07.02.2015 Views

şehir - Bizim Kulliye Dergisi

şehir - Bizim Kulliye Dergisi

şehir - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,<br />

Elinizdeki sayımızın dosya konusu Şehir ve Şair.<br />

Şehir, en çok şaire yakışır. Bir ressam şehirliyse<br />

şehrin rengi, bir şair şehirliyse şehrin sesi değişir. Bu<br />

ittifakı bir kenara itelesek de şehre dair renk ile sesin<br />

nitelik ve nicelik açısından diğer yerleşim birimlerinkini<br />

üçe beşe katladığı gerçeğini bir kenara öyle kolay<br />

kolay iteleyemeyiz.<br />

Şehrin gittikçe yoğunlaşan, yoğunlaştıkça da<br />

giriftleşen ilişkiler ağında, vatandaşlıktan ötesi ve<br />

istatistiki verilere dâhilinden başka yönü olmayan bir<br />

insanın devinimi bile şehrin şairi için temadır. Caddeler,<br />

sokaklar, parklar, bahçeler, meydanlar, otobüs ve<br />

minibüs durakları, beklemeler, mesai çıkışları, köşe<br />

başı dilencileri şair için ilham perisidir. Çok katlı<br />

alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden<br />

çıkarak aynalı ve lambalı vitrinleri önünden geçerken<br />

cansız mankenlerin fısıltılarını da duyar. Orhan Veli’nin<br />

duyduğu ve gördüğü gibi:<br />

Dikilir köprü üzerine,<br />

Keyifle seyrederim hepinizi.<br />

Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,<br />

Şıp diye geçer köprünün altından;<br />

Kiminiz düdüktür, öter;<br />

Kiminiz dumandır, tüter;<br />

Şehir yazılmaya ne kadar müsait ve hazırsa şair de<br />

yazmaya…<br />

Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şehir ve Kitap”<br />

Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet<br />

olunuz.<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye


Şehir ve şair<br />

NAZIM PAYAM<br />

Anka, varlığını<br />

tescilleyip kendisine<br />

veya ilgisine bir yuva<br />

arasaydı her hâlde,<br />

hâlden anlayan<br />

İstanbul’u seçerdi.<br />

Yedi tepesinden<br />

birine konar,<br />

çöreklenir, hayat<br />

ağacını tüylerinin<br />

rengiyle süslerdi.<br />

İçindeki kuşları<br />

salıverip ruhunu<br />

kanatlandıracağı<br />

inancıyla ediplerimiz<br />

de öyle yapmıyor<br />

mu<br />

Kader denilen pusula<br />

Mevlana’yı Belh’ten,<br />

Şems’i Tebriz’den<br />

getirtip nasıl Konya’da buluşturduysa,<br />

keşke beni de üç<br />

günlüğüne de olsa eserlerini<br />

okuduğum o büyük dehaların<br />

şehirlerine götürseydi. Onlar,<br />

hangi atmosferin çocuğudurlar, duygu çıbanlarını<br />

kimler sıkmıştır Boyunları neden kurgu<br />

düşlerinde asılı kalmış Ayrıcalık şairde<br />

mi, şehir de mi Bilmek, öğrenmek isterdim.<br />

Bu, hâlâ şiddetinden sarsıldığım bir arzudur.<br />

Kuşkusuz, hayatı kuşatan hâlleri sarsıcı öngörüleriyle<br />

anlatan o insanların mekânını<br />

yaşadığıma dair tanık göstermekten çekinmezdim.<br />

Kırk yıl önceydi, çarşılarında, camilerinde<br />

bir hizaya ve ruha dâhil edilen yerli güzelliklerimizin<br />

yüksek numunelerinden mülhem<br />

İstanbul’a ilk adımı attığımda, aklıma gelen<br />

Fatih’ti. Ama ben bu yeryüzü cennetini elimde<br />

“Kendi Gök Kubbemiz”le dolaşmış, semtlerin<br />

adını, hatırasını Yahya Kemal’in hülyasıyla<br />

anmıştım. Görmediğim, gezmediğim<br />

yer kalmasın, kuruntusundaydım: Yetmedi…<br />

3<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


“Kandilli’den Çubuklu’ya çıktık gezintiye<br />

Yalnız kürek sadâsı gelen bir kayıktayız.”<br />

…<br />

“Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle,<br />

Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle”<br />

…<br />

“Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!<br />

Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!”<br />

…<br />

“Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,<br />

Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimârı<br />

Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı”<br />

…<br />

“Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye…”<br />

“Silkin ve sakin ol! dedim âvâre gönlüme.”<br />

Bugün değilse yarın, bu şehirde değilse bir<br />

başka şehirde aradığın en uzun, en içli, ölümsüz<br />

hikâyeyi bulur, kıyısından, köşesinden bir biçimde<br />

ona dâhil olursun. İlla İstanbul’da diyorsan, o<br />

başka. Ömrün oldukça uğrar, ararsın. İstanbul,<br />

şairler, yazarlar payitahtı. Daha nice edip, hatırasının<br />

nemli sayfalarını açmış seni bekliyor. Yalnız<br />

onlar mı Divitinden mürekkep damlayan postnişin<br />

de…<br />

Münzevi günlerimde sezmiştim: İnsan mucizesini<br />

hiçbir müdahaleye dayanmaksızın huşuyla<br />

izleyen İstanbul’un bir başka büyüsü de<br />

herkesin geceye gömüldüğü saatlerde iki baş<br />

bir gönül olanlara uzlet zenginliği taşımasıydı.<br />

Burada gökten denize düşen yıldızlar, usul usul<br />

tepelere tırmanır, oradan kimsesizlerin, yoksulların<br />

evine, otel odalarına iner, selam verir, selam<br />

alır. Ardından, onları minaresinden, hisarından,<br />

çeşmelerinden akanla bir başlarına bırakır. Muhabbet,<br />

sabaha dek sürer. İnsana unutturulan şey<br />

uyumaktır. Hastası, elgini, ihtiyarı; tevekkülün<br />

edindirdiği uyumla bakar hayata.<br />

Yahya Kemal’in tespitidir: “İklimden anlayan<br />

gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski<br />

semtlerinden herhangi birini, mesela: Koca<br />

Mustâpaşa semtini yahut Eyüb’ü yahut Üsküdar’ı<br />

yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza<br />

eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i<br />

bir hüküm vererek der ki: “Bu halk bu iklimde<br />

ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden<br />

ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”<br />

Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgisine<br />

bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan<br />

İstanbul’u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar,<br />

çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi.<br />

İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı<br />

inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor<br />

mu<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar da Yahya Kemal’le<br />

İstanbul’da buluşmuştu. Yahya Kemal, konuğunu<br />

uzun süre yanında tutmuş, yalnızca çeşme başlarında<br />

soluklanmak kaydıyla ona şimdilerde harap<br />

olmuş han, hamam, külliye ve kuleleri gezdirmiş,<br />

eski edebiyatımızda kısım kısım nadasa bırakılmış<br />

bu Müslüman Türk şehrini; İstanbul’u, bir<br />

bütün olarak ve yeniden fethedercesine işlemişti.<br />

Sonrası malum: Üstadın Aziz İstanbul’una<br />

karşılık Tanpınar’ın Beş Şehir’i…<br />

Eserini kalp yağmuruyla yoğuran, cümlelerini<br />

mazi ateşiyle pişiren, noktasını elmasla, alyansla<br />

süsleyen bu Yahya Kemal tilmizi, şehrengizler<br />

meclisine girdiğinde o vakte kadar üç beş semtin<br />

tapusuyla caka satanlar, usulca oradan ayrılırlar.<br />

Yine kapılar İstanbul’da açılmıştır. İstanbul yine<br />

sevdalı kalemlere serzâkirlik etmiştir. Ve yine<br />

Anadolu’nun yerine yakışan gürbüz kalemleri boş<br />

yerleri doldurmakta gecikmez. İşte “Uzun Çarşının<br />

Uluları”, “Altıncı Şehir”, “Yedinci Şehir”,<br />

“Kanatsız Kuşlar Şehri”, “Harput Şehrengizi”,<br />

“Geçmiş Zamanın Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri”…<br />

Üstümüzden çıkardığımız ile üstümüze giyindiğimiz<br />

arasındaki fark, renkler solmayınca<br />

sezilmiyor. Ancak kabına sığmayan coşku daima<br />

yeniden doğar.<br />

Bizler mizacımızın bahşettiği zevk meşguliyetiyle<br />

toplumun bir parçası oluruz. Yeni, dediğimiz<br />

şeyler de bu zevk meşguliyetiyle topluma<br />

sızar. Yeniyi topluma sızdıracak şahsiyetli<br />

parçanın elzemi ise muhittir. Nice kalem erbabı,<br />

evvelinden oluşturulmuş muhitinin eseridir; hele<br />

taşrada! Taşrada erbabın inadı, ciddiyeti, ölçüsü<br />

ve bardağı taşırması evvelkilerden gelir. Sokağa,<br />

mahalleye, oradan şehre açılan pencereler zevke<br />

sindirilen merak ve heyecan iledir. Zaten istikbale<br />

emek sarf etmeye namzet yetenekleri, günübirlik<br />

uğraşlardan kurtaran da meraktır, heyecandır.<br />

Artık bugünün muhipleri, mazide kalan hayatın<br />

tarihini, musikisini, şiirini bir başka muhibbe<br />

ulaştıracak yolu bulmuşlardır.■<br />

4<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


DOLDURDUM BARDAĞIMA<br />

BÜTÜN İSTANBULLARI<br />

1.<br />

Bir şadırvanın yorgun gölgesinde<br />

Üşüyen erguvanlara düşüyorsa soğuk nefesim<br />

Kan ter içinde bekler adımlarım<br />

Halatı kopmuş vapurların güvertesinde<br />

Evleri devrilmiş bütün sokaklarda<br />

Islık çalmadan yürüyorum<br />

Sarmaşıklar arasından yükseliyor ayın on dördü<br />

Tunçtan sabahları özlüyorum döşümdeki atlasın<br />

Bu şehir beni hiç sevmedi<br />

Martılar ve güvercinler uğramadı çatılarıma<br />

Tuhaf bir ihanetle kucakladı minareler gölgemi<br />

Türküler söyleyen dudağımdaki taşlardan korudum<br />

Adımlarıma yapışan kaldırımları<br />

İstanbul çizdim avcuna yağmur bakışlı çocukların<br />

Her sabah kurşun kubbelerde gerinen güneşi tanıyorum<br />

Denize düşmüş ağlarda kıvranan istavritin sancısını<br />

Daracık sokaklardan ağzı açık caddelere akan<br />

Ürkek babaların şaşkınlığını<br />

Ağlamalarını anlıyorum hoyrat elde gün görmemiş annelerin<br />

İç denizinde boğulan tepelerini diri çıkmış sabahların<br />

Yüzü sızlayan İstanbul’u<br />

Şehre her girişimde bir İstanbul daha kalıyor geride<br />

Yaralanmış sevgililer yarım sesler kır kahveleri<br />

Sahilden bir yalı çekiyorum en olmadık yerlerde<br />

Kurt yeniği ahşaplar dökülüyor sırlı tarihinden dizelerin<br />

Eliböğründelere yaslanmış içli bir İstanbul türküsü<br />

2.<br />

Şimdi dedim<br />

Lale zamanıdır<br />

Vurdum adımlarımı hırçın Marmara boyunca<br />

Birbirine benzeyen kahkahalar yükseldi çiçek tarlalarından<br />

Güneş kavuran surların gölgesinden geçtim<br />

Düştüm şerbet serinliği maviliğine dalgaların<br />

Utangaç sesiyle ısındım nargilenin marpucundaki közde<br />

3.<br />

Tutsak Yedikule’de zindana iki sevgili<br />

Bu iki sevgili ki İstanbul kadar tarumar<br />

5<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Gemiler dolusu şahmeran geçer sokaklardan<br />

Yahya Kemal’den şiirler dökerek kaldırımlara<br />

Kıyıya vuran sirenler ürkütür vapurlarını bile<br />

Pörsümüş dubalarını döver dalgaların inadı<br />

Kimde İstanbul olur mavnadan düşen balık<br />

Ve kimden sorulur cumbaların sessiz isyanı<br />

Bilirim nice yazlar geçer uzaktan el sallayarak<br />

Şebnem titrer lalenin savrulan yelesinden<br />

Uyur İstanbul’un bütün seyip yüzleri<br />

Yitik bir şiirde ancak bulurum yönümü<br />

4.<br />

“bağlamaz firdevse gönlüni galata’yı gören”<br />

Ciğerlerine çekmişse İstanbul’un efsunlu dumanını<br />

Ve almışsa balkonlardaki menevişlerin işaretini<br />

Her âşık<br />

Şaşırır yolunu gidip durduğu sevgilinin<br />

Aydınlık ve karanlık birbirine tutunmuş<br />

Geçerken yüzlerce yıldır şadırvanlı sokaklardan<br />

Kızaran ufukla birlikte açarak gözlerini camiler<br />

Yani o Müslüman taşlardan yapılmış camiler<br />

Biraz daha İstanbul olur her gün doğuşunda<br />

Bilirsiniz belki ancak şehir konuşur<br />

Geceyi gündüze bağlayan bütün zamanlarda<br />

Ay bölünmüş olsa da bıçak sırtlı minarelerle<br />

Canlı cansız ne varsa oturur yerli yerinde<br />

Dokunursunuz bazen şehrin alınyazısına<br />

Bilinmedik suçlar kuşatır küçücük dünyanızı<br />

İstanbul’da düşer sırrı bütün aynaların<br />

Ağrıyan coğrafyaların mehlemi saklıdır serviliklerde<br />

Çaresiz uykusundan bilerek uyanmaz Ayasofya<br />

Ve sürekli kanar maskelenmiş gözleri<br />

Kimse görmez<br />

Şifreli gözyaşlarıyla kovalar Cenevizli korsanları<br />

Ağlayan yanlarını saklayarak hepinizden<br />

Tan yeri evliya mezarları<br />

5.<br />

Doldurdum bardağıma bütün İstanbulları<br />

İntihara meyilli bulutları sıkarak avcumda<br />

Yatıştırdım öfkeden kudurmuş yanlarımı<br />

Şimdi masmavi bir düşün tam ortasında<br />

Çiziyorum kadim hüsranlarını kilitsiz hisarların<br />

Ve oturup çarmıhtaki Boğaz’a karşı<br />

Ağrıyan yanlarından seviyorum İstanbul’u<br />

ÖZCAN ÜNLÜ<br />

6<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


JULIET’İN BORDO ELBİSESİ<br />

Annesi seçerken kumaşını Juliet hiç oralı olmadı<br />

Bordo ipek mermer masadan kalktı<br />

Masa da: mermer ve pirinç dikkatli okur<br />

Saçlarını tararken hizmetçi, başka günler elbisesini giydirirken<br />

Juliet aynı Juliet mi<br />

Ağzını bıçak açmaz<br />

(Shakespeare İngilizcesinde yoktur bu deyim<br />

Anlatanın tasarrufu, ha tamam)<br />

Diken istenilen günde bitirdi<br />

Annesinin dileği<br />

Juliet kan içinde, kara içinde, sarı içinde<br />

Elbise bordo, kurdele, neşe içinde<br />

Bir parçası balkonda takılı kaldı gece<br />

Juliet bilir mi, bilmez<br />

Kalbi malum, aklı korku, umudu çirkin cüce<br />

Arkası kin, önü karanlık<br />

En çok sen sobelenirsin Juliet<br />

Romeo’yu öyle görünce<br />

Bordo elbise zehir oldu Juliet’e<br />

Bunların tamamı ve daha fazlası<br />

Aslı’nın bir düğmesi değil midir<br />

SEVAL KOÇOĞLU<br />

7<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


MUSTAFA SİNAN KAÇALİN*<br />

ile dil üzerine<br />

Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki<br />

bir Rus romanını okuyor mu Evet, okuyor. Biz<br />

Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,<br />

okuyamıyor muyuz Asıl problem budur.<br />

Bir kere Türk olmayı kültür manasında<br />

reddetmeyi bir marifet biliyoruz.<br />

TANER NAMLI<br />

Mustafa Sinan Kaçalin<br />

1957 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden<br />

mezun oldu. 1990 yılında doktor oldu. 1983-1990 yıllarında<br />

Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde görev yaptı.<br />

1987-1989 arasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından<br />

Macaristan’da Lóránd Eötvös Üniversitesi Türk Dili<br />

Kürsüsünde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildi.<br />

Aynı sürede Szeged József Attila Üniversitesi Altayistik<br />

Kürsüsünde çalıştı. 1989’de Marmara Üniversitesindeki<br />

görevine döndü, 1994-1999 arasında yardımcı doçent<br />

unvanıyla öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998’de doçent<br />

oldu. 1998’de Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi<br />

Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. 2000-2002 yıllarında<br />

Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesi Türkoloji Bölümünde misafir öğretim üyesi<br />

olarak görev yaptı. 2006 yılında Profesör oldu. 2010<br />

Şubat 25-Temmuz 11 tarihlerinde Pekin Minzu Üniversitesi<br />

Uygur Dili ve Edebiyatı Fakültesinde Karahanlıca,<br />

Harezmce ve İslam kültürü ve dilinin Uygur diline tesiri<br />

konularında yüksek lisans ve doktora dersleri verdi.<br />

Hâlen Türk Dili Kurumu Başkanlığını yürütmektedir.<br />

Hocam, öncelikle bir dil âlimi olmanız ve<br />

elbette Türk Dil Kurumu Başkanlığı göreviniz<br />

dolayısıyla Türkçenin bugünkü sorunlarını<br />

tespit etmenizi isteyerek sohbetimize başlamak<br />

istiyorum.<br />

Türkçenin sorunu yok. Türkçeyi konuşanların<br />

sorunu var. Türkçenin konuşulmasında,<br />

Türkçeyi kullananlar arasındaki başlıca sorun,<br />

bilgiyi bizlere dışarıdan taşıyan çift dilli mütercimlerden<br />

kaynaklanıyor. Asıl problem budur.<br />

Herkes belediyenin hassasiyetini dil kurumuna<br />

mal ediyor. Ne olacak bu sokaklardaki tabelalar!...<br />

Haftada bir aynı soru, aynı dikkat. Bu<br />

aslında dikkatsizlik ve bilgisizliktir. Ve dert yananın<br />

kendisi de yabancı tabelalı mağaza açıyor,<br />

ilgi gördüğünü söylüyor ama bunu yine sorun<br />

gibi görüyor. Sorun bu değil. İki sorun var: Birinci<br />

sorun, mütercimlerimizin dili bozuk. İkinci<br />

sorun, Türkler olarak Türkçe konuşan, Türkçe<br />

yazan atalarımızın metinlerini okuyamama<br />

* Türk Dil Kurumu Başkanı<br />

8<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


cehaleti içindeyiz. Başka sorun yok.<br />

Dilde yozlaşma bahsinin amaca hizmet etmeyen,<br />

sun’î birtakım tartışmalar etrafında<br />

döndüğünü söyleyebilir miyiz<br />

Bu bir sosyal problemdir. Ben bir şey biliyorum,<br />

insanlarımız da farkına varsın, şuurlanalım<br />

diye bazı konular gündeme getirilir. O ayrı mesele.<br />

Konuyu gündeme getirdiğini sanan kişi,<br />

konunun yirmi beşinci kere gündeme getirildiğinin<br />

farkında değil. Uyuyarak gündeme getiriyor<br />

meseleyi. Tabela meselesini anlatıyoruz. Yirmi<br />

gün sonra, ne olacak bu tabelalar, bu sokakların<br />

hâli. Bir hafta sonra yine aynı soru. Sorduğu<br />

zaman dinlemiyor, bir başkasının sorduğunu da<br />

takip etmiyor. Tabelaları belediye ruhsatı engeller.<br />

Biz ne yapabiliriz ki. Size şöyle söyleyeyim.<br />

Siz gıda uzmanısınız diyelim. Tıp fakültesinde<br />

çalışıyorsunuz. Gıdaların içine bozulmayı engelleyici<br />

ilaç katıldığında, bunun sağlıksız<br />

olduğunu biliyorsunuz. Çorba, sulu yemekler,<br />

sağlıklı yemekler yenmesi gerekiyor; tost, gazoz<br />

gibi şeylerle beslenmek iyi değildir, bunu biliyor<br />

ve söylüyorsunuz. Çocuğun biri şişman, bu hastalığın<br />

içine girmiş, böyle beslenmekten dolayı<br />

vücut dengesi bozulmuş; bir elinde gazoz, bir<br />

elinde kaşarlı tost. Bak evladım, yeme, diyor musunuz<br />

ya da deme yetkiniz var mı O da diyor<br />

ki, sana ne amca, canım böyle istiyor. Ben beslenme<br />

hekimiyim, dikkat etmek zorundasın deseniz,<br />

amca, işine git demez mi Aynı şey dil noktasına<br />

gelince, ne olacak sokaktaki tabelaların hâli, nereye<br />

gidiyor bu dilimiz. Çok köylüce ve amiyane<br />

bir şekilde, bu dil nereye gidiyor diyorlar. Bu dil<br />

nereye gidiyor biliyor musunuz: Senin ağzındaki<br />

dil iyi bir yere gidiyorsa, bu dil iyi bir yere gider.<br />

Sen başkasıyla uğraşma, kendinle uğraş demek<br />

lazım. Tekrar başa dönüyoruz. Asıl problemimiz,<br />

bize bilgiyi taşıyan mütercimlerin dilinin<br />

bozuk olmasıdır. İlk problemimiz bu. İkinci<br />

problem şu: Biz atalarımızı reddediyoruz. Sözlüğe<br />

bakmadan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın<br />

hayattayken yazdığı bir metni okuyabilen insanı<br />

şimdi bulamazsınız. Hüseyin Rahmi çok eski<br />

değil. Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene<br />

önceki bir Rus romanını okuyor mu Evet, okuyor.<br />

Biz Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,<br />

okuyamıyor muyuz Asıl problem budur. Bir<br />

kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi<br />

bir marifet biliyoruz. Eskiden lafıyla birçok<br />

şeyi reddetme durumuna girdik. Eskiden diyerek<br />

araya çizgi koyuyoruz, yeni abuk sabukluğu<br />

ikame ediyoruz. Mesela, fersûde kâğıt diyoruz.<br />

Affedersiniz ne dediniz, diyor. Kullanılmış kâğıt<br />

deyince anlıyor. Fersûdeye ne oldu da kullanmıyorsun.<br />

Mükerrer nüshaları şuraya ayır diyorsun,<br />

ne diyorsunuz diyor. Ne oldu Nerde sıkıntı<br />

var Niye mükerreri kullanmıyoruz Tekrarlı mı<br />

diyeceğiz yani Yineli nüsha mı diyeceğiz Benim<br />

atamın kullandığı bir dil bu. Ben önce atamdan,<br />

anamdan bu dili öğreniyorum. Sonra kalkıyorum,<br />

ayaklarım yere bastığı zaman diyorum ki,<br />

benim atam bu dili bilmiyordu ve bu dili değiştiriyorum.<br />

Geçmiş olsun. Yaşam diye bir kelime<br />

çıktı. Yaşamaktan yaşam diyorlar, peki kanamaktan<br />

kanam var mı Denemekten deneyim<br />

var. Ama yaşamaktan yaşayım yok. Masa başında<br />

uydurulmuş, türetilmiş bir kelime. Hiçbir<br />

Türk’ün konuşmadığı bir kelime. Bizi ne Doğu<br />

Türkistan’la ne Batı Trakya’yla bağlantı hâline<br />

sokmayan acayip bir ucube. Kullanıyorlar, kullandırıyorlar.<br />

Burada bir yanlışlık var, düzeltelim<br />

diyorsun artık yerleşti diyorlar. Peki, hayat<br />

kelimesi yerleşti de, ona yerleşti demiyorsun da<br />

son on senedir yerleşmiş olan yaşam kelimesine<br />

niye yerleşmiş diyorsun. İnsanın önce yaptığımız<br />

mesleğe saygısı olur. Bir şey söylendiği zaman<br />

mesleğe hürmeti olur. Diyorsun ki burada bir<br />

yanlış var, sana sormadım diyor. Tamam, bana<br />

sormuyorsun ama benim dilimi konuşuyorsun.<br />

Yaşam diye bir kelime yok. Doğal diye bir kelime<br />

yok. Doğmaktan doğal varsa, gitmekten de<br />

gidel diye bir kelime olmalı. Doğmaktan doğal<br />

varsa eğer, gidel ne demek, gelmekten gelel ne demek<br />

Asıl problem, atamızın dilini ve kendimizi<br />

reddetmektir. Hele bazı Türkçe eğitimcileri. Bir<br />

şeyler konuşuyorlar, anlayamıyoruz. İşitsel, görsel…<br />

Yahu bir kumaş ya yünlüdür ya pamukludur.<br />

Ona göre onu sıcak suya sokarsın, yoksa büzüşür,<br />

acayip bir şey olur. Şimdi bu kelime fiil mi<br />

isim mi İlk önce onu anlayalım. Bu ek isme mi<br />

geliyor, fiile mi geliyor Fiile de getiriyorlar, isme<br />

de getiriyorlar. Öyle şey olur mu ya Görmekten<br />

görsel ama kamudan kamusal. İsme de gelen fiile<br />

de gelen ek olmaz. Geçmiş olsun diyorum tekrar.<br />

Bu Türkçeyle bir şey olmaz. Türkçe bitirilmiştir.<br />

9<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bitmiştir demiyorum, bitirilmiştir…<br />

Bu yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün<br />

görünmüyor mu<br />

Konuşanlar düzeltsinler. Silahla, emir komutayla<br />

düzelmez. En güzel Türkçe, köyde<br />

konuşulan Türkçedir. Köydeki Türkçeye saygılı<br />

olacağız. En güzel Türkçe eski Türkçedir. Eski<br />

Türkçeye saygılı olacağız. Köyde hangi nine, oğlum<br />

askere gitti de epeydir iletişemedim, ah bir iletişsem<br />

diyor Hangi nine böyle konuşuyor<br />

Türkçenin estetiği, zarafeti de kayboluyor.<br />

Türkçe maalesef bitti, yok artık. 1930’dan<br />

önceki hangi metni koysak, sözlükle okuyamıyorlar.<br />

Hiçbir Türk devletinde okul diye bir kelime<br />

yoktur. Herkes mektep der. Mektebe ne oldu<br />

da mektebi attık dilimizden. Attırdılar. Onu bir<br />

anlayalım önce. Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan<br />

mektep diyor. Bir Türk birliği kuracağız<br />

diye bir yaygara tutturuyoruz. Hiçbir Türk’ün<br />

kullanmadığı Türkçeyi kullanıyoruz. Hangi<br />

Türk dilinde doğal var Ondan sonra diyoruz ki<br />

ne olacak bu Türkçemizin hâli. Ya sen, Türkçeyi<br />

yatırıp besmelesiz kesmişsin. Sonra diyorsun ki<br />

bu et yenir mi Kesen sensin, karnı aç olan sensin,<br />

cevabı sen vereceksin.<br />

Ama denetim Türk Dil Kurumu’nun vazifelerinden<br />

değil mi<br />

Türk Dil Kurumunun böyle bir yetkisi yok.<br />

Asayişin korunması savcılığın vazifesidir. Suçu<br />

savcılık takip eder, polis değil. Ama biz savcı emriyle<br />

hareket eden polisi zannederiz ki suçu takip<br />

ediyor. Hâlbuki polis de savcı emrindedir. Türk<br />

Dil Kurumu ne yapacak Ey Türkler! Türkçeyi<br />

güzel kullanın mı diyecek Aynı zamanda problem<br />

yayın organlarında, televizyonlarda. Reklam<br />

çıkıyor, koşul diyor. O reklamı hemen keseceksin.<br />

Nasıl kullanırsın koşul kelimesini Türkçe<br />

değil. Müdahale edebiliyor muyuz Hayır, edemiyoruz.<br />

Türkçeye büyük hizmetler eden mahallî<br />

dergilerimiz var. Bir asır öncesinden bugüne<br />

Genç Kalemler, Küçük Mecmua dergileri<br />

gibi. Sadece edebiyatımıza, kültürümüze<br />

değil dilimize de önemli katkılar sağladılar,<br />

sağlamaya devam ediyorlar. Taşra dergilerinin<br />

üstlendikleri vazifeler hakkında<br />

kanaatleriniz nelerdir<br />

Halk evlerinin çıkardığı dergiler gibi… Bunlar<br />

iyi ve güzel adımlardır. Ben genelde eskiyle<br />

uğraşıyorum, yeniyi zaruretten takip ediyorum.<br />

Şunu söyleyebilirim, abuk sabuk yazmak insanı<br />

meşgul eder, yazmakta da emek ve seviye olacak.<br />

Emek ya bilgi açısından ya sanatkâranelik<br />

açısından olacak. Mahallî dergiler her yerde çimenlik<br />

her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu<br />

10<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su<br />

gibidir. Her yerde bu güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik,<br />

30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra<br />

ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat<br />

olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman<br />

olmalıdır.<br />

güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik<br />

mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini<br />

icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki<br />

olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum.<br />

Ama kalite her zaman olmalıdır.<br />

Kurumun bu dergileri taltif etmesi gerekmez<br />

mi Sadece maddi anlamda değil, kurum<br />

nasıl destek olabilir kültür ve edebiyat dergilerine<br />

Bu çok güzel bir şey. Böyle yapmamız lazım.<br />

Niye yapamadık İşte, kurumun kanunu çıkmadı,<br />

kurum şöyle bir rayına oturamadı gibi birtakım<br />

problemlerle karşılaşıldı. Mesela sadece<br />

belge vererek maddi destek verilmez. Benim şahsi<br />

kanaatimce taltif edilmelidirler ve kurum olarak da<br />

buna sıcak baktığımızı söyleyebilirim.<br />

Kültür hayatımızda Divanü Lügatit Türk’ü<br />

yazan Kaşgarlı Mahmut ve onu tekrar hayatımıza<br />

kazandıran Ali Emiri Efendi gibi insanlar<br />

yetiştirmişiz. Günümüzde de böyle üretici<br />

ve nakledici insanlara muhtacız. Bu dil şuurunu<br />

ve edebiyat sevgisini yeni nesle nasıl sevdireceğiz<br />

Osmanlı kaside yazana para ödüyordu. O<br />

adam caizeyi aldığı zaman, o kışı çıkarıyordu,<br />

onunla yaşıyordu. Kilisli Muallim Rifat merhuma<br />

Keşfüzzunun’un yeni baskısını hazırlatmışlar. Maarif<br />

Vekâleti bu işte Kilisli Muallim Rifat’ı tavzif<br />

edelim demiş. Karşılığında da şu konağı veriniz.<br />

Bugünkü hâliyle konak dediğimiz şey bahçeli villa.<br />

Villada kaç kişi oturuyor, hepimiz apartman dairelerinde<br />

oturuyoruz. Eğer rahat ve büyük bir apartman<br />

dairesini öyle bir evin bugünkü karşılığı<br />

sayarsak, adam beş sene çalışıyor ve bunun karşılığında<br />

bir ev alıyor. Bugün adam bir meslek<br />

sahibi ama üç senede beş senede bir evi alamıyor.<br />

Osmanlı, bir ev alacak parayı, dili kullanan<br />

sanatkâra aktarıyordu. Bunun karşılığı bugün şu:<br />

Tebrik ederiz, kazandınız, iki yüz elli bin liralık<br />

çekinizi size takdim ediyoruz. Bu işlerin karşılığı<br />

olmasın mı Akıllı zekâlı çocuklar mimar,<br />

mühendis olacak. Ondan sonra arta kalan ikinci<br />

tabaka çocuklar sosyal bilimleri seçecek ve bu<br />

sosyal bilimlerin karşılığındaki taltif ücreti de<br />

asgari ücret olacak. Sen de bu adamdan başarı<br />

bekleyeceksin. Böyle bir şey olmaz. Rağbet ve<br />

taltif olacak. Eğitimimize sıra geldiği zaman maalesef<br />

para yok. Mütercim Asım’ın Kamus’u, iyi<br />

bir kitaptır diyoruz ama çocuk hocam satılmıyor,<br />

diyor. Satılmıyorsa, ben vermeliyim. Sınıfımda<br />

kırk kişi varsa, kırk tane Mütercim Asım’ın<br />

Kamus’u olmalı. Dekanlıkta bunun tahsisatı<br />

olmalı. Sen kimya bölümüne şu tozdan, tuzdan<br />

alıyorsun, tıp bölümüne aletler alıyorsun, ama<br />

Mütercim Asım’dan kırk tane kitap alırken<br />

kırk dereden su getiriyorsun. Nasıl olamayacağını,<br />

tahsisatın olmadığını, bir tane kitabın<br />

yeteceğini, bizden başka da bu kitabı isteyenin<br />

olmadığını, bu kitabın fotokopisinin olup olmayacağını<br />

söylüyorlar. Bana işimin nasıl yapılamayacağını<br />

anlatıyorlar. Ondan sonra da<br />

diyorsunuz ki bu işi nasıl başaracağız Elimizin<br />

altında hiçbir sözlük ve kıymetli eser yok.<br />

Sadece filan yayınevinin bastığı bir Türkçe<br />

sözlük. Sonra bununla Türkçemizi ilerleteceğiz.<br />

Mümkün mü Değil tabi. Paranın biraz<br />

da kültüre akıtılması lazım.<br />

Hocam, <strong>Bizim</strong> Külliye dergisi adına teşekkür<br />

ederiz.■<br />

11<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


M. KAYAHAN ÖZGÜL<br />

ile edebiyat ve şehir üzerine<br />

Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa<br />

verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr’in<br />

şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle<br />

kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine<br />

has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin<br />

medeniyet hazinesine ekleyebilendir.<br />

A. FARUK GÜLER<br />

M. Kayahan ÖZGÜL<br />

1961 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi<br />

Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümünde lisans, Gazi<br />

Üniversitesinde lisansüstü eğitimini tamamladı.<br />

Hâlen Gazi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir.<br />

Yayınlanmış çalışmalarından bazıları:<br />

Halid Fahri Ozansoy, Hayatı ve Eserleri<br />

(1986), Hersekli Ârif Hikmet, Hayatı ve Eserleri<br />

(1987), Leskofçalı Galib, Hayatı ve Eserleri<br />

(1987), Yenişehirli Avni, Hayatı ve Eserleri<br />

(1990), Türk Edebiyâtında Siyâsî Rûyâlar (1993,<br />

2004), Resmin Gölgesi Şiire Düştü-Türk Edebiyatında<br />

Tablo Altı Şiirleri (1997), Helvacı-zâde<br />

Muharrem Hasbi, Hayatı ve Eserleri (1998), Osman<br />

Nevres, Hayatı ve Eserleri (1999), Kandille<br />

İskandil (2003, 2013), XIX. Asrın Benzersiz Bir<br />

Politekniği: Münif Paşa (2005), Dîvan Yolu’ndan<br />

Pera’ya Selâmetle-Modern Türk Şiirine Doğru<br />

(2006), Seke Seke Ben Geldim (Sekmeler-I ve II)<br />

(2008), Son Jön Türk Kalesi: Ahmed Kemâl Akünal<br />

(2010), XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli<br />

Olarak Encümen-i Şuarâ (2012), Babille Ebabil<br />

(2013)...<br />

Modern Türk edebiyatı üzerine yapmış<br />

olduğunuz çalışmalarınızı çok kıymetli buluyor<br />

ve bunlardan istifade ediyoruz. Çalışmalarınızda<br />

ediplerimizin mekânla, şehirle<br />

ilişkileri üzerine tespitlerinizi ifade ediyorsunuz.<br />

Şairlerin, şehirleriyle ve şehirlerle<br />

olan münasebeti hakkında bize neler söyleyebilirsiniz<br />

Aman efendim, çok lütufkârsınız. Aklım<br />

erse ve gücüm yetse, bir kıymet ifade edecek<br />

çalışmalar yapmak isterdim. Kıt bir kabiliyetle<br />

ancak bu kadarı yapılabiliyor. Yine de iyi niyetiniz<br />

için teşekkür ederim.<br />

Şehir dediniz, değil mi Şehir çok önemlidir;<br />

zira şehir umrandır, umran da medeniyet...<br />

Şehirleşememiş kavmin kültürü olur da medeniyeti<br />

olmaz. “Medenî” olmak, “medîne”si,<br />

şehr’i olmaktan geçer. “Şehr” kelimesi Farsça<br />

da olsa, bir yandan “şar” ile akraba, diğer<br />

yandan “şöhret” ile köktaş gibi görünüyor gözüme...<br />

Siz şehri alır veya kurarsınız; sonra da<br />

şehir sizi koynuna alır ve yeni baştan kurgular.<br />

12<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Abdülhak Hâmid gibi söylersem, “bedevî” ile<br />

“medenî”nin farkı işte buradadır. İlki tabiata<br />

râm olur, ikincisi şehre... Medenîleşme’nin bir<br />

tarifi de insanın tabiata hükmünü geçirme isteğinde<br />

galebe çalmasıdır ve şehir, tabiat güçlerini<br />

yenerek yahut dizginleyerek ortaya çıkardığımız<br />

mekândır. Bu manasıyla şehir, tabiata<br />

karşı kazanılan savaşın zafer tâkıdır.<br />

İyi de şehri kuranların zaten şehir kuracak<br />

kadar medenî olduklarını düşünmek daha doğru<br />

olmaz mı<br />

Gelenekli çağlarda kimse şehir kurmamıştır.<br />

Bir yerin iklimini, suyunu, toprağını,<br />

istihkâmını beğenir; kabilenizi ve hayvanlarınızı<br />

oraya getirip binalarınızı dikersiniz.<br />

Evlerden başlayarak ihtiyacınızı karşılayacak<br />

mektep, mescit, pazar gibi mekânları da inşa<br />

edersiniz. Lâkin ortaya çıkan sadece bir köy<br />

olur. O mütevazı yerin sakinleri, medenîleşme<br />

yolunda verdikleri mücadeleyi köylerine yansıttıklarında,<br />

köy yavaş yavaş gelişmeye başlar.<br />

Yanlış anlaşılmasın, köyün umranca gelişmesinden<br />

bahsediyorum; nüfusunun artmasından<br />

değil... Aleve gelen pervaneler gibi, şehirleşme<br />

ışığı taşıyan yere zaten insanlar akacak ve nüfus<br />

fırlayacaktır. Geçen yıl, otomobilimin radyosundan<br />

kulağıma çalınan bir şarkıda,<br />

Büyüyünce şehir olur köyler<br />

Köylüler de şehirliler<br />

deniyordu. İnanılmaz cehalet! Her civcivin<br />

büyüyünce mutlaka hindi olacağını söylemek<br />

kadar aptalca değil mi Hayır efendim, her köy<br />

büyüyünce şehir olamaz; belki kasaba olur,<br />

hatta kent de olur; fakat şehir olmak başka<br />

donanımlar taşımayı gerektirir. “Şehrî” olmanın<br />

kendine has prensipleri vardır; hele “hemşehrî”<br />

olma bilincini aşılamayan hiçbir kent<br />

şehir değildir.<br />

Bugün adı “büyükşehir belediyesi” olan pek<br />

çok yerde şehir kültürüne tesadüf etmek mümkün<br />

değilken, bir avuç sakiniyle şehir olmayı<br />

başarmış pek çok yer biliyorum. Sözün gelişi,<br />

Damat İbrahim Paşa’nın Muşkara’yı “Nevşehir”<br />

adıyle mamur etmesi, orayı şehir saymak için<br />

yeterli midir Bunun Batman veya Düzce’nin<br />

il yapılmasından ne farkı var Bir coğrafyayı<br />

kent yapan, vali tarafından yönetilmesi olabilir;<br />

ama, bir kenti şehir yapan, medenîleşme<br />

mücadelesidir ve onun tarihî etkilerini görebilmek<br />

için büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur.<br />

Şehir, bir mahallin mülkî-idarî adı değil;<br />

tarihî ve antropolojik kökleri olan bir kültürel<br />

toplaşmanın mekânda beliren medenî sistematiğidir.<br />

Hiçbir zaman şehir sayılamayacağını<br />

bilmeme rağmen, benim gözümde ve gönlümde<br />

Harput’un her zaman bir şehir olması bundandır.<br />

Bir köyü medenîleştirip şehir yapanlar,<br />

yetiştirdiği yöneticileridir, kanaat önderleridir,<br />

feylesoflarıdır, mimarlarıdır, sanatkâr<br />

ve zanaatkârlarıdır; fakat son noktada, artık<br />

bir şehir olup olmadığını belirleyen turnusol<br />

kâğıdı şairleridir. Ne zaman ki şairler, içinde<br />

yaşadığı yere methiyeler düzmeye başlamış;<br />

bilin ki, orası ya şehirdir ya da şehirleşme yolunda<br />

ilerlemektedir. Klasik edebiyatımızdaki<br />

şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma<br />

beratları diye anlıyorum. Şehr’in şöhret’le bağını<br />

biraz da buralardan hareketle kurmak<br />

mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has<br />

kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin<br />

medeniyet hazinesine ekleyebilendir. Viyana<br />

ekolü, amel-i Dımışkî, Parisienne hayat, Erzurum<br />

barı, Horasan erenleri, Londra Kulesi,<br />

Kayseri mantısı, sebk-i İsfahânî, Uşak halısı,<br />

Nişâburek makamı gibi bir şeyler...<br />

Şehirle şairin ilişkisi simbiyotiktir. İlk<br />

adımda, şairi şehir yetiştirir, şehri de şair büyütür.<br />

İkinci adımda, şairi şehir büyütür, şehir<br />

de şairi ölümsüzleştirir. Sonuncu adımda ise,<br />

şair şehirde ölür; şehir de onu ölümsüzleştirir.<br />

Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti<br />

İstanbul’da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş<br />

bir şair hatırlıyor musunuz Soruyu tersine<br />

çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk<br />

etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un<br />

üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih<br />

edildiğini hiç gördünüz mü<br />

İyi de bunu şehir kültürünün baskınlığıyla<br />

mı açıklamalı<br />

Hayır, şehirlerin şiir kültürünün de<br />

Âsitâne’nin şiirine bağlanma gayretleriyle açıklanmalı.<br />

İstanbul herkes için modeldir. Şehirler<br />

İstanbul’a gıpta eder; şehirliler İstanbulluya...<br />

Anadolu’dan, kızına İstanbul, oğluna Üsküdar<br />

adını vermiş birkaç aile tanıdım; hatta oğlu-<br />

13<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul’da<br />

da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor<br />

musunuz Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz,<br />

köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un<br />

üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç<br />

gördünüz mü<br />

nun adına binalar diken bir müteahhidin Üsküdar<br />

Apartmanı’nda oturmuşluğum da var.<br />

İstanbul bir zamanlar Türk’ün kızıl elması idi,<br />

sonraları da “aksâ-yı emel”i olmayı hep sürdürdü.<br />

Bir yerlerde “İstanbul’dan bakınca her<br />

yer taşra görünür ama, taşradan bakınca İstanbul<br />

içre görünür” demiştim. İstanbul, sadece<br />

İstanbulluya nikâh düşmeyeceğini düşünüp<br />

güzelliklerini de sadece ona göstermeye hazır<br />

bir nâzenindir. Taşra şehirlerinin onunla ilişkisi,<br />

sonu hiç mutlu bitmemiş ve bitmeyecek<br />

bir gül-bülbül hikâyesi... Ona benzemeye çalışmazsanız<br />

sizi mahremi yapmaz; lâkin ona<br />

benzerseniz de kötü taklidi olduğunuzu düşünüp<br />

burun kıvırır. Dedim ya, müşkülpesent bir<br />

nâzenindir. Şair olarak ondaki gelişmeleri takip<br />

eder, onun meselelerini meseleniz bilir, yeniliği<br />

onda görür, İstanbul Türkçesi ile yazarsınız;<br />

yine de yaranamazsınız. Çok uzağa gitmeden,<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye’ye bir bakın. Bir Elâzığ dergisinde<br />

Elâzığ pek az; ama her satırında İstanbul’un<br />

entelektüel dikkatleri, poetik meseleleri, dili,<br />

kültürel zenginliği var.<br />

Öyle ama...<br />

Affedersiniz, niyetim gayet hâlisane... Sözlerimden<br />

bu durumu eleştirdiğim manasını<br />

çıkarmayın lütfen. Bin yıllardır hep olagelen<br />

budur. İster Yenice-i Vardar’da yaşasın, isterse<br />

Bağdat’ta, gelenekli edibin kıblesi de hep<br />

İstanbul’du. Güçlü bir kırılma yaşanmadıkça,<br />

şimdi de bu durumun değişmesi için bir sebep<br />

yok. Mahallî şehir kültürleri elbette önemlidir;<br />

lâkin o kültür, tabii merkez olan İstanbul’a<br />

bağlandığında daha da önemlidir. Çaylar ırmağa,<br />

ırmaklar denize kavuşmalıdır. Umman<br />

nehirlerle beslenir beslenmesine de bunu hiç<br />

itiraf etmemek meşrebi gereğidir. İstanbul,<br />

asırlar boyunca, kocaman bir Türk coğrafyasından<br />

akan kültürel zenginliğin bütün hamulesini<br />

taşır.<br />

Genelleyerek konuştuklarımızı biraz<br />

daha daraltalım ve Yahya Kemâl’le İstanbul<br />

örneği üzerinde konuşalım. Yahya Kemâl’in<br />

şiirlerinde İstanbul’a, İstanbul’un semtlerine<br />

ve bu semtlerdeki mimariye, sanat eserlerine<br />

karşı bir hayranlık duygusu ön plana çıkıyor.<br />

Bu hayranlık duygusu, bu mekânların<br />

ve eserlerin fiziksel güzelliklerine olduğu<br />

kadar, arka planda, tarihî ve kültürel özelliklerine<br />

yönelik olarak da kendini gösteriyor.<br />

Ayrıca İstanbul’dan hareketle bütün<br />

bir Türk coğrafyasının medeniyet tarihini<br />

onun şiirlerinden okumak mümkün. Yahya<br />

Kemâl›in «şehir”le olan münasebetini nasıl<br />

bir çerçeveye yerleştiriyorsunuz<br />

Yahya Kemâl şair olmaktan önce, bir şehir<br />

adamıdır, hatta “şehir-adam”dır; hayatının<br />

dönem noktalarını Üsküp, Paris, İstanbul,<br />

Varşova, Lizbon, Madrid, Karaçi gibi şehirler<br />

belirler. Doğduğu topraklar hariç, hepsi de<br />

nehirlerin beslediği umman şehirler... Sözgelimi,<br />

mebusluğunu yaptığı Urfa, Yozgat, Tekirdağ<br />

gibi şehirler onun hayatında bir kilometre<br />

taşı olmayı başaramazlar. Aynı şekilde,<br />

Ankara da onun için bir şehir değeri taşımaz;<br />

çünkü resmen bir şehir sayılsa da henüz şehir<br />

kültürü olmayan bu kasaba, şairi hiç etkilemez.<br />

Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü<br />

sevdiğini söylediğinde, hiçbir Ankaralı çıkıp<br />

da “Biz de en çok, Yahya Kemâl’in İstanbul’a<br />

dönüşünü seviyoruz.” demez. Niçin Çünkü<br />

Türk medeniyetinin Kâbe’sini sevdiği için bir<br />

şairi suçlamak kimsenin aklından geçmez. Da-<br />

14<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


hası, Ankaralılar da ondan farklı düşünmezler.<br />

İstanbul’un şehrengizini de Yahya Kemâl yazmıştır<br />

denebilir.<br />

Yahya Kemâl de İstanbul’un turnusol<br />

kâğıdıdır. Şehre ve onun temsil ettiklerine körlemesine<br />

bir hayranlıkla bağlı değildir; kendince<br />

sevme sebepleri ve bu sebepleri doğrularken<br />

şiirin çok dışına taşan bir sistematiği vardır.<br />

İstanbul’u bir laboratuvar nesnesi gibi semtlerine<br />

parçalar, ayrıştırır ve her parçasını aynü’lyakîn<br />

bilmek için, o koca gövdesini ayaklarına<br />

ve bastonuna yükleyip kilometrelerce yürümeyi<br />

göze alır. Tarihî yarımadayı Topkapı surlarına<br />

kadar dolaşır; Anadolu yakasını sahil boyunca<br />

karış karış bilir. Şehri bir bilim adamının titizliğiyle<br />

incelerken, tarihi, coğrafyası, sanat tarihi,<br />

sosyal ve demografik manzarası gibi pek çok<br />

farklı unsuruna soğukkanlılıkla yanaşır. Nihayet,<br />

son hükmünü verdiğinde de hayranlığını<br />

şiirleştirir: “Görmedim gezmediğim, sevmediğim<br />

hiçbir yer” Turnusol kâğıdı artık muhabbetin<br />

rengini almıştır.<br />

Yani Yahya Kemâl’in İstanbul sevgisinin<br />

akılcı, hatta ilmî bir yanı olduğunu mu söylüyorsunuz<br />

Evet, tam olarak bunu söylüyorum. Şairimiz,<br />

asla gözüne perde inmiş romantiklerden<br />

olmamıştır. Sevgisinde hem tutkulu hem temkinlidir.<br />

Teslim olurken bile şuurludur. Ondaki,<br />

“niçin” sorusuna rahatça verilecek cevapları<br />

olan bir sevgidir. İstanbul’u<br />

da biraz böyle sever; önce<br />

aklı, sonra kalbiyle... Mütareke<br />

yıllarının Dârülfünûnunda<br />

şairin talebesi olan Tanpınar,<br />

onun sınıfta coğrafya ile tarihi<br />

birleştiren bir milliyet anlayışı<br />

telkin ettiğini söyler ki,<br />

bu anlayışın mikro örneği de<br />

İstanbul’dur. Şair, İstanbul’u<br />

Roma’nın üstüne kurmuş olmamızın<br />

tarihte “muzâaf bir<br />

kıymet”i olduğunu düşünür.<br />

Aksaray, Çarşamba, Karaman<br />

(şimdiki Fatih) gibi ayrıştırdığı<br />

semtlerin her biri, Osmanlı<br />

coğrafyasının dört bucağından<br />

getirilerek iskân edilen Türklerden<br />

oluşturulduğundan, İstanbul’u “bütün<br />

vatanın muhassalası” yahut Banarlı’nın deyişiyle<br />

“Türkiye özeti bir belde” olarak görmek için<br />

iyi sebepleri vardır. Dolayısıyla, İstanbul’u sevmek,<br />

onda vatanı sevmeye eş bir mânâ kazanır;<br />

her semt milliyetimizin birer timsali olur.<br />

Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyyetimiz<br />

Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız<br />

biz.<br />

Yahya Kemâl’in tümevarımcı metodu,<br />

İstanbul’u semtlerine göre parçalara ayırır.<br />

Şair “Türk İstanbul”da, “Bir semtten diğerine<br />

geçerken, bir yıldızdan diğer yıldıza geçmiş<br />

kadar başkalık duyulurdu.” diyor. Ona göre<br />

“Koca Mustâpaşa” tâ fetihten beri “mü’min, mütevekkil,<br />

yoksul”, ama “hüznü zevk edinenler”in<br />

yaşadığı semt olduğu için sevilmelidir. Eyüp,<br />

her adımda ahireti hatırlamamızı sağlayan bir<br />

“ölüm şehri”dir. Mimar Sinan’ın “kemâl merhalesinde<br />

binâ ettiği” Süleymaniye Câmii “milliyetimizin<br />

en büyük âbidesi”dir ve adını verdiği<br />

semti de kendine benzetip âbideleştirir. Anadolu<br />

ve Rumeli hisarları Türk’ün gücünü, Topkapı<br />

surları ataklığını, Küçüksu ve Göksu neşesini,<br />

Kâğıthane Deresi zevkı ve şevkı ifade eder.<br />

Üsküdar ise, İstanbul’un fethinin şahidi olduğu<br />

için, gıpta edilmeğe lâyıktır. Gerçi şair, köhne<br />

Üsküdar’ın dost ışıklarına hep karşı yakadan<br />

bakmıştır; ama yine de kendini Üsküdarlılara<br />

pek yakın hisseder.<br />

15<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim,<br />

Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim.<br />

“Yeni Bir Ufuk” yazısında, İstanbul toprağının<br />

her köşesinde Türk ruhunun bir başka safhasını<br />

bulduğunu söylerken gayet samimidir. Bir<br />

seferinde Kanlıca için “Yalnız bu semti sevmek<br />

için ömrümüz kısa” derken, bir başka seferinde<br />

de bütün İstanbul için “Sâde bir semtini sevmek<br />

bile bir ömre değer” demekte... Tarihten,<br />

dinden, sosyal hayattan, mimariden hareketle<br />

semt semt yaptığı yorumların tümevarımcı terkibinden<br />

çıkardığı nihaî hüküm budur işte...<br />

Yahya Kemal’in şiirlerindeki şehir imgesi<br />

ile divan şiirinin şehir imgelerini mukayese<br />

edecek olursak ne tür benzerlikler ve farklılıklar<br />

görebiliriz<br />

Bu soruya okurlarınızı sıkmayacak ve derginizin<br />

hacmini aşmayacak bir cevap vermem<br />

hayli zor. Aklımdan geçenleri iyice budayarak<br />

söylersem, klasik şiirde şehir değil de, şehrin<br />

kartpostalı vardır; hani bir tepeden çekilmiş<br />

ve üzerinde “şehrin manzara-i umûmiyyesi” yazan<br />

kartlar vardır ya, işte onlar gibi... Şehrin<br />

kuşbakışı coğrafyasını, nirengi noktası olacak<br />

aslî binalarını tespit edebilirsiniz; ama hepsi o<br />

kadar... Bu bir şablondur; her şiirde Boğaz’ı,<br />

koyları, dereleri, semtleri, sarayları, camileri<br />

bulabilirsiniz; lâkin eksik kalan, şairin bu manzarayı<br />

gözleriyle tararken şehrin ruhunu da<br />

yakalaması ve kendi ruhuyla kaynaştırmasıdır.<br />

Denizden her şair bahseder; önemli olan o denizde<br />

İstanbul’un karakterini, karakteristiklerini<br />

fark etmektir ve klasik şiirde XVIII. asra kadar<br />

eksik olan da budur. Bir şiirden İstanbul’un<br />

adını çıkarıp Trabzon’u veya Antalya’yı yazdığınızda<br />

da okurun garipsemediğini görüyorsanız,<br />

o şiir İstanbul’un denize akseden ruhunu yakalayamamış<br />

ve geleneğin mazmunlarında boğulmuş<br />

demektir. Her şehirde bir “Ulucâmi” veya<br />

bir “Câmi-i Kebir” bulunur; aslolan, şiirde onu<br />

şehrin ve sakinlerinin ruhuyla beraber vererek<br />

temyiz edebilmektir. Bunu Bursa’da bir şadırvan,<br />

Sivas’ta “emmilerim sadaka” diyen çocuklar<br />

gerçekleştirebilir. Demin de söylediğim gibi,<br />

şehrengizler ve şehir medhiyeleri birer medeniyet<br />

beratı oldukları için, şair de şehirdeki umran<br />

zenginliğini göstermekle yetinir; beldenin<br />

karnesini çıkarır gibi...<br />

XVIII. asırda İstanbul’un sadece umumi<br />

manzarası verilmeyip, insan unsuru fark edilmeğe,<br />

şehrin nefes alışı, kalp gibi atan ritmi de<br />

hissedilmeğe başlanır; lâkin, şairin kendini şehirle<br />

birlikte düşünmesi ve şehre dair özel hissiyatını,<br />

gözlemlerini aktarması için hâlâ çok<br />

erkendir. Doğrusu istenirse, şehirle böyle unanimist<br />

bir ilişki kurabilecek şairin “şehir-adam”<br />

olması gerekir ve bunun için Yahya Kemâl’e<br />

kadar beklenmesi gerektiğini söylemek mübalağa<br />

olmayacaktır. Harp edebiyatı hariç,<br />

gelenekli Osmanlı şiirinde tarih yoktur; öyleyse,<br />

şehre tarihin penceresinden bakan şair de<br />

yoktur. XIX. asra kadar fert yoktur; demek ki,<br />

şehrine şairin şahsî bakışı vardır ama, ferdî bakışı<br />

yoktur. İnsanlar arasında hemşehrilik varsa<br />

da şairle İstanbul’un hemşehriliği yoktur. Bütün<br />

bu yoklar, Yahya Kemâl’le var’a dönüşür.<br />

Osmanlı’da mevcut olan emperyal milliyet fikri,<br />

şehri de kozmopolit dokusu ile önemser ve<br />

tebaayı oluşturan unsurların oluşturduğu renk<br />

skalasını şiirde de görmekten memnun olurdu.<br />

Yahudi tüccar, Arnavut ciğerci, Rum meyhaneci,<br />

Lâz kayıkçı, Ermeni sazende, Çerkes seyis,<br />

Arap münadi, Gürcü çoban şiirlerde yerini bulurken,<br />

şehrin naturasını tamamladıkları düşünülürdü.<br />

Yahya Kemâl ise, böyle bir terkip<br />

peşinde değildir; İstanbul’da sadece Türk’ün<br />

medeniyet yaratma gücünü görür ve gösterir.<br />

“Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün, yeryüzünde,<br />

güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı,<br />

yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette<br />

olduğunu isbât etmeye kifâyet ederdi.” deyişi,<br />

şiirinde de yansımalarını kolayca bulacağımız<br />

millî bir duyuşu ve duruşu işaret eder.<br />

Son dönem Türk şiirinde, “şehir” kavramının<br />

şair lügatindeki karşılığını, çağrışımlarını<br />

nasıl izah edebilirsiniz Yahya<br />

Kemal’in “şehir” imgeleriyle yakınlık kuranlar<br />

var mı<br />

İnsan değiştikçe, şehri de değiştiriyor, şehir<br />

algısını da... Üsküp’ten çıkıp da İstanbul âşıkı,<br />

tarihçisi, seyyahı, şairi olabilen bir delikanlıyı<br />

artık yetiştiremeyiz. İstanbul’a taşradan çok<br />

daha fazla insan geliyor; fakat, medeniyete<br />

16<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


koştuğunu farketmeden... Bin yılların şehrine,<br />

Türk’ün mukaddes toprağına ayak bastığını<br />

hatırlayan yok. Şehre râm olmaya gelmeyince,<br />

filmlerde gördüğümüz o sahne tekrarlanıyor.<br />

Başında kasketi, elinde tahta bavulu, sırtında<br />

yorganı bağlı genç, bir tepeden İstanbul’a<br />

yumruğunu sallayarak “Seni yeneceğim İstanbul!”<br />

diye nârayı patlatıyor. Nasıl yendiği malum...<br />

Türk’ün yarattığı en büyük şehir kültürüne<br />

dâhil olacağına, onu kendine benzetmeye<br />

çalışarak... İstanbul’un yerlisi ise, artık yerlilik<br />

şuurunu kaybetti. Her adımında İstanbul’un<br />

bir değerini yıkarak, toprağını kirleterek yaşıyor.<br />

Kendi şehrine bir turist kadar yabancı ve<br />

bir turistten daha ilgisiz...<br />

Son araştırmalardan biri, sakinlerinin<br />

%80’den fazlasının İstanbul’da yaşamak istemediğini;<br />

buna rağmen, tasını tarağını toplayıp<br />

İstanbul’a göçenlerin sayısının da katlanarak<br />

arttığını ortaya koydu. Bu perhiz-lâhana<br />

turşusu ilişkisi, İstanbul’un şiirini de derinden<br />

etkiliyor. Sevmediğiniz birine güzelleme değil,<br />

sadece hicviye yazarsınız. İçgüveyisi girdiği<br />

bu şehri tanıdıkça seveceğini düşünenler ise,<br />

onun millî ve tarihî ruhunu keşfetmek için<br />

çabalamaktansa, kaşına gözüne şiir düzmeyi<br />

yeğliyorlar. Evet, yeni şiirin İstanbul’la kurduğu<br />

ilişkinin böyle patolojik bir yanı olduğunu<br />

düşünüyorum. Ya kupkuru bir İstanbul<br />

coğrafyası ya soğuk bir mekân düşkünlüğü ya<br />

da sulandırılmış insan manzaraları... Bir tarihte,<br />

Adam Yayınları’nın Beyoğlu’ndaki binasının<br />

altıncı kat penceresinden bakan Memet<br />

Fuat, Metin Eloğlu’nun “Le Grand Parmak la<br />

Porte”si ile Küçük Parmakkapı Sokağı’nın arasında<br />

geçit olarak kullanılan hanın adını çıkaramaz.<br />

Turgay Fişekçi, Afrika Pasajı olduğunu<br />

hemencecik söyleyiverir; çünkü İlhan Berk’in<br />

Pera’sından okumuştur. Bir şiir kitabı şehir rehberine<br />

dönüşmüşse, ört ki ölem! Entelektüel<br />

endişelerle İstiklâl Caddesi’ne hapsedilmiş bir<br />

İstanbul şiirini reddediyorum. Bir bayram sabahında,<br />

Süleymaniye’de namaz kılarken koca<br />

bir tarihi hissedecek, ceddiyle buluşacak, imanı<br />

tazelenecek başka şairler beklemek için artık<br />

çok mu geç kaldık dersiniz<br />

Kalbini İstanbul’un kalbine yaslamış, ruhunu<br />

onun ruhuna mezceden üç beş şairimiz<br />

hâlâ çırpınıp durmakta... Ne çare ki, onların da<br />

toz duman arasında sesleri boğulup gidiyor. Bu<br />

şartlarda, şiir-şehir ilişkisinin ancak taşranın<br />

kadim şehirlerinde doğabileceğine ve yaşatılabileceğine<br />

olan inancım tazeleniyor. Ruhunu<br />

kaybetmemiş şehirlerin, ruhunu kaybetmemiş<br />

şairlerini ümitle, heyecanla takip etmeye çalışıyorum.<br />

İşte onlarda Yahya Kemâl’den izler<br />

bulmayı umduğum oluyor. Taşra şehirlerinin<br />

mümtaz şairlerinden, Yahya Kemâl’in şiirlerine<br />

benzer bir İstanbul meclubiyeti değil, bir şehre<br />

nasıl yaklaşılacağının metodolojisini öğrenmelerini<br />

bekliyorum. Tanpınar’a Beş Şehir adlı<br />

abide kitabı yazdıranın, biraz da şair hocasından<br />

kaptığı o metod bilgisi olduğunu sanıyorum<br />

ve günümüz şairlerinin de kendi şehirlerine<br />

yönelirken aynı tekniği kullanabileceklerini,<br />

benzer bir laboratuvar çalışması yapabileceklerini<br />

düşünüyorum. Meselâ, zamanın mimariye<br />

giydirdiği kisve için “millî peyzaj” tabirini<br />

kullanan Yahya Kemâl’in bu dikkati, kadim<br />

taşra şehirlerine yönelik olarak niçin tekrarlanamasın<br />

Dadaş, efe, gakkoş, ede gibi şehriyle<br />

ruhu kaynaşmış insanlar var olmayı sürdürdükçe,<br />

millî peyzajın poetik zemine taşınarak<br />

estetize edilmesi her daim mümkündür. Yahya<br />

Kemâl’in<br />

Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın<br />

mısraını kendi şehri için söyleyebilecek daha<br />

çok şair, Anadolu’nun dört bir yanından niçin<br />

çıkmasın Yahya Kemâl’in bir şiirinden iki mısraı<br />

birleştirerek söylersem,<br />

Bir gün dönüş olsa âhiretten<br />

İstanbul’a dönmek isterim ben<br />

deyişi, her şairin inanarak kendi şehrine uyarlayabileceği<br />

bir dilek olmayı niçin başaramasın<br />

Şiirimizde İstanbul’u yitirmeye başlamamız,<br />

köklü şehirlerimizin yükselişine niçin dönüşemesin<br />

Ha o diyar, ha bu diyar!... Ha bu di, ha<br />

bu di, ha bu diyar!<br />

Hocam, <strong>Bizim</strong> Külliye dergisi adına teşekkür<br />

ederiz.■<br />

17<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Şehir kültürü ve şiir<br />

VEFA TAŞDELEN<br />

Giriş<br />

Şehir, kültürün ve medeniyetin oluştuğu<br />

yerdir; göçebelikten kurtulmanın, toprağa<br />

bağlanmanın ileri aşamasıdır. Şehri oluşturan<br />

unsurlar, kültürü ve medeniyeti de oluşturan<br />

unsurlardır. Şehir, tarihiyle, eğitimiyle, kütüphaneleriyle,<br />

güvenliğiyle, adalet sistemiyle, bir<br />

düzeni ifade eder. Ve tabii ki, incelmiş davranış<br />

birimlerini, geleneği göreneği.<br />

Şiir ve şehir ilişkisini incelemek, temelde şiir<br />

ve mekân, şiir ve kültür ilişkisini incelemektir;<br />

şiirin oluşumunda şehrin, şehrin oluşumunda<br />

şiirin etkisini incelemektir. Bu tür bir araştırma<br />

içine girmek, şiirli şehirlere ve şehirli şiirlere<br />

doğru bir yolculuğa çıkmaktır. Ama bütün<br />

bunlar, şiirin taşrada, köyde, kırsal kesimde<br />

olmayacağı anlamına gelmez. Şiir, şair neredeyse<br />

oradadır. Şiirin vatanı, şairin gönlüdür,<br />

benliğidir. O, bir hapishanede de olsa, ölümsüz<br />

eserler üretebilir. Bir kültür ortamı olarak şehir,<br />

pek çok yönden şiir için uygun bir ortamıdır.<br />

Şair şiiri, şehir de şairi doğurur, besler, büyütür,<br />

olgunlaştırır. Bunu şiirin kökenine de indirebiliriz.<br />

Şiir, dünyayı, insanı ve evreni anlamada,<br />

bilim ve felsefe yokken de vardı. Dolayısıyla o,<br />

insanın deneyim, birikim ve bilgisini ifade etme<br />

araçlarından biri olarak, Vico’nun dediği gibi,<br />

hikmetin, bilgeliğin ilk ifade biçimini de oluşturur.<br />

Şiirin bu çok eski tarihi, şehri kuran, yasaları<br />

koyan ve geliştiren bilincin içinde vardır.<br />

Hatta bu bilinci oluşturan yapıdadır.<br />

1. Bağlanma Biçimi<br />

Şehir, yerleşmenin, bir yere ait olmanın,<br />

kendini bir yere ait kılmanın ifadesidir. Ona<br />

ulaşabilmek için, evden, mahalleden, köyden,<br />

kasabadan evrilerek geçmek; şehrin kültürünü,<br />

geleneğini, görgüsünü ve varoluş biçimini almak<br />

gerekir. Bu nedenle şehir sadece fiziksel bir<br />

mekân değil, yaşayan bir ruhtur da. Geçmiş zamanların<br />

birikimini kendinde barındıran, kültürün,<br />

asaletin, görkemin, zarafetin, nezaketin,<br />

ötekine ulaşma isteğinin ruhudur. Bu anlamıyla<br />

kültürü ve medeniyeti yaşayan, üreten, çoğaltan<br />

bir yapıdadır. Şehirler varoluşun ileri formudur;<br />

çünkü orada, İbn Haldun’un da işaret<br />

ettiği gibi, bir hukuk ve düzen vardır. Herkes<br />

her şeyi değil, belli bir işi yapar. Kişiler kendi<br />

güvenliklerini ve kendi adaletlerini kendileri<br />

sağlamazlar; onu daha üst bir kuruma devretmişlerdir.<br />

Bu da örgütlenmenin oluşmasına neden<br />

olmuştur. Yine kendi eğitimlerini kendileri<br />

sağlamazlar. Bir üst organizasyon içinde mektep,<br />

medrese, okul, üniversite gibi kavramlar<br />

da oluşmuştur. Şehir demek, çeşitli kültürlerin,<br />

bilgilerin birbirine karıştığı, fikirlerin düşün-<br />

18<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


celerin harmanlandığı mekân demektir. Şehir,<br />

eğitim ve kültür kurumlarıyla sanatsal ve entelektüel<br />

birikimin de merkezi konumundadır.<br />

Büyük şehirler büyük kültür merkezleridir. Bu<br />

nedenle şehirler şiirin yurdudur.<br />

Şehir, duygu ve düşüncelerin inceldiği, sözün<br />

zarafete büründüğü, estetik bir nitelik kazandığı,<br />

sadece anlatmanın değil aynı zamanda<br />

güzel anlatmanın da önem kazandığı, sadece<br />

söylemenin değil güzel söylemenin de değer arz<br />

ettiği, sadece yaşamanın değil güzel yaşamanın<br />

da anlam kazandığı, yemenin içmenin bile sanata<br />

ve estetiğe büründüğü bir yerdir. İnsani<br />

ilişkilerin formal, ancak rahatsız edici olmayan<br />

bir tutuma dönüştüğü bir yerdir. Şehir kültürü<br />

sözün ve duyguların işlendiği bir ortamdır.<br />

Sözcüklerin duyguların işlendiği bir ortamdır.<br />

Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Semerkant, Tebriz,<br />

İsfahan, Buhara, Konya, İstanbul, Kahire,<br />

Şam… Atina, Roma, Venedik, Paris, Londra,<br />

Berlin… ve diğerleri… Şehirlerin bir tarihi olmalı,<br />

bir geleneği olmalı, bir havası ve yaşama<br />

biçimi olmalı. Hayat, günübirlik esen rüzgârlar<br />

gibi esip geçmemeli sokaklarından. Anıtsal yapıları,<br />

mabetleri, eğitim kurumları, sanat merkezleri<br />

olmalı. Şehir, bu kurum ve merkezleriyle<br />

şehirdir; düzeniyle, ahengiyle, sosyal ilişkileriyle<br />

şehirdir.<br />

2. Şiir ve şehir<br />

İnsan şiir söyler. Çünkü insan insana, insan<br />

doğaya, insan kendisine ve nihayet Tanrı’ya<br />

özlem duyar, güzel ve içtenlikli bir sözle yaklaşmak<br />

ister. İnsan şiir söyler, çünkü güzel söze<br />

eğilim duyar. İnsan şiir söyler, çünkü kendisi<br />

de bir sözdür. İnsan şiir söyler, çünkü varlığın<br />

anlamını sözde bulur. Şiir, içten bir yakarıştır,<br />

içten bir sesleniştir. Şiir, bir değer olduğu kadar<br />

değer de vermektir. Bir güzellik olduğu kadar,<br />

güzelliğin kıymetini de bilmektir. Hem seslendiği<br />

kişiye, hem söylediği söze, hem yaşanan<br />

güzelliğe, hem hissedilen anlama övgüdür. İnsan,<br />

şiirle, neyi anlatırsa anlatsın, kendisinden,<br />

kendi dünyasından haber verir. Kendisini, kendi<br />

halini beyan eder. Şiirde dile gelen, insanın<br />

dünyasıdır. İnsanın acıları, sevinçleri ve varoluş<br />

durumlarıdır. Şiir, insanın yalın halidir, sözün<br />

yalın halidir, varoluşun yalın halidir. Şiir, en<br />

son söz, en son durumdur; sözün ve varoluşun<br />

indirgenemeyen halidir. Adeta herkesin, “ben<br />

de böyle derdim!”, “bu, ancak böyle söylenebilir”<br />

diyebileceği bir şeydir.<br />

Şiir ve şehir ilişkisine gelince: Bir şehirli şiirler<br />

vardır, bir de şiirli şehirler. Şiirli şehir, şiirin<br />

yaşandığı, paylaşıldığı, önemsendiği, üretildiği<br />

yerdir. Şiirli şehir, şairin evidir; orada itibar görür,<br />

orada rahat eder, orya yerleşir, kalbini oraya<br />

adar. Bu şehirlerde şiire özel bir önem verilir,<br />

insanlar konuşmalarını mısralarla, beyitlerle<br />

süslerler. Duygularını, düşüncelerini, yaşantılarını<br />

şiirlerle ifade ederler. Birbirlerine şiirlerle<br />

bakarlar, birbirlerine şiirlerle ulaşırlar. Tebriz,<br />

İsfahan, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, bu şehirler<br />

arasındadır; Roma, Floransa, Paris, Londra,<br />

Viyana da. Dünyanın büyük şairleri, bu şehirlerden<br />

çıkmıştır. Şiir sanatıyla uğraşmak, gelenek<br />

haline gelmiştir adeta. Bu şehirlerde şiir,<br />

bir estetik, bir bilgelik, bir eğitim ve iletişim<br />

biçimine dönüşmüştür. İnsanlar acılarını, sevinçlerini<br />

şiirlerle ifade etmişlerdir. Nüktelerini<br />

şiirlerle, düşüncelerini, deneyimlerini şiirlerle<br />

ifade etmişlerdir. Bayramlarını, yaslarını, yenilgi<br />

ve zaferlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Şiir,<br />

bir faydadır, ancak doğrudan bir fayda değildir.<br />

Bir eğitimdir, ancak doğrudan bir eğitim değildir;<br />

duyguların estetik terbiyesidir, benliğin<br />

güzellikle yoğrulmasıdır. İçin güzelleşmesidir,<br />

hislerin arınmasıdır. Güzelliğe duyarlı olmak,<br />

güzelliği hissetmek, yaşamak, üretmek ve onu<br />

sürekli kılmaktır. Böylece içsel yaşantı, bedenin<br />

ham ve doğal yapısından kurtularak estetik bir<br />

derinlik kazanır. Güzellik sadece bedende değil,<br />

içte de, benlikte de, zihinde de yaşamaya başlar.<br />

Şehir kültüründe şiirin, şiirde de şehir kültürünün<br />

zarafeti vardır.<br />

Bazı tür şiirler vardır ki, toprağı şehirdir<br />

onların; ancak şehirde ortaya çıkabilirler, ancak<br />

bir şehir ortamı içinde varlık kazanabilirler.<br />

Doğa ve kültür arasındaki orantı, şiirin karakterini<br />

de belirler. Her kültür, doğadan kopmadır.<br />

Şehirleştikçe doğadan daha da çok, daha çok<br />

uzaklaşır insan. Şehirleşmenin derecesi, doğaya<br />

olan yakınlığımızı da belirler. İleri bir şehir<br />

kültüründe yaşıyorsak doğaya daha uzak bir<br />

19<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


mesafede bulunuruz. Bu yalnız fiziksel açıdan<br />

böyle değildir, bilinç açısında da böyledir. Peki,<br />

doğadan daha çok uzaklaşan, doğa ile kendi<br />

arasına daha çok mesafe koyan insan, şiire daha<br />

yakın bir mesafede mi bulunur; bu söylenebilir<br />

mi Tabii ki, konuyu farklı şiir türleri açısından<br />

değerlendirmek gerekir. Şöyle ki: “Türkçede<br />

Şiirin Yüklemi Sorunu” başlıklı makalede,<br />

Türkçenin ifade imkânları arasında, iki tür şiir<br />

biçiminin ortaya çıktığını, bunlardan ilkini,<br />

yüklemi “söylemek” olan, “bir söylem(e) biçimi<br />

olarak şiir”, ikincisini ise yüklemi yapma,<br />

yazma, düzme ve kurma olan “bir inşa biçimi<br />

olarak şiir” olduğunu söylemiştik. Temelini şiir<br />

tekniğinde bulan, “bir inşa biçimi olarak şiir”,<br />

şehirli, eğitimli ve kültürlü bir şiirdir. Bu şiir<br />

türünde, şiir bir sanat olarak ortaya çıkar. Belli<br />

bir kültür, eğitim, bilgi ve gelenek üzerine inşa<br />

edilir. İlhamı dışlamamakla birlikte, sözü, bir<br />

bilgi, deneyim, ustalık ve teknikle kullanmayı,<br />

şiiri kurmayı ve yapmayı ifade eder. Okumanın<br />

yazmanın ürünüdür. Bu şiir biçiminin<br />

en yetkin örneği olan divan şiiri, duruma göre<br />

birden fazla yabancı dil bilmeyi, farklı dillerde<br />

şiir inşa edebilmeyi gerektirir. Bu nedenle “inşa<br />

şiir”, yapılan, kurulan estetik bir nesne olarak<br />

bir şehir kültürünün şiiridir. Onda eğitim, bilgi,<br />

kültür, estetik ve sanat olma bilinci en üst<br />

seviyededir. Bu özelliği ile divan şiiri, şehirli<br />

şiirdir. Onun şiiri farklı dillerde kurma çabası,<br />

sadece bir eğitim olayı olarak görülemez; aynı<br />

zamanda şehrin kozmopolit yapısının da bir gereğidir.<br />

Zira şair, şiirini farklı dillerde kurarken,<br />

şehirli olma bilinci içinde aynı şehri, hatta aynı<br />

dünyayı paylaştığı diğer insanlara ulaşma amacı<br />

da güder. Bu onun evrensel bir duyarlık içinde<br />

olduğu anlamına gelir.<br />

Şiirin doğaya yakın kısmında ise, şiiri doğrudan<br />

bir sanat biçimi olarak değil, gündelik<br />

hayatta eğitici, öğretici ve yol gösterici bir işlevle<br />

düşünen “bir söylem(e) biçimi olarak şiir” yer<br />

alır. Bir söyleme biçimi olarak şiirde, şiir işlevsel<br />

değerdedir. Şair de yerine göre bir öğretmen,<br />

ahlakçı, din adamı, filozof, rehber ve terapist<br />

görevi görür. Bu şiir biçimi, gündelik hayattaki<br />

karşılığı ile ele alınır. Sanat olma bilinci geri<br />

plandadır. İlham ve içten söyleyiş öne çıkar.<br />

Halk şiirindeki yalınlık, sadelik, doğallık, işlevsellik,<br />

eğiticilik, etkileyicilik, bu “doğal unsur”la<br />

açıklanabilir. “Söylem(e) biçimi olarak şiir”, halk<br />

içindeki hikmetin, ortak bilinçte yoğrulan bilgeliğin<br />

taşıyıcılığını da yapar. Bu nedenle aşina<br />

bir sestir; eğitici, öğretici ve yol gösterici bir<br />

niteliktedir. Sanat olmaktan ziyade zanaat olmaya<br />

yakındır. Bu şiir biçimi daha çok taşrada,<br />

ana şehrin dışında, oradaki otantik köy-kasaba<br />

kültüründen de beslenerek, belli bir hikmet ve<br />

bilgelik geleneği üzerinde, sözün işlevselliğine<br />

yönelik bir ifade tarzı benimser. Şiiri ilham<br />

üzerine, içe doğuş üzerine kurar. Sözgelimi, şiir<br />

öyle bir şey olmalı ki, sürüp giden bir kavgayı,<br />

bir savaşı sonlandırabilmeli, dinleyen kişi bir<br />

hayat dersi alabilmelidir. Bu şiir biçiminde, söz<br />

etkilidir. Zira şair onu kendiliğinden söylemez,<br />

söylettirildiğini düşünür; kendisini yüce ilhamın<br />

aracısı olarak görür. Şiiri bir sanat olarak<br />

değil, içinde belli bir anlamın, içeriğin, ötelerden<br />

gelen kutsal esinin bulunduğu ifade biçimi<br />

olarak görür. Onun içeriğini, okunarak, düşünerek,<br />

kurgulanmış ifadeler oluşturmaz. Kalbe<br />

doğuşla gelen ilham oluşturur. Bu özelliği ile<br />

gönülden gönle akmayı hedefler. Doğal ortam<br />

duyguların da doğal yaşandığı bir ortamdır. Bu<br />

nedenle daha sıcak, daha içten ve daha yakıcı<br />

söyleyişleri vardır.<br />

Büyük ve antik şehirler, Braudel’in de dediği<br />

gibi genellikle su kenarlarına kurulmuştur. Ya<br />

bir nehir, ya bir ırmak geçer içlerinden, ya da<br />

bir yanlarını denize dayamışlardır. Nil, Fırat,<br />

Dicle, Ren, Sen, Thames, Tuna, Volga nehirleri<br />

etrafında kurulan şehirler, bu tür şehirlerdir.<br />

Büyük ve antik şehirler, ipe dizilen tespih taneleri<br />

gibi akarsuların kenarlarına dizilmişlerdir.<br />

Almanya’ya, Rusya’ya, Mısır’a, Türkiye’ye,<br />

Irak’a, Suriye’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya ve<br />

dünyanın diğer yerlerine baktığımızda bu gerçeği<br />

görürüz. Sen nehrinin içinde aktığı Paris’i<br />

düşünelim, Nil’in hayat verdiği Kahire’yi, Ren<br />

nehrinin geçtiği Düsseldorf’u, Heidelberg’i,<br />

Diclen’in içinden aktığı Diyarbakır’ı,<br />

Bağdat’ı… İstanbul’un içinden nehir değil, deniz<br />

geçer; üç deniz birbirine kavuşur. Trabzon,<br />

ruhunu Karadeniz’den alır. Bütün denizlerin<br />

kıyıları, birer liman ve ticaret kenti olarak, bir<br />

20<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


oya gibi büyük şehirlerle süslüdür. Neresinden<br />

bakarsak bakalım, şehirlerin kaderi, su ile yazılır.<br />

Şehrin su ile ilişkisi, sadece insanların yaşam<br />

standartlarına değil, onların kültür ve göreneklerine,<br />

giderek şiirin oluşum sürecine de yansır.<br />

Nehirler, şairlerin şiirlerinde yer alır. Denizler,<br />

şairlerin şiirlerinde yer alır. Şiir, deniz, ırmak,<br />

nehir, doğa; bütün bunlar akraba kelimelerdir.<br />

Yahya Kemal’in şiirlerini düşünelim: Boğaz’ın<br />

güzellikleri sıkça dile gelir onlarda. İstanbul’un<br />

güzellikleri, yeniden hayat bulur. Kahire’den<br />

söz eden şiirler, Nil’den de söz eder. Elazığ’dan<br />

Diyarbakır’dan, Bağdat’tan bahseden şiirler, Fırat<br />

ve Dicle’den de bahseder; tıpkı “Ayın çekimine<br />

uğradım Dicle’nin kurmuş dudağında” diyen<br />

şair gibi. Şunu söylemek mümkün: Her büyük<br />

ve antik şehrin, suyla bir aşkı ve izdivacı vardır.<br />

Suyu olmayan şehirlerin imkânları da kısıtlı,<br />

ufukları da kapalıdır. Bunun şiir kültürüne<br />

yansıması kaçınılmazdır. Nehirler, denizler,<br />

akarsular yalnız coğrafyaya hayat vermez, şairlerin<br />

şiirlerine de hayat verir. Şehrin silueti yalnız<br />

denize, ırmağa, nehre düşmez, bütün bunlarla<br />

birlikte şiire de düşer. Suya düşen yakamozlar,<br />

şairlerin duygularına da düşer. Denizde parlayan<br />

mehtap, şairlerin iç dünyalarında da karşılık<br />

bulur. Irmaklar, nehirler yalnız şehirlerden<br />

değil, şairlerin bilinçlerinden de geçer, orayı da<br />

yeşertir. Denizin enginliği yalnız şehre genişlik<br />

ve ufuk kazandırmaz, şairi de derin hülyalara<br />

sevk eder.<br />

Şehir, insanların, kültürlerin, duyguların,<br />

dünyaların karıştığı ve kaynaştığı bir yer olarak<br />

“öteki” duygusunun güçlü olduğu bir yerdir.<br />

Yasa ve görenek, en çok bunu ifade eder. Yasalar,<br />

gerek etik gerekse hukuk anlamında, bizi<br />

diğer insanlarla bir araya getirirler, onlarla olan<br />

ilişkilerimizi düzenlerler. Dolayısıyla, şehir hayatı,<br />

öteki duygusunun geliştiği bir mekândır.<br />

Bu noktada şu söylenebilir: Şiir de bir bakıma<br />

öteki duygusundan kaynaklanır. Öteki için yazılır,<br />

ötekinden dolayı yazılır, ötekine ulaşmak<br />

için, ötekiyi sevmek için yazılır. Şehir hayatı,<br />

bizi ötekiyle karşılaştırdığı her bir anda, bir şiir<br />

fırsatı da sunar. Her karşılaşmamız bir fırsattır;<br />

şiir okumak, şiir söylemek, şiir yaşamak, şiir almak<br />

ve şiir vermek için.<br />

Mekân, yalnız fiziksel olarak tutmaz insanı,<br />

zihin yapısı ve ruh hali olarak da sarıp sarmalar.<br />

Zihnin şekillenmesinde, dünya algısının oluşumunda<br />

önemli bir unsurdur. Çocukluğumuz<br />

nerede geçmişse, dili nerede öğrenmişsek, ömrümüzün<br />

geri kalanı da farkında olmadan oranın<br />

algıları içinde geçer. Dağ derken oranın dağını,<br />

ırmak derken oranın ırmağını, çayır derken<br />

oranın çayırını, göl derken oranın gölünü<br />

hatırlarız. Dünyayı algılama ve anlamlandırma<br />

kategorilerimiz bu dönemde oluşur. Mekân, çocukluğumuzda<br />

işler içimize. Bu nedenle şiirin<br />

şehri genellikle içinde çocukluğumuzun geçtiği<br />

şehirdir. Sokak onun sokağı, yol onun yolu,<br />

cadde onun caddesi, dükkân onun dükkânı,<br />

bakkal onun bakkalı, fırın onun fırınıdır. Kim<br />

kendi şehri dışında bir şehre vurulursa, onu<br />

kendi şehrini sevdiği gibi sever, kendi şehriyle<br />

sever. Sokaklarını kendi şehrini sevdiği gibi,<br />

caddelerini kendi şehrini sevdiği gibi, insanlarını<br />

kendi şehrinin insanlarını sevdiği gibi sever.<br />

Dolayısıyla, şiir ve şehir ilişkisi bağlamında atılabilecek<br />

düğümlerden birisi de, şairlerin şehir<br />

tecrübesi ile ilgilidir. İçinde yaşadıkları şehir,<br />

onların dünya ve evren algısına siner. Hayatı bu<br />

şehirde gördükleri varoluş değerlerine göre algılarlar.<br />

Varoluşu bu şehirlerden edindikleri ifade<br />

biçimleri ile dile getirirler. İçinde yetiştiği şehirler,<br />

kişiyi, davranış biçimi, yaşama ve düşünme<br />

tutumları açısından etkiler; şehir, farkında bile<br />

olmadan onların bilincine ve kimliğine siner.<br />

Şiir, şehri kuran ve üreten şuurdur. Şiir, şehrin<br />

etiği ve estetiğidir. Şiir, şehirde doğar, şehir<br />

de şiirde. Şiir, şehri çoğaltır, şehir de şiiri. Şiir,<br />

kültürü, nezaketi ve zarafeti çoğaltır, zarafet ve<br />

nezaket de şiiri. Her şair bir şehirden bakar, bir<br />

şehirden seslenir. Her şairin bir şehri vardır. Şiir<br />

ve şehir ilişkisi, günümüzde daha işleri boyuta<br />

taşınmıştır. Modern şiir, doğadan kopuk bir<br />

şiirdir, kültürün ve şehrin şiiridir. Hem tema,<br />

figür açısından, hem de söyleyişteki eda ve içtenlik<br />

açısından, modern şiir, tümüyle kurma<br />

ve yapma bir şiirdir. Şair, bir dosta, kendisini<br />

dinleyen tanıdık birine değil de yabancı birine<br />

seslenir gibi seslenir. Bu da şiirindeki içtenlik<br />

unsurunu azaltır, buna karşın “gösteri” yönünü<br />

artırır. Bu yüzden şiirinde, yer yer kendini<br />

21<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


açmak yerine kapatmayı, göstermek yerine gizlemeyi,<br />

haykırmak yerine sumayı tercih edebilir.<br />

Modern şiirde, şairin, sanki kendi şiirinde<br />

yaşayamama, kendi şiirinde kendini ifade edememe<br />

sorunu var gibidir. Öte yandan şehirlerin<br />

ethos’u bozuldukça şairlerin ethos’u, şairlerin<br />

ethos’u bozuldukça da şehirlerin ethos’u bozulur.<br />

Bir zamanlar, İstanbul’un bir taşı için acem<br />

mülkünü feda eden şair bilinci, zaman gelir ona<br />

“aziz İstanbul” diye seslenir. Bunun ardından<br />

gelen “Ula İstanbul”u anlamak zordur tabii. O<br />

da ancak şairdeki ve şehirdeki zihniyet değişimi<br />

ile açıklanabilir. Zihniyet değişir, şehirler de değişir;<br />

şehirler değişir, zihniyet de dönüşüme uğrar.<br />

Görünen o ki, modern zamanlarla birlikte<br />

ortaya çıkan zihniyet değişikliğinden, şehir ve<br />

şiir ilişkisi de fazlasıyla payını almıştır.<br />

Sonuç<br />

Şehir kültürü, poetikayı, şiir geleneğini,<br />

şiir tekniğini, şiir felsefesini üreten ortamıyla,<br />

“bir söylem(e) biçimi olarak şiir” için olmasa da,<br />

“bir inşa biçimi olarak şiir” için asli bir unsur<br />

olarak görülebilir. Şiirin bir sanat olarak ortaya<br />

çıkması, bir eğitiminin ve kültürünün, bir<br />

düşüncesinin ve geleneğinin olması, onu şehir<br />

kültürüne ait bir üretim haline getirir. Şiir, şehir<br />

kültürüne ait olmakla kalmaz, şehir de şiir<br />

kültürüne ait bir yapılanma olarak ortaya çıkar;<br />

zira şiir de şehir kültürünü oluşturan bir unsurdur.<br />

Eğer bir şehrin kültüründe şiir yer almazsa,<br />

henüz orası şehir olma sürecini tamamlamamış,<br />

bilinci ve hafızası olgunlaşmamış demektir. Şehir,<br />

şiir kültürü için ne kadar gerekliyse, şiir<br />

de şehir kültürünün tamamlanması açısından<br />

o kadar gereklidir. Zira şiir, sanat biçimini de<br />

aşan bir içeriğe sahiptir. O, sadece bir sanat<br />

değil, yerine göre bir bilgelik, yerine göre bir<br />

güzellik, yerine göre bir muhabbet, yerine göre<br />

bir hikmet, yerine göre bir iletişim kültürüdür.<br />

Şiir, insanların “kendisine katıldığı” bir şeydir.<br />

Yûnus’tan bir mısra okuyup kendimizi ifade<br />

ederken, Fuzûli’den bir beyit okuyup duygularımızı<br />

anlatırken, Yahya Kemal’den bir dörtlük<br />

okuyup kendi beğenimizi ortaya koyarken, bir<br />

türkünün redifini tekrarlayıp kendi halimizi<br />

beyan ederken, şiirdeki ruh haline de katılırız.<br />

Bu katılımla, şair bilinci, bireysel bir duyarlık<br />

olmaktan çıkarak toplumsal bir algılayış biçimine<br />

dönüşür.<br />

Buna göre, şiir, şehri kuran bilinçte de vardır.<br />

Şehrin bir yarısı şiirdir; güzelliktir, aşktır,<br />

estetiktir. Gönülden gönle doğru yürümektir;<br />

sıçramak ve uçmaktır Şiir, yüreğin sıçrama<br />

tramplenidir. Çünkü insan yalnız aklıyla değil,<br />

gönlüyle kurar şehri. Sadece simetri, geometri,<br />

matematik, orantı, teknoloji ve fabrika<br />

değildir şehir; gönül de şehrin bir yerinde yaşar,<br />

aşk da. Ve o, şehrin maneviyatını ve vicdanını<br />

oluşturur, insanlığı besleyen değerler<br />

pınarını oluşturur. Sular orada durulur, insan<br />

orada kendi içine akar, göz orada kendi içine<br />

bakar, bilinç orada kendi farkına varır. Şiir,<br />

orada vicdanın dilini kullanır. Bu dil, evrensel<br />

bir dildir. İnsan şiiri ararken, insanlığın bu ortak<br />

dilini de arar, iyiliği ve güzelliği de, sevgiyi<br />

ve merhameti de. İnsan, şiirin dilini işitince,<br />

çoktan beri karşılaşmadığı bir dostun sesini<br />

işitmiş gibi olur; “işte böyle olmalı” der. Şiirin<br />

hakikati daha yumuşak ve sert dokunuşlarla<br />

çarpar yüreğe; uyarır, uyandırır. Bu nedenle<br />

daha hızlı ve daha derinden bir dönüşüm<br />

sağlar. Bu nedenle şiir, şehrin kendi kendini<br />

iyileştirme, dinginleştirme, kendi kendini sorgulama,<br />

kendi kendini anlama yollarından<br />

biridir. Bir şehirde şairler yaşıyorsa, orada iyilik<br />

var demektir; bir şehir şiirli şehirse oranın<br />

vicdanı hala duyarlığını yitirmemiş demektir.<br />

Şehri, sermaye değil, gönlün ve şiirin değerleri<br />

kurtaracaktır. Şehri görkemli yapıları, alışveriş<br />

merkezleri, festival alanları, yer altı tünelleri<br />

değil, şiirleri kurtaracaktır. Bir şehir için şiir<br />

duyarlığı, parklar, bahçeler ve yeşil alanlar<br />

gibidir. Kuşların nasıl ki konabilecekleri dallara<br />

ihtiyaçları varsa, aynı şekilde insanların<br />

da vicdanlarını duyarlı hale getirebilecekleri,<br />

hislerini tazeleyebilecekleri, gönüllerini arındırabilecekleri,<br />

güzellik ve iyilik duygularını<br />

ateşleyebilecekleri şiir-parklara, şiir-hanelere<br />

ihtiyaçları vardır. Ne de olsa şehri, savaşçı ve<br />

sermayeci ruhlar değil, şair bilinçler kurtaracaktır.<br />

Şehir, şiiri kaybetmemelidir, şiirin değerlerinden<br />

uzaklaşmamalıdır. Aksi halde, şiirin<br />

ölümü, şehrin de ölümü olacaktır. ■<br />

22<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


İki kıymet iki göz : şiir ve şehir<br />

KÖKSAL ALVER<br />

Şiir mekânla donatır kendisini, mekânın dili olur âdeta.<br />

Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler,<br />

meyhaneler, apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı<br />

organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan hâlleri<br />

arasında derin köprüler kurar. Mekânın hâllerinde insanı<br />

anlatır.<br />

Şehir, şiirin ana meselelerinden biridir.<br />

Genel manada hayatın her yanıyla ilgili<br />

olan şiir, mekânları, yerleri, coğrafyaları,<br />

iklimleri, mevsimleri en az insan hâlleri kadar<br />

kendine ana uğrak olarak kabul eder. Bu hususlara<br />

ilişkin ince sözler söyler, derin bakışlar atar.<br />

Hangi şaire bakılsa, hangi dünyanın şiirine göz<br />

atılsa mutlaka şehre ve şehrin insana ettiklerine<br />

dair pek çok mısra bulunabilir. Bu durum biraz<br />

şiirin tabiatıyla ilgilidir. Şiir dünya sözüdür ve bu<br />

dünyanın her anını, her sahasını gözlemleyen sıkı<br />

bir gözlemcidir. Şiir ve edebiyat bir kayıt tutma<br />

eylemidir. Hangi dünya işi bu keskin gözlerden<br />

uzak kalabilir Şiir, özgür bir şekilde bütün dünyayı<br />

dolaşan sözdür. İnsana yapışan, insanda karşılık<br />

bulan ne varsa, o şey şiirin gözünde, şiirin<br />

dilindedir.<br />

Şehir de böyledir ve kendini şairden, şairin<br />

bakışından alıkoyamaz. Şehir şiire yakalanır, şehir<br />

şaire kendisini açar. Şiir şehrin kalbine girer, gözünden<br />

çıkar, yüreğine iner, aklını başından alır.<br />

Yani her hâline, her özelliğine, her ferdine, her<br />

çizgisine, her anına ilişkin nağmeler yakar. Şehir<br />

şiirde bir kez daha var olur, bir kez daha kendisini<br />

yeniler. Şehir şiirin dilinde yeniden vücut bulur,<br />

dillere destan olur. Şehrin gerçekliği şiirde yeniden<br />

ele alınır, yeni bir gerçeklikle şehrin portresi<br />

çizilir. Gerçek şehir ile muhayyel şehir arasında<br />

şair, kendince yeni bir şehir tahayyülü geliştirir.<br />

Kendi şehrine, yaşadığı şehre, düşlediği şehre,<br />

ideal şehre bir bakış atar.<br />

İnsanın izini şehirde süren şiir, insan duygusu<br />

ile şehrin görünümleri arasında bağlar kurar. Şehirli<br />

insanın ruh hâli, davranışları, düşünceleri,<br />

çatışmaları, hayat mücadelesi, yoksulluğu varsıllığı<br />

tümüyle şiirle perçinlenir. Kişisel dünyaların<br />

bin bir ayrıntısından toplumsal dünyaların engin<br />

ufuklarına varıncaya kadar nice hayat kırığı nice<br />

hikâye sızısı şiirin alnında parlar. “Bu şehirde<br />

akşama doğru/ İçime korku/ Ayaklarıma karasu<br />

iner” diyen Necatigil, yalın insan duygusunun<br />

şehre nasıl bulandığını, şehirle insan arasındaki<br />

ince bağların nasıl kurulduğunu hatırlatır. N.<br />

Fazıl’ın Kaldırımlar şiirinde çizilen şehir atmosferi<br />

de insanı kendisine içine çeken, kendisiyle<br />

yoğuran, şehirle hemhâl kılan bir ruh iklimini<br />

23<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


anlatır: “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi/<br />

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır/ Kaldırımlar,<br />

duyulur, ses kesilince sesi/ Kaldırımlar,<br />

içimde kıvrılan bir lisandır.”<br />

Şehrin uzuvları olan mekânları şiir kendine<br />

mecra bilir. Şiir mekânla donatır kendisini,<br />

mekânın dili olur âdeta. Evler, yollar, hanlar, camiler,<br />

kahvehaneler, kütüphaneler, meyhaneler,<br />

apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı<br />

organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan<br />

hâlleri arasında derin köprüler kurar. Mekânın<br />

hâllerinde insanı anlatır. Mekânı insanı anlatmak<br />

için bir sembol olarak kurar. Şehir bu yönüyle de<br />

şiire inanılmaz bir şekilde katkı yapar, onun anlaşılması,<br />

kavranması, açıklık kazanması için üstüne<br />

düşen ödevi yerine getirir. Mekânı konuşturan<br />

şiir, kendi meramının da böylece somutlaştırmış<br />

olur. “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları/ Ey<br />

hanların gönlümü sızlatan duvarları!...” diyen Faruk<br />

Nafiz, hanı, hanların duvarlarını konuşturur<br />

ve duvarlara düşen satırlardaki garipliği ve çaresizliği,<br />

anlatır. B. Necatigil, ‘Evler’ şiirinde evlerin<br />

hâllerini, insana bağlar ve evlerin içinin devir devir<br />

değişmesi gibi insanın da dönem dönem değiştiğini<br />

söyler. Sezai Karakoç, ‘Balkon’ şiirinde<br />

balkon metaforuyla insanı, onun çağdaş tutum ve<br />

davranışlarını yorumlar. Şiir, mekânı insana bağlar,<br />

mekânda insanlık durumunun izdüşümlerini<br />

dillendirir.<br />

İnsanın şehir tecrübesi farklı bir tecrübedir.<br />

Şehirle birlikte insan yeni hayat tarzları, yeni<br />

bakışlar, yeni tasavvurlar edinir. İnsan yerleştiği<br />

mahal ile doğrudan bağlar kurar; mekân<br />

ile insan karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkilerler.<br />

İnsanın şehre kattıkları ile şehrin insana<br />

kattıkları hayat sahnesinde buluşur, karışır<br />

ve yeni bir yapı meydana getirirler. Şiir, şehrin<br />

insan üzerindeki etkilerini, insanın da şehre<br />

verdiklerini anlatıp durur. Hacı Bayram Veli,<br />

“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde/<br />

Bakıcak didar görinür ol şarın kenaresinde/<br />

Nagehan bir şara vardum ol şarı yapılur gördüm/<br />

Ben dahi bile yapıldum taş u toprak aresinde”<br />

derken, insan ile şehrin birbirine nasıl karıştığını,<br />

birbirleriyle nasıl karıldıklarını bir güzel anlatmaktadır.<br />

İnsanın da tıpkı şehir gibi yapılıyor<br />

olması, onun toprağında karılıyor olması karşılıklı<br />

etkilenmeyi ve kültürlenmeyi açık bir şekilde<br />

ifade etmektedir.<br />

Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri<br />

ve saklı köşeleri vardır. Şiir, sinsi ve kurnazdır,<br />

akıllıdır, kimi yerde romantiktir; şehri sarıp<br />

sarmalar, onu hissettirmeden onun dünyasında<br />

dolaşır durur. Bir bakarsın şiir bulvarlarda,<br />

caddelerde, köprülerde ve meydanlardadır. Bir<br />

bakarsın arka sokaklarda, kuytu köşelerde, izbe<br />

yerlerdedir. Şehrin vitrinindedir, bir şairin dilinde,<br />

bir başka şairde ise şehrin kuş uçmaz kervan<br />

geçmez yerlerindedir. Hangi yüzünü gizleyebilir<br />

şehir şiirden, hangi benini, hangi çizgisini, hangi<br />

edasını Şiirin şehrin çizgilerini, yüzlerini,<br />

hâllerini bu denli takip etmesi, onun kaydını tutması,<br />

ona dair duygu ve düşüncelerin tercümanı<br />

olması gerçekten manidardır. Bu yönüyle şiir<br />

genel edebiyatın içinde bir şehir kaynağı olarak<br />

öne çıkmaktadır. Şehrin anlaşılması, okunması,<br />

tanınması, bilinmesi bakımından şiir önemli bir<br />

kaynak olarak belirmektedir.<br />

Bir şehir kaynağı olarak şiir, şehrin tarihsel,<br />

toplumsal, insani yönleri ile irtibatlı olduğu gibi<br />

şehrin kendi serüveni, değişimi, başkalaşımı üzerine<br />

sözler söyleyerek kaynak olma yönünü biraz<br />

daha ayrıntılandırır. Yunus’un “Bu dünyanın<br />

meseli bir ulu şara benzer” sözünün izinde söylenecek<br />

olursa, şehirle dünya hayatının ayrıntıları<br />

arasında nice benzerlik kurmak kabil olur. Şehir,<br />

dünya hayatının bir izi ve yansıması değil midir<br />

“Bu şarın hayalleri türlü türlü hâlleri” bir şehir<br />

gözcüsü olan şiirin dikkatinden kaçmaz. Dünya,<br />

insan, şehir arasında mekik dokuyan şiir, en<br />

yalın ve ne çetrefil meselelere dair kendi sözünü<br />

söyler. Sözünün arasında insanın şehirle irtibatı,<br />

onun şehre akışı, şehirle harman olması izlenir,<br />

görülür. İnsanın şehirle imtihanının yakın tanığı<br />

olarak şiir gözünü o gerçekliğe diker, oradan ince<br />

sözler devşirir. Bir kaynak böylece çağlar durur,<br />

söyler durur.<br />

Şiirin şerh düştüğü bir şehir hayatı, bir şehir<br />

insanı dikkatle izlenmeye değer. Kıymet hem şiirin<br />

hem şehrindir. İki kıymet bir aradadır. İki göz<br />

karşı karşıyadır. İki gözün baktığı insan ve onun<br />

dünyası, hayali, dili hayret uyandırır. Şiirin ve<br />

şehrin ortasında insan yüzleri, insan hikâyeleri;<br />

şiirin ve şehrin dilinde insanın bir başka biçimde<br />

dile gelişi verimli çıkarımlara yol açabilir. ■<br />

24<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Sezai Karakoç'un şiirlerinde şehir<br />

ALÂATTİN KARACA<br />

"...coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların,<br />

şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı<br />

olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle<br />

coğrafya seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu<br />

mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir dünya<br />

görüşünün de yansımasıdır. "<br />

Coğrafya-Şehir- İdeoloji<br />

Öncelikle şunu belirteyim:<br />

Bir sanatçı, eserlerinde az ya da<br />

çok, bir coğrafyaya, bir mekâna<br />

yer verir. Varoluşun kaçınılmaz<br />

sonucudur bu. Çünkü varlıklar<br />

mekândan münezzeh değildir.<br />

Ve dahası insan, yaşadığı<br />

coğrafyayı şekillendirir, bunun<br />

tersi coğrafya da içinde var<br />

olan insanı şekillendirir. Bu<br />

bakımdan coğrafyayla, mekânla<br />

insan birbirine bağlıdır. Hacı<br />

Bayram-ı Veli’nin dediği gibi<br />

“ol şârı yapan insan, taş u toprak arasında kendi<br />

dahi inşa olur». Uzatmadan söylemeli ki, coğrafyanın,<br />

mekânın siyasal/ideolojik bir anlamı da<br />

vardır. Coğrafyayı vatan kılmak, o mekâna hem<br />

maddeten hem de manen sahip ve egemen olmak<br />

arzusu, coğrafyayı ideoloji ya da dünya görüşü<br />

ile ilişkilendirir. Bu bağlamda Ziya Gökalp›ın şiirlerinde<br />

sözünü ettiği «Turan ili»<br />

ideolojik/ütopik bir coğrafyadır.<br />

Mehmet Âkif, «Turan ili nâmıyla<br />

bir efsane edindik.» diyerek bu<br />

ideolojik/ütopik coğrafyaya karşı<br />

çıkar. Ama Âkif›in de kendisine<br />

göre ideolojik/ütopik bir coğrafyası<br />

vardır. Filistin, Kudüs,<br />

bugün de gündemde olan ideolojik<br />

anlamlar içeren coğrafyalardır.<br />

Örneğin Sezai Karakoç›ta<br />

ve Nuri Pakdil›de bu anlamda<br />

ele alınırlar. Arz-ı Mev›ud ise,<br />

İsrail›in ideolojik/ütopik coğrafyasıdır.<br />

Kısaca, coğrafya ve bu çerçevede ülkeler<br />

ve şehirler, dinî/tarihî değerlerinden ötürü, ideolojik/ütopik<br />

birer coğrafi simgeye dönüşürler.<br />

Dolayısıyla Türk edebiyatında kimi şairler de,<br />

şiir ve yazılarında coğrafyayı bu bağlamda ele<br />

alıp anlamlandırırlar. Sadece coğrafya mı Elbet<br />

25<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


değil. Bu coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki<br />

mekânların, şahsiyetlerin ve olayların seçimi<br />

de dünya görüşüne bağlı olarak coğrafya içinde<br />

faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle coğrafya<br />

seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu<br />

mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir<br />

dünya görüşünün de yansımasıdır. Örneğin Nazım<br />

Hikmet’in şu dizeleri şehirdeki bir mekâna<br />

-Ayasofya’ya- bağlı olarak bir ideolojik seçimi<br />

yansıtır. Şöyle diyor Nazım “Bir Şehir Rehberi”<br />

adlı şiirinde Ayasofya hakkında:<br />

“Ben ne tarih hocasıyım ne de coğrafya.<br />

Beni ancak<br />

dört köşe taş bir ambar<br />

kadar<br />

alâkadar<br />

eder<br />

Ayasofya»<br />

Nazım Hikmet’in şehirdeki bu mekâna bakışı,<br />

elbette ideolojik bir anlam içerir. Bir başka<br />

şair Osman Yüksel Serdengeçti›de ise Ayasofya,<br />

fethin sembolüdür, İslamın küfre galebesinin<br />

nişanesidir ve hatta müzeye çevrilmesi<br />

nedeniyle mahzun ve mahkûmdur. Bu iki örnek<br />

bile mekânla ideolojinin arasındaki ilişkiyi<br />

göstermeye herhâlde yeter. Birkaç örnek daha vererek<br />

konuyu açmaya çalışalım. Yahya Kemal›in<br />

coğrafyası üzerinde duralım. Beyatlı’nın coğrafyası,<br />

bilindiği üzere, esas itibariyle Osmanlı coğrafyası<br />

ile sınırlıdır. Bu coğrafyanın merkezinde<br />

Osmanlının başkenti, saltanat şehri İstanbul vardır.<br />

Ve bu coğrafya, yine Osmanlılar nedeniyle<br />

Balkanlara ve Mağrib›e değin uzanır. Buna karşılık<br />

İlhan Berk›in İstanbul Kitabı›nda bu şehir<br />

bir Osmanlı şehri olmaktan çıkar, kozmopolit<br />

bir kente dönüşmüştür ve dahası İstanbul onda,<br />

yıkılması gereken bir «dükalık» olarak karşımıza<br />

çıkar. Kentin yoksulluğudur, yoksulların, işçilerin<br />

yaşamıdır yansıtılmak istenen. İlhan Berk<br />

bu nedenle İstanbul›a bir ‹sosyalist flaneur› gibi<br />

bakar. Bu konuda verebileceğimiz bir başka dikkat<br />

çekici örnek Yavuz Bülent Bakiler olabilir.<br />

Bakiler›in şiirlerinde ise, bu kez karşımıza Türklerin<br />

yaşadığı Azerbaycan, Tiyanşan Dağları,<br />

Altay Dağları, Kerkük, Kırım, Üsküp gibi bir<br />

coğrafya çıkmaktadır. Şu dizeler, coğrafya-şehirideoloji<br />

ilişkisini yansıtan çarpıcı bir örnektir:<br />

«Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar<br />

Tıyan-Şan, Kadır-Gan Dağları›na dek uzar.<br />

Kim demiş<br />

Kim demiş ki, vatanımız; Edirne’den Kars’a<br />

kadar.”<br />

Aynı yolu İzleyerek, Mehmet Akif’in de, Nuri<br />

Pakdil’in de ve konumuz olan Sezai Karakoç’un<br />

da ideolojik/ütopik bir coğrafyası olduğunu, bu<br />

çerçevede Karakoç›un ideolojik coğrafyasının<br />

belirleyeninin ise, esas itibariyle din/medeniyet<br />

olduğunu söylememiz gerek. Yani kısaca, Sezai<br />

Karakoç›un şiirlerinde şehir coğrafyası da, esas<br />

itibariyle ideolojik temele dayanır. Bu temel ölçüte<br />

dayanmadan, Karakoç›un şiirlerinde coğrafyaya,<br />

şehre, şehirlere nasıl baktığı doğru biçimde<br />

saptanamaz.<br />

Şimdi şu soruyu sormak gerek: Peki, Sezai<br />

Karakoç›un şehir coğrafyasının sınırlarında hangi<br />

şehirler var Bu coğrafyanın seçimindeki temel<br />

ölçüt ne Bu coğrafya, ne gibi bir anlam içeriyor<br />

İşte bu sorulara cevap verebilmek İçin evvelâ,<br />

şunun altının çizilmesi gerekiyor: Karakoç’a göre<br />

şehir, medeniyettir. Demek ki, bu noktada ilkin<br />

şehir-medeniyet ilişkisi üzerinde durulmalıdır.<br />

Şehir- din/medeniyet ilişkisi<br />

Şehir- din/medeniyet ilişkisi üzerinde<br />

durmadan önce şunun altını çizmek gerek: Sezai<br />

Karakoç, bir medeniyet şiiri yazar. Eserlerinde<br />

bir medeniyetin tarihi, bir medeniyetin şahsiyetleri,<br />

bir medeniyetin yıkılışı, bir medeniyetin direnişi<br />

ve bir medeniyetin diriliş düşüncesi vardır.<br />

Eserlerinin tümü bu ana tema etrafında örülmüştür.<br />

Çünkü o, “Ben, memleketin durumunu,<br />

İslam âleminin durumunu, tarihî-sosyolojik<br />

perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet<br />

perspektifinden görüyorum.” dediği üzere,<br />

tüm sorunlarımıza bir medeniyet perspektifinden<br />

bakılması gerektiğine inanmaktadır. Şehre<br />

de bir medeniyet dairesi içinden bakar. İşte bunun<br />

için, başta bunun altını çizmek gerek.<br />

Şehir-medeniyet ilişkisine gelince, Karakoç’a<br />

göre, şehir medeniyetin göstergesidir. Nitekim<br />

bir yazısında; “Her medeniyet bir şehir<br />

getirmiştir. Medeniyetlerin kendilerine mahsus<br />

26<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


şehirleri vardır.” der. Dolayısıyla şehirler, bir<br />

medeniyete özgü hayat tarzının, bir kültürün,<br />

bir kimliğin; Karakoç’un deyişiyle ruhlarımızın<br />

aynasıdırlar. Nitekim bir şiirinde şair bunu;<br />

“Yok olduysa da bu şehir ruhu ruhuma sindi.»<br />

dizesiyle ifade eder. Edip Cansever de bir şiirinde<br />

«İnsan yaşadığı yere benzer.» derken aslında<br />

aynı şeyi tersten söylemektedir. O hâlde şu cümleyle<br />

bu paragrafı bitirelim: Sezai Karakoç›ta şehir,<br />

medeniyet demektir; o, şehre bir medeniyet<br />

perspektifinden bakar, bir medeniyet göstergesi<br />

olarak ele alır.<br />

Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz şimdi;<br />

Karakoç, esas itibariyle medeniyeti, ikiye ayırır.<br />

Bunlardan ilki, kuşkusuz İslam medeniyetidir,<br />

ikincisi ise bunun karşısında yer alan Batı<br />

medeniyeti. Şair, bu medeniyet ayırımı doğrultusunda,<br />

şehirleri de ikiye ayırır. Ona göre bir<br />

«İslâm medeniyetinin şekillendirdiği şehirler»<br />

vardır, bir de «Batı medeniyetinin şekillendirdiği<br />

şehirler» Şair, bir şirinde İslam medeniyetince<br />

kurulan şehirlere «İlâhi site» der, diğerlerine ise,<br />

«İnkâr kentleri» adını verir. Ve şiirlerinde sıklıkla<br />

«İslâm şehri» ifadesini kullanır. Ona göre<br />

Batı medeniyetine özgü kentlerin kökeni eski<br />

Yunan›a ve Roma›ya dek uzanır. Ve, «Yunan sitesinde<br />

estetik, Roma sitesinde ise, egemenlik<br />

somutlaşmıştır.» İlahi sitelerin temel özelliği ise,<br />

erdemdir. Şair bunu şöyle ifade ediyor:<br />

“Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla’sında dediği<br />

gibi, İslâm sitesi, fazilet esasına dayanan sitedir.<br />

İslâm şehri ki, toplumun temelidir, evet o şehir,<br />

ancak ve ancak fazilet esasına dayanırsa yaşar<br />

inancı vardır.”<br />

Karakoç bu ayırımda, tüm eserlerinde görüleceği<br />

üzere, İslam medeniyetinin, kendi deyişiyle<br />

İlahi sitenin veya İslam şehirlerinin yanında<br />

yer alır. Çöküşüne ağıt yaktığı, dirileceğine<br />

inandığı bu şehirlerdir; dolayısıyla İslam medeniyetidir.<br />

Karakoç’un şehir coğrafyası: İslam<br />

şehirleri<br />

Şairin, yukarıda değindiğim medeniyet<br />

perspektifi doğrultusunda, şehir coğrafyası,<br />

İslam medeniyetinin yayıldığı sınırlarını kapsar.<br />

O, bu bağlamda «Ne tükenmezdir İslâm›ın şehirleri/<br />

En büyüğünden en küçüğüne/ Hangisini<br />

ansam eksik kalır/ Sayılmaz güzellikleri, iyilikleri.»<br />

diyerek, şiirlerinde Mekke, Medine, Kudüs,<br />

Bağdat, Şam, İskenderiye, Buhara, Semerkand,<br />

Taşkent, Şiraz, İsfahan, Beyrut gibi İslam şehirlerini<br />

sayar. Anadolu›da ise, başta elbette İstanbul<br />

olmak üzere, Diyarıbekr, Urfa, Konya, Bursa<br />

gibi İslam kültürünün önemli şehirleri vardır.<br />

Karakoç›un ülke ölçeğinde, coğrafyasında ise,<br />

tespit edebildiğimiz kadarıyla Mısır, Cezayir,<br />

Tunus, Filistin, Irak, İran, Afganistan, Pakistan,<br />

Habeşistan, Eritre, Azerbaycan, Türkistan gibi<br />

ülkeler yer alır. Kuşkusuz bu, İslam medeniyeti<br />

merkezli bir coğrafya seçimidir ve Karakoç, -bu<br />

coğrafya seçimiyle- şiirinin coğrafyasını «Şark-ı<br />

Aksâ›dan Mağrib-i Aksâ›ya kadar» uzatan İslamcı<br />

bir coğrafya idealine bağlı Mehmet Âkif’le<br />

örtüşür.<br />

Şair, söz konusu İslam coğrafyasına karşılık,<br />

şiirlerinde Batı medeniyetinin kentlerine örnek<br />

olarak ise, Paris, Moskova, Pekin ve Newyork›u<br />

sayar. Bu kentlerden Paris, ona göre «Avrupa›nın<br />

ülkü mezarlığıdır.», Moskova, Pekin ve Newyork<br />

ise, «türedi bir uygarlığın kentleri»dir. Bunlar,<br />

Karakoç’a göre, bizim model almamamız gereken<br />

- ne yazık ki model aldığımız- Batı medeniyetinin<br />

kentleridir.<br />

“Son durak İstanbul/ İlk durak Ankara»<br />

Bir şiirinde böyle diyor Karakoç. Yahya<br />

Kemal’in meşhur sözünü başka bir türlü söylemiş<br />

âdeta. Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü<br />

seviyorum demenin şiircesi. Şairin şiirlerinde,<br />

bu dizeler doğrultusunda, şehir coğrafyasının<br />

merkezinde İstanbul yer alır, en çok İstanbul.<br />

Bu seçimde de asıl belirleyici ölçüt, medeniyet<br />

perspektifidir. Yani İslam medeniyetinin<br />

önemli şehirlerinden biri olduğu için Karakoç,<br />

şehir coğrafyasında İstanbul›a baş sırayı verir.<br />

İstanbul onun için, «Dünyadan daha dünya,<br />

ahiretten daha ahiret»tir, «Divan şairlerinin<br />

kasideleri»ne benzer. Bu şehir, «Yeryüzünden<br />

ve gökyüzünden ötede» bir şehirdir, «Doğudan<br />

Batıya uzanıp / Çin ipeğinden örülmüş<br />

şeytan kozasını bölen” bir kılıçtır, “Tanrı’nın<br />

kılıç hâlindeki hilâli»dir, «İslâm ruhunun kristalleşmiş<br />

heykeli»dir. Bağdat›ın dervişlik ortağı<br />

/ Şam’ın kılıç kardeşi»dir. Böyle diyor çeşitli dizelerinde<br />

İstanbul için Karakoç. «İstanbul›dur<br />

27<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


u otuz yıl kana kana yaşadığım / Resmim âdeta<br />

taşlarına geçti / Ben İstanbul›da dağıldım zerre<br />

zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti.”<br />

dediği, özdeşleştiği şehre, sevgiyle ve saygıyla,<br />

kimi kez de acıyla bakar Karakoç. Ama bu<br />

şehirde hep Müslüman kimliğini görür, ağlarsa,<br />

bu şehrin Müslüman kimliğinin yok olmasına,<br />

yıkılmasına, unutulmasına ağlar. İşte bu nedenle<br />

İstanbul’a -aslında tüm şehirlere- İslam medeniyetinin<br />

sicil muhafızı olarak bakar Karakoç. Ve<br />

şehirlerin daima Müslüman değerlerini kayda<br />

geçer, ister kaybolsun, ister yaşasın... İstanbul›un<br />

Müslüman kimliğine işaret etmesi nedeniyle Karakoç,<br />

Yahya Kemal›le çoğu bakımdan örtüşür.<br />

Ama Karakoç, Beyatlı›da olmayan bir boyut<br />

daha ekler İstanbul›a. Buna sonra geleceğiz.<br />

Peki, İstanbul›da ne görür, neleri seçer şair<br />

Bu şehir bağlamında, onun bakış açısına giren,<br />

özellikle vurguladığı şeyler nelerdir Kısaca buna<br />

da değinmek gerek. Çünkü bu sorulara verilecek<br />

cevaplar, Karakoç›un şehir bağlamında ideolojisini<br />

de yansıtacaktır.<br />

Bize mahsus görüntüler<br />

Bir şehri bir medeniyete ait kılan çeşitli eserler<br />

vardır. Kuşkusuz, başta ibadethaneler olmak<br />

üzere, çeşitli dinî mekânlar, bunların başında<br />

yer alır. Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi, Sezai<br />

Karakoç›un da şehirde seçtiği merkezî mekân<br />

camilerdir. Çünkü camiler, bir şehri İslam medeniyetine<br />

ait ve özgü kılan asıl mekânlardır. Bu<br />

bakımdan İslam şehirlerinin merkezinde, genellikle<br />

bir Camii- kebir (Ulu Cami) bulunur. İşte<br />

o nedenle, şehrin Müslüman kimliğini vurgulamak<br />

isteyen şairin şiirlerinde, çoğu kez camiler<br />

boy gösterir. Örneğin bir şiirinde, “Sedeflerinden<br />

yapılmış İstanbul camilerinin taşları / Beyaz<br />

Güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini<br />

gördüm / camilerin.” der. Bir başka şiirinde şehrin<br />

ufuklarında ilk göze çarpan mekânın camiler<br />

olduğunu şöyle dile getirir:<br />

“Uzaktan, yakından camiler geldi<br />

Gecemize ışık tuttular mum ve fener gibi.”<br />

Bu çerçevede Süleymaniye, Sultanahmet,<br />

Fatih, Eyüp Sultan, Merkezefendi, Şehzadebaşı,<br />

Karacaahmet vb. camileri sayar. Çünkü bunlar<br />

şehirlerimizin bize mahsus unsurlarıdır, erdemin<br />

anıtlarıdır. Nitekim bir şiirinde, şehrin bize<br />

mahsus görüntülerini şöyle tasvir eder:<br />

“Bize mahsus görüntüler Bursa, İstanbul, Konya,<br />

Edirne,<br />

Bize mahsus görüntüler Diyarbekir<br />

Ulu Cami, Peygamber Cami, Süleyman Cami,<br />

İç Kale, Aslanlı Çeşme<br />

Dar sokaklar, kapı içinde kapı, uygarlık bu<br />

Kendi uygarlığımız.»<br />

Evet, kendi medeniyetimize ait şehirlerin bize<br />

mahsus görüntüleri bunlardır. Şair de özellikle,<br />

bir şehri bize ait kılan bu görüntülere vurgu yapar<br />

zaten. Âkif, Y. Kemal ve Sezai Karakoç, şehirde,<br />

o şehri bize mahsus kılan camilerde buluşurlar.<br />

Âkif, şehirde bir vaizdir, halkla iç içe olmak, onlara<br />

İslam medeniyetinin ahvâlini anlatmak ve<br />

onları uyarmak için camiyi seçer daha çok. Yahya<br />

Kemal’de cami İslam medeniyetinin hem tarihî<br />

hem estetik değeri olarak yükselir. Karakoç bu<br />

yönüyle Yahya Kemal›e daha yakın durur. Ancak<br />

o, modernizm rüzgârlarının yıktığı, tahrip ettiği<br />

maddi ve manevi sarsıntılardan korunmak için<br />

de camileri seçer. Bu itibarla Karakoç’ta cami<br />

modern kentte bunalan ve ruhen sarsılan bireyi<br />

koruyan bir barınak, bir tutamak, bir sığınaktır.<br />

Nitekim bazı dizelerinde bu duyguyu “Ara sıra<br />

sığındığım cami kıyıları”, “Ben her taşı beş yüz<br />

yıl önce konmuş / Bir camiye tutunarak buluyorum<br />

kendimi / Bir yağmadan böyle kurtarıyordum<br />

kendimi.» diyerek dile getirmiştir.<br />

Bize mahsus görüntüler: Çeşmeler<br />

Karakoç’ta İstanbul’da camiler yanında, bir<br />

medeniyeti göstergesi olarak çeşmeler de önemli<br />

bir yer tutar. Bu bağlamda Sultanahmet Çeşmesi,<br />

Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi, Kadıköy’de<br />

Osman Ağa Camii’nin yanındaki Ulu Çeşme,<br />

Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan dört<br />

yüz yıllık çeşme, bunlar arasında sayılabilir. Bilindiği<br />

üzere, çeşmeler İslam medeniyetine ait,<br />

bize mahsus eserlerdir. Şair, o nedenle çeşmeler<br />

üzerinden de şehirlerin Müslüman kimliğine<br />

vurgu yapmaktadır. Nitekim bir dizesinde “Çeşme<br />

bir pencere uygarlığa” der. Bir başka şiirinde<br />

çeşmeler; “Ölümsüz bir uygarlığın/ .../ Ölüm-<br />

28<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


süz kitabeleri/ Sonsuzluğun mezar taşları”dır.<br />

Karakoç çeşmeler aracılığıyla şiirlerinde bir şeye<br />

daha işaret eder. Çeşmeler, İslam medeniyetinin,<br />

estetiğinin, tarihinin modern kentlerdeki yıkılışını,<br />

unutuluşunu, tahrip edilişini de gösterirler.<br />

Örneğin bu şiirlerde kurumuş, unutulmuş, kitabeleri<br />

kırılmış, çer çöp atılmış çeşmelere sıkça<br />

rastlanır. Bir şiirinde bu medeniyet yıkımı çeşmeler<br />

üzerinden şöyle anlatılıyor:<br />

“Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki<br />

Buruşturulmuş bir kâğıt gibi<br />

Çürümüş sebzelerle yemişlerle<br />

Ödüllendirilmiş<br />

Ruhumun öz penceresi<br />

Üstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığı<br />

Yavru kedilerle köpeklerin annesi»<br />

«Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın adını<br />

taşıyan<br />

Onun kadar alçakgönüllü dört yüz yıllık çeşme<br />

Taşıyorsun her yerinde<br />

Tamir yapılır› levhalarını<br />

Plastik veya naylondan paslı teneke ve<br />

ıvırzıvırdan<br />

Birtakım yeni zaman kolyelerini<br />

Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen<br />

Hiç bilmediğin bir hayatı öğreniyorsun<br />

Kölelik ve uşaklık bodrumunun gizli dersi<br />

Yapıştırılıyor çile balmumuyla o kutsal alnına<br />

İdam fermanın gibi”<br />

Çeşmeler yanında, serviler, şadırvanlar,<br />

mezarlıklar, sahaflar, kapalı çarşılar da bir<br />

medeniyetin göstergesi olarak Sezai Karakoç’un<br />

şehir tablosunda yer alırlar. Görüleceği üzere<br />

Karakoç, şehirde, şehri İslam medeniyetine ait<br />

kılan yapıları öne çıkarmakta, böylece şehrin<br />

kültürel kimliğine vurgu yapmaktadır. Bu yönüyle<br />

Yahya Kemal›le örtüşür, o da saydığımız<br />

yapılar aracılığıyla şehrin dinî, tarihî ve estetik<br />

değerlerine işaret eder. Ayrıca belirtmek gerekir<br />

ki, Karakoç›ta şehirler, medeniyetin tarihî boyutuyla<br />

da karşımıza çıkarlar. Ama buna karşılık<br />

örneğin Nuri Pakdil›de şehrin daha çok aktüel/<br />

siyasal cephesi öne çıkarılır. Örneğin onda da<br />

Filistin ve Kudüs vardır; ancak Pakdil›de Filistin<br />

ve Kudüs, İsrail işgali ve Müslümanların direnişi<br />

açısından ele alınır. Oysa Karakoç, ele aldığı şehirlere<br />

her zaman bir tarihsel boyut ekler; hatta<br />

tarihsel boyutlarıyla yükselir onda şehirler. Şair,<br />

İslam şehirlerini tasvir ederken, o şehrin tarihine,<br />

tarihsel olaylara, tarihsel şahsiyetlere, Kuran,<br />

Tevrat ve İncil aracılığıyla sık sık atıfta bulunur.<br />

Şehri tarihsel boyutuyla ele almada Karakoç,<br />

Yahya Kemal›le örtüşür, ancak Yahya Kemal›de<br />

şehrin tarihi boyutu, Osmanlı tarihi ile sınırlıdır,<br />

Karakoç›ta ise İslam tarihi ile, Peygamberler tarihi<br />

ile… Dolayısıyla onda şehir tarihinin boyut<br />

ve sınırları din eksenlidir. Bir başka ayrıldıkları<br />

nokta, Karakoç şehirde tarihle şimdiki zamanı<br />

birleştirir, İslam şehirlerinin hem tarihini hem<br />

de aktüel durumunu tasvir eder; ancak Yahya<br />

Kemal, şehrin hayalindeki gibi kalmasından yanadır,<br />

Tanpınar›ın işaret ettiği üzere, onda şehir<br />

bağlamında da zaman sürekli geriye, geçmişe<br />

doğru akar. Kısaca, Karakoç›ta şehirler üç zaman<br />

boyutuyla ele alınırlar. Şair ilkin şehrin tarihine<br />

yönelir, bu bir medeniyeti tarihidir ve esas itibariyle<br />

dinî bir tarihtir, ikinci boyut İslam şehirlerinin<br />

şimdiki hâlidir. Bu yıkılışı imler, böylece<br />

şair, şehirlerimizin yıkılışını, tahrip edilişini, dolayısıyla<br />

bir medeniyetin yıkılışını gözler önüne<br />

serer, son boyut ise, geleceğe ilişkindir ve diriliş<br />

umudu taşır. Çünkü o, diriliş düşüncesine bağlı<br />

bir şairdir. Karakoç, bu aşamada, şehirlerimiz<br />

bağlamında İslam medeniyetinin dirileceğine<br />

olan umudu dile getirir.<br />

Üç boyutlu şehirler<br />

1. Tarihsel boyut<br />

Demin belirttiğim gibi şair, şehirlerden bahsederken<br />

mutlaka onun dinî tarihine atıfta bulunur.<br />

Örneğin Kudüs, “Gökte yapılıp yere indirilen<br />

şehir. / Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.»<br />

olan Kudüs söz konusu edildiğinde hemen<br />

miraç olayına, Zekeriya ve İsa Peygamberlere<br />

atıfta bulunulur. Şöyle: «Kudüs›te / Hazırlandı<br />

kaya / Yerden yükselmeye bir parça / Ata binen<br />

süvariye», «Burak aldı ve gitti Peygamberi». Bir<br />

başka örnekte ise, «Senin şehrin benim şehrim<br />

ve hepimizin şehri.” dediği Bağdat anıldığında,<br />

Kerbelâ vakasına ve Hallac-ı Mansur›un idamına,<br />

Harun Reşit adaletine, Fuzuli’ye, Leyla ve<br />

Mecnun’a, Cüneyd-i Bağdadi’ye gönderme yapılır:<br />

29<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


«Bağdat ki Kerbelâ şehitlerinin kanıdır harcı<br />

İslâm uygarlığının başkenti<br />

Harun Reşit barışı<br />

İmam-ı Azam adaleti<br />

Cüneyd›in gözleri<br />

…<br />

Fuzuli›nin günü<br />

Leyla vü Mecnun›un nefesi<br />

Ve Hallac-ı Mansur›un kanıyla besli.»<br />

«Bağdat›tayız<br />

Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi<br />

Çevresinde bir darağacının.” der.<br />

Şam’da hemen Mevlâna, Şems, Muhyiddin<br />

Arabi ve Yasin suresi hatırlatılır. Şöyle diyor bir<br />

şiirinde şair Şam›ı anlatırken:<br />

«Şam›dayız<br />

Mevlâna ve Mesnevi<br />

Muhyiddin ve Yasin<br />

Şems ve Füsus<br />

Şems nasıl değiştirdi<br />

Bengisu sarnıçlarından geçirerek<br />

Mevlâna Celaleddin›i<br />

Ve Yasin bir delikanlı biçiminde<br />

Ağır ölüm hastalığında<br />

Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi›yi»<br />

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Şair<br />

şehirlerin dinî tarihine atıfta bulunarak, hem<br />

onların kutsallığına hem de köklü tarihine, zengin<br />

kültürüne işaret etmektedir.<br />

2. İkinci boyut, şimdiki zaman/yıkılış<br />

Karakoç, şiirlerinde İslam şehirlerinin aktüel<br />

boyutuna da geniş yer verir. Ancak bu boyutta,<br />

şanlı geçmişe karşılık, bir yıkım, bir tahrip, bir<br />

bozulma gözler önüne serilir. Şimdi de bunlardan<br />

birkaç örnek vermek istiyorum. Bir şiirinde<br />

İslam şehirlerinin Batılılaşma fırtınası sonucu<br />

yıkıldığını şöyle anlatıyor şair:<br />

“Şam ve Bağdat kırıklara karışmıştır<br />

Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır<br />

O da yarım kalmıştır<br />

Urfa ufala ufala<br />

Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde<br />

Belki bir toz bulutu<br />

İstanbul’a küflenmiş<br />

Bir Avrupa akşamı dadanmıştır<br />

Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş<br />

Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır”<br />

Evet, şehirlerimize “küflenmiş bir Avrupa<br />

akşamı” dadanmıştır artık. Bir başka şiirinde de<br />

evlerin köksüzlüğünü, yabancılığını, yeni kurulan<br />

semtlerin yabancı seslerini, doğadan kopuk<br />

modern kentleri şöyle tasvir ediyor:<br />

“Kurudu birden doğu kaynakları,<br />

…<br />

“Ev yerleşmedi yeni yerine<br />

Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine<br />

Göz toprağı arıyordu, toprak yoktu.”<br />

…<br />

Bir ağıt var çamaşır ipinde bile.”<br />

İslam şehirlerinin yıkılışını, Karakoç doğadan<br />

kopuş bağlamında da ele alır. Çünkü İslam<br />

medeniyetinin şehirleri, evleri, modern kentlerin<br />

ve evlerin aksine doğayla iç içedir. Bu nedenle<br />

modern kent anlayışının doğayı yok ettiği<br />

düşüncesine onun şiirlerinde sık sık rastlanır.<br />

İşte birkaç örnek:<br />

“Beton atıyorlar, taş biriktiriyorlar<br />

Duvarlar çetin, pencereler yüksek<br />

Gittikçe kapanıyoruz içimize<br />

Duvarlar duvarlar duvarlar<br />

Duvarlarla çevrilerek.”<br />

Modern kentte betonlarla, duvarlarla kuşatılmıştır<br />

insan. Aynı düşünceyi;<br />

“Çiçek, arkeolojik bir malzemedir artık diyorsun<br />

Biliyorum, O…<br />

Arkaik bir kalıntı, arasında tunç ve taşın<br />

İnşaat planlarında yer alan.<br />

Mezarlara bir anı, son anı gibi bırakılan<br />

Bir haftalık kitabedir.”<br />

dizelerinde de ifade eder. Modern yaşamda insan<br />

topraktan, doğadan hızla kopmaktadır. Bir başka<br />

şiirde ise bu durum;<br />

30<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


“Toprağı fazla terk ediyoruz artık<br />

Trenlerle, otobüslerle, otomobillerle<br />

Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle.”<br />

dizelerinde ifade edilir.<br />

Onun deyişiyle bu modern metropollerde<br />

gözlerimiz eşyaya bakmaktan kör olmuştur<br />

artık. Karakoç’un yanında Turgut Uyar da<br />

şiirlerinde modern kentin doğadan kopuşunu,<br />

betonlaşmasını, insanın eşyaya, nesneye<br />

köleliğini sık sık işlemiştir.<br />

Karakoç’un asıl meselesi ise bu şiirlerde bir<br />

medeniyetin göstergesi olan İslam şehirlerinin<br />

yıkılışıdır. Şair âdeta bu yıkılışa; Şam’ın,<br />

Bağdat’ın yıkılışına şu dizlerinde ağıt yakar;<br />

“Kentler benim kırılmış<br />

Kollarım ve kanatlarım<br />

Ak kuşlardan çağrılmış<br />

Yaslar şölenine atlarım.”<br />

Bir başka şiirinde örneğin, Bağdat’ın yıkılışını<br />

şöyle anlatır:<br />

“Ve haberci diyor ki: n’oldu Bağdat<br />

Nerde onu koruyan sûr ve perde<br />

…<br />

Devrilen her taş benim<br />

Yıkılan her ev benim<br />

Benden yıkılıyor hepsi, ben yıkılıyorum<br />

Yıkılan benim.”<br />

Evet, şehirler bağlamında, kurulan modern<br />

kentlerle, aslında yıkılan İslam medeniyetidir.<br />

Örnekleri uzatmaya gerek yok; Karakoç’ta İslam<br />

şehirlerinin yıkılışına pek çok örnek buluyoruz.<br />

Aslında aşağıdaki dizeler, bu yıkılışı hüzünlü bir<br />

biçimde dile getiren en dikkat çekici örneklerdir:<br />

“Bırak beni ağlayayım<br />

Altmış bin ölü verdi<br />

Daha dün<br />

Kardeş kardeşe<br />

Ve Irak’ın ve İran’ın<br />

Canım şehirlerine ağlayayım.”<br />

3. Boyut- Gelecek – İslamın Dirilişi<br />

Karakoç bütün bu yıkıma karşı umutludur.<br />

İslam şehirleri, dolayısıyla İslam medeniyeti dirilecektir.<br />

Şiirlerinde diriliş umudunu da sık sık<br />

dile getirir. Örneğin;<br />

“Bir şey olacak biliyor ama ilerde<br />

Aşağıda çarşıda ve şehirde<br />

…<br />

Bağdat’ta, Şam’da, Kudüs’te…” der.<br />

Bir başka şiirinde;<br />

“Gül tarhları gelecek<br />

Küçük parklara büyük kentlere yeniden.”<br />

diyerek ifade eder diriliş umudunu.<br />

Şu dizelerde İslam uygarlığının bu kentlerde<br />

yeniden dirileceğini şöyle ifade eder:<br />

“Gül uygarlığı<br />

Gül şarabının uygarlığı<br />

Gül kokusundan mest olup<br />

Ölüyken dirilenler gibi<br />

Ağacağız kente şimdi.”<br />

Şu dizeler ise, şairin hem diriliş umudunu,<br />

hem de İslamcı anlayışını şehir-medeniyet bağlamında<br />

yansıtan dikkat çekici bir örnektir:<br />

“Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak<br />

İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak<br />

Bunun için savaşırım ben.”<br />

Yazıyı âdeta bir dua olan şu dizeleriyle noktalıyorum.<br />

Bu dua aynı zamanda Karakoç’un<br />

İslamcı ve dünya görüşüne bağlı diriliş düşüncesinin<br />

de ifadesidir:<br />

“Mekke’ye, Medine’ye, Şam’a<br />

Kudüs’e, Bağdat’a, İstanbul’a<br />

Semerkant’a, Taşkent’e, Diyarbekr’e<br />

Yetiş peygamber imdadı yetiş.<br />

(…)<br />

Kentlere şafaklar gibi ağan<br />

Küçük askerlerini<br />

Gül diksinler diye topraklarına<br />

İnsanın ta gönlüne<br />

Yetiştir erenlerini<br />

Allahım<br />

Amin.”■<br />

31<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Yahya Kemal Beyatlı'nın<br />

daüssılası: Üsküp<br />

İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />

Tanzimat sonrası Türk edebiyatının ana<br />

konularından biri “vatan”dır. Kavramın<br />

bugünkü coğrafî, siyasî, ekonomik,<br />

kültürel ve sosyolojik anlamını kazanması,<br />

tıpkı “hürriyet, medeniyet, milliyet, kanun, eşitlik”<br />

gibi, Tanzimat sonrasındadır. Kavram özellikle,<br />

“Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-ı vatandandır/<br />

Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten”<br />

mısralarını kendisine hayat felsefesi edinen<br />

Namık Kemal’le kamuoyuna mal olmuştur.<br />

Çünkü vatan kavramı, Tanzimat öncesinin Divan<br />

ve Halk şairleri ile mutasavvıf şairlerin dillerinde<br />

çok daha farklı anlam/anlamlarda kullanılmıştır.<br />

(Çetişli, 2000, 3-10)<br />

Modern dönemlerin bakışını esas aldığımızda;<br />

“bir insanın veya toplumun üzerinde doğup büyüdüğü,<br />

havasını teneffüs edip yaşadığı coğrafya,<br />

ülke, memleket; bir devletin hâkimiyeti altındaki<br />

topraklar” olarak tanımlayabileceğimiz vatan, öncelikle<br />

sınırları belli bir coğrafyanın adıdır. Buna;<br />

insanı veya toplumu kuşatan kozmik âlemin daha<br />

sınırlı, daha yakından tanınan alanı demek de<br />

mümkündür. Birey ve toplumun üzerinde doğup<br />

büyüdüğü, yaşadığı, çeşitli imkân ve nimetleriyle<br />

yetiştiği bu mekân; aynı zamanda onun kimliğini<br />

şekillendirdiği, birçok maddî ve manevî bağla<br />

bağlı olduğu bir yerdir de. Bu sebeple “vatan”,<br />

* Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

bazı sosyologlara göre bir toplumu millet kılan<br />

değerlerin başında gelir. Buna bağlı olarak da millet;<br />

belli bir coğrafyada, ortak bir tarih ve değerler/<br />

kültür etrafında birleşip bütünleşmiş, kaynaşmış<br />

ve teşkilatlanmış toplum veya topluluğun adıdır.<br />

Onun için Namık Kemal (1840-1888) der ki:<br />

“İnsan vatanını sever; çünkü vatan öyle bir gâlibin<br />

şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhûm<br />

hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat,<br />

uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye<br />

muhabbet, yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyenin<br />

içtima’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir.”<br />

(Kaplan, 1978, 223) Kısacası toprak veya<br />

coğrafya, tarihi boyunca toplumunun ona; onun<br />

da topluma verdikleriyle “vatan”laşır.<br />

Konu ve kavramın birdenbire bu kadar öne<br />

çıkması ve topluma mal olmasında, Fransız<br />

İhtilâli sonrası Batı’da doğup gelişen sosyo-kültürel<br />

ve sosyo-politik anlamlı millet/milliyetçilik,<br />

hürriyet/hürriyetçilik, vatan/vatanseverlik duygu<br />

ve düşüncelerinin Osmanlı İmparatorluğuna<br />

sıçramasının büyük rolü mevcuttur. Bir başka<br />

önemli faktör ise, İmparatorluğun XIX. yüzyılın<br />

ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreği arası dönemde<br />

yaşadığı çözülme sürecidir. Daha yakından bakıldığında<br />

konunun kendinden önceki dönemlere<br />

göre çok daha önem kazanmasının Kırım Harbiyle<br />

(1853-1856) başladığı, Osmanlı-Rus Harbiyle<br />

(1877-1878) geliştiği, Trablusgarp (1911), Balkan<br />

32<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


(1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) harpleri<br />

ve Millî Mücadele (1919-1922) dönemlerinde<br />

en üst seviyeye ulaştığı görülür. Zira daha önceki<br />

dönemlerde Türk milleti için vatan, -diğer anlamları<br />

bir yana- fethedilen veya fethedilmesi; imar<br />

ve iskân edilmesi gereken yer/yerlerdir. Hâlbuki<br />

XIX. yüzyılda vatanın anlamı değişir. Zira vatan<br />

düşman saldırısına uğrayan ve işgal edilmek istenen<br />

yerdir artık.<br />

Sonu gelmeyen savaşlar, bu savaşlarda kaybedilen<br />

onca vatan toprakları, milyonlarca “evlâd-ı<br />

fâtihân”ın [1] asırlardır üzerinde yaşadıkları toprakları<br />

terk edip İstanbul veya Anadolu’ya hicret<br />

etmek mecburiyetinde kalmaları, dönemin nesillerinde<br />

derin bir “gurbet” ve “daüssıla” duygusuna<br />

sebep olmuştur. Zira geride bırakılan vatan<br />

toprakları, hem ölenlerin hem de yaşayanların göz<br />

kapaklarında asılı kalmıştır. Aşağıdaki mısralar,<br />

1918’lerin söz konusu ruh hâlini bütün çıplaklığıyla<br />

ortaya koyar.<br />

Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.<br />

Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık.<br />

Ölenler en sonunda kurtuldular bu<br />

dağdağadan<br />

Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan<br />

<strong>Bizim</strong> diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. (Beyatlı,<br />

1974, 79)<br />

Yahya Kemal Beyatlı (1884-1957), bu nesillerin<br />

talihsiz çocuklarından ve hayatı müddetince<br />

gurbet ve daüssıla duygusunu bütün derinliği ile<br />

yaşayanlardan birisidir. Onun bu duygularının arkasında,<br />

genelde Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp<br />

dağılışı, özelde ise doğup büyüdüğü Rumeli<br />

ve özellikle Üsküp’ün kaybı vardır. Ayrıca Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle Yahya Kemal’de<br />

yaşanan zaman, “daima arkada kalana doğru”<br />

hareket eder. Bir başka ifadeyle büyük şiirin ana<br />

temaları (aşk, ölüm, gurbet, ihtiyarlık gibi) karşısında<br />

onun zihni, “zihnî mekanizmanın en şairâne<br />

tarafı olan hatırlama” ile çalışır. Bu sebeple Yahya<br />

Kemal’in “ilhamının her kımıldanışında bir mazi<br />

parçası canlanır.” (Tanpınar 1977: 355)<br />

Tanpınar’ın tespiti bağlamında Yahya<br />

Kemal’in şiirlerine topluca baktığımızda şöyle bir<br />

1. Yahya Kemal’e göre Rumeli’de “evlâd-ı fâtihân”<br />

sözünden, “ilk Rumeli Fâtihlerinin çocukları”<br />

kasdedilir. (Banarlı, 1997, 16)<br />

tablo ile karşılaşırız: Beyatlı Açık Deniz’de Rakofça<br />

kırlarının hür havasını teneffüs ederek geçirdiği<br />

Balkan şehirlerindeki çocukluk yılları ve bu<br />

dönemde “her lahza bir alev gibi” duyduğu sonsuzluk<br />

özlemini; Kaybolan Şehir’de henüz “hayatı<br />

şafaklandıran çağa” girmeden annesini gömdükleri<br />

Üsküp’ü; Ufuklar’da annesinin teneşir tahtası<br />

üzerinde sabit ve donuk gözlerle kendisine bakarken<br />

duyduğu büyük acıyı; Gurbet’te gurbet yıllarının<br />

kaygıları, hüzünleri ve yalnızlıklarını; Hüzün<br />

ve Hâtıra’da yine gurbetteki “hicranlı günler”i ve<br />

orada duyduğu “sonu gelmez hüzünleri”; Eski<br />

Paris’te uzun bir dönem kaldığı Paris’in büyülü<br />

güzelliklerini; Madrid’de Kahvehâne’de Madrid<br />

kahvehânelerinin gürültüleri arasında Emirgan’ın<br />

Çınaraltı kahvehânesini; Kar Mûsıkîleri’nde<br />

Varşova’da duyduğu, ama zevk almadığı Batı<br />

musikisini dinlerken Tanbûri Cemil Bey ve<br />

İstanbul’u; Viranbağ’da, adı geçen mekânda sevgililerle<br />

birlikte geçirdiği mutlu yaz mevsimini;<br />

Geçmiş Yaz’da yine sevgilinin “her anını, her rengini,<br />

her şi’rini” hazdan yarattığı “rüya gibi” yaz<br />

mevsimini; İstanbul’un O Yerleri’nde bir zaman<br />

cananla birlikte oldukları, ama nice zamandır<br />

görmediği Çamlıca Tepesi’ni; Siste Söyleyiş’te ise<br />

“sade bir semtini” sevmenin bile bir ömre değdiği<br />

İstanbul’un aniden derin bir sisle kapanması üzerine<br />

Tevfik Fikret’in “Sis” şiirini hatırlar. Böyle bir<br />

hatırlamanın yaktığı kıvılcımla başlayan adı geçen<br />

şiirler, söz konusu hâtıra ve hatırlama ekseninde<br />

genişler ve metne dönüşürler. Hemen belirtelim<br />

ki bu hâtıra ve hatırlamalar arasında Üsküp’ün<br />

önemli bir yeri vardır. (Çetişli, 2008, 549-558)<br />

Bilindiği gibi Yahya Kemal, İmparatorluğun<br />

çöküşü ve milletin yeniden inşası sürecinde büyük<br />

ölçüde coğrafyanın şekillendirdiği bir millet ve tarih<br />

anlayışını benimser. Bu bağlamda “Kendi Gök<br />

Kubbemiz” şairi, millî kimlik ile coğrafya/vatan<br />

arasında sıkı bir ilişki görür. O inanır ki her coğrafya<br />

veya toprağın, üzerinde yaşayan milletten<br />

aldığı kendine has bir rengi ve “milliyet”i vardır.<br />

Bu sebeple vatan “bir mevhum değil, doğrudan<br />

doğruya cedlerimizin doğduğu, bizim doğduğumuz,<br />

evlatlarımızın doğacağı topraktır. Toprağın bir rengi,<br />

bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden<br />

sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri<br />

ile temsil etmişlerdir; İtalya toprağı İtalyan,<br />

Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman<br />

olduğu gibi Türkiye toprağı da Türktür.” (Özbalcı,<br />

33<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


1996, 30-31) “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve<br />

halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa, orada,<br />

gözlere bir vatan tablosu görünür.” (Beyatlı, 1988,<br />

5)<br />

Yahya Kemal’in bu düşüncelerin temelinde,<br />

kimliğini aradığı bir sırada karşısına çıkan Camille<br />

Julian’ın; “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı<br />

yarattı” cümlesinin kendi milletine uyarlanışı<br />

vardır.<br />

“Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Coulange’ın<br />

esaslı tilmizi olan ve müverrih Camille Julian’ın bir<br />

cümlesini okudum. Bu cümle, benim, millîyetimizin<br />

ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi<br />

birdenbire, yeni bir istikamete sevk etti. (...)<br />

Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de Malazgirt’ten,<br />

1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı<br />

yaratmamış mıydı (...) bu cümle kafamda birdenbire<br />

yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık millîyetimize<br />

dâir fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada<br />

birleşiyordu. Bu noktadan hareket ettim.” (Banarlı,<br />

1997, 46-47)<br />

“Cihan vatandan ibârettir, îtikadımca...” diyen<br />

Yahya Kemal’in -merkezinde Aziz İstanbul olmak<br />

üzere- geniş bir vatan coğrafyası mevcuttur. “Yeri<br />

fethetmek için gelmiş o fâtih neslin” kılıçlarıyla<br />

çizdiği bu coğrafyanın içinde Anadolu, Rumeli,<br />

Tunus, Cezayir, Mısır, Irak, Suriye gibi ülkeler;<br />

Bursa, Konya, İzmir, Tekirdağ, Van; Kosova, Niğbolu,<br />

Mohaç, Varna, Belgrad, Budin, Eğri, Uyvar,<br />

Filibe, Sofya, Selanik, Şam gibi şehirler; Sakarya,<br />

Tuna, Tunca, Vardar, Fırat ve Nil gibi ırmaklar<br />

vardır. Ancak bu geniş Osmanlı coğrafyası, XIX.<br />

yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın ilk çeyreğine<br />

uzanan yarım asırlık dönemde büyük savaşlara<br />

sahne olmuş; sonunda da yağmalanıp paylaşılmıştır.<br />

Bunun için Yahya Kemal’in millî daüssılasının<br />

alanı, doğal olarak bütün Osmanlı coğrafyasıdır.<br />

Fas ziyareti sebebiyle söylediği “Ben, kendi milletimizin<br />

hatıraları nerelere kadar giderse oralara<br />

kadar mütehassirim.” (Banarlı, 1997, 123) cümlesi<br />

bunun açık delilidir. Süleymaniye’de Bayram<br />

Sabahı şiirinde de bunu görürüz. Süleymaniye’de<br />

idrak edilen bayram sabahında önce Üsküdar’dan<br />

Bursa’ya, Konya’dan İzmir’e, Beyazıd’dan ta Van’a<br />

kadarki yüzlerce şehir birbirine seslenir. Böylesi<br />

“duygulu, engin ve mübârek” seherde gönlü dolan<br />

kadın, erkek ve çocuk, bir süre sonra bu defa<br />

“büyük hatıralar rüzgârı” eşliğinde Muhaç’tan<br />

Kosava’ya, Niğbolu’dan Varna’ya, Budin’den<br />

Eğri’ye, Tunus’tan Cezayir’e kadar uzanan geniş<br />

Osmanlı coğrafyasından gelen top seslerini<br />

dinlerler.<br />

Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;<br />

Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.<br />

Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan<br />

mı<br />

Üsküdar’dan mı Hisardan mı Kavaklardan<br />

mı<br />

Bursa›dan, Konya›dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,<br />

Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;<br />

Şimdi her merhaleden, tâ Beyazıd›dan,<br />

Van›dan,<br />

Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.<br />

Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!<br />

Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,<br />

Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını,<br />

Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.<br />

34<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor<br />

Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:<br />

Kosava’dan, Niğbolu›dan, Varna›dan,<br />

İstanbul’dan..<br />

Anıyor her biri bir vak›ayı heybetle bu an;<br />

Belgrad›dan mı Budin, Egri ve Uyvar›dan mı<br />

Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı<br />

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor<br />

Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..<br />

Adalar›dan mı Tunus’dan mı, Cezayir’den mi<br />

Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi<br />

Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;<br />

O mübârek gemiler hangi seherden geliyor (Beyatlı,<br />

1974, 12-13)<br />

Bu geniş coğrafya ile birlikte onun daüssıla duygularının<br />

merkezinde hep Rumeli ve özellikle Üsküp<br />

[2]* mevcuttur. Bilindiği gibi Yahya Kemal’in<br />

2. * Bugün genç Makedonya Cumhuriyeti’nin<br />

başkenti olan ve Balkan yarımadasının ortasında<br />

bulunan Üsküp (Skopje), coğrafî durumu sebebiyle,<br />

tarih boyunca önemli bir siyasî, kültürel ve ekonomik<br />

merkez olma durumunu korumuştur. Şehrin tarihi<br />

M.Ö. 4000 yılına kadar uzanmaktadır. Üsküp,<br />

Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenliği<br />

altında Hıristiyanlaştırılmış; M.S.X. yüzyıl ile XIV.<br />

yüzyıllar arasındaki dönemde Bulgar ve Sırplar<br />

arasında sık sık el değiştirir. Kosova muharebesinden<br />

sonra Yıldırım Bayezid döneminde 1392’de Türkler<br />

tarafından fethedilmiş ve Kosova vilayetinin başkenti<br />

olmuştur. Balkan Harbi sonunda Osmanlı’nın elinden<br />

çıkan Üsküp, yine Sırp-Bulgar çekişmesinin arenası<br />

hâline gelmiş; 1944’te Yugoslavya Sosyalist Federal<br />

Cumhuriyeti sınırları içinde özerk Makedonya<br />

Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.<br />

soyu, hem baba hem anne tarafından III. Mustafa<br />

devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya<br />

dayanır. Beyatlı, birkaç nesil önce Üsküp’e göç etmiş<br />

ve aslen Nişli İbrahim Naci Bey ile Vranyalı<br />

Nakiye Hanım ailesinin ilk çocuğudur. 1884’te<br />

Üsküp’ün İshakiye Mahallesi’nde büyük validesi<br />

Âdile Hanım’ın konağında dünyaya gelmiştir.<br />

Şair, “her taşında milliyetimizin ruhu”nun sindiğini<br />

belirttiği bu Türk şehrinde doğmakla iftihar<br />

eder.<br />

“Ben, ailece Üsküp’lü değilim, Nişliyim. Fakat<br />

Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp,<br />

Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O<br />

kadar Türktür ki her taşında milliyetimizin ruhu<br />

şekillenir.” (Banarlı, 1997, 27-28)<br />

“Üsküp’te doğmasaydım yanardım. Bursa’yı da<br />

pek severim. Bana Üsküp’te mi veya Bursa’da mı<br />

doğmak isterdin deseler, Bursa’yı isterdim. Fakat<br />

Üsküp’ü de arzu ederdim. Üsküp’ü severim. Zira<br />

orada doğdum. Çünkü çok Türk. Benim zihniyetime<br />

büyük tesiri oldu.” (Ünver, 1980, 121)<br />

Yahya Kemal, büyük validesinin konağında<br />

“Nanam” dediği ve “sevgiden, vefadan, merhametten,<br />

iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûk” olarak<br />

nitelediği dadısı Fatma Hanım ve çok sevdiği<br />

Arnavud asıllı dadısı genç Zeynep’in ellerinde büyür;<br />

Nanasının kocası kâhya Ali Zâim Efendi ve<br />

külhanbeyliğe eğilimli Niş muhacirlerinden uşakları<br />

Hüseyin’den Battal Gazi destanı dinler; “Tuna<br />

ve Morava boylarından muhaceretin hızı ile Vardar<br />

boylarına dökülmüş fütühâtın bakıyyesi” Türklerden<br />

arabacı Deli Ahmet Ağa ile Vardar nehrine yıkanmaya<br />

gider. Daha beş yaşında iken kendinden<br />

büyük Redife Hanım’a âşık olur ve bu aşkın ver-<br />

35<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


diği duygularla bir türkü güftesinden mülhem ve<br />

Üsküp türkülerinin vezniyle ilk şiirini yazar. Rakofça’daki<br />

Kırçı eğlencelerine katılır; Tahta Ilıca,<br />

Şeyh Suyu ve Çayır gibi mesire yerlerine gezmeye<br />

gider.<br />

Yahya Kemal’in on altı yaşına kadarki tahsil<br />

hayatı da Üsküp’tedir. Önce âmin alaylarıyla Sultan<br />

Murad Camii’nin yanındaki beş yüz senelik<br />

vakıf malı olan Yeni Mektep’e gider; üç yıl boyunca<br />

muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sâni Gani<br />

efendilerden ders alır.<br />

“Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim<br />

doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı<br />

milliyetimin en hoş hatırasından mahrum<br />

kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene<br />

güzel mazimiz içinde yaşamış oldum.” (Beyatlı,<br />

1976, 21)<br />

Ardından Mekteb-i Edeb ve Üsküp<br />

İdadisi’ndeki tahsil yılları gelir. Yahya Kemal’de<br />

daüssıla, babasının memuriyeti sebebiyle Selanik’e<br />

gidişleriyle başlar. Daha Avrupaî bir şehir olmasına<br />

rağmen Selanik’ten pek hoşlanmayan şair,<br />

Üsküp hasretiyle şiirler yazar. Neyse ki bu ayrılış<br />

bir süre sonra tekrar Üsküp’e dönüşle son bulur.<br />

Ancak kendi evleri kirada olduğu için şehrin biraz<br />

dışında kira bir evde oturma zarureti Yahya<br />

Kemal’in kalbini yakar.<br />

“1898’de Karşıyaka cihetinde, kiralık bir eve<br />

yerleştiğimiz vakit, Üsküp sevgisini daha iyi idrak<br />

ettim. İki kilometre bile tutmayan bir uzaklıktan<br />

Üsküp’ün hasreti kalbimi yakıyordu. Bazı günler,<br />

büyük validemi ve büyük teyzemi, Karaağaçlar’daki<br />

konakta ziyarete gittiğim vakit hasretimi gerçi teskin<br />

ediyordum. Lakin çok da mahzun oluyordum.” (Beyatlı,<br />

1976, 54)<br />

Üsküp-Selanik arasındaki gidiş-gelişler bir<br />

kenara bırakılırsa, Yahya Kemal’in asıl gurbet ve<br />

daüssıla duygusu, annesi Nakiye Hanım’ın genç<br />

yaşta vefatı (1897), babasının yeniden evlenmesi<br />

üzerine son bulan aile birliği ve saadetinin yok olmasıyla<br />

söz konusu olur. Çünkü genç şair, tahsilini<br />

doğru dürüst devam ettirebilmesi düşüncesiyle<br />

1902’de İstanbul’a gönderilir.<br />

Kısacası Yahya Kemal, doğumundan 1902’deki<br />

İstanbul’a gelişine kadarki çocukluk ve ilk gençlik<br />

yıllarını bir Osmanlı-Türk şehri olan Üsküp’te<br />

yaşamış; kimlik, kişilik ve şairliğinin temellerini<br />

bu şehrin Türk-Müslüman iklimi ile Rakofça<br />

kırlarının hür havasında oluşturmuştur.<br />

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;<br />

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.<br />

Kalbimde vardı «Byron»u bedbaht eden melâl<br />

Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...<br />

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,<br />

Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,<br />

Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...<br />

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...<br />

Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,<br />

Rü›yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.<br />

Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...<br />

Mahzun hudutların ötesinden akan sular,<br />

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,<br />

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! (Beyatlı,<br />

1974, 14-15)<br />

“Çocukluğum (Rakofça kırlarında) geçmişti.<br />

Rumeli’yi ve Macaristan’ı fethettiğimiz devirlerin<br />

müphem hatıraları, henüz oralardaki halkın<br />

hayalinden büsbütün silinmemiştiler. Sırp ve<br />

Bulgar hudutlarıdır ki o zaman, o yerlerin halkında<br />

birer yara gibiydiler. Mahzun hudutların ötesinde<br />

akan sular Bulgaristan’dan ve Sırbistan’dan bize<br />

36<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


kalan topraklara akan nehirlerdi ve bilhassa Morava<br />

nehriydi. Çünkü çocukluğumda bu nehrin etrafında<br />

ava çıkar, yeşil dallardan yapılmış bir avcı<br />

kulübesinde saatlerce üveyik beklerdim ve o sükun<br />

içinde -nasılsa bize kadar gelmiş olan Belgrad ve<br />

Budin türkülerinin tesiriyle olacak- bir gün tekrar<br />

membâları düşman elinde kalan bu suların ötesine<br />

kadar gidebileceğimizi düşünürdüm” (Banarlı,<br />

1982, 27-28)<br />

Yahya Kemal’in hayatındaki bir başka gurbet,<br />

1903-1912 yılları arasındaki Paris yıllarıdır. Dokuz<br />

yıllık Paris gurbetinden 1912’de İstanbul’a<br />

döndüğünde Trablusgarp Harbi’nin son günleridir.<br />

Çok geçmeden patlak veren Balkan Harbi,<br />

Yahya Kemal gibi ailesini de Üsküp’ten büsbütün<br />

koparmıştır. Felâketler üzerine Rumeli coğrafyasının<br />

pek çok bölgesinde olduğu gibi, Üsküp’te<br />

yaşayan Türkler ve Müslümanlar da hicret etmek<br />

mecburiyetinde kalırlar. Büyük annesi ve konaktakiler<br />

de onlar arasındadır. Aile önce İstanbul’a<br />

daha sonra da Balıkesir’e hicret eder.<br />

Osmanlı İmparatorluğunun sonu olan Birinci<br />

Dünya Harbi, son ümitlerin de alıp götürür. Bu<br />

sebeple şair on altı yaşından kırk iki yaşına kadarki<br />

yirmi altı yıl, ne Üsküp’ü ne de Rakofça”yı<br />

görebilecektir. “On altı yaşımdan kırk iki yaşıma<br />

kadar Rakofça’yı görmedim ve dâima tahattür ettim.<br />

1912 melun harbi başladığı gün ilk hamlede<br />

kaybettiğimiz topraklardan biri orası oldu.” (Beyatlı,<br />

1976, 31)<br />

Bütün bu gelişmeler Osmanlı-Türk toplumunun<br />

büyük bir çoğunluğu gibi Yahya Kemal’in<br />

ruhunda da “hicretlerin bakiyesi” derin hicranlı<br />

gurbet ve daüssıla duygularına zemin hazırlar.<br />

İleriki yıllarda üstleneceği hariciye görevleri, bu<br />

duygunun giderek derinleşip koyulaşmasına sebep<br />

olur. Zira Yahya Kemal, hayatının önemli bir<br />

kısmını (1926-1933/1947-1949), yurt dışında<br />

(Varşova, Madrit, Lizbon, Pakistan) Türkiye’nin<br />

temsili görevine hasretmiştir. Bunun içindir ki<br />

onun şiirlerinin ana temalarından biri, bir türlü<br />

teskin edilemeyen gurbet ve daüssıla duygularıdır.<br />

Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen<br />

Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen<br />

Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri!<br />

Yıllarca, fakr içinde, hayâtın hüzünleri;<br />

Bir çöl çoraklığında hayâlin susuzluğu; (Beyatlı,<br />

1974, 115)<br />

Bu duygu o kadar güçlüdür ki, şair hayatı<br />

müddetince ölümden değil, “vatandan ayrılışın<br />

ıztırâbı”ndan ürkecek; vatanın eski hâliyle muhayyilesinde<br />

kalmasını, ölüm sonrasının tek dileği<br />

olarak belirtecektir.<br />

Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,<br />

Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda,<br />

-Cihan vatandan ibârettir îtikadımca-<br />

Budur ölümde benim çerçevem, murâdımca:<br />

Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir,<br />

Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,<br />

Şerefli kubbeler iklîmi, Marmara’yla Boğaz,<br />

Üzerinde bulutsuz ve bitmeyen yaz,<br />

Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerlerimiz,<br />

Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,<br />

İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,<br />

Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı, doğsun, Itrî’nin.<br />

Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,<br />

Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle. (Beyatlı,<br />

1974, 84)<br />

Şimdi daüssıla duygusunun merkezini teşkil<br />

eden Üsküp’ü Yahya Kemal’in gözü ve dilinden<br />

biraz daha yakından tanıyalım.<br />

Yahya Kemal’e göre Üsküp; Sarı Saltık’la<br />

Asya’dan Diyâr-ı Rûm’a gelen evlâd-ı fâtihânın;<br />

Murad Hüdavendigâr ve Yıldırım Beyazıt Han’ın<br />

fethedip kurduğu nice şehirlerden birisidir. Bölge<br />

1392 yılında fethedildiğinde Üsküp küçük<br />

bir köydür. Şehir, şimale karşı bir Türk müdafaa<br />

kalesi olsun düşüncesiyle kurulmuştur.<br />

“Rumeli’yi o zaman ne kadar yerleşmişiz Yarabbi!<br />

Ve bu hakikati bugün ne kadar unuttuk. (…)<br />

Meselâ şu bahsi geçen Üsküp’te, biz Türkler, en<br />

maddî, riyâzî ve doğru bir tarih hesabıyle, Miladın<br />

1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beşyüz<br />

on sene oturmuştuk. Hâlbuki o şehri ezelden İslav<br />

addaden Sırplar, meselâ onu fethettiğimiz 1392<br />

senesinden evvel tam beşyüz on sene işgal etmiş<br />

değillerdi. Zaten Üsküp o zaman yoktu, yalnız adı<br />

olan küçük bir köydü. Yıldırım Beyazıd tarafından,<br />

şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu.”<br />

(Beyatlı, 1976, 54-55)<br />

Yahya Kemal “Mohaç Türküsü” isimli şiirinde<br />

Üsküp’ün kapılarını aralayan Mohaç Meydan<br />

Muharebesi’ndeki erlerin yaşadıklarını kendi dilleriyle<br />

mısralara döker. O yiğitler, atlarıyla dolu-<br />

37<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


dizgin ileri atılırken Allah’a giden yolda son defa<br />

birbirleriyle yarışmış; doğdukları topraklara nal<br />

seslerinden “şimşek gibi bir hâtıra” bırakıp cennet<br />

kapısından dörtnala geçerek cedlerine kavuşmuşlardır.<br />

Bizdik o hücûmun bütün aşkıyle kanatlı;<br />

Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı.<br />

Uçtuk, Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,<br />

Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!<br />

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;<br />

Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.<br />

Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;<br />

Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle! (Beyatlı,<br />

1974, 24-25)<br />

Üsküp, 1392’den 1912’e kadar devam eden<br />

510 yıl müddetince hakiki manada bir Müslüman<br />

Türk şehridir. Şehrin Müslüman-Türk kimliğinin<br />

en somut göstergelerinden biri öncelikle<br />

minarelerden yükselen ve hem dinî hem de millî<br />

musikimiz olan ezan sesleridir.<br />

“O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen<br />

ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak<br />

yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde<br />

ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün<br />

sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri<br />

bir mabet sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu.<br />

Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı.<br />

1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i<br />

Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semamızda<br />

hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O<br />

anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî<br />

bir sesle dolduğumu hissederdim.<br />

Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış<br />

değildir. (…) Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti<br />

olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin<br />

bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde<br />

bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.” (Banarlı,<br />

1997, s.27-28)<br />

Şehirdeki İshakiye Camii, Sultan Murad Camii<br />

(Alaca Cami); Yeşil Baba, Beyan Baba, Gavri<br />

Baba, Bukağılı Baba, Cafer Baba, Gazi Baba,<br />

Haydar Baba… türbeleri; Rifâî Tekkesi gibi<br />

mekânlar, Üsküp’ün dinî ve ruhanî havasını çok<br />

daha derinleştirir.<br />

“Lâkin Müslüman toprağının en hararetli bir<br />

çerçevesinde ikâmet ediyordum. Evlerimiz İshakiye<br />

Camii’ne hemen hemen bitişik gibiydi. Fatih devrinin<br />

metîn Müslümanlığı bu camiin mimarisine geçmiş<br />

gibiydi. Evlerimizin önünde geniş mezarlıklar<br />

vardı. Kapımızın önünde yüksek bir mezar taşı dikili<br />

dururdu. (…) Karşımızda Gavri Baba ve Yeşil<br />

Baba yatarlardı.” (Beyatlı, 1976, 34)<br />

Bu şehir Fâtih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı.<br />

Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet<br />

ederdi ki ya Bağdat’da bir evliya fazla imiş yahud da<br />

Üsküp’de.” (Beyatlı, 1976, 45-46)<br />

Üsküp, insana tıpkı “Nâima Tarihi’nin sahifelerinden<br />

fırlamış” intibaı veren halkının konuşması,<br />

kılık-kıyafeti ve hayat tarzıyla söz konusu<br />

Müslüman-Türk kimliğini yakın döneme kadar<br />

korumuştur.<br />

“Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki<br />

çeşnisini tamamiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi.<br />

Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi.<br />

Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvâblar giyer,<br />

o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri<br />

kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında<br />

uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında<br />

kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde<br />

geniş kuşaklar, bacaklarında çakşırlar, kaşları<br />

gözleri ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.<br />

Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları<br />

gören bir İstanbullu, Nâima Tarihi’nin sahifelerinden<br />

fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de<br />

çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve<br />

tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söylerler;<br />

adeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı<br />

canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler,<br />

boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, elleri-<br />

38<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


nin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.”<br />

(Beyatlı, 1976, 45-46)<br />

İstanbul’un fethine iştirak eden; hatta Haliç<br />

kenarında Üsküplü Mahallesi’ni oluşturan; pek<br />

çok âlim, şair, münşi yetiştiren Üsküp, Selatin<br />

Camileri’ne benzer camileri, medreseleri, tekkeleri,<br />

bedestenleri, çarşıları; kazazları, bezzazları,<br />

haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla,<br />

medeniyet merkezi bir Türk şehridir.<br />

O kadar ki Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni<br />

eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telâkki eder.<br />

“İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra<br />

Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla<br />

İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o<br />

zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler,<br />

şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin Camileri’ne<br />

benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle,<br />

çarşılarla bezenmiş. Mamafih medeniyeti<br />

yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı,<br />

kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları, bakırcıları,<br />

kuyumcuları, silahcılarıyle olduğu gibi duruyor,<br />

çalışıyor ve işliyordu.” (Beyatlı, 1976, 47)<br />

“Üsküp o kadar eski, o kadar Türktü ki<br />

İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri,<br />

yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki<br />

ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de<br />

Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri<br />

gibi kendine sadece Müslüman diyordu.” (Beyatlı,<br />

1976, 47)<br />

Bütün bunlara Vardar nehrinin gerdanlığı<br />

Fâtih Sultan Mehmet Köprüsü’nü (Taş Köprü),<br />

Üsküp Kalesi’ni, hapishane olarak kullanılan ve<br />

içeride söylenilen türküler demir parmaklıklı pencerelerinden<br />

dala dalga bütün Üsküp’e yayılan<br />

Kurşunlu Han’ı da ilâve etmek gerekir.<br />

“Kurşunlu Han, şadırvanıyle, turnasıyle, demir<br />

parmaklıklı pencereleriyle, menkıbeleriyle, türküleriyle,<br />

tanburalarıyle, karadüzenleriyle, Üsküplülerin<br />

gözünde tüterdi; hakikaten de romantik bir Avrupa<br />

şairini hayran edecek bir yerdi. Bazı sakit gecelerde,<br />

Kurşunlu Han’ın türkülerini bizim konağın pencerelerinden,<br />

derin bir hassasiyetle dinlerdik.” (Beyatlı,<br />

1976, 53)<br />

İşte Yahya Kemal, kimlik ve kişilik hamurunun<br />

yoğrulduğu böyle bir şehrin daüssılasını yaşar.<br />

1922 yılında Tevhid-i Efkâr’da yayımlanan<br />

“Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında,<br />

Saraçhânebaşı’nda davul zurna eşliğindeki yapılan<br />

güreşleri seyrederken “gözünde tüten” ve “pehlivanlığın<br />

öz vatanı” olan Rumeli ve Rumeli’deki ilk<br />

gençlik günlerini hatırlar:<br />

“Pehlivanlığın öz vatanı, eski Rumeli gözümde<br />

tütüyordu. Ah Rumeli’nin o sonbahar düğünleri! O<br />

Trablus fesler, o Trablus kuşaklar, o sırma cepkenler,<br />

o sırma câmedanlar, o gümüş köstekler, o Türk debdebesi,<br />

o atlar, o düğün alayları!... Yirmi çift davul<br />

zurnanın gür sesleri şehri ve şehrin etrafındaki kırları<br />

doldurur. Şehrin bütün bir semtindeki konaklarına<br />

ve evlerine uzaktan ve yakından gelen misafirler<br />

konar, meş’aleler yanar, sokaklarda davul zurnayla<br />

kabadayılar, evlerde al dudaklı, al şalvarlı, bürümcük<br />

gömlekli, elleri ve ayakları kınalı genç köçekler,<br />

zil ve defin hudutsuz çılgınlığıyle sabahlara kadar<br />

raksederlerdi. Zurna sesine barut kokusunun karıştığı<br />

bu düğünler, kırda, muazzam bir güreşiyle nihayete<br />

ererdi. Yirmi çift davul, zurna ve seksen çift<br />

pehlivanın güreşiyle tecelli eden bu millî şâşaanın<br />

zevki anlatılamaz.” (MM, s.144)<br />

Yahya Kemal’in söz konusu duygularını anlattığı<br />

en etkili ve en güzel şiiri de “Kaybolan<br />

Şehir”dir. Evlâd-ı Fâtihâna Yıldırım Bayezid<br />

Han’ın yadigârı olan Şardağı’nın eteğindeki Üsküp,<br />

şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş toprağı,<br />

firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla bizim; yalnız<br />

bizim şehrimizdir.<br />

Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyârıdır,<br />

Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.<br />

Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;<br />

Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.<br />

Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın,<br />

39<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bir lâle bahçesiydi dökülmüş kanın.<br />

Üç şanlı harbin arşa asılmış silahları<br />

Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.<br />

Üsküp’ü Yahya Kemal için kutsal kılan bir<br />

başka önemli husus; annesinin, Nakiye Hanım’ın<br />

naşını bağrında saklamasıdır. Şair, daha ilk gençlik<br />

yıllarına adım attığı bir sonbahar günü annesini<br />

kaybedince, fetihte İsa Bey’in açtığı Üsküp toprağına<br />

defnedilir. Yahya Kemal, şahsiyetinin teşekkülünde<br />

önemli rolü olan annesinin bir fotoğrafına<br />

bile sahip olamamaktan ve zamanla simasının<br />

hafızasından büsbütün silinip gitmesinden derin<br />

üzüntü duyar. “Annemin resminden mahrumum.<br />

Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigârı olurdu.<br />

Annemin simasını şimdi iyi hatırlamıyorum.”<br />

(Beyatlı, 1976, 3)<br />

Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,<br />

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.<br />

“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ<br />

varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve<br />

Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor.<br />

Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı<br />

tepeleri gönlümüzden silebilecek mi Zanneder misiniz<br />

ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının<br />

yüreğindedir Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış<br />

bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu<br />

türküyü söylemiyor mu” (Beyatlı, 1976, 146)<br />

Kendi Gök Kubbemiz şairinin bir ömür boyu<br />

içini yakan hasreti dindiremeden gözlerini yumduğu<br />

Üsküp’ü, 2009 ve 2013 yıllarında iki defa ziyaret<br />

etme imkânı buldum. Şehri, Yahya Kemal’in<br />

özlemini duyarak dolaştım. Gördüm ve duydum<br />

ki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş<br />

toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla hâlâ bir<br />

Osmanlı/Türk şehridir. “Türklük Avrupa’ya doğru<br />

cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş,<br />

lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o topraklar<br />

Türklük kokuyor.” (Beyatlı, 1976, 147)■<br />

İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı<br />

Hülyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.<br />

Ancak böylesi kutsal, Şardağı’nda Bursa’nın<br />

devamı olan Üsküp, bir gün “öz vatan”dan koparılır.<br />

Bu kopuş veya koparılışın hicranı, derin<br />

bir yara olarak Yahya Kemal’in kalbinde ilânihaye<br />

kanamaya devam edecektir.<br />

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin<br />

Üsküp bizim değil Bunu duydum, için için.<br />

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!<br />

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!<br />

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,<br />

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Beyatlı,<br />

1974, 77-78)<br />

Son beyit, Yahya Kemal’in Üsküp’e olan<br />

bağlılığını bütün açıklığı ile ortaya koyar. Yani<br />

Üsküp’ün daüssılası yıllarca sürse ve biz Üsküp’te<br />

olmasak bile Üsküp yine bizdedir. Şiirdeki “biz”<br />

vurgusu, Yahya Kemal’in daüssılasının bireysel<br />

olmadığının delilidir. Daha açık bir ifadeyle, “kollektif<br />

ruh”un şairi olan Yahya Kemal’de ferdî daüssıla<br />

ile millî daüssıla iç içe geçmiş halkalar gibidir.<br />

Kaynakça<br />

Banarlı, Nihat Sami (1982), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri<br />

II, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat.<br />

Banarlı, Nihat Sami (1997), Yahya Kemal’in Hatıraları,<br />

İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları<br />

Beyatlı, Yahya Kemal (1974), Kendi Gök Kubbemiz,<br />

İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />

Beyatlı, Yahya Kemal (1976), Çocukluğum, Gençliğim,<br />

Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti<br />

Yayınları.<br />

Beyatlı, Yahya Kemal (1977), Mektuplar ve Makaleler,<br />

İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />

Beyatlı, Yahya Kemal (1988), Aziz İstanbul, İstanbul,<br />

MEB Yayınları.<br />

Çetişli, İsmail, (2008), “Yahya Kemal’in Şiirlerinde<br />

Hâtıra ve Hatırlama”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası,<br />

İstanbul, S.5, s.549-558.<br />

Çetişli, İsmail, (2000), “Türk Şiirinde Gurbet”, Ay Işığı,<br />

S.16-17, s.3-10.<br />

Özbalcı, Mustafa, (1996), Yahya Kemal’in Duygu ve<br />

Düşünce Dünyası, Ankara, Akçağ Yayınları.<br />

Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

İstanbul, Dergâh Yayınları.<br />

Ünver, Süheyl, (1980), Yahya Kemal’in Dünyası, İstanbul,<br />

Tercüman Yayınları.<br />

Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (1978), (Hzl. M. Kaplan-<br />

İ. Enginün, B. Emil), İstanbul, İstanbul Ü. Edebiyat<br />

Fak. Yayınları.<br />

40<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Yahya Kemal: Şehir ve şiir<br />

D. MEHMET DOĞAN<br />

Şehir insanlığın ortak yaşama mekânı.<br />

Medeniyetin ve kültürün oluşum yeri.<br />

Tarihin yazıldığı, yazıya geçirildiği<br />

mahal… “İnsanın en büyük fazileti şehir kurmasıdır.”<br />

diyor eski Yunan’ın meşhur feylezofu<br />

Eflatun.<br />

Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var...<br />

Babil, Atina, Roma, Bizans, Bağdat, Merv, Konya,<br />

Semerkand, İstanbul, Paris vb.<br />

Medeniyet gibi edebiyat da, şiir de şehrin çocuğu.<br />

Kırlarda rüzgârlara karışan çoban şarkıları,<br />

şehirlerde bin bir çeşit, dal, yaprak verir; renk<br />

renk çiçek açar. Tabiatın gerçeği, şehirde gerçeküstü<br />

ifade biçimlerine kavuşur.<br />

Şehir bir inşa bir oluşum süreci, bu süreçte<br />

insan da oluşuyor; yapılıyor. Ankaralı Hacı Bayram<br />

Veli,<br />

Nâgehan bir şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm<br />

Ben dahi bile yapıldım, taş ü toprak arasında<br />

diyor. Bu şâr, yani şehir, tasavvufi anlamda insanın<br />

nefsi, manevi varlığı da olabilir. Hacı<br />

Bayram’dan bir yüzyıl önce Anadolu’da Türkçeyi<br />

ilk defa parlatan ve böylece Farsça yöneten<br />

Selçukludan, sonra Türkçe konuşan Osmanlıyı<br />

müjdeleyen Yunus Emre,<br />

Bu vücudum şârına bir dem giresim gelir<br />

diyerek, ta o zamandan beri şehir kelimesinin<br />

maddi anlamından farklı bir anlam yüklendiğini<br />

gösterir. Ama dervişler “ya tahammül ya sefer”<br />

deyip yola düşerler. Yunus gibi:<br />

Yunus sen var şârdan şâra...<br />

dolaşırlar.<br />

Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var,<br />

büyük şehirlerin büyük şairleri var… Üç büyük<br />

şairimizin adı İstanbul’la anılır: Baki, Nedim ve<br />

Yahya Kemal.<br />

Şairler şehirlere nispet edilir: Ruh-i Bağdadî,<br />

Fuzuli-i Bağdadi, Urfalı Nabi, Erzurumlu Nef’i,<br />

Diyarbekirli Süleyman Nazif vb. Bir şehirde<br />

doğmak, bazen o şehrin şairi olmak için yetmez.<br />

Yahya Kemal bu sebepten değil ama Üsküp şairi<br />

olmaktan çok İstanbul şairidir… Yahya Kemal<br />

için İstanbul, Üsküp’ü de içine alan genişlikte ve<br />

büyüklükte bir şehirdir; bir dünyadır.<br />

Bazı şairler var ki, bazı şehirler onlarsız anlatılamaz.<br />

Bursa deyince, “Bursa’da Zaman” şiiri-<br />

41<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ni ve A. H. Tanpınar’ı hatırlamamak mümkün<br />

mü<br />

Bursa’da bir eski cami avlusu<br />

Mermer şadırvanda şakırdayan su<br />

Orhan zamanından kalma bir dıvar<br />

Onunla bir yaşta ihtiyar çınar...<br />

Bizde şehri ilk mesele edinen büyük şair Yahya<br />

Kemal’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar onun<br />

izinden gider.<br />

Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz isimli<br />

şiir kitabında 82 şiir var. Bunların neredeyse<br />

yarısı doğrudan doğruya İstanbul’la ilgili. Diğer<br />

yarısı da İstanbul’suz değil…<br />

Yahya Kemal İstanbul’u Osmanlı tarih ve medeniyetinin<br />

hülasası olarak görür. Onun kubbelerinde,<br />

kemerlerinde, sokaklarında, semtlerinde,<br />

taşında, toprağında, havasında, suyunda…<br />

Osmanlı tarih ve medeniyetini okur. Şiirlerinin<br />

çoğu nesirmişçesine bu görüşlerin sergilendiği ve<br />

savunulduğu metin parçalarıdır. Yahya Kemal,<br />

yazılarında da medeniyet ve şehir meselelerine<br />

geniş yer veren bir şairdir.<br />

İşte Yahya Kemal’in şiirleri ve İstanbul ve birer<br />

ikişer mısralık hatırlatmalar: Süleymaniye’de<br />

Bayram Sabahı,<br />

Rüya gibi bir akşamı seyretmeğe geldin...<br />

Bir Başka Tepeden;<br />

Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul…<br />

Siste Söyleniş:<br />

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler<br />

Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler<br />

İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar, Hayâl<br />

Şehir ve Ziyaret:<br />

Yine birlikte, bu mevsim Atik-Valdedeyiz…<br />

Atik Valdeden İnen Sokakta:<br />

Tenha sokakta kaldım, oruçsuz ve neşesiz…<br />

Üsküdarın Dost Işıkları, Hayal Beste ve Kar<br />

Musikileri…<br />

“Kar Mûsıkileri” Yahya Kemal’in Polonya<br />

elçiliği sırasında Varşova’da yazılmış (1927). Burada<br />

musiki üzerinden bir medeniyet mukayesesi<br />

dikkati çekiyor. Yahya Kemal, İstanbul’dan<br />

uzaktadır ama onun en özlü sesi kulaklarında<br />

çınlamaktadır. İstanbul artık şair için musikidir.<br />

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu<br />

Bin yıl sürecek sanılan kar sesidir bu<br />

.....<br />

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta<br />

Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta<br />

Birden mes’udum işitmek hevesiyle<br />

Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle<br />

Sandım uzaklaştı yağan kar ve karanlık<br />

Uykumda bütün bir gece Körfezdeyim artık<br />

Yahya Kemal, Kocamustapaşa’da şehrin yoksul<br />

kesimlerinde neşvü nema bulan kader-azla<br />

yetinme, tevekkül kavramları etrafında bir hayat<br />

felsefesi çıkarır.<br />

“Gece” şiirinde Boğaz’ın bir köyünden,<br />

Kandilli’den seslenir:<br />

Kandilli yüzerken uykularda<br />

Mehtabı sürekledik sularda<br />

“Akşam Musıkisi” şiirinde yine aynı köyü terennüm<br />

eder:<br />

Kandilli’de eski bahçelerde<br />

Onun şiirlerinde diğer Boğaz semtleri de, İstinye,<br />

Çubuklu, Bebek gibi arzı endam eder…<br />

Ölümü bile, “Eylül Sonu”nda Boğaz köylerinde<br />

düşünür:<br />

Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları<br />

Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları<br />

......<br />

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor<br />

Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor!<br />

Yalnız Boğaz köyleri, semtler ile ilgili değil,<br />

Fenerbahçe, Maltepe, Moda gibi Marmara’ya<br />

42<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


akan semtlerle ilgili de şiirler yazmıştır Yahya<br />

Kemal.<br />

İkinci bir hayat mümkün mü Eğer bu mümkünse<br />

Yahya Kemal’in tek tercihi İstanbul’a dönmektir:<br />

Gelmek’çün ikinci bir hayata<br />

Bir gün dönüş olsa ahiretten<br />

....<br />

İstanbul’a dönmek isterim ben<br />

....<br />

Artık çekilince söz ve sazdan<br />

Ömrüm İç-Erenköy’de geçsin (Bedriye mısralar).<br />

Bir başka İstanbul şiiri: İstanbul Ufuktaydı.<br />

İsminde İstanbul geçmeyen, fakat muhtevası<br />

İstanbul olan bir şiir, “Mihriyar”’da sevgili-şehir<br />

ilişkisi kendisini hissettirir:<br />

Siması zaman zaman parıldar<br />

Bir sahilin en güzel yerinde<br />

Hâlâ görünür geçen asırlar<br />

Bir bir koyu mavi gözlerinde<br />

......<br />

Endamını zanneder görenler<br />

Bir bestesi eski bestekârın<br />

Hayran olarak bakarsınız da<br />

Hulyanızı fetheder bu hâli,<br />

Beşyüz sene sonra karşınızda<br />

İstanbul fethinin hayâli....<br />

Yahya Kemal’in şiirlerinde İstanbul, bir kitap<br />

konusu olabilecek zenginlikte. Biz bu yüzden<br />

bazı şiirlerin sadece isimlerini vermekle yetinmek<br />

zorunda kalıyoruz: İstanbul’un o yerleri,<br />

Gezinti, Moda’da Mayıs, Hüzün ve Hatıra, Ses,<br />

Erenköy’ünde Bahar, Geçmiş Yaz, Eski Mektup,<br />

Viranbağ.<br />

İstanbul dışında Erzurum’a gazel yazan şair,<br />

doğduğu şehir Üsküp’ü de unutmamıştır. O artık<br />

“Kaybolan Şehir”dir.<br />

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene<br />

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.<br />

Şehir ve medeniyet ilişkisini çok güçlü şekilde<br />

kuran ve Osmanlı medeniyetinin şehri<br />

olan İstanbul’u yücelten şair, dünyanın başka<br />

ülkelerine, şehirlerine de şiirler yazmaktan geri<br />

kalmaz. Endülüs’te Raks, Altor Şehrinde, Eski<br />

Paris, Sicilya Kızları ve Madrid’de Kahvehane<br />

bunlar arasındadır.<br />

İspanya elçiliği sırasında yazılan Madrid’de<br />

Kahvehane, şairi ister istemez kıyaslamaya götürür:<br />

“Madrid’de kahvehaneyi gördüm ki havradır<br />

Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır.<br />

Şairin zihni hemen Emirgân’ın Çınaraltı<br />

kahvesine gider. Bir taraftan tabiat diğer taraftan<br />

estetik işin içine karışır:<br />

Gönül dalar suların mûsıkîsine<br />

Bazan Yesarî hatlarının en nefisine.<br />

Rindlerin Ölümü ise, İran’ın büyük gazel şairi<br />

Hafız üzerinden Şiraz’ı hatırlatır bize:<br />

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış<br />

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle<br />

Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış<br />

Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle<br />

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde<br />

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter<br />

Ve serin serviler altında kalan kabrinde<br />

Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter<br />

Yahya Kemal, gerçek bir “şehir şairi”… Yani<br />

“medeniyet şairi”. Bunu bütün, şiirlerinde ve diğer<br />

eserlerinde görmek mümkün. ■<br />

43<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Modern şehri sorgulayan şair<br />

A. VAHAP AKBAŞ<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında<br />

“Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde<br />

fukaralığın nizamı kuruldu.”<br />

diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında<br />

teşekkül eden müşterek bir hayattır.” der.<br />

Eski İstanbul harap, fakir ve bîçare de olsa kendine<br />

göre bir hayat ve üsluba sahipti. Kaybedilen<br />

bu “hayat ve üslup” şüphesiz bir sanat ve cemiyet<br />

adamı olan Necip Fazıl’ı da mustarip etmektedir.<br />

Belki bundan dolayı, şehir onun şiirinde daha çok<br />

menfi yönleriyle ele alınır.<br />

Hayatını ve üslubunu kaybetmiş bir şehirde<br />

şair korkuyu, ürpertiyi, vehmi, yalnızlığı derinden<br />

yaşamaktadır. “Kaldırımlar”, “Bacalar”, “Otel<br />

Odaları”, bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandığı<br />

şiirlerdir. Mehmet Kaplan, “Kaldırımlar” için,<br />

“Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin<br />

yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak<br />

anlatan pek az şiir vardır.” diyecektir (Cumhuriyet<br />

Devri Türk Şiiri, 1973). Bu üç şiirde de, mekân<br />

belirtilmemekle beraber, şairin Paris hayatının izleri<br />

de hissedilmektedir. Esasında şairin kendisi de<br />

anılarında, Paris sokaklarında “Kaldırımlar şiirini<br />

içinde biriktire biriktire” nasıl yürüdüğünü anlatmaktadır.<br />

“Bâbıâli”den alıntıladığımız şu satırlarda,<br />

bahsettiğimiz üç şiirin kaynağına ve teşekkülüne<br />

dair ipuçları var:<br />

“Pırıl pırıl cadde… Paris kaynıyor… O, Genç<br />

Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her<br />

an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk<br />

gibi kimsesiz ve on parasız… Ve ‘ışık beldesi’ diye<br />

anılan Paris’te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı<br />

göstermez bir karanlıkta…<br />

Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde<br />

biriktire biriktire, saatlerce yayan, oteline gitti.<br />

Odasına çıktı…” (Bâbıâli, 1975)<br />

Paris’te çok fazla kalmamasına rağmen, Necip<br />

Fazıl’ın oradan çok zengin gözlemler ve derin intibalarla<br />

döndüğü; Paris yaşantısının onun şiirinde<br />

uzun yıllar belirleyici bir unsur olduğu çokça kişi<br />

tarafından ifade edilmiştir.<br />

Necip Fazıl’ın şehir temalı şiirlerine, beri yandan,<br />

şehrin kimliksizleşmesiyle birlikte şairin mizacının<br />

da bir tezahürü olarak usanç içinde, esneyen<br />

yorgun insanlar yansımaktadır. “İstasyon”, “İskele”,<br />

“Sokak”, “Apartman” şiirlerinde bunu görmek<br />

mümkündür. “Apartman” şiiri, hayatı ve üslubunu<br />

kaybetmiş şehri, böyle bir şehirde yaşanan “götürü<br />

hayat”ı anlatması bakımından önemlidir:<br />

Sır vermeye alışkan<br />

Pencereler aydınlık.<br />

Duvara şüphe çakan<br />

Gölgelerde şaşkınlık.<br />

Üst üste insan türü;<br />

Bu ne hayat, götürü!<br />

Yakınlıktan ötürü<br />

Kaçıp gitmiş yakınlık…<br />

Şehir kültürüyle yetişen, kâh bir bohem kâh<br />

bir sanat ve fikir adamı olarak şehri soluyan Necip<br />

Fazıl, “Canım İstanbul” dışındaki şiirlerinde, yukarıda<br />

değindiğimiz nedenlerle bir şehir muhalifi<br />

görünümündedir. Onda şehrin mefhum-ı muhalifi<br />

tabiattır. Arınmak, huzura ermek için tabiata<br />

kaçar, âdeta ona sığınır. “Şehirlerin Dışından” şiirinde<br />

bizi, dünyayı şehirlerin dışından seyretmeye<br />

çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü<br />

devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler<br />

insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır.<br />

Şehirden kaçış, doğaya sığınarak kurtuluş<br />

44<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


fikri başka şiirlerinde de tekrarlanır. “Ses” şiirinde<br />

şehir kıvılcım ve dumandan ibarettir; ahtır, oftur,<br />

amandır. Şair bunlardan kaçarak ormandan gelen<br />

sesin çağrısına uymaktadır. “Dağlarda Şarkı Söyle”<br />

şiiri de benzer duyguları ifade eder:<br />

Al eline bir değnek,<br />

Tırman dağlara, şöyle!<br />

Şehir farksız olsun tek,<br />

Mukavvadan bir köyle!<br />

Uzasan, göğe ersen,<br />

Cücesin şehirde sen;<br />

Bir dev olmak istersen,<br />

Dağlarda şarkı söyle!<br />

Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul”u, şehri konu<br />

alan diğer şiirlerine nazaran bazı farklılıklar göstermektedir.<br />

Diğer şiirlerindeki olumsuz bakış burada<br />

yoktur. Şiir, bir şehir güzellemesidir. Şair, şiirin<br />

adından başlayarak bir şehri mısra mısra sevgi ipliğiyle<br />

dokur. İstanbul, tarihiyle, tabiat güzellikleriyle,<br />

semtleriyle, şairin hayatındaki ayrıntılarıyla<br />

dondurularak bir kalıba dökülmüş gibidir. Mustafa<br />

Miyasoğlu, bu şiiri tahlil ettiği yazısında (Necip<br />

Fazıl’ın Canım İstanbul’u, Necip fazıl Kısakürek,<br />

1985), şiirin1960 ihtilalinden sonraki şartların<br />

oluşturduğu psikoloji içinde yazılmış olmasına<br />

dikkat çeker. “Canım İstanbul şiiri kırık ve hassas<br />

bir insanın öte inancını kaybetmeden dünya<br />

görüşünü, tarih anlayışını bir şehre bağlı kalarak<br />

anlattığı şiirdir.” der. Benzer bir ruh hâleti içinde<br />

İstanbul’a bakan Tevfik Fikret’in “Sis”indeki lanetli<br />

bakıştan çok farklı bir bakıştır bu şüphesiz. Bu<br />

farkı, iki şairin bağlı olduğu değerlerin belirlediği<br />

muhakkaktır.<br />

Canım İstanbul’un bir özelliği de şehrin ete<br />

kemiğe büründürülerek, somut bir şekilde anlatılmasıdır.<br />

Necip Fazıl’ın hemen bütün şiirlerinde<br />

görülen genelleme ve soyutlama bu şiirde yoktur.<br />

İstanbul semtleriyle, tarihî ve coğrafi ayrıntılarıyla,<br />

hatıralardan yansıyan özel taraflarıyla son derece<br />

somuttur. Öyle ki sanatının ana damarı mücerretlik<br />

olan Necip Fazıl, şiirin daha başında ruh gibi<br />

soyut bir kavramı bile kalıba döküp İstanbul’a<br />

indirgeyerek onu somutlaştırır. Yahya Kemal, göze<br />

çarpmayan tarih hatıralarıyla dolu bir muhayyilenin,<br />

derunî bir İstanbul içinde yaşamakla çok daha<br />

geniş bir âlemi duyabileceğini söyler. Necip Fazıl,<br />

“Canım İstanbul”da bu geniş âlemi duyuyor ve<br />

çok canlı bir şekilde duyuruyor.<br />

Bunun dışında, genel olarak, mücerretlik ve<br />

idealizmin Necip Fazıl’ın bütün fikrini kuşattığı<br />

ve ferdi, içtimaî her meseleye bu zaviyelerden baktığı<br />

söylenebilir. Bunun içindir ki bir meseleyi en<br />

genel ve en ideal şekliyle mütalaa eder; meselenin<br />

detayına inmeyi çoğu zaman gereksiz görür. Belki<br />

de ihmal eder. Şehre bir problem olarak yaklaştığı<br />

şiirlerinde, hatta “İdeolojya Örgüsü”nde, İslam İnkılabı<br />

çerçevesinde tasavvur ettiği şehrin özelliklerini<br />

sayarken de durum farklı değildir. Mabetlerin<br />

sade, evlerin süslü olması gibi bazı hususlar dışta<br />

tutulursa, geriye ideal ama son derece soyut bir şehir<br />

tasavvuru kalır. Şu satırlar, bu konuda bize bir<br />

fikir verebilir:<br />

“İslâm inkılabında şehir, dünyaya ait her şeyi terk<br />

ettikten sonra ‘terk’i de terk edip ‘terk-üt-terk’ makamına<br />

yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine<br />

dünyaya dönmüş ruhun (metropolis)idir. Bu (metropolis)lerde<br />

sokak, meydan ve bütün umumi sahalar,<br />

teker teker Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri<br />

geçit çerçeveleridir ve bunlar, selim zevk ve temizlik<br />

ölçüsüyle, bir Müslüman kadının başörtüsü kadar<br />

güzel ve pâktır.” (İdeolojya Örgüsü, 5. basım,<br />

1986).<br />

O hâlde Necip Fazıl’ın şehre genel olarak bakması<br />

ve çoğu zaman soyutlamaya gitmesinin biraz<br />

da onun dünya ve ahiret telakkisiyle, fikrî bakış<br />

açısıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Mesela şehrin<br />

“mukavvadan bir köy” gibi algılanması, dünyanın<br />

geçiciliği ile alakalandırılabilir. Bu dünyadaki her<br />

şey gibi şehirler de fânidir. Esas yaşanacak yer,<br />

ötesidir. “Karacaahmet” şiiri, somut bir yerin (bir<br />

semtin, o semtle özdeşleşmiş mezarlığın) adını taşımasına<br />

rağmen, şiirde ölüm gibi soyut bir kavram<br />

merkeze alınır. Şiire dünyevi değil, uhrevi bir<br />

hava hâkim kılınır. Karacaahmet şaire göre, yalancı<br />

şehrin göbeğinde sahici bir beldedir:<br />

Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;<br />

Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde<br />

Başka mısralarında da manevi şehir imajı dikkati<br />

çeker. Dünya şehri şairin yüreğini yarmaktadır.<br />

Onun arzuladığı “nur şehri”dir:<br />

Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık;<br />

Nur şehrine gidelim, yürü, çilekeş çarık!<br />

“Şehrin kalbi” başlıklı şu mısralar da benzer bir<br />

arzuyu dile getiriyor:<br />

Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen.<br />

Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen■<br />

45<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


EŞİK AĞRISI<br />

Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan<br />

İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir<br />

Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse<br />

Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir.<br />

Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa<br />

Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir<br />

Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde<br />

Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını<br />

O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar<br />

Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı<br />

Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre<br />

Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu<br />

Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye…<br />

Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet<br />

Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…<br />

MEHMET AYCI<br />

46<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Klasik şair ve şehir<br />

NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />

Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır<br />

arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin farklı bir tezahürü,<br />

kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala<br />

yakın ve üst mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık<br />

çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi<br />

gerektiren eğri çizgilerden oluşur.<br />

Klasik Türk şiiri, bir şehir şiiri<br />

olduğundan bu geleneğe ait şiirde,<br />

mazmun veya imge kurgulaması<br />

yapılırken, muhtelif kelime havzaları’na dayanan<br />

şiirsel kurgulamalar, daha çok şehir<br />

merkezlidir. Klasik şiiri besleyen mekânlar,<br />

duygular, metaforik ve sembolik kullanımlar,<br />

tasvir edilen sosyal zemin ve sosyal yapı, zevk<br />

işlenmişliği ve inceliğinin tezahür zemini olarak<br />

şehirlere aittir; kırsala değil...<br />

Şehir-Taşra<br />

15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey (Ö.<br />

1509), aşağıdaki beytinde, laleyi kır çiçeği,<br />

gülü ise şehir çiçeği olarak tasavvur etmiştir:<br />

Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne deyü<br />

Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler.<br />

Necati Bey, bir şehir-kır mukayesesi manifestosu<br />

mahiyetinde olan bu beytinde, şehri<br />

gül ile temsil ederken, kırsalı lale ile temsil<br />

etmekle, aslında bir sosyal yapı mukayesesi de<br />

yapmaktadır. Taşra, yani kırsal kesime ait olan<br />

lalenin, gül sohbetine katılamamasının sebebi,<br />

Necati Bey’e göre, gülün incelmiş zevkleri,<br />

lalenin de işlenmemiş zevkleri sembolize etmesi<br />

ve bu ikisinin bir arada bulunmasının<br />

zorluğudur.<br />

Benzer bir taşra-şehir mukayesesini Nabi<br />

(1641-1712) de yapar. Taşra’yı, kenâr ile ifade<br />

eden Nabi’nin kurgulamasında, davranış inceliği<br />

merkezli bir zihniyet karşılaştırması yapılır:<br />

Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-ı şîve vü<br />

nâzı<br />

Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz<br />

Nabi, insan davranışlarını mukayese ettiği<br />

bu beytinde, Osmanlı şehrinin kristalize sembolü<br />

olan İstanbul ile taşrayı nazik olmak ve<br />

nazenin olmak etrafında karşılaştırırken, şehirdeki<br />

işlenmiş ve rafine edilmiş üst mental<br />

seviyeye dikkat çeker.<br />

47<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Klasik şair, imge kurgulaması yaparken, beslendiği<br />

habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair,<br />

mekân itibariyle bağ ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı<br />

kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük<br />

alandır; yani bir tabiat minyatürüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı<br />

çemende gül, servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri<br />

çoğunluktadır.<br />

Nabi, bilgi (irfan) ve kol gücü etrafında<br />

kurguladığı şehir-köy mukayesesini yaptığı<br />

şu beytinde de, iki sosyal yapının farklılığına<br />

işaret eder:<br />

Hünerün var ise bir şehrde bir ârif bul<br />

Yohsa her karyede bir nice bahâdır bulunur<br />

Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır<br />

arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin<br />

farklı bir tezahürü, kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır.<br />

Kilim motifleri, doğala yakın ve üst<br />

mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık<br />

çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental<br />

seviyeyi gerektiren eğri çizgilerden oluşur.<br />

Benzer çizgi farklılığını, mimaride de görmek<br />

mümkündür. Mesela kırsal kesim camilerinin<br />

çizgileri düz ve kırık iken, özellikle 15. yüzyıldan<br />

itibaren inşa edilen şehir camilerinde<br />

kıvrım ve daire hâkimdir.<br />

Müzikte de halı-kilim ve mimarideki farklılığa<br />

benzer bir oluşum vardır. Kırsal kesim<br />

müziği, daha çok ana seslerden oluşurken,<br />

şehir müziği ara sesleri, yani sesteki nüansı<br />

ortaya çıkaran ayrıntıyı kullanmasıyla dikkati<br />

çeker.<br />

Klasik şiir, sevgilinin güzelliğini ifade<br />

ederken, rafine bir zevki yansıtır. Mesela,<br />

klasik şiirde sevgilinin yanağı güle benzetilirken,<br />

halk şiirinde, yanak elmaya benzetilir.<br />

Aynı şekilde, klasik şiirde sevgilinin dudağı<br />

la’l (yakut)’e, gözü sad harfine benzetilirken,<br />

halk şiirinde dudak kiraza, göz zeytin veya<br />

üzüme benzetilir. Dikkat edilirse, kırsal kesim<br />

şiirinde, edebî estetik kurgulamasının kelime<br />

havzası yiyeceklerdir; yani tabiata daha yakın<br />

olan “damak zevki” ne dayanır; klasik şiirde<br />

ise daha üst seviyede bir estetik algı ve yorumlama<br />

söz konusudur.<br />

Klasik Şairin Habitatı: Şehir<br />

Edebiyat, diğer kültürel unsurlardan yalıtılmış<br />

bir şekilde, tek başına mütalaa edilecek<br />

bir olgu değildir. Bir dönemin edebiyatı neyse,<br />

mimarisi, musikisi, resmi de benzer yapı ve<br />

nitelikleri taşır.<br />

Mimari, tezhip, hüsn-i hat ve musikideki<br />

ritimle edebiyattaki ritim aynıdır ve hepsinin<br />

temel yapısını oluşturan ritim, simetrik<br />

tekrara dayanır. Simetrik tekrar, ana motifin<br />

geometrik bir şekilde çoğullaşmasıdır. Mimari,<br />

tezhip ve halı-kilim, bunu çizgilerle yapar;<br />

musiki usulle, şiir vezinle...<br />

Edebiyat dâhil, bütün sanat eserleri, aynı<br />

habitatın eseridir. Edebiyattaki zihniyet ve nitelik<br />

ile diğer güzel sanat şubelerindeki zihniyet<br />

ve özellik birbirinin zıddı ve birbirinden<br />

farklı olamaz. Mesela şair Baki ile Süleymaniye<br />

ve Itri’yi aynı habitatta düşünmek mümkündür<br />

de, gökdelenlerle ve Sibel Can ile<br />

aynı habitatta düşünmek mümkün değildir.<br />

Çünkü Baki’yi besleyen ve ona yetişme ortamı<br />

sağlayan habitat, mimaride Süleymaniye’yi,<br />

musikide Itri’yi de besler; gökdeleni ve Sibel<br />

Can’ı değil.<br />

Klasik şair, imge kurgulaması yaparken,<br />

beslendiği habitatın kelime havzalarına başvurur.<br />

Mesela, klasik şair, mekân itibariyle bağ<br />

ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı kullanır,<br />

geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde,<br />

küçük alandır; yani bir tabiat minya-<br />

48<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


türüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı çemende gül,<br />

servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri<br />

çoğunluktadır.<br />

16. yüzyıl şairi Enverî,<br />

Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok<br />

Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok<br />

beytini söylerken, mekân, duygu ve zihniyet<br />

olarak şehirli bir tavır sergiler.<br />

Gene aynı şekilde Neşati (1623-1674)’nin,<br />

Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür<br />

Gül-i handânı değil, serv-i hırâmânı bile<br />

beytinde yansıtılan duygu inceliği ve mekân,<br />

şehre aittir.<br />

Klasik şiirde, sevgilinin bulunduğu yer köy<br />

(karye, rüsta) değil, şehre ait olan semt (kûy)<br />

veya mahalledir. Âşık sevgilisini görmek için<br />

onun mahallesi veya semtinin sokaklarında<br />

dolaşır.<br />

Şehir, Medeniyet, Şair<br />

Şehir, yani medine medeniyetin eseridir ve<br />

medeniyetler de şehirlerin; yani medine’lerin<br />

eseri. Medeniyetin bir alt grubu da kültür ve<br />

folklordur. Kültür ve folklor kapalı toplumların<br />

eserleri olup durağanlaşmış sürekliliği ve<br />

doğal olanın muhafazasını; toplumsal etkileşim<br />

ve iletişime açık olan şehirler ise değişim,<br />

dinamizm ve rafine işlenmişliği ifade eder.<br />

Şehirlerdeki etkileşim açısından, klasik<br />

şiirde, o zamanın etkin edebî kültürü olan<br />

Arap ve Fars edebiyatı ile girilen etkileşim,<br />

şehir ortamında oluşan bir etkileşimdir. 15.<br />

yüzyıl şairlerinden Priştineli Mesihi, bu etkileşimi,<br />

şu beytinde ifade etmektedir:<br />

Mesîhî gökden insen sana yer yok<br />

Yüri var gel ya Arap’dan ya Acemden<br />

Zati (1471-1546), benzer bir etkileşimin<br />

ancak şehirlerde olabileceğini, ironik bir dille<br />

şöyle ifade eder:<br />

Âşıklara kûyunda “be-rev” didi adûlar<br />

Şehre giricek Türk iti Fürsî ulur ey dost<br />

Zati bu beytinde, Farsça bilmeyi o dönemin<br />

entelektüel düzeyinin bir göstergesi olarak<br />

zikrederken, köpeğe benzettiği rakiplerin<br />

Türkçe Def ol!.. demeyip Farsça be-rev (Günümüz<br />

Farsçasında boro) demelerinin şehir ortamında<br />

olacağını söyler.<br />

Fuzuli (1483-1556), şair şöhretinin ancak<br />

şehirlerde gerçekleşebileceğini belirttiği<br />

aşağıdaki beytiyle, şair habitatının söyleyen<br />

ve dinleyen-okuyan açısından şehir olduğunu<br />

ifade eder:<br />

Tabî’at şöhre-i şehr olmağa meyl-i tamâm<br />

itdi<br />

Ne pinhân eyleyem sevdâ beni rüsvâ-yı ‘âm<br />

itdi<br />

Yaradılışının şöhreti ancak şehir gibi kalabalık<br />

yerleşim birimlerinde sağlamakla mümkün<br />

olacağını belirten Fuzuli, bu tavrının onu<br />

halka rezil ettiğini söyleyerek şiir, şair ve şehir<br />

arasındaki habitatik ilişkiye dikkat çeker.<br />

Klasik şairlerin bariz özelliklerinin belirtilmesinde,<br />

şehrî olmaları; yani İstanbul’da doğup<br />

büyümelerine vurgu yapılır. Tezkirelerde<br />

biyografileri verilen bazı şairler için, Osmanlı<br />

şehirciliğinin sembolü olan İstanbul’da doğup<br />

yetişmek habitatik bir üstünlük olarak zikredilir.<br />

Sonuç<br />

Klasik şairler, gelişme ve beslenme ortamı<br />

olarak kırsallı değil, şehirli olmalarıyla dikkati<br />

çekerler. Şehrin rafine zevki ve imge kurgulamasıyla<br />

söyledikleri şiirlerin muhatabı da yine<br />

rafine duygularıyla şehirlilerdir. Çeşitli kelime<br />

hazzalarından aldıkları kelimeleri, sentetize<br />

ve rafine bir zevk ile işleyen şairler, kelime<br />

hazinesi, imge kurgulaması, mekân, beşerî his<br />

ve haslet itibariyle, tamamen şehirli insanların<br />

zihniyet ve duygularını anlatırlar. Bu yüzden,<br />

başta da ifade edildiği üzere, klasik Türk şairi,<br />

bir şehir şairi; şiiri de şehir şiiridir.■<br />

49<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Şairin kelimelerinde<br />

izhar olan şehir<br />

TANER TATAR<br />

Şair akıl kalemini batırır kalp hokkasına<br />

allar kelimeleri. Gönülde demler sözü,<br />

muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer.<br />

Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek<br />

ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derd<br />

lâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir.<br />

“Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa<br />

Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi<br />

aşktan doğar:<br />

Dolap niçin inilersin<br />

Derdim vardır inilerim<br />

Ben Mevla’ya aşık oldum<br />

Anın için inilerim<br />

Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından<br />

seçer ve “Şair hazinedârıdır esrâr-ı hilkatin”<br />

der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe<br />

açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü<br />

açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar,<br />

ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini<br />

bilendir. Ya hazinelere malik viraneler!<br />

Aziz Bey’in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle<br />

söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan<br />

söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var.<br />

Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye<br />

söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede<br />

birkaç imada bulunandır. Herkes arifliği nispe-<br />

tinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi “Derdim<br />

nice bir sînede pinhân ederim ben/ Bir âh ile bu<br />

âlemi vîrân ederim ben”, derken gönlünde yanan<br />

volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı<br />

yakar, küle çevirir.<br />

Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli<br />

olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin<br />

uçan bir hüma kuşudur: Şâir o hümâdır ki<br />

iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’ttayerândır.<br />

Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak<br />

ister. Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir.<br />

Meğerki kuş, başa kona!<br />

Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir.<br />

Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden<br />

ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar:<br />

Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki<br />

şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek<br />

de yine şairde bulunur.<br />

Akif de şairliğe “işsizlerin en maskarası” derken,<br />

iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri.<br />

Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:<br />

Hangi san’atte rüsûhun göze çarparAnlat!<br />

Ulemâdan mı sayıldın Fukahâdan mı<br />

-Hayır.<br />

-Ya siyâsî mi nesin Kendine bir meslek ayır.<br />

-Şâirim.<br />

-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!<br />

50<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.<br />

Af edersin onu!<br />

-İmkânı yok etmem, ne demek!<br />

Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek<br />

Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse›ne,<br />

Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.<br />

Ama pek hırpaladın şi’ri...<br />

-Evet, hırpaladım:<br />

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep<br />

yaladım,<br />

Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.<br />

«Ş’uarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim.<br />

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,<br />

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.<br />

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...<br />

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri<br />

Bu sıkılmazlara «medh et!» diye, mangır sunarak,<br />

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!<br />

...<br />

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.<br />

-Vâkıâ «inne mine›ş-şi›ri... « büyük bir ni›met;<br />

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.<br />

Ben ki Attâr ile Sa›dî›yi okur, hem severim;<br />

Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.<br />

Hem senin şi’re müdâfi› çıkışın ma›nâsız:<br />

Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.›<br />

Kimi mevlidci diyor...<br />

Âh olabilsem, nerde!<br />

Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.<br />

-Kimi bid›atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.<br />

Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp,<br />

gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef<br />

edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine<br />

ve gönlümüze uçuruverir:<br />

Kaçır beni âhenk, al beni birlik;<br />

Artık barınamam gölge varlıkta.<br />

Ver cüceye, onun olsun şairlik,<br />

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.<br />

Şairlik iddiasında olan cüceler de var:<br />

Ben şairim,<br />

Sen benim güzelim.<br />

Kalem benim elimde,<br />

Seni istediğim gibi resmederim.<br />

Geçmiş neslin âbide şahsiyetleri, akılda üretip,<br />

gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet<br />

süzgecinden geçirip, nota nota sıraya dizdiler.<br />

Musikiyle izdivaç eyleyip, gök kubbeye hediye<br />

eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler.<br />

Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde<br />

pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar.<br />

Gönül berraklığı, nahoş olanları ifade ederken<br />

bile, süzgecinden geçirip aklaştırmış: Kelâm-ı kibar.<br />

Zaten güzel olanlar ise nura garkolmuş.<br />

Şimdi, “sinede yük olan paslı yürekler”den geçen,<br />

güzelliğe dair olanlar bile, dışarıya paslı olarak<br />

dökülmektedir.<br />

Bir yanda davul gümbürtüsü ile konuşanlar,<br />

diğer yanda ney gibi, hayâ perdesini yırtmadan,<br />

sırları inletenler.<br />

Kelimeden balonlar mı uçurduk<br />

Gök kubbeye;<br />

Şişkin<br />

Lakin içi boş,<br />

Rengarenk<br />

Ama sunî.<br />

Bir küçük dikenle patlayıveren,<br />

Güneşin gülümsemesinde sönüveren,<br />

Diğer tarafta yediveren.<br />

Rengarenk,<br />

Kadife tenli,<br />

Güneşe gülen,<br />

Dikeni kendinden.<br />

Şairin sesi ruhunun derinliklerinden gelir.<br />

Goethe’nin kalemi şöyle yazar: “Ziyafet sofrasının<br />

artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz.<br />

Edebiyat bir kabiliyet işidir sonradan kazanılamaz.<br />

Eğer, ağzınızdan çıkan sözler ruhunuzun derinliklerinden<br />

fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine<br />

tesir edemezsiniz. Başkalarından duyduklarını<br />

veya kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam,<br />

maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir.”<br />

Kaldı ki tekrar şairin işi değildir. Fuzûlî’nin dediği<br />

gibi “Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât/ Sözü<br />

insan olur ammâ özü insan olmaz.”<br />

Yazar, toplum denilen toprağı kalemiyle çapalar.<br />

Tohumu, semaya boy versin diye serper.<br />

Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can<br />

51<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum<br />

kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça,<br />

özüne öz katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi<br />

ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur,<br />

bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur,<br />

sağanak olur, kar olur.<br />

Söylenmedik sözün kalmadığı gök kubbede,<br />

söylenmişleri bulmak oldukça güç. Şimdi gök<br />

kubbe küskün. Hasretle baki kalacak hoş sadâları<br />

bekliyor. Gök kubbeye içimden şöyle seslenmek<br />

geliyor:<br />

Ey dünya başının tâcı<br />

Gök kubbe<br />

Yuttun bütün hoş sadâları<br />

Yuttun.<br />

Geri vermemek için<br />

Nefesini tuttun.<br />

Sadâların hoşları kaçtı<br />

Birer birer<br />

Kara yeryüzünden<br />

Havalandı aniden<br />

Duyulmadı kanat sesleri.<br />

Sakladın gök kubbe<br />

Sakladın<br />

Yıldırımlarla sûretini<br />

Gürültünle sesini<br />

Çıkardın kuşağını<br />

Saldın üzerimize bir duman<br />

Efendim aman.<br />

Şairin dediği gibi “gül nerde bülbül nerde, gülün<br />

yaprağı yerde”. Cemiyet, yaprağı yerden kaldıracak<br />

nesli bekliyor.<br />

***<br />

Toprak aşkın teri ile yoğrulur, taş taş üstüne<br />

konulur, içinde hayat bulunur. Sular gönül gibi<br />

akar, iki yaka arasına köprü kurulur. Allah’ın huzuruna<br />

vardıkta şehadet parmağı kalkar, minare<br />

göğe doğrulur. Geri gelmeyen dualar okunur,<br />

cihannümalara tekbirlerle doldurulan kubbeler<br />

kondurulur. Demir, yürekte yakılır, örste dövülür,<br />

Mevlana ile sema dönülür. Çoklukta birlik<br />

olunur, herkes gelir şehir kurulur. Taş u toprak<br />

gönülde can bulur, dil candan konuşur şair olunur.<br />

Şair, şehirde yaşayan değil, şehri gönlüne<br />

alandır. Yaşadığı diyar, onun için ete kemiğe<br />

bürünmüş bir yardır; eşi benzeri yoktur, aşk<br />

derdine devadan gayri her şey vardır. Nedim’in<br />

göz bebeğine yerleşen İstanbul, paha biçilemeyen<br />

bir mekândır:<br />

Bu şehr-istanbûl ki bî-misl ü bahâdır<br />

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.<br />

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında<br />

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.<br />

Mekân, mazi ile istikbalin halde yaşandığı<br />

yerdir. Şehir, tarihin görünen yüzüdür, bazen asık<br />

suratlı bazen de güler yüzlüdür. Aslını ve manayı<br />

unutanlara kendisini hatırlatır. Bir zamanlar<br />

hendeseden abide zannedilen mimari yapılar,<br />

mananın göğe yükselişinin mekânı olduklarını<br />

göstererek, ferdi kendi iç âlemlerine seyahat etmeye<br />

davet ederler. Şair bir bayram namazı, hendeseden<br />

abide zannettiği gökkube altındaki cumhura<br />

bakarken, cetlerin mağfiret iklimine girerek<br />

huzura erer.<br />

Zaman her şehirde bir başka akar. Şair için<br />

Bursa’da zaman billur bir âvize olur. “Orhan zamanından<br />

kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar<br />

çınar”. İhtiyar çınara sırtını dayayan genç<br />

şair şehrin köklerine indikçe, mekânda dal budak<br />

salan kelimeleri semaya boy verir.<br />

Bir garip Orhan Veli’dir şair, kâh Urumeli<br />

Hisarına oturup bir türkü tutturur, kâh gözlerini<br />

kapatır ve yaşadığı şehri dinler. Hafiften esen<br />

rüzgâr eşliğinde, yükseklerden gelen sürü sürü<br />

kuşların çığlıklarını, sucuların hiç durmayan çıngırak<br />

seslerini, çekiç seslerini, türküleri, küfürleri<br />

velhasıl şehir hayatının fısıltılarını ve feryatlarını<br />

mısralarında bize duyurur.<br />

Yahya Kemâl, “bir hayali asra dalan ab uyanmasın”<br />

diye aheste çeker kürekleri, kamaşsa da<br />

gözleri, bir tepeden şehre bakar, bestekâr efsunlu<br />

güzellikleri Türkü diye yakar:<br />

Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul!<br />

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.<br />

Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!<br />

Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.<br />

52<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Yavuz Bülent Bakiler ise İstanbul’a “can evinden<br />

bakan”lardandır. Kelimeleri candan cana ram<br />

olur:<br />

Can evimden baktım sana İstanbul!<br />

Rüzgârların anamın duâsı kadar serin.<br />

Beyaz şamdanlar gibi yükseliyordu<br />

İnce, kalem kalem minârelerin.<br />

Şehrin serseri kaldırımlarında, yeryüzünde<br />

yalnız ben derbederim diyen, kaldırımların<br />

emzirdiği şair yürür. Kaldırımların kara sevdalı<br />

eşi, esrarlı bir uykuya dalıp, şehrin sokaklarında<br />

ölmek ister. Dirildiği mekân ise ay ile güneşin<br />

ezelden beri orada yaşadıkları İstanbul’dur:<br />

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;<br />

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.<br />

İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;<br />

O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.<br />

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;<br />

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.<br />

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle,<br />

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.<br />

Şehir insanın sürekli “ol”duğu mekândır. Nagehan<br />

ol şara varan, ol şarı yapılır görürken sadece<br />

seyirci değildir. Kendisi dahi bile yapılır taş u<br />

toprak arasında. Ariflerin sözünden cahiller anlamasa<br />

da söz, şehrin pazarında para eder, taşa bile<br />

biçim verilirken, âşıkların kanı sebil olur:<br />

Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde<br />

Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde<br />

Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm<br />

Ben dahı bile yapıldım taş u toprak âresinde<br />

Bina yapmaktan, yapılmaya fırsat bulamayan<br />

bir nesil! Bir yanda taşı gönül ocağında pişirip,<br />

aşk ile birbirine bağlayan şehre sevdalılar; öte<br />

yanda aşkı olmayan taş gönüllerle inşa edilmiş<br />

binalarda taşlaşanlar! Bulutlara yaklaşmayı, göğe<br />

yükselmek zannedenler. Olmak yolunu kaybettiklerinden,<br />

sahip olmaya meyledenler ve kaybettiklerini<br />

beyaz cam arkasında arayanlar:<br />

Dolaşıyorum gecenin karanlığında<br />

Loş, nemli o sessiz sokaklarında<br />

Perdelerin arasından mavi ışık sızmakta<br />

Bütün diller suskun<br />

Hayatın tamamı durmakta<br />

Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.<br />

Dönmüş bütün bakışlar bir yöne<br />

Dolmuş bu mavi ışık tek gönüllere<br />

Gerçek dünyada tabiat elemlerle<br />

Sokaktaki köpekler susmuş bile!<br />

Her yanda aynı görüntü nafile.<br />

Ölmedim hayattayım şu an<br />

Gerçek bir ışık arıyor gözlerim her an<br />

Zihinler doğuştan boş bir ekran.<br />

Perdeli odanın dışında<br />

Gecenin ölümcül karanlığında<br />

Unutulmuşluğun karşılığında<br />

İnsana sırt çeviren dünya<br />

Bütün bu insanlar mı yalnız<br />

Sadece yalnız olan ben miyim yoksa!<br />

Tabiatta yapraklar yine sararır<br />

Akşamlar kızıllıktan sonra<br />

Eskisi gibi yine kararır<br />

Güneş yine ümitlerle doğar<br />

Yine kederlerle batar<br />

Ekran göstermemişse neye yarar!<br />

Güneş son bir defa batarken<br />

Son kızıllık son hüzün olmuş<br />

Denize düşen alevi ekran yutarken<br />

Mazideki görkemli aşk unutulmuş<br />

Şimdi güller de solmuş<br />

Yalnız ses ve ışıklar kafese dolmakta<br />

Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.<br />

Şairin gönlünün görünür mekânıdır şehir. Yitirilmiş<br />

ilhamların cennet mekânını vesveseler mi<br />

işgal etti Zahir!<br />

“Ah ne yer ne yar kaldı, gönlüm dolu ahu zar<br />

kaldı”. Yer sarsıldı, olmamış yapılar titredi toprağa<br />

döndü, hüznün yüreği çarparken düşte daüssıla<br />

kaldı. Ümide gelince:<br />

“Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinandır<br />

Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!”■<br />

53<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Şehrin ruhu<br />

MUSTAFA ÖZÇELİK<br />

1.<br />

Üniversite yıllarım Bursa’da geçti. Eskişehir<br />

gibi Batılı algı ve anlayışlarla inşa edilmiş bir<br />

şehirden Bursa’ya gelmek benim için büyük bir<br />

şanstı. Zira şehir nedir, ne anlama gelir, şehirli<br />

kimdir, nasıl bir özellik taşır, şehirle insan arasındaki<br />

ilişkinin mahiyeti nedir gibi sorulara<br />

burada cevap buldum. Böylece bende bir şehir<br />

bilinci oluştu. Tabii bunda bir Bursa âşığı olan<br />

Tanpınar okumalarımın da çok önemli bir payı<br />

olduğu muhakkaktır. Diyebilirim ki, Bursa’yı<br />

Tanpınar’ın bana açtığı kapılardan girerek tanıdım.<br />

Tanımak, Tanpınar’ın da dediği gibi sevmek,<br />

sevmek ise anlamaktı. İşte Bursa’yı tanıma,<br />

peşinden onu sevmeyi ve anlamayı getirdi.<br />

Bursa’ya yakınlığı dolayısıyla ikinci tanış olduğum<br />

şehir ise İstanbul oldu. Hafta sonlarında<br />

fırsat ve imkân buldukça oraya da gidiyor,<br />

Yine Tanpınar’ın izini takip ederek İstanbul’u<br />

da tanımaya, sevmeye ve anlamaya çalışıyordum.<br />

Tanpınar, Beşşehir’de İstanbul’u ayrıca<br />

Erzurum’u, Konya’yı ve Ankara’yı da anlatıyordu.<br />

Eskişehir’in bir köyünde doğup şehir olarak<br />

önce Eskişehir’i daha sonra Bursa ve İstanbul’u<br />

gören biri elbette bu şehirler arasında mukayeseler<br />

yapar. Ben de öyle yaptım. Sonuç, şu idi:<br />

Bursa ve İstanbul, maddi yapısının dışında tarihî<br />

ve manevi bir yapısı dolayısıyla özel bir havası<br />

olan kadim şehirlerdi. Eskişehir ise adı eski olmasına<br />

rağmen Cumhuriyet döneminde il olmuş<br />

yeni bir şehirdi. Odunpazarı semti dışta tutulacak<br />

olur ise orada ne tarihe ne geleneğe açılan<br />

bir kapı, dolayısıyla soluyacağınız, hissedeceğiniz<br />

bir manevi atmosfer yoktu. Tamamen modern ve<br />

seküler bir anlayışa göre inşa ve dizayn edilmişti.<br />

Kadim şehirlerle modern şehirleri ayıran en<br />

önemli özellik, işte bu noktada belirginleşiyordu.<br />

İlki bir ruha sahipti, diğeri ise bundan yoksundu.<br />

Ruh, nasıl insanın canlı bir varlık olmasının temel<br />

şart ise şehirler için de durum aynıdır. Şehrin<br />

ruhu yoksa o şehir, sizin için sadece maddi yapısıyla<br />

bir gerçeklik ifade eder. Ama ruhu olmadığı<br />

için bir geçmişi, bir hafızası da yoktur. Sadece<br />

fiziki bir dünyada yaşar, metafizikten yoksun<br />

kalırsınız. Böyle bir şehrin insanı da kendisini<br />

ona göre şekillendirir ve tanımlar. Beslendiği bir<br />

kökü yani geçmişi olmadığı için bugününü de<br />

tam manasıyla yaşayamaz, dolayısıyla bir gelecek<br />

tasavvuru da olmaz, olamaz. Oysa ruhu olan bir<br />

şehirde yaşamak, öyle değildir. Adım başı karşılaştığınız<br />

bir tarihî yapı, bir çeşme, bir ermiş türbesi<br />

sizi geçmişe bağlar, bir tarih ve kültür bilinci<br />

kazandırır. O bilinçle geleneğe yaslanıp hayatın<br />

dünden bugüne akan, bugünden de geleceğe<br />

54<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


akacak olan ırmağında daha dingin, anlamlı bir<br />

hayatı yaşarsınız.<br />

2.<br />

Bursa, işte bu üç zaman dilimini aynı anda yaşadığım<br />

bir şehir oldu. O şehirde Emir Sultan’la,<br />

Geyikli Baba ile, Osman ve Orhan Gazi ile, Yıldırım<br />

Beyazıt’la, Karagöz ve Hacivat’la birlikte<br />

yaşadım. Her tarihî yapı, bir hatırayı fısıldadı<br />

bana. Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirinde<br />

söylediği gibi “Çinilere sinmiş Kur’an sesleri”ni<br />

burada duydum. Ulu Camii’nin şadırvanlarından<br />

abdest alırken bu camide imamlık yapan<br />

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin mısralarının<br />

Bursa semasında nasıl yankılandığını gördüm.<br />

Gölgesinde dinlediğim ihtiyar çınarlar ne sırlar<br />

fısıldadı bana. Çeşmelerinden su içerken “Velhasıl<br />

Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’yi<br />

tebessümle hatırladım. Mezarlıkları bile farklıydı.<br />

Bir şiirimde söylediğim gibi “Ölüm burada<br />

sessiz ve vakur”du. Mezar taşlarındaki zarafet,<br />

ölümü bile güzelleştiriyordu. Türkülerinde, şarkılarında<br />

aşkın en saf sesi yankılanıyordu.<br />

Bütün bunlar, şehrin insanını da etkileyen,<br />

şekillendiren unsurlardı. Bursalı olmak, belli niteliklere<br />

sahip olmak demekti. Bu, beyefendilik,<br />

hanımefendilik, çelebilik, çalışkanlık, hoşgörü,<br />

sevgi, nezaket ve incelik demekti. Biliyoruz ki,<br />

insan sadece şehri inşa etmez, şehir de insanı inşa<br />

eder. Böylece şehir, insanla; insan şehirle bütünleşir.<br />

Bu bütünleşmeden medeniyet doğar, sanat<br />

doğar. Zira medeniyet, kültür, sanat dediğimiz<br />

şey, bir şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla<br />

birlikte oluşturduğu bir birikimdir.<br />

3.<br />

Böyle bir şehirde ne yazık ki üç yıl kalabildim.<br />

Bir gün, buraya temelli olarak yerleşme hayaliyle<br />

yine Eskişehir’e döndüm. Sudan çıkmış balık<br />

gibiydim. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın<br />

geçtiği bu şehir, Bursa tecrübesinden sonra<br />

beni çöle düşmüş biri hâline getirdi. Biraz önce<br />

de belirttiğim gibi burası Odunpazarı dışta tutulacak<br />

olursa yeni bir şehirdi. Adı şehir olsa bile<br />

gerçekte kentti. Kentin ise tarihi ve hafızası dolayısıyla<br />

ruhu olmazdı. İnsanlarını ya stadyumlarda<br />

görürdünüz ya da alışveriş merkezlerinde ya<br />

da fıskiyeli parklarda… Onlar ise insana geçmişe,<br />

metafiziğe hatta insani olana dair hiçbir şey fısıldamazdı.<br />

Siz de zorunlu olarak ona göre biçimlenirdiniz.<br />

Günübirlik yaşama, geçmiş ve gelecek<br />

algısından yoksunluk sizi bekleyen sonuçlardı.<br />

Boğulacak gibi oldum. Bursa’ya dönme<br />

imkânı da yoktu.<br />

O günlerde Kütahya’dan aldığım bir iş teklifi<br />

üzerine buraya geldim. Daha önce hiç görmediğim<br />

bu şehir, daha kendisine yaklaşırken beni<br />

Acem Dağı’nın ihtişamıyla karşıladı. Bursa’da<br />

Uludağ’ın da esrarına nüfuz etmeye çalışan biri<br />

olarak bu durum beni bir hayli etkiledi ve Kütahya<br />

ile ilgili ilk izlenimim gayet müspet oldu. Bursa<br />

gibi sırtını bir dağa yaslayan bu şehir, benim<br />

güvenli bir kale’m olabilirdi. Burada yaşamaya<br />

başlayınca bu hissimde yanılmadığımı anladım.<br />

Kütahya da Bursa gibi tarihi, hafızası, maneviyatı<br />

dolayısıyla ruhu olan bir şehirdi. Şüphesiz bütün<br />

özellikleriyle bir Bursa değildi ama onu hatırlatan<br />

pek çok özelliği vardı. Bursa nasıl bir Osmanlı<br />

şehriyse burası da Germiyan şehriydi. Bursa gibi<br />

başşehirlik yapmış, devlet adamı, şair, bestekâr<br />

görmüş, yetiştirmiş, bir medeniyetin, kültürün<br />

estetik normlarına göre inşa edilmiş bir şehirdi.<br />

Burada da tarih içinde yolculuk yapabilir, Musalla<br />

mezarlığında coşkulu Sufi Sunulllah Gaybi’nin<br />

mısralarının metafizik dünyasıyla etten kemikten<br />

sıyrılıp başka bir âleme nüfuz edebilir, Şair Şeyhi<br />

ile Osmanlı medeniyetinin ihtişamını görebilir,<br />

Ulu Camii’nde nice bin ruh ile bir sabah namazı<br />

kılabilirdiniz. Bursa Ulu Cami’ninki gibi Kevser<br />

ırmağı coşkusunda zikrederken yankısını duvardaki<br />

çiniler nakşeden şadırvanın sularını işitebilirdiniz.<br />

4.<br />

Bu şehre üç yıl için gelmiştim ama tam yirmi<br />

üç yıl kaldım. Bursa, hâlâ yaşamayı hayal ettiğim<br />

bir şehir olmaya devam etse bile susuzluğumu<br />

büyük ölçüde burada dindirebildim. İnanç<br />

ve düşünce dünyam, sanat anlayışım, geçmişe,<br />

bugüne ve geleceğe bakışım, hayat algım büyük<br />

ölçüde bu şehre göre şekillendi. Yani şehir beni<br />

biçimlendirdi ve inşa etti. İşte bu durumdan dolayıdır<br />

ki Kütahya, kadim kimliğiyle fiziki gerçekliğinin<br />

dışında bir dünya sundu bana. Onu<br />

tanımak, tanıdıkça sevmek, sevdikçe anlamak<br />

mümkün hâle geldi. Malum, anlamak ise anlaş-<br />

55<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


mayı getirir peşinde… Anlaşmak ise, zıtlıklarımız<br />

olsa bile uyumlu olmaktır, barış içinde yaşamaktır,<br />

değerler, eserler üretmektir. Zamanı üç<br />

boyutlu yaşamaktır. Dolayısıyla bugüne kadar ne<br />

yazdımsa onların ilhamını bana Bursa’dan sonra<br />

Kütahya verdi.<br />

Zorunluluklar olmasaydı hayatımın sonuna<br />

kadar orada Kütahya’da yaşamak isterdim. Ama<br />

kısmet bu kadarmış. Yirmi üç yılın sonunda doğup<br />

büyüdüğüm, öğrenim gördüğüm ama bu<br />

ruh meselesinden dolayı çok da benimseyemediğim<br />

şehrime, pek çok insan için modern şehirler<br />

anlamında yaşamak için tercih edilen Eskişehir’e<br />

döndüm. Böylece hayatımın yeni bir imtihan<br />

dönemine girdim. Eskişehir, bir kent olarak kuruluşu<br />

sırasında nasıl seküler bir inşa faaliyetine<br />

konu olmuşsa şimdi bu noktada bir hayli yol<br />

almış gözüküyor. Modern insanın tapınakları<br />

olarak nitelendirilen büyük alışveriş merkezleri,<br />

Porsuk kıyısına sıralanan kafeleri, çok katlı<br />

apartmanları, parkları ile ismiyle müsemma olmayan<br />

daha yeni bir şehir olmuş. Yeni, modern,<br />

seküler olana ait ne ararsanız bulmak mümkün.<br />

Adım başı bir heykel… Diyeceksiniz ki neyin<br />

nesi bunlar Hemen söyleyelim, hiçbirinin ne<br />

Eskişehir’in ne de Anadolu’nun tarihiyle, sembol<br />

şahsiyetleriyle bir ilgisi var. Hepsi, Prag, Viyana,<br />

Venedik gibi Avrupa şehirlerine öykünerek inşa<br />

edilmiş heykeller. Dolayısıyla özellikle de şehrin<br />

merkezinde bir Avrupa kenti havası alır gibi olsanız<br />

da ona böyle bir kimlik kazandıran unsurlar,<br />

yerli bir havadan tamamen uzak. Zaten bir<br />

süre sonra farkında bile olmuyor, kendinizi bir<br />

şehirde değil, kurgulanmış, doğal olmayan bir<br />

mekânda hissediyorsunuz.<br />

Şehrin neredeyse dörtte üçlük kısmını geziyorsunuz,<br />

ne karşılaştığımız tarihî bir yapı, ne<br />

bir çeşme, ne bir ermiş kabri var. Dolayısıyla sizi<br />

geçmişe götürecek ne Selçukluyu ne Osmanlıyı<br />

yani geçmişi hatırlatacak bir yapı bulabiliyorsunuz.<br />

Gölgesinde serinleyebileceğiniz bir çınar<br />

ağacı da yok. Zira burası hem bozkırdır hem de<br />

malum Çınar Osmanlıdır; burası olsa olsa akasyayı<br />

sever. Kısacası eğer modern telakkiler sahip<br />

bir kimlik içinde ve bu tarz bir hayatın insanı<br />

iseniz sizin için ideal bir kenttir ama benim gibi<br />

Tanpınar’dan şehir bilinci kazanmış biri iseniz<br />

böyle bir yere şehir demeniz ve burada şehirli<br />

olarak kendinizi idrak etmeniz asla mümkün değildir.<br />

5.<br />

Çok karamsar gibi görünen bir tablo çizdiğimin<br />

farkındayım. Ama gerçek böyle. Fakat bir<br />

teselli noktam da yok değil. Yazının başından<br />

beri bu tespitlerin dışında tuttuğum Odunpazarı<br />

semti bu şehir için bir umut kaynağı... Şehrin hakiki,<br />

tarihî ve metafizik çehresi oradadır. Bu yüzden<br />

Odunpazarı’nda Selçukludan, Osmanlıdan,<br />

Mimar Sinan’dan, Çoban Mustafa Paşa’dan izler,<br />

hatıralar bulabilirsiniz. Daha umutlu bir şey<br />

söyleyeyim. İnsan, sonuçta kulaklarını metafizik<br />

olanın sesine ne kadar tıkasa da ruhu olan bir<br />

varlıktır. Modern hayatın gürültüsü onu insani<br />

ve manevi olana özlemimin bastırmaya çalışsa da<br />

insan, ruhunun çığlığına daha fazla tıkayamıyor<br />

kulağını… Mesele Eskişehir’de ise Espark’ta pizza<br />

yiyip alışveriş çılgınlığı ile kapitalist canavara et<br />

süt olduktan sonra pestili çıkmış vaziyette evine<br />

dönerken Alaeddin Camii’nden yükselen ezan<br />

sesleriyle silkinip bu tarihî camiye girme ihtiyacı<br />

duyabilir, oradan da daha büyük bir zenginlik<br />

için Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Odunpazarı’na<br />

gitmek ise insanın ruhunun sesine kulak vermesidir.<br />

Son asra ait olsalar da bizi tarihe çeken ve<br />

son dönemde hayata yeniden döndürülen evler,<br />

ardından Kurşunlu Camii, onun avlusundaki<br />

Mevlevihane, orada gördüğümüz bir minyatür,<br />

bir ebru, işittiğimiz bir ney sesi daha sonra Şeyh<br />

Şahabettin Türbesi’ne doğru giden kadınların<br />

teslimiyet hâlleri, köşedeki kalaycı dükkânı başka<br />

bir dünyaya götürebilir bizi.<br />

İşte Eskişehir’de şehir, bu yüzden<br />

Odunpazarı’dır. Burada kanaatkârlık vardır, çayı<br />

daha ucuza içer, taş fırından ekmek alır, tanısa da<br />

tanımasa da kendisine selam veren biriyle mutlaka<br />

karşılaşırsınız. Diyeceğim odur ki Bursa’dan<br />

Kütahya’dan sonra şimdi Odunpazarı’nda nefes<br />

alabiliyorum. Değilse boğulup kalacağım bu şehirde.<br />

Nostalji de bu kadar mı olur diyenleri de<br />

duyar gibiyim emin olun bu nostalji değil. Ruh<br />

sahibi bir varlık olarak ruhu olan bir şehrin insan<br />

için ne manaya geldiğini söyleme çabası benimki.<br />

Şehirle bütünleşmek, şehirle barışmak, orada<br />

yaşamanın güvenini huzurunu hissedebilmek…<br />

Ötesi yok… ■<br />

56<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Şehir, edebiyat ve dergi<br />

MEHMET NURİ YARDIM<br />

Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum,<br />

birçoğundan haberleri yok. “Önce çıkan dergileri takip<br />

edin, eksiklikleri varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin,<br />

röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle<br />

besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan herkesin dergi<br />

çıkarması gerekmez ki Ekmek yiyen her insan fırın mı<br />

açıyor”<br />

Yazımın başlığı bu. Şehir, edebiyat ve<br />

dergi arasında nasıl bir münasebet<br />

vardır diye sorulabilir. <strong>Bizim</strong> gibi<br />

dünyaya kültür sanat gözüyle bakanlar, edebiyat<br />

dürbünüyle çevreyi gözleyenler için çok<br />

ilgisi vardır şüphesiz.<br />

Bir şehre gidiyorsanız, orada elbette tarihî<br />

eserleri gezer görürsünüz. Mimarların yıllar,<br />

asırlar önce inşa ettiği külliyeleri, camileri, çeşmeleri,<br />

medreseleri, müzeleri, türbeleri temâşâ<br />

edersiniz. Bu zaten her zaman olması gereken<br />

bir keyfiyet… Çünkü bunlar şehrin remizleridir,<br />

işaretleridir, alâmetleridir. Ama bir de şehirlerin<br />

kültürel dinamikleri vardır. Bunlar da<br />

o şehrin kütüphaneleridir, kitapçı çarşılarıdır,<br />

dergi yazıhaneleridir, edebiyat mahfilleridir.<br />

Bunları gidip görmemişseniz o şehri tanımamışsınız<br />

demektir. Geziniz yarım, tenezzühünüz<br />

kısır kalmıştır.<br />

Bu yüzden ben bir şehre gittiğimde orada<br />

ikamet eden şair ve yazarları mutlaka sorarım.<br />

Onlarla bir an önce tanışmak, görüşmek<br />

ve hasbihal etmek için âdeta can atarım.<br />

Kahramanmaraş’a gidip de Bahaeddin<br />

Karakoç’u ziyaret etmemişseniz, Kayseri’de<br />

bulunup da Muhsin İlyas Subaşı’nı görmemişseniz,<br />

Elazığ’a uğrayıp Nâzım Payam’a selâm<br />

vermemişseniz bu geziler bence yarım kalmış<br />

seyahatlerdir. O yolculukları yenilemeniz, o<br />

eksiklikleri telâfi etmeniz gerekiyor.<br />

Elazığ’da <strong>Bizim</strong> Külliye<br />

Anadolu’da isimler ne kadar güzeldir, ikindi<br />

serinliğinde bir çarşı camiinde bulunmak insanı<br />

ne kadar huzurlu kılıyorsa, edebiyat heyecanının<br />

soluklandığı bir dergide dostlarla sohbet<br />

de o denli anlamlı, o ölçüde zevklidir. Elazığ<br />

deyince benim aklıma edebiyat gelir. Şiir,<br />

57<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


mani, hoyrat gelir.<br />

Harput’un türküleri<br />

çınlar dört bir yanda.<br />

Elbette bu zengin folklor,<br />

gür bir edebiyat ortamında<br />

besleniyor.<br />

Bu edebiyatı<br />

bereketlendirenler<br />

de<br />

dergiler…<br />

Elazığ’da<br />

artık şehirle<br />

özdeşmiş bir dergimiz<br />

var: <strong>Bizim</strong><br />

Külliye… Bu derginin takipçileri,<br />

okuyucuları ve yazarları var.<br />

Türkiye genelinde dergiler yayımlanıyor.<br />

Ama Anadolu dergiciliği bir başka. Dergiler<br />

her ay çıkıyor. Kim bunun farkında, kimin<br />

umurunda Ben dergilerin ne kadar büyük<br />

zahmetlerle, çilelerle, fedakârlıklarla çıktığını<br />

yakından bilirim. Yazılar sipariş edilir önce,<br />

sonra toplanır. Dizgileri yapılır, mizanpajı tamamlanır,<br />

resimler eklenir. Eksiği fazlası var<br />

mı ona bakılır. Son kontroller de yapıldıktan<br />

sonra matbaaya gönderilir. Matbaadan geldikten<br />

sonra bu sefer bir başka heyecan, özge bir<br />

telâş kaplar içinizi. Acaba gözden kaçmış bir<br />

şey var mı, eksik bir yazı kalmış mı, imzalar<br />

tamam mı, dipnotlar eklenmiş mi, kapakta bir<br />

ihmal yoktur inşallah… Derken o fasıl biter,<br />

bu sefer de asıl dert başlar… Derginin dağıtımı,<br />

abonelere ulaşması, basına gönderilmesi,<br />

tanıtılması, okuyucuya ulaşması, insanları yayından<br />

haberdar etmek… Bütün bunlar kolay<br />

gibi görünen ama zor işler…<br />

Bu yüzden dergi çıkarmayı düşünenler, gelip<br />

bana sorduklarında, fakire danıştıklarında hep<br />

şunu demişimdir: “Lütfen bir daha, bir daha<br />

düşünün… Çıkaracağınız dergi bir boşluğu<br />

dolduracak mı, başkalarına bir faydası olacak<br />

mı, dergiyi bekleyen okuyucu var mı, derginin<br />

tanıtımını, dağıtımını yapabilecek misiniz Paranız<br />

var mı, paranız Dergi yazarlarına telif<br />

ödeyebilecek misiniz İlân meselesini hallettiniz<br />

mi” Ve daha bir sürü soru… Sonra da sehpamda<br />

serili duran onlarca dergiyi<br />

gösteririm. Amacım onları<br />

dergi düşüncesinden<br />

vazgeçirmek<br />

değil, vallahi<br />

değil. Asla ve<br />

kat’a. Bu hiç<br />

mümkün müdür,<br />

olabilir mi<br />

Dergilerin fikir<br />

v e sanat hayatımızdaki<br />

yerini kim inkâr edebilir Ne kadar<br />

ehemmiyetli olduklarına başından<br />

beri candan inananlardanım.<br />

B u konuda üstatlarımızın sözleri mıh gibi<br />

zihnimde çakılmıştır. Cemil Meriç’in “dergiler<br />

hür tefekkürün kaleleri”dir sözü bir pelesenk<br />

gibi yapışmıştır dilime. İyi güzel de “kale”<br />

olabilecek dergi kurabilecek miyiz Yoksa<br />

kartondan yapılmış köhne bir kalenin harap<br />

bir burcunu mu temsil edecek dergi… Siz ‘kale’<br />

kuramazsanız sizi de kimse ‘kaale’ almaz.<br />

Dergi çıkarmak zor. Hem de çok zor.<br />

Her ay yüzlerce sanat edebiyat dergisi çıkıyor<br />

Türkiye’de. Kaçı okuyucuya ulaşıyor<br />

bunların acaba 1000 tirajını aşan kaç<br />

dergimiz var, en önemlisi tesir sahaları<br />

nedir Gündem oluşturabiliyorlar mı, bir<br />

sanat dalgası uyandırabiliyorlar mı Gençleri<br />

yönlendirebiliyorlar mı, okul olabiliyorlar mı,<br />

okul Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri<br />

soruyorum, birçoğundan haberleri yok.<br />

“Önce çıkan dergileri takip edin, eksiklikleri<br />

varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin, röportaj<br />

yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle<br />

besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan<br />

herkesin dergi çıkarması gerekmez ki Ekmek<br />

yiyen her insan fırın mı açıyor”<br />

Bazıları bu sözlerimden memnun kalıyor,<br />

kimisi de hayallerini yıktığım için darılıyor.<br />

Ne gam, ben doğru bildiğimi, inandığımı söylemeliyim.<br />

Memnun kalsa da, darılsa da canı<br />

sağ olsun dostların. Ama gencecik enerjileri<br />

boşa akmasın istiyorum. Çünkü geçmişte çok<br />

tanık oldum böyle boş, beyhûde çabalara. “İlle<br />

58<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


de dergi çıkaracağım.” diyen o genç kardeşlerimizin,<br />

daha sonra edebiyattan nasıl soğuduklarına<br />

ve kültür dünyasından uzaklaştıklarına<br />

şahidim.<br />

Şehirlerin hâtıra defteri<br />

Elazığ’ın bende sır gibi sakladığım unutulmaz<br />

güzel hâtıraları vardır. Askerlik yaptığım<br />

ilçeye yakındı bu ilimiz ve hafta sonları arada<br />

bir şehre gelir, İstanbul’a duyduğumuz hasreti<br />

bir nebze Elazığ’ın o büyük ve renkli caddesini<br />

arşınlayarak, kalabalıklara karışarak giderirdik.<br />

Bir gün yaşadığım o askerlik hâtıralarını yazabilecek<br />

miyim bilmiyorum. Birkaç erle kaldığımız,<br />

dağın yamacına kurulmuş o askerlik<br />

şubesini anlatabilecek miyim acaba Oradaki<br />

çalışmalarımı, okumalarımı, hayallerimi ve<br />

yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşabilecek<br />

miyim Belki bir gün denerim, kim bilir<br />

Maksadım kendi anılarıma dalmak değil<br />

şüphesiz. Bu şehrimizin değerli bir yazarından<br />

biraz bahsetmek, onun hizmetlerini anmak ve<br />

yayın yönetmeni olduğu <strong>Bizim</strong> Külliye’ye verdiği<br />

emeğe dikkat çekmek. Bir edebiyatçı olarak<br />

eserleri üzerinde durmuştum, yeni kitapları<br />

hakkında yine yazacağım.<br />

Sanırım tahmin ettiniz... Evet Nâzım<br />

Payam’dan söz ediyorum. Bir iki yardımcısıyla<br />

birlikte hazırladığı ve okuyucularına<br />

ulaştırdığı <strong>Bizim</strong> Külliye’den bahsedeceğim<br />

elbette. Anadolu’da dergi çıkarmanın<br />

zorluklarını zaman zaman yazıyorum. Ama<br />

bu güçlüklere rağmen, <strong>Bizim</strong> Külliye hakikaten<br />

Anadolu’nun sesi soluğu oldu. Elazığ’dan<br />

Türkiye’ye yayılan bu edebiyat güldestesi, vardığı<br />

kurak toprakları bile gülistana çeviriyor.<br />

Çünkü <strong>Bizim</strong> Külliye’nin her sayısı birbirinden<br />

güzel yazılarla, araştırmalar, hikâyeler, denemeler,<br />

şiirlerle doludur. Şimdi aklıma geldi, aslında<br />

‘külliye’ kelimesi ne kadar güzel ve kuşatıcıdır<br />

değil mi Kül, tam, yani bütün demektir.<br />

Dergi için eskilerin kullandığı ‘mecmua’yı<br />

ne kadar da andırıyor değil mi Neyse külliye,<br />

mecmua veya dergi... Sonuçta edebî ürünlerin<br />

buluştuğu ve okuyucuya ulaştığı bir kâğıt bohçasıdır,<br />

bir hevenktir kastettiğimiz.<br />

Dergiler edebiyatın yansıması, edebiyat<br />

şehrin aynasıdır. Birini diğerinden ayırt<br />

edemezsiniz. Keşke her şehrin, her ilçenin,<br />

hatta her köyün bir dergisi olsa… Keşke<br />

insanlarımız yaşadıkları toprakların türkülerini<br />

bu sayfalarda seslendirse… Keşke içindeki şiir<br />

ateşini bazı şairler bu dergilerde harlasa… Keşke<br />

denemeler bu soluk kâğıtlarda kaleme dökülse,<br />

keşke edebiyatı ciddiye alanlar her şehrin,<br />

her ilçenin, her mahallenin ve köyün gözbebekleri<br />

kabul edilse…<br />

Yazıya başlarken ne demiştik Şehir, edebiyat<br />

ve dergi… İnanın birbirine o kadar aşina, yekdiğerine<br />

o kadar yakın akraba ki bu kavramlar,<br />

tarif etmesi zor. Bu üç kelime, üç kavram<br />

aslında birbirini hatırlatır. Edebiyatı şehirden<br />

çıkarsanız geriye çok bir şey kalmaz. Dergiler<br />

soluk alıp vermezse bir kentte orada edebiyattan,<br />

edebî hayattan ve edebiyat ortamından<br />

söz edemezsiniz. Ben Anadolu’yu çok seviyorum,<br />

Anadolu’daki bütün şehirlere de hayranım.<br />

Elbette iflah olmaz bir İstanbul âşığıyım,<br />

ama bu benim Bursa’ya, Erzurum’a, Kayseri’ye,<br />

Samsun’a, Elazığ’a yönelmeme engel değil ki<br />

Sonuçta bütün şehirlerimiz büyük medeniyetlere<br />

beşiklik etmiştir. Ve bu şehirlerimizde<br />

yaşayanlar iyi, anlayışlı, ahlâklı ve iyiliksever,<br />

merhametli vatandaşlarımızdır. Bu bakımdan<br />

şehirlerimizi çok seviyorum, ama hemen ardından<br />

edebiyat muhitlerini merak ediyorum.<br />

Oraya doğru giderken çarşılardaki kitapçılarda<br />

ve bayilerde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuş<br />

dergileri sorar, ara bulur ve okurum.<br />

<strong>Dergisi</strong>z şehirlerin bir kanadı kolu kırıktır.<br />

İklim hüzünlüdür. Dergiler o şehrin edebiyatını<br />

zinde ve diri tutar hâlbuki. Edebiyat ise hayatla<br />

iç içe ve insanlarla aynîleşmiştir. Öyleyse başlığı<br />

boşuna atmadım. Evet, şehir, edebiyat ve<br />

dergi… Olmazsa olmaz üç önemli unsur… Zaman<br />

zaman yazılarımı kısa nükteler ve sloganlarla<br />

bitiriyorum. Öyleyse buyurun: “Yaşasın<br />

şehir”, “Yaşasın edebiyat”, “Yaşasın dergiler.”■<br />

59<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Farabi'de şehir kavramı:<br />

"El Medinetü'l Fâzıla"<br />

MUHSİN İLYAS SUBAŞI<br />

Farabi, 9. asırda Türkistan’ın Farab<br />

şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında<br />

Şam’da vefat etmiş (870-950) bir Türk<br />

bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak<br />

İslamı henüz kabul etmedikleri bir döneme<br />

rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslam daha<br />

o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış<br />

ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta<br />

onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda<br />

bile önemini koruyan Farabi gibi büyük İslam<br />

mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabi’nin önemi,<br />

elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun<br />

Aristo ve Eflatun’u Arapçaya tercüme faaliyetleri,<br />

onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi<br />

disiplinleri oluşturma metotlarından hareket<br />

ederek İslam düşünce sistemini kendi zeminine<br />

yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem<br />

taşımaktadır.<br />

Burada, Farabi’nin İslam felsefesindeki yerinin<br />

anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst<br />

von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslam Felsefesi’ni<br />

işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabi’yle<br />

başlaması önemlidir bir hususiyettir. Farabi’nin<br />

devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye<br />

dikkatimizi çeker. Aster, Farabi’den söz ederken;<br />

“İslam felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik<br />

olarak ‘Farabi’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan<br />

Farabi için her bilgide Allah’a katılmak, Allah<br />

tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle<br />

onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan<br />

üstündür.” (1) tespitinde bulunur.<br />

İslam kültürüne, felsefi disiplini kazandıran<br />

bu büyük Türk bilgininin çok sayıda eseri vardır.<br />

Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl<br />

önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El<br />

Medinet’ül Fazıla (faziletli, üstün şehir)” isimli<br />

kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışı<br />

üzerinde duracağız.<br />

Farabi’nin neden din eksenli düşündüğünün<br />

kavranabilmesi için önce bu “Medine” kavramının<br />

üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.<br />

“Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına<br />

gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den<br />

türemiştir. Din Arapçada (deyn) şeklinde yazılır.<br />

Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır;<br />

(borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “Bir<br />

vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına<br />

geldiği belirtilir ki dinin hikmeti de burada ortaya<br />

çıkar. Yani kul, Allah’a karşı kendisini borçlu<br />

hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile<br />

sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk<br />

borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır.<br />

60<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi<br />

bakımından Farabi’nin meseleye eğilmesi biraz<br />

da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için<br />

de kitabının önemli bir kısmını insan inanç ve<br />

imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve<br />

Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında” ki bölümünde<br />

ise, sosyolojik bir tanım yapar:<br />

“Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden<br />

topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya<br />

kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma<br />

ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk,<br />

yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir.<br />

Ortancası, yeryüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden<br />

teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında<br />

oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise,<br />

köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.”<br />

Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü<br />

üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması,<br />

diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında<br />

değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel<br />

ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik<br />

özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin<br />

irdelenmesinde zaruret vardır.<br />

Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde<br />

düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif<br />

yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın<br />

meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra,<br />

onun bu konuya bakışına yönelebiliriz:<br />

Arapça bir terim vardır: “Şeref’ül mekân<br />

bil mekîn” Bir mekânın şerefini yücelten orada<br />

yaşayanlardır. Farabi, bu mantıkla şehri ele alır<br />

ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri<br />

yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o<br />

“Şehir nedir” sorusuna cevap ararken şehrin<br />

tanımını şöyle yapar:<br />

“Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer.<br />

Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve<br />

kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün<br />

iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp –<br />

adında bir uzuv- varsa bu hâkim uzva mertebece<br />

yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı<br />

münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu<br />

tabii uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri<br />

güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı<br />

uzuvlar varsa, şehir de böyledir. Yani şehri teşkil<br />

eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden<br />

üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset<br />

vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın<br />

başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi<br />

kabiliyet ve mertebelerini reisin gayelerine uygun<br />

bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin<br />

emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların<br />

da emrinde başkaları bulunur. Mertebeler<br />

silsilesiyle (sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet<br />

en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık<br />

başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri<br />

yerine getirirler.”<br />

Farabi, bundan sonra doğrudan “şehrin<br />

niteliği”ni etkileyecek temel faktörler üzerinde<br />

durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir<br />

ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi<br />

üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar:<br />

“Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir<br />

adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin,<br />

siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlıkabiliyetli)<br />

bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve<br />

iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.”<br />

Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer<br />

ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken<br />

önemli vasıfları sayar:<br />

“Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis:<br />

O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem<br />

fazıl milletin reisi hem meskûn olan yeryüzünün<br />

reisidir. Bu hâl ancak, doğduğu an iki meziyeti<br />

kendisine toplayan kimseye nasip olur:<br />

Evvela vücudunun tam ve her uzvunun<br />

kıvamında olması lazımdır ki vazifesini kolayca<br />

yapsın.<br />

Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla<br />

iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin<br />

maksadını hem de söz konusu olan şeyi olduğu<br />

gibi anlasın.<br />

Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı,<br />

gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve<br />

unutmasın.<br />

Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki<br />

gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde<br />

kullanmasını bilsin.<br />

Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki<br />

her şeyi açıkça izah etsin.<br />

Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna<br />

kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca<br />

öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme<br />

yorgunlukları ona ne ıstırap versin ne de onun<br />

vücudunu hırpalasın.<br />

Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün<br />

61<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması<br />

lazımdır.<br />

Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi,<br />

yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır.<br />

Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır<br />

ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep<br />

yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere<br />

ve diğer dünyalıklara göz koymasın.<br />

Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi,<br />

istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret<br />

etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem<br />

başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin,<br />

istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve<br />

güzel bildiği her şeyi desteklesin.<br />

Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden<br />

adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik<br />

ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe<br />

davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.<br />

Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki<br />

zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda<br />

cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.”<br />

Farabi, bu şartların doğal olarak bir kimsede<br />

toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç<br />

olmazsa bu şartlardan beş altısını kendisinde<br />

bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini<br />

söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu<br />

kendi yönetiminin başına getirmelidir.”<br />

der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği<br />

özelliklerini sıralarken kendisinden önceki adil<br />

şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam<br />

ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz<br />

ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran<br />

bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler.<br />

Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın<br />

ise, “Hikmet”i kendisinde bulunduracak bir<br />

yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder:<br />

“Hikmet, riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün<br />

-diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz<br />

kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir<br />

tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir<br />

hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!”<br />

Filozofumuz burada ‘Hikmet’ten ne<br />

kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım,<br />

“Vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması”<br />

gerektiği şeklindedir.<br />

Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette.<br />

İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına<br />

yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini<br />

kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir.<br />

Farabi bu hususa da dikkatimizi çeker ve şehirlerin<br />

niteliklerini şöyle anlatır:<br />

“Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil<br />

şehir, fasık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl<br />

şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını<br />

(belalı kimseleri) saymak lazım.<br />

Cahil Şehir: Öyle bir şehirdir ki, halkı, saadeti<br />

ne tanırlar ne düşünürler. Kendilerine öğretilse<br />

bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar.<br />

Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazat<br />

(başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi<br />

şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar.<br />

Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır:<br />

Zaruri Şehir: Bunun halkı yaşamak için yiyecek<br />

içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak<br />

zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde<br />

etmek için birbirlerine yardım ederler.<br />

Değiştirici Sarraf Şehir: Bunun halkı ancak<br />

servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları<br />

serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın<br />

gayesi addederler.<br />

Bayağılık Bedbahtlık Şehri: Bunun halkı<br />

hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek<br />

içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak<br />

gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden<br />

üstün tutarlar.<br />

Haysiyet Şehri: Bunun halkı başka milletler<br />

arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı<br />

görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele<br />

verirler.<br />

Tagallüb (Zafer) Şehri: Bunun halkı başkalarını<br />

ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye<br />

çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir.<br />

Cimai Şehir: Bu şehir halkı başıboş yaşamayı,<br />

dilediklerini yapmayı severler.<br />

Bu şehirlerin halkları, kralları tarafından<br />

istedikleri gibi idare edilirler.<br />

Fasık Şehir: Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden<br />

fark edilmezler. Ulu ve aziz Allah’a fazıl şehir halkı<br />

gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının<br />

ileridir.<br />

Değişmiş Şehir: Eskiden fazıl şehir halkı gibi<br />

düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş<br />

ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır.<br />

Şaşkın Şehir: Dünya hayatından sonra saadete<br />

kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allah-u<br />

Teâla hakkında fasık fikir güderler.<br />

62<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir<br />

yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.”<br />

Farabi’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir.<br />

Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri<br />

olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye<br />

yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş<br />

olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur.<br />

Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif<br />

sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli<br />

dikkat alanıdır:<br />

“Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları<br />

müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte<br />

saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi<br />

başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi<br />

mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle.<br />

Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı<br />

takdirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.”<br />

Farabi, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek<br />

belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür.<br />

Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile,<br />

sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona<br />

göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi,<br />

için yöneten ile yönetilenin vasıfları çok önemlidir.<br />

Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme<br />

dönüşeceğinin altını çizer ve “Fasık şehir halkının<br />

adaletini zorbalığın hâkimiyeti” olarak açıklar.<br />

Hatta bunların inançlarındaki takva hâllerinin<br />

bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir<br />

yaşama biçimi olduğunun altını çizer.<br />

Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak<br />

Farabi, Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile,<br />

İslami disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır.<br />

Eflatun’un devlet anlayışında özel mülkiyeti<br />

reddedilir, kadın dahi ortak sayılır, çok tanrılı bir<br />

inanç sistemi vardır.(3) Farabi’nin dikkatli bir<br />

Müslüman felsefeci olarak bunları benimsemesi<br />

mümkün değildi. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’<br />

ve ‘fasık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan<br />

insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik<br />

etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl<br />

şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten<br />

kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları<br />

taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa<br />

bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın<br />

şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fasık şehirde<br />

de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak<br />

çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma<br />

dikkate alınmış olmaktadır. Kendi ömrünü<br />

Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş<br />

olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde<br />

bulunduğu devlet erkânına taşımaları gerektiği<br />

tavrı tavsiye etmiş olmalıdır.<br />

Burada dikkate alınması gereken bir önemli<br />

husus, felsefeci kabul edilen Farabi’nin şehrin<br />

tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları<br />

dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu<br />

kadar beşerî dokusunun önemi elbette göz ardı<br />

edilemez.<br />

Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit<br />

oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür.<br />

Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında<br />

bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup<br />

sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin<br />

iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi<br />

idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa,<br />

bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim<br />

o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir<br />

uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra<br />

evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle<br />

savaşırlardı. Bunlardan biri Çin şehirlerini görmüş<br />

ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak<br />

kumandanlarından biri: ‘Efendim, biz Çinlilerin<br />

onda biri kadarız. <strong>Bizim</strong> kuvvetimiz ancak serbest<br />

kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı<br />

kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar’(2), diyerek buna<br />

karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının<br />

aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının,<br />

iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkârlığın,<br />

ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler<br />

için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu<br />

aşikârdır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu<br />

bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini<br />

koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki<br />

çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi<br />

bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir<br />

anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî<br />

tarafını düşündüğünü göstermektedir. Buna<br />

rağmen, Farabi gibi bir mütefekkirin, on asır<br />

öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul<br />

etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür.<br />

Türk-İslam toplumuna musikide, şiirde, felsefede<br />

yeni anlayışlar getiren bir insanın, şehri bu gayretin<br />

dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün<br />

insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.■<br />

63<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


İnsan, değer ve eğitim<br />

LEVENT BAYRAKTAR*<br />

"...insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla<br />

bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek kendisini<br />

inşa etmesine paralel olarak; kültür ve medeniyetler<br />

de tıpkı insanoğlu gibi yüce değerlerle sağlıklı ilişkiler<br />

kurarak var olur, varlığını idame ettirir ve geliştirirler."<br />

*Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve<br />

Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü<br />

İnsan hakkında bir hüküm veya tanım<br />

vermek gerektiğinde ilk akla gelen<br />

onun düşünen ve konuşan varlık olarak<br />

betimlenmesidir. Şüphesiz bu tanım yanlış olmamakla<br />

beraber eksiktir. Çünkü insanoğlu,<br />

düşünme ve konuşma yetilerinin yanı sıra en<br />

az onlar kadar önemli bir diğer ayırıcı özelliğe<br />

daha sahiptir ki bu da bir değer varlığı olmasıdır.<br />

İnsan ve değer ilişkisi bir madalyonun iki<br />

yüzü gibidir. İnsan olmak, değerler evreni içerisine<br />

doğmak ve orada yetişmek demekse, değer<br />

de ancak bir insan tarafından yaşanmak ve<br />

temsil edilmek yoluyla belirginlik kazanır. Bu<br />

yüzden “insan ve değer” biri olmadan diğerinin<br />

düşünülemeyeceği bir kavram çifti oluşturur.<br />

İnsanın değer veya değerlerle tanışması<br />

eğitim yoluyla mümkündür. Zira tabiatta değer<br />

değil olgular vardır. Olgular, sebep-sonuç<br />

ilişkisi çerçevesinde meydana gelmektedir. Tabiat,<br />

determinizm ve nedensellik yasaları düzeninde<br />

işlemekte ve araştırılmaktadır. Fakat<br />

konu insan olduğunda onun bilimsel açıdan<br />

incelenmesi ve açıklanması yetersiz kalmaktadır.<br />

Çünkü insanoğlu, karmaşık bir varlık<br />

olarak sadece bilimin, sırlarını çözebileceği bir<br />

varlık değildir. İşte bu yüzden insanın anlaşılabilmesi<br />

için onun meydana getirdiği kültür<br />

ve medeniyetin de irdelenmesi zorunludur.<br />

Bu meseleye bir de insanın ihtiyaçları penceresinden<br />

bakmak gerekirse; insanoğlunun<br />

sadece maddi ve fizyolojik ihtiyaçları karşılanarak<br />

mutlu olabilen bir varlık olmadığı görülür.<br />

Dolayısıyla insan söz konusu olduğunda,<br />

zorunlu olarak karşımıza, maddi ve fizik ger-<br />

64<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve<br />

sosyal varlıklara dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler,<br />

normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için sadece<br />

bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam<br />

ve birlik kazanarak, anlaşma, dayanışma, yardımlaşma<br />

ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını<br />

gerçekleştirebilmektedir.<br />

çeklik içerisinde betimlenemeyecek ve tüketilemeyecek<br />

bir alan çıkıyor ki bu da “değer”<br />

alanıdır.<br />

İnsanoğlu, değerle/değerlerle ilişkiye geçmeden<br />

ve bilinç sahibi olmadan önce sadece<br />

bir biyolojik varlık konumundadır. Değerler o<br />

biyolojik varlığı “insan” mertebesine çıkarırlar.<br />

Ancak bu bir süreç işidir. İnsan olmak, bir<br />

oluş ve tekâmül içerisinde gerçekleşir. Böylece<br />

değerlerin insanoğlunu manevi bir tekâmül<br />

sürecine soktuğunu ve bu oluşun bir kerede<br />

bütün zamanlar için tamamlanmış bir doğasının<br />

olmadığını fakat kemale doğru bir seyir<br />

olarak betimlenebileceğini fark ediyoruz.<br />

Değerleri düşünmeye başlayınca mutlaka<br />

fark edilmesi gereken bir diğer husus da<br />

insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla<br />

bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek<br />

kendisini inşa etmesine paralel olarak; kültür<br />

ve medeniyetler de tıpkı insanoğlu gibi yüce<br />

değerlerle sağlıklı ilişkiler kurarak var olur,<br />

varlığını idame ettirir ve geliştirirler.<br />

Sosyolojik açıdan bakıldığında ise değerlerin<br />

dinî, millî ve insani hayatın temelini<br />

oluşturduğu görülür. Değerler, insan kalabalıklarını<br />

anlamlı birliklere ve sosyal varlıklara<br />

dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler, normlar,<br />

inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için<br />

sadece bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde<br />

anlam ve birlik kazanarak, anlaşma,<br />

dayanışma, yardımlaşma ve belki de en önemlisi<br />

birlikte varolma aşamalarını gerçekleştirebilmektedir.<br />

Böylece değerlerle ilişki/irtibat kurmak<br />

ve onları yaşamak, temsil etmek, geliştirmek<br />

insanoğlu için en temel ve hayati imtihan konumundadır.<br />

Zira değerlerle irtibatı öncesinde<br />

sadece biyolojik ve fizyolojik bir varlık olan<br />

insan, değerler sayesinde ve vasıtasıyla metafizik<br />

ve manevi bir varlığa dönüşmekte, İslamî<br />

bir dille söylemek gerekirse “eşref-i mahlûkat”<br />

mertebesine yükselmektedir.<br />

Gelinen bu noktada değerler eğitiminin<br />

önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.<br />

Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız<br />

gibi insan olmanın ve insan soyunu devam ettirebilmenin<br />

biricik yolu insanoğluna bir değer<br />

varlığı olduğu bilincini kazandırabilmekten<br />

geçmektedir. Zira “değer endişesi”nden uzaklaşılan<br />

bir dünyada insanoğlu kendisini sadece<br />

bir beden varlığı olarak görmekte ve yeryüzünde<br />

bulunuş gayesini de bedensel zevklerinin<br />

tatmini derekesine indirgemektedir.<br />

Oysa insanoğlu, başlangıçta da söylendiği<br />

gibi bir tekâmül varlığıdır. Ve bu tekâmül<br />

sadece biyolojik sahada değil, asıl kültür,<br />

medeniyet ve manevi sahada cereyan etmektedir.<br />

Böylece değerler eğitiminin dayanması<br />

gereken temel prensip; insanoğlunun madde<br />

ve mana bütünlüğü olarak, manevi tekâmülü<br />

ile gerçek manada insan olabileceğinin şuurunu<br />

kazandırmak olmalıdır. Ancak böylelikle<br />

“insan, insanın kurdudur” algısına dayalı bir<br />

dünyadan; “insanların en hayırlısı, insanlara<br />

hayrı olandır” prensibinin hâkim olduğu bir<br />

dünyaya ulaşılabilir.■<br />

65<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Güzellik ile hakikat arasında<br />

MİLAY KÖKTÜRK<br />

Felsefede edebiyat<br />

hep var oldu. Felsefî<br />

üslup edebî üslubu<br />

bir gölge gibi takip<br />

etti. Edebiyatta da<br />

felsefe varlığını<br />

hissettirmekten geri<br />

kalmadı. Felsefe bir<br />

kez doğduktan sonra,<br />

edebiyat felsefesiz<br />

yapamadı. Felsefe<br />

de edebiyatı rahat<br />

bırakmadı. Aslında<br />

edebiyat ile ilişki<br />

kurma zorunluluğu<br />

hep felsefeden<br />

geldi. Teorik olarak,<br />

edebiyat felsefeye<br />

kayıtsız kalabilir, ama<br />

felsefe edebiyata<br />

kayıtsız kalamazdı!<br />

Önce edebiyat<br />

filizlendi,<br />

sonra<br />

felsefe neşvünema<br />

buldu; önce güzellik<br />

algılanıp kurgulandı,<br />

sonra hakikat peşine<br />

düşüldü. İnsanın güzellik<br />

ile hakikat arasında<br />

bitmeyen yolculuğu<br />

başladı. İlk başta<br />

duygusal çağlar yaşandı,<br />

sonra akıl çağları<br />

başladı. Hayal dünyasında<br />

kurgulanan evren<br />

tasarımı mitosu ve mitik söyleyiş<br />

biçimlerini oluşturdu; sonra varolanın<br />

duyusal/akılcı açıklama denemeleri<br />

kendisini gösterdi ve bu sürece logos<br />

dendi.<br />

Bu öncelik ve sonralık, birbirini<br />

izleyen iki insanlık durumundan olduğu<br />

kadar insan varlığının ikili doğasından<br />

da kaynaklandı. Duygu varlığı<br />

olmak birincil varoluş kategorisini<br />

teşkil ettiğinden, ilk başta duygusal<br />

yoğunluk dışa vurulmalıydı. Edebî<br />

etkinlik buradan beslendi. İkincil varoluş<br />

kategorisini teşkil eden ise akıl<br />

varlığı olmaktır. Aklın hükmünü icra<br />

66<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


edişi daha geç gerçekleşir. Yaşama pratiği bu<br />

minvalde tezahür eder. Zaten çocukluk çağları<br />

duyguların, yetişkinlik çağları aklın hükümranlık<br />

çağları değil mi! Sözün özü şu ki,<br />

varoluşsal bakımdan ve tarihsel süreçte tablo<br />

böyledir. Buna paralel olarak, pür akılcı bir<br />

etkinlik olarak felsefe, insani doğadaki bu<br />

sıralamaya uygun şekilde, edebiyattan sonra<br />

kendisini göstermeliydi, öyle de oldu!<br />

Bir eser<br />

Bir ve aynı varlığın ürünü olarak edebiyat<br />

ve felsefe, doğaları gereği, iki yol güzergâhını<br />

yansıtır. Edebiyat duygulanım yaşayan insanı,<br />

felsefe her şeyi akıl terazisinde tartan zihinsel<br />

varoluş sahibi bireyi temsil eder. Nasıl aynı bireydeki<br />

iki yapısal nitelik birbiriyle ilişkilenmeksizin<br />

varlığını sürdüremiyorsa, edebiyat ve<br />

felsefe de birbirine kayıtsız ve birbiriyle ilgisiz<br />

ve ilişkisizce var olamazdı, olamadı da! Ama<br />

bu ikisinin ilişkisi çoğunlukla gerilimli oldu.<br />

Onların ilişkisinin soruşturulması da bir o kadar<br />

güçlük içermekteydi. Çoğu sanat veya düşünce<br />

insanı bu çetrefil soruna şöyle bir değinip<br />

uzaklaşmayı tercih etti. Ancak kısa zaman<br />

önce seçkin bir düşünce insanı, Vefa Taşdelen,<br />

Felsefeden Edebiyata (Hece Yayınları, Ankara<br />

2013) adlı eseriyle bu gerilimli ilişki üzerine<br />

kapsamlı bir inceleme ve derinlemesine bir çözümleme<br />

yaptı.<br />

“Edebiyat ve Varoluş” başlıklı ilk bölümde<br />

çeşitli insani etkinlik biçimleri ile edebiyat<br />

ilişkisinin tartışıldığı görülmektedir. İkinci<br />

bölümde ise edebiyat ile felsefe karşılaştırılmakta,<br />

“edebiyattaki felsefe-felsefedeki edebiyat”<br />

başlığıyla ve bu başlık altındaki çözümlemelerle,<br />

bu ikisinin ayrılamayacağı dile getirilmektedir.<br />

İfade biçimlerinin, edebî türlerin<br />

ele alındığı bir sonraki bölümde ise şiir, masal,<br />

mektup ve biyografi incelenmiştir. Edebiyat<br />

eğitimi ve çocuk edebiyatına ilişkin incelemelerle<br />

devam eden eser, edebî ve felsefî metinlerin<br />

karşılaştırılmasıyla sona ermektedir. Bu<br />

kitap, gerek konularının kapsamı gerekse akışı<br />

göz önüne alınınca, bir felsefecinin kaleminden<br />

çıkan ve edebiyat ile felsefeyi karşılaştıran<br />

seçkin bir eser olarak kendisini göstermektedir.<br />

Felsefe ve edebiyat<br />

Edebiyat, felsefeciler tarafından felsefi bakışın<br />

merceği altına yatırıldı. Edebiyatçılar<br />

kendi pencerelerinden felsefenin nasıl göründüğüne<br />

dair çok fazla bir şey söylemediler.<br />

Onlar arasında ‘felsefe önemlidir, felsefesiz<br />

olmaz’ şeklinde genel yargılara hep rastlandı.<br />

Bazı felsefe hareketlerinin edebiyattaki etkisi<br />

buna kanıt olarak gösterildi. Fakat edebî perspektiften<br />

felsefe analiz edilip soruşturmaya<br />

tabi tutulmadı; çünkü edebiyatın görevi analiz<br />

ve soruşturma değildi.<br />

Felsefe edebiyatın doğasını, edebî etkinliği<br />

ve edebî eseri kendine konu edindi. Örneğin,<br />

felsefenin bakış açısından, “kalem yalnızca<br />

yazan bir nesne değildir; gören göz, hisseden<br />

yürek, kaygılanan vicdandır da.” (s.20) Dolayısıyla<br />

bu kalemden dökülen yazı nesnel varolanlar<br />

arasında bir nesne türü mevcudiyet<br />

değildir. “Yazı duygusal, zihinsel, toplumsal<br />

ve ruhsal deneyimlerin en yoğun biçimde yansıdığı<br />

bir alandır. Bu galeride olası insanlık<br />

durumları, ruh hâlleri, davranış biçimleri sergilenir.<br />

İnsan yazarken, varoluş bir kez daha<br />

varoluşsallaşır.” (s.22)<br />

Varoluş bir eylem ve bir bilinç biçimi içinde<br />

varoluştur. Bu bilinç biçimi varolana basitçe<br />

iliştirilmiş bir eklenti değil, dünyaya katılım<br />

tarzıdır. Dünyaya etkin olarak katılabileceğimiz<br />

gibi edilgin olarak da orada yer alabiliriz.<br />

“Yazma bilinciyle baktığımızda, dünyanın<br />

edilgen bir nesnesi olmaktan çıktığımızı hissederiz.<br />

Bu bize, sanki dünyayı evirip çevirme,<br />

onu yeniden kurma, yeniden kurgulama ve bu<br />

şekilde insanlık için bir dilekte bulunma fırsatı<br />

verir.” (s.20) Bu imkân varoluş biçimini<br />

dünyaya edilgin katılım olmaktan çıkarır ve<br />

özneye kendi bireysel mevcudiyetini aşabilme<br />

yolu açılır.<br />

Yazma eylemi ve bu eylemle vücut kazanan<br />

yazı, içerdiği ruhsallık bakımından, nesnel<br />

67<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden<br />

yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok<br />

edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir<br />

derinlik kazanır. Derinliğin huzur ve sükûneti sığ olanın<br />

gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden<br />

Edebiyata”nın satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.<br />

varolanlar arasında bir varolan değil, varoluşun<br />

nabız atışını her bilince sunan bir nefestir.<br />

O, varolan ve varoluşu keşfe çıkan bilinç<br />

içindir. Bu yönüyle “…yazı varoluştan çıkar ve<br />

yine varoluşa döner. Diğer varoluşsal edimler<br />

ise varoluştan çıkarlar, ama bir bilinç ve bakış<br />

olarak varoluşa geri dönmezler. Bu nedenle bir<br />

romanı, bir öyküyü bir şiiri okuduğumuz zaman,<br />

duygularımızın, insanlık kavrayışımızın<br />

zenginleştiğini hissederiz.” (s.25)<br />

Felsefe sanatsal etkinliklere her ne kadar<br />

güzel ve güzelliği konu edinen ‘estetik’ çerçevesinde<br />

baksa da, bu bakış biçimi, edebiyat söz<br />

konusu olduğunda yetersiz kalır. Çünkü diğer<br />

sanatlarda ‘biçim’e sinmiş duygusal yoğunluk<br />

vardır; edebiyatta ise duygu ‘akıcı biçim’e, söz<br />

düzenine kaynaklık teşkil eder.<br />

Ritm ve ahenk duygusunu bedensel figürlere<br />

dönüştüren insan bununla yetinmedi ve<br />

duygusal yoğunluğunu ötekine bizzat bildirmek<br />

istedi. Bundan söz sanatları doğdu. Böylece<br />

duygular sözcüklerde ve sözcüklerle raks<br />

etmeye başladı. Söz söylemek ise akılcılıkla<br />

ve akıl düzenine uygunlukla karakterize olur.<br />

Dolayısıyla dile gelen sözde sırf duygusallık<br />

barınmaz. Orada aklın ayak izi de olmak zorundadır.<br />

Hepsi birden, varoluşsal zemini<br />

anlatır. Bu bakımdan, “yazının varoluşsallığı<br />

hem varoluşsal bir edim, hem de varoluşu anlamak,<br />

yorumlamak ve yeniden kurmak isteyen<br />

“varoluş üzerine” bir edimdir. O, hayatın<br />

ve insan olmanın anlamını irdeler, bir varoluş<br />

bilinci oluşturur.” (s.22)<br />

Her ikisi de insandan hareket eder. Biri<br />

pratik yaşamı, diğeri kuramsal dünyayı; biri<br />

bilgileri diğeri yaşantıları dile getirir. (s.319)<br />

Bu bakımdan da, edebiyat ile felsefenin ilişkisinde<br />

hep bir problem barınır. Çünkü temelde<br />

biri duygunun diğeri aklın sesi/dışa vurumudur.<br />

Yaşama pratiğinde akıl ile duygu hep gerilimli<br />

ilişki içinde değil mi Bazen biri diğerini<br />

derinden etkiler bazen diğeri birini! Bazen<br />

biri diğerini kendisi olmaktan çıkarır, bazen<br />

diğeri birini. Ama hiçbiri diğerinden kopamaz.<br />

Aynı kaynaktan akan bu iki yönelimin<br />

ilişkisi sorunlu olduğu gibi, onların ete kemiğe<br />

bürünmesi anlamına gelen ürün ve üretimlerin<br />

ilişkisi de sorunlu olur.<br />

Felsefede edebiyat hep var oldu. Felsefî üslup<br />

edebî üslubu bir gölge gibi takip etti. Edebiyatta<br />

da felsefe varlığını hissettirmekten geri<br />

kalmadı. Felsefe bir kez doğduktan sonra, edebiyat<br />

felsefesiz yapamadı. Felsefe de edebiyatı<br />

rahat bırakmadı. Aslında edebiyat ile ilişki<br />

kurma zorunluluğu hep felsefeden geldi. Teorik<br />

olarak, edebiyat felsefeye kayıtsız kalabilir,<br />

ama felsefe edebiyata kayıtsız kalamazdı!<br />

Felsefe iyi ve kötü yönetimden, insanların<br />

erdemli ve erdemsiz davranışlarından, sevginin<br />

ve güzelliğin ne olduğundan, mutluluğa<br />

nasıl ulaşılacağından söz eder; sanat bunları<br />

somut örneklerle betimler. Her felsefe biraz sanat<br />

kokmalı, her sanat eserinden biraz felsefe<br />

bulunmalı.” (s.319) Her ikisi birbirini dışladığında,<br />

kuru, ruhsuz ve derinliksiz bir etkinlik<br />

olacaktır.<br />

Felsefe gibi kurgusal bir temele dayanan,<br />

baştan aşağı kurgusal bir anlatı olan edebi-<br />

68<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


yatın anlamı, yaşanmış gerçeklikle bağlantılı<br />

kurgular dile getirmesi değil, anlattıklarını<br />

anlatım biçimi ve anlatım gücüdür. Edebiyat<br />

neyi niçin söylediğini gerekçelendirmekle yükümlü<br />

değildir. Lakin felsefe ise yargılarını temellendirmek<br />

zorundadır. (s.316) Her ikisi de<br />

dil kullanır, ama aynı dilin iki farklı kullanımıdır<br />

bu! “Sanatın dili özü itibarıyla gündelik<br />

dildir. Felsefenin dili, işlenmiş, kavramsal yapısı<br />

oluşmuş bir dildir. Özleri anlamaya, gelip<br />

geçici olmayanı ortaya çıkarmaya yönelik bir<br />

dildir. Sanatın dili aksine gelip geçici varoluş<br />

alanını betimleyen bir dildir… tanımlamaya<br />

değil ifadedeki güzelliğe yönelir.” (s.317)<br />

Diğer yandan felsefe her şeyi kuşatma iddiası<br />

taşımaktayken, edebiyat sadece kendi<br />

olgu ve ilgi alanıyla sınırlı bir varoluş kazandı.<br />

Felsefe, bu evrenselci iddiası gereği, edebiyatı<br />

da kuşatmalıydı. Bu temasın sonucu ise, edebiyatın<br />

felsefeyi âdeta eritip yeni kalıba dökmesi<br />

oldu; edebiyat felsefenin katı/kuru akılcı<br />

söylemini sıcacık hâle getirdi. Yani ikisinin<br />

teması her birinin diğerini zenginleştirmesiyle<br />

sonuçlandı. Bu açıdan bakınca, bu iki etkinlik<br />

biçiminin ilişkisinin her zaman problemli<br />

olduğu söylenemez. Zaten felsefe ile edebiyatın<br />

birbiri içinde kendi varoluşunu kaybetmesi<br />

veya her ikisinin aynı etkinlik biçimi içine sürüklenmesi<br />

her ikisinin de yok oluşu anlamına<br />

gelir. Zaten onlardan biri diğerini kendisi olmaktan<br />

çıkardığı zaman, onu geliştirmiş olmaz,<br />

yıkmış olur.<br />

Edebiyat ile felsefenin ayrı güzergâhlarda yollarına<br />

devam etmesi, doğaları gereği olması gereken<br />

bir şeydir. Çünkü ikisinin çıkış kaynakları<br />

ve yönelimleri farklıdır; “edebiyat güzelliğe, felsefe<br />

hakikate yönelir. Birisinin hakikati duyusal<br />

diğerininki zihinseldir. Biri duyulardan diğeri<br />

akıldan beslenir. Biri gerçeği kavramsallaştırır,<br />

diğeri betimler.” (s. 318) Buna paralel olarak da<br />

“… edebî metin tekil olayları, olguları, hâdiseleri<br />

anlatır, tekil varoluş durumlarından söz eder.<br />

Felsefi metin tekil hâdiseler olgular peşinde koşmaz;<br />

her zaman bütüncül açıklamalar peşinden<br />

gider.” (s.315)<br />

Farklı kaynaklardan beslenen iki etkinlik biçimi<br />

ve bu süreçte doğan iki tür ürün, insanın<br />

önüne elbette farklı ufuklar serecektir. “Edebî<br />

metinde yazarın penceresinden seyrederiz dünyayı,<br />

felsefi metinde ise filozofun penceresinden.<br />

Ancak edebî metin daha duygusal, daha özneldir.<br />

Felsefi metin kavramsal yapısıyla, edebî<br />

metne göre daha nesnel ve evrensel bir nitelik arz<br />

eder.” (s.317) İnsan dünyasının ise her iki etkinlik<br />

ve üretim biçimine ihtiyacı vardır.<br />

Edebiyat da felsefe de varoluşun yansımasıdır.<br />

Varolmak ‘arada olmak’tır. Varolmakla doğum<br />

ile ölüm arasında yerimizi alırız. Bu seyahatte<br />

bir bugünden diğer bugüne geçip gideriz;<br />

her bugün dün ile yarın arasındadır. Bu süreçte<br />

etkin iç güçlerimizden biri akıl, diğeri duygudur;<br />

yaşamak akıl ile duygu arasında kalarak<br />

nefes atmaktır. Kutupların adına ister theoria ve<br />

praxis diyelim, isterse gerçek ve hayal yahut tasarım;<br />

hep ‘arada oluş’a batmış hâldeyiz. Arada<br />

olmaklık bir insanlık durumu, bir vakıadır. O,<br />

çok farklı görünümleri ve biçimleriyle kendini<br />

gösterir. İşte iki etkinlik biçimi olarak felsefe ve<br />

edebiyat iki ayrı olgu arasında kalmayı anlatır.<br />

Edebiyat güzellik felsefe hakikat peşinde olduğuna<br />

göre, arada kalmış insan ikisinden de vaz<br />

geçemediği için, arada kalmışlığını iki ayrı etkinlik<br />

ile aşmaya çalışır. Yani bu etkinliklerin<br />

her ikisi de arada kalmışlıktan kurtulma hamlesi<br />

demektir. Lakin iki ayrı nokta olması bakımından<br />

bu ikisinin bireyi sürüklediği mecra da farklı<br />

olur: “Edebiyat bizi varoluş biçimleri ile karşılaştırır;<br />

sadece kendi varoluşumuz ile değil, başkalarının<br />

varoluşu ile de. Başkalarının yaşam öykülerine<br />

duyduğumuz merakın temelinde, başkalarının<br />

varoluşu ile zenginleşme, o varoluş deneyimlerini<br />

kendi varoluşumuza katma isteği vardır.” (s.315)<br />

Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden<br />

yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası<br />

yok edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak<br />

bir derinlik kazanır. Derinliğin<br />

huzur ve sükûneti sığ olanın gürültülü çağıltısından<br />

daha değerlidir. “Felsefeden Edebiyata”nın<br />

satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.■<br />

69<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ÜLKEM<br />

İ<br />

n<br />

s<br />

a<br />

n<br />

Kastan ve kandan mufassal bir rüyaysa<br />

Kusurlu bir yeryüzü çalgısıdır yaşamak.<br />

Bir halk ki diliyle düdük yapmasını bilmez.<br />

O dilde soru yok, ünlem yoksa neye yarar<br />

Güzel ülkem, yitiktir yüzündeki asma gülü.<br />

Bodur şenliğinde bile kederin kızıl atları,<br />

Bozulmuş patikalarda mavzer sesini seviyorsa<br />

Beyaz bir gülü doğurmaz vakitsiz cemreler.<br />

Kusurdur, gergefin sinesine girmeyen iğne ucu.<br />

Kusurdur, gül yerine can düşüyorsa bir bahçeye.<br />

TARIK ÖZCAN<br />

70<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Şehir ve şair<br />

MEHMET KURTOĞLU<br />

Diyorsun ki, “bir başka ülkeye,<br />

bir başka denize gitmek istiyorum;<br />

bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz.<br />

Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam,<br />

ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki.<br />

Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa<br />

Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam<br />

Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma<br />

Bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede.”<br />

Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın,<br />

Bir başka deniz de bulamayacaksın.<br />

Nereye gitsen bu kent senin ardından gelecek,<br />

Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine,<br />

ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede,<br />

hep aynı evlerde ağaracak saçların.<br />

Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da<br />

Dönüp bu kente geleceksin sonunda.<br />

Yanılma sakın, bir başka gelecek umma,<br />

ne seni bekleyen bir gemi var limanda<br />

ne de beklediğin bir başka çıkar yol.<br />

Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte,<br />

Öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde.”<br />

Konstantinos Kavafis<br />

İnsanın kişiliğinin ve kimliğinin oluşumunda<br />

en önemli olgulardan biri hiç kuşkusuz<br />

yaşadığı şehirdir. Bu yüzden şehrin<br />

insan kaderini belirleyici bir özelliği vardır. Meşhur<br />

bir tanımla söyleyecek olursak, insan şehri<br />

imar eder, şehir de insanı inşa eder. Bu yüzden<br />

toplumbilim ve hemşerilik olgusu çıkmış, bu<br />

yüzden belli coğrafyada yaşayanların belli renk ve<br />

davranışları oluşmuştur. Napolyon’un ‘coğrafya<br />

kaderi belirler’ sözünü yalnızca stratejik bir bağlamda<br />

değil, aynı zamanda insan ve toplum bağlamında<br />

da ele almak gerekir.<br />

Şehir şair ilişkisini de bu çerçevede değerlendirdiğimizde<br />

genel manada şehir ile insan, özel<br />

anlamda şehir ile şair arasında derin ve güçlü bir<br />

bağ olduğunu görürüz. Bunu belki de en güzel<br />

Firuzan dile getirmiş ve “benim iki öğretmenim<br />

var, birincisi annem, ikincisi şehrim” diyerek<br />

özetlemiştir. Türk ve dünya edebiyatında hiçbir<br />

şair yoktur ki, doğup yaşadığı şehirle özdeşleşmemiş<br />

olsun. Balzac, Baudleare’ı, Hugo’yu<br />

Paris’ten, Dickens’i Londra’dan, Dostoyevski’yi<br />

Saint Petersburg’tan, Yahya Kemal’i Necip Fazıl<br />

ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İstanbul’dan, Attila<br />

İlhan’ı İzmir, İstanbul, Paris’ten, Ahmet Arif’i<br />

Urfa ve Diyarbakır’dan ayrı düşünemezsiniz. Bu<br />

şairler doğup yaşadıkları şehirleri öylesine özümsemişlerdir<br />

ki, o şehirler olmadan bu şairleri, bu<br />

şairler olmadan o şehirleri tanımlamak mümkün<br />

değildir. Mehmet Akif Ersoy ve Sezai Karakoç<br />

gibi medeniyet şairlerimizin şiirlerinde ise bütün<br />

bir ümmet coğrafyasını bulmak mümkündür. Şiirlerinde<br />

İslam coğrafyası, İslam’ın kutsal ve kadim<br />

şehirleri vardır. Öyle ki, bu şairlerin şiirlerinde<br />

şehirler ete kemiğe bürünür, adeta dile gelir,<br />

71<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Üstat’ın deyişiyle mermerlerin nabzında tekbirler<br />

çarpar.<br />

Şehir ile şair arasındaki ilişki nefrete dönüşse<br />

dahi, o nefrette gizli bir mensubiyet, aidiyet saklıdır.<br />

Örneğin şehir vandaliziminden kaçan şair<br />

ve yazarlar, doğup yaşadıkları şehirlere nefretlerini<br />

kusarken dahi, gerçekte o şehirle olan ilişkilerini<br />

ve bağlarını dışa vurmuş olurlar. Çünkü<br />

şairin şehirle yaşadığı ilişkinin sonucudur oluşan<br />

duygu. Şehre duyulan öfke, şehre duyulan sevgiden<br />

kaynaklanır. Mesela Cemil Meriç’in düşünce<br />

dünyasında kitap ve şehir önemli bir yer tutar.<br />

Meriç’in zihinsel dünyasında ve kişiliğinde yaşadığı<br />

Antakya’yı, okuduğu roman, hikâye ve şiirlerde<br />

ise hayal ettiği Paris’i göz ardı ederek onu<br />

tanımlayamazsınız. Bohem yaşadığı Antakya’da<br />

Paris rüyası görmüş biridir. Şehri zihninde hep<br />

bir kadın olarak tasavvur etmiştir. Çünkü gençliğinin<br />

geçtiği Antakya’nın bohem dünyasının bir<br />

üst noktası Paris’tir. Zira onun doğup büyüdüğü<br />

Antakya, o dönemlerde Fransız kültürü etkisinde,<br />

çok dilli çok kimliklidir. Bırakıp giderken bu<br />

şehri, gerçekte yine ona benzeyen bir başka şehir<br />

aramıştır. Çünkü o bu şehirdeki aşklarını, romanlardan<br />

tanıdığı Paris’te bulabileceğine inanmıştır.<br />

Bu yüzden her yazar ve şairin bir ilk şehri bir de<br />

varmak istediği bir şehri vardır.<br />

Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de<br />

şairleri vardır. Şehirler ve şairler birbirine öylesine<br />

anlam katarlar ki, kimin kimden etkilendiğini<br />

ayırt etmek zorlaşır. İstanbul Yahya Kemal ile anlam<br />

bulur, Süleymaniye dile gelir, camiler, çeşmeler,<br />

sebiller, tepeler ve deniz estetik bir fotoğraf<br />

oluşturur, şehir gözümüzde azizleşir. İstanbul’u<br />

herkes görmüştür ama hiç kimsenin onu azizleştirmek<br />

gibi bir derdi olmamıştır. Onun azizleşmesi<br />

için Yahya Kemal’i beklemesi gerekmiştir.<br />

Şair ve şehir arasındaki bu ilişki öylesine güçlüdür<br />

ki, şairler, Yahya Kemal’de olduğu gibi şehirleri<br />

dönüştürür, şehirler ise şairleri. Şehirler, şairlerle<br />

anlam ve ruh bulurlar. Şehirlerin ruh mimarları<br />

azizler olduğu söylenir, ben buna şairleri de katıyorum.<br />

Tıpkı Cahiliye Araplarının şairleri yükledikleri<br />

insanüstü güç ve gizem gibi şairlerin de<br />

şehirlere tıpkı azizler gibi gizem güç kattığına inanıyorum.<br />

Divan şairi Nâbî, uzun süre Halep’te<br />

kaldıktan sonra İstanbul’a döner ve yazdığı bir<br />

gazelinde şöyle bir ifade kullanır:<br />

“Sûdâgeran-ı şehr-i Stanbul’a arz eder<br />

Nâbî bu nev-kumaş Haleb yadigârıdır”<br />

Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak,<br />

“Tüccarlar şehri İstanbul’a arz eder<br />

Nâbî, bu yeni kumaş Halep hediyesidir”<br />

Şair burada tüccardan maksat şairleri kastetmiş,<br />

kumaştan maksat da şiiri. Şair, bir yandan<br />

yaşadığı Halep’in kumaşıyla kendi şiirini örtüştürürken<br />

diğer yandan kaliteli Halep kumaşıyla<br />

şiirinin büyüklüğünü ima etmiştir. İstanbul<br />

şairlerine de işte şiir görün bağlamında meydan<br />

okumuştur. Nâbî’nin bu gazeliyle Halep ile olan<br />

bağını ortaya koymuş, merkez-taşra ayrımında<br />

Halep’in başkent İstanbul’dan geri kalmadığını<br />

vurgulamak istemiştir. [1] Onun bu şiirde yaptığı<br />

şey, gerçekte İstanbul’u karalamak değil, on beş<br />

yılının geçtiği Halep’e olan aidiyetini göstermektir.<br />

Bilindiği gibi onun üç şehri vardır, doğup<br />

yaşadığı Urfa, hayali ve güzelliğiyle büyülendiği<br />

İstanbul ve uzlete çekildiği şehir Halep’tir.<br />

Nâbî’nin kişiliğini ve sanatını şekillendiren bu üç<br />

şehri bilmeden onu tanımlayamayız.<br />

Şairlerin, şiirlerinde anlattıkları şehirler gerçekten<br />

var olan şehirler midir Pek sanmıyorum.<br />

Şairlerin anlattıkları şehirler ile hakikatte var olan<br />

şehirler arasında büyük bir uçurum vardır. Şair,<br />

tıpkı âşık olduğu güzeli bambaşka bir şekilde algıladığı<br />

gibi şehirleri de bambaşka algılar ve öyle<br />

anlatırlar. Gördüğünüz, yaşadığınız şehir ile şairini<br />

anlattığı şehir hiçbir zaman örtüşmez. Çünkü<br />

şairler, şehirlere bambaşka anlam ve ruh verirler.<br />

Zira şair, şehirden aldığı ilhamla görünen şehri<br />

değil, o şehre kattığı ruhla yeni bir şehir inşa eder.<br />

Bu Necip Fazıl’ın;<br />

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;<br />

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar”<br />

diye ifade ettiği hakikattir. Yine şehirlere şairlerin<br />

kattığı anlam ve ruh bağlamında usta şair Sezai<br />

Karakoç’un medeniyet perspektifinden bakarak<br />

ve ruhunu katarak yazdığı şehirlere bakmak yeterli<br />

olacaktır. Örneğin Köpük şiirinde:<br />

“Ve gül Nemrudun yaktığı ateşte açan<br />

1. Nâbî’nin başka gazellerinde İstanbul’u sanat ve<br />

edebiyatta ayrı bir yere koyduğu, taşranın merkez<br />

karşısında sönük kaldığını anlattığı gazellerini<br />

unutmamak gerekir. Zira Nâbî, İstanbul sevgisini her<br />

zaman farklı tutmuştur.<br />

72<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde<br />

Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara<br />

Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan<br />

Günün günden fazla bir şey olduğu orada<br />

Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza<br />

Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta<br />

İçilemeyen bir su bardakta<br />

Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarda” [2]<br />

Mısralarıyla anlattığı Urfa, Nemrut, İbrahim,<br />

mağara, kutsal balık gibi somut isim ve<br />

mekânlarla tasvir edilmesine rağmen, soyut olarak<br />

ateşin gül bahçesine dönüşmesi, balıkların<br />

kutsallığının aklı aşan boyutunun anlatılması,<br />

İbrahim ve Nemrut mücadelesine gönderme<br />

yapılması ve bütün bunların şairin zihninde ve<br />

gönlünde uyandırdığı duygularla yeni bir Urfa<br />

fotoğrafı oluştuğunu görürüz. Ve bu oluşan Urfa,<br />

hakikatteki Urfa değildir, şairin yeniden anlam ve<br />

duygu katarak inşa ettiği soyut bir Urfa’dır. Daha<br />

açık ifadesiyle şairin Urfa’sıdır.<br />

Şairlerin içinde şehirleri görmeden ama gören<br />

birinden daha güzel ve daha iyi anlatan bir şair<br />

varsa eğer, sanırım o yalnızca Sezai Karakoç’tur.<br />

Özellikle Sezai Karakoç’un İslam medeniyetinin<br />

şehirlerini anlatması böylesine bir duygu ve tasavvurun<br />

sonucudur. Onun şiirlerinde Mekke,<br />

Medine, Kudüs, Şam şehirleri önemli yer tutar,<br />

bazen İslam şehirleriyle Batı şehirlerini medeniyet<br />

bağlamında karşılaştırır. Bozulan ve Batı uygarlığının<br />

şehirlerini ‘Batık Şehirler’ diye tanımlar<br />

ve İslam şehirlerini ise tanrısal ve insani olarak<br />

anlatır. İslam medeniyetinin gelecekte ‘Diriliş<br />

Sitesi’den doğacağını muştular. Tanrı şehri olarak<br />

tanımladığı Kudüs’ü ise şöyle tasvir eder:<br />

“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen<br />

şehir<br />

Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri<br />

Yeşile dönmüş türbelerin demiri<br />

Zamanın rüzgâr gibi esen zehriyle<br />

Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri<br />

Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi<br />

Kaçıyorlar Lût şehrinden kaçar gibi<br />

Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla<br />

Susmuş minarelerin azabıyla<br />

Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla<br />

Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakış<br />

2. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.135, Diriliş yay.<br />

2006, İstanbul<br />

Artık burada taş bile durmak istemez<br />

Ve ayı görmek istemez zeytin ağaçları<br />

Eğilerek selamlamazlar hilali hurmalar<br />

Artık ne Zekeriya ne İsası var<br />

Sararmış bir tomar mı mucizeler<br />

Ölülerin dirilişi şifa veren kelimeler<br />

Ve ne de Miraçtan bir iz<br />

Yerden yükselen kaya<br />

Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri<br />

Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız<br />

yüreklerin” [3]<br />

Şehir yaşanmışlıkların, şair duygu ve hissedişlerin<br />

sözcüsü. Şehir zamanla kadimleşir, şiirin<br />

gücü zamana direnciyle ölçülür. Binlerce<br />

yıl dillerden düşmeyen şiirler vardır. Binlerce yıl<br />

her şeye rağmen zamana direnen şehirler vardır.<br />

Şehir ve şair veya şiir ve şehir bazen öylesine özdeşleşirler<br />

ki, kimin kimi var ettiği, kimin kime<br />

anlam kattığını bilemezseniz. Örneğin İstanbul,<br />

Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Tanpınarlaşmış<br />

şehirlerdir. Zira bu “Beş Şehir’i Tanpınarsız anlamak,<br />

Tanpınarsız gezip görmek mümkün değildir.<br />

Onun gözüyle bakarsanız Bursa’da zamanın<br />

farkına varır, Konya’da Selçukluyu duyumsar,<br />

Erzurum’da türkülerin şehrin muhayyilesindeki<br />

yerini anlar, Ankara’da milli mücadeleyi görür<br />

ve İstanbul’da ihtişamlı Osmanlı medeniyetinin<br />

izlerini sürersiniz. Şehirler Tanpınar ile adeta yeniden<br />

anlam kazanır.<br />

Büyülü şehirler vardır her şaire ilham, her<br />

sanatçıya malzeme verir. Bu tür şehirleri görüp<br />

duygulanmamak, etkilenmek mümkün değildir.<br />

Doğu’da Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bursa,<br />

Konya, Urfa, Mardin, Batı’da Roma, Venedik,<br />

Paris, Prag… Örneğin İstanbul ve Paris’e anlam<br />

katan birçok şair ve sanatçı vardır. Yine Mekke,<br />

Medine, Kudüs üzerine binlerce kitap yazılmış,<br />

binlerce şiir söylenmiştir. Mekke’yi Kudüs’ü,<br />

İstanbul ve Urfa’yı görüp de şiir yazmamış şair<br />

hemen hemen yok gibidir. Adı geçen bu kadim<br />

şehirler, bazen şairleri öylesine etkimişlerdir ki,<br />

hiç beklemediğiniz şiirler yazmalarına vesile olmuştur.<br />

Egzotik ve mistik bir yanları vardır bu<br />

şehirlerin. Her göreni adeta sarsar. Örneğin Urfa,<br />

modern zamanlarda mimari ve sosyal yaşam olarak<br />

ortaçağda kalmış bir şehir görüntüsü verir.<br />

Şehrin dini kimliği ise gelen giden herkesi etkiler,<br />

3. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.628, Diriliş yay.<br />

2006, İstanbul<br />

73<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


metafizik bir dünyaya, mistik bir havaya sokar.<br />

Örneğin ateist/seküler olduğu söylenen Ahmet<br />

Kutsi Tecer gibi bir şair, Urfa’da öylesine mistik<br />

bir şiir yazar ki, şairini tanımakta zorlanırsınız.<br />

“Bir gece Urfa’da Halilürrahman’da<br />

Su ay doğduğu garip zamanda<br />

İçimde hicranlı bir bülbül sesi<br />

Aklımda seccade bir gül bahçesi<br />

Üstümde yıldızlar önümde havuz”<br />

diye başlayan uzunca şiiri gerçekten hem Türk<br />

edebiyatında metafizik derinliği, mistik yönü oldukça<br />

ağır basan bir şiirdir. Bu şiir aynı zamanda<br />

Urfa için yazılmış en güzel şiirlerden biridir. Şehrin<br />

şaire ilham vermesi ve şair-şehir ilişkisi bağlamında<br />

üzerinde düşünülmesi gereken bir şiirdir.<br />

Urfa’nın bir de feodal ilişkilerini, Güneye mahsus<br />

duyarlılığını folklorik bir duyarlılıkla anlatan Ahmet<br />

Arif ise, A.Kutsi Tecer’in tersine şehri dindar<br />

ve mistik olmanın ötesinde öfkeli, kavgacı ve mücadeleci<br />

olarak tasvir eder ve şöyle seslenir:<br />

“Vurun ulan<br />

Vurun<br />

Ben kolay ölmem<br />

Ocakta küllenmiş közüm<br />

Karnımda sözüm var<br />

Haldan bilene<br />

Babam gözlerini verdi Urfa önünde<br />

Üç de kardaşını<br />

Üç nazlı selvi<br />

Ömrüne doymamış üç dağ parçası<br />

Burçlardan, tepelerden, minarelerden<br />

Kirve, hasım, dağların çocukları<br />

Fransız kuşatmasına karşı koyanda”<br />

Ahmet Arif, Urfa’da gençliğinin geçmesine ve<br />

yaşamasına rağmen şehrin dini kimliğinden daha<br />

çok geleneksel ve folklorik kimliği üzerinde yoğunlaşmıştır.<br />

Şehir ona başka bir ilham vermiştir.<br />

Onun şiirlerinde Urfa yiğitliği sembolize eder.<br />

“Mavzer değil kürek tutar Urfalı Nezif” diyerek<br />

hem Urfa’da üzerine ağıt yakılmış bir kabadayıyı<br />

anlatır hem de Otuzüç Kurşun şiirinde anlattığı<br />

tarihi bir olaydan Urfa Kurtuluş Savaşı’na geçer<br />

ve “Babam gözlerini verdi Urfa önünde (…) Fransız<br />

kuşatmasına karşı koyanda” diye yazar. Urfa’yı<br />

başka bir sevdiğini söyleyen Halide Nusret ise,<br />

“Taşları cevherdir takasım gelir<br />

Otunu gül gibi kokasım gelir<br />

Durup şen yüzüne bakasım gelir<br />

Gönlümden kaygıyı atar bu Urfa”<br />

diyerek şehrin kendisinde oluşturduğu sevgiyi<br />

dile getirir. Urfalı doğumlu şairlerde ise şehir<br />

daha başka bir hal alır. Onların şehre bakışı, dışarıdan<br />

bakanlar gibi değildir. Kimisi M.Akif İnan<br />

gibi ‘Ağlayan Şehir’ adıyla yazdığı şiirde:<br />

“İhmalin vefasız alçak hükmüne<br />

Sabırla elini bağlayan şehir<br />

Haşmetli devrinde gördüğü güne<br />

Bakıpta anarak ağlayan şehir”<br />

diyerek derdiyle hem hal olmuş, kimisi de Halil<br />

Gülüm gibi<br />

Meczup muhibbesin bir sende bulsa<br />

Cem’in meclisleri sende kurulsa<br />

İçin cennet dışın cehennem olsa<br />

Sanma ki, içine dönerim Urfa”<br />

diyerek şehre küskünlüğünü dile getirmiştir. Şehir<br />

aynı şehirdir fakat şairlere verdiği ilham farklı<br />

farklıdır. Urfa örneğinde olduğu gibi bir şehrin,<br />

birkaç şairin bakışıyla birbiriyle çatışan anlamlar<br />

ürettiğini görürsünüz. Örneğin İstanbul, Attila<br />

İlhan’ın şiirlerinde bohem ve seküler bir şehir<br />

olarak tasvir edilirken, Necip Fazıl ve Sezai<br />

Karakoç’ta ikilem yaşadığını ve “Karacaahmet<br />

ağlarken, Beyoğlu’nun tepindiğini” görürsünüz.<br />

Bir başka şairin şiirinde, örneğin Yahya Kemal’de<br />

İstanbul estetikleşip kristalleşir daha doğrusu aziz<br />

bir şehir olur.<br />

Tabi şehir şair bağlamında, şairin düşünce ve<br />

duygu dünyasını şekillendirin en önemli hakikat,<br />

hiç kuşkusuz doğup yaşadığı şehirdir. Şair doğup<br />

yaşadığı şehirden neyi almışsa onu şiir, roman,<br />

hikâye veya bir başka şekilde mutlaka şehre fazlasıyla<br />

iade eder. Böylece şehir şaire, şair de şehre<br />

anlam ve zenginlik katmış olur. Şehirleri tanımak<br />

ve tanımlamak istiyorsanız şairlerin şiirlerine, şairleri<br />

tanımak istiyorsanız doğup yaşadıkları şehre<br />

bakınız. Sahi ne demişti Edip Cansever bir şiirinde:<br />

“insan doğduğu yere benzer<br />

O yerin suyuna, o yerin toprağına<br />

Suyunda yüzen balığına<br />

Toprağını iten çiçeğe<br />

Dağlarının tepelerinin dumanlı eğilimine”■<br />

74<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Tabelalar, şair ve şehir<br />

SÜLEYMAN DAŞDAĞ<br />

Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle beslenip<br />

dünyaya açılan ve dünya edebiyatında adeta sanatı ile<br />

sökülmesi mümkün olmayan bir mıh gibi duran bir başka<br />

şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu<br />

isimle de bir tabela aracılığıyla tanışacaktım.<br />

Ne zaman bir tabela görsem, 1970<br />

yılının başlarında, doğuda il ilçe<br />

demeden memur olarak çalışan<br />

babamın tayininin çıktığı Diyarbakır’ı hatırlarım.<br />

Gideceğimiz yerin o günün ölçeğinde büyük<br />

bir şehir olduğunu söyleyen annem, “Orası<br />

büyük şehirdir. Dikkatli olmazsanız kaybolursunuz”<br />

deyince merak ve endişem daha da artmış<br />

ve kaybolmamak için kendimce yöntemler<br />

düşünmeye başlamıştım. Üst üste gibi duran taş<br />

evleriyle aklımda kalan Bitlis’teki iki katlı taş evden<br />

eşyaların kamyona nasıl yerleştirildiğini hiç<br />

hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, komşularımızla<br />

sarmaş dolaş ağlaştığımız sırada komşularımızdan<br />

birinin söylediği; “Camiler Medreseler/<br />

Komşum geldi deseler/ Bir kuş kadar canım<br />

var/ Veririm isterseler” manisiydi.<br />

Eşyalarımızın yüklendiği kamyonun şoför<br />

mahallinde annem, babam ve kardeşlerimle<br />

“Büyük olarak aklıma işlediğim şehre” doğru<br />

yol alırken, ailesinden ilk kez ayrılmış birer evlat<br />

gibiydik. Eşyalarımızın o dar sokaklardan nasıl<br />

olup da kısa sürede, Sobacı Yaşar’ın kiracısı<br />

olduğumuz eve taşındığını da hatırlamıyorum.<br />

Bizleri ailelerinden birer fertmişiz gibi bağrına<br />

basan ev sahiplerimizin de geldiğimiz şehirden<br />

göç eden bir aile olduğunu bilmek, o zamanlar<br />

bana farklı ve güçlü bir güven duygusu da<br />

vermiyor değildi hani. Hafta başında, daha önce<br />

tasarladığım gibi, duvarların kenarından adımlarımı<br />

sayarak ilk köşeyi döndükten sonra on<br />

metre ötede olan ve evimize toplam yirmi metre<br />

uzaklıkta olan İsmet Paşa İlkokulu’na gidip<br />

eve dönünce, okul yolunu öğrenmiş ve ilk sınavı<br />

geçmiştim. Akşamüstü evin o kocaman avlusundan<br />

çıkıp bitişikte sağda bulunan fırınından<br />

ekmek almaya giderken, yaklaşık yirmi metre<br />

ötede sallanıp duran bir tabela gözüme ilişti.<br />

Üzerinde “Ziya Gökalp Müzesi” yazıyordu. O<br />

daracık sokakta, birkaç insan boyu yükseklikteki<br />

duvarlarla örülü bu yapıdan içeri girince, ortasında<br />

iki katlı siyah bazalt taşlardan yapılmış taş<br />

evlerle çevrili bir avlu olduğunu görmekte gecikmedim.<br />

Daha sonraları, yükseklikte birinci,<br />

75<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


uzunlukta ise ikinci olduğunu sonradan öğrendiğim<br />

ve şehri bir kalkan balığı gibi çevreleyen<br />

surlarını gördüğümde ise, bazalt taşların belleğine<br />

kazınmış gizemli ve bir o kadar da sıcak<br />

kimliğiyle Diyarbakır’ın herkesi kucakladığını<br />

hissettim.<br />

Bir tabelanın çekim gücüyle tanıdığım Ziya<br />

Gökalp’in, Türkçülük akımının en önemli isimlerinden<br />

biri olduğunu ve Dünyadaki Türkleri<br />

birleştiren güçlü bir Türk devleti kurulması idealine<br />

sahip olduğunu babamdan öğrenecektim.<br />

Ziya Gökalp’in surlarla veya sınırlarla çevrelenemeyecek<br />

kadar büyük bir şair, yazar ve düşünür<br />

olduğunu zihnime o gün kaydettim. Zihnime<br />

kaydettiğim böylesine donanımlı bir şairin bir<br />

şehri, bir ülkeyi etkileyebileceği, hatta sınırlar<br />

ötesini kolaylıkla etkisi altına alabileceğini düşünmem<br />

o günlerin eseridir. Yani şair isterse şehirden<br />

daha etkin olabilir. Diyarbakır’ın uzun<br />

yıllar Ziya Gökalp’in ideallerine uygun bir şehir<br />

olarak kalmış olması ve duvarların onu zapt edememesi<br />

bu düşünceyi doğrular niteliktedir. O<br />

halde, “Yaşadığı şehirden etkilenip zihinsel anlamda<br />

oraya hapsolan şairler yerel, diğerleri ise<br />

ulusal hatta ötesi ruhları okşayabilir” şeklinde<br />

düşünmek mümkündür. Bir başka deyişle, “Şehir<br />

var şairi hapseden, hükmeden ve şehir var<br />

şairi dizginleyemeyen” de denebilir.<br />

Şairi hapseden ve hükmeden şehir denince<br />

akla ilk gelen elbette İstanbul’dur. İstanbul’da<br />

nefes alıp veren, can kulağıyla bu şehri dinleyip<br />

etkilenmeyen şair var mıdır Bilinmez. Ancak<br />

İstanbul’un bile hapsedemediği şairler olduğunu<br />

görünce, ne kadar etkileyici de olsa şehrin,<br />

zihinlerine pranga vurmamış bir şair ve düşünürü<br />

sınırlayamadığı söylenebilir. Bu nedenledir<br />

ki, Ziya Gökalp Diyarbakır’ın hapsedemediği,<br />

ünü ülke sınırlarını aşan evrensel bir kalemşor<br />

olmuştur. Benzer şekilde, “Yaşamak bir ağaç gibi<br />

tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen<br />

Nazım Hikmet de bu tezi doğrulayan bir<br />

başka değerimizdir. “Her ne kadar Ziya Gökalp<br />

ve Nazım Hikmet farklı dünyaların kalemleri<br />

gibi düşünülse de, ikisinin de “Aynı ülkenin güzel<br />

günlere yelken açması” ideali olduğu unutulmamalıdır.<br />

Nazım Hikmet’in “Türk dilinin<br />

gücünü dünyaya ispatlamış olduğu gerçeği” de<br />

bu fikri doğrulamaktadır. Dolayısıyla, zamana<br />

çakılmış birer mıh olan bu iki değerimizi, kardeş<br />

bir ormanın özgür birer ulu ağacına benzetmek,<br />

belki de en doğru olandır.<br />

Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle<br />

beslenip dünyaya açılan ve dünya edebiyatında<br />

adeta sanatı ile sökülmesi mümkün olmayan bir<br />

mıh gibi duran bir başka şairimiz de “Cahit Sıtkı<br />

Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu isimle de<br />

bir tabela aracılığıyla tanışacaktım. Dolayısıyla,<br />

tabelaların benim hayatımda başka bir yeri<br />

vardır. Yılın son aylarıydı. Diyarbakır’ın en eski<br />

ve tarihi yerleşim yerlerinden biri olan Cami<br />

Kebir Mahallesinden ayrılıp Yenişehir Semtinde<br />

bulunan Viktorya Apartmanındaki evimize<br />

taşınmıştık. Çok sevdiğim ve hala saygıyla andığım<br />

öğretmenim Fatma Tekin, “Bu çocuğu<br />

ben mezun edeceğim” şeklinde ısrar edince, bu<br />

mahalleyle bağımın sürmeye devam etti. Okula<br />

gidip gelirken, her gün geçtiğim o daracık sokaklardan<br />

birinde gözüme çarpan bir başka tabela<br />

sallanıyordu; “Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi”.<br />

Günün birinde merakımı yenip müzenin içine<br />

girdiğimde, bazalt taşlarla örülmüş bir başka<br />

muhteşem evle karşılaşmıştım. İnsan bu evde<br />

gerçekten dünya ölçeğinde bir şair olabilirdi.<br />

Bu tabelaların sahiplerinin etkisiyle olsa gerek,<br />

ilerde seçeceğim meslekle hiç ilgisi olmayan<br />

edebiyata ve özellikle şiire ilgi duymaya başlamış<br />

ve arkadaşlarımın çaktırmadan sevdiği kızlara<br />

aşk mektupları yazmaya başlamıştım. O günlerde<br />

bir kızla birlikte dolaşmak o kadar da kolay<br />

olmadığı için, yazılan mektup bir fırsatı bulunup<br />

kızın eline tutuşturulur ve yanıt beklenirdi.<br />

Eğer yanıt olumlu ise benim işim ikiye katlanırdı.<br />

Çünkü işin ikinci aşamasında kıza şiir yazmak<br />

kalıyordu. Bu da genellikle bir kızın kalbine<br />

giden engelleri ortadan kaldıran son darbe<br />

olurdu. Aşkın, hayatın şairi olan ve “Kabirde<br />

böceklere ezberletirim güzelliğini” diyerek son<br />

noktayı koyan bu dahi ile gerçek anlamda tanış-<br />

76<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


mam da, bu günlerde satın aldığım şiir kitabıyla<br />

başlar. Hangi şiirini okusam çarpılıyor, belki bir<br />

hafta şiirin vurucu etkisiyle, duygular denizinde<br />

kulaçlar atıyordum. Bir insan nasıl oluyor da<br />

bu kadar güçlü ifadeleri kağıtlara değil, ruhlara<br />

işliyor, zihinlere mıhlıyordu anlayamıyordum.<br />

Kendisi farkında mıydı Bilemiyorum. Ama<br />

ben hala bu inanılmaz kalemi oynatan ilahi bir<br />

desteğin olduğunu düşünmekteyim. Onun ülke<br />

sınırlarının ötesini de bilen, donanımlı bir dahi<br />

olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Böyle bir<br />

deneyime duygu kasırgaları ve İstanbul’da eklenince<br />

ortaya “Cahit Sıtkı Tarancı” çıkmıştı. Dolayısıyla,<br />

ne zaman daracık bir sokakta bir tabela<br />

görsem Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’yı anar ve<br />

güçlü ruhların daracık sokaklara hapsolamayacağını<br />

düşünürüm.<br />

Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’nın ülkeye mal<br />

olmuş sanatçılar olduğunu daha ortaokuldayken<br />

öğrenmem de yine tesadüfidir. Babam<br />

Cuma akşamları camiye giderken bazen beni de<br />

yanında götürürdü. Her gittiğimde yaşlı, tonton<br />

bir amca ile oğlunu görürdüm. Babam “Bak bu<br />

doktor her Cuma akşamı babasını alıp buraya<br />

gelir” der ve bu manzaraya gıptayla bakardı.<br />

Galiba ilerde bizim de böyle olmamızı isterdi<br />

ama ömrü yetmedi. Günün birinde, yaşlı amcanın<br />

İstanbullu ve çalıştığı yıllarda Laleli’nin<br />

tek Müslüman diş hekimi olduğunu, oğlunun<br />

görevi nedeniyle buraya geldiklerini, adının<br />

Ziya ve oğlununkinin de Gökalp olduğunu öğrendiğimde<br />

hayret etmiştim. Baba ve oğulun<br />

isimlerini birleştirince ortaya o deha çıkıyordu.<br />

Bu yaşlı beyefendinin bir Ziya Gökalp hayranı<br />

olduğu açıkça görülüyordu. Ahbaplığımız biraz<br />

daha ilerleyince, gelininin de bir Cahit Sıtkı<br />

hayranı olduğunu öğrenmekte gecikmedik.<br />

Günün birinde gelin hanımla tanıştığımızda,<br />

Cahit Sıtkı’ya olan hayranlığından söz etmiş ve<br />

neredeyse onunla ilgili mini bir konferans bile<br />

vermişti. Bu ailenin Diyarbakır’ı görmeden Ziya<br />

Gökalp ve Cahit Sıtkı’ya olan bu içtenliği, surların<br />

bu şairleri zapt edemediklerinin önemli bir<br />

göstergesiydi benim için. Bu kadar sevilen bu<br />

iki şairimizin bana göre en ilginç noktaları ise<br />

şiirlerinde doğup büyüdükleri şehre yeterince,<br />

belki de hiç yer vermemiş olmalarıdır. Bu şairlerin<br />

bu yönlerini değerlendirmek ise, başlı başına<br />

uzmanlarca ele alınması gereken bir konudur.<br />

Buna karşın, “Hasretinden prangalar eskittim”<br />

diyerek “Demirin hasret karşısındaki aczini”<br />

dizeleriyle yüreklere işleyen “Ahmet Arif”<br />

i bu iki şairden ayıran önemli noktalardan biri<br />

ise “Kah şehri solumuş, kah aşmış olması”dır.<br />

“Kanadı kırık kuş merhamet ister/ Aaahhh!<br />

Senin yüzünden kana batacak!/ Mona Roza siyah<br />

güller, ak güller” diyen ve dünyada alacağı<br />

yolu henüz tamamlamamış olan Sezai Karakoç<br />

ta, Diyarbakır’ın yetiştirdiği sıra dışı bir şairdir.<br />

Gizemi taşlarının karalığında saklı olan bu<br />

şehrin bağrından kopan şairlerin ortak paydası<br />

ise, “Yerelleşmeyi kabul etmeyip, bazalt taşların<br />

gizemli dünyasında yüzmeyi öğrenmeleri ve<br />

ufukların ötesindeki ruhlara doğru kulaç atmış<br />

olmalarıdır.” Dolayısıyla, “Yerelleşmenin yerel<br />

tatlarının evrensel mutfağı keşfetmenin önünde<br />

önemli bir engel” olduğunu görmüş olmaları,<br />

bu şairleri insani duyguların birer temsilcisi haline<br />

getirmiştir. Bir başka deyişle bu kalemlerin<br />

şehre hapsolmamış olmaları, ülkemiz ve ötesi<br />

için birer şans olmuştur.<br />

İnsani duyguların bir bedene, bir şehre, bir<br />

ülkeye hapsolamayacak kadar mukaddes olduğu<br />

fikrine rağmen, yaşadığı şehre hapsolmak<br />

isteyen şairlerin olduğu da unutulmamalıdır.<br />

Şiirlerinde ağız veya yerel motifler kullanan bu<br />

kalemler genellikle yerel tatlara hitap eder ve beğeni<br />

toplarlar. Genel olarak düşünüldüğünde,<br />

tüm şairler için “yazılan şiirlerin hedef kitlesi,<br />

şehir ve şair etkileşiminde galip tarafı belirleyen<br />

önemli bir öğedir” denebilir. Şairin şehre hapsolması<br />

veya şehri aşması tamamen şairin tercihidir.<br />

Hangisinin doğru olduğu kararı ise okuyuculara<br />

kalmaktadır. Sonuç olarak, tabelaların<br />

yaşamda beklenmedik etkilerinin örneklendiği<br />

bu yazı, şiirsel bir püskürmeyle “Her insanın<br />

kafasında var bir dünya/ Gezer dünya üzerinde<br />

bir sürü dünya” şeklinde noktalanabilir.■<br />

77<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


İstanbul'da bir garip Orhan Veli<br />

ESRA AKPINAR*<br />

İstanbul'da Boğaziçi'nde<br />

Bir garip Orhan Veli'yim…<br />

Güzelin ve güzelliğin mısralara döküldüğü<br />

bir edebi tür olan şiir, şüphesiz<br />

kendisine İstanbul’dan daha iyi bir<br />

konu bulamazdı. Divan Edebiyatında adına nice<br />

şehrengizler yazılan bu şehirler güzeli, modern<br />

edebiyatta da unutulmamış, hakkında antolojileri<br />

dolduracak kadar şiirler yazılmıştır. Tarih<br />

boyunca üç büyük medeniyete ev sahipliği yapan<br />

İstanbul’un, Türk Edebiyatına en çok tesiri olan<br />

şehir olması şaşırtıcı değildir. Mehmet Kaplan<br />

Türk Edebiyatında İstanbul başlıklı makalesinde<br />

İstanbul’un, sanatkârları derinden etkileyip onların<br />

fikir dünyasını şekillendirdiğini şöyle dile<br />

getirmiştir:<br />

“Fetih’ten sonra beş yüz yıla yakın Osmanlı<br />

Devleti’nin başkenti olan ve nesiller boyunca Türk<br />

zevk ve yaratıcılığının her sahada en mükemmel<br />

örnekleriyle dolarak büyük bir medeniyet merkezi<br />

haline gelen İstanbul, Türk edebiyatı üzerinde derin<br />

tesirler yapmıştır. Güzel ve çeşitli tabiat manzaraları,<br />

muhteşem sarayları, konakları, yalıları,<br />

mabetleri, medreseleri, imalathaneleri, çarşıları,<br />

eğlence yerleri ve mesireleriyle bu büyük şehir denilebilir<br />

ki, Türklerin yaşayış tarzlarıyla beraber,<br />

hayat görüşlerini ve karakterlerini de değiştirmiş<br />

onlara bir başka hüviyet vermiştir.” [1]<br />

Zengin ve köklü bir geçmişe sahip olan<br />

İstanbul’da bulunup da ondan etkilenmeyen,<br />

eserlerine konu etmeyen sanatkâr yok denecek<br />

kadar azdır. Türk Edebiyatı tarihinde üzerine en<br />

çok şiir yazılan, bir dekor, bir zemin olarak gerek<br />

şiirlerde gerekse diğer edebî türlerde çok geniş<br />

bir şekilde yer bulan bir şehir olmuştur. Coğrafi<br />

yönden ayrıcalıklı konumu, nesilden nesile aktarılan<br />

kültür mirası ve sanatçılara ilham verecek<br />

kadar muhteşem doğal güzellikleriyle Türk Edebiyatının<br />

değişmez temalarından biri olmaya hak<br />

kazanmıştır. Bu nadide şehir; günün her saatinde,<br />

her vaktinde orada yaşayanlar için eşsiz manzaralar<br />

çizerken; iki kıtayı birleştiren Boğazı’yla,<br />

* Yaşar Ü., Türk Dili Okutmanı.<br />

1. Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatında İstanbul”,<br />

Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh<br />

Yay., İstanbul, 2012, s.37<br />

78<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


köprüleri ve emsalsiz Haliç’iyle, adaları, seyre doyulmaz<br />

tabiatıyla, zengin tarihi dokusuyla uzaktakilerin<br />

de hayallerini süslemektedir.<br />

Orhan Veli'nin şiirlerinde İstanbul<br />

Türk Edebiyatında şiir ve İstanbul, İstanbul<br />

şairi denince şüphesiz akla ilk gelen isimler Nedim<br />

ve Yahya Kemal’dir. Ömer Faruk Akün’ün<br />

ifadesiyle Türk Edebiyatına İstanbul’u tanıtan<br />

Yahya Kemal’dir. Bu iki isimden bir adım sonra<br />

da Orhan Veli gelir. Orhan Veli İstanbul’a Yahya<br />

Kemal’den farklı bir gözle bakar. Bu fark, insandan<br />

ve insanın yaşam algısı ve beklentisinden<br />

kaynaklanır. Orhan Veli’de, Yahya Kemal’in her<br />

bir noktasında tarihi ve kültürel geçmişini beraberinde<br />

taşıyan İstanbul yerine küçük, şehirli<br />

insanın yaşamsal alanı olan bir İstanbul karşımıza<br />

çıkar. Yahya Kemal Kocamustafapaşa’yı<br />

kültürün devamı içinde anlatırken; Orhan Veli<br />

Kasımpaşa’yı, Galata Köprüsü’nü bir başka<br />

anlatır. Burada tarihi perspektif terk edilmiş olur.<br />

Bir tepeden İstanbul’u dinleyen, İstanbul’a türküler<br />

yazan Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul,<br />

pek çok semtiyle kâh ana tema olarak yer alır,<br />

kâh pitoresk bir zemin olarak karşımıza çıkar.<br />

Orhan Veli’nin “Bütün Şiirleri” adlı eserinde<br />

tüm yaşamı boyunca yazdığı şiirleri yer alır. 176<br />

şiirin bulunduğu bu kitap üzerine yaptığımız<br />

incelemede üç şiirde doğrudan İstanbul’u konu<br />

alan şair, on yedi şiirinde de İstanbul’un çeşitli<br />

semtlerini, günlük yaşamını söz konusu eder. Bu<br />

sayı toplam şiir sayısına oranla az görülse de, şairin<br />

en bilinen, sevilen, Orhan Veli deyince akla<br />

gelen şiirleri bunlardır.<br />

Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Garip<br />

topluluğunun bir üyesi olan Orhan Veli, Türk şiirinde<br />

o zamana dek süregelen pek çok kaideyi<br />

yıkmış, edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. Bu<br />

tavır onun konuları seçişi ve işleyişinde de görülür.<br />

Garip şiirinin son evrelerinde ayrı bir tema<br />

olarak karşımıza çıkan İstanbul’un ele alınışı, o<br />

zamana kadar yazılmış şiirlerdeki İstanbul’dan<br />

farklıdır.<br />

“1920’den 1950’lere kadar yazılan şiirlerde,<br />

İstanbul’a duyulan sevgi ve bağlılık; şehir yoluyla<br />

ulaşılan düşünce duyarlık ve inanç; şehrin farklı<br />

mekânlarının gönderdiği tarihsel ve kültürel hafıza;<br />

günlük yaşamalar içinde şehrin mekânlarına<br />

yüklenen anlam ve işlevler birbirinden oldukça<br />

farklıdır. Otuz yıllık kısa bir zaman dilimi göz<br />

önüne alınırsa, poetik, tematik ve ideolojik açılardan<br />

Türk şiirinin en çeşitli dönemi Cumhuriyet<br />

dönemidir. Doğal olarak bu çeşitlilik, mekân algısında<br />

sözü edilen farklılıkları beslemiştir. Örneğin,<br />

kimi şairler, İstanbul’u, medeniyetin eşyaya sinmiş<br />

hali olarak görürken; kimi şairler, aynı şehri, doğal<br />

ve sıradan yaşamakların mekânı olarak görürler.<br />

Şehri, insanda güzellik ve uyum düşüncesi uyandıran<br />

manzaralar olarak gösteren şairler olduğu gibi;<br />

yoksulların ve varlıklıların uyumsuzluk içinde yaşadıkları<br />

bir çatışma alanı olarak gören şairler de<br />

vardır.” [2]<br />

Bu noktada Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul,<br />

doğal ve tarihi yönlerinden ziyade sosyal yapısı<br />

ile ele alınmış; İstanbul’da yaşanan günlük<br />

hayat içerisinde ‘küçük insan’ın geçim sıkıntısı<br />

anlatılmıştır. Artık İstanbul, mekân olarak metropol<br />

şehrin karmaşası içinde yalnız, küskün,<br />

melankolik adama ev sahipliği yapmaktadır.<br />

1914’ün İstanbul’unda, Beykoz’da doğan Orhan<br />

Veli’nin çocukluğu, Beykoz ve Beşiktaş’ta<br />

geçmiştir. Bir süre Ankara’da yaşayan, işi gereği<br />

Anadolu’nun bazı şehirlerinde dolaşan şair, hayatının<br />

son günlerini yine çok sevdiği İstanbul’da<br />

geçirmiş, son nefesini de burada vermiştir. Kardeşi<br />

Adnan Veli, onun İstanbul tutkusu hakkında<br />

şunları söyler:<br />

“Boğaziçi’ne hele Göksu deresine bayılırdı. Bu<br />

derenin denize karıştığı noktadaki kırmızı eve oldum<br />

olası hayrandı. Balık tutmak, kürek çekmek,<br />

yüzmek en hoşlandığı şeylerdi… Yürümekten hiç<br />

bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek<br />

ıslık çalarak gittiği olurdu.” [3]<br />

Buradan da anlaşılacağı üzere Orhan Veli’nin<br />

hayatında ve şiirlerinde deniz ve su önemli bir<br />

yer tutar. Bu deniz manzarasının içinde martı<br />

da vardır. Hicret şiirinde pencereden bakan şair<br />

denizi ve limanı görür. Bu muhteşem manzara<br />

karşısında büyülenen şair için böyle bir şehri bı-<br />

2. Mehmet Narlı, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan<br />

Veli ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü.,<br />

SBE Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.158<br />

3. Adnan Veli Kanık, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957,<br />

s.14-15<br />

79<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


akıp başka şehre gitmek ahmaklıktır. Ayrıca deniz<br />

manzarasını tamamlayan liman da önemli bir<br />

unsurdur. Limanla birlikte direkler aklına gelir.<br />

Orhan Veli’nin en bilinen şiirlerinden biri<br />

olan ve şarkı olarak bestelenen Dedikodu adlı şiirinde<br />

kimi İstanbul semtlerinden bahseder:<br />

Kim görmüş ama kim<br />

Eleniyi öptüğümü<br />

Yüksekkaldırımda güpegündüz<br />

Melahati almışım da sonra<br />

Alemdar›a gitmişim öyle mi<br />

.....<br />

Güya bir de galataya dayanmıştık<br />

Kafaları çekip çekip<br />

Orada alıyormuşuz soluğu... (s.44) [4]<br />

Bayram şiirinde Harbiye, Gemiler şiirinde Kız<br />

Kulesi, Efkârlanırım şiirinde Üsküdar ve Beyoğlu<br />

gibi semtler, kahveleri, vapurları, iskeleleri ve<br />

insanlarıyla söz konusu edilir. Garip şiirine kadar<br />

söz konusu edilmeyen her türlü eğlence ve safahat<br />

âleminin merkezi Beyoğlu semti, ilk kez Orhan<br />

Veli’nin şiirlerinde karşımıza çıkar. Vesikalı<br />

bir yâri olan, her türlü cinsel arzularını rahatlıkla<br />

şiirlerinde dile getirebilen bir şair için, bu durum<br />

şaşırtıcı olmasa gerektir. İstanbul’un önemli simgesel<br />

alanlarından biri olan Galata Köprüsü müstakil<br />

olarak bir şiire konu olmuştur. Galata Köprüsü<br />

adlı şiirde köprünün üstünde durup keyifle<br />

gelip geçeni seyreden şair, görüş alanına giren<br />

kürek çeken, olta atıp balık avlayan geçim derdindeki<br />

insanlara seslenir. (s.118) Yaşamak adlı<br />

şiirinde fırsat bulup yarım gün dahi olsa Çamlıca<br />

tepesine çıkıp boğazın güzelliği içinde kaotik hayattan<br />

soyutlanıp, o mavilik içinde kaybolup her<br />

şeyi unutabilmek ister. Yol Türküleri adlı şiirde<br />

Hereke’den yola çıkan şair İzmir, Düzce istikametinde<br />

yol alırken Düzce’de bir otel odasında<br />

kederli bir halet-i ruhiye içerisinde İstanbul’u<br />

düşler:<br />

Galata köprüsü açılmak üzeredir<br />

Kül rengi sulara<br />

4. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:<br />

Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları,<br />

İstanbul, 2012.<br />

Kirli bir gün ışığı dökülecektir<br />

....<br />

Limanda sıra bekleyen gemilerin arasında<br />

İnsanlar hayat mücadelesinde<br />

Adamlar kadınlar çocuklar... (s.86)<br />

Yol boyunca İstanbul hasretiyle yanan şair<br />

sürekli gezip dolaştığı, sevdiği yerlerin hayalini<br />

kurar:<br />

Hele şu haliç vapuru<br />

İskeleye yanaşsın<br />

Yolcular çıksın hele<br />

En güzel saati şimdi Eyüp›ün (s.88)<br />

İstanbul Türküsü şiirinde İstanbul ana tema<br />

olarak yer alır. Bu koca şehir içinde Boğaziçi’nde<br />

fakir bir Orhan Veli tarifi na-mümkün kederlere<br />

gark olmuştur.<br />

Urumelihisarı’na oturmuşum;<br />

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:<br />

“Istanbul’un mermer taşları<br />

Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;<br />

….<br />

“İstanbul’un orta yeri sinema<br />

Garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama;<br />

El konuşur sevişirmiş bana ne.... (s.74)<br />

Rumelihisarı’nda denize karşı oturup “aman<br />

aman”larla türküler söyleyen şair, mustarip halini<br />

dile getirdikten sonra şiirin ilk bendinde söylediği<br />

İstanbul’da Boğaziçi’nde Veli’nin oğlu fakir<br />

bir Orhan Veli olduğunu dile getirdiği dizeleri<br />

ile bitirir. Bu bize Rumelihisarı’ndan söylenen<br />

sözlerin adeta bir yankı gibi Anadoluhisarı’ndan<br />

geri döndüğü izlenimi uyandırır. Şair kendi<br />

çaresizliğini mekânla türkü arasında bir ayniyet<br />

kurmaya çalışarak verir.<br />

İstanbulu Dinliyorum şiiri Orhan Veli deyince<br />

belki de ilk akla gelen, onu İstanbul şairi yapan<br />

eseridir. Hafif rüzgâr esintisi altında İstanbul’u<br />

dinleyen, gözleyen, hisseden şair bu sinestetik<br />

yapıyla bize İstanbul’un günlük bir panoramasını<br />

sunar. “Şair, İstanbul’un değişik yönlerini birlikte<br />

80<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ele aldığı bu şiirinde, sucularıyla, Kapalı Çarsısıyla,<br />

Mahmut Paşasıyla, kaldırımda yürüyen yosmaları<br />

ve onlara laf atan bıçkınlarıyla İstanbul’u geniş<br />

bir perspektif ve dinamik bir figüratif yapı içinde<br />

sunar” [5]<br />

Orhan Veli’nin sürrealist anlayışla kaleme aldığı<br />

adeta küçük bir çocuğun ağzıyla yazdığı Kapalı<br />

Çarşı şiirinde; Kapalı Çarşı’nın panoramik<br />

olarak yer alırken esasında bir simge olarak kullanılmıştır.<br />

Mehmet Narlı’ya göre “Kapalı Çarşı<br />

geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında<br />

adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik<br />

çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların<br />

simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile<br />

dökülmüştür”. [6] Şair burada, İstanbul’un kültürel<br />

ve sosyal zenginliğini vurgulamak maksadıyla<br />

Kapalı Çarşı’yı simgeleştirmiştir. Onun nezdinde<br />

Kapalı Çarşı, eski sandık odalarında saklanan<br />

eski eşyalar gibi eski hatıraların da yer aldığı kapalı<br />

bir kutudur.<br />

Beyaz Maşlahlı Hanım şiirinde bir eski<br />

İstanbul güzelinden bahseder. Bu hanımefendi<br />

bir cuma günü Kalender’den sandala binmiş, bir<br />

elinde şemsiyesi ötekinde yelpazesi ile Göksu’ya<br />

mesireye gider. (s.231)<br />

İstanbul İçin şiiri isim olarak İstanbul adını<br />

taşımakla beraber mekânsal olarak hiçbir ibare<br />

bulunmamaktadır.<br />

Türk şiirinde devrinde sokaktaki adamın dili<br />

ve yaşamını şiire taşıyarak yeniliğini ortaya koyan<br />

Orhan Veli Kanık, doğduğu ve hayran olduğu<br />

İstanbul’u şiirlerinde sıkça kullanmıştır. Zaman<br />

zaman şiirin ana konusu olan İstanbul ve semtleri,<br />

zaman zaman -doğrudan doğruya söz konusu<br />

edilmese bile- küçük adamın yaşadığı mekân olarak<br />

arka planda varlığını hissettirmiştir. Orhan<br />

Veli’ye kadar yazılan İstanbul şiirleri işleyiş bakımından<br />

onda bir kırılma yaşar. Orhan Veli’nin<br />

İstanbul’u her türlü sevinci de kederi de içinde<br />

barındıran günlük hayat telaşının mekânıdır. Bununla<br />

birlikte onun müthiş bir ritmi ve güzelliği<br />

vardır. Nitekim “Bir Şehri Bırakmak” şiirinde<br />

5. Hakan Sazyek, Cumhuriyet Dönemi Türk<br />

Şiirinde Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara,<br />

1999,s. 161<br />

6. Mehmet Narlı, a.g.e., s.167<br />

yaşadığı ve gördüğü kendi İstanbul’unu anlatır.<br />

Onun sevdiği kadın, doğduğu köy, geçmişi, ölmüşleri<br />

hep bu şehirdedir.<br />

Sanat görüşü gereği toplumsal içerikli şiirlerden<br />

yana olan Orhan Veli, şiirleri aracılığıyla<br />

toplumun sorunlarına neşter vurup hiç çekinmeden<br />

eleştirilerini dile getirir. Cumhuriyet döneminde<br />

aldığı göçle toplumsal bir yapılanmanın<br />

ve dönüşümün sancısını çeken İstanbul´un sokaktaki<br />

yaşantısını şiirine taşır. Bu hayat içerisinde<br />

aşktan, eğlenceye, kederden hüzne kadar her<br />

şeyi bulmak mümkündür. Kısacası Orhan Veli<br />

İstanbul’u, Yahya Kemal’in aksine tarih, sanat ve<br />

kültür kenti olarak değil, cıvıl cıvıl insanlarıyla<br />

kalabalık, meyhaneleri, aşkları ve tüm yaşanmışlığıyla<br />

kutsallığını kaybetmiş bir şehir olarak<br />

anar. ■<br />

Kaynakça<br />

Ercilasun, Bilge, Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı ve<br />

Eserlerinden Seçmeler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,<br />

Ankara, 1998<br />

Gümüş, Semih, Orhan Veli Kanık, KTB Yayınları, Ankara,<br />

2011<br />

Kaplan Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar<br />

1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012<br />

Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar<br />

2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012<br />

Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri-2, Dergâh Yayınları,<br />

İstanbul, 2012<br />

Kanık, Adnan Veli, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957<br />

Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları,<br />

İstanbul, 2012<br />

Narlı, Mehmet, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan Veli<br />

ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü., SBE<br />

Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.157-171.<br />

Sazyek, Hakan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde<br />

Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999<br />

Tuncer, Hüseyin, Garipçiler I. Yeniciler, Akademi Kitabevi,<br />

İzmir, 1997<br />

Yetiş, Kâzım, Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve<br />

Fatih, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2005<br />

81<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


BEN ÖYLE GÜZELİM<br />

azm ü cezm ü kasd ile..<br />

kırk harami kırıklığında<br />

üzerime toz konduruldu<br />

belirmiş sızılı sazlı sözlü hâin<br />

recm imiş rejme rujunu unutturan<br />

kırktan eksilen otuzdokuzunda<br />

pat. pat. pat. kuş vuruşu.<br />

ağaçtan silkelenen<br />

politikmişim güya sevmelerimde<br />

tutar varsa tutumlu olsan<br />

ne yazar yazgı sorunumu<br />

İSMAİL KEMAL DURHAN<br />

82<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


İMDAT AVŞAR<br />

ile hikâyeciliği üzerine<br />

Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim<br />

adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi olarak<br />

gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya çıktığımı<br />

ve Anadolu insanını tipler şeklinde anlattığımı<br />

ve bu tipler etrafında gerçekleşen olayları<br />

canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.<br />

ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU<br />

İmdat Avşar<br />

1967 yılında Kırşehir-Kaman’da doğdu.<br />

İlk ve ortaöğrenimini Kaman’da<br />

tamamladı. 1989 yılında Kırşehir<br />

Eğitim Yüksekokulunu bitirdikten sonra,<br />

öğretmenliğe başladı. 1993-1997<br />

yılları arasında İnönü Üniversitesi<br />

Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği<br />

ve Denetçiliği Anabilim Dalından<br />

mezun oldu. 2007 yılından bu yana<br />

yazdığı şiir ve hikâyeler ile tanındı.<br />

Avrasya Yazarlar Birliği ve Dünya<br />

Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi olan<br />

Avşar, Türk dünyasının ortak edebiyat<br />

dergisi Kardeş Kalemler’in yazı<br />

kurulundadır.<br />

2009 yılında, Kültür Bakanlığı ve<br />

Yozgat Valiliğince düzenlenen Abbas<br />

Sayar Hikâye Yarışmasında, Şehnaz<br />

Hanım Koleji adlı hikâyesi ile birincilik<br />

ödülünü alan İmdat Avşar, 2012<br />

yılında ise Türkiye İlim ve Edebiyat<br />

Eseri Sahipleri Meslek Birliği<br />

tarafından Soğuk Rüya eseriyle yılın<br />

hikâyecisi seçildi.<br />

Edebiyatımızda Anadolu’nun, bozkırın yazarı olarak tanınıyorsunuz.<br />

Biraz yetiştiğiniz muhiti anlatır mısınız Tasvirlerinizde<br />

Anadolu insanının bakış açısı var. Tasvirlerinizi,<br />

hayal dünyasını şekillendiren maziniz hakkında neler söyleyebilirsiniz<br />

Ben bozkırda doğdum, bozkırda büyüdüm. Bozkırın yaşantısı<br />

çok zengin çok renklidir aslında. Bozkır adı hiç kimseyi<br />

yanıltmasın. Bozkır kuru çorak yer gibi algılanıyor; ama<br />

bitki örtüsü açısından en zengin iklim türü bozkırdır. Küçük<br />

yaşlardan itibaren olaylara ve çevreye karşı aşırı bir dikkatim<br />

vardı. Belki de bu yaratılıştan gelen bir özellikti; bilemiyorum.<br />

Fakat yaptığım her işte gözlediğim her olayda farklı bir<br />

yan bulurdum. Öte yandan sözlü kültürle beslenme açısından<br />

da son derece şanslıydım. Ebem, annem, babam, daha<br />

doğrusu yaşadığım köyde, bulunduğum muhitte son derece<br />

zengin bir sözlü kültürü de yaşanmaktaydı. Babamdan Köroğlu<br />

destanını, Dede Korkut hikâyelerini dinledim. Bunun<br />

yanında masallar anlatırdı. Orijinal masallar da anlatırdı. Bu<br />

masalların bir kısmını ben derledim, bir kısmı hafızamda<br />

duruyor; ilk fırsatta bunları da mutlaka yazacağım. Sonradan<br />

kaynaklara baktım, varyantlarını veya aynılarını bula-<br />

83<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


madım. Şimdi bütün bunlar birleşince zengin<br />

bir çocukluk yaşantısı oldu benim hayatımda.<br />

Tabiatla iç içe, sözlü kültürü büyüklerimden<br />

dinleyerek yoğruldum. Zengin bir çocukluk<br />

atmosferi yaşadım. Mesela Aytmatov’da da<br />

çok zengin bir çocukluk yaşantısı var; kaldı ki<br />

eserlerinin büyük bir bölümü ya bir çocuğun<br />

gözünden anlatılıyor ya da kahraman bir çocuk.<br />

Sultanmurat’ta, Cemile’de o çocukluk yaşantısının<br />

izlerini bulmak mümkün. Dolayısıyla<br />

çocukluğun zengin bir yaşantıyla geçmesi daha<br />

sonraki hikâyelere de kaynaklık eden unsurlardan<br />

biridir.<br />

Bir yazar mı olacaktım, bunları yazacak mıydım,<br />

bunlar sadece hafızamda yaşayacak mıydı,<br />

bütün bunları çocuk yaşta bilmiyordum. Bir<br />

şeyleri daha güzel anlatma, daha farklı anlatma<br />

daha farklı ifade etme gibi özellikler vardı, çocukluğumdan<br />

hatırlıyorum. Ve şunu da eklemek<br />

gerekir: Ben aklımın ilk yettiğinde ağlarken tanıdım<br />

annemi. Annem çok güzel bir ezgiyle ağıtlar<br />

söylerdi. Annemin görüntüsü hafızamda 37-38<br />

yıl önce; şimdi 43 yaşındayım. Yani aklımın ilk<br />

yetmeye başladığında annemin siması geliyor<br />

aklıma, kilim dokurken günlük işleri yaparken<br />

sızlanıp ağıtlar söylerdi. Kafiyeli, vezinli sözler<br />

söylerdi. Dolayısıyla oradan da bir kulak dolgunluğu<br />

var. Babamın babaannesine Âşık Karı<br />

derler, bir kadınmış. Ben onu tanımadım. Çok<br />

güçlü şiirler söylemiş bir kadın. Günümüzde de<br />

var onun şiirleri. Ailede, gelenekte böyle şeyler<br />

vardı. İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. İlginç<br />

bir anım var, onu anlatmak istiyorum. <strong>Bizim</strong> ev<br />

köy evlerinden biraz farklıydı; çünkü bizim evde<br />

radyo vardı. 1973 yılından bahsediyorum; pilli<br />

bir radyomuz vardı. Elektrik henüz yoktu köyde.<br />

Pilli radyo köyde birkaç evde vardı. 1974’te<br />

Kıbrıs çıkarmasında bütün kadınlar, ihtiyarlar<br />

bizim evin önüne toplanılır, radyo son ses açılırdı;<br />

haberleri dinleyip kadınlar ağlaşırdı. Kitaplarımız<br />

vardı. Babam ilkokul üçüncü sınıftan<br />

terk olmasına rağmen çok okuyan bir insandı. O<br />

yıllarda çok zor olmasına rağmen birçok gazete<br />

ve dergiyi toplamış, küçük bir köy kütüphanesi<br />

oluşturmuş, evinde bir odayı tashih etmişti. Biz<br />

de bu kitapların içerisinde büyüdük.<br />

İmdat Bey ilk hikâyenizi nasıl yazdınız<br />

Kalemi elinize almanızı anlatır mısınız İlk edebî<br />

müsveddeleriniz, ilk heyecan sizde nasıl başladı<br />

Öğretmen ilkokul üçüncü sınıfta bir ödev<br />

verdi, “Bir türkü yazıp gelin.” dedi. Bir türkünün<br />

sözlerini yazıp geleceğiz, ödevimiz bu. Eve<br />

geldim. Annemizden babamızdan derleyip geleceğiz.<br />

Annemin okuma yazması yok. Ağıtlar<br />

bilmesine rağmen ‘bir türkü söyle anne bunu<br />

yazayım’ dediğinizde bunu söyleyemez. Benim<br />

aklıma radyoda dinlediğim bir türküyü yazma<br />

fikri geldi. Radyoyu açtım. Bir müddet sonra<br />

bir türkü başladı. Hacı Taşan söylüyordu, Keskinli<br />

bir Abdal. Onun “Açtım perdeyi de turnayı<br />

gördüm.” diye bir uzun havası başladı. Ben<br />

hemen kalem defteri alıp bu türküyü yazmaya<br />

başladım. Türkünün hızına yetişemedim. İki<br />

dörtlük yazabildim ancak son dörtlüğü yazamadım.<br />

İçimde bir eksiklik duygusu başladı. Bunu<br />

nasıl yazacağım, nasıl yapacağım; hatırlayamıyorum<br />

da türküyü. Bu türkünün sözlerini kendim<br />

tamamlamaya başladım. Belki radyodan duyduğum<br />

sözlerin aralarını doldurarak bir dörtlük de<br />

ben ekledim. Ödevimi götürdüğümde öğretmen<br />

çok güldü. İlginçtir, ben hem hece ölçüsünü<br />

tutturmuşum hem de iyi bir kafiye düzeni vardı.<br />

Benim ilk şiirim odur. Ne yazdığımı da tam<br />

hatırlayamıyorum. Öğretmenin şu sözlerinden<br />

hatırlıyorum, sen burayı kendin yazmışın kerata<br />

dedi. Benim bu ilk şiir denememdi. Daha sonra<br />

ilkokul birinci sınıfta bir Türkçe öğretmenimiz<br />

vardı. Türkçe öğretmenimiz bir hikâye yazma<br />

ödevi verdi. Ben hikâyeyi yazdım. Köyde<br />

dinlediğim gözlemlediğim bir hikâyeydi bu.<br />

Şimdi ben o hikâyeyi yeniden yazmak istiyorum;<br />

ama şu anda o hikâyenin şartları oluşmuş değil.<br />

Benim babamın bir dayısı vardı. Ömrünün son<br />

yıllarından hatırlıyorum. Lakabı Kel Feyiz’di.<br />

Babam Kel Feyiz’le ilgili bir olay anlatmıştı.<br />

Kel Feyiz annesinin karnındayken ağlamış. O<br />

zamanlar doktor falan yok tabii. Korkuya kapılıyorlar.<br />

Dehşet bir şey, annesinin karnında<br />

ağlayan bir çocuk. Hemen hocaya götürüyorlar.<br />

Hoca kara kitabı açıp “Bu çocuk kız olursa kötü<br />

ahlaka sahip olur. Eğer erkek olursa hırsız, uğursuz,<br />

yolsuz, eşkıya biri olur.” der. Tabii Kel Feyiz<br />

doğuyor. O yıllarda Türkiye’nin sayılı hırsızlarından<br />

biri oluyor. Hatta 4-5 yaşlarındayken<br />

komşunun kümesine girip yumurta çalmış, ilk<br />

84<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


hırsızlığa öyle başlamış. Ben bu olayı anlattım.<br />

İlginç bir olaydan kesitti. Fakat nasıl anlatmışsam,<br />

olayların akışı, tasvirler, kulakları çınlasın<br />

Türkçe öğretmenimiz Sema Süsal hanımefendiyi<br />

bir daha hiç görmedim. O, hikâyemi değerlendirdi.<br />

Beni öğretmenler odasına götürdü. Diğer<br />

öğretmen arkadaşlarına anlattı. “İşte köyden<br />

gelen bir çocuk, müthiş bir hikâye yazmış.” diye<br />

diğer öğretmenlere okuttu. Bu da benim ilk<br />

hikâye denememdi.<br />

İlk hikâyeniz “Evin Yıkılsın Haci”. İlk olmasına<br />

rağmen usta bir yazarın kaleminden<br />

çıkmış gibi. Profesyonel olarak yazarlık hayatınıza<br />

başlamanızın serüveni hakkında neler<br />

söylemek istersiniz<br />

2006 yılının Mayıs ayında Iğdır’da görev yaparken<br />

“Birinci Ağrı Dağı Şiir Etkinlikleri”ni<br />

düzenledik. Millî Eğitim Müdürü beni çağırdı.<br />

“Bu işlerden sen anlarsın, ben bir şairi ısrarla istiyorum.<br />

Onu mutlaka buraya getirin.” dedi. O<br />

şair Ali Akbaş’tı. Ben Ali Akbaş’ı “Masal Çağı”<br />

kitabından tanırdım. Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları<br />

düzenlenirdi her yıl. Ve bu şölen her<br />

sene kitaplaştırılırdı. Elazığ Güldestesi, Harput<br />

Şiir Akşamları Güldestesi adıyla kitaplaştırılırdı.<br />

Ali Akbaş’ın şiirlerini oradan da takip ederdim.<br />

Çok sevdiğim bir şairdi. Kardaş Edebiyatlar dergisinde<br />

de birkaç şiirini okudum. Masal Çağı<br />

ezberlediğim bir kitaptı. Daha sonra Kültür<br />

Bakanlığı yayınlarından çıkan<br />

“Kuş Sofrası”nı okudum. Ali<br />

Akbaş’ın telefonuna ulaştık,<br />

aradık. Geleceğini, memnun<br />

olduğunu, Iğdır’da İbrahim<br />

Bozyel adında biriyle tanıştığını<br />

ve İbrahim Bozyel’in memleketine<br />

gelmeyi çok istediğini<br />

söyledi. Nurullah Genç’le birlikte<br />

ikisi gelmişlerdi. Nurullah<br />

Genç’in meşguliyetleri çok<br />

olduğundan gece geldi, ertesi<br />

gün şiir şölenine katıldı ve<br />

Erzurum’a döndü. Ali Akbaş<br />

için beş günlük bir program<br />

yapmıştım. Nahçıvan’a, Kars’a,<br />

Doğu Beyazıt’a gideriz diye düşündüm.<br />

Tanışmamız şiir akşamları vasıtasıyla<br />

oldu. Tabii 4-5 gün birlikte vakit geçirince Ali<br />

Hocayla yakından tanışma imkânı buldum.<br />

Önce şiir üzerine konuştuk. Ona şiirlerimi<br />

gösterdim. Şiirlerimi beğendi, çok güzel olduğunu<br />

söyledi. “Biz 2007 Ocak ayında Kardeş<br />

Kalemler adıyla bir dergi çıkaracağız, şiirlerini<br />

gönder, yayımlayalım.” dedi. Ben Ali Akbaş’a<br />

hikâye yazma düşüncemin olduğunu da söyledim.<br />

Bana, “Sende çok zengin bir birikim, halk<br />

kültürü var. Olayları çok seri ve çok güzel anlatıyorsun.<br />

Eğer bunları hikâye yaparsan çok güzel<br />

olur.” dedi. Hatta ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın<br />

Haci”yi kısaca anlattım. Çok beğenmişti ve<br />

mutlaka yazmam gerektiğini söylemişti. Kardeş<br />

Kalemler’in ilk sayısında bir şiirim yayımlandı.<br />

Ardından diğer takip eden sayılarda başka şiirlerim<br />

yayımlandı. Ardından hikâye yazmayı<br />

denedim. Ali Akbaş’a nasıl yazacağımı sordum.<br />

“Anlattığın gibi yazarsan gayet güzel olur.” dedi.<br />

Ali Akbaş vasıtasıyla Kayseri’de yaşayan Emir<br />

Kalkan adlı bir hikâyeci var onunla tanıştım.<br />

Onun 4-5 tane hikâye kitabı vardı. Ben Emir<br />

Kalkan’a “Böyle böyle konular var, hikâyeyi<br />

nasıl yazıyorsunuz” diye sordum. O da benzeri<br />

şeyler söyledi. Bu hikâyeler anlatıldığı gibi<br />

yazılıyormuş diye düşündüm. 2007 yılının Eylül<br />

ayında ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi<br />

bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım.<br />

Oradaki öz olayı o kadar çok anlatmıştım ki<br />

hikâye içimde hazırdı. Ve bilgisayara bir gece de<br />

85<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle bir süzüşleri<br />

vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil ekinlerin içerisinde birer<br />

cennet kuşuydu benim için. Epey izledikten sonra onların<br />

havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.<br />

döktüm. Ertesi gün maille Ali Akbaş’a ve Emir<br />

Kalkan’a gönderdim. İkisi de çok olumlu şeyler<br />

söylediler. Ağabeyime gönderdim daha sonra.<br />

Bir ay sonra da Ekim sayısında benim “Evin Yıkılsın<br />

Haci” adlı ilk hikâyem Kardeş Kalemler’de<br />

yayımlandı. Hikâye yayımlandıktan sonra Ali<br />

Akbaş ve diğer okuyucular benim asıl tarzımın<br />

nesir olduğunu söylediler. Hikâye yazmam gerektiğinden<br />

bahsettiler ve bunun peşini bırakmamamı<br />

istediler. Ondan sonra “Hamdi Kirve”<br />

adlı ikinci hikâyemi yazdım. Ardından hikâyeler<br />

serisi devam etti. Zaman zaman şiire ara verdik.<br />

Eksik kalan bir yanımdı hikâye yazmak. Çok<br />

seri bir şekilde hikâyeler yazmaya başladım. Bu<br />

zamana kadar 45 tane hikâyeyi tamamladım. 15<br />

tane hikâyem Ötüken yayınlarından “Çiğdemleri<br />

Solan Bozkır” olarak çıktı. Bir kısmı Kardeş<br />

Kalemler dergisinde yayımlanıyor. Kısmet olursa<br />

ikinci üçüncü kitaplar gelecektir.<br />

İsterseniz biraz da hikâyelerinizdeki<br />

kahramanlardan bahsedelim. Bu<br />

kahramanlar son derece canlı ve hayatın<br />

içerisinden. Hamdi Kirve, Muhterem, Rahman<br />

Dayı, Türbenin Delisi bu kahramanlardan<br />

biraz bahseder misiniz Ve ayrıca tabii<br />

Abdal kahramanlara değinebilir misiniz<br />

Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli<br />

ilim adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi<br />

olarak gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya<br />

çıktığımı ve Anadolu insanını tipler şeklinde<br />

anlattığımı ve bu tipler etrafında gerçekleşen<br />

olayları canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.<br />

Kahramanlarım benim bizzat gördüğüm, şahit<br />

olduğum kahramanlardı. Bu kahramanlarla ya<br />

bir şeyler yaşamışım ya karşılaşmışımdır. Dolayısıyla<br />

onları bütün özellikleriyle hikâyelerimde<br />

yansıtmaya çalıştım. Bir de öğretmenlik yaşantımdan<br />

gördüğüm bizzat yaşadığım tipler var.<br />

Rahman Dayı, Hamdi Kirve, Şeyhin Çavuşu<br />

gibi tipler Anadolu’nun değişik yerlerinde öğretmenken<br />

karşılaştığım tipler. Bunun yanında<br />

çocukluğumdan kalan birtakım tipler var. Mesela<br />

“<strong>Bizim</strong> Evin Kıblesi”nde anlattığım Vahide<br />

Nine, ilginç bir kadın tipidir. Eşyayı, dünyayı<br />

tek bir referansa göre algılayan çilekeş Anadolu<br />

kadınıdır. Yine benim hikâyemde çocuklar<br />

vardır, ki bunlar öğretmenlik yaptığım yıllarda<br />

benim öğrencilerim olmuş çocuklardır. Bu<br />

tipleri anlattım hikâyelerimde. Ağırlıklı olarak<br />

benim ilk kitabımda Abdal tipleri ortaya çıktı.<br />

Bu zamana kadar Abdallar hakkında tarihî,<br />

sosyolojik birtakım araştırmalar yapılmasına<br />

rağmen sanırım edebiyata bu kadar canlı ve<br />

belirgin girmeleri benim kitabımla oldu. İlk kitabımda<br />

altı tane abdal hikâyesi var. Bu Abdal<br />

hikâyelerinde onların yaşayışlarını, kültürlerini,<br />

hayata tutunuşlarını anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla<br />

o hikâyelerde Abdalların günlük yaşantısından<br />

değişen ve gelişen teknolojik şartlar ve toplumsal<br />

yapılara nasıl uyum sağladıklarını veya<br />

sağlayabileceklerini göstermeye çalıştım. Tabii<br />

Abdalları konu edinişimin temel nedenlerinden<br />

biri de onların hem gariban, rint, alçak gönüllü<br />

olmaları; hem de Abdallarla birlikte yüzyıllarca<br />

birikip gelen ve teknolojik şartlarla yok olmaya<br />

yüz tutan o müzik geleneğini; millî çalgılarımızı,<br />

sazı, kemanı; bizi her dinlediğimizde hüzünlere<br />

götüren türküleri, bozlakları; davulu zurnayı,<br />

düğünü halayı kaybolmaya yüz tutan değerleri<br />

işlemleri idi. “Abdal Kocası” adlı hikâyemde büyük<br />

bir saz ustasının, büyük bir türkü ustasının<br />

nasıl türküleriyle birlikte yok olduğunu; yine<br />

“Evin Yıkılsın Haci”de popüler kültürel değerlerin<br />

onların yaşayışına nasıl etkilediğini, kültürel<br />

değer olan futbolun Abdalların yaşantısında<br />

nasıl bir değişmeye neden olduğunu göstermeye<br />

çalıştım. Abdal Âdem orada bütün ümidini Galatasaraylı<br />

Haci’nin gol atmasına bağlıyor; çünkü<br />

ekmeğini oradan kazanmaya başlamış; dü-<br />

86<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ğünler yok. Dolayısıyla Galatasaraylı Haci’nin<br />

direkten dönen topunun Abdal Âdem’in ekmeğine<br />

nasıl mani olduğunu özetledim. Yani direkten<br />

dönen bir top sosyolojik olarak toplumda<br />

bir ferdin ekmeğine bağlı olabiliyor. Yine “Bahri<br />

Usta” hikâyesinde baba- oğul iki saz ustasının<br />

yaşantısı… Orada da değişen kültürel değerler;<br />

yeni kuşağın arabesk müziğe takılması; Abdalların<br />

tamamen yabancı olduğu Arabesk şarkıcılardan<br />

türküler istemesi; bu istekleri karşılayamayan<br />

Abdalların yaşadıkları güçlükler anlatılmaya<br />

çalışılmıştır. Özetlemek gerekirse Abdallar, ihtiyarlar,<br />

kadınlar benim tiplerim bunlar.<br />

Hikâyelerinizdeki kahramanlar sadece<br />

insanlar değil; aynı zamanda hayvanlar da<br />

var. Şimdi doğadan bahsettiniz. Bir kartal<br />

hikâyeniz var, “Şah Kartal”. Yayımlanmamış<br />

bize gönderdiğiniz “Analık Hindi” hikâyeniz<br />

var. Hayvan kahramanları da eserlerinizde<br />

işliyorsunuz, biraz bunlardan bahseder misiniz<br />

Turnalara ilişkin hatıraları duyuyorduk çocukken.<br />

Turnanın nasıl bir kuş olduğunu merak<br />

ediyordum. Zaman zamanda kitaplardan görüyordum.<br />

Iğdır’a gidince “Türkiye’nin Kuşları”<br />

adlı bir kitap aldım. Türkiye’nin kuşlarını tanımaya<br />

çalışıyordum. Iğdır’da hâlâ bozulmamış<br />

bir tabiat bölgesi vardı. Iğdır ile Aralık ilçesi arasında<br />

yarı bataklık, kamışlı; Kayseri’deki Sultan<br />

Sazlığı’na benzer; doğal bir alan. Ağrı Dağı’nın<br />

hemen dibinde. O köylere teftişe gittiğimde çok<br />

farklı, çok renkli kuşlar görüyordum. O kuşların<br />

ne olduğunu öğrenmek için de artık elimde<br />

“Türkiye’nin Kuşları” kitabıyla geziyordum.<br />

Bir kuş görsem hemen açıp kitaptan o kuşun<br />

hangi kuş olduğunu bulmaya çalışıyordum. O<br />

kitap içerisinde farklı tür turnalara çok baktım.<br />

Bir gün dört arkadaş arabayla teftişe gidiyorduk.<br />

Yemyeşil ekinlerin içerisinde yaklaşık 70-80 tane<br />

turna gördüm. Hafiften bir yağmur yağmıştı.<br />

Arkadaşa hemen durmasını söyledim. Üzerimde<br />

takım elbise, kravat, iskarpin var. Arkadaşlara,<br />

“Siz beni burada bırakın, köye gidip gelin. Dönüşte<br />

beni buradan alırsınız.” dedim. Arkadaşlar<br />

anlayışla karşıladılar. Hatta “Ne yapacaksın<br />

falan” gibilerinden kelamlar ettiler. İlerideki<br />

kuşların yanına yaklaşmaya, onlara bakmaya çalışacağım<br />

söyledim. Güldüler. Sazlığın içerisine<br />

girdim. Kuşları ürkütmemek için sağa sola eğilerek<br />

yavaş yavaş ilerledim. Çamur oldu üstüm<br />

başım; ama aldırmadan devam ettim. Turnalara<br />

15-20 metre kadar yaklaştım. O anı görmek lazım;<br />

sözle anlatılmaz. Turna o kadar asil, o kadar<br />

güzel bir kuş ki yani nasıl anlatmalı Çok harika<br />

bir boynu var, boynunun altında turna telleri...<br />

Gözlerinde kızıl sürmeler. Yeşil ekinler içinde<br />

parlayan pırıl pırıl bir gümüş gibiydi turnalar.<br />

Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle<br />

bir süzüşleri vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil<br />

ekinlerin içerisinde birer cennet kuşuydu<br />

benim için. Epey izledikten sonra onların<br />

havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.<br />

Sindiğim, pustuğum yerden ortaya çıktım.<br />

Ben ortaya çıkınca kuşlar birdenbire uçmaya<br />

çalıştılar. Turna iri bir kuş olduğu için uçması,<br />

yerden birden bire havalanması zor oluyor; o<br />

yüzden dönerek havalanıyorlar, hava akımını<br />

sağlayabilmek için birbirlerine yardım ediyorlar.<br />

Hepsi birbirinin ardına düşüyor ve helezon gibi<br />

yukarıya doğru çıkıyor. O anda koşsam turnalardan<br />

bir ikisini yakalayabilirdim. Döne döne<br />

yayları çizmeye havalanmaya başladılar; ama o<br />

anda turnaların bir tanesinin ayağının hafiften<br />

sallandığını gördüm. Ya bir avcı kurşunu değmişti<br />

ya da başka bir şekilde sakatlanmıştı. Ve<br />

o uçmaya çalışıyor fakat daha çok zorlanıyordu.<br />

Diğerleri epeyce yükselmişti. O, en arkada<br />

kalmıştı. Sürü birdenbire yaralı turnayı havalandırmak<br />

için aşağıya doğru bir hareket çizdi,<br />

o yaralı turnanın etrafında dönmeye başladı ve<br />

yaralı turna yukarıya doğru çıktı. Uçup gittiler.<br />

Tabiat olaylarının da üstüne gidiyorum. Şunu<br />

da söyleyeyim, ben genç yaşlarımdan itibaren<br />

1990’lı yıllarda avcıydım. İlginç de bir avcılığım<br />

vardır benim. Bazen kuşlar önümden geçer ateş<br />

etmeye kıyamam. Daha çok onları gözlemeye,<br />

onları izlemeye çalışan bir avcıydım. Bu nedenle<br />

de tabiatı çok yakın gözlemleme imkânım oldu.<br />

Mesela “Şah Kartal” hikâyesinde bunu anlatmıştım.<br />

Şah Kartal’la bir avcının karşılaşmasıydı bu.<br />

Çok güzel, yeni hikâyelerinizi merakla<br />

bekliyor, <strong>Bizim</strong> Külliye ve okuyucularımız<br />

adına teşekkür ediyorum.■<br />

87<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Küheylan at<br />

BERİK ŞAHANOV(Kazakistan)<br />

çev. İMDAT AVŞAR<br />

Talih bir insanın yüzüne bir kez güldü mü; bir ömür boyunca da güler, bu tecrübeyle sabittir<br />

ve her zaman da böyle olmuştur. Tаurbаy da talihi yüzüne gülen, şanslı insanlardan<br />

biriydi. O, fırsat bulup çocukluğunu yaşamadan, daha at sırtına sağlamca oturmadan,<br />

herkesin saygı duyduğu ve herkesin “Tаukе” [1] diye çağırdığı bir adam olmuştu. Nedense, böylelerini<br />

Allah esirgiyor, özel bir merhamet gösteriyor. Evet, bazen yüce Allah birine o kadar merhamet<br />

ediyor ki, o merhameti bölebilsek, on tane bedbaht adama fazlasıyla yeter. Allah Taurbay’a aklı da<br />

yeteneği de bolca vermişti. Öyle güzel konuşurdu ki, belagatli konuşmakta üstüne yoktu. Taurbay<br />

aynı zamanda, sağlam yapılı, sert karakterli biriydi. Bu özelliklerinden dolayı da daha gençlik çağlarında,<br />

vali Bekbolıs’ın dikkatini çekmiş, Bekbolıs onu yanına almıştı. Ünü Kazakistan sınırlarını aşan<br />

ve idrak sahibi, mert, güvenilir biri olarak tanınan Bekbolıs’ın himayesinde olması, Taurbay’ı günlük<br />

geçim kaygılarından da azat etmişti.<br />

Taurbay’ın yeteneklerine ve iş bitirmekteki becerisine güvenen Bekbolıs, onu oba beyi ilan ederek,<br />

oba yönetimini ona emanet etmişti. Daha çok genç iken bahtı yüzüne gülen ve oba beyi olan<br />

Taurbay, o zamana kadar hiçbir başarısızlığa uğramamış, hiçbir engel görmemişti. Daha olgunlaşmadan<br />

ona verilen görevler ve tanınan yetkiler başını döndürmüş ya da damarlarında taşıdığı kana<br />

gizlenmiş gurur ve kibir sonradan uyanmıştı. Taurbay, neredeyse bu dünyanın gerçek sahibinin<br />

kendisi olduğunu sanmaya başlamıştı… Böylece Taurbay, hiç kimseye hesap vermemeyi, kendisini<br />

herkesten yüksek görmeyi alışkanlık haline getirdi. Artık insanlara zorbalık ediyor, haksızlık yapıyor,<br />

gizli kapaklı işler de çeviriyor ama vicdan azabı çekmiyordu. Gün geçtikçe daha çok zulmediyor,<br />

daha çok gaddarlaşıyordu. Bütün bunlara rağmen onun sürüleri de günbegün çoğalıyor, hayvanları<br />

hızla artıyordu…<br />

Elbette bazıları bu işin içinde bir iş olduğundan şüpheleniyorlardı ama Taurbay’ın çevirdiği gizli<br />

dolapların hepsini bilmelerine imkân yoktu. Taurbay, kendisinin dürüstlüğünden şüphe edenlerle<br />

konuşmuyor, selamı sabahı kesiyordu.<br />

1. Tauke: Taurbay Eke sözünün Kazak dilinde kısaltılmış halidir. Taurbay ağa anlamındadır.<br />

88<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Böylece insanlar, onun yaptıklarını sineye çeker<br />

oldular: “Ne yapalım, bütün olan bitene rağmen<br />

Bekbolıs onun ardında duruyorsa, biz de sabırla<br />

dayanmalıyız,” diye düşünüyorlardı. Bekbolıs, yıllar<br />

geçtikçe yaşlanıyor, işlerden elini ayağını çekiyor ve<br />

yavaş yavaş bütün güç, Taurbay’ın eline geçiyordu.<br />

Bekbolıs, elbette Taurbay’ın gizli kapaklı işlerinden<br />

ve ardından nice dolaplar çevirdiğinden habersizdi.<br />

Taurbay ise yaptıklarından dolayı kimsenin hesap<br />

sormamasından ve yaptıklarının cezasız kalmasından<br />

cesaret alıyor; bu yüzden biraz daha azıyor, kuduruyor<br />

ve adeta insanlıktan çıkıyordu…<br />

Bu oba halkı, çok eskilerden beri uçsuz bucaksız<br />

bozkırda göçebe olarak yaşıyordu ve bu uçsuz<br />

bucaksız bozkırdaki geniş otlakların sahibiydi. Oba<br />

beylerinin ise birbirleriyle çekişmekten ve sahip oldukları<br />

zenginlikleri birbirlerinin gözüne sokmaktan<br />

başka bir marifetleri yoktu. Hiçbir iş yapmadan<br />

yiyip içiyorlar ve meclislerde, şenliklerde günü gün<br />

edip eğleniyorlardı.<br />

Taurbay bu kargaşadan büyük bir maharetle<br />

istifade ediyordu. Nerde gözünün tuttuğu bir küheylan<br />

at görse, eninde sonunda ona sahip oluyor,<br />

onun göz koyduğu at, er ya da geç, onun yılkısına<br />

katılıyordu. Sadece at mı Nerede bir güzel kız görse,<br />

hangi kıza gönlü düşse, eninde sonunda ona da<br />

sahip oluyordu. Elbette dünyada insan nefsine hükmeden<br />

şeyler pek çoktur. Nefsi öldürmek ve gözü<br />

gönlü tok tutmak her insanın karı değil. Gözler<br />

nekes, yürek açgözlüdür. Günahkâr insan doymak<br />

bilmiyor, dünyada ne kadar malı olsa da yine istiyor.<br />

Ancak en sonunda, açgözlüleri mahveden de tamah<br />

oluyor.<br />

O eyaletin uzak, ıssız, bir obasında Tаmаş,<br />

Cаgаş ve Аlmаs adında üç yetim kardeş yaşıyordu.<br />

Bunlar çok fakir değillerdi, kendi başlarının çaresine<br />

bakıyorlar, kimseye muhtaç olmadan, kimseye boyun<br />

eğmeden geçinip gidiyorlardı. Kendi sahip olduklarını<br />

gözbebekleri gibi koruyorlardı. Babalarından<br />

onlara, bir miktar hayvan miras olarak kalmıştı<br />

ve üç kardeş bu hayvanları idare ediyordu. Babalarından<br />

kalma küheylan atın üstüne titriyorlar, ona<br />

çok iyi bakıyorlardı. Bu küheylan atın şöhreti bütün<br />

vilayete yayılmıştı. At gerçekten de çok güzeldi<br />

ve bu atı görenler hemen: “Tamaş’ın küheylanı,”<br />

diyorlardı. En yaşlı aksakallar bile, bu civarda<br />

böyle güzel bir atı görmediklerini söylüyorlardı.<br />

Tabi ki bu şöhretli atın nerde olduğunu Tаurbаy<br />

da duymuştu. O atı görür görmez de gözü düşmüştü.<br />

Önceleri Tаurbаy, bu atı zahmetsizce elde<br />

edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Yetimlerden<br />

büyük olanın yanına gidip, ona arkadaşlığını teklif<br />

edecek, dostluğun hatırına da atı alıp gidecekti.<br />

Nasılsa Taurbay’ın kimseye borçlu kalmayacağını<br />

herkes biliyordu…<br />

Taurbay, üç kardeşten en büyük olanın yanına<br />

varıp da bu ricasının bildirdiğinde, beklemediği bir<br />

tepki ve itiraz ile karşılaştı:<br />

-Olmaz! Tаurbаy, Eğer siz bu atı buradan götürürseniz,<br />

benim yüreğimin ortasına bir bıçak<br />

saplamış olursunuz. Bu at benim canımdan daha<br />

kıymetlidir. Üstelik de bu atın sahibi sadece ben değilim,<br />

kardeşlerim de var. Ama bu at sadece benim<br />

olsaydı bile, asla size veremezdim, sizin bu ricanızı<br />

yerine getirmezdim.<br />

Tаurbаy bu tip itirazlara alışkın değildi. O, her<br />

zaman istediklerinin elde eden biriydi. Buna rağmen,<br />

sakin davrandı, işi tatlı dille halletme yoluna<br />

gitti, Tаmаş’ı güzel sözlerle ikna etmeye çalıştı. Ama<br />

tatlı dilin de işe yaramadığını, bu yiğidi yola getirmenin<br />

zor iş olduğunu fark etti. Geri çekilmesine ve<br />

bu attan vazgeçmesine ise gururu mani oluyordu.<br />

Taurbay ne kadar ısrar ediyorsa, Tamaş da o kadar<br />

direniyordu.<br />

Sonunda üç kardeşi de yanına çağıran Tаurbаy,<br />

onlara: Her biriniz, benim yılkımdan, istediğiniz<br />

atı seçin, alın. Ama seçip aldığınız üç atın yerine,<br />

Tаmаş’ın küheylanını bana verin, dedi. Lâkin üç<br />

kardeş de bu işe razı olmadılar. Tаurbаy sözün bittiğini<br />

anladı, öfkesini ve kinini içine atıp oradan<br />

uzaklaştı. Ama bu küheylan at, eşi bulunmaz cinstendi,<br />

onu unutmak, ondan vazgeçmek mümkün<br />

değildi. Küheylan at, görünüşü, boyu posu, yürüyüşü<br />

ve koşuşu ile emsalsiz bir dünya güzeliydi.<br />

Bozkırda yaşayanlar, Tаmаş’ın küheylanının<br />

zahiri görünüşüne, nadir güzelliğine göre değer veriyorlardı.<br />

Sahipleri, bu atı henüz büyük yarışlara<br />

sokmamışlar; meydana çıkarmamışlardı. Ama oba<br />

içinde düzenlenen yarışlarda, menzile her zaman<br />

birinci varıyordu. Bu atı görenin ruhu yerinden oynuyor,<br />

ona sahip olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu.<br />

Tаurbay da öfkeden deliye dönmüştü, geceleri gözlerine<br />

uyku girmiyordu. Ben de bunun intikamını<br />

Tamaş’tan almazsam, bana da Taurbay demesinler,<br />

diye dişlerini sıkıyordu. Tаurbay, intikam almak<br />

için acele etmeye gerek yok, diye düşünmüştü. Ama<br />

fırsatını buldukça, Tamaş ve kardeşlerine zarar vermekten<br />

geri durmuyordu. Ortanca kardeş Cagaş nişanlı<br />

idi, nişan töreni daha yeni yapılmış, kızın başlığı<br />

verilmiş ve artık düğün günü de belli olmuştu.<br />

Altı ay sonra, Cagaş’ın düğünü olacaktı.<br />

Tаurbay sık sık Cаgаş’ın nişanlısının bulundu-<br />

89<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ğu obaya gidip gelirdi. Önceleri o kız ile ilgilenmek,<br />

aklının ucundan bile geçmemişti. Ama bu kez, o<br />

obaya, sırf bu kızı görmek için gitti. Kızın adı Arkul<br />

idi. Arkul’un da obadaki diğer kızlardan pek bir farkı<br />

yoktu. Sade, güzel, temiz bir kızdı. Evde de onu<br />

çok seviyorlardı. Hatta kızı biraz el bebek gül bebek<br />

büyüttüklerinden, bir çocuk gibi nazlı, biraz da şımarıktı.<br />

Tаurbay misafir olduğu eve kötü niyetle; bir<br />

başkasının nişanlısını yoldan çıkarmak amacıyla gitmişti.<br />

Kızın güzel olduğunu görünce de biraz şaşırdı.<br />

Kızın siyah gözleri, mahmur bakışları, al yanağı ve<br />

her adımda servi gibi ırgalanan bedeni, Tаurbay’ın<br />

çok hoşuna gitti. Bir an, gerçek niyetini unutup bu<br />

kıza başka duygularla âşık olduğunu düşündü. Kıza<br />

baktıkça, sabır kâsesi dolup taşıyordu.<br />

Tаurbay uzun uğraşlardan sonra obada yaşayan<br />

kadınlardan birini ikna edip yoldan çıkardı. Kadın,<br />

kız ile gizlice konuşup onu Tаurbay ile görüştüreceğine<br />

dair söz verdi.<br />

Arkul tuzağa düştüğünü anlayınca, önce çok<br />

korktu. Ama sonra, maharetli bir yılanın bakışıyla<br />

efsunlanan ve donup kalan kuşlar gibi kanat çırpamaz<br />

hale geldi. Arkul, Tаurbay’ın tatlı dilinden etkilenmişti,<br />

Tаurbay ise kızın etkilendiğini hissedip<br />

baskı ve tazyikini artırmaya başladı.<br />

Tаurbay, kıza: Seni görür görmez, aklım başımdan<br />

uçtu. Mevkiimi, makamımı unuttum.<br />

İnsanların beni kınamasından da; akrabalarımın acı<br />

sözlerinden de korkmuyorum, dedi.<br />

Tаurbay, Arkul’un saf kalpli olduğuna ve kızın<br />

da onun duygularına karşılık vereceğinden emindi.<br />

Çünkü onun istediği anda başka bir güzel bulacağını<br />

herkes biliyordu. Ama ona sadece Arkul lazımdı,<br />

bu anda başka hiç kimseyi gözü görmüyordu.<br />

Arkul, Tаurbay’a cevap verdi:<br />

-Ama ben nişanlıyım. Sоnrа dedikodudan, olacak<br />

rezaletlerden başımı kurtaramam.<br />

Kendi emellerine kavuşmak için hiçbir şeyden<br />

çekinmeyen bir hırsı vardı Tаurbay’ın. Bu nedenle,<br />

kızın biraz yola geldiğini hissedince, seninle evleneceğim,<br />

diye yeminler etti ve:<br />

-Ben yarın sabah seni istemeye, elçiler gönderirim.<br />

Hiçbir şeyi esirgemem senden, malım mülküm,<br />

param pulum neyim varsa senin içindir. Baban<br />

ne isterse veririm. Ben, bu bozkırın ortasına,<br />

senin için bembeyaz bir çadır kurarım…<br />

Tаurbay, o gece, herkes yattıktan sоnrа Arkul’un<br />

çadırına yaklaşıp gizlice içeri geçti ve Arkul’a sahip<br />

oldu…<br />

İlk ihtirasın alevi çok çabuk söndü. Tаurbay<br />

ise ortalıktan kayboldu, bir daha Arkul’un obasında<br />

görünmedi. Tаurbay’ın Arkul ile arasının iyi olduğu<br />

dedikoduları ayyuka çıktı ve bu şayia hemen<br />

Cаgаş’ın kulağına da çalındı. Üç kardeş aralarında<br />

konuştular, Cagaş, Arkul’u istemediğini söyledi ve<br />

nişanı bozdular. Arkul babasının evinde kaldı.<br />

Tаurbay’ın sevincine diyecek yoktu. Ama<br />

Cаgаş’ın nişanlısının ırzına geçmek bile, onun<br />

içindeki intikam ateşini tam olarak söndüremedi.<br />

Tаurbay, yeni bir takım planlar kurmaya başladı.<br />

***<br />

Tаurbay’ın davranışlarında garip değişiklikler<br />

görülmeye bаşlаdı. Önceleri mallarını, koyunlarını<br />

sаtmаk için Аk Mоlu’yа veya Kаrа Otkеl’e sadece<br />

güz mevsiminde; hayvаnlаrın en besili çağında<br />

götürürdü. Sonbahar, hayvan satmak için en uygun<br />

zamandı. Ama Tаurbay, son zamanlarda sık sık pazara<br />

gidiyordu. Güvendiği adamlarından ibaret küçük<br />

kervanlar diziyor; civardaki yakın ve uzak köylerin<br />

pаzаrlаrınа seferler düzenliyordu. Oba sakinleri,<br />

Tаurbay’ın ne yapmak istediğine bir türlü akıl<br />

erdiremiyorlardı. Bazıları, Tаurbay’ın hayvancılığın<br />

taşını atıp ticaretle meşgul olmak istediğini söylüyordu.<br />

Ama bütün bunlar, bir tahminden öteye geçmiyordu.<br />

Tаurbay’ın yapmak istediği şeylerden hiç<br />

kimsenin haberi yoktu.<br />

Taurbay ise kendi dizdiği kervanlar ile bozkırı<br />

baştanbaşa dolaşıyor; en uzak köylere hatta uzak<br />

kasaba ve şehirlere kadar gidiyordu. Son zamanlarda,<br />

Avul Ata’ya kadar gittiğini söylüyorlardı. Bunca<br />

uzak diyarları gezip dolaşan Taurbay, sonunda istediğini<br />

bulmuştu. Taşkent Pazarında gördüğü iri yarı<br />

bir Türkmen, anında onun dikkatini celp etti. Bu<br />

Türkmen’in karayağız teni, geniş omuzları, adaleli<br />

ve güçlü kolları Taurbay’ın çok hoşuna gitmişti.<br />

Ancak Taurbay’ı ilgilendiren, sadece Türkmen’in dış<br />

görünüşü değildi elbette…<br />

Taurbay, iri yarı Türkmen’e dönüp sordu:<br />

Hey, yiğit, ne satıyorsun Pazara ne getirdin<br />

Taurbay’ın gözlerindeki vahşi parıltılar,<br />

Türkmen’in hiç hoşuna gitmedi, aniden sertçe<br />

cevap verdi:<br />

- Ne getirdiğim seni ilgilendirmez, dedi, Ne bakıyorsun<br />

Sana borcum mu var<br />

Taurbay, Türkmen’in bu kaba davranışını<br />

pek umursamadı; Çünkü onun bütün dikkati,<br />

Türkmen’in satmak için pazara getirdiği atta idi.<br />

Taurbay, gözlerine inanamıyordu, sanki bir mucize<br />

gerçekleşmişti. Türkmen’in satmak için getirdiği<br />

küheylan at, öyle bil Tamaş’ın küheylanı atı ile<br />

ikiz kardeşti. Bu atın donu, duruşu, yürüyüşü,<br />

90<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


görünüşü, yelesi, Tamaş’ın küheylan atı ile tıpa tıp<br />

aynıydı…<br />

Taurbay:<br />

-Bu at kaç yaşında, diye sordu.<br />

Türkmen, gönülsüzce, diliyle dişinin arasında<br />

birkaç kelam edip atın yaşını söyledi. Tamaş, gülümsedi.<br />

Bu at ile Tamaş’ın küheylanı, demek ki<br />

aynı yaşta, diye geçirdi içinden.<br />

Taurbay, uzun zamandır, dolaştığı bütün pazarlarda<br />

işte böyle bir at arayıp durmuştu. İşte, aradığı<br />

at karşısındaydı, onu bulmuştu ve sahibi ne kadar<br />

isterse istesin, ödemeye hazırdı. Fakat Taurbay,<br />

böylesine güzel bir atı, bu iri yarı Türkmen’in niçin<br />

satmak istediğine de bir türlü akıl erdiremiyordu.<br />

Sahibinin bu atı niçin satmak istediğini öğrenmek<br />

için sordu:<br />

- Çok güzel bir atın var, bunu niçin<br />

satıyorsun<br />

Türkmen, onunla konuşmayı istemiyordu, biraz<br />

kızgın bir halde cevap verdi:<br />

-Yiğit! Buraya bak! Bu atı almak istiyorsan al!<br />

Almayacaksan, boş boş konuşup da başımı ağrıtma!<br />

Anlaşılan, Türkmen atı satmak istemiyordu, ya<br />

da gönülsüz satıcıydı. Taurbay’ın sorusuna etraflıca<br />

cevap vermedi.<br />

Taurbay; Ya bu at ile ilgili uğursuz bir hadise<br />

oldu ya da bu adama da çok acele para lazım, ya da<br />

atı çalmıştır, bu nedenle elinde tutmaya korkuyor,<br />

satıp kurtulmak istiyor, diye düşündü. Sonra yeniden<br />

Türkmen’e döndü ve sordu:<br />

-Evet, yiğit, bu atı kaça satıyorsun<br />

-…<br />

Sıkı bir pazarlık başladı ama Türkmen, dediği fiyattan<br />

bir kuruş aşağı inmedi. Taurbay onun istediği<br />

parayı ödeyip atı satın aldı. Taurbay bu ata binip<br />

kendi hayvanlarının yanına vardığında, arkadaşlarının<br />

ağzı açık kaldı; hayretle sordular:<br />

-Bunu nerden aldın Sanki Tamaş’ın küheylan<br />

atının ikiz kardeşi, tıpkı Tamaş’ın atı, ne çok benziyor!<br />

Tаurbаy’ın çok güzel bir at aldığı haberi, bütün<br />

obaya yayıldı. Herkes, bu atın Tamaş’ın küheylanına<br />

benzediğinden bahsediyordu. Tаurbаy ise аtının<br />

üstüne titriyor; onu özenle besliyor; sadece düğünlerde<br />

ve bayramlarda biniyordu…<br />

Bozkıra kış gelmişti, şubat ayının ortalarıydı.<br />

Tаurbаy erkenden yаtаğа girse de, sağa sola dönüp<br />

durdu, uyuyamadı. İçinde bir huzursuzluk vardı,<br />

gözünü uyku tutmadığından, nihayet karısını uyandırdı:<br />

-Kalk, kalk! Acıktım, akşamki yemeği ısıt, biraz<br />

yiyeyim…<br />

Kadın yataktan kalkıp şalını omuzlarına örttü.<br />

-Bir yere mi gideceksin<br />

-Evet, çabuk ol, yemeği ısıt.<br />

-Taurbay, böyle birdenbire aklına ne düştü<br />

Gеcenin kаrаnlığındа nereye gideceksin<br />

-Çok konuşma! Nereye gideceğim seni ilgilendirmez,<br />

dedi Taurbay ve karısını azarladı: Sen her<br />

şeye burnunu sоkmа, git yemeği ısıt!<br />

Kadın, bir süre yemeği ısıtmakla meşgul oldu<br />

ama merakını da yenemedi, nihayet kendini tutamayıp<br />

sordu:<br />

- Uzağa mı gideceksin<br />

Taurbay sakince cevap verdi:<br />

-Hayır, hiçbir yere gitmiyorum, buradayım,<br />

obada biriyle görüşüp geri geleceğim.<br />

Taurbay, yemeğini yedikten sonra atına atlayıp<br />

obadan çıktı ve atını komşu obaya doğru hızla sürdü.<br />

Taurbay, Tamaş’ın kendi atı için obanın biraz<br />

ilerisine bir tavla yaptığını biliyordu. Tavlanın yerini<br />

de öğrendiği için obanın içine girmedi, kenardan<br />

dolaşıp küheylanın olduğu tavlaya yanaştı.<br />

Tavlanın yakınlarındaki köpekler, Taurbay’ı fark<br />

edince hep bir ağızdan havlamaya başladılar. Ama<br />

Taurbay temkinliydi, yanında getirdiği et parçalarını<br />

köpeklere doğru fırlattı, köpekler seslerini keserek<br />

gece vakti ayaklarına gelen kısmetlerini yemeye koyuldular…<br />

Tаurbay atından inip tavlaya yaklaştı, tavlanın<br />

kapısı ipi ile bağlanmıştı. İpi çözüp içeri geçti,<br />

küheylanın olduğu yere yaklaştı. Atın ayaklarında<br />

demir bukağı vardı. Tаurbay yanında getirdiği aletleri<br />

işe koşup atın аyаklаrını bukağıdan kurtardı.<br />

Bukağının zinciri şakırdayarak yere düştü. Aceleyle<br />

Tamaş’ın atını tavladan dışarı çıkaran Tаurbay, kendi<br />

atını da tavlaya sürüp ayaklarını bukağıya geçirerek<br />

bağladı ve Tаmаş’ın küheylanına atladı. Atın<br />

üzerindeyken tavlanın damına yaklaştı ve kibriti<br />

çalıp kamışları tutuşturdu. Kuru kamışlar o anda<br />

alevlendi, Tаurbay ise küheylanı mahmuzlayıp tepelerin<br />

arkasına doğru, dörtnala uzaklaştı…<br />

Taurbay, tepeliklerden hayli uzaklaşmıştı ki,<br />

аrkаsından gelen tüyler ürpertici bir kişneme sesi<br />

duydu. Bu kişneme, Taurbay’ın bir Türkmen’den aldığı<br />

аtının ölüm öncesinde son kişnemesi, son haykırışıydı.<br />

Tаurbаy ürperdi bir an, bütün bedeninden<br />

bir titreme geçti ama bunu pek de önemsemedi, küheylanı<br />

var gücüyle kırbaçlayıp kendi obasına doğru<br />

dörtnala sürdü.<br />

Tаmаş’ın küheylanının ölüm haberi dört bir<br />

yana yayıldı. Elbette civar obalardaki insanlar, bu<br />

91<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


yangının tesadüfen çıkmadığını biliyorlardı ama<br />

hiçbir delil olmadığı için düşüncelerini dile getiremiyorlardı.<br />

Obada hep bu hadise konuşuluyor,<br />

insanlar bu olayı unutamıyorlardı. Tаurbay ise hiçbir<br />

şey olmamış gibi küheylan ata binip sağa sola<br />

seğirtiyordu ama bu atı oba sakinlerinin gözünden<br />

uzak tutmaya gayret gösteriyordu. Fakat alev alev<br />

yanacak olan tavlanın içine, bukağı ile ayaklarından<br />

bağlanmış halde bıraktığı Türkmen аtının, ölüm<br />

öncesi acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarından<br />

gitmiyor; onu asla rаhаt bırakmıyordu. O at sık sık<br />

rüyalarına giriyor ve dünyayı kaplayan bir sesle acı<br />

acı kişniyordu. Her gece, adeta kulağının dibinde<br />

kişneyen o atın sesiyle yataktan fırlayan Taurbay,<br />

korkuyla, bağırarak ve kan ter içinde uyanıyordu…<br />

Mal, mülk, şan, şöhret insana her bir şeyi<br />

unutturur. Tаurbаy da yаvаş yаvаş о hadiseyi<br />

unuttu ve hayatını kendi akışına bıraktı.<br />

O hadisenin üstünden bir yıl geçmişti.<br />

Tаurbаy’ın göçebe obası her zamanki gibi<br />

hayvаnlаrı önlerine katıp yaylalara çıktı. Yaylada<br />

cirit müsabakaları ve at yarışları düzenlenmeye<br />

bаşlаdı. Tаurbаy da, artık küheylanı imtihan etmenin<br />

zamanı geldi, diye düşünüyordu. Bir gün,<br />

bütün civar obaların yiğitleri toplanıp gelsinler,<br />

dağlardan sürülerle kurtlar inmiş, onları sürülere<br />

yaklaştırmamak lazım; yоksа hayvаnlаrı telef<br />

edecekler, diye civar obalara haber saldı.<br />

Civar obaların yiğitlerinin toplanması çok<br />

sürmedi. Onlarca atlı, bir iki saat içinde geldi.<br />

Tаurbаy da bu yiğitlerin önüne düştü ve dağlara<br />

doğru at sürdüler.<br />

Civar obalardan gelen yiğitler:<br />

-Taurbay, sen bu küheylanla, galiba ilk kez<br />

ava çıkıyorsun, eğer elimiz bоş dönmezsek, süründeki<br />

en yağlı tokluyu kurban edecek ve bize<br />

kavurma pişireceksin, dediler.<br />

Tаurbay gülümseyerek bu teklifi kabul etti…<br />

Onlar, birbirlerine takılarak, şakalaşarak ilerlerken,<br />

aniden iki tepenin аrаsındа, bir kurt göründü.<br />

Tаurbаy onu görür görmez yiğitlere emir verdi.<br />

-Çabuk olun, köpekleri bırakın, yoksa kaçıp<br />

gidecek!<br />

Köpekler ve atlılar kurdun peşine düştüler. Deminden<br />

beri sessizce uzanan bozkır, köpek sesleri,<br />

nal sesleri ve atlıların naralarıyla inlemeye başladı.<br />

Tаurbаy’ın atı, diğer atları geride bırakıp köpeklerin<br />

hemen arkasına kadar yaklaştı. Tаurbаy’ın<br />

da kurda yaklaşmasından cesaret alan köpekler,<br />

süratlerini biraz daha artırıp kurdun neredeyse ensesinde<br />

solumaya başladılar ancak o anda, dünya<br />

yıkıldı sanki… Her şey birdenbire tersine döndü,<br />

dört bir yan, zifiri karanlığa gömüldü. Tаurbay’ın<br />

аtının ön аyаkları bir kurt inine rastlamış ve ayağı<br />

kırılan hayvan yere yuvarlanınca, Tаurbay da tepesi<br />

aşağı yere çakılmıştı…<br />

Arkadan gelen yiğitler, çok eziyet çekmesin diye,<br />

önce yаrаlı atı öldürdüler sоnrа da komşu obaya bir<br />

аdаm yоllаdılаr. Komşu obadan bir deve getirdiler<br />

ve yаrаlı Tаurbay’ı deveye yükleyerek obaya getirdiler.<br />

Tаurbay uzun süre yatalak kaldı, ayağa kalkamadı.<br />

Ama asla moralini bozmuyor, halinden şikâyetçi<br />

olmuyordu. Yakınları onun üstüne titredikleri için,<br />

yavaş yavaş kendine geliyordu. Birkaç ay sonra ayağa<br />

kalkabildi ama bu olaydan sonra, sancı nöbetleri<br />

geçirmeye başladı. Birdenbire dehşet acılarla yatağa<br />

düşüyor; bedeni ateşler içinde kalıyor ve bilinçsizce<br />

sayıklamaya başlıyordu.<br />

Bu amansız hastalık, Tаurbаy’ın en yakın arkadaşı<br />

oldu. O ağrı nöbetine tutulunca, akrabaları<br />

onun öleceğinden endişe ediyorlardı ama birkaç<br />

günlük şiddetli ağrılardan sonra, Tаurbаy yeniden<br />

аyаğа kalkıyordu.<br />

Taurbay, uzun yıllar yaşadı ama gerçeği hiç<br />

kimseye anlatmadı. Kimse onun çektiği ıstırapların<br />

sebebini öğrenemedi. Öğrenmeleri de mümkün<br />

değildi çünkü Taurbay, işlediği cinayeti itiraf<br />

edecek bir adam değildi. Hem itiraf etse, ne değişecekti<br />

ki Geçmişi gеriye getirmek mümkün<br />

değildi. Bu uğursuz sır, ömrü boyunca Taurbay’ın<br />

vicdanında ağır bir yük gibi kaldı.<br />

Tаurbаy’ın yaşı yetmişi geçmişti, bir ağrı<br />

nöbetine daha tutuldu ve dehşetli acılarla yatağa<br />

düştü. Üç ay boyunca, ölümle hayat arasında<br />

debelendi durdu. Çocukları, hısım akrabaları, ha<br />

öldü, ha ölecek diye nöbet tutuyorlardı. Ölüm<br />

öncesinde Taurbay’ın ıstıraplarını görmek, hiç<br />

hoşlarına gitmese de Taurbay’ı ölüm döşeğinde<br />

yalnız bırakmıyorlardı.<br />

Taurbay’ın yakınları:<br />

- Allah, acaba hangi günahlarından dolayı ona<br />

böyle bir azap veriyor Diye birbirlerine soruyorlar,<br />

cevabı da kendileri veriyordu:<br />

-Demek ki, аlnınа böyle yazılmış!<br />

…<br />

Tаurbаy’ın silinip sönmekte оlаn şuurundа,<br />

hemen her saniye, Türkmen atının feci ölümü<br />

canlanıyordu. Dört bir yanı alevler sarıyor, Türkmen<br />

atının acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarında<br />

çınlıyordu. Taurbay, bu ıstıraplı gecelerden<br />

birinde, sonsuz bir karanlığa gömüldü…■<br />

92<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Bu oyunda sen yoksun<br />

ŞEMSETTİN ÜNLÜ<br />

1<br />

Altı ay önce, karlı, fırtınalı bir gecede, cam silecekleri çalışmadığı için, ıssız bir dağ geçidinde,<br />

arabasının içinde, on saatten daha uzun bir süre, donmama savaşımı verdiğinin soğuk, sancılı anılarını<br />

yeniden yaşıyor gibiydi Cemil.<br />

Kar yoktu, fırtına da yoktu bu yolculukta. O yana bu yana; cam sileceklerinin açıp araladığı<br />

görüntüler, puslu, bulanık görüntülerdi. Cemil›in görme, gördüğünü algılama süresi; sileceklerin<br />

silme hızı; bir de olanca yoğunluğu ile yağan yağmur... Bu kez, donmama savaşımının sancılı<br />

saatlerinde değil, yol üstü, oyunculardan birinin kendisi olduğu üçlü bir oyunun içinde olduğunu<br />

düşünüyordu.<br />

Yol üstü üçlü bir oyundu bu: Görüntüyü açma, açılan görüntüyü örtme, yolu görebilme oyunu.<br />

Sağa, sonra sola... Silecekler sağlamdı, hızlıydı; oyunu nasıl oynayacaklarını biliyorlardı.<br />

Bir süre yavaşlıyor, görüntüyü açıyor; sonra birden hızını artırıyordu yağmur. Oyunun, ne<br />

yapacağı, nasıl oynayacağı bilinmeyen oyuncusuydu yağmur.<br />

Üçüncü oyuncu; yolu görecek, gördüğünü doğru algılayacak olan kişi, Cemil’in kendisiydi...<br />

Koltuğunda oturuyor, önü sıra, silinip kapanan yağmur yüklü görüntüye bakıyordu. İnsanın,<br />

arabanın, doğanın devinimlerinin uyumunu, dengesini, bütünlüğünü sağlamayı amaçlayan<br />

edimler, donmama savaşımını verdiği o ıssız dağ geçidinde ne denli olağansa, şimdi de o denli<br />

olağandı.<br />

Olağanı, olması gerekeni buydu: Bir yanı ile arabanın içinde, direksiyonun başında, öbür yanı<br />

ile alışkın, içe dönük, başkaca bir dünyada olduğunun ayrımındaydı Cemil;<br />

“Fırtına var / deniz var / batık gemiler, ölü denizciler var / sen yoksun bu oyunda. “<br />

Gözünü yoldan, su birikintilerinden, kaçınılması gereken çukurlardan ayırmıyordu...<br />

“Sen yoksun bu oyunda.”<br />

93<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Böyle diyor şiirdeki karakaşlı, iri gözlü bilici<br />

kadın...<br />

Kimdir o oyunda olmayan<br />

Şairin kendisi, bir başkası ya da okurlardan<br />

biri mi <br />

Fırtınanın, batık gemilerin, ölü denizcilerin<br />

olduğu bir oyun, nasıl bir oyundur<br />

Sürücü yoksa yol da, silecekler de yoktur<br />

oyunda.<br />

Ama yağmur, yağmurun yağma olasılığı, her<br />

yolculukta, tasarlanabilen her oyununda vardır<br />

yaşamın.<br />

Sileceklerin çalışması, her hızda, her yoğunluktaki<br />

yağmura karşın sürücünün önünü görmesi,<br />

gördüğünü algılayabilmesi, sade, sıradan<br />

şeylerdir.<br />

Ama donmak, ıssız bir dağ yolunda, arabanın<br />

içinde donup kalmak da öyle midir<br />

Sıradan mıdır Doğumla gelen ölümle gider<br />

mi her zaman Özünde değişen bir şey olmaz<br />

mı yaşamın<br />

Yağmur, ışık, aşk, hava, su, asal oyunculardır<br />

da; Cemil, Celal, Sibel, yaşamı yaşanılır kılan daha<br />

nice insan, kalabalıklar, sıradan oyuncular mıdır<br />

Hırlı hırsız... korkak, cesur... bilge, aymaz...<br />

çirkin, güzel... bunlar, güçlü oyuncularıdır bütün<br />

oyunların!<br />

Onlar olmadı mı, yaşam oyunu da olmaz...<br />

Paydos.<br />

Oyun biter, perde iner!<br />

Sibel, tiyatro oyuncusu, Celal tıp doktoruydu.<br />

İkisi de akrabası, yakın dostlarıydı Cemil’in.<br />

Dört yıl süren delidolu bir beraberlikten sonra<br />

evlenmişler, yılı dolmadan da, araya başka aşklar,<br />

tutkular girmiş, ayrılmışlardı.<br />

“ Olur... Yaparım.”<br />

Gideceği yer, doğup büyüdüğü yerdi<br />

Cemil›in.<br />

Celal›in, ayrıldığı karısı Sibel adına icraya<br />

yatırılacak olan para yanında, evrak çantasının<br />

içindeydi.<br />

Yetmiş iki bin lira bu Celal... Yatır bankaya,<br />

havale etsinler. “ diyecek olmuş; ”Ancak<br />

toplayabildim... Geç kalır!” yanıtını almıştı<br />

Celal›den.<br />

Araba yolda, yol yağmur altında, para çantaydı<br />

dört saattir...<br />

Aşk, aşktır; asal oyuncularından biridir de<br />

yaşamın...<br />

Ölmez mi, ölümsüz müdür aşklar<br />

İhanetler, kavgalar, bunalımlar gelir geçer de,<br />

aşklar kalır mı<br />

Şiirlerinden birinde; “Coşkuluydu, ışıltısı<br />

kendi içinde bir küçük göl / esintilerle<br />

dolu uzun bir bahardı...” diye tanımlamıştı aşkı<br />

Celal. Bu aşk, fakültedeki arkadaşlığın, nişanlılık,<br />

evlilik, sonra da ayrılıkların gelip çattığı yılların<br />

aşkı mıdır<br />

Yağmur hızlandı, sağanağa döndü.<br />

Diklendi, toparlandı Cemil.<br />

Kapı camları, arka cam, geri görme aynaları,<br />

gün ışığının uzanabildiği her yer, damla damla su<br />

sızıntılarıyla örtülmüştü. Sağanağın patırtısı motorun<br />

sesini boğuyordu.<br />

“Duralım mı, gidelim mi Bu oyunda var mıyım<br />

ben gerçekten”<br />

Yavaşladı; solundaki kapının camını araladı,<br />

dışarıya baktı Cemil. Islak, boğuntulu, ucu görünmeyen<br />

bir tünelin içinde gibiydi araba.<br />

“Dursam mı Durmasam mı “ Gülümsedi. “<br />

‹Olmak ya da olmamak!”<br />

Hadi, durmayalım bakalım! İşin içinde<br />

durmak, durmamak vardır da, donmak yoktur...<br />

Korkulacak bir şey de yoktur!<br />

Yağmurun eli tutulmaz, önü kesilmez.<br />

Şurada bir yerlerde bir kapı vardır; oyun<br />

bitince o kapıdan çıkar gider yağmur... ‹Dur...<br />

aman... oyun bitti mi ‹ Oyundakilerden biri yağmursa,<br />

yelse, kimse sormaz, soramaz...<br />

Nasıl yaşayacağımızın yasalarını koyanlar bizler<br />

değiliz... <strong>Bizim</strong> kendi benzetmemizdir yaşamın<br />

oyuna, oyunun yaşama benzemesi.<br />

Yavaş ya da hızlı, sileceklerin buyruğumuza<br />

uyması, küçük, çok küçük bir ayrıntıdır. Oyunlardaki<br />

bütün aşklar, esintiler, ayrılıklar, acılar,<br />

alaysamalar da öyle.<br />

Günlerden bir gün, yıldızlara, öte dünyalara<br />

gidilir.<br />

Ne iyi, gidilsin güle güle!<br />

Ama bu, gücü, sağlığı yerinde birinin yaya<br />

yürüyüşle bir saatte tırmandığı şu bayırı, berikinin<br />

koşarak; daha hızlı, daha hızlı koşarak tırmanıvereceği,<br />

akıp giden sabah yelini arkasında<br />

bırakabileceği anlamına gelmez hiç.<br />

Gün boyu değil, yaşam boyu acıkacak, doyacak,<br />

soluklanacak olanlarız biz...<br />

94<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Âşık olunur da olunmaz da.<br />

Arkamızda yoksa önümüzdedir ayrılıklar...<br />

En küçüğünde bir top ateş!... İncelikleri, derinlikleri,<br />

aşınmaz kuralları ile, ucu bucağı bilinmeyen<br />

bir evrende bir top ateş olmaktır var olmak...<br />

Acılı, güldürülü, ezgili oyunlar alır ateşi. “<br />

2<br />

Kapı camını araladı, dışarıya uzandı Cemil.<br />

Çakıl döşeli toprak yolun sağından, ayağı fren<br />

pedalının üstünde, yolun iki yanını görebilecek<br />

gibi ağır, özenli bir ustalıkla indi yokuşu.<br />

Sarı, boğuntulu bir ışık... Karaltılar... Tenteli<br />

bir araba yolun ucunda...<br />

Yavaşladı Cemil; tenteli arabanın iki boy yakınına<br />

vardı, durdu.<br />

Karaltılardan biri yaklaştı, eğildi; ”Köprü<br />

suyun altında Bey... Biz geçemedik!...” dedi.<br />

İki ayrık, çipil göz, sarkık, uzunca bir burun...<br />

Sesi ikircikli, soluğu kesik kesikti adamın; yağmurluğunun<br />

içinde, kamburunu çıkarmış, öne<br />

eğilmişti.<br />

Gün ağardığında yola çıkmıştı Cemil;<br />

dört, dört buçuk saattir yoldaydı.<br />

Yağmur geciktirse de, kalan yolu bir saatte<br />

alabileceğini düşünüyordu. Kasaba girişine<br />

kadar, ağaçlı, az eğimli, düz bir yoldu<br />

yolun bu bölümü. Irmak yok... dere falan da<br />

yok... “ Adam uyduruyor... düpedüz uyduruyor!”<br />

diye geçirdi aklından.<br />

“Köprü mü.. Ne köprüsü..”<br />

Tabancayı ancak gördü Cemil. Patlama sesi,<br />

yağmurun boğuntusuna, kırılıp saçılan yan camın<br />

gürültüsüne karıştı...<br />

“Buyur, in... İn aşağı!”<br />

“ Olmadı...”<br />

“ İn... İn arabadan!”<br />

“ Olmadı! Olmuyor dedim...” Sesini yükseltti,<br />

toparlandı Cemil; “Hesapta bu yoktu...<br />

Bu karaltılar yoktu.” diye geçirdi içinden. Uzandı,<br />

yüzünü yüzüne yaklaştırdı ayrık gözlünün;<br />

“Oyunda bu yoktu. Sen de yoksun oyunda!...<br />

“ diye bağırdı var gücüyle; “ Duydun<br />

mu ki” Vitesi itti, gaza bastı; direksiyonu sola<br />

çevirdi ; “Duydun mu” diye yineledi yüksek<br />

sesle.<br />

Sıçradı, kendisini kurtarmaya çalıştı ayrık<br />

gözlü... yağmurluğu kaydı, dizi üstüne yere yuvarlandı.<br />

Arkada dikilip duran iki karaltının üstüne<br />

üstüne sürdü arabayı Cemil; sıyırır gibi, tenteli<br />

kamyoneti solladı, öne geçti; hızlandı;<br />

“Sen yoksun oyunda... Arkadaşların<br />

da yok !...” diye söylendi<br />

dişlerinin arasından.<br />

Yağmur yağıyordu... O yana bu yana,<br />

görüntüyü açma çabasındaydı silecekler.■<br />

95<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ŞEHİR<br />

Dişleri kenetli sarhoş geceler;<br />

Geceler geceler, beyni sulanmış!<br />

Fikirde, zehirle zifir heceler;<br />

Geceler zavallı, kana bulanmış!<br />

Gürültü gürültü, şehir bu mudur<br />

Biraz sis ve zillet, zan pençe pençe!<br />

Bir dehşetli azâb, bir korku mudur,<br />

İrisleri oyan zâlim şirpençe<br />

Şehir: Kâbus dolu, kayadan mahzen!<br />

Şehir: Camdan fânûs, kurak akvaryum.<br />

Bâzen neş›e dolu, ıztırap bâzen;<br />

Bu akan gürûhda bir ben mi yokum<br />

Afişler afişler, renk renk tezatlar…<br />

Adını koymalı, koymalı bunun!<br />

Kadın mı bu mahlûk: Haraç-mezatlar!...<br />

Ya sincap yâhût da kafeste maymun!<br />

Keneler asılı kafatasında;<br />

Bir mâdenî levha gönül, apacı!<br />

Çıngırak sesleri haz tavasında,<br />

Şifâ niyetine çekiyor sancı!<br />

Saatte zemberek altın oymalı;<br />

Bu sokak başında, dilenen de kim<br />

Sevgiler hep masal, çehre riyâlı;<br />

Niçin bu caddede yalnızım, tekim<br />

Gelip geçenlere durup soran yok;<br />

Nedir bu izdiham, bu telâşınız<br />

Asırlar karamsar, saniyeler şok;<br />

Niçin ağrı çeker hâlâ başınız<br />

Yaldızlı, kokartlı, sırmalı, simli<br />

Gözlükler aynalı, som çerçeveler!<br />

Bir hayâlet gezer moda isimli;<br />

Şarkılar beyinde neler geveler<br />

Kıvrılan caddeler, düz olun artık!<br />

Siz ey apartmanlar bize yaklaşın!<br />

Gözlerimiz mahmûr, dilimiz sarkık...<br />

Yeter ey ufuklar siz berraklaşın!<br />

M.HÂLİSTİN KUKUL<br />

96<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Kentleşen şehrin şiiri olacak mı<br />

AHMET ULUDAĞ<br />

İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı dünyanın<br />

garp dışında kalan diğer milletleri gibi. Akmaya devam<br />

edecek de. Almanya’nın 1950’deki şehirleşme oranına biz<br />

ancak 2010 yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1<br />

milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu 50 yıldan<br />

daha az bir sürede gerçekleşmiştir.<br />

Üzerine şiir yazılmamış bir şehir var<br />

mıdır Ben, yoktur diyorum. Bazıları<br />

bilinir çünkü bir bilinen şairin<br />

gönlüne düşmüştür, güçlü bir şairin mısralarına<br />

dizilmiştir, o şehir, kendisi başlı başına bir<br />

Leyla’dır, uğruna çöllere düşülecek… Bazılarının<br />

şiiri kâğıt olup harmanlanmamıştır, sözde<br />

kalmıştır ya da şöyle bir garip yolcunun gönlünü<br />

yakıp geçmiştir. Kor olup yaksa da, zehir içip<br />

şerbet içtik diyenler, bir ateş yalımıydı rüzgârla<br />

geldi, ince bir yağmurda söndü gitti demişlerdir;<br />

diyememişlerdir…<br />

Başka coğrafyaları bilmem ama benim bildiğim<br />

şehirler içinde üzerine en çok şiir yazılan<br />

şehir “bir taşına bütün Acem mülkü feda edilebilen”<br />

şehirdir. O şehrin şairi de Yahya Kemal…<br />

Bütün hayranlığıma rağmen merakımı mucip<br />

olan husus, şehrin gerçek hayatının dışında kalmış<br />

Yahya Kemal’in nasıl olup da şehrin manevi<br />

iklimi ile şiirlerinde böylesine hemhâl olmuş<br />

olmasıdır. Çocukluğunun geçtiği, maddeten ve<br />

manen bereketli iklimlerdeki hayatının, hislerinin<br />

ve acılarının İstanbul’da tezahürü müdür<br />

Bir meşenin kökünü söker gibi acıtarak, kanatarak,<br />

bir daha hayat bulmamacasına sökülüşün<br />

acısının, hayaller âleminde kalmış, yaşamadığı<br />

ama destan destan dinlediği günlerin özlemle<br />

birleşmesinin sonucu mudur<br />

Rakamlar gönül adamlarına pek bir şey<br />

söylemez. O hislerinin peşinden gitmeyi tercih<br />

eder. Kemiyet değil keyfiyet mühimdir, onun<br />

için. Ben de rakamlara fazla önem atfetmeden,<br />

kentleşen şehirlere değinmek istiyorum biraz<br />

da… Kentleşen şehir tabiri garip görünebilir<br />

ama şu anda şehirleşen her yer köyleşmektedir<br />

yani kentleşmektedir. Kent Türkçede esasen köy<br />

manasına gelen bir kelimedir. Dilimizi bozarak<br />

harsımızla, milletimizle, ait olduğumuz medeniyet<br />

dairesiyle alâkamızı kesmek isteyenler bu<br />

kelimeyi, başka kelimeler gibi, getirdiler ki, hem<br />

diğer Türk topluluklarıyla hem de Müslüman<br />

toplumlarla birbirimizi daha az anlayalım. So-<br />

97<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


nuçta bütün halklar birleşip bir komün olacaktık;<br />

demir perde çöktü, topluca global olduk. Böyle<br />

olunca da dünyayı hep cüzdan zaviyesinden görmeye<br />

başladık. Kaybolan güzelliklere, kaybolan<br />

değerlere ağıt yakmamızı da timsahın gözyaşları<br />

mesabesinde düşünmek daha doğru olacaktır.<br />

İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı<br />

dünyanın garp dışında kalan diğer milletleri<br />

gibi. Akmaya devam edecek de. Almanya’nın<br />

1950’deki şehirleşme oranına biz ancak 2010<br />

yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1<br />

milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu<br />

50 yıldan daha az bir sürede gerçekleşmiştir. Yani<br />

garp sindire sindire şehirleşmiş, bizler ise hızla<br />

kentleşmişiz… Yollar, binalar yapacağız derken<br />

tarihi, sanatı, mimariyi, çevreyi hepten unutmuşuz.<br />

Kafesteki kuşlar ve saksıdaki çiçeklerin dışında<br />

tabiat bilmeyen, kapının önünde, toza toprağa<br />

bulanarak oyun oynamamış bir çocuk büyüyecek<br />

ve şehrin şiirini yazacak. Hangi şehri yazacak Ne<br />

yazacak<br />

Aslında garbın günahını hep birlikte çekiyoruz.<br />

Makineleşen garp, dünyayı sömürdü ve sömürmeye<br />

devam ediyor. Garbın dışındakiler de<br />

garptaki hayatın rahatlığına özendi. Rahat hayat,<br />

tabii ki güzel şey, eğer israf batağına batmazsanız.<br />

Bugün garp ve özentileri israf çukurunda debelenmektedir.<br />

Sadece kendi hayatlarının değil, hepimizin<br />

hayatını, milyon yıllara meydan okumuş<br />

şu ihtiyar dünyanın düzenini tehdit ediyorlar.<br />

Kutuplarda buzullar dünyamızın hâline gözyaşları<br />

döküyor. Maazallah bir gün gözyaşları kuruyacak.<br />

İşte o zaman, bize kim ağlayacak kim<br />

destanımızı yazacak<br />

Şiir aşktır, aşkı anlatır, aşkla anlatır… Şehir<br />

olmazsa şiir eksik olur. Köyde hayat tabiatı<br />

yaşamaya yöneliktir. O tabiatın içinde her<br />

gün yaşayan insan şiirini yazamaz. Şehirde<br />

tabiat kısmen mevcuttur. Müsaittir havası şiire,<br />

edebiyata… Aşk ise mebzul miktarda bulunur.<br />

Hatta öylesine fazladır ki, ayaklar altına düşmüştür.<br />

Bu da kentleşmenin ürünüdür. Televizyon<br />

karşısında uzanacaksın, orada gösterilen tabiata,<br />

aşka ve biraz da arabesk katkılı şiire bakacaksın.<br />

“Of be!” diyeceksin, sadece. Çünkü kelime haznen,<br />

hazne olmaktan çıkmış, büzüşmüş bir torbaya<br />

dönüşmüş. Kitaba küseceksin, şiire küseceksin,<br />

edepten uzaklaşacak, edebî olanı fark etmeyeceksin.<br />

Şiir şimdiki kadar bile para etmeyecek.<br />

Hangi şair şiirle yaşayıp, şiirini paylaşacak<br />

Geliri artan Çin ve Hindistan /ve diğerleri)<br />

herkesi korkutuyor. Garplı ya onlar da bizim gibi<br />

yaşamaya başlarsa diyor… Tam bugünkünün beş<br />

katı israf… Sular çoktan paralı, hava da bedava<br />

olmayacak belli ki… Bizler bu değişimin yaşandığı<br />

dönemde geçiriyoruz günlerimizi. Hâlâ kuş<br />

sesi, su sesi, tabiatın neşesi ile neşvünema buluyoruz.<br />

Şiirlerimizde tabiat da var şehrin kenarlarındaki<br />

insanlarda… Kentleşmenin karşısında cılız<br />

da olsa ses verebiliyoruz. Şehrin kayboluşunu<br />

gören ama kasabayı, şehri yaşamış bizlerin mısralarında<br />

şehir olacaktır, şehrayin olacaktır ama<br />

towerler, residenceler ve sitelerle çevrilmiş dünyası<br />

olanların şiirinde şehir nerede olacak Biz yıkımı<br />

yazdık, gecekonduyu yazdık, kaybolan değerleri<br />

yazdık, ucundan kenarından şehre bulaştık. Televizyon<br />

ekranından veya kulenin camından seyrettiği<br />

gerçek şehri nasıl şiirlerine işleyecek Bu<br />

noktada Yahya Kemal’i düşünüyorum, tekrar... ■<br />

98<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Medine'nin şairleri<br />

NİYAZİ KARABULUT<br />

Şehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz<br />

köşesinde hatırasını sakladığımız.<br />

Zaman zaman kıyıya vuran dalgalar<br />

gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Ütopyalar<br />

vardır, ulaşmak ümidiyle içimizde sakladığımız.<br />

Kavuşmak ümidini bir sevda gibi taşıdığımız.<br />

Kimse görmese, nerede olduğunu bilmese de,<br />

adları anıldığında içimizi sırf var olduklarını<br />

bilmekten ötürü ılık bir rüya denizine döndüren<br />

şehirler, coğrafyalar: Mekke, Buhara, Şam, Tebriz,<br />

Urfa, Hicaz… Medine, Medinetü’l-Münevvere,<br />

Medinetü’n-Nebi. Medeniyetin kalbi.<br />

Bu şehir yalnız yeryüzünün en değerli incisini<br />

içinde saklamıyor, o inciyi görmeye gelenleri de<br />

birer inci tanesine dönüştürüyor. Bu şehir hiçbir<br />

mensubiyetin veremeyeceği bir aidiyet duygusu<br />

üflüyor kalplere. Binlerce kilometre öteden gelip<br />

bir anda yerlisi oluyorsunuz beldenin. Bunun için<br />

seferi olamıyorsunuz bu şehirde. Bu şehrin misafiri<br />

yoktur, yerlisi vardır.<br />

Şehir insan ilişkisini herkes yaşar ama şairler ve<br />

gönül insanları bu ilişkinin bir bakıma felsefesini<br />

dile getirir, anlam katmanları arasında dolaşarak<br />

yeni sanat ürünlerinin hareket noktası yaparlar.<br />

Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel<br />

şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir, bir sevgili<br />

ile özdeşleşir. Medine şehrinin Medinetü’n-Nebi<br />

olması böyle bir şey.<br />

Şairler bir şehri seviyorlarsa, orada sevdikleri<br />

olduğu içindir. Medine şehrinde Habibullah varken<br />

hangi şair bu sevgiliye bigâne kalabilir. Allah’ın<br />

sevdiğini sevmeyen şair olabilir mi Onu sevmekle<br />

kendileri yücelmiş üç şair var. Peygamber iltifatına<br />

mazhar olmuş üç güzel insan. Allah’ın dinine dilleriyle,<br />

şiirleriyle yardım eden üç şair:<br />

Hassan b. Sabit<br />

Kâfirlere karşı İslam ve Müslümanları şiirleriyle<br />

destekleyen, “Resulullah’ın şairi” diye bilinen sahabe.<br />

Şair-i Resulullah...<br />

Hassan b. Sabit(r.a) Müslüman olduktan sonra<br />

peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına<br />

rağmen yazdığı ve söylediği şiirleri ile müşrikler<br />

üzerinde büyük tesir yaparak Müslümanları cihada<br />

teşvik etmiştir. Resulullah, Hassan b. Sabit’in müşriklere<br />

karşı söylediği şiirler hakkında “Hassan’ın<br />

beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir.”<br />

buyurmuştur [1] .<br />

Hassan b. Sabit(r.a) şiirleriyle; Resulullahı,<br />

İslamiyeti ve Müslümanları över, İslamın<br />

yücelmesini ve cihadı teşvik edici beyitler söylerdi.<br />

Ayrıca Kureyş kâfirleri ve diğer müşriklerin İslama<br />

saldırılarına karşı onların yüz karalarını ortaya koyucu<br />

şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hassan bütün<br />

şairlerin en üstünlerinden biri kabul edilmiştir. [2]<br />

1. İbnü›l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, s. 26.<br />

2. Tehzibu’t-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372.<br />

99<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Medine’de Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide<br />

Hassan b. Sabit’e ait bir minber yaptırmış, İslami<br />

tebliğin sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve sanatla<br />

da gerçekleştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir.<br />

Ona şöyle söylemiştir: “Ey Hassan, müşriklerin,<br />

kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrail<br />

seninledir. Ashabım silahla harp ettikleri gibi sen<br />

de dilinle savaş” [3] .<br />

Hassan b. Sabit (r.a), hayatı boyunca şiir sahasının<br />

önde gelen simalarından biri olmuştur.<br />

Bedir Savaşı’ndan sonra Yahudi şair Ka’b b. Eşref<br />

savaşta ölen Mekkeli müşrikler için şiirler<br />

söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı<br />

Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sabit’e şiirler<br />

yazmasını söylemiş Hassan b. Sabit de Yahudi şaire<br />

karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında<br />

itibarının sarsılmasına neden olmuştur.<br />

Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğulları<br />

kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere<br />

Medine›ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiplerini<br />

de getirerek İslam aleyhinde propaganda<br />

yapmayı düşünmüşlerdi. Ancak Peygamberimiz<br />

Hassan b. Sabit’e, Utarid adlı şairin söylediği şiire<br />

karşılık «Kalk bunun konuşmasına karşılık ver.»<br />

emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere etkili<br />

bir şiir okumuş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini<br />

sağlamıştır. Daha sonra Temim heyetinden<br />

Akra b. Habis, kendinden geçerek «Allah›a yemin<br />

olsun ki bu zata (Resulullaha), bizim bilmediğimiz<br />

bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak<br />

olur, onun hatibi ve şairi bizim şairimizden üstündür.»<br />

diyerek hayranlık ve İslamın gücünü itiraf<br />

etmiştir. [4]<br />

Hassan b. Sabit (r.a), Peygamberimizin vefatıyla<br />

ruhi bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden<br />

gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler<br />

söyleyerek Peygamberimizin arkasından yas tutmuştur.<br />

Şiirlerinin birinde «Resulullah›ın pak alnı<br />

karanlık içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan,<br />

karanlığı aydınlatan çerağ gibi görünür.» demişti.<br />

Peygamberimizin «Muhakkak ki Allahu Teala,<br />

Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda<br />

Hassan›ı Cebrâil (a.s)›la takviye etmektedir.» hadisi<br />

3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü›l Meâd, çev. Vecdi Akyüz,<br />

Ali Vasfikurt, Salim Ögüt, İstanbul 1990, IV, 68-69.<br />

4. Buhâri, Bedu’l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim,<br />

Fadailü’s-Sahabe,153-157.<br />

onun tek tesellisi olmuştur [5] .<br />

Kab b. Züheyr<br />

Züheyr, sadece şair değil, aynı zamanda bilgeydi<br />

de. Züheyr, Hristiyan ve Yahudi âlimlerinin<br />

yanlarına gider, onları dinler, onlardan ahir zamanda<br />

bir Peygamber gönderileceğini işitirdi. Züheyr,<br />

dede, baba, oğul ve torunuyla, kudretli şairler yetiştiren<br />

bir kabileden gelmekteydi.<br />

Ka’b Bin Züheyr de ölüm hükmü giyenlerdendi.<br />

Mekke fethedilince, Taif’e kaçmış, Taif halkı<br />

da Müslüman olunca, sığınacak yer bulamamıştı.<br />

Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu<br />

öğrenince, ona çok kızmış, bunun üzerine<br />

bir şiir yazmıştı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslamiyete<br />

karşı hoş olmayan sözler sarf etmişti. Bunun<br />

üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: - Kâ’b’a<br />

kim rastlarsa, onu öldürsün! Kardeşi Büceyr, “Başının<br />

çaresine bak!” diye yazarak durumu kendisine<br />

bildirdi. Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun<br />

bir kısmında şöyle diyordu: “Resulullahı şiir yazarak<br />

hicvedip üzen Mekkelilerden bazıları öldürüldü.<br />

Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resulullahın<br />

yanına gel! O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek<br />

yanına gelen kimseyi affeder. Bu mektubumu alır<br />

almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu<br />

dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde nereye<br />

gideceksen git!” Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in<br />

mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti.<br />

Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun<br />

için, “O, artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu<br />

yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr, bu durum<br />

karşısında derin derin düşünmeye başladı. Bulutsuz<br />

gökyüzüne, uçsuz bucaksız çöle, kum tepeciklerine,<br />

daha ötelere; ufuklara baktı bir süre... Gökyüzünün<br />

geceleri laciverdi bir atlas ve yıldızların<br />

birer kandil olarak çok şeyler anlattığını düşündü.<br />

Pişmanlıkla karışık bir hayal kırıklığı ile yazdıklarından<br />

çok yazamadıklarının derdine düşmüştü<br />

sanki koca şair. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu.<br />

Bir süre sonra gerçeği şair sezgisiyle yakalayan soylu<br />

şairler kervanına katıldı. Artık bundan sonra,<br />

başka bir gerçek, başka bir ışık aramayacağına dair<br />

içinde beliren kuvvetli inancın hayret ve dehşeti<br />

içindeydi. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi.<br />

Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de<br />

tövbe edip Müslüman olduğunu bildiren uzun bir<br />

5. İbn Hişam, C.4, s.146.<br />

100<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


şiir yazdı.<br />

Medine yollarına düştü. Alev alev yüzüne<br />

vuran kum fırtınası bile engelleyemiyordu onu.<br />

Medine’ye varınca, gizlice Cüheyni kabilesinden<br />

olan bir arkadaşının evine gidip misafir oldu. Ertesi<br />

gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin<br />

yanına götürdü. Kâ’b bin Züheyr,<br />

devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. Peygamberimizin<br />

yanına yaklaşıp kendini tanıtmadan<br />

dedi ki: Ya Resulallah! Kâ’b bin Züheyr yaptıklarına<br />

pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye<br />

gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman<br />

verip Müslüman olmasını kabul eder misiniz<br />

Gözleri önündeydi, Resulullahın duygularını okumaya<br />

çalışırken korkunun esintisini ve ölümün nefesini<br />

yüreğinde duyumsadı. Düşte bile görmemişti<br />

heyecanın böylesini. Göğsü üzerine düşen başını<br />

ağır ağır kaldırdı Kâ’b, bir kez bakabildi rahmet<br />

peygamberine, şimdi artık gidebilecek bir başka<br />

yön, bir başka yol, bir başka mekân olamayacağını<br />

biliyordu. Peygamberimizin cevabı “evet” oldu. Bir<br />

şeyler koptu sanki içinden. Utanıyordu. Ya Resulullah,<br />

ben şehadet ederim ki, Allahtan başka ilâh<br />

yoktur. Sen de Onun Resulüsün! “Sen kimsin” sorusuna,<br />

“Ben, Kâ’b bin Züheyr’im.” cevabını verdi.<br />

Ashab-ı Kiram onun Kâ’b bin Züheyr olduğunu<br />

anlayınca, Ensar’dan biri ayağa kalkıp: Ya Resulallah,<br />

müsaade et, boynunu vurayım!” dedi. Peygamber<br />

efendimiz buyurdu ki: “Vazgeç ondan! O,<br />

içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş<br />

olarak gelmiştir.” [6] Bu cümleler onu rahatlatmıştı.<br />

Sonsuza dek yitirdiğini sandığı kelimeler bir<br />

anda hatırına gelmeye başladı, kendini toparladı.<br />

Ve “Suad uzaklaştı” mısraı ile başlayan kasidesini<br />

okurken nefesler tutulmuş, ashab onu dinliyordu.<br />

Resulullah takdirini göstermek için sırtından bürdesini<br />

çıkarıp K’ab’a giydirdi. Bu hem onu hem de<br />

şiirini korumaya alan bir bürümeydi.<br />

“Haber aldım ki; Allah’ın elçisi beni ölümle tehdit<br />

etti.<br />

Aftan başkası umulmaz Allah’ın elçisinden<br />

hâlbuki.<br />

Mühlet ver! Seni hidayete ulaştıran ki;<br />

Sana içinde açıklamalar ve kıssalar olan Kur’an’ı<br />

hibe etti.<br />

6. MorTaka, 2008-Bahar, S.10, s.105.<br />

İspiyoncuların sözleriyle yargılama beni<br />

Sözümde aşırı gittiysem de değilim günahkâr biri.<br />

Öyle bir makamda bulunuyorum ki;<br />

Böyle bir makamda korkmaz mı fil ve işitse benim<br />

görüp, işittiğimi.<br />

Yaklaştıkça titrerdi, eğer olmasaydı onun için<br />

Allah’ın izniyle, Resulün teminatı.” [7]<br />

Abdullah b. Revaha<br />

Hicretin yedinci senesi idi. Umretül kaza yapılıyor.<br />

Mekke’ye yaklaşırken Resulullah efendimiz<br />

Kusva adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları<br />

da Abdullah bin Revaha’nın elinde bulunuyordu.<br />

Abdullah bin Revaha, hem şiirler söylüyor hem<br />

ilerliyordu:<br />

“Çekilin kâfirler nebinin yolundan bugün,<br />

Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün,<br />

Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı,<br />

Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı.»<br />

Bunun üzerine Hz. Ömer ona: “Ya Abdullah,<br />

Harem’de Allah’ın Resulünün huzurunda mı böyle<br />

karşıdakileri çatışmaya tahrik eden şiiri söylüyorsun”<br />

demiş, Resulullah da: “Bırak ya Ömer söylesin.<br />

Vallahi Abdullah’ın sözleri bu kâfirlere ok<br />

yarasından daha fazla tesir eder.” buyurmuştur. [8]<br />

Resulullah, İbn Revaha için “Kardeşiniz<br />

şüphesiz bâtıl söz söylemez.» buyurmuş, “ bâtıl<br />

sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar vardır.”<br />

demiştir.<br />

Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin<br />

Revaha’ya;<br />

“Allahuteala’dan başka ilah yoktur! Bir olan odur!<br />

Vaadini gerçekleştiren odur! Bu kuluna yardım<br />

eden odur! Askerlerini güçlendiren odur! Toplanmış<br />

olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız<br />

odur, de!” buyurdu. Ve hayır duada bulundu.<br />

Abdullah bin Revaha da söylemeye devam etti.<br />

Diğer Ashâb-ı kiram da onun söylediklerini tekrar<br />

ediyordu.<br />

7. Sünen-i Tirmizi, C.V,s.139, H.no:2847.<br />

8. İbnu Hişam, C.IV,s.15-16.<br />

101<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Mute seferine çıkılırken herkes birbiriyle kucaklaşıyor,<br />

helâlleşiyordu. Bu sırada arkadaşları,<br />

Hz. Abdullah›ın ağladığını fark ettiler. Ağlama sebebi<br />

sorulduğunda şöyle demişti: “Benim dünyaya<br />

karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur.<br />

Ancak ben Resul-i Ekrem›den (s.a.v) Meryem<br />

suresi yetmiş birinci «İçinizden hiçbiriniz hariç<br />

olmamak üzere mutlaka hepiniz cehenneme varacaksınız.»<br />

ayetini işitmiştim. Ayette bahsolunan<br />

cehenneme uğradığımda hâlim nice olur diye düşündüğümden<br />

ağlıyorum.»<br />

Uğurlayanlardan bazıları onu teselli ederek,<br />

«Cenab-ı Hak sizleri korusun, düşman şerrini<br />

sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasip<br />

etsin.» demişler, bunun üzerine Abdullah su şiiri<br />

söylemiştir:<br />

“Günahkârım fakat ben<br />

Af isterim Rabbimden<br />

Ya da kanımı dökecek bir vuruş isterim.<br />

Kılıç ya da mızrakla deşilip çıkmış ciğerim.<br />

Ta ki beni gören samimice desin<br />

Su savaşçıya Allah rahmet eylesin.”<br />

Yine Mûte’de ordu komutasını eline alırken şu<br />

şiiri söylemiştir:<br />

“Nefsim bir isteksizlik var sende<br />

Savaşacaksın dilesen de dilemesen de<br />

Hani çoktandır yoktu sende ölüm korkusu<br />

Ca’fer, ne güzel geliyor cennet kokusu .” [9]<br />

Zeyd b. Erkam der ki: “Ben Abdullah bin<br />

Revaha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim.<br />

Mûte seferine çıktığımızda beni de terkisine bindirmişti.<br />

Geceleyin biraz gidince dudaklarından<br />

şehitliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını<br />

ifade eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince<br />

ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revaha,<br />

bana dedi ki:<br />

-Sana ne oluyor! Şehit olmamın sana ne zararı<br />

var Hak Teala bana şehitliği nasip ederse, sen de<br />

hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben<br />

ise dünyanın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden<br />

kurtularak özlediğim şehitlik makamına kavuşurum.<br />

Abdullah bin Revaha, iki rekât namaz kılıp<br />

uzun bir süre dua etti. Sonra Zeyd’e dönerek dedi<br />

ki: “Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehitlik nasip olacaktır.”<br />

İslam ordusu, Şam topraklarında bulunan,<br />

Ma›an şehrine kadar hiç durmadı. Bizans<br />

İmparatorunun büyük bir ordu yolladığını haber<br />

aldılar. Derhal istişare toplantısı yapıldı. Herkes<br />

fikrini söyledi. Abdullah b. Revaha ayağa kalktı:<br />

“Ey Mücahitler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor<br />

gibisiniz! Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki,<br />

ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah<br />

rızası için ölüp şehit olacağız... Bu mertebelerin ikisi<br />

de, her Müslüman için, en büyük şereftir.”<br />

“Kardeşlerim, unutmayın ki biz düşmana karşı,<br />

sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz. Cenab-ı<br />

Hakkın lütfettiği, İslam dini ve iman gücümüzle,<br />

er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allah’tan, iki<br />

şey diliyoruz: Ya gazilik, ya şehitlik.” diyerek sözlerini<br />

tamamladı. Oradakiler:<br />

“Vallahi, Revaha›nın oğlu doğru söylüyor.” dediler.<br />

Sonra da hep birlikte, ilerlemeye başladılar.<br />

Abdullah bin Revaha çarpışırken bir ara parmağı<br />

ağır yaralandı. Kopmak üzere idi. Bunun üzerine<br />

atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına<br />

koyup: «Sen sadece yaralı parmak değil misin Zaten<br />

bu kazaya da Allahuteala’nın yolunda uğramış<br />

bulunuyorsun.» diyerek parmağı çekip kopardı.<br />

Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya<br />

devam etti. Çarpışmanın bir anında Abdullah bin<br />

Revaha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine<br />

biraz pişmiş et getirdi ve: “Al, bunu ye de biraz<br />

güçlen.” dedi. Abdullah bin Revaha üç günden<br />

beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma<br />

aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir<br />

karışıklık gördü. Bunun üzerine: «Arkadaşların bu<br />

hâlde iken sen hâlâ bu dünyadasın ve yiyip içmekle<br />

meşgulsün.» diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti<br />

bırakarak tekrar savaşa başladı. Çok geçmeden Abdullah<br />

da şehit oldu.<br />

Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin<br />

vahiy kâtipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular<br />

ki: “Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revaha›ya<br />

rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi...”<br />

Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak, «Kureyş<br />

müşriklerine ok yağdırmaktan daha etkilidir.»<br />

buyurmuştur.■<br />

9. İbnu Hişam, C.IV,s.20-21.<br />

102<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


"Şair, şehir ve tezkire: Diyarbakır örneği"<br />

NURULLAH ALKAÇ<br />

Anadolu’da, Gazi Hünkâr devrinde atılan şiir tohumları, Yıldırım Bayezit<br />

zamanında yeşermeye başlamış, Kanuni Sultan Süleyman döneminde<br />

olgunlaşmış, 19. yüzyılda Batı’nın etkisiyle de farklı bir yol<br />

izlemiş ve Cumhuriyet’le beraber, sadece ‘Gelenek’ olarak var olabilmiştir. Osmanlı<br />

coğrafyasında, bu tarihî seyir içinde, 28 kaynağın ışığında, İstanbul’dan<br />

Selanik’e, Diyarbakır’dan Bağdat’a, 211 yerleşim merkezinden [1] ‘tezkireci’den<br />

‘aşçı’ya, şeyhülislam’dan ‘terzi’ye birbirinden farklı 108 mesleğe [2] ait 3182 şair [3]<br />

ortaya çıkmıştır. Osmanlıdaki şair bolluğunu ve şiir eğilimini Âşık Çelebi’nin şu<br />

fıkra tadındaki alıntılamasında bulmak mümkün: ‘‘Rivâyet olınur ki, Prizen’de<br />

doğan oğlan addan mukaddem mahlas korlar; Yenice (Vardar)’da doğan oğlan<br />

‘Baba’ diyecek vakt Fârisî söyler; Priştine’de oğlan toğsa dividi belinde doğar.’’<br />

Latîfî, Osmanlı ülkesindeki bu şair bolluğunun nedenleri olarak, ülkenin havasının<br />

ve suyunun güzelliğini gösterir [4] . Ayrıca tezkirecilerin, her şiir yazanı<br />

değil de, bu işi meslek edinmiş ve kaliteli şairleri aldıkları düşünüldüğünde, bu<br />

bolluğa farklı rakamlarda şairler de eklenmiş olacaktır.<br />

Şehir ve kültür, birbiriyle yan yana en çok düşünülecek iki kelimedir. Çünkü<br />

kültürün üretildiği merkezler hemen daima şehirler olmuştur. En önemli<br />

şehirlerin aynı zamanda yönetim merkezi olarak seçildikleri ve edebî faaliyetlerin<br />

en yoğun yerler olarak yaşandığı bilinmektedir. IX. asra kadar Ötüken,<br />

Hoça ve Turfan şehirlerinin merkezinde gelişen siyasi ve edebî gelişmenin, X-XI.<br />

asırlarda Kaşgar ve Balasagun’a devredildiği zamanlar olmuştur. XIII. asra kadar<br />

Doğu Türkçesi çerçevesinde oluşan bu merkezler, Batı Türklüğü için de bir esas<br />

olmuştur. XIII. yüzyılda Harezm, XV. yüzyılda Herat, Semerkand ve Buhara<br />

1. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar Osmanlı Kültür Coğrafyasına<br />

Bakış’’, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler, S.145-152; Mustafa<br />

İsen, ‘‘Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlar’da Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ,<br />

Ankara-1997, s.64-75;* Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Tezkireden Biyografiye’’, Kapı Yayınları, 1. Basım: Nisan<br />

2010, s.169-182,.Aynı makale biraz farklı olarak, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, 6. Baskı, Editör: Mustafa<br />

İsen, Ankara-2011, s.377-383; * Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler. Hzl. Mehmet Kalpaklı. YKY. 1.<br />

Baskı: İstanbul, Aralık 1999, s.302-305.<br />

2. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar: Divan Şairlerinin Meslekî<br />

Konumları’’, Millî Eğitim, S.83/ Mart-1989, s.35.<br />

3. Muhsin Macit, ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ Üzerine’’, Millî Eğitim dergisi,<br />

S.86, Haziran-1989, Şair sayısı 3134 olarak verilmiş s.77;* Dr. Ali Duymaz, ‘‘Tezkirelere Göre Divan<br />

Edebiyatı İsimler Sözlüğü’’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi <strong>Dergisi</strong>, C.31, S.1, . Burada birer mahlası<br />

sayılmayan 47 şair dışında toplam şair sayısı 3139 olarak verilmiştir, s.499.<br />

4. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘XVI. Yüzyıl Sonuna Kadar Osmanlılarda Biyografi Geleneği’’, Tezkireden<br />

Biyografiye, s.21.<br />

1 İstanbul 609<br />

2 Bursa 156<br />

3 Edirne 150<br />

4 Konya 69<br />

5 Diyarbakır 40<br />

6 Kastamonu 36<br />

7 Bağdat 35<br />

8 Gelibolu 24<br />

9 Kütahya 24<br />

10 Bosna 26<br />

11 Antep 26<br />

12 Buhara 26<br />

13 Serez 21<br />

14 Manisa 20<br />

15 V. Yenicesi 20<br />

16 Bolu 19<br />

17 Isparta 19<br />

18 Üsküp 18<br />

19 Amasya 17<br />

20 Aydın 17<br />

21 Manastır 17<br />

22 Rumeli 17<br />

23 Erzurum 16<br />

24 Filibe 16<br />

25 Selanik 16<br />

26 Sofya 16<br />

27 Ankara 15<br />

28 Trabzon 15<br />

29 Tokat 14<br />

103<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Doğu coğrafyasının merkezi iken, Batı Türklüğü<br />

için de Bağdat, Diyarbakır, Gence, Tebriz, Konya,<br />

Bursa, Edirne ve İstanbul gibi ilâve merkezler<br />

ortaya çıkmıştır. Bu merkezlerin özellikle kültürel<br />

bakımdan ortaya çıkışını sağlayan birtakım alt<br />

yapı, yani eğitim kurumları vardı. Bu kurumların<br />

başlıcasını medreseler, tekkeler ve askerî merkezler<br />

olarak tanımlamak mümkün [5] .<br />

Tezkire:<br />

Bilindiği gibi, Arapça zikr ( ‏(‏z-k-r/fi’l‏,ركذ kökünden<br />

gelen tezkire ‏,(هركذت)‏ tef’ile vezninde mastar<br />

olup isim olarak da kullanılabilmektedir. Sözlüklerde<br />

‘‘anmaya, hatırlamaya vesile olan kâğıt,<br />

varaka, risale ’’ [6] gibi anlamlarda kullanılır. Edebiyatta<br />

ise ‘‘Divan Edebiyatında şairlerin yaşam öykülerini<br />

derleyen, onlarla ilgili değerlendirmelerde<br />

bulunan, şiirlerinden örnekler veren yapıtlara’’ [7]<br />

denilmiştir. Tezkirelerde bahsi geçen kişinin hayat<br />

hikâyesi, nereli olduğu, hangi dönemde yaşadığı,<br />

hangi eğitim ve görev süreçlerinden geçtiği, başından<br />

geçen önemli olaylar, önemli eserleri ve ölüm<br />

tarihi gibi öne çıkan noktalar belirtilerek, varsa şiirlerinden<br />

örnekler verilir [8] . Kısacası tezkireler, öznel<br />

veya nesnel, şu üç özellikleri kendilerinde barındırmışlardır:<br />

Edebiyat tarihi, eleştiri ve antoloji.<br />

Bugün, ‘‘Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet<br />

veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle<br />

tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı,<br />

5. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Klasik Şiirin Merkezi Olarak<br />

İstanbul’’, bilig-13/ Bahar-2000, s.1-6<br />

6. Raif Necdet Keteli, ‘‘Resimli Türkçe Kamus’’ Haz: Prof.<br />

Dr. Recep Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu,<br />

Seyfullah Türkmen. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,<br />

Türk Dil Kurumu Yayınları:842. Ankara-2004, s.502<br />

7. ‘Tezkire’ kavramı için bk. Büyük Larousse Sözlük ve<br />

Ansiklopedisi. Milliyet gazetesi. C.22, s.11483; *Ana<br />

Britannica, C. 20, s. 573-4; *Sabah Meydan Larousse, Cilt:19,<br />

s.247-8.; *Abdülkadir Karahan, ‘Tezkire’ ,İA, XII/1, s. 226-<br />

230; * Harun Tolasa, ‘‘Tezkire’’, Türk Ansiklopedisi, C.31, Millî<br />

Eğitim Basımevi, Ankara-1982, s. 161-163; *Yusuf Öz (Fars<br />

Edebiyatı), Mustafa Uzun (Türk Edebiyatı) ‘‘Tezkire’’, TDVİA.<br />

C. 41, İstanbul-2012, s. 68-73; *İskender Pala, ‘Ansiklopedik<br />

Divan Şiiri Sözlüğü’, Kapı yayınları, 18. Basım: Kasım 2009,<br />

s.456; *Abdülbaki Gölpınarlı, ‘‘Şuara Tezkireleri ve Tezkireciler’’,<br />

Aylık Ansiklopedi, Seri:2, I(İstanbul, Temmuz-1949), s.28-31;*<br />

Necati Elgin, ‘‘Şuara Tezkireleri’’,Konya Halkevi Kültür <strong>Dergisi</strong>,<br />

s.129-130 (Temmuz- Ağustos 1949); *Zeki Pakalın, ‹‘Tezâkir-i<br />

Şuara’’, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III,<br />

s.486-490;* Mehmet Halit, ‘‘Teskereler ve Teskireciler’’, Hayat,<br />

C.V, S.107, Ankara, 13 Kânunevvel 1928, s.44-45;* Doç. Dr.<br />

Mustafa İsen, ‘‘Divan Edebiyatında Bir Tür: Tezkireler’’, Millî<br />

Eğitim, S.90/Ekim-1989, s.22-26.<br />

8. Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif’in<br />

Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir Nüshası’’, Turkish<br />

Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara, s.2532.<br />

kent, site’’ [9] olarak ifade edilen şehir, tezkirelerde<br />

çoğunlukla şairlerin doğum-ölüm yerleri ve meslekleri<br />

olarak geçmektedir. Şehir, genel olarak şairlerin<br />

nerede doğduklarını ortaya koymaya yönelikken,<br />

bazen de tezkireciler tarafından coğrafî ve<br />

beşerî yönleriyle okuyucuya tanıtılır [10] .<br />

Şehirlere yönelik bilgilerin verilmesi, insanı etkileyen<br />

doğal ve beşerî faktörlerin tespitine imkân<br />

tanımaktadır. İklimin insan üzerindeki etkisi belirgindir.<br />

Coğrafî çevrenin, şairin hayatı ve yetişmesiyle<br />

ilgili olan bazı yönlerine de bazen değinildiği<br />

görülür. Şairin mizacının, şairliğinin, kültürel birikiminin<br />

coğrafî ve kültürel çevre şartlarıyla açıklanması,<br />

hatta değerlendirilmesi gibi bir anlayış ve<br />

tutuma ara sıra olsa rastlamak mümkündür.<br />

Divan şiiri, şehrin şairidir ve bütün kültürel<br />

birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir.<br />

Osmanlı sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve<br />

bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair<br />

de, İmparatorluğun merkezine doğru akar [11] ;<br />

çünkü tanınmanın, değer görmenin ve rahat yaşamanın<br />

en elverişli olduğu yerdir şehir. Ve bu<br />

çoğunlukla başkent olur. Osmanlının başkenti<br />

hüviyetinde olan İstanbul, bu açıdan, en çok ilgiyi<br />

çeken merkez konumundadır. Âdeta ‘Klasik<br />

Türk Edebiyatı’nın bel kemiği durumundadır.<br />

Ayrıca doğum yeri baz alındığında, tezkirelerde<br />

en çok şair çıkartan il özelliğine sahiptir. Şarkın ve<br />

İslam âleminin en önemli kültür ve eğitim mües-<br />

9. Güncel Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts/ ET:07-04-<br />

2013.<br />

10. Kitap-Tez: Prof. Dr. Harun Tolasa, ‘‘ Sehî, Lâtîfi ve Âşık<br />

Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve<br />

Eleştirisi’’, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yay., Bornova-<br />

İzmir 1983; Pervin Çapan, ‘‘18.yy. Tezkirelerinde Edebiyat<br />

Araştırma ve Tenkidi’’, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü, Elazığ 1993, 547s.(Basılmamış Doktora Tezi);<br />

Yrd. Doç. Dr. Filiz Kılıç, ‘‘XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair<br />

ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Akçağ Yayınları, Ankara<br />

1998,; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz, ‘‘Onaltıncı Yüzyıl<br />

Tezkirelerinde (Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızâde, Beyânî) Şairin<br />

Dünyası, Ankara, 2012. Makale: Doç. Dr. Pervin Çapan,<br />

‘‘Tezkirelerde İstanbul’un Ele Alınışı’’, İstanbul Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı <strong>Dergisi</strong>, C.31,<br />

2004; Yrd. Doç. Dr. Ömer Bayram, ‘‘Nevvab Tezkiresinde Şair<br />

ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Turkish Studies, Volume<br />

7/1, Winter 2012, Turkey; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz,<br />

‘‘Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri’’, Turkish<br />

Stadies, Volume 7/1, Winter 2012, Turkey; Dr. Aysun Ayduran,<br />

‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan<br />

Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’, bilig-12/ Kış-2000; Filiz Kılıç,<br />

‘‘Tezkireler Işığında İstanbul’’, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla<br />

VII Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğler (10-12 Mayıs 2003)<br />

Eyüp Belediyesi; Arş. Gör. Resul Kaya, ‘‘Tuhfe-i Nâilî’de Şair<br />

Kimlikleri’’, Turkish Studies, Volume 4/2 Winter 2009.<br />

11. Mehmet Narlı, ‘‘Şiir ve Şehir (Divan Şiirinden Cumhuriyet<br />

Şiirine)’’, Hece (Aylık Edebiyat <strong>Dergisi</strong>), Yıl:13, S.150/151/152,<br />

Haziran-Temmuz-Ağustos 2009, s.30<br />

104<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


seseleriyle donatılan, İslamın merkezi ve taht şehri<br />

olan İstanbul, Osmanlı devletinin her döneminde<br />

sanat ve kültür merkezi olma özelliğini korumuştur.<br />

Hemen her asırda Şark dünyasının çeşitli bölgelerinden,<br />

hatta yabancı diyarlardan ilim ve sanat erbabı<br />

Osmanlıdaki iltifata muhatap olmak için İstanbul’a<br />

gelerek saraya şiir sunmanın çabası içinde olmuştur.<br />

İstanbul’da bu zengin kültür hayatı, sadece İstanbul’la<br />

kalmayıp taşraya da uzanmıştır. Mesela Manisa,<br />

Kütahya ve Amasya gibi şehzadelerin bulundukları<br />

sancaklar, stratejik ve yönetim açısından önemli birer<br />

merkez olmalarının yanı sıra, şiir ve edebiyatında<br />

yaşandığı birer kültür muhitleridir. İstanbul’da ilim ve<br />

sanat adına yapılan çalışmalar, kısa zamanda buralarda<br />

yankısını buluyor, şehzadelerin çevresinde ilmî ve<br />

edebî bir mahfil, aydın bir kadro teşekkül ediyordu [12] .<br />

Tezkirelerde İstanbul için kullanılan kelime<br />

veya kelime grupları çeşitlidir: ‘İstanbul, Stanbul,<br />

mahrûse-i İstanbul, şehr-i İstanbul, Kostantiniyye,<br />

mahmiyye-i Kostantiniyye, mahrûse-i Kostantiniyye,<br />

Dârü’s-saltanat, Dârü’s-saltanatü’l-aliyye, Dârü’ssaltanat-ı<br />

Kostantiniyye, İslâmbol, şehr-i İslâmbol,<br />

dârü’s-saltane İslâmbolu’l-mahmiyye, Dârü’l-mülk,<br />

dârü’t-devlet, sevâd-ı a’zam, ümmüd’dünyâ’ gibi.<br />

İstanbul XVI (Sehî, Latifî, Hasan Çelebi, Ahdî,<br />

Beyanî), XVII (Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Asım,<br />

Güfti, Mucib) ve XVIII. (Safayî, Salim, Beliğ, Safvet,<br />

Ramiz, Silahdarzade, Esrar Dede, Âkif) yüzyılda yazılmış<br />

tezkirelerde:<br />

1. Hilafet merkezidir.<br />

2. Saltanat makamıdır.<br />

3. Faziletli, bilgili kişilerin/ sanatkârların yetiştiği,<br />

toplandığı, ilim, irfan yeri/ madeni/ beşiğidir.<br />

Her alanda söz sahipleri burada toplanırlar. Şehir, bir<br />

cazibe merkezidir.<br />

4. Talep, istek makamıdır.<br />

5. Şeref kazanılan ya da şerefi artıran yerdir.<br />

6. Hüma’ya yani devlet kuşuna veya mutluluğa<br />

yuva/mekân olan şehirdir.<br />

7. Tabiatın güzelliği/ havası misk gibi, suyu şerbet<br />

gibi tatlı/ iklimi yani âb u hevâsı latif’tir.<br />

8. Mahalleleri bereketlidir.<br />

9. Kaleleri sağlamdır.<br />

10. Kısacası bütün bu özellikleriyle İstanbul<br />

benzeri olmayan bir şehirdir.<br />

nasıl bir sosyo-kültürel zenginliğe, coğrafî güzelliğe,<br />

imkânlara ve siyasî konuma sahip olduğu tezkire-<br />

12. Yrd. Doç. Dr. Cevdet Dadaş, ‘‘Osmanlı Arşiv Belgelerinde<br />

Şairlere Verilen Câize ve İhsanlar’’, Türkler Ansiklopedisi. Yeni<br />

Türkiye yayınları. Editörler Hasan Celâl Güzel, Prof. Dr. Kemal<br />

Çiçek, Prof. Dr. Salim Koca. C.11 Ankara-2002, s.748-757.<br />

cilerce ifade edilmiştir.<br />

DİYARBAKIR:<br />

A)Tarih:<br />

Şehrin adı ilk olarak Asur hükümdarı Adad-Nirari<br />

I (M.Ö. 1310-1281)’den kalma bir kılıç kabzasında<br />

Amidi veya Amedi olarak yazılmıştır. XIII. yüzyıldan<br />

bu yana yazılmış bazı eserlerde Kara-Amid, bazılarında<br />

Kara-Hamid denildiği görülür. Dede Korkut<br />

Kitabı’nda ‘Hamid’ adı geçmiştir. ‘Kara’ sıfatı, şehri<br />

baştan başa kuşatan surların ve yapıların esmer bazalt<br />

taştan yapılmış olmasında takıldığı kabul edilmektedir.<br />

Kara- Amid adı bazı Arap tarihçilerinin eserlerinde,<br />

bu adın tercümesi olan ‘Âmid-i Sevdâ’ olarak yazılmıştır.<br />

İlkin Yukarı-Dicle bölgesine verilen Diyar-i<br />

Bekr adı, daha sonra ilin adı olmuş, yine Amid veya<br />

Kara Amid denilmeye devam edilmiştir. Daha sonra<br />

şehrin bu adı yavaş yavaş unutularak yerini XX. yüzyıl<br />

başlarından itibaren ‘Diyarbekir’e bırakmıştır [13] .<br />

‘Belde-i nur’, ‘belde-i ilm ü irfan’ olarak yorumlanan<br />

Diyarbakır’ın eski adı Amida olup, çeşitli rivayetlerle<br />

birlikte, kelimenin nereden geldiği kesin olarak<br />

bilinmemektedir. İslami dönemde bu isim Âmid şeklini<br />

almış ve XVII. Yüzyıla kadar hem şehir hem de<br />

onun merkez olduğu sancağın adı olarak kullanılmıştır.<br />

Osmanlılar döneminde bazen Kara Âmid adıyla<br />

anılan şehrin daha sonraki adı olan Diyarbekir ise<br />

Müslüman Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Tabîa<br />

Arapları’nın iki büyük kabilesinden biri olup Dicle<br />

kenarlarında yaşayan Bekir b. Vâil kabilesinin yayıldığı<br />

topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına<br />

dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı<br />

kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren<br />

kaynaklarda geçtiği tespit edilen Diyâr-ı Bekr<br />

Osmanlı hâkimiyeti döneminde Diyarbekir şeklini<br />

alarak Âmid şehri ve sancağı merkez olmak üzere teşkil<br />

edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII. Yüzyıldan<br />

sonra ise şehir merkezi için kullanılmaya başlanmış,<br />

1937’de Diyarbakır şekline çevrilmiştir [14] .<br />

Diyarbakır, bir taraftan çeşitli geçim kaynakları<br />

bulunan bir bölgenin merkezi, bir taraftan da ehemmiyetli<br />

yolların kavşağında olmasıyla, tarih boyunca<br />

gelişme imkânı bulmuştur. Aslında ilk çağlarda bile<br />

ana yollar üzerinde bulunan ticaret merkezi özelliğine<br />

sahipti [15] .<br />

13. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri ile Diyarbakır<br />

Tarihi’’, C.1 (Başlangıçtan Akkoyunlular’a Kadar), Nehir Matbaası,<br />

Ankara-1987, s.3-5<br />

14. ‘‘Diyarbakır (Nejat Köyünç)’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam<br />

Ansiklopedisi, İstanbul- 1994, C. 9, s. 464-5.<br />

15. ‘‘Diyarbakır’’ maddesi, İslam Ansiklopedisi, C.3, M.E.B.<br />

105<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


B)Kültürel Faaliyetler:<br />

Diyarbakır, Anadolu’da Müslümanlar tarafından<br />

ilk önemli merkezlerden biridir. Şehir, kültür<br />

merkezi vasfını koruyarak XII. yüzyıl başlarına kadar<br />

İslam dünyasının dördüncü önemli ilim ve edebiyat<br />

merkezi olmayı sürdürmüştür. Etnik ve dinî<br />

açıdan farklılığı, barışçıl bir zeminde bünyesinde<br />

toplamış ve sürdürmüştür. XI. yüzyıl sonlarından<br />

itibaren Türk yönetimine geçmiş, gelişimini sürdürmüş<br />

ve Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde önemli<br />

bir geçiş noktası özelliğini kazanmış, kendisine has<br />

bir ağız oluşturmuş.<br />

Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun<br />

bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin<br />

en büyük ve en önemli eyaletlerden birinin merkezi<br />

yapılması ve İran’a karşı yapılan savaşlarda üs ve kışlak<br />

olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp<br />

eski ihtişamını elde etti [16] .<br />

Coğrafi, ticaret ve siyasi özellikler kadar bölgenin<br />

bilim ve sanat ehlini yetiştirmesinin nedenleri<br />

arasında sanat hamiliğinin etkisi de göz ardı edilmemelidir.<br />

Diyarbakır’ın Osmanlı zamanında Beylerbeyliği<br />

merkezi olması, siyasi işleyişinin yanında<br />

bölgenin bilim ve sanat merkezi olarak öne çıkmasında<br />

da etkili olmuştur. Osmanlının başka bölgelerinde<br />

olduğu gibi Diyarbakır Beylerbeylerinin ve<br />

buralarda çeşitli zamanlarda valilik yapmış Paşaların<br />

da hami olarak çevrelerindeki ilim ve sanat ehlini<br />

desteklemeleri ve korumaları bu bölgedeki kültürel<br />

canlanmanın en önemli nedeni olarak düşünebilir<br />

[17] .<br />

‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler<br />

Sölzüğü’ [18] nde 40 şairle 5. sırada yerini almıştır.<br />

İstanbul Millî Eğitim Basımevi- 1988. Besim Darkot ve Mükrim<br />

H. Yınanç, s.601-625<br />

16. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları<br />

Üzerine’’, Yedi İklim, S. 35 / Şubat-1993.<br />

17. Tûba Işınsu İsen-Durmuş, ‘‘Diyarbakır’ın Bir Kültür<br />

Merkezi Olmasında Sanat Korumacılığının Rolü’’,<br />

‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,<br />

Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır<br />

Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, C.3, Ankara-2008.<br />

18. Kültür Ve Turizm Bakanlığı yayınları:942, Hzl. Doç.<br />

Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep<br />

Toparlı, Doç. Dr. Naci Okçu, Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabay.<br />

Ankara-1988. Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ndeki şair sayıları,<br />

şu kaynak eserlerden hareketle tespit edilmiştir: Mecâlisü’n-<br />

Nefâis, Mecmaü’l-Havâs, Heşt Behişt, Latîfî Tezkiresi, Ahdî:<br />

Gül-şen-i Şuarâ, Âşık Çelebi: Meşâirü’ş-Şuarâ, Kınalızâde Hasan<br />

Çelebi’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ’sı, Beyânî Tezkiresi, Riyâzü’ş-Şuarâ,<br />

Yümnî Tezkiresi, Rızâ Tezkiresi, Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Güftî:<br />

Teşrîfâtü’ş-Şuarâ, Mucîb Tezkiresi, Sâlim Tezkiresi, Safâyî Tezkiresi,<br />

Gül-deste-i Riyâz-ı İrfân, Nuhbetü’l-Âsâr li-zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr,<br />

Adâb-ı Zurefâ, Şefkat Tezkiresi, Ârif Hikmet Tezkiresi, Fatin:<br />

Hâtimetü’l-Eşâr, Esrâr Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si;<br />

Gelibolulu Âlî’nin Kunhü’l-Ahbâr, Abdurrahman-ı Hibrî’nin<br />

Edirne’de yetişen şairlerle ilgili olarak yazmış olduğu Enîsü’l-<br />

Diyarbakırlı şairlerin tespit için tekrar ‘Tezkirelere<br />

Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ne<br />

başvurulduğunda, ‘Diyarbakır’da doğdu.’ ifadesi<br />

çerçevesinde [19] 36; bugün Diyarbakır’ın ilçesi konumunda<br />

olan ‘Çermik’te doğdu.’ [20] ifadesiyle 1;<br />

‘Diyarbakırlı’dır.’ [21] ifadesiyle 1; ‘Diyarbakır’a yerleşti.’<br />

[22] ifadesiyle 3, ‘Diyarbakır…oğludur.’ [23] ifadesiyle<br />

2; Salim ve Safaî tezkirelerinde ‘Erzurum’da<br />

doğdu’ ğu kabul edilen Edib’in Ramiz tezkiresinde<br />

‘Diyarbakırlı’ [24] olduğu; Sehî ve Latifî tezkirelerinde<br />

‘Türkistanlı’ olarak gösterilen ‘Cemilî’ [25] nin de Fâzi<br />

dikkate alınarak Diyarbakırlı olduğu kabul edildiğinde<br />

bu sayı toplamda 45 olmaktadır.<br />

Şevket Beysanoğlu’nun üç ciltlik ‘Diyarbakır’lı<br />

Fikir ve Sanat Adamları’ adlı çalışmasında 4. yüzyıldan<br />

günümüze kadar Diyarbakır’da yetişen bilim<br />

ve sanat adamlarının sayısının 421 olduğu tespit<br />

edilmiştir. Bunların 174’ü bilim adamı, 288’i şair<br />

ve yazar, 5’i hattat, 8’i bestekâr ve 6’sı ressamdır [26] .<br />

‘Diyar-bakır’ ve ‘Âmid’ isimleri esas alınarak<br />

kimi tezkirelerdeki Diyarbakırlı şairlerin sayısı tespit<br />

edilmeye çalışıldığında şu tablo karşımıza çıkmaktadır:<br />

Müsâmirîn’i, Âkif Mehmed’in Enderun’da yetişmiş olan şairleri<br />

anlattığı Mir’âtü’ş-Şi’r’i ile bu eserlerin yazma nüshalarından<br />

yararlanılmıştır.<br />

19. Âkif (S.25; Kay:AH.), Çâkerî (97; Kay:Ram.), Emîrî<br />

(112-3;Kay:SAL.,BEL.,RAM).,Emnî (113; Kay:SA., SAL.),<br />

Emrî (114; Kay: SA., BEL.), Fâmî (127; Kay: SA., SAL., BEL.),<br />

Halîlî (175; Kay: S., L., AÇ, HÇ., B., K.), Hamdî (179; Kay:<br />

SA., SAL.), Hâmî (181; Kay:AS., RAM.,Ş.), Hâsim (189;<br />

Kay:SA., SAL.,RAM.), Humârî (215; Kay:A.), İsmet (231;<br />

Kay:FAT.), İzzetî (235; Kay:SA.), Kâmî (242; Kay:FAT.), Lebib<br />

(263; Kay:FAT.), Lebib (163; Kay:RAM.), Lebib (163; Kay:Ş.),<br />

Lebib (264; Kay:SAL.), Meâlî (277; Kay:SA., BEL.), Mesîhî<br />

(285; Kay:AÇ.,BEL.), Nigâhî (339; Kay:RI.,M.,BEL.), Nisbetî<br />

(345; Kay:SA.), Ömrî (355; Kay:AS.,G.,SA.,BEL.), Refî (376;<br />

Kay:AH.,FAT.), Sâfî (411; Kay:FAT.), Safvet (412; Kay: FAT.),<br />

Saîd (417; Kay:FAT.), Sîret (450; Kay:AH.), Şehdî (471; Kay:Y.,<br />

SA.,BEL.), Şöhretî (489-490; Kay:R.,F.,RI.), Şuhûdî (490;<br />

Kay:A.), Şûrî (491; Kay:SA.,SAL.,BEL.), Tufeylî (507; Kay:A.),<br />

Ülfetî (511; Kay:A.), Vahyî (518; Kay:RI.,M.,AH.), Vücûdî (532;<br />

Kay:SA.,BEL.).<br />

20. Fuzûlî (S.153; Kay:Y.)<br />

21. Yüsrî (S.540; Kay:SA.)<br />

22. Sünnî (Rumeli’ne bağlı Semendire’de doğdu, s.459-<br />

60, Kay:A.,HÇ.), Nazîf Süleyman (Diyarbakır’da mahkeme<br />

başkâtipliği ve bazı vezirlere divan kâtipliği görevlerinde bulundu,<br />

s.325; Kay:FAT.), Hakkî (Erzurum Hasankale’de doğdu.<br />

Diyarbakır Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlandı. Tillo’da<br />

öldü, s.172; Kay:FAT.)<br />

23. Lütfî (Diyarbakır müftüsü Ali Efendi’nin oğludur, s.268;<br />

Kay:FAT.), Ahmed (Diyarbakır Paşası olan İskender Paşa’nın<br />

oğludur, s.18; Kay:A.)<br />

24. Edib (s.106, Kay:SA.,SAL.,RAM.)<br />

25. Cemilî (s.87; Kay:S.,L.,HÇ.,K.,F.)<br />

26. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri İle Diyarbakır<br />

Tarihi’’, C.2 (Akkoyunlular’dan Cumhuriyete Kadar), Nehir<br />

Matbaası, Ankara-1990, s.674.<br />

106<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Tezkire Yazarı Tezkirenin Adı Ölüm K. Dönem T. Ş. S Diyarbakır<br />

XVI. YY.<br />

Sehî Bey Heşt-Behişt 1 (Bihişt, Sekiz Cennet) 1548 1400-1538 240 Yok<br />

Latifî Tezkire-i Şu’arâ 2 1582 140-1546 334 1<br />

Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şu’arâ 3 1586 1400-1585 640 1<br />

Ahdî Gülşen-i Şu’arâ 4 (Şairlerin Gül Bahçesi) 1593-4 1520-1563 381 1<br />

Gelibolulu Âlî Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı 5 1600 1299-1599 305 1<br />

XVII. YY.<br />

Rıza Tezkire-i Şu’arâ 6 1672 1591-1640 269 3<br />

Yümnî Tezkire-i Şu’arâ 7 1675 1600-1662 29 4<br />

XVIII. YY.<br />

Diyarbakırlı Mûcib Tezkire-i Şu’arâ 8 1726 1609-1710 107 1<br />

Safayî Tezkire-i Şu’arâ 9 1725 1640-1719 484 12<br />

Mirzazâde Sâlim Tezkire-i Şu’arâ 10 1743 1688-1722 423 7<br />

Bursalı İsmail Beliğ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr 11 1729 1620-1726 414 8<br />

Hüseyin Râmiz Âdâb-ı Zurefâ 12 (Zariflerin Âdabı) 1788 1720-1784 375 7<br />

Enderunlu Âkif Mir’ât-i Şi’r 13 (Şiir Aynası) 1779 17. yüzyıl 23 Yok<br />

XIX. YY.<br />

(Çaylak) Tevfik Kâfile-i Şu’arâ 14 (Şairler Bölüğü) 1893 1290-1873 281 4<br />

XX. YY.<br />

Mehmed Sirâceddin Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ 15 1924 1834-1907 76 4<br />

Ali Emirî’nin şu iki eseri de sadece Diyarbakırlı şairlere yer verilmiştir.<br />

‘Ali Emirî Esâmî-i Şu’arâ-yı Amîd 16 1924 XV.-1911 212<br />

‘Alî Emîrî Tezkire-i Şu‘arâ’-i Âmid 17 1924 79<br />

Evliya Çelebi 1655’te Diyarbakır’a gelmiştir<br />

[27] . Onun verdiği bilgilere göre Diyarbakır’da Fis<br />

Kayası’nın aşağısında bulunan nehrin iki yanı, güllük<br />

gülistanlık, bağ, bostan ve reyhan olduğu için<br />

yeryüzünde tanınmış bir dinlenme yeri olup her 5-6<br />

ay Diyarbakır halkının Şattü’l-Arab faslını ettikleri<br />

bir gezinti ve eğlence yeridir. Seyyah’ın yaklaşımında<br />

Diyarbakır’ın iklimi hoş olduğu için insanları güzel,<br />

şen şakrak, laubali kişilerdir. ‘Suyunun ve havasının<br />

tatlılığından dolayı halkı gayet zeki, çocukları gayet<br />

27. Ejder Okumuş, ‘‘Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde<br />

Diyarbakır’’, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,<br />

Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır<br />

Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara-2008. C. 1,<br />

s.173-186<br />

akıllı ve soyludur.’ demektedir. Gençlerin güzelliklerini<br />

de Diyarbakır’ın havasına bağlar. Diyarbakır’da<br />

düzgün ve sanatlı bir şekilde rahatlıkla konuşan kimseler<br />

vardır.<br />

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde: ‘‘Bu<br />

Diyarbakır’da nice yüz fasih ü beliğ şuarâ-yı kâmiller<br />

vardır ki, her biri Fuzulî ve Ruhî misaldir. Birçoğu ile<br />

hem enis ü celis olduk. Hakkâ ki emsalleri nâ mevcut<br />

birer zât-i fezâil-nümâdır // Bu Diyarbakır şehrinde<br />

yüzlerce şair ve üstün yetenekli insanlar yetişmiştir<br />

ki her biri, dilleri doğru ve kurallara uygun biçimde<br />

kullanmakta ve şiir yazmakta Fuzulî ve Bağdatlı Ruhî<br />

gibidirler. Birçoğu ile oturup konuşma mutluluğuna<br />

eriştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, benzerleri az<br />

bulunur erdemli kişilerdir.’’<br />

107<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


1890-94 yılları arasında Diyarbekir’de valilik yapan<br />

Giritli Sırrı Paşa’nın Diyarbakır için söylediği;<br />

‘‘Diyarbekirlilerden müctemi bir cemaatte gözlerimi<br />

bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum ya<br />

şair, ya münşidir.’’ [28] sözü burada hatırlanması gerekiyor.<br />

Diyarbakır’dan hareketle tezkirelerde şehirlere<br />

yönelik kullanılan ifadeler ve şairlerin sahip olduğu<br />

şair sayısını tespit edilmeye çalışılmıştır.<br />

Diyarbakır, Râmiz’in ‘Âdâb-ı Zurafâ’sında,<br />

Emîrî; ‘‘…medîne-i (şehir) Diyâr-ı Bekrden<br />

nümâyende-i (gösterici, görünücü) zuhûr (ortaya<br />

çıkma, görünme)…’’, Edîb; ‘‘…Âmidiyyyü’lasl…’’,<br />

Âgâh; ‘‘… Diyâr-ı Bekr dinmekle zebân-zed<br />

(söylenen, alışılmış) medîne-i Âmidde bir müddet<br />

kûşe-gîr-i ( köşeye çekilen) ikâmet (oturma) oldukda<br />

ol kazâ-yı şeref-fezânıŋ (şeref artırıcı) âb (su) ü<br />

hevâ-yı (hava) letâfet-efzâsına rağbet ve ahâlisinin<br />

sadâkatlerine meyl ü rağbet buyurmalarıyla …’’, Pîrî<br />

Efendi; ‘‘… Galatadan Sipâhî Mehmed Efendi yerine<br />

Diyâr-ı Bekr kâzîsı olup…’’, Çâkerî ‘‘Medîne-i<br />

28. M.Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent<br />

yay.İst.2007. ‘‘Diyarbekirlilerden müteşekkil büyük bir mecliste<br />

gözlerim kapalı olarak el yordamı ile o zevattan herhangi birini<br />

yakalasam! O muhterem zat: Ya âlimdir, ya şair, ya edipdir, ya<br />

hattatdır, ya musikişinasdır, ya büyük bir sanatkârdır ve tam manası<br />

ile begefendidir…’’. Prof. Dr. Mükremin Halil Yınanç da Diyarbekr<br />

için ; ‘‘Dünyada şehir mesahasına nisbetle en çok âlim, fazıl,<br />

edip, şair, musikişinas, hattat, sanatkâr, büyük insan yetiştiren şehir<br />

Amid’dir, Diyarbekir’dir…’’. Zübeyde Kırmızı, ‘‘Amid-i Nur’’,<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, s.211.<br />

Diyâr-ı Bekrden zuhûr…’’, Hâmî; ‘‘Fi’l-asl Diyâr-ı<br />

Bekr ahâlîsinden olup…’’, Rızâ Efendi; ‘‘…<br />

medîne-i Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle makzıyyü’lmerâm<br />

olmuşlar idi.’’, Çeteci ‘Abdu’llâh Pâşâ;<br />

‘‘Şehr-i mübârizân (kuvvetli münakaşaya kalkışanlar)<br />

ve makarr-ı (oturulan yer, karar edilen yer) dilâverân<br />

(yiğitler, yürekliler) olan şehr-i bî-misl (benzersiz,<br />

eşsiz) ü bî-akrân (benzersiz, eşi görülmeyen)<br />

olan medîne-i Diyâr-ı Bekre izâfe ile şöhret-karîn<br />

Çermik nâm kasabadan zuhûr…’’, ‘İzzî-i Dîger<br />

Re’îs-zâde; ‘‘Mevâlî-i ‘ızâmdan Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle<br />

mümtâz…’’, Lebîb; ‘‘Diyâr-ı Âmidden<br />

zuhûr…’’ örneklerinde olduğu gibi, ‘Diyâr-ı Bekr’<br />

veya ‘Âmid’ şeklinde şairlerin doğum veya yerleşme<br />

yerleri olarak geçmiştir.<br />

*<br />

Tezkire-i Mucibi’te sadece Vahyî’nin Diyarbakırlı<br />

olduğu şu şekilde yer almıştır: ‘‘Diyarbekrî<br />

‘Ömer Çelebî’dir.’’<br />

*<br />

Mehmed Sirâceddin ‘‘Mecma’-ı Şuarâ Tezkire-i<br />

Üdebâ’’sında şairlerden Hamdî; ‘‘Şehr-i Diyârbekr<br />

(Âmid)’dendir.’’, Nihânî; ‘‘Diyârbekr şehrinden<br />

zuhûr etmişdir.’’, Ahmed, ‘‘Diyâr-bekr şehrinden<br />

zuhûr etmişdir.’’, Güzârî, ‘‘Şehr-i Diyârbekr’dendir.’’,<br />

Râmiş, ‘‘Diyâr-bekr (Âmid) şehrinden<br />

zuhûr etmişdir.’’ şeklinde, sadece nerde doğduklarına<br />

yönelik bilgi olarak yer almıştır.<br />

Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiresinde doğum<br />

yerlerini veya yetiştikleri yeri takdim ederken: İstan-<br />

108<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


ul, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi, Üsküp, Serez,<br />

Gelibolu, Prizen, Manastır, Konya, Trabzon, Tire,<br />

Bağdat, Sinop, İznik, Akşehir, Rodos, Malakara,<br />

Şiraz … gibi kültür merkezlerini genellikle tanıtma<br />

yoluna gitmiştir. Tezkirelerde çoğunlukla Amid<br />

adıyla geçen bir bölge veya vilâyet adı olan Diyarbakır,<br />

Hasan Çelebî Tezkire’sinde Dicle ve Fırat nehrinin<br />

arasında kalan şehrin ikliminin güzel olduğu<br />

sadece bir şairin biyografisinde belirtilmiştir. Halili:<br />

Letafet-i ab u heva ile şöhre-i dehr ve makbul u<br />

memduh-ı Zeyd ü ‘Amr olan Diyarbekrdendür [29] .<br />

Kaynakça<br />

1. Mustafa İsen, ‘‘Sehi Bey Tezkiresi, Heşt Bihişt’’. Akçağ<br />

Yayınları, 2. Basım: Ankara-1998.<br />

2. Doç. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Latîfî Tezkiresi’’. Akçağ Yayınları,<br />

1.Baskı, Ankara-1999. Halîlî (s.203-4)<br />

3. *Hasan Çelebi, ‘‘Tezkiretü’ş-şu’arâ’’. Hzl. Aysun Sungurhan-Eyduran.<br />

Ankara-2009. T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı<br />

Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (www.<br />

kulturturizm. gov. tr adresinden) 3215 Kültür Eserleri;<br />

Halîlî (C.1, s.283-284).<br />

4. Süleyman Solmaz, ‘‘Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı’’. Atatürk<br />

Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, Ankara-2005 ve<br />

Ayrıca T. C Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve<br />

Yayımlar Genel Müdürlüğü (www. kulturturizm. gov. tr adresinden)<br />

3219 Kültür Eserleri. C.2, Tufeylî (S.208-209)<br />

5. Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür,<br />

Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını:<br />

S.:93. Tezkireler Dizisi-S.2 Hzl. Dr. Mustafa İsen. Ankara-1994.<br />

Halîlî (135)<br />

6. Gencay Zavotçu; ‘‘Rıza Rezkiresi (İnceleme-Metin),<br />

Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul, Mayıs-2009. Nigâhi (223),<br />

Şöhreti (271), Vahyî (283)<br />

7. Sadık Erdem, ‘‘Mehmed Sâlih Yümnî, Tezkire-i<br />

Şu’arâ-i Yümnî’’. Türk Dünyası Araştırmaları <strong>Dergisi</strong>, İstanbul-1988,<br />

s. 85-112. Şânî (97-8), Şehdî (99), ‘İzzetî (102),<br />

Fuzûlî (103),<br />

8. Kudret Altun, ‘‘Tezkire-i Mucîb (İnceleme-Tenkitli<br />

Metin-Dizin-Sözlük’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />

yayınları (Tezkireler Dizisi:3). 1. Baskı. Ankara-1997. Vahyî<br />

(62)<br />

9. Doç. Dr. Pervin Çapan, ‘‘Mustafa Safâyî Efendi,<br />

Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr)’’<br />

,İnceleme-Metin-İndeks; Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk<br />

Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını: 322, Tezkire Dizisi<br />

Sayı: 9; Ankara-2005. Mehmed (Emnî), Mehmed (Emîrî),<br />

Ahmed (Hamdî), İbrahim (Hâsim),Yahya (Şehdî), Hasan<br />

(Şûrî), Ömer (Amrî), İsmail (Fâmî), Mehmed (Me’âlî), Ali<br />

29. Dr. Aysun Ayduran, ‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir,<br />

Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’,<br />

bilig-12/Kış-2000, s.40-1.<br />

(Nisbetî), Ahmed (Vücûdî),Yüsrî. Kitabın 25-35 sayfaları<br />

arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir.<br />

10. Prof. Dr. Adnan İnce, ‘Tezkireü’ş-Şu’arâ/Sâlim Efendi’,<br />

Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür<br />

Merkezi Başkanlığı Yayını: 335; Birinci baskı Ankara-2005.<br />

Tokadî Mehmed Emin (Emîn-i Burusî-Eski Mahlası Sâdık),<br />

Mehmed (Emîrî), İbrahim (Hâsim-i Diger), Ahmed Çelebi<br />

(Hamdî-i Diger), Hasan Ağa (Şûrî), İsmail (Fâmî), Lebîb-i<br />

Diger. Kitabın 33-56 sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak<br />

şairlerin adlarına yer verilmiştir.<br />

11. İsmail Belîğ, ‘‘ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-<br />

Eş’âr’’. Hzl. Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu. Atatürk<br />

Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları. Ankara-1999. Tezkireler<br />

Dizisi:4 2. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara-1999.<br />

Âgâh, Emîrî, Abdülkerim (Şânî), Hasan Ağa (Şûrî), Yusuf<br />

Efendi (Şehdî), İsmail Efendi (Fâmî), Mehmed Çelebi<br />

(Me‘âlî), Ahmed Efendi (Vücûdî). Kitabın XV-XXXIV sayfaları<br />

arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer<br />

verilmiştir<br />

12. Sadık Erdem, ‘‘Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı’’. (İnceleme-Tenkitli<br />

Metin-İndeks-Sözlük), Atatürk Dil ve Tarih<br />

Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S.79,<br />

Tezkireler dizisi-S.1, Ankara-1994; Emîrî (S.11-2), Edîb<br />

(12), Çâkerî (59), Hâsim-i Dîger (65-6), Hâmî (72), Çeteci<br />

‘Abdu’llâh Pâşâ (Çermîk;215-6), Lebîb (260-1).<br />

13. *Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet<br />

Âkif’in Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir<br />

Nüshası’’, Turkish Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara.<br />

14. Mehmet Tevfik, ‘‘Kâfile-i Şu’arâ’’, Hzl. Fatma Sabiha<br />

Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu, Doğu Kütüphanesi,<br />

1. Baskı: İstanbul-2012. Mehmed, Emnî (Burnaz<br />

Mehmed Ağa), İbrâhîm (Hâsim), Ahmed (Hicâzî),Halîl.<br />

15. Mehmed Sirâceddin, ‘‘Mehmed Sirâceddin<br />

Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ’’. Hzl. Dr. Mehmet Arslan,<br />

Sivas-1994. Hamdî (43-4), Nihânî (65-6), Ahmed (70),<br />

Râmiş (97-9).<br />

16. *Ali Emirî , ‘‘Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmîd’’. Hzl. Galip<br />

Güner-Nurhan Güner. (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu),<br />

Anıl Matbba ve Ciltevi, Ankara-2003. Kaynak Eserler<br />

Dizisi: 2; *Hasan Yılmaztürk, ‘‘Esamî-i Şuara-yı Amid’’,<br />

Fatih Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman:<br />

Ali Fuat Bilkan, İstanbul-1999; *Kasım Hayber,<br />

‘‘Tezkire-i Şu’arâ-yı Âmid’’, Yüksek Lisans Tezi, Danışman:<br />

Ümit Tokatlı, (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu) Erciyes<br />

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul-1989;<br />

*Mehmet Arslan, ‘‘Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid’’,<br />

Yedi İklim IV/35 (İstanbul, Şubat-1993);<br />

17. ‘Alî Emîrî , ‘‘Tezkire-’i şu‘arâ-’i Âmid’’, C.1, Dersa‘adet,<br />

Matba‘-ı Âmidî, 1328 (١٤٢٨), Üç ciltten mürekkep<br />

olan kitabın ilk cildi olup ‘z’ harfine kadar ele alınmıştır. ■<br />

109<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


KEMAL BATMAZ<br />

AYDEMİR, Şerif, Çiçekten<br />

Harman Olmaz, Ötüken Neşriyat,<br />

İstanbul, 2013.<br />

Çiçekten harman olmaz ama<br />

okuyucunun gönlünü efil efil<br />

harmanlayan hikâyelerden oluşan<br />

bir kitap Çiçekten Harman<br />

Olmaz. Şerif Aydemir’in kalemi<br />

ömrün “aşk” ve “sevgi” tırnağında yer alan kısmını<br />

gönülleri eleyen bir dil yalınlığı ve akışkanlığı<br />

ile anlatmış. Dili öylesine rahat ki her<br />

cümlesinde her yargısında bir ata beyanı, atasözü<br />

inceliği var.<br />

İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />

65/3. 34433<br />

Beyoğlu/ İSTANBUL<br />

Tlf. (0212) 251 03 50<br />

PAYAM, Nazım, Ses Ve<br />

Yaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul,<br />

2013.<br />

“Şehrin oluşturduğu anafor;<br />

bazen değer düğümlerini<br />

öylesine gevşetiyor ki her şey<br />

kendiliğinden müflis ironiye<br />

dönüşüyor. “Ben”den başka hiçbir şeyi ciddiye<br />

almıyor insan. Balkona mahkûm çocuklar, geçkin<br />

bekârlar, bir başına bırakılmış ihtiyarlar,<br />

rezil yoksulluk ve yersiz yurtsuz hain ihtiras,<br />

sinsice zevklendiriyor onu. Küçük hesaplardan<br />

dolayı huzur vericilerini, huzur verecekleri hayatın<br />

kör kuyusuna itmekten çekinmiyor. Zaman<br />

zaman sorarım kendime: Acaba, derim,<br />

bencilliği insandan başka yeşertecek saksı var<br />

mı”<br />

Ses Ve Yaz, yazarın ikinci deneme kitabı.<br />

İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />

65/3 34433<br />

Beyoğlu / İSTANBUL<br />

Tlf. (0212) 251 03 50<br />

ÇETİŞLİ, İsmail, Şairin<br />

Diliyle Hz. Peygamber, Denizli<br />

Belediyesi Kültür Yayınları,<br />

Denizli, 2013.<br />

Değerli Hocam Prof. Dr.<br />

İsmail Çetişli’nin hazırladığı<br />

Şairin Diliyle Hz. Peygamber<br />

antolojisinin çıktığı haberini<br />

vermekten mutluluk duyduğumu belirtmek<br />

isterim. Antolojiyi yine kendisinin diliyle tanıtmak<br />

istiyorum:<br />

“…okuyucuya Tanzimat sonrası Türk şiirinde<br />

Hz. Peygamber konusunu kronolojik<br />

bir bütünlük içinde sunabilmek ve şairin O’na<br />

olan aşkını duyurabilmek amacıyla hazırlanmıştır.”<br />

ÇETİŞLİ, İsmail, Şiirimizde<br />

Peygamber ve Gül, Denizli Belediyesi<br />

Kültür Yayınları, Denizli,<br />

2013.<br />

Ömürlerin ve âlemin yegâne<br />

110<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


Gül’ü Hz. Peygamber şiirimizin en temel esin<br />

kaynaklarından biri. Prof. Dr. İsmail Çetişli<br />

Tanzimat’tan günümüze kadarki 150 yıllık dönemde<br />

Hz. Peygamber üzerinde odaklanan ve<br />

500 şairin kaleme aldığı 1600 manzumede gül<br />

metaforu veya sembolünün yeri; kullanılış sebebi<br />

ve tarzlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye<br />

çalıştığını ifade ediyor. Dileriz ki sevgisi kalbimizden,<br />

kokusu zihnimizden, rengi hayalimizde<br />

eksik olmasın. Rabbimiz, O Gül hürmetine<br />

çaresizliğimizi hoş görsün.<br />

DURSUN, Yusuf, Cennet<br />

Kapısı Çanakkale, Nar yayınları,<br />

İstanbul, 2013.<br />

“Atalar mirası aziz vatanda,<br />

Modern çağın çocukları yaşıyor.<br />

İş başa düşerse kullanmak<br />

için<br />

Süngüsünü koynunda taşıyor!” diyor yazar.<br />

Edebiyatımızda çocuklara yönelik eserler<br />

eskiye nazaran daha çok üretilmekte. İşin<br />

tarihî ve çocuklarımızı bilinçlendirici yönü de<br />

Yusuf Dursun gibi yazarlarımızın kalemiyle<br />

tamamlanmaya çalışılmakta. Cennet Kapısı<br />

Çanakkale, çocuklarımız için bulunmaz bir aidiyet<br />

bilinci oluşturacaktır diye düşünüyorum.<br />

İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />

65/3. 34433<br />

Beyoğlu/ İSTANBUL<br />

Tlf. (0212) 251 03 50<br />

YILDIZ, Kalender, Kuklacı, Sütun Yay.<br />

2013.<br />

martılar içinde göçmen kuşum<br />

ben<br />

kalsam yabancıyım gitsem<br />

sürgünüm<br />

Kalender Yıldız, uzun zamandır<br />

şiir yazan, şiir üzerine<br />

kafa yoran bir isim… Dergilerde yer alan şiirlerinin<br />

yanı sıra, Ümraniye Belediyesi’nin düzenlediği<br />

şiir yarışmasında birincilik ödülü de aldı.<br />

Uzun yılların ürünü olan kitabına Kuklacı<br />

ismini uygun görmüş.<br />

Kalender Yıldız şiiri için şu tespitte bulunabiliriz:<br />

Günlük güneşlik şiirler yazmıyor! Aslında,<br />

günümüz insanı gibi hızı seven, değerleri<br />

olduğu kadar yazılı-görsel her türlü ürünü<br />

oburca tüketen ve tabii ki unutan, okurlar için<br />

hazmı zor, kafa yorulması, durup düşünülmesi<br />

gereken şiirler yazıyor.<br />

Geniş zamana yayılan bu şiirler şairin değişen<br />

yahut gelişen şiir anlayışını da okura gösteriyor.<br />

Manas Yayıncılık’tan okuruna 11 yeni<br />

eser.<br />

2006 yılında kurulan Manas Yayıncılık son<br />

yayınlarıyla kültür hayatımıza 60’a yakın kitap<br />

kazandırarak Elazığ’da Türkiye’ye örnek teşkil<br />

edecek bir çalışmaya imzasını attı.<br />

Kültür ve sanat faaliyetleriyle sesini duyuran<br />

Manas Yayıncılık Ali Emîrî Efendi’ye<br />

Saygı programı çerçevesinde yine Ali Emîrî<br />

Efendi’nin aziz hatırasına yeni yayınlarını okuyuculara<br />

tanıttı.<br />

Ejderha Taşı, Harputlu Divan Şairleri, Harput<br />

Ağzı, Kurbağa Avcıları, Bin Beyaz Karanfil,<br />

Diyarbakır Müziği Ve Folkloru, Kördüğüm,<br />

Azebaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Elazığ İli Yer<br />

Adları Üzerine Bir İnceleme, Elazığ ve Yöresinde<br />

Ziyaret Yerleri, <strong>Bizim</strong> Şehrin Divaneleri.<br />

Bu sayımızda beş kitabı sizinle paylaşacağız.<br />

ONUR, M. Naci, Harputlu<br />

Divan Şairleri, Manas<br />

Yayıncılık, Elazığ, 2013.<br />

1988 yılında aynı adla birinci<br />

basımı yapılan eserin<br />

ikinci baskısı. Eserde16. yüzyıldan<br />

21. yüzyıla kadar Harput’ta yetişmiş 47<br />

111<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013


divan şairini ihtiva etmekte. Araştırmacılara<br />

büyük faydası olacağı inancıyla titiz bir çalışma<br />

ile ortaya konulmuş.<br />

KANTER, Necati, <strong>Bizim</strong> Şehrin Divaneleri,<br />

Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.<br />

Yarı belgesel olan hikâyeler bir şehri şehir<br />

yapan ayrıntıları saklıyor satırlarında.<br />

Eskimiş fotoğraflarıyla<br />

eskimeyen hatıralarımıza<br />

götürmeyi vaat ediyor yazar.<br />

Hikâyeler bazı eksiklikleri mi yoksa fazlalıkları<br />

mı anlatıyor, karar sizin.<br />

ÖZCAN, Tarık, Kördüğüm,<br />

Manas Yayıncılık, Elazığ,<br />

2013.<br />

“Kördüğüm'le kendi tekliğimi<br />

ortaya koydum." diyor<br />

şair Tarık Özcan. unvanlardan<br />

arınmış saf bir aşk, sevgi<br />

ve acının dili ile seslenmiş<br />

okura. Biricik olmanın dil ve şekil endişesiyle<br />

açılan her sayfada hissettiğimiz bir modern<br />

ve geleneksel kompleks meydana getirmiş<br />

‘Kördüğüm’le.<br />

ÜNLÜ, Şemsettin, Kurbağa<br />

Avcıları, Manas Yayıncılık,<br />

Elazığ, 2013.<br />

Hayatımızın derinlerinde<br />

kalmış kesitleri, en ince ayrıntısına<br />

kadar hatırlayıp masalsı<br />

bir dil ile anlatmış Kurbağa<br />

Avcıları’nda yazar. Dikkat etmeyene fazla bir<br />

şey söylemez belki ama yazarın dikkatinden<br />

kaçmayan kesitler var eserde acılara ve yokluklara<br />

dair.<br />

ÜNLÜ, Şemsettin, Bin Beyaz<br />

Karanfil, Manas Yayıncılık,<br />

Elazığ, 2013.<br />

Yazar, yazının tarih kadar eski ama şiirin<br />

daha eski olduğunu söylüyor. İnsanlık ile şiirin<br />

hep var olacağını ekliyor. Zaten sanatçının temel<br />

gayesi de bir şekilde “var” ile “yok”u işletmek<br />

değil mi Sözün bittiği yerde dile gelmez<br />

mi şiir! Yazar en eski sanat şiir ile konuşmuş<br />

Bin Beyaz Karanfil’de. Okurken dinlemek de<br />

okuyucudan…<br />

Manas Yayıncılık<br />

Kitap İsteme Adresi:<br />

Nailbey Mah. Vali Fahribey Cad. Huzur İş<br />

Merkezi No:1 Kat:5/14 ELAZIĞ<br />

Tlf/Fax. (0424) 2371315<br />

e-posta: manasyayincilik@hotmail.com<br />

ÜLGER Nevzat,<br />

Osmanlı’nın İktisat Mantığı.<br />

Dünyanın sayılı devletlerinden<br />

birini inşa ederek değişmelerin<br />

zirve yaptığı sanayi<br />

devrine rağmen uzun süre<br />

ayakta kalmayı başarmış bir<br />

Osmanlı Devleti’nin ve onun elitinin benzeri<br />

az bulunur bir meritokrasi (zeka ve kabiliyeti<br />

ölçüsünde yükselme) içinde zekayı<br />

her türlü beşeri değerin doruğunda tutmakla<br />

ünlü vasıfları ile günümüze sıradan tarihçinin<br />

dahi rahatlıkla fark edebileceği çelişkileri<br />

idrak etmemiş olmasına ihtimal verilemez.<br />

Öyle ise Osmanlı olaylara bizim anladığımız<br />

çözümlerle yaklaşmıyor. Aksine olayı normal<br />

karşılıyordu.<br />

Osmanlıların ekonomiyi bilmedikleri değil,<br />

aslında en iyi bildikleri şeyin ekonomi<br />

olduğu anlaşılmıştır.<br />

Ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri<br />

iddiası tamamen asılsız çıkmıştır.<br />

Aslında ticareti teşvik edilen ve korunan bir<br />

sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme<br />

sistemindeki ayrıcalıklı kalem konumu<br />

ortaya çıkmıştır.<br />

İsteme adresi:<br />

Nevzat Ülger<br />

Sürsürü Mah. Mimberli Sk: No: 13<br />

A/4 Elazığ<br />

112<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2013

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!