07.02.2015 Views

Mürebbilere - İ. H. Baltacıoğlu - Felsefe Bölümü

Mürebbilere - İ. H. Baltacıoğlu - Felsefe Bölümü

Mürebbilere - İ. H. Baltacıoğlu - Felsefe Bölümü

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Mürebbilere<br />

İsmail Hakkı Baltacıoğlu<br />

İstanbul: Sühulet Kütüphanesi, 1932.<br />

16 Şubat 2005'te Ankara Üniversitesi DTCF nühasından elektronik ortama<br />

aktarılmıştır.<br />

© http://www.felsefelik.com


L HAKKI<br />

İstanbul Darülfünunu Müderrislerinden<br />

Mürebbilere<br />

Mefkure, Yeni hayat, Cazi, Tipler, içtimaiyat, Çocuk,<br />

Türkçülük, Kadın, Ruhiyat, <strong>Felsefe</strong> Ahlâk, Güzel<br />

mazi estetik, Şehircilik<br />

SUHULET KÜTÜPANESİ: SEMİH LÜTFÜ<br />

İstanbul — Ankara caddesi<br />

1 9 3 2


\ " • <<br />

MÜELLİFİN DİĞER ESERLERİ:<br />

Taiim ve terbiyede inkilâp \<br />

Jem-Jacques Rousseau, terbiye felsefesi<br />

S<br />

Demokrasi ve San'at \<br />

Umumî pedagoji<br />

j<br />

Hususî tedris usulleri<br />

İçtimaiyat noktai nazarından terbi/e<br />

Terbiye müsahibeleri<br />

Terbiye avam [<br />

Din ve hayat Nüshası kalmamıştır, j<br />

Ahlâksızlık „<br />

Maarifte bir siyaset „<br />

Kaibin gözü „<br />

Avrupa bizi nasıl tanıyor „<br />

Terbiye ve iman „<br />

| İlmi terbiye konferansları „<br />

j Terbiye ilmi „<br />

j Terbiye dersleri „ I<br />

1 Usulü terbiye ve tedris „ 1<br />

\ Coğrafyanın usulü tedrisi „<br />

I Hendesenin usulü tedrisi „<br />

< Resim usulü tedrisi „<br />

j Eşya derslerinin usulü tedrisi „<br />

El işlerinin usulü tedrisi „<br />

| Mektep temsilerinin usulü tedrisi „<br />

I<br />

j<br />

j<br />

İstanbul: TECELLİ MATBAASI


Mefkure


Bu kitap on iki seneden beri yazdığım dağınık ve kısa<br />

yazılarımın bir araya toplanmasından vücude geldi. Eğer<br />

bir aile uzviyeti halinde birleşmeselerdi öleceklerdi. Bu<br />

ölüme razı olamadım. İçindeki fikirler mevzuları olan vakaların<br />

tarihinden bazen çok evvel bazen de biraz sonra yazılmıştır.<br />

Hemen hepsi Türkiye düşüncesinden doğduğu için<br />

aralarında akrabalık vardır. Hayatın aynı manzarasından<br />

bahseden parçalar eski yeni sirasiîe birbirini kovalar. Bu<br />

yeni teşekkül vesüesile yazılarımın ne şekli ne de manası<br />

' üzerinde heman hiç tadilât yapmadım. Aralarında bazen<br />

saf vet ve samimiyetleri bazen de cüret ve cesaretlerile şimdi<br />

beni bile düşündüren parçalar vardır. Bazı kanaatlerimin<br />

şimdiye kadar hiç değişmediğini gördüm, bundan sonrada<br />

belki değişmiyeceklerdir...<br />

Çamlica, 7 Teşrinisani 1931<br />

İsmail Hakkı


Yaşayacakmıyız<br />

Niçin yaşıyoruz ve niçin yaşamak istiyoruz. Bir sual<br />

ki cevabını kolayca bulmak bence mümkün değil.,. On<br />

sene evvel bir gün, Paris Sefarethanesinin intizar salonunda<br />

oturuyordum, orada benim gibi işi olan bir genç daha<br />

vardı. Söz açıldı. Garbm medeniyetinden, müzelerinden, saraylarından,<br />

kütüphanelerinden, tünellerinden bahsedildi...<br />

Muhatabım birden bire şu suali soruverdu:<br />

— Ya bizim nemiz var!.<br />

Evet, bizim nemiz vardı!. Hangi tünellerimiz, hangi •<br />

müzelerimiz, hangi fabrikalarımız ve gemilerimiz vardı!.<br />

Tıkandım kaldım!. Fakat o zamandan beri bir ses, derinden,<br />

ruhumdan gelen bir seş, bana şöyle dedi:<br />

— Yaşıyoruz ve yaşıyacagız!.. Ben ki fikirlerimle, muhakemelerimle<br />

müdafaa edemediğim bu hakka hissimle, ruhumla<br />

çoktan inanmıştım, yaşamıya niçin imanım olduğunu bilmezdim,<br />

gönülden gelen haberler gibi bu da, "Trükrn yaşamak<br />

hakkı,, da benim için bir "karanlık fikir,, di... Bu iman<br />

akla nakadar zıt gelirse gelsin, bir imandır, bu iman ilmî<br />

tahlillerden, mantıkî istidlallerden nakadar kaçarsa kaçsın,<br />

yine bir imandır, her iman gibi bir kuvvettir, ve her kuvvet<br />

gibi yoktan var edici, yaratıcıdır.<br />

Harbin zararları, Anadolunun nüfusu, hiç bir felâket<br />

hiç bir sebep bende bu imanı sarsmadı, sarsamadı. Bu ka ra<br />

günlerde bile türk milletinin bitmez tükenmez olan "yaşa<br />

mak kudreti,, ne iman ediyorum; Dinde bütün masivadan<br />

mücerret bir Allah var, diye haykıran, ahlükta manfaa i<br />

hodbinliği gömen, zevkte, san'atte sadeliği, kibarlığı beye-,


g<br />

nen, tarihte bir devir kapayıp ikinci bir devir açan Türklerin<br />

insaniyet aleminde bir vazifesi, hatta vazifeleri olduğuna<br />

iman ediyorum. Bu iman yalnız benim değil, en cahil<br />

köylülerden en münevverlerine kadar bütün Türklerin samimî<br />

duygusu, en canlı bir aşkıdır. Bu sihirli kuvvet her<br />

gün bir kerre daha Türklerle meskûn olan topraklan<br />

sarsıyor, ve ondan yeni insanlar, yeni mucizeler çıkarıyor!<br />

Yine onun, o imanın şiddetli bir hamlesile bugün yarın bu<br />

topraklar üzerinde yepyeni bir türk medeniyeti dogamayacağım<br />

kim, hangi ilim, hangi aklıselim idda edebilir..<br />

Yalan ve riya<br />

Eğer ruhu madde gibi, canlıyı camit gibi parçalamak<br />

caizse, memleket hakkındaki hislerimizi de ikiye ayırmak,<br />

parçalamak caizdir: Betbinlik, nikbinlik... Betbinlerin ağ-<br />

Zında dolaşan sözler hep: Ölmek, batmak, parçalanmaktır.<br />

Bu iki cereyan çok kere zıt ve düşman olan iki şey gibibirbirine<br />

çarpar, birleşmiyerek, anlaşmıyarak birbirini ezer<br />

ve üzer...<br />

Betbinler çok kere hayatın dişini, ölüsünü gören müşahitlerdir;<br />

ilimleri müşahedelerinden, hesabtan, akıldan<br />

gelir. Nikbinler daha ziyade hayatın içini, seyyalesini sezen<br />

müminlerdir; hükümleri histen, kalpten, ilhamdan doğar...<br />

Akıl, hesap işidir; his, imana bağlıdır. Betbinlik ile<br />

nikbinlik nasıl zıt ise; madde ile ruh, fikirle iman da öylece<br />

ayrıdır. Ölü ile diri bir değildir. Dökülen, kırılan her şey<br />

maddedir. Ayıbı görülen, kusuru anlaşılan her şey maddedir.<br />

Fakat ruh, iman, mefkure, ne derseniz deyiniz, hayat,<br />

canlı, yaşayan böyle değildir; maddeden ayndir. Meselâ Allah<br />

tutulmaz, gözle görülmez, kusuru, noksanı düşünülemez,<br />

her türlü tahlil ve tenkidimizden kaçar. Yalnız yalnız duyulur,<br />

yaşanır, sevilir, uğuruda maddeler, vücutlar, miletler<br />

ifna edilir...


Ruhu madde ile anlayan, maneviyatı akılla tartan,<br />

imanı fikirle tenkit eden felsefe delâlettir. Ve en büyük<br />

delâletimiz bu felsefedir. <strong>Felsefe</strong>nin sırrını, ilmin tekâmülünü<br />

bütün tetkik ediniz, Sofistlerden,Aristolardan gelen,Deseartes'<br />

İarda, Kante'larda süzülen felsefe hamlesinde ne göreceksiniz<br />

Dağlar, taşlar, demirler, kurşunlar alemi gibi bir de dinler,<br />

ahlâklar, san'atler, mefkureler aleminin ve nihayet, ilim<br />

mantığının, akıl cihazının kavrayamıyacağı derecede hususî,<br />

mahrem olan bu his aleminin, vicdan kudretinin varlığına,<br />

yaratıcılığına şehadetler...<br />

Fakat ölü daima dirinin na'şıdir; madde, mananın<br />

artığıdır... Mefkure yer yüzüne inince madde kisvesine<br />

girer. Lâkin girdiği gün artık mefkure değildir, ölmüştür,<br />

elimizde yaşanmış bir aşkın cesedinden başka bir şey kalmamıştır!..<br />

Gerçi bizim için bu ceset hürmete lâyıktır; gerçe<br />

bizim ona karşı bir vazifemiz vardır. Fakat ne bu hürmet,<br />

ne de bu vazife dirilere karşı olanın aynı değildir. Ölüye<br />

takılmak, ölmekle birdir. Onu gömmek lâzımdır. Artık<br />

bütün imanlarımız, bütün emellerimiz yarın için, büyük ve<br />

mukaddes yarın içindir. Bu yarına varmanın en kısa yolu<br />

nedir. Omuzlarımıza çöken bu muhterem cesedi, hayatı,"<br />

hakkı hayatı olmıyan bu ölü maziyi gömmektir. Bu defin<br />

yalnız bir şartla mümkündür: Ölenin öldüğünü en tiz ve<br />

en yüksek sesle bağırmak. Bu feryat vazifesi ise inkılâpçıların,<br />

alnı açık, sütü temiz Türklerindir. En büyük düşmanımız,<br />

yalan ve riya!..<br />

Maneviyat<br />

Türkler tarihte büyük vazifeler yaptılar, en azemetli<br />

mefkureleri yer yüzünde asırlarca muhafaza ve müdafaa<br />

ettiler. Kurunu vustanın ihtiraslı ve iztiraplı hayatından<br />

bütün benliği, bütün istiklâlile sade, vakur bir mimari icat


_. 8 -<br />

ettiler. Garbin, Acemin, Asya Türkçesinin canh unsurlarını<br />

alarak yepyeni bir terkip ve imtizaçla sade, mantıkî bir<br />

dil yabtılar. Garbın menfaat ahlâkına karşı hasbilik ahlâkını,<br />

garbin zinet ve sefahet iptilâsına karşı sadelik zevkini<br />

canlandırdılar. Bütün ananeleri, bütün seciyelerile kendilerine<br />

mahsus bir medeniyeti hemen hemen yoktan var ettiler.<br />

Bütün bu icatlarında, bütün bu hamlelerinde millî dehalarının<br />

şiddetini gösterdiler. Nihayet Türkler çöktüler,<br />

zaman ile, iztirap ile çöktüler..<br />

Artık samimî Türkler için ne rauahedenameden, ne<br />

muharebeden bahse hacet yok! Bir siyaset iflâsından, bir<br />

sevkulceyş hatasından evvel, gözlerinizin önünde duran bir<br />

millet yıkıntısı, bir ruh harabesi var! Türk milletinin yarınki<br />

hayatını tanzim edecek olan güzideleri başlıca şu iki sınıfa<br />

mensup olacaklardır, fikir, ilim yapan mütefekkirler, hissi,<br />

mefkureyi yaşatan sanatkârlar... Birincileri yetiştiren tahsildir,<br />

Darülfünundur; onlar zekânın, tetebbüün mahsulüdür.<br />

İkincileri yetiştiren zevktir, heyecandır; bunlar da doğrudan<br />

doğruya hayatın mevlududur. Her iki dehanın menşei bir<br />

olmadığı gibi, her iki faaliyetin tabiati, usulleri de başkadır.<br />

Eğer bir millet fikren hasta ise tedavisini akılda, aklın,<br />

muhakemenin usullerinde, maddiyatta bulacaktır. Bu inkilâp<br />

ilmî bir inkılâptır. Bu inkilâbı yanliz mütefekkirler yapar.<br />

Eğer bir millet hissen hasta ise tedavisini kalbte, mefkuresinin,<br />

heyecanlarının tekevvününde, maneviyatta bulacaktır.<br />

Bu intibah bediî bir intihahtır. Bu intibahı da san'atkârlar<br />

yapar...<br />

Türk maddeten zayıf, manen zayıftır. Türk maddeten<br />

zayıftır, çünkü manen kuvvtli değildir. Türk manen zayıftır,<br />

çünkü Türkün maneviyatı mazisinin enkazı altında kalmıştır.<br />

Şimdiye kadar gelenler Türkün bu içerideki zafını anlayamadılar,<br />

hastayı hep dışından tedaviye koyuldular! Hastanın<br />

vücudunda çıban gördükçe yardılar, yardıkça başka<br />

yerden patlak verdirdiler!. Türkün hasta vücudu örselene<br />

örselene bir gün geldi yıkihverdi!


— 9 -<br />

Mazinin bu hatalarım tekrar etmek için güzidelere<br />

başka fikirler, başka istidatlar lâzımdır. Herkes her alim,<br />

her kahraman bu manevî hastalığı tedaviye ehil, bu maneviyat<br />

alemini sezmeğe muktedir değildir.<br />

Bu iş bir fikir ve mantık yahut cesaret meselesi değil,<br />

herşevden evvel bir duygu, izan ve takdir işidir. Kitapların<br />

kuru ibareleri üzerine kapanmış, kafaları mücerret kelimelerle<br />

dolmuş, aklıselimini, duygularının bütün berraklığını<br />

kaybetmiş, gözleri pencereden dışarısını bile göremeyen<br />

kafası dolgunlara böyle bir vazife, memleketin ahlâkını,<br />

edebiyatını, maneviyatını islâh vazifesi nasıl teslim<br />

edilebilir!.<br />

Türkün manevî dertlerini sezecek, Türkün hissî inkilâbmı<br />

yapacak olanlar yalnız sanatkârlardır O sanatkârlar<br />

ki Türkün ölen, çöken mazisini atıp, altında henüz sıcak,<br />

henüz yaratıcı olan hayat kuvvetini bulacaklar ve onu canh<br />

bir edebiyat, canîı bir ahlâk şeklinde cesetlendireceklerdir.<br />

Bunun için vicdandan gelen bir hamle ile silkinmek,<br />

kahpten ruha, riyadan samimiyete, ölüden diriye sıçramak<br />

lâzımdır!..<br />

Ozaman Türk kendi benliğini tekrar bulmak zevkile<br />

tarihinin duyan, düşünen devirlerinde olduğu gibi, yaratmak<br />

kudretini gösterecektir. İnkılâbın sırrı şu noktadadır: Riyayı<br />

kaldunp samimiyeti bulmak!..<br />

Mazi ile hal<br />

" Seciyeli, seciyesiz „ diyorlar; Kelime ne manada<br />

kollanılıyor, daha doğrusu kelimenin kaç manası var bilmem!<br />

Benim bildiğim bîr şey varsa o da bu kelimenin psikoloji<br />

kitablarmda bile manasının pek açık surette tespit edilmemiş<br />

olmasıdır. Hele seciyeyi "bir cismi mürekkep,, gibi<br />

düşünüp te basit unsurlarını araştıran psikoloji müellifleri


- 10 -<br />

çoktur. Bazılarına göre seciyenin unsurları sadece irade<br />

ile histir. Alfred Fouillee gibi bazı müellifler de "seciyenin<br />

terkibinde zekâ da vardır, diyorlar- Bu ilmî telâkkilerden<br />

sarfınazar her halde seciyenin zihnimizde az çok vazıh<br />

bir surette delâlet ettiği, hatırlattığı bir vak'a olacak. Bende<br />

bu hatıra eski terbiyemize ait bir vaka'mndır. Seciye der<br />

demez, benim hatırıma gelen şu vak'adır:<br />

Ayasofya Camii şerifindeki Ciharı Yarı Güzin lavhalannı<br />

herkes bilir: Allah, Muhammet... Bu büyük lâvhalarm her<br />

elifi bir insan gövdesi kadar geniştir. Boylan ise belki<br />

altı yedi metrodur. Bu yazıların asıl şayanı hayret olan<br />

ciheti, oüyüklüğü değil, güzelliğidir. Bunlar yazı tarihinde<br />

bir devir başlangıcı olacak derecede müstesna eserlerdir. Bu<br />

lâvhalarm hattatı Kazesker Mustafa İzzet Efendi merhumdur.<br />

Galatasaray Sultanisin hat muallimi olan Mehmet izzet<br />

efendi merhum değil.. Mustafa İzzet efendi büyük bir hattat<br />

aynı zamanda büyük bir musikişinas idi. Harbiye nezaretinin<br />

methali üzerindeki "Daireyi Umuru Askeriye,, lâvhasını<br />

yazan Şefik Bey de büyük bir hattattı, fakat hiç bir zaman<br />

yazıda Kazesker Efendinin kâbına erişemedi. Kazesker<br />

Efendinin eserlerinde yazı tarihinde şeyh Hamdullah efendiler,<br />

Hafız Osmanlar, Mustafa Rakımlar, Celâlettinlerdeki<br />

gibi bir hususiyet vardı. O, yazı kâinatında koca bir âlem<br />

idi. Bunu ancak yazı ile uğraşanlar hakkile takdir edebilir.<br />

Bir gün Şefik Bey büyük bir Celi yazısını tashiettirmek için<br />

hocasının, galiba yalısına gidiyor. Kazesker Efendi müsveddeyi<br />

evirip çeviriyor. Dikkat ediyor, bakıyor kî talebesi<br />

artık mertebeyi kemale ermiş, şayanı iftihar derecede bir<br />

hattat olmuştur. Büyük adam her gururu, her hotbinliği<br />

unutuyor, eser, muvaffakiyet, cehit karşısında duran bir<br />

Türkün alacağı vaziyeti alıyor, kemal şeref ve tevazula<br />

diyor ki:<br />

— Maşallah Şefik Bey artık bizi de geçtiniz...<br />

Kazesker Efendiyi geçmek! Bu, o tarihten sonra


M<br />

gelenler arasında Şefik Bey de dahil olduğu halde kaç<br />

hattata müyesser oldu acaba!. Mamafih bu söz üstadı<br />

azamın ağzından bir kerre çıkmıştır. Şefik Bey böyle bir<br />

iltifata lâkayit kalamıyor, nasıl mukabele etsin !<br />

— Aman efendim estafurullah!..<br />

Diyerek hocasının ellerine sarılıyor!,.<br />

İşte o devrin hattatile şakirdi!.. Bu bir lâvhadır, bir<br />

şiirdir. Güzelliği zamanına göredir.<br />

Ya şimdi!. Her şey yakın mazi ile taban tabana zıttır!<br />

Acaba nasıl bir tarihî inkilâp oldu da her şeyin altı<br />

üstüne geldi, her şey külliyen değişti! Gerçi feylesoflar<br />

derler ki: Hayat değişmektir, mütemadiyen değişmektir.<br />

Fakat hiç bir zaman mazisile alâkasını büsbütün kesmek değil!<br />

Değişmek fikrinde maziye saplanıp kalmak yoksa da, mazisinden<br />

çıkmak ta yok!.. Terakki, maziyi devam ettirebilmektir.<br />

Şimdi mahviyet ve tevazua bu kadar meclüp olan bir<br />

milletin dehası nasıl olur da bu seciyeye taban tabana zıt<br />

olarak arsızlık ve yüzsüzlük şekline girebilir!.<br />

Sadeliğe ve kanaata o kadar mclüp olan bir millet<br />

nasıl olur da israfa ve iptizale bu derece meftun olur !<br />

insanın hüküm edeceği geliyor ki mazimiz yürümemiş,<br />

istikbale akmamış, belki tıkanmıştır ve her taraftan taşan<br />

hayat, kendi yatağını bozmuştur. Ona mecrasını bulduracak<br />

olan, yalnız samimiyet, yalnız şuurlu bir tenkittir.<br />

Papulasın nutku<br />

Dün "Vakit,, de okudum, Yunan Ceneralı Papulas,<br />

İzmir Rumlarından para toplamak için, bundan dört ay<br />

evvel kordonda bir nutuk veriyor; nihayetinde İzmirin istikbalini<br />

karanlık görenlere hitaben diyor ki:<br />

" İzmirin bizim elimizden çıkması hakkında çok değil,<br />

yüzde iki ihtimal mevcut olsa, biz Asyayı Sugaradan Türk-


— 12 —<br />

leri otuz sene istifadeden mahrum edecek vesaite müracaatta<br />

tereddüd etmeyiz,,.<br />

Asyayi Sugara Türk vatanının en mühim parçasıdır.<br />

Bugün Yunan kuvveti, bu Asyanın üarp taraflarını işgal<br />

ediyor. İzmir ve Bursa gibi en zengin, en bereketli, topraklarınız,<br />

en uyanık, en müterekki ahalimiz bu işgal edilen<br />

kısımdadır. Papulasm arzusu veçle, Asyayı Sugaray<br />

otuz sene istifade edilemez bir hale getirmek için yapılacak<br />

iş, gayet basittir: Bir yandan Türk sekenesini, bir yandan<br />

da servet ve sanayiini mahvetmektir!.. Şu var ki "Ben<br />

Asyayı Sugaraya medeniyet getiriyorum!,, iddiasında bulunan<br />

bir hükümet, velev Yunan hükümeti olsun, bu yağmakeriiğj<br />

açıktan açığa yapmak istemez. Çünkü bazı menfaat endişeler 1<br />

buna manidir. O zaman Papulasın diramını oynayacak, hem de<br />

ele avuca sığmayacak bir teşkilâta lüzum vardır: Çeteler!..<br />

Bu gayrı mes'ul kuvvetler, arkasındaki Yunan hükümeti tarafından<br />

arzu edildiği gibi terbiye ve tenmiye edilebilir. İcabında<br />

da bunlardan tecahül etmek kolaylığı daima vardır!<br />

Çünkü aynı gazetenin verdiği malûmata göre Yunan işgali<br />

altında kalan türk köyleri ve köylüleri bugün yunan çeteleri<br />

tarafından yakılmaktadır. Şu halde dört ay evvel Papulasm<br />

söylediği nutka mevzu olan o sözler artık bugün,<br />

bir niyetin ifadesi değil, belki kanlı bir vakanın hikâyesidir!.<br />

Papulasın sözlerinde zulmü ifade için öyle bir kudret<br />

ve samimiyet var ki, Ceneral, rum zenginlerinin hamiyetini<br />

tahrik için Türk köyleriniu nasıl yakıldığını ve yıkıldığın 1<br />

da söylemekten çekinmeyecektir!.<br />

Anlaşılan fertler gibi milletlerin de hastalıkları, çılgın<br />

ve salgın devirleri vardır: Nitekim bütün cihana ilânı harp<br />

eden ve yarı Avrupayı istilâya koyulan Almanyanın o zamanki<br />

halini tetkik eden içtimahiyatçı Durkheim buna<br />

" Dehameti irade „ diyor ve Almanyanın er geç mağlup<br />

olacağını keşfediyordu. Çünkü tabiatta hiç bir devlet yalnız<br />

değildir, askerî satvetini ve madî kudretini tahdit eden


— 13 —<br />

diğer devletler vardır, iradesi diğer milletlerin iradesile,<br />

serveti diğer milletlerin servetile tahdit edilmiştir. İşte Almanya<br />

gibi bu hakikati, bu muayyeniyeti tanımamış olan<br />

bir devletin şuuru körleşmiş, iradesi şişmiş demektir. Böyle<br />

bir devlet, mütemadiyen sağına soluna saldıracak, kesecek,<br />

biçecek, yakacak, yıkacak, fakat nihayet tükenecektir. Diğer<br />

cihetten, feylesof Bergson bir nutkunda Almanyayı<br />

büyük bir makinaya benzetiyor, bir makine intizam ve<br />

kudretile çalıştığını izahettikten sonra kırıldığını ve aitmda<br />

milyonlarca insanın ezildiğini tasvir ediyor ve manevî, ahlâkî<br />

kuvvetlerin ise mahvolmayacağmı, bilâkis yaratıcı ve<br />

lâyezal olduğunu kaydediyor..<br />

^<br />

İşte, Papulasın ağzile " İzmirden çıkarsam Anadoluyu<br />

yakarım!. „ diyen ve izmirden çıkmak ihtimalinin kuvvetleştiğini<br />

görünce aynı Anadoluyu çeteleriie yakan bugünkü<br />

Yunanistanın hali dünkü Almanyanın halinden farklı<br />

değild r. Dünkü büyük Almanya gibi, bugünkü küçük Yunanistan<br />

da iradesi şişkin, şuuru kör, hep saldırıyor. Fakat<br />

tabiat değişmez. Yunanistanm bugünkü muvaffakiyeti herne<br />

olursa olsun, para ve kömür kuvvetile işleyen bu harp,<br />

zuiüm ve istilâ makinesi çahşa çalışa, nihayet aşınacak,<br />

bir gün gelup kırılacaktır...<br />

Türk milletinin bu hakarete lâyık olmadığını mevzubahsedecek<br />

ve müstesna medeniyetimizi insaniyet âlemine<br />

ilân ve müdafaa edecek olan ben değilim; Afrika içlerini ve<br />

buz kıtalarını bile keşfe, tetkike çalışan insaniyet alemi,<br />

Türkü belk Türkten daha iyi tanıyailir. Benim müracaat<br />

edeceğim kuvvet, sadece, milletin şuurudur, milletin<br />

namus ve şeref duygusu, selâmeti fikir ve muhakemesidir.<br />

Öyle bir şuur ki Yunan istilâsı karşısında derhal bir orduyu<br />

yoktan var etmiş ve diğer bir devlet için yeni bir<br />

hayat mebdei bulmuştur... İşte o şuura söylüyorum ki: Yunan<br />

makinesi pek yakında bir gün kırılacaktır. Haktan,<br />

vicdandan gelen bizim kuvvetimiz ise bütün manevî ve


— 14 —<br />

rahmani kvvetler gibi lâyezaldîr. Bu mücadeledeki bütün<br />

hüner ve dehamız zulüm ve şekavet makinesi ni mümkün<br />

olduğu kadar - bizim için az zararla - çok işletmek, ve<br />

nihayet aşındırıp kırmaktır...<br />

Keder yolcuları<br />

Geçen yaz, temmuz iptidalarında Kastamunu ormanlarını<br />

geçiyoruz: Ilgazları görenler yalnız çamlarla meskûn, nüfusu<br />

çok, hoş bir memleket zannederler.... Çamlar, nevilerinin<br />

bütün neşvmema hırsını, yaşamak ve çoğalmak aşkını duymak<br />

işin Ilgazlara gelmişlerdir!. Ilgazlann her sırtında,<br />

toprağının her karışında ferdleri on on beş metro yükselen<br />

bir çam ailesi vardır. Köklerinden kum, tepelerinden güneş<br />

yiyen bu uzun boylu mahlûklar, dindar anadolu topraklarının<br />

yeşil ve canlı minareleridir! Üzerinde bu yeşil minareler<br />

yükselen sırtları saatlerce çıkarsınız ve sulak bir<br />

vadiye doğru saatlerce inersiniz... Zengin bir dekor içinde<br />

yolculuk ediyoruz. Öyle zamanı olmuştu. Yüksek bir tepeyi<br />

aştıktan sonra bir derenin kenarına inmiştik. Dağların etek<br />

lerinden adım başına sızan sularla ıslanan çamurlu bir<br />

yoldan geçiyoruz. Arabamız köşeyi döner dönmez ileride,<br />

hemen yolun kıyısında oturan bir köylüye rastgeldik,<br />

tekerleğin geldiği tarafı arar gibi ellerim uzatıyordu. Bu<br />

adam, gözleri çukura kaçmış bir kördü! Arabanın yaklaştığını<br />

duyunca sükûnetle ayağa kalktı, artık hareket etmiyordu.<br />

Kaç gündür gönlümüz Anadolunun, bu hazin ve<br />

rüya memleketinin aşkile dolmuş gibiydi, taşmak coşmak<br />

için vesile arayordu. Arabamızı anadolunun iztiraplarını<br />

söyleyen bu canlı heykelin karşısında durdurduk ve ona<br />

sadaka verdik. Kör sadece:<br />

— Uğurlar olsun size!<br />

Dedi. Akşama doğru artık bu çam dağlarını terk


— 15 -<br />

etmiştik. Yolun bilmem hangi noktasında arabamız yine<br />

durmuş, dinleniyoruz, hem de otuz kırk kişilik bir sevkıyat<br />

kafilesinin istirahat halini seyrediyoruz. Kafilenin kumandanı<br />

olan çavuş, acemileri oyuna teşvik ediyor, biri kaval,<br />

çalıyor, ihtiyarın biride raksediyor. Bu kaval her zamanki<br />

gibi dokunaklı, bu raks sade olduğu kadar canlı idi. Az<br />

çok neş'elendik fakat, daha fazlası mukadder değlmiş;<br />

Uzaktan gelen çocuklu bir kadm nazarı dikkatimizi kendi<br />

üzerine celbetti. Kadın yaklaşınca:<br />

— Kardeş! Dedi, ileride bir köre rasgeldiniz mi<br />

— Evet rasgeldik, dedim, iki saat kadar ilerde!..<br />

O sizin neniz olur<br />

—r İşte o kör bizim köyden, yine köye götüreceğiz.<br />

Kadın böyle diyerek çocuğun elinden totup sürüklerken<br />

sualimin samimiyetinden cesaret almış gibi, çocuğun<br />

kulağına eğilerek gizlice bir şey söyledi. Çucuk bize<br />

döndü, dedi ki:<br />

— Ağa marul istermisiniz<br />

— Marulmu.. Nasıl marul bakayım!<br />

Dedim. Kadın korkak bir vaziyetle elindeki mendili<br />

açtı. içinden susuzluktan büyümemiş bir kaç marul fidesi<br />

çıkardı.<br />

Ben kötü mal gören müşteriler gibi alelade:<br />

— Kadın, bu maruldan başka hsr şeye benziyor! Bu<br />

yenmez ki!..<br />

Dedim. Kadıncağız mahcup oldu ve ne diyeceğini şaşırdı.<br />

O aralık hatamı tamir için çocuğun eline bir mecidiye<br />

verdim. Çocuk bu parayı hiç görmemiş gibi bir müddet<br />

evirip çevirdikten sonra, annesine verdi. Kadm tekrar çocuğun<br />

kolundan tutup sürüklüyor ve:<br />

— Uğurlar olsun kardeş!..<br />

Diyordu. Bu kadın, hiç şübhesiz Harbi Umumîde kocasını<br />

kaybetmiş genç bir duldu; araba yolcularına bîı kötü<br />

marulları satarak geçiniyordu. Bu tesadüf çok hazindi;<br />

havaim ve .raksın tesirini sürükleyüp götürmüştü.


- 16 —<br />

Yine dün akşam çayhanenin birinde oturuyorum. On<br />

yaşlarında sarı benizli sıska bir kız çocuğu girdi. Elinde<br />

siyah bir tepsi üzerinde beyaz madenden işlenmiş bir<br />

parçayı müşterilerin önünden geçiyor, ince ve titrek bir<br />

şeşle soruyor.'<br />

— Tığ, istermisiniz..<br />

Çaycı izahatat verdi: Bu, evinde tığ yapan fakir bir<br />

adamın kızıdır. Adamcağızın sokakta çalışmaya gücü yetmiyor,<br />

ellerile tığ işliyebiliyor, kızı da bu tığları yirmi beş<br />

kuruşa satıyor, bununla geçiniyorlar!..<br />

Çaycı bu sefalet ve mücadele hikâyesini anlatırken<br />

ben de üç Anadolu seyyahatimle Anadolularm bana sordukları<br />

suvali hatırlayordum.<br />

— İstanbul nasıl, İstanbullular ne halde!<br />

Ve diyordum ki, Anadollu, çocuk, genç, ihtiyar, biz<br />

Türkler hep aynı haldeyiz: hep aynı ikbalin düşkünleri, aynı<br />

talihin kulları, aynı kederin yolcularıyız!.. Ey kum dağlarını<br />

ve çam ormanlarını yaşatan ve çoğaltan Allahim! Körün<br />

gözü parlaması, dulun eri dönmesi hikmeti ilâhiyene mugayirse,<br />

şu yaşayan çocukları olsun öldürme!...<br />

Vicdan ve irade<br />

Geçen yaz Niğde yerlerinden birinin oğlu bağdan dönüyordu.<br />

Dağda karşısına dört silâhlı çıktı ve teslim olmasını<br />

istediler. Genç adam teslim olmayı güçüklük saydığı için<br />

bir kayayı siper aldı. İki taraftan ateş açıldı. Bir müddet<br />

sonra eşkiya kaçtı. Genç salimen babasının evine döndü.<br />

Bu vak'ayı gencin ağzından dinlediğim zaman hayli nazari<br />

dikkatimi celbetmisti; gencin hesabı dörde karşı birin hesabı<br />

değildi, tecavuza karşı nefsini müdafaa eden bir adamın<br />

hesabiydi. Daha doğrusu bu bir hesabtan ziyade bir mucizeye<br />

benziyordu. Dört kişinin tecavüzüne karşı nefsini


— 17 —<br />

ne suretle müdafaa edebildiğini o da izah edemiyordu. O da<br />

bizim gibi birin dörde karşı müdafaasını şahane buluyor,<br />

kendi eseri karşınında kendisi de hayret ediyordu.<br />

Niğdenin hafızasında yaşıyan hatıralar yalnız bu münferit<br />

şecaat vakıalarından ibaret değildir. Aynı memleketin<br />

evlâtları azmin, şecaatin daha büyük manzaralarını gördüler:<br />

Millî Hareketin başlangıcında Sivastan gelen istiklâl<br />

ve müdafaa daveti Niğdeliler arasında anî bir aksi tesir<br />

gösterdi: Bu daveti redde müstait olan memurlar bir gece<br />

ansızın memleket haneme sevkediliverdi. En ihtiyarları<br />

başta olduğu halde iki üç yüzü birden dağa çıkıverdi.<br />

Bu ufak kuvvet ne fennî bir pilâna, ne de bir erkânı harbiyeye<br />

malik değildi. Yalnız bir amiri vrdı: dan, ve bir<br />

kuvveti vardı: İrade... Bu ufak başı bozuk kuvvet bütün<br />

da yollarını k apadıktan başka bir gün muntazam bir ordunun<br />

altı yedi yüz kişisini de esir ederek Niğde sokaklarına<br />

indiriverdi. Niğde evlerinde bu gün o kahramanlığın<br />

maceraları söyleniyor ve en çok hayret edenler arasında<br />

yine kahramanlar bulunuyor.<br />

İşte bütün Anadolu harekâtı aklın ve hesabın çerçevesine<br />

siğdınlamıyan vicdanî ve iradî eserlerdendir<br />

Hatta denilebilir ki bu müdafaa vicdanın, iradenin kendisidir.<br />

Zayıfın kaviye, azın çoğa, fakirin zengine karşı zaferinden<br />

ibaret olan bu harika ancak manevî kuvvetlerin maddî<br />

kuvvetlere karşı olan hâkimiyetiie izah edilebilir. Eğer<br />

Anadolu korkmuyor korkutuyor, yorulmıyor yoruyor, alçalmıyor<br />

yükselivorsa, bu, bitmez tükenmez bir kudret ve<br />

kuvvet hazinesine malik olduğundandır. Bn manevî kudret<br />

ve kuvvetin şanı yalnız maddî kuvvetlere er geç hâkim<br />

olmak değil, mahvolmamak, ve bir gün gelip maddî huvvetlereri<br />

de yaratmaktır.


Anadolu harbinin felsefesi<br />

Geçen yaz Anadolunun harp sahasına en yakın olan<br />

Vilâyetlerini gezdim. Sakarya harbinin bütün şiddetine, müdafaanın<br />

bütün fevkalladeliğine rağmen Anadoluda her<br />

şey, her yer, her kes sakindi. O derecede ki kendinizi<br />

harp etmiyen, sulh içinde yaşayan bir memlekette zannedebilirdiniz.<br />

Gerçi Ank araya giden bütün şosalardan akın<br />

akın cephane kervanları, top arabaları, tayyare takımları,<br />

asker kafileleri geçiyordu. Fakat bu hareketlerde hiç bir<br />

gösteriş yoktu, her iş en gürültüsüz ve en üzüntüsüz bir<br />

şekilde yapılıyordu... Bu, Anadolu müdafaasının göze görünen<br />

kısımdır. Kalp, ruh ciheti ayrı bir âlemdir. O âlemde<br />

her fikir, her his müdafaya çevrilmiştir. Ocakta, yolda,,<br />

tarlada, hükümet konağında düşünülen, duyulan hep o<br />

müdafaadır. Tarihin zulüm ve tecavüz devirlerinde olduğu<br />

gibi zihinlerde ihtilâl, ruhlarda ihtiras yoktu, bilâkis<br />

tarihin büyük vect ve hürriyet zamanlarında olduğu gibi,<br />

bu ruhlarda derin bir tevekkül, kader ve talihe karşı<br />

büyük bir teslimiyet vardı. Anadoluda ölmek bîr emri tabiîdir.<br />

Tabiî olmıyan, yorgunluk, bıkkınlık ve yeistir. Zira bu<br />

vect her türlü maddî iztirapları eritmiştir. Açlık, soğuk,<br />

yara, hatta ölüm, maddî olan her felâket, her acı bu<br />

iklimde duyulmaz olmuştur. Anadolunun bu sükûnet ve<br />

sekineti yanlız mafevkinin emrine itaat eden cahil ve masum<br />

halkta da değil, Anadolu müdafaasını yoktan var eden<br />

kumandanlarda da vardır. Sakarya harbi Ankara muallimler<br />

kongurasımn toplandığı bir zamana tesadüf ediyordu.<br />

Türk ordusu düşmanı içeriye, Pulath hattına kadar çekmek;<br />

için muntazaman ricat ederken, Ankara Darülmualliminin<br />

natamam binasında toplanan genç ve ihtiyar muallimler;<br />

Türkiye maarifinin islâhı ile uğraşıyorlardı. Öğünlerin birinde<br />

cepheden henüz avdet etmiş olan Mustafa Kemal Paşa<br />

muharebenin safhaları hakkında Millet Meclisine izahat ve-


|Q<br />

riyordu. Elinde harita, en sade bir lisanla fikirlerini ifade<br />

eden bu zatin hali sade bir lisanla meramını anlatan bir mukarririn<br />

hali kadar külfetsiz idi. Zannedersiniz ki Anadolu<br />

kumandanlarının bütün dehası düşmanın her kuvvetini, her<br />

tecavüzünü ve hayatın her şeametini sükûnetle karşılamaklar<br />

ve her maddî kuvvete karşı sebat etmekten ibarettir.<br />

Hulâsa Anadoluda en küçük bir neferden en büyük<br />

bir kumandana, en ufak bir müsademeden, en büyük bir<br />

melhameye kadar her insan sakin, her zafer nümayişsizdir.<br />

Cephede ve cephe arkasında sessiz, gösterişsiz çalışan bu<br />

insanları görenler için iki nazariyeden biri: Ya Anadolu<br />

yaptığı muazzam müdafanın tarihî ve insanî kıymetini taktirden<br />

aciz insanların ülkesidir, yahut bu insanlar bütün<br />

bir orduyu var ettikten ve bu ordu ile adedi, vesaiti daima<br />

katkat faik bir düşmana İnönünde, Sakaryada galip geldikten<br />

sonra kendi mucizesinden gururlanmiyacak ve hiç<br />

bir nümayiş yapmayacak derecede yüksek seciyeli, vakur<br />

insanların vatanıdır., ikinci nazariyenin ne derece doğru<br />

olduğunu anlamak için mutlaka cephelerde bulunmak lâzım<br />

değildir. Uzak köylerde bile cephe menkıbelerini dinlemek,<br />

hudutların selâmeti için çalışan köylüleri, sırtında cephane<br />

taşıyan kadınları görmek kâfidir. Anadoludaki j millî hayatın<br />

nevi şimdiye kadar zihnin ve lisanın icat ettiği mefhumların<br />

hiç birile kabili ifade değildir. İnsan bu hakikati gözile<br />

gördükten sonra kendi kendine sorar ki: Acaba Anadolu<br />

halkı türk ve yunan harbinin bütün fennî ve askerî<br />

mahiyetini, ihtimallerini düşünecek, zafer hususunda yüzde<br />

yüz emin olduğunu anlayacak derecede münevver midir<br />

Hayır!. Öyle ise Anadoluda bu harbin mahiyetini, atisini<br />

tenvir etmek maksadile köylere ve en cahil köylülere varıncaya<br />

kadar telkinatta bulunmak maksadile teşkil edilmiş bir<br />

propaganda şebekesi mi vardır Yine hayır!.. Ohalde bu<br />

saf, cahil ve fakir halka davasının hak, düşmanının zebun<br />

olduğu kanaati nerden geliyor Kim, hangi esrarengiz


_ on _<br />

kuvvettir ki "Köylü, cepheye koş ! Allah seninle beraber<br />

dir,, diyor!. Bence bu esrarengiz kuvvet iki tarafın kuvvetini,<br />

vesaitini, kabiliyeti harbiyesini hesap ettiren, Yunanlıların<br />

bir çok maddî hususlardaki faikıyetini düşündüren<br />

kuru bir akıl ve muhakemenin çıkardığı riyazi netice<br />

değil, fakat tarihî ve manevî bir hayatı olan bir milletin<br />

vicdanının en derin nahiyelerinden gelen bir ilham, bir<br />

şevki tabiî, yaşamak ve hürriyetini müdafa etmek şevki<br />

tabisîdir.<br />

Köylerden asker çıkaran ve onu yeryer müdafaa merkezleri<br />

haline getiren, nihayet muntazam bir orduya<br />

kaiben, silâh olmayan yerde taş, istihkâm bulunmayan<br />

yerde göğüsle müdafaa ettiren, en nihayet bütün mütemeddin<br />

insaniyetin huzurunda "İşte ben varım ve var olacağım!<br />

„ dedirten bu şevki tabiîdir. Bu esrarengiz şuur<br />

hiçbir ilmin, hiçbir talimin ve hiçbir propagandanın mahsulü<br />

değil, fakat tarihimizin, hayatımızın, en derin ve en<br />

samimî benliğimizin sesidir, dinin, ahlâkın, sanatın, mefkurenin<br />

adeta kendisidir... İşte bu lâhutî kudret aklın ve<br />

muhakemenin sathına çıktığı gün Anadolu Türkü kendisini<br />

mintarafillâh bir vazifeyi mukaddeseye memur duydu ve<br />

peygamberlerin, velilerin, fatihlerin iradesini kendi nefsinde<br />

buldu. Artık hiçbir şeyden korkusu kalmamıştı<br />

Bugünkü Anadolu hükümetinin vaziyeti için en yakın<br />

misal ne olabilir Bir Frausız mütefekkiri için bu cihanı<br />

istilâ sevdasına düşen ve kendinden başka kuvvet,<br />

kvvetten başka hak tanımıyan Almanyan değil, bir<br />

namus uğruna köylüsünden kralına kadar bütün topraklarını<br />

ve bütün medeniyetini düşmanına istilâ ettiren<br />

Belçikanın ve aynı hassasiyetle düşman istilâsını istihkar<br />

eden Fransasra vaziyetidir. Gerçi Almanya da Belçika ve<br />

Fransa gibi dünya üzerinde hak davasında bulunuyordu,<br />

gerçi Almanya da kendisinin ali ve ilâhî bir ırk olduğunu<br />

iddia ediyor ve bu iddiasını teyit edecek ırk nazariyetîerine


_j. 91<br />

sarılıyordu, fakat Alamanya haksızdı!. Gerçi Alamanyada<br />

,,zaferi nihaî,, diyordu, fakat münhezim ve makhur oluyordu.<br />

Gerçi Alamanyanın da namütenahi zannedilen kuvvetleri<br />

vardı. Fakat nihayet tükendi!.. Gerçi Alamanya da<br />

dünyanın en cesim toplarını dokuyor ve müthiş tahtelbahirler<br />

yüzdürüyordu. Fakat topları patlamaz, gemileri yüzmez<br />

oldu!.. Çünkü Alamanyanın kuvveti manevî değil, maddî<br />

idi. Kuvvet içeriden gelmiyor, dışarıdan, toptan ve gülleden<br />

geliyordu! [*].<br />

İçtimaiyatçı Dürkheim " Harbi kim istedi,, unvanile<br />

yazdığı risalede: Alamanya mağlûp olacak, çünkü tabiatta<br />

beşerî kuvvetler haricinde maddî kuvvetler vardır. İradeyi<br />

beşer bu kuvvetlerin zaruretlerile mukayyettir, halbuki<br />

Alamanya bu tabiî kuvvetlere de isyan etti. Aîamanyanın<br />

iradesi salim bir irade değildir, dehamete uğramıştır, diyordu.<br />

Bu gün müteveffa Dürkheim'm nazariyesini teyit eden misal<br />

Yunanlıların vaziyetidir. Bu günkü Yunanlılar da dünkü<br />

Atamanlar gibi tabiatin kanunlarına karşı isyan etmiştir.<br />

Nüfus, para, gemi, kurşun, top gibi maddî kuvvetlerini<br />

nüfusun, servetin, idare adamlarının kifayet edemiyeceği<br />

mesafelere döküyor, hudut, zaruret tanımıyor, Almanya<br />

gibi bu milletin de iradesi salim bir irade değildir, dehamete<br />

uğramıştır. Dünkü Alamanya "Millî hududlar, hürriyet, şeref<br />

ve namus... „ gibi insanların en mukaddes tanıdıkları<br />

kıymetlere ve mefkurelere hücum ediyordu. Büyük Kante'm<br />

milleti o kadar büyük feylesofları olmıyan fakat buna mukabil<br />

gayet çalışkan, ve gayet namuskâr olduğu için Harbi Umumîde<br />

bitaraflığını bozmak istemiyen ufak bir milletin, Belçikanın<br />

hududlarım çiğnemişti. Almanya yalnız askerî hududlara<br />

değil aynı silâhla beşeriyetin mali müştereği olan manevî<br />

sahalara, bedialara da hücum ediyordu. Gotik san'atinin<br />

en mütekâmil eseri olan Reims kilisesinin dantel gibi<br />

mce oymalarını Krup fabrikasının obüsleri tuz gibi dalı*]<br />

Bu hükümlerin esasi içtimaiyatçı Durkheim'la feylesof Bergson'undur.


ğıtıyordu!. Almanya da topla, tüfekle her şey mahvolur<br />

sanıyordu. Halbuki Meşhur feylesof Bergson'un"Harbin manası,,<br />

adlı makalelerinde dediği gibi, âlemde tükenen hem de<br />

tükenmiyen kuvvetler vardır. Alamanyamn toplan Yunanistanın<br />

Efzunları gibi tükenen kvvetlerdendir. Halbuki<br />

Fransamn, Beiçikanın vatanperverliği Türkün namus ve<br />

kahramanlığı gibi tükenmiyen kuvvetlerdendir. Zira manevî<br />

kuvvetlerin menbaı ilâhîdir.<br />

Yunan ordusu ergeç inhiiâl edecektir. Çünkü maddî kuvvetler<br />

tükenicidir. Halbuki bizim kuvvetimiz tükenmiyecektir.<br />

Çünkü manevî kuvvetler yaratıcıdır. Bizim ordumuz ricat<br />

etse bile inhiiâl etmiyecektir, fakat Yunanistan ölen Efzunlarının<br />

yerini doldurmıyacaktır. Yunanistan makhur olacaktır.<br />

Hülâsa ister Anadolu halkı gibi sadece hayat şevki<br />

tabiîsine müracat ediniz, ister bir içtimaiyat âlimine sorunuz<br />

ve yahut bir feylesof gibi harbimizin mukadderatını maddî<br />

manevî kuvvetlerin mukadderatile izah ediniz, nihayet vasıl<br />

olacağım netice şudur: Yunanistan düşecek, Türk kurtulacaktır.<br />

Harbimizin felsefesi hürriyetin felsefesidir. Bizim bu<br />

itikadımızı sarsacak hiç bir ilim, hiç bir his yoktur.<br />

İlâhî zafer<br />

Balkan hezimetinden iki sene sonra idi. Mağlûbiyetin<br />

acısı henüz geçmemişti. Bir gün îstadbuiun oldukça uzak<br />

bir mahallesinde nümüne mektebinin bahçesinde çocuklar<br />

ve aileler toplanmışlar, müsamere seyrediyorlardı. Mini<br />

mini çocuklar manasını anlayamadıkları manzumeleri<br />

okuyorlar, kadın erkek bütün halk bu tantanalı fakat cansız<br />

sözleri mihaniki ve gayrı şuurî surette aîkışlayorlardı..<br />

Müsamere fikirlerde hiç bir iz, hislerde hiç bir uyanıklık<br />

hasıl etmeksizin saatlerce devam ediyordu!.. Halkın bu<br />

intizarlarını görenler onun daha manalı bir şey beklediğine


— 23 —<br />

zahip oluyorlardı. Müsamerenin sonuna doğru yirmi yirmi beş<br />

yaşlarında bir genç, cemaate karşı söz söylemekten çok<br />

sıkılan bir muallim konferans vermeğe başladı. Konferansın<br />

mevzuu ne idi, kimlere hitap ediyordu Ne maksatla hitap<br />

ediyordu. Bunların hiç biri evelden bilinmiyordu. Genç<br />

muallim boğuk, titrek bir sesle, ekseriya da ellerinin kollarının<br />

sarsak hareketlerine müracaat ederek muhayyel bir<br />

türk ülkesinden bahsediyordu. Bu ülke muazzam bir devletindi,<br />

diritnotları, topları, orduları, fabrikaları, ticaret<br />

filoları, büyük mektepleri, senayii nefisesi olan bir devletindi.<br />

Bu ülkenin havası saf, toprakları feyyaz insanları çok<br />

çalışkandı. Bu ülke tarihin kaydettiği ülkelerin en müterakkisi,<br />

milletlerin tahayyül ettiği ülkelerin en muhayyeli<br />

idi. Bu ülkeyi kim, hangi kudret halk etmiş, hangi millete<br />

tevdi etmiş, hangi tarihe onu kaydetmek şerefini vermişti..<br />

Bunlar da meçhuldü.<br />

Genç muallimin rüyası o tarihte bütün genç milliyetperverim<br />

ruyasiydi. Türkçülük mefkuresinin bediî timsali<br />

bu " muhayyel ülke,, idi. Bütün genç muallimler, hatipler:<br />

"Bir gün gelecek, harap yurdumuz Turan olacak!,, Diyor-<br />

İardı. Fakat aradan seneler geçiyor, muharebeler oluyor,<br />

mezarlar insanlarla doluyor, serviler yıkılıyor, minareler<br />

kırılıyor, genç hatibin hayali asla vücut bulmuyordu!. Zaman<br />

zaman biz milliyetçiler rüyasında zengin olan fakirler gibi her<br />

uyanışta bir kere daha a vuçlarımizın içini arayorduk. Milliyetçilik<br />

sukutu hayali her türlü hayalsizlikten daha elimdi.<br />

Millî intibahın bu safhası en sönük safhadır.<br />

Benim hafızamda millî intibahın ikinci safhasını tespit eden<br />

vak'a şudur: Bir akşam geç vakit Şehzade Başından geçiyordum.<br />

İhtiyar bir dostuma tesadüf ettim. Bu zat doktorluk<br />

mesleğine şiiri, resmi ve musikiyi ilâve etmiş bir mütefekkirdir.<br />

Arkadaşları arasındaki mevkii sadece müspet düşünen,<br />

muhakemelerinde ki vuzuh ve katiyetle teshir eden bir<br />

mütefekkir mevkii değil, hem de hayat hamlelerini taşıyan


- 24 -<br />

mezara girse kendisile birlikte hayatı sürükleyen' bir<br />

san'atkâr, ciddi bir adammevkiiydi. Doktorla aramızda millet<br />

bahsi açıldı. Her zamanki gibi parlak gözlerini ileri dikerek<br />

kalın ve keskin sesile hikâye etti: "Senelerden beri Türk<br />

Ocağına gidiyorum. Senelerdenberi de ocak için bir bina<br />

yaptırmak me'elesi görülşüüyor. Yer yok, fazla olarak her<br />

ay yüz, iki yüz lira masrafımız oluyor. Bu gidişle bir yurt<br />

sahibi oimak imkânı olmıyacak. Öyle ise arkadaşlar dedim,<br />

burada belki üç bin kişiyiz, gidelim yangın yerlerinde<br />

bir arsa satın alalım, her birimiz bir gün temel kazalım,,<br />

yine her birimiz birer tuğla getirelim, içimizde mircar<br />

olanlar haritasını yapsınlar, duvarcı olanlar duvarını!. İki<br />

ayda basit bir bina yapalım, içine girelim, gelecek sene<br />

biraz daha ikmal ederiz. Gelecek senelerde yine çalışırız,<br />

ölünciye kadar... Biz öldükten sonra da gelecekler çalışsınlar...<br />

Ak saçlı doktor bu sözleri okadar i ddiyetle ve<br />

o kadar samimiyetle söylüyordi ki müteessir olmamak kabil<br />

değildi. Doktorun bu sözleri üzerinde düşündüm: İşte bir<br />

miliyetperver ki birincisi gibi hayalle, menfi bir teşhirle kalmıyor,<br />

hayali hakikate kalp etmek çarelerini buluyor, rüyasına<br />

vücut verecek fenne, usulede vakıf... Fakat hayatın<br />

huzurunda bu doktorla o muallim ar* mdaki fark ne olabilir<br />

Biri sadece tahayyül ediyor, diğe . razla olarak tefekkür<br />

ediyor, işte o kadar...<br />

Bu tesadüflerden sonra hayli zaman geçti. Günün,<br />

birinde Harbi Umumî Türkiyeyi İtilâf devletlerine mağlûp<br />

etmişti. Müstakil yaşamak istiyen Türkiye için artık hiç<br />

bir ümit kapısı açık kalmamıştı. Her ümit, her hayal sararıyor,<br />

her tefekkür tıkanılıyordu. Her yerde ölüm havası<br />

teneffüs ediyordu. Günün birinde Çanakkale sperleri içinde<br />

ölümle göğüs göğüse çarpışan ve ölümle sade vücudunu<br />

değil, aklının, hissinin bütün melekâtını karşı koyan bir<br />

kumandan memuren Şarkî Anadoluya gidiyordu. Bu adam<br />

kimdi Sekiz sene evvel muhayyel ülkeyi terennüm eden


- 25 -<br />

genç miydi Yoksa basit projeyi tavsiye eden mütefekkir<br />

miydi hayır, sadece bir asker, belki o genç hatip gibi millî<br />

rüyaların zevkini tadan, belki o mütefekkir gibi emellerin<br />

nasıl tahakkuk edeceğini bilen bir adam, bu adamı evvelki<br />

enmuzeçierden ve dünyanın bütün şair, hassas, müdekkik<br />

insanlarından ayıran bir seciye vardı. Bu seciye ne hayalî<br />

ne de fikrî sahada kalmıyor, yüksek bir hayatiyete malik<br />

otan verasetler gibi şuurun, vicdanın en derin tabakalarına<br />

indiriyordu. Bu seciyenin kökü azimdi. Bu adamda genç<br />

muallim gibi rüyasında bir ü ke görmüş, ihtiyar mütefekkir<br />

gibi ülkeyi inşa etmenin çaresi budur demişti. Fakat<br />

ne rüyaların içinde boğulup kaldı, ne de fikirler tavsiyesi<br />

ile vakit geçirdi, türk milletinin yaratıcı kabiliyetini bir<br />

kere daha ispat için ileriye atıldı. Yarinki devletin ilk temel<br />

taşını sırtında taşıdı ve tuğlasını kendi elile koydu. Sağdan<br />

soldan, dağdan tepeden, şarktan garptan gelen kuvvetler<br />

kuvvetine zammoldu. Bu ferdî azimler birleşe birieşe<br />

ve her birleştikçe yeni yeni kudretler doğa doğa bu günkü<br />

müzafferiyeti doğurdu. Anadolu zaferinde tecelli eden<br />

rüya, genç muallimin rüya sidir; bu zaferi idare eden zekâ,<br />

mütefekkir doktorun zekâsıdır; fakat bütün bediî ve ilmî<br />

tefsirlerle izah edilemiyen bu harikulade eser iradenin,<br />

bu batini kudretindir. Ruhun bu güzel mucizesini, bir kere<br />

bu mucize azmin, iradenin esrarengiz menbalarından fışkırdıktan<br />

sonra, münhasıran iyi düşünülmüş bir plânın, iyi<br />

tatbik edilmiş vesaitiie izaha kalkışacaksınız. Nihayet herkes<br />

gibi bilâ ihtiyar siz de harikul ade bir netice, düşünülmemiş<br />

bir zafer diyeceksiniz vs gayrı kabili izah bir hadise<br />

karşısında bulunacaksınız. Onun için bütün aklî muhakemelerden,<br />

ilmî tahlillerden evel hayata yaklaşalım. Vücudumuzu<br />

sperlere yerleştirelim, aklımızı Anadolu askerinin<br />

sîslile, hissimizi muhariplerinin hissiie birleştirelim, kubbelerimizi,<br />

minarelerini, mihraplarını yıkan, namusu, iffeti<br />

körleten, damarlarımızda dolaşan kana susayan bir düş-


- 26 —<br />

manla karşılaşmak için evvelâ ölüm kokusunu duyalım<br />

ve ruhumuzun gayrı kabili ifade bir hamlesile irademizin<br />

bütün şiddetile sarsılalım, işte o zaman bir âlemi imkân<br />

içinde yaşadığımızı göreceğiz, o zaman her fikir millî gayemiz<br />

için muti bir alet, her emel, her rüya tahakkuka amade<br />

bir maksat olacaktır.<br />

Millî müdafaanın bize öğrettiği hikmetler gayet basittir:<br />

1 — Para, top, tüfek, propaganda... gibi, haktan,<br />

hayattan, vicdandan gelmiyen maddî kuvvetler tükenicidir;<br />

halbuki izzeti nefis, namus, mefkure gibi manevî kuvvetler<br />

lâyezaldir ve maddî kuvvetlerin fevkindedir.<br />

2 — Milliyetin, hürriyetin ihtiyacı ne sadece bediî<br />

tahayüllere, ne de sadece fennî plânlardadır. Milliyet kökleri<br />

rademizin, azim, fedakârlık ve istihkarı hayat gibi cevherleriîe<br />

beslenen genç bir fidandır.<br />

3 — Milletlerin esaret veya isiklâli mevzuubahsolduğu<br />

tarihler tarihlerinin hayat veya memat noktalarıdır. Büyük<br />

adamlar hürriyet yerine zillet yolunu ihtiyar ederek kendilerile<br />

beraber milletlerini de ölüme sürüklerler! Halbuki<br />

yine o adamlar ölüm bahasına hayat ve istiklâl yolunu tutarak<br />

kendilerini ve mîlletlerini hürriyete ksvştururlar...<br />

Efzunla istilâ edilmiyen ülke<br />

Günün birinde İzmirin Yunanlılar tarafından işgal<br />

•olunacağı şayi olmuştu. Kadın, erkek, çoluk çocuk bütün<br />

müslümanlar minarelerden gelen bir davet üzerine şehrin<br />

meydanlığında toplandılar. Zavallılar beyhude telâş ediyorlardı.<br />

Körfezde yatan zıhlılara protestolar çektiler, beyhuhude<br />

o zamanın âciz valisine müracaat ettiler... Aradan<br />

^ok geçmeden işgal vaki oldu. Elinde Yunan bayrağı taşıyan<br />

bir kız Kordondan geçen taburların önünden yürüyordu.<br />

Niçin "yaşasın Venizelos! „ bağtrmayorsun diye bir


27<br />

zabitimizi şehit ediverdiler. Derakap vukuat vukuatı, tecavüz<br />

tecavüzü takipetti, zulüm zulmü teştit etti.<br />

Kumandanları beyannamelerin de Anadoluya hürriyet<br />

ve adalet getirdiğini söylüyordu. İdare adamları nutuklarında<br />

Yunan idaresinin esasatı yunan feylesoflarının esasatına<br />

göre olduğunu ilân ediyorlardı. Yunanlıların bu beyannameleri,<br />

nutukları haricindeki adaleti, eski yunan feylosoflarmdan<br />

alınan esasatı ne idi ! Bnnu üç buçuk senelik işgalin<br />

tarihi göstermiye hazırlanıyordu!.. Yunanistan acaba<br />

hangi medeniyetini tesise geliyordu ! Cahil anadolunun<br />

vatanında Atina Darülfünununun acaba hangi şubelerini<br />

açacaktı ! Esasen bu ufak milletin ilim ve irfanını taşıyor<br />

muydu ! Izmire ayak basmadan evvel, âlemi tenvir için<br />

kendisine ilahî bir memur vecdi mi duymuştu ! Yoksa bu<br />

zayıf millet tekessür eden nüfusunu taşırmak için bir müstemlike<br />

mi arıyordu! Anadolu Türklerinin kendi kendilerini<br />

idareye kabiliyeti olmadığını bu millet kimden öğrenmişti!<br />

Kendisinin büyük bir müstemlike milleti olduğunu ona kim<br />

söylemişti ! Yunanistanm müdafae ettiği Hak hangi<br />

hak, himaye edeceği ilim hangi ilim, neşredeceği medeniyet<br />

hangi medeniyetti ! İşte bütı n bunlar meçhuldü. Bütün<br />

bunlar Yunan idare adamları tarafından bile samimî<br />

surette belki hiç mevzuubahsolmamıştı!.. Kıratları da dahi'<br />

olduğu halde hariçte pulatikacılarm vaitlerinden, dahilde<br />

nümayişçilerin türlü alâyişinden sarfınazar, şu basit suali<br />

belki hiçbir Yunanlı bir kere olsun kendi vicdanına sormamıştı<br />

: Ben neyim !. O halde Yunanistan topraklarımızı<br />

niçin istilâya geliyor, akıbeti meçhul olan bu kanlı, sergüzeşte<br />

neden atılıyordu !.<br />

Bu sualin cevabını hayatın, ezelî zaruretlerini idrak<br />

eden durendişler hakikî millet adamları değil, aynı<br />

hayatın aynı tarihin cahili olan bir serseri veriyordu. Bu<br />

adam. Venizelostu. Venizelos müdebbir değil, fakat hilekârdı.<br />

Venizelos hükümet adamı değil fakat bir komitacı idi. Ve-


28<br />

nizelos azimkar değil, fakat fırsat düşkünüydü!. Hilekâr<br />

zekâsının, komitacı ruhunun, zebunküş mizacının bütün<br />

kuvvetini sarfetti. " Megaloidea „ ile, hayaliham ile melûf<br />

bir milletin iptidaî kalan şuurunu büsbütün körleştirdi...<br />

İpnotizma mütahassıslannın sinirli hastalarını sunî olarak<br />

uyuttukları gibi, sahte pulatikacı da aciz milletinin<br />

aklını, iradesini uyutuyor, bütün selâmet hissini, bütün<br />

tenkit ve ihtiyat melekelerini kötürümleştiriyordu.. Hastalarını<br />

ilâçlarının iksir olduğuna inandıran yalancı hekimler<br />

gibi, bu yalancı diplomat ta puanının lâyuhti olduğuna kandırıyordu.<br />

Yunanistan böyle bir ipotizmacıya teslim olmak<br />

için ruhunun en müstait bir zamanında yakalanmıştı, nihayet<br />

teslim oldu. Yunanistanın "Size adalet getirdim,, dediği<br />

millet onun adaletini istemiyordu. Yunanistanın "Sizi idareye<br />

geldim,, dediği millet onun idaresini talep etmemişti I<br />

Hiç bir Türk, hatta kendi dindaşı olan anadollular dahi<br />

Yunanistanı istemiyordu. Bu vaziyette tecavüz eden Yunanistan<br />

ne yapacaktı Kendisini cebren istetecekti!..<br />

Filhakika Yunanistan istilâya, zulme niyet eden bir<br />

milletin bütün hazırlıklarına malikti. Gerçi Yunanistan henüz<br />

Harbi Umumiden çıkmıştı, fakat bu harbe geç girmişti.<br />

Gerçi Yunanistan harp için masraf etmişti fakat maliyesi<br />

zengindi. Gerçi Yunanistan bu Harbi Umnmide maktul<br />

vermişti, fakat büyük zayiata uğramamıştı. Bunun haricinde<br />

olarak Yunanistan silâhın, cephanenin bütün envaına<br />

malikti. Yunanistanda top, tüfek, zıhlı, diritnot, Efzu», Dırahmi<br />

herşey vardı. Denizlere hâkim, karalara yakındı.<br />

Bütün bu maddî vasıtalar haricinde müttefiklerinin manevî<br />

müzaheretine lâyık görünmüştü. Yunanistanı bu teşebbüsten<br />

vazgeçirecek, ona "Dön geril,, diyecek hariçte dahilde<br />

hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız bir kuvvet, fakat bütün<br />

maddî, haricî olan kuvvetlere benzemiyen, batım, manevî<br />

bir kuvvet: Vicdan! Halbuki o da daha evvel Başvekil<br />

tarafından uyuşturulmuştu. Binaenaleyh Yunanistan ne ha-


ficinde, ne de batımnde bu tecavüzünü tevkif edebilecek<br />

hiçbir manie tesadüf etmiyerek ipnotize edilmiş bir<br />

adam mihanikitiyle saldırdı, kan dökmek, şehir işgal etmek,<br />

köy yakmak, ekinleri mahvetmek için saldırdı...<br />

Beri yanda Türkler ise zaten talihin bütün meşum<br />

akibetlerine uğramışlardı. Türkiye İzmirin işgalinden çok<br />

evvel mağlup milletler gibi bir mütareke aktetmiş, silâhlarını<br />

bile teslim etmişti. Türkiyenîn zengin bir maliyesi, tükenmez<br />

bir hazinesi de yoktu. Gençlerinin kısmıazamı<br />

Harbi Umumide telef olmuş, birçok dirayetli zabitleri şehit<br />

düşmüştü. Silâhsız ve cephanesiz Türkiye dünyanın en nazik<br />

bir kıtasında sakin bulunuyordu. Her taraftan denizle<br />

muhat olan Anadoîumın limanları topsuz, tabiyesiz, istilâlara<br />

maruz bir halde idi. Yunan bayrağı İzmir kordonunda<br />

gezdirildiği gün Türkiyenin asker denilebilecek askeri, müstakil<br />

denilebilecek devleti yoktu. Fakat yine bu Türklerin para<br />

ile satın alınmayan, Efzunla istilâ edilmeyen ve zaman ile<br />

tükenmiyen bir knvveti vardı: Vicdan! O vicdan ki âlemde<br />

gayet müstesna bir medeniyeti, islâm ve türk medeniyetini<br />

vücude getirdikten ve hayatının mukadder olan bütün<br />

ezalarına göğüs gerdikten sonra Çanakkale muzafferiyetini<br />

yaratmıştı. Türk vicdanının unsurları arasında ölüm<br />

vardı, esaret yoktu. Zaruret vardı, zillet yoktu. Türkün<br />

vicdanı denilen bu manevî kuvvet acaba açık limanları<br />

kapatabilir miydi, Anadolunun azalan nüfusunu çoğalta bilir<br />

miydi, Devletin tükenen hazinesini doldura bilir miydi !.<br />

Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetlerin cidalini bu türk ve<br />

yunan harbi gösterdi. Bu harbi sırf bu noktadan dört<br />

safhaya ayırabilirsiniz. Birinci safha, İzmir kordonuna çıkan<br />

bir Efzun karşısında ellerinden kollarından başka silâhı,<br />

incirinden, devesinden başka serveti olmayan bir köylü<br />

vardır. Bu safha köylü tarafından mukavemetsizlik ve yeis<br />

Efzun tarafından cüret ve zulüm safhasıdır, ikinci safhada<br />

bu efzunun karşısına çıkan silâh namına elinde yalnız bir asâ


- 30 -<br />

servet namına cebinde yalnız bir atmişlık taşıyan bir fakirvardır.<br />

Efzun manevî adamın harikulade bir savletiyle mızrağın<br />

ucuna saplanmıştır. İnönü muzafferiyetlerini hatırlayınız..<br />

Üçüncü safhada Efzun karşısına çıkan namlısı paslı,<br />

askısı ipli bir tüfek taşıyan köylüdür. Efzun ise mitralyozları<br />

kullanan Efzondur. Harbin bu safhasında Sakarya<br />

bize faik olan maddî kuvvetlerin maddî - fakat manevî kuvvetlerle<br />

beslenen maddî - kuvvetler karşısında evvela<br />

dalgalandığını ve sonra nasıl sarsılarak mağrurane değil,<br />

fakat makhurane bir ricatla nihayet bulduğunu gösterir.<br />

Dördüncü safhada maddî kuvvetler aşağıyukarı tevazm<br />

etmişti. Fakat arada büyük bir manevî kuvvet farkı vardı.<br />

İlk hamle sırf etten ve kemikten teşekkül eden düşman<br />

kuvvetinin erimesi için kâfi gelmişti...<br />

Şimdi bazı garip insanlar var, diyorlar ki: Biz bu<br />

harpte ne kazandık ! Düşman zaten memleketimizde değil<br />

miydi ! O halde onu sürüp çıkarmakla ne kazanmış olduk<br />

! Evet arkadaş, bizim kazandığımız senin anladığın<br />

gibi maddî bir ülke değil, manevî bir ülkedir, adıda<br />

hürriyettir. Ve hiçbir ülke bir millet için bir hürriyet<br />

ülkesi kadar giranbaha değildir. Bilinmez ki Yunanistanın<br />

bu hezimetinden sonraki akibeti ne olacak.. Yine bilmezsin<br />

ki bu büyük zaferi kazanan millî iradenin hızı tükeninceye<br />

kadar âlemde neler yaratacak.. Belki hiçbir imar, hiçbir İslâhat,<br />

hakkını, hürriyetini müdafaa etmiş ve vicdanının ülke*<br />

sine saltanat kurmuş bir milletin iradesi kadar tarihine hayat<br />

bahşedici değildir. Arkadaş! ilmî, iktisadî bütün zahirî,<br />

maddî inkılâpların anası heyecanların kaynağı ise, milletin<br />

bir an, bir devir için kendi manevî varlığını duyması<br />

kendi hürriyetinin zevkine vasıl olmasıdır. Bu> zafer inkılâpların<br />

en büyüğü, bu inkılâp zaferimizin en mukaddesidir»


Kostantini şaşırtan netice<br />

"idaremizin esasları eski yunan feylesoflarından mülhemdir,,<br />

diyen yunan kumandanları "mağlûbiyet deha,,larile<br />

mütenasip bir lisan icat etmişlerdi: İzmir havalisinin işgaline<br />

"askerî gezinti,, demişlerdi, İnönü hezimetinin adını mağrurane<br />

ricat,, koymuşlardı. Son kat'i mağlûbiyetlerini ve<br />

makhurane ricatlerini de sıkılmadan "Geri tecemmüleri^.<br />

sözile ifade edîvermişlerdi!. Şair milletin feylesof kralı Efzunlar<br />

kordondan denize dökülürken bu durendiş milletine<br />

neşrettiği beyannamede mağlûbiyetin ordular için gayri<br />

mûtat olmadığını söylüyor, ve bu mağlûbiyetin düşmanın<br />

hatır ve hayalinden bile geçmediğini ilâve ediyordu.<br />

Eğer Kostantin mücrim, aynı zamanda makhur bir<br />

milletin kralı olmasaydı sözlerini bir noktadan şayanı dikkat<br />

bulacaktık. Fakat bu gün bu sözlerin meyus tebaasının<br />

vicdan azabını teskinden başka ne gayesi olabilir! Zira<br />

Kostantinin bu sözlerden kastettiği mana kolaylıkla anlaşılıyor,<br />

mağlûp hükümdar demek istiyor ki: "Ordum galip<br />

gelebirdi, fakat mağlûp oldu, Çünkü bir tesadüf, ehemmiyetsiz<br />

bir sebep bu mağlûbiyeti hazırladı. En muntazam,,<br />

en muharip ordular dahi ufak sebeplerle perişan olabilirler,<br />

onun için galibiyet de, mağlûbiyet de ordular için bir<br />

emri mukadderdir. Binaenaleyh ey şaşkınlar, bu sözlerime<br />

inanıp müteselli olun, ordumun tabana kuvvet kaçması<br />

çok şey ifade etmez. Yalnız bir şey ifade eder ki o da<br />

kaçtıklarıdır. Kaçmıyabilirlerdi, fakat kaçtılar, Çünkü en<br />

muntazam ve en muharip ordular dahi kaçabilirler, meselâ<br />

askerleri korkar, aç kalır, siperlerde otura otura canı sıkılır,<br />

bir takım ufak sebeblerden dolayı nihayet kaçabilir, onum<br />

için ey eski yunan feylesoflarının esasatına göre idare<br />

ettiğim ey hayali ham milletim, meyus olmayın, zira galip<br />

gelmekte, kaçmakta bir emri mukadderdir....,,. İşte Kralut<br />

beyannamesi bir takım umumî, mücerret lâkırdılardan sıyrı-


— 32 —<br />

lıpta tafsil ve teşhir ediliverince böyle bir hezeyana münkalip<br />

oluyor! Kralın sözlerini bir derece daha çürütmek<br />

müzah muharrirlerinin işidir! Ba sözlerde tetkika, münakaşeye<br />

değer hiç bir mahiyet yoktur.<br />

Fakat kakikî bir vatanperver kalbiyle son harbimizin inkişafına<br />

teveccüh ettiğimiz zaman bizi hakikaten şaşırtan noktalar<br />

yokmudur !. Bu suvalimize cevap verebilmek için<br />

taarruzun ilk günlerinde ki vaziyetimizi, haleti ruhiyemizi<br />

hatırlamak icap ediyor. O günlerde bizi büyük bir takdir<br />

ve hayrete sevkeden iki nokta vardı: Darbemizin fevkalâde<br />

surette, ansızın vaki olması ve fevkalâde sur'atle inkişaf<br />

etmesi... Bu gün aynı taaruzun bizi yine hayret ve takdire<br />

sevkeden diğer noktası fevkalâde az bir müddet zarfında<br />

neticeyi kat'iyesini istihsal etmesidir.<br />

Anadolu bu neticeyi kat'iyeyi istihsal için tam üç<br />

senedir uğraşıyordu; para, asker, cephane, tabiye, plân...<br />

Bütün bu hazırlıklar bu neticeyi kat'iye içindi. Anadolu<br />

köylüsü gece gündüz kazandığını müdafayi milliyeye verirken,<br />

Anadolu erkânı harpleri de gece gündüz düşmanı<br />

mağlûp etmek için imalifikrediyordu. Mualimler,<br />

vaızlar, hatipler, bütün hükümet memurları boş durmuyorlardı.<br />

Onlar da mütemadiyen davayı milliyi bir fikir<br />

ve şuur haline getirmeğe çalışıyorlardı. Üç senedenberi<br />

Anadolu köylüsünün timsali üzeri başı, saçı sakalı tozdan<br />

bem beyaz olmuş, mütemadiyen cephane taşıyan bir kölüydü.<br />

Üç senedenberi Anadolu erkânıharbinin timsali, neferden<br />

sade üniformasının ufak yıldızlarile fark edilebilen mütevazi<br />

bir askerdi. Üç senedenberi bütün Anadolu münevverlerinin<br />

timsali müdafaanın şuuru haline inkilâp etmiş ruhlardan<br />

ibaretti. Evet Anadolu müdafaası hiçte kolay olmadı. Beyhude<br />

bu müdafaanın başlangıcındaki çete tertibatına<br />

zihninizi saplayorsunuz ve çetelerin seyyar, basit, anî faaliyetlerile<br />

bu günkü Anadolu teşkilâtını anlamağa çalışıyorsunuz.<br />

Hakikat hal hiç böyle değildir. Şair, Osmanlı


— 33 —<br />

.saltanatının müessesesine bir aşiretten bir devlet çıkardık<br />

diyor; halbuki Anadolunun mukadderatine vaziyet edenler<br />

yeni devleti hemen yoktan vucude getirdiler. Bu kadar<br />

büyük bir azim, bu kadar büyük fedakârlıklar ne içindi<br />

Neticesi gayrı muayyen bir harbe girişmek, zaten makûs<br />

olan talimize yalvarmak için miyidi !. Yunanın İzmir e<br />

yerleşmesi bir emri vaki olmuştu. Sevres müahedesile devletler<br />

şöyle böyle bize Anadoluda bir hakkı iskân veriyorlardı.<br />

O halde neticesi malûm olmıyan bir iş için kan dökmeğe<br />

neden lüzum vardı! Halbuki netice iman ehli için pek<br />

muayyen, pek vazıhdı. İddia edilen nokta Yunanlıları sürüp<br />

atmaktı. Bütün o üç senelik müdafaa hayatı, fedakârlık<br />

sahneleri boş değildi. Bütün hazırlıklar bu neticenin istihsali<br />

içindi, fakat bu netice ne zaman kat'i surette istihsal<br />

edilecekti Ne şekilde istihsal edilecekti Ne kadar müddet<br />

zarfında istihsal edilecekti.. Bunları kimse bilemezdi.<br />

Bunlar hayatın istikbaliydi. Halbu ki hayatın istikbali keşfedilemezdi...<br />

Gerçi bizi davamızın hak olduğuna inandıran<br />

hissimiz, vicdanımızdı. Gerçe biz davanın müdafaası için<br />

cehtediyorduk. Bu cehtimızin sonu zafer olacağına iman<br />

ediyorduk, lâkin maksat uğrunda sarfediiecek emeklerimizin<br />

mikdarını, maksat uğrunda şehit düşecek evlâtlarımızın<br />

adedini bilmiyorduk. İzmir yolunda besalet gösterecek<br />

askerlerimizin gizli ruhunu bilmiyorduk. Biz yalnız sebat<br />

ediyorduk, can ve mal sarfediyorduk, fitlimizin hayır, neticesinde<br />

zafer olduğuna iman ederek, işte okadar...<br />

Bu gün bu netice emrivakidir. Anadoludaki harakâtı<br />

milliyeyi idare edenlerin ilk rüyaları tahakkuk etmişti. Ruhun<br />

bu muazzam eseri karşısında ya Kostantin gibi şaşmak<br />

yahut izaha çalışmak bizim elimizdedir. Filhakika sırasıyle<br />

İnönü, Sakarya, Afyonkarahisar, Dumlupmar muharebelerini<br />

yapan bir millet için kendi vicdanından kopup<br />

gelen güzel hareketleri tesadüfle, talihle, düşmanın kor-<br />

Jîaklığıyle izah etmekten daha doğru, daha asîl hareketler<br />

3


- 34 -<br />

neden olmasın! Millî kahramanlığımızın ne izahını ne alelade<br />

bir zabıturapt muvaffakiyetinde nede alelade bir sevkulceyş<br />

ve tabiye zekâsında bulamayız. Çünkü ordunun<br />

intizamı, tabiyenin mahareti bir orduyu teşkil eden fertlerin<br />

ahvali ruhiyesine, hassasiyetine, kahramanlığına göre daha<br />

zahirî, daha fikrî şeylerdir. Sevkulceyş harekâtının<br />

ehemmiyeti harbiyesini asker olmadan dahi bir derece takdir<br />

etmek mümkündür. Fakat bu nihayet zabturaptı<br />

olan bir ordunun kütlesine ait, mihaniki ve fennî tedbirlerden<br />

ibarettir. Nasıl ki zapturapt da bir ordu için bir<br />

hayat ve memat mes'elesidir. İntizamsız bir ordu bir toz<br />

yığınından başka nedir! Fakat hissi, vicdanı olmayan daha<br />

doğrusu vatanî, insanî mefkureler yerine husumeti koyan r<br />

fertlerden mürekkep bir ordunun zapturaptı kaç para<br />

eder ! Hulâsa harpte mukavemetin, mukavemette devamın<br />

pek derin, pek zengin bir menbaı vardır ki onu ancak<br />

" maneviyat „ sözüyle ifade edebiliriz.<br />

Türk zaferinin harikuladeliğini kabul etmiyecek olan<br />

zekâ Kral Kostantin'inki dir. Halbuki yeni ruhiyat ve içtimaiyat<br />

ilimleri ruhun bu gibi muazzam hamleleri karşısında<br />

gayet müspet ve teslimiyetkâr vaziyetler takınmışlardır.<br />

Meşhur amerikah ruhiyatçı ve feylesof Viiliam James ruhiyata<br />

dair yazdığı büyük kitabın "irade,, ye dair olan kısmında<br />

iradî hareketlerin evsafını zikrettikten sonra, bu hareketlere<br />

refakat eden "cehıt,, den bahsediyor, diyor ki: Cehdin<br />

mevcudiyetini tefrik için elimizde bir miyar vardır;<br />

Nerede itiyatlarımızın ve sevkıtabiîlerimizin eseri olan<br />

kuvvetleri tadil için mefkûrevî bir illete müracaat edersek<br />

orada cehit vardır. Cehti kuvayi madiyeye benzetemeyiz,<br />

Çünkü bu kuvvetler cisme tatbik edildiği zaman sa'yi akal<br />

kanununa tabi olarak en kısa, en mukavemetsiz yolu takip<br />

ederler. Halbuki iradî bir fiilde en güç, en çok mukavemet<br />

gösteren bir yolu takip ettiğimizi hissederiz. Galibiyet<br />

ve hâkimiyet müteaddi fiillerdir. İşte mefkurenin tahakkuk


— 35 -<br />

ve tecessüdü için müracaat ettiği kuvvet bu cehittedir. Fakat<br />

bu cehdin ehemiyetini takdir, miktarını tayin etmek psikolojinin<br />

iktidarı haricinde bir iştir..<br />

Amerikalı ruhiyatçının fert hakkında söylediği sözleri<br />

cemiyetlerin hayatına teşmil etmek pek mümkündür. Bir<br />

cemiyet, meselâ bir türk milleti bir müdafaa ve istiklâl<br />

muharebesinde ne kadar kuvvet sarfedebilir, ölümü ne<br />

derece istihkar edebilir, ve ne sür'atle İzmir kordonuna<br />

vasıl olabilirdi Bunu hiç bir ilim, çünkü hiçbir akıl ve<br />

hesap keşfe muktedir olamazdı. Bunlar öyle hadiselerdir<br />

ki ancak zuhur ettikten sonra hayretle temaşa edilir, ruhun,<br />

vicdanın yegâne, müptekir eserleridir. Yalnız bizim<br />

bileceğimiz bir şey vardır, o da şudur: Bir millet ki vesaiti<br />

maddiye itibariyle kendisine faik yahut müsavi olan bir<br />

milleti, baş kumandanını da esir etmek şar tiyi e yıldırım<br />

sür'atile eziyor, ve bu cehdi harikulade bir sür'atle inkişaf<br />

ediyor, William James'in ilmine istinaden diyebiliriz ki:<br />

Ö milletin mefkuresi gayet velut bir mefkuredir. Bu icazkâr<br />

zaferle beraber olan mutlaka Cenabı Haktır. Onun için<br />

bizim zaferimiz dostun da düşmanın da hesabını şaşırtan<br />

bir zaferdir. Çünkü ruhun her mucizesi gibi yepyeni, yekpare<br />

ve yaratıcı zaferdir. Bu eserin azametini takdir etmek<br />

için evvelâ onu besleyen mefkurenin azametini takdir etmek<br />

icap eder. Türkün mefkure dediği şey hayır, hak, ve<br />

hüsün sıfatlariyle telâkki ettiği Allahtır. İşte biz Türkler<br />

bu Alla hin kuluyuz, milletimizin dünyada hikmeti vücudu<br />

bu Allaha tapmaktır. Ancak bu gaye için çarpıştık ve<br />

Hikmetullahı bir kere daha ilân ettik...<br />

Şeref kimlerindir <br />

Yunanlılar İzmiri işgal ettikleri gün Anadolu Devleti<br />

henüz teşkkül etmemişti. Millî kuvvetler bir müddet dağınık


- 36 -<br />

ve mahallî çeteler halinde çalıştılar. Bu aralık meydanı boş<br />

bulan Yunanlılar Bursa ve Bahkesiri kolaylıkla işgal ettiler.<br />

Efkârı umumiyemiz Yunanlıların bu istilâsından çok<br />

meyus oldu. Bunun üzerine düşman istilâsına silâhla mukavemet<br />

edilmesini muvafık bulmayan kimseler şu mütalâayı<br />

yürütüyorlardı:<br />

— Biz demedik miydi! KuvayıMUUye bu memleket<br />

için bir felâkettir, elimizde kalanı da bu adamlar batıracaklar,<br />

şimdiye kadar ne kaybettikse siyasetsizlik yüzünden<br />

kaybettik, el'an da mütenebbih olmuyoruz, olmak istidadmdada<br />

değiliz!.. Biz silâhla mukavemet ettikçe Anadolu<br />

Yunan istilâsına maruz kalacak, bu suretle Devlet, Millet<br />

büsbütün mahvolacaktır,,. Bu adamlar Yunan istilâsının<br />

ilerlemesini millî mukavemete atfediyorlardı. Belki bu mülâhazaları<br />

doğruydu. Fakat yine bunların aklınca çareiselâmet,<br />

silâhlan elden bırakıp teslim olmaktı!.. Çünkü siyaset<br />

her şeyi halledebilirdi, hatta ay m siyaset Yunanlıları<br />

İzmirden çıkarmak için bile kâfiydi., Bilâkis her ne şekilde<br />

olursa olsun, mukavemet kat'i bir felâketti, KuvayıMilüye<br />

böyle bir mukavemete teşebbüs eylemiş olduğundan memleketi<br />

batırıyor, ilerdeki halâs ümitlerini dahi mahvediyordu<br />

!..<br />

Bu bir mantıktı, eğer hafızam yanılmayorsa, buna<br />

"muhalefet mantığı,, diyorlar. Bu mantığın esası harpten<br />

kaçınmak, ve sulha kavuşmak için siyasete sarılmaktı.<br />

Muhalefet bu esası müdafaa için söze, misale, tecrübeye,<br />

her şeye müracaa etmişti. Lâkin vaktaki KuvayıMilliye perakende<br />

kuvvetler halinden çıkıp müçtemi bir kuvvet haline<br />

geldi, vaktaki mahallî müdafaa hey'etleri yerine mîllî<br />

ordular kaim oldu, her yerde muvaffakiyetler hasıl olmıya<br />

başladı: Yunanlılar, İnönünde mükerrejren ve Sakarya<br />

harbinde ise müthiş surette mağlup oluyordu. Mülkilerin<br />

yeni mazhariyetleriyle birlikte İstanbulda yeni bir mantık<br />

erbabı hasıl olmağa başladı. Bu sonuncular şu tarzda<br />

idareikelâm ediyor!ardı:


- 37 -<br />

— Biz zaten biliyorduk, biz zaten bu harekete taraftardık,<br />

atinin emin olduğunu, harekâtımilliyenin yüzde<br />

yüz muvaffak olacağını keşfetmiştik, çünkü anadolu mefkûrecidir,<br />

anadoluda azim ve iman sahipleri çoktur, Türkün<br />

imanı kuvvetlidir, Türk yenilmez, Türk devleti ölmez..<br />

Gerçi bu adamlar bu sözlerile Kuvayı Milliyenin aleyhdarı<br />

değildiler. Fakat ne derece kadim lehdarı idiler .<br />

MUlî maksadın meşru olduğuna ne vakıttenberi inanıyorlardı<br />

! Çünkü bütün bu taraftarlıklar ve bu memnuniyetler<br />

ancak KuvayıMiliiyenin muvaffakiyeti belirdikten sonra<br />

izhar edilmişti!. Halbuki bu eser vücude geldikten sonra<br />

onun azemetini takdir edecek olan alet fikir, muhakeme<br />

değil, sadece gözdür! Siz milletinizin selâmetini, devletinizin<br />

istiklâlini temie eden bir hareketin elbet aleyhinde<br />

bulunamazsınız, bulunabilmek için mutlaka suiniyet sahibi<br />

olmalısınız! Onun için bir kere mukavemet muzafferiyetle<br />

neticelendikten sonra herkes gibi size de bir vatandaş sifatile<br />

takdir ve hayet düşer. Çünkü esasen iyi olduğunuzdan<br />

iyiliği istiyordunuz, şu kadar ki - her hangi neticeye<br />

demiyorum, - her hangi harekete taraftarlığınızın, veyahut<br />

her hangi hareketin akıbetini keşf hususundaki firasetinizin<br />

delili bu günde değil, kat'i neticeye varmadan<br />

evvelki zamandadır. Şu taktirce HarekâtıMiUiyenin bu günkü<br />

takdirkârîarile dünkü muhaleiîerinin çok farkı yoktur !<br />

Her iki mantığı sahiplerinin HarekâtıMiUiyenin inkişafına<br />

bir hizmeti olmamıştır. İster bidayettenberi bu harekete<br />

aleyhdar olun, ister bu hareket muvaffakiyetlerini istihsal<br />

ettikten sonra onun meddahı kesilin, madem ki hareketin<br />

iptidasındaki tesiriniz sıfır, ve hareketin tekâlümüne yardımınız<br />

hiçtir, netice üzerinde ferden tesahup ve tefahür<br />

hakkı sizin değildir. Çünkü MillîHareketi vücude getirenler<br />

ne iptidasında tezyif edenler, ne de intihasını takdir<br />

edenlerdir, belki bu hareketin iptidasından intihasına kantar<br />

muhabbet ve emniyetle bilfiil çalınanlar, bu hareket


için malini, canını feda edenlerdir... Filhakika MillîHareke<br />

şerefli bir Ölümü zelil bir esaret hayatına tercihle başla<br />

mışti. Bidayette bu hareketin yegâne kuvveti ittihat idi:<br />

Emelde, histe birlik. O müşkül dakikalarda istiklâl için<br />

çarpışan bü kuvvet her kalpten muhabbet, her türkten<br />

yardım bekliyordu. O tarihte istiklâli samimi surette talep<br />

edenler silâha yahut kaleme sarıldılar, "ilerlemek var, dörmak<br />

yok!,, dediler. Böyle hayat ve memat arasında çalışan bir<br />

tehdit eden tehlike ne olabilirdi Düşmana karşı mukavemetin<br />

ve dahilde maneviyatın zayıflaması. Öyle dakikalar<br />

olmuştur ki millî maksadın aleyhinde sarfediien tek sözün<br />

bir taburun dağılması kadar meşum bir tesiri olabilirdi.<br />

Yine öyle dakikalar oldu ki bir kalbin muhabbeti bir<br />

istihkâmın metaneti kadar maksadı tahkim ediyordu.<br />

Binaenaleyh dünkü muhaleflerlerle bigâneler bu gün Harekâtimilliyenin<br />

müspet neticelerinden isterlerse memnun<br />

istemezlerse gayrı memnun olsunlar, şeref en ümitsiz zamanlarda<br />

çalışanların, yaşamak için ölümü istihkar edenlerin,<br />

yalnız onlarındır.<br />

Muharebelerin dersleri<br />

Anadoiunun silâhlı siyasetini terviç etmiyenler alel-i<br />

itlâk harp aleyhdari olan kimselerdir. Bunlar harbi beşeriyet)<br />

için bir musibet telâkki ederler. Onun için her zaman,<br />

her ne bahsına olursa olsun- sulhu tercih ederler. Fakat]<br />

sulh aşkına mahvolmayı da arzu etmediklerinden silâh-;<br />

sız, sesi çıkmıyan siyaseti tavsiye ederler. Bu kimseler<br />

harbin şeametini sulhun selâmetini ispat için en ziyade<br />

ölen insanlardan, yetim kalan çocuklardan, sönen ocaklardan<br />

bahsederler. Mazideki her harbin neye mal olduğunu<br />

hesap eder dururlar...<br />

Bizim memleketimizde harp aleyhdarları yalnız siyasi


an<br />

muhalifler değildir. Nefsini san'ate, şiire, ve felsefeye<br />

hasretmiş olan münevverlerimiz arasında da sulhun dostu<br />

ve harbin mutlak surette düşmanı olanlar vardır. Bunların<br />

umdesi insaiyet umdesidir, bunlarda milletler arasındaki<br />

nifakı ordular arasında ki cidali insaniyet umedesine<br />

muhalif sayarlar, ve millî harpleri insanî vs hdete daima mugayir<br />

görürler. Bu mütefekkirler de döne dolaşa nihayet sulh<br />

gayesine teveccüh ederler. Sulhu istihsal için insaniyetçilerin<br />

tasviye ettikleri usul gayet basittir, bütün milletlere<br />

harp nefreti yerine sulh ve müsalemet aşkı telkin etmek.<br />

Esasen bu zatler söz telkinile hayatın değişivireceğini<br />

zannedecek kadar basit düşünürler... Gerek bu muhaliflerin<br />

gerek bu feylesofların hayatî kıymetleri müsavidir. Birinciler<br />

felsefe yapmaksızin ikinciler siyasî bir fırka teşkil etmeksizin<br />

hayata karşı aynı vaziyeti alırlar. Binaenaleyh, her<br />

iki zümrenin fikirleri, niyetleri her ne olursa olsun milletlerinin<br />

hayatına aynı derece müfit veya muzir kimselerdir.<br />

Hakikatte harp düşmanlarının muhakemeleri gayet tarafgiranedir:<br />

Muharebede ölenlerin miktarı kayıbolan toprakların<br />

mesahası gibi harbin münhasıren ferdî ve maddî<br />

kısımların düşünülür. Gerçi Yunanharbi Türkler için büyük<br />

bir zayiattı. Beyhude eski Yunanistanm bir kısmini işgal<br />

için kan döktük, beyhude para ve cephane sarf ettik, bütün<br />

istilâ ettiğimiz topraklarden kendimizi çektik! Fakat kim<br />

inkâr edebilir ki insan, para zayiatı itibariyle meşum olan<br />

ve maddî, siyasî hiç bir fayda temin etmiyen bu eski Yunan<br />

barbi MektebiHarbiyeden yetişen genç ve münevver<br />

zabitlerimizle fakir ve masun Anadoluluları bir arada, bir<br />

siperde bulunmak vesilesini hazırladı! Kim iddia edebilir<br />

ki ateş ve Ölüm karşısında zabitle neferlerin bulunması<br />

ruhlarında bir kaynaşma husule getirmedi, ve bunun neticesinde<br />

asken aç ve elbisesiz bırakan Saray istipdadına<br />

karşı genç ruhlarda isyan hamlesi doğmadı!.. İnkilâbın<br />

heyecanları acaba Tasalya ovalarında duyulmadın»!. Kim


inkâr edebilir ki: Balkan Harbi bütün hezimetlerine rağmen<br />

bize, bir millet için istinatkâhin ancak kendi vicdanı<br />

olduğunu, Türk bundan böyle kendini duyması, kendi ben ligini<br />

idrak etmesi lâzım geldiğini öğretmedi, millet mefkuresinin,<br />

millî heyecanların dogmasına sebep olmadı!. Yine<br />

kim inkâr edebilir ki Harbiumumide Çanakkale müdafaasında<br />

duyduğumuz heyecan, Millîharekâtin mebdei degıldır!.<br />

Hülâsa muharebelere neresinden bakılsa milletler için<br />

manevî inkilâlaplardir. Ve çok kere muharebelerin yaratıcı<br />

tesirleri vardır. Bazı muharebeler büyük maddî felâketlerin<br />

amilî olduğu kadar, bazı muharebelerde büyük manevî intibahların<br />

mebdei olabiliyor. Muharebelerde bütün bir milletin<br />

en geç, vezinde fertlerinin kütlesiyle hareketinden, ve<br />

diğer milletlerin kütleriyle temasından türlü fikir ceryanları,<br />

akil ve muhakeme faaliyetleri hasıl olduğu gibi, arzuya istiklâl,<br />

hissi millyiet, müdafaa, namus gibi milletin her ferdinin<br />

vicdanında zayıf derecede yaşıyan bir takım hisler manevi<br />

bir volkan gibi patlayor, muhteviyatı gözle görülür, elle tutulur<br />

bir hale geliyor. Muharebeler ozatnana kadar mevcut<br />

ve müesses olan hayatın şeklini, vaziyetini değiştiriyor. Erkekleri<br />

işinden cepheye, kadınları evinden işe sürüklüyor,<br />

çocukları ebeveyninin devamlı mürake besinden ahp daha<br />

ziyade mektebin, cemiyetin mürakebesine terkediyor. Muharebe<br />

esnasında bir çok iktisadî meslekler adamsız kahyor,<br />

bereket zamanlarının kıymetsiz eşyasına kıymet geliyor,<br />

cephe arkasında kalanlar için azamî derecede çalışmak<br />

bu suretle günün bütün meşakkatlerine göğüs gererek<br />

azamini, iradesini kuvvetlendirmek mecburiyeti hasıl oluyor.<br />

Hulâsa muharebeler ne bir dersin ne bir aklın doğrudan<br />

doğruya tevlit edemediği içtimaî inküâplarm yalnız<br />

başına vücude getiriyor. Bu suretle milletin yeni hayatına<br />

yeni yeni ufuklar açıyor.<br />

Muharebelerin bu terbiyetkâr tesirlerini<br />

kabul etmek


— 41 —<br />

için Harbiumumi esnasında vücude gelen içtimaî tahayyüllerimizi<br />

hatırlamak kâfidir. Bu büyük harp kanaat, kadın, çocuk,<br />

aile, istihsal, terbiye, tahsil, devlet... Gibi bir çok<br />

meftunlarımızın muhteviyatını tadil etmiş Türklere adeta,<br />

yepyeni bir zihniyet vermiştir. Fakat meşrutiyetten bert<br />

biribirini takip eden harplerden hiçbiri bu Anadolu harbi<br />

kadar hususî şeraitte olmamıştır. Bu harbi temyiz eden başlıca<br />

seciyeler şunlardır:<br />

1 — Anadolu harbi bir hükümet ve saltanat harbî değildir,<br />

bir millet ve istiklâl harbidir. Ve bu harbin iptidası<br />

mihaniki bir inzibat ve intizam, değil, Fakat hayatî bir<br />

feveran, bir ihtilâldir.<br />

2 — Anadolu harbine iştirak edenler ve bu harbin<br />

talihini kabul e a enler ne alelade memurlar, ne de alelade<br />

amirlerdir. Bunlar bizzat istiklâlin arzu eden ve bunun için<br />

samimi surette çalışanlardır. Binaenaleyh mütereddit, müvesvis,<br />

ukelâ seciyeler için bu harbin tarihinde hiç bir<br />

mevki yoktur...<br />

3 — Anadolu harbi bir vatanını zorla istila etmek için bir<br />

millete karşı ilân edilmiş bir zulüm harbi değildir. Bilâkis<br />

vatanı istilâ edilen bir milletin yaptığı müdafaa ve istiklâl<br />

harbidir. Onun için bu harbte zabitle nefer, amirle memur,<br />

alimle cahil, bütün insanlar, Türk olan ve Türkün<br />

istiklâlini müdafaa eden bütün kalbler birleşti, millet tam<br />

bir vahdet haline geldi.' Bu harbte zabitin fenni neferin heyecanına<br />

nasıl hizmet ediyorsa, neferin heyecanı da zabitin<br />

fennine öylece itimat ediyordu.<br />

İşte Anadolu Harbi bu kadar müstesna şeraitin dahil<br />

olduğu bir harptir. Böyle bir harbin yarınki Türk cemiyetinin<br />

zevkinde, ahlâkında, edebiyatında, terbiyesinde vücude<br />

getireceği yeniliği bugün kimse bilmez! Nitekim böyle bir<br />

harp neticesinde yapılacak olan sulhun yarınki Türkiye<br />

için nasıl bir istihsal sahası hazırlıyacağmı da kimse bilmezi<br />

Fakat bu gün bildiğimiz bîr hakikat vardır ki oda şudur::


AO<br />

_<br />

Türk milleti millî ruhun feyiz ve azemetini en ziyada b<br />

harpte görmüş, iradesine sahip olan milletlerin Allahta<br />

başka korkusu olamıyacağmı anlamış, ve âlemde kendisin<br />

mevdu olan medenî ve tarihî vezifeyi ifaya belki her millet<br />

ten ziyade ve her zamandan daha iyi hazırlamıştır...<br />

Mefkurenin galebesi kahirdir<br />

Anadoludaki Türk - Yunan harbinin safahatını takip<br />

etmiş onlar için merak edilecek noktalar vardır. Evvelâ<br />

Yunanlıların Anadoluya getirdikleri kuvvet dağınık ve serseri<br />

bir çete kuuveti değildi, muntazam bir orduydu. Bu ordu<br />

rastgele devşirme askerlerden, acami köylülerden de teşekkül<br />

etmiyordu, muallem askerlerden mürekkep bir orduydu.<br />

Bu mükemmel ordunun cephanesi de kıt değildi, toplarının,<br />

bilhassa vesaiti nakliyelerinin mebzuliyetini her vesile ile anlaşılıyordu.<br />

Yoksa yunan fırkalarına kumanda eden cenaral- -<br />

ler cahil miydi! Bunu da zanndetmeyiniz!. Çünkü Yunanlılar<br />

müteaddid taarziarında fennî surette harbettikierini<br />

göstermişlerdi. O halde muntazam ordusu, muallem askeri,<br />

bol cephanesîyle, kumandanlarının fennî puanlarına göre<br />

hareket eden bu millet neden toplarını bıraktı, tüfeklerini<br />

attı, dağlara tırmandı, niçin!. Gerçi bu suale tesadüf,<br />

taîii harp... gibi bir cevap bulmak güç değildir. Fakat<br />

bunlar cevaptan ziyade yeni birer sualdir! Çünkü tesadüf<br />

ve talii harp fikirleri izah edici olmaktan ziyade bizzat<br />

kendileri izaha muhtaç olan fikirlerdendir..<br />

Yunan ve Türk ordularının maddiyatında bulamadığımız<br />

bu orduların maneviyatında bulmak mümkün olmayacak<br />

anı.. Filhakika iki milletinde ordusu, cephanesi, fenni vardı<br />

fakat iki milleti hareket ettiren kuvvetler aynı menbadan<br />

•gelemiyordu. Yunanlılar alelade tecavüz ediyorlar, Türklet<br />

•ise sadece müdafaa ediyorladı. Yunanlıların aradığı evvelâ


— 43 —<br />

sütü sonra da eti yenilebiiecek sağmaldı! Türklerin kuruduğu<br />

mukaddes bir hayat, bu hayatın namusu, şeref, istiklâl...<br />

gibi manevî ve rahmanı tecellileriydi... Efzun alaylarını<br />

Anadolu ovalarına sevketmek için yunan pulâtikacılarının<br />

harekete getirdiği hisler namus, şeref, istiklâl gibi mefkûrevî<br />

hisler değildi. Halbuki türk orduları en büyük kuvvatini<br />

bu mef küre vî hislerden alıyorlardı...<br />

Yunanı tahrik] eden tamah, zulüm, şekavet.. Birer fikiri<br />

sabit idi. Türk ordusuna hayat veren milliyet gibi bir mefkure<br />

idi. İki ordu arasında zahirî, maddî olan bütün<br />

müşabehetlere rağmen batını, manevî büyük farklar vardı.<br />

"Yunan ordusunun akibeti maddenin akibetine tabidi. Türk<br />

ordusunun mukadderatı ise mefkurenin mukadderatıdi.<br />

Yunan ordusu şu üç sene zarfında her ne felâkete uğradıysa<br />

uzvî ihtirasların şeraitine tabi olarak uğradı, Türk<br />

ordusu üç seneden beri her ne muvaffakiyete mazhar olduysa<br />

içtimaî mefkurelerin hayatına tabi olarak mazhar<br />

oldu.<br />

Meşhur ruhiyatçı Ribot ihtirasların psikolojisine dair<br />

yazdığı kitapta hakiki ihtirasları sathi ve muvakkat heyecanlardan<br />

ayırmıştır. Din, vatan, namus, millet gibi içtimaî<br />

ihtiraslar devamlıdır, şuurludur, muvazenelidir, Halbuki<br />

hırs, zulüm, şekavet gibi ihtiraslar gelip geçicidir, gayesinden<br />

haberdar değildir, kördür, muvazenesizdir. Bir iktirasin<br />

menşei uzvî, ve hayvanı olunca o ihtiras adeta uzvî ve<br />

maddî kuvvetlerin akibetine uğrayacaktır, Böyle bir ihtirasın<br />

bütün kuvveti, bütün şiddeti muvakkat bir zaman<br />

içindir, diğer cihetten uzvî ihtirasların ölümü kendi kendine<br />

olur. Bu ihtiraslar uzviyetin amakından fışkırıp ta<br />

bir kere hayatın sathına geldikten sonra cihetini, istikametini<br />

şaşırır yalnız hareket etmek için hareket ederler,<br />

sinirli adamlar gibi!.. Nihayet yorulur. Uzvî ihtirasların<br />

ölümü anidir, neticesi bütün uzviyeti tahrip etmektir!..<br />

Halbuki içtimaî ihtiraslar, tabîridiğerle mefkureler böyle


44<br />

değildir. Bunlar kuvvet ve kudretini bir ferdin, heves ve<br />

iştahasından değil, bir cemiyetin tarihinden, vicdanından alır<br />

ve hiç hedef ve istikametlerini şaşırmaksızuı betaetle tekamül<br />

ederler. Hedeflerineb yaklaşdıkça daha kuvvetlenirler,<br />

kuvvetlendikçe hareketlerini süratlendirirler. Mefkurelerin<br />

hayatı emin, muvaffakiyetleri kat'idir. Mefkurelerin tecellisi<br />

iâaklî olsa bile, hiç bir zaman gaynmakul olmaz.<br />

Halbuki sefil ihtiraslarda daima kendi kendini nakzeden<br />

dahilî taaruzlar vardır. Mefkure hayatı ise akıl ile hissin öyle<br />

bir imtizaç ve ahengidir ki ondan "İrade,, dediğimiz hür<br />

ve bakir hayat zuhur eder... îşte Anadolu harbinde sefil<br />

ihtiraslarla ali bir mefkurenin bütün evsafını, bütün şeraitini<br />

buluyorsunuz. Yunanlıların Anadoluya getirdiği ordu şeklinde<br />

bir zulüm, kanun kıyafetinde bir şekavet idi! Yunanlılar<br />

belki Avrupa korkusu, medeniyet saygisıyle bir zamana<br />

kadar uzviyetlerinde sakladıkları bu deli ihtirasın zincirlerini<br />

kırdılar ve Anadoluya koyverdiler! Bu deli dört bir tarafa<br />

saldılar yıktı, yaktı ve nihayet yoruldular. Uyumak istedi rahat<br />

bırakmadılar, kaçmak istedi kovaladılar, ayakları kırıldılar,<br />

vucüdü kalan kısmyle Kordondan denize atladı ve boğuldu!..<br />

Şakinin bu intiharını görenler diyorlar ki: Yunan milleti<br />

hesabına kabahaı kimindir.. Bu kabahat sadece idare<br />

adamlartnındır. Nasıl ki namusunu müdafaa edenler için de<br />

şeref büyüklerinindir. Cemiyetler ister bir millet, ister bir<br />

aşiret olsun ve bu cemiyetler ister müterakki, ister gayrı<br />

müterakki bulunsun, daima ilâhî, ruhanî mahlûklar değildirler"<br />

Bir milletin hafızasında ve kalbinde yaşayan fikirler ve<br />

hisler arasında ahlâkî, insanî olamar gibi, şeytanî ve hayvam<br />

loanlar da vardır. Milletlerin melekleri olduğu gibi şeytanları<br />

da vardır. Milletler için zaman zaman bu blisin telkinatı<br />

müthiştir. Fakat ne olursa olsun her millet kendi âmelinden<br />

kendi icraatından mesuldür. Mukadderatını tanzim edecek<br />

adamları beyendiği için, büyük adamlar milletin rubunda<br />

yaşayan hürriyet, adalet, insaniyet duygularını uyandırarak


onu selâmet ve saadet yoluna sokarlar ve yahut yine aynı millettin<br />

nefesinde yatan tamah, kin, zulüm şeytanını kudurtarak<br />

onu sefalet ve habaset yoluna sokarlar. Onun için<br />

büyük adamlar milletlerinin hem bir mahsulü, hem de istikbâllerinin<br />

nazmıdır.<br />

Venizelos da bir hükümet adamıydı. Ve Yunanistanı<br />

hakikaten idare etti. Fakat Venizelos şeytanî Yunanistandi<br />

şeytanca idare ettiği de aynı Yunanistandı. Venizelos gibi<br />

bir adam Yunanistanı böyle bir felâkete sokmaya bilirdi,<br />

Fakat millî, insanî mefkurelerden mülhem olmak şartıyie...<br />

Yeni bir karara tevessül eden yeni bir harp ilân eden<br />

büvük, küçük bütün milletler için ibret: Mefkurenin galebesi<br />

kahirdir...<br />

Takı zaferdeki timsal<br />

Dün İstanbulda büyük bir sevinç vardı. Bütün sokaklar<br />

kadın, erkek, çoluk çocuk, insanla doluydu. Her dükkânın,<br />

her evin kapısında, penceresinde bir bayrak sallanıyor, bir<br />

çok camekânlarm yüzünden allı beyazlı zincirler sarkıyordu...<br />

Bütün minimini çocukların elinde birer ikişer minimini<br />

bayraklar geziyor, bir alay sancağı kadar büyük olan bayraklar<br />

Türklerin yüzüne şürüle sürüle gezdiriliyordu...<br />

Arada sırada keskin bir düdük sedasile arkasında koca<br />

bir bayrak taşıyan bir otomobilin geçtiğinden haberdar<br />

oluyoruzz. Her tarafta elektirik tramvaylarının tellerini<br />

aşan takı zaferler vardı. Bu takızaf erler hayatı ve<br />

kudsiyeti temsil eden yeşil dallardan yapılmış, üzerleri<br />

bayraklar ve fenerlerle donatılmıştı. Her biri yapanların<br />

zevkine göre tenvvü ediyordu. Donanmış sokakları seyir<br />

ede ede çarşı kapısına kadar gelmiştim. Orada bir sokağın<br />

başında caddedeki büyük takızaferlere nispeten daha ufak<br />

bir takızafer yapmışlardı. Fakat bu takın hiç bir şeyi eksik


_ 46 —<br />

değildi, ananevi süslerin hepsi vardı: Tefne dalları, alk<br />

beyazlı zincirler, bayraklar, fenerler, kahraman resimleri..-<br />

Bütün bu yeşil kırmızı süsler arasında yarı kurşun kalemle*<br />

yarı sulu boya ile yapılmış bir lâvha en ziyade nazandikkatini<br />

celpediyordu. Bu lâvhanın adı "geçilmez!,, di. Bu<br />

kelime resmin üzerine birden göze çarpacak kadar kalın<br />

yaziyle yazılmıştı. "Geçilmez» in mevzuu şudur: Gayet dar<br />

bir buğaz var. Bunun bir kenarında başı kavuklu, beli<br />

kuşaklı, bir elinde kalkan, diğer eli belinde tarihî bir kahraman<br />

duruyor. Arkasında koca bir Türk sancağı dalgalanıyor.<br />

Birde kafası biçilmiş iki efzun yatıyor. Her taraf<br />

kana boyanmış... Gerçi bu iâvhada en basit resim ve<br />

menazir kaidelerine bile riayet edilmiş değildi. Fakat resim»<br />

fennine vakıf olmıyan bu halk san'atkârı üç senedenberi<br />

Anadoluda harp eden Türklerin emelini, mefkuresini belki de<br />

dünyanın en büyük farzedüen siyasilerinden daha iyi keşfederek<br />

en büyük san't eserlerinin lisanından daha açık<br />

bir lisanla ve en canlı bir timsalle anlatıyordu. Takizaferia<br />

üzerine bu timsali asan halkin ruhu demek isteyordu ki;<br />

"Medenî, vahşî, müslüman hırıstıyan, avrupah asyalı, ey<br />

bu takın altından geçen ve bu takın kurulduğunu işiten<br />

bütün insanlar! Biliniz ki: Türklerin namusu, tarihî, istiklâli<br />

mukaddes bir ölkedir, oradan geçilmez! Oradan geçmek<br />

»stiyen efzunun başı kesilir, ve tacı düşer!.. „ Resmini,<br />

şeklini tenkitten geri kalmadığım bu lâvhanın ruhu, manası<br />

o kadar kuvvetli idiki bütün gece hatırımdan çıkmayordu.<br />

Halkın neş'esi bu manayı mütemadiyen hatırlamaktan beni<br />

ahkoyamıyordu. Ben de takı kuranlar gibi ruhumun garip<br />

bir ihtiyacile bütün hak ve hürriyet tammıyan müstevlilere,<br />

hak ve hür bir türklük tanımamak için inat eden garip<br />

medenilere karşı Türk milletinin hakkını ve hürriyetini<br />

kastederek bağırmak isteyordum:<br />

— Geçilmez!


— 47 —<br />

Millî Hareket niçin hürdür<br />

Ruhiyat ve felsefe kitaplarını açınız, irade bahsi kadar<br />

karışık hangi bahis vardır Hangi mes'ele hürriyet rnes'elesi<br />

kadar âlim ve feylesofların zihnini yormuştur Ruhiyatta<br />

irade, felsefede hürriyet, dinilebilir ki bütün basit, iptidaî r<br />

vazih malûmatın müntehası, hayatı tetkik eden zekâların<br />

takıldığı bir istifham işaretidir... İrade olsun, hürriyet olsun,<br />

tarif edilemez, fakat bazı vazifeleri, bazı hassaları tayın<br />

etmemize imkân vardır. Onun için "İradî bir fiili, ve<br />

hareketi tefrik, temyiz eden, seciyeler nerededir,, Sualini<br />

sorabiliriz, Hür olan hareketler daima bir fikrin: hakka,<br />

hisse, hayra müveçcih, insanî bir tasvvuru ifadesidir. Hür<br />

adamı fiiliyle dünya yüzüne ya bir ilim, ya bir bedi, yahut<br />

bir fazilet gelir. Onun için yeni bir dinin, san'atin yeni bir<br />

ahlâkın zuhuru hürriyetin husuliyle tevemdir. Bu itibar ile<br />

insanın fiili hür olmak için mutlak insanî bir mefkurenin<br />

ifadesi olmak gerektir. Nitekim, ümmetine rahmet yetiştiren<br />

paygamberin fiili hürdür. Çünkü bu fiil doğru, iyi ve<br />

güzeldir. Netekim "Venüsü,, tıraş eden san'atkârının<br />

fiili de hürdür. Çünkü bu heykel hakkı, hakikati, hüsnü<br />

başka vasıtalarla ifade eden bir lisandır. Bunlar gibi mületiee<br />

îlik eden bir hayır sahibinin fiili de hürdür, Çünkü<br />

hayır dediğimiz şey hakkın ve hakikatin ahlâkta tecellisidir.<br />

Fiil hür olmak için ya doğru olmak lâzımdır ki bu<br />

ilimdir, yahut hayır olmak lâzımdır ki bu ahlâktır,<br />

yahut ta güzel olmak lâzımdır ki bu da san'attir.<br />

Şu halde hürriyet: ilimin, ahlâkın, san'atin, daha<br />

kısası mefkurenin kendisidir. İrade, hür bir fiili ihtiyar<br />

eden ruhumuzdur... Bu mefkûrevîlik şanı hürriyetin tek<br />

seciyesi değildir, hür fiilin en büyük şayanı yeniliktir:<br />

Hür fiil her gün bir itiyat veya insiyak saikasıyle yaptığımız<br />

şuursuz daha doğrusu az şuurlu bir hareket değildir.<br />

Hürriyetin şanı, şuurlu olmaktır. Her gün itiyat saikasiyla


— 48 —<br />

Icâğıt paraların kirlilerini atar gibi, yahut huzurunu ihlâl<br />

•eden dilencileri kogar gibi imane.veren bir zenginin hareketi<br />

hür değildir, çünkü şuursuzdur, îhtiyarsızdır, mihanikidir.<br />

Çünkü böyle bir hareket ne uzun bir teemmülün, ne de<br />

üzüntülü bir cehtin eseridir, sadece ahşıkhğın mahsulüdür.<br />

Halbuki askere iane vermek için boynundaki paraları söken<br />

köylü kadınının hareketi çok hürdür, çünkü şuurludur<br />

müteemmilanedir, çünkr bütün kalbin, bütün benliğin ifadesidir..<br />

Namus ve istiklâl için cephede ölenlerin emeli<br />

tahakkuk ettikten sonra büyük maksadı herkes gibi alkışlayan<br />

mukallitlerin fiili hür değildir, imanı taklittir, zira<br />

bu hareketleri alelade bir korkunun, yahut alelade bir<br />

menfaat endişesinin mihaniki tesirlerine muadil gibidir.<br />

Halbuki eli ayağı tutmıyan bir kötürümün bile millet yolundaki<br />

en ufak bir heyecani hürdür, zira beğenilmiş, seçil<br />

miş've öylece duyimuştur.<br />

Hür hareketlerin büyük bir şartı da imtidathr. Mihaniki<br />

fiilleriniz, esir hareketlerimiz parlayıp sönücü, gelip<br />

jgeçicidir, şevki tabiilerin, hiddet ve şiddetlerin, alelumum<br />

safil ihtirasların fiili devamsızdır, ihtiras bir kere huylandıktan<br />

sonra kendi kendine tırmalayan sinirler kadın<br />

gibidir! Halbuki hürriyette şuursuz gibi, bir nizam da vardırki,<br />

hürriyetin nizama tabi olan bu şuuri hemde süreklidir,<br />

gittikçe parlayıcı, gittikçe kuvvetlenicidir. Bazen bir<br />

mefkurenin istihsali için bütün bir batnin ömrü kifayet<br />

«tmez. Mefkurelerin icrasını çok kerre nesiller deruhte<br />

ederler, mefkurenin tahakkuku tarihlere düşer. Halbuki<br />

zulüm, şekavet, haksız bir istilâ hergünü ve fani kuvvet gibi<br />

zail olucudur.<br />

Hürriyet en sefil bir hüceyreden en ali melekeye<br />

kadar bütün uzviyetin ve bütün ruhiyetin ittifakını, ittihadını<br />

temin eden manevî bir hükümdardır. Hür olan<br />

hayatlarda igtişaş yerine intizam, inhizam yerine ittifak<br />

bardır. Vahdet ve ahenk hürriyetin şanıdır, fitret ve fitne


— 49 —<br />

yalnız şuursuz ve vicdansız hayatların felâketidir... Hürriyet<br />

ne haricî bir hayalin taklidi, ne de bir hesabın mahsulüdür,<br />

hürriyet varlığımızın en derin noktalarında» gelen<br />

bir sesin âlemdeki aksi sedasıdır. Hürriyet ruhun muazzam<br />

bir hamlesidir. Hür hareketler bakir, müstesna, nevinde<br />

münferit hareketlerdir. Kavinin zayıfa tesallütü hiç te hür<br />

değildir, çünkü tamamiîe maddî bir hesabın mahsulüdür.<br />

Fakat ölünün diriye savleti hürdür, zira hesabm zıttıdır.<br />

Hürriyet basübadelmevte mashar olan milletlerin sıfatıdır,<br />

çünkü bu mashariyet gayrı memul, gayrı muntazar bir keyfiyettir.<br />

Hülâsa hürriyet ruhun bir harikasıdır.<br />

Şimdi hürriyetin kat'i bir lisanla ifade ettiğimiz bu seciyelerini<br />

milletimizin hayatına tatbik edelim. Ne göreceğiz <br />

Mefkure denilen, vahdet ve ahenk, imtidat ve harikuladelikten<br />

ibaret olan bu sıfatları aynen ve tamamen milletimizin<br />

hayatında bulacağız. Millî Hareketin bütün evsafı<br />

hürriyetin bu saydığımız evsafıdır. Millî Hareket dünyanın<br />

en hür bir hareketiydi, zira bu hareketi besleyen ne kuru<br />

bir hayal, ne de basit bir fikirdi, belki bu bir tasavvur,<br />

fakat tasavvurların en alisi olan milliyet tasavvuru yani<br />

dinde, ahlâkta, zevkte müstakil olmak tasavvuruydu.<br />

Millî Hareket hür bir hareketti, zira her ne namda ve<br />

her ne içtihatta olursa olsun ilim, istiklâlsiz bir milliyeti<br />

teyit etmiyordu, sonra hiç bir ahlâk meshebi esaretin bir<br />

fazilet olduğunu iddia etmiyordu, hiç bir zevk, hiç bir eser<br />

sanatte haksızlığı güzel bulmuyordu... Millî Hareket aynı<br />

zamanda ilmin, ahlâkın ve sanatin, mefkurenin yolunu tutmuştu,<br />

onun için hür b'r hareketti. Millî Hareket hür bir<br />

hareketti, çünkü bu hareket, asırlık bir pulatikanın mukerreren<br />

iflâs etmiş eski diplomat zihniyetinin sahte bir taklidini<br />

yapmıyordu. Belki kuvvetini şuurdan, milletin vicdanından<br />

alıyordu, taklitten, tekrarden, mihanikiyetten daiam<br />

azade idi. Bütün kudreti cehitten, azimden geliyordu.<br />

Millî Harelcet hür bir harektti, çünkü, bütün maddî ve<br />

4


- 50 -<br />

haricî olan şeraitin makûs olmasına rağmen, senelerce bu<br />

hareket devam etti. Hiç bir inhilâl, hiç bir zaaf eseri göstermedi.<br />

Bu hareket devam ettikçe zayıfhyacak yerde<br />

kuvvetlendi, kuvvetlendikçe devam kudreti arttı. Millî<br />

Hareketi sırf bir hareketi askeriye şeklinde görenlerin<br />

zehabına rağmen bu hareket butun müteakip ve müteselsil<br />

şekillerde devam edebilecektir. Millî Hareket hür bir hareketti,<br />

zira en cahilinden en alimine, en, zenginine en<br />

fakirine, en küçüğünden en büyüğüne, en yakınından en<br />

uzağına kadar bütün fertlerin, fert denilen bu içtimaî<br />

hüceyrelerin azamî hayatiyet ve azamî faaliyetiyle bir ve<br />

bütün olan maksada, vazifeye iştirakini temin ediyordu.<br />

Bu maksada yalniz hür Anadoluda değil, istilâya uğrayan<br />

topraklarda, hatta yalnız Türkiye sahesinda değil, bütün<br />

islâm âleminde maddeten ve manen iştirak ediliyordu^<br />

Sanki bütün türk milleti ve islâm ümmeti yekpare olmuş<br />

gibi çalışıyordu. Millî Hareket hür bir hareketti, çünkü r<br />

hürriyetin en büyük alâmeti olan harikuladeliği vardı. Bu<br />

hareket Türklerin uzun bir muharebeden çıktığı ve silâhlarını<br />

teslim ettiği tarihte başlamış ve en diri, en genç bir<br />

millet eserinin fevkalâdeliğini göstermi şti.İşte millî harekette<br />

bulduğumuz kudretler temamile hürriyetin yaratıcı kudretleridir.Denüebiiirki<br />

ilk defa istiptada karşı isyan ettikten sonra<br />

şarkta Kütülamare, garpta Çanakkale kahramanlıkları şek'<br />

ünde tecelli eden millî irade Mütarekeden sonra en yüksek<br />

şeklini bu Millî Harekette bulmuştur. Millî Hareketin hür<br />

olan sıfatları karşısında yunan hareketini yalnız makûs<br />

sıfatlarla tavsif edebilirsiniz. Bizim hareketimiz mefkureden<br />

fışkırırken onlarınki hırstan damlayordu! Bizim hareketimiz<br />

ilmin, ahlâkın, san atin bir tercümanı iken onlarınki hak ve<br />

insaniyet denilen mefkureye isyan ediyordu! Biz vicdanımızın<br />

emrini yapıyorduk, onlar imparotorluk taklidi yapıyorlardı t<br />

Biz devam ederken onlar dağlıyor, biz yaratırken onlar<br />

ölüyordu!.. Biz hak vadisine çıktık, müstevli iken münhezim


Ki<br />

olan Yunanistan ne olacaktır .. Vicdandan gelmiyen safil<br />

ihtirasların tabiati bir derece tefe'ül etmemize müsade ediyor.<br />

Yunanista durmayacak, kudurmuş gibi nihayet kendi kendini<br />

ısıracaktır !...<br />

Türk inkılâbının psikolojik<br />

mahiyeti<br />

Bir inkılâp iki türlü mütalâa edilebilir : Onu vücüde<br />

geliren içtimaî mütekaddimleriyle, bir de bu inkılâbın ruhu<br />

itibariyle.. Mazide hangi müessiseler vardı, hangileri çürümüştür,<br />

hangi mefkureler canlanmıştı Bütün bu meselelerin<br />

inkılâp üzerine tesiri neden ibaret olmuştur Bunların<br />

tetkiki içtimaî noktayı nazara aittir. Halbuki bir inkilâp<br />

vücude gelirken kendisiyle birlikte ne gibi ruhî haletler doğur<br />

du Ne gibij kıymetlere vücut verdi, bilâkis ne gibilerini<br />

itibardan düşürdü, hülâsa inkılâbın tarihte değil, yaşayanların<br />

ruhundaki faaliyetleri, safhaları neden ibarettir işte bu kısımların<br />

mütalâası inkılâbın ruhiyatıdır. Binaenaleyh<br />

bir psikoloji mevzuudur. Ben türk inkilâbını bu noktayı<br />

nazardan mütalâa etmek istediğim zaman onda başlıca üç<br />

hassa görüyorum ve bu hassalazı türk inkilâbmın ruhiyatı<br />

için mühim farikalar olarak kabul ediyorum:<br />

Birincisi: inkılâbın gayesinde ki, hedeflerindeki kat'i<br />

vuzuh. Türk inkılâbı nekadar geç olursa olsun, muayyen<br />

maksatları evvelâ tasavvur ve hazim etmiş ve bunu hiç bir<br />

safsataya meydan bırakmiyacak surette tespit etmiştir.<br />

İnkılâbın bütün tarihinde tesadüf edilen ve bir fikri sabit<br />

gibi inkılâbın bütün edebiyatını dolaşan istiklâl fikri bu<br />

iddianın en kat'i delilidir. Türk inkılâbında istiklâl yalnız<br />

münakaşası kabil olmıyan değil, münakaşası caiz olmıyan<br />

kir fikirdir. "Ya istiklâl ya hiç!,, fikri bu hükmün kuvvetini<br />

göstermiye kâfidir. Saltanat bu neviden hiç bir fikir vücude


getirmemiştir. Şu halde türk inkılâbının farikası yepyeni<br />

fikirler olmasa bile, fikirlerdeki hendesî camittik ve kat'i<br />

vazıhtık onu son derece temyiz edecek vasıflardandır.<br />

Türk inkılâbının ikinci böyük hassası taşıdığı duyguların<br />

âlemşümul olan kaynaklarıdır. Türk inkılabı ne kutsî<br />

sayılan ne de ihtiyar veya şayanı hürmet sayıldığı için<br />

sevilen insanların muhabbeti ile yaşamıyordu. Türk inkılabını<br />

besliyen kaynaklar doğrudan doğruya beşeriyetin idi.<br />

İstiklâl, medeniyet, milliyet, ebediyet... gibi duygular<br />

ki her biri ferdî veya hodbin bir hassasiyetin eseri değil,<br />

tamamiyle içtimaî menşeli kıymetlerdir. İnkılâp böyle yaparak<br />

asîl ve iâyuhti olduğuna inanıyordu. Çünkü kuvvet<br />

aldığı membalar bir şahsın, bir milletin menbaları değil,<br />

bütün tarihin, bütün beşerîyetinidi.<br />

Üçüncü hassas şudur: Türk inkılâbı canlı cansız mevcutlardan<br />

mürekkep, icap ve zaruretten başka bir kanun<br />

tanımıyan bir âlemde bir nevi icap ve zaruretten ibaret<br />

bir hareket olarak tecelli etti. Manialar, tehditler.şamatalar,<br />

hatta ricatler, hiç bir şey onun zarurî olmak ve tabiatın'<br />

icra etmekten ibaret olan varlığına sekte veremedi. Bu<br />

itibarla türk inkılabı âlemde mevcut olan sabiteler,<br />

seyyareler, maddeler, canlı mevcutlar gibi, aynı âîemde<br />

kendisine mahsus bir seyir ve tekâmül vucude getirdi.<br />

Hareketlerinde sebat inkılâbın iradesini temyiz eden en<br />

mühim hassadır.<br />

Şimdi türk inkilabmı temyiz eden bu hassaları nazarıdikkate<br />

alalım. Ne göreceğiz Onun başında bulunan<br />

büyük adamın psikolojisini.,. Her şeyden evvel fikirlerinde<br />

riyazî bir açıklık, duygularında beşerî bir akis, iradesinde<br />

fizikî bir muayyeniyet. Bu iki psikolojinin muvaziliği<br />

bizi şu felsefeye sürüklüyor Ferdin hayatında olduğu gibi><br />

cemiyetin hayatında da tek ve mutlak bir istikamet yoktur-<br />

Hayat istikamet tellerinden, temayül ve istidad demetlerinden<br />

ibarettir. Bunlardan birini, bir kaçını intihap etmek onlara


— 53 —<br />

vücut ve cismaniyet vermektir. Bilâkis diğerlerini terketmek<br />

onları dumura uğratmaktır. Şu halde büyük adamlar milletlerini<br />

olduğu gibi sürükliyen insanlar değil, millet denilen<br />

temayül ve istidad huzmelerinden seçen ve onlardan<br />

bir iktidar yekunu vücude getiren san'atkârlardır.<br />

Bahçıvan Ali Osmanın anlayışı<br />

Bahçıvan Ali Osman, o ne bir evliya, ne de bir şeytandır,<br />

alelade bir insandır. Geçen sene benim bahçıvanimdı ve<br />

memleketine gidinceye kadar benimle çalıştı. Buradaki<br />

fikirlerin asıl sahibi kendisidir. Ben bu fikirleri yalnız tarz<br />

ve üsluba soktum :<br />

Bir ilk bahar günü bahçeye çıktım. Ali Osman her<br />

zamanki gibi çalışıyor, toprak belliyordu. Bahçıvanlığı<br />

ondan daha iyi anladığımı zanneden ben, Ali Osmanın faaliyetine<br />

dikkat ediyordum. Ali Osman bir bel vuruyor,<br />

fakat dakikalarca elini toprağa sokarak karıştırıyor, yabani<br />

otlan ayıklıyordu. Ali Osmanın bu faaliyetinde vakit geçiren<br />

tenbel bir adamın kesik hali vards. Sordum:<br />

— Ne yapıyorsun, Ali Osman ağa... dedim.<br />

— Bel belliyorum Beyim. Çok ayrık var, onları<br />

temizliyorum, dedi.<br />

— Temizlemesen ne olur!<br />

Ali Osman hayretle yüzüme baktı :<br />

— Ne söylüyorsun sen Efendi! Temizlemesem ne mi<br />

olur! Ayrık her tarafı kaplar dikdiğin şey kaybolur.<br />

Dünyada bunun kadar arsız, bunun kadar it canlı ne vardırki!.<br />

Nereye düşse orada biter, nerede bir sapı bitse orayı<br />

kaplar. Ayrık sebzenin, çiçeğin düşmanıdır. Hınzır tıpkı<br />

kötü insanlara benzer. Nereye bir tanesi girse orada fenalık<br />

c<br />

oğahr, artık iyiler yaşayamaz olur.<br />

Ali Osmana itiraz ettim :


— 54 -<br />

— İyi amma Ali Osman Ağa böyle ber birini elinle<br />

ayrı ayrı ayıklayacağına, üzerine bir çapa vursan olmazmı.<br />

Bu sefer Ali Osman gülerek şu cevabı verdi :<br />

— Çocukmusun sen efendi! Hiç ayrığın kökleri toprağın<br />

altında bırakılır mı! Sen çapa ile üstünü kesersin,<br />

düzlersin, ayrık öldü sanırsın amma o toprağın altında<br />

yaşar, tıpkı fena insanlar gibi gizlenir. Tam mahsul yetişeceği<br />

vakit birde bakarsın ki başını kaldırmış. Artık gücün<br />

yeterse uğraş! Bütün emeklerin boşa gider...<br />

Ben tecrübeli bahçıvanın merakını takdir ettiğim için<br />

onu bir az daha söyletmek istedim.<br />

— Canım Ali Osman ağa, o halde ayrıkları çıktığı<br />

zaman birer birer çekersin olmaz mı<br />

Bu sefer Ali Osman ne güldü, ne de yüzüme baktı.<br />

Bu tavsiyemin hayattan aldığı bütün tecrübelere karşı geldiğini<br />

düşünürken gözleri evinden fırlar gibi oluyordu:<br />

— Delimisin sen Efendi! dedi. O hınzır ayrık ayıklanır<br />

mı hiç! O bir kerre toprağın altında kaldı mı, köklerini<br />

her yere salar. Sonra onu çıkarayım derken bütün mahsulü<br />

kaybedersin!..<br />

Bahçıvan Alt Osm ana son sualimi sormak istedim:<br />

— Ali Osman ağa kaç senelik bahçıvansın<br />

— Efendi, yirmi beş!<br />

— Sence usta bahçıvan kimdir, bana söylermisin ..<br />

— Kim ki evvelâ tarlasını iyice ayıklar, içinde ayrık<br />

değil, tüy bile bırakmaz, kim ki tohumu iyi seçer, kimki iyi<br />

tohumu tam vaktinde dikmeyi bilir, kim ki mahsulünü<br />

yalnız ottan, hayvandandan değil, kendinden bile kıskanır,<br />

işte o adam bahçıvandır Efendi...<br />

Şimdi Ali Osmanın kanaatini genişletiyorum: "Tarla,,<br />

bir cemiyettir. "Tohum,, bir harstır. "Ayrık,, taassup,<br />

irtica, gibi menfi bir hayattır. "Ali Osman,, bir idare<br />

adamıdır "Bahçıvanlık,, ise içtimaî hayat hakkındaki müspet<br />

fikirlerimizdir. Bu hadler bir kerre malûm oidukt~n


sonra Ali Osman in kanaatini içtimaî hayatımıza da tatbik<br />

etmek mümkündür.<br />

İnkılâbı tanımak lâzımdır<br />

İnkılâp bir kelime değildir. İnkılâp şe'niyet üzerinde<br />

kazanılmış bir zaferdir. O hatta maddî ve müspet bir<br />

şeydir. Bazı fikrî vaziyetler vardır ki inkılabı doğru anlamamıza<br />

engel olur:<br />

1 — İnkılâbı kelimelerle düşünmek. Halbuki inkılâp<br />

bir şe'niyet olduğundan, şe'niyet olarak düşünülebilir.<br />

2 — İnkılâbı "siyasî n<br />

diyerek daima gelip geçici bir<br />

şey sanmak. Halbuki sathî inkılâplar gibi, uzvî ve bünyevî<br />

olanları da vardır.<br />

3 — İnkılâbı sadece tarihin ve içtimaî mukadderatın<br />

bir neticesi sanmak. Halbuki her ne de olsa, inkılâp bir emir,<br />

bir emrivakidir, mutlaka bir fert tarafından istihsal edilebilir.<br />

4 — İnkılâbı sadece bir adamın eseri sanmak. Halbuki<br />

cemiyetin karnında olmiyan ve vakti gelmiyen bir İnkılâp<br />

zorla doğurtulamaz...<br />

İşte vasıl olduğum netice şudur: Bir inkılâp her hangi<br />

tabiî bir hadise gibi ancak bir ilmi ve metodu olan<br />

insanlar tarafından doğru anlaşılabilir.<br />

Niçin böyie yipıhmyor Bunu ilim ve hars müessiseleri<br />

mutlaka yapmalıdır.<br />

İhtilâl mı, inkılâp mı<br />

Gustave le Bon bir "ihtilâl» bir "inkılap» değildir,<br />

demiş! Bunu derken de türk inkılâbını kastetmiş!., İlim<br />

yerine dram ve trajedi yazan bu güzel üsluplu adamın ne<br />

demek istediğini acaba yalınız ben mi anlıyamıyorum! İşte<br />

^'ırk, ruh, karacter, ali, safii...,, Gibi bir çok kelimeler ki mu-


harririn bunlarla kastettiği ilmî manaları anlamak hemen<br />

kabil değil. Bence Gustave le Bon şe'niyet fikirleri üzerinde<br />

çalışan yarı edip, yarı mütefekkir, cazip üsluplu bir<br />

muharrirdir. Daima ilhamkâr, fakat hiç bir zaman ikna<br />

edici olmıyan bir muharrir!.. Niçin bir ihtilâl bir inkılâp<br />

değildir.. Çünkü fikrin sahibine göre, ihtilâl sathî, inkılâp<br />

ise bünyevîdir. Yine aynı kanaata göre, ihtilâl anî ve fevrî,<br />

inkılâp ise tedricî ve tarihîdir... Bu kanaat eski olduğu<br />

kadar da hayatın bütün vakıalarına uymiyan bir tedriç<br />

nazariyesinin eseridir. Halbuki inkılâplar anî de olabilir.<br />

"Yaratıcı tekâmül nazariyesi,,ni biyoloji sahesinden sosyoloji<br />

sahasine götürmekte hata yoktur. Bir ihtilâle tekâmül kıymeti<br />

verdiren şey, ne onun güçlüğü ne de onun gençliğidir.<br />

Sadece eşyanın tâbiatine ve hayatın seyrine muvafık olmasıdır.<br />

Türk inkılâbı hak ve hakikattir. Çünkü ezelî şe'niyetlere<br />

uygundur.


Yen! hayat


Yeni hayat<br />

"Misaki Millî,, denilen mefkurenin baş döndürücü bir<br />

süratle terakki etmekte olduğunu görenler memnuniyetle<br />

karışık bir hayrete duçar olmaktan, aynı zamanda tarifi<br />

güç bir gurur duymaktan kendilerini alamıyorlar, bu mefkurenin<br />

sihir ve kudreti gibi bu süratin imkânını da bir<br />

derece hesap ve mukayese etmek istiyorlar. Malûmatımızın<br />

ve tecrübemizin mahdut olan unsurlarüe böyle bir hesap<br />

ve mukayeseye muvaffak olamayınca, millî hareketin tarihini<br />

az çok asri bir feza içerisinde görmek biz İstanbul<br />

Türkleri için tabiî bir haleti ruhiyedir. Fakat akıl ve muhakememizin<br />

aczi ne derecede olursa oısun, hayat ve hakikat<br />

hissimiz bize içtimaî neviden şüphesiz hayırlı ve halâskâr,<br />

bununla beraber mukavemetsuz bir cereyan içerisinde<br />

ferdî hayatımızın akıp gittiğini söylüyor. Bizi şaşırtan<br />

en mühim sebepîererden biri belki içtimaî hayatımız hakkında<br />

mantık zorıyle edinilen müphem ve mahdut fikrimiz,<br />

daha doğrusu vakıalara uymıyan eski telâkkimizdir.<br />

Zira Harbi Umumîdenberi Türk milletinin ruhunda, zihninde<br />

iıasıl olan inkilâp, tahminlerimiz fevkinde büyüktür, Muharebeleri<br />

sırf mekanizmesi noktai nazarından düşünüp<br />

"yıkmak, kesmek...„ fiilleriyle ifade edenlerin enfüsî hükümleri<br />

nasıl münferit ve mücerret bir merhamet yahut<br />

insaniyet fikrinden mülhem olursa olsun, muharebelerin<br />

içtimaî hayattaki müspet tesirlerini tetkik edenler gözlerini<br />

temamile hakikat üzerinde dolaşdırmışlardır. Muharebeler<br />

içtimaî tabakaları sarsan, eski ahlâkî, iktisadî manzumeleri<br />

yerinden oynatan zelzelelerdir. Harbeden cemiyetler bünyelerindeki<br />

hüceyrelerin nesci değiştiğini de hissederler.İşte bütün<br />

bu içtimaî ihtilâllerin ergeç vasıl olacağı bir tevazün ve


— 60 —<br />

taazzi hali vardır. Yoksa cemiyet böyle bir intizama mazhar<br />

olmadıkça payidar olamaz. Harp nasıl bir hali tabîî ise<br />

sulh ve sükûn da onun kadar tabiî bir haldir. Şu taktirce<br />

senelerce harb eden bir cemiyetin kendi bünyesinde hasıı<br />

olan ihtilûlkâr hareketlerin bir tevazün haline girmesi emi<br />

tabiîdir.<br />

Bu günkü Türk milletinin hayatında görülen bu süratli<br />

yenileşme faaliyetini uzun zamandan beri mütemadi muharebeler,<br />

mütevali felâketler neticesinde hasıl olan tahavvüîlerin<br />

zarurî bir neticesi olarak telâkki etmek doğrudur<br />

Meşrutiyet iptidalarından beri devam eden bu içtimaî tehavvüîler<br />

neticesinde gerek maddiyet ve gerek maneviyet:<br />

sahasinde bîr çok kuvvetlerin tecellisine şahit olduğumuz,<br />

gibi, bir takım zayıf kıymetlerin de feyz ve kuvvet kespettiğine<br />

şahit olduk. Şu halde cemiyetimizin bünyesi gibi<br />

ruhu da, yani ahlakî hukukî zihniyeti de beraber degişmtir<br />

Bu uzun cidal hayatının bize öğrettiği hakikatler mutaaddittir<br />

Eski Türk-Yunan harbi bize idareyi mutlakanm<br />

Rumen'de aç ve çıplak bıraktığı neferlerin sefaletini gösterdi.<br />

Harbi Umumî bir millet için siyasî ittifakların her ne<br />

temin ederse etsin, bünyesinden temamiyle hariç kalan mahiyetini<br />

gösterdi. Çanakkale müdafaasının öğrettiği hakikat<br />

türk milletinin namus ve istiklâl mefkûrasine verdiği<br />

kıymettir. Mütareke günleri bize aciz hükümeti tarafından<br />

terkedilen bir milletlerin nefsinden ve iradesinden başka desteği<br />

olmıyacagım anlattı. Millî müdafaanın tarihi ise fenni<br />

usullerle idare edilen bu harbin manevî kuvvetlerle birleşince<br />

âlemde şeref ve istiklâlin yegâne müdafii olabileceğini^<br />

bizimle beraber âleme ispat etti.. Bu fikirler alelade<br />

fikirler değil, bütün müdafaaların tarihinden çıkan cani*<br />

fikirlerdir. Yeni Türkiye Devleti bu canlı fikirlerin vücudünden,<br />

zamanda ve mekânda tahakkuknndan başka bir şey<br />

değildir. Yeni Türkiye Devletini eski Osmanlı saltanatının<br />

bilâfasila devamı addetmek nasıl doğru değilse, yeni


— 61 —<br />

«devlet hayatımızı eski devlet hayatımızın tekerrürü ve taklidi<br />

şeklinde tekâmülünü beklemek te o derece doğru değildir.<br />

Milletçe nasıl yenileşdikse devletçe de yenileşmek zaruretindeyiz.<br />

Çünkü yeni hayat milletin nefsine itimadından<br />

doğmuştur, binaenaleyh ati mutlaka bu nefsin şeref ve<br />

izzetine lâyık olacaktır.<br />

Demokrasi nedir<br />

Memleket hiç bir tarihin idrak etmediği ve hiç bir<br />

memleketin şahit olmadığı muazzam bir inkiiâbı vücude<br />

getiriyor. Es3reti hürriyete, yeisi ümide, ademi imkân tahvil<br />

eden büyük irade şimdi de Demokrasinin icabatını mutlak<br />

surette tatbik ediyor. Bu eser karşısında ilimin sağır ve<br />

dilsiz kalması mümkün değildir. Gerçi ilin. adamının<br />

adi siyaset yapması caiz değildir, fakat siyaset ve<br />

siyasî inkilâplann ilmini yapması neden cayiz olmasın!.<br />

Çünkü siyasî inkilâplar da - dinî, ahlâkî ve<br />

iktisadî inkilâplar gibi - içtimaîdir, binaenaleyh onların da<br />

afakî bir mevcudiyetleri vardır. Afakî bir surette<br />

tetkik edilmeleri lâzım gelir. Diğer cihetten ya Demokrasi<br />

içtimaî hayatımızın esaslarını sarsacak derecede derin bir<br />

inkılâptır, o halde bunun neticeleri hukuk, ahlâk, terbiye<br />

lisaniyle vazihen ifade edilebilir. Yahut ta Demokrasi bu<br />

neticelerle alâkadar olmıyan sathî bir değişikliktir, o halde<br />

bu değişikliğin derecesi ve mahiyeti anlaşılmalıdır. Halbuki<br />

Demokrasi memleketin bütün ahlâk, hukuk, terbiye ve<br />

maarif sistemini değiştirecek derecede derin, içtimaî tahavvüllerdir.<br />

Binaenaleyh ahlâkta, hukukta, siyasette, terbiyede..,<br />

bunun akisleri olmak »lâzım gelir. Bu akisleri ve neticeleri<br />

görmek için her şeyden evvel Demokrasinin ne<br />

olduğunu vazihen ifade etmek mecburiyetindeyiz. Demokrasinin<br />

ne olduğunu anlamak için de bu sekilin tamamiyle<br />

zıddı olan Kast devrine iraei nazar etmek lâzım geliyor:


- 62 -<br />

Kastlar Hindistanda yaşiyan ufak cemiyetlerdir. Bunları<br />

demokratik cemiyetlerden temyiz eden seciyeler şunlardır:<br />

1 — Kast dahilindeki fertler aynı hukuka malik değildir.<br />

Kast dahilinde rahiplerin, muhariplerin, zürram<br />

arasında hukuk farkları vardır. Meselâ muharip zürraıa<br />

mafevki, rahip muharibin mafevkidir.<br />

2 — Kastın erkek efradı için meselâ diğer bir kasttan<br />

kız almak, diğer bir kastın yemeğini yemek, ecnebilerle<br />

temas etmek., gibi birçok fiiller memnudur. Bunlar büyük<br />

günah teşkil eden fiillerdir.<br />

3 — Kastın efradı mesleğini intihapta da serbest değildir.<br />

Çünkü bu cemiyetlerde meslek intihabı aile ile<br />

mukayyettir. Meselâ rahibin oğlu rahip, muharibin oğlu<br />

muharip, demircinin oğlu demircidir. Binaenaleyh meslek*<br />

ihtisas verasetin bir tabiidir.<br />

4 — Kastlar arasında bir nevi umumî vahdet<br />

olmakla beraber, her Kast diğerinin son derece muhasımidır.<br />

Aralarında taksimi amel yoktur.<br />

5 — Kast devrinde cemiyet son derece hareketsiz, atıldır.<br />

Bu devrin insanlarında ne fikren, ne de fiilen cevvaliyet<br />

yoktur.<br />

Cemiyetler kastlar devri dediğimiz bu İbtidaî şekli<br />

idrak etmişlerdir. Demokrasiye ise en geç vasıl olmuşlardır-<br />

Çünkü Demokrasi içtimaî tekamülün son merhalelerinden<br />

biridir. Demokrasi devrine girmiş bir cemiyetin<br />

seciyeleri Kastlarî devrindeki cemiyetin bu seciyelerine tamamiyle<br />

zıddır. Şöyle ki:<br />

t — Demokratik bir cemiyette fertler kanun nazarında<br />

aynı hukuku, aynı kıymeti haizdirler. Demokratik cemiyette<br />

sınıf teşkilâtı yoktur. Muhtelif meslek erbabı arasında<br />

hukuk farkları mevzuubahis değildir. Hiç kimse diğerlerinin<br />

ne mafevki ne de madunudur. Butun insanlar sınıf, meslek,<br />

ırk, cins, meshep farkları nazi itibara alınmaksızın müsavidirler.


2 — Kast dahilinde dinî bir mahiyeti haiz oian bir<br />

çok fiiller demokratik cemiyette lâdinî bir mahiyeti haizdir.<br />

Meselâ Demokrasi ferdi istediği cemmiyetten kız almakta<br />

ve istediği yemeği yemekte ve ecnebilerle temasta ve<br />

buna mümasil olan bütün fiillerinde serbestir Hiç bir dinî<br />

kayıtla mukayyet değildir.<br />

3 — Demokroside fert istediği mesleği, istediği veçle<br />

intihapta serbestir. Meslek intihabı Kastlar devrinde olduğu*:<br />

gibi aile ile mukayyet değildir. Meselâ alimin oğlu demirci<br />

olabileceği gibi, demircinin oğlu da alim olabilir.<br />

4 — Kast devrindeki husumetler Demokrasinin meslekleri<br />

arasında yoktur. Demokraside meslekler taksimi amele<br />

ve tesanüde müstenittir Demokraside meslek zümresiyle<br />

meslek zümresi arasındaki his, husumet değil, bilâkis<br />

muhabbettir.<br />

5 — Demokratik cemiyette fert son derece fail, hem<br />

fikren, hem de fiilen cevvaldir. O Kastın bir zerresi değil.<br />

Cumhuriyetin bir şahsiyetidir.<br />

Şu takdircs demokratik cemiyetlerin seciyelerini hülâsa<br />

etmek istersek diyebiliriz ki bu hülâsa "Hürriyet,, ten<br />

ibarettir. Hürriyet, bütün vatandaşlar için aynı hukuku<br />

kabul eden "Müsavat,, şeklinde hürriyet, bütün vatandaşlar<br />

için vicdanın kabul etmediği veya muvafık bulmadığı<br />

velayete tabi olmamaktan ibaretan olan " dünyevilik,,<br />

şeklinde hürriyet, kendi kuvvet ve kabiliyetinin müsade ettiği<br />

mesleği intihapta serbes kalmaktan ibaret olan "müsavat,,<br />

şeklinde hürriyet, zümre ile zümrelerin, millet ile milletlerin<br />

müsalehasından mütevellit "tesanüt,, şeklinde hürriyet,<br />

ferdin hem cismanî hem de ruhanî melekelerini azamî<br />

derecede ve serbesce neşvünemaya mazhar olmasından tevellüt<br />

eden ahlâkî ve insanî bir "şahsiyet» şeklinde hürriyet...<br />

Bütün ou şartlar ve'neticeler toplanarak denilebilir ki :Demokarsi<br />

Adalet mefkuresinin tecellisidir. Bazı kimseler bu müsavatçılığın<br />

bir vahime ve müsavatçılık mücadelesinin sunnî


_ 64 -<br />

•olduğuna âkanidirler. Gerçi ilmin ve felsefenin tarihinde mefkurelerin<br />

bile vahime ve cehil eseri olduğunu söyleyenler gelmiştir-<br />

Fakat hiç bir zaman içtimaî mefkureler gibi milyonlarla<br />

insanın vicdanını saran kuvvetlerin zaruretleri, içtimaî zaruretlere<br />

tekabül etmedikçe cehalet yüzünden payidar olmasını<br />

akil bizzat nefyediyor. Bu gün bütün avrupa milletlerinde ve<br />

bizde Demokrasi ve Cumhuriyet şeklînde tecelli eden mefkure<br />

de tarihî dinlerin zuhuru gibi içtimaî hayatın tevelit ettiği<br />

bir zarurettir. Buna bu gün de mutavaat etmemek belki<br />

mümkün olurdu. Fakat ne büyük zarar ve istiraplarla ve<br />

ne büyük tehlikelerle!.. Filhakika Büyük adamlar yanhz<br />

hayatın boğuk ve kısık sesini işidebilenlerdir. İnkılâbı şu<br />

veya bu vasıta ile, şu veya bu şekilde yapıp yapmamak<br />

gerçi ellerindedir, fakat mefkureyi halk ve icat etmek<br />

ellerinde değildir. O, sadece tarihin bir mucizesidir.<br />

Nitekim Demokrasi mefkuresi de ilk defa Avrupa milletlerinde<br />

zuhur etmiş değildir. Tarih ve içtimaiyat onu<br />

yunan medeniyeti kadar eski buluyor. Aynı mefkurenin<br />

uzun bir husufe oğradıktan sonra tekrar tecellisi bir<br />

günlük iş olmamıştır. Bilâkis bu mefkure bazen siyasî bir<br />

şuur gibi ronesan'dan beri tenvir ede ede zamanımıza<br />

kadar gelmiştir ve bütün asrî milletleri sarsmıştır.<br />

Rönesansin edebiyatı yunan felsefesinin mahsulâtı gibi<br />

bu mefkureyi de takdir ve tepcil ediyordu. Fransa İhtilâli<br />

Kebirinin kahramanları ruhen rousseau'nun "tabiat,, umdesile<br />

ve "Contrat social,,'in verdiği hamle ile hareket etmekte<br />

idiler. Müttehidei Amerika istiklâli mücadelesinde görüldüğü<br />

gibi, bazı inkilâbçılar da aynı mefkureyi incilden istinbata<br />

kadar gidiyorlardı. Söyleyenler ve söyletenler pek çoktu,<br />

fakat söylenen birdi. O da bütün bu şiirler, tefsirler ve<br />

iddialar arkasında yaşayan ve değişen bir cemiyetin iştiyakı<br />

idi. Kim iddia edebilir ki türk tarihinde bu mefkure<br />

tekevvün ederken onun terkibine milletini aldatan Sultanların<br />

hatırası, Tırabulusta, Balkanlarda, Çanakkalede,


- 65 -<br />

Arabistan da ölen meçhul Mehmetierin âhı da karışmamıştır,<br />

inkılâbımız gözleri karartacak derecede başımızı<br />

döndürüyor. , inkılâbın âlemden beklediği cesaretlerine ve<br />

tehlikelerine iştirak olmıyabilir. Fakat hiç olmaisa olanı<br />

anlaması ve anlatmasıdır.<br />

İnkilâpta yarım yoktur...<br />

Biz tahsilimizi Meşrutiyetten evvel İstanbul Darülfünunu<br />

Fen Şubesinde yaptık. Hocalarımız arasında müteveffa<br />

Vasil Naom Bey gibi hüdayinabit olarak yetişmiş meşhur<br />

bir kimykker ve büyük bir mürebbi bulunuyordu. Bu<br />

.zatin derslerinde hem ilmî fikirler, hem de bediî<br />

bir mahiyet vardı. Hocamız tecrübelerinin kıymetli<br />

•neticelerini bildirirken açık, kuvvetli ifadesini ve kuvvetli<br />

telâkkileriyle bizde ilim fikrini, ilim muhabbetini de vücude<br />

getiriyordu. Fakat bütün - bu vasıflarına rağmen Vasil<br />

Naom Beyin dersi, kimyanın alat ve edevatından, hatta en<br />

•ufak tacrübelerden bile mahrum bulunuyordu. Filvaki o zamanki<br />

Darülfünnunun kimyahanesin de ancak bir kaç<br />

«eza dolabı vardı!.. Bu kimyahaneyi ancak bir iptidaî<br />

mektebi müzesi gibi ziyaret eder, fakat ellerimizi hiç bir<br />

şeye sürmeden dışarıya çıkardık!.. Bizden evvel ders alanlar<br />

kendisine atfen şu sözleri söylemişlerdi. İşte size bu<br />

cismin terkibi».. Lâkin bu cismin kokusunu tebeşirin kokusundan,<br />

rengini de tebeşirin renginden anlarsınız!..<br />

:Bu sözler bütün hayatını tecrübe ile geçirmiş ve "Beni<br />

kuyuya atsalar yine aç kalmam, kimyam sayesinde- kendime<br />

gıda yaparım!..,, Diyen ilmine mağrur kimyakerin AbdüJ<br />

Hamit istipdadına karşı bir isyanı idi.. İstipdat, Darülfünunu<br />

âncârk bW hareket ve inkılâp yapmak için değil, sırf Saltanatın<br />

1 JHrdarüİfünnunü olduğunu göstermek için yaşatıyordu.<br />

JHi unutmam, fcir' gün, o Zamanki Darülfünnunun, şim-<br />

5


- 66 -<br />

diki DarüimuaHiminin koridorlarından birinde dolaşırken<br />

Darülfünunun ziyarete gelmiş olan ecnebileri gezdirmekte<br />

olan bir memurun şu sözleri söylediğini işitmiştim: "Darülfünnunu<br />

gösterin diyorsunuz... Burada gösterecek hiç bir<br />

yok ama'israrınız üzerine yine göstereyim !..„.<br />

Hülâsa mutlakiyet maarifi bir gösteriş ve idareyi maslahat<br />

maarifiydi. O zaman hiç bir şey ciddi, hiç bir şey<br />

esaslı ve tamam değildi. Bu noksan, mutlakıyetin bütün<br />

idare şubelerinde vardı. Hukuk, iktisat hey şey böyle<br />

eksikdi... Mümkün olduğu kadar günü geçirmek ve yarın<br />

için yine yarım tedbirler düşünmek, Abdül Hamidin bütün<br />

dehası işte bu noktada tecelli ediyordu!.. Meşrutiyet tarihi<br />

fasılalı, sıkıcı tereddütlerle doludur. Bazen iyi bazen fena<br />

bazen müterakki bazen mütereddi, olan bu tarih içtimaî ve<br />

siyasî hayatın her nevine şahit oldu. Fakat esasen bu<br />

devrin de evvelkinden farkı yoktu. Çüdkü bu devir de hiç<br />

bir şey, hiç bir maksat zahirî, arizî endişelerden salim bir<br />

surette, tabiî, zarurî şartlar dahilinde vazedilip halledil-,<br />

miyordu. Her şey vukuatın, tesadüflerin eseri idi. Mutlakiyet<br />

devrinde esaslı teceddütlere mani olan, bir ferdin, Sultanın<br />

iştipdatı idi. Meşrutiyet devrinde aynı teceddütlere mani<br />

olan müteaddit fertlerin kararsızlığı idi. Sanki içtimaî hayat,<br />

bütün kudret ve hamlesiyh tecelli için yekpare bir ruh<br />

ve ceset bulamamış, parça parça kanaatler taşıyan, zayıf<br />

fertler arasında dağılmış kalmıştı!.. Türkiye, tarihinin en<br />

kara ve betbaht günlerinde bu camiayı, perakende olarak<br />

helak olan millî kuvvetlerini ateş ve hararete kalbeden<br />

mihrakı buldu. Bu tekasüf neticesindedir ki ecnebi istilâsı,<br />

esaret, Saltanat... her şey yıkıldı... Bütün bu eserler, Harekatı<br />

Milliyenin tarihidir. Aynı tarih bize şu üç hakikati<br />

bariz bir surette ispat ve ilân etmiştir:<br />

1 — Bir millet ne kadar cahil ve maddî medeniyet<br />

itibariyle ne derece geri olursa olsun, istiklâl ve şerefini<br />

muhafaza etmek heyecanını duyduğu müddetçe ölmüş


— 67 —<br />

sayılmaz. Ei verirki bu heyecana mihrak olacak tarihî kahramanım<br />

bulsun..<br />

2 — Asrî kahramanlık, bir heyecan ve irade kahramanlığı<br />

olduğu kadar, ilim ve teknik kahramanlığıdır. Şan<br />

ve şeref, vatan ve millet namına ölmek büyük bir iş, fakat<br />

milletini, vatanını şan ve şeref, sahibi bir vatan ve milleti<br />

olarak idameye muvaffak olmak büyük bir dirayet ve fikir<br />

eseridir...<br />

3 — Yeni bir eser vücude getirirken, yeni bir millet<br />

yaparken ve yeni bir tarih yaratrıken büyük adamların<br />

müracaat ettiği tek usul vardır: Tarlayı baştan aşağıya<br />

temizlemek ve yeni binayı yepyeni malzeme ile ve yepyeni<br />

nispetlere göre inşa etmektir.<br />

İnkılâbın birleşmiyeceği yanlız bir fikir vardır, o da<br />

yarım ve yama fikirleridir. Âksitakdirde inkılâp hali hayatımızı<br />

maziye iade şeklinde ricatle neticelenmez, büsbütün ihtilâle<br />

münkalip olabilir. Bu netice, hayat için kazanç mevzuubahsolurken<br />

büyük bir ziyandır!..<br />

Cumhuriyetimizin temelleri<br />

Mutlakıyetin ve meşrutiyetin bir mantığı olduğu gibi,<br />

cumhuriyetin de bir mantığı vardır. Cumhuriyetin esası<br />

adalettir. Adaletin ilk şartı müsavattır. Müsavat, bütün<br />

vatandaşların aynı hukuka malik olmaları, hiç bir ferdin<br />

ve hiç bir sınıfın sultasına maruz kalmamaları, içtimaî feyizlerden,<br />

içtimaî nimetlerden istifade etmeleri ve içtimaî<br />

bir meslek intihabı hususunda bütün vatandaşların aynı<br />

vesaite mazhar olmalarıdır.<br />

Şu takdirce cumhurî hükümetin ilk mühim vazifesi<br />

fertlerin veya sınıfların sultasına mâni olacak, aile, şehir,<br />

asalet, servet farkı olmaksızın bütün vatandaşların millî<br />

hayatın feyizlerinden ve nimetlerinden istifadesini temin<br />

edecek olan kanunları ve müessiseleri vücude getirmektir.


- 68 -<br />

Cumhuriyet içinde adlî, hukukî ıslâhatı idare eden mihver<br />

fikir, işte bu "müsavatçılık,, tır. Bu müsavatçılığın hukuk<br />

ve kanun şeklinde tecessüt etmesi kâfi değil, ruhlarda,<br />

vicdanlarda şuurlanmasi, iradeleri tahrik edebilecek bir<br />

hayatiyet kazanması da lâzımdır. Onun için cumhurî devlet,<br />

kanunları ve mahkemeleri gibi mekteplerinin de hayatını<br />

müsavatçılık esası üzerine tensik etmeli, aynı zamanda<br />

tarih, ahlâk, edebiyat ve felsefe dersleriyle bu kıymetleri<br />

takviye etmelidir. Taki cumhuriyet inkılâbı aristokratik<br />

ve monarşik devirlerin müstehaseleri şeklinde yaşıyan ölü<br />

telâkkilerden büsbütün azat olabilsin...<br />

Fakat asrî cemiyet içinde müsatçıhğm en büyük düşmanı<br />

servettir. Servet ve onun terakümü sahibine bir tai<br />

kim imtiyazlar ve nüfuzlar temin etmekle kalmayıp servetolmıyanların<br />

dolay isiyle mahrumiyetini ve servetliye karşı<br />

esareti neticesini de tevlit etmektedir. Bu, bir haksızlıktır.<br />

Cümhurî devlet bu içtimaî hakslzlıklan bütün kuvvetiyle tamir<br />

ve teiâfi etmek mecburiyetindedir.<br />

Bunun çaresi içtimaî tesanüt teşkilâtı vücude getirmektir,<br />

"tesanütçülük,,, müsavatçılığın bir şeklidir. Hastahaneler,<br />

sandıklar, süthaneler, aşhaneler, çocukları himaye<br />

ve fukara cemiyetleri... hep bu umdenin vücude getirdiği<br />

müessiselerdir. Bizde vakıf en ziyade tesanütçülükten<br />

kuvvetini alan demokratik bir teşkilâttır. Cumhurî devlet<br />

"Muaveneti içtimaiye,, namı altında adalete hizmet ederken<br />

bu hizmeti bir yandan da mekteplerinde ve maarifinde<br />

tesis etmek mecburiyetindedir. Şöyle ki cumhuriyet içinde<br />

fakir bir aile, sırf fakir olduğundan dolayı, evlâdıpı tahsil<br />

ettirmek şerefinden mahrum kalmamalıdır, iptidaîden .ajiye<br />

kadar bütün mektepler tahsile müstait fakir çocuklar: için<br />

meccani olmalıdır. Devlet, cumhuriyet esasına sadık kata<br />

mak mecburiyetiyle talî ve ali tahsilde "bourse w<br />

lar, vakıflar<br />

tesis etmelidir. Bu tesise yalnız deylet değü, belediyeleri<br />

ve diğer cemiyetlerde çalışmalıdır.


Adaletin ikinci şartı hürriyettir. Hürriyet, vatandaşların<br />

manevî kuvvetlerin sultasından azade olması demektir.<br />

Bu manevî kuvvet ister dinî bir akide, ister metafizkî<br />

bir mektep, ister siyasî bir içtihat şeklinde olsun, vatandaşlara<br />

zoria, aklı, muhakemesi hilafında kabul ettirilemez.<br />

Cumhuriyette hiç bir kimse filân akideye sahip, filân<br />

mezhebe sâlik veya filân siyasî kanaate malik olduğundan<br />

ve kabili münakaşa, kabili içtihat oian mes'eleri şu veya<br />

bu suretle düşündüğünden dolayı takbih veya tezyif edilemez.<br />

Hiç kimse şahsına ve ailesine ait olan hususî ahlâk<br />

va hayat telâkkilerinden dolayı tecziye olunamaz. Binaenaleyh<br />

din ile devletin yalınız nazarî olarak değil, fiilî olarak<br />

ta ayrılması lâzımdır. Devlet insanları zorla mutekit etmek<br />

ve zorla zahit kılmak için kuvvetine, zabitesine müracaat<br />

edemez. Devletin fertlerden talep edeceği şey, böyle şahsî<br />

kanaatlere nüfuz etmek değil, millî hayatm temeli olan<br />

müşterek kıymetlerin masuniyetini temin etmektir. Bu kıymetlerin<br />

mühim bir kısmını "hakimiyeti milliye ve hürriyeti<br />

şahsiye,, mefhumlarında tophyabiliriz. Cumhurî devletin<br />

asıl vazifesi budur. Devlet bu vazifesini bir yandan kanunları<br />

ve zabitesiyle yapmakla beraber bir yandan da tedrisatına<br />

dünyevî bir seciye kazandırarak ve millî terbiyeyi hâkimiyati<br />

milliye, hürriyet ve müsavat esasları üzerine kurarak<br />

yapar. Cumhuriyetin mektepleri bu bitaraflığı yalnız münakaşayı<br />

mucip olan akideler hakkında değil, hatta müspet<br />

mahiyeti olmıyan ahlâkî tedrisat hakkında da göstermelidir.<br />

Hiç bir akidenin hürriyet esasını yıkacak surette neşrine<br />

muvafakat etmezken her hangi maddeci^ intifaiyeci<br />

veya iftıkâriyeci feylesofun ahlakî kanaatlerini genç nesillerin<br />

ruhuna zeredilmesine muvafakat etmemelidir. Bu devletin<br />

mektepte tedrisine muvafakat edeceği manevî c'ersler<br />

ancak tarih veya içtimaiyata müstenit, yani ilmî neviden<br />

dersler olabilir. Cumhuriyeti yükseltecek olan kafaları<br />

ancak bu müspet tedrisat sayesinde yetiştirebiliriz.


— 70 —<br />

İnkılâbımız ve fikirler<br />

Geçende Türk inkılâbının hararetli takdirkârı olan bir<br />

Amerikalı ile görüştüm. Bu zat on altı senelik inkılâp tarihi,<br />

bilhassa Millî Harekâtın safhaları hakkında bir eser yazacaktır.<br />

On altı senelik hayatın seyrini iyiden iyiye tetkik<br />

etmiştir. Bu mülakatımız benim için çok istifadeli oldu.<br />

Çünkü bir Amerikalının nerlere dikkat ettiğini ve neleri<br />

öğrenmek istediğini anlatıyordu.<br />

Suvallerinde birine verdiğim cevap şu idi: Zannediyorum<br />

ki siz milliyet şuurunun zuhuru tarihini sormak<br />

istiyorsunuz. Çünkü şuursuz olarak mevcut olan milliyetin<br />

tarih', meb'dei yoktur. Bu sırrî, dinî kıymetlerin şiddetin<br />

kaybetmesiyle birlikde şuursuzluk nahiyesinden şuur nahiyesine<br />

girmiştir. Her millette olduğu gibi bizde de muharebeler,<br />

açhklar, zulümler gibi içtimaî akibetler doğuran kitlevî<br />

ve bünyevî hareketler bu şuurun uyanmasına sebep olmuştur.<br />

Bu itibar ile eski Yunan harbi türk neferini çıplak bir<br />

halde gösterdiği, sarayın istipdadına ve israfına rağmen<br />

Türkün tükenmek bilmiyen hayat cevherini meydana çıkardığı<br />

için genç ve mektebli zabitlerin ruhunda şiddetli bir milli"<br />

yetçilik veya halkçılık heycamnı uyandırdı. Balkan muharebesi<br />

bu intibahın diğer bir amili oldu. Bu harp, bize hem<br />

milliyet ateşi ile yanan cemiyetlerin iradesini hem de millî<br />

idareye malik olmıyanların şeametini gösteriyor, ve hükümet<br />

idaresinde saçın sakalın hiç bir kıymeti olmadığını, belki<br />

her kuvvetin mefkureden, iradeden, samimiyetten geldiğini<br />

öğretiyordu. Çanakkale harbi bize asgarî madde ile mücehhez<br />

mefkûreci birordunun cihan ordularına karşı koyabileceğini<br />

türk ile gayır arasında insanlık itibariyle hiç bir ayrılık olmadığını<br />

söylüyordu... Bütün bu vukuat türklük şuurunun bir kuvvet<br />

fikri haline gelmesi için kâfiydi. Netice malûmdur. Bu<br />

milliyet şuuru bir yandan milliyyetçi ve halkçi bir devlete,


_ 71 —<br />

bir yandan da dünyevî ve cumhurî bir idare şekline inkılâp<br />

•etti. Bu tarihin mütefekkirleri nastl çalıştılar Bu tarihte<br />

hangi ilimler, hangi felsefeler en çok hükmüran oldu..<br />

İtiraf etmek lâzım gelir ki Meşrütiyettenberi bizde en çok<br />

okunan zat, Doktor Gustav Le Bon' dur. Bu zatin muhtelif<br />

şubelere, bilhassa kavimlerin içtimaî ruhiyatına dair olan<br />

kitapları bizi çok müteessir etmiştir. Le Bon'un açık ve<br />

cazibeli ifadesi, hususiyle oldukça amiyane olan düsturları ve<br />

nassî hükümleri henüz içtimaî meseleleri müspet surette<br />

tetkike alışmamış olan memleketimizde kolayca ve çabukça<br />

intişârını temin etmiştir. Bu zatin eserlerinden alınan başlıca<br />

iki fikir vardır: Bunlardan biri: cemaatler ananeci ve<br />

tahripkârdır. Diğeri: bu cemaatleri idare edeır, muharriklerdir.<br />

Üçüncüsü: bu ananeci ve tahribkâr cemaatleri idare<br />

için müracaat edilecek vasıtalar tekrar, telkin gibi mihaniki<br />

ve nihayet pisikolojik fiillerdir. Le Bon'nun bizde<br />

müspet denilebilecek bir fikir neticesi vücude getirebildiğine<br />

kani değilim. Eserleri bu suhuletine ve cazibesine rağmen<br />

yalınız okundu, fakat hiç bir tatbikatçı ve hükümet adamı<br />

tarafından kollanılmadı. İkinci merhalede fikirlerinizi en çok<br />

tenvir eden mütefekkir içtimaiyatçı Durkheim olmuştur.<br />

Durkheim'm mütefekkirlerimiz arasında süratli intişarı<br />

muhtelif sebeblerden ileri gelmiştir. Bir kere mütefekkirlerimiz<br />

böyle bir mektebe zaten muhtaç bir halde<br />

idiler. Çünkü inkılâbımızın her günkü tecrübeleri bize ispat<br />

ediyordı ki içtimaî tekâmülün amili ne cemaatlerin kör ve<br />

şuursuz ihtilâllari, nede bu amil, feretlerin iradesi ve<br />

mihaniki telkin ve tekrarlarıdır. Cemaatin de, fertlerin de<br />

bu tekâmülde bir şey olduğu hissediliyor, fakat ne olduğu<br />

ilmî surette bilinmiyordu... Ferde fert rolünü, cemaate de<br />

cemaat rolünü verecek müspet bir mektebe ihtiyaç vardı.<br />

Bu mektep Durkheim, içtimaiyatı olabilirdi, İşte Durkheimcıhk<br />

tam zamanında Türkiyeye naklediliyordu. Sorbonne'da<br />

tahsil etmiş ve bizzat müteveffanın derslerini takip etmiş


— 72 —<br />

olan gene müderrislerin tedrisatı da bu işi çok kolaylaştırdı.<br />

Hususiyle Gök Alp gibi bu mektebin en selâhiyetdar bir<br />

mümessili kendi aramızda bulunmakta idi.<br />

îşte bence inkılâp tarihimizi en çok tenvir eden mektep<br />

budur. Müspet içtimaiyatçıhk Gustav Le Bon'un fikirleri<br />

gibi yalınız hafızada kalmamış, müessiseleremize kadar tesir<br />

etmiştir. Devlette, hukukta, terbiyede, iktısatda vücude<br />

gelen bütün tahavvülleri doğrudan doğruya bu mektebin<br />

kanadtlarine raptedebiliriz. Çünkü içtimaiyat bize halkçı ve<br />

cumhuriyetçi bir devletin, millî ve insanî bir hukukun yine<br />

dünyevî ve müsavatçı bir terbiyenin faikiyyetini müspet bir<br />

kaanat olarak kazandırmıştır. Hülâsa bu içtimaiyatla beraber<br />

türk fikir .âleminde ki bütün ihtilâllere bitmiş nazariyle<br />

bakılabilir. Bununla beraber müspet içtimaiyatçıhk fikir<br />

tarihçemizin son merhalesi değildir. Evvelden beri Türkiyede<br />

felsefe namına hükmünü icra eden mektepler vardı. Bunlar ya<br />

dinî esasta hayat, kâinat, vücut telâkkileri veya maddeye,,<br />

hayat amüstenit olan tekâmül mezhepleriydi. Bizde Darvincilik<br />

yalnız hayatiyat sahasinde kalmıyor, ahlâkıyat ve<br />

vicdaniyat sahasine de giriyordu. Bu tekâmülcülük vicdaniyat<br />

sahasine girdiği zaman vicdan felsefeleriyle karşıtaşmıyor,<br />

saheyi boş buluyor ve bütün genç fikirleri istilâ<br />

ediyordu. Kısaca söylemek lâzım gelirse maddeciliğin, tekâmülcülükün<br />

bu tecellisi türk harsi için çok tahripkâr idi.<br />

Çünkü ilim nekadar müspet olursa olsun bir felsefeni»<br />

yerini tutamaz. Çünkü insan için "nasıl,, sualini sormak<br />

tabiî olduğu kadar, "niçin,, sualini sormak ta o derece<br />

tabiîdir. Binaenaleyh içtimaî hayat hadiseleri ne derece<br />

izah edilirse edilsin yine şu sualin cevabını vermek ihtiyacı<br />

baki kalacaktır: "Nereden geliyoruz,, nereye gidiyoruz<br />

biz neyiz,,. Bu sualin cevabını ancak felsefe verebilir.<br />

Fakat münhasıran akla, münhasıran maddeye istinat eden<br />

her hangi felsefe değil, hep birden akim, hissin, iradenin<br />

de malûmlarını cem ve bel'ederek düşünen bir felsefe»


İşte bu felsefe Bergson'unkidir. Nitekim bizde de bu<br />

suale cevap veren o oldu. Evvelemirde Begrsonçuluk Durkheimcıhğın<br />

bir aksülameii gibi telâkki edildi! Filvaki Durkheim<br />

mektebinin tedrisatında içtimaî muayyeniyet fikri<br />

içtimaî kadercilik şeklinde anlaşılmaktaydı. Halbuki Bergson,<br />

felsefesini ruh âleminde hürriyete istinat ettiriyordu.<br />

Bu sebeple iki şey biri birine zıt farzedildi. Bir de Bergson'un<br />

felsefesi mistisizm gibi anlaşıldı! Çünüku her felsefe<br />

gibi o da batını idi. Hususiyle "Batınî ben,,'e çok kıymet<br />

veriyordu. Fakat Beragson tamim edildikçe hakikati daha<br />

iyi anlaşılacaktır. Bergson'da ne bu mistisizm nede içtimaî<br />

muayyeniyetin inkârı yoktur. Bergson felsefesinin esası içtimaiyat<br />

ta dahil olmak şartiyle terkibine bütün müspet ilimlerin<br />

son mutalarını almaktır. Bersgonculuk ne" ilmin aynı,,<br />

ne de ilmin gayrıdır; belki ilmin mutaları üzerinden kâinata<br />

tevcih edilen külli ve mutlak bir nazardır.<br />

Hülâsa, fikir inkılâbımızın tarihinde bu üç zatin ismi<br />

mühimdir. Gerçi Le Bon bu gün sadece bir hatıradan<br />

ibarettir. Fakat Durkheim ve Bergson yaşamaktadır.<br />

Gerçi Darülfünunumuzda Le bon mevzubahs bile edilmez,<br />

fakat Durkheim ve Bergson içtimaiyat ve felsefe tedrisatımızı<br />

şiddetle alâkadar eden iki mühim şahsiyettir. Bu<br />

büyük ilim ve felsefe mekteplerinin tedrisatından memleket<br />

çok faide görmüştür. Onları .daha iyi anlamak lâzımdır.<br />

Hususiyle mütearız olması lâzım gelmiyen iki tefekkürşubesi<br />

gibi...<br />

Mefkuremiz kuvvetli, tekniğimiz;<br />

zayıftır<br />

Mefkureler heyecanlı mevzulardır, fikirler, düsturlar<br />

gibi kat'i, hendesî vücutlar arzetmezle. Mefkureler duyulur,<br />

takdis edilir. Tahakkukları, yere, toprağa inmeyenleri zamanla


__ 74 —<br />

•olur. Bir mefkure hakikate geçerken bir takım şekiller<br />

alır. Mefkurelerin fikirleşmesi, düsturlaşması hayli güçtür.<br />

Bugün siyasî hürriyet ve iktisadî refah heyecanlar vardır<br />

Bunlar inkılâbımızın en büyük hedefleridir. Eakat bunlardan<br />

birincisi tahakkuk etmiş, ikincisi edememiştir. Esasen<br />

aynı günde, birden tahakkuk edecek cinsten gayeler değildir.<br />

Temiz, zengin ve güzel bir İstanbul görmek İstanbulda<br />

yaşıyan herkes için bir gayedir. Fakat bugün bu mefkure<br />

de tahakkuk etmemiştir. Türk ülkesini vücude getiren bütün<br />

vatan çocuklarının ilk mektep tahsilini görmesini kim emel<br />

edinmiştir... Fakat bugün mektep görenlerin adedi inanılmaz<br />

derecede azdır...<br />

O halde siyasî saheden sarfınazar, denilebilir ki ne<br />

iktisat, ne konfor, ne de maarif sahesinde hiç bir mefkuremiz<br />

henüz tahakkuk etmiş değildir. Duyduğumuz iktisadî, sıhhî,<br />

fikrî kıymetlere henüz vücut vermemişizdir. Niçin böyledir<br />

Çünkü mefkurelerin sahesi vicdan sahesidir. O bize mukadderatımızın<br />

istikamet veçhesini gösterebilir. Mefkure<br />

bize "Koş, yürü, hakkı da, hakikati de, cemali de, kemali de,<br />

her şeyi orada hulacaksin...,, der, fakat okadar... Bundan<br />

ilerisi, bütün akıbet bizim irademize, bizim ihtimamlarımıza<br />

bağlıdır. Frkat burada iradenin delâletini iyice kavratnahdır.<br />

Aranılan ne asabî, ne de uziî, mutlak ve inkıtasız bir<br />

faaliyet değildir. Tahakkuk etmek talihinde olan mefkurenin<br />

ihtiyacı eşyanın tabiatine muvafık olan bir faaliyettir.<br />

Zekâ olmazsa, bu zekâyı kullanacak malumlar, ilimler yoksa,<br />

bu faaliyet neye yarar.. Mefkureler tahakkuk etmek için<br />

vasıtalar ilmine muhtaçtır. O, riyaziyat, tabiiyat, içtimaiyat/<br />

ilimlerinin kanatierine sığınan bir takım amelî bahislerin, \<br />

bütün fenlerin hizmetine muhtaçtır. Güzel memleket, güzeli<br />

şehir, güzel maarif, güzel iktisat... hep doğru fikirlere,<br />

doğru düsturlara, doğru hareketlere muhtaçtır. Mefkuremize<br />

vücut vermek için hem ilme, hem de fenne muhtacız.<br />

Medeniyet dediğimiz bu vasıtalar, fikirler, ameliyeler


tnecmuası mefkuremizi edebiyat semalarından hakikat meydanına<br />

indirecek yegâne ağırlıktır. Türkler ve Türkiye<br />

zanedildiğinden çok fazla idealistir. Şeref için ölmesini bilen<br />

bir millette idial zaafı nasıl tahayyül edebilir! Milletimizin<br />

bu müfrit mefkûreciliğini daralamak için realisttik, materiyalistlik<br />

istemiyeceğim. Benim istediğim sade, basit bir<br />

şeydir. Şehirde, iktisatta, mektepte, köprüde, elektirikte...<br />

avrupalı gibi bütün, sağlam bir vukufa sahip olan teknik<br />

adamlarıdır.<br />

Mademki Türkiye, mefkuresinin insaniyet aleminde<br />

tahakkukunu istiyor, şimdi muhtaç olduğu bir şey vardır o da,<br />

ilim, fen, teknik, adlarını verdiğimiz akıl, hesap, vukuf,<br />

maharet, sahelerine akın etmektir.' Türkler için silâhsız ve<br />

muharebesiz bir Avrupaya istila mevzuubahstir.<br />

Büyük İnkilâplar ve yeni teknikler<br />

Dün Millî Mecmua idarehanesinde eski bir hattatla<br />

görüştüm. Benim yazı tarihi ve yazı bediiyatı ile uğraştığımı<br />

bilen bu zat bazı sualler sordu.. Şimdi lâtincenin kabuliyle<br />

eski san,at yazılarından ayrılan zevkimize acıyan insanlarla<br />

hasbıhal etmek istiyorum. Biz Türklerin san,at yazılarının<br />

tarihinde ne büyük bir kudret ve muvaffakiyet gösterdiğini<br />

her müdekkik kabul eder. Nesih, Sülüs, Celi yazılarına<br />

büsbütün bediî bir huviyyet veren Türklerdi. Taliki, Yesari<br />

ve Yesarizade kalemiyle işliyen Türklerdi. Divaniden,<br />

Reyhaniden, bedialar vücude getiren yine onlardır. Rik'ayı<br />

icat eden, ondan ince, asabî bir lisan yapan yine Türklerdir.<br />

Fakat türk Sülüsü şeyh Hamdullah Efendiyi, Hafız<br />

Osmani, türk Celisi Mustafa Rakımı, türk Taliki Yesarileri,<br />

türk Rıkası Mimtaz Efendiyi, Galatasaray hat muallimi<br />

*zzet Efendiyi vücude getirdikten sonra daha ne yapabilecekti<br />

! Hattatlığın muasır bir san'at gibi zevkimizi terbi-


_ 76 -<br />

yede devam edememesinin sebebi kendisindedir. Çünkü bu<br />

san'at Garp yazılarında olduğu gibi tarihî zaruretler neticesinde<br />

inkişaf imkânlarını, hatta bütün varlığını iki budun<br />

arasina hasretmiştir. Resim, çizgi ve renk san'ati olmaktan<br />

ziyade bir manazır ve terkip san'atidir.<br />

Nasıl ki mimari bir şekil san'ati olmaktan ziyade bir<br />

hacım ve kitle san'atidir. Bu gibi şekil san'atlerinin inkişaf<br />

mi daim ve tekâmülünü ebedî kılan şey, hep üç budüe<br />

birden istinat etmeleri ve bu sayede yüksek bir teknikle<br />

genişlemiye kadir olmalarıdır. Halbuki bu kabiliyet yazıda<br />

yoktur. Mustafa Rakımın elifleri ne kadar canlı olursa<br />

olsun bir heykel değildir!.. Yesarilerin Talikleri ne derece<br />

insicamlı olursa olsun bir peysaja muadil olur mu!<br />

Hülâsa Türk hattatlığının hat sahasindeki tarihî muvaffakiyetleri<br />

ne derece parlak olursa olsun bunun ilelebet<br />

devamına imkân yoktu. Hattın doyurmadığı ruh ve zevk<br />

ihtiyaçlarımızı zaten resimden, heykelden almıya mecbur<br />

idik. Eski harflerin yegâne müdafaa noktası olan güzellikleri<br />

maatteessüf tarihî bir tekâmülün mahdut-ve muayyen merhalesinden<br />

fazla bir şey değildir. Onun için istikballeri<br />

namına teessüre hiç bir sebep yoktur. Büyük san'at inki<br />

lapları için yeni teknikler lâzımdır.


Gazi


Türk Harekâtı Milliyesi ve<br />

Mustafa Kemal Paşa<br />

Bu serlevha son günlerde Paris te neşredilmiş fransızca<br />

bir eserin adıdır. Eserin sahibi sabık Ankara matbuat<br />

umum müdürü Hüseyin Ragıp Beydir. Hüseyin Ragıp Bey<br />

Harekâtı Miiliyenin bidayetinden beri fikir sahasinde çalı*<br />

şanlardan biridir. Millî hükümet namına ilk vazifeyi İtalyada<br />

görmüştü. Müteakiben matbuat müdürlüğü ile hükümetin<br />

ninıresnıî bir gazetesi olan "Hakimiyeti Milliye,, nin ser<br />

muharrirliğini deruhte etmişti. Ragıp Bey bu hizmette bir<br />

sene kadar çalıştı. Şon zamanlarda Anadolonun Paris<br />

mümessilliği refakatinde olarak Parise gitmişti. Bu muharrir<br />

arkadaşımızın Anadolu vukuatına dair fransızca olarak<br />

neşrettiği eserin hususî bir ehemmiyeti olacağını tahmin<br />

etmek güç değildir.<br />

"Türk Harekâtı Milliyesi,, ne tamamiyle edebî, ne de<br />

temamiyle siyasî bir eserdir. Muharrir bunda millî hareketin<br />

en canlı noktalarını, en şayanı dikkat saflıklarını türkçe<br />

bilmiyen, türk matbuatını takip edemiyenlere tanıtmak<br />

istemiştir. Muharrir büyük muzafferiyetten evvel yazdığı<br />

bu eserin mukaddimesi olmak üzere ilâve ettiği satırlarda<br />

diyorki:<br />

"Dostlarınızın mukabeleyi bilmisil, düşmanıarmızın husumet<br />

eseri olarak telâkki ettikleri bu muzafferiyet hakikati<br />

halde biz Türkler için bir vazife, şerefine, vatanına, istiklâline<br />

hürmet ettirmeyi bilen bütün milletler için mukaddes<br />

olan vazifedir. Gerçi hakkımızın müdafaasından sonra böyle<br />

bir eseri neşretmek faidesizdi... Fakat heyhat! Tecrübeleriniz<br />

bize göstermişti ki: Cidali men' için dünyanın en<br />

dehşetli manialarını bile yenmek muzaffer ve haklı olmak


Icâfi değildir; zira dünyada öyle kuvvetler vardır ki<br />

yalnız bir milletin kendi vatanını, istilâya uğrayan toprakarını,<br />

mahkûm edilen istiklâlini, buğazlanan evlatlarını<br />

müdafaa efmek hususundaki hakkını, vazifesini izahla<br />

kalmayıp kibir ve gurur ve istilâculuk hırsiyle masum kanı<br />

dökmenin müthiş akibetlerini göstermek lâzımdır...„.<br />

"Tür Harekâtı Milliyesi,,bu ufak mukaddimeden sonra atideki<br />

fasıllara ayrılıyor: İstanbolun işgali askerîsi, Büyük Millet<br />

Meclisinin küşadı, Mustafa Kemal Paşa, Ekalliyetlerin hukuku,<br />

Puntusçular, Türk ortodoksçuluğu. Görülüyor ki muharrir<br />

" Harekâtı Milliye,, namı verdiğimiz müstesna tarihin<br />

en mühim noktalarından bahsediyor. İstanbulun işgali askerîsi<br />

gayet kısa bir parçadır. İşgal günü Üsküdar iskelesinden<br />

vapura binen bir Türkün gördüğü ve duyduğu şeyleri<br />

anlatıyor. Bu fasıl Meclisi Mebusanda Sinop mebusu<br />

Rıza Nur Beyin verdiği acı takririn suretiyle bitiyor. İkinci<br />

iasil Meclisi Millinin ilk günlerindeki Ankarayı anlatıyor.<br />

Her taraf kara, her taraf harabe, her ruh yeis ile dolu!.<br />

Yalınız bir adam, bu üstüste yıkılan kara yurtlar, yangın<br />

yerlerini, tepedeki kaleleri seyrederken meyus olmuyor,<br />

çünkü bu toz ve toprak yığını arkasında, bu fenapezir<br />

maddenin ötesinde "Vatan,, denilen manevî ülkeyi görüyor.<br />

Aynı adam gözleri önünde esir îstandolu, esir İzmiri, esir<br />

Adanayı, esir Antalyayi da görüyor, Yunanlılar tarafından<br />

yakılan çocukları, kadınları, ihti farları seçiyor, fakat yine<br />

meyus olmuyor, zira milletinin ebedî olan hayatiyetine iman<br />

«diyor Ve ö kuvveti kalp»ilemeclise giriyor. Bu tek, fakat<br />

küvvetH; zira mümin adâmhutkü iftitahîsîbi söylerken orada<br />

toplânnhşf olan elli millet vekilinin kalbine ateş ve iman<br />

Serpiyor. Artık herkes iriâthybr ki turk milleti kurtulacak,<br />

çünkü esarete tahamül ' etJemiyecekf ir. Üçüncü fasılda muharrir<br />

Mustafa Kemal Paşanın şahsından, ruhundan bahsediyor<br />

onu yetiştiren muhitleri gösteriyor. BIPyBik adamların<br />

aimhitleri >vei terbiyesi noktasından okadar^py&ffiı 'dikkat


olan bu bahis de güzeldir. " Ankara Hükümeti „ müteakip<br />

faslın mevzuudur. Bu kısımda Millî hükümetin bütün istihaleleri<br />

doğru ve anlaşılır bir tarzda yazılmıştır. Bu kısım<br />

Anadolu hükümetini bir "hükümet olarak düşünmiye alışmamış<br />

olan milletler için kısa bir ders olacak! "Ekalliyetlerin<br />

hukuku „ bahsinde " Türkiye de ekalliyetlerin zulmü „ nı<br />

anlatıyor. "Kim kimi buğazlıyor ! „ Sualine cevap veriyor:<br />

Türkler yalnız İzmirde, Burusada buğazlanmadı, Türkler<br />

belki asırlardan beri ekalliyet yılanlarının dişleri arasında<br />

buğazlandı!.. Türkiyenin serveti " ekalliyetin sarrafları,,<br />

elinde hapsoluyor, Türkiyenin midesi "ekalliyetlerin ispirtosiyle»<br />

eriyor, Türkiyenin saadeti "ekalliyetlerin nefsaniyetiyle,,<br />

büzülüyordu!.. Türkiyenin siyasî vahdeti ise "akalliyetlerin<br />

mektepleri,, le tehdit ediliyordu!.. Hülâsa Türkiyede haktan<br />

mahrum olan bir millet var amma hangisi!. Zavallı Türkler!<br />

Hab il ile Kabil faciasındanberi dünya bir kin ve iftira<br />

dünyası oldu. Fakat o tarihdenberi hiç bir iftira sana edilen<br />

kadar zalimane değildir... Muharrir Yunanistan müslümanarının<br />

hukukundan bahsediyor, yani " hukuksuzluğunu „<br />

anlatıyor!,. Fakat beyhude zahmet değilmi, anlıyna sivri<br />

sinek sazdır derler!.. Pontusçularla türk ortadokusluğu<br />

eserin kara beyaz iki sahifesidir. Pontusçular bahsinde<br />

türk vatanında yaşıyanların cinayeti tasvir ediliyor. Ecnebi<br />

tesiriyle vatandaşlarına silâh çekenlerin akibeti söyleniyor.<br />

Hüseyin Ragıp Bey burada hiç bir şey gizlemiyor, her<br />

hakikati söyliyor. Daha sonra Dahiliye Vekâletinin bu<br />

asılara karşı neşrettiği beyannameyi tercüme ediyor. Dahiliye<br />

Vekâleti "Ey Pontosçular, menafimiz ve hâttâ kendi<br />

menafimiz aleyhine olarak hariein teşvikatına kapıldınız,<br />

millî hükümetinize isyan ettiniz, köyleri yağma, insanları<br />

katlettiniz, türk milleti düşmanlarına karşı mevcudiyetini<br />

müdafaa ettiği bir sırada, siz silâhlarınızı vatanına çevirdiniz,<br />

Hükümet isyanınıza nasıl cevap vereceğini biliyor,<br />

size son bir ihtar! Kan dökülmesine meydan bırakmayın,


- 82 -<br />

gelin teslim olun...», malûm cevap, malûm mukabele...<br />

Ragıp Beyin türk ortodokslanndan ve papa Eftim Efendiden<br />

bahseden mekalesi Anadolu seyyahatimin bazı hatirauyandırdı:<br />

Niğdede, Kayseride türkçe konuşan, türkçe<br />

giyinen, hatta evlerini, odalarını türk zevkine göre süsliyen<br />

bu Ortodoksların mukadderatını düşündürdü; ayrı bir dinden<br />

olan fakat ırkan Türk olduğunu bilen ve bu fikrini<br />

bütün hayatında dindaşlarına neşreden Akdağlı Eftim Efendinin<br />

hissi selimini gösterdi, ve dedim ki bin nazariyeden»<br />

bin farziyeden, türk olan, türk zevkine tabi olan milletdaşlarımızın<br />

refahını temin den bir papasın hissi selimi daha<br />

çok hayırlı imiş... Hulâsa "Türk Hareke! Milliyesi M<br />

, muharririnin<br />

kendine has olan dikkati ve millî meselelerdeki<br />

isabetli hükmü itibariyle fransızçe bilenler için okunması<br />

çok faideli ve çok zevkli bir eserdir. Türkiyeyi uzaktan<br />

tanıyanlarla Türkiyeyi Türk sıfatiyle tanıyanların yazıları<br />

arasında çok fark var.<br />

Uç hakikat<br />

Dün Kısıklıdan Beylerbeyi üzerine iki üç arkadaşla<br />

yürüyüş yaptık. Çakal dağına yaklaştığımız vakit ayağımız<br />

yerdeki tellere takıldı. Bunlar muhtemel Anadolu akınlarına<br />

karşı İngilizlerin gerdiği tel örgülerin enkazıydı. Daha<br />

ileride muntazam bir surette kazılmış istihkâmlar vardı.<br />

Artık tepeye varmıştık. Buğaziçinin tepeler arasından<br />

görülen bir parçası uzaktan yağlı boya bir resim levhasına<br />

benziyordu. Bu levha en muhayyel mevzular kadar zengindi,<br />

adeta bir hayaldi... Bu hayal diğer bir hayali davet<br />

etti: Beş sene evvel bir sabah Binbirdirekte Millî Talim<br />

ve Terbiye Cemiyetinin konferans salonundan Marmaraya<br />

bakıyordum. Durgun denizin üzerinde bir takım uzun ve<br />

siyah lekeler kayıyordu. Bunlar İstanbolu işgale gelea


— 83 —<br />

galiplerin tekneleriydi... Şimdi denizde bunlardan eser bile<br />

yoktu. İşgal günlerinin kara hatıralariyle dolu olan gönlüm<br />

hayretle, sevinçle kabanyordu.<br />

Dünden beri otuz otuz beş saat geçti. Şübhesiz Çakal<br />

Dağından görülen denizin hatırası da bir hayale kalboldu<br />

Fakat bu iki hayal arasında bir hakikat yokmu! Harakât<br />

Millîyenin tarihi! O tanh ki en ümitsiz, en kara bir günde<br />

başlıyor, her taraftan menfi bir mukabele, zulüm ve şekavet<br />

görüyor, fakat nihayet zafere, istiklâle, milletin hakimiyetine<br />

varıyor.. Acaba bu iki hayal arasındaki büyük<br />

hakikat hayatının muayyen bir dakikasında atıl ve mihaniki<br />

bir memuriyet vazifesi yerine istiklâlin zevkini duyan<br />

ve ölümün kokusunu kokhyan bir insanın iradesi<br />

değilmidir.. O insan ki bir gün Ankaranın toprak evleri<br />

üzerinden ufuklara bakıyor ve vatanının istikbalini seyrediyordu.<br />

Belki de " ya her şey, yahut hiç!.. „ diyordu.<br />

Onun şahsını bir çokları gibi ben de tanımıyordum.<br />

Herkes gibi ben de onun şahsi etrafında bir takım hayaller<br />

vücude getiriyor ve " hayalimin Mustafa Kemali „ ni tahlil<br />

ile uğraşıyordum... Bu "hayalî Mustafa Kemal,, beni nasıl<br />

meşgul ediyorsa başkalarının onun hakkında hasıl ettikleri<br />

fikirleri, vücude getirdikleri hayalleri de büyük bir alâka<br />

ile takip ediyordum. Bunlar arasında en çok şayamdikkat<br />

bulduğum abit ve zahit bir zatin tasviridir: Bu zate göre<br />

İnönü muzafferiyetlerin kazanan Kemal Paşa sabahlara<br />

kadar ibadet ve taatle meşgul olan, elinden tespihi düşmiyen<br />

bir zattı, Paşa melekler gibi masum, veliler gibi mütevekkildi,<br />

Paşanın bütün muvaffakiyet sırları işte bu ibadet,<br />

te bu taatıta, bu masumiyet ve tevekkeldeydi!. Bu his,<br />

bu zan sahibi için nederece tabiî ve masum olursa olsun,<br />

tarih ve ilim nazarında ne kıymeti olabilir!. Belki hiç!..<br />

Avrupa istilâsına karşı koyan, İnönü, Sakarya ve büyük<br />

taarruz harplarını idare ettikten sonra cumhuriyet esaslarını<br />

kuran adamın muvaffakiyet sırlarını bilmek ve yeni


- 84 -<br />

nesillere doğru olarak bildirmek borcumuzdur. Nice bu<br />

muvaffakiyetin unsurlarını şu üç noktada toplamak<br />

mümkündür:<br />

Evvelâ: maddenin yani silâhın, paranın, nüfusun, pilânın...<br />

harptaki tesirini, mevkiini, ehemmiyetini takdir eden<br />

ve bilmukabele bunları idare eden bir zekâ; ilim. fen, hesap<br />

zekâsı.<br />

Saniyen: Bazan maşerî bir vecit, bazan ahlâkî bir mecburiyet,<br />

bazanda bediî bir hesasiyet şeklinde tecelli eden<br />

yüksek derecede mefkurecilik; bu mefkurecilikte millî, vatanî,<br />

insanî, tarihî şekilleriyle bütün beşerî kıymetler dahil...<br />

Salisen: îki şartı ihata eden bir hayat felsefesi; bu<br />

flsefeye göre maddî kuvvetler esasen fani, manevi<br />

kuvvetler baki; maddî kuvvetler esir, manevi kuvvetle hür,<br />

manevî kuvvetlerle beslenmiyen maddî kuvvetler nihayet<br />

zevalpezir.. Sonra, âlem bir âlemi imkân; hiç bir hayat için<br />

bitmiye mahkum, hiç bir millet için tarihi münkariz denilemez;<br />

her şey müdir ve mütefekkir bir zekânın iktidarına,<br />

eşya ve hadiseleri idaresine muallak; istikbalin anahtarı<br />

büyük adamların elinde, yazık ilim yerine vehmi, iman yerine<br />

yesi koyan başlara!..<br />

İşte bir yandan ilim ve zekâ, bir yandan ali bir hessasiyet,<br />

bir yandan bütün ilimlerin ve tefekkürlerin fevkine<br />

çıkan metafizikî bir itikat; bence millî harekâtın bütün<br />

felsefesi bu üç noktanın vucude getirdiği müsellestir. Türk<br />

milleti için bu muzafferiyeti vucude getirdikten ve bu üç<br />

mefhumun delâletlerini tarihle, vukuatla ölçtükten sonra<br />

acaba bütün içtimaî teşkilâtında, bütün icraat ve İslâhatta<br />

yine bu üç noktaya istinat etmek mümkün değilmidir. Bu<br />

üç nokta bir millet programının esasları değilmidir Söyle ki:<br />

Evvelâ : milletçe her sahede ilmin, ilmî velayetin, ilmi<br />

zihniyetin, ilmî tedrisatın, ilmî terbiyenin, ilim adamlarının,<br />

ilin: müessiseltrinin, ilim saltanatının mutlak surette hakimiyetini<br />

temin etmeliyiz. İlmin vatanında ilimden başka hiç<br />

bir şeyin sultasını kabul etmemeliyiz...


- 85 -<br />

Saniyen: Millî, insanî, ahlakî, bediî kıymetlerin hürriyeti,<br />

intişarı, ruhlar daki harareti için lâzım olan şartlan,<br />

teşkilâtı, terbiyeyi vucude getirmeliyiz; hükümetimiz bir<br />

vicdan hükümetine, terbiyemiz bir vicdan terbiyesine inkılâp<br />

etmelidir...<br />

Salisen: müstakbel nasillerin terbiyesini idare edecek<br />

olan hürriyet ve imkân felsefesini en mücerrep, en millî bir<br />

felsefe gibi kabul etmeliyiz; bununla bütün maddeci ve<br />

bedbin olan felsefelere mukabele etmeliyiz...<br />

Bu üç şart aynı zamanda hükümet teşkilâtımızı, idare<br />

hayatımızı, terbiye ve tedrisatımızı, neşriyat ve felsefemizi<br />

alâkadar eden bir mahiyettedir. Tarihinden ibret ahp almamak<br />

yine milletlere, yine büyük adamlarına ait birer<br />

imkândır...<br />

Büyük adamın şahsı<br />

Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin<br />

şahsı hakkında suikast havadisi bir haftadan<br />

beri bütün memlekette çalkanmaktadır. Şimdiye kadar<br />

gazetelerde tesadüf ettiğimiz resmî ve gayrı resmî<br />

malumat gösteriyor ki bu teşebbüs kuvveden fiile<br />

çıkmak için hazırlanmıştır. Buna mukabil bütün memleket<br />

cok mühim gördüğü bu suikast teşebbüsünü şiddetle<br />

felin etmiştir. Benim maksadım hadiseyi sırf bir cemiyet<br />

hadisesi gibi nazarıitibare almak, fertlerin ve cemiyetlerin<br />

hadiselerini tetkik eden ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin<br />

zaviyesinden bir kere daha görmektir. Evvelâ türkcemiye tinin<br />

Mustafa Kemal Paşanın şahsına karşı gösterdiği bu derin<br />

hürmet ve alâka ne ile tefsir edilebilir Bu alelade bir<br />

riya veya bir taklit eseri midir Yoksa içtimaî bir dalâlet<br />

midir Vaka türk inkılabına ve Paşanın şahsına en çok


- 86 -<br />

düşman bir insan tarafından mütalâa edilsin farzedelim,<br />

denilsin ki " Bu hürmet ve alaka sırf şeklîdir, zahiridir .„<br />

Fakat hadiselere dikkat edelim ve türk milletinin tarihî<br />

hayatını düşünelim. Aynı millet insanlara muhabbet etmek<br />

gibi nefret etmek tecrübesini de mükerreren yapmıştır.<br />

Hiçbir mecburiyet bu muhabbeti türklerin kalbine tahmil<br />

etmediği gibi hiçbir sebep de sunî bir hassasiyeti bir<br />

milletin hayatında devam ettiremez. O halde millette Paşanın<br />

şahsına karşı tavî surette duyulan bu muhabbet ve<br />

taktir duygusunun tabiî sebeplerini düşünmek lâzım geliyor.<br />

Bence şudur: Türk heyeti içtimaiyesi Mustafa Kemal Paşanın<br />

şahsını türk milletinin selâmetinde bir " amili mutlak „<br />

olarak tanımaktadır. Türk milleti onun idare ettiği ve onun<br />

kanşdığı bir millet meselesine şeytanî kuvvetlerin karışamıyacağına<br />

inanıyor. Türk milleti bu büyük adamın şahsı<br />

hakkındaki bu layezal kanaati bir günde yoktan elde etmemiştir.<br />

Bu kanaati istiklâl tarihinin bütün safhalariyle elde<br />

etmiştir. Paşa milletin istiklâli ve refahı hakkında vicdanının<br />

sesini duyduğu günden beri hep aynı tarzda, aynı kuvvetle<br />

çalışmış, hep aynı gayelere yaklaşmıştır. Paşa herne vadetmişse<br />

yapmıştır ve bütün bu mazhariyetler rahatla, huzurla<br />

ve sırf para ile olmamıştır, fedakârlıkla, iziyetlerle, darlıkla<br />

olmuştur. Şu halde türk milletinin Mustafa Kemal Paşa<br />

hakkındaki bu şuuru ne bir tesadüfün, ne de bir zilletin<br />

eseridir.<br />

Bu, içtimaî bir tecrübenin, içtimaî vicdanın doğurduğu<br />

yine içtimaî nevinden bir kanaattir, tşte cemiyete ait olan<br />

bu karar ferdî zekâlar ve mücerret mantıklar tarafından<br />

ne derece tenkit ve tenzil edilmek istenirse istensin şimdiye<br />

kadar umumî mahiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.<br />

Şimdi meselenin ikinci safhasına geçelim: Türk vatanının<br />

tamamiyetini ve türk milletinin istiklâlini temin eden aynı<br />

.kafa, aynı irade türk milletinin halde veya istikbalde ki<br />

ktisadî medeniyetin, sıhhi ve bediî refahını da temin ede-


- 87 -<br />

bilecekmidir Mnstafa Kemal Paşa yalnız büyük bir asker<br />

sıfatıyla millî faaliyeti kendi sahesıne münhasır kalmış bir<br />

zat değil midir. Bu suale doğru cevap verebilmek için<br />

yine maziyi hatırlamak mecburiyetindeyiz. İstikbalin tarihi<br />

tetkik edilsin, görülecektir ki Paşa bu mukaddes kavganın<br />

her devrinde her şeyden evvel milletin ebedî hayatına iman<br />

eden mefkûreci gibi çalışmış, hususiyle şahsi bir çok ümitsizlerin,<br />

müteredditlerin, zaıyf kaplilerin bile hayat ve kuvvet<br />

aldığı bir menba ve mihrak vazifesi görmüştür. Paşanın<br />

mazideki eserini sırf askerî diye takyit etmek delâletten<br />

değilse bile hamakattendir.<br />

Hayatta bu kadar büyük bir icaz sahibi olan birMustafa<br />

Kemalin istikbali için en kuvvetli bir ciheti camia, bu kuvvet,<br />

tesanüt ve vahdet mihveri teşkil etmesi kadar tabiî<br />

bir şey olamaz. Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin şahsı<br />

böylece en bitaraf ve en afakî bir tarzda tetkik edildiği<br />

zaman ona büyük adam, aynı zamanda kahraman ve müteceddit<br />

sıfatlarını vermekte mütefekkir olan bir insan tereddüt<br />

edemez. O halde Paşanın şahsı hakkında türk cemiyetinin<br />

heyecanını bir de yarın şuuriyle izah etmek mümkündür.<br />

Fakat ne gariptir ki halkın bu hissi selimi bazı münevverlerde<br />

bozulmuş, onun yerine kuru mantık, cansız bir izan<br />

İtayım olmuştur. İşte " Biri gider biri gelir, millet sağolsun,<br />

bir kaç Mustafa Kemal daha yetiştirir,, gibi mülâhazalar<br />

ilimi olmayan bir anlayış tarzından başka nedir. Bu anlayışa<br />

göre fertlerin hiç bir kıymeti yoktur. Yaradan hep<br />

cemiyettir ve içtimaî bir kadercilik eseri olarak milletleri<br />

muhtaç oldukları güzideleri hep bulacaklardır. Fakat bu<br />

anlayış ne ters bir anlayıştır!. En çok milliyet taraftan<br />

olan içtimaiyatçılar bile bunu idda etmemişlerdir.<br />

Evet gerçi içtimaî hadiselerin ilk izahı cemiyetin kendisinde,<br />

cemiyetin teşkilâtında, bünyesindedir. Fakat her<br />

tarafına basdıkca kahraman veya dahi çıkaran bir makine<br />

gibi bir cemiyet mefhumu sakattır. Bir milliyet, bir istiklâl


— 88 —<br />

olmak için gerçi bir cemiyet mevcut olmalıdır. Fakat bu<br />

milliyet bu istiklâl Rübens'in bir tablosu, Michel-Ange'm bir<br />

heykeli, Sinanın bir camii gibi bir sanat eseri, dehanın<br />

çocuğu, ilhamının mey vasidir. Eğer bu sanatkârın sinirleri<br />

olmasaydı ve damarlarında ki kan öyle dolaşmasaydı, herhangi<br />

mfitevassıt yaradılışlı bir Mustafa bir Kemal o sanat<br />

eserini vücude getirebilecekti... Evet cemiyet var ve lâzım,<br />

fakat onu işliyen bir sanatkâr da lâzım... Ve o sanatkârın<br />

iradesi oderece mühim ki bu iradenin hayır gibi şerre de<br />

taluk etmesi için içtimaî hiçbir mani yoktur.<br />

Evet türk milleti şüphesiz ki istiklâle çok lâyıktı. Fakat<br />

esarete girmişti. Bu liyakatten istifade edip onu müstakil<br />

kılacak sanatkâr kimdi Tarihin bütün sırrı işte burada...<br />

Milletleri yalınız itaat eden koyunlar farzetmek çok<br />

yanlış bir teşbihdir, faak büyük adamlarını da birer kukla<br />

farzetmek ondan daha az yanlış mıdır. Milletler için büyük<br />

adamları tanımak çok hayati bir meseledir. Milletler<br />

bu büyük adamların asırlar ve batınlar verasetinden topladığı<br />

hilkat ve yenilik cevherlerini kullanarak tabiî kuvvetlerin<br />

servetinden istifade etmiş oluyorlar..<br />

Mustafa Kemal şahsiyeti<br />

Mustafa Kemal gibi büyük bir adamın, şahsiyetini tarif<br />

etmek güç bir iştir. Fakat şahsiyetini vücude getiren büyük<br />

kuvvetleri seçmek daha kolaydır. Bu kuvvetler neden ibarettir<br />

Eevvelâ zekâsının hayret edilecek bir derecedeki<br />

"açik görmek kabiliyeti,,. Mustafa Kemalin zekâsında hiç<br />

bir fikir karanlıkta, hiç bir mefhum askıda değildir; her<br />

şey açık, berrak, her fikir bir hududa malik, her fikrin<br />

doldurduğu bir boşluk vardır. Bu zekâ her gördiğünü<br />

içine alan, aldığım olduğu gibi .yutan ve içinde kaybeden<br />

aç zekâlardan değildir. Aksine, bu zekâ şeinleri, ve hadise-


- 89 —<br />

leri dayıma süzen ve yalnız kendisine yarayan cevherleri<br />

kabul eden ve her sunî, her yalan, her muvakkat şeyi kovan<br />

bir tabiat cihazıdır...<br />

Mustafa Kemalin zekâsında bulduğumuz açıklığın eşini<br />

medrese kılâsiklerinin şekli ve lisanı olan belagatlerînde<br />

değil, belki türk halkının tarihî akli seliminde bulmak mümkündür.<br />

Zekâ Mustafa Kemalinin türklüğü işte bu noktadır.<br />

Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren ikinci hassa<br />

Kalbindir. Bu kalbin azameti meselâ arkadaş hissi yahut<br />

aile muhabbeti gibi ferdî hislere çok civar olan dar kıymetlerle<br />

değildir - çünki bu kıymetler o azameti vücude getiremezler<br />

- belki milliyet, insaniyet, medeniyet, ebediyet..^<br />

gibi büyük ve beşerî neviden kıymetlerdedir. Bu beşerf<br />

neviden kıymetler bu kalbi o derece kaplamıştır ki diğer<br />

ufak kıymetlerin orada tam bir seyrini bulmak mümkün<br />

bile değildir... " Mutedil adam „ mefkuresi bu hilkati katiyen<br />

ifade edemez. Mustafa Kemalin büyük kalbini görmek<br />

için ferdî hayatından uzaklaşmak ve bu kalbin beşeri muharriklerini<br />

uzaktan seyretmek lâzım gelir ...<br />

Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren son büyük<br />

hassa iradesinin hususiyetidir. Bu iradenin haricî tesirler<br />

karşısında bir türlü bozulmuyan bir muayyeniyeti, şaşırmiyan<br />

bir istikameti vardır. Büyük adamın iradesi tabiatin bütün<br />

kuvvetleri gibi zaruretin, icabın bir tecellisidir. Hiç bir<br />

hadise, hiç bir ölüm korkusu şimdiye kadar onu tuttuğu<br />

yoldan çevirmemiştir...<br />

Bu Büyk adamın ruhî şahsiyeti ne derece şayanidikkat<br />

olursa olsun insanların tarihinde oynadığı rol ondan daha<br />

şayanı dikkattir. Mustafa Kemal tarihî kadercilerin anladığı<br />

gibi türk milletinin alellâde bir mümessili, ve tarihî mukadderatın<br />

sadece neticesi değildir; Mustafa Kemal mistik<br />

tarihçilerin kabul ettiği gibi türk milletini "basübadelmevt».<br />

sırrına mazhar eden esrarengiz bir fert te değildir. Mustafa<br />

Kemal hayat ağacının kuruyan, artık meyve vermiyen hasta


«dallarım hiç acımadan kesen, ona mükemmel bir<br />

medeniyet aşısı vuran, fakat bu aşıyı vurduktan sonra<br />

- mütevekkil bahçıvanlar gibi - ağacın hayatını fırtınalara,<br />

böceklere, kurtlara terketmiyen, onu daima gözliyen, kıskanan<br />

emsalsiz bir sanatkârdır. Bütün aşılar gibi bu medeniyet<br />

aşısının da hakikî kıymeti ancak meyvelan kemale<br />

geldikten sonra anlaşılacaktır. Onun için Mustafa Kemalin<br />

turk tarihindeki mevkii eskiyi tamire, yahut ayrı cinsleri<br />

yakiaştırmıya çabahyanların yeis getirici rolündan tamamiyle<br />

ayrıdır. O, yeni türkleri bir mabut gibi yoktan var etmiş<br />

olmasa bile, hakiki ölümden muhakkak kurtarmıştır. Onun<br />

için türk inkılâbının ispat ettiği hakikat şudur: İçtimaî<br />

tekâmülde büyük adamların rolü yalnız büyük olmakla kalmıyor,<br />

bu rol bazan içtimaî kaderciliği inkâr ettirecek,<br />

hatta içtimaî muayyeniyetçiliği bile şüpheye düşürecek<br />

derecede iradîleşebiliyor...<br />

Gazinin en büyük eseri<br />

Bence Gazinin en büyük eseri Türk milletinin yaşamak<br />

kabiliyetini hiç bîr inkılpâıçya, yahut hiç bir fikirciye müyesser<br />

olmıyan bir zekâ ile anlaması ve hiç bir milliyetçiye,<br />

yahut hiç bir milliyet sanatkârına müyesser olmıyan büyük<br />

bir ihtirasla bu düşünceye inanmasıdır. Çünhi bu büyük<br />

adamın elan aklıma hayret veren bütün maddî teşebbüslerini<br />

idare eden, bütün medenî hamlelerini kovahyan<br />

yaratıcı kudreti işte bu ( Anlayış ve duyuş tarzı) dır.


Tipler


Zevk aptallar ı<br />

Meşhur ruhiyatçı Ribot "İradenin hastalıkları,, hakkındaki<br />

eserinde bir sınıf iradesiz insanlardan bahısediyor.<br />

Bunlar haricî tesirlere maruz kalan cansız mevcutlar gibi mihaniki<br />

bir surette hareket eden cehitsiz ve aizrasiz kimselerdir.<br />

Ribot bunlara " aptal „ demek istiyor, fakat zekâ<br />

aptallarına karışmasın diye "irade aptalları,, diyor!.. Ribot,ya<br />

göre iradenin dahileri olduğu gibi aptalları da vardır:<br />

Kendi kendine karar veremiyen, karar verse bile icra edemiyen,<br />

çünkü kararını icra için lâzım gelen cehit ve gayreti<br />

sarfedemiyen, nefsinde bulmıyan insanlar bu sınıftandır...<br />

Ribot' nun irade hakkındaki bu tasnifini diğer kabiliyetlere<br />

de sokmak, bence kabildir: İradenin dahileri olduğu gibi<br />

meselâ zevkin, güzellik hissinin de dahileri vardır. İradenin<br />

aptalları olduğu gibi zevkin de aptalları vardır. Bunlar<br />

incelik, sadelik, güzellik... Hakkında hiç bir fikre, hiç bir<br />

hisse malik değildir, malik olmak kabiliyetinde de bulunmıyan<br />

insanlardır. İradenin aptalları haricin tesiriyle, başkalarının<br />

iradesiyle haraket eden otomatlardır, zevkin aptalları<br />

ise gayrın zevkiyle geçinen mukallitlerdir. Bu nevi<br />

aptallar kendiliklerinden ne bir güzelliği idrake ne de bir<br />

güzelliği icada muktedir değildirler. Bütün hayatları diğerlerinin<br />

vücude getirdiği güzellikleri hiç anlamıyarak, taklitle<br />

geçer. Bunlarda güzellik şuuru, güzellik idraki yoktur...<br />

irade aptallığı, mutlaka fikri aptallığı icap etmiyeceğin gibi,<br />

zevk belaheti mutlaka fikir belahetini istilzam etmez. Bir<br />

insan fikir ve ilim hususunda münevver olmakla beraber,<br />

zevk hususunda budala kalabilir!.. İnsan vardır ki hesap,<br />

hendese, hikmet, kimya... gibi baıslerde gerçi zeki ve malûmatlıdır,<br />

fakat sadelik, incelik, güzellik hususunda bir<br />

aptal ve yahut bir cahildir. Onlar için yalnız madde âlemi,


mantık esasları vardır, hüsün kâinatı, hüsün kanunları yoktur<br />

ve onlardaki ilimleri bunlardaki cehillerini tazmin etmezt<br />

Bu nevi alimler gerçi ilimden, kanundan selâhiyetle bahsederler<br />

ve anlarlar da... Fakat aynı zatler ne giyinmesini,<br />

ne söylemesini, ne de yaşamasını bilmezler! Hele ilimlerinin,<br />

zekâlarının kuvvetiyle mevki iktidara geçince yine - o nevi<br />

aptallıklarından olacak! - Güzel namına ne varsa farkına<br />

varmaksızın yakarlar yıkarlar !..<br />

Zekânın derecesi vardır. Hattın bir ucunda aptallar,<br />

öbür ucunda dahiler bulunur. İkisinin arasında aptal, ahmak,<br />

gabi, mütevassıt, zeki ve çok zeki... derece derece insanlara<br />

tesadüf etmek mümkündür. Her birimiz yaradılışımız<br />

itibariyle zevkin derecelerinden birine dahiliz. Bu dereceleri<br />

yalnız istidat ve veraset noktasından değil, bir de tahsil<br />

ve terbiye noktasından kabu' etmek lâzım geliyor. Çünkü<br />

her güzellikten anlamıyan adam zevk hususunda mutlaka<br />

bir kabiliyetsiz, bir aptal değildir. Netekim her âlim olmıyan<br />

insan, aptal değildir... Kabiliyet daima kabiliyet olarak<br />

mevcuttur, meknuzdir. Fakat mümarese ile inkişaf edebilir,<br />

nitekim zekâ " fikrî terbiye „ ile, bediî zevki " bediî<br />

terbiye „ ile inkişaf eder. Adam vaıdır, gayet duygulu,<br />

gözle idrake, gözle icade gayet müstait, lâkin bu istidadı<br />

tahsilsiz, mümaresesiz kalmış, dehası işlememiştir, o zaman<br />

güzellik belâheti karşı smda değil, güzellik cehaleti karşısındayız<br />

demektir.<br />

İnsanlardaki bu fikir ve zevk farkları miltlerin hayatında<br />

da olacak, derece derece zeki yahut aptal insanlara<br />

tesadüf edildiği gibi, bir milletin hayatında da derece derece<br />

zevkli zevksiz devirlere ve bu zevkte derece derece<br />

belâhet ve dehaet anlerina tesadüf etmek mümkün olacak..<br />

Yunan, gotik, arap, türk sanatinin itilâ noktalarını takip<br />

eden devirlerin zavkinde hep bu belâhet eseri görülmüştür.<br />

Belki bu, bir milletin hayatında büyük bir hamelin icapettiği<br />

rehavettir, bütün çirkinlikleri, bütün kabahklariyle be-


- 95 —<br />

raber zarurîdir. Fakat temadisi ne derece tabiîdir...<br />

Bizim zevksizlik hususunda uğradığımız tereddiyi görmek<br />

için etrafımıza bakmak kâfidir: Manasız, asaletsiz, mefruşatımız,<br />

tezyinatımız, şımarık çocuklar gibi sıyırtan evlermiz,<br />

resmî hususî binaların kapılarını, pencerelerini kaphyan,<br />

yazıları çerçivesinden fırhyan kocaman lavhalar, bütün bu<br />

zevksiz şeyler tamamiyle bedii bir aptallık devresinde yaşadığımızı<br />

göstermiyormı !<br />

Beyazit meydanını yakından tetkik eden kimse için<br />

- şehrin iradesini temsil eden - Emanetin bedîi idraksizliğine<br />

şaşıp kalmamak mümkün değildir: Bu aralık Emanet<br />

İstanbolun en eski ve bütün mimari yeniliklerine de adeta nümunevazifesi<br />

görmüş olan Beyazıt Camiini görmüyor, yahut tanımıyor!<br />

Bunun hem bir tarih, hem de bir hars ve hüsün<br />

merkezi olduğunu galiba anlamıyor, Beyazit meydanını dolduruyor..<br />

Ortasına asian şeklinde bir "musluk taşı,, koyuyor,<br />

bu tesviyeyi yapmak için Beyazıt camisini ayaklarına<br />

kadar toprağa gömüyor. Şimdi Beyazit camisi tramvay yolu<br />

tarafından toprağa batmış bir binadır ve hissen mevcut<br />

değildir!..<br />

Meğer bizim şehir, meydan, cami, heykel hakkında<br />

makul ve güzel denilebilecek bir fikrimiz yokmuş. Elimizden<br />

gelse güzel olarak na varsa Beyazıtin Camisi, Allanın<br />

evi de olsa yine defnedeceğiz!.<br />

Hamdolsun ki zevki bozulan yalnız münevverler, yalnız<br />

mühendisler, ve şehir eminleridir, asıl halk, Anadolu<br />

halkı zevkini, esaletini tamamiyle muhafaza etmiştir. Anadolu<br />

T ur ki sade, kibar olan şeyi henoz duyuyor. Anadoluda<br />

nüfusun inkirazma, binaların çökmesine rağmen asıl<br />

ve Türk kalan şehirler çoktur: Kastamoni, Çangırı, Avanuş,<br />

Nevşeir, Kayseri... Hep böyledir. Münevverlerinizin bedii<br />

aptallığına yahut cahilliğine karşı samimi münevverler için<br />

ilk yapılacak iş gayet basit ve menfidir; halkın zevkini münevverlerinin<br />

idraksizliğinden korumak, âlemde bir sanat


96 -<br />

yaratan Türk milletinin zevkini mühendis, mimar, şehiremini<br />

şeklinde millî zevee isyan eden münevverlerinizden korumaktır.<br />

Halkı bu münevverlere " zevkime gölge etme, başka<br />

ihsan istemem !„ diyor.<br />

Sırtlan göziyle<br />

Anadoluda günlerce araba yolculuğu yapanlar bilir:<br />

İyi bir arabacıya düşmek ne mutludır! Bu yaz bizi Kastamoniden<br />

Ankaraya götüren arabacı Çangırıh Cemal gayet<br />

iyi bir gençti. Ankaradan Ürkübe kadar götüren Erzurumlu<br />

AH ağada gayet iyi bir insandı... Niğdede kaldığımız müddetçe<br />

hep şu temennide bulunuyordum: Samsuna kadar<br />

on iki günlük yolda iyi bir arabacıya düşsek... Fakat iş<br />

tamamen aksine oldu. Niğdeden bizi "yaşlı başlıdır, tecrübelidir,<br />

namuslıdır,, diye gayet götü huylu bir bunağın<br />

arabasına koydular. Üç kişiydik. Samsuna kadar on beş<br />

gün zarfında kendi hesabıma, çektiğimi Allahla ben bilirim!<br />

Huysuzlık, aksilik... Her türlüsü bu adamda vardı. Bilmem<br />

seyyahatımızın kaçıncı günüydi... Günde dokuz on saat<br />

yaylıda sallanmaktan adeta hasta olmuştuk öğle zamanı<br />

sıcak da bastırınca uyuklamıya başladık. Arabacı uyukladığımızın<br />

farkına varınca başını çevirip bize dediki:<br />

— Ne uyuyorsınız be !<br />

— Ne olacak <br />

— Araba ağırlaşır!<br />

Hepimiz gülmiye başladık... Fakat herif hiç gülmiyor,<br />

sözünde devam ediyordu:<br />

— Ya; siz gülersiniz! Onu ben bilirim: Uyuyanca araba<br />

ağırlaşır mı, ağırlaşmaz mı... Tecrübe edin de bakın!..<br />

Arabacının bu ciddiyetine karşı bozgunluk olmasın<br />

-diye mecburi sustuk...<br />

Yine bir gün ikindi vaktiydi, arabanın içinde her


- 97 -<br />

birimiz bir tarafa yaslanmış kalmıştık. Arabacı yine başını<br />

çevirdi:<br />

— Ne susuyorsunuz be Türkü söylesenizeL dedi.<br />

T- Ağa biz türkü bilmeyiz! dedik. Bir kaçkerre homurdandıktan<br />

sonra aynen şu sözleri sarf etti:<br />

— Siz ne biçim hocasınız !. Ben geçende Malatya'ya<br />

bir maarif müdürü götürmüştüm. Yolda hep güzel güzel<br />

türküler söyloyordu..<br />

Artık belâmızı bulmuştuk. Bütün gün arabacının lan etliğini<br />

nasıl savuşturacağız diye düşünüyorduk. Terbiyesiz<br />

adam her dakika bir suretle bizi rahatsız ediyor ve kizdıryordu.<br />

Hemde ciddi olarak... Yine bir gün adi bir sebple<br />

bana çattı, ben de.<br />

— Artık yeter! Bari nefes almak için de senden izin<br />

alalım! dedim.<br />

Fakat bunak herif bir türlü huyundan vazgeçmiyordu.<br />

Bize diş geçiremiyeceğini de anladı. Bu sefer muharebeyi<br />

tenkide başladı.<br />

— Şu kavga ne zaman bitecekse hayırhsiyle bitse..<br />

Alt mı geleceğiz, üst mü geleceğiz anlaşılsa, artık yeter!.,<br />

gibi sözler söylüyor, ağzına gelen küfürleri savuruyordu.<br />

Arkadaşlardan biri muharebenin millî gayesini izaaha<br />

çalıştı. Fakat herifin kulağına lakırdı mı girer! O boyuna<br />

söylüyor ve küfrediyordu. Yine bir gün şosanm bir kıyısında<br />

iki kamyon enkazına rastgelmiştik. Bunların Harbi Umumî<br />

zamanından kalma enkaz olduğu pek alâ anlaşılıyordu. Fakat<br />

arabacı bunları hep bu günkü harbe vesile edinerek<br />

atıp tutuyordu:<br />

— Yazık Türkiyenin paralarına yazık!..<br />

Herif gitgide tahammülfersa olmıya başladı. Fakat ne<br />

atmak mümkündü, ne de satmaic!... Samsun'na kadar<br />

bu derdi çekecektik...<br />

Günün birinde akşam üzeri Amasya'ya yaklaştık, Yolun<br />

iki tarafında kağnı kervanlaiarı durmuş, mola veriyor-<br />

7


- 98 -<br />

lardi. Kağnılar dar yolun iki tarafını tamamiyle kapamış,<br />

bizim araba için durup beklemek vardı. Fakat aksi herif<br />

kağnı kervanları arasındaki dar ve taşlıktı yerden geçmek<br />

istiyerek zaten yorgun olan atlan sürdü. Yarım dakika<br />

sonra tekerleklerin büyük bir mukavemete çarptığını anlatan<br />

sert bir ses işittik. Tekerlek taşa takılmış, bu müsademede<br />

hayvanlardan birinin kayışı kopmuştu. Arabacı ağzını<br />

bozmak için haricî bir sebebe muhtaç değildi. Küfürün<br />

kazam zaten kaynıyordu, taşmıya başladı, kağnıciiara hücum<br />

başladı:<br />

— Utanmazlar, arlanmazlar! insafsız herifler! Yolu<br />

böyle tutarlar mı Siz de din, iman olsa biraz kenarda<br />

durur sunnz!..<br />

O ane kadar sessiz ve haraketsiz duran kağuıcılar<br />

arasından uzun boylu, uzun sakallı, her tarafı toz<br />

ve topraktan bembeyaz olmuş bir adam çıkıp bir iki adım<br />

attı. Bu adamın halüvaziyeti, maksadı, gayeyi, kağnı kârvanını,<br />

yorgun mandaları, yalınayak başı kabak manda<br />

güden çocukları, her şeyi izah ediyordu. O vaziyetle<br />

haykırdı:<br />

— Söyle söyle! Kimdir şu memlekette imansız olan!,<br />

dedi. İhtiyar kağmcımn bu sözü o kadar yüksek ve keskindi<br />

ki!.. lanetin dili tutuldu !..<br />

Üç gün sonra Samsun'a vardık, Üç gün üç gece bu<br />

ters adamın haleti ruhiyesini tahlile çalıştık.. Bir insan, bir<br />

müslüman, niçin bu kadar kötü huylu, milletine, miiletdaşlarıne<br />

karşı niçin bu derece mütecaviz oluyor neden.,<br />

Akıl ve mantıkla izah edemediğimiz bu manayı başka bir<br />

usûlle daha kolay anhyabiliyorduk. Şöyleki kendimize, kendi<br />

fikir ve kanaatimize ayit ne kadar hak ve hakikat fikirleri<br />

varsa onlardan tecerrüt edip arabacının ruhuna girmek,<br />

oraya yerleşmek, sonra bütün hadiseleri ve kâinatı o kirli<br />

ruhun penceresinden görmek lâzımdı... İşte o zaman:<br />

— Türk - Yunan harbi bizim ya altında yahut üstünde


- 99 -<br />

kalarak, fakat mutlaka bitmesi lâzım gelen, bir güreş, Eshişehir<br />

cephesi çocuklarınızı yemek için açılmış bir ağız, kırık kamyonlar<br />

zavallı Türkiye'nin zavallı parası, kağnı taşıyan ihtiyarlar<br />

birer imansız, Anadolu Paşaları hep birer sergerdedir!..<br />

Şu halde bizim kendi aklımıza göre yanlış, sakat dediğimiz<br />

şeyler arabacının aklına, mantığına göre çok doğru,<br />

çok düzgündü! Ve sanki yanlış olan, onun hükmü değil,<br />

bizim tenkidimizin tarzıydı. Bu adam nasıl oluyorda<br />

fena oluyor diyorduk ve fenalığı o adamla birleştirmek<br />

için zihnen çabalıyorduk. Halbuki fenalıkla o adam arasında<br />

ayrı gayrı yoktu. O adam fenalığın ta kendisiydi. Fena,<br />

hodbin olmak için ne bir dikkat, ne bir zahmet sarfetmiyordu.<br />

İnsanlıktan bir şey feda etraiye mecbur değildir.<br />

Fena adam, olduğu gibi kalıyor ve fena oluyordu! "Herkesin<br />

hanei kalbinde bir aslan yatar, derler. Onun hanei<br />

kalbinde ise dişlek bir sırtlan yatıyordu,, A "abacımız müşteriyi,<br />

harbi, kumandanı, milleti hep sjrtian göziyle görüyor ve<br />

sırtlan burniyle kokluyordu. Bir sırtlan için bundan daha<br />

tabîî ne olabilirdi <br />

Yeni adam enmuzeci<br />

Henüz yirmi yaşını bitirmiştim; idadi şahadetnamesini<br />

almış, kendime bir iş arıyordum. " Hazine! Hassada adam<br />

alıyorlar, dediler. Bir istida yapıp müracaat ettim. Karcıma<br />

iri yapılı, kalın sesli ve güler yüzlü bir zat çıktı. Bu<br />

zat dairenin müsteşarı idi. İstidamı okuyunca "sen ne bilirsin<br />

„ dedi. Vefa İdadisinde okuduklarımı birbir saydım.<br />

" Ya ! demek edebiyat ta okudunuz !. Haydi bakayım<br />

bana son baharı bir tasvir edivir!,, dedi. Ben sevindim;<br />

son baharı tasvir edersem memuriyet verecek dedim. He-


— 100 —<br />

men müsteşarlık odasının yanı başındaki ufak odaya geçtim.<br />

O tarihte geceli gündüzlü ciltlerini ezberlercesine o-<br />

kuduğum " Servetifünün „ kolleksiyonu gözümün önünde<br />

duruyor gibiydi. Türlü terkipler ve türlü hayallerle süslenmiş<br />

bir son bahar tasviri vücüde getirdim! Nihayetine de<br />

Tevfik Fikret merhumun 11 ne zaman zert ve muhtazır eylül..„<br />

Mısraiyle başlıyan eylül manzumesini koydum birde imzalayıp<br />

heman verdim. Müsteşar Bey bir kâğıda, bir de yüzüme<br />

baktı: "O ! Kuvvei kalemiyen var, üslubun da parlak !..„<br />

dedi. Gözüm gözünün içinde idi; Acaba ne diyecek, diyordum.<br />

Bir müddet daha kâğıdıma baktıktan sonra gay*t<br />

yavaş ve mülayim bir sesle: "Bir hafta sonra gel!,, dedi.<br />

Ben hemen babama koştum: Yazım beyenildi, bir hafta<br />

sonra da gidiyorum, dedim. Evde herkes sevindi, Hafta sonunu<br />

iple çektim! Nihayet ken îimi Müsteşarın karşısında<br />

buldum, beni görünce tanıdı: "Oğlum seni alacağız, fakat<br />

daha bir iki hafta bekle!..,, dedi. Daha bir iki haftabekledim,<br />

yine gittim, "Hiç merak etme oğlum işin oldu. Fakat bir<br />

az müsaade et!.. „ Dedi Allahtan ümit kesilir mi ! Ben eski<br />

neşemden bir şey gayibetmiyor, hep kati neticeye intizar<br />

ediyordum. Aradan bir az vakit daha geçtiktan sonra yine<br />

gittim. Artik o da sıkılmış olacak kîii:<br />

" Senin için iş var, fakat burada değil, Hamidiye Etfal<br />

Hastahanesitıde! İmtihane girer misin dedi. "efendim, ben,<br />

imtihandan kaçmıyorum, girerim ne vazife de olsa yaparım..,,<br />

dedim. " Öyle ise bir arzuhal ver de oraya havale edeyim.,,<br />

dedi. arzuhali verdim, havale edildi.„ Birkerre daha imtihan<br />

olduk. Nihayet "imtihanı kazandın, Hamidiye Etfal<br />

Hastahanesi sertabibine müracaat et!,, dediler. Üç beşkerre<br />

sertabibi görmek için gittim bulamadığa. Çünkü bu zat galiba<br />

aynızamanda Sarayın da tabibi idi. Gittiğim zamanlar<br />

kalem odasında, baş kâtibin yanında oturuyordum. Nihayet<br />

adamcağız Hazineyi Hassa Müsteşarının onkerre de söyleyemediği<br />

sözü o günü bir defa da söyleyiverdi: "Size doğ-


— 101 —<br />

rusunu söyleyeyim mi ! İmtihan evrakınızı gördümı pek<br />

iyi yazmışsınız, hüsnühatınız da var, fakat ne çare ki gençsiniz,<br />

pek gençsiniz! Bu yaşta size bu vazifeyi tevdi edemiyeceğiz!.„<br />

, dedi! Ben bu sözleri işidince şaşırdım kaldım.<br />

O zamana kadar iş başında gördüğüm insanların simasını<br />

yaşım gözümün önüne getirdim. Hep ihtiyar adamlardı.<br />

Ben yaşta olanlar arasinda müstakil vazife görenler<br />

yok gibiydi. Birde en ehemmiyetsiz vazifeler bile meselâ<br />

mukayyittik aklı başında tek adama değil, bir kaç adama<br />

birden tevdi edilirdi: Baş mukayyit, mukayydi sani, salis..<br />

.gibi!.. Her ne hal ise ben o gün meyus ve raakhur bir<br />

lhalde, Etfal Hastahanesini terketmiştim. O günden sonra<br />

ilk işim insanı ihtiyari atmıyacak derece de çabuk biten<br />

bu İdadi tahsilini kâfi göimeyip Darülfünun'a yazılmak<br />

oldu. Bu vaka o tarihdeki insanların memur, iş adamı hakkındaki<br />

haleti ruhiyesini gösterir. Hemen Meşrutiyete kadar<br />

devam eden bu devir adeta "ihtiyarlar devri,, dır. Bu devrin<br />

adamları arasında Babıali kalemlerinde görüldüğü gibi<br />

selâm sabaha riayet etmek şartiyle kalemi hokka yabatirmadan<br />

senelerce memur olanlar vardır!.. İşte Meşrutiyet'ten<br />

evvelki memur enmuzeci "saçlı sakallı, yaşlı başlı, muamelâtın<br />

sırrına vakıf bir Efendi! „ idi.<br />

Meşrutiyet bu enmuzecin enbüyük düşmanı oldu. Bu<br />

ihtiyarın hayatına en büyük darbeyi o vurdu. Meşrutiyetin<br />

bulduğu, daha doğrusu yarattığı enmuzeç ise: "Lisan aşina,<br />

muaşerete vakıf, nutka, mülâ kata müsteit genç bir kavval „<br />


- 102 -<br />

Eğer Anadolu'da yeni bir türk ordusu teşekkül edip<br />

te yeni bir devlet kurulmasaydı, bizim için insan enmuzeci belki<br />

pe "meyus, makhur, bedbin ve daha ziyade menfaatperest,.,,<br />

sıfatlarından teşekkül edecekti. Fakat büyük misal gözümüzün<br />

önündedir, ondan ibret almak yeni Türk enmuzecini<br />

şuurlu, vazih bir hale getirmek lâzım. Bunun için de<br />

zihninde şu mantıkî silsileyi vcüude getirmelidir: Meşrutiyete<br />

kadar memleket hem cahil hem de atıl ihtiyarları<br />

tecrübe etti; az kalsın mahvoluyorduk!.. Meşrutiyetten sonraki<br />

idare adamları ekseriyetle faal, cevval insanlardı. Fakat<br />

birincilerin cehli, daha başka şekilde, umumiyetle, onlarda da<br />

vardı. Bu adamların iradesi Almanya'nın iradesi gibi marazı<br />

bir irade idi. Mefkûrecilikleri de marazi bir mefkûrecilik<br />

çokkerre mevhumecilik idi. Yeni insan enmuzeci, yeni idare<br />

adamı enmuzeci bu hasta ve ölü unsurlarla terkip edilemez.<br />

Yeni hayatımızın müdürlerini ancak bu hayata imkân<br />

ve hürriyet bahşeden Harakâtı Milliyenin tarihçesinde görebileceğiz.<br />

Bu devri vucude getirenler aynı zamanda "faal<br />

vefekkâr „ insanlardır. Gerçi Büyük Millet Meclisinin ilk<br />

azasından bir heyet İstanbula geldiği zaman içlerinden bir<br />

Darülfünun konferans salonunda darülfünunlulara hitaben<br />

şu sözleri söylemişti: "Efendiler! Bu meclis şimdiye kadar,<br />

gelmiş olan meclislerin fikren belki madunudur, bunu itiraf<br />

ederim. Fakat ümit, emel ve iman itibariyle bütün onların<br />

fevkinde olduğunu iddia edebilirim..,, demişti ve doğruydu;<br />

Fakat şayanı dikkat olan nokta şudur: Bütün Harakâtı Milliye<br />

tarihince "kalp ve ihtiras vazifesi gören,, ve müdafaa<br />

hatlarmız Pulath'ya kadar gerilediği zamanlarda bile yerinden<br />

kımıldamayan bu iyi yürekli insanlar arasında "beyin<br />

ve irade vazifesi gören,, müstesna insanlar vardı. Bu his<br />

meclisini muvaffakiyetler iyle, zaferleriyle tenvir ve tahkim<br />

edenler hep onlardı. Onun için denilebilir ki Harakâtı Milliyenin<br />

tarihi, ilmin, vukufun, tecrübenin tarihidir. Bu ilim...<br />

bir milletin ümidine, imanına müracaat ederek kuvvet al-


— 103 —<br />

dığı için akamete mahkûm kalmadı. Yine çok dikkat edelim<br />

ki Türk milletine tarihini, istiklâlini iade eden ve istikbalini<br />

eminleştirmek ümidini kazandıran bu ilim tamamyile<br />

hususî bir mahiyeti, gayrı kabili zeval bir hayatiyeti haizdi,<br />

Zira bu ilim ne Meşrutiyette evvelki ihtiyarların sırf ameli,<br />

ihtîbari vukufu, nede Meşrutiyetten sonraki kavvalların sırf<br />

nazarî, zihnî sermayeleridir; ne biri ne diğeri akıldan<br />

başlayıp amle müntehi olan, amelden haraketle akılda nihayet<br />

bulan faal ve yaratıcı bir ilimdir. Şu halde sırf nazari<br />

adamların ve adi manasiyle: kelimecilerin ve hayalcilerin<br />

hayatta bir kıymeti yok! Fakat ayni hayatta sırf faal ve<br />

maceraperest insani arında bir kıymeti yok! Bütün mesele<br />

hadiselere, tabiatı eşyaya mutabık bir iradenin sahibindedir.<br />

Bu iradenin en tabiî unsurları hissi selimi gayip olmamış bir<br />

zekâ ile bu zekâyı fiile isal eden bir hasasiyet manzumesidir.<br />

Yeni nesli teşkil edecek olan mürebbilere bir meslektaş<br />

gibi tavsiyem: Arı ve kunduz yetiştirmekten sakınınız,<br />

Bu hayvanların işleri ne kadar hayretaver olursa olsun zekâ<br />

için numune teşkil etmezler! Cırcır Böceklerini de örnek<br />

a'mayıniz! Çünkü sesleri ne kadar çok olursa olsun iş yapmazlar!<br />

Gayeyi hayaliniz "insan,, olsun, fakat "yaratıcı bir<br />

insan,, Bu melekenin bir kökü kafada, bir kökü kalpte bütün<br />

dalları, kolları elleri de, parmakların ucunda, ameldedir. Yine<br />

yeni hükümet makinesini kuracak olan mesul insanlara bir<br />

vatandaş gibi tavsiyem: Umumiyetle menfilerden, atillerdan<br />

ve mürtecilerden sakınınız; kevezelere, züppelere, lakırdı<br />

ebelerine, hiç teslimi salâhiyet etmeyiniz! İdare hayatında<br />

yalnız sahibi irade olanlar şayanı itimattırlar. Onların kimler<br />

olduklarını mı soruyorsunuz.. Evvelâ söyleyiniz hangi<br />

meslek mevzuu bahistir Askerlik mevzuu bahis ise kurtardığı<br />

tarihe, müdafaa ettiği cephelere, muzaffer olduğu muharebelere<br />

bakınız... Vilâyet idaresi mi mevzu bahis.. Yaptığı<br />

yollara, kuruttuğu bataklıklara, ihya ettiği ormanlara


— 104 —<br />

bakınız. Muarif İslâhatı mı mevzuu baıs! İdare ettiği mekteplere,<br />

koyduğu usullere, numuneyi imtisal olduğu yeniliklere<br />

bakınız... Hülasa icraat hayatında insanı yalnız ve sade<br />

işiyle, iradenin bu meşru evlatlariyle ölçünüz, yanılmazsımz...<br />

Maksat adamların ahlâkını, faziletperverliğini ölçmek<br />

ise bunun da gayet afakî bir usulü vardır: Mevzuu bahs olan<br />

§ahsın menfaati şahsiyesini hayatta kaç defa ve kaç türlü<br />

feda ettiğini anlamak lâzımdır. Çünkü dindarlığın, milliyetperverliğin<br />

insaniyetperverliğin en müspet tecellisi işte bu<br />

feragat, nefsinden, menfaati şahsiyesinden feragattir. Bu<br />

feragat olmadıkça söylenen her sözün ve dermiyan edilen<br />

her iddianın nihayet edebi, yahut mantıkî bir mahiyeti vardır,<br />

asıl ahlâk ona bir kıymet vermez!..<br />

Terakkiden kaçan adam<br />

İstanbul şehrine Gülhane Parkını kazandıran şehremini<br />

günün birinde dahiyane bir fikre malik oldu: "Parkın muhtelif<br />

noktalarına yeşil tahtalı, demir ayaklı kanepeler koyarım,<br />

yere oturmiya alışan, kanapeye oturmak çamurdan<br />

ve tozdan kaçınmıyan bu halka temizlik dersi veririm!..,, dedi.<br />

Hakikaten yerde oturmak kanapeye oturmak adetine münkalip<br />

olursa şarkta büyük bir tahavvül olacaktı, ve her şey yere<br />

oturmak, yerleri bu "Haki fena „'yi sevmek, yerde oturmak<br />

yani yerde yemek, yerde içmek, yerde yaşamak ve yer için<br />

ölmek adeti hep değişecek, yerlerden yüksek bir yerde<br />

oturmak, yerden yüksek yerleri sevmek, yerden yüksek<br />

yerlerde yemek, içmek, yerden yüksek yerlerde yaşamak ve<br />

yerden yüksek yerler için yaşamak adeti teessüs edecekti...<br />

Garip netice!.. Parkı ziyarete gelenlerden çocuğun<br />

kanepeye oturmak ihtiyaciyle gerçi ayakları yerden kesildi,<br />

fakat bunlardan hiç biri kanepeye avrupah bir insan gibi


105<br />

oturamadı. Bilâkis hepsi kanepeyi tahtadan bir yer faz<br />

ederek üzerine bağdaş kurdular}.. Bu suretle o vakit<br />

Şehremini insanların bu garip inadı karşısında şaşırdı kaldı.<br />

Ve bu terakkigirizliği bir türlü izah edemedi. Lâkin bu<br />

hadiseyi gözden kaçirmıyan bir insan şöyle izah ediyordu:<br />

— Terakki bir emri cebrîdir. İnsan uzviyeti iktizası<br />

terakkiye değil, itiyatlarını muhafazaya, alıştığı gibi yaşamıya<br />

müstaittir. Cemiyette vücude gelen her terakki uzviyetimizde<br />

derin ve elim aksülamellerie, yeni yeni itiyatlar<br />

hazırlar. Halbuki her yeni itiyat yeni tefekkürler, yeni<br />

zahmet ve meşakkatlerle olur. Onun için terakki bir fikir<br />

gibi nekadar arzu edilirse edilsin, fiilen icrası güç olan bir<br />

şeydir. Ben bu düşünceyi, bu izahı o kadar kabul ettim ki<br />

her terakki davasının peşinde zahmetten, elemden, kaçan<br />

insanların feryadını işittikçe hiç garip bulmuyordum. Şimdi<br />

bile terakkinin meşhur düşmanlarını görüyorum ve gayizlerinin<br />

illetini anlıyorum. Ve onlara sessiz velveîesız bir<br />

}isan ile hitap ediyorum, diyorum ki:<br />

— Ey kanepeye otururken mafsalları acıyan insan!<br />

Sen terakkinin zahmetlerine nasıl katlanacaksın!. Seni adam<br />

yapacak olan din, ne bir fikir, nede bir muhakeme dinidir<br />

O sırf katı mafsalierin ve uyuşuk adalelerin ile mücadele<br />

edecek olan bir zahmet dini, elem mabdünün dinidir!..<br />

Çünkü insani Terakki demek durup dinlenmeden zahmet<br />

çekmek demektir. Terakki yalnız ceht ve elem ağacının<br />

meyvasıdır. Yazık o lisana ve edebiyatına ki terakkiyi bir<br />

zevk gibi gösterir!..<br />

Sanatten kaçan adam!<br />

Durkheim insanı kendi kendine cehte muktedir bir mahlûk<br />

olmak üzere tavsif ediyor. Filvaki hayvan da ceht eder,


— 106 —<br />

Fakat hayvanın cehti haricî bir tazyik ile olur. Yük taşıyan<br />

at misalinde olduğu gibi... Bu hayvanı cehte sevkeden<br />

kirpactır! Halbuki insan terbiye sayesinde o hale gelir ki<br />

haricî hiç bir tazyika muhtaç olmaksızın cehtedebilir.<br />

İnsan en güç işlerde bile bu cehte yalnız başına muktedirdir.<br />

Onun için insana " yalnız başına cehte müstait olan<br />

hayvan „ demek doğrudur... Fakat bu ceht bir günün<br />

mahsulü değildir. Bunu elde etmek için seneler lâzımdır.<br />

İnsan terbiye tesiriyle senelerce cehtetmeliki kendi kendine<br />

cehtetmeğe alışabilsin. Meselâ çocuk için en güç iş elbise<br />

giymektir. Fakat terbiye almış bir insan için bu iş kolaydır.<br />

Beşerî olan hangi vazifede, insanı neviden olan hangi<br />

idrâkimizde cehtimizin müdahalesi yoktur ! Bakınız, siz ciddi<br />

ve ilmî bir bahsi izah ederken gözleri süzülen ve ağzı<br />

açılıp kapanan şu adama!.. Zavallı yoruluyor, dinleyemiyor !..<br />

Çünkü bu insan dinlemeye ahşmamıştir! Çünkü dinlemek,<br />

anlamak, o da bir cehttir. İlim gibi sanatta bizden dikkat<br />

ve ceht ister bir Mozart ve bir Wagner,i anlamak için<br />

zekâmızın, dikkatimizin müdahalesi şarttır. Bunlar bilbedahe<br />

ve bilâ vasıta şuurumuza yerleşecek basit eserler değildir.<br />

Avrupa musikisinde bazen en derunî ve en fevzaî ihtiraslarımızın<br />

bazen de en insanî ve en beşerî emellerinizin<br />

ifadesi vardır. Büyük bir sanatkâr dikkatiyle tahlil edilmedikçe,<br />

dağnık ve mütezat görünen parçalara büyük bir ahenk<br />

sokulmadıkça bu musiki bizim için cehennemi bir gürültü,<br />

den başka bir şey değildir. Zaten bir sanat eserini anlamak,<br />

o eseri ruhunda yeni baştan yaratmak demektir. Şu halde<br />

nevinin İstırabını duymıyacak derecede kulakları sağırlaşan<br />

ve en ufak bir aşk heycanı yaşamıyacak kadar içi kuruyan<br />

bir adama doğrudan doğruya " sanatin ve sanatkârın sesini<br />

işit „ demek manasız olur. Güzelden kaçan, sanat eserini<br />

manayı, heycanı, ahengi, hayatı isthkar eden adam; rast<br />

geldiğine " bunların ne lüzumu var,, diyorsun... Halbuki<br />

burada ne bir lüzum nede bir ispat mevzuubahstır. Sadece


- 107 -<br />

büyük ve elemli bir cehtin teslim edeceği bir zevk vardır.<br />

Bunu bulamıyorsan kabahat ne eserin, ne sahibinindir,<br />

yalnız senindir, senin!<br />

Cumhuriyetin adam numunesi<br />

Eski Yunan medeniyetinin ekmel numunesi " Hakim „<br />

idi. Kurunu Vüsta "Aziz,,, leri vücuda getirdi. On altıncı<br />

asrın mükemmel adamı "Honnete Homme,, dır. On sekizinci<br />

asrın beğendiği adam, " akıllı ve hisli adam „ , dır. Bu<br />

günkü vatandaşın seciyesi acaba nedir.. Bu gün evliyalar<br />

yoktur! " Mübarek adam „ enmüzeci bile silinmiş gibidir.<br />

"Honnete Homme,, muhterem, fakat yeni cemiyetler<br />

çin kâfi değil... " Akıllı ve hisli<br />

M<br />

adam enmüzeç güzel,<br />

fakat bu günün hayatı için müphem ve umumîdir. Yeni<br />

vatandaşı yaratacak olan sanatkâr, gene cemiyettir. Yeni<br />

vatandaşın siması ancak yeni cemiyetin çizgilerinde»<br />

ve renklerinden teşekkül edecektir. Yeni cemiyetlerin<br />

" Ahlâkı hasene „ , si " tesanüt ahlâkı „ , dir. Kendisini<br />

bütün cemiyetin cüzü duyan ve cüzü gibi yaşiyan vatandaşın<br />

ahlâkı... " Sıkılgan adam „ tipi yeni tipin tamamiyle<br />

zıdtıdır. Bize zümrevî hayatın bütün icaplarını<br />

tanıyan ve yaşıyan vatandaşın hayatı lâzımdır. Sonra,<br />

vatandaşın ilmi, irfanı yaratıcı, meslekî istihsalleri vücude<br />

getirici olmak lâzımdır. " ukelâ ve sathî adam» tipi yeni<br />

tipin tamamiyle zıddıdır. Yeni tipin hamurunu yoğuracak<br />

olan muhit, mekteptir, aile değil..'. Aile vasıtasiyle mektebi<br />

ıslâh etmek fikri sakattır: Aile muktedir ise kendi kendini<br />

ıslâh etsin!.. Bu günkü çocuğun aile hayatı dar ve<br />

mahduttur; mektep hayatı ise geniş, devamlı ve feyizlidir-<br />

Mektep bu yaratıcı tesirini yapabilmek için her şeyden<br />

evvel ve her şeyden ziyade şu hakikate dikkat etmelidir-<br />

Tesanütçü bir ahlâkın ve istihsalci bir irfanın hakikati


— 108 —<br />

ona dışarıdan, başka bir yerden gelmiyecektir. Kendisinden<br />

çıkacaktır. Öyle ise mektep her şeyden evvel<br />

tesanütçü bir h yata mazhar olmalıdır. Talebe ve muallimler<br />

denilen zümreler müstait oldukları zümrevî hayatı<br />

azamî derecede yaşamalıdır. Sonra ilim, talim sarf ve<br />

helak edici halinden kurtulup istihsal ve istismar edici<br />

hale gelmelir. Mektep canlı bir mevcuttur. Kendi kendini<br />

ıslâh edemiyen bir mevcut başkalarını ıslâh edemez!..<br />

Cumhuriyeti yaratan irade mekteplerin binalarına da<br />

teveccüh etmelidir. Ve ondan İnkilâp namına iki şey<br />

istemelidir. Mektep cemiyetinin içtimaî hayat zevklerini<br />

tatmasına müsayit mesafe ve mekân ile mektep cemiyetinin<br />

müstahsil hayat şartlarını teminine müsayit aletler ve<br />

teknikler... Bunlar haricinde yeni vatandaş teşekkül<br />

edemez, yeni bir idare ise yeni insanlarla yaşayabilir.<br />

Yeni idarenin mukadderatından mes'ul olan artık yeni<br />

terbiyenin mahiyetidir.<br />

Faal adam!<br />

Meşrutiyetten evvelki adam teşebbüsü şahsiden mahrum<br />

olan atıl adam idi. Meşrutiyetten sonra aranılan,<br />

"müteşebbüs adam,, oldu. Meşrutiyet inkılâbında nntuk<br />

söyliyen hatipler "teşebbüsü şahsî,, ,nin destanını okudular,<br />

ve türk milletinin şimdiye kadar felâketi "teşebbüsü<br />

şahsînin fıkdanından dır,, dediler. Millî İnkılâbın vücude<br />

getirdiği adam enmuzecinin tasvirini henüz vazıh surette<br />

göremiyoruz. Yalnız "müteşebbüs' adam,, tasvifi yerine<br />

"faal adam,, tavsifini kullanıyoruz. "Filan adamı tanırmısın<br />

„ diyorlar, "tanırım, faal adamdır,, diyoruz. "Falan<br />

muallimi tanınınsınız „" diyorlar, "Tanırım, faal adamdır. „<br />

diyoruz. Ve insan kendi kendine soruyor: Demek ki fa-


— 109 —<br />

aliyet bir meziyettir.. Fakat pek az kimse bu meziyet olmak<br />

imtiyazım alan "faaliyet,, , in ne olduğunu düşünüyor i<br />

İstiyerek fikrimizi şüpheye düşürelim ve soralım ki:<br />

"Faaliyet bir meziyet midir „ , Şüphesiz derhal "faaliyet<br />

bir meziyettir. „ diye kabul edeceğiz. Fakat bakınız<br />

size bir kaç faaliyet numunesi ki meziyet olmak şöyle<br />

dursun, belki noksan, hatta felâkettir, Evvelâ çocuğun<br />

faaliyeti.. Bu faaliyet ilerde içtimaî faaliyetlere mebdei hareket<br />

olmak itibariyle gayet şayanı dikkattir. Fakat olduğu<br />

gibi kalan bir çocuk faaliyetinin medenî nev'inden hiçbir<br />

kıymeti yoktur. Çünkü bu faaliyet yapıcı olmaktan ziyade<br />

yıkıcıdır; iyi, doğru, güzel nev'inden eser denilebilecek<br />

hiçbir şey vücude getirmez, hayvanı jir faaliyettir. Şu halde<br />

çocuk faal bir mahluk olmakla beraber makbul bir<br />

insan enmuzeci midir Daha ağır bir misal delidir. Alelumum<br />

deli de faal bir mahluktur. Fakat delinin faaliyetiyle<br />

medenî faaliyeti ifade eden iyi, doğru, güzel faaliyetler<br />

arasınde ne münasibet vardır O halde ne demeli "faaliyet<br />

bir meziyet değildir mi, demeli ! Hayır, her şeyden<br />

evvel bu faaliyet fikrine biraz vuzuh vermeliyiz. Mütalaayı<br />

kolaylaştırmak için üç nevi faaliyet enmuzeci kabul ediyorum:.<br />

Birincisi otomatik faaliyet. Otomatik faaliyeti temyiz<br />

eden şey iradî faaliyetin zıttı olarak şuursuzluk ve<br />

terkipsizlik tir. Otomatik harekette gerçi kendisine göre<br />

bir intizam, bir ittırat vardır. Fakat yaratıcılık, istihsal kadreti,<br />

şuur, sevk ve idare yoktur. Otomatik faliyet, faaliyetlerin<br />

en iptidaî şeklidir.<br />

İkincisi: mantığa müstenit faaliyettir. Bu faaliyette<br />

gerçi intizam ve şuur vardır. Fakat netice gene birdir.<br />

Yani neticede gene istihsal yoktur. Çünkü bu faaliyetin<br />

intizamı, mantıkî, şuuru sathî bir şuurdur. Ekseriya cahil<br />

ve zekâsı cevval olan insanlarda görürüz. Her hareketlerini,<br />

her teşebbüslerini mantıklariyle teyit ederler. Fakat<br />

faaliyetlerine rağmen eser vücude getirebildikleri eser<br />

payidar olmaz.


- 110 —<br />

Üçüncüsü: tekniğe müstenit faaliyet. Bu nevi faaliyet<br />

faaliyetlerimizin en yüksek şeklidir. Çünkü muntazam ve<br />

şuurlu olmkla beraber yaratıcıdır. Bu faaliyetin zekâsı aklı<br />

selimin zekâsı değildir, fen zekâsidır. Kuvvetini mantıktan<br />

değil, tabiyetten alır. Bu faaliyeti mutlaka âlim, rnütefennin<br />

insanlarda görürüz. Cahil insanlarda da bir istisna<br />

halinde tecelli edemez. Gariptir ki bu faaliyet mütevassıt<br />

zekâlı insanlarda da tecelli edebilir. Hattâ aklı selimin faaliyeti<br />

gibi zekâya onun kadar muhtaç olmıyan bir faaliyettir.<br />

Çünkü zekâsı ferdî zekâ değil, ilmî yani gayrı şahsî<br />

zekâdır. Teknik faaliyet mutlaka eser vücude getirir,<br />

ve eseri mutlaka payidar olur.<br />

Şimdi beğendiğiniz faal adam kimdir... Otomatik faaliyetin<br />

sahibimi, aklı selim ile faal olan mı, yoksa teknik<br />

faaliyetin sahibi mi, hangisi.. Bence alelıtlak faaliyetin, hele<br />

otomatik faaliyetin bu bahiste hiçbir değeri yoktur,<br />

mantığın faaliyeti de birincisi kadar yıkıcıdı, fazla olarakta<br />

aldatır. Muasır faaliyet enmuzeci teknik faaliyettir.<br />

Muasır faal adam ancak bir ihtisas sahibi olabilir.<br />

Müsbet kafalı insanlara muhtacız<br />

Asrî bir milletin mühim seciyelerinden biri de ilim hâkimiyeti<br />

değil midir Asrî milleti orta zaman cemiyetlerinden<br />

ayıran mühim fark din yerine ilme mevki vermesi<br />

değil midir Orta zamanda itikadın ve kitabın idare<br />

ettiği yerleri bu gün hep ilmin fikirleri tabiatın kanunları<br />

idare ediyor. Müsbet olmıyan şeylerin tabiatına uymıyan<br />

fikirler, itikatler, ananalar hayat meydanından hep koğu-<br />

Iuyorlar, yerine akla, hesaba, tecrübeye dayanan müsbet<br />

kanaatler geçiyor. O halde dün dinin tuttuğu yerlere bu<br />

gün ilim geçmiştir. Dün dinle idare edilen işler bu gün<br />

ilim ile idare edilmektedir. Şu halde denilebilir ki: İlmî


— 111 —<br />

olmak, ilme dayanmak asri milletlerin mühim tabiatlarından<br />

biridir.<br />

" Asrî olmak „ , "asrileşmek,, " muasır millet „, " yenilik<br />

„ " yeni adam „ sözleri derslerde, kitaplarda, salonlarda,<br />

her yerde muhabbetle, iştiyakla tekrar edilen canlı<br />

sözlerdir. Fakat bu mefhumların içine girelim ve onların içinde<br />

bulunanlara dikkat edelim. Ne göreceğiz Çok kerre umumî<br />

ve sathî malumlar, serbest söz söylemek melekesi ve salon<br />

muaşeretinden ibaret bir takım unsurlardir! Halbuki bu<br />

melekelerin, bu sermayelerin medeniyetin uzviyetile doğrudan<br />

doğruya münasebeti yoktur. Umumî malûmat sahibi<br />

olmak hele bunun bir derecesi köylüler, çobanlarda dahil<br />

olduğu halde asrî bir milletin bütün fertleri için lâzımdır.<br />

Fakat umumî malûmların sahibi olmak, bir ilimde mutahassıs<br />

olmak değildir. Umumî, binaenaleyh sathî kalmıya<br />

mahkûm plan malûmlar ile bir millet medeni tekâmülün<br />

zaruretlerim k vrayamaz. Asrî bir cemiyetin en çok<br />

muhtaç olduğu şey, işte âlimler, mutahassıslarıdır, bu hükmü<br />

bir kerre daha genişleterek diyebiliriz ki: Böyle bir<br />

millet en çok menfaatlere, her hangi meslekte mutahassıs<br />

kimselere muhtaçtır.<br />

Bir milletin umumî muaşeret kaidelerine vakıf olması<br />

ve bunları hayata tatbik etmesi lüzumlu ve hayırlı bir şeydir.<br />

Muaşeretini tanzim etmiyen bir milletin içtimaî hayat<br />

yüzü daima pürüzlü kalacaktır. Fakat cemiyet itibarile incelmek<br />

daha güç bir şeydir. Çünkü bütün bu muaşeret<br />

kaidelerinin ehemmiyeti onları kukla gibi yapmakta değil,<br />

asıl bu kaidelerin doğduğu telakki farklarını taşımaktadır.<br />

Muaşeret kaideleri ayni zamanda doğruluğun, iyiliğin ve<br />

güzelliğin bir tecellisidir. Adabı muaşeret ince ruhlar gibi<br />

kaba ruhların yüzünüde cilalayabilir. Asıl mesele millette<br />

doğru, iyi ve güzel kıymetlerin hür bir surette cevlânına<br />

engel olabilecek sebepleri kaldırmak, azaltmaktır.<br />

Hülâsa nereden hareket edilse " asrîlik „ mefhumunun


— U2 -<br />

kökleri vicdanın pek derin tabakalarına kadar iniyor.<br />

Asrileşmek, bu asır da yaşamaktan fazla bir muvaffakiyettir.<br />

O da asnn maddî ve ahlâkî hayatına imkân veren inkılâp<br />

umdelerini yakalamakla mümkün olacaktır.<br />

İşte bu umdelerin başında " müsbet neviden olan her<br />

şey akıl içindir. Akıl bizi, müsbet hakikatlere iriştirebîlecek<br />

olan yegâne kılavuzdur.,, düsturu vardır. Onun için<br />

aslî bir millet mevkiinde ilmi istemeliyiz. Fakat ezberci<br />

gibi değil, ilmi anlıyan hakiki kanaat sahibi gibi ilmi isteyince<br />

ilmin bütün hürriyetini, bütün feyzini, bütün istifadesinide<br />

birlikte kazanmış oluyoruz. Fakat ilmin mahrumiyetlerine,<br />

ilmin yorgunluğuna, ilmin vazifesinede katlanmak<br />

şartiyle. İnkılâbını yapmakta olan yeni Türkiye için<br />

büyük gaye şudur: Garbın ilmini bütün mevzuu, usûlleri,<br />

vasıtaları, kapları, müesseseleri, hattâ ahlâkî düsturları ile<br />

aynen ve harfiyen getirmektir.<br />

Usulsüz faaliyet ne işe yarar <br />

Avrupa memleketlerini ilk defa ziyaret eden bir şarklının<br />

intibaı ne olabilir Ezici bir faaliyet içinde çalışan<br />

kütlelere ait intibaı.. Bu hayret sahiplerinin söylediği söz<br />

daima şudur!<br />

"Şu Avrupalılar ne çalışkan adamlardır!.. „ İngiliz<br />

avamı da Belçikalı komşularım taktir ederken ona benzer<br />

bir söz söylüyorlar: "Şu Belçikalılar ne çalışkan adamlardır!,,<br />

Şu halde Avrupa medeniyetleri mevzuu bahsolduğu zaman<br />

gözümüze en çok çarpan onların çalışkanlığıdır. Fakat bu<br />

medeniyetin hakiki sırrı çalışma saatlerinin daha çok olmasımıdır!<br />

Bunu zannetmek doğru değildir. Bu faaliyette<br />

her şeyden ziyade görülmesi lâzım gelen bir şey varki<br />

o da "metot,, dur Avrupalı adam ilmî bir metot içinde<br />

çalışan adamdır. Türk çok kerre ferdî zekâsının icabatım


— 113 -<br />

takip eder. Nihayet ilme istinat etmiyen kaba bir tecrünin<br />

esiridir. Bu metot fikrini yalnız tayyare ve demiryolu<br />

yapmak hususunda değil, en ufak bir sanaatte, en basit<br />

bir ticaret işinde bile kabul etmeliyiz. Bizi onlardan ayıran<br />

avrupahlann cemiyetçe tatbik edilen asrî usullere, muayyen<br />

tekniklere malik olmalarıdır. İşte, en adi bir işte bile:<br />

Fasulye, bamye... dikmek için bel belliyen iki adam tatsavvur<br />

ediniz. Bunlardan biri bel bellemek işinin içtimaî<br />

tecrübesine henüz malik değildir. Ferdî zekâsı, ferdî hassasiyeti<br />

onu mümkün olduğu kadar çok bel bellemiye sevkedecektir.<br />

Fakat usûl, tecrübe, kanaat sahibi olan adam<br />

yer yüzüne yayılmak ve bir hayvan gibi çalışmak sevkıtabiisinden<br />

uzaklaşacak, toprağı mütemadiyen ayıkhyacak<br />

beli âdetten ziyade derin vuracak ve türlü vasıtalarla<br />

bu toprağı islâh edecektir. Şu halde medeniyetin faaliyette<br />

tecellisi doğrudan doğruya azlık veya çokluk şeklinde<br />

olmuyor, metot yahut prosede, yahut teşkilât, yahut içtimaî<br />

bir tesanüt şeklinde oluyor. Onun için alelıtlak çalışkanlık<br />

onları bizden ayıramaz. Fakat usullü çalışkanlık<br />

onları bizden katiyen ayırabilir. Öyle ise "Asrî adam n<br />

alelitlâk zeki adam değil, belki ilmî bir usûlle çalışan<br />

adam demektir. Bana kaç kere Çamhcalann kırk elli metro<br />

geniş, fakat inadına ıssız yollarını göstermişlerdir: "Şu geniş<br />

caddeyi görüyor musunuz İşte bu filân belediye müdürünün<br />

eseridir. demişlerdir.. Ben bu ayrı çalışan ve ayrı eser vücude<br />

getiren yalnız adam sevkitabiîsinden ürkerek dayima şu cevabı<br />

veriyordum: Keşke o adam bu geniş ve ıssız caddeleri<br />

vücude getirmeseydi, şöhreti için vesile, fakat Üsküdar<br />

belediyesinin bütçesi için bir mezarlık açmasaydı! ..<br />

Çünkü imar mefhumu alelitlâk genişliğin müradifi olamaz.<br />

Medenîlik mutlaka çok çalışmak, çok geniş caddeler<br />

açmak değildir. Bütün servetini bir çocuğunun elbisesine<br />

ve oyuncaklarına sarfederek geriye kalan dört beş çocuğu<br />

aç ve çıplak bırakmak doğru değildir. Bir ayile hayatında


— U4 —<br />

olduğu gibi bir şehir imarında da tatbik edilecek adalet<br />

düsturları vardır. Şu veya bu süsü yapan fakat elindeki<br />

şehri bütçesiyle mütenasip bir derecede sağlam, temiz ve<br />

işlek bir hale getiremiyen bir idareye asrî diyemem. Yalnız<br />

şehir idaresinde değil. Her sahede asrî faaliyet; metodik<br />

faaliyetin bir müradifidir. Fennî olmıyan çalışkanlığı<br />

beğenmiyelim ve nafile cesaretlendirmiyeiim. Çünkü fennî<br />

olmıyan, yani makul ve şeylerin tabiatine uygun olmıyan<br />

faaliyetler mutlaka yıkıcıdır.<br />

Mefhumlara esir!..<br />

Zekâlar vardır, mefhumumlara esirdir. Gene " Son<br />

saat „' in sayfalarında idi. " Tedricen ! „ Serlevhalı bir<br />

makalem çıktı. Burada içtimaî tehavvülleri bir hattı müstakim<br />

hayaline irca eden akliyecileri tenkit etmiştim.<br />

Çünkü tetriç tekâmülün dayimî bir vasfı değildir. Tekâmülün<br />

birdenbire olan safhaları da vardır. Yoksa bir türk<br />

inkılâbı derece derece ve muntazam bir surette tahakkuk<br />

etmesi lâzımgelen makul, tetricî, muntazam bir hareket<br />

olamak lâzımgelirdi. Halbuki inkılâbımız anî gibi olmuştur.<br />

Eğer bunda mühendis intizamı ve akıl mantığı şart<br />

olsaydı, bu günkü neticelerden mahrum olacaktık. Hakihati<br />

halde takâmül ne tetricî, ne de mutlak surette anîdir.<br />

Belki tekâmül yaratıcıdır. Hakikati halde tekâmül ne<br />

mazinin aynı, ne de bu mazinin gayrıdır; belki maziden<br />

müstağni kalmıyan, fakat maziden yeni bir mahsûl vücude<br />

getirmek üzere gebe kalan bir haldir. Bir hal ki mütemadiyen<br />

istikbale doğru şişer. Tekâmül için daha canlı,<br />

daha mutabık bir hayal bulunabilir. Fakat her halde yalnız<br />

başına tetriç, yahut intizam hayali ona yabancıdır. Bizim<br />

sakat fikirleriniz yalnız tekâmül bahsine ayit değildir. Mu-


lig<br />

vaffakıyet, ümit, sabır ve sebat hakkında da bir çok fikirleriniz<br />

vardır ki hakikati halde bunlar hasta klişelerden<br />

başka bir şey değildir. Cesaretin, sabrın, sebatın her şey<br />

olduğunu gençlere öğretmekle çok bir şey kazanmış olmayız.<br />

Bunlar şuun ve hadisatı aşan mutlak kuvvetler değildir.<br />

Bunlar tabiî kuvvetlerdir. Bunlarında kendilerine<br />

mahsus hudutları ve nihayetleri vardır.<br />

Şu halde " mutlak bir cesaret, düm düz bir sebat „<br />

ve inatçı bir sabır „ yerine gerek ferdin gerekse cemiyetin<br />

hayatında cesaretin, sabrın, sebatın canlı vazifesini<br />

öğretmek doğrudur. Öyle ise niçin bu mefhumları taşıyoruz<br />

.. Çünkü bizden evvel yaşamış bir cemiyetin mirasıdır.<br />

Bunları bize kazandıran asrî ve felsefî tefekkürümüzün faaliyeti<br />

değil, eski harsın sür'ati iptidaiyesidir.<br />

Bu mefhumlar eski cemiyete göre düstur olarak kifayet<br />

eden şeylerdi. Fakat pek mudH ve pek müterakki olan<br />

yeni hayatımızı idareden acizdirler. Biz ana ve baba hikmetlerinden<br />

ziyade ilmin muttalarına ve yalnız ilim mutaları<br />

üzerine kurulan bir felsefenin terkibçi mefhumlarına<br />

muhtacız.<br />

Yeni neslin terbiyesinde metafizikî hükümlermizin de<br />

mesuliyetini idrak edelim Din taassubunu kaldırmışken<br />

yerine tefelsefe taassubunu koymıyahm. ^<br />

Cemiyete küskün adam!<br />

" Cemiyete küskün adam „ ; bu, bir nevi insandır. Tenkit<br />

eder, istikbalden ümitsiz, bazen de mazi için daha az müşkül<br />

pesentiir. Hayatta, ayile, meslek muhitlerinde dayima böyle<br />

insanlara rasgelmek mümkündür. Cemiyte küskün adamın<br />

mantığını yoklayımz, fikirlerinin seyrini kovalayınız; memnuniyetsizliğini<br />

ispata çalışan bir dikkatle karşılaşacaksınız:


— 116 —<br />

Bu dikkat mütemadiyen sokakların kirliliğini, bürokrasinin»<br />

zararlarını, ehliyetin takdir edilmediğini, mekteplerin eskisinden<br />

daha geri olduğunu... İlâh. size söylüyecektir. Ve<br />

bütün bunları en bitaraf, en afakî bir müşahit ve rasıt mevkiinde<br />

tekrar ettiğine sjzi inandırmak istiyecektir. Cemiyete<br />

küskün adam hakikî bir müdekkik, ilmî bir mütefekkir<br />

midir.. Hayır, çünkü bu zekâda ilmin en mühim temeli olan<br />

icap ve zaruret fikirleri yotur. Cemiyete küskün adamın<br />

bütün fikrî faaliyeti küskünlüğüne sebep gösterdiği hadiseleri<br />

muayyen fertlere, şahıslara yükletmekten, yahut hüküm<br />

ve muhakeme işlemiyen esrarengiz derecede münferit bir<br />

kabiliyete atfetmekten ibarettir. Cemiyete küskün adamın<br />

zihnî faaliyeti iki şekle irca edilebilir:<br />

Bir yandan içtimaî hadiselerde zaruret tanımıyan bir<br />

teffekkür, bir yandan da ferdî endişelerden gelen bir memnuniyetsizlik.<br />

Onun için cemiyete küskün adamla münakaşa<br />

ederken hep bu ilmî ihatasizlıkla, bu hodbin hassasiyete<br />

çarparız. Cemiyete küskün adamın siyasî vaziyeti ekseriya<br />

dar bir muhaliflik şeklilde tecelli ediyor.<br />

Halbuki bu küskünlerin dar zekâları hakikati halde siyasî<br />

bir idareyi besliyebilecek içtimaî tekâmül telâkkisine<br />

malik değildir. Hodbin hassasiyetleri ise siyasî faaliyetin<br />

muvaffakiyeti için elzem olan fedakârlık şimesiyle de kabili<br />

telif değildir.<br />

Cemiyete küskün adam tipinin menşei marazîdir. Salim bir<br />

cemiyet adamı dayıma faaldir. Salim bir cemiyet adamı dayıma<br />

mefkûrecidir. Fert bu faaliyeti, mefkureciliği kaybettiği<br />

dakikada artık hastalanmıştır. O halde cemiyete küskün adamın<br />

tevekkülünü fikrî mantığında, yahut dar hodbinliğinde aramak<br />

doğru değildir. Bu menşe bizzat cemiytin hayatında<br />

hasıl olan boşluklardadır.<br />

Muayyen fertler içtnaaî hayatı sıkıca yaşamadıkları, cemiyt<br />

maneviyatını şidditlice taşımadıkları için aynı zamanda<br />

bedbin, ve aynı zamanda hodbindirler. Küskünler cemiyet


— 117 —<br />

denilen manevî terkibin inhilâl eden cüzü fetleridir. Bunlar<br />

cemiyetten koparak yalnız adamın tabiatine ricat etmektedirler.<br />

O halde cemiyet içinde bobinleri, bedbinleri azaltmanın<br />

tek çaresi içtimaî mevcudun bilhassa haz, neşe, vecit,<br />

mefkure veren bediî ve manevî muhitlerini uyandırmakatan<br />

başka çare yoktur. Yeni cemiyetimizi ahlâkî ve bediî zevki<br />

idrake müsayit cihazlarla zenginleştirmek lâzımmi geliyor.<br />

Mütefekkir<br />

İlmi bipayan insanlar vardır. Filân adam tarih alimidir<br />

. Filân adam mükemmel bir nebatçıdir, morfoçya<br />

alimidir. Filân da atikiyat ile uğraşır. Bu adamları türlü<br />

sıfatlarla tavsif etmek ve derya misali olan ilimlerinden<br />

dolayı takdir etmek pek tabiîdir. Elverir ki bu malûmat<br />

usulü daiyresnide tedarik, tahkik ve tensik edilmiş olsun.<br />

Mütebehhirin teşekkülünü hazırlıyan en mühim meleke<br />

kuvvetli bir hafızadır. Halbuki kuvvetli bir hafızanın en<br />

büyük sebebi verasettir. Bir çocuk bu veraseti taşımıyorsa<br />

ne kadar terbiye edilse de mükemmel bir hafızaya<br />

malik olamaz. Şu halde mütebahhirin teşekkülünde terbiyenin<br />

rolü mahdut demektir. Halbuki mütefekkir, bambaşkadır.<br />

Mütefekkir hıfzu tahattur ve tahsil hususunda<br />

mütebahhirin dehasını gösteren adam değildir. Mütefekkir<br />

bir toplayıcı değil, belki bir teşkilâtçıdır. Mütefekkir fikir<br />

binasının malzemesini bulmaz. Yalnız başkaları tarafından<br />

bulunan bu malzemeyi kullanarak eser vücude getirir. Demek<br />

mütefekkir hazır fikirleri tefekkür eden adam demektir. Rolü<br />

daha ziyade icat rolüdür. Mütefekkirin teşekkülünde hafızanın<br />

rolü mühim midir Şüphesiz bir bakıma öyledir. Fakat<br />

bu ehemmiyet bir dereceye kadardır. Mütefekkirin asıl<br />

cihazı tasnif, mukayese, izah, farz ve tahmin kuvvetidir.<br />

Şuhalde mütefekkire lâzım olan; hafıza veraseti değil,


— 118 —<br />

tam ve mükemmel bir tefekkür cihazıdır. Çünkü mütefekkir<br />

hafızasının noksanını türlü tarikler ve kolaylıklarla<br />

dahi telâfi edebilir. Fakat tefekkür usulüne, ilim tekniğine<br />

malik olmıyan bir adam için ilim yapmak ümidi yoktur.<br />

Şimdi yeni Türkiyenin muhtaç olduğu fikir adamı hangi<br />

cinstendir, sualine verilecek cevap gayet basittir. Türkiye<br />

fikir adamının her cinsine muhtaçtır. Ancak tebehhurun da,,<br />

tefekkürün de usulleri memleket için pek yenidir. Onun<br />

için bizim tedrisat hayatımızda mühim olan şey, bu usuldür.<br />

Türkiye, fikir adamlarının azlığından değil, usul sahiplerinin<br />

kıtlığından şikâyet etmelidir. Mekteplerimizde<br />

ve ilim müesseselerimizde adet kıymeti yerine keyfiyet<br />

kıymetini koymalıyız. " Parlak zekâlar „' a kıymet verecek<br />

yerde, bir tefekkür usulüne malik olanların kıymetini düşürmemeliyiz.<br />

Çünkü milletin fikir hayatının mey vasim<br />

toplattıran teşekkül, mütefekkirlerin ruhunda oluyor.<br />

Mefhumun öldürdüğü adam!<br />

Anadolu'dan geldiğim zaman " Acaba güvelerini<br />

yedi ! „ diye bermutat büyük dolabın altındaki gözü<br />

çektim. Orada bir İkdam gazetesinin yaprakları arasında<br />

sakladığım resim koleksiyonunu karıştırmağa başladım.<br />

Kara kalem heykel başlan, yağlı boya bir ördek resmi...<br />

Solgun, ölgün, çocukların lisanı kadar masum şeyler L<br />

Onu bana hediye eden zat, merhum Teke Zade Sayit<br />

Bey'dir. Sanatkârı beş altı sene evvel bir mektebi ziyaret<br />

ederken tamdım, resim dersanesinde idik. Sehpalrı karşısında<br />

çalışan, gayet temiz giyinmiş yirmi, yirmi beş kız<br />

çocağu resim yapıyordu. Alçı keykeiler, kabartma çiçekler»<br />

renkli şekiller, dıvarlann sadeliği, hele sekenesinin huşu ve<br />

sükûneti burasını eski bir yunan mabedine benzetiyordu!-.


— 119 —<br />

Sınıf o kadar çıplak ve beyaz, o kadar sade ve heybetliydi..<br />

Resim yapan kızlar hiç kımıldamaksısın gözlerinin ucu<br />

ile bize baktılar. Bu hareketsizliklerinde bir mahviyet ve<br />

bir selâm manası vardı. Köşede, çalışkan kızlarının eserini<br />

koruyan, alkişhyan bir üstat vaziyetinde, orta yaşlı, tıknaz<br />

bir adam duruyordu. Bizi görünce yaklaştı. Kendisim bize<br />

— Resim muallimimiz Teke Zade Sait bey... diye takdim<br />

ettiler.<br />

" Teke Zade „ unvanının benim hafızamda derin bir<br />

hayali vardır: Vefa idadisinde talebe olduğumdan beri Şehzade<br />

başından geçer, ora da bir dükkânın camekân içerisinde<br />

ki yağlı boya insan resimlerini: köylü, hamal, satıc<br />

kfalarım seyrederim. Bu mevzular bize o kadar garip<br />

o kadar cür'etkârane gelirdi ki!.. Mekteplerde aldığmız<br />

resinf dersleri bizi hep mikâp ağaç, ve evlerle oyalar,<br />

resmi ve kâinatı bunlardan ibaret zannettirirdi!. İnsan<br />

resmi, insan kafası, hele hamalların, satıcıların kaba ve<br />

kalın suratları çirkin hissiyle klâsik tedrisatın haricinde<br />

kalırdı!.. Teke Zade'nin resimleri eski, hurda ve kati çizkiler<br />

zevkine isyan edercesine kalın, bariz, mühmel fakat, inadına<br />

canlı ve mistik idi. İşte biz, resim ve model hakkına eski<br />

telâkkilerimizi yirtan bu canlı halk resimlerinin meftunu<br />

olurken, altındaki " Teke Zade „ imzasını da aynı canlılıkla,<br />

aynı hürriyetle atılmış bulurduk... İmzanın sahibine karşı<br />

uzarktan uzağa bir hürmetimiz vardı. Mektepte kendisini<br />

görünce san'ati gibi şahsı da dikkatimi celbetti. Müdirenin<br />

odasına döndüğümüz zaman kendisinden bahsettim. Zeki<br />

kadın derhal bahse lüzumu kadar ehmmiyet verdiğini ispat<br />

eder bir vaziyet aldı. Hemen şu sözleri söyledi:<br />

— Evet! Teke Zade bizim için alelade bir resim hocası<br />

değil, fakat şahsiyle, göziyile, ve eyiye olan muhabbetiyle<br />

kızlarımız için büyük bir mürebbidir, bir insanı kâmildir,<br />

dedi.<br />

Müdirenin bu cevabından çok memnun oldum. Çünkü


— 120 —<br />

bu hükümler benim hislerimi okşuyordu: Ben, bir ressam,<br />

bir musikişinas hakkında yalnız böyle söylenmesini istiyordum<br />

. Ben öylelerini gördüm kü güzeli, inceyi anlamak<br />

itibariyle taş devrinde çalışan iptidai insanların seviyesinde<br />

kalmışlardır!., Hep kaba görürler, hep katı düşünürler!.<br />

Bu, bir milletin ruhu için iflâs değil de nedir!.<br />

Onun için istiyordum ki sanatkârlar her yerde çok sevilsin..<br />

" Güzel „ denilen hak ve hakikat karşısında yirmi<br />

yirmi beş kızın büyük şuurlarla çalışması sizin için, memleketiniz<br />

için manevî, hattâ maddî bir kazanç değil midir<br />

İşte ben de aynı sebepten dolayı memnun ve mes'ut bir<br />

ruhla bu ziyaretten avdet ettim. Ziyaretimi müteakip Teke<br />

Zade hatıra olarak güzide çıraklarının resimlerinden bir<br />

koleksiyon yapıp bana günderdi. "Acaba güvelermi yedi! w<br />

diye telaş ettiğim güzel kolsksiyon işte budur.<br />

Bir memleket için ne garip, ne meşum talihsizliktir<br />

yarabbi!.. Bütün bu talebeyi, muallimi, dersi bam başka<br />

düşünen idare adamları, bu adamların bir mantığı ve<br />

memleketin idare usûlleri varmış!.. Bu mantıklar, usuller<br />

çalışa çalışa ve bu "pedagojiye muvafık„ ıslâhat " terakki „<br />

ede ede varmış, Kız Sanayi Mektebinin resim dersini tahta<br />

kollariyle yakalamış, hocasını, usulünü, bütün muvaffakiyetleri,<br />

bütün hisleriyle pencereden aşağı atmıştı: Ziyaretten<br />

bir iki ay sonra Teke Zade'nin derslerini elinden aldıklarını<br />

işittim. Bu teşkilât ve ıslâhat o kadar gücüme gitti ki o<br />

zaman mevkii iktidarda bulunan büyük bir memura müracaat<br />

ettim ve haykırdım: Hükümetin, idarenin bu hareketini<br />

sanat, terbiye ve insanlık namına protesto ettim.<br />

Muhatabım şüphesiz izan sahibi bir zatti. İşin tamiri için<br />

lâzımgelen teşebbüste bulundu. Fakat netice hasıl olamadı.<br />

Çünkü doğrudan doğruya kendi işi değildi. Bir de<br />

bu tebeddülat kanuni ve mantıkî bir çerçeve içinde yapılmıştı.<br />

Nizamdan, talimattan, intizamdan, gruptan bahsettiler. "Sırası<br />

gelince ona başka bir ders daha vereceğiz» dediler. İşte<br />

ne şahıs ne de kasıt mahiyeti olmadığını ilân ettiler.


— 121 —<br />

Teke Zade benim bu hasbî mücahedemi işitmiş, bunun<br />

üzerine bana bir mektup yazıyor. Bu mektupta güzel rıkkası<br />

ve açık türkçesi fakat aynen hatırımda kalmıyan bîr ifade<br />

ile hislerini anlatıyordu.<br />

" Beni öldürdüler! Çünkü dersimden ve kızlarımdan<br />

ayırdılar. Beni emelsiz bir ruh, ruhsuz bir ceset gibi tutunamaz<br />

ve artık yaşiyamaz bir hale getirdiler! Benim<br />

dersimi benden, benliğimden kopardılar! Ve onu hisle,<br />

sanatle, milliyetle hiç bir dostluğu olrauyan bir adama<br />

verdiler! Ruhum kayniyor, bu ruh beni boğuyor! Ben artık<br />

nasıl yaşıyabilirim, bu mümkün! Beş altı gün sonra ben<br />

öleceğim... Bu ölümden yalnız sizi haberdar ediyorum. Şimdiye<br />

kadar beni yaşatan namus ve gururdu... Şimdide aynen<br />

beni zillet öldürüyor. Son günlermi size, yalnız size borçluyum.<br />

Bütün hayatımda saimi, ruhumu en yakından anlıyan<br />

siz oldunuz. Size rica ediyorum. Herkese bildiriniz ki beni<br />

yalnız o vak'a, oazil ve ilga vak'ası öldürüyor..„.<br />

Hakikatte sanatkâr yanılmamıştı: Sözleri, çıldıran ve<br />

intihar eden enesinin sözleri imiş! Tam beş gün sonra<br />

"Teke Zade öldü! n<br />

dediler. Ben bu haberi işitince dondum<br />

kaldım! Sonra tabiat ve ateşte çok haksızlık etti. İzmir'de<br />

bulunduğum sene kütüphanemin bir tarafında sakladığım<br />

bu mektubu, elyazısını yaktı. Şimdi Teke Zadenin hayatından<br />

bana kalan yadigâr ikidir: Biri İkdam gazetesinden<br />

bir kefene sarılmış on on beş parça baygın ve solgun bir<br />

resim koleksiyonudur. Diğeri bütün basitliği, bütün çıplaklığiyle<br />

imana kalbolmuş bir fikridir:<br />

Kanun, nizam, talimat, adalet, hak, namus... gibi bütün<br />

mefhumlar canlı, hür ve yaratıcı hayattan çıkarılmış cansız,<br />

suru, mücerret düsturlardır. Doğrudan doğruya hiç bir<br />

hakikat öğretmezler, hayattan öğrenilen hakikatleri ifade<br />

ederler. Mücerret olarak hiç bir manaları yoktur, hayatta<br />

mevcut olan manalara delâlet ederler. Hayat için hiç bir


— 122 —<br />

zekâ vermezler, zekilre hizmet ederler. Bunlar mutlak<br />

surette ne bir hak, ne de bir hakikattir. Belki hakin ve<br />

hakikatin kelimesi, remzidirler. Her biri birer mefhumdur,<br />

oludur. Canlı olan hakikat, bu zihnî mefhumlar haricinde<br />

yalnız tabiatte ve vicdanda gömülüdür. Mefhumlar, fikrin<br />

hayatı selâmeti için elzem şeylerdir. Fakat hiç bir zaman<br />

hayatın kendisi ve selâmetin kendisi değildirler... Nasıl söyleyeyim<br />

bilmiyorum kü!.. Hissiz, yakinsiz, bedahetsiz mefhum,<br />

izansız, selâmetsiz bir müfekkire; ruhsuz bir beyin gibidir.<br />

"Bana beyin lâzım değilmi !„ demeyiniz; ben size: "Ruhsuz<br />

beyin yaramaz,, diyorum. Birtakım akılsız ve izansız adamları,<br />

bir takım hayat ve tecrübe aptallarını ilim, irfan,<br />

terbiye ıslâhat mefhumlariyie oynatmayınız. "Kaş yap ayım! „<br />

derken göz çıkarırlar, kanunla mektep yıkarlar, bu da elverme<br />

zse, nizamla adam öldürürler!..<br />

Kaplumbağalr gibi<br />

İşaret etmek istediğim haleti ruhiyyeyi şu vak'a ile teşhir<br />

edebil irim: Harbi Ummî esnasında Darülfünun'da ders<br />

veren Alman müderisleri memleketlerine döndükleri zaman<br />

bizim darülmesainin yerini değiştimek lüzumu hasıl olmuştu.<br />

Bıraktığım odada tirşe renginde güzel bir kumaşla kaplanmış<br />

beş altı parçadan ibaret yazıhane mobilyesi bulunuyordu.<br />

Bunların arasında bir de amerikankâri, alçak istirahat<br />

koltuğu vardı. Yeni odaya yalnız bana ayit olan<br />

eşyayı naklediyordum. O esnada yanımda asistan vazifesiyle<br />

çalışan genç bir Ffendi vardı. Aramızda şöyle bir muhavere<br />

oldu:<br />

— Eşyayı taşıtmıyacak mıyız efendim<br />

— Hayır, bunlar burada kalacak.<br />

— Fakat hiç olmazsa bu amerikan koltuğu burada<br />

bırakmasak...


— 123 -<br />

— niçin!<br />

— Ffendim çok güzel bir şey, öbür tarafta buna benzer<br />

bir şey yok. Her halde alalım...<br />

— İyi ama azizim, bu koltuk, takımın parçası, aynı<br />

renkte, aynı tarzda ypılmış. Bunu diğerlerinden ayırırsak<br />

yazık olur. Hem de burası bir darülmesai olacak. Buraya<br />

diğer bir muallim gelecek. Bu koltuktan şimdiden sonra da<br />

o istifade etsin olmaz mı..<br />

Bu basit cevabım üzerine sesini çıkarmadı. Yalnız bir<br />

az şaşırır gibi oldu. Bir kaç gün sonra beni tekrar gördüğü<br />

zaman samimiyet ve mahcubiyetle şu sözleri söyledi:<br />

— Efendim size bir şey söyliyeceğim: Geçen gün koltuk<br />

için vrediğiniz cevap doğrusu ya beni düşündürdü, tarzı<br />

muhakemeniz, itiraf ederim ki, benim için yeni bir şey...<br />

koltuğu sürüklemediğimizden dolayı bu gün âdeta içimde<br />

sevinç duyuyorum... Vukuatı böyle geniş bir çerçive içinde<br />

görmek bizim için lüzumlu bir şey olacak...<br />

Asistanın bu cevabı pek masumdu. Bu kadar açık ve<br />

temiz bir itiraf karşısında takdir ve hürmet duymamak<br />

elde değildi. Aynı zamanda bu tahsil görmüş genç ruhu;<br />

niçin bu kadar hasis kalmış, bunu düşünmek vazifemizdir<br />

Bunun gibi daha bir çok sualler hatıra geliyor: Niçin bu<br />

muharrir dünyada yalnız kendisini doğru düşünebilir farzediyor<br />

Niçin bu kadın bütün hayatı, cemiyeti kendi arzusunun,<br />

kendi şehvetinin uşağı farzederek serbeslik davasında<br />

bulunuyor Niçin bir nazır iki üç bigünahı, müdafaasız:<br />

memuru azletmekte kendisini selâhiyettar buluyor Niçin ve<br />

neden ! Bütün bunlar .memlekette garip bir haleti ruhiyenin,<br />

bir anlayışı ve düşünüş tarzının, hatta daha evvel<br />

bir nevi duyuşun eseri değil midir .. Bütün bu hallerin<br />

müşterek seciyesi hodbinlik değil midir Bütün bu kimselerin<br />

ruhunda bir kaplumbağa yatmıyor mu !.<br />

Öyle bir his ve hayat kaplumbağası kî bütün kâyinatı,.<br />

tabiat ve insaniyeti kendi kabuğunun altından seyrediyor.


- 124 —<br />

İşine gelirse başını çıkarıyor, eğer zarar geleceğini sezerse<br />

gene o başı içeriye çekiyor! Bütün mevcudatı ruhiyle, vicdaniyle<br />

değil, ağziyle ve midesiyle seviyor !.<br />

Acaba bu menfaatperestliği ruhlardan kovmak için ne<br />

yapıyoruz Bütün maarifimizin, tahsilimizin bu işteki hissesi,<br />

muvaffakiyeti nedir <br />

Kaplumbağa sevkjtabiîsi yerine lâzım olan insan şuurunu<br />

koyabilioyr miyiz Maalesef hayır. Çünkü tahsilimiz<br />

hemen bir fikir ve eşya tahsilidir: Hikmet, kimya, kozmografya,<br />

hesap, hendese... Şeklinde, dayıma bir fikir ve<br />

eşya tahsilidir. Bu haricî ve maddî tahsil ferdin malûmat,<br />

zekâ, istihsal gibi sırf ferdî ve intifaî olan melekelerini - o da<br />

muvaffak olmak şartile - işletiyor. Bu sayede ferdi hayat kavgasına<br />

hazırlamak maksadına yarıyor. Fakat bu uzvî ve fikrî<br />

faaliyetler haricindeki şuur âlemi: dinî, bediî, ahlâkî heyecanlariyle<br />

felce mahkûm kalıyor. Hulâsa bizde mektep kalbi<br />

yaşatmyor, sadece aklı işletiyor. Bizim maarifimizle iyi<br />

tahsile muvaffak olan bir genç belki iyi bir müstahsil, iyi<br />

bir işçi olabilecek, menfaatini tanıyabilecek, rızkını kazanabilecek,<br />

fakat başkalarının istihsaline, başkalarının emeğine,<br />

kendi nefsi haricindeki mil'î, insanî hakikatlere ne derece<br />

inanacak ve tapacak!<br />

Garplı bir mütefekkirin tabiri veçhle ilim ve talim<br />

fert rçin mütekarip ilelmerkes bir kuvvettir. Bu sayede<br />

fert kendi üzerine katlanır. Hars ve terbiye ise mütebayit<br />

anümerkes bir kuvvettir. Bu sayede fert kendinden<br />

geçerek gayra, hakka kavuşur. Eski tekke mürşitleri mütebait<br />

anümerkez olan telkinleriyle müritlerini " fenafülâh „<br />

sırrına mazhar ederlerdi.<br />

Bu künkü mektep muallimleri ise gençliği hep " Fena<br />

filmal „ muvaffakiyetine eriştiriyorlar!.. Vahdeti, tesanüdü<br />

muhafazaya herkesten ziyade memur olanların bu işteki<br />

vazifesi gaeyt sarihtir: Mekteplerde bilhassa pu mütebayit<br />

anümerkes olan kuvveti tenmiye etmektir. Bu maksat için


— 125 -<br />

fikri, zekâyı tenmiye eden ilimler, talimler kadar hissi, vicdanı<br />

sınırlandıracak harslere, terbiyelere mevki vermek lâ~<br />

zımgeliyor. Mektepler yalnız maddiyat ve müspetat itibarile<br />

değil, bilhassa maneviyat ve vicdaniyat noktasından da islâh<br />

edilmek lâzımgeîir. Bunun yegâne çaresi butun maarif<br />

teşkilât ve ıslâhatını her gün değişen memur ve memuriyet<br />

işi halinden çıkarıp felsefenin âlemşümul esaslarına bağlamaktır.<br />

Siyaset endişesi yahut cehalet saikasiyle yapılan<br />

her türlü ıslâhat yapanlarla beraber gidiyor. Bütün bu indî<br />

ve keyfî icraattan kalan eser, ancak ezilen ve üzülen bir<br />

hayattır!..


içtimaiyat


— 129 —<br />

Anadolu meçhul bir ülkedir<br />

Bundan dört ay evvel Anadolu'da yapmak istediğim<br />

tetetbu seyyahatine medar olur diye bir coğrafya kitabı<br />

arıyordum. Darülfünunda hayli zengin bir coğrafya kütüphanesi<br />

vardır. İşime yarar bir şey bulurum ümidiie kütüphane<br />

memuruna müracaat ettim. Memur bana bu maksat<br />

için rehberlik edebilecek hiç bir kitap bulunmadığını söyledi!..<br />

Bu cevap beni şaşırttı. Yüzlerce, binlerce eser arasında<br />

nasıl oluyor da bir Anadolu seyyahatini tenvir edebilecek,<br />

iki yüzsahifelik bir eser bulunmuyor ! Gerçi kütüphanede<br />

Anadolu'nun ahvali tabiiyesine ayit almanca büyük<br />

eserler yok değildi. Fakat ihtisas maksadiyle yazılmış olan<br />

bu hususî eserler istisna edilince Anadolu'nun bilhassa ahvali<br />

beşeriyesini, hayat ve medeniyetini tanıtabilecek, fayidesi<br />

âlemşümul bir esere tesadüf edilemiyeceğini artık öğrenmiştim.<br />

O aralık zihnim on senelik bir hatıra üzerine<br />

katlandı:<br />

Paris'in Auteuil taraflarında Ecole J. B. Say isminde<br />

büyük bir mektep vardır. Bir gün bu mektebin yüksek<br />

sınıflarının birinde coğrafya dersi dinliyordum. Muallim<br />

coğrafyayı okutmuyor, yaşatıyordu.. Adeta insan bu<br />

muallimin ifdesini canlı vukuatın şahidi gibi merak ve<br />

heyecanla dinliyor, bu sayede mevzu üzerindeki ihatasını<br />

arttırdıkça arttırıyordu. Bu muvaffakiyetli hocaya, bu âlim<br />

san'atkâra karşı kalbimde bir hürmet uyandı. Desrten<br />

sonra otobüsle şehrin merkezine iniyordum. Tesadüfen yanımda<br />

oturan zat biraz evvel dersini dinlediğim coğrafya<br />

hocasıydı. Beni derhal tanıdı, selâmlaştık. Sırf bir nezaket<br />

olsun diye ders hakkındaki mütalâamı sormakla söze başladı<br />

ve nihayet şu sözleri söyledi:<br />

— Biz Fransızlar coğrafyayı az bilmekle ismi çıkmış<br />

bir milletiz! Biz coğrafya cehaletinin zararlarını memleket<br />

9


vererek ve iktisat sahesinde diğer milletlere mağlup olarak<br />

ödemişizdir.!.. Onun için son zamanlarda bizde de bu<br />

ilme çok ehemmiyet verilmeğe başlandı. Bilmem siz Türk*<br />

ler coğrafya için ne yapıyorsunuz.<br />

Fransız mualliminin bu sözleri beni bir kaç cihetten<br />

hayrette bıraktı. Bir kere bir Fransız ağzından coğrafya<br />

cehaletinin bu kadar açık itiraf edildiğini işitmek tuhafıma<br />

gitti!.. Kendi kendime dedim ki: Vidalde la Blache gibi büyük<br />

alimlere malik olan bir memlekette kendini coğrafya<br />

bilmemekle itham edebilirmiş!.. Sonra biz "Türkler coğ<br />

rafya için ne yapıyoruz ! „ diye düşünmiye başladım.<br />

Bugün el'an bunu düşünüyorum...<br />

Meşrutiyetten sonra bu ilim sahesinde yapabildiğimiz<br />

§ey nedir Birkaç klâsik ecnebi kitabının kaba saba ve<br />

çok kere eksik tercümelerinden ve bunları programa mu*<br />

vafıktır diye mekteplere sokup çocuklarımıza ezberletmek<br />

ten ibaret değil mi Daha sonra bu kitapları daha süslü,<br />

daha fazla resimli bir şekle soktuk değil mi<br />

Bu sırada bazı ferdî ve mahallî muvaffakiyetler de var.<br />

Fakat bundan sarfınazar, on dört sened enberi memlekette<br />

ne bir coğrafya heyecanı hasıl oldu, ne de bir coğrafya<br />

ilmi teessüs edebildi. Neticede Anadolu denilen esrarengiz<br />

ülke şimdiye kadar Afrika içleri gibi karanlıkta kaldı!.. O<br />

derecede ki bu meçhul ülkenin meçhul seknesi, namuslarının<br />

muhafazası için dağlara çıktıkları zaman, ruhunu bizim<br />

gibi tanımıyan Avrupalılar "Taassup galeyan etti! „ dediler.<br />

Asırlardan beri Anadolu'yu idare etmek iddiasında<br />

bulunan İstanbul münevverleri ise aynı harekete "Basübadelmevt<br />

w<br />

yahut "mucize,, dediler!.. Belki her iki hükümde<br />

yanlıştır. Belki de "taassup ve icaz» dediklri bu isyanlar,<br />

her keşçe meçhul olan Anadolu ruhunun en tabiî ve en<br />

basit bir hadisesi, bir aksi tesiridir. Belki de Anadolu akla<br />

daha çok hayret verici, daha büyük bir kudretin şu dakikada<br />

sahiptir... Fakat gene hiçbir şey bilmiyoruz! Ne


- 131 -<br />

maddî Anadolu'yu ne de manevî Anadolu'yu... Anadolu'nun<br />

ne dağları, ırmakları ne de zevki, ahlâkı mefkuresi hakkında<br />

sarih denilebilecek bir fikrimiz yoktur. Anadolu meçhul<br />

bir ülkedir! Üç aylık bir seyyahatten sonra müşahedatımı<br />

dinlemek istiyenlerin huzurunda Anadolu'nuu kendine<br />

mahsus bir ruhu, dehası, san'ati, mimarisi, tezyinat ve<br />

tefrişatı, ince ve derin bir hayatı olduğunu hatta muhtacı<br />

ispat bir farziye gibi söylemek bazı ukalâlar nezdinde bir<br />

cür'et sayılıyor, mübalağaya atfediliyor. Lâkin gariptir ki<br />

hiç bilinmediği halde bu ülke kendisini tammıyanlar<br />

tarafından " harabezar, toprak yığını, taassup ocağı !„<br />

diye tarif ve tasvir edilirken kimse bu insanlara "yanlış<br />

ve günahtır,, demiyor!.. Anadolu'nun ruhu duyulmadığı,<br />

hiç anlaşılmadığı halde bu ruh "ölmüş ve çürümüş! „ diye<br />

takbih edilirken bu sözler "yalan ve cehalet n<br />

sayılmıyor!...<br />

Belki millî zaruret ve İstıraplarımızın yaratacağı bir<br />

fikir kahramanı bir gün bu meçhul ülkeyi ilmin vasıtalariyle<br />

keşfedecektir. Belki o zaman eski medeniyetlerin, bediaların<br />

eserleriyle karşılaşan bir Kurunu Vusta nesli gibi bizim<br />

neslimiz de uyanacaktır. Aynı zamanda san'atimizin, zevkimizin,<br />

ticaret ve ziraatimizin kuvvetlenmesi için lâzım olan<br />

usareyi bu yeni âlemde, meçhul ülkede bulacağız, lâkin<br />

mazül bir kaymakam ağzından dinlendiği gibi bellenen sahte<br />

bir Anadolu fikri bizim için dayima yanılmak ve aldanmak<br />

vesilesi olup kalacaktır! Bizde bu memleket, yani<br />

toprak ve ruh tanımamanın zararını Fransızlar gibi memleketlerle<br />

değil, kıtalarla ödedik; coğrafya bilmemek günahının<br />

cezasını bu güne kadar kanlar dökerek çektik!...


— 132 —<br />

Nasıl terakki edecek !.<br />

Bir gün Darülfünun gençleri bana şu suali sordular:<br />

— Efendim memleket nasıl terakki edecek ..<br />

Bu sual nazarı dikkatimi celbetti, o neviden daha başka<br />

sualleri de hatırlattı::<br />

— Ziraat nasıl terakki edecek ticaret nasıl terakki<br />

edecek Sanat nasıl terakki edecek Maarif nasıl terakki<br />

edecek ..<br />

Biz Türkler her gün her yerde bu gibi sualleri işitmek<br />

talihindeyiz. Bütün bu suallere verilen doğru yanlış bir<br />

takım cevaplar vardır. Bence mühim olan cihet yalnız bu<br />

cevapların doğru veya yanlış olması değil, asıl bu suallerin<br />

istinat ettiği felsefedir. Ben de o felsefeyi düşünerek<br />

şu cevabı verdim:<br />

— Bu meseleyi halletmek için evvelemirde memleket»<br />

sanayi, maarif... hakkındaki fikrinizi tashih etmek mecburiyetindeyiz.<br />

Siz bu hayatlar w nasıl terakki edecek <br />

n<br />

sualini sorarken onları esasen " terakki etmiyor „ farzediyorsunuz!<br />

Zannediyorsunuz ki memleket duran, kımıldamıyan,<br />

katı, cansız bir şeydir !.. Gene zannediyorsunuz ki<br />

" terakki „ hariçten gelip bu katı ve cansız cismi harekete<br />

getirecek yabancı bir kuvvettir. Hayır, bu fikriniz tamamiyle<br />

yanlış! Memleket canlıdır, değişmektedir, hatta terakki<br />

ediyor... Ama diyeceksiniz ki bu terakki ağır oluyor ve<br />

yahut bu terakki şu merhaleye varamamış.. Bunlar başka<br />

meseleler ! Esasen memleket... fikrinde terakki var mı yokmu <br />

Mühim olan nokta budur. Terakki varsa terakkinin amillerini<br />

hariçte aramıya lüzum yoktur. Çünkü terakki bünyevî<br />

ve dahilîdir. Tçrkki her yaşıyan mevcudun hâl ve<br />

şanıdır. Yoksa ne dışarıdan eklenecek bir yama, ne de<br />

nefhedilecek bir havadır. O, hayatın kendisidir. O halde<br />

terakki meselesini vazedebilmek için her şeyden evvel<br />

bizzat yaşıyana hürmet etmeniz lâzımdır. Bir millet ne halde


— 133 —<br />

olursa olsun yaşıyorsa asla istihkar etmeyiniz. Onu katı<br />

ve ölü bir şey de sanmayınız. Evvelâ canlı ve değişici bir<br />

şey olduğunu kabul ediniz, ve canına hürmet [ediniz...<br />

Bu muhabbeti duyduktan sonra, sizin için yapacak bir<br />

şey daha kalıyor ki o da iyi kötü yaşıyan, terakki eden bu<br />

mevcudun nasıl yaşadığını ve nasıl terakki ettiğini anlamaktır.<br />

Bunun için de gene tetkik ve tefekkür usullerinizi<br />

değiştirmek mecburiyetindesiniz. Canlı bir mevcuda uzaktan<br />

ve hariçten bakılınca onun nasıl terakki etmekte olduğunu<br />

anlamak güçtür. Uzaktan ve hariçten bakılınca camit<br />

gibi görünür, terakkisi anlaşılmaz. Fakat yaklaştıkça terakkinin<br />

sezilmek imkânı artar. Hayatın tarif ve tavsifi kabil<br />

olmıyan bir çok ufak hareketlerden, bir takım muvaffakiyet<br />

ve ademi muvaffakiyetlerden ibaret olduğunu, aynı hareketlerin<br />

bazen hürriyetle tetevvüç ettiğini, bazen esirliğe<br />

mahkûm olduğunu göreceksiniz. O ufak muvaffakiyetleri,<br />

hürriyetleri arttırmak, ufak engelleri kaldırmak suretiyle<br />

hayat terakki edecektir. Zira dediğim gibi terakki, hayatın<br />

gayrı değil, aynıdır...<br />

Fakat işi tabirlere boğmayalım, hayatın kendisine<br />

dönelim ve kalpgâhına yerleşelim, ne göreceğiz Her gün,<br />

her dakika evde, sokakta, mektebte, memuriyette, harbte...<br />

her yerde ataleti, ölümü, maddeyi yenmekten ibaret bir<br />

terakki, bilâkis atalete mahkûm, ölüme mağlûp, maddeye<br />

esir olmaktan ibaret bir tedenni... Birinci yolu ihtiyar<br />

etmekle ceht sarfına mecbur oluyoruz. İşte bu ceht<br />

terakkinin kendisidir. Çünkü terakki bir ceht, ruhun<br />

maddeyi yenmek hususunda sarf ettiği can hamlesidir; İşte<br />

bu.ceht akıl sahesinde ilimdir, ahlâk sahesinde hayırdır,<br />

sanat sahesinde güzeldir. Cehil, şer, çirkin ise ölümdür,<br />

ölümün kendisidir! İlim, ahlâk, sanat ruhun cehil,<br />

şer ve çirkin dediğimiz manevî ölümlere karşı yaptığı<br />

azemetli mücadeledir. Şu halde terakkiyi bir meçhul,<br />

yahut mabadüttabiî bir mevzu gibi bizden, hayatımızdan,


— 134 —<br />

muhitimizden hariçte aramıya lüzum yotur. Bu tarik ya<br />

zihniyecilerin felsefesi yahut tenbellerin saf sasatasidır.<br />

terakki, bizimle beraberdir ve her yerdedir.<br />

Misal olarak size bir adamdan bahsedeyim: Merhum<br />

Sami Bey - Süleyman Nesip - çok zeki, çok hisli bir<br />

adamdı. Önüne çıkan her çaresize yardım eder, kendisine<br />

müracaat eden her insana yardım eder, memlekete ayit<br />

olan her işe yardım ederdi. Yaşadı, mütemadiyen gayr<br />

için, iyilik, doğruluk, ve güzellik için yaşadı. Kötü, çirkin»<br />

yanlış hiç bir şey yapmadı. Bu adam hayrın, muhabbetin<br />

vücudu, terakkinin mücahidi idi.<br />

Terakki, terakki diyorsunuz, bakınız, terakki ne derce<br />

mütevazi faaliyetlerin eseridir: Bir gün Gülhane Parkının<br />

rıhtımında dolaşıyordum. Deniz gayet fena, dalgalar çatlıyor,<br />

zahire yüklü bir mavna akıntıdan kurtulmak için yorgun<br />

bir yedekcinin sırtında çabalıyor, yirmi otuz kişi durmuş<br />

bu felâketzedenin seyrine bakıyor, mavna göz göre göre<br />

parçalanacak. O esnada orta boylu, kır saçlı, gayet şık<br />

giyinmiş bir genç hasıl oldu. O da diğerleri gibi mavnay<br />

seyredecek sandım. Fakat böyle yapmadı, kalabalığa sokularak<br />

yüksek sesle haykırdı:<br />

— Haydi arkadaşlar; Şu zavallı mavnacıya yardım<br />

edelim...<br />

dedi ve bunu diyerek yedekcinin yanma koştu, halata<br />

asıldı, arkasından o yirmi otuz kişi mihaniki olarak koşuştu;<br />

hep birden yedeğe asıldılar ve mavnayı selâmete çıkardılar..<br />

Bu da bir terakkidir. Terakki hayatın ölüme karşı<br />

açtığı harptir. Hülâsa terakki için mesele yok, ceht vardır.<br />

Görüyorsunuz kü benim terakki hakkındaki felsefem gayet<br />

basittir!.


Meçhul dertler<br />

Bir tarihte beslemek için dokuz yavrulu bir kaz kuluçkası<br />

satın aldım. Bunları elli dönümlük boş ve münbit<br />

bir araziye salıverdim. Su, yiyecek, her şey vardı. Palazlar<br />

enine boyuna geziyorlar, otluyorlar, dut ağaçlarının altına<br />

dökülen taneleri topluyorlardi. Karınları şişince havuza<br />

giriyorlar, bir müddet yıkandıktan sonra çıkıp gene dolaşıyorladı.<br />

Böylelikle on beş yirmi gün içinde mübalâğa<br />

olmasın, analarından fark edilmez bir hale geldiler. Günün<br />

birinde kazlardan biri hastalandı, dediler. Hayvan yürüyemiyor,<br />

yemiyor, içmiyor, başı dayima önüne düşüyordu. Bir<br />

iki gün sonra oluverdi. Arkasından biri, biri daha öldü,<br />

biz bu ölüm vak'alan karşısında türlü tevillerle vakit geçirmiştik:<br />

Zehirli ot yedi, diye arazide ne kadar baldıran<br />

varsa sökdürdük! Ayaklarına sızı geldi, diye tentürdiyot<br />

sürdük!. Bir diğer defa da güneş çarpmıştır, diye başlarına<br />

kova ile su döktük. Fakat hiç birinin faiydesi olmadı, yaptığımız<br />

bütün tedbirler boşa gitti. Kazlar öle öle bir tane<br />

en zayıfı kaldı. Bu vaka bana merak oldu- Ötekine berikine<br />

sordumsada kimse doğru bir cevap veremedi. Bu yaz<br />

Anadolu'da rasgeldiğim bir çiftçi bunun sebebini anlattı:<br />

Kazlar haddinden fazla yer içerse çatlarmış! Böyle fazla<br />

semizlemiş kazları kesmekten başka çare yokmuş!.<br />

Bu kaz misalini kaba bulanlar olsa da müddeamı tenvir<br />

edecek kadar basittir: Bir çok vukuat karşısında<br />

vaziyetimiz böyle cahil tabip vaziyetidir. Bir çok şey düşünürüz,<br />

bir çok tedbirlere müracaat ederiz, bir çok para»<br />

emek sarfederiz, fakat netice sıfırdır. Çünkü vukuatın<br />

mahiyeti anlaşılamamıştır. Nice cahil doktorlar görülmüştür<br />

ki hüsnü niyet ve gayretle adam öldürmüşlerdir}<br />

Nice cahil siyasetçiler gelmiştir ki hüsnü niyet ve gayrette<br />

memleket batırmışlardır! Nice cahil ebeveyne rasgelinmiştir ki


— 136 —<br />

hüsnü niyet ve gayretle çocuklarının terbiyesini bozmuştur!.<br />

Yüz binlerce misaller, hepsi teşhissiz tedavinin, izansiz<br />

siyasetin, akılsız terbiyenin müessir olamıyacağını<br />

söylüyor. Böyle teşebbüsleri menfi akıbete uğrayan kimseler<br />

için intibah müyesser olmazsa hayret yahut hiddet mukadderdir.<br />

İnsan oğlu gariptir. Basit şeyleri pek geç ve güç<br />

anlar. İşte fakrü sefalete maruz bir memleket içindesiniz.<br />

Fakrü sefalet elbette bir vak'a, bir neticedir. Acaba<br />

neyin neticesi! Fakrü sefaletin elbette sebebleri, mütekaddimleri<br />

vardır.Acaba bu sebepler, mütekaddimler nelerdir!<br />

Böyle düşünülmez, hemen hükmedilir: Meselâ tt cehalet !„<br />

diye.. Bu hüküm bir kere verilip fakrü sefaletin mebdei<br />

cehalet olarak kabul edildi mi, hemen izalesine çalışılır.<br />

Başlar adam, her işi gücü tehir edip ilim ve marifeti takdim<br />

etmeğe!. Ve meselâ ahalisi sıtmadan ölen bir köyde imlâ<br />

ve musiki dersi vermiye!. Artık bu uğurda sarfedüecek her<br />

emek ne kadar büyük ve ne kadar şiddetli olursa olsun,<br />

kıymeti gene " cehaletin fakrü sefalete mebde olması „<br />

hükmüne tabidir. Ya cehalet fakrü sefaletin mebde<br />

değilse!. O zaman felâkettir. Yerine masruf olmıyan bu<br />

faaliyetler benim kaz tedavisinde sarfettiğim emekler gibi<br />

faydasızdır! Ölen gene ölecektir!<br />

" Memleketteki fakrin sebebi alelitlâk cehalet değil,<br />

mekteplerde verilen nazarî derslerdir; binaenaleyh mektepleri<br />

amelîleştirilelim, hayat mektebi şekline sokalım,<br />

amelî adam yetiştirelim..,, diyeceksiniz. O zaman daha<br />

ince, daha karışık bir iddiaya girişmiş oluyorsunuz. Gene<br />

emeklerinizin kıymeti yeni iddianızın kıymetine tabidir. Bu<br />

yeni teşhisiniz doğru mu, yanlış mı! Acaba fakrü sefalet<br />

mekteplerdeki tedrisat amelîleşince mi kalkıyor; nitekim<br />

bu tedrisat nazarîleşince mi konuyor ! Bu hususta müspet<br />

bir kanaatiniz var mı! Bunu bir kere kendinize sorunuz!..<br />

Hülâsa, bir çok meselelerdeki ihtisasımız benim kaz<br />

tedavisindeki tebabetime benziyor! Gayet cahilane, fakat


— 137 -<br />

hüsnü niyetli bir cüret!.. Neticesi dediğim gibi sıfrı!.. Tedavi<br />

etmenin yahut edilmenin en mühim şartı tedavi ilmine<br />

innamakttr. İlme inamlmiyan, yahut ilmin erbabı olmiyan bir<br />

memlektte böyle bir tedavi nasıl mevzuubahs olabilir !<br />

Bu hafta matbuatımızı istilâ eden iki mühim bahisten<br />

biri maarif, diğeri kadınlık hayatının İslahına dayirdi. Kadınlık<br />

meselesini tetkik edenler iki taraftır. Bir taraf esasen<br />

kadının ahlâkı düştüğüne kani. Bu düşkünlüğe mani olmak<br />

için menfi ve zecrî tedbirlere müracaat edecek. Diğer taraf<br />

esasen böyle bir düşkünlük vardır demiyor. Mevcut olduğu<br />

kadarını her zaman ve mekânda olan bir fenalık gibi zarurî<br />

görüyor. İslah için vaazü nasihate, seciyeyi takviye<br />

gibi usullere müracaat edilmesini tavsiye ediyor. Bence bu<br />

noktayı nazarlar zahiren telif edilemez görülüyorsa da hakikatte<br />

birdir. Şöyleki her iki tarafa göre de endişeyi mucip<br />

olan kadın hayatını zecir yahut rıfk gibi her hangi terbiyevî<br />

bir vasıta ile tevkif etmek mümkündür. Eğer kadın<br />

hayatında var dedikleri endişeli hâl cezasızlık, fikirsizlik,<br />

ve nasihatsizlîkten ileri gelme bir hâl ise bir diyeceğim<br />

yoktur. Böyle olmayıp ta daha başka, daha âlemşümul ve<br />

meselâ iktisadî bir sebepten ileri geliyorsa o zaman bu tetbirlerin<br />

faydası ne olacak ! Tabiî hiç! Ö halde meçhul<br />

bir dert için malûm bir dava tavsiye etmekten ne çıkar<br />

Malûm davayı tatbik etmeden evvel meçhul derdi bulmuya<br />

çalışmak daha doğru olmazım ..<br />

imlânın hayatı<br />

Çocukluğumdan beri yazıya, hattatlığa merakım vardır.<br />

Hattatlığın ve müzehhipliğin muhtelif şubeleriyle uğraştım.<br />

Yazılarımızı en ziyade bediî cihetinden tanır ve bir hattat


— 138 —<br />

gibi severim. Günün birinde yazılarımız hakkındaki muhabbetimi<br />

bir arkadaşın o zaman doğru bulduğum tenkidi<br />

sarstı: Bu arkadaş hayatını müspet ilimlere ve lisan hocalığına<br />

hasretmiş bir gençti. Yüksek bir tahsili, amelî işlerde<br />

az çok isabeti fikri vardı [*]. Arkadaşımın fikrince yazılarımızın<br />

bütün kıymeti güzel olmasından ibaretti. Aynı yazı<br />

lisan ve imlâ için âdeta bir belâ idi! Bunun gibi milletimizin<br />

felâketi, okunması güç ve ihtiyaca gayrı muvaffik<br />

bir alfabe ile imlâya malik olmasından ileri geliyordu. Bu<br />

sebepten hem manen hem de matteden bir çok zararlara<br />

uğruyorduk!. Arkadaşım diyordu ki:<br />

— Mademki lâtinceyi kabul edemiyoruz; o halde yazımızı<br />

lâtince gibi munfasıl bir hale getirelim. Harflerimizi<br />

lâtincede olduğu gibi müstakil ve matbaacılığa elverişli surette<br />

islâh edelim.<br />

Arkadaşım böyle söylüyerek beni teşvik ediyor ve bu<br />

İslâhatı yazı ile meşgul olduğumdan, daha salâhiyetle ve muvaffakiyetle<br />

yapabileceğimi ileri sürüyordu.. Böylece bir<br />

yandan memleketçilik hissine kuvvet vererek bir yandan da<br />

hattatlık gururumu okşuyarak kendince makul ve meşru<br />

olan bir inkılâp teşebbüsüne beni de teşrik etmek istiyordu.<br />

Filvaki arkadaşımın dediği oldu: Geceleri gündüzlere<br />

katarak çalışmağa başladık. Yazıyı parçaladık, her harfe,<br />

her sayite müstakil bir şekil bulduk. Bunları yapabilmek<br />

için yazımızın sülüs, nesih, rıka, talik, divanî., gibi bütün<br />

şekil ve resim menbalarına müracaat ettik. Yazımızın<br />

lâtinceye temessül eden munfasıl şeklinde mühim olan<br />

bir kusur: Bazı harflerin umumî hizadan yukarı, bazılannında<br />

aşağı taşmak istidadı idi. Bu müşkülâtı da intihapta<br />

uygun şekilleri tercih ederek bazen de güzellikten bir az<br />

feda ederek nihayet yendik.. Böylece yarı türkçe yarı lâtince<br />

melez bir yazı vücude geldi!.. Bu "ihtira,,'ın müstakillen<br />

mevcudiyeti, calibi dikkat bir güzelliği yoktu. İhtira-<br />

[*] Bu 2at Cihangirli ezcacı Şinasi merhumdur.


— 139 —<br />

timizin bütün imtiyazı, arap yazısından kopmak, fakat lâtife<br />

şekillerine benzeyememekti!.. Fakat o zaman bunun farkına<br />

kim varacaktı ! Biz kendimize "muhteri„ süsü vererek<br />

yazımızın mazisine muvafık ve munfasıl harflerin şeraitine<br />

mutabık şekilleri bulduk, diye seviniyor, rastgeldiğimiz.<br />

yerde munfasıl harfler lehinde telkinatta bulunuyorduk!..<br />

Biz bu yazı ihtilâlini meşru göstermek için en ziyade tahsili<br />

iptidaîmizin intişar edemediğini ileriye sürüyorduk. Buna.<br />

sebep olarak ta yazı ve imlâmızın güçlüğünü gösteriyorduk.<br />

Teşebbüsümüz için yalnız hususî encümenlerde değil,,<br />

matbuat sahesinde de faaliyet imkânı buluyorduk. Günün<br />

birinde Ebülziya merhum Tasviri Efkâr'da bir fıkra neşretti.<br />

Bunda tadili huruf meselesine dayir olan risaleyi ve muaddel<br />

numunelerini tenkit ediyor, yazımızın aslî olan seciyesini<br />

mahvettiğimizi söylüyordu. Ebülziya'nın şayanı dikkat:<br />

olan bir fikri de şu idi: "İmlânın güçlüğü terakkiye mani.<br />

değildir: İspanyollar, imlâsı en kolay olan bir millet,,<br />

îng'lizler ise imlâsi en güç olan bir millettir. Halbuki<br />

İngiltere'de maarif iptidaiye ne derece müterkki ise, İspan<br />

ya'da o nisbette geridir..,,. İhtiyar gazetecinin bu tenkidi<br />

bizi hayli şaşırttı. Müddeamızın masuniyyetini temin için çabaladık<br />

durduk. Fakat ilk şüphe kalbimize sokulmuştu. Mamafi"filân<br />

sâyit için şu şekli mi kabul edelim, bu şekli mi „.<br />

münakaşası Gazi Ahmet Muhtar Paşa merhumun riyasetindeki<br />

komisyonda devam edip duruyordu. Diğer cihetten<br />

güya matbaa yazısını hal ve fasletmişizde, şimdi de sıra elyazısma<br />

gelmişti!..<br />

Aradan üç beş sene geçtikten sonra biçare arkadaşım<br />

ispanyol nezlesinden öldü. Ve eminim ki maksadına ve<br />

emeline kavuşamuyan insanlar gibi müteessir ve müteellim<br />

bir halde öldü. Maamafih daha da yaşasaydı çok bir şey<br />

" göremiyecekti. Zira o kadar tapındığı munfasıl yazı mefkuresi<br />

bir türlü tahakkuk edemedi: Bir zamanlar muallimi<br />

de, doktoru da dahil olduğu halde beş on müteced-


~ 140 —<br />

•ditle yüzlerce mürit ve muhibbi peşinden sürüklüyen bu<br />

munfasıl harfler teşebbüsü memlekette umumî denilebilecek<br />

yalnız bir aksülamel tevlit etti: Ordu Elifbesi!.. Harbiye<br />

Nazırı Enver Paşa merhum ne bizimkine, ne de diğerlerininkine<br />

benzemiyen bir munfasıl elifbeyi ve imlâsını orduya kabul<br />

ediyor, bütün muhaberatı askeriyeyi bununla icra ettiriyordu.<br />

Bir gün geldi ki işin yürüyemiyeceği anlaşıldı.<br />

Birden kabul edilen bu elif be, gene birden kaldırıldı! O<br />

tarihten beri bu resmî teşebbüs haricinde göre bildiğim şey,<br />

bazı gazetelerde munfasıl harflerle yazılmış mağaza ilânlarıdır!<br />

Onlar da galiba kolayca okunarak anlaşılsın diye<br />

değil, güçlükle okunarak nazarı dikkati celbetsin diye<br />

yazılıyordu!.<br />

Hayatımın hemen üç beş senesini yutan bu harfçilik<br />

faaliyetinden şahsen olan istifadem tamamiyle menfidir: Bir<br />

kere iyi kötü, mektepte öğrendiğim imlayı kaybettim!<br />

Aynı sayfada aynı sözü mnhteltf imlâda yazar, bazen<br />

yazdıklarımı kendim de güçlükle okuduğum vaki olurdu!.<br />

Bu zarara mukabil hayat için büyük bir ders almış oldum:<br />

Bizi munfasıl harfler gibi kısır bir teşebbüsün yorucu zahmetlerine<br />

atan fikir şu idi: " Bizim imlâmız kötü, diğer<br />

milletlerinki iyi, bizim yazımız iptidaî, diğerlerininki mütekâmil!..,,.<br />

İşte biz bu kanaatin tesiri altında kaldığımızdan<br />

dır ki bütün o girift ve dolambaç işlere karıştık. Ve nihayet<br />

Ebüzziya'mn dediği gibi âdeta seciyesiz bir yazıya<br />

vasıl olduk. Bu işteki mantığımız tamamiyle nazarî idi. İster<br />

bir imlâ, ister bir ahlâk olsun, canlı olan şeyi cansız, katı<br />

şeyi madde gibi, nazarı itibare alıyor ve onu elimizdeki<br />

taklit ve tercih desteresile istediğimiz tulde, istediğimiz<br />

biçimde kesilir, biçilir, sanıyorduk.. Meğerse imlâ da lisan,<br />

ahlâk, sanat... gibi canlı ve mütekevvin imiş. Fakat biz,<br />

o tarihlerde bunun farkında bile değil idik. Hiç düşünmüyorduk<br />

ki esasen imlâmızın bu günkü makul veya gayrı<br />

•makul şekli dahi dünkü mantıkî tefekkürlerimizin veya


— ut —<br />

makul ıslâhlarımızın eseri değildir. Çünkü imlânın da bütün<br />

uzviyetleri gibi, kendi kendini yapan ve yaratan batını bir<br />

hayatı, batını bir istihalesi vardır. O hayat ve sayrurettir ki<br />

bazen bizim elimizi haberimiz olmadan - gayrı makul, gayrı<br />

mantıkî - şekiller, kalıplar içinde gezdiriyor, bizi faaliyetimizin<br />

bu garip inkiyadı karşısında mütehayyır bile bırakıyor!..<br />

Fakat biz acemiler bundan haberdar değildik. Canlı<br />

olan imlayı kuru mantığımız için kabul edilmesi elzem olan,<br />

hendesî kalıplara sokmağa çalışıyorduk! Zannediyorduk ki<br />

her şeyde kemal, mutlaka intizamdır, ve intizam mutlaka<br />

hendesî olur! Düşünmüyorduk ki: tabiyette bu mana ile<br />

muntazam olan mevcutlar yalnız billurlardır. Ve bütün mevcudat<br />

bunlar gibi mikap, mütevazilmustatilât şeklinde dönseydi<br />

kim bilir hayat için ne felâket olurdu!.. Hülâsa hayata<br />

da muhabbetimiz yoktu, imlâya da.. İmlâyı bilmiyor,<br />

imlânın yaşadığını duymuyorduk!<br />

Bugün el'ân imlâmızın ıttiratsızlığından, muayyen ve<br />

müstakar kayidelere tabi olmadığından hararetle bahsedenler<br />

vardır. Korkarım bu zatlerin zihnin deki"ıttirat w<br />

ve "kayde,,<br />

mefhumları imlânın vücudu ve canı için bir engel,<br />

imlânın seyri ve hürriyeti için bir düşman olmasın!. Hayatın<br />

hep ittirat, hep intizam ile mümkün olduğunu kimiddia<br />

edebilir ! San'at, ahlâk buhranları olduğu gibi acaba imlâ<br />

ve yazı buhranları da yokmudur Acaba imlâmızın bugünkü<br />

tezebzübü, bu zahirî kargaşalık, hakikatta yarınki tipleri<br />

için hayatî oir ceht değilmidir <br />

Eğer böyle ise, bu hamil ve tevellüt buhranında isti—<br />

rap çeken imlâyı intizam kalıbı içinde ezip büzmekten ne<br />

çıkar!... Diyeceksiniz ki "bu ihtilâl devam etsin mi !„.<br />

Fakat insaf ediniz, ben de "ihtilâl devam etsin! „ Diyor muyum<br />

î Yalnız imlânın bir ihtilâle girmesi tabiî, hatta bu<br />

ihtilâlin imlânın istikbaline doğru bir ceht, batınî bir faaliyet<br />

olduğunu farzediyorum. İşte hayatta bu gibi buhranlar<br />

ne derece tabiî ise, bu tabiî buhranların müzminleşmesi<br />

de o derece gayrı tabiîdir...


— 142 —<br />

Hayat kadını<br />

"Nasıl kızlarınız zekimi; erkekler gibi çalışıyorlar mı „<br />

çok kimseler kız mekteblerinde dersi olanlara bu gibi<br />

sualler soruyorlar. Bir çoğumuz kadınlarınızın zekâsını<br />

erkeklerle mukayese ederek düşünmek istiyoruz. Bunun<br />

sebebi, kadınla erkek arasında bir fark olmasıdır: Bir<br />

kadın erkek gibi düşünmez, erkek gibi duymaz bir kadın<br />

zihniyeti vardır.<br />

Bu farkın sebebi nedir .. Bazıları bu farkı doğrudan<br />

doğruya yaradışa, istidada vermek istiyorlar. Hatta<br />

"Kadın istidatsızdır, kabiliyetsizdir!,, diyenler bile vardır!<br />

Niçin Kadın fiziyolojisi, kadın psikolojisi hakkında ilmî<br />

bir fikir edinmişler .. Hayır: O halde bu hükmü nasıl<br />

veriyorlar Sırf hislerinin yahut görgülerinin tesiriyle... Ve<br />

kadın akılsızdır, muhakemesizdir, şöyledir böyledir, çünkü<br />

kadındır !..„ İşte bu zümrenin mantığı!..<br />

Gerçi kadınlarla erkekler arasında farklar yok değil'<br />

Bir kere cinsiyetten mütevellit uzvî ve uzvî - ruhî farklar<br />

var. Sonra bilhassa bizim kadınlarınızla erkeklemiz arasında<br />

zihniyet farkı, hassasiyet farkı gibi sırf manevî faraklar da<br />

var. Hatta bu farklar elle dokunulacak kadar barizdir...<br />

Fakat bu farklar birinciler gibi " yaradılış farkları „ değil,<br />

" yaşayış farkları „ dır: Kadın ruhunu erkekten ayıran asıl<br />

sebep, kadının kadın olması değildir, kadın hayatı, faaliyetidir.<br />

Bizde kadın nasıl bir hayat yaşıyor, nasıl bir faaliyet<br />

gösteriyorsa ruhu da ona göre bir ruhtur. Meselâ bütün<br />

seciyesi, bütün hususiyetleri ile türk kadınını anlamak<br />

için türk evini, türk evinin hayatını anlamak lâzımdır.<br />

Eski türk kadını halis bir " ev kadını „ dır.<br />

" Hayat kadını „ ev kadınından başkacadır. Bu bir<br />

kadındır ki ev hayatından ayrılmış; meslekini, meşgalesini<br />

hariçteki hayattan almıştır: İşçi kadınlar, memur kadınlar,


- 143 -<br />

tüccar kadınlar... Hayat kadını da evine bakacaktır, hayat<br />

kadını da evini düşünecektir. Fakat düşüncesi eve saplanmıyacaktır...<br />

Hülâsa, hayat kadını bir kadındır ki faaliyeti<br />

evin dar muhitini kırmış, cemiyetin geniş muhitine taşmıştır...<br />

Lâkin bu inkilâp henüz yenidir. Kadın yuvayı henüz<br />

bırakmıştır. Onun için bütün derinliği, bütün kuvvetiyle evin,<br />

bu dar, fakat kuvvetli, muhitin bütün itiyatları bu kadında<br />

yaşamaktadır: Korkaklık, sessizlik, devam, sebat, amelî bir<br />

zekâ, mistik bir ruh... Evde yetişen bu ruh cemiyetin istediği<br />

ruha istihale etmelidir: Korkak kadın cessur, acul kadın<br />

saburlu, hülyakâr kadın maddî, mütevekkil kadın müteşebbis...<br />

olmalıdır. Bunun için bütün bir ruh inkılâbı lâzımdır.<br />

Bu inkılâbı kim yapacak, mektep mi..<br />

Mektep her şey değildir; sadece mekteptir: Fikir ve<br />

tahsil yeridir, o kadar... Her kusuru, her vazifeyi ona yüklemek,<br />

mektebin asıl vazifsi ne olduğunu anlamamaktır.<br />

Şüphesiz hayat kadını hayat mekteplerinde yetişecekti; fakat<br />

bu hazırlık fikre, ilme münhasır kalacaktır. O halde<br />

hayat kadının seciyesini kim yaratacak Kadınlara yeni kudretler,<br />

yeni itiyatlar kazandıracak olan halik kimdir.. Muhittir:<br />

Edebiyatı, ticareti, sanayii, kanunları, matbuatiyle,<br />

bütün mübarezeleri, mübarezelerinin bütün şiddetiyle bu<br />

halik muhittir. Kadın hayatını islâh etmek isterseniz her<br />

şeyden evvel hasta olan bu muhiti İslah ediniz..<br />

Köye mi, şehire mi<br />

Meşrutiyet inkılâbıyla beraber İstanbul'da yeni Darülmuallimin<br />

tesis edildiği zaman memleketin en münevver<br />

tanınmış insanları bile şu itirazda bulundular:<br />

— Bu teşkilât çok iyi, fakat bu suretle müstakbel<br />

muallimleri şehir hayatına alıştırmış oluyorsunuz!. Bunlar<br />

mektepten çıktıktan sonra köylere gitmezler!.


— 144 —<br />

Gene bir gün Darülmuallimin mezunlarının nereye,<br />

hangi köylere gittiğini soranlara biri cevap veriyordu:<br />

— Köylere gidiyorlar, Erenköyüne, Feriköyüneî.<br />

İstanbuldaki Darüleytamlar tevhit edildiği ve yetimler<br />

mugaddi yemekler, temiz, çamaşırlar, ve rahat karyolalar<br />

tedarik edildiği, ve aynı yetimlere insanca giyinmek, insanca<br />

tuvalet yapmak öğretildiği zaman aynı kafadaki insanlar<br />

şu itirazda bulunuyorlardı.<br />

— Yetimlere, iyi yimeye, temiz giyinmeye, şık gezmiye<br />

alıştırıyorsunuz. Fakat bunların sonu.. Sonra anaarını,<br />

babalarını beğenmiyecekler, köylerine gitmiyecekler!<br />

Yetimleri terbiye edelim, diye soysuzlaştınyorsunuz!<br />

Geçen gün Ankara'dan gelirken trende Darülmuallimlerimizin<br />

atisini mevzuubahs ediyoruz. Ben taşrada adedi<br />

on dörde baliğ olan fakat her birinde yüzden yüz elliden<br />

fazla talebe bulunmuyan binasız vesayitsiz, hayatsız darülmualliminler<br />

yerine meselâ İstanbul'da, bin, iki bin kişilik<br />

mükemmel ve mücehhez asrî bir darülmuailimin açılması<br />

lüzumunu ve imkânını mevzuubahs ederken yanımızda bulunan<br />

bir maarif adamı da şu mütalaayı dermiyan tmişti:<br />

-*- Fakat İstanbul'da açılacak olan bu büyük Darülmualliminden<br />

çıkanlar taşraya, köylere gitmiyeceklerdir. Nitekim<br />

İstanbul Darülmuallimini mezunları da gitmiyorlar.<br />

Görülüyor kü şehir ve köy hakkındaki bu haleti ruhiye<br />

bir derece müstevlidir. İstanbul da Darülmuailimin açıyoruz,,<br />

talebe taşrıya gitmez diye korkuyorlar. Yetimleri temizliğe<br />

ve güzelliğe alıştırıyoruz, anasını babasını beğenmez diyorlar!.<br />

O halde ne yapalım! Bu gün bu suali açık sormak<br />

mecburiyetindeyiz. Çünkü bu yüzden memlekete zararımız,<br />

çoktur.<br />

Bence her şeyden evvel tenvir edilmesi lâzim gelen<br />

nokta şudur: Köylülerin şehirlere akın etmesi marazı bir<br />

hâlmidir değilmidir ..<br />

Alelıtlak bu hâlin marazı olduğunu kabul etmiyorum.


- 145 -<br />

Çünkü şehirler de köyler gibi içtimaî uzviyetlerdir. Ve bu<br />

uzviyetler bir cihetten köyler sayesinde tagaddi ve tenmmi<br />

ederler. Köylülüler şehre gelmezlerse ve yahut şehir kendi<br />

vasitalariyle artmazsa nasıl neşvünüma bulabilir Gerçi bu<br />

hicret köy için bazan marazı olabilir, fakat köyden şehre olan<br />

her hicretin mutlaka fena olduğunu nasıl iddia edebiliriz..<br />

Darülmuallimin meselesinde hakikat şuki: Şehir maarifimizde<br />

büyük bir boşluk köylerden kasabalardan gelen<br />

muallim unsurlarını şiddetle cezbetmektedir. Şehir mekteplerinde<br />

bu kaht ve bu gala varken iki şeyden biri: Ya<br />

Darülmuallimin mezunlarını şehirlerin ihtiyaçlarına rağmen<br />

zorla köylere sevketmek ve yahut şehrin büyük ihtiyaçlarını<br />

tatmin için bu mezunları tabiî olarak şehirde bırakmak..<br />

Hangisini tercih edelim Bence tabiî ve müreccah olan<br />

ikinci yoldur. Şehirlerde bu muallim kıtlığı devam ettikçe<br />

bizim için köylere hoca bulmak ihtimali zayıftır. Hususiyle<br />

Türkiyenin maarif itibariyle pek hususî bir vaziyeti vardır:<br />

Asırlarca iptidaî maarifi memleketimizde mühmel ve metrr.k<br />

kalmıştır. Şimdi her boş yeri birden doldurmak mecburiyetindeyiz.<br />

Bu sırada en büyük boşlukların en büyük cazibe<br />

ile çekmesi kadar tabiî bir şey olamaz. O halde Darülmuallimin<br />

mezunlarının taşralara gitmesini alelıtlak bir felâket<br />

olarak telâkki etmiyelim. Çünkü hakikat halde bu gençler<br />

hiç bir vazifeye gitmiyorlar değil, köyde bir vazife deruhte<br />

edecek yerde bu vazifeyi daha geniş, daha müsmir, çünkü<br />

daha içtimaî şeraitte olarak şehirde deruhte ediyorlar...<br />

Böyle diyerek ne Darülmuallimin mezunlarının köylere gitmesi<br />

aleyhinde söylemiş oluyorum, ne de bu vaziyetin ilânihaye<br />

devam etmesini tabiî görüyorum, maksadım sadece<br />

hayatın bir zaruretini ifadedir.<br />

Darüknualliminlerden ve Darülmuallimatlarda iyi, temiz<br />

ve güzel yaşıyan gocukların, gençlerin istikbaline gelince:<br />

köylünün çocuğu köylü olmasını düşünmek ve köylü çocuğunu<br />

köylü bıramıya çalışmak son derece yanlış bir<br />

10


— 146 —<br />

fikir ve tefekkürün mahsulüdür. Bu talep asrî olmıyan<br />

cemiyetlerde meyzuubahs olabilir. Cemiyet kastlar devrine'e<br />

ikendir ki çocuk için ayilesinin mesleğini takip etmek<br />

bir emri zarurîdi. O devirde meslek intihabı kat'iyen serbes<br />

olarak icra edilmezdi. Çünkü meslek ile veraset<br />

tveemdi. Aristokrasi devirlerinde de aynı şey. Hatta köylü<br />

ve çocuğu hakkındaki malûm telâkkimiz bile o devirlerin<br />

bir yadigârıdır! Ben diyorum ki; köylünün çocuğu neden<br />

mutlaka köylü olsun Köylü çocuğu olarak doğmak, köylü<br />

kalmak için bir mecburiyet midir Bilâkis hürriyet ve musvaat<br />

şunu emreder: Köylünün çocuğu mutlaka köylü olmasın,<br />

neye müstayitse ve ne olmak isterse onu olsun. Temeli<br />

• " müsavatçılık „ dan ibaret olan demokrasi içinde insanları<br />

babalarının ve analarının mesleği ile bağlamak mümkün<br />

değildir. Zira demokrasi aynı zamanda hukuk nazarında<br />

insanların bir ve aynı derecede kıymet ve şerefli olması<br />

ve dilediği mesleği intihap hususunda da serbes kalması<br />

demektir.<br />

O halde hükümetin vazifesi mesleklerin inhisarına karşı<br />

bilâkis hürriyetin tedbirlerini almaktır Hiç kimse diyemez<br />

ve hiç bir ilim idda edemez ki: Dahi şehirden çıkar, ve<br />

köylü ağır ve sefil şeraite irsen mahkûmdur, Hayır...<br />

O halde elimizden gelirse yetimlerin her şeyden evvel<br />

tam bir insan ve mütekâmil millet fertleri olmasını temin<br />

edelim. Bu suretle bir kerre istidatları inkişaf itti mi, her<br />

birini müsayit olduğu mesleğe terkedelim, ve o zaman ister<br />

şehre gitsinler, ister köylere... Bu cihet size ayit değildir !..<br />

Temizliğe, güzelliğe alışan insanların köylere gitmeyeceğini-ve<br />

köyleri beyenmiyeceğini ileri sürenlere karşı şu<br />

kısa cevabı ve itirazımı söyliyeceğim: O halde köylere<br />

gitmelerini temin için pisliğe, çirğinliğe mi alıştıralım!<br />

Diğer cihetten temizlik ve güzellik hissini almış insanlar için<br />

pis ve çirkin köylerden iğrenmek kadar tabî ne olabilir !.<br />

Terbiye maziye menfi bir intibak değildir ki bunun icabı


- 147 -<br />

olarak bizde pislik, çirkinlik, basitlik âdetlerini yeni ruhlarda<br />

idame edelim!.. Terbiye etmek bilakis mefkureye,<br />

yeni hayata intibak ettirmektir. O halde .. O halde yetimler<br />

için yapılan iş de gayet doğrudur...<br />

Dikkat edilecek bir nokta var. Yeni nesil temizliğe,<br />

güzelliğe alıştıralım, pislikten ve çirkinlikten iğrendirelim,<br />

fakat köylüden, Türkten, türklüğün mefkuresinden uzaklaşırmak<br />

hakkımız değildir. Müstakbel nesil temizlik, sıhhat,<br />

konfor ve sayire dediğimiz medeniyetin azamî derecesini<br />

idrak etmeli, fakat millet, milliyet, halkçılık mefkûresinide<br />

hiç kaybetmemelidir.<br />

Bu ihtiyaçların temini gene terbiyenin vazifesidir. Medeniyetin<br />

milliyete muzur olduğunu hiç bir zaman kabul etmiyelim,<br />

milliyeti medeniytsizlikle muhafaza etmek istiyen<br />

milliyetçilik sahtedir. O- bir nevi muhafazakârlık ve tassubun<br />

kendisidir...<br />

Meş'um kesafetsizlik!...<br />

En basit fikirli bir adama sorunuz:<br />

— Memleketin terakkisi için ne lâzımdır<br />

Alacağınız cevap pek basittir:<br />

— İlim ve irfan!<br />

Fakat bu adama gene sorunuz:<br />

— Bu ilim ve irfan neye mütevakkıftır <br />

^<br />

Aynı suale bir diğerinden, daha münevverinden alacağınız<br />

cevap şudur:<br />

— Ahlâk lâzım!<br />

Fakat gene sorunuz:<br />

— Ahlâkın, ayilevî, millî, insanî vazif elet in muta olması<br />

için ne lâzımdır


j<br />

- 148 -<br />

Aynı suale bir üçüncüsünden de belki şu cevabı alacaksınız:<br />

— Terbiye lâzım!<br />

Fakat sorunuz.<br />

— Terbiyeyi nasıl tesis etmeli !<br />

\<br />

Dayima bu ikinci suallerin cevabı ya hiç yoktur, yahut<br />

manasızdır. Meselâ: "Terakki etmek için çalışmak lâzım!»<br />

diyenler vardır; lâkin bunlar da çok bir şey ifade etmiş<br />

olmazlar. Çünkü onlara da aynı güç suali sorabilirsiniz:<br />

— Ya çalışmak için ne lâzım!<br />

Cevap ya "gene çalışmak lâzım!,, gibi garip bir iddia,<br />

yahut "ilim, irfan, ayile terbiyesi lâzım!,, gibi bir talâkkidir!.<br />

Halbuki . memleket idare etmek îstiyen bir insan için en<br />

şayanı istifade bir müşahede, Fransa'da Almanya veya<br />

İngiltere'de çalışan her hangi ferdin psikolojisidir. Bu<br />

" her hangi fert „ bir otomatik mihanikiyetyile, muntazam,<br />

muttarit ve lâyhuti bir surette çalışır. O derecede ki bu<br />

"her hangi fert,, için çalışmak asıl, çalışmamak araz olduğuna<br />

hükmedebilirsiniz!<br />

Acaba bu " her hangi fert „ çalışmak için büyük bir<br />

tefekkür kuvvetine mi maliktir! Hayır! Aynı adamda yüksek<br />

derecede bir azim ve teşebbüs kudreti mi vardır!<br />

Hayır, o halde niçin ve nasıl çalışıyor demelisiniz... Şunun<br />

için ve şu suretle ki o memleketlere göre " çalışmak „ bir<br />

emri tabiî ve bir emri zarurîdir. O muhitlerdeki "her hangi<br />

fert,, zeki de olsa gabi de olsa mutlaka çalışacaktır.<br />

Şimdi bu memleketteki çalışmayı iki noktaiyi nazardan<br />

mütalâa ve iki sebebe irca edebiliriz. Bir kere diyebiliriz<br />

ki: O "her hangi fert „ sırf ferdî kuvvetlerinden ve<br />

ferdî meziyetlerinden dola çalışıyor, halbuki avrupalı ile<br />

şarklı arasında ne alelitlâk hilkat, ne de alelıtlak zekâ<br />

farkı olmadığı bir bedahettir. Bir de diyebiliriz ki her


— 149 —<br />

hangi adamı çahşmıya mecbur eden sebebler vardır. Meselâ<br />

çalışmasa ölür, çalışmasa medenî ihtiyaçlarını temin edemez.<br />

Şu halde o adamın çalışmasında kendi ihtiyarı haricinde<br />

muhtelif amiller vardır ve bu amiller içtimaîdir. Bu hüküm<br />

ilmî bir hakikat ise, her hangi türk ferdini o avrupalı<br />

gibi sade talim ve terbiye etmekte yakın birfayide yoktur.<br />

Çünkü çalışmak veya terakki etmek bir çok kimselerin<br />

zannettiği gibi aklî ve mantıkî nevinden basit bir hâdise<br />

değildir. Bu içtimaî muhitin tazyikiyie fert tarafından hatta<br />

zorla kabul edilmiş bir itiyattır!. Onun için belki cahil<br />

ten beller yerine alim tenbeller koymuş oluruz. Fakat<br />

cahili de alimi de çalıştırmak içtimaî muhitin elindedir. "Söyle<br />

bana zekâ ve malûmatını, söyleyim sana faaliyetinin derecesini...,,<br />

diyemezsiniz! Fakat "Söyle bana cemiyetin her<br />

fert üzerindeki faaliyete sevkeden ve tahsili mecbur kılan<br />

tayzikini, söyleyim sana faaliyteinin derecesini...,, diyebilirsiniz.<br />

Bu izah, çalışmak hâdisesi için doğru olduğu gibi<br />

bütün içtimaî hâdiseler için de böyledir. Bir cemiyetin en<br />

mukaddes hisleri de dahil olduğu halde ahlâk, hukuk,<br />

iktisat, ilim ve sanat gibi hiç bir hâdisesi yoktur ki onda<br />

içtimaî varlığının tabiati müssir olmasın. Meselâ, insanî<br />

ve beynelmilel ahlâk kayidelerinden bahsediyorsunuz. Henüz<br />

kabilî bir hayat yaşıyan bir cemiyette bu kıymetler<br />

nasıl vücut bulsun!. Müspet ve dünyevî bir irfandan bahsediyorsunuz.<br />

Henüz vüstaî itikatları zinde olan çünkü içtimaî<br />

bünyesi ilmî taksimi amele müsaade etmiyecek derecede<br />

kapalı ve parça parça olan bir cemiyette bu fikirler<br />

nasıl revaç bulsun Hülâsa hangi içtimaî hâdiseyi nazarı<br />

itibare alsak da tamik etsek, onun altında "içtimaî bünye,, dediğimiz<br />

temeli buluruz. Meşhur kari Marx tarihi iktisadî<br />

hayatın evveliyeti ve hâkimiyeti ile izah eden bir nazariye<br />

orhya koymuştur. Bu nazariye, tarihi fikirlerle, ahlâkla, yahut<br />

dinle veya adaletle, hülâsa her hangi manevî bir mevzula<br />

izah eden bütün nazariyelerden daha kuvvetidir. Bunlardan<br />

hiç biri tarihî maddeçilğin izahı karşısında duramaz.


— 150 —<br />

Marx ahlâk, sanat gibi bütün içtimaî hâdiselere şibih<br />

hâdise, gölge der! Ona nazaran hakikî hâdise iktisadî olandır.<br />

Bütün diğerleri onun gölgesidir!. Acaba Marx'cılık ilmin son<br />

sözümüdür Hayır, nazariysinedeki hakikat parçası büyük<br />

olmakla beraber, bütün hakikat değildir. Çünkü cemiyet<br />

âleminde iktisadî hâdiseyi de besliyen büyük bir kök vardır.<br />

Bu kök içtimaî morfoloji dediğimiz şeydir. Bir cemiyette<br />

vücude gelen bütün tahavvüillerin ve tecellilerin ilk menşei»<br />

anası o cemiyetin bünyesidir. Bu bünyenin dağınık veya<br />

sık zümrelerden teşkkül ettiğine göre cemiyet başkadır.<br />

Bu kadar değil, cemiyet bu bünyenin kitlesine de tabidir,<br />

içtimaiyat ilmi nazarında en mes'ut cemiyet, bazı avrupa<br />

milletleri gibi, aynı zamanda nispeten ufak kıtalarda büyük<br />

nüfus ihtiva eden milletlerdir. Tabiri diğerle büyük ve kesif<br />

bir kitlesi olan milletler en müterakki ve en kuvvetli olanlardır.<br />

Daha açık tabirle iyi bir cemiyet, hem büyük, hemde<br />

ağır ve sert olanlardır. Böyle bir cemiyette terakki,<br />

faaliyet, ihtira, mücadele., bir emri tabiîdir. Gevşek cemiyetlerin<br />

hayatı da gevşektir... İlmin bu müşahedesinden sonra,<br />

terakki istiyen bir cemiyetin en büyük vazifesi nüfusunu<br />

arttırmak ve bu nüfusu zümre halinde sıklaştırmak olabilir.<br />

Fakat bu da gelişi güzel değil eğer nüfus biribirini anlamıyan<br />

fertlerden teşekkül ederse kıyamet kopar. Çünkü nüfusun<br />

yalnız çokluğu değil, fertler arasındaki manevî mümaseletin,<br />

hars birliğinin kuvveti de lâzımdır. O halde biz memleketimizde<br />

Türkleri ve Türkler arasındada hars birliğini temin ederek<br />

nüfusumuzu çoğaltmıya çalışmalıyız.<br />

"Nüfus nasıl çoğalır„ sualini sormamahdır! Çünkü biz<br />

kendimizi nüfus mütehassısı diye hiç bir zaman takdim etmiyoruz:<br />

Biz sadece iddia ediyoruz ki nüfus, nüfus kesafeti<br />

nüfus vahdeti dediğimiz bünyevî hâdiseye istinat etmiyen<br />

ilim, ahlâk, hukuk, iktisat siyaseti akim kalacaktır. Bunun<br />

aksini söyliyen varsa söylesin de biz de öğrenelim. Nüfus<br />

siyaseti yapacak olanlara bir de şunu diyebiliriz ki: Tat-


- 151 —<br />

bikatta büyük mesele "nüfusumuzu nasıl arttıralım,, sualiyle<br />

tecelli edecek değildir, büyük mesele "mevcut veya vücut<br />

bulan Türkleri ölümden nasıl kurtaralım„ meselesidir. Çünkü<br />

tevellüdatı çoğalmak güçtür. Belki de elimizde değildir, fakat<br />

vefiyata sebep olmak o çok kere bizim elimizdedir.<br />

Binaenaleyh nüfusumuzu azaltan kuvvetleri öğrenirsek<br />

türk devletinin dayimî düşmanlarını da öğrenmiş oluruz.<br />

Şimdiye kadar düşmanı bazen şarkta bazen de garp taaraya<br />

geldik. Fakat ilmin bize keşfettirdiği hakikî düşman şu değilmidir:<br />

Me'şum kesafetsizlik!.<br />

Nüfus siyaseti<br />

Cemiyetlerin hayatını tetkik edenler içtimaî tekâmül<br />

hâdisesini muhtelif sebeplere atfetmişlerdir. Bunlar arasında<br />

muhiti coğrafiyi yalnız başına amil görenler olduğu gibi,<br />

içtimaî muessiselerden birini meselâ iktisadî müssiseyi yalnız<br />

başına amil gürenler de vardır.<br />

Kari Marx bu mütefekkirlerin en meşhurudur. Bu<br />

zatin " Tarihî maddiyecilik „ denilen mektebine göre<br />

ictimî hayatta asi olan hâdise iktisadî hâdisedir, ve<br />

bütün diğerleri: din, ahlâk, hukuk, sanat... hep birer<br />

" şibih hâdise „ dir ve bunlar asıl hâdisenin bir gölgesidir!.<br />

Cemiyetin mukadderatını toprağa bğhyanların davası münakaşaya<br />

bile değmez. Çünkü bu iddiayı bir çok misallerle<br />

cerhettnek mümkündür. Bu izahta ilmin de kabul edebileceği<br />

bir hakikat hissesi olmakla beraber, hakikat muhitçilerin<br />

anladığı gibi değildir. Filhakika bir milletin dini, ahlâkı,<br />

lisanı... muhiti coğrafî dediğimiz fizikî ve fiziyoloçyaî<br />

amillerle kabil değil izah edilemez. Halbuki ilim nazarında<br />

tarihî maddiyecilik daha çok kabili münakaşa ve kabili<br />

müdafaadır. Bu nazariye birincisine göre daha ilmîdir.


- 152 —<br />

Hususiyle tarihî maddiyecilere mülayim gelebilecek olan şu<br />

fikrin hiç bir yanlış tarafı yoktur: " İktisat gibi bir müessise<br />

bir kere teşekkül ve taazzuv ettikten sonra cemiyetin<br />

bütün diğer müessesileri üzerinde mutlaka müessir olur „ .<br />

Bilhassa ahlâk, san'at gibi cemiyet müessiselerinin iktisadî<br />

hayattan alacakları bir çok tesirler vardır. Cürümlerin,<br />

cinayetlerin, intiharların ekmek ve kömür fiyetiyle artıp<br />

eksildiğini istatistiklerle ispat etmek güc değildir. Fakat<br />

buna mukabil cemiyetin dinî, ahlâkî, hatta bediî müessiseleri<br />

de iktisadî hayatı üzerine müessirdir. İktisadî taksimi<br />

amelin de, iktisadî iradenin de bütün bu kıymetlere tesir ve<br />

müdahalesi vardır. Hatta Simiand gibi içtimaiyatçılar manevî<br />

kıymetlere en yabancı görünen iktisadî kıymetlerin dahi<br />

bu kıymetlerle münasibeti olduğunu göstermişlerdir, iktisadî<br />

kıymetlerle manevî kıymetlerin bu münasibeti bilhassa<br />

" İptidaî „ dediğimiz cemiyetlerin hayatında zahirdir. Meselâ<br />

bu cemiyetlerde din, hayvanları ehlileştirmek, muhafaza<br />

etmek kayidelerinin müessisi olmuştur... Hülâsa bir çok<br />

müşahedeler ve mukayeseler neticesinde iktisadî müessisenin<br />

içtimaî tekâmülde yalnız başına hâkimiyetini kabul<br />

etmek mümkün değildir. Bu müessise de diğer müessiseler<br />

gibi kendilerinden daha esaslı, daha uzvî bir sebeble tabidirler...<br />

Acaba bu mühim sebep nedir İçtimî hayatın motoru<br />

neden ibarettir İktisadî hayatta dahil olduğu halde, dinî,<br />

ahlâkî, hukukî, bediî... tahavvülleri vücude getiren amil<br />

nedir Bu amil Auguste Gomte'tan sonra müspet içtimaiyatçıhğın<br />

vazu olan E. Durkhim'a göre " dahilî muhit „ denilen<br />

bir sebeptir. Durkheim'da coğrafî nazariyeciler gibi<br />

cemiyetin tekâmülünü muhit ile izah ediyor. Fakat bu<br />

muhit coğrafî, haricî değil, içtimaî ve dahilîdir. Muhiti<br />

dahilî muayyen bir cemiyetin içtimaî bünyesini temyiz eden<br />

başlıca iki unsurdan ibarettir: Bunlar bir yandan cemiyetin<br />

hacmiyle bir yandanda bu hacmin kesafetiyle tayin edilir.<br />

Şu taktirce cemiyeti cemiyetten ayıran bir kere nüfusunun


- 153 -<br />

mikdarıdır. Fakat bu kadar değil; aynı nüfusa ve aynı<br />

içtima! hacma malik olan iki cemiyette bu nüfusun sureti<br />

tevezzuudur. Bu nüfus Hindistan'da olduğu gibi, dinî, ahlâkî<br />

tefrikalarla mı malûldür, yoksa avrupa milletlerinde olduğu<br />

gibi, içtimaî taksimi amelle ve bunun neticesi olan maddî<br />

ve ahlâki tesanütle mi mücehhezdir .. Tabiri diğerle cemiyet<br />

denilen uzviyet iptidaî mahlûklarda olduğu gibi, vahidülhücey<br />

veya senaiyülhüceyre midir, yok ali mahlûklarda<br />

olduğu, gibi gayet mütedahil ve mütesanit uzuvlar ve vazifelerden<br />

nri teşekkül ediyor.. Asıl mühim olan şart ikincisidir.<br />

Bir kavmin nüfusu Hintliler kadar çok olmuş neye<br />

yarar !. Yedi milyonluk İsviçre kadar mütesanit olmadıktan<br />

sonra!.. İşte bu morfolojik sebeplerden bünye ve<br />

taazzuv farklarından dolayıdır ki bir cemiyetin ahlâkî, hukukî,<br />

iktisadî müessiseleri şu veya bu şekli alıyor. Hikmet ve<br />

kimyaya mevzu olan maddiyatta olduğu gibi, cüzü fertlerin<br />

vaziyet ve hareketi nasıl bir takım yeni hâdiseleri vücude<br />

getiriyorsa, içtimaiyatta da cemiyetin hüceyresi makamında<br />

olan - fertler değil! - meslekî zümrelerin vaziyet ve hareketi<br />

de yeni yeni kıymetlerin ve bu kıymetlerin canlı bir<br />

vücudu makamında olan içtimaî müessiselerin zuhuruna<br />

sbep oluyor. Şu takdirce fikrimizi kısaca ifade etmek için<br />

diyebiliriz ki: içtimaî tekâmül mofoiojik bir tekâmüldür.<br />

Binaenaleyh cemiyetin bünyesini sarsmıyan, cemiyetin içindeki<br />

meslek zümrelerinin vaziyet, hareket ve mesafesi<br />

üzerine müessir olmıyan her hangi tarihî hâdise içtimaî<br />

mahiyeti hayiz değildir. Halbuki muharebeler, hastalıklar,<br />

muhaceretler... gibi sebepler görünüşü ve gösterişi ne<br />

derece meşum olursa olsun, bu dahilî ve uzvî bünyeyi<br />

daha mütekâsif, daha müteazzi hâle getirmek şartiyie cemiyeti<br />

için mahzi hayırdir. Nitekim muharebeler, muhaceretler<br />

ve hastalıklar neticesinde büyük millî inkılâplar<br />

olduğu çok kere vakidir. Şu taktirde hâdise ve şibih<br />

hâdise tabirlerini bu fikrimizi ifade için kollanmak lâzım


— 154 —<br />

gelirse o zaman içtimaî bünye bir hâdise, ahlâk, hukuk,<br />

iktisat... gibi bütün diğerleri bir şibih hâdisedir demek<br />

lâzım gelecektir.. Mahaza bu hüküm de tamamiyle ilmî<br />

değildir. Çünkü içtimaî bünye esas olmakla beraber; bu<br />

esasın değişmesi yalnız başına olmuyor. Çünkü bunda dinî,<br />

ahlâkî, iktisadî, hatta bediî bütün müessiselerin bir rolü<br />

vardır. Ezcümle din cemiyeti teşkil eden muhtelif kasetlar için<br />

muhtelif telâkkiler ve muhtelif vahdetler şeklinde tecelli<br />

ederse, bu parçalar biri birine nasıl yaklaşsın !. Gene<br />

ahlâk telâkkileri ayile hududuna münhasır kalır, millî ve<br />

insanî bir ahlâkta olduğu gibi geniş hudutlara şamil olmaz<br />

ve. kâfi derecede umumiyet ve alestiyiyet kazanmazsa, bu<br />

ahlâk içtimaî bir taksimi amele ne suretle müessir olabilir!.<br />

Hülâsa bütün diğer müessiseler içtimaî bünyenin neticesi<br />

olmakla beraber, bunlar da bilmukabele içtimaî bünyenin<br />

teşekkül ve taalisinde kendilerine mahsus bir rol yapmaktadırlar.<br />

Acaba ilmin bu müspet fikirleri ve keşifleri karşısında<br />

idare adamının, siyasetçinin vazifesi nedir !. Evvelâ<br />

" siyaset „ nedir !. Bence bu " içtimaî iradenin içtimaî<br />

hayata tatbiki,,nden ibarettir. Hükümet adamı cemiyetin<br />

bir mümessili, bir murahhasıdır. Hükümet adamının yaptığı,<br />

yapmıya mezun olduğu iş, sadece bir hayır, yani cemiyetin<br />

ıslâhıdır. Bu ıslâh ameliyesinin müspet bir esası var mıdır,<br />

yoksa sırf keyfî, nefsî bir iş midir !. Olmak lâzım gelir!<br />

Bu esas tababet için fiziyoloji olduğu gibi, siyaset için de<br />

sosyolojidir. Denilecek ki: bu sosyoloji temamiyle müesses<br />

değildir! Evet doğru, fakat siyasetçilerin müspet gibi istinat<br />

ettiği fikirler hiç müspet değildirya !.<br />

O halde yapılacak şey, gayet basittir: Hukuk, iktisat,<br />

asayiş vazifeleri gibi bir de nüfus vazifesi olduğunu düşünmek,<br />

türk nüfusunun artması, türk nüfusunun tekasüf, türk<br />

nüfusunun tesanüdü, hülâsa nüfus vasıtasiyle türk cemiyeti<br />

bünyesinin tekemmülü için beşeriyetin fikirlerinden ve


I<br />

ı/u<br />

aynı beşeriyetin mütehassıslarından istifade etmektir. Bizim<br />

vazifemiz bu ihtisas şubesi hakkında esasen malik olmadığımız<br />

malûmatı uydurmak değil, belki fikir ve dikkati bu<br />

esaslı hayat meselesi üzerine celbetmektir. Türkiye'de bir<br />

çok şey yapıldığı hâlde hiç bir şey hiç yapılmamıştır. O da<br />

üme müstenit bir içtimaî bünye siyasetidir.<br />

İntiharlara karşı<br />

Türkiye'de intiharlar çoğalıyor, gün geçmiyor ki gazetelerde<br />

bir iki intihar vak'ası okunmasın. Bu intiharlara<br />

karşı bizde sade bir ürkeklik var. Yahut alelade bir merhamet...<br />

Fakat bu gibi hassasiyetlerin intiharların azalmasına<br />

hiç bir tesiri yoktur. İntiharlar üzerinde müessir olabilmek<br />

için her şeyden evvel intiharların hangi sebeplerle<br />

vücude geldiğini ilmî surette bilmemiz lâzımdır.<br />

İntiharları, intihar edenlerin düşüncesizliğine, yahut her<br />

hangi bir deliliğin neticesine atfetmek pek sathî bir izahtır.<br />

İntiharların menşei içtimaîdir. İntiharların içtimaî mahiyetiini<br />

bariz bir surette ortıya koyan zat, içtimaiyatçı<br />

Durkheim'dir. Durkheim'a göre intihar içtimaî bir hâdisedir.<br />

Yani intihar eden adam sırf kendiliğinden intihar etmez.<br />

Onu intihara sevkeden asıl sebep, mensup olduğu cemiyetin<br />

hâlidir. Bu cemiyet kuvvetli mi, gevşek mi, sağlam mı, hasta<br />

mı, mefkureli mi, mefkûresiz mi<br />

Bütün bu hâller intiharların azalıp çoğalmasında amildir.<br />

Yine Durkheim a göre içinde intihar olmiyan cemiyet<br />

yoktur. Binaenaleyh intihar bütün cemiyetlere şamil olmak<br />

itibriyle cemiyetlerin hayatında tabiî birer hâdisedir.<br />

Fakat intiharlar bir dereceyi bulur ki bu şekli tamaiyle<br />

marazîdir. Buna karşı tedbir almak cemiyetin vazifesidir*<br />

İnsanı hayata bağlıyan zevkler yalnız hayvanı değil, içtima'<br />

zevklerdir. Türlü hislerimiz, türlü heyecanlarımız var ki


— 156 —<br />

ölüm yerine ayilemizin, mektebimizin, mesleğimizin hayatını<br />

bize tercih ettiriyor ve bunları yaşamakla kendimizi bunları<br />

ihtiva eden cemiyete bağlı sayıyoruz, yaşamakta mana<br />

buluyoruz. Fakat bu bağlar günün birinde çözülüverirse işte<br />

o zaman felâket zuhur ediyor, bedbaht, meyus oluyoruz.<br />

Ye bu tatsız, cansız hayata ölümü kat'i bir nihayet olarak<br />

tercih ediyoruy. Dürkheim bu davayı ispat için intihara<br />

dayir eserinde bir çok istatistikler göstermektedir. Hatırım-<br />


Şu anlayışa göre müntehirin hastalığını doğrudan doğruya<br />

bir mantık kastalığı zannederek vazü nasihata müracaat<br />

etmek, yahut alelade bir vücut hastalığı gibi anhyarak<br />

doktor ve ilâca müracaat etmek intihar denilen cemiyet<br />

hastalığını hakkiyle teşhis edememekten ileri geliyor. Bir<br />

memlekette intiharların fevkalâde surette çoğalmasına karşı<br />

yapılacak tedbir nedir Durkheim'm tetkiklerine göre yegâne<br />

çare fertleri içtimaî bağlarla bağlamaktır. Durkheim bu bağların<br />

ne olabileceğini birer birer tetkik ediyor. Evvelâ dinlerin<br />

intihara krşı müessir olacağı hatıra geliyor.<br />

Dinler böyle bir rol yapabilmek için hayata pek yakın<br />

olı/mk, hayatın içinde olmak gerektir. Din ferdin bütün hareketlerini,<br />

bütün işlerini yakından idare etmeli ki onu bir nevi<br />

cemiyet ayrılığı olan ölüme yaklaştırmasın. Bu gün ise dinlerin<br />

böyle bir rol oynaması mümkün değildir. Çünkü umumiyetle<br />

dinler tarihteki dünyevî vazifelerini terkedip büsbütün<br />

bediî ve mefkürurî bir mahiyet almışlardır. Ferdi intihardan<br />

korumak için ayile muhiti müessir olamaz mı.. Hayır çünkü<br />

bu günkü ayile sıkı bir muhit, devamlı bir cemiyet değildir.<br />

Akşamlan toplanmasiyle dağılması bir oluyor. Ayilede<br />

geçen hayatımız dar ve mahduttur. Çocuklarımız hakkında<br />

beslediğimiz his, muhabbet azalmış, zayıflamış manasında<br />

değil, fakat bu çok sevdiğimiz insanlarla birlikte geçirdiğimiz<br />

içtimaî hayatın kemiyet ve keyfiyeti pek mahdut...<br />

Şu halde bu pek dar zamanın cemiyeti bizi nasıl sıkı sıkıya<br />

saracak ve ölümden koruyacak!.<br />

Fakat bu din ve ayile muhitleri haricinede bir muhit<br />

kalıyor ki her hangi hayatımız onun içinde geçiyor ve<br />

devam itibariyle hepsinden üstün... Bu muhit meslek muhitidir.<br />

Meslekte ayile gibi içtimaî bir muhittir. Meslek muhitim<br />

vücude getiren meslekdaşiar arasındaki zevk, meşgale benzerliği<br />

bu cemiyete son derece ahlâkî bir şekil verebilir*<br />

Bir de meslek muhiti ayile muhiti gibi bu günkü hayatta<br />

gittikçe daralan bir muhit değil, gittikçe genişliyen ve yeni


— 158 —<br />

yeni uzuvlar vöcude getiren canlı bir muhittir. Şu halde<br />

meslek muhitini eski ayile muhiti yerine koymak ve ondan<br />

ahlâkî bir tesanüt neticesi beklemek mümkündür. İşte<br />

intihara karşı içtimaiyatın tavsiye edebileceği amelî bir<br />

tedbir budur.<br />

Mahaza amelî sahede çalışmak için intiharların nevilerini<br />

tespit etmek lâzımdır. Meselâ sık sık mektpliler arasında<br />

vücude gelen intiharlar bize mektep dediğimiz ahlâkî<br />

mevcudun dahi bir buhran geçirdiğini ve bunun içinden<br />

nevrastenik bazı unsurların yandığını gösteriyor. Daha<br />

evvelki gün Milliyet gazetesi İzmir Ticaret ve Lisan Mektebi<br />

talebesinden on altı yaşında Cahit isminde bir gencin<br />

mektepten kovulduğu için beynine kurşun sıktığını yazıyordu.<br />

Mektepli intiharları karşısınde aldığımız vaziyet<br />

sadece teessüf ve hayretten ibaret kalyıor. Fakat bu vaziyetimiz<br />

uzun uzadıya devama mü say it değildir. Bundan on<br />

beş> on altı sene evvel Bürüksel mekteplerini tetkik ettiğim<br />

sırada Belçika'nın etfaliyat mütehassıslarından doktor Schuyten<br />

ile görüşmümş idim. Doktor Schuyten beni Belçika hükümeti<br />

tarafından ilmî tetkikleri için tahsis edilen eve götürdü.<br />

Orada dıvarda asılı olan bir grafiği gösterdi. Bu grafiğin esası<br />

şudur; Üç ilâ yedi yaşında çocuklar tarafından yapılmış olan<br />

insan resimlerini hep toplamış ve binlerce insan resminden<br />

bir kolleksiyon elde ettikten sonra bunların boyları ile<br />

enleri arasındaki nispeti bulmuş, aynı müşahedeyi yedi<br />

yaşından sonraki çocukların resimleri üzerinde de yapmış<br />

ve görmüşkü iki nispet arasında bir uçurum var! Doktor<br />

Schuyten bana demişti ki: Bu hâdiseyi herkes bir türlü<br />

tefsir edebilir. Ben yalnız şunu söylemek istiyorum ki:<br />

Bu günkü ana mektebi ile ilk mektep arasında bir uçurum<br />

vardır. Çocuk ana mektebinden ilk mektebe geçtiği<br />

zaman dehşetli bir zekâ buhranına oğruyor. Binaenaleyh<br />

iki meklep arasında açıklık bu itibarla son derece şayanı<br />

tetkiktir. Bu derece şayanı tetkik olur da dün hocasına


tabanca çeken, bu gün de tabancayı kendi kafasına sıkan<br />

mektepliler buhranı şayanı tetkik olmaz mı !. Binaenaleyh<br />

içtimaî noktayı nazarlara son derece ihtiyacımız vardır. Kanaatimce<br />

memlekette bu #ibi tetkikleri himayesine alabilecek<br />

olan yegâne vekâlet Maarif Vekâleti olabilir. Bu tetkikleri<br />

y, pacak olanlar müspet bir usûl sahibi olan içtimaiyatçılardır.<br />

İçtimaiyatçıların hâdise kaydeden ve istatistik neşreden<br />

hükümet şubeleriyle tesanüdü neticesinde memlekette<br />

intihar namına olup biten hareketlerin seyrini, merkezlerini,<br />

istidat ve temayüllerini görmek mümkündür. Bunlar bir<br />

kere mütalâa ve izah edildikten sonradır ki polis, emniyeti<br />

umumiye, dahiliye, muaveneti içtimaiye, maarif işlerinde<br />

intiharla mücadele iradesini kollanmak mümkün olur. Binaenaleyh<br />

sırf bu maksatla içtimaiyat tetkiki yapan mütehassısların<br />

meşgul olmasını ve hükümetinde bunlara müzharet<br />

etmesini temenni etmek zamanı gelmiştir.<br />

Hayatlar ve kapları<br />

Son Saat gazetesinin 8 Teşrinievvel 1926 tarihli nüshasında<br />

" Türkiye maarifinde bina siyaseti „ serlavhasiyle<br />

bir makale neşretmiştim. Mukaddemesi şudur:.<br />

" Bundan on beş sene evvel bir gün Beyazıt Rüştiyesi<br />

denilen mektebi ziyaret etmiştim. Bu mektebin başında<br />

bu gün maalesef maarif hizmetinden ayrılmış olan kuvvetli<br />

bir adam bulunuyor, en iyi hocaları oraya topladıktan<br />

sonra en iyi usullerle terbiye vermiye çalışıyordu. Bu binanın<br />

maddî sefaleti ise son derecede idi; Duvarları rutubetli,<br />

bir çok odaları güneş almaz, dar ve loş idi. bir<br />

aralık müdür, beni teneffüshane hizmetini gören taşlığa<br />

jndirdi. Burada yüzlerce çocuk oynuyordu. O zaman mektepte<br />

oyun, haraket, hep mubah idi. Bir hal son derece


— 160 —<br />

nazarı dikkatimi celbetti. Bütün çocuklar etrafa dağılıp<br />

sağa sola haraket edecek yerde sade zıplıyorlardı!. Çünkü<br />

çocukların mikdarı çok, halbuki mesafe son derece azdı.<br />

Onun için çocuklar muhtaç oldukları mesafe noksanım<br />

şakulî haraketlerle telâfiye çabalıyorlardı!.. O zaman şu sual<br />

kafamda canlandı: " Acaba, dedim, bir mektebin hayatında<br />

mesafe mekân, konfor, taş, ağaç, bahçe ne derece hâkimdir.<br />

Ve bu hâkimiyet maddî saheden haraket edip manevî sahey e<br />

ne kadar girebiliyor „.<br />

Bu gün bile bu sualin tam cevabını veremiyorum. Fakat<br />

bu gün madde ile uzananın bir çok yerlerdeki tesanüdü<br />

gibi kaplarla içindeki haytlann tesanüdüne kuvvetle inanıyorum.<br />

Bu kanaatimde yalnız değilim. Hatta onun vücude<br />

gelmesinde başkalarının da hizmeti vardır: Fransız<br />

ruhiyatçısı Ribot'nun " Dikkatin ruhiyatı „ adlı kitabı bende<br />

bu fikri kuvvetlendiren ilk eserlerden biridir. Ribot'ya nazaran<br />

dikkat sırf manevî bir hâdise değildir. Onun adele<br />

ile, vaziyetle samimî bir alâkası vardır. Her nevi dikkat<br />

kendine mahsus bir duruş, bir bakış, bir vaziyet alış ister.<br />

Şu halde her hava, her oda, her sandalye, her oturuş her<br />

nevi dikkate, her nevi tefekküre müsayit değildir... Dikkat<br />

eden zekâlar gibi dikkat ettiren, zamanlar, mekânlar<br />

vardır... Fransız içtimaiyatçısı Durkhei'mm "Annee sociologitjue,,,<br />

teki bazı neşriyatı da beni bu meselede çoktenvir<br />

etmiştir: Durkheim evvelâ içtimaiyatın içtimaî morfoloji<br />

içinde mütalâa etmek istediği evleri bilâhara içtimaiyatın<br />

teknoloji kısmına sokmuştur. Çünkü Durkheim'a göre<br />

evler, içinde yaşiyan ve ayile denilen zümrevî hayatın kaparıdır.<br />

Evlerin cesameti, taksimatı, vaziyeti... hep bu<br />

ayilenin içtimaî tabiyetine göre bir türlüdür. Binaenaley ne<br />

kadar ayile enmuzeci varsa o kadar ev enmuzeci bulunması<br />

tabiîdir. Niçin Çünkü evler hakikî hayat şartlarından<br />

zaman ve mekân münasibetlerinden hariç mücerret bir<br />

fikrin mahsulü değil, ayilenin hakikî hayatiyle, ihtiyaçlariyle


— 161 —<br />

birlikte teşekkül ve tahavvül eden içtimaî aletlerdir. Ayile<br />

ile evin bu tarihî münasibetine bakıp hükmedliebilir ki<br />

bir ayile ancak kendisine lâyık olan kabı bulduğu zaman<br />

tabiî hayata mazhar olabilecektir. Ev hakkındaki bu mülâhaza<br />

bütün mekteplere, bütün atelyelere, hatta şehir denilen<br />

içtimaî vahdetlere bile teşmil edilebilir. Bu fikirler<br />

ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin nazarî sadesine münhasır<br />

kalmamıştır. Bu ilimleri tatbike çalışan pedagoji sahesinde<br />

de rasgeliyoruz: Gençliğin ancak açık havada ve kır<br />

muhitinde terbiye edilebileceğini iddia eden "New-School M<br />

-<br />

ler, " Ecole Nouvell' „ ler mektep terbiyesiyle mektep kabının<br />

tesanüdünü başka bir dille iylân eden teşebbüslerdir.<br />

Froebel'in meşhur terbiye vasıtalarından farklı bir terbiye<br />

tarzı icat ettiğini anlatan italyan terbiyecisi Montessori<br />

her şeyden ziyade mektep sıralarına itiraz ediyor ve<br />

eseriyle onları yıkıyor. Nereye gidilse, hangi ilme sorulsa<br />

hayatlar ile onların maddî zarfları arasında sıkı bir münasibetin,<br />

hakikî bir tesanıdün bulunduğunu iddia edenlere<br />

rasgeliyoruz. Esasen bu mesele hissi selimin inkâr edebileceği<br />

bir müphemlik mi taşıyor. Hayır. O halde niçin<br />

binalara, konforlara, ve güzelliklere itiraz ediyoruz!. Çünkü<br />

" ruh „ hakkında müspet olmıyan, ilmî olmayan bir kıymet<br />

hükmünü bilmiyerek taşıyoruz. Ruh hayatını anlayışımız<br />

ne müspet bir ruhiyatçının, ne müspet bir içtimaiyatçının,<br />

nede müspet bir terbiyecinin anlayışıdır. Bu anlayış Orta<br />

Zaman sofusunun esrarengiz ve miskin telâkkisidir... Eğer<br />

telâkkimiz hakikî ve canlı bir telâkki olsaydı, onun hürriyeti<br />

ve ouun sayrureti için hiç bir maddeyi, hiç bir vasıtayı<br />

tahkir etmezdik ... " Biz madde istemiyoruz, mana<br />

istiyoruz; şekil istemiyoruz cevher isteyoruz, sus istemiyoruz<br />

tahsil isteyoruz...„ diyenler ya ne söylediklerini<br />

bilmiyorlar, yahut söylediklerini ispat edemiyecek kadar<br />

fena biliyorlar... Türkiye bir inkılâp yapmış, yeni bir ruh<br />

kazanmıştır. Mutlaka yeni bir zarf, yeni bir kalıp ister.<br />

11


Yeni Türkiye için yeni bir mektep binası ister. Türk<br />

ayilesi yeni kıymetler kazanmıştır- Bu yeni kazançlarını<br />

muhafaza için yeni bir zarfa muhtaçtır. Ey mefkûreciler...<br />

Mefkureyi istediğiniz kadar takdis ediniz, haktır ve hakkınızdır.<br />

Fakat maddeyi istihkar etmeyiniz. Hususiyle öyle<br />

bir madde ki ruhun kabı ve kalıplanmışıdır. Onsuz mefkureler<br />

cisimlenemez...<br />

Demir yollan<br />

Taşa, demire ayit her teşebbüsü maddî biliyoruz. Nüfusa,<br />

nüfusun çoğalmasına ayit her işi yalnız sıhhî bir alâka ile<br />

takip ediyoruz. Konforu, medenî bir hodbinlik zannediyoruz,<br />

her konforu da lüks addediyoruz, her lüksü israf olarak<br />

kabul ediyoruz!.. Korkuyorum ki bu kıymet hükümlerimizin<br />

altında zuhdî bir hassasiyetin menfi vicdanı gizli kalmış<br />

olmasın... Türkiye Başvekilinin demir yolu siyasetini<br />

herkes bilir. Bu demir yolu örgüsünü sırf iktisadî bir eser<br />

zannedenler aldanıyorlar...<br />

Her demir parçasını "arzu talep,, ile münasibetli bir madde<br />

zannetmek için cemiyetin maneviyat hayatı, cemiyetin<br />

maneviyat tekâmülü hakkında fikir sahibi olmamak lâzım<br />

gelir. Içtimayatçi Durkheim'a nazaran içtimaî hâdiselerin<br />

bir temeli, bir menşei vardır. O içtimaî morfolojidir. İçtimaî<br />

tmorfoloji cemiyet bünyesinin teşekül tarzını gösterir. Cemiyeti<br />

teşkil eden fertlerin sayısı ne kadardır Az mı, çok<br />

mu Çokluk müsavi şartlar içinde içtimaî tekamül için bir<br />

hayır, müsaadedir.. Azlık mı Yine müsavi şartlar içinde<br />

bu müsayit bir vaziyet değildir.<br />

Fakat aralarında kâfi, bir yapışma, kaynaşma olamıyan<br />

çokluk neye yarar Bir cemiyet olmak için lüzumu kadar<br />

benzeme lâzımdir. Bu benzeyişe isterseniz hars diyebilirsi-


— 163 —<br />

niz. Şu halde yalnız çokluk değil, çokluğu vücude getiren<br />

cüzlerin meselâ lisan gibi maneviyat çimentolariyle yapışmaları<br />

da lâzımdır. Şimdi bu birlik vücude geldikten sonra<br />

cemiyet için uzviyetleşmek, mükemmelleşmek pek mümkündür.<br />

Böyle bir kitlenin içinde hususi istidatlar çıkar<br />

hususî meslekler, ihtisas işleri vücut bulur. Cemiyetin<br />

bünyesi incelir, kuvvetlenir, uyanık bir hâle gelir. Böyle<br />

bir netice hasıl olmak için fertle fert arasında, hele zümre<br />

ile zümre arasındaki mesafe darahnalıdır. Fertler bir<br />

vücudun parçaları olduklarını duyabilmelidirler. Halbuki<br />

dağlr, kayalar, uzun mesafeler, buna hep manidir. O halde<br />

tek çare... ferler ve meslek zümreleri arasındaki mesafeyi<br />

azaltmak. Bunn en makul vasıtaları şüphesiz ki vapurlar,<br />

şimendiferler, tayyarelerdir. Öyle ise şimendiferler cemiyetin<br />

hareketleri, cemiyetin tekamülü noktasından bakılırsa<br />

âdeta manevî neticeler kazandıran vasıtalardır.<br />

Bazı kimseler en hasis bir ticaret adamı gibi soruyorlar.<br />

" Otuz bukadar senedir, oraya şimendifer işliyor, iktisâdı<br />

hayattmda ne değişiklik olmuş! Milletin parsına yazık<br />

değiltni!,,. Fakat haksızlık ediyorlar, çünkü bu kimseler şimenferlerin<br />

sırf iktisadî tesirlerini ölçüyorlar. Fakat şimendiferler<br />

vasıtasıyla açılan firkirleri, tazelenen emelleri, büsbütün<br />

yeniieşen bir milletin ruhunu, yaşamak idaresini<br />

düşünmüyorlar. Ben şimendiferlerin türk harsinde, türk<br />

inkılâbında, türk istiklâlinde en birinci, en büyük tekâmül<br />

amili olduğuna kanaat ediyorum.<br />

Evkaf meselesi<br />

Evkaf meselesi hakkında Yunus Nadi Beyin " Cumhuriyet<br />

„' te çıkan makalesini okudum. Bu makale vakıf<br />

işleri hakkında millet meclisindeki ilk haleti ruhiyeyl ve<br />

bir baş vekilin vakıf meselesini derhal halledivermek için


— 164 —<br />

vaziyeti pek müsayit bulmasına rağmen gene ihtiyata riayetle:<br />

meseleyi ilmî surette tetkik etmek ve kâfi derecede mücehhez,<br />

olmak arzusunu göstermesi itibariyle son derece şayanı<br />

dikkattir. Son günlerde Türkiye Baş Vekilinin vakıf teşkilâtı<br />

için İsviçre'de tetkikler yapılmasını arzu ettiğini gene<br />

gazetede okudum. Bundan üç sene evvel " Akşam „' da<br />

neşrettiğim bir makalede bu işin her türlü enfüsî telâkkilerden<br />

azade bir surette, sırf içtimaî bir nazarla tetkik<br />

edilmesi lüzumunda İsrar etmiştim. Bizi bu hususta en çok:<br />

tenvir edebilecek olan misaller diğer muasır memleketlerdeki<br />

vakıfların muasır teşkilâtıdır. Bu memleketlerde yapılacak<br />

olan ilmî tetkikler, vakıf teşkilâtını asrîleştirmek için<br />

kâfidir. Bu sırada bizde vakfa ayit bazı müşahede ve mülâhazalarımı<br />

burada tespit etmeyi fayideli görüyorum.<br />

Türkiye'de vakıf, millî servetin el'an mühim bir kısmım<br />

teşkil ediyor. Yalnız İstanbul'da on üç bin vakıf vardır: Camiler,,<br />

çeşmeler, sebiller, muvakkithaneler, medreseler, kütüphaneler,<br />

hastahaneler, tımarhaneler, köprüler, kabristanlar,,<br />

imaretler, hamamlar, hanlar, mektepler, yetimhaneler.. Bunlar<br />

yalnız maddî kıymeti hayiz olan eserler değil, çok defa<br />

mimarlık, hattatlık, tezyin sanati, işçilik itibariyle de büyük<br />

manası olan eserlerdir. Maddeleri itibariyle değilse bile<br />

sanatleri itibariyle muhafazalarında millî menfatlar vardır.<br />

Bu servetin bir kısmı da vakıf teşkilâtının asrîleşmemesi:<br />

yüzünden mahvolmuştur. Böylece kaybolan cami, türbe,,<br />

kabristan arsaları, kitabeler, kütüphaneler, zinet eşyasının<br />

yerleri belli değildir. Teşkilâtsızlık yüzünden bir müddet:<br />

sonra geriye kalanlarında çoğu mahvolacaktır.<br />

İcareyi vahideli akaretlerin vaziyetleri yeni hukuk telâkkileriyle<br />

hemahenk surette ve bir defaya mahsus olmak<br />

üzere tespit edilmelidir. Vakfa ayit olup ta bu gün için ne<br />

maddeten ne de manen kabili istifade olmıyan bina, arsa.<br />

gibi şeyler satılıp vâkıfın meşru maksatlarına muvafık şekilde<br />

işletilmeli ve sarfedilmelidir. Sıhhat, ilim, alhâk, veya hayır


- 165 -<br />

ımaksatlariyle vücude getirilen ufak vakıfların nemaları ve<br />

varidatı cem ve teksif edilerek halk mektebleri.darülrfününlar,<br />

iş odaları, kütüphaneler, müzeler., gibi içtimaî hayatın inkişafına<br />

toptan hizmet edebilecek büyük tesisler vücude getirilmelidir.<br />

Vakfiarda her sene bir derece daha artacak olan<br />

millî servetin bir kısmı da cami, çeşme, sebil., gibi türk sanatinin<br />

güzel eserlerini mütemadiyen muhafaza ve tamiri için de<br />

sarf edilmeli, bu suretle şimdiye kadar bir türlü halli çaresi<br />

bulunamıyan eski ve güzel eserlerin muhafazas emri devlet<br />

bütçesine yük olmadan temin edilebilmelidir.<br />

Fakat her şeyden evvel mühim olan şey vakıf denilen<br />

tesisatın medenî ve asrî şekli hakkında sarih ve müspet bir<br />

fikir elde etmemizdir. Bu fikri kazandıktan sonra vakıf teşkilâtına<br />

müstayit ve lâyık olduğu içtimaî mahiyeti vermeliyiz.<br />

Ve Türkiye'de meselâ yetimlerin, Darülfünun talebesinin<br />

tahsili için servetini, kütüphanesini, malini vakfetmek istiyen<br />

insanların cesaretini kırmamahyız. Vakıf teşkilâtı böyle asrî<br />

bir hüviyet kazandıktan sonra bir vâkfın hayır için terkettiği<br />

servet sahipsizde olsa maksadına hizmet etmek hürriyetini<br />

dayima bulacak ve ona şu fert veya bu idare tarafından<br />

tecavüz edilmiyecektir.<br />

Halef selefi niçin takip etmiyor<br />

Dün münevver bir zatle görüşüyordm. Türklerin imar<br />

ve temdin işlerindeki bir noksanını işaret etti. Dedi ki:<br />

Bizde bir kusur var, halef selefini beğenmez, gelen gidenin<br />

eserini bozar. Halbuki bu hâl diğer memleketlerde yoktur.<br />

Her iş umumî bir mahiyet ve çehre gösterir, dayima bir<br />

program takip edilir. Prograrosızhk belediye, maarif, iktisat<br />

işlerinde bize en çok zarar veren en büyük eksikliktir.<br />

Arkadaşımın pek makul görünen bu sözleri üzerinde bir


lâhza duralım. Esasen bu tarzda yapılan itirazlar düşünen;<br />

Türklerden bir çoğunun fikri değilmidir. Hepimiz sırası<br />

geldikçe programsızlıktan şikâyet etmiyor miyiz- Fakat<br />

bu programdan ne anlamak lâzımdır Program fikri her<br />

hangi halef tarafından gelişi güzel tespit edilmiş bir karar<br />

mı ifade ediyor<br />

Eğer böyle ise, böyle bir programın büyük meziyeti<br />

daha evvel tespit edilmiş olmaktan ibaret kalacaktır! Bu,,<br />

devlet veya şehir işlerinde dayıma muta ve makbul olmak<br />

kuvvetini temin edebilir mi .. Benim kanaatimce halefin<br />

selefi tekzip etmemesinin en büyük sebebi halef tarafından<br />

vücude getirilen projenin nefsülemre, tabiati eşvaya<br />

mutabık ve muvaffık olmasıdır. Başka memleketlerin işlerinde<br />

gördüğümüz istikrar ve tekâmül hep bu tabiîlik<br />

hassasının neticesinden başka bir şey değildir. O halde<br />

selefini takip etmenin ilk şartı mütekaddim teşebbüslerdeki<br />

bu tabiîlik ve afakîliktir. Meselâ gelen şehiremîninin<br />

giden şehiremininin işini beğenmemesinin ve izini<br />

takip etmemesinin asıl sebebi budur. Türkiye'nin teşebbüslerine<br />

bu tabiîlik ve hakikilik hassalarını vermek için hüsnü<br />

niyetin her işte olduğu gibi bir şart olduğunu biliyorum.<br />

Fakat teknik işlerde bu niyet hiçte kâfi değildir. Mühim<br />

mesele " tabiîlik „ hassasını temin edecek olan ihtisastır.<br />

Yani bir işi hususî surette bütün tafsilâtiyle bilmelidir.<br />

Şu halde halefin selefini takip etmemesinin sebebini<br />

işlerin bidayette ihtisas eliyle yapılmamış olmasına irca<br />

edebiliriz. Fakat ihtisas şartı kâfimi.. Denilecek ki: Nefsülemre<br />

ve tabiati eşyaya muvaffık bir projenin zamanla<br />

tahakkuk ve tekâmül etmemesinde şahsî garezlerin, ferdî<br />

istirkaplarm müdahalesi olamaz mı. Olur. Fakat ilk şart<br />

temin edildikten sonra bunun o kadar tehlikesi kalmaz.<br />

Çünkü bir kere mütehassıs mütehassısı tekzip etmez, hakikî<br />

irfanda tesanüt vardır, tenafür ve tenakür yoktur.<br />

İlmin ve sanatin düşmanı olanlar yalnız yarı ilimlilerdir,.


Birde mütehassıs kendi kudretini göstermek için muvaffak<br />

olmuş bir eseri yıkmiya muhtaç değildir. Şahsî kudretini<br />

eserin tekâmülü yolunda da gösterebilir.<br />

Binaenaleyh " Türkiye'de halef selefi takip etmiyor,<br />

çünkü gelen gideni beğenmemek zafına müptelâdır...„ şeklindeki<br />

müşahede ve izah tamamiyle doğru değildir. Hakikî<br />

dert işlerde ancak bir mütehassıs elinden çıkan işlerde<br />

bulunan devam kabiliyetinin bulunmaması veya az olmasıdır.<br />

Binaenaleyh iymar ve temdin işlerinde hakikî bir imti--<br />

madm, tabiî bir tekâmülün tecellisini arzu ettiğimiz dakikada<br />

ihtisas noktasına dikkat etmek zarurîdir. Bence Türkiye'nin<br />

bu meseleyi kalletmesi için evvel emirde şu noktaları<br />

halletmesi lâzımdır.<br />

1 — " İhtisas „ mefhumu ne derece geniş bir mefhumdur<br />

Bu mefhum yalnız erkânı harplik, şifendifercilik,<br />

kimyakerlik gibi meşhur ihtisasları mı ihtiva ediyor Belediyecilik,<br />

müfettişlik, gibi sade hissi selim ve gayretle<br />

olabilir zannedilen meşgaleler de ihtisas sahesi midir ..<br />

2 — Fransa'da, İngiltere'de,Almanya'da meselâ şehirlerin,<br />

yahut kalem odalarının hüsnü idaresine, iktisadiyatına ayit<br />

ne gibi düsturlar vardır ki tabiati eşyaya muvafık olmaları<br />

sebebiyle âdeta beynelmilel bir mahiyet almıştır Gene meselâ<br />

insanlar İstanbul gibi büyük bir şehrin imar ve tanziminde<br />

ne gibi esaslar keşfedebilmişlerdir ..<br />

3 — Avrupa'yı görmek, Avrupa'da seyahat etmek, Avrupa'da<br />

birkaç gün veya birkaç sene kalmak Avrupa'yı anlamak<br />

için kâfi değildir. Gerçi bunlar tabiatiyle teşekkül,<br />

tekemmül etmiş olan müessiselerin en ziyade hali hazırına<br />

ve istikballerine ayit olan temayüllerini gösterebilir. Fakat<br />

imar ve teceddüt siyasetini teşkil edecek olan mücerret fikirler»<br />

mülâhaza ve muhakemeler bu görgülerle elde edilemez.<br />

Onun için Avrupa Türklerin mütefekkirleri tarafından tetkik<br />

ve tefekkür edilmedikçe Türkiye için model vazifesini göreceğini<br />

zannetmemelidir.


— 168 — .<br />

4 — Şu taktirce Avrupa'nın ihtisaslarından istifade<br />

etmek için alelade çok adam mı göndermeli, yoksa mahdut<br />

fakat mütefekkir zümreden ve yaratıcı bir kudreti taşıyan<br />

mahdut insanlar mı göndermelidir ..<br />

Türkçenin kuvvetini bilelim<br />

Türkçeyi düşünenler arasında türkçenin kendine kâfi<br />

gelmediğini, türkçenin arapçaya, acemceye muhtaç olduğunu<br />

söyliyenler vardır. Fakat bu muhtaç oluş kelimeler<br />

itibariyle midir, yoksa terkipler, itibariyle midir Bunu pek<br />

tasrih otmiyorlar. Her halde bu sınıfın içinde türkçenin<br />

arapçadan, acemceden terkipler almak suretiyle zenkinleşmek<br />

ihtiyacında olduğunu iddia edenler vardır. Sade veya<br />

süslü fakat dayima samimî bir türkçe istediğimiz zaman<br />

bize türkçenin bu günkü hâlini gösteriyorla ve " Bakınız,<br />

şu veya bu terkibi bu türkçe ile nasıl ifade edelim!,, diyorlar...<br />

Ben eski edebiyat adamları arasında firenkçeden ter"<br />

cüme ettikleri metin için: "Terkipleri türkçe kayidesi üzerine<br />

yaptım. Gerçi bunun güzel olduğuna kanatim yoktur. Fakat<br />

ne çare ki şimdi hu moddır!..,, diyenlere rastgeldim ve kanaatlerine<br />

şahit oldum... Hiç hayret etmiyorum. Bu dava<br />

kıyamete kadar sürebilir. Çünkü bir dava gibi ikame edildikçe,<br />

ve iki tarafın biri birini anlamak için müşterek bir<br />

dili olmadıktan sonra!.., Fakat mantık kavgalarını, fikir<br />

güreşlerini beklemeksizin değişen bir hakikat vardır, o da<br />

türkçenin kendisidir. Bu değişme bir emri vaki midir değil<br />

midir Evvelâ buna cevap vermek lâzımdır. " Bir emri<br />

vakidir!. „ diyecekler. O halde her şeyden evvel tarihî bir<br />

müşahedeye lüzum vardır. Türkçe türk cemiyetinin hareketi<br />

nisbetinde, türkçeyi kullanan ve yaşıyanların birleşmesi,<br />

kaynaşması ve meslek zümrelerine ayrılması nispetinde bizim


— 169 -<br />

arzu ettiğimiz ve " tabiati eşya „ ya uygun dediğimiz seyri<br />

takip ediyor mu. Ediyorsa tekâmülün yolu üzerindeyiz.<br />

Etmiyorsa muarızlar haklıdır...<br />

Tabiî, salim bir tekâmülün vücudunu ispat edecek<br />

elimizde akıl tarafından verilmiş başka bir vasıta yoktur.<br />

Binaenaleyh tabiî türkçenin aleyhtarları için hasımlariyle<br />

mücadeleden evvel kabul edilecek olan nokta ilmin bitaraf<br />

noktayı nazarından başka bir şey olamaz. Her şeyde olduğu<br />

gibi türkçe bahsind de hisler karıştıkça ve noktayı nazarlar<br />

indî kaldıkça bu meselenin fikir sahesinde halline imkân<br />

yoktur. Fakat mademki her ne olursa olsun tekâmül eden<br />

bir türkçe vardır. İlim adamlarının vazifesi onun seyrini<br />

sadece tespit etmek, tekâmülün istikametini görebilir bir<br />

hale getirmek, ve şayet mümkünse bu tekâmülün tabiatinden<br />

doğan muayyen kayideleri de tespit etmek, bu suretle<br />

tekâmülü kolaylaştırmak için o kaiydelerden istifade etmektir.<br />

İşte merhum Ziya Gök Alp'in türkçülük esaslarında mevzuubahs<br />

ettiği lisanların tekâmülüne ayit umumî zaruret kanunları<br />

bu nevidendir. Gök Alp'tan evvel ve sonra bizim fikir<br />

âlemimizde ilim namına bu neviden müspet ve kat'i iddialar<br />

-dermiyan eden zatlere rasgelinmedi. Ancak davanın mevzuu<br />

bu günkü türkçe olduğundan tetkikatı müşahhas olarak<br />

onun üzerinde yapmak lâzım gelecektir. Türkçeyi ilim<br />

gözüyle kovalıyarak yalnız lisanın sadelik hamlelerini değil,<br />

türkçenin en tabiî mantığını keşfedebiliriz. Arkadaşım,<br />

Darülfünun müderrislerinden Halil Nimetullah Beyin "Müşahedeye<br />

doğru» serlevhasiyle " Millî Mecmua „ nüshalarında<br />

neşrettiği makaleler bu arzuyu tahakkuk ettirebilecek<br />

tabiatte yazılardır. Gene tabiî türkçenin muarızları haksız<br />

olarak diyorlar ki " Bu iddialarnizın meydana getirdiği güzel<br />

türkçe nerededir !„ Fakat iki şeyi biri birine karıştırmamak<br />

lâzımdır. Fikir adamının davası hiç bir zaman duygu<br />

adamının ilhamı yerine geçemez. Alim, bir sanatkâr değildir.<br />

O halde alime ve ilme ne lüzum var, güzelliğin icadı ve


— 170 —<br />

tasarrufu sanatkâra ayit olduktan sonra!.. „ îtim adamına:<br />

şu itibarla lüzum var ki her yeni zevkin ve yeni güzelliğin,<br />

telâkkisine tekaddüm eden maddî ve mantıkî neviden ibaret<br />

kalan ihtilâlci hareketler vardır. Bu günkü türkçe güzel<br />

türkçe inkılâbından evvel doğru, salim, tabiî türkçe inkılâbına<br />

muhtaçtır. Her şeyden evvel türkçenini harimine giren:<br />

ecnebi elleri, ecnebi zekleri kovmak, Montaigne, Rabelais,<br />

Descartes ve Jean-Jactlues Rousseau'nun yaptığı gibi, evvelâ<br />

tarlayı temizlemek lâzımdır. Ondan sonra hür sanatkârların,<br />

yaratıcı muhayyilesiyle istenmelidir. İlim sanat yerine geçmeyi<br />

iddia ettiği zaman dalâlettedir. Fakat sanatte ilmin,,<br />

mantığın, geçi maddî ve haricî, fakat her halde hazırlayıcı<br />

rolünü yapabilir deyince inanmamahdır. Bu münasibetle<br />

" Halka doğru gitmek „ düsturunu hatırlatmak isterim.<br />

Bunu sanatkârın ilhamı şeklinde telâkki etmek ilhamı verenle<br />

alan hakkında gayet kaba bir hayal sahibi olmaktır. Bu<br />

düsturlakast edilen fikir, sanatkârın cismanî hareketi değildir.<br />

Burada kastedilen mana, sanatkârın derunî enesine, samimî<br />

ruhuna kavuşmasıdır.<br />

Mefkure ile mevhume<br />

Bir arkadaşım ideal yahut mefkure, vuslatı mümkün<br />

olmıyan bir fikirdir, diyor. Ben de soruyorum ki o halde<br />

nasıl oluyorda akıllı bir adam mefkûreci oluyor!. Eğer<br />

mefkure yanına yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise<br />

bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil<br />

midir. Hayır, mefkureler, mevhumeler değildir. Mefkureler<br />

tahakkuk edebilecek, olan şeylerdir. Mefkureler vehimden,<br />

hayalden kopup uçuşan renkler, şekiller değildir. Zaten mevcut<br />

ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır<br />

Binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsyait şartlarla tahakkuk<br />

edeceklerdir.


— 171 -<br />

Mefkurenin koku hakikatte, çiçekleri ve meyvalam<br />

istikbaldedir. Mefkure ne bu gün için ne yarın için bir<br />

yalan değildir. Şu halde mefkure ile mevhumeyi ayırmak<br />

lâzım geliyor. İlim adamının vazifesi bu iki şeyi ayırmak<br />

olduğu gibi, devlet ve siyaset adamının vazifesi de bu iki<br />

şeyi karıştırmamaktır. Hatırımda kalan doğru ise Durkheim<br />

içtimaiyat usullerine dayjr yazdığı kitabın bir tarafında<br />

şöyle diyordu: Devlet adamının vazifesi cemiyeti bir<br />

mevhumeye doğru koşturmak değildir, cemiyetin mefkuresine<br />

yaklaştırmaktır.. Onun için nüfusumuzun, servetimizin<br />

artması hakkındaki gelişi güzel, hesapsız, muhakemesiz<br />

surette atıp tutan, vadeden insanlara hayretle bakıyorum.<br />

Bu adamlar hakikaten sözlerinde ve fikirlerinde samimî<br />

insanlar mıdır, diyorum. Eğer ilmî tetkikler yalan söylemiyorsa<br />

bir memleketin nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti,<br />

beynelmilel münasibetleri, muharebeleri, mücadeleleri,<br />

fikrî seviyesi arasında uzvî münasibetler vardır. Bunlar<br />

arzunun ve iradenin birden bire halledebileceği şeyler değildir.<br />

Bunlar ancak eşyanın tabiatine ve müsaadesine<br />

göre hüküm ve muhakeme edilebilecek şeylerdir. Onun<br />

için "Biz on seneye kadar Amerika'yı bile geçeceğiz!,, diyen<br />

bir adamın iddiasına şaşmamak kabil değildir. Bizzat<br />

Amerika'nın kendi kendini geçmek için sarfettiği kudretin<br />

zaman ve mekânla mukayyet fizikî ve içtimaî kudretlerden<br />

ibaret olduğunu unutmamalıdır. Fakat bu mevhumecilerin<br />

iddiası ne olursa olsun her cemiyet, her millet için vasıl<br />

olunması mümkün ve ihtiyarî olan mefkûrevî gayeler<br />

vardır. Bunları iyice görüp te bunlara doğru ilerlemek kadar<br />

bir cemiyet hesabına afif ve meşru bir haraket ne<br />

olabilir.. Ancak bu gayeleri bize gösterecek olan bitaraf<br />

el, ilmin elidir.<br />

İçtimaî ve iktisadî cografiyası tetkik edilmeden, bir sene<br />

zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hamulesi hesap<br />

edilmeden, nüfusunun tezayüt veya tenakusu sebebleri ya-


kalanmadan cemiyet için bu hedefleri müspete yakın bir<br />

surette işaret etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti<br />

her şeyden evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir<br />

millettir. Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin<br />

iddialarına değil, samim îmefkûrecilerinin itikadıne kendisini<br />

bağlamahdır. Her şeyde olduğu gibi terakki mezhebinde de<br />

samimiyet esas şarttır.<br />

içtihat hakkı<br />

Soruyorum:<br />

— Niçin garp medeniyeti haricinde bir medeniyetin<br />

hakikî bir medeniyet olduğuna kanisiniz...<br />

Cavap veriyor:<br />

— Bu benim içtihadımdır.<br />

Gene soruyorum:<br />

— Niçin eski ev kadınının hayatı daha ahlâkî ve daha<br />

mesut olduğuna kanisiniz..<br />

— Çünkü bu benim içtihadımdır.<br />

Şimdi düşünüyorum: İçtihad bir hak mıdır.. Her vatandaş<br />

içtihat hakkını taşır mı.. Şüphesiz. Fakat maziperestlik,<br />

irtica, iğtişaş lehinde bile, böyle başı boş bir zekâ ile içtihat<br />

edilemez mi! Şu halde içtihat fikrine bir gem vurmak,<br />

içtihat fiilini bir dayire içine almak lâzım geliyor. Bir kere<br />

içtihat mevzuu olmiyan hakikatleri düşünelin. Bunlar riyazi<br />

ve maddî ilimlerin mevzuudur. Hiç kimse "iki kere iki beş<br />

eder, çünkü bu benin içtihadımdır!,, diyemez. Ve hiç kimse<br />

" Sukut kanununu bu kanununu benim içtihadıma zit,<br />

diye tekzip edemez. Gene hiç kimse arazı müspet, tedavi<br />

usulü müspet bir hastalığın tebabetine itiraz edemez. Çünkü<br />

burada içtihada mevzu olacak bir keyfiyet yoktur. Bunlar<br />

maddî, müspet, afakî tecrübelerimizin mahsulü olan hakikat


- 173 -<br />

fikirleridir. Fakat iş ruh ve maneviyat sahesine, cemiyete,,<br />

dine, ahlâka, sanata, lisana karışınca herkes müçtehit kesiliyor.<br />

Burada doğru eğri, eyi kötü, güzel çirkin fikirleri şahsî<br />

fikirler, içtihat mevzuları gibi tecelli ediyor. Neden.. Çünkü<br />

herkes bu bahislerin keyfî ve şahsî bahisler olduğuna kani<br />

gibidir... Fakat dikkatimizi teksif edelim. Bu dikkati içtimaiyat<br />

tetkiklerinin vasıl olduğu mahdut, mütevazı fakat<br />

kuvvetli kanaatlere tevcih edelim. Ne göreceğiz Hürriyet*<br />

müsavat, demokrasi, iş bölümü, ihtisas, kadının bir meslek<br />

sahibi olması fikirleri içtihat fikirleri, mezhep fikirleri, şahsf<br />

telâkkiler değil, tegaddi, teneffüs, hayat, ölüm, tekâmül<br />

gibi doğrudan doğruya tabiî ve afakî fikirlerdir. Bu gün<br />

ilmî bir tahsil görmüş olan cemiyet adamı içtimaî tekâmülün<br />

eseri olan bu tecellileri garipsemez, onların doğru, yanlış,<br />

eyi kötü, yahut güzel çirkin olduğunu münakaşa etmez.<br />

Tekâmülü tekâmül olduğu için kabul eder. Tabiat ilimlerinin<br />

telâkkisi, müspet hâdiseler sahesinde itikat unsurunu kaldırdığı<br />

gibi içtimaî ilimlerin tarakisi de içtimaî hayat meselelerinde<br />

içtihadın müdahalesini kaldırmaktadır. İçtihat<br />

melekesi müspet muhakemenin halledeceği işlere karışamaz.<br />

İçtihat, o da müspet hakikatlere dayanmak şartiyle, ancak<br />

akim müspet bir surette karar vermediği vakitlerde çalışır.<br />

Netice şudur ki garp medeniyeti hiçbir ilmin ve hiçbir alimin<br />

tenkit veya muaheze edemiyeceği bir hakikat olduğundan<br />

onun naklinde şahsî fikirler müdahele edemez.<br />

Türkçenin zenginliği<br />

Geçenlerde Maarif Vekâleti Vekili bulunan İsmet Paşa<br />

Hazretlerinin kendi riyasetlerinde toplanan İlmî İstılahlar<br />

Komisyonunun ilk celsesinde söyledikleri nutkun suretini<br />

gazetelerde okuduğum zaman bir sürpriz karşısında bulu-


_ 174 -<br />

nan insan gibi şaşalamıştım Fakat benim bu şaşalamam<br />

bazı kimselerde olduğu gibi kullanılmamış ve hiç bir yeni<br />

yazıda yer tutmamış olan türkçe kelimelerin verdiği sade bir<br />

hayretten ibaret değildi. Ben de ismet Paşa Hazretlerinin<br />

bir lisancı, yahut bir lisan inkılâpçısı olmadıklarını biliyordum.<br />

Ve kendi kanaatimce tarihî bir kıymeti olan nutuklarının<br />

bir örnek olarak söylenilmediğini tahmin ediyordum •<br />

Onun için bir müddet düşündüm: Beni şaşırtan, daha<br />

doğrusu sevindiren bu tesirin mahiyeti ne olabilir.. Yavaş<br />

yavaş anlıyordum, sebep şu idi: Bu nutuk alelade bir ütopist,<br />

bir mevhumeci tarafından ortıya atılmıyor, büyük ve<br />

temiz inkılâbımıza o kadar çok inanmış ve bu inkılâbın<br />

manzaralarını ve renklerini o kadar eyi işlemiş kudretli bir<br />

fen ve hayat kahramanı tarafından söyleniyordu.. Kelimeleri,<br />

menuslukları her ne olursa olsun, nutkun, gayet şiddetli,<br />

gayet feyizli bir aksisedasi olacaktı: Türkçe zengin<br />

bir lisandır. O bir hazînedir. Onu arayıp meydana çıkarmak<br />

lâzımdır. Siyasî bir velayetin türk lisan ve san'at<br />

adamları için açtığı yenilik hayatının kıymetini ancak evvelden<br />

beri çalışanlar bilebilir. Bundan yirmi sene evvel<br />

bütün yazılarımdan arap ve acem kayidelerine göre yapılan<br />

terkipleri atmıştım. O zaman arap harfleriyle yazılan türkçenin<br />

imlâsını da elimizden geldiği kadar sadeleştiriyorduk.<br />

Fakat bunları yalnız şahsî kanaatimizin dayiresine hapsetmiyorduk,<br />

Darülmuallimin talebesine de telkin etmiye çalışıyorduk.<br />

Bir gün bir makalemde "kadar,, kelimesini<br />

okunduğu gibi yazdığım ve "kader w<br />

şeklinde yazmadığım<br />

için şiddetli bir hücuma uğramıştım. Bu gün o telâkki<br />

devrinden çok uzaktayız. Türkçenin hür ve medenî bir<br />

milletin meramını ifade etmek kudretine kani olduğumuz<br />

içindir ki Darülfünun arkadaşlarımızdan üç zat ile birlikte<br />

türkçe bir felsefe kamusu vücude getirmeğe altı aydan<br />

beri çalışmaktayız. Türkçenin bir şiir lisanı olarak ne<br />

kabiliyette olduğunu selâhiyet sahibi olan san'atkârlara<br />

bırakıyorum.


- 175 -<br />

Tecrübelerimize göre türk lisanı en felsefî düşünceleri<br />

bir avrupa lisanı gibi vuzuh ve kuvvetle ifade edebilir.<br />

Şimdiye kadar bu asaletli lisan felsefeleşmemişse kabahat<br />

•onun değil, koullananlarındır.<br />

Zavallı dilsizler<br />

336 senesi Londra'da aptal, kör çocuklara mahsus<br />

•olan iptidaî mekteplerini ziyaret ediyorum. Elimde Maarif<br />

İdaresi tarafından verilmiş bir cetvel var, mekteplerin<br />

isimleri ve adresleri yazılı. Bu cetvelde ziyaret etmek üzere<br />

olduğum mektebin ismi hizasında " Deaf Sehool „ diye bir<br />

işaret gördüm, o zaman ingilizce pek az bildiğim için manasını<br />

anlayamadım. Kör, sağır, dilsiz., diye kelimeyi hayalimde<br />

tefsir edip duruyordum. Mektebin bulunduğu mahalle merkezi<br />

Londura'nımn kara, sisli manzarasına zıt, açık, yeşil, parlak<br />

ve neşeli idi. İki keçeli ufak, şık, boyalı, köşk tarzında<br />

evler.. Hemen hepsinin önünde ufak, vahşî bir bahçe var,<br />

hemen hepsinin kapıları, pancurlu nefti boyalı!.. Sokaklar<br />

inadına zikzak! Yanıltıcı ve gözleri eğlendirici bir perişanlıkla<br />

sağa sola dönüyor, daralıyor, genişliyordu...<br />

Nihayet mektebe vardım. Ağaçlar, çalılıklar ve çiçekler<br />

içinde nefti yeşil boyalı, ingilizkâri bir köşktü.. Burada<br />

bize göre mektebi, kışlayı hatırlatan bir şey yok! Çocuklar<br />

bahçede imiş. Baş muallim yanlarına götürdü. Bahçe dedikleri<br />

yer, şirin bir park. Çiçekler, ağaçlar, kuşlar, böcekler,<br />

çocuklar her şey, her şey, bütün canlı mahlûklar... Ta<br />

uzaklarda bir çocuk kümesi taplanmış, besbelli ders yapıyorlar<br />

.. Yaklaştık, hocaları aynı biçimde bir adam..<br />

Zayıf, uzun boylu, matruş bir İngiliz.. Çocuklar yazdılar yazdılar,<br />

hesap yaptılar, raksettiler, biri de tarihî bir manzume<br />

okudu. Nihayet en sevimlilerinden bir kaç kız hocanın<br />

teşvikiyle yanıma yaklaşdı. Gayet açık bir telâffuzla ve


— 176 —<br />

benim anhyabileceğim derecede sade bir ifade ile nereden»<br />

geldiğimi, nereye gideceğimi, İstanbul'u Türkleri sordular...<br />

Pek az bildiğim ingilizce ile yalan yanlış bunlara cevap<br />

vermeğe çabaladım.<br />

Bu açık hava mektebini terk ettikten sonra yolda baş;<br />

muallimin bir nokta hakkında nazarı dikkatini celbetmek<br />

istedim:<br />

— Affedersiniz efendim, dikkat ettim, çocukların ekserisi<br />

ingilizceyi pek güzel telâffuz ediyorlar! Fakat boğuk bir<br />

sesle!.. Bu neden !.<br />

— A Efendi, bilmiyor musunuz! Burası bir "deaf school w<br />

dur! Burada gördüğünüz bütün çocuklar anadan doğma sağırdırlar.<br />

Hatta hocaları bile lakırdı işitmez!.. Dilsizler konuşmayı<br />

öğrendikten sonra böyle kısık sesli adamlar gibi<br />

konuşurlar! Dilsizlerin dillilerden farkı budur...<br />

Bu derecesi inanılır şey değildi!.. Beni büsbütün bir<br />

merak aldı. Londra'da nekadar "deaf school,, varsa hepsini<br />

ziyaret ettim. Usulü tedrislerini tetkik ettim. Hakikat, eksik<br />

olan biçare dilsizlerin dili değil, dillilerin "dilsizlik hakkındaki<br />

fikri, malumatı„ idi!.. Dilsiz dediğimiz "sağır dilliler»<br />

" işiten dilliler „ gibi konuşmıya, lakırdı işitmiye değilse<br />

bile, "lakırdı görmiye,, ve lakırdı anlamiya mukatedrir oluyorlardı.<br />

Hem de en basit pedagoji kayidiyle: Ağız hareketlerine,<br />

seda mahreçlerine dikkat ettirerek... Bu basit görgüler<br />

hem hoşuma gidiyor hem de şarkta dili yoktur, diye<br />

konuşturulmıyan dilsizleri düşündürerek beni mahzun ediyordu.<br />

Nihayet İstanbul'a geldim. Bir gün Aksaray'dan aşağı<br />

doğru iniyordum. Ragip Paşa Kütüphanesinin önünden geçerken<br />

gözüme ilişti: Dilsiz Mektebi. Çok şey, dedim. Demek<br />

bir dilsiz mektebi varmış!.. Evet vardı. Hatta çocukken<br />

resimli gazetelerde resimlerini bile görürdük. Daiyma "Padişahım<br />

çok yaşa,, işaret eden vaziyette çıkarırlardı!!.. Ben<br />

de tabiatiyle bir kere bu mektebi ziyaret etmek merakı<br />

uyandı. Gittim. Burası eski hatıraları uyandıran ağır başlı


- 177 -<br />

tarihî bir yerdir. Havlıya girer girmez sağa dönülüyor. Mermer<br />

bir merdivenden yukarı çıkılıyor. Büyük ve loşca bir<br />

odaya giriliyor... Bu odada üç beş çocukla köşede ufak<br />

ve eski bir yazıhanenin başında oturmuş, orta yaşlı, kır sakallı<br />

bir zat vardı. Selâm vererek yanına yaklaştım. Adamcağız<br />

selâma mukabele etmediği gibi yerinden de kımıldamadı!<br />

Onda vakitsiz bir misafiri istiskalden ziyade, ziyarete hayret<br />

eden adam hali vardı!. Yanındaki sandalyeye oturdum ve<br />

dedim ki:<br />

— Dilsiz Mektebini ziyaret için geliyorum, müsaade<br />

ederseniz bir fikir alacağım.<br />

Yerinden kımıldamıyan adam gene mukabele etmedi.<br />

Bir kaç saniye geçtikten sonra başını pencereden tarafa<br />

çevirerek.<br />

— Of!..<br />

diye haykırdı ve titriyen sesiyle şu sözleride ilâve etti:<br />

— Yarabbi! bu ne hikmet ! Otuz senedir burasını<br />

bekliyorum... Meğer bu memlekette dilsiz mektebini görmek<br />

istiyen insanlar da varmış!. Hamdolsun, çok şükür yarabbi!.<br />

Derdii adamın hali bana çok dokundu. Artık mektebi<br />

tedrisatı, her şeyi bıraktım. Bu otuz senelik dilsizler<br />

babasını dinlemiye koyuldum. Dinledikçe ezildim, gençlik<br />

ve insanlık namına ezildim. Hele bir muallim olduğuma<br />

sıkıldım. Burası ihmal ve teseyyübün, cehlin, vukufsuzluğun<br />

dilsiz çocukları gömdüğü bir mezardı!.. Yarabbi!<br />

Otuz senedenberi belki hiç değişmemişti. Mektebin yegâne<br />

sekenesi olan bu beş çocuk halâ ellerini, gözlerini ve<br />

kaşlarını kımıldatıp duruyorlar!. Fakat bunu kim ayıphyabilirdi!<br />

Bakınız müdürün anlattığı vak'alar ne kadar<br />

canlı, ne kadar acıklı şeylerdi:<br />

— Ah Efendi oğlum! Soruyorsunuz ki dilsizler de tahsile<br />

heves var mıdır Neden olmasın! Ba*k şu çocuğa! İşte<br />

o, her gün buraya Eyip Sultan'dan gelir! Fakir, zavallı bir<br />

yetim! Bir ablası var. O da onun gibi fakir ! Her gün elin-<br />

12


- 178 -<br />

den tutar, ta evinden buraya kadar getirir, sonra gider,<br />

şu karşıki viranenin otları üzerinde oturur. Akşamlara kadar...<br />

Bak şimdi oradadır!..<br />

Kederli adam başını pencereden tarafa çevirdi. Teessrden<br />

yaşarmış gözleriyle dilsizin ablasını aramağa başladı.<br />

Artık dayanamadım, kalktım. Sersem ve perişan bir halde<br />

kütüphaneden çıktım, uzaklaştım.. O tarihten beri dilsizlere<br />

çok tesadüf etmedim. Ettimse de görmemezliğe geldim.<br />

Sanki bunlar benim cinayetimin kurbanı olmuş biçarelerdi!..<br />

O teessürü veriyorlardı. Şu dakikada ben dilsizleri yazarken<br />

elim titriyor! Bir gün dilsizlerden biri çıkıp ta bizi süründüren<br />

dillilerden bir intikam alalım, diye rasgele yakama<br />

sarılırlar diye korkuyorum!<br />

İşte Şehremini'nin "var mı M<br />

dediği dilsiz mektebi vardır.<br />

O işte budur. Yine Şehremini'nin "dilsizleri mi! Elimden<br />

gelse dillileri okuturum!,, derken düşündüğü "dilsizler»<br />

de onlardır! Şehremini'nin insanlık kafilesine seçtiği dilliler<br />

hep birden işte bizleriz!..<br />

Hiç kimseye düşmanlığım yoktur; ne Şehremini'ne,<br />

ne de Şehremanetine!. Ben "Dilsizler! Dilsizler!,, diye dilsizleri<br />

insanlık haricine çıkarken tasnifle yine dilsizleri<br />

tahsilden mahrum bırakan kalp mantığın düşmanıyım. İşte<br />

dillilerde bu kafa varken buna dilsiz ne yapsın


Çocuk


— 181 -<br />

Çocukları yaşatalım...<br />

"Akşam n<br />

t' nevvelki günkü nüshasında " üç sende yedi<br />

çocuk validesi „ diye bir fikra vardı: Bu fıkra bu gün ber<br />

hayat kalan evlât anası bir valideden bahsediyor; bu çocukların<br />

babası fakır bir muhacirdir, muhtacı muavenettir,<br />

hükümet ve memleket bunlara şefkatini göstermek mecburiyetindedir<br />

„ diyor. İstanbul'da bir ayile tanırım ki sekiz çocuk<br />

sahibidir. Cenabı Hak bu ayilenin çucuk nüfusunu yakında<br />

dokuza da baliğ edecektir diyorlar... Baba beş yüz kuruştan<br />

fazla maaşı olmıyan fakır bir müezzindir. Valide gene hiç<br />

varidatsız ve servetsiz zavallı bir kadındır. Baba her akşam<br />

için beş okka ekmek parası olan seksen üç kuruş otuz parayı<br />

kazanmak için ayrıca rençperlik ediyor. Bu ayileye ayit<br />

gayet hazin bir vakayı burada hikâye edebilir miyim<br />

Senelerce evvel, Milli Harekâtın henüz başlangıcında bulu<br />

nuyoruz. Bir gün bu valideye yanında dört beş çocuğu<br />

okluğu halde rasgeldim. Manzara çok samimî ve çok acıklı<br />

idi. Gayrı ihtiyari:<br />

— Hanım İnşallah Mustafa Kemal Paşa İstanbul'a<br />

gelir de senin çocuklarına nafaka bağlar, dedim. Kadın<br />

bu sözlerimi çok hissetti. Ve onlara benim zihnimdekinden<br />

fazla ehemmiyet verdi:<br />

— Ah, Byeim, Allah onun düşmanlarını kahretsin; ahllah<br />

Mustafa Kemalin ordularını muvaffak etsin; bütün bu<br />

yavrular onun emeline feda olsun... dedi. Hayat, mukadderat,<br />

büyük adamın iradesi... ne derseniz diyiniz; bu<br />

sekiz çocuk annesinin arzusunu yerine getirdi. Bundan<br />

üç ay evvel gene bu kadına rasgeldim. Gözleri gözlerimin<br />

içinde, çocuklarının nafakasını soruyordu... Hemen kendi<br />

ağzından bir istida yazdım. Bu istidayı Heyeti İlmiye içtimaına<br />

giderken Ankara'ya götürdüm. Aynı istidayı Darülfünun<br />

müderrislerinden maruf bir zat Muaveneti İçtimaiye


- 182 -<br />

Vekâletinde bulunan doktor Tevfik Rüştü Beye verdi ve<br />

tavsiyede bulundu Bu istidanın neticesi ne olduğunu henüz<br />

öğrenmedim.<br />

Daha bir vaka ki hatırası hayatımın en müellim dakikalariyie<br />

karışmıştır: Bundan dört sene evvelgünün birin de<br />

Çamlica'da bir kadın üç çocuk birden doğurdu. Valide için<br />

çocuklar için yer, yurt yoktu. Harap bir evin çerçevesi» ve<br />

camsız odasına sığınmışlardı. Tahta parçaları yakarak çocukları<br />

isıtmıya çalışıyorlardı. Biz bunu haber alıp imdada gidinciye<br />

kadar çocukların üçü de ölmüştü !..<br />

Bütün bunları sayıp döküp ferden ferda merhametsizliğimizi<br />

iddia edecek diğilim. Milletteki sefalet fertlerdeki<br />

hissizliğin bir neticesi olduğunu söylemek istemiyorum. "Bir<br />

batında üç çocuk!,, fıkrasını Akşam'a yazdığımve Allah'tan<br />

bu çocukları ısıtmak için kömür ve çıplak vücutelrini sarmak<br />

için kundak istediğim zaman zegnin, fakir, kadın, erkek<br />

bir çok Akşam karileri matbaaya hücum etmişler, üçüzlere<br />

hediye göndermişlerdi...<br />

Bu seri hassasiyet çocukların müdafaası, çocukların<br />

himayesi için milletimizin ruhunda ne sağlam bir merhamet<br />

kumaşı olduğunu ispat eder. Binaealeyh fakir çocuklar<br />

hakkında türk milletinin hissini, merhametini celbetmek<br />

için teşvike, tehyice de hacet yoktur. Bu şevk zaten mevcut<br />

ve bu heyecan kâfidir bile.. Çocuk müdafaası ve çocuk<br />

himayesinin nüfus ve iktisat noktasından kayidelerini,<br />

neticelerini ilâna ve ispata da muhtaç değiliz. Bu gün tenakusu<br />

nüfus ve tezyidi nüfus bahsinde ortiya konulan en<br />

basit hakikat şudur: Bir memleketin nüfusu doğurmıyan,<br />

ve doğurmak istemiyen kadınlarını zorlamakla değil, fakat<br />

tabiyetiyle doğan çocukları yaşatmakla artabilir.. Yine bu<br />

bahsin şayanı dikkat keşiflerinden biri de şudur: Nüfusun<br />

eksilmesi aleltlâk tevellüdatın azalmasından değil, çouk<br />

vefeyatimn artmasından ileri geliyor.. O halde bütün çocuk<br />

siyaseti yeni doğanları ve doğmuşları öldürmemek esbabını


- 183 —<br />

aramaktadır. Buna muktedir misiniz Değilseniz doğurmıyan,<br />

doğurmakta manevî bir zevk bulmıyan, çocuktan<br />

hoşlanmıyan anaları akılla, fikirle mantıkla, istatistikle zorlamakta<br />

bir fayide yoktur..<br />

Acaba çocukları ölümden, ölmekten ve öldürülmekten<br />

niçin kurtaramıyoruz! Bence bunun sebebi gayet basittir:<br />

Ferden ferda merhametli, hamiyetli, çocuk muhabbetlisi olmamıza<br />

rağmen biz Türkler, çccukları yaşatacak, fakir çocuk<br />

analarını doyuracak, tabiî bereketi tenasülleri teşvik edecek<br />

içtimaî bir teşkilâta henüz malik değiliz! Bu teşilatsızhğın,<br />

eğer farziyemde yamlmayorsam, en büyük zararını gören<br />

ve çeken şehirlerdir. Çünkü çocukları temiz havadan, eyi<br />

sudan, mikropsuz sütten ve fakir olan anaları babaları mahalle<br />

ve köy tsanüdünden en çok mahrum olanlar onlar, o biçarelerdir.<br />

Halbuki köyde.. İş daha başka türlüdür. Ben<br />

bir şehirliyim; farzediyorum ki İstanbul'un en güzel bir mevkiinde<br />

oturuyorum; fakat buraya gitmek için ne araba yolu<br />

ne de piyade yolu yoktur. Bu insan geçmiyen kaldırımları<br />

benim ve birkaç mahlelinin eline kürek alarak yapması<br />

mümkün müdür Bu koca yolu belediye yapmazsa ben nasıl<br />

yapabilirim! Hatta vergimi muntazaman vermem, vatanî<br />

vazifelerimi günü gününe yapmam bu işde neye yarar! Varidatın,<br />

servetinin menbaı olan arabaların tekerleklerini kırdıran,<br />

ve insanların ayaklarını inciten bir belediyeniz faaliyette<br />

oldukça!..<br />

Demek ki bu çocuk asrında bu çocuk mezhebini gütmek,<br />

bu çocuk muhabbetini yapmak, ve bu çocuk nüfu-<<br />

sunu himaye etmek için ihtiyaç "içtimaî bir teşkilât,,a' dır.<br />

Bu teşkilât ister Hilâliahmerin bir şubesi gibi vücude getirilsin,<br />

ister Himayeyi Etfalin tevessuu şeklinde olsun, dayima<br />

"içtimaî bir teşkilât,, mahiyetinde, millî bir tesanüt halinde<br />

tecelli etmelidir. Büyük bir kumandan yaratıcı dehasiyle<br />

milletin iradesini gene milletin halâsı için istimal ettiği<br />

gibi, aynı milletin iradesini müstakbel vatandaşları olan


- 184 —<br />

mini minilerin canım kurtarmak için de işletmek mümkündür<br />

ve lâzımdır. Bir zatin dediği gibi: Türkiye'de darüleytamlar<br />

tesisi tnevzuubahs değildir; Çünkü bu gün yetimleri<br />

ve muhtaç çocukları ile Türkiye baştan başa bir darüleytamdtr...<br />

Bu mübalağada çocuk vaziyetinin vehametini gösteren<br />

bir kasıt vardır.<br />

Yetimde bir insandır L<br />

Darüleytamların mukadderatını düşünen insanların bir<br />

kısmı şöyle diyor: " Bu çocuklar mademki yetimdir, fazla<br />

okuyacaklarına iş öğretsinler, konforu bilmesinler, meşakkate<br />

katlansınlar.. Mademki yetimdirler, anaları babaları yoktur,<br />

hayatın bütün mahrumiyetlerine alışsınlar ve illâ bu kadar<br />

temizliğe ve güzelliğe alıştıktan sonra betbaht olurlar!...,, yn*<br />

fikirlerle darül ey tamları tenkit ederek diyorlar ki: "Çocuklar<br />

bu tedrisatınızla fikir mesleklerine sevkediyorsunuz, halbuki<br />

bunlar esasen yüksek tahsil görecek derecede zengin<br />

değildirler: Konfora alıştırıyorsunuz, halbuki bu zavallıların<br />

ayilelerinde yatacak yer yoktur! Paranın, servetin imkânlarından<br />

istifade ettiriyorsunuz. Halbuki esasen fıkara çocuklarıdırlar!<br />

Hülâsa siz darüleytam mürebbileri, çocukları<br />

müstakbel hayatlarının sefalet ve zaruretiyle mütenasip bir<br />

surette yetiştirmiyorsunuz! Onların ayilesini, mazisini, içtimaî<br />

sınıfını nazarı itibare almıyorsunuz! Çocukları bozuyorsunuz!,,.<br />

On seneden beri memleketimizde darüleytam teşkilâtı<br />

etrafında yapılan bütün itirazların ve yapılan bütün hücumların<br />

belli başlı fikri ve felsefesi işte bu garip mülâhazadır.<br />

Bu tarzı telâkkiyi kısa bir sözle ifade edebiliriz:<br />

" Yetimi yetim bırakınız!. „ Darüleytamlara yetim olarak<br />

gelenleri gene yetim olarak çıkarmak, işte darüleytamlar<br />

için gayet kuvvetli, ve gayet müessir olan telâkki. O de-


— 185 —<br />

recede ki günün birinde İstanbul şehri düşman kuvvetleri<br />

tarafından işgal edildiği ve yetim yuvalan basılarak üç<br />

bin yetim sokağa döküldüğü gün hepsini saraylara yerleştirmek<br />

suretiyle hayatlarını kurtaran adamı düşürmek<br />

için de aynı mantğı, aynı silâhı kullandılar, dediler ki:<br />

— Bu adam çok çalışkan, çok iyi bir müdiri umumî,<br />

fakat fena roürebbi.. Çünkü yetimlerin erkeklerini " Bey „<br />

kızlarını " Hanım „ yapıyor; her yetimin kat kat çamaşırı,<br />

tertemiz karyolası var! Yetimlere bulgur çorbası yerine<br />

et ve tatlı yediriyor. İşe 5 , rençber yapacak yerde muallim<br />

ve lise talebesi yapıyor Bu sefahat, ve bu israf yetim<br />

lerin atisi için büyük bir tehlikedir...<br />

Bu satırları yazmadan üç saat evvel görüştüğüm kıymetli<br />

bir maarif adamımız ise Balıkesir'deki darüleytamin müdürü<br />

bulunduğu zamana ayit hatıralarından bahsederken<br />

diyordıki:<br />

— Bana en çok yetimlere et ve tatlı yedirdiğim için<br />

hücum ettiler! Hücum edenler arasında maatteessüf münevverler<br />

de vardı. "Niçin bulgur çorbasiyle beslemiyorsun!.»<br />

diyorlardı!. Yetimlerin iyaşe ve ibatesine aiyt her ne teceddüt<br />

yaptımsa kabul etmediler. Ve evlerinde görmedikleri<br />

şeylere alıştırmak muzurdur dediler!..<br />

Hülâsa yetimler bahsindeki bu zihniyet umumî ve saridir.<br />

Bu yalnız cahillerde değil, bir dereceye kadar münevverlerde<br />

de vardır. Ben darüleytamların teşkilştını bu tarzda tenkit<br />

ve tezyif edenlere çok rasgeldim. Teessüf ederim ki<br />

bu haleti zihniyenin menşei ne içtimaî bir endişe, ne de ilmî<br />

bir mülâhazadır, bu sırf inhisarcı bir kafanın mahsulüdür.<br />

"Yetimleri yetim bırakmak!,, düsturu bir terbiye düsturu<br />

değil, artık yıkılması lâzım gelen bir hurafedir. Çünkü bu<br />

düsturun menşei ahlâkî bir mülâhaza değil, tarihî bir hurafedir..<br />

Düşünelim ki, "yetim de bir insandır ve her insan<br />

gibi cemiyetin bütün nimetlerinden hissedar olmak hakkini<br />

taşır„. İnsanları zengin ve fakir, kibar ve avam, şehirli ve


- 186 -<br />

köylü, beyaz ve siyah... gibi farklarla ayırmak musavatçı<br />

bir millette nasıl mevzuubahs olabilir. Müsavatçılık demokrasinin<br />

temelidir. Eğer bu müsavatçılık bilfiil tahakkuk<br />

etmezse demokrasi yalan olur!. Sonra mademki Türkler<br />

hukukan müsavidirler, o halde anası babası olan türk<br />

ile olmıyan türk arasında hiç bir imtiyaz farkı olmamak<br />

lâzım gelir.<br />

Her Türk müstayit olduğu ve arzu ettiği mesleği intihapta<br />

serbes olmalıdır. Herkese her çocuk veya gence<br />

mesleğini kabul ettirecek olan kuvvet, ne ebeveyni ne de<br />

hükümet olmalıdır; Fert bu mesleği kendi kendine, kendi<br />

kuvvet ve kabiliyetlerinin tabiyetine ve istikametine göre<br />

serbesce intihap edebilmelidir. Bunun için ferdin kuvvet<br />

ve kabiliyetlerini inkişaf ettirecek müessiseleri bir hükümet<br />

adamı sıfatiyle hazırlamak mecouriyetindesiniz. Bu kadar<br />

da değil; fertlerin o müessiselerden istifadesi imkânını<br />

da temin edeceksiniz. Mademki bir demokraside insanla<br />

insanın kıymet ve şeref itibariyle hiç bir farkı yoktur, ve madem<br />

ki her fert kendi kuvvet ve kabiliyetini inkişaf ettirmek hususunda<br />

serbestir; o halde yemek, içmek, giyinmek, okumak,<br />

yazmak, fikir ve iş mesleklerinden birini intihap etmek hususunda<br />

yetimde niçin hürriyet ve hak tasavvur etmiyorsununz!<br />

için bir yetimden bir çiftçi, bir demirci olacağını tasavvur<br />

ediyorsunuz da bir kumandan, bir avukat ve bir kimyaker<br />

olabileceğini kabul etmiyorsunuz Yoksa yetimlerde yetimlikle<br />

beraber uzvî bir noksan olduğunu mu tasavvur ediyorsunuz!.<br />

Her halde yetimi bütün diğer insanlardan ayırmak<br />

yanlıştır. Yetim de bir insandır ve bütün insanlar gibi,<br />

kıymetli ve şerefli bir insandır, babası, anası, serveti, evi<br />

malikânesi olmamak insanlar için kabahat olsa bile, yetimin<br />

değildir! O halde kendi çocuklarımız için reva görmediğimiz<br />

bir hayat tarzını diğerlerinin yetim kalan yavruları<br />

için hiç reva görmiyelim. Bütün insanlar gibi yetimlere de<br />

inkişaf, terakki, tekâmül kapılarını açalım ve bırakalım<br />

girsinler...


— 187 —<br />

— Bütün yetimler yalnız fikir mesleklerine mi hazırlansınlar!<br />

Bu suali sormayınız. Çünkü kaldırmak istediğimiz şey<br />

"inhisarcılık»'tır. "Bütün yetimleri hep işçi yapalım! „ demek<br />

nekadar yanlışsa, "bütün yetimleri fikir adamı yapalım demek<br />

te aynı derecede yanlıştır.. Biz "yetim,, diye bir sınıf<br />

bilmiyoruz ve kabul etmiyoruz ve yetimlerle yetim olmayanlar<br />

arasında da hiç bir fark gözetmiyoruz. Onun için bütün<br />

yetimleri terbiye edelim ve hangisi neye müstayitse onu olsun...<br />

Olacakları şeyi tayin edecek olan hâkim, yalnız istidatlarıdır.<br />

Yoksa biz değiliz! Biz sadece istidat dediğimiz<br />

bu tabiî sermayeyi azamî derecede neşvünüma ettirmiye<br />

memuruz...<br />

Şu takdirde yetimlerin mektebi alelade mekteplerden<br />

hiç farklı olamaz. Bunun farkı olsa olsa hususî ve ayilevî<br />

bir terbiye ile umumî ve resmî bir terbiye farkı olabilir ki<br />

cemiyetler içersinde ikincisi en tehlikesiz olanıdır. Hususiyle<br />

devlet burada yetimlerin doğrudan doğruya babası, vasisi<br />

mevkiinde bulunuyor. Zengin, şehirli, münevverlerin çocukları<br />

için tavsiye ve tedarik ettiği maarif nimetini yetimlerden,<br />

yani kendi çocuklarından esirgeyemez.. Bu mülâhazaya<br />

binaen " yetimi yetim bırakmak „ düsturu yerine<br />

"yetimi yetim bırakmamak „ düsturunu koymak lâzım gelir.<br />

Bunun aksi ne haktır ne de adalet.. Gene soruyorlar ki:<br />

— Fakat yetim hiç meşakkata alışmasın mı, yetim kuru<br />

tahta üzerinde yatmıya alışmasın mı.<br />

— Evet efendiler, alışsın; fakat yetim olmtyan her<br />

çocuk gibi! Çünkü icabında meşakkati çekmek, bulgurla tagaddi<br />

etmek, ve kuru tahtalar üzerinde yatmak için. Fakat<br />

her insan gibi aynı yetim neden rahata da alışmasın, neden<br />

et ve tatlı yemesin, neden temiz karyolada yatmayı öğren"<br />

meşin ve neden içtimaî meslekler arasın en müstayit olduğuna<br />

hazırlanmasın Buna da siz cevap veriniz!.<br />

Tarihte tahsil bir inhisardı, meslek intihabı ayile ve


- 188 —<br />

-verasetle mukayetti. Yeni cemiyetlerde ne bu inhisar nede<br />

bu kayıt yoktur. Herkes bir ve herkes meslek intihabında<br />

serbestir. Yetimler ise bu kayideden hiç müstesna olamazlar.<br />

Çünkü vasileri develet yani bütün milletin iradesidir.<br />

Dikkat edelim, softanın elinden aldığımız taassubu ukalâların<br />

idaresine birakmiyalım, bundan, bu inhisarcılıktan yalnız<br />

yetimler değil, bütün hayat mutazarrır olur.<br />

Sokaktaki Çocuklar!<br />

Dün öğle zamanı Edirne Kapısı'ndanberi yaptığım bir<br />

gezinti neticesinde çok yorgun bir halde Fatih meydanına<br />

varmıştım. Meydana bakarak açık hava kahvelerinden birinde<br />

oturtum. Kundura boyacılığı eden dokuz yaşında sarışın<br />

gözleri parhyan bir çocuğa iskarpinlerimi boyatıyorum. Pek<br />

te fazla düşümiyerek sordum:<br />

— Nasıl günde elli kuruş kazanabiliyormusunuz<br />

Çocuk acıklı bir tavırla başını soluna çevirdi:<br />

— Ne gezer! yirmi kuruş kazanırsak iyi! Sabahtanberi<br />

beş kuruş aldım!..<br />

Dedi. Tekrar sordum:<br />

— Şehzade taraflarına gitmiyormusunuz <br />

— Hayır, belediye bırakmıyor!.<br />

Çocuğun babası, anası kardeşleri, olup olmadığını,<br />

nerede oturduklarını, hangi mektebe gittiklerini, daha<br />

doğrusu niçin gitmediklerini sormıya lüzum yoktu. Çünkü<br />

alınacak cevabın ne olduğunu bu gibi çocuklara sora sora<br />

artık öğrenmiş bulunuyordum. Yalnız bu ufak temastan sonra<br />

köyde şehirde, irili ufaklı çok tesadüf edilen bu fakir sınıfın<br />

hayatı, mukadderatı üzerinde zarurî olarak tekrar düşünmiye<br />

başladım. Hürriyet ve müsavat temelleri üzerine yeni<br />

devletin binasını kuran türk milleti için, babasız, anasız,


- 189 -<br />

şehit çocuklarını, fıkara yavrularını elinden tutmaktan daha<br />

mukaddes ne iş olabilir Türk milletinin insanî duygularından,<br />

yüksek, zengin insanlık fikirlerinden kim şüphe edebilir.<br />

Denilemez ki bu sefaletin menşei kalpsizliktir! Hayır,<br />

bu sefaletin menşei sedece teşkilatsızlıktır. Bir milletin çocukları<br />

için cemiyetsiz kalmak felâketlerin belki en büyüğüdür.<br />

Çocuk kendi kendini yetişdiremez. Çocuk ehli bir<br />

fidandır, mutlaka, mutlaka adam denilen bahçıvanın ihtimamına<br />

muhtaçtır.<br />

Şu halde " bizde çocuk duygusu var ise de çocuk teşkilâtı<br />

için fikir yok!,, demek lâzım gelecek. Fakat bakalım<br />

bu fikir de doğru mu. Türkiye matbuatında çocuk himayesini<br />

mevzuubahs eden sayifeler az değildir. Himayeyi<br />

Etfal cemiyeti ise millî bir müessise olarak mevcuttur.<br />

Yeni Türkiye senenin bir gününü çocukların yardımına<br />

vermiştir. Daha bir çok ispatlar ve işaretler var ki Türkiye'de<br />

çocuk himayesi fikri mevcut olduğunu gösteriyor:<br />

Ancak bir nokta var. Fikirler hep bir çeşit değildir. Fikirden<br />

fikire fark vardır. Hatta meşhur Fransız feylesofu<br />

Alferd Fouillâe fikirleri ikiye ayırarak " kuvvet fikirler „<br />

ve "gölge fikirler» demişti... Gerçi her iki nevi fikir bir ismi<br />

taşıyor. Fakat ruhdaki işleri bir değildir:<br />

Gölge fikirlerin hayatta canlı bir rolü yoktur. Bunlar<br />

yalnız öğrenilen fikirlerdir. Halbuki canlı fikirler duyulan,<br />

yaşman fikirlerdir. Bunların işi hafıza ve muhakememizle<br />

değil, irademizle ve faaliyetimizledir. Bir fikir ki insanı<br />

teşebbüse, icraata sevketmez, o cansız, ölü fikirdir, sadece<br />

bir zekâ ve mantıktır... Gerçi bizde çocukları himaye<br />

fikri vardır, fakat bu henüz tamamiyle kuvvet fikir hâline<br />

gelmiş değildir. Daha ziyade zihnimizin yüzündedir. Onun<br />

için fakir çocuklara yapacağımız en büyük hizmet onların<br />

ihtiyacını bir "kuvvet fikir,, haline getirmektir. Bu husustaki<br />

tavsiyelerim şunlardır.<br />

1 — Herşeyden evvel ufak çocukların zekâsı ve kabiliyeti


— 190 —<br />

hakkındaki fikrimizi tashih etmeliyiz. Çocuklar insanların<br />

ufalmışn numuneleri değildir. Onlar nevinde münferit, kendilerine<br />

göre hayatları, kabiliyetleri olan mini mini mahlûklardır.<br />

2 — Yedi sekiz yaşında bir çocuk sade tahsil için bir<br />

talebe değil, istihsal ve iktisat kuvveti hiçte yabana atılmıyacak<br />

olan bir amildir. Binaenaleyh cemiyet için pek<br />

iayideli olan bir takım işleri bu çocukların kuvvetlerinden<br />

istifade ederek yaptırmak pek mümkündür.<br />

3 — Çocukları himaye için büyük mikyasta teşebbüslerde<br />

bulunamamızm bir mühim sebebi de Avrupa'da ve<br />

Amerika'da bu gibi işler hakkındaki teşkilâtı bilmememizdir.<br />

Avrupa'da bilhassa şimal memleketlarinde meşhur İsviçreli<br />

terbiyeci Pestalozi' nin tasavvur ettiği gibi işle<br />

tahsili birleştiren mektepler vücude getirmişlerdir. Buralarda<br />

çocuklara sepet, marangozluk, terzilik, oymacılık, dokumacılık...<br />

her şey öğretirler. Sonra kendilerine mahsus dükkânlarda<br />

satarlar. Bu gibi müessiseleri iyiden iyiye tetkik<br />

etmeliyiz. Bu tetkik o derece müşahhas olmak gerektir ki<br />

müessiseleri görmiyen türk müteşebbisleri tarafından da<br />

yapılması mümkün olsun..<br />

4 — Bütün bu teşebbüsler için memleketin bu günkü<br />

vastalarından istifade etmelidir. Maksat zengin bir memlekette<br />

muhteşem dershaneler veya iş odaları vücude getirmek<br />

değil, yüz binlerce türk çocuğunu bu günkü sefaletlerinden<br />

kurtarmaktır O halhe zaten mevcut ve metruk<br />

olan mescitlerden, medreselerden neden istifade etmiyelim<br />

5 — Diğer bir imkân olmak üzere bu nevi faaliyetleri<br />

meselâ yemeni, ufak hah, mozayık... gibi orjinal türk<br />

motiflerini taşıyan el işlerine sevketmek mümkündür ki<br />

bu suretle işlerin ecnebi memleketlerine ihraç kabiliyetini<br />

arttırmış oluruz.<br />

6 — Çocukları himaye tesisatımızı Hilâliahmer ve tayyare<br />

teşkilâtı gibi memlekete yaymakta mutlaka hayır vardır.<br />

Bu gün sokaklarda sürünmekten kurtulan bu çocuklar


— 191 -<br />

arasından yarın bir dâhinin zuhur ettniyeceğini kim iddia<br />

edebilir Yahut bunun aksini ispat edebilecek ilmî bir<br />

Icuvvet var mıdır..<br />

Çocuk maarifine olan ihtiyaç<br />

" Çocuk maarifi „ tabiri evvelâ kulağa ve zihne garip<br />

geliyor, fakat bahse yaklaştıkça munis bulacaksınız. Çocuklar<br />

zannedildiğinden fazla okuyucu ve iyi yazıları seçici<br />

insanlardır. Çocukluk devri kızgın bir muhayyile devridir.<br />

Çocuk hayalini kımıldatan her yazıyi okumak okutmak ve<br />

dinlemek ister. Hele hayatla, hareketle münasebeti olan<br />

her mevzu onun dikkatini uyandın. Çocukluk devri faaliyet<br />

•devridir. Çocuk ezeldenberi oyuncaklarını kırar, aradığı<br />

şey hep eşyanın içi, sırrıdır.. Çocukların en koyu metafizikciler<br />

gibi en mutlak sualleri sormak ve cevap istemek tabiatinde<br />

olduklauni da unutmayalım... Bizim çocukluğumuz<br />

lıiç te talihli bir devir değildi.<br />

Muhayyilemizin ateşini söndürmek için çok kere harekeli<br />

masallara bile muhtaç oluyorduk!.. Gerçi bunların<br />

arasında halk menbah, millî ruhlu eserler de vsrdı. Fakat<br />

yirminci asırda yaşıyan bir milletin çocukları ruhunun<br />

bütün yiyeceğini millî de olsa bu harekeli masallardan<br />

alamazdı. Nihayet günün birinde (Çocuklara mahsus gazete)<br />

imdadımıza yetişti. O iptidaî mecmua karikatürleri, sergüzeştleri<br />

ve renkli kâgıtlariyle bizi âdeta teshir ediyordu.<br />

Bu gün bile o mecmuanın bazı resimlerini hatırhyabilıyorum.<br />

Hulâsa çocuk, meraklı bir okuyucudur. Bunu böyle kabul<br />

«ttikten sonra inkılabımız için acaba büyük bir vazife meydana<br />

çıkmaz mı Bu büyük "küçükler kitlesini» en eyi, en<br />

güzel vasıtalarla okutmak lazım değiimidir . Bu vazifede


— 192 —<br />

muvaffak olmak için her şeyden evvel çocuk ruhunun<br />

ihtiyaçlarının göz önünde bulundurmalıyız. Bazı kimseler<br />

çocuklar için kitap, gazete ve yazı deyince bir yığın bayat<br />

nasihat reçeteleri düşünürler! Bu ne şaşkınlıktır!..<br />

Doğrudan doğruya verilen ve haplar gibi yutturulmak<br />

istenilen bu sözlerden çocuklar için fayda beklememelidir.<br />

Bazı ukalalarda " Kıssadan hisse almalı „ fikrini takip ederler,<br />

hayvanları konuştururlar, olmıyacak şeyleri olmuş gibi<br />

gösterirler, sanki bütün bu yalanlar süzülüp bir ahlak ve<br />

fazilet olacakta çocukların kalbine akacak!.. Çocuklara<br />

masal söylemek, masal okutmak zannedildiğinden çok nazik<br />

ve mes'uliyetli bir iştir. Evet, çocukların kızgın bir muhyile<br />

sahibi olduğunu, çocukların tahyiiden zevk aldıklarım hep<br />

biliyoruz. Fakat çocukların bu muhyilelerini deli saçmalarile<br />

çıldirtup yakmaktada ne çocuk ne de cemiyet için bir<br />

u<br />

fayda yoktur.. Muhyile gibi bir kuvveti tahrik „ etmekle<br />

" terbiye ve tanzim „ etmek bir şeymidir acaba !. Ben bu<br />

bahtsta dayıma Jan Jak Rosunun, lafontik masalları hakkındaki<br />

tenkitlerini hatırlarım, o tilki ve karga manzumesini<br />

hatırlayınız. Çocuk peyniri ağzından kaptıran kargadan<br />

safdillik zararlarının» öğrenecek ya tilkinin hilekârlığını<br />

öğrenmeyi tercih ederse!.<br />

Gerçi mesele bu değil. Hatta bence çocuk her ikisini<br />

de öğrenir, çünki ikiside bir fikir, bir hadise ve bir imkândır.<br />

Bunları bilmekte mutlaka zarar vardır denilemez-<br />

Fakat lazımdır ki çocuk yalınız doğruluğu ve iyiliği sevsin.<br />

İşte asıl terbiye, asıl ahlak budur.<br />

Şu halde çocukları müstefit etmek için onların karşısına<br />

geçip mutlaka ehlak dersi vermek yahut kafalarını<br />

harcıalem masallar ve yalanlarla doldurmak lazım değildir.<br />

Kabul edelim ki " hakikat en büyük mürebbidir. „ Çocukları<br />

doğrudan doğruya yahutta dolayisiyle hakikatla temasta<br />

bulunduralım. Bunun için vasıta yalnız yilan ve fil hikâyeleri<br />

değildir. Yirminci asırda makine, ev vesaitinakliye...


- 199 —<br />

Her şey her şey, bu hakikatin içindedir. O halde esk<br />

eşya derslerini ve yeni tabiat derslerini " hakikat dersleri „<br />

şekline sokarak bunlara çocuk edebiyatında mühim bir<br />

mevki ayırmak doğrudur, çocuk muhayyilesine hitap edecek<br />

yazılara gelince: Burada en mühim hisseyi tarihe, seyahatnamelere,<br />

hakikî sergüzeştlere, vukuata vermek kadar<br />

doğru bir şey olamaz. Ben ingilizce çocuk edebiyatında<br />

çok rasgeldiğimiz güzel resimli peri masallarına doğrudan<br />

doğruya taraftar değilim.<br />

1 Çocuk için masal gayet tehlikeli bir şeydir. Fakat<br />

çocuk için iyi yazılmış gerek tabiî, gerekse içtimaî vak'alar<br />

kadar canlı ve istifadeli bir şey olamaz, muhayyile bahsinde<br />

en büyük hisseyi fennî, sınaî ve bediî ihtiralara<br />

ayırmak en doğru şeydir.<br />

İlk tedrisat programlarının tarafımdan yazılan resim<br />

müfredatındaki tezyini, hayalî, ezber resim idmanlarından<br />

maksat hep budur. Bu sahede maarifimiz için yapılacak<br />

inkilâp bu usulleri sadece neşretmektir. Bu günün çocuk<br />

terbiyesinde " kendi kendini yetiştirmek „ usulünü kabul<br />

etmeli, çocuğu elleriyle çalışıp fikrî ihtiralar vücude getirmek<br />

fırsatlarına mazhar etmelidir.<br />

"El işi dersleri» serlevhasiyle on altı senedeberi Türkiye<br />

maarifinde teşhir ve müdafaa ettiğim fikrin etrafında bu<br />

gün nispeten müsayit, hatta bir derecede muhabbetli bir<br />

muhit hasıl olması beni çok sevindiriyor. Fakat bu şayifelerde<br />

iddia ediyorum ki şimdiye kadar elişi namına<br />

memleketin mekteplerinde ciddiden ziyade gösterişe ehemmiyet<br />

verildi. İşi çocuk için ve tekâmül namına değil, hariç<br />

için yahut mektep için yaptırdılar. Şüphesiz bu tedrisatın<br />

hikmet ve mantığını kavrıyan mürebbilere sözüm yoktur.<br />

Fakat umumiyetle tedrisat mevzuubahistir. Bunun yegane<br />

sebebi henüz memleketimizde gerek maarif memurlarından<br />

gerek mürebbilerden mürekkep bir elişi mutahassıslan zümresinin<br />

teşekkül edememiş olmasıdır. Bir de " elişini „ is-<br />

13


— 200 -<br />

mine bakıp ta ellerin işi zannetmek yanlıştır. Bir iş saltanatı<br />

olan demokrasi on altı senedir işidüen sesimizi elbette herkesten<br />

fazla dinleyecektir. Biz " elişleri muallimleri mektebinin<br />

„ tesisini ve Harbiye Mektebinden zabit yetiştiği<br />

gibi buradan da iş ordusunun küçük zabitleri yetişmesini<br />

bekliyoruz.<br />

Bu fikirler etrafında bütün bir milletin çocuk terbiyesi<br />

prorgamı hazırlanamaz mı . Geçen gün bir gazetede<br />

Maarif Vekili Mustafa Necati Beyin Kılıç Zade ile mülakatını<br />

yazan satırlar arasında Maarif Vekilinin mektepte inzibat<br />

usulleri hakkındaki sarih ve tamamiyle gelişi güzele söylenilmemiş<br />

olan bu sözlerinden çok ümitlendim. Türkiye Cumhuriyeti<br />

maarifi bütün cihan milletleri arasında çocuk ruhiyatına<br />

birinci derecede riayetkar bir çocuk harsinin temelini<br />

atamaz mı Hatta Türkiye maarifi bu itibar ile bir hususiyet<br />

bile gösteremez mi.., Acaba Türkiye'de bunu yapacak<br />

adamlar yok mudur<br />

Çocuklarımızı evde nasıl terbiye<br />

edelim <br />

Bazı anneler ye babalar bana soruyorlar: "Çocuklarımızı<br />

evde nasıl terbiye edelim,,. Bir çocuk sahibinin böyle<br />

bir müracaatı şüphesiz ki şayanı dikkat bir seviyeyi gösterir.<br />

Bu memlekette cisim hastalığı için bir doktora müracaat<br />

etmiyen, doktoru ye doktorluğu hakir gören insanlar<br />

vardır. Ruh hastalığı, terbiye derdi için bir terbiyecinin<br />

fikrini almak istiyenler ise yok denilecek derecede azdır..<br />

Bu böyle olmakla beraber "Çocuğumuzu nasıl terbiye edelim<br />

„ sualini soranlar çocuklarında muayyen ve müşahhas<br />

îbr kusurun tashihi çaresini araştırmıyorlar, suallerini hep


— 201 —<br />

umumî olarak soruyorlar. Bu umumî suallerin illetini araştırdım.<br />

Bulduğum illet şudur: Bu anneler ve babalar çocuklarım<br />

" terbiye etme,,'yi meselâ bir ana mektebinde<br />

olduğu gibi ancak muayyen aletler, şarkılar, oyunlar...<br />

vastasiyle olur farzediyorlar ve çocuk ana mektebinde değ&,<br />

evde olduğuna nazaran ni gibi aletlerle onu terbiye<br />

etmek lâzım geldiğini anlamak istiyorlar.. Ne garip telâkki!..<br />

Zannetmiyiniz ki ben çocuğun eline verilecek olan bir<br />

kaç tahta parçasının, hele bir kaç renkli kalemin onun zekâsı,<br />

onun yaratıcı hayatı üzerindeki tesirlerini anlamıyacak<br />

derecede dikkatsiz bir adamım!. Hayır.. Bunlar iyi,<br />

yapınız ve yapa dursunlar.. Fakat terbiyenin illetleri daha<br />

büyük ve daha bünyevîdİr. Çocuk "Froebel hediye,,'lerinden<br />

mahrum kalabilir. Ezcümle fakir çocuğun eline kâğıt kalem<br />

de geçmeyibilir. Zanneder misiniz ki her şey, hususiyle terbiyenin<br />

en mühim fırsatları artık kaybolmuştur.. Hayır,<br />

çünkü terbiyeyi vücude getiren asıl kuvvet, içtimaî hayat<br />

denilen şe'niyettir. Çocuklarınızı iyi ve asil bir terbiye sahibi<br />

etmek mi istiyorsunuz, her şeyden evvel iyi ve asil bir<br />

"yuva,, sahibi olunuz. Adi ve sefil bir evde ali ve asil duyguların<br />

yaşıaycağına inanmayınız [*].• Eviniz, eşyanız fakir<br />

olabilir, ama hakir olmasın.. Perdeniz basmadan, yemek<br />

masanız çam ağacından olabilir, ama temiz ve güzel olsun.<br />

Bütçeniz dar, yemekleriniz basit olabilir, ama sarfiyatınız<br />

makul, tagaddiniz sıhhî olsun.. Hülâsa, her şeyden evvel<br />

evinizi mutlaka evinizi is'âh ediniz. Ondan sonra yapabileceğiniz<br />

en büyük İslâhat nefsinize ayit olacaktır. Bir çocuktan<br />

henüz almadığı ve kazanmadığı terbiyeyi istemeyiniz.<br />

Bizzat siz bu terbiyeyi, bu inceliği taşıyor musunuz<br />

Her şeyden evvel ayilenin fertleri arasına emniyete, adalete<br />

taksimi amele, iniscama ayit bir inzibat koyunuz. Taki çocuklar<br />

kendilerini ahlâk bağlarına bağlanmış bir muhitte<br />

[*] Burada mevzubahs olan asillik ayile hayatının maneviyatına ayıitir.<br />

Yoksa binaya maddî serveta değil!..


- 202 -<br />

hissetsinler... Ucu] bucağı bulunmuyan bu dükkân oyuncaklarını<br />

vermiye mecbur değilsiniz. Asıl oyuncaklar evin<br />

eşyasıdır. Sandalyeler, masalar, minderler, kitaplar, kalemler<br />

ve bahçedeki taş ve toprak... Hatta çacuğun kendi<br />

karyolası, yastığı... bile onun için en canlı, en cazibeli<br />

oyuncaklarıdır. Elverir ki çocuk bunlarla oynarken siz.<br />

şu veya bu alâka ile ona mani olmayınız. Bilâkis onlarla<br />

oynamayı ve sıra geldikçe de onları kullanmayı öğretiniz.<br />

Emin olunuz ki onun için en hakikî oyuncak ona ayrılacak<br />

bir odanın içindeki mini mini karyola, hep mini<br />

mini gardrop, sandalye, masa, yazıhane ve tuvalettir..<br />

Yavrularınızı böyle bir odaya mazhar etmek kudretini taşıyormusunuz,<br />

dünyanın en mes'ut anası yahut babası siz:<br />

olursunuz, dünyanın en mes'ut çocuğu da mutlaka sizin<br />

çocuğunuz olacaktır. Oyuncak... derken beni büsbütün<br />

oyuncak aleyhtar! sanmayınız. Çocuklara mutlaka oyuncak<br />

almak isterseniz irisini, mutlaka hakikîsini alınız, mutlaka<br />

kullanılabilecek gibisini alınız. Hülâsa her şeyden ziyade<br />

ve her şeyden evvel çocuğu hakikatle temasta bırakınız.<br />

Bir yandan hakikî bir ayile hayatı, bir yandan bu hakikî<br />

ayilenin içinde çocuğun hayatı ve hürriyeti için terkedilmiş<br />

olan hakikî eşya... İşte çocukların hakikî tekâmülü için<br />

müsayit olan en kuvvetli vasıtalar bunlardır-<br />

2 Bu vasıtalar gözünüzün önünde ve ayağınızın altında<br />

durup dururken onları dışarıda ve başka yerde fabrikatörlerin<br />

kafasında, mevhumecilerin iddiasında aramayınız..<br />

Çocukların oyuncakları<br />

Oyuncakla çocuğun alâkasını herkes bilir. Oyuncaklar<br />

çocukta faaliyetin en mühim sebeplerindendir. Fakat "Hangi<br />

oyuncaklar „ sualine cevap vermek kolay değildir.<br />

Bununla beraber belli başlı noktaları tespit edebiliriz. Bence


— 203 -<br />

en mühim mesele şudur. Nasıl oyuncaklar alalım diye düşünmeden<br />

evvel, çocuk için zarurî olan oyuncakları, meşgaleleri<br />

tespit etmek lâzımdır. Bahçe bu vasıtaların başında<br />

bulunuyor. Bahçede mutlaka bir miktar kum yığıntısı bulunacaktır.<br />

Bu kumdan çocukların istifadesini temin içinde<br />

mutlaka ufak kürek ve kova gibi şeylere ihtiyaç vardır*<br />

Avrupa'da umumî parklardaki çocuk bahçelerinin ve kum<br />

havuzlarının hikmeti vücûdu budur. Evin içine gelince bence<br />

en mühim olan şey takozlardır Dört köşe dört köşe<br />

kesilmiş olan tahta parçalariyle çocuk için mükemmel oyuncak<br />

vücude getirilebilir. Yalnız mağazalarda satılan hazır<br />

tahta parçaları "Konstrüksiyon w<br />

kutuları bu maksat için<br />

kâfi gelmez. Çünkü bunlar umumiyetle pek ufak parçalardan<br />

yapılıyor. Bilâkis inşaat işlerinin büyük parçalarla yapılması<br />

çok faydalıdır. Bir çocuk mevzuu yaptığı zaman<br />

hiç olmazsa yarı boyuna varmalıdır. Onun için hazır satılan<br />

kutuları örnek yaparak marangoza büyük mikyasta yaptırmalıdır.<br />

Ufak bir keserle çivinin çocuk için en mühim bir<br />

vasıta olduğunu kabul etmelisiniz. Çocuk ekseriya yalnız<br />

olarak bazen de büyüklerin yardimiyle çalışarak bu vasıtalarla<br />

bir takım oyuncaklar vücude getirecektir. Arabalar,<br />

umumiyetle vasıtayi nakliyeler çocuk için belli bşalı cazibe<br />

mevzuudur. Ancak bu oyuncakların pek mini mini değil,<br />

çocuğun yaşiyle mütenasip ve tehlikesiz bir surette kullanılabilecek<br />

olması şarttır. Çok kapalı, mihanikiyeti çok gizli<br />

oyuncakların tavsiyesi mahzurludur. Çocuk haklı olarak bu<br />

mihanikiyetleri arıyacak ve o sırada oyuncağını behmehal<br />

kıracaktır. Netice hem zararlı hem de çocuk için kederli<br />

bir neticedir. Son yirmi otuz senedenberi çocuk oyuncaklarının<br />

resimlerinde bir tekâmül vücude gelmektedir. Şekiller<br />

mütemadiyen basitleşmektedir. Tafsilât, teferruat<br />

yerine daha ziyade ana hatlar ve bariz renkler kayim olmaktadır.<br />

Bu günkü oyuncak fabrikalarının mamulâtı ne<br />

mürebbileri ne de bizzat çocukları memnun edebilecek bir


— 204 —<br />

halde değildir. Çünkü ouyuncak amilleri bizzat mürebbiler<br />

yahut çocuklar değil, yabancılardır. Gerçi pedagoçya oyuncak<br />

fabrikalarına hulul etmek için çabalıyor. Fakat henüz<br />

bu hulul vaki değildir. Halbuki bilzat ı nneleri ve mürebbiyeleri<br />

çocuk için oynncak imaline davet etmek çok doğm<br />

bir harekettir. En sabit ve en mütevazi vasıtalarla çocukları<br />

çok eğlendirebilecek oyuncaklar vücude getirmek mümkündür.<br />

Elverir ki bun numuneleri yaparken yalnız fabrikatörün<br />

değil, büyük adamın ihtiyaçları da hâkim olmamalı,,<br />

çocuğu nazar itibara almalıdır.<br />

Çocukların odası<br />

Bizde çocukların terbiyesiyle yakından meşgul olan<<br />

anneler çoktur. Çocuklarının terbiyesini mürebbiyelere<br />

teslim edenlerin sayısı nispeten azdır. Onun için bu bahis<br />

üzerinde annelerle hasbihal etmek faydasız değildir. Garip<br />

şey, bir çok anneler "Çocuğuma nasıl bir terbiye vereyim^<br />

diye soruyorlar ve terbiye gözlerinde esrarlı bir şeydir!..<br />

Hele bu terbiyenin vasıtaları msvzuubahs olunca daha çok<br />

müteretddittirler. Hangi oyunlar, hangi oyuncaklar, hangi<br />

kitaplar ..<br />

Halbuki çocukta şahsiyetin teşkkülü, haysiyetin, mesuliyetin<br />

vücude gelmesi hatıra gelmiyen basit vasıtalarla<br />

oluyor. Bence oyunlardan ve oyuncaklardan daha mühim<br />

olan şey çocuğun odasıdir. Her şeyden evvel şu yanlış<br />

fikrimizi tashih etmeliyiz: Çocuk ne küçülmüş bir adam,<br />

ne de büyük adamın ufak bir numunesi dir. O, nevinde münferit,<br />

nev'i kendisine münhasır bir mevcuttur.<br />

Binaenaleyh çocuk büyükler tarafından mütemadiyen<br />

tamamlanması lâzım gelen bir eksik değil, umumiyetle<br />

knndisine kifayet edebilen tam bir mahlûktur. Terbiyede


- 205 —<br />

bütün mesele bu eksik mahlûku tamamlamak değil, fakat<br />

bu tam mahlûkun gene tam şekilde istihalesini temin edebilmektir.<br />

İşte bu terbiyenin ilk muhiti ayile olduğuna göre<br />

en mühim vasıtalardan biri çocuğun odasidır. Ayilede çocuğun<br />

müstakil bir odası olmalıdır. Şayet bu mümkün değilse<br />

muayyen bir oda içinde çocuğun kendisine mahsus eşyası<br />

bulunmalıdır.<br />

Bu odada aranılacak şey en mühim şartlardan biri şüphesiz<br />

sıhhattir. Fakat bu kadarı kâfi değil, çocuğun odası bir<br />

oyuncak gibi taklit oda değil, hakikî bir oda olmalıdır. İçerisinde<br />

eşya hakikî ve kullanılabilir eşya olmalıdır. Karyola,<br />

gardrop, lavabo, sandalye, masa-., gibi. Şüphesiz ideal, bu<br />

eşyanın çocuk tarafından kolayca kollanabilecek gibi alçak,<br />

küçük, sade ve dayanıklı olmasıdır. Şayet bu mümkün değilse,<br />

büyük insanlara mahsus olan eşya da zarurette çocuklara<br />

tahsis olunabilir. Bir çocuk odasının eşyası hususî bir mobilye<br />

fikrini ifade eder. Avrupa'da onunla bilhassa oğraşan<br />

ressamlarda vardır. Bu eşyanın yegane sahip ve hâkimi<br />

çocuk olacaktır. Çocuk tasarrufun bütün mesuliyet ve selâhiyetlerini<br />

taşıyacaktır. Çocuk odasının eşyası hakikatten<br />

ibaret olduğundan bu eşyanın tertip ve istimali tamamiyle<br />

büyük adam eşyasının aynı olmalıdır. Odanın ortasını dayima<br />

açık bırakmak lâzım gelecektir. Çünkü çocukla büyük adamı<br />

ayıran şiddetli oyun ihtiyacı bu boş mesafeyi zarurî kılar.<br />

Bu odanın irçerisinde oyuncakların muhafazasına mahsus birde<br />

dolap yahut raf bulundurmak pek muvafıktır. Çocuk<br />

odaları ressamları odanın duvarlarına dayima itina etmişlerdir.<br />

Bu duvarların yağlı boya olmakla beraber üzerinde<br />

çocuk hayatını tasvir eden mevzular, hikâyeler, yahut hayvanlarla<br />

süslenmesi muvafıktır. Bir odaya ve müstakil sşyaya<br />

malik olan çocukta ahlâkî şahsiyetin teşekkülü şayanı hayret<br />

derrecede çabbuk olur.


— 206 —<br />

Çocuğun terbiyesini soran<br />

anneye cevap<br />

Bana çocuğunuzun terbiyesi hakkında müracaat ediyorsunuz.<br />

Benden bu terbiye için faydası olacak amelî<br />

kayideleri soruyorsunuz. Bu sizin hakkınız olabilir. Benim de<br />

sizden istediğim bir şey var: Tavsiyelerimi dikatle okumanız<br />

ve bir kere tecrübe etmedikten sonr harcı âlem fikirler gibi<br />

yabana atmamanızdır. Siz bana muayyen vakalardan ve meselâ<br />

çocuğunuzun muayyen itiyatlarından bahsetmiyorsunuz.<br />

Yalnız çocuğunuz hakkında umumî tavsiyelerde bulunmamı<br />

istiyorsunuz. Şu halde siz de çocuğuna ideal bir terbiye vermek<br />

istiyen her ana gibi iyi ve güzel usuller keşfetmek sevdasındasınız.<br />

O halde size en az ehemmiyet verilen fakat en<br />

büyük farkları vücude getiren bazı sebeplerden bahsedeceğim.<br />

Bu sözlerini muhayyilesi kuvvetli bir nazariyecinin<br />

tasavvurları olarak değil, çocuk terbiye etmiş bir adamın<br />

amelî tavsiyeleri olarak kabul edebilirsiniz.<br />

Bir kere şu hakikati kabul ediniz ki çocuğumuza istediğimiz<br />

gibi terbiye vermek bizim elimizde değildir. Çünkü<br />

o, muayyen bir cemiyetin içinde yaşıyacaktır. Onun münzevi<br />

ve bedbaht olmaması için muhitini nazarı itibar e almak mecburiyetindesiniz.<br />

Bu itibarla çocuğunuz mümkün olduğu<br />

kadar mükemmel ve mücehhez bir türk çocuğu olacaktır.<br />

Bnnda şüphe yok. Fakat asıl mühim olan mesele başkadır.<br />

Bukünğüayile hayatımıza göre çocuk tamamiyle bizim nüfuzumuzun<br />

altında kalmıyor. Yeni hayatın temas ve ihtilât yolları<br />

çoktur. Çocuklarınızın daha ziyade yakın muhitlerinin terbiyesini<br />

alıyorlar. Bununla beraber meyus olmayınız. Çünkü<br />

bu muhitlerin en yakını gene sizsiniz. Ne yapacaksınız<br />

Bence emirlere, nehiylere çok kıymet vermeyiniz. Çocuğunuzun<br />

terbiyeli olması için hiç olmazsa şayanı tenkit olmıyan<br />

bir yuva hayatı vücude getiriniz. İntizamperver olmasın 1


— 207 —<br />

arzu ettiğiniz mini mini, intizam dersini sizin ağzınızdan<br />

değil, evin odalarından, yemek saatlerinden, elbisesinden,<br />

dolaplarınızın eşyasından alacaktır. Çocuk için intizam bir<br />

iikir değil, belki bir alışkanlıktır. O halde.. Belki siz de<br />

bir çok anneler gibi çocuğunuzun söz dinlemediğinden<br />

dolayı hiddetleniyorsunuz. Çocuğunuzun size değil, hep<br />

kendisine tabi olduğunu görüyorsunuz ve haklı olarak<br />

endîşe ediyorsunuz. Tabiî bilmiyorum. Çocuğunuzu niçin<br />

bu hale getirdiniz!. Daha doğrusu şimdiye .kadar inicin<br />

onu itaat dayiresine sokmadınız !. Bakınız size annelerin<br />

fena itiyatlarını işaret edeyim. Onlar çok kere emretmeyi<br />

bilmezler! Çocuğun müracaatını ve hususiyle ricasını kabul<br />

etmeyi bilmedikleri gibi!.. Her şeyden evvel makul olmıyan<br />

ve çocuk tarafından yapılması da mümkün olmıyan<br />

emirleri hiç vermeyiniz: " Aç dur, kımıldama, uyuma, sus,<br />

ses çıkarma! „ gibi. Çünkü bu emirleri verdiğiniz taktirde<br />

dinlenmemek akibetine oğrıyacaksmiz!.. Fakat her ne hal<br />

ise bir kere emri vediniz, hiç olmazsa yaptırınız.. Sonradan<br />

pişman olmayınız ve sonradan! fedakârlık etmeyiniz. Sizin<br />

tarafınızdan tereddüt onun için pek mühlik olur. Çocuk sizi<br />

makul ve adil tanısın, ona keyf ve hevesinizin kılıcını havale<br />

etmeyiniz!..<br />

Annelerin gerçi pek azı zalimdir, fakat çoğu da haddinden<br />

ziyade mülayimdir... Çocukla her gün meşgul olmak ta<br />

bence bir kabahattir." Çocuğunun nefeslerini sayarcasına<br />

hayatım kovahyan bir valde iyi bir eser vücude getiremez.<br />

Çocuğun maddî yahut manevî varlığı tehlikeye girmedikçe<br />

ona karışmayınız. fHer dakika elinden tutmayınız ve düşünce<br />

de her zaman kaldırmayınız. Ben ihtilâl tarihlerinin kaharamanlarım<br />

sayan, yahut seyyareleri bilen ve yahut yağmurun,<br />

karın teşkkülünü izah eden mini mini çocukalr gördüm!.<br />

Bunlar arasında büyük türk şairlerinin manzumelerini<br />

ezber okuyanlar vardı. Bilmiyorum, bu da terbiye midir<br />

Terbiye de olsa, ne işe yarar !. Hayır, Çocuğunuzu kukla


- 208 -<br />

yapmayınız. Çocuk, çocuk kalsa daha iyi olur. Onun ne<br />

allâme, ne de ukalâ olması iyi bir şey değildir. Bırakınız<br />

o çocuk kalsın. Yapacağınız en büyük hizmet, kafasını<br />

yalanlar ve yanlışlarla doldurmamak ve vücudunu hastalık<br />

larla çürütmemektir. Bu bahiste başka fırsatlarla söyleyecek<br />

daha bir çok sözüm vardır;<br />

Çocuk ve bahçe<br />

"Çocuklarımızı evde nasıl terbiye edelim„ Serlevhasiyle<br />

yine "Son Saat ,,'te çıkan bir makalemde çocukları»<br />

tekâmülünde hakikî evle eşyasının büyük tesirleri olacağını<br />

söylemiştim.. Bahçe de çocuğun tekâmülünde büyük bir rot<br />

oynamak kudretinde bir amildir. Fikrimi açıkça söyleyebilmek<br />

için evvelâ fikrimin ne olmadığını bildirmeliyim: Bazı<br />

analar, babalar, yahut mürebbiler çocuğun bahçedeki faaliyetini<br />

geliş ;<br />

güzel bir faaliyet olarak düşünüyorlar: Koşmak,<br />

oynamak, taşları toprakları karıştırmak.. Ben bu başı boş»<br />

daha doğrusu insiyakı faaliyetin ehemmiyetini inkâr edecek<br />

derecede gafil değilim. Fakat unutmamalı ki bu ehemmiyetin<br />

mahiyeti psikolociyaî olmaktan çok ziyade, fizyoloçyaîdir..<br />

Bahçede yapılan bu nevi hareket sporlarının fayidelerini<br />

en ziyade tenefüz, sıhhat... noktasından düşünmelidir.<br />

Ancak bahçe daha başka noktalardan görülecek bir<br />

mevzudur. Burada en mühim hâdise 'çocuğun nebatlarla<br />

olan müaasebetini temin elmektir. Bu münasibet bir kaç<br />

cepheden tessüs edebilir: Evvelâ nebatların hayatı, saniyen<br />

bu nebatlardan istifade, salisen bu nebatların tanzimi. Binaenaleyh<br />

bahçede hayatî, iktisadî, bediî olmak üzere üç<br />

mühim alâka mevzuuîbahstir. Çocukta bu üç alâkanın uyanması<br />

ve üç nevi şahsiyetin teşekkülü için en mühim şart<br />

"çocuğun büyük bir adam gibi mümkün olan bütün işlere


- 209 —<br />

karıştırılmasıdır.fl Babası bahçesindeki gülleri tımar ederken*<br />

sade seyreden bir çocuğun istifadesi kitap okunurken<br />

dinleyen veya tımar resimlerini gören çocuktan esaslıca,<br />

faklı değildir. Bir çok kimseler "amelî,, sıfaitı terbiyede<br />

"gözle görülen„ mevzulara veriyorlar ki tamamiyle yanlıştır.<br />

Bir mevzu maddeye ayit olup ta hasseler ve adaleler<br />

ile yaşanmıyorsa " Amelîlik „ sıfatını alması haksızdır.<br />

Binaenaleyh her işte olduğu güi, bahçe işlerinde de amelîlik<br />

sıfatını " adelî faaliyet „ , daha doğrusu " icat ve istihsal „<br />

fikirleriyle birleştirmelidir. Bahçe işle rizannec ildiğinden çok<br />

fazla zekâya ve tefekküre muhtaçtır. Meselâ ağaç dikmek,<br />

ağaç aşılamak, ağaç budamak ameliyeleri keyfî, tesadüfi<br />

faaliyetlerden değildir. Bunlarda da yine hayat, iktisat ve<br />

güzellik esasları vardır. Çocuklar bu mevzuların her biri<br />

hakkında ya büsbütün malûmatsızdır, yahut kafasında bir<br />

çok yanlış malumatla beraberdir. Meselâ "Bir cins ağaç<br />

nasıl çoğaltılır „ sualine derece derece doğru ye kıymetli<br />

cevaplar vermek mümkündür: 1 - Ananın yavrularından<br />

ayırarak, 2 - Ananın dallarından çelik yaparak, 3 - Ananın<br />

çekirdeğinden dikerek, 4 - Ananın çekirdeğinden yetişen<br />

yabanilere aşı vurarak, 5 - Yabaninin çekirdeğinden yetişen<br />

yabanilere ananın aşısını vurarak. Fakat bu beş şeklin<br />

bşe ayrı kıymeti ihtiva eder. Bunlar çocuk, yahut acemi adam<br />

için meçhuldür. Bu kıymetler dizisi de sebepsiz değildir.<br />

Ancak hayatiyatın mutalariyle izah edebilir.<br />

O efkâr umumiyeden çok ziyade eşyanın tabiyetini,<br />

hâdiselerin muayyeniyetini görür, eserinin muvaffakiyetini<br />

söz ve fikir rüşvetinden değil, tabiyetinden koparır. Binaenaleyh<br />

teknik adamı hoşa gitse de gitmese de içtimai tekâmülün<br />

muhtaç olduğu adamdır.<br />

Şu halde bu güukü Türkiye'nin muhtaç olduğu vatandaşlar<br />

faaliyetin senpatik gösteren işgüzarlara değil, eşyanın<br />

tabiiyetine müstenit ve içtimaî tekâmüle hadim yaratı.


- 210 —<br />

cılık hassasını gösterebilenleredir. Malin iyisi kötüsü gibi,<br />

faaliyetin de hakikîsini ve kalbini seçelim..<br />

Çocuklar için iş odaları<br />

Türkiye şehirlerinde bir çok mescit, ufak cami vardır.<br />

Bunlar metruk bir hâldedir. Halbuki her mescidin yahut<br />

ufak caminin büyük bir salonu, ekseriya akar suyu, hiç<br />

«olmazsa tulumbası, apteshaneleri vardır. Bunların kendilerine<br />

göre vakıfları, varidatları da vardır. Acaba bu cemaatsiz,<br />

.metruk camiler hiç bir işe yaramaz mı ..<br />

Bu binalar böylece kapalı kalmıya mı mahkûm olacaklar<br />

Bunları alelade mektepler olarak kollanmak mümkün<br />

olmasın, fakat fevkalâde mektepler olarak kullanmak mümkün<br />

değil midir. Fikrimi izah ediyorum:<br />

Her şehirde, yüzlerce fakir, aç ve çıplak çocuk vardır.<br />

Bunlar dilenir, sürünür, çok defa da açlıktan yahut<br />

hastalıktan ölür. Bütün bu çocuklar yalnız türk nüfusu<br />

değil, millî servettir. Bütün çocukları mahalle mahalle bu<br />

ufak mabet binalarına toplamalıdır. Bunların üç şeye ihticı<br />

yardır: Evvelâ yiyecek, sonra biraz terbiye ve tahsil, daha<br />

sonra ufak ve sermayesiz bir meslek. Her şeyden evvel<br />

karınlarını doyurmak lâzımdır. Bu da gayet basit bir teşkilâtla:<br />

Fransız mekteplerinde olduğu gibi "Cantine scolaire»<br />

teşkilâtı yapılır. En ucuz, fakat en sıhhî ve mugaddi bir<br />

kap yemek verilir. Sonra bunları okutup yazdırmak lâzım.<br />

Bunun için hatta yüz çocuğa tek hoca, kâfidir. Bu tahsil<br />

gayet basit bir tahsil olacaktır, bu faaliyet öğleye kadar<br />

devam eder. Öğleden sonra ayrı bir hoca daha doğrusu<br />

usta gelecektir. Bu yavrucaklara sepetçilik, dokumacılık,<br />

fırçacılık, paspas yapmak... gibi en basit, en kolay bir sanatın<br />

•çıraklığı öğretilecektir. Sonra çarşıda bu fakir çocuklara


— 211 —<br />

mahsus olan dükkânda bütün bu eşya satılığa çıkarılacaktır.<br />

Bu eşyanın getireceği para yiyeceklerine, üstlerine, başlarına<br />

sarfedilecektir. Ondan sonra iş odalarında tahsillerini bitiren<br />

çocuklar oraya buraya çırak olarak yerleştirileceklertir.<br />

Bu teşkilât bir tasavvur değil, tahakkuk etmiş bir fikirdir..<br />

1886 da Norveç'te yapılmıştır. Norveç iş evleri nahiyelerden<br />

yardım görürler. Bu müessiselerin gayesi himayesiz çocukları<br />

sefaletten kurtarmaktır. Bu evler Norvoç'te ekseriya<br />

zengin sınıfın kadınları tarafından meccanen idare edilir.<br />

Tesisat masraflarına mahsus olmak üzere zengin bir vakıf ta<br />

vardır. Norveç iş evlerinin varidatı hibeler, talebe işlerinin<br />

satış hasılatı, nahiye ve belediye muavenetleridir. Bizde bu<br />

teşkilâtı vücude getirebilecek olan en yakın müessise<br />

Himayeyi Eytfal Cemiyetidir Türkiye'de mescit ve ufak camiler<br />

boştur. Türkiye'de binlerce çocuk aç ve tahsilzisdir. Türkiye'de<br />

çocuk sarayı yapabilecek maddî ve manevî sermaye<br />

imkânları vardır. O halde bu çocukları sefaletten kurtarmak<br />

bir vazifedir.


Türkçülük


Asrı Türklük<br />

Bir çok"feylesoflar için "tabiati beşeriye,,sabit ve lâyetagayyerdir.<br />

Bu tabiatın ihtiyaçları, saikaları, zaruretleri birdir,<br />

ne zaman ne de mekânla değişmez " insan dayıma<br />

insandır! Yine aynı feylesofların fikrince, ahlâk ve "kavaidi<br />

ahlâkiye,, bu sabit ve lâyetagayyer olan tabiati beşeriyenin<br />

esaslı ihtiyaçlarına istinat etmelidir. Feylesofların lisanyile<br />

"ilimi ahlâk w<br />

'i tesis için ne tarihe, ne etnografyaya müracaat<br />

etmek ve bu suretle beşeriyetin zaman ve mekândaki<br />

tahavvüllerini tetkik etmek, ve bu tahavvüllerin tabi olduğu<br />

sebepleri araştırmak hiç lâzım değildir. Ahlâk ilmini tesis<br />

için yalnız feylesofun nefs ve nefsine ayit tecrübeleri kâfidir..<br />

Bu tecrübeler diğer feylesofların nefsî tecrübeleriyle<br />

daha takviye edilirse ne alâ... Onun için bu enfesü usulü<br />

kabul eden feylesofların nazarında ahlâk ilmi hikmet, biyoloji<br />

ilimleri gibi, haricî tabiyetin afakî bir surette tetkiki<br />

neticesinde tesis edilecek bir şey değil, sadece derunî tefahhusların<br />

yakın bir neticesidir. Halbuki tarih ve etnografya<br />

malûmatının mukayeseli bir surette tetkiki neticesinde vasıl<br />

olacağımız mühim neticelerden biri " insaniyet „ fikrinin<br />

mutlak olmayıp izafî olduğu, zaman ve mekânda sabit olmayıp<br />

bilâkis cemiyetten cemiyete ve muhitten muhite<br />

değişmiş olduğudur. Fransız içtimaiyatçılarından Levy-Bruhl<br />

bu değişme hâdisesini ahlâk ilmine dayir olan meşhur eserinde<br />

açık bir tarzda göstermiştir. Levy-Bruhl bu eserinde<br />

" insaniyet „ fikrinin tarihin bildiği bütün devirlerde bir<br />

olmayıp Yunanı kadimde, Roma'da, Hiristiyanhğm ve İslâmlığın<br />

zuhurundan sonra başka başka olduğunu ve "insaniyetlin<br />

etnografyanın fiziyolojinin tavsif ettiği bütün insanları<br />

değil, sadece bir kısım insanları ihtiva ettiğini söylüyor..<br />

Filvaki Yunam kadim felsefesinde mevzuubahs olan " adam „<br />

insaniyet değil, sadece " Yunanlı „ idi. Eflatun'un Cosmo-<br />

14


— 216 —<br />

lojisi ancak yunan sitelerini ihtiva ediyordu. Eski Yunanlılar<br />

kendilerile barbarlar arasındaki mesafeyi büyük<br />

farzediyorlar, hatta Mısır'dan ve Şarktan aldıkları medeniyetleri<br />

sonraları unutuyorlardı. Gerçi Yunanlılar nazarında<br />

barbarlarda insaniyet mefhumuna dahil idiler; Fakat<br />

bunlar ikinci derecede insanlardan addedilirlerdi. Barbarların<br />

nıüessiseleri Yunanlılar için yalnız bir eğlence<br />

mevzuuydu.. Roma İmperatorluğunun tesisi bilhassa İslamiyetin<br />

intişarı bu dar insaniyet fikri yerine insanlara daha<br />

geniş muhtevalı bir "insaniyet,, fikri kazandırdı. Bihassa<br />

İslâmiyet, bütün insanları hak ve hakikat karşısında bir<br />

farzediyor, aralarındaki servet, nesep farklarını siliyordu.<br />

Fakat yine şayanı dikkattir ki Hıristiyanlık alemşümul bir<br />

din olmak iddiasına rağmen, insaniyet fikrini yalnız hâkim<br />

olduğu insanlar fikriyle birleştiriyor, hariçte kalanlara aynı<br />

kıymeti vermiyordu. Bu tarz anlayış duyuş el'an avrupahlarda<br />

devam etmektedir. Avrupalıların müstemlike siyasetleri<br />

şüphesiz " müstemlike fikri ,,'nin, müstemlike hakkındaki<br />

ahlâkî kıymetlerin bir tabiidir. Amerika'da yerliler<br />

hakkında cari olan örfler herkesin malûmudur. Avrupalılar<br />

nazarında " yerliler „ insaniyet fikrine pek zayif<br />

nispette iştirak eden unsurlardır. Bu dar insaniyet fikrinin<br />

devamına diğer bir misal de psikoloji ve ruhiyat dediğimiz<br />

eski ilmin tekâmülüdür: Bu "ilim,, yakın zamana kadar beyaz<br />

adamdan, avrupalıdan gayrisini mevzuu haricinde bırakmıştır.<br />

Levy-Bruhl'ün iptidaî cemiyetlerde zihnî melekâtm tetkikine<br />

dayir olan içtimaî psikoloji nevinden kitaplar eski neşriyat<br />

arasında pek görülmez... Eski psikoloji de mevzuubahs<br />

olan bütün " melekât „ bu beyazın ve avrupalının melekâtıdir.<br />

Ve yakın zamana kadar ahlâkî felsefe dediğimiz bahisler<br />

yunanı kadim felsefesinin yakından veya uzaktan tabii idi.<br />

Aynı tahavvülü muhtelif cemiyetlerin terbiye gayesinde de<br />

görmek kabildir: Her cemiyette terbiyenin gayesi "Adam n<br />

dır. Bu adam ve onun müradifi olan tasavvur; mücerret bir


- 217 -<br />

fikir değil, pek müşahhas bir fikir yani bedenî, fikrî ve<br />

ahlâkî itiyatları olan bir emmuzeçtir. Atina'nın nazarında<br />

bu adam ince fikirli, zevk sahibi, mücerret mübahaselere<br />

kadir olandı. Romalılar nazarında aynı adam zafere teşne,<br />

mukavim vücutlu, edebiyat ve senayii nefiseye bigâne olan<br />

bir enmuzece ayitti. Ayni adam fikri Kurunu Vustada zühdî<br />

bir mana ifade ediyordu. Aynı fikrin Rönesans'ta daha<br />

lâdinî, hürriyetperver ve edebî bir delâleti vardı, görülüyor<br />

kü müceret ve sabit farzettiğimiz mefhumlar bile zaman<br />

ve mekânla tahavvül edebiliyor. Bu tahavvülü görmek için<br />

iki üç bin senelik tarihe müracaat etmek zarurî değildir.<br />

Bizim gibi süratle değişen milletlerin tarihinde de bu tahavvülü<br />

işaret etmek mümkündür. Meşrutiyetten beri "Adam»<br />

hakkındaki telâkkimiz mütemadiyen tahavvül etmiştir, "iyi<br />

mübarek, kendi halinde, insan, melek,, sıfatlariyle tavsif ettiğimiz<br />

müteaddit adam enmuzeçleri vardır. Bütün bu tahavvülleri<br />

vücude getiren sebepler şüphesiz sathî, gelip<br />

geçici hâdiseler değil, belki cemiyetimizin esaslı telâkkilerini<br />

müteesir edebilen bünyevî sebeplerdir. Harbi Umumî<br />

bütün avrupa milletlerinin iktisadî, ahlâkî... bünyesinde<br />

mühim tahavvüller vücude getirdi. Aynı harp ve onu temadi<br />

ettiren büyük sarsıntıların da " adam 'ı n<br />

anlayışımız ve<br />

düşünüşümüz üzerinde tesiri olması zarurîdir. Bu tesirlerle<br />

bu günün Türklerin nazarında tecelli eden "adam,, enmuzeci<br />

acaba nedir.. Bence bu enmuzeci vücude getiren iki<br />

seciyeden biri " ilmî ve müspet bir kafa ,,'dır. Bu seciye<br />

eski, kof belâgatçiliğe ve seri tefekküre karşı gelen bir<br />

kuvvettir. Bu seciyeden ikincisi "içtimaî bir ahlâk telâkkisi»<br />

dir. Bu telâkki eski dar ayile ahlâkı telâkkisine karşı gelen<br />

bir kuvvettir. Her iki seciyeyi hayız olan adam asrî türklüğün<br />

başlıca seciyelerim taşıyor demektir.


— 218 —<br />

Büyük üstadın kabri başında<br />

Büyük alim ve müderris Ziya Bey! kabrinizin başında<br />

ve arkadaşlarınızın lisanından size hitab ediyorum. Ziya Bey!<br />

Hayatınız hayatı bir takım maddî ve süflî kuvvetlerin bir terkibi<br />

gibi anlayanlar için ne kat'i bir tekzipti. Ölümünüz ise<br />

mefkurenin ebediyetine ne büyük şahittir...<br />

Ziya Bey! Bundan senelerce evvel gözlerimiz karanlığa<br />

çok alışmıştı. Siz, büyük alim, bize ışığı gösterdiniz: Fakat<br />

Ziya Bey siz, bize ışığı göstermekle kanmadınız, güneşe bakmayı<br />

da öğrettiniz...<br />

Ziya Bey! Senelerce evvel hislerimiz maddî ve hodbin<br />

hislerdi. Büyük feylesof siz, bize millî ve insanî hislerin varlığını<br />

öğrettiniz!<br />

Ziya Bey, senelerce evvel irademiz mefluç bir hâlde<br />

sanki paslıydı. Büyük mümin, siz bize iradenin yaratıcı kudretini<br />

ilân ettiniz.<br />

Hülâsa Ziya Bey, siz, ilâhî bir hamle gibi cehli yıktınız»<br />

yerine ilmi koydunuz, fikirlerden anarşiyi kaldırdınız, yerine<br />

usulü koydunuz. İstibdat ve Saltanatı kaldırdınız, yerine<br />

istiklal ve hüriyyeti koydunuz, ümitsizliği kovdunuz, yerine<br />

imanı koydunuz. Siz bir Ümmeti ışıldattınız, ondan bir Millet<br />

çıkardınız..<br />

Ziya Bey siz, yalnız bir ilim ve felsefe yapmakla doy<br />

madınız, ilminizin ve felsefenizin edebiyatını da yaptınız, siz.<br />

her millî hissi alıp türk ölkesinin en hücra köşelerine kadar<br />

götürdünüz ve onlarla her türkün kalbinde histen bir abide<br />

inşa ettiniz..<br />

Ziya Bey siz, o kadar büyüksünüz kü bunu ifade etmek<br />

için bizzat yarattığınız millî edebiyatın kuvveti bile kâfi gelemez.<br />

Sizin büyüklüğünüzü teslim için susmak lâzımdır.<br />

Çünkü sükût bilirsiniz ki ekseri ahvalde bir belagattir. Yalnız<br />

Ziya Bey, mezarınızın başında susarken içtimaiyatınızın


Mİ 1/<br />

büyük ve sert bir kanununu tekrardan kendimi alamıyorum:<br />

"Fertler fani,milletler ise sırrı ebediyete mazhardırlar.. n<br />

.<br />

Yaratıcı Türkçülük<br />

Merhum Gök Alp Ziya Türkçülüğün tarihini vücude<br />

getirirken bütün menfi ve irticakâr telâkkilere isyan ederdi.<br />

Türkçülüğü mazimizin devamı gibi anhyan muhafazakârları<br />

tanımazdı. Bunların mezhebine " Tarihî Türkçülük „ derdi.<br />

Gök Alp Türkçülüğü mazimizin sultasından kurtarmak için<br />

hep mefkureyi işaret ediyor ve ona sanki İâhutî bir makam<br />

veriyordu.. Gök Alp hemen her yazısında Türkçülük mefkuresinin<br />

ne olmadığını göstermek istediği zaman felsefesinin<br />

parmağıyle işaret ediyor. Bu parmağı bazen sanatkârın,<br />

bazen de millî bir feylesofun vicdanına sokup çıkarmak<br />

istiyordu. Ziya Beyde canlı harsı afakî usullerle keşif ve<br />

tespit etmek iradesi son zamanlarda tereddüde uğramış<br />

gibiydi. Bilmem bu noktada haklı mıyım!. Çünkü hiç bir<br />

ilim, hiç bir içtimaî tefekkür bize henüz " olmıyan „ fakat<br />

* olmakta olan „ bir hayatın şahsını, vücudunu madenî bir<br />

billur gibi gösteremez!.. O hâlde hayatı hayalleriyle duyurmak<br />

istiyen sanatkârla hayatı mefhumlariyle anlatmak istiyen<br />

feylesofa müracaatten başka bir şey kalmıyordu. Gerçi<br />

hayat da bu kanaati te'yitten başka bir şey yapmadı. Biz<br />

ilmin kafasiyle olması lâzım geleni düşünmekle kaldık. Fakat<br />

bu olanın vücûdunu, şahsını, ancak Mustafa Kemal'in irade*<br />

sinde görebildik. Eğer bu millî kahraman zuhur etmeseydi<br />

ilmin mütalâası, cebrin düsturları sırf zihnî kalacaktı. Roger<br />

Marx ismindeki müellifin " Art Social „ adlı kitabının nihayetindeki<br />

ankete iştirak eden Bergson şöyle diyor: " Ana<br />

navîyi tekrar etmekle büyük sanat ananemize riayet etmiş<br />

olmayız. O sanat ananasi ki şimdiye kadar hep yeniyi ara-


mak olmuştur ... „ Bergson'un Fransızlar için söylediği bu><br />

sözler hangi milletin anane felsefesi için doğru olmaz ...<br />

Hangi yenilik " yeniliksiz n'dir .. Hangi değişiklik inkârsizdır<br />

.. Hangi ufuk geridedir .. Bence lisanda, sanatte<br />

yaşayışta yenilik, eski ananelere riayet etmekle değil, değişmek<br />

ananesine uymakla kabildir. Türkçülük fikri sanat ve:<br />

felsefe fikridir. Türkçü her şeyden ziyade sanatkâr bir<br />

feylezof olmak mecburiyetindedir. Tekniksiz bir sanat ve<br />

ilimsiz bir felsefeyi anhyamadiğımı söylemiye lüzum varmi ...<br />

Benim anladığım türkçülük<br />

Bir Türk için en samimî hayat türklük denilen manevî<br />

kıymetleri yaşamaktır. Bu kıymetlerin duyuiabilmesi için bir<br />

Türkün ne alim, ne de feylezof olmasına lüzum yoktur. Elverirki<br />

bu kıymetler lüzumu kadar sınırlanmış olsun... Bu hâlin<br />

adına "duygu türkçülüğü» diyorum. Duygu türkçülüğünün<br />

vaziyeti vecit ve istikrak vaziyetidir.<br />

Bir susuzluk, açlık duygusu gibi milliyet duygusu da ta*<br />

biatin zaruretini bildiren kuvvetlerdendir. Milliyet duygusu<br />

mücbirdir. Bununla beraber bu milliyet duygusunun<br />

ne tabiîliğini, ne de zarurîliğini hakkiyle idrak edemediğimiz,<br />

anler olmuştur. O zaman bilgilerimizle duygularımız, aklımızla<br />

kalbimiz arasında garip bir çarpışma başlar. Ruhumuzun<br />

ne ahengi kalır, yahut ne de sükûneti kalır.. Artık o zaman:<br />

ya kalbimizin durması, bilgilerimizin kontrolü lâzım gelir.<br />

Bu kontrol son hadlerine varınca milliyetler ilminden ibaret<br />

bir nevi muhkem bilgi vücude gelir. Bu son bilginin türklük<br />

için elde edilmesine de "Bilgi türkçülüğü* diyorum. Bilgi<br />

türkçülügünün vaziyetif tefekkür vaziyetidir. Fakat vaktaki<br />

bu bilgi, bu duygyu|tabiî ve zarurî bir kuvvet olarak<br />

izah ediliyor; o zaman bu tabiî saikanın imkân âleminde vü-


_ 221 —<br />

cude getirebileceği bütün hareketleri, fiilleri, eserleri mubah<br />

ve insanî görüyoruz. Onları elde etmek için çabalamak bir<br />

ihtiyaç oluyor. Ve harekete başhyoruz. Bu çalışma bir yandan<br />

milliyet vicdanımızı» tazyiki, bir yandan da milliyet ilmimizin<br />

irşadı ile oluyor. Yaşayışın bu manzarasına da "irade türkçülüğü<br />

„ diyorum. İrade türkçülüğünün vaziyeti yaratmak<br />

vaziyetidir.<br />

Türkiye'de türkçülüğün tekâmülü nazarı dikkate alınırsa<br />

bunun bu üç merhaleden ikisini geçtiği ve üçüncü merhalenin<br />

siyasî derecelerine vardığı görülüyor. O halde bugünkü<br />

Türklerin vazifesi ne duygu türkcülüğü, ne de düşünce<br />

türkçüiüğüdür, irade türkçülüğüdür. Bu da türklerin siyasî<br />

vahdetini, yahut siyasî istiklâlini elde etmek için değil, belki<br />

bir ilim, iktisat ve adalet Türkiye'sini tamamlamak için mütemadiyen<br />

irade sarf etmektir. Şimdi benim anladığım türkçülük<br />

işte budur.<br />

Türk sanatkârının anlaşılmayan<br />

s/ ••<br />

Eskiden bir İlyas Ali, bir Hayrettin, bir Sinan, bir<br />

Mehmet Ağa, bir Kasım ağa vardı. Bunlar mimar idiler.<br />

Türk mimarı idiler. Camiler, türbeler, çeşmeler vücude<br />

getirdiler. Hep bu eserler Türk oldular. Belki de bir türkçü,<br />

turkiyatçı değildiler, fakat eserlerine türklüğün damgasını<br />

vurdular. Türk toprakları garp sanatinin zevki tarafından<br />

istilâ edildiği zamanlar bu üstatların eserleri anlaşılmaz<br />

oldu. Bu istilâ devrinin sanatkâr mantığı şundan ibaretti:<br />

Eski Yunanistan sanati, yahut Rönesans sanati, yahut<br />

Barok, Rokoko tarzı en yüksek sanat nevidir. Binaenaleyh<br />

sanatın bu yüksek numunelerini taklit etmekten başka bir<br />

şey yapılamaz. Bir çok Rum, İtalyan ve Firenk ustalar bir


— 222 —<br />

bakıma türk şehirlerini zevkler vatanına benzeten yabancı<br />

eserlerini hep böyle vücude getirdiler. Lâkin bu istilâ kat'i<br />

olamazdı. Çünkü millet her şeyi, her haricî sultayı olduğu gibi<br />

kabul eden menfi bir mevcut değildi. Onun için Yunanîden,<br />

Rönesansdan, Rokokodan, Barokdan hemen hemen başka bir<br />

Yunanı, başka bir Rönesans... vücude getirdi. Fakat buda<br />

ilmî bir kastla, mantıkî bir mücahede ile sunî bir surette<br />

olmadı. Bu istihale tabiatiyle, insiyaki bir surette, kendi kendine<br />

oldu. Mimar Vedat Bey Yeni Postahane binasını yaptığı<br />

tarihten beri yeni türk sanatkârlarında şayanı dikkat<br />

bir uğraşma var. Mimarlıkta hep milliyeti türklüğü arıyor,<br />

lar, düşünüyorlar, taşınıyorlar, her binaya bir türklük dam<br />

ğasını vumak için çabalıyorlar. Türkçülük mefkuresinin açtığı<br />

çığır ne dir Bunu anlamak için otuz senedenberi Türkiye'nin<br />

her tarafında kırılan cami kemerlerine ve her tarafında<br />

şişen cami kubbelerine bakmak kâfidir!.. Âiim ve içtimaiyatçı<br />

olmıyan eski ustalar tarihe bir türk sanati kazan"<br />

dırdılar. Âlim ve içtimaiyatçı olan yeni mimarlar bize yeni<br />

bir sanat kazandırabildiler mi Eski mimarlar kırık kemeri,<br />

lkubbeyi, istilâktiti şekil âlemin Türkleri olarak kullanmadılar.<br />

Bu ustalar sade türk ve büyük sanatkâr oldukları<br />

içindir ki kemerlerini, kubbelerini, tezyinatlarım türkeştirdiler<br />

ve ilhamlarını maziden, müstehaselerden değil,<br />

vicdandan ve muasır cemiyetin hayatından aldılar.<br />

Hep teceddütçü olan bu adamların misalinden koyu bir<br />

muhafazakârlık ve ananeperestlik düsturu çıkarılabilirini..


kadın


- 225 -<br />

Demokrasi ve kadın<br />

Geçen sene îstanbu'Iu ziyaret etmiş ve Darülfünunda fransız<br />

sosyolojisine dayir bir konferans vermiş olan Paris Darülfünunu<br />

müderrislerinden Müsyü Bougle "De la Sociologie â<br />

l'Action Sociale „ adlı bir eser neşretmiştir. Bu kitabın bir<br />

faslı "Fâminisme et Sociologie,,dir. Professör Bouglö "Kadın<br />

bütün içtimaî mesleklere, bilhassa Parlamentoya dahil olmalı<br />

mı, olmamalı mı „ sualine içtimaî vakıalara müstenit<br />

tetkikat yapan bir ilmin, yani içtimaiyatın şimdiden cevap<br />

verip veremeyeceğini mevzubahs ediyor.<br />

Bougle'y e<br />

nazaran her medeniyette bir takım hâkim<br />

kuvvetleri vardır. Muasır garp medeniyetinde bu hâkim kuvvetler<br />

üçtür: Sanayi, ilim, demokrasi. Garplı her şeyden evvel<br />

tabiate hâkim bir adamdır. Garp büyük sanayiin vatanıdır.<br />

Fakat ilimle beslenmiyen bir sanayi nasıl yaşar! Onun için<br />

garp medeniyeti bir sanayi medeniyeti olduğundan ziyade<br />

bir ilim - şüphesiz müspet ilimler - medeniyetidir. Garp milletlerinde<br />

demokrasinin tarakkisi de şayanı dikkat bir vasıf<br />

mümeyyizdir: Bu milletler gitgide kendi mukadderatlarına<br />

kendileri vazıülyet olmakta, bu milletlerde hükümet yalnız<br />

halk için çahşmıya değil, halka hesap vermiye mecbur tutulmaktadır.<br />

Vicdanı ammede bu kontrola mesnet olan fikirler<br />

müsavat fikirleridir. Garp cemiyetlerinde müsavat fikirleri<br />

bir tesadüf veya keyif mahsulü müdür! hayır! Belliki<br />

bu fikirler bizzat cemiyetin bazı esaslı akidelerine dahildir.<br />

Müsavatçılık mefkuresini vücude getiren; bu mefkurenin<br />

müradifi olan içtimaî bir tahavvül, bünyevî bir sebeptir.<br />

İşte müsavatçılık içtimaî bir vak'a gibi kabul edilince<br />

kadınların da bundan müstefit olması kadar tabiî ne olabilir !<br />

Fakat buna karşı iki cinsin arasındaki " uzviyet farkı,,'nı<br />

ileriye sürerler ve derler ki:<br />

Kadınla erkek arasındaki uzvî fark fikrî ve hele sisasî


— 226 —<br />

sahede kadın ile erkeğin müsavi olmalarına bir manidir.<br />

Kadın ancak bir ana, zevce, ayilesinin reisi olabilir. Fakat<br />

bu istişhadin temeli maddiyeci bir kanattir: Zira böyle demek,<br />

aklı teşrihi bünye tayin eder, demektir. İlim bu gibi farziyeleri<br />

teyit ediyor mu hayır. Bu gibi iddiaların neticesi<br />

dayima menfi veya meşkûk, bilâkis soyolojinin bu noktada<br />

•öğreteceği dimağın her şey olmadığı, fakat terbiyenin yani<br />

cemiyetten gelen tesirlerin pek mühim olduğudur. Filvaki<br />

uzvî farzettiğimiz bir çok kuvvet ve kabiliyetlerimizin menşei,<br />

içtimaî muhitimizdir. Biyoloji ile izah edilmek istenilen<br />

bir çok ruhiyat hâdiselerinin hakikî izahı içtimaiyattadır.<br />

Nitekim dün kadının yalnız valide, zevce ve ayile reisi<br />

olması biyolocyaî bir zaruret değildi, içtimaî bir zaruretti.<br />

Ya bu gün aynı kadın nasıl bir mevki sahibi olacak !.<br />

Bu sualin cevabı da teşrihte değil, tarihte ve zaman ve mekânın<br />

icabatindadır. Eğer böyle olmasaydı, bütün zaman ve<br />

mekânda kadınla erkek arasındaki taksimi amelin doğrudan<br />

doğruya cinsî bir esas üzerinde yapılması iktiza ederdi.<br />

Halbuki tarih ve etnografya bunun aksini gösteriyor. Bir çok<br />

kabileler gösterilebiürki arada kadının vazifesi muarızların<br />

mikyasiyle hiçte kadın işi değildir. Meselâ çiftçilik; balıkçılık,<br />

hammallık, hatta bazı kabilelerde muhariplik bile!..<br />

Kadının deruhte ettiği vazifeler ne yeknesak, ne de zaman ve<br />

mekânda sabit... "Cinsi zaif,, fikrini her cemiyette bulmak<br />

kabil değil. Şu halde kadınla erkek arasındaki taksimi amelin<br />

menşei uzvî değil, manevî, ahlâkî bir sebeptir. Burada<br />

müessir olan kadının bünyesi degii bizzat cemiyetin bünyesi,<br />

bu cemiyetin dinî, ahlakî akideleridir. Şu takdirce bir cemiyet<br />

içinde kadının iştirakten mahrum kaldığı bazı vazifeler varsa<br />

bunun da menşei dinî, ahlakî... olmak lâzım geliyor. Mubah<br />

ve haram fikirleri tarih menşeli fikirlerden olduklarından cemiyetin<br />

değişmesiyle bunların de değişmesi mümkündür. Ve gene<br />

dinî bir akidenin kadına kapadığı bazı yolları iktisadî<br />

tekâmülün açması mümkündür. Patriyarkal ayilede baba ufak


- 227 -<br />

bir hükümetin reisi ve muayyen bir dînin nâzımıdır. Babaya,<br />

büyük bir nüfuz temin eden ve buna mukabil kadına hürriyet<br />

vermiyen bu bünye garp cemiyetlerinde muhtelif amillerin,<br />

tesiriyle bozulmuştur. Artık yuva ne bir hükümet, ne bir atelyedir.<br />

Aynı zamanda istihsal ve istihlâk etmek kudretini ve<br />

kendi kendisine kifayet etmek iktidarını kaybetmiştir. Ayile<br />

bünyesini sarsan son hâdiselerden biride Cihan Harbi<br />

olmuştur. Harp cephelerine giden erkeklerin bıraktığı<br />

boşlukları doldurmak için kadınlara seferberlik ilân etmişlerdi.<br />

Bu fırsatla kadınlar o zamana kadar mahrum oldukları<br />

erkek işlerine girmişlerdir. Bu gibi vukuatın kadın hakkındaki<br />

fikirlerimiz, talâkkilerimiz üzerinde tesiri olmaması:<br />

mümkünmü ! Kadına bütün iktisadî mevkileri bahşettikten<br />

sonra daha doğrusu kadın iktisadî hürriyetini aldıktan sonra<br />

ondan siyasî hürriyeti esirgemek mümkünmüdür !.. Hü*<br />

lâsa demokrasi müsavat fikriyle tevemdir. Müsavat fikirleri,<br />

ise feminizm haricinde nemalanamaz...<br />

Kadın ve hayat<br />

— Efendiler iktisadî olmıyan bir istiklâl, nasıl bir istiklâldir<br />

! gümrüklerinize hâkim olmadıkça, iktisadî haklarınızı<br />

taarruzdan kurtarmadıkça biz Türkler için bir istiklâl naşı<br />

mezubahs olabilir! Efendiler; kadınlarınızı erkeklermiz gibil<br />

aynı hizada, aynı ehemmiyetle içtimaî hayata karıştırmıyan<br />

ve kabul etmiyen hayat nasıl müstakil bir hayat olabilir J<br />

Türk kadını yuvasını terk ettiği dakikada her hangi içtimaî<br />

vazife alamazsa, kazanamazsa o kadınların dahil olduğu cemiyete<br />

nasıl müstakil diyelim!..<br />

İşte ben bundan on, on iki sene evvel böyle söylenerek<br />

tt<br />

İstiklâli millî „ şerefine yapılan bir içtimada nutkuma<br />

devam ediyordum. Derken kürsüye bir ikinci hatip daha.<br />

çıktı. Bu hatibin mantığı gayet kuvvetliydi. Diyordiki:


- 228 -<br />

— Bey biraderimizin dedikleri çok iyi, çok doğru,<br />

fakat evvelâ kadınlarınız Mal Hatun kadar "Saliha» olsunlar,<br />

ondan sonra erkekle yarışa çıksınlar. Evvelâ kadınlarınız<br />

iyi yemek pişirmeyi ve çamaşır yıkamayı öğrensinler,<br />

ondan sonra piyano çalsınlar!..<br />

Halk bu mnatığı daha kuvvetli buluyor ve sahibini daha<br />

çok alkışlıyordu. Zahiren kadın inkılâbını meşru gören ve<br />

halkın dikkatini inkılâbın usulüne çağıran bu hakikî mürteci<br />

ve yalancı müteceddidi halk daha çok beğeniyordu. On beş<br />

senedenberi bu masum halk gibi cahil hükümet adamı da<br />

bu mantığın kurbanı oldu. Acaba el'an kuvvetli olan bu<br />

mantık değilmi dir ! Mantıkçılar diyorlar ki:<br />

— Pek güzel! Biz kadının içtimaî hayata karışmasına da<br />

taraftarız- Fakat kadınlarınız ekekler seviyesinde mi! Kadınlarınızı<br />

bîr kere o seviyeye getirelim, ondan sonra !..<br />

Biz de, fakat bir kere hayata bakalım, diyoruz. Kadın<br />

meselesi bütün bir " emri vakiler „ silsilesidir. Memuriyette<br />

kadın, sanatte kadın, darülfünunda kadın, ticarette kadın...<br />

hep birdenbire ihdas edilmiş ve gittikçe kuvvet ve metanet<br />

bulmuş sayısız emri vakilerdir. Bir maarif vekilinin dediği<br />

gibi: " Kadınlarınız mütemadiyen içtimaî emri vakiler ihdas<br />

ediyorlar. Bizim için bu emri vakileri takip edebilmek ne<br />

büyük bir muyaffakiyettir !..„.<br />

Kadın inkılâbına sekte vermek istieyn bu kara kuvvet her<br />

ne olursa olsun, bu mantıkçılarla mantık dayiresinde anlaşmak<br />

faydasız değildir. Çünkü mantıksız olan asıl mantık<br />

değil, hayata musallat olmak istiyen aklı mücerredin mantığı,<br />

mantıkî mantıktır!<br />

— Efendiler; ne istiyorsunuz Önümüzde hayat, cemiyet,<br />

iktisat, yirminci asrın içtimaî şerayiti... gibi muhtelif isim<br />

ye tabirlerle ifadeye çalıştığımız bir hayat denizi vardır,<br />

ikiden biri: Ya bir gün gelip kadının bu denize çıkacağını<br />

ve denize düşeceğini bildiğiniz halde, Hayır» Hammler, düşmezsiniz,<br />

karada kalacaksınız, sizin için yüzmek ihtiyacı


— 229 —<br />

yoktur ! ..„ diyeceksiniz ve böylelikle onları aldatacaksınız !..<br />

Yahut yüzmek ihtiyacını teslim ederek alıştıracaksınız. Bunlardan<br />

hangisini kabul ediyorsunuz <br />

— Şüphesiz kadının bir gün gelip bu hayat denizine<br />

çıkacağını kabul ediyorum.<br />

— O halde !.<br />

— O halde, biz de sizin gibi yüzme öğrenmesini istiyoruz.<br />

Fakat acele etmiyoruz. Yüzme öğrenmeden evvel<br />

kadını denize atmak yazıktır! Evvelâ yüzmeyi öğretelim,<br />

ondan sonra kadını denize çıkmakta serbes bırakalım*...<br />

— O halde bu yüzmeyi öğretmek için nasıl bir usûl<br />

takip etmeliyiz<br />

— Mektep, ilim, terbiye, tahsil...<br />

— Fakat bütün bu muhitler, idmanlar evvelce de vardı.<br />

Kadın inkılâbına tekaddüm etmişti; matlup hasıl oldumuydu!.<br />

— Olmadı amma kabahat bu mekteplerin şerayitinde,<br />

tedrisatında, usulünde idi... Onları islâh etmeli...<br />

— O halde müsaade ederseniz sözü selâhiyettarlarma<br />

bırakalım. Bakınız fikrimi izah edeyim: Amerikalı feylesof<br />

ve pedagok mister Dewey bir gün Amerika'daki yüzgeç mekteplerinden<br />

birini ziyaret etmiş. Bu mekteplerde çocuk sunî<br />

ve iradî hareketlerle bir oda içerisinde kollarını, bacaklarını<br />

kımıldatarak yüzmeye ahştırıhyormuş. Büyük terbiyeci en<br />

müstayitleı inden birine şu suali sormuş:<br />

" Oğlum sen denize düşsen ne yaparsın „ Cevap gayet<br />

samimiydi: "Batarım efendim!..,, Çünkü bu çocuklar yüzmenin<br />

gramerini yani aklını tahsil etmiş olmalarına rağmen<br />

yizmenin itiyadını ve şevki tabiîsini kazanmamışlardı!..<br />

Binaenaleyh bu çocukları yüzdürmek için tek çare kalıyordu...<br />

— Nedir o çare !.<br />

— Yüzmeyi tariften evvel, denize sokmak!<br />

— Ya boğulursa !.<br />

— Telâş etmeyiniz. Bir kere " Denize atmak! „ deme-<br />

•dim, " Sokmak „ dedim. Sonra, boğulmak o kadar kolay


— 230 —<br />

değildir! Elverir ki fert bir hayvan ve bir çocuk safiyetini<br />

muhafaza etmiş olsun, elverir ki mürebbiler şevki tabiînin<br />

ilhamları yerine mücerret aklın düsturlarını ikame etmiş<br />

olmasınlar!.. Ne hacet bazı milletler çocuklarını bu usulle<br />

yüzmiye alıştırmıyorlar mı . Ve her ihtimale karşı yanında*<br />

smız. Eğer hata ederse tashih edersiniz... Fakat dayıma bir<br />

şart île: "Yüzmek ancak ve illâ su içinde öğrenilebilir; kadın<br />

ancak ve illâ hayata çıkarak, hayata çıktıktan sonra ve hayat<br />

içinde hayat melekesini kazanabilir. Zira her fiilin tecrübesi<br />

kendindedir; haricindeki bir akılda ve tahsilde değil!.. „ .<br />

Taaddüdü zevcat bir fikir<br />

meselesi midir<br />

Biri diyor ki:<br />

— Taaddüdü zevcat dinen menedüemez. Çünkü hakkında<br />

ahkâmı seriye vardır...<br />

Buna karşı bir diğeri cevap veriyor:<br />

— Bilâkis taaddüdü zevcatm dinen meni lâzım gelir.<br />

Çünkü bu cihet ruhu şeriate daha muvafıktır. Gerçi taaddüdü<br />

zevcat dinen meşrudur; fakat bu meşruiyet mutlak<br />

değil, mukayyettir. Ve binnetice meşru olan, taaddüdü zevcatm<br />

kanunen menedilmesidir...<br />

Bir üçüncüsü diyor ki:<br />

— Taaddüdü zevcat asıl hayatî bir meseledir. Taaddüdü<br />

zevcata kanun cevaz vermelidir. Çünkü bu cevaz nüfusumuzun<br />

tekessüriyle ve eşsiz kalan yüzbinlerce kadının refah<br />

ve seadetiyle alâkadardır.<br />

Ne gariptir ki bütün münakaşalar ya dinî, ya hukukî veya<br />

sırf iktisadî bir noktayı nazardan yapılıyor ve taaddüdü<br />

zevcat meselesi sırf dinî bir itikat, bir mantık ve bir menfaat<br />

meselesi gibi vazediliyor! Lehte aleyhte, söylenilen bütün söz-


- 231 —<br />

ler fikrî ve edebî olan bütün servetlerine rağmen aynı derecede<br />

sakattır, çünkü bu sözlerden hiçbiri taaddüdü zevcat<br />

meselesini afakî bir surette vazetmiyor.<br />

"Taaddüdü zevcat dinen mendilemez; çünkü hakkında<br />

şu veya bu ahkâmı seriye vardır„ diyenlere soruyorum:<br />

— O halde menetmeyinizL Menetmediğiniz müddetçe<br />

taaddüdü zevcat hâdisesi çoğaldı mı! Menetmemekte devam<br />

ederseniz aynı hâdisenin tenakusuna mani olabilecek misiniz!..<br />

"Bilâlkis taaddüdü zevcatın meni lâzım gelir, çünkü bu<br />

cihet ruhu şeriate daha muvafıktır» diyenlere soruyorum :<br />

— Gayet açık olarak söyleyiniz, her şey, her iş ruhu<br />

şeriate daha muvafık olduğu için mi menediliyor. Veya muvafık<br />

olduğu için mi cayiz görülüyor Bunun için cevap<br />

istemez. Fakat suali yalnız her günkü müşahedelerinize ve<br />

vicdanınıza sormak kâfidir...<br />

"Taaddüdü zevcata cevaz vermeli, çünkü bu cevaz nüfusumuzun<br />

tekessüriyle alâkadardır» diyenlere soruyorum :<br />

— Fakat taaddüdü zevcat meselesini nüfus miyariyle hâlletmek<br />

selâhiyetini veren kimdir Bu selâhiyeti ve bu cevazı<br />

kimden, nereden, hangi alimden aldınız Yarın bir takım<br />

köylüler taaddüdü zevcat meselesini "ucuz amele temin eden<br />

bir usul „ gibi vazederlerse onlara karşı ne diyelim! Bu<br />

köylülerin aynı meseleyi vaz'ile sizin vazuuz arasında bir<br />

nezaket farkından başka ne vardır Fakat diyeceksiniy ki:<br />

— Biz meseleyi enfüsî bir surette hâlletmek istemiyoruz,<br />

afakî bir surette halletmeyi düşünüyoruz!..<br />

— O halde acele etmiyelim!. Afakî olmadan evvel meseleye<br />

vaziyet etmeniz lâzım gelir, sonra afakî olabilirsiniz.<br />

— Bu ne demek!<br />

— Sarahaten şu demek ki siz taddüdü zevcat gibi sırf<br />

"ahlâkî,, bir meseleyi bereketi tenasül, tezayüdü nüfus refahı<br />

iktisadî... gibi tamamiyle "maddî w<br />

yahut "intifaî B<br />

bir mecraya<br />

sokuyorsunuz ve ahlâkî meseleyi iktisadî endişelerle sarıyor-<br />

15


sunuz. Ve belki de haberiniz olmıyarak vicdanın emri yerine<br />

pergerinizinfuçlarımzı gösteriyorsunuz. Hiç bir kimse hiç bir<br />

vîcdanfbizejtaaddüdü zevcat gibi bir milletin harsi için en<br />

manevî ve en r harim bir davayı cetvel ve pergerle hallet dememiştir<br />

!.. Zaten buna ne hakkınız var! Binaenaleyh evvela<br />

taaddüdü zevcat meselesinin ahlâkî bir mesele olduğunu kabul<br />

ediniz ve teslim^buyurunuz ki: Ahlâkî hayat orijinal bir hayat<br />

demektir. O, ne iktisadın kölesi, ne de dinin uşağıdır! Ahlâk<br />

ahlâktır, ve emirleri müstakildir. "Taaddüdü zevcat cayiz değildir<br />

ve müdafaa edilemez,, diyelim, çünkü bugünkü ahlâkî<br />

vicdanımıza tamamiyle mugayirdir. Birden fazla kadın alamazsınız<br />

ve birden fazla kadın da size varmaz. Çünkü bu ahlâkî<br />

bir «zillettir. Ve çünkü ahlâkımızın vicdanı: "yanlıştır, fenadır,<br />

çirkindir!..,, diyor. Daha nasıl delil istiyorsunuz !.<br />

— "Fakat ahlâkî vicdan„ dediğiniz şey nedir! Senin,<br />

benim vicdanım mı yoksa ekseriyetin vicdanı mı ...<br />

— Sözünüzü bitirmiye lüzum bile yok! Çünkü ne diyeceğinizi<br />

biliyorum ve bekliyordum: Evet " Senin benim vicdanım<br />

mı, yoksa ekseriyetin, milyonlara baliğ olan köylü kadınlarının<br />

mı!,, diyecektiniz değil mi!. İşte cevabı: "ahlâkî<br />

vicdan» ne senin, ne benim, ne de milyonlara baliğ olan köylü<br />

kadınlarınındır; ahlâkî vicdan milletin, fakat "mefkûrevî milletin<br />

„' dir.<br />

Bütün cehline ve bütün sefaletine rağmen yaşıyan, askerlik<br />

sahesinde zaferi, siyaset sahesinde istiklâli, kadın hayatında<br />

hürriyeti ve hukuk sahesinde müsavatı tesis eden<br />

"mület w<br />

denilen o manevî mahlukundur. "Ahlâkî vicdan,, her<br />

hangi münferit şahsın vicdanı değildir, millî tarihin, millî hayatın<br />

vicdanıdır. O hepimizden büyük ve biz onun belki bir<br />

tabiiyiz. Onun için ferdî fikirlerimizi o vicdana musallat edeceğimiz<br />

yerde o vicdanın mantığını kendimize mantık yapalım.<br />

Çünkü asıl hayatın mantığı yalnız ondadır ve bu ahlâkî<br />

vicdanın emirleri mevzuubahs olduğu zaman gözümüzü Anadolu'nun<br />

insan barınamıyan ve ot yaşamıyan tuzlu ve kireçli


— 233 —<br />

çöllerine çevirmiyelim, bilâkis bugün medeniyetin " mehdi zuhuru»<br />

olan şehirlere çevirelim, ve bu şehirler arasında İstanbul,<br />

İzmir gibi en mütekâmil şehirlerimizi tercih edelim. Çünkü<br />

ahlâkî vicdanın en ziyade temerküz ettiği mihraklar yalnız<br />

bunlardır... Medeniyet meselesinde "köylere gidelim!„ demek<br />

nasıl sakatsa, ahlâk ve "taaddüdü zevcat n<br />

meselesindede"köylülerin<br />

fikrini alalım!„ demek öylece sakattır...<br />

— Fakat sizin müdafaanız çok müphem, "ahlâkî vicdan„<br />

diye " mistik „ bir mahluktan bahsettiniz! Bu mevzu bizatihi<br />

muhtacı ispat değil midir !.<br />

— Doğru! taaddüdü zevcat makalesiyle bilmiyenlere içti*<br />

maiyat dersi verilemez. Zaten benim sözlerim içtimaiyat bahislerine<br />

alışık olanlar içindi... Yalnız sunuda ilave edeyim<br />

ki: İçtimaî bahisleri münakaşa edenler için iki noksan pek tehlikelidir.<br />

Bunlardan biri: "hissi selim„ dediğimiz hayat ve tekâmül<br />

hissini kaybetmektir, diğeri içtimaî hâdiseleri kendi<br />

tabiat ve zaruretlerine mutabık bir ilim zihniyetinden ve ilmî<br />

bir usulden mahrum bulunmaktır!.. Fakat her hâlde hissi selimi<br />

zedeiemiyen bir cehil ahlâkî kıymetleri hırpalıyan sahte<br />

ilimcilikten daha az zararlıdır!..<br />

Türkiye'de cemiyet ve kadın<br />

Yirmi seneye yakın bir zamandanberi türk kadını<br />

inkılâbını yapıyor. İlme giriyor, sanate giriyor, ticarete giriyor,<br />

hatta erkekle mücadeleye - giriyor. Bütün acemiliklerine<br />

rağmen girdiği sahede türk kadını muvaffak dahi oluyor.<br />

Fakat kadın inkılâbını sevmiyenlerin mantığı bu yirmi senedenberi<br />

sanki donmuş gibi hiç te değişmiyor! Her yeni mecliste,<br />

her yeni mübahasede gene aynı sabit fikir: " Kadın<br />

erkeğin müsavisi olabilir mi »Bereket versin ki içtimaî hareketler<br />

yalnız kendi temayüllerini ve istikametlerini kovalıyorlar.<br />

Hiç bir kadın yeniliği mantık müsademelerinin,


— 9'Kâ. —<br />

muzafferiyeti gibi vücude gelmiyor. Türk kadını, türk<br />

ayilesinin tabiî bir surette değişmesi neticesinde değişiyor.<br />

Muhafazakârların yahut müteassıpların fikirleri, yahut kanaatleri<br />

her ne olursa olsun, kadın • dünden bu güne • daha<br />

içtimaî ve binaenaleyh daha şerefli mevkiler kazanıyor Fakat<br />

içtimaî bir inkılâp olurken ilmin vazifesi nedir Susmak mı t<br />

Elbette değil.. îtim bir inkılâbı doğrudan doğruya yapamaz<br />

çünkü ilim ihtilâlci değildir. Fakat ilim mümkün ile muhali<br />

ayırmaz Bir mefkure ile mevhumenin ayrılması ilim vasıtasiyle<br />

olmaz mı Cemiyet hayatında tabiî ile marazı olan<br />

hâdiselerin farkedilmesi ilim sayesinde olmiyacak mı.. Evet<br />

ilmin tabiî olan vazifesi budur. İlim bize türk kadının erkeğin<br />

müsavisi olup olmadığını göstermelidir. Gerçi türk kadının<br />

inkılâbına fikren taraftar olmiyanlar da bize itirazlarının<br />

mebdeini ilimden aldıklarını söylüyorlar ve diyorlar ki; "işte<br />

kadının fizyioloçyası! Bu tabiat erkeğin müsavisi mi dir .. „.<br />

Filhakika kadın ile erkeğin uzviyeti mevzuubahs olduğu<br />

zaman bir takım fizyoloçyaî farkları kabul etmemek mümkün<br />

değildir. Yalnız muarızlarınızla bir türlü anlaşamadığımız<br />

nokta şudur:<br />

Mühim mesele bu farkların bulunup bulunmaması değil,<br />

belki bu gibi farkların içtimaî hayat sahesinde hakikî bir<br />

müsavatsızlık icap ettirip ettirmiyeceğidir. Siz iddia edebilirsiniz<br />

ki: Sırf bu farklardan dolayıdır ki kadın erkeğin<br />

müsavisi olamamış ve hiç bir .zaman kadın hayatı bu günkü<br />

ev kadını şartları haricindeki şartlarla birleşmemiştir İşte<br />

kadmcıhk cerayemnın muarızları senelerdenberi bu sualimizin<br />

cevabını vermiyorlar. Yahut bu sualin manasını bizim gibi<br />

anlamıyorlar. Kadmcıhk aleyhtarları bazen psikoloçya sahesine<br />

girerek bize kadının taba'n "Nazik, ince, tahammülsüz.. n<br />

Olduğunu söylüyorlar.. Biz de bu emri vakii inkâr etmiyoruz,<br />

yalnız gene soruyoruz ki:<br />

Bütün bu emri vakiler kadının fiziyoloçyaî tabiatının<br />

ebedî müradifleri midir, yoksa bu emri vakiler kadının tarihî


- 235 -<br />

hayatının vücude getirdiği muvakkat ve yeni şartlarla zeval<br />

bulması şüphesiz olan içtimaî emri vakiler midir.. Kadıncılığın<br />

muarızları bu suale de müspet bir cevap vermiyorlar.<br />

Hülâsa, muarızların doğruya benzer mülâhazaları gibi<br />

eğri mülâhazaları da Türkiye'de kadın cereyanı üzerine tesir<br />

edememiştir. Kadıncılık hareketinin tabiî bir hareket olduğunu<br />

gösteren alâmetlerden biri de inkılâbın mücbir olan<br />

tabiatidir. Bu tabiatin tamamiyle salim olduğunu tarihin ve<br />

etnografyanın malûmlariyle de görüyoruz. Asrî bir devletin<br />

yapacağı şey, bu cereyanın selâmetini temin için dayima<br />

maniaları önünden kaldırmaktır.


Ruhiyat


239 -<br />

Türkün seciyesi<br />

Kitapları bizde çok okunan bir fransız muharriri vardır<br />

: "Güstave Le Bon» iâtin ve anglosakson medeniyetlerini<br />

tenkit ederken iki kavra arasındaki seciye farkı üzerine<br />

nazarı dikkati celbediyor; fikrince lâtinlerin felâketi seciyelerinin<br />

zayıflamasıdır; buna mukabil, anglosaksonların kudreti<br />

seciyelerinin metanetidir; hayatta muvaffakiyet için<br />

malûmatın o derece ehemmiyeti yoksa da teşebbüs, sebat, fedakârlık<br />

gibi seciye unsurlarının ehemmiyeti çoktur... Fransız<br />

muharririnin bu fikirleri bir takım münevverlerimizin fikirlerine<br />

uygundur. Bu münevverler seciyemizin zayıf olduğuna<br />

hayatta muvaffak olmak için bu seciyenin kâfi olmadığına<br />

kanidirler. Türk müteşebbis değildir, derler; hatta Musevide,<br />

Rumda, Ermenide buldukları seciyeyi türkün noksanı sayarlar...<br />

Aramızda türk seciyesinin noksanlarını mekteple<br />

dersle, konferansla islâh etmek fikrinde olanları da vardır.<br />

Demolen mektebini, Ecole des Roches sistemini tavsiye edenler<br />

hemen bu kanaatle hareket eden kimselerdir Bu nazariyecilere<br />

göre seciye bir milletin, ve dayima iktisadî medeniyeti müterakki<br />

olan bir milletin imtiyazıdır. Binaenaleyh dünya ü-<br />

zerindeki bütün talisiz, fakir ve cahil milletler seciyesizdir.<br />

Bu seciyesizlerin seciyelenmesi için çare seciyeli millete temessül<br />

etmektir; onun adetlerini, onun terbiyesini kabul etmek,<br />

kuvvetlerini kuvvet, meziyetlerini meziyet, mukaddeslerini mukaddes<br />

bilmektir. Böyle düşünenlerin nazarında türkte olmıyan<br />

yalnız seciye değildir, türkün sanayii nefiseside yoktur.<br />

Meselâ bir türk mimarisi mevcut değildir. Gene Gustave Le-<br />

Bon araplarm medeniyetine dayir yazdığı kitapta türkleri cılız<br />

minare yapmakla, türk mimarlarını minareyi anlamamakla<br />

itham ediyor. Gustave Lebon'a göre seciye nasıl bir milletin<br />

imtiyazı ise, islâm mimarisi de bir sanatin, arap sanatinin<br />

inhisarıdır, ve arap minarisine nazaran türk minarisi çirkindir.<br />

Bu hüküm gene bir kısım münevverlerimizin türk san-


— 240 —<br />

ati hakkındaki şüphesin kuvvetlendirebilir. Bu münevverler<br />

derler ki: Türk mimarisi diye müstakil bir sanat yoktur, Bizans<br />

arap ve acem sanatının halitasidir. Meselâ türk araptan<br />

tezyinatı, acemden kemerleri, Bizanstan kubbeyi almış, bunları<br />

karıştırarak melez bir mimari yapar ştup...<br />

Hattatlık ve tezyinatçılıkla uğraştığım tarihte ben de<br />

islâm mimarisi ve tezyinatı namına yalnız arabi, bilhassa<br />

Endülüste'ki metrukâtını taktir ediyordum. Elhamra Sarayı<br />

benim için islâm sanatının yekâne bediası idi. Türk sanatini<br />

meselâ şu İstanbul camilerinin bir türlü anlayamazdım.<br />

Ben de bir takımlari gibi türk arap ve acem sanatlerinin<br />

muhtaser bir taklidi farzederdim. Bilâkis, tenazurları, tedahülleri<br />

ile aklahayret veren hendesî arabsekler beni teshir<br />

ederdi. Bütün zevkim bu garip tezyinatı seyirden, taklitten<br />

ibaret kalıyordu. İşte o zaman bir çokları gibi ben de mimaride<br />

hep tenazur, hendesî bedialar ariyan bir zevkle türk<br />

sanatinin asaletini, Sinanlann, Mehmetlerin Kasımların sanat-<br />

İni bir türlü keşfedemiyordum. Bir tesadüfle bu uykudan uyana<br />

bildim: Bir gün Beyazıt camisinin civarında bir kubbenin<br />

üzerinde lâleyi hatırlatan mermerden oyulmuş bir çiçek gözüme<br />

ilişti. Bunu ahşap bir evin tezyinatı için çizmek hevesine<br />

düştüm. Bu güzel motif ne arap, ne de acem idi. Sadece<br />

türktü. Tecbrübe ile anladım ki türk sanatı, hattâ en basit<br />

bir türk motifi bile Araptan, Acemden, hatta Selçuktan ayrı<br />

nevinde güzelliklerin, bediî hislerin menbaıdır. Zaman geçtikçe<br />

gayet müstesna, kendi dehasiyle, kendi hususî telâkkisiyle<br />

müstakil bir sanat .karşısında bulunduğumu anlıyorum. Bu<br />

sanat Gustav Le Bon'nun perestidesi olan Arapların sanati, ne<br />

icabetlerinin kapısı hadinden fazla açılmış bin bir ağıza<br />

benziyen acem sanatı, ne de basık kubbesinin sıkletiyle çöken<br />

Bizans sanati idi, bu güzellik trkündü. Artık bu basit lâle<br />

timsalinde türk güzelini seyrediyordum. O dakikada duydğum<br />

saadetin gururu yalnız bana, millî benliğime ayit<br />

oluyordu. O tarihtenberi türk mimarisini, türk tezyinat-


— 241 -<br />

çılığını, türk hattatlığını, hatta türk ahlâkını kendi hayatının<br />

seyrine dalmış, kendi talihine bağlanmış manevî bir<br />

insanı arar gibi aramak sevdasına düştüm, ve bulduğum<br />

yerde onu, onun şahsiyetini yabancıların zevkine göre değil,<br />

olduğu gibi, kendi varlığı içinde, kendi hususiyetleriyle<br />

duymağa çabaladım...<br />

Her milleti, her tarihi, her seciyeyi hususî bir hilkat,<br />

ve hayatın müptekir, bir eseri olarak telâkki eden bir adam<br />

için kendi milletinin seciyesini beğenmemek nasıl mümkün<br />

olur !. Böyle bir insan için seciye, sanat, milliyet ve tekâmül<br />

bahislerinde Gustave Le Bon'un felsefesini kabul etmek<br />

nasıl cayiz olabilir ! Böyle bir nazariyenin gençlerin terbiyesi<br />

hususunda gayet muzır, ve ihtilâlkâr tesirleri vardır: Yeni<br />

nesiller kendi varlığından, kendi esaletinden şüphelenir,<br />

kendi milliyetini sevecek yerde ecnebi milliyetlere imrenir.<br />

Bu hâller tereddidir. Rabbini nefsinde ariyan milletlerin ise<br />

başka felsefesi, başka feylesofları olmak lâzımgelir...<br />

15 " İnsaniyetin bütün kuvvetlerini fiile kalbeden amel<br />

milletler arasında inkısama oğrar; her vatan bu amelin<br />

hissesine düşen kismını yapar, her kavmin intihap edildiği<br />

bir vazife vardır. Her kavmin tarihindeki muhtelif hâdiseler,<br />

üzerinde yerleştiği toprak, müessiselerin seciyesi, büyük<br />

adamlarının teşebbüsleri, daha bir çok sebepler her birine<br />

has bir an'ane icat ederek insaniyet âleminde mefkurenin<br />

şu veya bu muayyen bir şeklini temsile müstayit kılar. Bu<br />

milletlerden biri sanayii nefisenin, diğeri ticaretin, teşebbüsün,<br />

hükümeti nefisin, bir diğeri vazıh fikirlerin, bir diğeri<br />

de derin fikirlerin Arzı Mevudu olmakla iftihar eder. Ve<br />

her birinin temsile memur olduğu muayyen hah ve hüsün<br />

şekilleri vardır. Bunlar sevilmek ve tepcil edilmek için hususî<br />

birer sebeptir. „ Bu sözleri meşhur Fransız içtimaiyatçısı<br />

ve feylesofu Bougle'nin " fransiz demokrasisi için „ yazdığı<br />

kitaptan aldım. Ve şüphesiz Gustave Le Bonun sözlerinden<br />

daha doğrudur. İtalyan milleti sanayii nefisenin, ingiliz


_ 242 —<br />

•milleti teşebbüsün ve hükümeti nefsin Arzı Mevudu ise, mevcudatı<br />

ottan ve kayadan ibaret olmıyan Türk vatamda<br />

şüphesiz diğer neviden manevî kuvvetlerin arzı mevududur-<br />

Siz bu iddianın ispatını istermisiniz îşte o toprakların<br />

müdafaası için ölen insanlar!. Müdafaası uğrunda ölümü<br />

bile ihtiyar ettiren bir hayatın esaletinden, seciyesinin<br />

metanetinden kimin şüphe etmiye hakkı vardır Fakat<br />

diyeceklerki: Bu iyi ve metin seciye ile niçin tarakki edemiyoruz.<br />

Meselâ niçin zenğinleşemiyoruz! Siz onu, mayası<br />

hep iyilikle, güzellikle, doğrulukla yoğrulmuş olan türk seciyesine<br />

değil, bu asil ve metin seciyenin hürriyetine, faaliyetine<br />

engel olan manialara sorun, ve islâh edelim diye<br />

Türkün yekpare seciyesine yama uracağımza, hürriyeti için<br />

mücahede edenlere yardım edin. Bir hayat imal edilemez,<br />

fakat hiç olmazsa hürriyeti müdafaa edebilir...<br />

Seciye<br />

Seciye fransızcadaki "caractere w<br />

kelimesinin mukabili ve<br />

tercümesidir. Seciye kelimesi fransızcada olduğu gibi türkçedede<br />

muhtelif manalarda kullanılan ve muhtelif talâkkilere<br />

uğrayan bir kelimedir. Seciye nedir.. Bu suale muhtelif<br />

müellifler muhtelif tarzda cevap vermişlerdir. Bu cevaplardaki<br />

manaları geniş ve dar olmak üzere iki kısma ayırmak<br />

mümkündür. Geniş manasiyle seciye bir ferdin fikirleri,<br />

hisleri, temayüllerinin heyeti mecmuasıdır. La Bruyere seciyeyi<br />

bu manada almıştı. Dar manasiyle seciye bir ferdin hassasiyet<br />

veya faaliyet tarzıdır. Seciyeyi dar mana ile tarif edenler<br />

zekâyı bazen bu tariflerinin çerçevesi içine almışlar, bazande<br />

zekâyı bu çerçevenin dişarsmda bırakmışlar.. Diğer cihetten<br />

mizaç bazen seciyenin bir unsuru gibi tarifin içinde görülmüş,<br />

bazen mizaç seciye telâkkisi dışında bırakılmıştır. Seciyeyi


- 243 -<br />

doğrudan doğroya mizaç müradifi anltyan müellifler de vardır.<br />

Hülasa secize öyle bir fikirdir ki bukadar muhtelif ve hatta<br />

biribirine zıt tarifleri olmasına bakılınca tarif edilemez bir<br />

mevzu zanedilir!. Şayanı dikkattir ki seciye tarifleri arasındaki<br />

bu ihtilaf bizzat seciye fikrinin muhtelif olmasındandır.<br />

Her müellifin seciyeden anladığı mevzu bir değildir ki bt£<br />

mevzuun tarifleri arasında tevafuk olabilsin. Onuniçin her<br />

şeyden evvel seciye ile her müellifin hangi nevi hâdiseyi<br />

kastettiğini aramak bir de hususiyle seciyeyi seciye olraıyan<br />

şeylerden tefrik etmek lâzım gelir. Evvelâ seciye kelimelerinin<br />

müradifi değildir. Salisen seciye şahsiyet mizaç ve<br />

ferdiyet kelimesinin bir müradifi değildir.<br />

Eğer seciye bu üç fikrin müradifi olsaydı lüzumsuz bir<br />

kelime gibi işaret edilmek, fazla tekrarlarından sarfı nazar<br />

edilmek lâzım gelirdi.. Filvaki "seciyeli adam, seciyesiz:<br />

adam, seciyesi zayıf adam, seciyesi kuvvetli, yüksek adam»<br />

tabirlerinde ifade edilen hakikat ne bir adamın nazarî<br />

kabiliyetleri, ne ferdiyetini teşkil eden uzvî ve ruhî farkları,<br />

ne de şuuruna dahil olan ene idrakidir; belki bu unsurlara<br />

istinat eden ve hatta onları terkibine almakla beraber<br />

oniardan ibaret olmayan bir terkip, bir hassa kast:<br />

ediliyor. O derece ki aynı mizaca mensup insanlar arasında<br />

seciye farkı mevzubahs olabileceği gibi, insanın şahsiyet<br />

sahibi olmakla beraber yine seciyeli veya seciyesiz olabileceği<br />

de düşünülebilir. İşte seciye kelimesinin uğradığı ithamlar<br />

böylece uzaklaştırıldıktan ve hususiyle seciyenin<br />

ne oimadığj anlaşıldıktan sonra seciyenin ne olabileceğini<br />

düşünelim. Seciyeyi tarif eden müelliflerden mizaç ve fitir<br />

temayülleri bu tarifin hududu harcinde bırkanlar arasında da<br />

ihtilâf vardır. Bu ihtilâfın esası şudur: Seciyenin terkibine<br />

zekâ girsin mi, girmesin mi. T. Ribot bu unsuru seciyenin<br />

hududu haricinde bırakmıştır. Bilâkis Alfred Fouillee<br />

zekâyı seciyenin bünyesine sokmuştur. Fakat her iki talâkkide<br />

faaliyetin esaslı mevkii muhtaıcı münakaşa değildir.


_ 244 —<br />

Çünkü faaliyet seciyenin en esaslı unsurudur. Hatta seciyeyi<br />

infiali hayatta arıyanlar, ve temayüllerle tespit etmek<br />

isteyenler nezdinde bile müessir olan fikir, hassasiyetle<br />

faaliyetin münasibeti fikridir. Şu halde seciyeyi diğer tabir<br />

ve hadlerin biriyle karıştırmaksızın düşünenlerin tarifinde<br />

müşterek olan unsur bu faaliyet unsurudur. Secize faaliyeti<br />

ihtiva eden faaliyetle alâkadar olan bir mefhumdur.<br />

Fakat bizzat faaliyet mefhumu umumîdir, müşahhas değildir.<br />

Hangi nevi faaliyetlerdir ki seciyenin terkibine giriyor ve<br />

ona seciye ismini verdiriyor Pisikolojide faaliyet başlıca<br />

otomatik ve iradi faaliyetler olarak ikiye ayrılıyor. Seciye<br />

fikri şüphesiz bu ikinci kısımdadır. Çünkü asıl otomatizim<br />

ister bir çocuğun haraketleri, ister bir mecnunun veya bir<br />

fikri sabit sahibinin haraketleri şeklinde olsun, seciyeli<br />

adam fikriyle alâkadar değildir. Bilâkis bu fikre münafidir.<br />

Demek ki seciye fikrinin delâlet ettiği faaliyetler iradî<br />

nevinden olanlardır. O halde iradeyi seciyenin başlıca unsuru<br />

olarak kabul edelim. Fakat her iradî hareket seciyeyi mi<br />

ifade eder Hayır, seciye alelitlâk iradi haraketlerin<br />

heyeti mecmuası değildir. Seciye, menşei uzvî ve suflî olmıyan<br />

umdelere göre faaliyette sebat, faaliyette ahenk<br />

hassasıdır. Bir insan menfaati şahsiyesini istihsal hususunda<br />

istediği kadar faal ve müteşebbis ve hatta muannit olsun,<br />

buna seciyeli dimeye salâhiyettar değiliz. İradî faaliyet ali<br />

umdelere tabi olmadıkça ve bu faaliyet bu umdeleri tatbik<br />

hususunda sadakat ve vehdet göstermedikçe seciye ismini<br />

alması mevzubahs değildir. Şu taktirce seciye olmak için<br />

ali umdeler karşısında iradenin faaliyette sebat, istikrar ve<br />

vahdet bulunmak gerektir. "Filân adam seciyelidir» deriz.<br />

Çünkü filân hâdise münasibetiyle hiç bir ihtirazın, hiç bir<br />

korkunun tesiri altında oltmyarak belki yalnız ahlâkî vicdanına<br />

tabi olarak haraket etmiş, hareketinde sebat etmiş'<br />

eğrilmemiştir.<br />

Halbuki ali umdeler dediğimiz umdeler hep içtimaî


— 245 -<br />

menşeli kıymetlerdir. Eğer bir cemiyet ve onun tarihi olmasaydı,<br />

böyle ferdî ihtirasları mağlûp ettirecek, hatta seciyeli<br />

ferdi kendi ferdî kuvvetleriyle, uzvî amirleriyle çarpıştıracak<br />

bir cazibe ve kuvvet mebaı da vücut bulmazdı... Ferdi seciyeli<br />

kılan cemiyeti, cemiyetin manevî hayatı ve kuvvetidir.<br />

Fertlere a Seciyeli ol! „ diyende " Olma ! „ diyen de odur.<br />

Şu halde seciyemizin mukadderatı her şeyden evvel cemiyetimizin<br />

mukadderatına tabidir. Bu münasibet nazarı itibara<br />

alınarak dinilebirlir ki: Seciyenin İslahını, seciyenin terbiyesini<br />

ve seciyenin irtidadını kabile, ayile, mektep, meslek,<br />

millet... denilen içtimaî mevcutta aramalıyız. Çünki bizi<br />

uzvî ve ferdî amirlerin sultasına karşı ahlâkan mücehhez<br />

bulunduracak kuvvet ve iktidar menbaı yalnız odur.<br />

Pek güzel anlaşılıyor ki seciyenin istihsali, seciyenin teşşekülü<br />

basit bir iş mevzuu gibi doğrudan doğruya terbiyecilerin<br />

elinde değildir. Seciyeye kıvamını veren ve onu mukavim<br />

bir hale getiren ancak içtimai muhittir. Binaenaleyh dinî,<br />

ahlakî umdeleri sarsılan bir memlekette seciye terbiyesinin<br />

bir buhran safhasına girmesi gayet zarurîdir. Ve bu seciyenin<br />

içtimaî hayattaki kıvam ile mütenasip olarak tevazün<br />

ve selabet kespetmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Şu halde<br />

^seciyeli ol, seciye lâzımdır, seciyemizi düzeltelim,, demekte<br />

filen bir kıymet yoktur. Fakat muhitte ahlâki umdelerin vuzuh<br />

ile tecellisine mani olan şeytanî kuvvetleri uzaklaştıracak<br />

tenkitler ve gene muhitteki ihtilâl, iğtişaş, intizamsızlık<br />

tecrübelerinin izalesi dolayısiyle seciyenin hayatına müessir<br />

olmak mümkündür. Sözün kısası, fertteki seciyenin mukabili<br />

cemiyetteki adalettir. Adalet maşerî amirlerin ferdî<br />

sultalara galebesi, şahsî ve keyfî emirler yerine gayrı şahsî<br />

umumî emirlerin ikamesidir.


- 246 -<br />

İstidat bahsi<br />

Günün birinde bir genç geldi, orta tahsilini bitirmiş<br />

ve yüksek mesleklerden birine girmek istiyordu. Fakat bir<br />

türlü kararını vermemiş: "Acaba ben ne olabilirim „ sualini<br />

soruyordu. Diğer bir gün bir çocuk babası geldi, bu da muh<br />

terem bir zatidi: " Size bir müşkülümü hal ettirmek için<br />

geliyorum, Liseyi ikmal etmiş bir kızım var. Büyük mektep<br />

lerden birine girmek istiyor, fakat hangisine vereyim tayin<br />

edemiyorum. Çocuğum için hangi mesleği ve hangi mektebi<br />

tavsiye edersiniz . „ dedi. Bu müracaatler ve bu sualler<br />

beni hayli düşündürdü. Bu gence şu suali sordum: "Fakat<br />

siz ne olmak istiyorsunuz „ Aldığım cevap şu idi: "Bilmiyorum<br />

ki!.. „ Aynı suali çocuk babasına da sordum r.<br />

tt<br />

Ya kızınız, kendisi ne olmak istiyor „ dedim . Şu<br />

cevabı vermişti: "O da tayin edemiyor, ben de!.. w<br />

Acaba<br />

bu sualler, cemiyetimizin hususî bir safhayı işaret etmiyor<br />

mu Eski hayatta mesleği intihap edenler babalar, analar<br />

idi, yeni hayatta aynı meslekleri bizzat çocuklar intihap<br />

ediyorlar. Çünkü cemiyet, taksimi amele mazhar oldukça<br />

ve meslekî zümreler teazzi ettikçe eski ayile suretleride<br />

inhilâl ederek yeni ayile şekli zuhur ediyor. Tabiri<br />

diğerle, ayilenin eski dinî, ahlâkî ve iktisadî faaliyetleri daralarak<br />

büyük cemiyete intikal ediyor. Bu sırada ebeveynin<br />

çocuk üzerindeki velayeti azalarak çocuk, bir şahsiyet<br />

ve muhtariyet kazanıyor. Asrî çocukların ayilelerinde kazandıkları<br />

hukuk tarihi misallerle kabili mukayese bile de»<br />

ğildir. Hülâsa, zamanın çocukları, muayyen bir yaşta kendi<br />

mesleklerini kendileri intihap mecburiyetindedirler. Fakat<br />

niçin bü genç ve bu kız babası bana veya size müracaat<br />

edip meslek soruyor Çünkü bu çocuk kendi kendilerine<br />

meslek intihap edecek bir kudrette değildirler. Halbuki<br />

asrî genç, buna tabiyetile muktedir olmalıydı. Fakat


- 247 —<br />

bu kudretsizlik neden Bu kudretsizlik şüphesiz, ki bu<br />

gençlerin aldıkları terbiyeden ileri geliyor. Marifeti nefs ve<br />

şahsiyeti öldüren başlıca iki sebep vardır: Biri eski ayile<br />

terbiyesinin büsbütün menfi ve korkak yetiştiren tesirleridir.<br />

Diğeri mekteplerde fikrî hayatın inkişafına engel olan<br />

ezbercilik ve şahsî mesainin tanınmamış olmasıdır. Ayile<br />

hayatında arzu ettiğimiz gibi uyanık ve kendinden haberi<br />

olan çocukları yetiştirecek olan terbiye, basit bir iki fiilden<br />

ve muameleden ibaret değildir. Ebeveynin her fiili ve her<br />

muamelesi mutlaka müspet veya menfi bir tesir vücude<br />

getirir. Binaenaleyh bu gün ayile hayatının yeni şartlara göre<br />

tanzimi icap eder. Mektebe gelince burada en mühim vasıta<br />

derslerdir. O dersler ki tarzı tedrisine göre müspet bir<br />

zihniyet gibi vustaî bir kafa da teşkil edebilir... Tedrisatın<br />

bilhassa lisan ve edebiyat derslerinin marifeti nefs, tahlili<br />

nefs, istipsan nefs hususunda oynıycağı rol, hakikaten<br />

muazzamdır. Sonra tam ve temamiyet düsturuna muvafık<br />

bir tedrisat, tabiri diğerle yalnız maddiyat, tabiiyat ve riyaziyata<br />

müstenit değil, edebiyat, felsefe, resim ve elişine<br />

müstenit bir tedrisat, müteaddit istidatların inkişafını temin<br />

edebilir. Bu deslerin müsavat namına müdafaası lâzımdır.<br />

Bir de demokrasinin en büyük vazifesi istidatların<br />

hakkını vermektir. Ancak bu şeraitle müstayitierin istidatla*<br />

rını seçmek müyesser olacaktır.<br />

Demokrasi ve cumhuriyet inkılâbı namına mektepte<br />

görmek istediğimiz en büyük tahavvül istidatlara hürmet<br />

etmek, istidatların inkişafına müsayit faaliyetleri hazırlamak<br />

ve istidatların inkişafına müsayit usuller kullanmak olabilir.<br />

Seciye, içtimaî bir mahsûl<br />

Meşrutiyet inkılâbı bize muhtelif içtimaî mefhumlar<br />

16


getirdi. Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet gibi... Bu mefhumlar<br />

zihinlerde biri birine zıt okuyan şeylerdi. Fakat<br />

cemiyetin hayatında birleşemiyorlardı. Mütefekkirler için<br />

bunları müşahhaslaştırmak elim bir tefekkür mücahedesi<br />

idi. Hakikat şu idi: Din ile ilim, Saray ile halk zahidin<br />

telâkkisiyle lâik zihniyet boğuşuyordu.. Seciye terbiyecilerin<br />

en büyük endişesi idi. Bütün tefekkürlerinizin adesesini<br />

onun üzerinde dolaştırıyorduk. Biz böyle yaparak bazan<br />

bir seciye psikolojisi, bazan bir seciye sosiyolojisi yapıyor,<br />

fakat sedyenin kendisini icattan âciz kalıyorduk !.. Çünkü<br />

seciye psikolojisi bize seciyenin en mühim mümeyyizesi<br />

olarak ferdî faaliyetlerde ittıradı, seciyenin sosiyolojisi<br />

ise bize en mühim bir hakikat olarak iradenin içtimaî menşeini<br />

gösteriyordu. Bu ittırat Meşrutiyet cemiyetinde yoktu.<br />

Çünkü bu cemiyetin müessiseleri tezat halinde idi. Ezcümle<br />

Meşihat maarifi tadil ediyor, gayrı Türk unsurlar Türk<br />

samimiyetinin tabiatini bozuyordu... İnkılâp pedagojisinin<br />

bu bitmek tükenmek bilmiyen davasını son defa rüyet<br />

etmek lâzımdır. Fert hayvanı tabiati iktizası bir mübdi<br />

değil, bir muharriptir. Aynı fert muhayyilesi itibariyle halk<br />

ve icade muktedir değil, hezeyana mütemayildir. Aynı ferdin<br />

faaliyetinde irade ve terkip kudreti yerine insiyak, ve otomatizm<br />

vardır. O halde ferdin bu uzvî kuvvetlerine vahdet,<br />

terkip ve ibda kudretini veren yüksek ve hâkim bîr<br />

mevcut olacak. Bu mevcut şüphesiz ki cemiyettir. Cemiyetin<br />

bu yaratıcı kudret veren tesiri ne suretle vaki oluyor İşte<br />

seciye pedagojisinin bütün mukadderatı bu sualin hâiline<br />

bağlıdır. Seciyemiz içtimaî varlığımızın bir parçasıdır. Bu<br />

itibarla cemiyetimizin sadece bir makesiyiz. Ruhlarınızda<br />

vahdet ve kıvam bulmak için vahdet ve kıvamı olan bir<br />

cemiyetin hayatını yaşamış olmalıyız. Ruhlarınız ikizlikten<br />

ancak ikizliği atmış bir cemiyetin devamlı ve ahenkli hayatiyle<br />

kurulacaktır. Yaratıcı bir muhayyileye ancak yaratmak<br />

ihtimallerini taşıyan bir cemiyet hayatiyle sahip olabileceğiz.


— 249 —<br />

Halbuki yeni türk cemiyetinin hayatı bu gün bu şartları<br />

Jıayizdir. O halde yeni türk neslinin seciyeli olarak teşekkülüne<br />

hiç bir mani yoktur. O halde bütün mesele yeni<br />

bir cemiyetin teşkküiünü beklemek değil, teşekkül hâlinde<br />

bulunan bu cemiyetin, yaratıcı olan hayatını bütün feyz<br />

ve şiddetiyle yaşatabilmektir. İnkılâbın kıymetlerini taşıyan<br />

irfan, sanat, ahlâk kaplarını genişletiniz ve bu kapların<br />

ağızlarını bütün türk çocuklarına tamamiyle açınız. Bu<br />

çocuklar yeni cemiyetin doğru, iyi ve güzel nüskundan mümkün<br />

olduğu kadar çok içsinler, yekpare, metin ve yaratıcı<br />

fertler olarak neşvünüma bulacaklardır.<br />

Yokluktan varlık çıkarmı!<br />

"Yokluktan varlık çikârrm,, bu suali böyle bir fikir suali<br />

olarak akıllı bir adama sorunca: "Ne mümkün! „ cevabım<br />

alıyorum. Ve ben bir bedaheti münakaşa etmek istiyen adam<br />

mevkiine düşmüş oluyorum!... Halbuki maksadım kelime<br />

oyunu değildir. Bu suali bir de iş lisaniyle sorunuz. Bakınız ne<br />

garip cevaplar alınıyor. Bir iki vakayı misal veriyorum. Senelerden<br />

beri Avrupa'dan Türkiye'ye idhal edilen inşaat resimleri<br />

vardır. Bir ev, bir çiflik, bir değirmen ve sayire... Bu<br />

renkli resimleri çocuklar, makasla keserler ve uç uca getirerek<br />

inşaat numuneleri yaparlar Ben bu eğlencelerin terbiyevî<br />

mahiyetlerine şiddetle kaniim. Osun için çocuğu olanlara her<br />

zaman tavsiye ederim. Günün birinde bir zat bana şu sözler<br />

söyledi: ''İnşaat işleri terbiyevî değildir. Çünkü bu nevi işler<br />

çocuğu*mihaniki surette çalışmıya alıştırır. Çocuk hazır numuneleri<br />

kesip yapıştıracağına, kendi kendine icat etmesi lâzımdır.<br />

Yedi sekiz yaşındaki çocukların kendi kendine icat<br />

etmesini istiyen bu zatin sözlerindeki ilmî mahiyet acaba<br />

nedir Bunu düşündüm. Gene günün birinde bir ilk mektep


müfettişi bu hazır numuneleri kestiren bir muallime soruyor:<br />

" Ne yaptırıyorsunuz!,, diyor. Muallim anlatıyor: " Mevsim<br />

münasibetiyle hazır bir soba* nümunesinini çocuklara<br />

kestiriyorum „ • Müfettiş itiraz ediyor: " Böyle hareket<br />

etmek yanlıştır. Bırakınız çocuk kendisi icat etsin..„ diyor.<br />

Gene bu muallim bir gün bana rasgelince soruyor: "Siz diyorsunuz<br />

ki mini mini çocuklar hazır numuneleri kesip yapıştırsınlar,<br />

böylelikle istifade ederler, halbu ki müfettiş Bey<br />

diyorlar ki bırakınız kendileri icat etsinler. Biz de şaşırdık<br />

kaldık, nasıl hareket edeceğiz bilmem!.,,.<br />

Bildiğimizi açık söylemekle mükellefiz. İlmî bir münakaşa<br />

neticesinde kati bir hezimete uğrayıncıya kadar kanaatimizi<br />

muhafaza edeceğiz. Çocuk içtimaîleşmek iztırarmda<br />

olan bir mahlûktur. Henüz söylemez, anlamaz, işlemez..<br />

Terbiyenin vazifesi ona dilini, ahlâkını medeniyetini<br />

öğrenmektir. Dil, ahlâk, medeniyet çocuğun icat ettiği bir<br />

şey değildir. Onlar kendisinden evvel vücut bulmuş müessiselerdir.<br />

Çocuk dünyaya geldikten sonra, hatta muayyen<br />

bir tekâmül devresine kadar onları icat edecek değil, onları<br />

olduğu gibi kabul edecektir. Biz bunları çocuklardan<br />

öğrenecek değiliz, çocuklara bunları biz öğretecğiz.<br />

Şimdi istiyoruz ki henüz içtimaî rüşte vasıl olmıyan<br />

bu biçare vahşiler icat etsinler; fakat neyi ! Medeniyeti<br />

mi ! İşte çocuk buna muktedir değildir. Elma, armut ağacı<br />

da tomurcuk yapıp meyva vermeden evvel büyümek, bes-<br />

'lenmek, mütemadiyen tegaddi ve temsil etmek ihtiyacındadır.<br />

Taklit olmıyan yerde icat nasıl olur! Fakir kalan bir<br />

hafıza zengin bir muhayyileyi nasıl besler ! Bu da bir ruhiyat<br />

hatası olacak: Bırakınız çocuk icat etsin; diyorlar!<br />

Fakt bırakınız çocuk evvelâ temeddün etsin; beşeriyetin<br />

mirasını elde etsin... Cemiyete ayit olan sermayeleri, kazançları<br />

cemiyet öğretmezse tabiat nasıl verir!. Çünkü tabiatin mali<br />

değidir.


Istidaden zayıf!<br />

Geçende ecnebi bir mektebin imtihanında donen bir<br />

çocuğun vaziyetini tetkik ettim. Bu çocuğun niçin sınıftan<br />

döndüğünü anlamak istedim. Bana bilvasıta şu cevap verildi<br />

: "Istidaden zayıf olduğundan!.. „• On beş yaşırçda bir<br />

gencin bir senelik hayatı üzerinde hükmünü veren bu mektebin<br />

sözünü düşünüuyorum: İstidat, kabiliyet, meleke, iktidar,<br />

seciye... bunlar mektep hocalarının dilinde ve terbiye<br />

kitaplarının sayfalarında, her hangi musahabede yahut<br />

tenkitte gelişi güzel kullanılan klişelerdir. Bunlar çok<br />

kere müphem oldukları için vazh ve kat'i fikirler gibi<br />

kuUmldtkları zaman ekseriya dalâlete, adaletsizliğe sevkeden<br />

tehlikeli aletlerdir. İstidatlı diye talebesinin bir kısmını<br />

teşvik ederken, istidatsız diye diğerlerini ihmal eden bir<br />

mektepçinin mesuliyeti şu notadadır- Bu adam klâsik kayidelerine<br />

ve ananevi usûllerine rağmen çocuğun, umumiyetle<br />

insanın tekâmülü hakkında felsefî, hiç olmazsa canlı denilebilecek<br />

bir tellâk ki sahibi değildir. Onun nazarında ikinci senede<br />

şu muayyen malûmatı kazanmıyan, arkadaşlarından geri kalan<br />

çocuk istidatsız, kabiliyetsiz, yahut tenbel ve sayiredir.<br />

Halbuki tekâmül fikrinin bu gün en samimî müradifi<br />

orijinalik fikridir. Bir çocuğun tekâmülü ötekine benzemez<br />

Çocukların tekâmülleri arasında kat'i bir muvazilik tesis<br />

edilemez, muayyen ve kat'i bir zekâ yok, belki hususî zkâ-<br />

Iar vardır. Bir çok hilkatlerin mektep haricinde ve mektepten<br />

sonra inkişaf ettikleri görülmştür. Bir çok hilkatler de<br />

hayatın ilk devirerinde inkişaf etmemekle beraber daha<br />

sonra birden yaratıcı bir hamleyle inkişaf etmişlerdir. Hele<br />

muayyen bir mektepte beğenilmiyen bir çocuğun diğer<br />

bir mektepte takdir edildiği çok kere vakidir. Şu halde<br />

nasıl oluyor da bir iki lisanı zararsızca yazan ve okuyan<br />

temiz ve gözel giyinen ve muaşeret kayidelerini tatbik ede-


9^9<br />

_<br />

bilen bir gence istidaden zayıf diyebiliyoruz !. Haydi bunu<br />

diyebildik, nasıl oluyor da birden onu sınıftan dışarıya ata<br />

biliyoruz!.. Mektep çocuğunun hususî kabiliyetlerine intibak<br />

edebilecek gibi tedbirler almış mıdır Mektep bir türlü<br />

çocuğu kavrıyamiyan çerçivesini biraz daha daraltmış mıdır<br />

Hayır, istiyor ki çocuk mektebe intibak ettsin!.. Fakat<br />

bu nasıl mümkün olur .. Terbiyeye memur olan çocuk değil,<br />

mekteptir. Mahkemede, kanunda aradığımız adaleti<br />

mektebin işlerinde de arıyahm . Mektebin zayıf yahut kuvyetli,<br />

ehlî yahut vahşî, fakir, yahut zengin bütün çocukları»<br />

tekâmülünü idareye mahsus bir bahçe ve hocaların bu nebatlara<br />

karşı betbin ve bethah yabancılar değil, birer dikkatli<br />

bahçıvan olduğunu unutmıyahm. Froebel'in icadı olan<br />

w<br />

Çocuk bahçesi „ hayali ne kadar beşerî bir hayaldir.<br />

Çok okumak<br />

Bu serlevhanın altında "çok okumak mı iyidir, az okumak<br />

mı iyidir „ gibi avamca bir suale cevap verecek değilim.<br />

Maksadım okumanın yalnız çokluğunu, yalnız kemiyetini<br />

ölçü olarak kullanan telâkkilere karşı yazmaktır. Evvelâ<br />

şunu ehemmiyetle işaret etmeliyim ki malûmatın, görgünün<br />

çokluğu kadar akıl hayatımız için mühim bir sermaye ve azık<br />

olmaz ; yalnız bir şartla : Bu unsurlar beynimizin dokunmasına<br />

karışmalıdır... En amelî en ziyade müşahedeye muhtaç olan<br />

tetkiklerde bile bu böyledir. Meselâ tarih, etnografya, nebatların<br />

ve hayvanların yalnız tavsifini yapan morfoloji<br />

bahisleri de böyledir, Bu bahisler tabiatin kanunlarını arayıp<br />

bulmak vayifesini taşımadıkları hâlde bir müdekkik ve<br />

bir tespit edici mevkiinde yine ilmî bir tefekkürdür, çünkü<br />

bir hüküm ve muhakeme hissesi vardır. Kaldı ki biyoloji,<br />

psikoloji ve sosiyoloji gibi sırf tefekküre, yani


— 253 —<br />

mukayese ve istidlale istinat eden ilim şubeleri... Bunlar<br />

doğrudan doğruya tefekkür mevzularıdır . Yalnız çok okuyan<br />

hatta okuduğunu iyice hazmeden ve böylece muhtelif<br />

meselelerden bahseden bir içtimaiyatçı farzediniz; böyle<br />

bir zatin ne ilmî bir kıymeti ne de ilmî bir rolü olamaz.<br />

İlimden felsefeye geçelim; aynı vaziyettir. <strong>Felsefe</strong> hayat<br />

yakut tekâmül dediğimiz hiç te sade olmiyan, dayima karışık<br />

olan hakikat karşısında insanın usulü dayiresinde düşünmesidir<br />

. Böyle olduğuna göre zekâ, kalp, irade, vicdan, mefkure,<br />

terakki... gibi aynı hayatın tecellileri hakkında yalnız<br />

başkalarını nakleden fakat felsefesi yahut felsefe görüşü<br />

olmiyan bir "çok okumuşsun kıymeti ne olabilir !.<br />

Maddiyatperestler ve yeni gençlik<br />

Bu memlekette bir kısım münevverler var ki hak, ahlâk,<br />

sanat... gibi ruhî ve vicdanî mevzuları aynı suretle tezyif,<br />

ilim, fen, servet ve saman gibi haricî ve maddî mevzuları<br />

aynı kafa ile tepcil ediyorlar!.. Siyasiyatta " Tanzimaçılık „<br />

hayatta "Mihanikiyetçilik» , ahlâkıyatta "Menfeatçilik,,, terbiyede<br />

" Fikircilik „ kılığına girerek kuvvetini ya eksik bir<br />

ilimden alan yahut ilmini yanlış bir felsefeye saplıyan bu mezhepler,<br />

madde ile ruh ve vicdan hakkında aynı galeti ruiyyetin<br />

esiridirler. Şöyle ki madde halik, ruh ve vicdan mahlûk,<br />

madde sebep, ruh ile vicdan netice sanıyorlar, ve<br />

maddenin katı elleriyle ruhun, vicdanın en harim eserlerine,<br />

zevke, ahlâka tasallut ediyorlar; dinî bir intibah,<br />

ahlâkî bir buhran, siyasî bir inkılâp, yahut bediî bir iştiyak<br />

şeklinde görünen fakat dayima batını bir tekevvünden<br />

haricî bir teşekküle doğru seyreden - bu ruh ve vicdan<br />

inkişaflarına maddenin - dayima hariçten dahile doğru olanmihanikî<br />

tesirleriyle müdahale ediyorlar. Aklın hangi çeçe-


— 254 —<br />

çevesine girerse girsin, vicdanın hangi mevzuuna çökerse<br />

çoksun, bu mezhebin en derin temeli - kelimenin en geniş<br />

telâkkisiyle - " Maddecilik ,,'tir. Avrupa'yı kör körüne taklitle<br />

memleketi islâh etmek istiyen tanzimatçılar, hayata hikmiyen<br />

kimyevî bir hâdise diyen hayatçılar tekâmülü sırf muhitin kör<br />

ve tesadüfi tesirleriyle izaha yeltenen tabiiyatçılar, hayır ve<br />

şer mefhumlarını ferdî hesaplarla hâlle kalkışan ahlâkıyatçılar,<br />

fikri, tahsili manevî ve ahlâkî inkılâplara mebde bilen<br />

terbiyeciler bence hep bu mezhepten sayılabilir.<br />

Maddeciler makulât ve maddiyat dünyası haricinde ve<br />

akıl ile ilmin maverasında mevcut ve müstakil bir âlemden,<br />

mahsusat ve maneviyat âleminden haberdar görünmüyorlar.<br />

Maddenin mihanikiyeti haricinde amel, ilmin muayyiniyeti<br />

haricinde nizam yoktur; kuvvanî bir hakikat, gözle görülemiyen,<br />

akılla izah edüemiyen, hesaba, tahlile girmiyen,<br />

keşfe sığmayan bir hakikat yoktur diyorlar... Maddeciler<br />

işte bu mebdeden hareket ederek milletin vicdanî duygularını,<br />

mefkureyi iştiyaklarını bile tezyiften çekinmiyorlar:<br />

Meselâ Türkün yaşayışında iffetin en büyük düstûru olan<br />

kanaatine " miskinlik „ , bütün aklî ve iradî tedbirler ve<br />

teşepbüsleri fevkinde kadere karşı göstediği tevekküle<br />

" aciz „, şan ve şöhreti istihkar, fakat ezelîyi, rahmaniyi<br />

takdis etmenin hissî ikrarı olan mahviyetine " zillet „,<br />

her türlü külfet ve israftan azade olan hayatına " iptidaî „<br />

diyorlar !.. Bu hükmü nasıl veriyorlar !. Kanaat, tevekkül,<br />

mahviyet... denilen hayatı duyduktan ve yaşadıktan<br />

sonra iğrenerek'mi Hayır, evvelâ iğrenip, sonra düşünerek !..<br />

Maddecilik, kökleri hayatta o'mıyan her harici kuvvet<br />

gibi müeyyidesini kalplerde, vicdanlarda bulamayınca<br />

akla, ilme teveccüh ediyor: Tabiatte " vahşî „ hayvanları<br />

. içtimaî hayvanları değil - idare eden kanunlara bakıyor.<br />

" Hayat bir kavgadır, kavga, kavî ile zayıf arasında<br />

bir güreştir. Galebe kavinindir... „ diyerek kavgayı, kuvveti<br />

atkdis, zayıfı, mağlubu takbih ediyor. Aynı.kafa ile madde-


- 255 —<br />

cilik göz önünde olanlara başını çeviriyor, " Sürünenler için<br />

ölüm saadet, geriye kalanlara hayat haktır. „ diyor!.. Bu<br />

içtimaî şakavetin tahribatı bereket versin ki münevverler<br />

sahesinde kalıyor da halka giremiyor. Tahribat halkın aklı<br />

selimine çarptıkça maddeciler şaşırıyorlar. Nazariyelerinin<br />

çürüklüğünü görmekten âciz olan bu insanlar çürüklüğü halkin<br />

hayatında bulmak istiyorlar. O zaman merdut bir ırk<br />

nazariyesine yapışıyorlar, bütün geriliğimizi kafa tasiyle<br />

izaha kalkışıyorlar !.. Hakikati halde maddeciler islâh etmek<br />

istedikleri hayatı seviyorlar mı !. Sevmiyorlar, bu hayattan<br />

sadece iğreniyorlar. Hasta, kangren bir uzva ameliyat yapan<br />

cerrahlar gibi, maddeciler de kendilerini istırarî bir mevkide<br />

görüyorlar, ameliyatın icrası için her şiddeti, her cebri<br />

mubah sayıyorlar. Maddecilerin zihninde u<br />

Anadolu köylüsü<br />

„ hasta, firengili, terakki ve temetdüne asi, mütefessih<br />

bir mahlûk gibidir !.. Bütün siyasetlerinin gayesi hasta hayale<br />

karşı nefret telkin etmek, halkı bu enmuzçeten çıkarmaktır.<br />

Maddecilerin gayesi " Medenî adam „ yetiştirmekti. -<br />

Medenî adam, " Avrupa görmüş zat „ 'tir! Anadolu<br />

köylüsü ise - bir edibimizin tasvir ettiği gibi - evvel emirde<br />

yalnız bıyıkları tıraş edilmesi lâzım gelen bir aşçı<br />

yamağıdır!.. Maddeci bolulu Türkün bu saygısızlığa karşı<br />

isyanında medeniyet için bir kabiliyetsizlik manası buluyor,<br />

ve " eşek Türk! „ demekte tereddüt etmiyor. Hatta avrupahlarm<br />

" Hasta adam „ dedikleri bu Türke o daha fazlasını<br />

söylüyor: " Bitmiş ! „ diyor, Türk yaşamak kabiliyetini<br />

gösterdikçe " Halâ yaşıyor ! „ diyor. Türk yaşamakta inat<br />

ettikçe " Acaba niçin ölmüyor ! „ diye şaşırıp kalıyor...<br />

Memlekette bir yeis dalgası gibi süratle yayılan bu<br />

tefekkür hastalığı meşum neticeler doğurdu. Bir kere halkle<br />

münevverlerin arası açıldı. Halk münevvrlere, münevverler<br />

halke karşı derin bir gayz duydu. Milliyetinden irtidat,<br />

vicdanından istifa edenler görülmüye başladı. Maziye muhabbet,<br />

medeniyete husumet gibi telâkki edildi. Hayat ve necat


- 256 -<br />

hep mazinin inkıtamda arnadı. Tarihin devamında ise ölüm<br />

tehlikesi görüldü. Millî, mahallî olan şeylere karşı husumet<br />

edildi. Yeni gayreti, eski nefreti âdeta bir din oldu. O<br />

derecede ki türkçe söylemek, türkçe anlaşmak, türkçe yaşamak<br />

âdeta güçleşti. Bütün bu ceryanm neticesinde seciyemizi<br />

tahripkârlık ve riyakârlıktan ibaret bir tabaka kapladı...<br />

Maddeciler tekâmülün içeriden gelme bir şey olduğunu<br />

bilmediler. Tekâmülün bir tahrik eseri değil, bir tekevvün<br />

mahsulü olduğunu farkedemediler. Terakki ilâç gibi hariçten<br />

şırınga edilir, garbı - kör körüne - taklitle şark terakki<br />

eder, ilim yayılır, ahlâk düzelir, zorla güzellik olur, sandılar;<br />

her kavmin diğerine göre iyi kötü, makul gayrı makul,<br />

avrupaî olmakla beraber lisanı, bediî bir hayatı, hülâsa<br />

kendine göre bir oluşu ve duyuşu olduğunu düşünemediler.<br />

Türk milletinin de müstesna, orjinal bir ruhu olduğunu, ve<br />

yine müstesna, orjinal bir medeniyet yaratabileceğini, tarihin<br />

canlı, zevkin, sanatin, ahlâkın canlı olduğunu, canimin<br />

canlıdan, istikbalin ancak maziden, mefkurenin yalnız vicdandan<br />

doğabileceğini bir türlü anlıyamadilar. Bilâkis ruhu,<br />

vicdanı, katı, cansız bir şey gibi ezmek, büzmek, zihinlerdeki<br />

madde kahbiyle kalıplamak istediler.<br />

Artık bu günkü gençler şu iki yoldan birini tutacaklardır<br />

: Ya maddeci kafasiyle maneviyat sahesinde ki tahribatımızı<br />

sonuna kadar götürecekler, yahut hariçten düşman<br />

gözüyle görülen ve iğrenilen bu hayatı bütün samimiyet<br />

ve harimietiyle bir kere kavrayıp nefret siyaseti yerine<br />

muhabbet felsefesi koyacaklar, hayatı bir mühendis gözüyle<br />

görecek yerde, bir sanatkâr kalbiyle duyacaklar ve bir<br />

sanatkâr aşkıyla seveceklerdir. Gençlik bu felsefî inkılabı<br />

yapabilmek için lâzım ki her şeyden evvel yabancı bir hayatın<br />

cansız mefhumlarını zihninden atsın, sonra tarihine katlansın,<br />

bu tarihi bütün canlı sadmelerinde ve yaratıc»<br />

hamlelerinde duysun, bütün seyirleri ve zarureleriyle bu tarihi<br />

yaşasın ... f Bu katlanış ve dönüş ne maziyi parça parça


— 257 -<br />

tespit eden müverrihin, ne de bu parçalan zorla yaşatmak<br />

istiyen mürteciin teşebbüsüne, benzemiyecek, belki cani*<br />

mevzuun duyan bir sanatkârın, bir hayat ve tarih sanatkârının<br />

sezişine benzeyecektir. Bir sanatkâr ki ahlâkın, sanatın<br />

maziden beri ardı arası keislmkesizin akıp gelen nehrini<br />

duyacak, aynı nehrin dalgaları, şelâleleri kendi vicdanının<br />

derinliğinden bu gün bile akıp geçtiğini işitecektir. Ruh,<br />

gerileyip gerileyip te canlı mazisinden aldığı bu hızla ancak,<br />

üzerinde ki riya ve irtidat kabuğunu atıp halin mütereddit<br />

günlerinde mevut istikbaline atlıyacaktır.<br />

Örümcek alan canbazlar.<br />

Yüksek cami kubbelerine elle yetişmek, ayakla tırmanmak<br />

mümkün değildir. Bir kere kurulup örüldükten<br />

sonra bu kubbeler, altında dolaşan insanların temasından<br />

uzak kalırlar ne güzel!.. Fakat örümcek denilen cılız ve<br />

sessiz bir hayvan vardır . inadına gider kubbenin ta ortasında<br />

sinekleri yakalamak için ağ kurar! Aşağından bakanlar<br />

bazen bu ağı kubbeye sürülmüş siyah bir leke gibi<br />

görürler. Artık kubbenin güzelliğini kirleten bu lekeyi temizlemek<br />

farzolur. Bu işi görebilecek adam, ne imam,,<br />

ne meyzin, ne de o güzel kubbeyi yapan sanatkârdır.<br />

Örümcek alan, mahsus canbazlar vardır. Bu canbazlar bazen<br />

hayatlarım tehlikiye koyarak orta kandilin zincirine<br />

tırmanırlar. Bazen de bellerinden iple bağlanarak kubbenin<br />

etrafındaki gezinti yerinden ileriye sarkarlar ve ellerindeki<br />

tavan süpürgesini uzatırlar. İşte Bu vaziyetlerde örümceği<br />

almcıya kadar kan ter içinde kalırlar, bu canbazlarln bütün<br />

hayatları böyle örümcek almak için kubbeden kubbeye<br />

tırmanmakla geçer... Onlara "filân kubbe nasıl„ diye so-


ulsa, "Çok pis, çok kirli!.. „ derler. Ne kubbeyi yapan<br />

mimarın zevkinden, ne de kubbeyi tutan fennin hesabından<br />

haberleri bile yoktur. Yerden kırk elli metre yüksekliğe<br />

tırmanan, yine o kadar bir derinliğe sarkan bu zavallıların<br />

kubbe zevki duymak, kubbe hesabı anlamak kabiliyetleri»<br />

sanki örümcek ağiyle örtülmüştür!.. Ne örümcekli kubbenin<br />

ne de örümceksiz kubbenin zihinlerinde bir manası<br />

yoktur. Yalnız örümcek ağının kara hayali vardır . Nazarlarında<br />

kubbe, ekmek parası kazanmak zaruretiyle örümceği<br />

alınması lâzım gelen yüksek bir tavandır! İşte o kadar...<br />

Örümcek canbazları İstanbul gibi kubbesi çok bir şehir<br />

için pek lüzumlu adamlardır: Eğer onlar olmasaydı, cami<br />

kubbelerini örümcek ağları kaplardı • Fakat bir kaç canbaz<br />

bütün İstanbul kubbelerinin örümceğini almak için kâfidir<br />

. Çünkü bir canbaz her gün bir yerde çalışsa senede<br />

yüzlerce caminin örümceğini alır; fazla olurlarsa aç kalırlar.<br />

Onun için her keşi örümcek canbazı yapmakta fayda var mı<br />

bilmem ! Halbuki ressamlar, şairler, mimarlar için iş böyle<br />

değildir. Bunlar ne kadar çoğalsalar belki o derece hayırlı<br />

olur. İnsanları böyle mesleklere teşvikte belki daha ziyade<br />

fay ide memul ola...<br />

Bazı münakkitler vardır, bu örümcek canbazlara<br />

benzerler ! Ne zaman yeni bir kitap, yeni bir mecmua çıksa,<br />

ne zaman yeni bir fikir ortiya konulsa, ne zaman yeni bir<br />

kubbe örülse derhal altına gelip örümceği var mı diye<br />

kubbesine bakarlar ! Bulamazlarsa kızarlar; zira geçinmeleri<br />

o yüzdendir! Bulurlarsa hemen kollarını sıvarlar, ya altından,<br />

ya kenarından eserin örümcekli yerlerine tenkitlerinin<br />

süpürgesini uzatırlar !.. Bu münekkkitlerin bütün gayretleri<br />

filân kitabın, filân mecmuanın, filân faslında ve filân satırındaki<br />

filân kelimenin ve filân harfin manası, şekli, noktası<br />

ve yahu I bilmem nesidir!.. Bu tenkit canbazlarma<br />

sorsalar ki kitabın, mecmuanın, manasından, ruhundan,<br />

felsefesinden ne haber!. Bu sözden hiç bir şey anlamaya-


— 259 -<br />

rak ve dayima örümcekten bahsediliyor sanarak " Aman<br />

sormayın çok kirli, çok fena!,, derler. Gözleri harf, kelime,,<br />

imlâ, nokta ağları altındaki koca bir âlemi, maksat, mana,<br />

kuvvet âlemini göremez. Çünkü ne vaziferi, ne de idraklari<br />

asıl fikri, ruhu, mefkureyi aramıya mü say i t değildir. Eğer<br />

münekkitlik bu canbazların zahmetinden ibaret olsaydı<br />

dünyada güzel, büyük, canlı eser olamazdı. Çünkü her<br />

eser mutlaka kusurlu, hatalı, kısmen örümceklidir. Kusuruz<br />

olan yalnız Allah'tır!.. Sanat eseri bir dokuma değildir<br />

ki her bir teli ayrı ayrı çekilip yoklansın. Her eser vücudiyle,<br />

ruhuyle yekpare, canlı bir bütündür. Ve bütün gibi<br />

görülmek, öyle anlaşılmak lâzım gelir. Fakat denilecek ki<br />

bu nevi tenkitçiler mücrim midir Hayır bilâkis, müfit<br />

adamlardır. Fakat, dediğim gibi, böyle bir kaç tane olursa<br />

bütün bir şehir için kâfidir!... O da, bacakları zincire tıranacak<br />

kadar kuvvetli, kollan tavan süpürgesini sallıya-<br />

^ kadar uzun olmak şar tiyle.. Gerisi! Kuru kalabalık !..


<strong>Felsefe</strong>


<strong>Felsefe</strong>


— 263 —<br />

Babnî hakikatler<br />

1912 senesi Mudanya karşısında Armutlu köyünde bulunuyorum.<br />

Vapur Bozburun'n dolaşamadığmdan Armutlu limanına<br />

iltica etmiştir . Köyü dolaşmak istiyoruz . Fakat yolu<br />

bilmiyoruz . Tarlanın kenarından sekiz on yaşlarında küçük<br />

bir çobana rastgeldik. Çocuğa köyün yolunu, kaç<br />

dakika uzakta olduğunu, yiyecek, içecek bulunup bulunmadığını<br />

sorduk. Çocuk bize istizaha hacet bırakmıycak derecede<br />

açık ve kat'i cevaplar verdi. Köye vardığımızda<br />

çocuğun verdiği bütün malûmattan istifade ettik . Bir iki<br />

gün sonra İstanbul'a avdet ederken vapurda kamarotun<br />

oğlu olacak - yine sekiz on yaşlarında diğer bir çocuk bulunuyordu<br />

: yüzü, gözü karışık, kirli, alık salık bir şey!..<br />

Elinde koca bir limon ayvası, gemirip duruyor ! yanımızda<br />

bir kaç musevî genci var. Deniz seyahati uzun sürdüğü<br />

için canları sıkıldığı anlaşılıyordu. Çocuğa: İsmin ne diye<br />

sordular. Hiç cevap vermedi. Tekrar sordular. Bir müddet<br />

yüzlerine bakarak, manasızca sırıttı. Sonra başını önüne<br />

eyip yine ayvasını, bu sefer daha dişliyerek koparmıya başladı<br />

!.. Şehirli çocuğun bu yabaniliğini görünce o köylü<br />

çobani hatırladım. Şehirli ananesinin bu çirkinliğine karşı<br />

köylü ruhunun sadeliğini tercih ettim, utandırmak, lakırdı<br />

söyletmemek, değnek elde hayvan gibi sürmekten ibaret<br />

olan ananevi usullü terbiyemize isyan ettim. O tarihte intişar<br />

eden kitaplarımda hep bu miskinliğin aleyhinde yazıyordum.<br />

Böyle bir maarife cehaleti tercih ederim, çocukları mektebe<br />

göndererek sersemleştirmekten ise, cahil bırakalım, daha<br />

iyidir, diyordum!.. Bu güne kadar devlet ve milletin muammer<br />

olmasını bile münevverlerin ilminden ziyade, halkın<br />

ruhundaki safvet ve bekârete veriyordum !.. Gerçi benim<br />

böyle söylenmemi cehalet taraftarı ve ilmü irfan düşmanı<br />

olduğuma atfedenler oldu ! Hatta zürefadan biri bu " İlim<br />

husumeti,,'nin tarihçesini bile yazmıya kalkıştı!.. Hiç unut-<br />

17


— 264 —<br />

mam bir gün de fazıl ve müdekkik tanınmış bir dostumla<br />

görüşüyordum. Lâkırdı sırasında lâtife olsun diye:<br />

— Malûm a, biz cehalet taraftarıyız!. dedim . Bu zat<br />

gayet tabiî olarak:<br />

— Ayol halâmı öylesin! dedi!.. Adamcağız gerçekten<br />

inanmış ve şimdide hayret ediyordu...<br />

Nasıl oluyor da böyle bir adam cehalet propagandası<br />

yaptığıma kani oluyordu ! Bunun sebebi o adamdaki mantıktır.<br />

Kullandığı mantığın vukuatı kavramağa , takdire müsayit<br />

olmamasıdır.<br />

Kaç türlü mantık vardır, diyeceksiniz!.. Bence iki türlü,<br />

hatta iki türlü görüş vardır, maksadımı izah edeyim:<br />

İşte bir şehir, sokak, bahçe, insan vücudu, çiçek... karşısındasınız;<br />

bunu ya bir mühendis gibi tahlil ederek, yahut<br />

bir ressam gibi duyarak göreceksiniz . Gerçi her ikisinde<br />

de gözün rolü bir değil; mühendis için, göz, bir alet,<br />

hatta bir gayedir! Mühendis için, göze göründüğü gibi çizmek,<br />

zaptetmek lâzımdır . Fakat sanatkâr için böyle değil:<br />

O hem görür, hem görmez ! Bazı çizginleri alır, bazılarını<br />

atar, bazılarını hafifletir, bazılarını da mübaleğalandırır.<br />

Çünkü sanatkâr bu suretle gördüğünü çizmek değil göz<br />

için mekşuf olmıyan bir hakikata vasıl olmak istiyor. Batinî<br />

bir hakikat ... Sanatkâr onu duyuyor, onu renge, çizgiye<br />

sokmak için yepyeni bir âlem, şekiller, cisimler yaratıyor<br />

. Öyle bir bediî âlem ki hiç bir hakikati tabiatinkine<br />

mutabık değil! Şu halde sanatkârın icat ettiği tabiat, tabiatin<br />

kendisi değildir, belki kendi ruhunun tabiatıdır . San'-<br />

atkâr ruhunu bu batini tabiat vasitasiyle ve bu tabiat vesilesiyle<br />

tecelli ettiriyor demek.. Siz sanatkârın resmini<br />

fotoğraf ve mühendis göziyle tabiate ne derecede mutabık<br />

diye tenkit ederseniz, haksız olur . Ancak heyecan ve<br />

güzellik itibariyle kendi tabiatına ne derece mutabık yani<br />

manevî dünyasını ne derece tasvir etmiş diye tenkit etmelisiniz<br />

. Ne derece doğru diye değil, ne derece canlı diye.


— 265 -<br />

Çünkü sanat aleminde ifade edilen hakikatler uzunluk, kısalık,<br />

yeşillik, kırmızılık gibi maddî, zahirî hakikatler değil<br />

elem, ıstırap, ahenk, iştiyak., gibi manevî, batini hakikatlerdir.<br />

Sanatkâr bunları söylemek için bir lisana muhtaçtır.<br />

Bu batını hayat zahirî bir vücude tutunacaktır, fakat o kadar..<br />

Tutunduktan sonra bu vücudu yani bu renek ve çizgileri<br />

taşar aşar. Kendi hakikatine kendi hakkına vasıl olmak için..<br />

Hülâsa tenkit, mevzua göre değişir. Mevzu nedir. Bir<br />

hesap, hendese mevzuu mu Yoksa bir ruh ve heyecan<br />

mevzuumu Yazan, düşünen adam, bu ister bir ressam,<br />

ister bir heykeltıraş olsun, neyi ifade etmek istiyor! Zahirî<br />

bir hakikatimi, yoksa batını bir hakikatimi. Bu hakikat<br />

«şyaya, hesaba, akla taalluk eden neviden ise, aklın mantıhını<br />

kullanmakta elbette haklıyız. Değilse mikyas, miyar<br />

artık zevktir . Binaenaleyh zevke, sanate, hayata temas<br />

«den bahislerde göz manasiyle ne kadar doğru gördü diye<br />

değil, kalp manasiyle ne kadar iyi duydu, ve duydurdu, ne<br />

kadar yaşadı ve yaşattı., diye tenkit edebiliriz. Kabul edelim<br />

ki madde sahasinde hakikat " Doğru „ olandır. Fakat<br />

mana sahasinde hakikat, iyi ve güzel olandır . Batıl, yalnız<br />

çirkin ile fenadır.<br />

Tarih ve hayat<br />

İçtimaiyatçılar derler ki: " İçtimaî hayat, bir takım<br />

anüessiselerden teşekkül edrr; dinî, ahlâkî, bediî... müesseseler.<br />

Cemiyet olan yerde bu müessiseler vardır, müessesesiz<br />

cemiyet, müessisesiz içtimaî hayat yoktur. Her cemiyette din,<br />

ahlâk, iktisat.... müessiseleri o cemiyetin bünyesine göre<br />

bir türlüdür. Canlı mahlûkların uzviyetlerine mutabık fiilleri<br />

olduğu gibi, cemiyetinde içtimaî uzviyetine muvafık müessiseâeri,<br />

vazifeleri vardır. Din, ahlâk, iktisat... dediğimiz müe-


— 266 -<br />

ssiseler, - yani tahassüs ve tefekkür tarzlar» - cemizetten<br />

cemiyete, yani cemiyet dahilinde de, devirden devire değişir.<br />

Bu değişmenin aleti, " içtimaî bünye „ denilen hakikattir-<br />

İçtimaî bünye, bir cemiyeti teşkil eden zümreler arasında<br />

içtimaî münasibetin U biatidir. Meselâ umumiyetle bu fertler<br />

arasında ne gibi manevî müşabıhetler, ve ne gibi maddî tesanütler<br />

vardır. Fertler dağınık, kabilevî bir hayatmı yaşayorlar,<br />

yoksa muhtelif işler ve muhtelif ihtisaslerle birbirine bağlanmışım<br />

bulunuyorlar Fertler tarafından vücude getirilen<br />

zümrelerin tedahülü, tesanüdü ne derecededir. Bütün içtimaî<br />

hayatın mukadderatı, fertlerinin işte bu tarzı teşekkülüne,<br />

cemiyetin bünyesine bağlıdır. Bu bünye değişmedikçe,<br />

içtimaî hayatça değişemez. Bir fert terakkiyi, teceddüdü<br />

ne kadar arzu ederse etsin ve bu uğurda ne kadar çalışırsa<br />

çalışsın cemiyetin bünyesi değişmedikçe, bünyeyi değiştirecek<br />

inküâplar olmadıkça teceddüt hususundaki bütün<br />

mesaisi kısır kalacak, içtimaileşemiyecektir... " İçtimaî bünye n<br />

gibi ilk uzvî bir mebdein neticesi olan içtimaî müessiseler^<br />

ve bu müessiselerin toptan ifadesi olan içtimaî hayat, ferdin<br />

keyfi, arzuyu hod yi kılamaz ! „<br />

İçtimaiyatın bu hükümlerini dinledikten sonra birden<br />

bire kendimize, soracağımız sualler şudur: " O halde fert<br />

içtimaî bir cebriyetin tarihi şeametin kör körüne esirimidir<br />

!. Ferdin iradeyi cüziyesinin, ihtiyarının cemiyet hayatında<br />

bir kıymeti, ehemmiyeti yokmudur !. „ Fakat bilâkis,<br />

içtimaiyatın irşadından çıkarılacak doğru netice şudur:<br />

Kabile, aşiret, devlet... gibi her hangi bir cemiyet dahilinde<br />

yapılacak olan bütün inkılâp teşebbüslerinin, ferdî<br />

iradelerin hedefi, doğrudan doğruya cemiyetin bünyesi olmak<br />

lâzım gelir. Bu bünyeyi tadil ve ıslâh edecek mahiyette<br />

olan her ferdî, iradî hareket, cemiyetin hayatına müessirdir.<br />

Fert, cemiyetine karşı menfi kalmak vaziyetinden kurtulamaz!..<br />

O halde evvelâ bu içtimaî bünye nasıl değişir, buna<br />

dikkat etmeli. Coğrafi muhit, beynemilel münasebetler,


— 267 —<br />

iktisadî muameleler, muharebeler... gibi haricî/ siyasî<br />

sebepler; kanunlar, mektepler, tevellüdat, vefiyat, sari hastalıklar...<br />

gibi dahilî, rzvî sebepler; sonra o asırda ulûm<br />

ve fününun terakkisi, büyük dinlerin zuhuru, keşfiyat... gibi<br />

büsbütün cihanşümul ve beşerî sebeplerle bu tahavvülün<br />

mihaniki bir surette vücude geldiğini farzedelim. Bu cebrî<br />

şeraitte bile ferdin iradesinin ve tabiatiyle zekasının, heyecanlarının<br />

mühim bir faaliyeti mevzubahs olmaktadır. Filhakika<br />

içtimaî ilimlerin ve tarihî tetkikatın bize nefiyettiği şey ferdin<br />

iradesi değil, keyfidir. Çünkü irade, iktidar ifade eder,<br />

iktidar ise imkâna asılır, bir mefkureye koşar!.. Keyfin<br />

tazammün ettiği şekiller mevhumdur.. Cansız tabiatte cazibeyi<br />

arz, ziya, elektrik., gibi kuvvetlerin mevcut olması, madde<br />

üzerinde ki nüfuz ve hakimiyetimizi selbetmiyor; diğer bir<br />

neviden ve diğer bir tabiat demek olan içtimaî kuvvetlerin<br />

varlığı bu ihtiyarımızı neden selbetsin ! O şartla ki sarfedilecek<br />

emek, bu kuvvetlerin de tabiatıne,-kanularına uygun<br />

olsun. Demek ki mesele içtimaiyat noktayi nazarından mevzuu<br />

bahs ve münakaşa olan ferdî idarenin vücudu değil, belki<br />

bu iradenin hedefi, istikametidir.<br />

Hülâsa fert içtimaî hayatta bir takım mukavemetlere<br />

maruzdur ve bunları yenmek, aşmak vazifesiyle mükelleftir.<br />

Şüphesiz bu vazifenin imkânı, türlü düşünceler, muhakemeler,<br />

ilimler fenler ile yine şüphesiz, aksam ve anasırı meçhul,<br />

tahlil ve tarifi imkânsız olan bin türlü heyecanlar, batını<br />

mücahedelerle... Bilhassa büyük yeis ve tereddüt anlari<br />

vardır ki fert, hayatının seyrine karşı gelen hailleri yıkmak,<br />

devirmek için aramıya, düşünmıye muhtaç olur. Öyle dakikalar<br />

ki büyük, pek büyük, gayret ve cesaretle çalışmak<br />

ihtiyacını duyar. Bu ihtiyaç, her duyulması lâzımgelen arzu,<br />

ihtiras gibi, vicdanımızın en derin, en karanlık tabakalarından<br />

kopup aklımızın en aydınlık yüzüne çıkar, böyle olurken<br />

şuurumuzu, bütün benliğimizi sarsar. Böyce aşılmaz, yenilmez<br />

zannedilen setlerin karşısında kalan fertlerin ve millet-


— 268 —<br />

lerin hayatı son derece esrarengizdir. Ruhlar ihtilâlci sadmelere,<br />

yaratıcı hamlelere pek müsait bir zemindir:<br />

Bir şair ki canlı ilhamlarını sığdıracak lisan bulamıyor;<br />

bir mimar ki muhayyelesinin doğurduğu taş ve demir şiirini<br />

okuyacak bir meslek, bir mektep bulamıyor; her hangi<br />

adam ki hayatının önüne dikilen koca duvarı yıkmak için<br />

vücudünde takat, kuvvet bulamıyor .. Düşününüz bir kere,<br />

ö'ümle karşılaşan böyle bir ferdin halâs ve hürriyet için<br />

baş vurduğu çare nedir Yine kendi ruhu; kendi aklı, kendi<br />

vicdanıdır... Fakat bu sefer ruhunun en derin, en karanlık nok<br />

talanna doğru.. Sanatkâr, yahut kahraman, böyle bir adam,<br />

ruhunun en gayri meşur, en kuvvani nahiyelerine inerek<br />

esrarıenğiz bir kuvvet ve kudret menbaı arar gibi dolaşır<br />

dolaşır, nihayet o yoldan bütün mazisinin en uzak, en dik<br />

yokuşlarına tırmanır; bîr radde gelir, öyle bir noktaya varır kî<br />

artık içtiği su, hayat ırmağının suyudur. Vardığı yer, hayatın<br />

kaynağıdır... Teneffüs ettiği hava, hürriyet havasıdır...<br />

Haricin nazarında aşikâr bir irtica olan bu hareket,<br />

batının zevkince kat'ı bir itilâdır. Çünkü derinleşmek ve<br />

gerilemek, ölümü aşmak zaruretinde olan bir hayat için,<br />

en tabiî, en selikavî bir harekettir: Hayat geriliyerek,<br />

hızlanır, hızlanarak ta ileriler, istikbale atlar. Her terakki<br />

bir icat, her icatta maziyi karıştırıp yeni şartlara, yeni ihtiyaçlara<br />

göre yeni baştan vücude getirmektir.<br />

Ferdin hayatında gördüğümüz bu canlı irticai aceba<br />

cemiyetin hayatında bulmıyormuyuz Cemiyet te zaman zaman<br />

bilhassa büyük bir hezimet ve atalet devirlerinden sonra<br />

hayatını, hürriyetini tehlikede görünce, geriye sıçırayarak<br />

mazisini yoklamıyormu .. Cemiyet mazisinin canlı hatıralarını<br />

karıştırarak eski unsurlarla yeni eserler, yeni yeni<br />

müessiseler vücude getirmiyormu !. Fertte hafızanın ve<br />

garyi şuurî * hayatının oynadığı bu rolü, cemiyette aceba<br />

tarih ve sanat oynamıyormu Onun için meselâ Türklerin


— 269 —<br />

bu gün tarih ve sanat eliyle mazilerini karıştırmaları bir hayır<br />

çünkü bir hayat alâmeti değil midir . [*]<br />

Maziye dair<br />

Müverrih Ch. - V. Langlois ile Ch. Seignobos tarihi<br />

methal tetkiklere olarak yazdıkları eserin sonunda: Bütün<br />

ilimlerin kıymeti, hak olmasına tabidir; tarihten de istenilen<br />

bunaktır, diyorlar. Tarih, ne Almanya'da olduğu gibi,<br />

vatanperverlik hissini tahrik için alet olmalı, ne de bir takım<br />

muallimlerin zannettiği gibi, ahlâk hocalığı yapmalıdır. Yalnız<br />

hakka hizmet etmeli, maziyi mazinin hayatını, müessiselerini,<br />

olduğu gibi, yani, bütün iyilikleri, fenahklariyle,<br />

bütün güzellikleri, çirkinlikleriyle göstermelidir. Çünkü tarihin<br />

hakikî hizmeti mazinin hakikatim öğretmek, hakka hizmet<br />

etmektir . İki müellifin tarih ve tedrisatı hakkında ki fikirleri<br />

aşağı yukarı budur...<br />

Tarihin hayatî rolü hakkındaki tahminim, büyük müverrihlerin<br />

fikrine zıt değilse bile, tamamiyle mutabık da<br />

değildir . Fikrimce tarihin eseri, hakkı öğretmek, hak ve<br />

hakikat fikri vermekten daha derindir: Bir milletin zihninde<br />

tarihi tedrisatın nüfuz ettiği tabakalar, zihnin hüküm,<br />

muhakeme gibi nispeten sathî ve kışrî olan tabakaları<br />

altındadır, hatta ruhun en münzevi, en sırrî nahiyeleridir..<br />

Düşünelim, mazimizin en uzak, en kaçıcı hatıralarını yokladığımız<br />

anler hangi anlerdir En müşkül, haricî tehlikiye<br />

en çok maruz kaldığımız dakikalar değil midir. Bunun<br />

gibi milletin en felâketli en buhranlı dakikaları hangi dakikala<br />

rdır Varlığının tehlikelere girdiği, büyük savletlere davet<br />

[*] Mefkure ile mazının münasebetine dair olan bu yazıları 1922 neşr<br />

etmiştim- Mefkure ile mazinin munasibetini bu gün böyle duşünmeyorum.<br />

Yeni kanaatimi demokrasi ve sanat adlı kitabimde izah ettiğim gibi tarih<br />

ve terbiye ye dayir neşr etmek üzere olduğum yeni eserimde de mevzubahs<br />

ediyorum.


— 270 —<br />

edildiği dakikalar değil midir . Bu dakikalardaki en tabiî,<br />

en hayatî faaliyet hangisidir Maziye, tarihe katlanmak degilmidir<br />

., Demek ki hayat, yeni bir istikbale namzet olduğu<br />

ande canlı bir irtica ile mazisine katlanıyor. Bu mazinin<br />

sermayelerini, bütün hatıralarını, lezzet ve elemlerini, neş'e<br />

ve İstıraplarını, muvaffakiyet ve inkizarlarını yokluyor, onları<br />

eritiyor ve yeni bir hayat şekline döküyor. Bu taktirce<br />

tarihi şuurun milletlerin bakası, istikbali noktayı nazarından<br />

gayet büyük bir ehemmiyeti vardır. Tarih, yaratan, istikbale<br />

atılan hayatın hafızası, bu hafıza ise o anlayışın<br />

şuurudur. Bir millet için tarihî tetkikat, tarihî tahsil<br />

zevki uyanmişsa, bu istikbal için hayırlı bir alâmettir. Yevmî<br />

matbuattan başhyarak haftalık mecmualara, ilmî eserlere<br />

kadar tarihî neşriyat inkişaf etmek istidadını gösteriyor.<br />

Diğer cihetten maziyi tenvir için çalışan hususî teşebbüsler<br />

vardır. Nitekim geçende öğrendim ki"Cemiyeti sofiye,,<br />

isminde tasavvuf meraklılarından, mürekkep bir cemiyet<br />

mevcut imiş . Bu cemiyet bir zamandan beri tasavvuf tarihi<br />

yazdırmakla meşgul.. Tasavvuf, felsefemizin bir mazisidir ki<br />

müslümanlığm en mahrem heyecanlarını mütalâaya çalışır.<br />

Bu itibar ile tasavvuf bizim için dinî halin bir mazisi, iptidası<br />

dır. Tasavvuf ve tarihi hakkında yapılacak her teşebbüs,<br />

halin en canlı bir idrakma dokunacaktır. Bu teşebbüs iki<br />

şek'lde yapılabilir : Ya tasavvufun ve umumiyetle hayatın<br />

tarihini yazmak, yahut bu tarihi öğretecek vesikaları tesbit<br />

etmektir. Bu gün hangi mevkide bulunuyoruz Mazimizin<br />

hakikatine bizi götürecek olan eserler ister bir yazma kitap<br />

şeklinde, ister bir mescit harabesi halinde olsun, hep yanmıya,<br />

yıkılmaya mahkûm bulunuyor!.. Bu yanma ve yıkılma<br />

tehlikesi karşısında, hayatın mazisine muhabet edenlerin her<br />

işi, her şeyi sadece " kurtarmak „ maksadına dönmelidir.<br />

Onun için bir tasavvuf tarihinden evvel, mutasavvıfların<br />

yazma kitapların, bir mimari tarihinden evvel, harap olan<br />

camilerin, çeşmelerin, mazinin tasvirinden evvel, vücudunden


- 271 -<br />

baki kalan eserlerin muhafazası.. Artık bu vazife kimlerindir,<br />

takdir edilsin!..<br />

Bergson'un felsefesine dayir<br />

Millî Harekâtın henüz başladığı tarihte idi. (Akşam)'da<br />

manevî kuvvetlerin hakikatinden ve yaratıcılığından bahseden<br />

bir iki makalem çıkmıştı. Birgün, arkadaşlarımdan biri :<br />

u<br />

Nedir bu yaptığınız mistisisme gidiyorsunuz!.. Memlekette<br />

ilim aleyhine cereyan olacak „ dedi. Ve kendisinin<br />

mistiissme aleyhinde yazacağını söyledi. Ben sadece<br />

Bergson'culuk cereyanını kasdediyorsa bu felsefe ne zannetliği<br />

gibi ilim aleyhtarı ne de mystik bir felsefe olmadığını<br />

söyledim. Ve bizzat Bergson'un eserlerini okumasını<br />

tavsiye ettim. Arkadaşım o zamana kadar Bergson'u okumadığını<br />

itiraf etti. Bu tesadüf, bu muhavere tekrar gösterdi<br />

ki bir feisefenin bir memlekette, anlaşılması için doğru<br />

olması, hatta açık bir lisanla yazılması kâfi değildir. Her<br />

halde doğru telâkki edilmiye müsayit bir muhitte intişar<br />

etmesi doğru telekkiye müsayit dimağlara ekilmesi lâzımdır.<br />

Nitekim fikrî terbiyesi olmıyan bir memlekette ilmin telâkkisi,<br />

ilmin kıymeti ne olabilir Bediî terbiyesi iptidaî olan<br />

bir memlekette bir Wagner, bir chopin neden takdir<br />

edilsin Yeniyi kabul ve temessül hazırlığı yalnız ilim ve<br />

sanat için değil, felsefe için de lâzım değil midir O halde<br />

her memleket, her devir, her felsefî telâkkiye müsayit olmadığı<br />

gibi, her okumuş yazmış ve bir az düşünmiye alışmış<br />

olan insan da her felsefî bir telkâkiye hazırlanmış değildir.<br />

<strong>Felsefe</strong> ile devir, feylosofla onu okuyan mütefekkir arasında<br />

her şeyden evvel canlı bir münasibet lâzımdır. O<br />

münasibet ise muhabbettir. Devrimizin ruhunda ve bizzat<br />

ruhumuzda yeni felsefeye - nasıl ki yeni bir ilim ve sanat


— 272 —<br />

telekkisine karşı - bu muhabbet olmadıkça onu anlamak<br />

güçtür, çünkü yeniyi anlatan, bizi yeniyi, anlıyacak vaziyete<br />

koyan her şeyden, her talim ve tahsilden evvel bu<br />

duygu, bu muhabbettir. Yeniyi anlamak için yaptığımız her<br />

türlü tahlil ve mukayeselerin altından bu canlı alâka tessüs<br />

etmek sayesindedir ki yeni felsefenin kalbigâhına vasıl<br />

oluruz. O zaman bu felsefede zahiren garip ve mütezat,<br />

görünen bir çok hükümlerin canlı bir vahdet içinde eridiğini<br />

gcrürüz. Alelade zamanlarda bile karşınızdakinin meramını<br />

anlamak için yaptığımız hamle dahi katiyen bundan başka<br />

bir şey değildir. Âlemi hariciye ayit bir mevzuun, meselâ<br />

bir binanın, bir hayvanın yahut bir insanın, canlı cansız<br />

bir manzaranın acizleri, noksanları ve tezatları maverasında<br />

dolaşan manayı bulmak ve onu yakalamak için sanatkârın<br />

aldığı gerçi hayatî, samimî fakat lâ-aklî vaziyet dahi bunu<br />

gösterir. Sanatkâr bu suretle eşyanın parçalarına değil,<br />

belki ruhuna, manasına vasıl olur ki bedi odur. Yeni bir<br />

sanati, yeni bir hayat eserini de anlamak için böylece samimî<br />

bir idrâke muhtacız.<br />

İşte Bergson'un felsefesine ayit başlıca itirazlar muhabbet<br />

sözü ile ifade etmek istediğim belki de temamiyle<br />

ifade edemediğim, çünkü lisan ile temamen ifade edilemiyen<br />

samimî bir idrâkin noksanından ileri geldiğini zannediyorum<br />

. Zira Bergson'un eserlerini canlı bir alâka ile<br />

ile tekrar tekrar okumuş olsaydı ve bu feylosofun dediğinden<br />

ziyade demek istediği sezilseydi, hususiyle yoktan<br />

vücude getirir gibi görünen eserleri müelllifin alâkası ile<br />

yaşansaydı BergsoncuUık ilme mugayirdir, mistisismedir,<br />

gibi itirazlar dermiyan edilemezdi. Filvaki idrâkimizi bu<br />

feylosofun idrâkiyle birleştirdiğimiz zaman felsefesinin fikir<br />

âlemine başlıca iki istiklâl davasiyle girdiğini görüyoruz:<br />

bunlardan biri felsefenin mevzuuna, diğeri usulüne dayirdir.<br />

Bütün Bergson felsefesi bu iki iddianın istiklâline ve<br />

yeniliğine dayir ilhamlar ve ispatlarla doludur . Çok kere


feylesofun âlimin işini tekrareden bir alim farzetmişler; bazen<br />

de feylosofu alimin ve felsefeyi ilmin düşmanı sanmışlardır<br />

. Bergson'a göre felsefe ne ilme aynen mutabık<br />

ne de ilme büsbütün mugayirdir . Belki felsefe ilmi kavrıyan,<br />

fekat yine bu ilmi taşan bir nevi ilimdir . Asıl ilim<br />

maddeyi ve ilim dediğimiz, hakikatlerin ancak cemiyetleşmiş<br />

kısımlarım tetkik edebilir . Çünkü ilim bir alet, sahibi bir<br />

mühendistir. İlmin melekesi olan akıl, hakikatin bu kabili<br />

mukayese ve muhakeme olan katı kısımlarını yakahyabilir.<br />

.Hakikatin bu kısmı ilim için tecrübe sahesidir, Hikmet<br />

kimya, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat dediğimiz ilimlerin<br />

mevzuları hep bu tabakanın sekenesidir. Halbuki insan<br />

şuuru için tecrübe sahesi sadece ilim sahasinden ibaret değildir<br />

. Madde ve hayat, imkânlarına yalnız hakikatin yüzüne<br />

serpmemiştir. Madde ve hayatın yüzünü tenvireden<br />

mihanikiyet ve muayyeniyet tabakaları altında öyle taviyet<br />

ve hürriyet nahiyeleri bu nahiyelerinde öyle hür ve tabiî sekenesi<br />

vardır ki bunlar hendesemizin, hesabımızın şekillerini'<br />

hassalarını taşan mevcutlardır. Onları akıl gözünün görmesine<br />

imkân yoktur.<br />

Fakat zevk ve hats dediğimiz kalp gözüyle görülebi~<br />

lirler. Çünki nebatat ve hayvanata oğrayarak bütün kâinatı<br />

dolaşan hayat ırmağının son yatağı bizim ruhumuz, vicdanımızdız.<br />

Feylosofun "moi fondamental w<br />

dediği batını ene<br />

bu tahtanı cereyanların arzıdır. İnsan için böyle batini bir<br />

tecrübelerin kabiloiduğuna delil işte hakikate tahlil ve mukayese<br />

etmeyerek vasıl olan sanattır.<br />

Sanatkârın işi mevzuunu ölçmek, biçmek, diğer mevzularla<br />

münasebetini bulmak ve onu aklî mefhumlar, cebrî<br />

lisanlarla ifade etmek suretiyle ilmin faaliyetini devam<br />

-ettirmek değil, bilakis ilmin giremediği nahiyelerde çalışarak<br />

mevzuunun vahdetini bırakmak ve onun şekli, cismi<br />

değil, manayı ifade edebilecek bir lisanla ifade etmektir.<br />

Hülâsa sanatkârın vazifesi neş'e, iztirap, güzel, çirkin, haş-


074<br />

• • fa I *x — -<br />

met, azamet kelimeleriyle ifadeye çalıştığımız fakat bir türlü<br />

ifade edemediğimiz bâtını âlemin sekenesini bulmak ve onları<br />

haricî âleme kadar sürükleyip merî bir hale getirmektir.<br />

Fakat sanatkâr samimî, ruhî bir eneyi ifade hususunda<br />

yalnız temsilci bir vazife görüyor. Acaba feylosof için<br />

sanat yolundan daha ileriye, fikre kadar gitmek ve sanatin<br />

temsillerinden daha fikrî olmak üzere ifadeler bulmak mümkün<br />

olmaz mı Sorulacak ki felsefe bu faaliyetinde iime muhtaç<br />

deiğilmıdır; fakat felsefe için ilim basamaktır. Feylosof bir<br />

fizik alemi olan ilme basarak bir metafizik âlemi olan felsefeye<br />

athyabilir. Nasıl resim ve heykeltıraşlık gibi sanatler asıl<br />

terkibi mevzularını bulmak için bidayeten bir takım<br />

tahlillere muhtaç oluyorsa, felsefe de asıl mevzuunu kavramak<br />

için bidayeten bir takım tahlillere muhtaç olacaktır.<br />

Sanatkâr hayata ve manasına vasıl olmak için evvelâ<br />

bu hayat ve mananın tutunduğu maddeyi ve şekli<br />

bulmak, anlamak mecburiyetindedir. Onun için her tasavvurun<br />

meşur ve ya gayrı meşur bir tahlili vardır. Her<br />

ressam manayı ifade etmeden evvel az çok şekli taklide<br />

başlar . Faaliyetinin bu safhasında sanatkâr maddeyi tetkik<br />

eden âlime yaklaşır . Fekat sanat bu tetkikte kalmaz . Buna<br />

tutunarak daha içeriye girer ve manaya doğru ilerler.<br />

Asıl bediî faaliyet işte bu batini âlemde olur. Sanatkâr<br />

gibi feylesof ta asıl mevzuunu kavramak için bir takım tahlillere<br />

muhtaç olacaktır. Ona bu tahlilleri veren ve feylesofu<br />

hakikatin evvelâ soğuk yüzü ile temas ettiren vasıta ilimdir.<br />

Hakikî felsefe hakikî ilmin mabadıdır. Onun için feylesof<br />

ilim vasitasiyle hakikate teması temin ettikten sonra<br />

sanatkâr gibi daha içeriye girer ve alimin dağınık mütalâalarına<br />

hep birden menba teşkil eden bir, bütün ve canlı<br />

merkezini, hayat ve fevza merkezini bulur ve görür ki bütün<br />

o hâdiselerin anası, hayatın bu sıcak ve zaman zaman infilâk<br />

eden burkanıdır. O halde felsefenin ilim tabakaları<br />

altında arayan bir gözü, çalışan bir aklı vardır. Ruhun


- 275 -<br />

karanlıklarını delen nur, bu gözün nurudur. Hayatın sırlarıiını<br />

keşfeden meleke bu aklın melekesidir .<br />

Bu böyle anlaşıldığına göre Bergson'un felsefesi ile ilmin<br />

mutaları arasında nasıl taarruz olabilir!.. Bilâkis tesanüt<br />

vardır . Bergson felsefesi ilmin bıraktığı yerden başlıyor ve<br />

ilmin rüyetlerini vahdete irca edecek olan asıllarını bulmak<br />

üzere derinleşiyor, yani ilmin mutalarını belediyor .<br />

Şu taktirce felsefe ilme nazaren müstakil bir mevzu<br />

oluyor. İlim hakikatin kabili müşahede, kabili mukayese ve<br />

kabili muhakeme olan sathını tenvir ederken felsefe aynı<br />

hakikatin bilâkis yalnız kabili tahaddüs, kabili tasvir ve<br />

kabili telkin olan umkunu keşfediyor . İlmin de, felsefenin<br />

de mevzuu hakikattir. İlmin mevzuu tastik hakikat, felsefenin<br />

mevzuu kuvvanî, dinamik hakikattir. Şu halde ilim<br />

sanatten ziyade hirfete, felsefe ilimden ziyade sanate yakındır<br />

diyebiliriz yine böyle anlaşıldığına göre felsefenin<br />

usûlü ilmin usulünden başka olduğu görülür. İlmin akıl<br />

vasıtasiyle maddeyi ve ya madde gibi gördüğü hayatı tahlil,,<br />

tasnif ve mukayese ediyor; müşabih olan unsurlarını ayırıyor<br />

. Halbuki felsefe hakikatin kısır gibi kabili tecezzi olmayan<br />

kuvvanî kısmını bütün ve canlı olarak gösteriyor,<br />

daha doğrusu duyuruyor . İlmin melekesi akıl usûlü tahlildir<br />

. <strong>Felsefe</strong>cin melekesi hats ( intuition ), usûlü terkiptir .<br />

Şimdi insan bu felsefeye ilme mugayirdir demek için anlamamış<br />

olmalıdır. "Mistik,, demek içinde " mistik „ kelimesine<br />

müspet telâkkisi haricinde menfi bir mana vermiş olmalıdır.<br />

Filvaki ilmî nazarlardan uzaklaşan, batini rûyetlere vasıl olan<br />

her idrâk az çok mistiktir; yani derunî, batini, kuvvanîdir.<br />

Nitekim her sanat te bu mana ile mistiktir. Sanat ve felsefe<br />

içini bu mana ile mistik olmak kendine sadık olmak demektir-


— 276 —<br />

Taklit mi, hazım mi !<br />

Dün Sümmer palast'a Strasburg'lu müsafirlerimizle Şehremini<br />

Beyin ziyafetinde bulunuyorduk . Mu safirlerimiz arsında<br />

şayanı dikkat münevver zatler vardır. Hemen bahis<br />

maarif teşkilâtımıza intikal etti. Hususiyle ilk tahsilin mecburiyeti<br />

memleketimizde tatbik edilip edilmediğini, lâiklik<br />

meselesini, kadınlarımızın içtimaî hayattaki mevkilerini ve<br />

intihabata iştirak edip etmediklerini.. hep sordular. Bu zatlerdan<br />

biri taşra maarif teşkilâtımız hakkında malûmat istedi<br />

. Aynı zat Fransa'da olduğu gibi Türkiyede akademi<br />

mıntakaları vücude getirilmesi hakkındaki fikrimi soruyordu.<br />

Ben bu teşkilâtın memlektimizde taraftarları olduğunu ve<br />

yeni yapmakta olduğumuz maarif kanununda bu esası kabul<br />

ettiğimizi söyledim ve bunun aleyhinde bulunanlar tarafından<br />

müfrit bir merkeziyet itirazı dermiyan edildiğini söylediğim<br />

zaman muhatabım gi'ldü . Buna aksiyle itiraz etmek<br />

daha kolay olduğunu söyledi ve Fransa'da olduğu gibi<br />

Türkiye'de de millî ve harsî vahdetin emniyet ve selâmeti<br />

için bu mıntıka fikrini kabul ve tatmin etmekten başka<br />

çare olmadığını söyledi .. Bundan sonra misafirler muhtelif<br />

fırsatlarla ve muhtelif tabirlerle Türkiye'de vukua gelen siyasî<br />

ve içtimaî inkilâplann harikulade mahiyetinden ve Gazi<br />

Paşa Hazretlerinin müstesna şahsiyetlerinden bahsettiler.<br />

Aralarından biri " Türk kavmi dünyanın müstayit kavimlerinden<br />

biridir „ dedi. Demek istedi ki : Türk filân falan<br />

kavim gibi terakkiye gayri müstayit değildir. Bu fikir etrafında<br />

biri az münakaşa oldu. Hilkaten ve hayaten terakkiye<br />

müstayit olmiyan kavim var mıdır.. Kavimlerin terakkisinden<br />

de tedennisinden de mesul olan müessiseleri değil<br />

midir .. Terakkiyi de, tedenniyide icap eden din, ahlâk, hukuk,<br />

iktisat, sanat., gibi müessiseler, içtimaî vakıalar de-<br />

:ğil midir .. Türkün terakkisine bir mani varsa bu kafa


- 277 -<br />

tasiyle .dimağının hüceyreîeriyle değil, tarihiyle, müessisleriyle<br />

alâkadardır. Bu dava etrafında hayli konuştuk. Nihayet<br />

bahis mektep ve tedrisat notayi nazarından Fransaya intikal<br />

etti . Ben dedim ki: Mektep ve tedrisat Fransa'sını doğru<br />

olarak anlamak için hiç olmazsa bir sene onun ilk, orta,<br />

yüksek, umumî, meslekî, salim gayrı salim mekteplerinde<br />

yaşamak ve bu mekteplerin hâlile hemhal olmak lâzımdır.<br />

Ben bu tecrübeyi yaptım. Fransadaki kat'i müşahedelerimin<br />

verdiği salâhiyetle diyorum ki: Fransa Usan, edebiyat, felsefe,<br />

yazı, tedrisatı itibariyle dünya üzerinde birinci derecede bir<br />

raemlikettir . Hiç bir memleket bu dersler hususunda Fransız<br />

muallim ve müderrisler kadar hedeflerini vazıh bir surette tayin<br />

ve usullerini psikolojik esaslar üzerine vazedememişlerdir.<br />

Onun için bana Fransa'nın maarifini tarif için üzülmeyiniz.<br />

Misafirler bu sözlerden çok memnun oldular. Bahis, diğer<br />

memleketlerin maarif hayatına intikal ettiği zaman Almanya'-<br />

dan tebahhur ve sınarri tedrisat notasından, Italyadan sanayii<br />

nefise vatnı olmak itibariyle, İngiltere'nin spor ve " selfgovrenment,,<br />

toprağı mevkiindeki hakimiyetinden bahsedildi.<br />

O halde , dediler, siz Fransa'dan lisan ve edebiyat dehasını,<br />

Almanya'dan iktisat pedagojisni, Ingiltereden ferdiyet harsini<br />

alınız, ve bunları birleştirerek asrî bir terbiye ve maarifin<br />

«sasını kurunuz . Mübahasa esnasında pek munsaf davranan<br />

Strosburg lisesi müdürüne şu cevabı verdim: Evet<br />

her kes bize buna yakın tavsiyelerde bulunuyor; Avrupa<br />

memleketlerini mütehassıs oldukları cihetlerden taklit ediniz<br />

„ , diyorlar! Bu fikir ve itikat öteden beri bizim bir<br />

kısım münevverlerimizde de vardır . Bu münevverlerimiz<br />

derler ki : " Avrupayı rehber ittihaz edelim, fakat Avrupamn<br />

iyi taraflarım alalım, fena taraflarını almayalım . „<br />

Bu tavsiyeleri biri birinden daha makul ve mantıki olabilir.<br />

Fakat hepsinin esası şudur:<br />

Medeniyet parça parça unsurlardan şuradan buradan<br />

alınıp eklenmesiyle teşekkül eden bir halitadır. Meselâ


— 278 —<br />

Fransa'dan vuzuh vemantık unsurunu, Almanya'dan teknik<br />

unsurunu, İngiltere'den hürriyet ve ferdiyet dehasını alan<br />

ve tophyan Türkler bunları yan yana getirmekle kendilerine<br />

mahsus bir tarz ve şekil icat edebileceklerdir!.,<br />

Fakat hayır! Buçalşma icat ve ibdaın sırlarına mugsjiıc'ir<br />

terakki hiç bir zaman bu yan yana getirip eğlemenin<br />

mahsulü olamaz. Eğer öyle olsaydı siz Fransızlar hâkim<br />

oldukları noktada Almanları, keza İngilizleri, ve bütün<br />

büyük milletleri taklitte tereddüt etmezdiniz!.. Bir içtimaiyatçınızın,<br />

profesör Bougle'nin dediği gibi, Fransa vazıh<br />

fikirler ve mantık memleketi, italya sanayii nefisenin arzı<br />

mevudu, İngiltere ise " Selef Governemnet „ memleketidir ..»<br />

İktisadî hayatta olduğu gibi harsı ve manevî hayatta da her<br />

milletin dehasını tebarüz ettirecek içtimaî bir taksimi amel<br />

mevzuubahs oluyor. Bizim yeni bir medeniyeti nasıl icat edeceğimize<br />

gelince Türkler yalnız şu veya bu milleti değil,<br />

bütün milletleri görmeli, hatta yaşamalı, en samimî ve en<br />

derunî bir tarzda fakat hiç birini hiç bir şeyi mihaniki<br />

olarak taklit ve kabul etmememeli - bittabi insanî ve beynelmilel<br />

olan esaslar başka - ve sonra kendi memleketlerinde<br />

işin gerisini akli selime, hatese bırakarak samimî<br />

bir faaliyetle icada çalışmalıdır. O şair gibi ki bütün klâsikleri<br />

okumuş ve zamanın bütün sanatkârlarını tanımıştır;<br />

fakat eseri kendinindir. Zira kendi ruhunun ve kendi<br />

samimiyetinin zadesidir.<br />

Sözümü bitirir bitirmez muhataplarımdan biri şu kısa<br />

cevabı verdi:<br />

— Evet, taklit değil, hazım, hazım !..<br />

Şimdilik! Fenamı<br />

Sakarya harbi esnasında Tokat'tan geçiyordum. " Size<br />

Darülmuallimini iptidaiye binasını gösterelim,, dediler... Han


97O -<br />

gibi karanlık ve dar bir yere girdik. Bu karanlık binanın<br />

çürüyen döşemelerini değiştiriyorlardı,..<br />

— Darülmuallimini İptidaiye binası dediğiniz yer burası<br />

mı ! dedim.<br />

— Şimdilik !.. Fenamı .. Dediler. Bir kaç sene evvel<br />

Derülfünün binası olan Ziynep Hanım konağının önünde asarı<br />

atikadan olan süslü sebilin yanında tahtadan bir belediye<br />

kulübesi yapıyorlardı. Birine sordum :<br />

— Bu nasıl belediye kulübesi !.<br />

— Şimdilik!.. Fenamı .. dedi. Bu söz beni senelerdenberi<br />

sinirlendiriyordu. Bu defa arma komisyonu münasibetiyle<br />

Ankara'yı ziyaret ettim. Yukarı Ankara'da büyük<br />

taş binalar yapılırken yeni Ankara'da mukavva şatolar gibi<br />

yapılan ufacık tefecik evleri gördüm. Arkaşıma dedim ki:<br />

— Yeni şehir mutlaka bu düzlükte teşekkül edecektir.<br />

Yeni şehri vücude getirecek olan en mühim binalar bu<br />

hususî meskenler, ayile evleri değildir. Asıl cemiyet müesşişeleri,<br />

ilim, ve ticaret evleridir ki bu büyük şehre hususî<br />

bir sima verecektir ... Bn evlerin hâli nedir ..<br />

Arkadaşım şk cevabı verdi :<br />

— Şehremaneti bunları yersiz kalan ufak memurlar<br />

için yaptırdı. Şimdilik ! Fenamı ..<br />

Hayır, hayır ... " Şimdilik ! Fenamı !. „ düsturu doğru<br />

değil... Bu kanaatin altında yatan zühtî bir kıymet var.<br />

" Şimdilik ! Fenamı .. „ Biz bir göçebe kavim ve bir<br />

kabiyle değiliz... Bizim senemiz, on iki ay değildir, ömrümüz<br />

yaprakların ömrü değildir... Biz bir milletiz. Ve bizim<br />

hayatımız yalnız ebedîlikle ölçülebilir. Şimdilik diyenler bu<br />

büyüklüğe inanmıyanlardır. Onlar fenaya, faniye itikat<br />

ediyorlar, biz ise bakaya, ebedîliğe inanıyoruz... Şimdilik<br />

düsturu yanlıştır, şimdilik düsturu fenadır. Yeni Cumhuriyetin<br />

şehirlerini vücude getirirken ve binalarını yaparken<br />

" Şimdilik ! „ dimeyiniz. Hakkınız yoktur. Cumhuriyet hayat<br />

siyasetinin düsturlarını ebedilikten ve cidalden alırken siz<br />

18


— 280 —<br />

imar siyasetinizin düsturlarını zühtîlikten, kanaatten almıyınız.<br />

Ey imarcılar! Milletin hayatı için kullanacağınız<br />

ölçüleri fani olan hayatınızdan almayınız. Bu ölçü, olsa olsa,<br />

mefkurelerin hayatındadır. Türk hayatını kurtaran insan<br />

mücadelenin mikyaslarını saatlerden, günlerden ve senelerden<br />

alsaydı yer yüzünde Türk kalmazdı. Milletin ebdî hayatına<br />

kayil olunuz. Her işi milletin ebedî olan hayatı, müstakbel<br />

ihtiyaçları için yapınız. " Şimdilik! „ düstûrunu<br />

gömünüz. " Yarın için ve ilelebet için ... „ düstûrunu alınız.<br />

Her fani, her zayii şeyin adına " Fena „ diyiniz. İyiyi yalnız<br />

ebedîlikte ve bakada arayınız.<br />

Sanat ve felsefe<br />

Bir felsefe sistemini bir sanat eserine benzetmek kadar<br />

uygun bir tespih olamaz. Çünkü felsefe sistemi de sanat<br />

eseri gibi bir nevi " terkip ,,'tir. Her sanat eseri bir takım<br />

renkler, çizkiler, cisimler veya seslerden teşekkül eder»<br />

her felsefe sistemi de bir takım fikirlerden, muhakemelerden,<br />

hayallerden teşekkül eder ... Sanat eseri bir takım unsurlardan<br />

teşekkül etmekle beraber, onu vücude getiren faaliyet<br />

bu unsurların " gelişi güzel karışması „ değildir:<br />

belki " hususî ve manalı bir tarzda imtizacındır... İşte<br />

sanatkârların asıl icadı bu manadır. İşte felsefe sistemini de<br />

vücude getiren fikirlerin, hayallerin " yan yana gelmesi „<br />

değil, bunların " bir manaya, mutlak fikirlere delâlet edecek<br />

surette birleşmesi, anlaşması ,,'dır... İki nevi terkip<br />

arasında yalnız şu fark vardır: Sanat eserinin ifade ettiği<br />

mana bediî bir kıymettir. Sanat ancak hayale kada varır.<br />

Halbuki felsefe eserinin ifade ettiği mana fikrî bir kıymettir,<br />

felsefe en mücerret mefhumlara kadar varabilir ...<br />

Şu hâlde sanat te, felsefe de haricî âlemden, maddeden,


— 281 —<br />

fikirden, ilimden aldıkları unsurlarla bir takım yeni yeni<br />

kıymetlere vücut veren orjinal eserlerdir. Ancak bir sanat<br />

eserini sanat eseri yapan asıl hakkiat ne müracaat ettiği<br />

çizgiler, ne de taşlardır; belki sanatkârın hayatından aldığı<br />

ve çizgiler, taşlar vasıtasiyle ifade edebildiği manadır.<br />

Çizgiler, taşlar sanat eseri için nasıl bir vasıta ise, fikirler,<br />

ilimlerde felsefe sistemi için sadece bir vasıtadır. Sanatkâr<br />

gibi feylesof ta bunları yalnız vasıta olarak kullanır. Halbuki<br />

alimin işi bunun aksidir: İlim; unsurlar vasıtasiyle kaçıcı<br />

manaları ifade edecek yerde hiç bir manası olmıyan cansız<br />

maddeleri parçalıyor, onları hesap ve istifade edilebilir bir<br />

takım basitlere ayırıyor. İlim, sanat ve felsefe gibi tabiatı<br />

duymak veya anlamak için çalışmaz, sadece gördüğünü<br />

u<br />

kayt ve izah „ eder, bir hâdiseyi diğerine bağlar. İlim<br />

yalnız " nasıl ölüyor „ sualine cevap verir, fakat " nedir „<br />

sualine cevap vermiye uğraşmaz. Sanat ve felsefenin terkip<br />

çiliğine mukabil ilmin fiili tahlilcidir. İki faaliyetin<br />

istikametleri, gayeleri de ayrıdır: Hatta bir sanat, ilme<br />

mutabık, bazan mugayir de olabilir. Çünkü sanatin vazifesi<br />

haricî âlemin eşyasını, manzaralarını doğru öğretmek değildir.<br />

Nasıl ki felsefenin vazifesi kâinat hakkında - ilmin yaptığı<br />

gibi - müspet fikirleri, afakî hahikatiari bildirmek değildir.<br />

Bir felsefe sistemi ilme müracaat ve ilmi istimal etse<br />

bile doğrudan doğruya ilmin kendisi değildir. Şimdi bir<br />

ilim eserini, bir ilim adamının davasını anlamak için müracaat<br />

edilecek usul şüphesiz ki tektir: Zekâyı bu esere<br />

tatbik etmek, eseri parçalamak ve parçasını bin türlü tecrübe<br />

etmektir. Nihayet haricî âlemdeki şeniyete mutabakatını<br />

aramaktır. Halbuki bir sanat eserini anlamak için<br />

müracaat edilecek usul, bunun aynı değildir. Sanatkârın<br />

eserini parçaiıyacak yerde toptan kavramak, anlamaktan<br />

ziyade duymak lâzımdır. Çünkü burada ilmin eserinde<br />

olduğu gibi çizkileri, şekilleri, cisimleri ayrı ayrı tahlil<br />

etmek değil, asıl bu unsurların vücude getirdiği ahengi,


— 282 -<br />

derunî lisanı keşfetmek lâzımdır. Sanatkârın eseri ilmİD<br />

eseri gibi anlaşılmak istendikçe anlaşılmaz bir hâie gelir...<br />

Bir felsefe sistemi bir sanat eseri gibi mütalâa edilmek<br />

lâzım gelir. Yani ilim eseri gibi zekâ ile tahlil edilecek<br />

yerde bir sanat eseri gibi kalp ile duyulmalıdır. <strong>Felsefe</strong><br />

eserinde anlaşılması lâzimgelen mühim hakikat fikirler*<br />

hayaller, cümleler değil, fyelesofun telâkkisi, " kâinatı görüş<br />

tarzı ,,'dır. Bunun için eseri parçalamıyıp toplamak, toptan<br />

kavramak lâzımdır. Her şeniyetin vahidi kendinden olur.<br />

Madem ki ilmin mevzuu olan madde ile sanatın ve felsefenin<br />

mevzuu olan mana ayrı şeniyetlerdir, onların anlaşılması<br />

için kullanılacağı vahitlerin de ayrı cinsten ve kend|<br />

cinslerine mutabık şeniyetler olması zarurîdir. İlmin melekesi<br />

" zekâ „ sanat ile felsefenin melekesi " hats,,'tir...<br />

Basitçilik<br />

Memlekette bir sınıf vardır ki aynı zaaf, aynı noksan<br />

ile malûldürler. Bunlar basit görüşlüdürler. Basit görüş ne<br />

demektir Meselâ memleketin maarifini, mektep ve terbiye<br />

tarzını ıslâh sevdasında olan alelade münakkitleri nazarı<br />

itibara alınız. Bunlar senelerdenberi: a köy ve mektep ! „<br />

demişlerdir. Tkrk köyleri için mektep istemek kadar meşru<br />

bir hareket ne olabilir .. Fakat bir de bu istediklerinin<br />

menşelerini, sayiklerini yakından tetkik ediniz. Göreceksiniz ki<br />

onların nazarında " mektep „ yalnız mektep değil, köy için<br />

her şeydir. Onların nazarında bu mektep siyasî, asksrî,<br />

iktisadî, ahlâkî bütün teceddüt ve tekemmül hareketlerinin<br />

hülâsa, ideal bir hayatın yegane, ve asîl mebdeidir... Aynı<br />

adamlar, türk köylüsü, imparatorun askeri, kabitülâsyon-<br />

»arın esiri, sıtma mikroplarının hastası iken de helası için<br />

yalnız bu mektebi istemişlerdir. Demek ki " Halk için mut-


- 283 -<br />

laka bir mektep, istiyen bu adamlar içtimaî hayatın esaslı<br />

zaruretlerinden ve mektebin cemiyet içinde ki hakikî vazifesinden<br />

tamamiyle habersizdirler. Sonra ahlâkî hayat sahesine<br />

giriniz. Bu adamlar " iyi ahlâk „ isterler. Hatta " garp<br />

medeniyetinin iyi adetlerini „ alıp ta " kötü olan adetlerini „<br />

onlara bırkmak isterler!.. Çok . kere "tesettür,, gibi ne<br />

ahlâkla, ne de ahlâksızlıkla, doğrudan doğruya bir münasilaeti<br />

olmıyan kıyafet ve tuvalet meselelerini bile samimî<br />

olarak bir namus ve iffet meselesi gibi telâkki etmekte<br />

inat ederler... Demek ki bu adamlar ahlâkî kıymetlerin<br />

şeniyeti, tahavvülleri hakkında yahut ayile ve kadın örfleri<br />

hakkında hakikî denilebilecek hiç bir fikre ve kanaate de<br />

malik olamamışlardır.<br />

Basit görüşlülerin bir kısmı da vardır ki memlekette<br />

fuzulî gayretkeşlik vazifesini ifa ederler. Nerede boş ve<br />

avare bir insana rasgelseler: " durma çalış! „ derler.<br />

Çünkü bu işsizlerin ve memlekette işsizliğin yegane mesulü<br />

fertlerin iradesi olduğunu farz ve tahmin ederler. Bir<br />

memleketin iktisadî sefaletinden sadece şahısların mesul<br />

olduğunu iddia ederler ... Demek ki bu adamlar ferdî istekler<br />

haricinde ve şahısların gayretj ve teşepbüsü fevkinde<br />

memleketin iktisadiyatını idare eden millî ve beynelmilel<br />

faaliyet veya atalet sebepleri olduğunu duşünemiyolar...<br />

Asıl iktisadiyat sahesine geçince bu adamların iddiaları<br />

daha garip, daha âlemşümul şekiller alır. Mevzuubahs<br />

olan mesele meselâ bir şehri zenginleştirmek midir Q<br />

hâlde evvelâ onun " bir sefahet merkezi „ hâline getirmelidir<br />

... Mevzuubahs olan mesele diğer bir şehri güzelleştirmek<br />

midir O hâlde her şeyden evvel eski namına nesi<br />

varsa yıkmalı, fakat kos koca caddeler açmahdlr....<br />

Demekki bu adamlar refahın, yahut sefahetin dışarıdan<br />

tutulabileceğini ve her geniş caddenin elzem ve elzem<br />

tevehhüm edilen her yolun güzel olacağını kabul edecek<br />

kadar şehirlerin uzvî hayatından gaflet ederler. Bütün bu


— 284 —<br />

muhtelif fikircileri biri birine bağlıyan bir zihniyet birliği<br />

vardır ki o da " basitçi „ olmalarından ibarettir. Bütün bu<br />

fikirçilerin terbiye, ahlâk, iktisat ve şehir denilen ve dayima<br />

fizik, fziyoloji ve psikoloji ilimlerinin mevzuunu teşkil:<br />

eden madde, uzuv ve ruh mevzuları haricinde mütalâa edilecek<br />

derece hususî ve mudil olan içtimî hayat hakkında<br />

son derece iptidaî fikirlere, kaba mefhumlara sahiptirler.<br />

İçtimaî hayat hakkında ki bu müşterek telâkkilerinin ve fikirlerinin<br />

noksanıdır ki hangi faaliyet veya mesuliyet sahasine<br />

dahil olurlarsa olsunlar onları hep biri birine benzer<br />

bir tarzda duyar ve işler adamlar hâline getiriyor. Bence<br />

basitçüik her şeyden evvel bir zekâ fakrüddeminin eseridir^<br />

Aynı hastalık tabiatiyle bir takım arazlar meydana getiriyor<br />

ki bunlar da tespit etmek güç değildir. Evvelâ bütün<br />

basitçiler " ukalâ „ kimselerdir. Ukalâlık, gelişi güzel akılsızlık<br />

değil, akim inzibatsızlığı, daha doğrusu salim faaliyeti<br />

için muhtaç olduğu ilmî müşahede ve mukayese faaliyetlerinden<br />

mahrum kalması ve hâdiselerin derinliklerine dalacak<br />

yerde yalnız sathında yüzmesidir... Basitçilerde görülen<br />

ikinci hâl taşkın bir hassasiyettir. Bu adamlar marazı<br />

bir surette her şeyden gayrı memnun, fakat en ufak iddi—<br />

alamdan dolayı sermestirler... " Basitçiler ,,'de şayanı:<br />

dikkat olan bir nakise de iradelerinin başı boş olması, gem,,<br />

hudut tammamasıdır. Basitçiler içtimaî hâdiseler hakkındaki<br />

sathî fikirleri sebebiyle kadir her şeyi kendilerini her şeyde<br />

kendilerine tabi farzederler. Faaliyetlerinin amiri olan iradelerinde<br />

salim bir kudret değil, eahamet,, vardır. Çünkü salim<br />

bir iradenin şartı, faaliyetinin hedefi olan tabiatte bir takım,<br />

muayyetiyetlerin vücudunu kabul etmektir ve onlara itaat<br />

etmektir. Halbuki basitçi fikrî zaafı sebebiyle kendisini<br />

"kadiri kayyum,, zaneden bir adamdır ...<br />

Basitçiiiğin bu tabiatleri malûm olduktan sonra onun<br />

menşeini görmek ve menşeine kadar çıkarak tedavi etmek<br />

mümkündür. Mademki basitçilik esasen bir fikir hastalıkı-


- 285 -<br />

tır, onu fikrî terbiye sahesinde tedavi etmek çarelerini<br />

aramalıdır. Evvelâ basitçideki fikri zaafı herhangi malûmat<br />

noksanı değildir. Çünkü malûmatımız fikrî terbiyemizin<br />

kerestesidir, binası değildir. O hâlde fikrin inşaî bir noksan<br />

demek olan basitçiliğin menşeini ansiklopedik bir tahsilin<br />

noksanında aramamalıdır<br />

Asıl düşünücü zekânın kuvvetli olmamasıdır ki bu nevî<br />

kafaların teşekkülüne meydan bırakıyor... Böylece inşa ve<br />

icat nevinden bir zekânın mürebbisi yalnız ilim olabilir.<br />

Fakat " ilim „ diyerek " malûmat „ kelimesinin müradifini<br />

değil, mukayeseli, tasnifli ve izahlı ilimleri kastetmek lâzımdır:<br />

Matddiyat, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat ilimleri gibi.<br />

işte bu ilim terbiyesinin noksanıdır ki tabiat ve şeniyet<br />

zekâsı yerine o hasta ve kör zekâların vücudüne meydan<br />

vermiştir. Gene bu ilim noksanının bir neticesi olarak<br />

basitçi dayima aklı selim ve mücerret mantığa istinat etmek<br />

istidadındadır. Halbuki ilim harsinin bir vazifesi de aklı selim<br />

hudutlarını göstermek ve mücerret bir mantık olmadığını,<br />

her şeniyetin mantığı kendi içinde bulunabileceğini ispat<br />

etmektir. İşte hakikî ilim terbiyesine istinat edilerek yeni<br />

nesillere ilim ve hakikat kafası verilirse Türkiye tefekkür<br />

âlemi muhtaç olduğu " Şeniyet hürmeti 'ni kazanacaktır.<br />

w<br />

Türkiye millî idaresinin her noktasında ihtisasa hürmet<br />

ederse gene millî hayatımız basitçilerin tahribatından kendini<br />

kurtarabilecektir. Fikrî noksanlarımızı korkmiyarak ve<br />

aldanmıyarak teşhir etmek, menfi cihetten hareket edilmiş<br />

olsa bile Cumhuriyet nesillerinin terbiyesinde bizi müspet<br />

neticelere ulaştıracaktır...<br />

İlim ve ihtisas mefhumları<br />

Hiç kimse "ben cehil namına hareket ediyorum, cehli<br />

temsil ediyorum, benim düsturlarım cahilane fikirlerdir.. „


- 286 -<br />

demez. Herkes ilim namına hareket ediyorum, ilme istinat<br />

ediyorum, fikirlerim ilmin fikirleridir ..„ der.. Fakat " ilim „<br />

fikrini süyiistimal etmiyelim, ilim muayyen bir mevzudur.<br />

Her şey ilim değildir: İlimi eşya, ilimi tarîh, ilimi hesap ilimi<br />

servet .. Diye ilim yoktur. Fizik, kimya, ruhiyat, içtimaiyat<br />

ilimleri vardır ve olabilir. Çünki ilim olmak için madde,<br />

ruh, cemiyet denilen afakî mevzulara ayit ve yine afaki<br />

neviden sabit tabiatler, küllî hakikatler olmak lâzımgelir.<br />

İlim kelimesinin her şeye izafe edilmesi tehlikeli bir harekettir.<br />

Sonra " ilim „ fikrine bitişik olarak " ihtisas „ fikri<br />

vardır, "ilimde ihtisas, fende ihtisas, san'atte ihtisas,, gerçi<br />

bunlar hep haki kîihtisaslardir. Fakat hiç birini diğerine karıştırmamahyız.<br />

Resim, mimarlık gibi san'atlerin san'atlere ayit<br />

olan hususî ihtisas şeklî başka, mühendislere, fen memurlarınaayit<br />

olan tatbiki ihtisas şekli başka, san'at tarihçilerine<br />

yahut estetik mütehassıslarına ayit olan fikrî ve ilmî ihtisas<br />

şekli başkadır. Sanatin tarihini yazan bir mütehassısa "ne<br />

selâhiyetin var, san'atkârmısm!,, diyemezsiniz. Çünkü sanat<br />

aserlerini müşahede ve tasnif kudretini teşıyan o adam yerli<br />

yerindedir. Sonra sanat eserlerinde nevilerin zuhur, tekâmül<br />

ve inhitatındaki sebepleri tetkik eden, bediî vakıalar<br />

üzerinde mukayeseli tetkikler yapan bu bediyatçıyâ " sen<br />

niçin bu işe karışıyorsun, sanatkâr mısın „ diyemezsiniz.<br />

Çünkü yaptığı iş yaratıcılık değil, usulü dayiresinde bir<br />

görüş ve anlayıştan ibarettir. Şu hâlde ihtisas hudutsuz ve<br />

hesapsız müphem bir fikir değildir. Pek muayyen bir şeydir.<br />

Onu süyiistimal etmemek gerektir. Bir de hikmet, kimya<br />

gibi müspet ilimler için kimsenin itirazı, şüphesi yoktur.<br />

Fakat bahis manevî ilimlere, meselâ içtimaiyata girince<br />

bir çok kimselerde tereddüt baş gösteriyor. " Terbiyede,<br />

siyasette, ahlâkta, iktisatta, tte, içtimaiyatta nasıl iddia<br />

edebiliriz ki müpset kanunları nadir İçtimaiyat mefkureyi<br />

keşfedebilir mi yarmki zevkî, yarınki hayatı kat'î<br />

olarak bugünden tayin edebilir mi!.,, diyorlar. Fakat iç-


— 287 —<br />

timaiyat gibi mevzuu süratle tekamül eden ve hayat olan<br />

bir âlemde aranacak katiyet ancak tekâmülün seyri, ciheti<br />

ve istikameti olabilir. İstikamet bize istikbalin keşfi<br />

için düsturlar ve reçeteler veremez amma, bir takım mukayeseler<br />

sayesinde cemiyet hayatında salim olanla salim<br />

olmıyam ayırtır. Bu suretle tekâmülün seyrini kolaylaştırır.<br />

" Fakat bu ilme yahut bu ilmî tefekküre istinade neden<br />

mecburuz,, denilecek. Mecburuz, çünkü içtimaiyata istinat<br />

akla istinattır. Çünkü içtimaiyat cemiyet hayatının eserleri<br />

üzerine tatbik edilmiş ve bu eserler üzerinde çalışmış olan<br />

akıldan başka bir şey değildir. Mademki medeniyetimiz<br />

müspet bir medeniyet, idaremiz müspet bir idaredir. Ilmden<br />

başka bir istinatgahı yoktur. Bu ilim ne derece iptidaî<br />

olursa olsun ona istinat bir zarurettr. Fakat "mazi ilmi<br />

yapmak,, ile "maziyi mezhep yapmak,, arasında fark vardır.<br />

Mazi ne bir model, ne de bir misaldir. Maziyi "bir ibret,,<br />

olarak kabul edebilir. Fakat o da maziyi ancak sabit, âlem<br />

şümul hakikatleri itibariyle nazarı dikkate alarak.. Yoksa<br />

mazi tefekkür hamlemizi boğacak yepyeni orijinal inkılâbın<br />

duygusunu körletecek bir ağırlık değildir.<br />

Ne esaret ne de anarşi, sadece<br />

tekâmül.<br />

" Çocuğumu ahlâkî bir insan olarak yetiştirmek istiyorum.<br />

Başını boş bıraksam arsız oluyor, sıksam miskin oluyor,<br />

ben de şaşırdım ne yapacağımı ..!„ Bir baba böyle<br />

söylüyordu. Fakat kabahat çocuğun değildi.. "Talebeme<br />

resim dersi veriyorum. Bir zaman matbu modellerden yaptırdık,<br />

hiç bir şey çizemezlerdi! Şimdi de serbes bırakınız,<br />

diyorlar, serbes bıraktık. Fakat netice aynı: Yine bir


— 288 —<br />

şey öğrenmediler !.. Bilmiyorum ki ne yapmamalı !„ . Bir<br />

mürebbi de böyle söylüyordu. Fakat kabahat resim yapamıyan<br />

çocuğun yine değildi. O hâlde kabahat kimindir<br />

O baba ile bu mürebbinin mi .. Hayır onların da değil.<br />

Kabahat fikirlerin, " Tekâmül „ hakkındaki yanlış ve sakat<br />

telâkkilerin .. Çünkü terbiye çocuğu ne kapamak ne de<br />

başı boş bırakmaktır. Terbiye meselâ: yüzme bilmiyen<br />

adamın beline sardığı iptir! Hem lüzumu kadar karaya<br />

bağlıdır. Hem de lüzumu kadar serbestir. Tehlike oldukça<br />

bırakmaz, tehlike olmadıkça bırakır. Terbiyeyi mutlaka başıboş<br />

bir idare yahut mutlaka esaretli bir idare gioi anlamaktır<br />

ki bu muvaffakiyetsizlikleri vücude getiriyor,<br />

O hâlde terbiye aynı zamanda "inzibat,,, aynı zamanda<br />

" hürriyet „ fikirlerini tophyan canlı bir fiildir. Onun<br />

için terbiye bilâkis inzibatı kabul etmiyen Tolstoi'in anarşist<br />

nazariyesine de hapsedilemez. Terbiyenin hakikî tabiatini<br />

en iyi gören Jean-Jacques Rousseau'dur ki onu aynı zamanda<br />

hür vetabi, muayyeniyetle müzdeviç olarak görmüştür.<br />

Kant'ın nazariyesi bircehit ve inzibat nazariyesi, Tolstoi'in<br />

nazariyesi sadece serbeslik ve kayıtsızlık nazariyesidir,<br />

Rousseau'nun nazariyesi ise hakikî tekâmül nazariyesidir.<br />

Terbiyenin tekâmül mahiyetini yalnız ahlâk terbiyesinde<br />

değil, bütün terbiye fiillerinde bulacaksınız. Meselâ yaratıcı<br />

muhayyilenin tebiyesini nazarı itibara alalım: İstiyoruz ki<br />

çocuklara resim dersleri sırasında tezyinat resimleri yaptıralım<br />

İki imkân vardır. Çocukta hazır tezyinat şekillerini taklit<br />

ettirmek. Bulunmazsa çocukları serbes bırakmak ... Bu iki<br />

imkân hakikî imkân olmakla beraber usul olarak sakattır.<br />

Şunun için ki çocuk modelleri taklitle kalamaz, esir<br />

olur. Çocuk yalnız başına da bir şey icat edemez, çünkü<br />

tezyinat âleminde haylaz olur !.. Tek çare şudur: Çocuğu<br />

hem modellere bağlamak, hem de kendi kendine icatta<br />

serbes bırakmak. Şu hâlde tezyinat tedrisatının siyaseti<br />

şudur: Çocukların hafızasını en iyi, en âlemşümul mahi-


- 289 -<br />

yette örnekler göstere göstere zenginleştirmek, hem de<br />

çocukları serbes bırakarak icat, ihtira yolunda yürütmek.<br />

Böyle yapa yapa çocuk hem beşerin mazisine bağlı, hem de<br />

onun harsinde yenilik yapacak derecede ayrı kalmış olacaktır.<br />

Şu hâlde felsefenin mevzuu olan bütün tekâmül bahislerinde<br />

olduğu gibi terbiyenin ve tedrisatın tekâmülünü de<br />

canlı bir anlayış ile anlamak lâzımdır. İdrakimiz ne esaret<br />

nede anarşi hayalinde hapsedilmemelidir. Belki esaret ve<br />

anarşi unsurlarının canlı izdivacı olan tekâmül hayalini<br />

araştırmalıdır.<br />

<strong>Felsefe</strong> gayzı<br />

İlim gayzı olduğu gibi felsefe gayzı da vardır. İlmin<br />

düşmanları olduğu gibi felsefenin düşmanları da vardır,<br />

" <strong>Felsefe</strong> yalandır ! „ demek güçtür. Fakat " <strong>Felsefe</strong> bir<br />

eğlencedir ! „ demek kolaydır. Fakat ne olursa olsun, felsefe<br />

dostları ile felsefe düşmanlarının anlaşması için bir<br />

çare vardır. O da her şeyden evvel dost ve ya düşman oldukları<br />

şu " felsefe „ mefhumunu tespit etmektir. <strong>Felsefe</strong> bir<br />

" ilim „ midir <strong>Felsefe</strong> bir " cehil „ midir <strong>Felsefe</strong> " Güzel<br />

sanatlerden biri „ midir <strong>Felsefe</strong> " Hakikat hakkında ind<br />

ve enfüsî kanaatlerin mecmuu,, mudur.. Yahut "<strong>Felsefe</strong><br />

hakikat hakkında mevcut ilmî kanaatlerin umumî bir yekûnu<br />

„ mudur .. Hangisi!.. İşte bir çok sualler ve fikirler ki<br />

"felsefe,, kelimesine mukabil şunun bunun kafasında yaşayabilir.<br />

Fakat felsefe bu fikirlerin hangisidir. Bunu ancak<br />

felsefe kelimesini kullanan adamlar bilir. " <strong>Felsefe</strong> bir zevk •<br />

tir, felsefe zihnin bir nevi mimarlığıdır. <strong>Felsefe</strong> zihnin bir<br />

" art decoratif ,,'idir !.. „ diyenlerin " felsefe „ kelimesini ne<br />

manada anladıklarını anlamak güç bir iştir.<br />

Ben hayatımda felsefe ile uğraşan hem de pek kıymetli


— 290 —<br />

gençlerin zihni faaliyetlerinin şiddetine ve felsefe zevklerine<br />

rağmen " felsefe „ mefhumu üzerinde düşünmediklerini ve<br />

felsefenin vehminden evvel hakikatini mütalâa etmediklerini<br />

gördüm. Nitekim bir takım müellifler vardır ki " felsefe,<br />

felsefî, f esef em, felsefesi, f esef eler... „ dedikleri hâlde, bu<br />

kelimenin medlulünü vazıh bir surette tespit etmemişlerdir.<br />

İstanbul işgali esnasında Darülfünunda tekâmül bahislerine<br />

dokunan tedrisatım esnasında feylesof Bergson'dan bahsettiğim<br />

sıralarda orada burada " ilim aleyhtarlığı yapıyorlar !.. j,,<br />

" Bergson denilen herif! „ sözleri söylenildiğini duyduğum<br />

zaman felsefe kelimesinin ne talihsiz bir kelime olduğunu<br />

görmüştüm. Bunun üzerine o aralık "içtihat,,' mecmuasının<br />

bir nüshasına Bergson'culuğun ne olduğuna dayir kısa bir<br />

makale yazmıştım. Bence Bergson'culuk felsefî bir meslek<br />

değil, beşerî bir müessise gibi teessüs etmek istidadında olan<br />

felsefenin kendisidir. Böyle söylerken feylesof Bergso'nun<br />

«Evolution creatri'ce>>'te yahut Les donnees immediates de<br />

îa conscience»'ta vasıl olduğu neticeleri düşünmiyorum.<br />

Yalnız Bergsonun felsefe müessisesi için temel taşı<br />

olarak koyduğu iki mühim fikri işaret ediyorum : Bunlardan<br />

kiri felsefenin mevzuu, diğeri felsefenin usulüdür. Eğer felsefe<br />

esaslı bir nevi tefekkürden ibaret olan ilimden ayrılabiliyorsa<br />

-vardır, ayrılamiyorsa yoktur. Halbuki ilmin mevzuu da " şeniyet,,'<br />

tir. İlmin mevzuu bu şeniyetin cansız kısmı, yani<br />

keyfiyetidir. Halbuki canlı şeniyet cansız şeniyeti taşan ve<br />

onu ihtiva eden bir şeydir.<br />

O hâlde ihtiva edici olan felsefe ilmin içinde değil,<br />

ilmin dişinda da değil, belki bu ilmi ihtiva edicidir. Onun<br />

için felsefe ilmin ne aynı, ne de gayrı olabilir, belki ilmi de<br />

ihtiva etmek şartiyle teessüs edebilir. İlmin mevzuu olan<br />

kemiyet ve madde âlemini parçalar hâlinde idrak eden<br />

zihin kısmı, zekâdır. <strong>Felsefe</strong>nin keyfiyet ve hayat âlemini<br />

bütün olarak idrak eden zihin kısmı, hats kuvvetidir. Şu<br />

hâlde ilim şeniyetin parça parça olarak akılla mütalaası»


- 291 -<br />

halbuki felsefe şeniyetin bütün olarak hats ile kavranmasıdir.<br />

Değilmi ki ilim, " hayat, kâinat, tekâmül, mukadderat.. „<br />

denilen mevzuların mutlak olarak mütalâasını deruhte etmiyor,<br />

metafezikî bir hayvan olan insan için şu ezelî sual<br />

dayima mevcuttr : " Neredea geliyoruz Nereye gidiyoruz <br />

Biz neyiz „. O hâlde mutlaka iyi kötü bir cevap vermiye<br />

mecburuz. Tehlikeli olan; felsef eyapmak değil, felsefeyi<br />

limsiz, usulsüz, gelişi güzel yapmaktır.<br />

Tedricen<br />

Abdülhamit devri dönmüş bir devirdi. O devirde her<br />

kıymet, her telâkki duruyor, kımıldamıyor, yaşamıyordu,<br />

içtimaî muhayyile, bütün yaratıcılığım kaybetmiş, içtimaî<br />

vicdan âdeta bir atalet kazanmıştı. Şurada burada bn sal"<br />

tanata karşı yıkıcı ruh taşıyan ihtilâlciler bir tarafa bırakılırsa<br />

bir yandan Edebiyatı Cedidenin kozmopolit iştiyakları,<br />

bir yandan da Postahane binası ile tecelli eden yeni<br />

türk sanati pek gizli ve çok kerre de kendini bulamıyan<br />

millî şuurun indifaları gibidi. Bu devirde bütün akıl, bütün<br />

mantık, saltanatı ve istiptadı tehlikiye düşürebilecek olan<br />

her temayülü boğuyordu. Hakikati hâlde millet ve devlet<br />

namına kat'î ve şeklî bir muhafazakârlık hükümran idi.<br />

Meşrutiyet inkılâbı bu camit zihniyeti sarsar gibi oldu. O-<br />

tuz bir mart vakası sarih bir irtica idi. Vaktaki Hareket<br />

Ordusuyle içtimaî muvazene temin edildi; belli başlı iki zümrenin<br />

şahidi olduk; Muhafazakârlar ve tekâmülcüler !.. Bunlar<br />

ne istiyorlardı. Muhafazakârlar mazi üzerinde serbesce<br />

bir tasfiye yapıyorlar, Zaten mahvolan kıymetleri feda<br />

edip ölü harsı müdafaa ediyorlardı. Tahâmülcüler ise inkilabi<br />

anca bir şartla kabul ediyorlardı. Bu şart "tedriçtir.<br />

Fakal niçin tedriç! Çünkü tecriç tekâmülün şartı, kendi"


— 292 —<br />

sidir, onun için.. Tekârnülcüler anî, ihtilâlci, ayratıcı olan<br />

her hareketten sakınıyorlar, hareketi, tekâmülü sarsıntısız<br />

olarak arzu ediyorlardı. Muhafazakârların da, tekâmülcülerin<br />

de arzusu bir neticeye varıyordu: O da hayatı olduğu<br />

gibi seyretmek ve seyrine insan elini karıştırmamak. Bu<br />

iki telâkki arasında felsefe namına müdafaası kabil olan<br />

yalnız tekâmülcülüktür. Çünkü mutalarını hep ilimden<br />

aldığını iddia eder ve unsurları itibariyle müspet olduğuna<br />

inanır. Fakat tekâmcülüğe hakkyile yaklaşalım. Onda "tedricen<br />

„ tavsiyesini meşru kılacak bir tabiat var mıdır Bu<br />

tekâmülcüîer içtimaî hayatta tedriç istiyorlar, çünkü içtima*<br />

tekâmülü tedricen vukua gelir düz, muntazam, makul, hendesî<br />

bir tekâmül zannediyorlar. Bize cemiyet hayatının düz<br />

bir çizgi üzerinde gayet muntazam bir surette tedricen de-,<br />

ğiştiğini ve bir hedefe doğru ilerlediğini gösterecek olan<br />

şey nedir Elbete tarihî bir tetkik üzerine kurulmuş olan<br />

bir tekâmül felsefesi değil midir Halbuki tekâmülcüîer<br />

esasen felsefelerini tarihe değil, bilerek bilmiyerek hâyatiyata<br />

istinat ettiriyorlardı. Çünkü zihinlerdeki hayaller, hep<br />

Lamack'm hayalleri idi. Onlar da Lamack gibi zürafalan<br />

boynu yüksek ağaçları yemek ihtiyaciyle uzamış sanıyorlar ve<br />

âlemde hiç bir şeyin anî olarak vücude gelebileceğini zannetmiyorlardı.<br />

Halbuki ilmin tam mutaları üzerine kurulmuş<br />

olan bir tekâmül felsefesi bize tekâmülün mihaniki<br />

değil, yaratıcı mahiyetini gösteriyor. Tekâmülün haricî ve<br />

muhiti değil, batını ve uzvî bir emir olduğunu anlatıyor.<br />

Tekâmülü hep böyle bir hendesî çizgi hayaline sokarak<br />

yaptığımız farziyeler arasında kim bilir ne kadar yanlışları<br />

vardır: Dinlerin zuhuru, san'atlarin zuhuru, dillerin zuhuru<br />

ve tekâmülleri hakkında kim bilir ne kadar delâlatte kalmış<br />

olanları vardır. Muhafazakârlar niçin böyle düşünüyorlardı..<br />

Çünkü değişmek kabiliyetinde olimyan cahil adamlardı.<br />

Tekâmülcüîer niçin böyle düşünüyorlardı. Çünkü okumuş<br />

olmakla beraber ruhen muhafazakâr insanlardı. Bizim


- 293 -<br />

neslimiz bu yaratıcı kudrete niçin iman ediyor Çünkü<br />

yaratıcı bir devrin neslidir onu için. Hükümetler gibi<br />

felsefeler de ancak lâyık olanları buluyor. İnkılâbın en büyük<br />

eserlerinden biri de bizi tam ve hür bir hayat felsefesine<br />

vasıl olmak için ruhen hazırlaması değil midir Bu felsefeyi<br />

elde ettikten sonra " tedricen „ düstûrundan belki ilelebet<br />

uzakuzaklaşacağız.<br />

Hürriyet<br />

Jean-jacc[us Rousseau terbiyecilerin en hür ve en hürriyetperver<br />

olanıdır. "Emile,, başından sonuna kadar hürriyetin,<br />

hürriyet hayatının, hür yaradılan adamın, hür yetiştirilen<br />

çocuğun destanıdır. Hiç bir tefekkür onun kadar hürriyetin<br />

zevkini, hürriyetin aşkını terbiye emellerine karıştırasıamıştır.<br />

Hiç bir sistem onun kadar terbiyede haricî sultaların<br />

müdahalesini men'e muktedir olamamıştır. Hatta onun<br />

içindir ki Rousseau'yu tenkit eden Greard; Rousseau'nun<br />

terbiye plânını "tehlikeli bir vahime,, olarak teşhir etmiştir.<br />

Halbuki hakikat büsbütün başkadır. Kitabın her tarafında<br />

"hürriyet, hürriyet!,, diye bağıran Rousseau terbiye âleminde<br />

zahmete, meşakkate en çok mevki veren, terbiyenin hamurunu<br />

en ziyade zahmet ve meşakkat duygularyile yoğuran bir<br />

feylesoftur. Çocuklarda keyfe, hevese mevki vermek,<br />

hayatını hayvanı sayiklerine terketmek şöyle dursun, bu<br />

keyef ve heves mekanizmasına en çok kızan, hatta zahmet<br />

ve meşakkati, elem ve istirabı tabiatin içinde bulan<br />

kendisidir. Rosseau'nun pedagojisi her şeyden evvel bir<br />

ceht ve tekemmül pedagojisi, bir zaruret ve meşakkat<br />

pedagojisidir. O hâlde Rousseau'nun terbiye sistemindeki bu<br />

tezadın menşei nedir <strong>Felsefe</strong>sidir. Fakat felsefesinde mevcut<br />

olan bu menşe bir tezat değil, bir ahenktir. Şöyle ki


— 294 —<br />

hürriyetin en iptidaî telâkkisi her istediğini yapmaktır, yani<br />

başı boş olmaktır. Halbuki bu mümkün değildir. Zira<br />

insandan daha kuvvetli olan bir tabiat vardır. İnsan bu<br />

tabiatı ne istihfaf ne de ist'hkar edemez. O hâlde insan<br />

her istediğini değil, istediklerinin yalnız mümkün olanlarını<br />

yapabilecektir. Şu şartla ki istediği şeyler aynı zamanda<br />

tabiatin kanunlarına uygun olsun... O hâlde hürriyeti adamın,<br />

yalnız istemesi değil, istediğini bilmeside lâzımdır. Sonra<br />

hürriyetini istiyen adamın arzusu tabiatı eşyaya muvafık<br />

olması kâfi değildir. Çünkü bu arzunun tahakkuku bir istihsale<br />

bağlıdır. İnsan hürriyetini, istihsal etmek sayesinde kazanır.<br />

Bu istihsal için yalnız usul, teknik, vasıta, fikir kâfi<br />

değil, kendini idare etmek, müstahsilin kudretine, fikrî<br />

hayalî, hissî ve iradî kudretine kavuşturmak ta lâzımdır.<br />

Müstahsil bir anarşist değildir. O hem fizikî tabiat üzerinde<br />

hem de ruhî, batınî tabiat üzerinde işliyen mükemmel bir<br />

sanatkârdır. İstihsal eden adam yalnız bilen adam değil,<br />

aynı zamanda gücü yeten adamdır. Kendi kendini idare<br />

edemiyen hırçınlıklarını, muvazenesizliklerini, sersemliklerini<br />

yenemiyen bir adam âlemi harcîde hür yani doğru, iyi,<br />

güzel, faydalı birfiili nasıl vücude getirebilir O hâlde hürriyete<br />

lâyık olan adam hem fikrin, hem de iradenin kahramanı<br />

olan adamdır. Hür olmak için hem serbes olmak,<br />

hem de bağlı olmak lâzımdır. Rousseau bu iki ayrı şeyi bire<br />

kalbetmiştir. Hürriyeti başı boş kalmaktan, tabiati de<br />

esaretten uzaklaştırarak biri birine yaklaştırmış, tabiî terbiye<br />

dediği telâkkiyi vücude getirmiştir. Bu günkü ilim<br />

Rousseau'unun hatsine hiç bir şey ilâve etmemiştir. Yalnız<br />

bu hatsi izaha gayret ediyor.


Tezat kabul etmîyen felsefe<br />

Oduncu ile Ezrayil'in masalı bence ruhumuzun garip<br />

bir ikizliğini ifade ediyor : Çok kere bir şeyi hem aklımızla<br />

istemiyiz, hem de hissimizle isteriz, Çok kere aklımızla<br />

beğenmediğimiz hayatı hissimizle iyi buluruz. Sahte ilmimizle<br />

tezyif ettiğimiz şeyleri halis hayatımızla kabul ederiz. Cihan<br />

harbinden evvel memleketleri için « un vieux paıjsl » diyen<br />

Fransızlar muharebeden sonra aynı memleketi genç ve<br />

zinde buldular. "Bu memleket adam olmaz !„ diyen Türkler<br />

de adamlıklarını bile Borçlu oldukları bu memleketin eseri<br />

karşısında şaşırdılar.<br />

Bedbin, hayâtı istemediğini söylediği hâlde Ezrayili görünce<br />

odun yüklenen bir köylüdür. Şu hâlde hissimizle ve irademizle<br />

beğendiğimiz hayatı aklımızla niçin inkâr edelim ..<br />

Ve bu ikiz hayat yeirine tek ve ahenktar bir hayat neden<br />

koymuyahm .. Buna mani olan; hayat, zaruret ve tekâmül<br />

telâkkimiz olsa gerektir. O hâlde sevmediğimiz, beğenmediğimiz<br />

şeyler hayat değil, başka bir şeydir. Filhakika asıl<br />

hayat, sevilen ve Ezrayile teslim edilmiyen kısımlardan ve<br />

kıymetlerden teşekkül ediyor ... Fakat hayatın ağır gelen,<br />

ezen yükleri de vardır.<br />

Şu hâlde bu yük ile bu kıymetleri ayırmak lâzımgelir,<br />

İki şıktan biri: Ya yükü azaltmak, yahut tahammülümüzü<br />

çoğatlmak için bu kıymetleri daha ziyade duymak Iâzımdir.<br />

İnkılâbın gördüğü şey zebun ve ezik bir Türkiye idi. Fakat<br />

duyduğu şey bu Türkiye'nin can hamlesi, irade kuvveti idi.<br />

Bir inkılâbın yoktan var olduğunu zannetmek aklımızı tırmalıyan<br />

bir dalâlettir. Fakat inkılâbın hayatın her günkü<br />

en sathî itiyatlarından teraküm edebileceğini farzetmek te<br />

bir dalalettir. İnkılâbın müracaat ettiği zengin kudret Türkiye<br />

halkının vicdanı olmuştur. Bu vicdanın kudreti ve nuru<br />

sayesindedir ki Türkiye bir çok yüklerini azalttığı gibi bir<br />

19


— 296 — •<br />

takım yüklerini taşımak için de kudret ve kuvvet kazanmıştır.<br />

Eski, vusatî itiyatlara karşı gayz duyalım; bu bizim<br />

hakkımızdır. Fakat yeni ve canlı olan hayatımızdan şikâyet<br />

etmiyelira. Birini istememek için ötekini inkâra lüzum yoktur.<br />

Hasta fikir, sakat muhakeme bize bedbinliği tavsiye<br />

edecektir. Fakat vicdanın lâyuhti sesini işitelim. Ancak o<br />

zaman hakikî hayatımıza uygun, samimî bir felsefe yapabiliriz,<br />

zaten felsefenin vazifesi sathî ve haricî müşahedelerin<br />

inhisarcı hükümlerine karşı yekpare ve canlı bir hayat<br />

rüyeti vücude getirmek değil midir ..<br />

Mefkure ile mevhume<br />

Bir arkadaşım " ideal yahut mefkure vuslatı mümkün<br />

olmıyan bir fikirdir „ diyor. Ben de soruyorum ki o hâlde<br />

nasıl oluyor da akıllı bir adam mefkûreci oluyor! Eğer<br />

mefkure yanma yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise<br />

bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil midir.<br />

Hayır mefkureler mevhumeler değildir. Mefkureler<br />

tahakkuk edebilecek olan şeylerdir. Mefkureler vehimden,<br />

hayalden kopup uçan renkler, şekiller değildir. Zaten<br />

mevcut ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır,<br />

binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsayit şartlarla<br />

tahakkuk edeceklerdir.<br />

Mefkurenin kökü hakikatte, çiçekleri ve meyvaları<br />

istikbaldedir. Mefkure bugün için bir hayaldir, fakat ne<br />

bugün için ne yarın için bir yalan değildir. Şu hâlde<br />

mefkure ile mevhumeyi ayırmak lâzımgeliyor. İlim adamının<br />

vazifesi bu iki şeyi ayırmak olduğu gibi, devlet ve siyaset<br />

adamının vazifesi de bu iki şeyi karıştırmamaktır*<br />

Hatırımda kalan doğru ise, Durkheim içtimaiyat usullerine<br />

dayir yazdığı kitabın bir tarafında şöyle diyordu: Devlet


adadamının vazifesi cemiyeti bir mevhumeye doğru koşturmak<br />

değildir, cemiyetin mefkuresine yaklaştırmaktır... Onun<br />

için nüfusumuzun, servetimizin artması hakkındaki gelişi<br />

güzel, hesapsız, muhakemesiz surette atıp tutan, vaadeden<br />

insanlara hayretle bakıyorum. Bu adamlar hakikaten sözlerinde<br />

ve fikirlerinde samimî insanlar mıdır., diyorum.<br />

Eğer ilmî tetkikler yalan söyleniyorlarsa bir memleketin<br />

nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti, beynelmilel münasibetleri,<br />

muharebeleri, mücadeleleri, fikrî seviyesi arasında<br />

uzvî münasibetler vardır. Bunlar arzunun ve iradenin birdenbire<br />

halledilebileceği şeyler değildir. Bunlar ancak eşyanın<br />

tabiatine ve müsaadesine göre hüküm ve muhakeme<br />

edilebilecek şeylerdir. Onun için biz on seneye kadar<br />

Amerika'yı bile geçeceğiz! diyen bir adamın iddiasına şaşmamak<br />

kabil değildir. Bizzat Amerika'nın kendi kendini<br />

geçmek için sarfettiği kudretin zaman va mekânla mukayyet<br />

fiziği ve içtimaî kudretlerden ibaret olduğunu unutmamalıdır<br />

:<br />

Fakat bu mevhumecilerin iddiası ne olursa olsun<br />

her cemiyet; her millet için vasıl olunması mümkün ve mukadder<br />

olan mefkûrevî gayeler vardır. Bunları eyice görüp<br />

te bunlara doğru ilerilemek kadar bir cemiyet hesabına<br />

afif ve meşru bir hareket ne olabilir .. Ancak bu<br />

gayeleri bize gösterecek olan bitaraf el, ilmin elidir,<br />

içtimaî ve iktisadî coğrafyası tetkik edilmeden, bir sene<br />

zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hesap edilmeden<br />

nüfusunun tezayüt veya tenakus sebepleri yakalanmadan<br />

cemiyat için bu hedefleri müspete yakın bir surette işaret<br />

etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti her şeyden<br />

evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir millettir.<br />

Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin iddialarına<br />

değil, samimî mefkûrecilerinin itikatlaırna kendisini bağlamahdir.<br />

Her şeyde olduğu gibi terakki meshebinde de<br />

samimiyet esas şarttır.


— 298 —<br />

Hayatın arkasından giden felsefe<br />

Mütarekenin en meşum günlerinden biri idi. Bir türk<br />

mütefekkirine rasgeldim bana bir münasibetle şu sözleri<br />

söyledi:<br />

— Türkler dejenere değil midir .. Cismen demeyorüm*<br />

ahlâkan dejenere değil midir..<br />

Muhatabımın bu zalim iddiayı ortıya atıvermesi beni<br />

çok şaşırttı. Hiç bir şey söylemedim. Halbuki ben mütareke<br />

zamanı değil, meşrutiyet zamanı da değil, ta çocukluğumdan<br />

beri Türklerin yaşama kabiliyetine çok inanmış bir<br />

insanım. Gerçi bu kanaatimi hayatımın her devrinde aynr<br />

vuzuh ve aynı müspetlik ile taşımadım. Fakat o-ir şevki<br />

tabiî gibi duyuyordum ve yirmi senedenberi bütün yazılarımda<br />

ve derslerimde aynı itikadı, aynı dini neşrettim. Milleti<br />

hakkında kanaati yıkılan bu adam beni çok ürkütmüştü.<br />

Zeynep Hanım konağının üst pencerelerinden görülen yangın<br />

yerleri ve ayağı çıplak çocuklar bu kara kanaat için kara<br />

bir çerçeve oluyordu. Fakat bir adam, cihanın bile en büyük<br />

feylesofu olan Bergson beni çok irşat etti. Ruhun yaratıcı<br />

kudretini onunla daha vazıh olarak düşünmüye başladım.<br />

Bir türk hadisesi bu yaratıcı kudret feylesofunun davasını<br />

bilâkaydüşart teyit etmişti: Anadolu'da Mustafa Kemal'in<br />

zaferi. Bu büyük adam bir mütefekkirin tereddi ile tavsife<br />

kıyam ettiği milletinin hayatiyetini cihana kabul ettiriyordu.<br />

Bir feylesof hayatın imkânlarını, meydanlarını kavrıyamiyacak<br />

derecede katı ve maddeci ise neye yarar .. <strong>Felsefe</strong><br />

bir inkılâpçının eserlerini anlamıya çalışacak yahut izah<br />

edecek bir ilim değildir. Vazifesi hayatın önüne geçmektir<br />

Mütemadiyen hayatın mazisine bakarak ve hâlini tartarak<br />

cemiyetin istikbale müteveccih meydanlarını seçmek, işte<br />

feylsefenin vazifesi budur.<br />

Ne sırrîlik, ne akılcılık ve maddecilik ne de yalnız başına


— 299 -<br />

tüm bu istikbal hamlelerini veremez bunu ancak hayatı<br />

seyrinde ve ihtilâllerinde şuurla yakalıyan felsefe yapabilir.<br />

Türk feylesoflarının vazifesi olmuş bitmiş şeylerin ve tarihî<br />

emri vakilerin adilâne seyir ve temaşası değil, türk milletinin<br />

mazisine bakmakla, hâlini yakalamakla beraber istikbalini<br />

araştırmaktır. Gözü arkada kalan ve hayatın arkasından<br />

giden felsefe ne millî olabilir, ne insanî olabilir.<br />

Feylesofları anlarken<br />

Gustave Le Bon'u çok okuyan ve çok seven bîr arka<br />

daşım vardır. Bu muharriri büyük bir mütefekkir olarak<br />

kabul eder. Bir gün kendisine Henri Bergson'un "Evolution<br />

creatrice „ adlı eserini verdim. Beş on gün sonra kitabı<br />

iade etti. Ve hiç bir şey anlamadığını söyledi!.. Bu dostum<br />

gibi bir çok insanlar da felsefelerden bir şey anlamadıklarını<br />

söylerler.. Bence bir feylesofu ve bir sanatkârı anlamak<br />

için en büyük şart bir nevi muhabbettir. İsterseniz<br />

buna "sympathie,, deyiniz. Okuyanda bu muhabbet yoksa<br />

eser ona açılmaz. O hâlde sahibinin ne demek istediğini<br />

anlamak kararından evvel, anlamak arzusu lâzımdır. Eserin<br />

yüzünden ziyade yüreğine varmak istemeliyiz.. Bu müsayit<br />

ruhî vaziyeti aldıktan sonra yapılacak şey şudur: feylesoftan<br />

ne bekliyoruz Bence beklenecek şey sadece kâinatı<br />

bir görüştür ve ezelî bir seziş tarzıdır. Feylesofu<br />

anlarken dikkat edilecek bir nokta daha mütefekkirin muhitidir.<br />

O da alim, sanatkâr, resul gibi bir muhitin adamıdır.<br />

Feylesofun büyüklüğü kendi zamanında felsefe binasına<br />

koyduğu taşın ağırlığına bakar. Şu hâlde keşfedilecek<br />

şey, beşerî tekâmüle ettiği hizmettir. Sonra hiç unutmuyahm<br />

ki feylesofu ancak kendi diliyle ve kendi mantıkiyle<br />

anlıyabilirîz. Feylesofun dili halkin dili değildir, hatta alimin


anft<br />

çili değildir. Bu dil ifade etmek istediği orijinal manzarama<br />

dizgileri ve renkleridir. Onun için bir feylesoftaki orjinat<br />

tabirleri anlamak, bence bütün felsefesini anlamıya bedeldir.<br />

Nihayet feylesofu anlamak için okumak lâzımdır, çok<br />

okumak, tekrar tekrar okumak, hemhal oluncuya kadar<br />

okumak lâzımdır. Sistemler sakinlerini çoğaltmak istemiyen<br />

kıskanç âlemlerdir, içerilerine katılmak için cazibelerine<br />

katılacak kadar yaklaşmak lâzımdır.<br />

Tabiat ıhı, medeniyet mi <br />

Tabiatle medeniyet kiymetleri hayatımızın her cephesinde<br />

çarpışıyor. Hayat felsefesi yaptığını zanneden bazı<br />

kimseleri hatırlayınız. İnsanların tabiatten ayrıldıklarına<br />

esef ederler !.. Şehir hayatına bir türlü uyamıyan bir nevi<br />

sinir hastalarını hatırlayınız, hep inziva aralar!.. Hele iradesi<br />

sönmüş biçareler vardır, hayatının son günlerini tenha<br />

bir köyde geçirmek isterler!.. Bazı nazariyecilere göre<br />

de tabiat sanatin, ilhamın kaynağıdır. Bütün bu hükümler<br />

birbirine irca edilemiyecek kadar manevî vaziyetleri<br />

ayrı kimseler tarafından veriliyor. Fakat bu ayrı adamların<br />

benziyen bir tarafları vardır, o da şudur: Ne tabiat ne de<br />

medeniyet hakkında doğru bir kanaate sahip olmamak.<br />

Eski medeniyet tabiatte kemal ve mutlakiyet âleminin<br />

bir hayalini görüyordu. Ortazaman medeniyeti tabiati sırlarla<br />

dolu görüyordu. Rönesans beşerî kurtuluşu bu tabiatte<br />

zannetti. Bizim zamanımızda tabiatın ne maveraî ne dinî<br />

ne de ahlâkî hiç bir kıymeti yoktur. Tabiat yalnız fizikî<br />

kuvvetlerin sahnesidir. Muasır kafalar tabiate teslim olmak<br />

için değil, bu tabiati kullanmak için görür. Tabiat bizim<br />

ne dinimiz, ne efendimiz, ne de üstadımızdır, sadece hizmetkârımızdır.<br />

O hâlde muasır milletlerde " Tabiat aşkı,


— 301 —<br />

tabiat harsı, tabiat terbiyesi ...„ gibi sözlerin müspet bir<br />

delâlet olmamalıdır. Yalnız tabiatı kullanmak, tabiatı zaptetmek,<br />

tabiatten istifade etmek gibi sözlerin asrî bir kiymeti<br />

olabilir. Asrımızın tabiatı müsavat, şahsiyet, sadelik<br />

ve samimîliktir. Ben ahlâkta olsun, sanatte olsun, " tabiate<br />

dönelim» denildiği zaman hep bu manayı anlıyorum.<br />

Vuzuh<br />

İçtimaiyatçı Bougle fikirlerin tarihinden bahsederken<br />

H. Bergson'u maddî âleme mahsus klişelerle batmî âlemi<br />

düşünmenin tehlikesini gösteren feylesof olarak anlıyor.<br />

Bergson'a göre haricî âlemin klişeleri, hatta bunlar ilmî<br />

de olsalar, bir mana. keyfiyet ve seyir âlemi olan batmîyi/<br />

derunîyi, meselâ ihtirasların, mefkurelerin) iradelerin tekevvününü<br />

ifade için salih değildirler. O hâlde katı maddenin<br />

sert ve dümdüz lisanı olan ilimden başka olan bir lisanla,<br />

felsefenin canlı ve terkipçi lisanına müracaat etmek lâzımdır.<br />

Acaba " vuzuh, vazjh, tavzih „ dediğimiz zaman ne<br />

kastdediyoruz .. Bu sual madde dilindeki klişelerinden<br />

bazıları: " ayırmak, açmak, berraklaştırmak,,'tır.<br />

Vuzuh bu mudur Eğer bu ise, içtimaiyat için E. Durkheim<br />

ve Auguste Comte'un, terbiye için Pestalozzi, Froebel,<br />

Jean-Jactjues Rousseau'nun, sade bir neşircisinden ve tamimcisinden<br />

başka nedir .. Bu anlayışa göre sonradan gelenler<br />

evvelden gelenleri ayıklamışlar, temizlemişler, berrak<br />

bir hâle getirmişlerdir !.. Bu suretle işleri ne ilmî, ne de<br />

felsefî bir iştir, sadece amelî ve mihaniki bir iştir!.. Bu<br />

adamların ya canlı bir rolü var yahut yok. Hangisi ..<br />

Bence bir Durkheim, bir Pestalozzi, birFroebel, hatta<br />

bu günküler hep birer başkalıktır. Hatta fikirlerinin en<br />

müşterek olan " muayyencilik „ yüzünnde, hatta sezişlerin


en eş olan " tabiat „ fikrinde bile... Roussean'dan beri,<br />

hatta Rönesans'tan beri, bu fikir adamları hep " tabiat,<br />

tabiat..,, diyorlar, fakat acaba kendi ananesi içinde yaşıyan<br />

bizler onun mukallitlerimiyiz Varisleri, kopyecilarıiyiz ..<br />

Benzemekle bir olmak bir şey değildir. .. Vuzuh !.. Bunu<br />

iyice anlamıya çalışalım : Vuzuhlandıran adam, taşlara,<br />

topraklara, ruhlara kadar inerek canlı bir iş görmüşse o,<br />

diğerlerinden ayrıca bir şeydir. Adî neşirci ile yaşatarak<br />

tekemmül ettiriciyi biribirinden ayırmakta sadece bir iffet<br />

değil, mecburiyet vardır. Çünkü bu dikkat haricinde şuunu<br />

kavrayamazsınız.<br />

İlim İstılahları<br />

Bir ilim İstılahları kamusu yapılacağını okudum . Yüksek<br />

ilim tedrisatının bu mühim ihtiyacına karşı kim, hangi<br />

ilim mensubu alâka göstermez .. Bizde ilim İstılahlarını<br />

tespit etmek teşebbüsü yeni değildir. Tıpta, fende, felsefede<br />

tessüs etmiş olan İstılahlarımızın sayısı binlercedir .<br />

Bununla beraber ilim dilimizin bütün parçaları da müdevven<br />

olduğunu iddia edemeyiz . Bütün ilim lügatlerini cem<br />

ve telif etmek teşebbüsü hakindaki fikir ve kanaatimi burada<br />

söylemek istiyorum . Her şeyden evvel böyle bir kamus<br />

ilmin maddiyat yani fizik ve kimya, hayatiyat yahut<br />

biyolocya, ruhiyat, içtimaiyat ve felsefe şubelerini ihtiva<br />

etmelidir. Bunlar koca bir mecelle olacağına, meselâ maddiyat,<br />

ruhiyat ilimleri kamusu, tip kamusu, felsefe kamusu<br />

gibi menus ve kullanılması kolay parçalara ayrılmalıdır. Bu<br />

eserleri vücude getirecek olan heyet mutlaka bu lügat<br />

işiyle uğraşan kimselerden mürekkep olmalıdır. Istılahların<br />

konulmsında en büyük güçlük îstilahların şekli hususunda,<br />

birleşmek noktasında görülüyor . Bu müşkül vazifede


— 303 ^<br />

muvaffak olmak için kabul ettiğimiz esaslar şunlardır<br />

: 1 - Her tabirin evvelâ türkçesini aramak, bu türkçe,<br />

varsa ve canlıysa, aynen kabul etmek. 2 - Beynelmilel<br />

mahiyette olan tabirleri aynen kabul etmek . 3- Bir feylezofun<br />

sistemine göre orjinal bir fikri ifade eden tabirleri<br />

keza aynen kabul etmek. 4- İstılahların kabulünde birleşilmeyince<br />

her kes tercih ettiği tabiri imzası altında yazaaktır.<br />

Bu esaslar sayesinde faaliyetimiz iierileyecektir .<br />

Şimdiye kadar yaptığımız tecrübe bize türkçenin felsefe<br />

düşüncelerini açık ve kat'i bir surette ifade edebilecek,<br />

zengin bir lisan olduğu kanaatini vermiştir. İstilâh kamuslarını<br />

vücude getirecek olan heyetler kendi kabul ettikleri<br />

karşılıkları yazmakla beraber şimdiye kadar neşredilmiş<br />

diğer karşılıkları da işaret ve zaptederlerse tarihî hizmetleri<br />

daha mükemmel olur. Müşterek bir ilim dili ilmin içtimaî<br />

hayatı için bir şarttır. Dilde iştirak içinde söylediğini yazmakta<br />

lâzımdır .<br />

Metafizik<br />

Bu bahse nasıl girdiğimizi eyice hatırlamayorum. Arkadaşım<br />

Almanyada felsefe yapmış olan bir gençti. Bir çokları<br />

gibi o da Kant'çıdır. Her zamanki gibi güç suallerinden<br />

birini daha havale etti:<br />

— Nazarî ve amelî akılları, emperatifleri, Fenomen ve<br />

Numen'ile Kant... acaba neyin, nasıl bir zaruretin ifadesidir<br />

Ben içtimaî bir dava ortıya atmak arzusiyle değil de<br />

misafirimi memunun etmek için biperva şu izahatı verdim:<br />

— Kant'ta Ansikiopedistler ve Rousseau, yahut mistikler<br />

gibi bir devrin adamıdır. Bence felsefeler bir nevi içtimaî<br />

haletlerdir. Bunlar şeniyet manzarasını seyretmek için batın<br />

kâşanesinden açılmış pencerelerdir. Bu şeniyet o kadar


— 304 —<br />

girift, o kadar karışıktır ki türlü cephelerinden türlü man*<br />

zaralariyle görmek kabildir. Herkes aynı şeniyeti aynı tarzda<br />

görmeğe sevkedilmiş değildir. Aynı vaka, aynı amel hakkında<br />

aynı nazara malik miyiz. O hâlde rüyetlermizide enfûsî<br />

kalan bir mahiyet vardır. Kâinatı seciyemizin gözlüğüyle<br />

seyrediyoruz. Seciyemiz bizim rüyetimizi tadil ediyor. Kant'm<br />

hayatı tetkik edilsin. Bu hayatın ne kadar inzibat aştkı bir<br />

hayat olduğu görülecektir. Böyle yoğurulan bir seciyenin<br />

mukadderatı, şeniyeti hep intizam, amiriyet, cebir manzaralariyle<br />

idrâk etmek olacaktır. Hatta onun içindir ki Kant,<br />

zaruret unsuruna irca edilmiş bir J-J- Rousseau'dan başka<br />

bir şey değildir. Halbuki Rousseau, bakınız bu adam ne<br />

zaruretçi, ne akliyeci, ne hissiyeci, ne benci, ne de elcidir.<br />

Niçin Çünkü Rousseu'da şahsiyet millî değil, beşerîdir.<br />

Rousseau ne Alman, ne İngiliz, hatta ne İsviçreli, ne Fransızdır,<br />

sadece insandı. Vatanı yoktu. Çünkü vatan yerine<br />

küreiarzı iskân etmişti. <strong>Felsefe</strong>sinde keşfettiğini zannettiği<br />

tabiî adam, kendi halis Enesinden başka bir şey değildi.<br />

Kant kendi zaruret mezhebinde gerçi ince bir mütefekkirdir.<br />

Fakat Rousseau, şeniyeti tam ve bütün kavramak iti—<br />

barile kaba sabada olsa daha genç bir kafadır.<br />

O hâlde metafizik şahsî, millî yahut daha geniş olarak<br />

beşerî mahiyette bir şey olacak...<br />

— Evet, metafizik tarihini nazarı itibara alırsak gerç*<br />

böyle... Fakat dayıma böyle olması neticesi çıkarılamaz.<br />

Metafiziğin bir şahsın, bir harsın, bir medeniyetin tabiatine<br />

takılıp kalması bu tefekkürün tarihi bir kaderdir. Metafizik<br />

te ilim gibi afakî bir tefekkür mahiyeti alabilir. Şahıs<br />

veya mezhep işinden kurtulması mümkündür. Hatta keşiflerinin<br />

neticesini, kontrol için laboratuvara sokması bile<br />

mümkündür ...<br />

— O hâlde sizin anlayışınıza göre bir feylesof kimdir <br />

— Bu adam şüphesiz H. Bergson'dur. Fakat mutlaka<br />

" Evolution CrĞatrice „ yahut " Les Donnees immâdiates... „


feylesofu Bergson değil; metafiziğin mevzuunu ilmin mev-<br />

Zuundan, usulünü ilmin usulünden ayıran ve metafiziği de<br />

ilim gibi afakî bir tefekkür olarak anhyan Bergson... Bergson'un<br />

bütün arzusu metafizikin ilim gibi beynelmilel ve<br />

gayrı şahsî bir hâle gelmesidir.<br />

— O hâlde tarihî feylesofların rolü <br />

— Bunların rolü, tekâmül dediğimiz mevzuun cephelerini<br />

ayrı ayrı keşfetmeden ibaret kalmıştır. Onun için hepsi<br />

mezhepçidir. Bunlar tekâmülün anlayışına hizmet etmişler,<br />

fakat bütün tekâmülü birden kavrıyamamışlardır...<br />

— Bergson'un hizmeti, biraz daha vazıh olarak nedir<br />

— Şudur: İlimin mvvzuu maddedir, hendesedir. İster<br />

maddî, ister uzvî ve ruhî, isterse içtimaî hayata ayit olsun,<br />

şeniyeti madde gibi mütalâa etmek... Halbuki metafiziğin<br />

mevzuu tekâmül, sadece tekâmüldür. İster maddenin, ister<br />

uzviyet ve ruhiyetin isterse cemiyetin tekâmülü olsun, şeniyeti<br />

canlı olarak mütalâa etmek... İlmin usulü cebir ve hendese<br />

yani akıldır. Mevzuu ne olursa olsun ilim parçalar, mütecanis<br />

parçalara ayırır. Halbuki metafiziğin usulü hatstir.<br />

Mevzuu ne olursa olsun metafizik toplar, şeniyeti bütün ve<br />

seyyâl olarak mütalâa eder.<br />

— O hâlde metafizik sanat gibi bir şey oluyor <br />

— Evet sanat gibi bir şey, fakat sanat değil; çünkü<br />

sade hayal ve his sahesinde kalmıyor, tasavvur ve mefhum<br />

sahesine giriyor, gerçi ilim yolundan değil, sanat yolundan ...<br />

Bir çokları ilimden geçmiyen kafaların metafiziğe kadir<br />

olmiyacağını iddia ederler. Ben de sanat terbiyesi almıyan<br />

metafiziğçinin, mezhepçilikten kurtulamıyacağım söylerim...<br />

Hayasızlık<br />

Tophanenin üstünde Sormagir derler bir türk mahallesi<br />

vardır. Çocukluğum o civarda geçtiği için o civara.


- 306 -<br />

ayit hatıralarım çoktur. Bir gün Sormagir camimin önünden<br />

geçiyordum. Sokakta üç beş kişi toplanmış, karşıdaki mezarlığa<br />

bakıyorlardı. Bu mezarlık Çeşmi Hüseyin Efndi<br />

isminde evliya tanınmış bir zatindir. Çeşmi Hüseyin Efendi<br />

kerametinden çok bahsedilmiyen velilerdendi. Buna rağmen<br />

Sormagirliler onu severler, maneviyetma sığınırlardı. Mezarlığın<br />

içindeki kocamiş çınar son günlerde devrilmek tehlikesini<br />

göstermişti. Şimdi mahelleli kazanın önüne geçmek<br />

için çmarı kesmiyi düşünüyordu. Bunlardan biri Sormagir<br />

bekçisine dönerek dedi ki:<br />

— Nasıl Ahmet ağa, şu çınarı devirebilir misin <br />

Bu zatin nazarında çınar devirmek; kim bilir ne kadar<br />

adi bir işti!. Hiç unutmam, cahil bekçi bu teklifin kabalığına<br />

karşı - kendisine gayrı meşru, gayrı ahlâkî bir hizmet<br />

teklif edilen insanlar gibi - kizararak bozararak geriledi,<br />

sert ve haşin bir tarzda :<br />

— Efendi, ben o zatin çinarma dokunamam !.. dedi.<br />

Bu cevap bütün manasiyle yirmi beş sene evvelki Sormagirlilerin<br />

ölülere karşı hissiyatını bildiriyordu . Gerçi o<br />

tarihte bile mahalleli arasında ölüyü, kabrini tahkir edenler<br />

vardı. Fakat bunlar o kadar az, mahalle hayatındaki mevkileri<br />

o kadar hiçti ki... Halk bunların her birine " gâvur<br />

farmason „ gibi bir isim takarak " sen benden değilsin! „<br />

demek istiyordu ...<br />

Küçüklükte alınan bazı fikirler iman kuvvetini taşıyor.<br />

Uzun seneler bilmiyerek, anlamiyarak ölülere hürmet etmekte<br />

devam ettim . Hatta bu inanışımı çok kere izah edemiyorum<br />

. Lâkin " Halkın sesi, hakkın sesidir. „ Zaman bu<br />

hükmü tasdik ettiriyor. Halkın itikadında "akıldan hariç,,<br />

çok şey var; fakat " akla mugayir „ olanlar pek az !.. İster<br />

evliya , ister mabet hürmeti, isterse bir " antika merai<br />

„ şeklinde olsun, mazisini seven bir kavimle sevmiyen<br />

/bir değilmiş... <<br />

u yaz Surler haricinde gezmeğe gitmiştim.<br />

Maksadı»


— 307 —<br />

tarihî ve kutsî hatıralarla dolu olan bu yerleri, eski türbe'<br />

leri , eski lâhitleri bir kere daha görmekti... Merkez Efendi<br />

dergâhından Yenikapı Mevlevihanesine doğru İlyas Zadelere<br />

ayit tarihî bir kabristan var . En yeni taşının üzerinde<br />

1190 tarihi okunuyor. Burası en aşağı üç yüz senelik<br />

bir mezarlık. Zaman ile camisinden ayrılmış , her tarafından<br />

civarındaki evlerin, tarlalar istilâsına uğramış hazin bir<br />

bucaktır. İçerisindeki lâhitler hep kırılmış, kavukları bir<br />

tarafta, gövdeleri öbür tarafta !.. Ağaçlar, vahşî çitlenbikler,<br />

bilmem ki nasıl bir yaşamak hırsiyledir, bu üç yüz senenin<br />

eritemediği mermerleri parçalamış atmış ! Buraya artık<br />

bir kabristan diyemezsiniz ! Belki bir kabristan, fakat<br />

İlyas Zadelerin, hatta insan zadelerin bile değil, sadece hayvanların<br />

kabristanı! Artık buraya ne meşhur ne de meçhul<br />

insanlar gömülmüyor; sadece civardaki at leşleri dökülüyor!<br />

Zamanın telâkkileri, idare adamlarının seyyiatı lâhitlerdeki<br />

eski sanatin nizamım bozmuş, yerde yatan taş kavuklar üzerine<br />

at başı iskeletleri koymuş !..<br />

Belki bu türlüsü bir tanedir , diyordum. Fakat Aksaray'a<br />

geldiğim zaman Horhor'a doğru yine bir cami ve<br />

kabristan harabesine daha rasgeldim . Kız Taşından beri<br />

bütün evlerin münasibettar olduğu bir mecraya yol açmak<br />

için bu kabriatanı ortasından ikiyeye ayrılmışlar, bütün mezar<br />

taşları, kitabeler mdeniyet elinin açtığı bu nezafet çukuruna<br />

yuvarlanmış, kim bilir " neslicedit „ imarcilari<br />

atalarının itikadını pek cahilane bulduğu için olacak, bu<br />

itikadın zadesi olan kabristanları tahrip ediyor . Yazık k*<br />

bu hakaretin bediî şeklini bulamamışlar !.. Artık ne bu çukuru<br />

ne de bunu açan mühendisi benden sormayınız ...


Ahlak


- 311 -s<br />

Hayır ile şer<br />

Sivas azemetli, penbe dağlar memleketidir. Kayserimden<br />

gelen yolcular için bu azemetli, penbe dağları aşmak lâzımdır.<br />

Nihayet Kızıl ırmağa varırsınız. Oradan şehre, ufak<br />

gösterişsiz evler arasından girersiniz. Sivas her tarafında<br />

bir selçuk minaresi, yahut bir selçuk kapısı yükselen bu<br />

}ürk ve tarih şehri, bir millet hafızası gibi zengindir. Orada<br />

her şey ağır,^ her şey ciddidir. Bütün insanlar ağırbaşlılık<br />

için yaratılmış zannedilir .<br />

Sabahleyin, ilk defa şehre çıktığım zaman, bu intibaı<br />

almıştım. Üç günlük ziyaretlerim gene bu intibaı teyit<br />

etti. Maarif müdürü bize Darülmuallimni, Darülmuallimatı,<br />

erkek kız iptidailerini gezdirdi, ikametimin son günüydü,<br />

ziyaret edecek bir müessise kalmıştı. O da Mektebi Sanayi...<br />

Bu, İstanbul'da, Bursa'da, İzmir'de, Ankara'da emsalini gördüğüm<br />

bir mektepti. Acaba Sıvas'ınki nasıl, diyordum.<br />

Nihayet dar, dolaşık sokaklardan geçerek bir tepeye çıktık.<br />

Kollejin bulunduğu tepe gibi, şehre hâkim bir tepeye ...<br />

Uzaktan sanayi mektebinin büyük binaları görünüyordu.<br />

Yolda Sanayi Mektebim aynı zamanda idareye memur<br />

edilen Darülmuallimin müdürü malûmat veriyordu, bana<br />

mektebin mazideki bütün ikbal ve itbar devirlerini anlatıyordu.<br />

Yaklaştıkça sönmüş bir saltanatın enkazım göreceğiz<br />

gibi acı bir hisle müteessir oluyorduk...<br />

İşte asıl mektep, dediler ; ne güzel bina ... Alçak, oturaklı,<br />

kapıları, kemerleri renkli taşlarla süslenmiş, hiç şüphe<br />

yok, zevk sahibi bir mimarın daha evvel bir valinin eseri...<br />

Dershaneleri de öyle güzel, misafir kabulüne mahsus olan<br />

salon hep mektebin mamulâtiyle döşenmiş. İşte mektebin<br />

mamulâtından : On Beşinci Louis tarzında cevizden oymalı<br />

bîr masa; şurada gene mektebin elişlerinden gayet ince<br />

dokumah ziynet halıları, köşede duran ufak bir sigara<br />

20


iskemlesi, her tarafı selçuk tarzında çiçeklerle, yapraklarla<br />

işlenmiş, üzerinde bir tablo var ki tablodan ziyade bir resim<br />

levhasına benziyor. Sivas'ın en mutena bir eseri mimarisini<br />

gözle görülemiyecek derecede ince olan taksimat ve tersimatiyle<br />

bunun üzerine hakketmişler. Aynı salonun dışarısında<br />

gene bir kapının üzerinde vaktiyle resim hocalığı<br />

eden bir zatın yağlı boya levhası var ki klâsik italyan sanatkârlarının<br />

eserlerini hatırlatıyor. Şimdi tasavvur ediniz.<br />

O renkte, hakte, dokumada, "esimde bu kadar ileriye giden<br />

bir mektebin Sivas'ın iktisadiyatına hizmeti ne olmalıydı <br />

Pek büyük dğeil mi Her sene yetiştirdiği yüzlerce sanatkârlarla<br />

Sivas'ın taşlarını oymalı, yünlerini boyamalı, servetini<br />

arttırmalıydı, değil mi . Hayır, netice bunun tamamyle<br />

aksi olmuştur! Böyle olduğunu hem içeride, hem dışarıda<br />

öğrendim: Mektebin hâli hazırda mevcut olan marangozhanesine<br />

indiğimiz zaman gördüm kü: Orada talebe namına<br />

yalnız yedi yetim var! Önlerinde bir iki tahta parçası, bir<br />

kaç fotin, uğraşıyorlar. Bu işler yeni idarenin temin ettiği<br />

ilk vazife, ilk faaliyetti. Eğer Sanayi mektebi DarülmualHmme<br />

yerleştirilmese, Darülmuallimin idaresi sanayie vaziyet etmeseydi,<br />

bu çocuklar belki bu hayatı da buiamıyacaklardi.Talihsiz<br />

çocuklar! dedim ve bu sukutun sebebini düşünmiye başladım.<br />

Dışarıya çıktığımız zaman öğrendik ki vaktiyle Sivas'ın<br />

kayalarını, taşlarını o kadar güzel tıraş eden türk sanatkârlarının<br />

memlektinde bu gün taş oyan tek bir türk taşçı kalmamıştır<br />

! Kendi kendime soruyorum: O " mektep siz itilâ „ ne<br />

idi, bu " mektepli inhitat „ nedir diyordum . Bu sual<br />

ne kadar garip olursa olsun, gene hatırıma geliyor ...<br />

Filvaki, bu neticede tarihin hissesini, mesuliyetini hesaba<br />

katmamak nasıl mümkün olur !. " Tarih „ diyerk iktisadî,<br />

Imî, ne şekilde olursa olsun, beynelmilel hayatı, içtimaî<br />

tedahülleri kastediyorum. Tarihimiz ve topraklarınız haricinde<br />

aynı zamanda zaruret ve suhuletle teşekkül eden<br />

bir takım iktisat ve ilim merkezleridir ki bizde dahil oldu-


tımuz hâlde hariçte kalan bütün unsurları birer maddî<br />

.zerre mihanikiyetiyle kendisine doğru çekmiş, o kuvvettediğer<br />

her hangi bir merkezin teşekkülüne, her hangi uzviyetin<br />

taazisine engel olmuştur. Fakat haricî münasibetler<br />

sabit kalmakla beraber dahilde gene unsurdan unsura,<br />

hatta fertten ferde değişen refah ve muvaffakiyet şartları<br />

irefah ve muvaffakiyet noksanları da vardır. Sivas, binalarına<br />

taşçı, kerestelerine doğramacı, yapılarına kalfa bulannyorsa<br />

bundan mesul olması lâzımgelen kimlerdi <br />

Öyle tasavvur ediyorum ki Sivas Sanayi Mektebi tesis<br />

•edildiği gün bu mektebin hayatını idareye memur olan<br />

büyük küçük memurlar hayat tarafından iki yoldan birini<br />

intihap etmeğe davet edildiler: Biri, " gösteriş yolu „ idi.<br />

Otuz otuz beş sene kendisine taptıran bir Saray ve her<br />

yerde bunun yerine kayim olan saray zihniyetti valiler vardı.<br />

Bunların hoşuna gitmek için ancak süslü sigara iskemleleri*<br />

On Beşinei Louis tarzı masalar, ipek gibi ince halılar lâzımdı.<br />

İkinci yol u hakikat ve ihtiyaç yolu .,, idi. Sivas aptesthaneleri<br />

için taşçı, Sivas evleri için doğramacı, Sivas hayatı<br />

için adam lâzımdı. Sivas'ın selâmeti bu yolda idi.<br />

işte evliyayı umur Efendiler bu iki yoldan yazık ki<br />

birincisini intihap ettiler. Artık Sivas'a ve çocuklarına hizmet<br />

edecek yerde, valilere, makama hizmet ettiler! Sanatkâr<br />

yetiştirecek yerde, sadece eseri sanat yaptırdılar. İşte bütün<br />

bütün aklı, şuuru makamı vilâyetpenahiye donen, bütün<br />

•muvaffakiyeti, kıymeti, depdebe ve saltanatta ariyan Sivas<br />

Sanayi Mektebi kendi kendini kaybetti ve bu parlak baş*<br />

langıcın sonu böyle karanlık ve hüzünlü oldu!...<br />

Sivas sanayi mektebi sade bir misaldir. Şimdi her<br />

sanayi mektebinin idaresine, her maarif teşkilâtının başına<br />

ve her resikâra geçen müdürlerin, idare adamlarının<br />

gideceği yol, gene bu ikiden biridir. Ya gösterişi, harici,<br />

şahsı düşünerek ellerinin altındaki çocukları öldürecekler,<br />

yahut haricin fani, sathî olan zevklerine, kârlarına iltifat


— 314 —<br />

etmiyip vazifenin içine, hakikate girmek, mektebin haliyle<br />

hallenmek, memleketin ihtiyaciyle ünsiyet etmek,. müessiselerini,<br />

memleketlerini baka sırrına mazhar etmek istiyeceklerdir...<br />

Bu zatlere sorarım: Kendiniz için mi çalışıyorsunuz,<br />

gayrı için mi !. O vakit bu iki yoldan birini intihapta<br />

mustar kalacaksınız. Neticede şu ikiden biridir: Bir hayır<br />

yahut bir şer !<br />

Temizlik ve Medeniyet<br />

Yarış, güreş kahramanları olduğu gibi, temizlik kahramanlarıda<br />

vardır . Bunlar da halk arasında meşhurdurlar..<br />

Bu gün bu kahramanlardan birini ziyarete gittik. Eliyle<br />

matruş başını kaşıdıktan sonra aynı elini etrafındaki bütün<br />

eşyaya sürdüğünü gördük L Ankara'da temizîiğiyle meşhur<br />

bir lokanta var dediler; oradaki ilk müşahedem de garsonun<br />

baş parmağını çorba tabağına sokması oldu !.. Yine bir gün<br />

istanbul'un en meşhur muhallebicilerinden birine gittik,<br />

tezgâhtarı büyük tavuk göksü tabağını kaşıkla ufak tabaklara<br />

istif ederken eliyle tatlıyı tutmak için baş parmağım da kullanıyordu<br />

!.. Yine bundan on sene evvel o kadar meşhur olmıyan<br />

diğer bir muhallebicinin de muhallebileri avucu içine alarak<br />

ufak tabaklara geçirdiğini görünce tahammül edemiyerek<br />

itiraz etmiştim . Abani sarıklı zat bana " Efendi, sen afedersin,<br />

bu el beş vakitte yıkanıyor!-. „ demişti... Evet halkın<br />

kanaatince sağ el her yere sürülebilir . Ona tarak,<br />

kaşık, kepçe, kürek... vazifesi gördürülebilir, çünkü sağ<br />

el temizdir, hatta mübarektir!.. Hususiyle yikanıyor. Bu son<br />

vakayı kendisine hikâye ettiğim bir doktor bana şu cevabı<br />

vermişti: Ellerin, hatta sabunla yıkanarak tamamiyle temizlendiğini<br />

farzetmek bile biraz tehlikelidir. Derilerimiz<br />

dayimî surette yağ ifraz etmektedir!.. Onun için yıkandıktan


— 315 —<br />

dakika sonra bile kirlenenirler . Bunun tecrübesi gayet<br />

kolaydır : Her hangi tahareti müteakip vücudunuzun muayyen<br />

kısmraı sigara kâğıdiyle uvahymiz, göreceksiniz ki<br />

kâğıt lekeleniyor! Kaldı ki günde bir kaç kere yıkanan eli<br />

temizdir dîye on altı saat zarfında rasgele, her yere<br />

sürtmek! Tarihî itiyatlarımız ve doktorun izahatı herkesi düşündürebilir<br />

mahiyettedir. Bir çok harekektlerimiz var ki onları<br />

sırf şuursuzlukla muhafaza ediyoruz. Gerçi her biri bir fikir<br />

•ve zan ihtiva ediyor: Yıkanan ellerin kir tutmıyacağı gibi!..<br />

Her yenilik gibi temizlik te ustadan öğrenilir. Binaenaleyh<br />

memlekete lüzumu kadar fennî temizliğe muktedir<br />

.ayileler hazırlamak temizlik medeniyetinin memlekette yerleşmesi<br />

için kâfidir. Buna ancak şu yoldan gidebiliriz: Bu<br />

tarz temizliği yaşiyarak ve yaşamakta olan temiz manasiyle<br />

medenî insanları bu terbiye muhitlerinin başına getirerek<br />

.. Saniyen mekteplerin, bilhassa leylî mekteplerin hayatını<br />

bilfiil değiştirerek. Türkiye garp medeniyetini temsil etmek<br />

istiyorsa mekteplerinin programlan kadar mekteplerinin<br />

aptesthaneleriyle, hamamiyle, yemekhane veyatakhanesiyle<br />

de meşgul olmalıdır.<br />

Ben on altı, on sekiz leylî talebesine kapaksisz dolap<br />

-veren ve verdiği dolapları da ayaksız bırakan, yahut ayak<br />

yerine gaz sandıklarının parçalarını çivileten bir mektebe<br />

mektep demem L Bu mana ve bu itibar iledir ki hükümetin<br />

.elinde bulunan leylî iptidaîler, darüleytamlar, liseler, ali<br />

mektepler medeniyet âleminde terakkimizin olmasa bile<br />

tedennimizin, hiç olmazsa tevekkufumuzun amilleri olacaklardır<br />

!. Bir maarif adamına " zalim, müstebit, veya ihtilâlci,<br />

anarşist „ diye hücum edilir ama, ona mektebin yataklarını<br />

niçin bu kadar temiz tuttun „ diye itiraz edilemez!.<br />

Halbuki itirazların bu nevini de idrak etmişizdir !. "Taasup w<br />

.sıkılgan bir kelimedir, yalnız dinin mürtecilerine takılmıştır<br />

!.. Halbuki temizliğin de mürtecileri vardır !.." Değilmi ki<br />

yine kirlenecek o hâlde temizlenmiye ne lüzum var !. „ di-


yenler çok olduğu gibi, fenne itibar etmeksizin temizlik:<br />

iddia edenler de vardır, Onlara inanmıyahm ve çocuklarımızı<br />

inandırtnıyalım .. Bir insanın asri seviyesini en iyi ölçen<br />

mikyaslardan biri de meselâ o adamın hürriyetperverliği,<br />

diğeri muktesitliği ise, üçüncüsü mutlaka temizliği, yani cismanî<br />

ahlâğı değil midir Fennî, temizlik fikrini sonuna<br />

kadar tafsil edebilirsiniz ve ondan bütün bir kayideler ve<br />

edepler mecmr.ası yapabilirsiniz. Fakat bütün mesele bizzat<br />

yeni nesilleri yetiştirecek olanları fennî temizlik mefhumuna<br />

göre, temiz bir muhitte ve temizlik kayidelerine tevfikan<br />

temiz olarak yetiştirebilmektedir. Bence medenî İslahatımızın<br />

büyük bir safhası budur .<br />

Cezası olmıyan cürümler!<br />

Geçende bir mektep müdürümüz bana bir mektup<br />

yazıyor. Bu mektubunda Akşam'da intişar eden " dayak „.<br />

serlevhah makalemden bahsediyor. Bu mektep müdürü:<br />

u<br />

her gün müteaddit mektuplar ve Akşam gazetesi parçalarım<br />

alıyorum, bu mektuplarda sizin makalede mevzuubahsolan<br />

hademesini doğen müdür ben olduğum iddia ediliyor,,<br />

ve kesik gazetelerle de aynı şey hatırlatmak isteniliyor „<br />

diyor ve makalede mevzuubahs olan mektebin kendi mektebi<br />

olmadığı hakkında benim tarafımdan izahat verilmesini<br />

de rica ediyor. Filhakika hademesini döğen mektep ile<br />

bu mektep arasında sadece bir semt münasibeti vardı-<br />

Kendisine mektup ve gazete parçaları gönderilen bu zat<br />

ne hademesini dövmüştü, ne de mektepte buna benzer bir<br />

vaka zuhur etmişti. Fazla olarak bu mektep İstanbul mekteplerinin<br />

en iyilerinden biridir. Bütün bunlara rağmen,<br />

mektebin etrafında derhal dedi kodu oluyor ve dedi kodunun<br />

olması için semt münasibeti kâfi geliyor. Bu mektup-


- 317 —<br />

lan yazanlar ve o makale parçalarını gönderenler acaba<br />

samimî ve hasbî kimseler midir .. Bunu zannetmiyorum.<br />

Çünkü çalışanlara karşı beslenilen muhabbet ve hürmet<br />

imzasız mektupla tahrikat yapmıya manidir. Bunlar şüphesiz<br />

husumetkâr ve insafsız kimselerdir, şu veya bu ferdî<br />

sebeple, ve her hangi menfaat endişesiyle evvelâ muğber<br />

olmuşlar, sonra cürüm atfederken imzalarını gizlemek zilletini<br />

irtikâp edebilmişlerdir...Samimiyet bu fiilin neresindedir!.<br />

Gerçi böyle adamlar her yerde, her memlekette ve<br />

her zümrede bulunabilir. Binaenaleyh bunların tahrikatından<br />

derhal müteessir olmanın manası nedir, diyebilirsiniz ...<br />

Fakat maatteessüf dedi kodu dediğimiz ve binnazariye kendisine<br />

hakikat ve kıymet atfetmedtiğimiz telkinatm ve neşriyatın<br />

içtimaî hayatımıza merhametsizce tesirleri oluyor. Memleketimizde<br />

her hangi neşriyatın ve her hangi propagandanın<br />

bir millet adamının, bir memurun, her hangi mektep<br />

müdür veya mualliminin mevkiini, şöhretini sarsacak, yıkacak<br />

derecede şiddetli bir tesir hasıl ettiği görülüyor. Dedi<br />

koduların, cinayetler, intiharlar gibi içtimaî hayatın elîm<br />

zaruretlerinden biri olduğuna gerçi kaniyim; fakat bunlar<br />

insanları hukukundan mahrum edecek, ferdin hürriyet ve<br />

saadetine engel olacak bir mahiyet aldığı zaman o<br />

cemiyetin hayatında bazı gayrı tabiîlikler mevcut olduğunu<br />

kabul etmelidir. Çünkü intihar ve cinayet gibi hâdiselerin<br />

cemiyet hayatında tabiî olan birer derecesi vardır. Bu dereceyi<br />

bir kere aştıktan sonra dedi kodu da marazî bir şekil<br />

almış demektir. Dedi kodu şahsî kıymetleri alçaltmak için<br />

yapılan bir teşebbüsdür. Ve bu teşebbüs müspet bir surette<br />

meşru usullerle değil, tekrar ve telkinle, hissiyata müracaat<br />

edilerek yapılır. Halbuki bir memlekette şahsî kıymetleri,<br />

insanlık şerefini ve haysiyetini müdafaa eden başlıca müeyyideler<br />

kanunlardır. Kanunlar ise esasen ahlâkın ifade ve<br />

istitalesi demek olduğundan bu şeref ve haysiyetin muhafız<br />

ve mürakibide efkârı umumiyedir. Şu takdirce her hangi


— 318 —<br />

sebeple bu iki müeyyide zayıflar veya lüzumu kadar kuvvet<br />

ve selâbet kazanamazsa ferdin kıymeti ve şeref ve haysiyeti<br />

de yalnız başına terkedilmiş olacağından her taraftan<br />

şeytanî ve gayrı ahlâkî kuvvetlerin hücumuma, taarruzuna<br />

oğrayabilir. Halbuki bu nevi gayrı ahlâkî faaliyetlere mani<br />

olacak yegâne kuvvet, efkârı umumiyedir. Çünkü kanunlar<br />

tuvalete, zevke müdahale edemediği gibi, ahlâksızlığın bu<br />

nevine de müdahale edemez, ve çünkü dedi kodu dediğimiz<br />

şey ele, avuca sığar veya tartılır cürümlerden değilir !.. O<br />

hâlde bu gibi cürümlerin yegâne müeyyideleri efkârı umumiye,<br />

ammenin, cumhurun vicdani olabilir. Bu vicdanın<br />

nur lan ması, bu vicdanın kuvvetlenmesi kanunun, cezanın<br />

yapacağı şeyi yapabilir. Bunun için ahlâkımız mahalle ahlâkından<br />

çıkıp millet ahlâkı şekline girmeli, içtimaî hayatımız<br />

gene mahalle hayatının icap ettirdiği infiratçılıktan kurtulup<br />

millet hayatının muhtaç olduğu tesanütçülüğe vasıl olmalıdır.<br />

Şimdiye kadar bir takım alimlerimiz sırf madde felsefesi<br />

yapmasalardı, bir takım feylesoflarınız da sevkitabiî ve menfaat<br />

felsefelerini mezhep edinmeselerdi, muhakkak ahlâkî<br />

felsefemiz gibi ahlâkî terbiyemiz de daha başka türlü olurdu ...<br />

Bilenle bilmiyen müsavi midir !. Elbette değildir. Akıl dayima<br />

bir dümendir, onun işi şüphesiz ahlâkî kıymetleri icat etmek<br />

değildir, fakat bir çok sevkitabiîlermizi, nefsanî temayüllerinizi<br />

ilmî, bediî ve iktisadî şekilde islâh etmek yani içtimaîleştirmek<br />

onun vazifesidir. Binaenaleyh meselâ lise tahsili<br />

görenle görmiyen ahlâkî telâkki itibariyle bir olamaz.<br />

Her vasıta ile eski mahalle ahlâkını, ve kast zihniyetini<br />

yıkalım, yerine millî va insanî bir ahlâk telâkkisi koyalım.<br />

Ben hayatımda bir vakaanın şahidi oldum ki bütün insanlar<br />

için şayanı ibrettir: Meşrutiyetin ilk seneleri idi; Darülmualliminde<br />

bulunuyoruz. O zaman mektebin heyeti idaresinden<br />

olan bir zât tabiiyat muallimlerinden birine hademesiyle<br />

bir pusula gönderiyor ve bu pusulada belki lüzumundan fazla<br />

amirane bir lisan kullanıyor, fazla olarak pusula adres-


— 319 -<br />

siz bırakılmıştır . Muallim de müracaatin bu şeklini haysiyetşiken<br />

bularak ağır bir mukabelede bulunuyor ve arada<br />

gayrıkabiliizale bir suyitefehhüm hasıl oluyor. Zannedilirdi<br />

ki bu iki zat artık biribirinin hasmıcam olmuştur . Fakat<br />

bir gün mevzuubahs idare adamiyie bir yerde bulunuyorduk,<br />

muallimin bahsi geçti. Kendisinden bu zatin ehliyeti<br />

ve iktidarı hakkında fikir soruldu. Bilâterddüt cevap verdi,<br />

dersinde çok muvaffak olduğunu, en vazifeşinas bir darülmualümin<br />

hocası olduğunu ve müessesenin kendisiyle iftihar<br />

edebileceğini söyledi... Bu samimî itiraf ve bu millî<br />

hassasiyet karşısında hürmet duymamak kabil değildi. Bir<br />

aralık kendisine şu suali sormaktan kendimi alamadım: "Hâlbuki<br />

o sizi bir muhavere meslesinden dolayı rencide etmişti*<br />

Şahsına karşı bir iğbirar duymuyor musunuz !. „ Şu cevabı<br />

vermişti: " Filhakika o vakaadan dolayı son derece<br />

muğberim, kendisi o işte haksızdı. Fakat bu iğbirar tamamiyle<br />

ferdî bir mahiyettedir. Aynı sebeple kendisinin hizmetine<br />

ve iktidarına da muğber olmak için ne sebep var !<br />

Tekrar ediyorum ki kendisi Darülmualliminin en iktidarh<br />

ve en vazifeşinas bir hocası idi „ . Bu vaka ferdî iğbirarla<br />

içtimaî kıymetlerin karşılaşmasına ve içtimaî mefkurenin hakimiyetine<br />

bir misaldir. Bütün millet işlerinde aynı zihniyetle<br />

hareket etmek ve aynı kafa ile hareket etmiye alıştırmak<br />

nefsimize ve nesillere karşı bir terbiye borcudur.<br />

Biz bu tesanütçulük mefkuresini şuurlu bir hâle getirirsek<br />

dedi koduya karşı en müthiş silâhı elde etmiş oluruz, çünkü<br />

dedi koduyu teşvik eden şey, dinliyen kulakların çokluğudur<br />

!.. Halbuki millet ahlâkını kazanmış olan seciyeli bir<br />

insanın kulağı bu gibi ihtirasların sesini katiyen işitemez.<br />

Efkârı umumiyenin bu sahedeki tecellisi dedi koduculari<br />

bellemek ve mütemadiyen hariminden kovarak onları içtimaî<br />

hayatın seyr ve tekâmülü üzerinde gayrı müessir bir hâle<br />

getirmektir . Cahil adam, kirli adam, tuvaletsiz adam her<br />

salona girmediği gibi, dedi koducu adam, gayrın kiymtele-


mı her vesiyle ile münaksaya koyan muhtekir dahi her salona<br />

giremez. Filânın hayatı, filânın şahsî ahlâkî hakkında<br />

söz söylemiye başhyan adamın medenî bir muhitte göreceği<br />

mukabele pek aşikârdır: " Bu bizi alâkadar etmez i „<br />

derler ve sustururlar. Şu hâlde dedi kodunun mahiyeti<br />

ve dedi koducularon ahlâkî seviyesi hakkında gayet<br />

vazıh bir fikir sahibi olmak onların faaliyetini ve cesaretini<br />

sıfıra yaklaştırmak için en kat'i çaredir. Kanunlarımızı millet<br />

kanunları hâline getirmekle beraber ahlâkî terbiyemizde<br />

ahlâkî tetrisatımızda muhabbet ve tesanüt umdelerine<br />

lüzumu kadar mevki verelim. Unutmuyalım ki muhabbet içtimaî<br />

hayatın kanunnudur . Tesanüt ise onun uzvî bir mukabilidir.<br />

Ne muhabbet ve ne de tesanüt olmıyan yerde hürriyet<br />

yoktur. Hürriyetsiz bir cemiyet bir kabiyle ve aşirettir,<br />

fakat bir millet değildir..<br />

Adabı maşeret<br />

Hangi hareketlermiz muaşerete muvafıktır ! O hareketler<br />

ki hayvanın diğer hayvanlarla münasibetinde ki hareketerden<br />

uzaktır!.. Çünkü adabı muaşeretin esası, insanlarlaolan<br />

münasibetlermizdeki temizlik, güzellik ve hakşinaslıktır.<br />

Hangi fiil ki insanlarla münasibetimize ayit olmakla beraber<br />

kirlidir, çirkindir ve hakksızday adabı muaşerete muvafık<br />

olamaz ... İşte ben bir lise talebesinin adabı muaşeret hakkındaki<br />

sualine böyle cevap vermiştim. Bu cevap belki<br />

tamamiyle doğru değildir; fakat adabı muaşereti en iyi temyiz<br />

eden bir mahiyeti haizdir. O da bu adabın hayvanî, uzvî<br />

menşeli olmadığı, tabiî temayüllerin, sevkitabiîlerin basit bir<br />

faaliyetinden husule gelmediğidir. Filhakika adabı muaşeret<br />

namına yapdiğımiz bütün hareketlerde ve gene o nama<br />

kaçındığımız bütün fiillerde sıhhî, ahlâkî, ve bediî bir endişe


— 321 —<br />

hâkimdir. Bir milletin kendi ahlâkî, bediî ve ilmî telâkkisine<br />

göre bir insanla diğer insanlarının münasibetini tanzim<br />

etmesi... Bence adabı muaşeret budur. Binaenaleyh adab^<br />

muaşeret insanla insan arasında mümkün ve muhtemel olan<br />

bin türlü çirkin, gayrı sıhhî, ve haksız temaslar ve münasibetler<br />

yerine bilâkis güzel, temiz ve dürüst münasibetler<br />

ikamesi demektir. Bu suretle adabı muaşeret insanla insanın<br />

münasibetinde ahlâkın, sanatin, ilmin ve fennin müdahalesi<br />

demek olur. Muaşeret adabının bu içtimaî mahiyeti bir kere<br />

iddia edildikten sonra bu adabın içtimaî vakıalara ayit bazı:<br />

hususiyetlerini işaret etmek icap eder: İçtimaî hâdiseleri<br />

diğer nevi tabiî hâdiselerden fark ve temyiz eden belli<br />

başlı vasıf, afakî bir mahiyeti hayız olmalarıdır. Yani din,,<br />

ahlâk ve sanat gibi adabı muaşeret kayidelerinin de haricî<br />

mevcudiyeti vardır. Onları tesis eden biz ve bizim ferdî<br />

idaremiz değildir; bunlar zamanla muayyen mekânlarda,<br />

tarihî zaruretlerle teessüs etmiş ve tekerrür edegeimiş olan<br />

içtimaî kiymetlerdir. Milletin lisanını, dinini değiştirmek<br />

insanın elinde olmadığı gibi, içtimaî muhitin muaşeret kayidelerini<br />

inkâr etmek te kimsenin elinde değildir. Bu kayidelerde<br />

yalnız afakîlik vasfı değil, umumîlik hâli dahi vardır.<br />

Muaşeret kayideleri aynı muhit ve bünyede olan bütün •<br />

insanlar için bilaistisna cari ve hâkimdir. Bu afakîlik<br />

ve bu umumîlik neticesi gayrikabilicerh ve mukavemetsuz<br />

olmalarıdır. Tabiî kuvvetleri temyiz eden sıfat haricî taarruzlar<br />

karşısındaki mukavemetleridir. Taşı, denizi zorlamak<br />

tecrübesi dayima bizim zararımızla, aksülamele duçar<br />

olmamızla neticelenir. Bunun gibi, muaşeret kayidelerinin<br />

ihlâli de muhitimiz tarafından şiddetli bir aksülâmelle neticelenecektir<br />

. Bu ihlâle cüret eden adam gerçi dinsiz, ahlâksız<br />

ve cahil sıfatlariyle tezyif edilmezse de her hâlde<br />

" kaba „ sıfatiyle tavsif edilir . Binaenaleyh ferd içtimaî<br />

muhitine intibak etmek zaruretiyle bu kaba sıfatından kaçınmak<br />

ve " nazik, terbiyeli „ sıfatlarını kazanmak mecbu-


•- 322 -<br />

•riyetindedir. Her cemiyetin adabı muaşereti kendine göre<br />

•olmak lâzımgelir. Çünkü adabı muaşeretin menşei her<br />

cemiyetin " kaba adam „ ve " nazik adam „ fikirlerine verdiği<br />

manaya göre değişir . Bu itibar ile kabiyle muaşereti,<br />

aşiret muaşereti, millet muaşereti .. diyebiliriz. Adabı muaşeret<br />

yalnız cemiyetten cemiyete değil, aynı cemiyetin<br />

muhtelif tekâmül devirlerine görede degişecektir.Meselâ cemiyette<br />

müspet ilimlerin, iktisadî müessisenin, lâik fikirlerin<br />

hâkim oluşuna göre, muaşeret tarzlarının da bir türlü<br />

olması iktiza eder . Bunun en açık misali bizim memleketimizdir<br />

. Memleketimiz müspet ilimler, büyük iktisat ve<br />

:lâiyık devlet medeniyeti olan avrupa medeniyetine giriyor.<br />

Adabı muaşeret telâkkilerimizinde değişmesi zarurîdir.<br />

Bu esnada mahalle hayatında olduğu gibi vüstayî ve<br />

zühtî bir takım kayideler yerine asrî ve dünyevî kayidelerin<br />

kabulündeki zarureti takdir etmeliyiz. Bu büyük iktisat devrinde<br />

vaktin nakit, temizliğin ancak fen, itikatların ise mutlaka<br />

serbes olduğunu bilmeliyiz. Artık gelişi güzel her<br />

kese misafir gitmek ve gittiği yerde saatlerce kalmak, istiskal<br />

edilince de darılmak ve istediğimiz gibi yemek yimek,<br />

ve rastgele her keşi din namına aforoz etmek elimizde değildir...<br />

Mevzuubahs olan ihtiyaç, Fransız ve İngiliz terbiyesini<br />

kabul veya retetmek değil; zarurî ve küllî bir medeniyetin<br />

zarurî ve küllî kayidelerini kabul etmek veya bu medeniyete<br />

girmekten vazgeçmektir. Yeni Türkiye garbin iktisadî<br />

ve ilmî aynı zamanda lâik ve müsavatçı medeniyetine<br />

girmek istedikçe muaşeretinde de şu medeniyetin adabım<br />

olduğu gibi kabul etmemek mecburiyetindedir:<br />

1 - Hiç kimseyi tasdi etmemek ve kimseye kendi vaktini<br />

israf ettirmemek. 2 - Bütün hayat ve muamelâtta ilmin<br />

tatbikatını bilâkaydüşart kabul etmek. 3 - Gayrın itikatlarına<br />

hürmet, ve kendi itikatları namına kimseyi taciz etmemek.<br />

4 - Heryerde kadın erkek, zengin fakir, bütün insnalari<br />

müsavi muameleye tabi tutmak. Maaşeretin bu esaslar 1


— 323 —<br />

beynelmileldir, insanidir. Bunlar üzerinde pazarhketmek yalnız<br />

Türklerin değil, asrî olan hiç bir milletin eline değildir!..<br />

Kast zihniyeti<br />

"Kast,, Hindistan'da mevcut bir nevi cemiyettir. Kastat<br />

mensup olan bir adam diğer kasttan kız alamaz. Hatta<br />

diğer kastın yemeğini yiyemez, ecnebilerle temas edemez.<br />

Her kast diğer kastlara karşı muhasim bir vaziyettedir.<br />

Hülâsa kast kapalı bir cemiyettir. Kastın benzemediği cemiyetler<br />

bugünkü Avrupanın açık ve mütesanit cemiyetleridir.<br />

Bu avrupa cemiyetlerinde gördüğümüz şeyler kastlarda<br />

gördüğümüz şeylerin temamiyle aksidir. Onun için bir avrupalı<br />

zihniyeti gibi bir de kast zihniyeti vardır. Nsfeıl ki<br />

bir aşiret ve millet zihniyeti de vardir. Kast zihniyetinin<br />

ifade ettiği şey, millî vahdete, millî tesanüde, içtimaî mefkûreciliğe<br />

ayit bir dar kafalılıktır. Bu dar kafalılığı, ve kast<br />

zihniyetini yalnız Hindistan'daki cemiyetlerin haleti ruhiyesini<br />

ifade etmek için değil, asrî cemiyetler içinde bile bazı<br />

insanların zihniyetini bildirmek için kullanıyoruz. Kasttan<br />

bahsederken Kast zihniyeti dediğimiz gibi, bu insanlardan<br />

bahsederken de " bu adamda kast zihniyeti var! „ diyoruz.<br />

Hulâsa "kast zihniyeti„ içtimaî hayatımızda bir nevi<br />

dar hassasiyetin ve bir nevi dar zekânın alemi olmuştur.<br />

Acaba bu zihniyetin amili nedir Ruhiyat ilmini içtimaiyat<br />

ilmine istinat ettiren alimlere göre her hangi şekilde olursa<br />

olsun zihniyet, bir haleti uzviyeden evel bir haleti çtimaiyenin<br />

ifadesidir. Dindarlığı, taassubu, milliyet ve insaniyet<br />

mefkuresini ve bunlara göre muayyen zihniyetleri vücude<br />

getiren, insanların yaradıhşmdaki hususiyetler değil, bw<br />

insanların muhtelif hilkat ve istidatta olmalarına rağmen<br />

muhitlerinin yani ayile, meslek ve cemiyetlerinin bir ve-


— 324 —<br />

tnütebeller olan hayatı, bu hayatın fertler üzerinde yaptığı<br />

muayyen tazyiklerdir. Nitekim kastların dar zihniyetinden<br />

mes'ul olan bu cemiyetlere mensup insanların kafa tasları<br />

değil, belki içtimaî hayatlarının tarzı, içtimaî teşrihleridir.<br />

İşte zekâ, namus, vicdan, irade gibi ali melekelerin zuhur<br />

ve teşekkülü ancak muhitle, muhitin içtimaî bünyesiyle kabiliizahtır.<br />

Tavus kuşunun ayakları kadar kastın da taassubu<br />

tabiidir! Fakat bu cemiyetlerin bünyesi bir kere değişmiye<br />

başlayınca kast zihniyetide tabiatiyle yumuşar,içtimaî<br />

manasiyle dar kafalık azalır.Asrî cemiyetler bu itibarla kastlara<br />

en zıt olan cemiyetlerdir. Çünkü bunlarda müsavatçılık<br />

hâkimdir, insanla insan arasında fark gözetmemek, bütün<br />

insanları aynı hakla mücehhez bilmek asrî cemiyetlerin<br />

şanıdır. Halbuki bu cemiyetlerde bile kibarla avam, şehirli ile<br />

köylü, memurla amele, elişçisi ile fikir işçisi, siyah ile beyaz<br />

farkı yaşamaktadır. Gerçi bunlar hukuata değil, fakat<br />

itiyatlarda yaşıyor. Bunun sebebi eski cemiyet kast zihniyetine<br />

mütehammil olmıyacak derece inhilâl etmekle beraber<br />

bu zihniyeti barındıracak bazı hususî muhitlerin henüz tamamiyle<br />

mahvoimamasıdır. Servet gibi, umumî ve millî<br />

bir tahilin noksanı gibi bazı sebeplerle kast hâli, vlev artık<br />

bir surette, yine yaşamaktadır ... Bu zihniyetle yapılacak<br />

mücadelenin mebdei bizzat cemiyeti harekete getirmektir*<br />

Elimizde iki mühim vasıta vardır: Biri ordu, diğeri mekteptir.<br />

Ordu ile mektep millî kaynaşmanın birinci vasıtasıdır.<br />

Fakat terbiyeci için her iki mefhumu bütün genişliğiyle<br />

ve içtimaî hayatın zevklerine, heyecanlarına ayit olan<br />

bütün müsaadeleriyle düşünmek icap ediyor.<br />

Türkiye'ye refah ve saadet verecek mekteplerden ne kast"<br />

tedildiğini henüz anlayamadım!.. Mektepten mektebe fark<br />

vardır! Evet mektep, fakat on yedinci asırda mektep ile<br />

yirminci asırda mektep bir şey midir! Daha ileriye gidebiliriz:<br />

Yirminci asırda her mektep mektep iştiyakımızı,<br />

mektep mefkuremizi ifade edebilir mi ! Bakınız ben alel-


îtlâk tt<br />

Türkiye yeni mekteplere muhtaçtır „ demiyorum;<br />

u<br />

Türkiye içtimaî hayat icabına göre tesis edilmiş Cumhuriyet<br />

mekteplerine ve bu mektepler içerisinde bir teşebbüs<br />

ahlâkına yani iş hayatına muhtaçtır.. „ diyorum. Bu muammanın<br />

halli için evvelâ bir mimar cumhuriyet mefkuresine<br />

bunu kazandıracak içtimaî bir mektep plânını çizmelidir .„<br />

Gösteriş<br />

Belçika, pedagoji noktayı nazarından görülmeğe değer<br />

bir memlekettir. Mekteplerinde, teceddütlere dayıma tesadüf<br />

etmek mümkündür. 325'ten sonra Bruxelles'de idim. Şehrin<br />

usulü tedris itibariyle meşhur olan bîr iptidaisini ziyaret<br />

etmiştim. Bu mektebin muallimlerinden biri, elişlerini<br />

tedrisata tatbik etmek, dersleri Amerikalıların tabiri<br />

veçhile "işleyerek öğrenmek„ usulünü kullanıyordu bu muallim,<br />

her veçhle şayanı dikkat bir zatti. Söz arasında<br />

BruXelles'de bir sene evvel açılmış olan sergiye dayir bir<br />

vakayı hikâye etti; dedi ki: "Geçen sene maarif müfettişlerinden<br />

biri mektebimi ziyarete gelmişti; benim elişi<br />

tedrisatına merak ettiğimi öğrenmiş. Talebe tarafından<br />

hazırlanmış bazı numuneleri istedi. Ve sergiye konulmak<br />

üzere bazı numuneler daha hazırlatmamı tavsiye etti,,..<br />

Ben de çocukları çalıştırarak arzu ettiği şeyleri hazırladım.<br />

Müfettiş Efendi tekrar gelip numuneleri gördüğü zaman<br />

hoşnutsuzluğunu gizlemedi; "ben sizden daha güzel şeyler<br />

bekliyordum, bunları sergiye nasıl koyalım ! „ dedi ...<br />

Ben de : "efendim siz benden çocuk işi istemiştiniz ! Bu<br />

yaştaki çocuklar bunu ve bu adarım yapabiliyorlar»<br />

Filhakika bunlar sergi için ilmî veya pedagojik mevzular<br />

olabilir. Fakat arzu ettiğiniz reklamların yerini tutamazlar,<br />

dedim. Ve numuneleri vermedim. Muallimin bu<br />

samimiyeti şayanı dikkat idi. Bu vakayı dinlerken bizim


— 326 —<br />

eski tevzii mükâfatlarda ve yeni müsamerelerde çocuklara<br />

zorla ezberletilen nutukları ve tiyatro piyeslerini hatırlıyordum<br />

!.. Bunlar ne garip, ne cebrî teşebbüslerdir İ<br />

Pariste " Butes Chaumont „ civarında bir iptidaî<br />

mektebi vardı; " mektepte sanat „ isminde bediî terbiye<br />

komitesinin himayesi altında bulunuyordu. Mektebin dıvarlan,<br />

bilhassa yemekhanesi yağlı boya çiçek tezyinatiyle<br />

örtülmüştür. Burası bir mektep avlusundan ziyade şık ve<br />

kibar bir tiyatro dekoruna benziyordu. Aynı şehrin diğer<br />

bir mahallesinde ziyaret ettiğim diğer bir mektepte, bediî<br />

terbiye namına ne yapıldığını sorduğum zaman : "Efendi<br />

mektebin badanası için kâfi tahsisat alalım da tezyinatım<br />

sonra düşünürüz! „ demişti.<br />

Bunun gibi bizim hayatımızda nice misaller vardır.<br />

Hemen bir bina cesametinde kıristal lâvhalar üzerine yazılmış<br />

yaldızlı iri yazılar, aynalarla süslenmiş lustura dükkânları,<br />

toz ve pislik içinde olmasına rağmen bu kabil tezyinatı<br />

bir türlü ihmal edemiyen lokantalar, gazinolar... Bunlar<br />

hep aynı gösteriş ve yaldızcılık kafasiyle yapılan şeylerdir.<br />

Şu hâlde hayatta ihtiyaç için yapılan ile gösteriş için yapıla»<br />

vardır. Samimî gibi cali de var, çok kerre bu cali, samimînin<br />

ve hakikînin yerini çalıyor!. Bu sırıtkan eşya,<br />

nezaketinin değil, arsızlığın eseridir. Bu, süslenmek ve<br />

güzelleşmek ihtiyacından ziyade lâubalileşmek ve zevkçe<br />

çıldırmak hâdisesine bağlanabilir.<br />

Eşyamızda, ticaretimizde, senayiimizde gördüğümüz<br />

bu riyayı, bu tereddi ve ölüm hassasını bizzat sanatimizin<br />

tarihinde bulmak mümkündür: Fatihin camiinden gelen,<br />

ikinci Beyazit Camisinin o ebedî eserinden geçen nihayet<br />

Yeni Camide "mertebeyi kusva» sini bulan türk mimarlığı,<br />

Üçüncü Ahmet devrinde çıldırmıştı. Babı Hümayun önündeki<br />

çeşmeve daha o devrin diğer çeşmeleri, bu sarhoşluğu»<br />

abideleridir!. Türk bu kadar sefih ve bu kadar hayasız,<br />

bir mimariyi bütün tarihinde görmemiştir.


Ondan sonra gelen bütün mimarlar sanki şeytanî bir<br />

muhayyilenin kulu idiler!.. Kemerde, kubbede, sütunda,<br />

saçakta, çirkinliğin, soysusluğûn, tezyinatta anarşinin bütün<br />

tecrübelerini yaptılar. Onlar da bugün türk mimarisi namına<br />

Lehistan sanayi sergisinde sivri kemerli bir kapı<br />

üzerine bir çiçek sovanı oturtan Leh kalfaları gibi, türk<br />

zevkine yabancı idiler !.. Hülâsa hem tarihte tereddi etmiş<br />

devirler, hem de hâli hazırda tereddi eden zevkler vardır.<br />

Bu, yalnız zevk için değil, ahlâk, ilim, yaşayış için<br />

de böyledir. Olduğundan fazla dindar görünmek, fiiliyatiyle<br />

kabul etmediği ahlâk umdelerini fikriyatla müdafaa etmek,<br />

ilim simsarlığı yapmak . . . Bunlar da bir nevi riyakârlık,<br />

bunlar da her riyakârlık gibi, samimî ve hakikî hayatın<br />

düşmanlarıdır. Bir sual: bu riya, bu sahte kerametfüruşluğun<br />

menşei acaba ferdî bir temayül, cümleyi asabiyenin<br />

bir icabı ve hususiyeti midir Bence her içtimaî hâdise de<br />

olduğu gibi bunda da ferdin hissesini ayırmalı; fakat hiç zanetmiyorum<br />

ve kabul edemiyorum ki, bir Üçüncü Ahmet devrinin<br />

sanatinde görülen çılgınlık bir mimarın, bir kalfanın<br />

•şahsî temayülü eseri olsun ... Bilâkis, riyacı eserleri izah eden<br />

riyacı devirler vardır. Riya da tassup veya mübalâtsizhk<br />

gibi içtimaî hâdiselerden biridir. Riya da, fevkalâde gösteriş<br />

merakı da içtimaî hayatın imkânları ve zaruretleriyle<br />

izah edilebilir. Durkheim " İntihar, " İçtimaî iş bölümü „<br />

ve " Dinî hayatın ilk suretleri „ hakkında içtimaî tetkikler<br />

yaptı. Bir içtimaiyatçı da bu görünmek merakının, bu sahte<br />

vakarların içtimaî tetkikini yapabilir. Fakat teşebbüs güç<br />

•ve yorucudur. Acaba tetkik, mukayese, ve istikra usulüne<br />

•müracaat etmeksizin riya psikolojisinin mantıkî şartlarını<br />

tahmin edemez miyiz . . Bence bu şartların başlicası hakikî<br />

«vasıflar, samimî küvetler hakkında cemiyetin henüz vazıh,<br />

snuayyen ve kafi fikirleri olmamasıdır. Yani cemiyet şarlatan<br />

ile ciddiyi, samimî ile riyakarı, alim ile cahili, asrî<br />

adamla müstehase adamı tefrik edemediği bir zamanda-<br />

21


- 328 -<br />

dır ki bu nevi " seciye yalanları „ zuhur ediyor ve muhite<br />

kendisini besletebilir! .. Filvaki milletler büyük devirler<br />

nihayetinde " adam „ mefhumlarını değiştirirler: Rönesansm<br />

adam mefkuresi ne eski hakim, ne de Kurunu Vüstanın<br />

dindarıdır. Bu, Parodi'nin dediği gibi "Honnete homme,,'dur.<br />

Aynı adam on sekizinci asırda " faziletkâr ve hassas „<br />

sifatleriyle tecelli ediyor. Asrî adam ise, büsbütün başka<br />

vasıfları hayizdir. Cemiyetler böyle adam mefkurelerini değiştirdikçe<br />

seciyelerin teşekkülünde bir çok zararlı tecrübeler<br />

oluyor. Hakikî seciyeler yerine yalancıları teşekkül<br />

ediyor. Bu suretle gösteriş, iş ve kıymet yerine geçiyor!<br />

Bu sahte hayattan kurtulmak için yegâne çare " eski ve<br />

müstehase adam „ fikriyle mücadele, " yeni ve asrî adam „<br />

fi rine mümkün olduğu kadar vuzuh vermek, bu fikrin<br />

hürriyetini, tamamiyetini, dersle, edebiyatla, felsefe ile,<br />

tenkitle, hülâsa bütün vasıtalarla temin etmektir, " Ticaret<br />

âleminde olduğu gibi, ruh âleminde de sahte mataları teşhir,<br />

hakikî mataları temyiz „ , içtimaî hayatı, ihtikârdan kurtarmanın<br />

başka vasıtası yoktur !..<br />

Gayzm mantıki<br />

Muhatabınız diyor ki : " ahlâk sukut etti, her yerde<br />

işüişret, sokaklarda kadınlara tecavüz, babasını, hemşiresini,<br />

karısını öldürenler ! .. „ . Siz düşünüyorsunuz,<br />

evvelâ muhatabınızın dediği vukuat oluyor mu . . Evet<br />

oluyor, fakat bütün bu vukuat ahlâkın sukut ettiğine ilme n<br />

delâlet eder mi etmez mi . Hayır, ilmin, içtimaiyatın size<br />

temin edebildiği bir selâhiyetle ve meseleyi afakî bir tarzda<br />

mütalâa ederek diyorsunuz ki: " kerçi cemiyette büyük bir<br />

buhran var, cinayetler, intiharlar çoğalıyor ve muhtelif şekillerde<br />

oluyor, fakat bir kerre maziye bakalım, mazide ferdin


— 329 —<br />

tabi olduğu gayrı insanî kayıtların derecesine, mazide çocukların,<br />

gençlerin her yerde maruz kaldığı tecavüzlerin şekline<br />

bakalım. Mazide fert bir derece hür ve muhterem idi, bu<br />

günkü hürriyetin ve bu günkü kudsiyetinin derecesi nedir ..<br />

Hep bunları tetkik ve mukayese ettikten sonra hükhmedebiliriz<br />

ki memlekette ahlâk sukut etmiş veya etmemiştir. Sonra<br />

yine ilâve ediyorsunuz ki: ahlâktan kastınız nedir Yemek,<br />

içmek, gezmek, baloya gitmek veya gitmemek, şu şekil<br />

veya kıyafette sokağa çıkmak... Bunlar da hep ahlâk mevzular<br />

imidir ! ,, • Fakat beyhude zahmet! Çünkü muhatabınız<br />

İsrar ediyor, siz ne söylerseniz o yine aynı şeyi tekrar ediyor<br />

: " hayır, hayır, sukutu ahlâk müthiştir! Ben de bu<br />

memleketin öz evladı, bir vatanperveri değil miyim ! Size<br />

o selâhiyet ve bu hisle tekrar ediyorum ki: heyeti içtimaiyemizin<br />

vaziyeti vahimdir!.. Memleket müthiş bir uçuruma<br />

sürükleniyor !.. „ Nihayet kâinatı hep kanlı gören bu<br />

bedbinle münakaşadan vaz geçiyor, ve susuyorsunuz...<br />

Bir diğeriyle medeniyet mübahasesine girişiyorsunuz, " Avrupalılaşmak<br />

lâzım mı, değil mi „ Muhatabınız Aavrupahlaşmak<br />

aleyhindedir. Siz bu lüzumu ispata çalışlyorsunnz.<br />

Bunsuz, bu medeniyetsiz yaşanmıyacağını ispat ediyorsunuz.<br />

Nafile! Muhatabınız hep sözlerinizi cerhe çalışıyor. Siz<br />

kendi kendinize yegane tedbir olarak " Avrupalılık nedir <br />

Avrupalılaşmak nedir Biz ne için Avrupahlaşmallyız Biz<br />

nasıl Avrupahlaşırız ,, Bütün bu suallerin cevaplarını afakî<br />

bir surette veriyorsunuz ve münakaşanıza mevcut ve muayyen<br />

sedalarla devam etmek istiyorsunuz; fakat muhatabınız<br />

aynı noktaya geliyor ve diyor ki: " Avrupa medeniyeti<br />

sahtedir ! Şarkın kendine mahsus bir medeniyeti vardır,,<br />

. Nihayet meyus görünüyorsunuz .. Diğer bir muhatabınız<br />

Avrupalılaşmak taraftarıdır, fakat bazı şartlarla: " Avrupa<br />

medeniyetinin eyi taraflarını almak, fena taraflarını<br />

bırakmak ! „ . Siz diyorsunuz ki: " aman ne güzel<br />

şey, fakat şunun bir de tatbikatını gösterseniz ! „ .


Muhatabınız tatbikatını gösteriyor : Avrupa medeniyeitni<br />

alacaksınız fakat israfları, sefahetleri, taşkınlıkları,<br />

coşkunlukları girmiyecek, bunun için zabita kuvvetine selâhiyet<br />

verilecek, herkesin kıyafetine, harekâtına, seyrüseferine,<br />

muaşeretine karışılacak !.. Diyorsunuz ki: " bu nasıl<br />

şey ! Medeniyeti bir hürriyettir diye alırken bir okadar da<br />

istipdat mı getirelim !„. Beyhude zahmet! Çünkü bütün<br />

münakaşaların umumî neticesi ya medeniyeti istipdatla birlikte<br />

kabul etmek ve yahut hiç bir şey kabul etmemek!..<br />

Nihayet Türklerin mukaddes ve ebedî davasını açıyorsunuz:<br />

Bu dava istiklâl, hürriyet, asrî irfan, iktisadî teşkilât<br />

davasıdır. Muhatabınız size ta bidayetten, Harbi Umuminin<br />

ilânından başlıyor : " hata ! „ diyor. Nihayet Arabistan ve<br />

Kafkasya seferlerini sayıp döküyor, bermütad EnVer<br />

ve Cemal Paşalar birer klişe gibi geçip gidiyorlar. En<br />

nihayet mütareke ve işgal hâdiseleri . . . Harekâtı MiUiyenin<br />

tarihi, Millet Meclisinin teessüsü, saltanatın ilgası Cumhuriyetin<br />

ilânı muhatabınız her birinin etrafında dudak büküyor,<br />

dolaşıyor. Bazan yüksek perdeden takdir de ederken<br />

bazan da alelade tezyif ediyor. Eğer mutaassıp bir dindar<br />

ise: "jyokdan hiç bir şey var olmaz ki devlet halkedilsin !..„<br />

diyor. Eğer aynı zat kıskanç bîr komiteci ise „ bu neticeler<br />

zaten bizim eserimizdir ! „ diyor. Muhatabınız eski hükümet<br />

nazırı ise " ben bunları filân tarihte tatbika başlamıştım<br />

! „ diyor. Muhatap mütekait bir sefir ise " ben bu istikbali<br />

İspanya'da iken sezmiştim ! „ diyor. Hülâsa bir diğeri<br />

tenzilât yapa yapa Türk halaskarını da alelade bir mümessil,<br />

kuru bir hayal hâline getiriyor, o derecede ki sanki<br />

olmasa da olurdu !. Nihayet siz şaşırıyorsunuz ve münakaşadan<br />

vaz geçip soruyorsunuz.<br />

Şimdi bütün bu muhakemeve münakaşaları idare eden<br />

kuvvet nedir Akıl ve ilim melekesi ve hakikat hissi<br />

midir .. Hayır, bütün bu muhakeme ve münakaşaları idare<br />

eden yegane kuvvet, his ve ihtirastır.


— 331 _<br />

Muhatabınızın aradığı şey, yeni bir hakikatin keşfi,<br />

tezahürü ve ispâh değildir, sadece bir hissin telkini, bir<br />

ihtirasın teşriidir. Bütün o muhakemeler, mugalâtalar o<br />

hissin teşhiri, teyidi ve müdafaası içindir. Muhatabınızın<br />

gayesi zekâsının sıhhat ve katiyetle istimali değil, fakat<br />

bu hissesinin, bu ihtirasının sadece masuniyetidir. Onun için<br />

muhatabınızın kullandığı mantık, bir akıl mantığı değil,<br />

bir his mantığıdır. Muhatabınız " acaba hakikat nedir „<br />

diye etrafını araştırmıyor, " benim olan bu heyecanı, bü<br />

ihtirası nasıl teyit edeyim „ diye çalışıyor !.. Filhakika hissin<br />

mantığını aklın mantığından ayıran asıl fark, akıl mantıkında<br />

hükümlerin muhakemelerden sonra verilmesi, hissin mantığında<br />

hükmün evvelden verilmiş olmasıdır. O hâlde münakaşa<br />

mevkiinde olan bütün idare, siyaset, terbiye ve mektep<br />

adamları için varit olan şu sualin cevabı verilmesi lâzım<br />

geliyor: a<br />

muhatabım bir akü mantığı mı yapıyor, bir his<br />

mantığı mı Ve muhatabım benimle beraber hakikat aramıya<br />

mı çıkıyor, yoksa kendi hakikâtini zorla bana kabul mü<br />

ettirmek istiyor „. Ancak bu sualin cevabını verdikten<br />

sonradır ki işe başlıyabilirsiniz. O ahlâkın sukutundan,<br />

medeniyetin fenalıklarından Türk halaskarlarının menfi<br />

rolünden bahseden adam hakikati hâlde hakikat aşikı bir<br />

mütefekkir değil, ihtirasın zebunu bir bedbahttır! Bu adamın<br />

yapmak istediğine ilme, ne de hakikate hizmettir,<br />

sadece tenzilâttır! Hürriyyetten, medeniyyetten, inkılâptan,<br />

tenzilât!.. Hakikati hâlde bu adamların yalnız bir gayzı vardır.<br />

Ve bu gayz inkılâba müteveccihtir. Bu gayz istediği<br />

kadar makul, mutedil ve vatanperverane renklerle boyansın;<br />

değilml ki neticesi inkılâptan tenzilâtdir, aynı şeydir,<br />

gayzın kendisidir. Çünkü ahlâk medeniyet, asrîlik, dediğimiz<br />

şeyler İttihatçılar, îttilâfçilar, dinîler veya gayrı dinîler<br />

tarafından ihtira edilmiş klişeler değil, tarihî hakikatler,<br />

ezelî tekevvünün merhaleleridir. Güneş gibi, sema<br />

gib, dünyanın yuvarlak olması gibi ispat ve kabul edile-


- 332 -<br />

bilir, ret ve inkârda edilebilir. Fakat inkâr için batıl bir<br />

itikat gibi tefekküre müdahale eden hissî bir amil mevcut<br />

olmalıdır. Binaenaleyh iki fikir adamı arasında bu hakikatlerin<br />

münakaşası bu mahiyette olamaz, münakaşa olsa<br />

olsa akim tenvir edemediği karanlık noktalar üzerinde yapılabilir.<br />

Fakat bütün bu münakaşaların hayat için amelî<br />

fayidesi nedir .. Bence hiç, sıfırdır !. Çünkü bu gibi hisler,,<br />

ihtiraslar bir fikir ve muhakeme ile tadil ve tağyir edilebilecek<br />

kadar sathî mevcutlar değildirler. Bunlar kökleri<br />

itiyatlarda, ruhun gayrı meşur nahiyetlerinde olan haletlerdir<br />

ve çok kere marazı şekilde tecelli ederler 2. Binaenaleyh<br />

akıl ve muhakeme tarikiyle İslahlarına imkân yoktur.<br />

Diğer cihetten bir inkılâp kuru ve mücerret bir mantığın<br />

neticesi değildir. İnkılâbı doğuran içtimaî iradedir. İçtimaî<br />

iradenin mantığı da içtimaî bir mantıktır. İçtimaî iradenin<br />

mantığı selâmet ve seadetini mücerredata terki nefs etmek<br />

değil, fakat bu neticeyi bizzat kendi yaratıcı faaliyetyile istihsal<br />

etmektir. Binaenaley inkilâbı tehdit eden herşey, inkilâptan<br />

tenzilât yapan herşey inkılâbın bizzat düşmanı sayılmalıdır.<br />

Bir inkılâp kendini münakaşa ede ede tessüs edemez.<br />

Münakaşaya dahil olan bir inkılâp intihara mecburdur.<br />

Bir inkılâp kendini yiyen ve yutmak istiyen bütün<br />

şeytanî kuvvetleri mahvederek inkişaf edebilir. Bu da iki<br />

suretle: bir kere " istiklâl, hürriyet, cumhuriyet, asrî ve<br />

dünyevî bir irfan umdelerinin hürriyet ve tamamiyetlerini<br />

bütün müessiselerde temin etmektir. Bunun için, mani<br />

olan bütün madî veya manevî neviden engelleri kaldırmak<br />

lâzımdır, ikincisi zekâsı hürriyet, istiklâl, cumhuriyet ve<br />

asrîlik mantıkiyle meşbu yeni nesli doğrudan doğruya vücude<br />

getirmektir. İşte her devirde inkılâpçıların istinatgahı yalnız<br />

bu iki şeydir. Biri inkılâba hadim içtimaî teşkilât, diğeri<br />

inkılâba göre bir terbiye ve tedrisdir. Bunlar haicinde istinatgah<br />

ve kuvvet aramak dalâlettir. İlim, hak, hakikat, itidal<br />

kisvesi içinde ki inkılâp gayzını katiyetle teşhis edelim.


Tezyif âcizlerin içkisidir<br />

Arkadaşlarımdan biri bir gün " döşeme mevzuubahs<br />

olunca medeniyet parkedir „ demişti. Bu söz benim zihnimde<br />

yer etmiştir. Yine zihnimde yer eden vakalardan<br />

biri de bir Alman kadınının İstanbul'da bir evde tahta kurularına<br />

karşı açtığı mücadeledir. Bu kadın vatanında ve<br />

şehirinde mevcut ve malûm olmıyan bu fena kokolu haşaratın<br />

döşeme altından ve tavan üzerinden döküldüğünü<br />

görünce dayanamamış, kollarını sıvamış, başına bez sarmış,<br />

sabaha kadar deliği deşiği gazlamıştı. Bir Avrupalının tahta<br />

kurularına karşı açtığı bu on iki saatlik kanlı mücadelenin<br />

hatırası bende çok kuvetlidir . . . Ben şerefli adam hatırasında<br />

temiz derili bir insan bulurum. Bendeki duygulu<br />

adam hayalinde şık bir insan gizlidir. Ne temizliği, ne<br />

şıklığı, ne de parkeyi medeniyetten, hür ve temiz yaşamak<br />

iradesinden ayıramam. Fakat bir gün Zeynep Hanım konağının<br />

bahçesindeki ballı babalarla aylandoz ağaçlarım yoldurduğum<br />

zaman " zalim, meyva ağaçlarını kestirdi! „ dediler.<br />

Yine bir gün Yıldız, Sarayın'da, çürümüye mahkûm elli bin<br />

cilt kitabı taş bir binaya yerleşdirttiğim zaman " kütüphane<br />

değil, anbar yaptı! „ dediler. Yine bir gün altı mermer, üstü<br />

çini, dıvarları kârgir her tarafı aydınlık ve temiz bir eczacı<br />

ve dişçi mektebi hazırlattığım zaman "mektebi ahıra<br />

soktu! „ dediler. Yine bir gün kolundan kurşunla vurulmuş<br />

Darülfünun gencinin " bu, haksızlığı tecviz edermisiniz „<br />

sualine karşı hayır oğlum ben haksızlığı tecviz etmem didiğim<br />

zaman, bak Darülfünun Eemini talebeyi ihtilâle teşvik<br />

ediyor ! dediler. Yine bir gün zevki bediî sahibi bir arkaaşm<br />

hediye ettiği al renkli bir ipek mendili ceketimin<br />

yan cebine koyduğum zaman " bu nedir, neye delâlet<br />

eder ! „ dedüer...<br />

Şimdi bütün bu memnuniyetsizliklerin ve bütün bu hü-


— 334 —<br />

cumların sebebini soran genç muharrir ! Türk milletinin<br />

İstiklâl ve hüriyetini iade edenler de dahi dahil olduğu hâlde<br />

tarihte tek bir adam göster ki bütün ammenin muhabbetine<br />

mazhar olmuş olsun! Yine bana tek bir müessise göster ki<br />

eyilik ve güzellik numunesi olarak hatırası müebbet kalsın..<br />

Tezyif âcizlerin içkisidir. Bir müddet için başı döndürür.<br />

İşte yavrum ben hasta değilim, onlar sarhoşturlar. .<br />

İçtimaî mesleklerin adisi olur mu<br />

Bundan on iki esne evvl hususî bir mektebin salununda<br />

sanayi mektepleri ve sanayi tedrisatı hakkmta umumî<br />

bir konferans veriyordum. Bu konferansta işçinin içtimaî<br />

mevkiinden, işin şeref ve haysiyetinden bir hayli bahsettim.<br />

Konferans bitince Mektebi Sanayi elbisesini taşıyan iki,<br />

üç genç yanıma yaklaştı ; " size bazı şeyler söylemek istiyoruz<br />

„ dediler. Bu gençlerle bir müddet konuştuk. İtiraf<br />

ettiler ki o güne kadar sanayiin manevî hayatla, bir cemiyetin<br />

şeref ve istiklâliyle münasibetine, işçinin içtimaî mevkiine,<br />

işin millî hayattaki yaratıcı kudretine dayir tek süz işitmemiştiierdir...<br />

Yine bu gençler dediler ki " biz son sınıf talebesiyiz, yesîmizden<br />

hemen hemen mektebimizi terketmek üzereydik.Çünkü<br />

cemiyet içinde kendimize bir mevki bulamıyorduk. Fakat<br />

sizin sözleriniz bizi çok sarstı, gözlerimin önünde mesleğimiz<br />

için yeni bir ufuk açıldı. Şimdi biz ne yapmalıyız <br />

Özlediğimiz gayelere nasıl irişmeliyiz ...„. Bu gençlere<br />

ilk tavsiyem, ne olursa olsun mekteplerini terketmemeleri<br />

oldu. Filvaki şahadetnamelerini aldıktan sonra her biri<br />

bir suretle, tahsillerinde devam ettiler. Bunlardan biri İsviçre'de<br />

elektrik mühendisliği tahsilinin bütün derecelerini ve<br />

sitajlarım gördükten sonra memlekete avdet etti.


Eİyem Vekâletlerden birinin heyeti f emayesinde azadır.<br />

Zannederim ki bu, Türkiye'de çalışan genç mühendislerin<br />

en kuvetlilerinden biridir. Şu gençlerin ruhuna bedbinliği<br />

yerleştiren mekteptir denilemez. Bir mektep kendi gayeleri<br />

aleyhine nasıl çevrilebilir ! Gerçi sanayi mekteplerinin<br />

bu itibar ile lüzumu kadar mefkureci olduğunu da kabul<br />

•edemiyorum. Türkiye'de mevcut sanayi mekteplerinin bir<br />

kısmını reyelayn gördüm ve etraflıca tetkik ettim. Bu eylerde<br />

genç işçilerin içtimaî duygularım, meslekî aşkını besliyecek<br />

ne ahlâkî bir tesanüt teşkilâtına ne de bediî bir ayine,<br />

hatta ne de mesleğin kudsî duygularını temsil edecek bir<br />

armaya, bir remze tesadüf edemedim!.. istanbul Mektebi<br />

Sanayiini bundan on sene evvel mükerreren ziyaret ettiğimiz<br />

zaman bu cinsten olarak bütün gördüğüm varlık - hatırımda<br />

kalan doğru ise - demirhanenin kapısı üzerine asılmış<br />

olan bir sanayi armasından ibaretti. Bu arma da merhum<br />

Ebüzziya Tevfi'ğin müdürlük zamanına ayit bulunuyordu.<br />

Remizler, armalar, bayraklar, ayinler, zümrevî duyguların<br />

madî tecellileridir. Bunlar bir müssisenin hayatında zuhur<br />

etmemiş ise bizzat duygularının henüz canlanmamış, küvetle<br />

memiş olduğunu kabul etmemek lâzım gelir. Acaba bizde<br />

sanayi mektepleri Türk sanayiinin asrîleşmesi ihtiyaçlariyle<br />

tesis edilmiş hakikî tekâmül müessiseleri midr ..<br />

Bu sualin cevabını ancak ilk müssiselerinin iradesinde<br />

bulmak mümküdür .... Bizde sanayi mektepleri her hangi<br />

bir gaye ile tesis edilmiş olurlarsa olsunlar, bir kerre<br />

tessüs ettikten sonra acaba asrî ihtiyaçlara tekabül<br />

etmişler midir Bunun cevabını da ancak mezunlarının<br />

cemiyet içindeki muvaffakiyetleri tayin edebilir. Her<br />

hâlde benim bildiğim mühim bir hakikat varsa o da<br />

şudur: Bütün inkılâplara rağmen, halkın dememeli, bir<br />

nevi güzidelerin demeli - tahteşşuurunda yaşıyan sanayi<br />

düşmanı bir takım yanlış itikatlar, hurafeler vardır. Demircilik,<br />

marangozluk, taşçılık... bütün bunlr o itikatlar


— 336 —<br />

nazarında adi, sefil ve hasis işler gibi görülmektedir.<br />

Muhitin bir kısmı bu menfi ve düşman hükümlerle,<br />

meşbu bir hâldedir. Fransa'da Jules Ferry umumî, meccani<br />

ve lâyık bir devlet maarifinin temellerini kurarken mekteplere<br />

tarih, coğrafya dersleriyle birlikte marangozluk, demircilik,<br />

çamur.. dsrslerinin de girmesini istiyordu. " Ancak<br />

o zaman Fransız mekteplerine millet mektebi diyebilirim „<br />

diyordu... Hayatımızın haricî düşmanlarını hep attık. Fakat<br />

hayatımızın dahilî düşmanlariyle mücadeleden vazgeçmemeliyiz,<br />

işçiyi, işi, iş mektebini, iş mefkuresini tenzil eden,<br />

tezlil eden her şey kendine mahsus silâhlarla iş cemiyeti<br />

tarafından mahvedilmelidir.<br />

Zaten demokrat olad Türk halkının iktisadî müessiselerine<br />

karşı çevrilen hakaret ve istihfaf nazarları körletilmelidir.<br />

Bunun için takip edeceğimiz terbiye siyaseti gayet<br />

basittir : Her şeyden evvel iş ruhunu ve iş dehasını besliyen<br />

mektepleri maddî ve amelî oldukları kadar, hatta olduklarından<br />

daha ziyade menevî ve harsî müessiseler hâline<br />

getirmek, sanatkâra yalnız meslekî tekniklere değil, manevî<br />

kıymetleriyle de aşılmak.. Bazı dersler, konferanslar,<br />

ilmî, ahlâkî, millî vesilelerle yapılan dahilî içtimalar, bediî<br />

ayinler, bütün bunlar vasıtasiyle genç Türk işçisinin ruhunda<br />

aynı zamanda millî, meslekî ve insanî mefkureyi tesis etmek,<br />

sonra Türk işçisini hiç bir sınlf farkı düşünmeksizin<br />

vatandaş mevkiine, zeki, vakur, temiz, hatta şık bir vatandaş<br />

hâline getirmek. Cuma günü şehirde gezerken diğerlerinden<br />

medeniyet, zekâ ve şeref itibariyle hiç bir suretle<br />

ayırt edilemiyen bir vatandaş yetiştirmek.<br />

Sanayi mekteplerini misal verdim. Çünkü bunlar en<br />

ey i tanınmış olan meslek müessiseler dir. Bugün bu mülâhazaları<br />

dıvarcılara, nakkaşlara, garsonlara, şoförlere, dülgerlere<br />

tatbik etmek neden cayiz ve mümkün olmasın .<br />

Bunlardan hiç biri avukatlıktan, şairlikten, diplomatlıktan<br />

daha aşağı, daha kıymetsiz faaliyetler değildir. Hepsi ma-


demki içtimaî mesleklerdir, içtima! mesleklerin adisi, bayağısı<br />

yoktur. İnsanları eli çekiç ve orak tuttuğu için içtimaî<br />

haklarından mahrum eden, örs ve önlüğü tahkir eden devir<br />

mazide gömülüdür. İçtimaî bîr mesleğin kötüsü olmaz. Meslekdaşlar<br />

arasında fenaları bulunabilir. Fakat bu kabahat<br />

ferdindir. Türk inkilâbinm müsavat ve adalet temelleri<br />

üzerinde yeni işçinin terbiye binasını kurmak için dikkat<br />

edilecek mühim nokta bu binanın yalnız ilim ve teknik harciyle<br />

yapılması değil, mefkure ve heycanla da işlenmesidir...<br />

îstirap çekenler için<br />

Bundan üç sene evvel Tıp Fakültesinin teşrihhanesini<br />

ziyaret ediyordum. Şimdi Darülfünun Emini elan Nurettin<br />

B. beni teşrihhanenin içinden, içinden kol ve bacak fırlayan ölü<br />

havuzlan arasından geçirerek üzerinde yine kol ve bacak<br />

parçaları dolu bir masanın başında çalışmakta olan sarıca<br />

benizli bir zatin yanına götürdü:<br />

— Teşrih muallimi İsmail Hakkı B. ... dedi. Ben İsmail<br />

Hakkı Beyi ilk defa orada, teşrihhanede tanıdım. O tarihten<br />

sonra İsmail Hakkı Beyin en samimî bir dostu olmuştum.<br />

İsmail Hakkı Beyi burada tavsif edecek değilim. Yalnız<br />

pek şayanı dikkat bir iki vasfını söylemek istiyorum. Bu<br />

adamda büyük bir sükûnet ve tevazu içine gömülmüş büyük<br />

bir nefsine itimat hassası vardı. Bu hassa onu zannederim<br />

ki teşrihi malûmatı en büyük dikkat ve kat'iyetle<br />

zabt ve tasarruf edebilen bir insan kudretine mazhar etmişti.<br />

İsmail Hakkı B. aynı zamanda itimat ettiği bu nefsinden<br />

büsbütün feragat etmek hassasını da taşıyordu. Bu hassa<br />

da onu bir teşrih muallimi vaziyetinden çıkarıp büyük bir<br />

vatanperverin marazı derecede şidetli hasasiyetiyle yaşatıyordu.<br />

İşte böyle tanıdığım teşrih muallim ile son defa An-


— 338 —<br />

kara'ya giderken Çamhca'da büyük fıstık ağacının altında<br />

diğer Darülfünun arkadaşlariyle birlikte görüşmüştük. On<br />

beş gün sonra istanbul'a avdet edip te memnun olacağı bir<br />

haberi kendisine vermek istediğimiz zaman öldüğünü haber<br />

aldık... Garessiz ve hesapsızca sevilen .bir adamın ölümü<br />

ne olduğunu ancak bu acı tecrübeyi yapanlar bilir ... Fakat<br />

daha acıklı bir şey: bu hep kendisine itimat eden fakat<br />

hep kendisinden başkaları için çalışan adamın haksız ölümüyle<br />

beraber yetim kalan çocukları idi. Bu çocuklar için<br />

Darülfünun hasasiyetîni gösterdi. Yetimlerin himayesini<br />

Maarif Vekilinden ehmiyetle rica etti. Türkiye'de kim bilir<br />

kaç mektep hocası için aynı akıbet mukadderdir. Kadavra,<br />

mikrop, kesik kol, bacak arasında geçen iztiraph bir hayat<br />

günün birinde de apansız ve saygısız bir ölüm, arkasından<br />

yıkılan bir ayile, ve bu ayilenin mükâfat namına iztiraba<br />

kavuşan fertleri.. Bu meşum akıbetten mesul olan kim dir<br />

Ölen mi ! O teşrih öğretmiş, teşrih öğretmiş, " git dinlen,<br />

öleceksin!..,, dedikleri zamanda "bırakınız teşrihhanemde<br />

öleyim !„ demiş ve ölmüş.. Kabahat, para biriktirmemesi mi<br />

Para sahibi olmaması bir kabahat im .. Kabahat ölümde<br />

mi Fakat o ezelî bir şeamet yahut bir seadettir.<br />

Onun hesabı, mantığı, hele hiç bir adaleti yoktur ki...<br />

Yine kabahat kimde, çocuklarında mı .. Belki onlarda<br />

olacaktı... Eğer tahsillerini bitirmiş, tekmil etmiş olsalardı.<br />

Fakat hayır, bunlarda henüz çocuk ... O hâlde kabahat<br />

hükümette mi ! Fakat bu uzvun da muayyen faaliyetleri<br />

vardır, hükümet bütün felâketleri tamir eden mutlak<br />

bir adalet müessisesi midir .. Şu veya bu yetimi<br />

himaye etsin, bütün Türk yetimlerini nasıl kurtaracak<br />

.. Bu zümrede nihayet bütçesiyle mukayyettir.<br />

Görüyorsunuz ki bileğinin kuvveti ve gözünün nuru<br />

ile yaşıyan ve ayile denilen müessisenin kuvvetine inanmak<br />

cayiz değil. Bir ana ölümü her saadeti bozuyor, bir baba<br />

ölümü her istikbale nihayet veriyor... Namusluca yaşman


— 339 —<br />

ferdî bir hayat adama dayima servet temin etmiyor. O zaman<br />

tek müessise, tek istinatgah kalıyor. Biz öldükten sonra<br />

çocuklarımızı teslim edebileceğimiz tek zümre... Bu şüphesiz<br />

meslektir. Bu meslek ki biz onun haysiyetinin, şerefinin<br />

bir parçası, .varlığının bir zerresiyiz. O, yıkılan ve bu dünyadan<br />

giden meslekdaşlann çocuklarını maddî, manevî himaye<br />

etmekle mükelleftir. Yazık hocalık gibi meslekî tesanüdün<br />

icaplarını sonuna kadar götüremiyen, babalarını daha<br />

diri iken ölülerin yanma sokan, öldükten sonra da çocuklarını<br />

parasız pulsuz bırakan, yetimlere kucağını açamıyan<br />

mesleklere... Bu meslekler bizi niçin bu tehlikiye atıyorlar!-<br />

Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti<br />

Geçenlerde Galatasaray Lisesinde yapılan tasarzuf sandığı<br />

teşkilâtı mühim bir vaka olarak gazetelere aksetti.<br />

Bu telâkki çok tabiîdir. Ancak bu mektep tarafından gösterilen<br />

örneğin diğerleri tarafından ne suretle kabul edildiğini<br />

bilmiyoruz. Böyle bir teşkilât sade fikirle ve sözle<br />

takdir edilecek her hangi eyi bir şey midir, yoksa ehemiyeti<br />

büyük olan bir teşebbüs müdür..Bu bapta herkesin ne düşündüğünü<br />

bilmiyorum. Yalnız bildiğim bir cihet varsa o da<br />

bazı memleketlerde ciddi ve sağlam, taşkilâta malik olan<br />

bu tasarruf teşebbüsünün henüz mekteplerimize girmediğidir.<br />

Tasarrufun bu büyük ehmiyeti ne olabilir Bunu takdir<br />

etmek için her şeyden evvel tasarruf vakasının ferdin<br />

çalışması ve ferdin kazanması ile değil, cemiyetin idaresi<br />

ve iktisadı ile münasibetini düşünmek mecburiyetindeyiz.<br />

Bizim kafamızda tasarruf fikri bu geniş cemiyet çerçevesi<br />

içine yerleşmiş bir fikir değildir Hep israftan kaçınmak,<br />

paramızı eyi idare ötmek isteriz ; fakat hemen dayima bir<br />

endişe ile : ferdî menfaat. Fakat fertleri tasarruf eden bir


- 340 —<br />

cemiyette fertleri tasarruf etmiyen bir cemiyet müsavi midir<br />

Cemiyetler arasında harp, iktisadî rekabet ve hayat mübarezesi<br />

olduğu hâlde parayı israf eden bir millet parasını<br />

idare eden bir milletle müsavi olamaz; bu pek bedihîdir.<br />

Tasarruf fikrini " medenî ihtiyaçlara karşı susmak, kendini<br />

mahrum etmek, iptidaî ve kısır bir hayat yaşamak.. „ manasında<br />

almamalıdır. Bence salim ve hakiki bir tasarruf<br />

muayyen bir hars ve muayyen bir medeniyet taşıyan içtimaî<br />

adamın müsmir ihtimaller karşısında müsmir olmıyan ihtimalleri<br />

terketmesidir. Şu hâide Türk çocuğu bu itiyatları<br />

işliyen bir muhit içinde yetişmelidir. işte bir vaka :<br />

Paris'te bulunduğum sırada Auteuil semtinde Boulevard<br />

£xelmans'ta bir Fransiz ayilesinin pansiyoneri idim. Hizmetçiden<br />

kibrit isterdik. Her defasında hizmetçi bir kutu<br />

kibrit ile gelir, fakat içinden yalnız üç tane kiprit çıkarırdı.<br />

Kutunun içerisine üç kibriti koyan, pansiyonun sahibi<br />

olan kadındı. Benim gördüğüm ve tanıdığım bütün Fransızların<br />

seciyesi bu itiyatla yoğrulmuştur. Fransa birinci derecede<br />

tasarrufçu bir memlekettir. Fransız mektebine girildiği<br />

zaman bu millî itiyadın mektep teşkilâtını bulmak<br />

mümkündür.<br />

Fransız mekteplerinde " Caisse d'6pargne „ denilen tasarruf<br />

teşkilâtı vardır. Her talebe meselâ pazartesi günü getireceği<br />

bir miktar parayı sınıfın mürebbisine verecek mukabilinde<br />

lâzım gelen kayıt yapılacaktır. Alman para<br />

emniyet sandığına gidip yatacak ve çocuk mektepten çıkdığı<br />

zaman eline fayiziyle birlikte ve ihmal edilem'yecek olan<br />

bir yekûn geçecektir. Her cumartesi günü Sein Darülmuallimini<br />

tatbikat mektebinin müdürü tarafından teneffüs<br />

bitip sınıflara girileceği sırada gayet açık, gayet kat'i ve<br />

kısa bir nutuk söylenirdi. Tasarrufun zekâsı izah edilirdi.<br />

Çocuklar mütemadiyen tasarrufa, idareye teşvik edilirdi.<br />

Bu teşkilâtın ferdî kazanç neticesini gözlemiyerek içtimaî<br />

tesanüd neticesine varması büsbütün ahlâkî bir mahiyet gös-


terir. Mektepte yiyenlerin yanında bakanlar da yardır. Ve<br />

bu bakanların hiç bir kabahatlari yoktur. Butun kabahatleri<br />

babalarının, analarının fukara olmasından ibarettir!<br />

Bunlar arasında üstü başı yırtık ve kitap almaktan âciz<br />

olan zevkli ve ahlâklı çocuklar da vardır. En ufak bir fedakârlıkla<br />

mektebi parasîyle, cemiyetteki mevkiiyle kuvvetli ve<br />

şerefli geçinen çocuklar da dahil olduğu hâlde yemekte,<br />

içmekte, giyinmekte az çok müsavatçı, hür bir cemiyet<br />

hâline girmek mümkündür. Mektep tarihimizde Hilâliahmer<br />

Cemiyettnin vücude getirdiği meccani gıda teşkilâtı kadar<br />

insanî ve onun kadar ahlâkî bir teşebbüs hatirhyamıyorum.<br />

Fakat bütün mesele Türk çocuğuna sokağa atarcasına harcettiği<br />

kuruşu kendi gibi çucuklarm kanı ve canı için vermeyi<br />

öğretmektir. Bu, mektebin işidir. Cemiyetlerin vicdanı<br />

artık " para benim değil mi İstersem sokağa atarım !.. „<br />

tarzında düşünen " sahibi iradet! ,,'Ierin israfına tahammül<br />

edemez bir hâle gelmiştir. Sarfiyatın da ahlâkî bir hududu<br />

vardır. Açlar ölürken tokların şişmesinde ne ferdî, ne de<br />

içtimaî bir hayır yoktur. Tür çocuğunu parasının kıymetini<br />

bilen ve fazlaları muhtaç vatandaşların hayatına, muvaffakiyetine<br />

sarfetmek kudretini taşıyan reşitler hâline getirmelidir.<br />

Tahakküm var mı <br />

Bu hafta Hippolyte Taine'in "sanat tarihi,, hakkındaki eserinin<br />

bir tercümesini okudum. Tercümenin sahibi, hem Türkçede<br />

hem de Fransızçada üstattır. Yalnız şiddetle itiraz<br />

edebileceğim nokta Türkçe olmiyan terkipleriydi. Bu terkipler<br />

daha benim gibi bu tercümeyi okomuş olan bir arkadaşımın<br />

da nazar dikkatini celbetmişti. O da " Cemler<br />

ve terkipler Türkçe olsun...„ demişti. Ben de öyle demiştim.


— 342 —<br />

Fakat mübahasemize vâkıf olan diğer bir arkadaşımız, ve<br />

herkesin hürmet ettiği bu zat te " lisana tahakküm etmiye<br />

hakkımız var mı ! „ diyordu. Şimdi bu "tahakküm „ kelimesi<br />

beni hakikaten düşündürüyor. Lisana tahakküme hakkımız<br />

var mı ! Kıyafete tahakküme hakkımız var mi ! „<br />

İmlâya tahakküme hakkımız var mı !„ diyorum. Zihnim<br />

hayh karışıyor ve bir müddet işin içinden çıkamıyorum..<br />

Fakat her şeyden evvel bu " tahakküm „ kelimesini anlamak<br />

istiyorum. " Tahakküm „ ile " tecebbür „'ile, " istipdat,,<br />

ile kasttettiğimiz mana nedir. Acaba tahakküm kelimesinin<br />

yukarıki cümlelerde ifade ettiği mana nedir " Haricî bir kuvvetini<br />

fiil ve tesiri „ midir.. Eğer böyle ise bir çok işlerimiz<br />

tehakküm işidir :<br />

Başta terbiye .. . Çünkü terbiye ancak bir nevi tahak-<br />

, kümün eseridir. Demek istiyorum ki terbiye çocuğu kendi<br />

kendine bırakmakla olmuyor. Ancak bir reşidin, bir büyüğün<br />

tahakkümü ile oluyor. Eğer böyle ise meselâ bir sanatin<br />

tahsili de tahakküm eseri oluyor. Çünkü ustadm yaptığı<br />

şey, talebesine karşı bir " nümunei ekmel „ olan mektebinin,<br />

üslûbunun telkininden başka bir şey değildir...<br />

Eğer öyle ise hatta hava, ziya, su da bir tahamkküm ifade<br />

ediyor. Çünkü orijinal bir hayatı olan ağacın, insanın varlığı<br />

da bu haricî kuvvetlere karşı itaat edici bir vaziyette<br />

kalmıya mahkûmdur ... Hulâsa tahakküm alelitlâk haricî bir<br />

kuvvetin fiil ve tesiri gibi anlaşıldıkça hep kabul edilemiyecek<br />

hükümlere, neticelere bizi sevkediyor.<br />

Tahakküm fikrinde bu haricîlik olsun, fakat mutlaka<br />

başka menfi bir unsur var ki onu hayırlı, zarurî olan bütün<br />

haricî tesirlerden ayn, merdut bir şey olarak tespit ediyor»<br />

O nedir ., Fikrimi ancak bir misalle açık söyliyebilirim t<br />

Gülhane Parkının kapısunda kökünün etrafı kaldırımla<br />

çevrilmiş .gayet bübük bir ağaç vardır. Bu ağacın gövdesinde<br />

zannediyorum, topraktan aldığı ve senelerce taşıyarak<br />

yukarıya kaldırdığı büyük bir taş parçası vardır. Bu taş»


— 343 —<br />

tahakkümün bir timsalidir !.. Halbuki bir ağacın hayatı taşların<br />

varlığına karşı dayiraa bigâne değildir. Ağacın kökleri<br />

bu taşın eriyebilen kısımlarını yer içer ! .. Denilemez ki<br />

ağacın köklerindeki taşın veya toprağın vaziyeti de deminki<br />

gibi bir vaziyettir... Şunun için ki iki vaziyet arasında<br />

büyük ve esaslı bir fark vardır : Gövdesinde kaya parçasını<br />

taşıyan ağaç, bu kaza ve kaderden dolayı muztariptir.<br />

Kökleri taşlara, topraklara batan ağaç ise taliin bu lutfundan<br />

dolayı müteşekkirdir!.. O hâlde cebir ve tahakkümü<br />

onu zıddindan ayıran bir şey var : Her canlı mahluk hava,<br />

ziya, toprak, taş gibi maddî kuvvetlere maruz kalabilir. Yine<br />

her canlı mahlûk talim, terbiye, emir, inzibat, hükümet,<br />

idare. gibi manevî sultalara, amirlere de maruz kalabilir-<br />

Fakat ne birinciler, ne de ikinciler esaret, istipdat, tahakküm<br />

fikriyle müşterek değildir. Bir şart; eğer canlı mahlûğun<br />

batini tekâmülünü rahnedar etmiyorsa ve bilâkis<br />

bu tekâmülü temin ediyorsa... İşte haricî bir kuvvetin canlı<br />

bir mevcutla alâkasını muhakeme edebilmek için mutlaka<br />

bu tekâmül fikrini karıştırmıya muhtacız. Veillâ hükmümüz<br />

sakat olacaktır. İşte ağacı sulama bir tahakküm değildir,<br />

kurularını ayıklama bir tahakküm değildir, hatta ağacı budama<br />

bir tahakküm değildir. Çünkü bütün bu hareketlerin<br />

eseri ağacın tabiî olan tekâmülüne engel olmak değil, belki<br />

yardım etmektir. Fakat denilecekti: Velev ağacın tekâmülü<br />

neticesini doğursun, değil miki ağaç yahut insan, sizden<br />

gayrı bir vücuttur; ister tekâmül eder ister etmez, bu tekâmüle<br />

yardım etmek bile bir nevi tahakküm ve tasallut<br />

değil mi idi !. Bu itiraza karşı gayet açık bir cavap vermek<br />

için diyorum ki :<br />

Evet belki haklı olurdunuz ve ağaç bahsinde belki<br />

bir münakaşa yapabilirdiniz. Fakat insan bahsinde asla!..<br />

Çünkü mevzuubahs olan lisan, imlâ, kıyafet, terbiye., sizin,<br />

daha doğrusu yalnız sizin değil, cemiyetindir. Bu içtimaî<br />

tekâmülde sizin reyiniz "reyi hod,,'unuz değil, bizzat cem-<br />

22


— 344 —<br />

iyetin hayatı mevzuubahstir. Siz ne hak ile içtimaî bir<br />

tekâmülü kendi keyfinizle geri birakacaksınız !.. Fakat yine<br />

diyebilirsiniz ki bakalım içtimaî tekâmül sizin anladığınız<br />

gibi mi, benim anladığım gibi mi oluyor „ . O hâlde<br />

münakaşa tamamiyle ilmî bir saheye giriyor. Tekâmülü<br />

mütalâa eden bütün ilimleri ve onların son mutalalarım ele<br />

alalım ve bakalım:<br />

Dünyada serpuşla muhafaza edilen miliyet var mı !<br />

Bakalım ecnebi usuliyle terkip yapan millî bir dil var mı <br />

Bakalım hür ve vicdanî olrnıyan bir terbiyenin asrisi olur<br />

mu !. Nasıl tekâmül bahsini keyfî arzulara bırakamazsak<br />

tekâmülün mefhumunu da enfüsî kanaatlere teslim edemeyiz.<br />

Bence yeni Türkiye'nin din, siyaset, iktisat, kıyafet ve muaşeret<br />

sahelerinde yaptığı bütün inkılâplar mahzi hayırdır.<br />

Çünkü şu veya bu şahsın hissine rağmen içtimaî<br />

tekâmüle mutabık ve bu içtimaî tekâmül mefhumunun<br />

keyfî tefsirlerine meydan bırakmıyacak derecede açıktır.<br />

Tenkidin zulmü!.<br />

Bu serlevhayı niçin intihap ediyorum. Maksadım yazılarımın<br />

mahiyeti ne olursa olsun nazar dikkati celbetmek<br />

midir. Hayır ... Bu serlevhayı intihap ediyorum, çünkü zulüm<br />

işleyen tenkitlerin vücudüne kaniim. Tenkidinde zulmü vardır.<br />

Tenkit malûm ve müşahhass eserler hakkında yapılır .Ve<br />

bu tenkit afakî, yahut tabiatı eşyaya muvafık farzedilen<br />

birtakım miyarlar ve mikyaslar vasıtasiyle olur. Tenkit edenin<br />

maksadı eseri bu düstûrlara ve bu Ölçülere göre tahkik<br />

ve muhakeme etmektir. Meselâ ben bir kitabı, bir<br />

binayı, bir usulü tenkit ederim. Çünkü elimde eyi kitap,<br />

güzel bina, doğru usul hakıknda bazan ammenin vicdanından,<br />

bazan tabiatın zaruretlerinden gelmiş esaslar, düstur


— 345 —<br />

fikirler vardır, imtihan meydanına getirilenleri onlara göre<br />

ölçer biçerim... O hâlde tenkidin taşıdığı hükümler indî<br />

ve keyfî hükümler olmak lâzım gelir. Diğer cihetten zulüm,<br />

dediğimiz şeyin esası kıymet olarak tanınmış olan bir vücudun<br />

hayatına,hürriyetine karşı yapılan tecavüzdür. Zulüm,<br />

kendi hürriyet hudutlarını geçen serseri ve mütecaviz bir<br />

kuvvettir. O hâlde zulüm olmak için bu tecavüz fiili olmak<br />

lâzım gelir. Fakat zulme yaklaşalım, ne göreceğiz ..<br />

Dayima kendi kendini meşru göstermek, hiç olmazsa<br />

mazur göstermek için sebepler, mazeretler, hiç olmazsa<br />

bahaneler ariyan bir zekânın faaliyeti! .. Bu zekâ dayima<br />

sakat, kör, topal bir zekâdır, fakat dayima zulmü cesaretlendirmek,<br />

alevlendirmek için çalışır. Bence zulmü yaratan<br />

bu zekâ değildir. Ferdi varlıktır , ferdiyettir. Fakat bu<br />

ferdiyet bir kerre haddinden fazla neşvünüma buldu mu<br />

yaşamak, kendini devam ettirmek için başkalarının ferdiyetine<br />

tasallut etmek istidadını kazanacaktır. Şu hâlde zulmün<br />

en büyük müşevv iki bir nevi yaşamak cinneti dir. Bu cinnet<br />

kendini kendi vasıtalariyle doyuramayınca inbisatın vasıtalarından<br />

biri olan zulürae de müracat edebilir..Adalet işliyen<br />

bir tenkit olduğu gibi zulüm işliyen bir tenkit de vardır.<br />

Tenkit aklın yahut vicdanın zarurî bir surette tevdi ettiği<br />

mutalara göre hüküm etseydi adil olacaktı. Fakat madem ki<br />

bu tenkit aklın yahut vicdanın ölçülerine göre hükümlerini<br />

vermiyor. Bir kaç hasis kabh, fikrin ölçüsüne göre<br />

asıp kesiyor. O hâlde zalimdir. Ona zulüm eden tenkit<br />

demek de hakkımız vardır. Şimdi asıl hedefim olan içtimaî<br />

hayatımızın sahesine girebiliriz. Memleket işlerini tenkit<br />

eden ecnebi ve yerli fikir sahiplerini başlıca iki kısma<br />

ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmının tenkitleri adildir. Çünkü<br />

zaman ve mekânla mukayyet, tabiat, zaruret ve tekâmül<br />

mebdelerine göredir . Bu zatlerin tenkitleri şahsî menfeatlarinin<br />

doymayan hırslarını beslemek için değildir, sırf adil<br />

bir hüküm vermek niyetiledir.


- 346 —<br />

Bir kısmının tenkitleri de tamamiyle zalimdir. Çünkü bu<br />

tenkitlerinde bitaraf değildirler. Çünkü tenkitleri şu veya<br />

bu şahsî endişenin, tesiri altındadır. Ve en büyük hakikatlere<br />

bir tecavüzdür. Tarihî, hali pek malûm olan Türkiye<br />

her ne bahasına olursa olsun yaşamak iradesini taşıyor.<br />

Bu irade her müşkülâta karşı gerilecek, mutlaka mutlaka<br />

faal olacaktır. Bunun için şimendifer yapacak, vergi<br />

alacak ve yaşamak iradesini kırmak istiyen yabancı bir<br />

kuvvet bulursa mutlaka ezecektir... Bunun için, bu yaşamak<br />

iradesi için fert denilen, servet denilen, ayile, meslek denilen<br />

bütün parçaları, içtimaî vahdetleri, kuvvetleri çalıştı<br />

racak, yoracak, hatta aşındıracaktır.. Bu yaşamak emeli,<br />

bu yaşamak dinî karşısında bütün sarfiyatin, hatta bütün<br />

israfların bile ahlâkî bir mahiyeti vardır. Bunu görmeyip,<br />

yolların çamurlarını, sebzenin fiyetini, şirketlerin münasibetsizliğini<br />

yeni idarenin selâmetinden şüphe etmek için<br />

kâfi gören bir tenkit matbuat sahesinde olmasa da şahsî<br />

fikir sahesinde bile olsa, yine zulüm eden, günahkâr bir<br />

tenkit değil de nedir .. Türkiye, müstakil Türkiye olduğu<br />

gibi zengin ve müreffeh bir Türkiye olmak için de yalnız<br />

vücutlerin ve faaliyetlerin değil, kanaatlerin ve imanların<br />

da bir, bütün sarsılmaz bir kitle hâlinde olmasını ister.<br />

Türk vatanının hürriyeti, müdafaası, inkişafı namına bu<br />

günkü Türklerin çekdiği ve çekeceği zahmetlerin mükâfatım<br />

çocuklarının idrâk etmesini beklemeden evvel yine<br />

aynı Türkler idrâk edebileceklerdir. Her ne olursa olsun,<br />

Türk mevcudiyetinin müdafaası her kıymetin fevkindedir.<br />

Tenkitte bu mikyası unutan bir zekânın hükümleri birer<br />

hiyanettir.


347<br />

Bugünkü ahlâkî telâkkimiz<br />

ve lüks<br />

Harbiumuminin vücude getirdiği sefaletler fakir ve<br />

servetsiz insanların iztirabım daha göze çarpacak bir hâle<br />

getirdi. Harbin sonu ile beraber ahlâkî telâkkilerinizde de<br />

bir çok tahavvüüer vücude geldi. Bu günkü zengin dünkü<br />

gibi gözden uzak ve her hususta manevî mesuliyetten beri<br />

değildir. Yeni milletlerde müsavatçılık fikri insanları he r<br />

hususta olduğu gibi servet ve sarfiyat hususunda da daha<br />

hassas kılmıştır.<br />

Onun için temerküz eden servetlerin marazı bir faaliyetinden<br />

ibaret olan lüks her devirden ziyade bu gün insanların<br />

gözüne çarpıyor. Her yerde, her medenî faaliyet<br />

şubesinde lüksten kaçan fakat sadelik ve samimiyete yaklaşan<br />

içtimaî bir temayül seziliyor. Şehircilik, mimarlık,<br />

mobilyecilik, tezyinat bağçeleri, giyinmek .... Gibi her saha<br />

da vicdanlar lükse karşı çekingen bir hâldedir.<br />

Hulâsa hakikate, zevke, kıyafete isyan eden her israf<br />

yalan, çirkin ve gayrı beşeri sayılmak istidadındadır. Denilebilir<br />

ki halis demokrasi lüks ve israf fikirlerinin yabancısıdır.<br />

Yalnız bir mesele insani düşündirebilir : Acaba<br />

büyük servetlerin temerküzü neticesinde güzel sanatler sahesinde<br />

vücuda gelen teceddütleri lüks nefretile birlikte<br />

insanlar kayip etmiyecekler mi <br />

Meselâ Versay siz bir on dördüncü Louis tezyinatı,<br />

saraysız bir Lâle devri nasıl teşekkül edecek . Hakikat<br />

şudur : Lüksün inhitatı halk muhayyelesini zenginleştirecek,<br />

halk sanatlarının inkişafına sebep olacaktır.<br />

Diğer cihetten lüksün vücuda getirdiği inhisarcılık<br />

yerine umumî ve münteşir bir zevk kaim olacak, yalnız<br />

inhisarcı merkezler değil bütün hayat güzel olacaktır.


— 348 —<br />

Şu hâlde ahlâk sahesinde hasbîlik, tesanüt, teavün<br />

sözleriyle ifade etmek istediğimiz demokrasi mefkuresi sanat<br />

sahesinde lüksün ilgası ile kendisini gösteriyor. Avrupa'da<br />

yeni mimarlıkta motiflerin ilgası bu demokratik hareketin<br />

başlıca eserlerindendir. Yeni telâkkiye göre mimarlık motifleri<br />

iptidaîlik addediliyor. Daha doğrusu motifler bir<br />

nevi zaaf, tahakümdür. Bu gün bir Versaiiles vücude getirmek<br />

kabil olmamakla beraber, bütün halk eserlerini birden<br />

sade ve güzel olarak vücude getirmek mümkün oluyor. Şu<br />

hâlde müsavatçılık umdesini samimî surette benimsiyen<br />

milletler için yalnız ahlâkî hars sahesinde değil, bediî ve<br />

medenî icatlar ve tesisler sahesinde de uyanık bulunmak<br />

lâzımdır.<br />

Türkiye şehirlerini imar ederken, yeni Türk mobilyeciliğine<br />

levac verirken medenî müessiselerimizi vücude<br />

getirirken hep müsavatsızlığın helak edici mahsulü olan<br />

lüks yerine, müsavatçılığın öz mahsulü olan sade ve samimî<br />

zevki koymalıdır. Lüks ile mücadele, demokrasi için<br />

ahlâkî bir vazifedir.<br />

Kör gayz<br />

Ruhumuzun garip bir hâli vardır : Her adamdan hoşlanmayız,<br />

her rengi sevmeyiz, her müellif bizim için aynı<br />

derecede cazip değildir. Hatta her saat çalışmamız için<br />

aynı derece de müsayit bulunmaz. Bu hâlleri tetkik ettiğimiz<br />

zaman aklî bir surette izah edemeyiz. Muhabbet veya<br />

nefretimizin mücazip yahut münafiretimizin köklerini haricî<br />

bir sebepte, makul ve müspet bir izahta bulamayız.<br />

Bulamayınca bu bir his meselesi dir, hislerimizin kendine<br />

mahsus bir mantığı vardır, deriz. İşte hayatımız böyle şuursuzca<br />

sarf ve israf ettiğimiz muhabbet ve nefret seyya-


— 349 —<br />

ieleriyle dolu bir hazine gibidir. Yaşıyan insan duyan insandır.<br />

Duymak bir bakıma muhabbetini, nefretini şuursuzca<br />

sarf ve israf etmekten ibarettir. İşte çocuğun ruhiyatı<br />

budur. Hatta bütün hayatî duygunun hamleleri ve zelzeleleryile<br />

sarsılan san'atkânn ruhiyatı budur.<br />

Hatta denilebilir ki aklın, muhakemenin hakimiyetine<br />

teslim olmıyan tabiî ve serazat insanların ruhiyatı budur.<br />

Muhabbet nefret hayatını tabiî surette yaşıyan adamın<br />

mantığı şudur: filân adamı, filân müellifi, filân felsefeyi<br />

sevmiyorum. Çünkü sevmiyorum. Lâkin evvelâ hayvan için<br />

sonra mini mini çocuk için, daha sonra tefekkür manasiyle<br />

medeni leşmiş köylü için, nihayet ruhî faaliyetinin nevi itibariyle<br />

duygu, ilham nahiyesinde çalışan sanatkâr için bu<br />

garip hasasiyet tabiî, yahut zarurî olsun. Medenî adam,<br />

ictimaileşmiş adam, akli ve muhakeme mesleklerinden birine<br />

girmiş adam için bu hasassiyet tabiî midir.. Bu uzvî ve<br />

hayvanı hasassiyetimizi bütün akıl ve muhakemenin sahelerine<br />

kadar yapmıyacağımız var mıdır Meselâ bir idare<br />

adamı tasavvur ediyorum. Bu adamın maiyetinde çalışan<br />

derece derece memurlara karşı hüküm ve kararlarını bu<br />

uzvî hasassiyetin emirlerine göre vermesi ahlâkî vaziyetle<br />

kabili telif midir Korkusmdan hoşlandığı adamın ayaklarına<br />

kapanmak hayvanı tabiati olsun, çehresini beyendiği<br />

adamın kucağına atılmak çocuğun hakkı olsun, sırf çehresine,<br />

saçına sakalına bakarak adam hakkında iyi, mübarek..<br />

Hükümlerini vermek cahil köylünün muhakemesi, olsun<br />

yıldızları çirkin görmek, beşeriyete gayzetmek, hatta insanlığı<br />

tezyif etmek sanatkârın sanati olsun.. Fakat bütün bu<br />

hissî hükümleri idare,, akıl, ilim, hürriyet, zaruret fikirleriyle<br />

birleşebiîir mi Bence Pestalozzi müziç bir pedagoktur,<br />

fakat okurum. Filan adamın şahsı bende tabiî nefret uyandırır.<br />

Fakat onu medenî hürmetle taktir ederim.<br />

Fakat hiç bir kimse filan arkadaşıma daha samimî<br />

olmaktan beni menedemez. O da benim ferdî hürriyetimdir»


— 350 —<br />

Ona kimse karışamaz, Meşrutiyet inkılabını müteakip mühim<br />

bir muallim mektebinde idare hayatına iştirak etmiş olan<br />

genç bir arkadaşımıza bir gün sormuştuk: Filân hoca hakkındaki<br />

fikriniz nedir Cevap olarak " emsalsiz bir mütefekkir,<br />

gayet iyi bir hocadır.. „ dedi. " Halbuki siz onu hiç<br />

sevmediğimizi ihsas etmiştiniz I „ dedik. "Ben ferdî ve hissi<br />

takdirimi vazifeme siçratmam! „ cevabını verdi. Ferdî<br />

duyuşlar içtimaî görüşlerimizi bozmamalıdır.


Bu kitabın sonuna kap sayifesindeki mündericat lavhasında<br />

zikredilen " güzel mazi, estetik ve şehircilik „<br />

hakkındaki yazılarımı dercetmek istiyordum. Böyle yapsaydım<br />

kitap beş yüz sayîfeyi geçecektir. Sanate ayit olan<br />

yazılarımı sanat serlâvhast altında toplaayip bu eserin ikinci<br />

kısmını teşkil etmek üzere ve "sanat n<br />

adiyle ayrı bir kitap<br />

hâlinde neşretmeyi daha münasip gördüm. Bu yeni kitabım<br />

da basılmaktadır.<br />

İsmail Hakkı


Mefkure<br />

FİHRİST<br />

Maksat<br />

Yaşiyacak mıyız<br />

Yalan ve riya<br />

Maneviyet<br />

Mazi ile hâl<br />

Papulas'ın nutku<br />

Keder yolcuları<br />

Vicdan ve irade<br />

Anadolu harbini'n felsefesi<br />

İlâhî zafer<br />

Efzunla istiiâ edilemiyen ülke<br />

Konstantini şaşırtan netice<br />

Şeref kimlerindir<br />

Muharebelerin dersleri<br />

Mefkurenin galebesi kahir dir<br />

Takı zaferde ki timsal<br />

Millî Hareket niçin hürdür<br />

Türk inkılâbının psikolojik mahiyeti<br />

Bahçıvan Ali Osman'ın anlayışı<br />

İnkılâbı tanımak lâzımdır<br />

İhtilâl mi , İnkılâp mı<br />

Yeni hayat<br />

Yeni hayat<br />

Demokrasi nedir<br />

İnkılâpta yarım yoktur<br />

Cumhuriyetimizin temelleri<br />

İnkılâbımız ve fikirler<br />

Mefkuremiz kuvvetli, tekniğimiz<br />

zayıftır.<br />

Büyük inkilâplâr ve yeni teknikler<br />

Gazi<br />

Türk Harekâtı Milliyesi ve Mustafa<br />

Kemal Paşa<br />

Üç hakikat<br />

Yazıldığı tarih<br />

7 Teşrinisani<br />

28 Şubat<br />

9 Mart<br />

22 Ağustus<br />

23 Şubat<br />

16 Mart<br />

25 Mart<br />

23 Teşrinisani<br />

6 Eylül<br />

10 Eylül<br />

16 Eylül<br />

20 Eylül<br />

25 Eylül<br />

29 Eylül<br />

6 Teşrinievvel<br />

20 Teşrinievvel<br />

23 Teşrinievvel<br />

29 Ağustos<br />

15 Şubat<br />

1 Mart<br />

10 Teşrinisani<br />

6 Mart<br />

29 Nisan<br />

3 Mayıs<br />

6 Temmuz<br />

2 Şubat<br />

1931<br />

1920<br />

1920<br />

1920<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1927<br />

1928<br />

1929<br />

1929<br />

1922<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1927<br />

Sayfa<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

9<br />

11<br />

14<br />

16<br />

19<br />

22<br />

26<br />

31<br />

35<br />

38<br />

42<br />

45<br />

47<br />

51<br />

53<br />

55<br />

55<br />

59<br />

61<br />

65<br />

67<br />

70<br />

73<br />

20 Kânunuevvel 1928 75<br />

3 Teşrinievvel I92l\ 79<br />

7 Teşrinievvel 1923 82


- 354 —<br />

Büyük adamın şahsı<br />

Mustafa Kemal şahsiyeti<br />

Gazi'nin en büyük eseri<br />

Tipler<br />

Zevk aptalları<br />

Sırtlan gözüyle<br />

Yeni adam enmuzecî<br />

Terakkiden kaçan adam<br />

Sanatten kaçan adam<br />

Cumhuriyetin adam en müzeci<br />

Faal adam<br />

Müspet kafalı insanlara muhtacız<br />

Usulsüz faaliyet ne işe yarar<br />

Mefhumların esiri<br />

Cemiyete küskün adam<br />

Mütefekkir<br />

Mefhumun öldürdüğü adam<br />

Kaplumbağalar gibi<br />

İçtimaiyat<br />

Anadolu meçhul bir ülkedir<br />

Nasıl terakki edecek<br />

Meçhul dertler<br />

İmlânın hayatı<br />

Hayat kadını<br />

Köye mi, şehre mi<br />

Meşum kesafetsizlik<br />

Nüfus siyaseti<br />

İntiharlara karşı<br />

Hayatlar ve kapları<br />

Demir yollaaı<br />

Evkaf meselesi<br />

Halef selefi niçin takip etmiyor <br />

Türkçenin kuvvetini bilelim<br />

Mefkure ile mevhurae<br />

İçtihat hakkı<br />

Türkçenin zenginliği<br />

Zavallı dilsizler<br />

Yazıldığı tarih<br />

29 Haziran<br />

27 Haziran<br />

9 Haziran<br />

6 Kânunuevvel<br />

13 Kânunuevvel<br />

16 Teşrinievve<br />

15 Mart<br />

22 Nisan<br />

1 Teşrinisani<br />

3 Ağustos<br />

17 Teşrinievvel<br />

9 Kânunuevvel<br />

22 Kânunusani<br />

1 i Haziran<br />

7 Teşrinisani<br />

20 Teşrinisani<br />

21 Teşrinisani<br />

11 Kânunuevvel<br />

3 Kânunusani<br />

23 Kânunusani<br />

24 Teşrinievvel<br />

28 Mart<br />

24 Teşrinievvel<br />

4 Haziran<br />

30 Mayıs<br />

7 Kânunuevvel<br />

20 Kânunuevvel<br />

26 Künunuevvel<br />

6 Ağustos<br />

15 Mart<br />

23 Nisan<br />

2 Eylül<br />

15 Haziran<br />

17 Kânunusani<br />

1926<br />

1927<br />

1929<br />

1921<br />

1921<br />

1923<br />

1925<br />

1925<br />

1925<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1928<br />

1928<br />

1921<br />

1921<br />

1921<br />

1927<br />

1922<br />

1922<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1926<br />

1926<br />

1926<br />

1926<br />

1926<br />

1927<br />

1928<br />

1928<br />

1929<br />

1922<br />

sayfa<br />

85<br />

8S<br />

E0<br />

93<br />

93<br />

99<br />

104<br />

105<br />

107<br />

108<br />

110<br />

112<br />

114<br />

115<br />

117<br />

118<br />

)22<br />

129<br />

132<br />

135<br />

137<br />

143<br />

147<br />

151<br />

155<br />

159<br />

162<br />

163<br />

165<br />

168<br />

170<br />

172<br />

173<br />

175


Çocjklar<br />

355<br />

Çocukları yaşatalım<br />

Yetim de bir insandır<br />

Sokaktaki çocuklar<br />

Çocuk maarifine olan ihtiyaç<br />

Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim<br />

Çocukların oyuncakları<br />

Çocukların odası<br />

Çocuğunun terbiyesini soran anneye<br />

cevap<br />

Çocuk ve bahçe<br />

Çocuklar için iş odası<br />

Türkçülük<br />

Asrî Türklük<br />

Büyük üstadın kabri başında<br />

Yaratıcı türkçülük<br />

Benim anladığım türkçülük<br />

Türk sanatkârının anlaşılmiyan<br />

türkçülüğü<br />

Kadın<br />

Demokrasi ve kadın<br />

Kadın ve hayat<br />

Taadüdü zevcat bir fikir meselesi<br />

midir<br />

10<br />

23<br />

20<br />

25<br />

23<br />

31<br />

10<br />

6<br />

2<br />

2<br />

7 Haziran<br />

5 Teşrinisani<br />

8 Kânunuevvel<br />

13 Mart<br />

23 Mayıs<br />

14<br />

22<br />

26<br />

Yazıldığı tarih<br />

Teşrinievvel<br />

Mart<br />

Nisan<br />

Mayıs<br />

Kânunuevvel<br />

Teşrinievvel<br />

Teşrinievvel<br />

Teşrinievvel<br />

Şubat<br />

Eylül<br />

Kânunusani<br />

Şubat<br />

Şubat<br />

1923<br />

1924<br />

1928<br />

1926<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1924<br />

1924<br />

1923<br />

1928<br />

1928<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

sayı<br />

181<br />

184<br />

188<br />

191<br />

200<br />

202<br />

204<br />

206<br />

208<br />

210<br />

215<br />

219<br />

219<br />

220<br />

221<br />

225<br />

227<br />

230<br />

Türkiye'de cemiyet ve kadın 20 Eylül 1927 233<br />

Ruhiyat<br />

Türkün seciyesi<br />

1 Eylül 1922 239<br />

Seciye<br />

4 Ağustos 1924 246<br />

İstidat bahsi<br />

18 Eylül 1924<br />

Seciye içtimaî bir mahsul<br />

Yokluktan varlık çıkar mı <br />

İstidaden zayıf<br />

Çok okumak<br />

Maddiyatperestler ve yeni gençlik<br />

Örümcek alan canbazlar<br />

1<br />

2<br />

4<br />

30<br />

14<br />

12<br />

Kânunusani<br />

Mart<br />

Nisan<br />

Kânunusani<br />

Şubat<br />

Mavi s<br />

192S<br />

1928<br />

1924<br />

1930<br />

1921<br />

1921<br />

247<br />

249<br />

251<br />

252<br />

253<br />

257


— 356<br />

<strong>Felsefe</strong><br />

Batınî hakikatler<br />

Tarih ve hayat<br />

Maziye dayir<br />

Bergson'un felsefesine dayir<br />

Taklit mi, hazım mı <br />

Şimdilik, fena mı <br />

Sanat ve felsefe<br />

Basitçilik<br />

İlim ve ihtisas mefhumu<br />

Ne esaret ne de anarşi, sadece<br />

tekâmül<br />

<strong>Felsefe</strong> gayzı<br />

Tedricen<br />

Hürriyet<br />

Tezat kabul etmiyen felsefe<br />

Mefkure ile mevhume<br />

Hayatın arkasından giden felsefe<br />

Feylesofları anlarken<br />

Tabiat mı, medeniyet mi<br />

Vuzuh<br />

ilim İstılahları<br />

Metafizik<br />

Hayasızlık<br />

Ahlâk<br />

Hayır ile şer<br />

Temizlik ve medeniyet<br />

Cezası olmıyan cürümler<br />

Adabı muaşeret<br />

Kast zihniyeti<br />

Gösteriş<br />

Gayzın mantığı<br />

Tezyif âcizlerin içkisidir<br />

İçtimaî mesleklerin adisi olur mu<br />

İstirap çekenler için<br />

Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti<br />

Tahakküm var mı<br />

Tenkidin zulmü<br />

Bugünkü ahlâkî telâkkimiz ve lüks<br />

Kör gayz<br />

—<br />

Yazıldığı tarih<br />

29 Kânunusani<br />

8 Şubat<br />

28 Şubat<br />

25 Kânunusani<br />

27 Ağustos<br />

6 Kânunuevvel<br />

20 Kânunusani<br />

4 Şubat<br />

18 Mart<br />

15 Nisan<br />

3 Mayıs<br />

16 Ağustos<br />

15 Mart<br />

14 Nisan<br />

23 Nisan<br />

26 Temmuz<br />

27 Kânunuevvel<br />

1 Ağustos<br />

15 Teşrinisani<br />

24 Teşrinisani<br />

Temmuz<br />

5 Temmuz<br />

5 Mart<br />

23 Haziran<br />

20 Temmvz<br />

20 Ağustos<br />

29 Ağustos<br />

10 Eylül<br />

18 Teşrinievvel<br />

1 Mart<br />

7 Mart<br />

21 Kânunuevvel<br />

2 Nisan<br />

3 Şubat<br />

1922<br />

1922<br />

1922<br />

1923<br />

1924<br />

1926<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1927<br />

1928<br />

1928<br />

1928<br />

1928<br />

1929<br />

1929<br />

1929<br />

1929<br />

1930<br />

1922<br />

1922<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1924<br />

1925<br />

1926<br />

1926<br />

1927<br />

1927<br />

sayl<br />

263<br />

265<br />

269<br />

271<br />

276<br />

278<br />

2S0<br />

282<br />

285<br />

287<br />

289<br />

291<br />

293<br />

295<br />

296<br />

298<br />

299<br />

300<br />

301<br />

302<br />

30î*<br />

305<br />

311<br />

314<br />

316<br />

320<br />

323<br />

325<br />

328<br />

339<br />

334<br />

337<br />

339<br />

341<br />

344<br />

347<br />

348


Terbiye<br />

Müellifi: İsail Hakkı<br />

İstanbul Darülfünununda terbiye ve içtimaiyat müderrisi<br />

İsmail Hakkı beyin muhtelif terbiye meselelerini tetkik eden<br />

yeni bir eseridir. Başlıca mevzuları şunlardır: Maarif teşkilâtı,<br />

usul, Darülfünun, yüksek mektepler, iktisat ve terbiye, ilim ve<br />

terbiye, sanat ve terbiye, müşterek terbiye, terbiyeciler. Kitabın<br />

«maksat,, kısmında şu sözler vardır:<br />

" Bu kitap on iki senedenberi Cumhuriyet maarifi ve terbiye<br />

tenkitleri hakkında yazdığım dağınık yazıları topluyor. Her<br />

makale ayrı bir tarihte, ayrı bir davanın müdafaasıdır. Onun<br />

için bu kitabın parçaları arasında aynı eserin fasılları arasındaki<br />

şekil ve tertip münasebeti yoktur. Fakat bu ayrılık düşünce<br />

esasında birleşmelerine mani olmamıştır. Çünkü ben ilk kitabım<br />

olan " Talim ve terbiyede inkilâp ,,'ın neşrindenberi aynı kanaatleri<br />

taşıyorum ve yirmi senedenberi bunlardan hiç ayrılmadım<br />

Bence terbiye fikri medeniyet fikrinin bir manzarasıdır. Her<br />

medeniyet gibi terbiyenin de tabiatte bir yeri vardır. Terbiye hem<br />

bir tenkit ifade eder, hem de hususiyle bir zihniyet ifadesidir<br />

Bu zihniyet esasını taşı m ıy an bir terbiye sağlam değildir. Ben<br />

şeniyetin şu veya bu unsuruna ötekilerinden daha fazla ehemmiyet<br />

verenlerden değilim. Meselâ ahlâk terbiyesini müdafaa için.<br />

ilim veya sanat terbiyesinin mevkini sarsmam, buna lüzum yoktur.<br />

Nitekim sanat harsini müdafaa ederken de ona ahlâkî bir<br />

hüviyet eklemem. Bu da faiydesizdir. Bence medeniyette her şey<br />

yerli yerinde ve kendisine göre bir ehemmiyette olmalıdır. Uzviyet<br />

hayatında hiç bir vazifenin ötekinden daha lüzumlu veya<br />

kustî olacağım düşünmediğim gibi, cemiyet hayatında da hiç bir<br />

harsın ötekilerinden fazla veya eksik kıymette olacağını düşünmem.<br />

Salim ve tabiî şahsiyetlerin teşekkülü için beşerî mirasın<br />

her parçası alınmalıdır. Cemiyet sınıflarından kalkmış olan imtiyazlar<br />

medeniyet müessiselerine yerleştirilmemelidir. Beni 1<br />

bütün<br />

fikir ve meslek hayatinea en çok sinirlendiren temayüllerden biri<br />

de kelimeler ve klişelere şeniyetlerden daha fazla ehemmiyet


ve kıymet verilmesidir. El'an bir çok terbiye meselelerinin gayet<br />

yanlış bir surette anlaşılmakta olduğunu görüyorum. Hurafelerin<br />

daığlması için tam ve doğru fikirlere ihtiyaç vardır. Yoksa fikirler<br />

terakkinin amili olacak yerde engeli olurlar. Türkiye siyasî<br />

sahede çok büyük adımlar atmıştır. Bu adımları teknik sahesinde<br />

de atması lâzımdır. Tenkidin dili ne kadar keskin olursa olsun,<br />

söyliyeceği sözü biliyorsa incitmez. Fakat söylemek lâzım olan<br />

yerde söylemelidir. Susmak, doğru, iyi ve güzel ihtiyacı duyulurken<br />

eğri, kötü ve çirkinle oyalanmak içtimaî ölümün kendisidir.<br />

Yanlış bir tenkit doğru bir tenkitle daraianır ve ondan hayata<br />

hiç bir zarar gelmez, Fikirlerdeki anarşi bile ahlâkî anarşi gibi<br />

helak edici değildir ve hayat için anî hiç bir tehlikesi yoktur.<br />

Fikir sahesinde meşum olan, susmak ve bildiğini, doğru bildiğini<br />

söylememektir. Bu kitabın içindeki yazılar doğru söylemek,<br />

poğruyu aramak için doğru niyetlerle yazılmıştır. Hayat bunların<br />

hangisini beğenir alır, hangisini beğenmez atar, onu hiç kimse<br />

kestiremez. Benim için yapılması lâzım gelen bir şey vardı ki<br />

onu yaptım. Dağınık, kesik, ve intizamsız bir surette söylediğim<br />

bir çok sözleri ve yazdığım bir çok yazıları bir kitap kabı içinde<br />

toplanmış olarak Türk vatandaşlarına arzetmek, işte ben onu<br />

yaptım. Bu eser Türk şuurunu teşekkülünde en ufak bir yazife<br />

yapsa yine mesut olurum,,.<br />

Kitap 156 Sayifedır. Fiat 150 kuruştur.


I-1 AT İ f ttö : ÜİlTÜlSİ 1HO KUfttJŞ<br />

SUHULET KÜTÜPANESİ NEŞRİYATI<br />

I0Ü Onların lomanı Aka Gündüz<br />

100 Üb kızın romanı<br />

75 Aysei<br />

75 Acımak<br />

Reşat Nuri<br />

125 Yeşil gece<br />

100 Leylâ ile Mecnun<br />

150 Şimşek<br />

Peyami Safa<br />

150 Bir akşamdı<br />

i 00 Fatih-Harbiye<br />

100 Bir tereddüdün romanı „ „<br />

150 Ak saçlı genç kız Mahmut Yesarİ<br />

i 50 Çulluk<br />

150 Su Sinekleri<br />

150 Bahçemde bir gül açti M<br />

„<br />

100 Kalbimin suçu „ „<br />

100 Ölünün gözleri » „<br />

50 Kırlangıçlar<br />

40 Şeker Osman<br />

150 Yakılacak kitap<br />

150 Iztırap çocuğu<br />

175 Beş hasta var<br />

50 Gün doğmayınca<br />

Yusuf Ziya<br />

Etern îzzet<br />

Ercüment<br />

Ekrem<br />

125 Meşhedi Aslan peşinde „<br />

100 Meşhedile devri alem<br />

60 Zeynep Hayriye Melek Hunç<br />

75 Gönül gibi Suat Derviş<br />

50 Benimi<br />

50 Buhran gecesi „ „<br />

J 75 Gökmen Güney Halim<br />

İ200 Son yıldız Mehmet Rauf<br />

İ25 Sönen iŞik<br />

Mebrnre<br />

125 Niçin beni aldattın ., „<br />

1150 Kadın kalbi Saffet Nezihi<br />

75 Leke Vü - Nû<br />

100 Çocuk kalbi İbrahim Alâestin<br />

100 Şen Yazılar<br />

50 tik gençlik „ „<br />

100 Tais Anatol Frans<br />

75 Babil Melikesi Selâmı îzzet<br />

75 Küçük hanımın kısmeti „<br />

60 Geceye aşık „<br />

35 Cennet Hanım M. Sadretthı<br />

65 Çölde istanbul kızı Esat Mahmut<br />

20 Aşk ve IhanK Tolestoy<br />

50 Acıklı bir sergüzeşt „<br />

50 Küçük Yakup Mehmet Ali<br />

50 Robenson ıssız adada „ „<br />

100 Mefe Yusuf Osman<br />

25 Kalpazan Salih Münür<br />

700 Zümrütüanka koleksiyonu 2 Cilt<br />

(müceîîet) Bir Heyeti edebiye<br />

35 Zümrütüanka Salnamesi „ „<br />

300 Ayine koleksiyonu „ „ „<br />

500 Cem koleksiyonu (eski) Refik<br />

1-33 Halil<br />

500 ,. „ î—48(yeni) Cemil<br />

50 Musiki nazsrîvan Muhittin Sadık<br />

ŞİİRLER<br />

150 Bir^ömür böyle geçti Faruk Nafiz 25 Çakıl taşlan Necmettin Halil<br />

100 Ben ve ötesi Necip fazıl 50 Zindan ismail Safa<br />

75 Kafatası Nazım Hikmet[290 Tıirk edebiyatı tarihi ve nü'mu-<br />

75 Benerci kendini niçin öldürdü J neleri Sadettin Nüzhet<br />

50 Persefon Salih Zekij 30 Hazan rüzgârları Ş. Nihâi<br />

75 Asya şarkıları<br />

75 Çanakkale izleri I. Alâettin<br />

İLİM KİTAPLARI<br />

15 Derviş sözleri Tokatî zade Sekip<br />

15 Zehrifüsun M. Hayret<br />

125 içtimaî mektep ismail Hakkı 75 İstanbul nasıl eğleniyordu R.A.<br />

125 Mürebbilere „ „ 75 Ankara Avrupa siyaseti H. Adem<br />

125 Terbiye<br />

„ „ 125 Kooperatifçilik Suphi Nuri<br />

100 Tarihi'n tedrisi „ ,, 1150 Tarih ticaret Kenan<br />

100 Bediiyat Mustafa Namık- 30 Centlimen<br />

H, Bahri<br />

100 Türk" inkılâbı Celâl Nurij 75 Gizli ilimler ansiklopedisi<br />

100 Yeni adabı muaşeret M. Dalkılıç!<br />

Muhittin Dalkılıç

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!