
mahiyettedir. Bir çok harekektlerimiz var ki onları<br />
sırf şuursuzlukla muhafaza ediyoruz. Gerçi her biri bir fikir<br />
•ve zan ihtiva ediyor: Yıkanan ellerin kir tutmıyacağı gibi!..<br />
Her yenilik gibi temizlik te ustadan öğrenilir. Binaenaleyh<br />
memlekete lüzumu kadar fennî temizliğe muktedir<br />
.ayileler hazırlamak temizlik medeniyetinin memlekette yerleşmesi<br />
için kâfidir. Buna ancak şu yoldan gidebiliriz: Bu<br />
tarz temizliği yaşiyarak ve yaşamakta olan temiz manasiyle<br />
medenî insanları bu terbiye muhitlerinin başına getirerek<br />
.. Saniyen mekteplerin, bilhassa leylî mekteplerin hayatını<br />
bilfiil değiştirerek. Türkiye garp medeniyetini temsil etmek<br />
istiyorsa mekteplerinin programlan kadar mekteplerinin<br />
aptesthaneleriyle, hamamiyle, yemekhane veyatakhanesiyle<br />
de meşgul olmalıdır.<br />
Ben on altı, on sekiz leylî talebesine kapaksisz dolap<br />
-veren ve verdiği dolapları da ayaksız bırakan, yahut ayak<br />
yerine gaz sandıklarının parçalarını çivileten bir mektebe<br />
mektep demem L Bu mana ve bu itibar iledir ki hükümetin<br />
.elinde bulunan leylî iptidaîler, darüleytamlar, liseler, ali<br />
mektepler medeniyet âleminde terakkimizin olmasa bile<br />
tedennimizin, hiç olmazsa tevekkufumuzun amilleri olacaklardır<br />
!. Bir maarif adamına " zalim, müstebit, veya ihtilâlci,<br />
anarşist „ diye hücum edilir ama, ona mektebin yataklarını<br />
niçin bu kadar temiz tuttun „ diye itiraz edilemez!.<br />
Halbuki itirazların bu nevini de idrak etmişizdir !. "Taasup w<br />
.sıkılgan bir kelimedir, yalnız dinin mürtecilerine takılmıştır<br />
!.. Halbuki temizliğin de mürtecileri vardır !.." Değilmi ki<br />
yine kirlenecek o hâlde temizlenmiye ne lüzum var !. „ di-
yenler çok olduğu gibi, fenne itibar etmeksizin temizlik:<br />
iddia edenler de vardır, Onlara inanmıyahm ve çocuklarımızı<br />
inandırtnıyalım .. Bir insanın asri seviyesini en iyi ölçen<br />
mikyaslardan biri de meselâ o adamın hürriyetperverliği,<br />
diğeri muktesitliği ise, üçüncüsü mutlaka temizliği, yani cismanî<br />
ahlâğı değil midir Fennî, temizlik fikrini sonuna<br />
kadar tafsil edebilirsiniz ve ondan bütün bir kayideler ve<br />
edepler mecmr.ası yapabilirsiniz. Fakat bütün mesele bizzat<br />
yeni nesilleri yetiştirecek olanları fennî temizlik mefhumuna<br />
göre, temiz bir muhitte ve temizlik kayidelerine tevfikan<br />
temiz olarak yetiştirebilmektedir. Bence medenî İslahatımızın<br />
büyük bir safhası budur .<br />
Cezası olmıyan cürümler!<br />
Geçende bir mektep müdürümüz bana bir mektup<br />
yazıyor. Bu mektubunda Akşam'da intişar eden " dayak „.<br />
serlevhah makalemden bahsediyor. Bu mektep müdürü:<br />
u<br />
her gün müteaddit mektuplar ve Akşam gazetesi parçalarım<br />
alıyorum, bu mektuplarda sizin makalede mevzuubahsolan<br />
hademesini doğen müdür ben olduğum iddia ediliyor,,<br />
ve kesik gazetelerle de aynı şey hatırlatmak isteniliyor „<br />
diyor ve makalede mevzuubahs olan mektebin kendi mektebi<br />
olmadığı hakkında benim tarafımdan izahat verilmesini<br />
de rica ediyor. Filhakika hademesini döğen mektep ile<br />
bu mektep arasında sadece bir semt münasibeti vardı-<br />
Kendisine mektup ve gazete parçaları gönderilen bu zat<br />
ne hademesini dövmüştü, ne de mektepte buna benzer bir<br />
vaka zuhur etmişti. Fazla olarak bu mektep İstanbul mekteplerinin<br />
en iyilerinden biridir. Bütün bunlara rağmen,<br />
mektebin etrafında derhal dedi kodu oluyor ve dedi kodunun<br />
olması için semt münasibeti kâfi geliyor. Bu mektup-
- 317 —<br />
lan yazanlar ve o makale parçalarını gönderenler acaba<br />
samimî ve hasbî kimseler midir .. Bunu zannetmiyorum.<br />
Çünkü çalışanlara karşı beslenilen muhabbet ve hürmet<br />
imzasız mektupla tahrikat yapmıya manidir. Bunlar şüphesiz<br />
husumetkâr ve insafsız kimselerdir, şu veya bu ferdî<br />
sebeple, ve her hangi menfaat endişesiyle evvelâ muğber<br />
olmuşlar, sonra cürüm atfederken imzalarını gizlemek zilletini<br />
irtikâp edebilmişlerdir...Samimiyet bu fiilin neresindedir!.<br />
Gerçi böyle adamlar her yerde, her memlekette ve<br />
her zümrede bulunabilir. Binaenaleyh bunların tahrikatından<br />
derhal müteessir olmanın manası nedir, diyebilirsiniz ...<br />
Fakat maatteessüf dedi kodu dediğimiz ve binnazariye kendisine<br />
hakikat ve kıymet atfetmedtiğimiz telkinatm ve neşriyatın<br />
içtimaî hayatımıza merhametsizce tesirleri oluyor. Memleketimizde<br />
her hangi neşriyatın ve her hangi propagandanın<br />
bir millet adamının, bir memurun, her hangi mektep<br />
müdür veya mualliminin mevkiini, şöhretini sarsacak, yıkacak<br />
derecede şiddetli bir tesir hasıl ettiği görülüyor. Dedi<br />
koduların, cinayetler, intiharlar gibi içtimaî hayatın elîm<br />
zaruretlerinden biri olduğuna gerçi kaniyim; fakat bunlar<br />
insanları hukukundan mahrum edecek, ferdin hürriyet ve<br />
saadetine engel olacak bir mahiyet aldığı zaman o<br />
cemiyetin hayatında bazı gayrı tabiîlikler mevcut olduğunu<br />
kabul etmelidir. Çünkü intihar ve cinayet gibi hâdiselerin<br />
cemiyet hayatında tabiî olan birer derecesi vardır. Bu dereceyi<br />
bir kere aştıktan sonra dedi kodu da marazî bir şekil<br />
almış demektir. Dedi kodu şahsî kıymetleri alçaltmak için<br />
yapılan bir teşebbüsdür. Ve bu teşebbüs müspet bir surette<br />
meşru usullerle değil, tekrar ve telkinle, hissiyata müracaat<br />
edilerek yapılır. Halbuki bir memlekette şahsî kıymetleri,<br />
insanlık şerefini ve haysiyetini müdafaa eden başlıca müeyyideler<br />
kanunlardır. Kanunlar ise esasen ahlâkın ifade ve<br />
istitalesi demek olduğundan bu şeref ve haysiyetin muhafız<br />
ve mürakibide efkârı umumiyedir. Şu takdirce her hangi
— 318 —<br />
sebeple bu iki müeyyide zayıflar veya lüzumu kadar kuvvet<br />
ve selâbet kazanamazsa ferdin kıymeti ve şeref ve haysiyeti<br />
de yalnız başına terkedilmiş olacağından her taraftan<br />
şeytanî ve gayrı ahlâkî kuvvetlerin hücumuma, taarruzuna<br />
oğrayabilir. Halbuki bu nevi gayrı ahlâkî faaliyetlere mani<br />
olacak yegâne kuvvet, efkârı umumiyedir. Çünkü kanunlar<br />
tuvalete, zevke müdahale edemediği gibi, ahlâksızlığın bu<br />
nevine de müdahale edemez, ve çünkü dedi kodu dediğimiz<br />
şey ele, avuca sığar veya tartılır cürümlerden değilir !.. O<br />
hâlde bu gibi cürümlerin yegâne müeyyideleri efkârı umumiye,<br />
ammenin, cumhurun vicdani olabilir. Bu vicdanın<br />
nur lan ması, bu vicdanın kuvvetlenmesi kanunun, cezanın<br />
yapacağı şeyi yapabilir. Bunun için ahlâkımız mahalle ahlâkından<br />
çıkıp millet ahlâkı şekline girmeli, içtimaî hayatımız<br />
gene mahalle hayatının icap ettirdiği infiratçılıktan kurtulup<br />
millet hayatının muhtaç olduğu tesanütçülüğe vasıl olmalıdır.<br />
Şimdiye kadar bir takım alimlerimiz sırf madde felsefesi<br />
yapmasalardı, bir takım feylesoflarınız da sevkitabiî ve menfaat<br />
felsefelerini mezhep edinmeselerdi, muhakkak ahlâkî<br />
felsefemiz gibi ahlâkî terbiyemiz de daha başka türlü olurdu ...<br />
Bilenle bilmiyen müsavi midir !. Elbette değildir. Akıl dayima<br />
bir dümendir, onun işi şüphesiz ahlâkî kıymetleri icat etmek<br />
değildir, fakat bir çok sevkitabiîlermizi, nefsanî temayüllerinizi<br />
ilmî, bediî ve iktisadî şekilde islâh etmek yani içtimaîleştirmek<br />
onun vazifesidir. Binaenaleyh meselâ lise tahsili<br />
görenle görmiyen ahlâkî telâkki itibariyle bir olamaz.<br />
Her vasıta ile eski mahalle ahlâkını, ve kast zihniyetini<br />
yıkalım, yerine millî va insanî bir ahlâk telâkkisi koyalım.<br />
Ben hayatımda bir vakaanın şahidi oldum ki bütün insanlar<br />
için şayanı ibrettir: Meşrutiyetin ilk seneleri idi; Darülmualliminde<br />
bulunuyoruz. O zaman mektebin heyeti idaresinden<br />
olan bir zât tabiiyat muallimlerinden birine hademesiyle<br />
bir pusula gönderiyor ve bu pusulada belki lüzumundan fazla<br />
amirane bir lisan kullanıyor, fazla olarak pusula adres-
— 319 -<br />
siz bırakılmıştır . Muallim de müracaatin bu şeklini haysiyetşiken<br />
bularak ağır bir mukabelede bulunuyor ve arada<br />
gayrıkabiliizale bir suyitefehhüm hasıl oluyor. Zannedilirdi<br />
ki bu iki zat artık biribirinin hasmıcam olmuştur . Fakat<br />
bir gün mevzuubahs idare adamiyie bir yerde bulunuyorduk,<br />
muallimin bahsi geçti. Kendisinden bu zatin ehliyeti<br />
ve iktidarı hakkında fikir soruldu. Bilâterddüt cevap verdi,<br />
dersinde çok muvaffak olduğunu, en vazifeşinas bir darülmualümin<br />
hocası olduğunu ve müessesenin kendisiyle iftihar<br />
edebileceğini söyledi... Bu samimî itiraf ve bu millî<br />
hassasiyet karşısında hürmet duymamak kabil değildi. Bir<br />
aralık kendisine şu suali sormaktan kendimi alamadım: "Hâlbuki<br />
o sizi bir muhavere meslesinden dolayı rencide etmişti*<br />
Şahsına karşı bir iğbirar duymuyor musunuz !. „ Şu cevabı<br />
vermişti: " Filhakika o vakaadan dolayı son derece<br />
muğberim, kendisi o işte haksızdı. Fakat bu iğbirar tamamiyle<br />
ferdî bir mahiyettedir. Aynı sebeple kendisinin hizmetine<br />
ve iktidarına da muğber olmak için ne sebep var !<br />
Tekrar ediyorum ki kendisi Darülmualliminin en iktidarh<br />
ve en vazifeşinas bir hocası idi „ . Bu vaka ferdî iğbirarla<br />
içtimaî kıymetlerin karşılaşmasına ve içtimaî mefkurenin hakimiyetine<br />
bir misaldir. Bütün millet işlerinde aynı zihniyetle<br />
hareket etmek ve aynı kafa ile hareket etmiye alıştırmak<br />
nefsimize ve nesillere karşı bir terbiye borcudur.<br />
Biz bu tesanütçulük mefkuresini şuurlu bir hâle getirirsek<br />
dedi koduya karşı en müthiş silâhı elde etmiş oluruz, çünkü<br />
dedi koduyu teşvik eden şey, dinliyen kulakların çokluğudur<br />
!.. Halbuki millet ahlâkını kazanmış olan seciyeli bir<br />
insanın kulağı bu gibi ihtirasların sesini katiyen işitemez.<br />
Efkârı umumiyenin bu sahedeki tecellisi dedi koduculari<br />
bellemek ve mütemadiyen hariminden kovarak onları içtimaî<br />
hayatın seyr ve tekâmülü üzerinde gayrı müessir bir hâle<br />
getirmektir . Cahil adam, kirli adam, tuvaletsiz adam her<br />
salona girmediği gibi, dedi koducu adam, gayrın kiymtele-
mı her vesiyle ile münaksaya koyan muhtekir dahi her salona<br />
giremez. Filânın hayatı, filânın şahsî ahlâkî hakkında<br />
söz söylemiye başhyan adamın medenî bir muhitte göreceği<br />
mukabele pek aşikârdır: " Bu bizi alâkadar etmez i „<br />
derler ve sustururlar. Şu hâlde dedi kodunun mahiyeti<br />
ve dedi koducularon ahlâkî seviyesi hakkında gayet<br />
vazıh bir fikir sahibi olmak onların faaliyetini ve cesaretini<br />
sıfıra yaklaştırmak için en kat'i çaredir. Kanunlarımızı millet<br />
kanunları hâline getirmekle beraber ahlâkî terbiyemizde<br />
ahlâkî tetrisatımızda muhabbet ve tesanüt umdelerine<br />
lüzumu kadar mevki verelim. Unutmuyalım ki muhabbet içtimaî<br />
hayatın kanunnudur . Tesanüt ise onun uzvî bir mukabilidir.<br />
Ne muhabbet ve ne de tesanüt olmıyan yerde hürriyet<br />
yoktur. Hürriyetsiz bir cemiyet bir kabiyle ve aşirettir,<br />
fakat bir millet değildir..<br />
Adabı maşeret<br />
Hangi hareketlermiz muaşerete muvafıktır ! O hareketler<br />
ki hayvanın diğer hayvanlarla münasibetinde ki hareketerden<br />
uzaktır!.. Çünkü adabı muaşeretin esası, insanlarlaolan<br />
münasibetlermizdeki temizlik, güzellik ve hakşinaslıktır.<br />
Hangi fiil ki insanlarla münasibetimize ayit olmakla beraber<br />
kirlidir, çirkindir ve hakksızday adabı muaşerete muvafık<br />
olamaz ... İşte ben bir lise talebesinin adabı muaşeret hakkındaki<br />
sualine böyle cevap vermiştim. Bu cevap belki<br />
tamamiyle doğru değildir; fakat adabı muaşereti en iyi temyiz<br />
eden bir mahiyeti haizdir. O da bu adabın hayvanî, uzvî<br />
menşeli olmadığı, tabiî temayüllerin, sevkitabiîlerin basit bir<br />
faaliyetinden husule gelmediğidir. Filhakika adabı muaşeret<br />
namına yapdiğımiz bütün hareketlerde ve gene o nama<br />
kaçındığımız bütün fiillerde sıhhî, ahlâkî, ve bediî bir endişe
— 321 —<br />
hâkimdir. Bir milletin kendi ahlâkî, bediî ve ilmî telâkkisine<br />
göre bir insanla diğer insanlarının münasibetini tanzim<br />
etmesi... Bence adabı muaşeret budur. Binaenaleyh adab^<br />
muaşeret insanla insan arasında mümkün ve muhtemel olan<br />
bin türlü çirkin, gayrı sıhhî, ve haksız temaslar ve münasibetler<br />
yerine bilâkis güzel, temiz ve dürüst münasibetler<br />
ikamesi demektir. Bu suretle adabı muaşeret insanla insanın<br />
münasibetinde ahlâkın, sanatin, ilmin ve fennin müdahalesi<br />
demek olur. Muaşeret adabının bu içtimaî mahiyeti bir kere<br />
iddia edildikten sonra bu adabın içtimaî vakıalara ayit bazı:<br />
hususiyetlerini işaret etmek icap eder: İçtimaî hâdiseleri<br />
diğer nevi tabiî hâdiselerden fark ve temyiz eden belli<br />
başlı vasıf, afakî bir mahiyeti hayız olmalarıdır. Yani din,,<br />
ahlâk ve sanat gibi adabı muaşeret kayidelerinin de haricî<br />
mevcudiyeti vardır. Onları tesis eden biz ve bizim ferdî<br />
idaremiz değildir; bunlar zamanla muayyen mekânlarda,<br />
tarihî zaruretlerle teessüs etmiş ve tekerrür edegeimiş olan<br />
içtimaî kiymetlerdir. Milletin lisanını, dinini değiştirmek<br />
insanın elinde olmadığı gibi, içtimaî muhitin muaşeret kayidelerini<br />
inkâr etmek te kimsenin elinde değildir. Bu kayidelerde<br />
yalnız afakîlik vasfı değil, umumîlik hâli dahi vardır.<br />
Muaşeret kayideleri aynı muhit ve bünyede olan bütün •<br />
insanlar için bilaistisna cari ve hâkimdir. Bu afakîlik<br />
ve bu umumîlik neticesi gayrikabilicerh ve mukavemetsuz<br />
olmalarıdır. Tabiî kuvvetleri temyiz eden sıfat haricî taarruzlar<br />
karşısındaki mukavemetleridir. Taşı, denizi zorlamak<br />
tecrübesi dayima bizim zararımızla, aksülamele duçar<br />
olmamızla neticelenir. Bunun gibi, muaşeret kayidelerinin<br />
ihlâli de muhitimiz tarafından şiddetli bir aksülâmelle neticelenecektir<br />
. Bu ihlâle cüret eden adam gerçi dinsiz, ahlâksız<br />
ve cahil sıfatlariyle tezyif edilmezse de her hâlde<br />
" kaba „ sıfatiyle tavsif edilir . Binaenaleyh ferd içtimaî<br />
muhitine intibak etmek zaruretiyle bu kaba sıfatından kaçınmak<br />
ve " nazik, terbiyeli „ sıfatlarını kazanmak mecbu-
•- 322 -<br />
•riyetindedir. Her cemiyetin adabı muaşereti kendine göre<br />
•olmak lâzımgelir. Çünkü adabı muaşeretin menşei her<br />
cemiyetin " kaba adam „ ve " nazik adam „ fikirlerine verdiği<br />
manaya göre değişir . Bu itibar ile kabiyle muaşereti,<br />
aşiret muaşereti, millet muaşereti .. diyebiliriz. Adabı muaşeret<br />
yalnız cemiyetten cemiyete değil, aynı cemiyetin<br />
muhtelif tekâmül devirlerine görede degişecektir.Meselâ cemiyette<br />
müspet ilimlerin, iktisadî müessisenin, lâik fikirlerin<br />
hâkim oluşuna göre, muaşeret tarzlarının da bir türlü<br />
olması iktiza eder . Bunun en açık misali bizim memleketimizdir<br />
. Memleketimiz müspet ilimler, büyük iktisat ve<br />
:lâiyık devlet medeniyeti olan avrupa medeniyetine giriyor.<br />
Adabı muaşeret telâkkilerimizinde değişmesi zarurîdir.<br />
Bu esnada mahalle hayatında olduğu gibi vüstayî ve<br />
zühtî bir takım kayideler yerine asrî ve dünyevî kayidelerin<br />
kabulündeki zarureti takdir etmeliyiz. Bu büyük iktisat devrinde<br />
vaktin nakit, temizliğin ancak fen, itikatların ise mutlaka<br />
serbes olduğunu bilmeliyiz. Artık gelişi güzel her<br />
kese misafir gitmek ve gittiği yerde saatlerce kalmak, istiskal<br />
edilince de darılmak ve istediğimiz gibi yemek yimek,<br />
ve rastgele her keşi din namına aforoz etmek elimizde değildir...<br />
Mevzuubahs olan ihtiyaç, Fransız ve İngiliz terbiyesini<br />
kabul veya retetmek değil; zarurî ve küllî bir medeniyetin<br />
zarurî ve küllî kayidelerini kabul etmek veya bu medeniyete<br />
girmekten vazgeçmektir. Yeni Türkiye garbin iktisadî<br />
ve ilmî aynı zamanda lâik ve müsavatçı medeniyetine<br />
girmek istedikçe muaşeretinde de şu medeniyetin adabım<br />
olduğu gibi kabul etmemek mecburiyetindedir:<br />
1 - Hiç kimseyi tasdi etmemek ve kimseye kendi vaktini<br />
israf ettirmemek. 2 - Bütün hayat ve muamelâtta ilmin<br />
tatbikatını bilâkaydüşart kabul etmek. 3 - Gayrın itikatlarına<br />
hürmet, ve kendi itikatları namına kimseyi taciz etmemek.<br />
4 - Heryerde kadın erkek, zengin fakir, bütün insnalari<br />
müsavi muameleye tabi tutmak. Maaşeretin bu esaslar 1
— 323 —<br />
beynelmileldir, insanidir. Bunlar üzerinde pazarhketmek yalnız<br />
Türklerin değil, asrî olan hiç bir milletin eline değildir!..<br />
Kast zihniyeti<br />
"Kast,, Hindistan'da mevcut bir nevi cemiyettir. Kastat<br />
mensup olan bir adam diğer kasttan kız alamaz. Hatta<br />
diğer kastın yemeğini yiyemez, ecnebilerle temas edemez.<br />
Her kast diğer kastlara karşı muhasim bir vaziyettedir.<br />
Hülâsa kast kapalı bir cemiyettir. Kastın benzemediği cemiyetler<br />
bugünkü Avrupanın açık ve mütesanit cemiyetleridir.<br />
Bu avrupa cemiyetlerinde gördüğümüz şeyler kastlarda<br />
gördüğümüz şeylerin temamiyle aksidir. Onun için bir avrupalı<br />
zihniyeti gibi bir de kast zihniyeti vardır. Nsfeıl ki<br />
bir aşiret ve millet zihniyeti de vardir. Kast zihniyetinin<br />
ifade ettiği şey, millî vahdete, millî tesanüde, içtimaî mefkûreciliğe<br />
ayit bir dar kafalılıktır. Bu dar kafalılığı, ve kast<br />
zihniyetini yalnız Hindistan'daki cemiyetlerin haleti ruhiyesini<br />
ifade etmek için değil, asrî cemiyetler içinde bile bazı<br />
insanların zihniyetini bildirmek için kullanıyoruz. Kasttan<br />
bahsederken Kast zihniyeti dediğimiz gibi, bu insanlardan<br />
bahsederken de " bu adamda kast zihniyeti var! „ diyoruz.<br />
Hulâsa "kast zihniyeti„ içtimaî hayatımızda bir nevi<br />
dar hassasiyetin ve bir nevi dar zekânın alemi olmuştur.<br />
Acaba bu zihniyetin amili nedir Ruhiyat ilmini içtimaiyat<br />
ilmine istinat ettiren alimlere göre her hangi şekilde olursa<br />
olsun zihniyet, bir haleti uzviyeden evel bir haleti çtimaiyenin<br />
ifadesidir. Dindarlığı, taassubu, milliyet ve insaniyet<br />
mefkuresini ve bunlara göre muayyen zihniyetleri vücude<br />
getiren, insanların yaradıhşmdaki hususiyetler değil, bw<br />
insanların muhtelif hilkat ve istidatta olmalarına rağmen<br />
muhitlerinin yani ayile, meslek ve cemiyetlerinin bir ve-
— 324 —<br />
tnütebeller olan hayatı, bu hayatın fertler üzerinde yaptığı<br />
muayyen tazyiklerdir. Nitekim kastların dar zihniyetinden<br />
mes'ul olan bu cemiyetlere mensup insanların kafa tasları<br />
değil, belki içtimaî hayatlarının tarzı, içtimaî teşrihleridir.<br />
İşte zekâ, namus, vicdan, irade gibi ali melekelerin zuhur<br />
ve teşekkülü ancak muhitle, muhitin içtimaî bünyesiyle kabiliizahtır.<br />
Tavus kuşunun ayakları kadar kastın da taassubu<br />
tabiidir! Fakat bu cemiyetlerin bünyesi bir kere değişmiye<br />
başlayınca kast zihniyetide tabiatiyle yumuşar,içtimaî<br />
manasiyle dar kafalık azalır.Asrî cemiyetler bu itibarla kastlara<br />
en zıt olan cemiyetlerdir. Çünkü bunlarda müsavatçılık<br />
hâkimdir, insanla insan arasında fark gözetmemek, bütün<br />
insanları aynı hakla mücehhez bilmek asrî cemiyetlerin<br />
şanıdır. Halbuki bu cemiyetlerde bile kibarla avam, şehirli ile<br />
köylü, memurla amele, elişçisi ile fikir işçisi, siyah ile beyaz<br />
farkı yaşamaktadır. Gerçi bunlar hukuata değil, fakat<br />
itiyatlarda yaşıyor. Bunun sebebi eski cemiyet kast zihniyetine<br />
mütehammil olmıyacak derece inhilâl etmekle beraber<br />
bu zihniyeti barındıracak bazı hususî muhitlerin henüz tamamiyle<br />
mahvoimamasıdır. Servet gibi, umumî ve millî<br />
bir tahilin noksanı gibi bazı sebeplerle kast hâli, vlev artık<br />
bir surette, yine yaşamaktadır ... Bu zihniyetle yapılacak<br />
mücadelenin mebdei bizzat cemiyeti harekete getirmektir*<br />
Elimizde iki mühim vasıta vardır: Biri ordu, diğeri mekteptir.<br />
Ordu ile mektep millî kaynaşmanın birinci vasıtasıdır.<br />
Fakat terbiyeci için her iki mefhumu bütün genişliğiyle<br />
ve içtimaî hayatın zevklerine, heyecanlarına ayit olan<br />
bütün müsaadeleriyle düşünmek icap ediyor.<br />
Türkiye'ye refah ve saadet verecek mekteplerden ne kast"<br />
tedildiğini henüz anlayamadım!.. Mektepten mektebe fark<br />
vardır! Evet mektep, fakat on yedinci asırda mektep ile<br />
yirminci asırda mektep bir şey midir! Daha ileriye gidebiliriz:<br />
Yirminci asırda her mektep mektep iştiyakımızı,<br />
mektep mefkuremizi ifade edebilir mi ! Bakınız ben alel-
îtlâk tt<br />
Türkiye yeni mekteplere muhtaçtır „ demiyorum;<br />
u<br />
Türkiye içtimaî hayat icabına göre tesis edilmiş Cumhuriyet<br />
mekteplerine ve bu mektepler içerisinde bir teşebbüs<br />
ahlâkına yani iş hayatına muhtaçtır.. „ diyorum. Bu muammanın<br />
halli için evvelâ bir mimar cumhuriyet mefkuresine<br />
bunu kazandıracak içtimaî bir mektep plânını çizmelidir .„<br />
Gösteriş<br />
Belçika, pedagoji noktayı nazarından görülmeğe değer<br />
bir memlekettir. Mekteplerinde, teceddütlere dayıma tesadüf<br />
etmek mümkündür. 325'ten sonra Bruxelles'de idim. Şehrin<br />
usulü tedris itibariyle meşhur olan bîr iptidaisini ziyaret<br />
etmiştim. Bu mektebin muallimlerinden biri, elişlerini<br />
tedrisata tatbik etmek, dersleri Amerikalıların tabiri<br />
veçhile "işleyerek öğrenmek„ usulünü kullanıyordu bu muallim,<br />
her veçhle şayanı dikkat bir zatti. Söz arasında<br />
BruXelles'de bir sene evvel açılmış olan sergiye dayir bir<br />
vakayı hikâye etti; dedi ki: "Geçen sene maarif müfettişlerinden<br />
biri mektebimi ziyarete gelmişti; benim elişi<br />
tedrisatına merak ettiğimi öğrenmiş. Talebe tarafından<br />
hazırlanmış bazı numuneleri istedi. Ve sergiye konulmak<br />
üzere bazı numuneler daha hazırlatmamı tavsiye etti,,..<br />
Ben de çocukları çalıştırarak arzu ettiği şeyleri hazırladım.<br />
Müfettiş Efendi tekrar gelip numuneleri gördüğü zaman<br />
hoşnutsuzluğunu gizlemedi; "ben sizden daha güzel şeyler<br />
bekliyordum, bunları sergiye nasıl koyalım ! „ dedi ...<br />
Ben de : "efendim siz benden çocuk işi istemiştiniz ! Bu<br />
yaştaki çocuklar bunu ve bu adarım yapabiliyorlar»<br />
Filhakika bunlar sergi için ilmî veya pedagojik mevzular<br />
olabilir. Fakat arzu ettiğiniz reklamların yerini tutamazlar,<br />
dedim. Ve numuneleri vermedim. Muallimin bu<br />
samimiyeti şayanı dikkat idi. Bu vakayı dinlerken bizim
— 326 —<br />
eski tevzii mükâfatlarda ve yeni müsamerelerde çocuklara<br />
zorla ezberletilen nutukları ve tiyatro piyeslerini hatırlıyordum<br />
!.. Bunlar ne garip, ne cebrî teşebbüslerdir İ<br />
Pariste " Butes Chaumont „ civarında bir iptidaî<br />
mektebi vardı; " mektepte sanat „ isminde bediî terbiye<br />
komitesinin himayesi altında bulunuyordu. Mektebin dıvarlan,<br />
bilhassa yemekhanesi yağlı boya çiçek tezyinatiyle<br />
örtülmüştür. Burası bir mektep avlusundan ziyade şık ve<br />
kibar bir tiyatro dekoruna benziyordu. Aynı şehrin diğer<br />
bir mahallesinde ziyaret ettiğim diğer bir mektepte, bediî<br />
terbiye namına ne yapıldığını sorduğum zaman : "Efendi<br />
mektebin badanası için kâfi tahsisat alalım da tezyinatım<br />
sonra düşünürüz! „ demişti.<br />
Bunun gibi bizim hayatımızda nice misaller vardır.<br />
Hemen bir bina cesametinde kıristal lâvhalar üzerine yazılmış<br />
yaldızlı iri yazılar, aynalarla süslenmiş lustura dükkânları,<br />
toz ve pislik içinde olmasına rağmen bu kabil tezyinatı<br />
bir türlü ihmal edemiyen lokantalar, gazinolar... Bunlar<br />
hep aynı gösteriş ve yaldızcılık kafasiyle yapılan şeylerdir.<br />
Şu hâlde hayatta ihtiyaç için yapılan ile gösteriş için yapıla»<br />
vardır. Samimî gibi cali de var, çok kerre bu cali, samimînin<br />
ve hakikînin yerini çalıyor!. Bu sırıtkan eşya,<br />
nezaketinin değil, arsızlığın eseridir. Bu, süslenmek ve<br />
güzelleşmek ihtiyacından ziyade lâubalileşmek ve zevkçe<br />
çıldırmak hâdisesine bağlanabilir.<br />
Eşyamızda, ticaretimizde, senayiimizde gördüğümüz<br />
bu riyayı, bu tereddi ve ölüm hassasını bizzat sanatimizin<br />
tarihinde bulmak mümkündür: Fatihin camiinden gelen,<br />
ikinci Beyazit Camisinin o ebedî eserinden geçen nihayet<br />
Yeni Camide "mertebeyi kusva» sini bulan türk mimarlığı,<br />
Üçüncü Ahmet devrinde çıldırmıştı. Babı Hümayun önündeki<br />
çeşmeve daha o devrin diğer çeşmeleri, bu sarhoşluğu»<br />
abideleridir!. Türk bu kadar sefih ve bu kadar hayasız,<br />
bir mimariyi bütün tarihinde görmemiştir.
Ondan sonra gelen bütün mimarlar sanki şeytanî bir<br />
muhayyilenin kulu idiler!.. Kemerde, kubbede, sütunda,<br />
saçakta, çirkinliğin, soysusluğûn, tezyinatta anarşinin bütün<br />
tecrübelerini yaptılar. Onlar da bugün türk mimarisi namına<br />
Lehistan sanayi sergisinde sivri kemerli bir kapı<br />
üzerine bir çiçek sovanı oturtan Leh kalfaları gibi, türk<br />
zevkine yabancı idiler !.. Hülâsa hem tarihte tereddi etmiş<br />
devirler, hem de hâli hazırda tereddi eden zevkler vardır.<br />
Bu, yalnız zevk için değil, ahlâk, ilim, yaşayış için<br />
de böyledir. Olduğundan fazla dindar görünmek, fiiliyatiyle<br />
kabul etmediği ahlâk umdelerini fikriyatla müdafaa etmek,<br />
ilim simsarlığı yapmak . . . Bunlar da bir nevi riyakârlık,<br />
bunlar da her riyakârlık gibi, samimî ve hakikî hayatın<br />
düşmanlarıdır. Bir sual: bu riya, bu sahte kerametfüruşluğun<br />
menşei acaba ferdî bir temayül, cümleyi asabiyenin<br />
bir icabı ve hususiyeti midir Bence her içtimaî hâdise de<br />
olduğu gibi bunda da ferdin hissesini ayırmalı; fakat hiç zanetmiyorum<br />
ve kabul edemiyorum ki, bir Üçüncü Ahmet devrinin<br />
sanatinde görülen çılgınlık bir mimarın, bir kalfanın<br />
•şahsî temayülü eseri olsun ... Bilâkis, riyacı eserleri izah eden<br />
riyacı devirler vardır. Riya da tassup veya mübalâtsizhk<br />
gibi içtimaî hâdiselerden biridir. Riya da, fevkalâde gösteriş<br />
merakı da içtimaî hayatın imkânları ve zaruretleriyle<br />
izah edilebilir. Durkheim " İntihar, " İçtimaî iş bölümü „<br />
ve " Dinî hayatın ilk suretleri „ hakkında içtimaî tetkikler<br />
yaptı. Bir içtimaiyatçı da bu görünmek merakının, bu sahte<br />
vakarların içtimaî tetkikini yapabilir. Fakat teşebbüs güç<br />
•ve yorucudur. Acaba tetkik, mukayese, ve istikra usulüne<br />
•müracaat etmeksizin riya psikolojisinin mantıkî şartlarını<br />
tahmin edemez miyiz . . Bence bu şartların başlicası hakikî<br />
«vasıflar, samimî küvetler hakkında cemiyetin henüz vazıh,<br />
snuayyen ve kafi fikirleri olmamasıdır. Yani cemiyet şarlatan<br />
ile ciddiyi, samimî ile riyakarı, alim ile cahili, asrî<br />
adamla müstehase adamı tefrik edemediği bir zamanda-<br />
21
- 328 -<br />
dır ki bu nevi " seciye yalanları „ zuhur ediyor ve muhite<br />
kendisini besletebilir! .. Filvaki milletler büyük devirler<br />
nihayetinde " adam „ mefhumlarını değiştirirler: Rönesansm<br />
adam mefkuresi ne eski hakim, ne de Kurunu Vüstanın<br />
dindarıdır. Bu, Parodi'nin dediği gibi "Honnete homme,,'dur.<br />
Aynı adam on sekizinci asırda " faziletkâr ve hassas „<br />
sifatleriyle tecelli ediyor. Asrî adam ise, büsbütün başka<br />
vasıfları hayizdir. Cemiyetler böyle adam mefkurelerini değiştirdikçe<br />
seciyelerin teşekkülünde bir çok zararlı tecrübeler<br />
oluyor. Hakikî seciyeler yerine yalancıları teşekkül<br />
ediyor. Bu suretle gösteriş, iş ve kıymet yerine geçiyor!<br />
Bu sahte hayattan kurtulmak için yegâne çare " eski ve<br />
müstehase adam „ fikriyle mücadele, " yeni ve asrî adam „<br />
fi rine mümkün olduğu kadar vuzuh vermek, bu fikrin<br />
hürriyetini, tamamiyetini, dersle, edebiyatla, felsefe ile,<br />
tenkitle, hülâsa bütün vasıtalarla temin etmektir, " Ticaret<br />
âleminde olduğu gibi, ruh âleminde de sahte mataları teşhir,<br />
hakikî mataları temyiz „ , içtimaî hayatı, ihtikârdan kurtarmanın<br />
başka vasıtası yoktur !..<br />
Gayzm mantıki<br />
Muhatabınız diyor ki : " ahlâk sukut etti, her yerde<br />
işüişret, sokaklarda kadınlara tecavüz, babasını, hemşiresini,<br />
karısını öldürenler ! .. „ . Siz düşünüyorsunuz,<br />
evvelâ muhatabınızın dediği vukuat oluyor mu . . Evet<br />
oluyor, fakat bütün bu vukuat ahlâkın sukut ettiğine ilme n<br />
delâlet eder mi etmez mi . Hayır, ilmin, içtimaiyatın size<br />
temin edebildiği bir selâhiyetle ve meseleyi afakî bir tarzda<br />
mütalâa ederek diyorsunuz ki: " kerçi cemiyette büyük bir<br />
buhran var, cinayetler, intiharlar çoğalıyor ve muhtelif şekillerde<br />
oluyor, fakat bir kerre maziye bakalım, mazide ferdin
— 329 —<br />
tabi olduğu gayrı insanî kayıtların derecesine, mazide çocukların,<br />
gençlerin her yerde maruz kaldığı tecavüzlerin şekline<br />
bakalım. Mazide fert bir derece hür ve muhterem idi, bu<br />
günkü hürriyetin ve bu günkü kudsiyetinin derecesi nedir ..<br />
Hep bunları tetkik ve mukayese ettikten sonra hükhmedebiliriz<br />
ki memlekette ahlâk sukut etmiş veya etmemiştir. Sonra<br />
yine ilâve ediyorsunuz ki: ahlâktan kastınız nedir Yemek,<br />
içmek, gezmek, baloya gitmek veya gitmemek, şu şekil<br />
veya kıyafette sokağa çıkmak... Bunlar da hep ahlâk mevzular<br />
imidir ! ,, • Fakat beyhude zahmet! Çünkü muhatabınız<br />
İsrar ediyor, siz ne söylerseniz o yine aynı şeyi tekrar ediyor<br />
: " hayır, hayır, sukutu ahlâk müthiştir! Ben de bu<br />
memleketin öz evladı, bir vatanperveri değil miyim ! Size<br />
o selâhiyet ve bu hisle tekrar ediyorum ki: heyeti içtimaiyemizin<br />
vaziyeti vahimdir!.. Memleket müthiş bir uçuruma<br />
sürükleniyor !.. „ Nihayet kâinatı hep kanlı gören bu<br />
bedbinle münakaşadan vaz geçiyor, ve susuyorsunuz...<br />
Bir diğeriyle medeniyet mübahasesine girişiyorsunuz, " Avrupalılaşmak<br />
lâzım mı, değil mi „ Muhatabınız Aavrupahlaşmak<br />
aleyhindedir. Siz bu lüzumu ispata çalışlyorsunnz.<br />
Bunsuz, bu medeniyetsiz yaşanmıyacağını ispat ediyorsunuz.<br />
Nafile! Muhatabınız hep sözlerinizi cerhe çalışıyor. Siz<br />
kendi kendinize yegane tedbir olarak " Avrupalılık nedir <br />
Avrupalılaşmak nedir Biz ne için Avrupahlaşmallyız Biz<br />
nasıl Avrupahlaşırız ,, Bütün bu suallerin cevaplarını afakî<br />
bir surette veriyorsunuz ve münakaşanıza mevcut ve muayyen<br />
sedalarla devam etmek istiyorsunuz; fakat muhatabınız<br />
aynı noktaya geliyor ve diyor ki: " Avrupa medeniyeti<br />
sahtedir ! Şarkın kendine mahsus bir medeniyeti vardır,,<br />
. Nihayet meyus görünüyorsunuz .. Diğer bir muhatabınız<br />
Avrupalılaşmak taraftarıdır, fakat bazı şartlarla: " Avrupa<br />
medeniyetinin eyi taraflarını almak, fena taraflarını<br />
bırakmak ! „ . Siz diyorsunuz ki: " aman ne güzel<br />
şey, fakat şunun bir de tatbikatını gösterseniz ! „ .
Muhatabınız tatbikatını gösteriyor : Avrupa medeniyeitni<br />
alacaksınız fakat israfları, sefahetleri, taşkınlıkları,<br />
coşkunlukları girmiyecek, bunun için zabita kuvvetine selâhiyet<br />
verilecek, herkesin kıyafetine, harekâtına, seyrüseferine,<br />
muaşeretine karışılacak !.. Diyorsunuz ki: " bu nasıl<br />
şey ! Medeniyeti bir hürriyettir diye alırken bir okadar da<br />
istipdat mı getirelim !„. Beyhude zahmet! Çünkü bütün<br />
münakaşaların umumî neticesi ya medeniyeti istipdatla birlikte<br />
kabul etmek ve yahut hiç bir şey kabul etmemek!..<br />
Nihayet Türklerin mukaddes ve ebedî davasını açıyorsunuz:<br />
Bu dava istiklâl, hürriyet, asrî irfan, iktisadî teşkilât<br />
davasıdır. Muhatabınız size ta bidayetten, Harbi Umuminin<br />
ilânından başlıyor : " hata ! „ diyor. Nihayet Arabistan ve<br />
Kafkasya seferlerini sayıp döküyor, bermütad EnVer<br />
ve Cemal Paşalar birer klişe gibi geçip gidiyorlar. En<br />
nihayet mütareke ve işgal hâdiseleri . . . Harekâtı MiUiyenin<br />
tarihi, Millet Meclisinin teessüsü, saltanatın ilgası Cumhuriyetin<br />
ilânı muhatabınız her birinin etrafında dudak büküyor,<br />
dolaşıyor. Bazan yüksek perdeden takdir de ederken<br />
bazan da alelade tezyif ediyor. Eğer mutaassıp bir dindar<br />
ise: "jyokdan hiç bir şey var olmaz ki devlet halkedilsin !..„<br />
diyor. Eğer aynı zat kıskanç bîr komiteci ise „ bu neticeler<br />
zaten bizim eserimizdir ! „ diyor. Muhatabınız eski hükümet<br />
nazırı ise " ben bunları filân tarihte tatbika başlamıştım<br />
! „ diyor. Muhatap mütekait bir sefir ise " ben bu istikbali<br />
İspanya'da iken sezmiştim ! „ diyor. Hülâsa bir diğeri<br />
tenzilât yapa yapa Türk halaskarını da alelade bir mümessil,<br />
kuru bir hayal hâline getiriyor, o derecede ki sanki<br />
olmasa da olurdu !. Nihayet siz şaşırıyorsunuz ve münakaşadan<br />
vaz geçip soruyorsunuz.<br />
Şimdi bütün bu muhakemeve münakaşaları idare eden<br />
kuvvet nedir Akıl ve ilim melekesi ve hakikat hissi<br />
midir .. Hayır, bütün bu muhakeme ve münakaşaları idare<br />
eden yegane kuvvet, his ve ihtirastır.
— 331 _<br />
Muhatabınızın aradığı şey, yeni bir hakikatin keşfi,<br />
tezahürü ve ispâh değildir, sadece bir hissin telkini, bir<br />
ihtirasın teşriidir. Bütün o muhakemeler, mugalâtalar o<br />
hissin teşhiri, teyidi ve müdafaası içindir. Muhatabınızın<br />
gayesi zekâsının sıhhat ve katiyetle istimali değil, fakat<br />
bu hissesinin, bu ihtirasının sadece masuniyetidir. Onun için<br />
muhatabınızın kullandığı mantık, bir akıl mantığı değil,<br />
bir his mantığıdır. Muhatabınız " acaba hakikat nedir „<br />
diye etrafını araştırmıyor, " benim olan bu heyecanı, bü<br />
ihtirası nasıl teyit edeyim „ diye çalışıyor !.. Filhakika hissin<br />
mantığını aklın mantığından ayıran asıl fark, akıl mantıkında<br />
hükümlerin muhakemelerden sonra verilmesi, hissin mantığında<br />
hükmün evvelden verilmiş olmasıdır. O hâlde münakaşa<br />
mevkiinde olan bütün idare, siyaset, terbiye ve mektep<br />
adamları için varit olan şu sualin cevabı verilmesi lâzım<br />
geliyor: a<br />
muhatabım bir akü mantığı mı yapıyor, bir his<br />
mantığı mı Ve muhatabım benimle beraber hakikat aramıya<br />
mı çıkıyor, yoksa kendi hakikâtini zorla bana kabul mü<br />
ettirmek istiyor „. Ancak bu sualin cevabını verdikten<br />
sonradır ki işe başlıyabilirsiniz. O ahlâkın sukutundan,<br />
medeniyetin fenalıklarından Türk halaskarlarının menfi<br />
rolünden bahseden adam hakikati hâlde hakikat aşikı bir<br />
mütefekkir değil, ihtirasın zebunu bir bedbahttır! Bu adamın<br />
yapmak istediğine ilme, ne de hakikate hizmettir,<br />
sadece tenzilâttır! Hürriyyetten, medeniyyetten, inkılâptan,<br />
tenzilât!.. Hakikati hâlde bu adamların yalnız bir gayzı vardır.<br />
Ve bu gayz inkılâba müteveccihtir. Bu gayz istediği<br />
kadar makul, mutedil ve vatanperverane renklerle boyansın;<br />
değilml ki neticesi inkılâptan tenzilâtdir, aynı şeydir,<br />
gayzın kendisidir. Çünkü ahlâk medeniyet, asrîlik, dediğimiz<br />
şeyler İttihatçılar, îttilâfçilar, dinîler veya gayrı dinîler<br />
tarafından ihtira edilmiş klişeler değil, tarihî hakikatler,<br />
ezelî tekevvünün merhaleleridir. Güneş gibi, sema<br />
gib, dünyanın yuvarlak olması gibi ispat ve kabul edile-
- 332 -<br />
bilir, ret ve inkârda edilebilir. Fakat inkâr için batıl bir<br />
itikat gibi tefekküre müdahale eden hissî bir amil mevcut<br />
olmalıdır. Binaenaleyh iki fikir adamı arasında bu hakikatlerin<br />
münakaşası bu mahiyette olamaz, münakaşa olsa<br />
olsa akim tenvir edemediği karanlık noktalar üzerinde yapılabilir.<br />
Fakat bütün bu münakaşaların hayat için amelî<br />
fayidesi nedir .. Bence hiç, sıfırdır !. Çünkü bu gibi hisler,,<br />
ihtiraslar bir fikir ve muhakeme ile tadil ve tağyir edilebilecek<br />
kadar sathî mevcutlar değildirler. Bunlar kökleri<br />
itiyatlarda, ruhun gayrı meşur nahiyetlerinde olan haletlerdir<br />
ve çok kere marazı şekilde tecelli ederler 2. Binaenaleyh<br />
akıl ve muhakeme tarikiyle İslahlarına imkân yoktur.<br />
Diğer cihetten bir inkılâp kuru ve mücerret bir mantığın<br />
neticesi değildir. İnkılâbı doğuran içtimaî iradedir. İçtimaî<br />
iradenin mantığı da içtimaî bir mantıktır. İçtimaî iradenin<br />
mantığı selâmet ve seadetini mücerredata terki nefs etmek<br />
değil, fakat bu neticeyi bizzat kendi yaratıcı faaliyetyile istihsal<br />
etmektir. Binaenaley inkilâbı tehdit eden herşey, inkilâptan<br />
tenzilât yapan herşey inkılâbın bizzat düşmanı sayılmalıdır.<br />
Bir inkılâp kendini münakaşa ede ede tessüs edemez.<br />
Münakaşaya dahil olan bir inkılâp intihara mecburdur.<br />
Bir inkılâp kendini yiyen ve yutmak istiyen bütün<br />
şeytanî kuvvetleri mahvederek inkişaf edebilir. Bu da iki<br />
suretle: bir kere " istiklâl, hürriyet, cumhuriyet, asrî ve<br />
dünyevî bir irfan umdelerinin hürriyet ve tamamiyetlerini<br />
bütün müessiselerde temin etmektir. Bunun için, mani<br />
olan bütün madî veya manevî neviden engelleri kaldırmak<br />
lâzımdır, ikincisi zekâsı hürriyet, istiklâl, cumhuriyet ve<br />
asrîlik mantıkiyle meşbu yeni nesli doğrudan doğruya vücude<br />
getirmektir. İşte her devirde inkılâpçıların istinatgahı yalnız<br />
bu iki şeydir. Biri inkılâba hadim içtimaî teşkilât, diğeri<br />
inkılâba göre bir terbiye ve tedrisdir. Bunlar haicinde istinatgah<br />
ve kuvvet aramak dalâlettir. İlim, hak, hakikat, itidal<br />
kisvesi içinde ki inkılâp gayzını katiyetle teşhis edelim.
Tezyif âcizlerin içkisidir<br />
Arkadaşlarımdan biri bir gün " döşeme mevzuubahs<br />
olunca medeniyet parkedir „ demişti. Bu söz benim zihnimde<br />
yer etmiştir. Yine zihnimde yer eden vakalardan<br />
biri de bir Alman kadınının İstanbul'da bir evde tahta kurularına<br />
karşı açtığı mücadeledir. Bu kadın vatanında ve<br />
şehirinde mevcut ve malûm olmıyan bu fena kokolu haşaratın<br />
döşeme altından ve tavan üzerinden döküldüğünü<br />
görünce dayanamamış, kollarını sıvamış, başına bez sarmış,<br />
sabaha kadar deliği deşiği gazlamıştı. Bir Avrupalının tahta<br />
kurularına karşı açtığı bu on iki saatlik kanlı mücadelenin<br />
hatırası bende çok kuvetlidir . . . Ben şerefli adam hatırasında<br />
temiz derili bir insan bulurum. Bendeki duygulu<br />
adam hayalinde şık bir insan gizlidir. Ne temizliği, ne<br />
şıklığı, ne de parkeyi medeniyetten, hür ve temiz yaşamak<br />
iradesinden ayıramam. Fakat bir gün Zeynep Hanım konağının<br />
bahçesindeki ballı babalarla aylandoz ağaçlarım yoldurduğum<br />
zaman " zalim, meyva ağaçlarını kestirdi! „ dediler.<br />
Yine bir gün Yıldız, Sarayın'da, çürümüye mahkûm elli bin<br />
cilt kitabı taş bir binaya yerleşdirttiğim zaman " kütüphane<br />
değil, anbar yaptı! „ dediler. Yine bir gün altı mermer, üstü<br />
çini, dıvarları kârgir her tarafı aydınlık ve temiz bir eczacı<br />
ve dişçi mektebi hazırlattığım zaman "mektebi ahıra<br />
soktu! „ dediler. Yine bir gün kolundan kurşunla vurulmuş<br />
Darülfünun gencinin " bu, haksızlığı tecviz edermisiniz „<br />
sualine karşı hayır oğlum ben haksızlığı tecviz etmem didiğim<br />
zaman, bak Darülfünun Eemini talebeyi ihtilâle teşvik<br />
ediyor ! dediler. Yine bir gün zevki bediî sahibi bir arkaaşm<br />
hediye ettiği al renkli bir ipek mendili ceketimin<br />
yan cebine koyduğum zaman " bu nedir, neye delâlet<br />
eder ! „ dedüer...<br />
Şimdi bütün bu memnuniyetsizliklerin ve bütün bu hü-
— 334 —<br />
cumların sebebini soran genç muharrir ! Türk milletinin<br />
İstiklâl ve hüriyetini iade edenler de dahi dahil olduğu hâlde<br />
tarihte tek bir adam göster ki bütün ammenin muhabbetine<br />
mazhar olmuş olsun! Yine bana tek bir müessise göster ki<br />
eyilik ve güzellik numunesi olarak hatırası müebbet kalsın..<br />
Tezyif âcizlerin içkisidir. Bir müddet için başı döndürür.<br />
İşte yavrum ben hasta değilim, onlar sarhoşturlar. .<br />
İçtimaî mesleklerin adisi olur mu<br />
Bundan on iki esne evvl hususî bir mektebin salununda<br />
sanayi mektepleri ve sanayi tedrisatı hakkmta umumî<br />
bir konferans veriyordum. Bu konferansta işçinin içtimaî<br />
mevkiinden, işin şeref ve haysiyetinden bir hayli bahsettim.<br />
Konferans bitince Mektebi Sanayi elbisesini taşıyan iki,<br />
üç genç yanıma yaklaştı ; " size bazı şeyler söylemek istiyoruz<br />
„ dediler. Bu gençlerle bir müddet konuştuk. İtiraf<br />
ettiler ki o güne kadar sanayiin manevî hayatla, bir cemiyetin<br />
şeref ve istiklâliyle münasibetine, işçinin içtimaî mevkiine,<br />
işin millî hayattaki yaratıcı kudretine dayir tek süz işitmemiştiierdir...<br />
Yine bu gençler dediler ki " biz son sınıf talebesiyiz, yesîmizden<br />
hemen hemen mektebimizi terketmek üzereydik.Çünkü<br />
cemiyet içinde kendimize bir mevki bulamıyorduk. Fakat<br />
sizin sözleriniz bizi çok sarstı, gözlerimin önünde mesleğimiz<br />
için yeni bir ufuk açıldı. Şimdi biz ne yapmalıyız <br />
Özlediğimiz gayelere nasıl irişmeliyiz ...„. Bu gençlere<br />
ilk tavsiyem, ne olursa olsun mekteplerini terketmemeleri<br />
oldu. Filvaki şahadetnamelerini aldıktan sonra her biri<br />
bir suretle, tahsillerinde devam ettiler. Bunlardan biri İsviçre'de<br />
elektrik mühendisliği tahsilinin bütün derecelerini ve<br />
sitajlarım gördükten sonra memlekete avdet etti.
Eİyem Vekâletlerden birinin heyeti f emayesinde azadır.<br />
Zannederim ki bu, Türkiye'de çalışan genç mühendislerin<br />
en kuvetlilerinden biridir. Şu gençlerin ruhuna bedbinliği<br />
yerleştiren mekteptir denilemez. Bir mektep kendi gayeleri<br />
aleyhine nasıl çevrilebilir ! Gerçi sanayi mekteplerinin<br />
bu itibar ile lüzumu kadar mefkureci olduğunu da kabul<br />
•edemiyorum. Türkiye'de mevcut sanayi mekteplerinin bir<br />
kısmını reyelayn gördüm ve etraflıca tetkik ettim. Bu eylerde<br />
genç işçilerin içtimaî duygularım, meslekî aşkını besliyecek<br />
ne ahlâkî bir tesanüt teşkilâtına ne de bediî bir ayine,<br />
hatta ne de mesleğin kudsî duygularını temsil edecek bir<br />
armaya, bir remze tesadüf edemedim!.. istanbul Mektebi<br />
Sanayiini bundan on sene evvel mükerreren ziyaret ettiğimiz<br />
zaman bu cinsten olarak bütün gördüğüm varlık - hatırımda<br />
kalan doğru ise - demirhanenin kapısı üzerine asılmış<br />
olan bir sanayi armasından ibaretti. Bu arma da merhum<br />
Ebüzziya Tevfi'ğin müdürlük zamanına ayit bulunuyordu.<br />
Remizler, armalar, bayraklar, ayinler, zümrevî duyguların<br />
madî tecellileridir. Bunlar bir müssisenin hayatında zuhur<br />
etmemiş ise bizzat duygularının henüz canlanmamış, küvetle<br />
memiş olduğunu kabul etmemek lâzım gelir. Acaba bizde<br />
sanayi mektepleri Türk sanayiinin asrîleşmesi ihtiyaçlariyle<br />
tesis edilmiş hakikî tekâmül müessiseleri midr ..<br />
Bu sualin cevabını ancak ilk müssiselerinin iradesinde<br />
bulmak mümküdür .... Bizde sanayi mektepleri her hangi<br />
bir gaye ile tesis edilmiş olurlarsa olsunlar, bir kerre<br />
tessüs ettikten sonra acaba asrî ihtiyaçlara tekabül<br />
etmişler midir Bunun cevabını da ancak mezunlarının<br />
cemiyet içindeki muvaffakiyetleri tayin edebilir. Her<br />
hâlde benim bildiğim mühim bir hakikat varsa o da<br />
şudur: Bütün inkılâplara rağmen, halkın dememeli, bir<br />
nevi güzidelerin demeli - tahteşşuurunda yaşıyan sanayi<br />
düşmanı bir takım yanlış itikatlar, hurafeler vardır. Demircilik,<br />
marangozluk, taşçılık... bütün bunlr o itikatlar
— 336 —<br />
nazarında adi, sefil ve hasis işler gibi görülmektedir.<br />
Muhitin bir kısmı bu menfi ve düşman hükümlerle,<br />
meşbu bir hâldedir. Fransa'da Jules Ferry umumî, meccani<br />
ve lâyık bir devlet maarifinin temellerini kurarken mekteplere<br />
tarih, coğrafya dersleriyle birlikte marangozluk, demircilik,<br />
çamur.. dsrslerinin de girmesini istiyordu. " Ancak<br />
o zaman Fransız mekteplerine millet mektebi diyebilirim „<br />
diyordu... Hayatımızın haricî düşmanlarını hep attık. Fakat<br />
hayatımızın dahilî düşmanlariyle mücadeleden vazgeçmemeliyiz,<br />
işçiyi, işi, iş mektebini, iş mefkuresini tenzil eden,<br />
tezlil eden her şey kendine mahsus silâhlarla iş cemiyeti<br />
tarafından mahvedilmelidir.<br />
Zaten demokrat olad Türk halkının iktisadî müessiselerine<br />
karşı çevrilen hakaret ve istihfaf nazarları körletilmelidir.<br />
Bunun için takip edeceğimiz terbiye siyaseti gayet<br />
basittir : Her şeyden evvel iş ruhunu ve iş dehasını besliyen<br />
mektepleri maddî ve amelî oldukları kadar, hatta olduklarından<br />
daha ziyade menevî ve harsî müessiseler hâline<br />
getirmek, sanatkâra yalnız meslekî tekniklere değil, manevî<br />
kıymetleriyle de aşılmak.. Bazı dersler, konferanslar,<br />
ilmî, ahlâkî, millî vesilelerle yapılan dahilî içtimalar, bediî<br />
ayinler, bütün bunlar vasıtasiyle genç Türk işçisinin ruhunda<br />
aynı zamanda millî, meslekî ve insanî mefkureyi tesis etmek,<br />
sonra Türk işçisini hiç bir sınlf farkı düşünmeksizin<br />
vatandaş mevkiine, zeki, vakur, temiz, hatta şık bir vatandaş<br />
hâline getirmek. Cuma günü şehirde gezerken diğerlerinden<br />
medeniyet, zekâ ve şeref itibariyle hiç bir suretle<br />
ayırt edilemiyen bir vatandaş yetiştirmek.<br />
Sanayi mekteplerini misal verdim. Çünkü bunlar en<br />
ey i tanınmış olan meslek müessiseler dir. Bugün bu mülâhazaları<br />
dıvarcılara, nakkaşlara, garsonlara, şoförlere, dülgerlere<br />
tatbik etmek neden cayiz ve mümkün olmasın .<br />
Bunlardan hiç biri avukatlıktan, şairlikten, diplomatlıktan<br />
daha aşağı, daha kıymetsiz faaliyetler değildir. Hepsi ma-
demki içtimaî mesleklerdir, içtima! mesleklerin adisi, bayağısı<br />
yoktur. İnsanları eli çekiç ve orak tuttuğu için içtimaî<br />
haklarından mahrum eden, örs ve önlüğü tahkir eden devir<br />
mazide gömülüdür. İçtimaî bîr mesleğin kötüsü olmaz. Meslekdaşlar<br />
arasında fenaları bulunabilir. Fakat bu kabahat<br />
ferdindir. Türk inkilâbinm müsavat ve adalet temelleri<br />
üzerinde yeni işçinin terbiye binasını kurmak için dikkat<br />
edilecek mühim nokta bu binanın yalnız ilim ve teknik harciyle<br />
yapılması değil, mefkure ve heycanla da işlenmesidir...<br />
îstirap çekenler için<br />
Bundan üç sene evvel Tıp Fakültesinin teşrihhanesini<br />
ziyaret ediyordum. Şimdi Darülfünun Emini elan Nurettin<br />
B. beni teşrihhanenin içinden, içinden kol ve bacak fırlayan ölü<br />
havuzlan arasından geçirerek üzerinde yine kol ve bacak<br />
parçaları dolu bir masanın başında çalışmakta olan sarıca<br />
benizli bir zatin yanına götürdü:<br />
— Teşrih muallimi İsmail Hakkı B. ... dedi. Ben İsmail<br />
Hakkı Beyi ilk defa orada, teşrihhanede tanıdım. O tarihten<br />
sonra İsmail Hakkı Beyin en samimî bir dostu olmuştum.<br />
İsmail Hakkı Beyi burada tavsif edecek değilim. Yalnız<br />
pek şayanı dikkat bir iki vasfını söylemek istiyorum. Bu<br />
adamda büyük bir sükûnet ve tevazu içine gömülmüş büyük<br />
bir nefsine itimat hassası vardı. Bu hassa onu zannederim<br />
ki teşrihi malûmatı en büyük dikkat ve kat'iyetle<br />
zabt ve tasarruf edebilen bir insan kudretine mazhar etmişti.<br />
İsmail Hakkı B. aynı zamanda itimat ettiği bu nefsinden<br />
büsbütün feragat etmek hassasını da taşıyordu. Bu hassa<br />
da onu bir teşrih muallimi vaziyetinden çıkarıp büyük bir<br />
vatanperverin marazı derecede şidetli hasasiyetiyle yaşatıyordu.<br />
İşte böyle tanıdığım teşrih muallim ile son defa An-
— 338 —<br />
kara'ya giderken Çamhca'da büyük fıstık ağacının altında<br />
diğer Darülfünun arkadaşlariyle birlikte görüşmüştük. On<br />
beş gün sonra istanbul'a avdet edip te memnun olacağı bir<br />
haberi kendisine vermek istediğimiz zaman öldüğünü haber<br />
aldık... Garessiz ve hesapsızca sevilen .bir adamın ölümü<br />
ne olduğunu ancak bu acı tecrübeyi yapanlar bilir ... Fakat<br />
daha acıklı bir şey: bu hep kendisine itimat eden fakat<br />
hep kendisinden başkaları için çalışan adamın haksız ölümüyle<br />
beraber yetim kalan çocukları idi. Bu çocuklar için<br />
Darülfünun hasasiyetîni gösterdi. Yetimlerin himayesini<br />
Maarif Vekilinden ehmiyetle rica etti. Türkiye'de kim bilir<br />
kaç mektep hocası için aynı akıbet mukadderdir. Kadavra,<br />
mikrop, kesik kol, bacak arasında geçen iztiraph bir hayat<br />
günün birinde de apansız ve saygısız bir ölüm, arkasından<br />
yıkılan bir ayile, ve bu ayilenin mükâfat namına iztiraba<br />
kavuşan fertleri.. Bu meşum akıbetten mesul olan kim dir<br />
Ölen mi ! O teşrih öğretmiş, teşrih öğretmiş, " git dinlen,<br />
öleceksin!..,, dedikleri zamanda "bırakınız teşrihhanemde<br />
öleyim !„ demiş ve ölmüş.. Kabahat, para biriktirmemesi mi<br />
Para sahibi olmaması bir kabahat im .. Kabahat ölümde<br />
mi Fakat o ezelî bir şeamet yahut bir seadettir.<br />
Onun hesabı, mantığı, hele hiç bir adaleti yoktur ki...<br />
Yine kabahat kimde, çocuklarında mı .. Belki onlarda<br />
olacaktı... Eğer tahsillerini bitirmiş, tekmil etmiş olsalardı.<br />
Fakat hayır, bunlarda henüz çocuk ... O hâlde kabahat<br />
hükümette mi ! Fakat bu uzvun da muayyen faaliyetleri<br />
vardır, hükümet bütün felâketleri tamir eden mutlak<br />
bir adalet müessisesi midir .. Şu veya bu yetimi<br />
himaye etsin, bütün Türk yetimlerini nasıl kurtaracak<br />
.. Bu zümrede nihayet bütçesiyle mukayyettir.<br />
Görüyorsunuz ki bileğinin kuvveti ve gözünün nuru<br />
ile yaşıyan ve ayile denilen müessisenin kuvvetine inanmak<br />
cayiz değil. Bir ana ölümü her saadeti bozuyor, bir baba<br />
ölümü her istikbale nihayet veriyor... Namusluca yaşman
— 339 —<br />
ferdî bir hayat adama dayima servet temin etmiyor. O zaman<br />
tek müessise, tek istinatgah kalıyor. Biz öldükten sonra<br />
çocuklarımızı teslim edebileceğimiz tek zümre... Bu şüphesiz<br />
meslektir. Bu meslek ki biz onun haysiyetinin, şerefinin<br />
bir parçası, .varlığının bir zerresiyiz. O, yıkılan ve bu dünyadan<br />
giden meslekdaşlann çocuklarını maddî, manevî himaye<br />
etmekle mükelleftir. Yazık hocalık gibi meslekî tesanüdün<br />
icaplarını sonuna kadar götüremiyen, babalarını daha<br />
diri iken ölülerin yanma sokan, öldükten sonra da çocuklarını<br />
parasız pulsuz bırakan, yetimlere kucağını açamıyan<br />
mesleklere... Bu meslekler bizi niçin bu tehlikiye atıyorlar!-<br />
Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti<br />
Geçenlerde Galatasaray Lisesinde yapılan tasarzuf sandığı<br />
teşkilâtı mühim bir vaka olarak gazetelere aksetti.<br />
Bu telâkki çok tabiîdir. Ancak bu mektep tarafından gösterilen<br />
örneğin diğerleri tarafından ne suretle kabul edildiğini<br />
bilmiyoruz. Böyle bir teşkilât sade fikirle ve sözle<br />
takdir edilecek her hangi eyi bir şey midir, yoksa ehemiyeti<br />
büyük olan bir teşebbüs müdür..Bu bapta herkesin ne düşündüğünü<br />
bilmiyorum. Yalnız bildiğim bir cihet varsa o da<br />
bazı memleketlerde ciddi ve sağlam, taşkilâta malik olan<br />
bu tasarruf teşebbüsünün henüz mekteplerimize girmediğidir.<br />
Tasarrufun bu büyük ehmiyeti ne olabilir Bunu takdir<br />
etmek için her şeyden evvel tasarruf vakasının ferdin<br />
çalışması ve ferdin kazanması ile değil, cemiyetin idaresi<br />
ve iktisadı ile münasibetini düşünmek mecburiyetindeyiz.<br />
Bizim kafamızda tasarruf fikri bu geniş cemiyet çerçevesi<br />
içine yerleşmiş bir fikir değildir Hep israftan kaçınmak,<br />
paramızı eyi idare ötmek isteriz ; fakat hemen dayima bir<br />
endişe ile : ferdî menfaat. Fakat fertleri tasarruf eden bir
- 340 —<br />
cemiyette fertleri tasarruf etmiyen bir cemiyet müsavi midir<br />
Cemiyetler arasında harp, iktisadî rekabet ve hayat mübarezesi<br />
olduğu hâlde parayı israf eden bir millet parasını<br />
idare eden bir milletle müsavi olamaz; bu pek bedihîdir.<br />
Tasarruf fikrini " medenî ihtiyaçlara karşı susmak, kendini<br />
mahrum etmek, iptidaî ve kısır bir hayat yaşamak.. „ manasında<br />
almamalıdır. Bence salim ve hakiki bir tasarruf<br />
muayyen bir hars ve muayyen bir medeniyet taşıyan içtimaî<br />
adamın müsmir ihtimaller karşısında müsmir olmıyan ihtimalleri<br />
terketmesidir. Şu hâide Türk çocuğu bu itiyatları<br />
işliyen bir muhit içinde yetişmelidir. işte bir vaka :<br />
Paris'te bulunduğum sırada Auteuil semtinde Boulevard<br />
£xelmans'ta bir Fransiz ayilesinin pansiyoneri idim. Hizmetçiden<br />
kibrit isterdik. Her defasında hizmetçi bir kutu<br />
kibrit ile gelir, fakat içinden yalnız üç tane kiprit çıkarırdı.<br />
Kutunun içerisine üç kibriti koyan, pansiyonun sahibi<br />
olan kadındı. Benim gördüğüm ve tanıdığım bütün Fransızların<br />
seciyesi bu itiyatla yoğrulmuştur. Fransa birinci derecede<br />
tasarrufçu bir memlekettir. Fransız mektebine girildiği<br />
zaman bu millî itiyadın mektep teşkilâtını bulmak<br />
mümkündür.<br />
Fransız mekteplerinde " Caisse d'6pargne „ denilen tasarruf<br />
teşkilâtı vardır. Her talebe meselâ pazartesi günü getireceği<br />
bir miktar parayı sınıfın mürebbisine verecek mukabilinde<br />
lâzım gelen kayıt yapılacaktır. Alman para<br />
emniyet sandığına gidip yatacak ve çocuk mektepten çıkdığı<br />
zaman eline fayiziyle birlikte ve ihmal edilem'yecek olan<br />
bir yekûn geçecektir. Her cumartesi günü Sein Darülmuallimini<br />
tatbikat mektebinin müdürü tarafından teneffüs<br />
bitip sınıflara girileceği sırada gayet açık, gayet kat'i ve<br />
kısa bir nutuk söylenirdi. Tasarrufun zekâsı izah edilirdi.<br />
Çocuklar mütemadiyen tasarrufa, idareye teşvik edilirdi.<br />
Bu teşkilâtın ferdî kazanç neticesini gözlemiyerek içtimaî<br />
tesanüd neticesine varması büsbütün ahlâkî bir mahiyet gös-
terir. Mektepte yiyenlerin yanında bakanlar da yardır. Ve<br />
bu bakanların hiç bir kabahatlari yoktur. Butun kabahatleri<br />
babalarının, analarının fukara olmasından ibarettir!<br />
Bunlar arasında üstü başı yırtık ve kitap almaktan âciz<br />
olan zevkli ve ahlâklı çocuklar da vardır. En ufak bir fedakârlıkla<br />
mektebi parasîyle, cemiyetteki mevkiiyle kuvvetli ve<br />
şerefli geçinen çocuklar da dahil olduğu hâlde yemekte,<br />
içmekte, giyinmekte az çok müsavatçı, hür bir cemiyet<br />
hâline girmek mümkündür. Mektep tarihimizde Hilâliahmer<br />
Cemiyettnin vücude getirdiği meccani gıda teşkilâtı kadar<br />
insanî ve onun kadar ahlâkî bir teşebbüs hatirhyamıyorum.<br />
Fakat bütün mesele Türk çocuğuna sokağa atarcasına harcettiği<br />
kuruşu kendi gibi çucuklarm kanı ve canı için vermeyi<br />
öğretmektir. Bu, mektebin işidir. Cemiyetlerin vicdanı<br />
artık " para benim değil mi İstersem sokağa atarım !.. „<br />
tarzında düşünen " sahibi iradet! ,,'Ierin israfına tahammül<br />
edemez bir hâle gelmiştir. Sarfiyatın da ahlâkî bir hududu<br />
vardır. Açlar ölürken tokların şişmesinde ne ferdî, ne de<br />
içtimaî bir hayır yoktur. Tür çocuğunu parasının kıymetini<br />
bilen ve fazlaları muhtaç vatandaşların hayatına, muvaffakiyetine<br />
sarfetmek kudretini taşıyan reşitler hâline getirmelidir.<br />
Tahakküm var mı <br />
Bu hafta Hippolyte Taine'in "sanat tarihi,, hakkındaki eserinin<br />
bir tercümesini okudum. Tercümenin sahibi, hem Türkçede<br />
hem de Fransızçada üstattır. Yalnız şiddetle itiraz<br />
edebileceğim nokta Türkçe olmiyan terkipleriydi. Bu terkipler<br />
daha benim gibi bu tercümeyi okomuş olan bir arkadaşımın<br />
da nazar dikkatini celbetmişti. O da " Cemler<br />
ve terkipler Türkçe olsun...„ demişti. Ben de öyle demiştim.
— 342 —<br />
Fakat mübahasemize vâkıf olan diğer bir arkadaşımız, ve<br />
herkesin hürmet ettiği bu zat te " lisana tahakküm etmiye<br />
hakkımız var mı ! „ diyordu. Şimdi bu "tahakküm „ kelimesi<br />
beni hakikaten düşündürüyor. Lisana tahakküme hakkımız<br />
var mı ! Kıyafete tahakküme hakkımız var mi ! „<br />
İmlâya tahakküme hakkımız var mı !„ diyorum. Zihnim<br />
hayh karışıyor ve bir müddet işin içinden çıkamıyorum..<br />
Fakat her şeyden evvel bu " tahakküm „ kelimesini anlamak<br />
istiyorum. " Tahakküm „ ile " tecebbür „'ile, " istipdat,,<br />
ile kasttettiğimiz mana nedir. Acaba tahakküm kelimesinin<br />
yukarıki cümlelerde ifade ettiği mana nedir " Haricî bir kuvvetini<br />
fiil ve tesiri „ midir.. Eğer böyle ise bir çok işlerimiz<br />
tehakküm işidir :<br />
Başta terbiye .. . Çünkü terbiye ancak bir nevi tahak-<br />
, kümün eseridir. Demek istiyorum ki terbiye çocuğu kendi<br />
kendine bırakmakla olmuyor. Ancak bir reşidin, bir büyüğün<br />
tahakkümü ile oluyor. Eğer böyle ise meselâ bir sanatin<br />
tahsili de tahakküm eseri oluyor. Çünkü ustadm yaptığı<br />
şey, talebesine karşı bir " nümunei ekmel „ olan mektebinin,<br />
üslûbunun telkininden başka bir şey değildir...<br />
Eğer öyle ise hatta hava, ziya, su da bir tahamkküm ifade<br />
ediyor. Çünkü orijinal bir hayatı olan ağacın, insanın varlığı<br />
da bu haricî kuvvetlere karşı itaat edici bir vaziyette<br />
kalmıya mahkûmdur ... Hulâsa tahakküm alelitlâk haricî bir<br />
kuvvetin fiil ve tesiri gibi anlaşıldıkça hep kabul edilemiyecek<br />
hükümlere, neticelere bizi sevkediyor.<br />
Tahakküm fikrinde bu haricîlik olsun, fakat mutlaka<br />
başka menfi bir unsur var ki onu hayırlı, zarurî olan bütün<br />
haricî tesirlerden ayn, merdut bir şey olarak tespit ediyor»<br />
O nedir ., Fikrimi ancak bir misalle açık söyliyebilirim t<br />
Gülhane Parkının kapısunda kökünün etrafı kaldırımla<br />
çevrilmiş .gayet bübük bir ağaç vardır. Bu ağacın gövdesinde<br />
zannediyorum, topraktan aldığı ve senelerce taşıyarak<br />
yukarıya kaldırdığı büyük bir taş parçası vardır. Bu taş»
— 343 —<br />
tahakkümün bir timsalidir !.. Halbuki bir ağacın hayatı taşların<br />
varlığına karşı dayiraa bigâne değildir. Ağacın kökleri<br />
bu taşın eriyebilen kısımlarını yer içer ! .. Denilemez ki<br />
ağacın köklerindeki taşın veya toprağın vaziyeti de deminki<br />
gibi bir vaziyettir... Şunun için ki iki vaziyet arasında<br />
büyük ve esaslı bir fark vardır : Gövdesinde kaya parçasını<br />
taşıyan ağaç, bu kaza ve kaderden dolayı muztariptir.<br />
Kökleri taşlara, topraklara batan ağaç ise taliin bu lutfundan<br />
dolayı müteşekkirdir!.. O hâlde cebir ve tahakkümü<br />
onu zıddindan ayıran bir şey var : Her canlı mahluk hava,<br />
ziya, toprak, taş gibi maddî kuvvetlere maruz kalabilir. Yine<br />
her canlı mahlûk talim, terbiye, emir, inzibat, hükümet,<br />
idare. gibi manevî sultalara, amirlere de maruz kalabilir-<br />
Fakat ne birinciler, ne de ikinciler esaret, istipdat, tahakküm<br />
fikriyle müşterek değildir. Bir şart; eğer canlı mahlûğun<br />
batini tekâmülünü rahnedar etmiyorsa ve bilâkis<br />
bu tekâmülü temin ediyorsa... İşte haricî bir kuvvetin canlı<br />
bir mevcutla alâkasını muhakeme edebilmek için mutlaka<br />
bu tekâmül fikrini karıştırmıya muhtacız. Veillâ hükmümüz<br />
sakat olacaktır. İşte ağacı sulama bir tahakküm değildir,<br />
kurularını ayıklama bir tahakküm değildir, hatta ağacı budama<br />
bir tahakküm değildir. Çünkü bütün bu hareketlerin<br />
eseri ağacın tabiî olan tekâmülüne engel olmak değil, belki<br />
yardım etmektir. Fakat denilecekti: Velev ağacın tekâmülü<br />
neticesini doğursun, değil miki ağaç yahut insan, sizden<br />
gayrı bir vücuttur; ister tekâmül eder ister etmez, bu tekâmüle<br />
yardım etmek bile bir nevi tahakküm ve tasallut<br />
değil mi idi !. Bu itiraza karşı gayet açık bir cavap vermek<br />
için diyorum ki :<br />
Evet belki haklı olurdunuz ve ağaç bahsinde belki<br />
bir münakaşa yapabilirdiniz. Fakat insan bahsinde asla!..<br />
Çünkü mevzuubahs olan lisan, imlâ, kıyafet, terbiye., sizin,<br />
daha doğrusu yalnız sizin değil, cemiyetindir. Bu içtimaî<br />
tekâmülde sizin reyiniz "reyi hod,,'unuz değil, bizzat cem-<br />
22
— 344 —<br />
iyetin hayatı mevzuubahstir. Siz ne hak ile içtimaî bir<br />
tekâmülü kendi keyfinizle geri birakacaksınız !.. Fakat yine<br />
diyebilirsiniz ki bakalım içtimaî tekâmül sizin anladığınız<br />
gibi mi, benim anladığım gibi mi oluyor „ . O hâlde<br />
münakaşa tamamiyle ilmî bir saheye giriyor. Tekâmülü<br />
mütalâa eden bütün ilimleri ve onların son mutalalarım ele<br />
alalım ve bakalım:<br />
Dünyada serpuşla muhafaza edilen miliyet var mı !<br />
Bakalım ecnebi usuliyle terkip yapan millî bir dil var mı <br />
Bakalım hür ve vicdanî olrnıyan bir terbiyenin asrisi olur<br />
mu !. Nasıl tekâmül bahsini keyfî arzulara bırakamazsak<br />
tekâmülün mefhumunu da enfüsî kanaatlere teslim edemeyiz.<br />
Bence yeni Türkiye'nin din, siyaset, iktisat, kıyafet ve muaşeret<br />
sahelerinde yaptığı bütün inkılâplar mahzi hayırdır.<br />
Çünkü şu veya bu şahsın hissine rağmen içtimaî<br />
tekâmüle mutabık ve bu içtimaî tekâmül mefhumunun<br />
keyfî tefsirlerine meydan bırakmıyacak derecede açıktır.<br />
Tenkidin zulmü!.<br />
Bu serlevhayı niçin intihap ediyorum. Maksadım yazılarımın<br />
mahiyeti ne olursa olsun nazar dikkati celbetmek<br />
midir. Hayır ... Bu serlevhayı intihap ediyorum, çünkü zulüm<br />
işleyen tenkitlerin vücudüne kaniim. Tenkidinde zulmü vardır.<br />
Tenkit malûm ve müşahhass eserler hakkında yapılır .Ve<br />
bu tenkit afakî, yahut tabiatı eşyaya muvafık farzedilen<br />
birtakım miyarlar ve mikyaslar vasıtasiyle olur. Tenkit edenin<br />
maksadı eseri bu düstûrlara ve bu Ölçülere göre tahkik<br />
ve muhakeme etmektir. Meselâ ben bir kitabı, bir<br />
binayı, bir usulü tenkit ederim. Çünkü elimde eyi kitap,<br />
güzel bina, doğru usul hakıknda bazan ammenin vicdanından,<br />
bazan tabiatın zaruretlerinden gelmiş esaslar, düstur
— 345 —<br />
fikirler vardır, imtihan meydanına getirilenleri onlara göre<br />
ölçer biçerim... O hâlde tenkidin taşıdığı hükümler indî<br />
ve keyfî hükümler olmak lâzım gelir. Diğer cihetten zulüm,<br />
dediğimiz şeyin esası kıymet olarak tanınmış olan bir vücudun<br />
hayatına,hürriyetine karşı yapılan tecavüzdür. Zulüm,<br />
kendi hürriyet hudutlarını geçen serseri ve mütecaviz bir<br />
kuvvettir. O hâlde zulüm olmak için bu tecavüz fiili olmak<br />
lâzım gelir. Fakat zulme yaklaşalım, ne göreceğiz ..<br />
Dayima kendi kendini meşru göstermek, hiç olmazsa<br />
mazur göstermek için sebepler, mazeretler, hiç olmazsa<br />
bahaneler ariyan bir zekânın faaliyeti! .. Bu zekâ dayima<br />
sakat, kör, topal bir zekâdır, fakat dayima zulmü cesaretlendirmek,<br />
alevlendirmek için çalışır. Bence zulmü yaratan<br />
bu zekâ değildir. Ferdi varlıktır , ferdiyettir. Fakat bu<br />
ferdiyet bir kerre haddinden fazla neşvünüma buldu mu<br />
yaşamak, kendini devam ettirmek için başkalarının ferdiyetine<br />
tasallut etmek istidadını kazanacaktır. Şu hâlde zulmün<br />
en büyük müşevv iki bir nevi yaşamak cinneti dir. Bu cinnet<br />
kendini kendi vasıtalariyle doyuramayınca inbisatın vasıtalarından<br />
biri olan zulürae de müracat edebilir..Adalet işliyen<br />
bir tenkit olduğu gibi zulüm işliyen bir tenkit de vardır.<br />
Tenkit aklın yahut vicdanın zarurî bir surette tevdi ettiği<br />
mutalara göre hüküm etseydi adil olacaktı. Fakat madem ki<br />
bu tenkit aklın yahut vicdanın ölçülerine göre hükümlerini<br />
vermiyor. Bir kaç hasis kabh, fikrin ölçüsüne göre<br />
asıp kesiyor. O hâlde zalimdir. Ona zulüm eden tenkit<br />
demek de hakkımız vardır. Şimdi asıl hedefim olan içtimaî<br />
hayatımızın sahesine girebiliriz. Memleket işlerini tenkit<br />
eden ecnebi ve yerli fikir sahiplerini başlıca iki kısma<br />
ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmının tenkitleri adildir. Çünkü<br />
zaman ve mekânla mukayyet, tabiat, zaruret ve tekâmül<br />
mebdelerine göredir . Bu zatlerin tenkitleri şahsî menfeatlarinin<br />
doymayan hırslarını beslemek için değildir, sırf adil<br />
bir hüküm vermek niyetiledir.
- 346 —<br />
Bir kısmının tenkitleri de tamamiyle zalimdir. Çünkü bu<br />
tenkitlerinde bitaraf değildirler. Çünkü tenkitleri şu veya<br />
bu şahsî endişenin, tesiri altındadır. Ve en büyük hakikatlere<br />
bir tecavüzdür. Tarihî, hali pek malûm olan Türkiye<br />
her ne bahasına olursa olsun yaşamak iradesini taşıyor.<br />
Bu irade her müşkülâta karşı gerilecek, mutlaka mutlaka<br />
faal olacaktır. Bunun için şimendifer yapacak, vergi<br />
alacak ve yaşamak iradesini kırmak istiyen yabancı bir<br />
kuvvet bulursa mutlaka ezecektir... Bunun için, bu yaşamak<br />
iradesi için fert denilen, servet denilen, ayile, meslek denilen<br />
bütün parçaları, içtimaî vahdetleri, kuvvetleri çalıştı<br />
racak, yoracak, hatta aşındıracaktır.. Bu yaşamak emeli,<br />
bu yaşamak dinî karşısında bütün sarfiyatin, hatta bütün<br />
israfların bile ahlâkî bir mahiyeti vardır. Bunu görmeyip,<br />
yolların çamurlarını, sebzenin fiyetini, şirketlerin münasibetsizliğini<br />
yeni idarenin selâmetinden şüphe etmek için<br />
kâfi gören bir tenkit matbuat sahesinde olmasa da şahsî<br />
fikir sahesinde bile olsa, yine zulüm eden, günahkâr bir<br />
tenkit değil de nedir .. Türkiye, müstakil Türkiye olduğu<br />
gibi zengin ve müreffeh bir Türkiye olmak için de yalnız<br />
vücutlerin ve faaliyetlerin değil, kanaatlerin ve imanların<br />
da bir, bütün sarsılmaz bir kitle hâlinde olmasını ister.<br />
Türk vatanının hürriyeti, müdafaası, inkişafı namına bu<br />
günkü Türklerin çekdiği ve çekeceği zahmetlerin mükâfatım<br />
çocuklarının idrâk etmesini beklemeden evvel yine<br />
aynı Türkler idrâk edebileceklerdir. Her ne olursa olsun,<br />
Türk mevcudiyetinin müdafaası her kıymetin fevkindedir.<br />
Tenkitte bu mikyası unutan bir zekânın hükümleri birer<br />
hiyanettir.
347<br />
Bugünkü ahlâkî telâkkimiz<br />
ve lüks<br />
Harbiumuminin vücude getirdiği sefaletler fakir ve<br />
servetsiz insanların iztirabım daha göze çarpacak bir hâle<br />
getirdi. Harbin sonu ile beraber ahlâkî telâkkilerinizde de<br />
bir çok tahavvüüer vücude geldi. Bu günkü zengin dünkü<br />
gibi gözden uzak ve her hususta manevî mesuliyetten beri<br />
değildir. Yeni milletlerde müsavatçılık fikri insanları he r<br />
hususta olduğu gibi servet ve sarfiyat hususunda da daha<br />
hassas kılmıştır.<br />
Onun için temerküz eden servetlerin marazı bir faaliyetinden<br />
ibaret olan lüks her devirden ziyade bu gün insanların<br />
gözüne çarpıyor. Her yerde, her medenî faaliyet<br />
şubesinde lüksten kaçan fakat sadelik ve samimiyete yaklaşan<br />
içtimaî bir temayül seziliyor. Şehircilik, mimarlık,<br />
mobilyecilik, tezyinat bağçeleri, giyinmek .... Gibi her saha<br />
da vicdanlar lükse karşı çekingen bir hâldedir.<br />
Hulâsa hakikate, zevke, kıyafete isyan eden her israf<br />
yalan, çirkin ve gayrı beşeri sayılmak istidadındadır. Denilebilir<br />
ki halis demokrasi lüks ve israf fikirlerinin yabancısıdır.<br />
Yalnız bir mesele insani düşündirebilir : Acaba<br />
büyük servetlerin temerküzü neticesinde güzel sanatler sahesinde<br />
vücuda gelen teceddütleri lüks nefretile birlikte<br />
insanlar kayip etmiyecekler mi <br />
Meselâ Versay siz bir on dördüncü Louis tezyinatı,<br />
saraysız bir Lâle devri nasıl teşekkül edecek . Hakikat<br />
şudur : Lüksün inhitatı halk muhayyelesini zenginleştirecek,<br />
halk sanatlarının inkişafına sebep olacaktır.<br />
Diğer cihetten lüksün vücuda getirdiği inhisarcılık<br />
yerine umumî ve münteşir bir zevk kaim olacak, yalnız<br />
inhisarcı merkezler değil bütün hayat güzel olacaktır.
— 348 —<br />
Şu hâlde ahlâk sahesinde hasbîlik, tesanüt, teavün<br />
sözleriyle ifade etmek istediğimiz demokrasi mefkuresi sanat<br />
sahesinde lüksün ilgası ile kendisini gösteriyor. Avrupa'da<br />
yeni mimarlıkta motiflerin ilgası bu demokratik hareketin<br />
başlıca eserlerindendir. Yeni telâkkiye göre mimarlık motifleri<br />
iptidaîlik addediliyor. Daha doğrusu motifler bir<br />
nevi zaaf, tahakümdür. Bu gün bir Versaiiles vücude getirmek<br />
kabil olmamakla beraber, bütün halk eserlerini birden<br />
sade ve güzel olarak vücude getirmek mümkün oluyor. Şu<br />
hâlde müsavatçılık umdesini samimî surette benimsiyen<br />
milletler için yalnız ahlâkî hars sahesinde değil, bediî ve<br />
medenî icatlar ve tesisler sahesinde de uyanık bulunmak<br />
lâzımdır.<br />
Türkiye şehirlerini imar ederken, yeni Türk mobilyeciliğine<br />
levac verirken medenî müessiselerimizi vücude<br />
getirirken hep müsavatsızlığın helak edici mahsulü olan<br />
lüks yerine, müsavatçılığın öz mahsulü olan sade ve samimî<br />
zevki koymalıdır. Lüks ile mücadele, demokrasi için<br />
ahlâkî bir vazifedir.<br />
Kör gayz<br />
Ruhumuzun garip bir hâli vardır : Her adamdan hoşlanmayız,<br />
her rengi sevmeyiz, her müellif bizim için aynı<br />
derecede cazip değildir. Hatta her saat çalışmamız için<br />
aynı derece de müsayit bulunmaz. Bu hâlleri tetkik ettiğimiz<br />
zaman aklî bir surette izah edemeyiz. Muhabbet veya<br />
nefretimizin mücazip yahut münafiretimizin köklerini haricî<br />
bir sebepte, makul ve müspet bir izahta bulamayız.<br />
Bulamayınca bu bir his meselesi dir, hislerimizin kendine<br />
mahsus bir mantığı vardır, deriz. İşte hayatımız böyle şuursuzca<br />
sarf ve israf ettiğimiz muhabbet ve nefret seyya-
— 349 —<br />
ieleriyle dolu bir hazine gibidir. Yaşıyan insan duyan insandır.<br />
Duymak bir bakıma muhabbetini, nefretini şuursuzca<br />
sarf ve israf etmekten ibarettir. İşte çocuğun ruhiyatı<br />
budur. Hatta bütün hayatî duygunun hamleleri ve zelzeleleryile<br />
sarsılan san'atkânn ruhiyatı budur.<br />
Hatta denilebilir ki aklın, muhakemenin hakimiyetine<br />
teslim olmıyan tabiî ve serazat insanların ruhiyatı budur.<br />
Muhabbet nefret hayatını tabiî surette yaşıyan adamın<br />
mantığı şudur: filân adamı, filân müellifi, filân felsefeyi<br />
sevmiyorum. Çünkü sevmiyorum. Lâkin evvelâ hayvan için<br />
sonra mini mini çocuk için, daha sonra tefekkür manasiyle<br />
medeni leşmiş köylü için, nihayet ruhî faaliyetinin nevi itibariyle<br />
duygu, ilham nahiyesinde çalışan sanatkâr için bu<br />
garip hasasiyet tabiî, yahut zarurî olsun. Medenî adam,<br />
ictimaileşmiş adam, akli ve muhakeme mesleklerinden birine<br />
girmiş adam için bu hasassiyet tabiî midir.. Bu uzvî ve<br />
hayvanı hasassiyetimizi bütün akıl ve muhakemenin sahelerine<br />
kadar yapmıyacağımız var mıdır Meselâ bir idare<br />
adamı tasavvur ediyorum. Bu adamın maiyetinde çalışan<br />
derece derece memurlara karşı hüküm ve kararlarını bu<br />
uzvî hasassiyetin emirlerine göre vermesi ahlâkî vaziyetle<br />
kabili telif midir Korkusmdan hoşlandığı adamın ayaklarına<br />
kapanmak hayvanı tabiati olsun, çehresini beyendiği<br />
adamın kucağına atılmak çocuğun hakkı olsun, sırf çehresine,<br />
saçına sakalına bakarak adam hakkında iyi, mübarek..<br />
Hükümlerini vermek cahil köylünün muhakemesi, olsun<br />
yıldızları çirkin görmek, beşeriyete gayzetmek, hatta insanlığı<br />
tezyif etmek sanatkârın sanati olsun.. Fakat bütün bu<br />
hissî hükümleri idare,, akıl, ilim, hürriyet, zaruret fikirleriyle<br />
birleşebiîir mi Bence Pestalozzi müziç bir pedagoktur,<br />
fakat okurum. Filan adamın şahsı bende tabiî nefret uyandırır.<br />
Fakat onu medenî hürmetle taktir ederim.<br />
Fakat hiç bir kimse filan arkadaşıma daha samimî<br />
olmaktan beni menedemez. O da benim ferdî hürriyetimdir»
— 350 —<br />
Ona kimse karışamaz, Meşrutiyet inkılabını müteakip mühim<br />
bir muallim mektebinde idare hayatına iştirak etmiş olan<br />
genç bir arkadaşımıza bir gün sormuştuk: Filân hoca hakkındaki<br />
fikriniz nedir Cevap olarak " emsalsiz bir mütefekkir,<br />
gayet iyi bir hocadır.. „ dedi. " Halbuki siz onu hiç<br />
sevmediğimizi ihsas etmiştiniz I „ dedik. "Ben ferdî ve hissi<br />
takdirimi vazifeme siçratmam! „ cevabını verdi. Ferdî<br />
duyuşlar içtimaî görüşlerimizi bozmamalıdır.
Bu kitabın sonuna kap sayifesindeki mündericat lavhasında<br />
zikredilen " güzel mazi, estetik ve şehircilik „<br />
hakkındaki yazılarımı dercetmek istiyordum. Böyle yapsaydım<br />
kitap beş yüz sayîfeyi geçecektir. Sanate ayit olan<br />
yazılarımı sanat serlâvhast altında toplaayip bu eserin ikinci<br />
kısmını teşkil etmek üzere ve "sanat n<br />
adiyle ayrı bir kitap<br />
hâlinde neşretmeyi daha münasip gördüm. Bu yeni kitabım<br />
da basılmaktadır.<br />
İsmail Hakkı
Mefkure<br />
FİHRİST<br />
Maksat<br />
Yaşiyacak mıyız<br />
Yalan ve riya<br />
Maneviyet<br />
Mazi ile hâl<br />
Papulas'ın nutku<br />
Keder yolcuları<br />
Vicdan ve irade<br />
Anadolu harbini'n felsefesi<br />
İlâhî zafer<br />
Efzunla istiiâ edilemiyen ülke<br />
Konstantini şaşırtan netice<br />
Şeref kimlerindir<br />
Muharebelerin dersleri<br />
Mefkurenin galebesi kahir dir<br />
Takı zaferde ki timsal<br />
Millî Hareket niçin hürdür<br />
Türk inkılâbının psikolojik mahiyeti<br />
Bahçıvan Ali Osman'ın anlayışı<br />
İnkılâbı tanımak lâzımdır<br />
İhtilâl mi , İnkılâp mı<br />
Yeni hayat<br />
Yeni hayat<br />
Demokrasi nedir<br />
İnkılâpta yarım yoktur<br />
Cumhuriyetimizin temelleri<br />
İnkılâbımız ve fikirler<br />
Mefkuremiz kuvvetli, tekniğimiz<br />
zayıftır.<br />
Büyük inkilâplâr ve yeni teknikler<br />
Gazi<br />
Türk Harekâtı Milliyesi ve Mustafa<br />
Kemal Paşa<br />
Üç hakikat<br />
Yazıldığı tarih<br />
7 Teşrinisani<br />
28 Şubat<br />
9 Mart<br />
22 Ağustus<br />
23 Şubat<br />
16 Mart<br />
25 Mart<br />
23 Teşrinisani<br />
6 Eylül<br />
10 Eylül<br />
16 Eylül<br />
20 Eylül<br />
25 Eylül<br />
29 Eylül<br />
6 Teşrinievvel<br />
20 Teşrinievvel<br />
23 Teşrinievvel<br />
29 Ağustos<br />
15 Şubat<br />
1 Mart<br />
10 Teşrinisani<br />
6 Mart<br />
29 Nisan<br />
3 Mayıs<br />
6 Temmuz<br />
2 Şubat<br />
1931<br />
1920<br />
1920<br />
1920<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1927<br />
1928<br />
1929<br />
1929<br />
1922<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1927<br />
Sayfa<br />
4<br />
5<br />
6<br />
7<br />
9<br />
11<br />
14<br />
16<br />
19<br />
22<br />
26<br />
31<br />
35<br />
38<br />
42<br />
45<br />
47<br />
51<br />
53<br />
55<br />
55<br />
59<br />
61<br />
65<br />
67<br />
70<br />
73<br />
20 Kânunuevvel 1928 75<br />
3 Teşrinievvel I92l\ 79<br />
7 Teşrinievvel 1923 82
- 354 —<br />
Büyük adamın şahsı<br />
Mustafa Kemal şahsiyeti<br />
Gazi'nin en büyük eseri<br />
Tipler<br />
Zevk aptalları<br />
Sırtlan gözüyle<br />
Yeni adam enmuzecî<br />
Terakkiden kaçan adam<br />
Sanatten kaçan adam<br />
Cumhuriyetin adam en müzeci<br />
Faal adam<br />
Müspet kafalı insanlara muhtacız<br />
Usulsüz faaliyet ne işe yarar<br />
Mefhumların esiri<br />
Cemiyete küskün adam<br />
Mütefekkir<br />
Mefhumun öldürdüğü adam<br />
Kaplumbağalar gibi<br />
İçtimaiyat<br />
Anadolu meçhul bir ülkedir<br />
Nasıl terakki edecek<br />
Meçhul dertler<br />
İmlânın hayatı<br />
Hayat kadını<br />
Köye mi, şehre mi<br />
Meşum kesafetsizlik<br />
Nüfus siyaseti<br />
İntiharlara karşı<br />
Hayatlar ve kapları<br />
Demir yollaaı<br />
Evkaf meselesi<br />
Halef selefi niçin takip etmiyor <br />
Türkçenin kuvvetini bilelim<br />
Mefkure ile mevhurae<br />
İçtihat hakkı<br />
Türkçenin zenginliği<br />
Zavallı dilsizler<br />
Yazıldığı tarih<br />
29 Haziran<br />
27 Haziran<br />
9 Haziran<br />
6 Kânunuevvel<br />
13 Kânunuevvel<br />
16 Teşrinievve<br />
15 Mart<br />
22 Nisan<br />
1 Teşrinisani<br />
3 Ağustos<br />
17 Teşrinievvel<br />
9 Kânunuevvel<br />
22 Kânunusani<br />
1 i Haziran<br />
7 Teşrinisani<br />
20 Teşrinisani<br />
21 Teşrinisani<br />
11 Kânunuevvel<br />
3 Kânunusani<br />
23 Kânunusani<br />
24 Teşrinievvel<br />
28 Mart<br />
24 Teşrinievvel<br />
4 Haziran<br />
30 Mayıs<br />
7 Kânunuevvel<br />
20 Kânunuevvel<br />
26 Künunuevvel<br />
6 Ağustos<br />
15 Mart<br />
23 Nisan<br />
2 Eylül<br />
15 Haziran<br />
17 Kânunusani<br />
1926<br />
1927<br />
1929<br />
1921<br />
1921<br />
1923<br />
1925<br />
1925<br />
1925<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1928<br />
1928<br />
1921<br />
1921<br />
1921<br />
1927<br />
1922<br />
1922<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1926<br />
1926<br />
1926<br />
1926<br />
1926<br />
1927<br />
1928<br />
1928<br />
1929<br />
1922<br />
sayfa<br />
85<br />
8S<br />
E0<br />
93<br />
93<br />
99<br />
104<br />
105<br />
107<br />
108<br />
110<br />
112<br />
114<br />
115<br />
117<br />
118<br />
)22<br />
129<br />
132<br />
135<br />
137<br />
143<br />
147<br />
151<br />
155<br />
159<br />
162<br />
163<br />
165<br />
168<br />
170<br />
172<br />
173<br />
175
Çocjklar<br />
355<br />
Çocukları yaşatalım<br />
Yetim de bir insandır<br />
Sokaktaki çocuklar<br />
Çocuk maarifine olan ihtiyaç<br />
Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim<br />
Çocukların oyuncakları<br />
Çocukların odası<br />
Çocuğunun terbiyesini soran anneye<br />
cevap<br />
Çocuk ve bahçe<br />
Çocuklar için iş odası<br />
Türkçülük<br />
Asrî Türklük<br />
Büyük üstadın kabri başında<br />
Yaratıcı türkçülük<br />
Benim anladığım türkçülük<br />
Türk sanatkârının anlaşılmiyan<br />
türkçülüğü<br />
Kadın<br />
Demokrasi ve kadın<br />
Kadın ve hayat<br />
Taadüdü zevcat bir fikir meselesi<br />
midir<br />
10<br />
23<br />
20<br />
25<br />
23<br />
31<br />
10<br />
6<br />
2<br />
2<br />
7 Haziran<br />
5 Teşrinisani<br />
8 Kânunuevvel<br />
13 Mart<br />
23 Mayıs<br />
14<br />
22<br />
26<br />
Yazıldığı tarih<br />
Teşrinievvel<br />
Mart<br />
Nisan<br />
Mayıs<br />
Kânunuevvel<br />
Teşrinievvel<br />
Teşrinievvel<br />
Teşrinievvel<br />
Şubat<br />
Eylül<br />
Kânunusani<br />
Şubat<br />
Şubat<br />
1923<br />
1924<br />
1928<br />
1926<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1924<br />
1924<br />
1923<br />
1928<br />
1928<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
sayı<br />
181<br />
184<br />
188<br />
191<br />
200<br />
202<br />
204<br />
206<br />
208<br />
210<br />
215<br />
219<br />
219<br />
220<br />
221<br />
225<br />
227<br />
230<br />
Türkiye'de cemiyet ve kadın 20 Eylül 1927 233<br />
Ruhiyat<br />
Türkün seciyesi<br />
1 Eylül 1922 239<br />
Seciye<br />
4 Ağustos 1924 246<br />
İstidat bahsi<br />
18 Eylül 1924<br />
Seciye içtimaî bir mahsul<br />
Yokluktan varlık çıkar mı <br />
İstidaden zayıf<br />
Çok okumak<br />
Maddiyatperestler ve yeni gençlik<br />
Örümcek alan canbazlar<br />
1<br />
2<br />
4<br />
30<br />
14<br />
12<br />
Kânunusani<br />
Mart<br />
Nisan<br />
Kânunusani<br />
Şubat<br />
Mavi s<br />
192S<br />
1928<br />
1924<br />
1930<br />
1921<br />
1921<br />
247<br />
249<br />
251<br />
252<br />
253<br />
257
— 356<br />
<strong>Felsefe</strong><br />
Batınî hakikatler<br />
Tarih ve hayat<br />
Maziye dayir<br />
Bergson'un felsefesine dayir<br />
Taklit mi, hazım mı <br />
Şimdilik, fena mı <br />
Sanat ve felsefe<br />
Basitçilik<br />
İlim ve ihtisas mefhumu<br />
Ne esaret ne de anarşi, sadece<br />
tekâmül<br />
<strong>Felsefe</strong> gayzı<br />
Tedricen<br />
Hürriyet<br />
Tezat kabul etmiyen felsefe<br />
Mefkure ile mevhume<br />
Hayatın arkasından giden felsefe<br />
Feylesofları anlarken<br />
Tabiat mı, medeniyet mi<br />
Vuzuh<br />
ilim İstılahları<br />
Metafizik<br />
Hayasızlık<br />
Ahlâk<br />
Hayır ile şer<br />
Temizlik ve medeniyet<br />
Cezası olmıyan cürümler<br />
Adabı muaşeret<br />
Kast zihniyeti<br />
Gösteriş<br />
Gayzın mantığı<br />
Tezyif âcizlerin içkisidir<br />
İçtimaî mesleklerin adisi olur mu<br />
İstirap çekenler için<br />
Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti<br />
Tahakküm var mı<br />
Tenkidin zulmü<br />
Bugünkü ahlâkî telâkkimiz ve lüks<br />
Kör gayz<br />
—<br />
Yazıldığı tarih<br />
29 Kânunusani<br />
8 Şubat<br />
28 Şubat<br />
25 Kânunusani<br />
27 Ağustos<br />
6 Kânunuevvel<br />
20 Kânunusani<br />
4 Şubat<br />
18 Mart<br />
15 Nisan<br />
3 Mayıs<br />
16 Ağustos<br />
15 Mart<br />
14 Nisan<br />
23 Nisan<br />
26 Temmuz<br />
27 Kânunuevvel<br />
1 Ağustos<br />
15 Teşrinisani<br />
24 Teşrinisani<br />
Temmuz<br />
5 Temmuz<br />
5 Mart<br />
23 Haziran<br />
20 Temmvz<br />
20 Ağustos<br />
29 Ağustos<br />
10 Eylül<br />
18 Teşrinievvel<br />
1 Mart<br />
7 Mart<br />
21 Kânunuevvel<br />
2 Nisan<br />
3 Şubat<br />
1922<br />
1922<br />
1922<br />
1923<br />
1924<br />
1926<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1927<br />
1928<br />
1928<br />
1928<br />
1928<br />
1929<br />
1929<br />
1929<br />
1929<br />
1930<br />
1922<br />
1922<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1924<br />
1925<br />
1926<br />
1926<br />
1927<br />
1927<br />
sayl<br />
263<br />
265<br />
269<br />
271<br />
276<br />
278<br />
2S0<br />
282<br />
285<br />
287<br />
289<br />
291<br />
293<br />
295<br />
296<br />
298<br />
299<br />
300<br />
301<br />
302<br />
30î*<br />
305<br />
311<br />
314<br />
316<br />
320<br />
323<br />
325<br />
328<br />
339<br />
334<br />
337<br />
339<br />
341<br />
344<br />
347<br />
348
Terbiye<br />
Müellifi: İsail Hakkı<br />
İstanbul Darülfünununda terbiye ve içtimaiyat müderrisi<br />
İsmail Hakkı beyin muhtelif terbiye meselelerini tetkik eden<br />
yeni bir eseridir. Başlıca mevzuları şunlardır: Maarif teşkilâtı,<br />
usul, Darülfünun, yüksek mektepler, iktisat ve terbiye, ilim ve<br />
terbiye, sanat ve terbiye, müşterek terbiye, terbiyeciler. Kitabın<br />
«maksat,, kısmında şu sözler vardır:<br />
" Bu kitap on iki senedenberi Cumhuriyet maarifi ve terbiye<br />
tenkitleri hakkında yazdığım dağınık yazıları topluyor. Her<br />
makale ayrı bir tarihte, ayrı bir davanın müdafaasıdır. Onun<br />
için bu kitabın parçaları arasında aynı eserin fasılları arasındaki<br />
şekil ve tertip münasebeti yoktur. Fakat bu ayrılık düşünce<br />
esasında birleşmelerine mani olmamıştır. Çünkü ben ilk kitabım<br />
olan " Talim ve terbiyede inkilâp ,,'ın neşrindenberi aynı kanaatleri<br />
taşıyorum ve yirmi senedenberi bunlardan hiç ayrılmadım<br />
Bence terbiye fikri medeniyet fikrinin bir manzarasıdır. Her<br />
medeniyet gibi terbiyenin de tabiatte bir yeri vardır. Terbiye hem<br />
bir tenkit ifade eder, hem de hususiyle bir zihniyet ifadesidir<br />
Bu zihniyet esasını taşı m ıy an bir terbiye sağlam değildir. Ben<br />
şeniyetin şu veya bu unsuruna ötekilerinden daha fazla ehemmiyet<br />
verenlerden değilim. Meselâ ahlâk terbiyesini müdafaa için.<br />
ilim veya sanat terbiyesinin mevkini sarsmam, buna lüzum yoktur.<br />
Nitekim sanat harsini müdafaa ederken de ona ahlâkî bir<br />
hüviyet eklemem. Bu da faiydesizdir. Bence medeniyette her şey<br />
yerli yerinde ve kendisine göre bir ehemmiyette olmalıdır. Uzviyet<br />
hayatında hiç bir vazifenin ötekinden daha lüzumlu veya<br />
kustî olacağım düşünmediğim gibi, cemiyet hayatında da hiç bir<br />
harsın ötekilerinden fazla veya eksik kıymette olacağını düşünmem.<br />
Salim ve tabiî şahsiyetlerin teşekkülü için beşerî mirasın<br />
her parçası alınmalıdır. Cemiyet sınıflarından kalkmış olan imtiyazlar<br />
medeniyet müessiselerine yerleştirilmemelidir. Beni 1<br />
bütün<br />
fikir ve meslek hayatinea en çok sinirlendiren temayüllerden biri<br />
de kelimeler ve klişelere şeniyetlerden daha fazla ehemmiyet
ve kıymet verilmesidir. El'an bir çok terbiye meselelerinin gayet<br />
yanlış bir surette anlaşılmakta olduğunu görüyorum. Hurafelerin<br />
daığlması için tam ve doğru fikirlere ihtiyaç vardır. Yoksa fikirler<br />
terakkinin amili olacak yerde engeli olurlar. Türkiye siyasî<br />
sahede çok büyük adımlar atmıştır. Bu adımları teknik sahesinde<br />
de atması lâzımdır. Tenkidin dili ne kadar keskin olursa olsun,<br />
söyliyeceği sözü biliyorsa incitmez. Fakat söylemek lâzım olan<br />
yerde söylemelidir. Susmak, doğru, iyi ve güzel ihtiyacı duyulurken<br />
eğri, kötü ve çirkinle oyalanmak içtimaî ölümün kendisidir.<br />
Yanlış bir tenkit doğru bir tenkitle daraianır ve ondan hayata<br />
hiç bir zarar gelmez, Fikirlerdeki anarşi bile ahlâkî anarşi gibi<br />
helak edici değildir ve hayat için anî hiç bir tehlikesi yoktur.<br />
Fikir sahesinde meşum olan, susmak ve bildiğini, doğru bildiğini<br />
söylememektir. Bu kitabın içindeki yazılar doğru söylemek,<br />
poğruyu aramak için doğru niyetlerle yazılmıştır. Hayat bunların<br />
hangisini beğenir alır, hangisini beğenmez atar, onu hiç kimse<br />
kestiremez. Benim için yapılması lâzım gelen bir şey vardı ki<br />
onu yaptım. Dağınık, kesik, ve intizamsız bir surette söylediğim<br />
bir çok sözleri ve yazdığım bir çok yazıları bir kitap kabı içinde<br />
toplanmış olarak Türk vatandaşlarına arzetmek, işte ben onu<br />
yaptım. Bu eser Türk şuurunu teşekkülünde en ufak bir yazife<br />
yapsa yine mesut olurum,,.<br />
Kitap 156 Sayifedır. Fiat 150 kuruştur.
I-1 AT İ f ttö : ÜİlTÜlSİ 1HO KUfttJŞ<br />
SUHULET KÜTÜPANESİ NEŞRİYATI<br />
I0Ü Onların lomanı Aka Gündüz<br />
100 Üb kızın romanı<br />
75 Aysei<br />
75 Acımak<br />
Reşat Nuri<br />
125 Yeşil gece<br />
100 Leylâ ile Mecnun<br />
150 Şimşek<br />
Peyami Safa<br />
150 Bir akşamdı<br />
i 00 Fatih-Harbiye<br />
100 Bir tereddüdün romanı „ „<br />
150 Ak saçlı genç kız Mahmut Yesarİ<br />
i 50 Çulluk<br />
150 Su Sinekleri<br />
150 Bahçemde bir gül açti M<br />
„<br />
100 Kalbimin suçu „ „<br />
100 Ölünün gözleri » „<br />
50 Kırlangıçlar<br />
40 Şeker Osman<br />
150 Yakılacak kitap<br />
150 Iztırap çocuğu<br />
175 Beş hasta var<br />
50 Gün doğmayınca<br />
Yusuf Ziya<br />
Etern îzzet<br />
Ercüment<br />
Ekrem<br />
125 Meşhedi Aslan peşinde „<br />
100 Meşhedile devri alem<br />
60 Zeynep Hayriye Melek Hunç<br />
75 Gönül gibi Suat Derviş<br />
50 Benimi<br />
50 Buhran gecesi „ „<br />
J 75 Gökmen Güney Halim<br />
İ200 Son yıldız Mehmet Rauf<br />
İ25 Sönen iŞik<br />
Mebrnre<br />
125 Niçin beni aldattın ., „<br />
1150 Kadın kalbi Saffet Nezihi<br />
75 Leke Vü - Nû<br />
100 Çocuk kalbi İbrahim Alâestin<br />
100 Şen Yazılar<br />
50 tik gençlik „ „<br />
100 Tais Anatol Frans<br />
75 Babil Melikesi Selâmı îzzet<br />
75 Küçük hanımın kısmeti „<br />
60 Geceye aşık „<br />
35 Cennet Hanım M. Sadretthı<br />
65 Çölde istanbul kızı Esat Mahmut<br />
20 Aşk ve IhanK Tolestoy<br />
50 Acıklı bir sergüzeşt „<br />
50 Küçük Yakup Mehmet Ali<br />
50 Robenson ıssız adada „ „<br />
100 Mefe Yusuf Osman<br />
25 Kalpazan Salih Münür<br />
700 Zümrütüanka koleksiyonu 2 Cilt<br />
(müceîîet) Bir Heyeti edebiye<br />
35 Zümrütüanka Salnamesi „ „<br />
300 Ayine koleksiyonu „ „ „<br />
500 Cem koleksiyonu (eski) Refik<br />
1-33 Halil<br />
500 ,. „ î—48(yeni) Cemil<br />
50 Musiki nazsrîvan Muhittin Sadık<br />
ŞİİRLER<br />
150 Bir^ömür böyle geçti Faruk Nafiz 25 Çakıl taşlan Necmettin Halil<br />
100 Ben ve ötesi Necip fazıl 50 Zindan ismail Safa<br />
75 Kafatası Nazım Hikmet[290 Tıirk edebiyatı tarihi ve nü'mu-<br />
75 Benerci kendini niçin öldürdü J neleri Sadettin Nüzhet<br />
50 Persefon Salih Zekij 30 Hazan rüzgârları Ş. Nihâi<br />
75 Asya şarkıları<br />
75 Çanakkale izleri I. Alâettin<br />
İLİM KİTAPLARI<br />
15 Derviş sözleri Tokatî zade Sekip<br />
15 Zehrifüsun M. Hayret<br />
125 içtimaî mektep ismail Hakkı 75 İstanbul nasıl eğleniyordu R.A.<br />
125 Mürebbilere „ „ 75 Ankara Avrupa siyaseti H. Adem<br />
125 Terbiye<br />
„ „ 125 Kooperatifçilik Suphi Nuri<br />
100 Tarihi'n tedrisi „ ,, 1150 Tarih ticaret Kenan<br />
100 Bediiyat Mustafa Namık- 30 Centlimen<br />
H, Bahri<br />
100 Türk" inkılâbı Celâl Nurij 75 Gizli ilimler ansiklopedisi<br />
100 Yeni adabı muaşeret M. Dalkılıç!<br />
Muhittin Dalkılıç