Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Muhterem Okurlar,<br />
Elinizdeki sayımızın dosya konusu Şehir ve Şair.<br />
Şehir, en çok şaire yakışır. Bir ressam şehirliyse<br />
şehrin rengi, bir şair şehirliyse şehrin sesi değişir. Bu<br />
ittifakı bir kenara itelesek de şehre dair renk ile sesin<br />
nitelik ve nicelik açısından diğer yerleşim birimlerinkini<br />
üçe beşe katladığı gerçeğini bir kenara öyle kolay<br />
kolay iteleyemeyiz.<br />
Şehrin gittikçe yoğunlaşan, yoğunlaştıkça da<br />
giriftleşen ilişkiler ağında, vatandaşlıktan ötesi ve<br />
istatistiki verilere dâhilinden başka yönü olmayan bir<br />
insanın devinimi bile şehrin şairi için temadır. Caddeler,<br />
sokaklar, parklar, bahçeler, meydanlar, otobüs ve<br />
minibüs durakları, beklemeler, mesai çıkışları, köşe<br />
başı dilencileri şair için ilham perisidir. Çok katlı<br />
alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden<br />
çıkarak aynalı ve lambalı vitrinleri önünden geçerken<br />
cansız mankenlerin fısıltılarını da duyar. Orhan Veli’nin<br />
duyduğu ve gördüğü gibi:<br />
Dikilir köprü üzerine,<br />
Keyifle seyrederim hepinizi.<br />
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,<br />
Şıp diye geçer köprünün altından;<br />
Kiminiz düdüktür, öter;<br />
Kiminiz dumandır, tüter;<br />
Şehir yazılmaya ne kadar müsait ve hazırsa şair de<br />
yazmaya…<br />
Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şehir ve Kitap”<br />
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet<br />
olunuz.<br />
<strong>Bizim</strong> Külliye
Şehir ve şair<br />
NAZIM PAYAM<br />
Anka, varlığını<br />
tescilleyip kendisine<br />
veya ilgisine bir yuva<br />
arasaydı her hâlde,<br />
hâlden anlayan<br />
İstanbul’u seçerdi.<br />
Yedi tepesinden<br />
birine konar,<br />
çöreklenir, hayat<br />
ağacını tüylerinin<br />
rengiyle süslerdi.<br />
İçindeki kuşları<br />
salıverip ruhunu<br />
kanatlandıracağı<br />
inancıyla ediplerimiz<br />
de öyle yapmıyor<br />
mu<br />
Kader denilen pusula<br />
Mevlana’yı Belh’ten,<br />
Şems’i Tebriz’den<br />
getirtip nasıl Konya’da buluşturduysa,<br />
keşke beni de üç<br />
günlüğüne de olsa eserlerini<br />
okuduğum o büyük dehaların<br />
şehirlerine götürseydi. Onlar,<br />
hangi atmosferin çocuğudurlar, duygu çıbanlarını<br />
kimler sıkmıştır Boyunları neden kurgu<br />
düşlerinde asılı kalmış Ayrıcalık şairde<br />
mi, şehir de mi Bilmek, öğrenmek isterdim.<br />
Bu, hâlâ şiddetinden sarsıldığım bir arzudur.<br />
Kuşkusuz, hayatı kuşatan hâlleri sarsıcı öngörüleriyle<br />
anlatan o insanların mekânını<br />
yaşadığıma dair tanık göstermekten çekinmezdim.<br />
Kırk yıl önceydi, çarşılarında, camilerinde<br />
bir hizaya ve ruha dâhil edilen yerli güzelliklerimizin<br />
yüksek numunelerinden mülhem<br />
İstanbul’a ilk adımı attığımda, aklıma gelen<br />
Fatih’ti. Ama ben bu yeryüzü cennetini elimde<br />
“Kendi Gök Kubbemiz”le dolaşmış, semtlerin<br />
adını, hatırasını Yahya Kemal’in hülyasıyla<br />
anmıştım. Görmediğim, gezmediğim<br />
yer kalmasın, kuruntusundaydım: Yetmedi…<br />
3<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
“Kandilli’den Çubuklu’ya çıktık gezintiye<br />
Yalnız kürek sadâsı gelen bir kayıktayız.”<br />
…<br />
“Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle,<br />
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle”<br />
…<br />
“Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!<br />
Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!”<br />
…<br />
“Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,<br />
Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimârı<br />
Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı”<br />
…<br />
“Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye…”<br />
“Silkin ve sakin ol! dedim âvâre gönlüme.”<br />
Bugün değilse yarın, bu şehirde değilse bir<br />
başka şehirde aradığın en uzun, en içli, ölümsüz<br />
hikâyeyi bulur, kıyısından, köşesinden bir biçimde<br />
ona dâhil olursun. İlla İstanbul’da diyorsan, o<br />
başka. Ömrün oldukça uğrar, ararsın. İstanbul,<br />
şairler, yazarlar payitahtı. Daha nice edip, hatırasının<br />
nemli sayfalarını açmış seni bekliyor. Yalnız<br />
onlar mı Divitinden mürekkep damlayan postnişin<br />
de…<br />
Münzevi günlerimde sezmiştim: İnsan mucizesini<br />
hiçbir müdahaleye dayanmaksızın huşuyla<br />
izleyen İstanbul’un bir başka büyüsü de<br />
herkesin geceye gömüldüğü saatlerde iki baş<br />
bir gönül olanlara uzlet zenginliği taşımasıydı.<br />
Burada gökten denize düşen yıldızlar, usul usul<br />
tepelere tırmanır, oradan kimsesizlerin, yoksulların<br />
evine, otel odalarına iner, selam verir, selam<br />
alır. Ardından, onları minaresinden, hisarından,<br />
çeşmelerinden akanla bir başlarına bırakır. Muhabbet,<br />
sabaha dek sürer. İnsana unutturulan şey<br />
uyumaktır. Hastası, elgini, ihtiyarı; tevekkülün<br />
edindirdiği uyumla bakar hayata.<br />
Yahya Kemal’in tespitidir: “İklimden anlayan<br />
gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski<br />
semtlerinden herhangi birini, mesela: Koca<br />
Mustâpaşa semtini yahut Eyüb’ü yahut Üsküdar’ı<br />
yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza<br />
eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i<br />
bir hüküm vererek der ki: “Bu halk bu iklimde<br />
ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden<br />
ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”<br />
Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgisine<br />
bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan<br />
İstanbul’u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar,<br />
çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi.<br />
İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı<br />
inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor<br />
mu<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar da Yahya Kemal’le<br />
İstanbul’da buluşmuştu. Yahya Kemal, konuğunu<br />
uzun süre yanında tutmuş, yalnızca çeşme başlarında<br />
soluklanmak kaydıyla ona şimdilerde harap<br />
olmuş han, hamam, külliye ve kuleleri gezdirmiş,<br />
eski edebiyatımızda kısım kısım nadasa bırakılmış<br />
bu Müslüman Türk şehrini; İstanbul’u, bir<br />
bütün olarak ve yeniden fethedercesine işlemişti.<br />
Sonrası malum: Üstadın Aziz İstanbul’una<br />
karşılık Tanpınar’ın Beş Şehir’i…<br />
Eserini kalp yağmuruyla yoğuran, cümlelerini<br />
mazi ateşiyle pişiren, noktasını elmasla, alyansla<br />
süsleyen bu Yahya Kemal tilmizi, şehrengizler<br />
meclisine girdiğinde o vakte kadar üç beş semtin<br />
tapusuyla caka satanlar, usulca oradan ayrılırlar.<br />
Yine kapılar İstanbul’da açılmıştır. İstanbul yine<br />
sevdalı kalemlere serzâkirlik etmiştir. Ve yine<br />
Anadolu’nun yerine yakışan gürbüz kalemleri boş<br />
yerleri doldurmakta gecikmez. İşte “Uzun Çarşının<br />
Uluları”, “Altıncı Şehir”, “Yedinci Şehir”,<br />
“Kanatsız Kuşlar Şehri”, “Harput Şehrengizi”,<br />
“Geçmiş Zamanın Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri”…<br />
Üstümüzden çıkardığımız ile üstümüze giyindiğimiz<br />
arasındaki fark, renkler solmayınca<br />
sezilmiyor. Ancak kabına sığmayan coşku daima<br />
yeniden doğar.<br />
Bizler mizacımızın bahşettiği zevk meşguliyetiyle<br />
toplumun bir parçası oluruz. Yeni, dediğimiz<br />
şeyler de bu zevk meşguliyetiyle topluma<br />
sızar. Yeniyi topluma sızdıracak şahsiyetli<br />
parçanın elzemi ise muhittir. Nice kalem erbabı,<br />
evvelinden oluşturulmuş muhitinin eseridir; hele<br />
taşrada! Taşrada erbabın inadı, ciddiyeti, ölçüsü<br />
ve bardağı taşırması evvelkilerden gelir. Sokağa,<br />
mahalleye, oradan şehre açılan pencereler zevke<br />
sindirilen merak ve heyecan iledir. Zaten istikbale<br />
emek sarf etmeye namzet yetenekleri, günübirlik<br />
uğraşlardan kurtaran da meraktır, heyecandır.<br />
Artık bugünün muhipleri, mazide kalan hayatın<br />
tarihini, musikisini, şiirini bir başka muhibbe<br />
ulaştıracak yolu bulmuşlardır.■<br />
4<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
DOLDURDUM BARDAĞIMA<br />
BÜTÜN İSTANBULLARI<br />
1.<br />
Bir şadırvanın yorgun gölgesinde<br />
Üşüyen erguvanlara düşüyorsa soğuk nefesim<br />
Kan ter içinde bekler adımlarım<br />
Halatı kopmuş vapurların güvertesinde<br />
Evleri devrilmiş bütün sokaklarda<br />
Islık çalmadan yürüyorum<br />
Sarmaşıklar arasından yükseliyor ayın on dördü<br />
Tunçtan sabahları özlüyorum döşümdeki atlasın<br />
Bu şehir beni hiç sevmedi<br />
Martılar ve güvercinler uğramadı çatılarıma<br />
Tuhaf bir ihanetle kucakladı minareler gölgemi<br />
Türküler söyleyen dudağımdaki taşlardan korudum<br />
Adımlarıma yapışan kaldırımları<br />
İstanbul çizdim avcuna yağmur bakışlı çocukların<br />
Her sabah kurşun kubbelerde gerinen güneşi tanıyorum<br />
Denize düşmüş ağlarda kıvranan istavritin sancısını<br />
Daracık sokaklardan ağzı açık caddelere akan<br />
Ürkek babaların şaşkınlığını<br />
Ağlamalarını anlıyorum hoyrat elde gün görmemiş annelerin<br />
İç denizinde boğulan tepelerini diri çıkmış sabahların<br />
Yüzü sızlayan İstanbul’u<br />
Şehre her girişimde bir İstanbul daha kalıyor geride<br />
Yaralanmış sevgililer yarım sesler kır kahveleri<br />
Sahilden bir yalı çekiyorum en olmadık yerlerde<br />
Kurt yeniği ahşaplar dökülüyor sırlı tarihinden dizelerin<br />
Eliböğründelere yaslanmış içli bir İstanbul türküsü<br />
2.<br />
Şimdi dedim<br />
Lale zamanıdır<br />
Vurdum adımlarımı hırçın Marmara boyunca<br />
Birbirine benzeyen kahkahalar yükseldi çiçek tarlalarından<br />
Güneş kavuran surların gölgesinden geçtim<br />
Düştüm şerbet serinliği maviliğine dalgaların<br />
Utangaç sesiyle ısındım nargilenin marpucundaki közde<br />
3.<br />
Tutsak Yedikule’de zindana iki sevgili<br />
Bu iki sevgili ki İstanbul kadar tarumar<br />
5<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Gemiler dolusu şahmeran geçer sokaklardan<br />
Yahya Kemal’den şiirler dökerek kaldırımlara<br />
Kıyıya vuran sirenler ürkütür vapurlarını bile<br />
Pörsümüş dubalarını döver dalgaların inadı<br />
Kimde İstanbul olur mavnadan düşen balık<br />
Ve kimden sorulur cumbaların sessiz isyanı<br />
Bilirim nice yazlar geçer uzaktan el sallayarak<br />
Şebnem titrer lalenin savrulan yelesinden<br />
Uyur İstanbul’un bütün seyip yüzleri<br />
Yitik bir şiirde ancak bulurum yönümü<br />
4.<br />
“bağlamaz firdevse gönlüni galata’yı gören”<br />
Ciğerlerine çekmişse İstanbul’un efsunlu dumanını<br />
Ve almışsa balkonlardaki menevişlerin işaretini<br />
Her âşık<br />
Şaşırır yolunu gidip durduğu sevgilinin<br />
Aydınlık ve karanlık birbirine tutunmuş<br />
Geçerken yüzlerce yıldır şadırvanlı sokaklardan<br />
Kızaran ufukla birlikte açarak gözlerini camiler<br />
Yani o Müslüman taşlardan yapılmış camiler<br />
Biraz daha İstanbul olur her gün doğuşunda<br />
Bilirsiniz belki ancak şehir konuşur<br />
Geceyi gündüze bağlayan bütün zamanlarda<br />
Ay bölünmüş olsa da bıçak sırtlı minarelerle<br />
Canlı cansız ne varsa oturur yerli yerinde<br />
Dokunursunuz bazen şehrin alınyazısına<br />
Bilinmedik suçlar kuşatır küçücük dünyanızı<br />
İstanbul’da düşer sırrı bütün aynaların<br />
Ağrıyan coğrafyaların mehlemi saklıdır serviliklerde<br />
Çaresiz uykusundan bilerek uyanmaz Ayasofya<br />
Ve sürekli kanar maskelenmiş gözleri<br />
Kimse görmez<br />
Şifreli gözyaşlarıyla kovalar Cenevizli korsanları<br />
Ağlayan yanlarını saklayarak hepinizden<br />
Tan yeri evliya mezarları<br />
5.<br />
Doldurdum bardağıma bütün İstanbulları<br />
İntihara meyilli bulutları sıkarak avcumda<br />
Yatıştırdım öfkeden kudurmuş yanlarımı<br />
Şimdi masmavi bir düşün tam ortasında<br />
Çiziyorum kadim hüsranlarını kilitsiz hisarların<br />
Ve oturup çarmıhtaki Boğaz’a karşı<br />
Ağrıyan yanlarından seviyorum İstanbul’u<br />
ÖZCAN ÜNLÜ<br />
6<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
JULIET’İN BORDO ELBİSESİ<br />
Annesi seçerken kumaşını Juliet hiç oralı olmadı<br />
Bordo ipek mermer masadan kalktı<br />
Masa da: mermer ve pirinç dikkatli okur<br />
Saçlarını tararken hizmetçi, başka günler elbisesini giydirirken<br />
Juliet aynı Juliet mi<br />
Ağzını bıçak açmaz<br />
(Shakespeare İngilizcesinde yoktur bu deyim<br />
Anlatanın tasarrufu, ha tamam)<br />
Diken istenilen günde bitirdi<br />
Annesinin dileği<br />
Juliet kan içinde, kara içinde, sarı içinde<br />
Elbise bordo, kurdele, neşe içinde<br />
Bir parçası balkonda takılı kaldı gece<br />
Juliet bilir mi, bilmez<br />
Kalbi malum, aklı korku, umudu çirkin cüce<br />
Arkası kin, önü karanlık<br />
En çok sen sobelenirsin Juliet<br />
Romeo’yu öyle görünce<br />
Bordo elbise zehir oldu Juliet’e<br />
Bunların tamamı ve daha fazlası<br />
Aslı’nın bir düğmesi değil midir<br />
SEVAL KOÇOĞLU<br />
7<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
MUSTAFA SİNAN KAÇALİN*<br />
ile dil üzerine<br />
Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki<br />
bir Rus romanını okuyor mu Evet, okuyor. Biz<br />
Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,<br />
okuyamıyor muyuz Asıl problem budur.<br />
Bir kere Türk olmayı kültür manasında<br />
reddetmeyi bir marifet biliyoruz.<br />
TANER NAMLI<br />
Mustafa Sinan Kaçalin<br />
1957 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi<br />
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden<br />
mezun oldu. 1990 yılında doktor oldu. 1983-1990 yıllarında<br />
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi<br />
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde görev yaptı.<br />
1987-1989 arasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından<br />
Macaristan’da Lóránd Eötvös Üniversitesi Türk Dili<br />
Kürsüsünde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildi.<br />
Aynı sürede Szeged József Attila Üniversitesi Altayistik<br />
Kürsüsünde çalıştı. 1989’de Marmara Üniversitesindeki<br />
görevine döndü, 1994-1999 arasında yardımcı doçent<br />
unvanıyla öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998’de doçent<br />
oldu. 1998’de Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi<br />
Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. 2000-2002 yıllarında<br />
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />
Fakültesi Türkoloji Bölümünde misafir öğretim üyesi<br />
olarak görev yaptı. 2006 yılında Profesör oldu. 2010<br />
Şubat 25-Temmuz 11 tarihlerinde Pekin Minzu Üniversitesi<br />
Uygur Dili ve Edebiyatı Fakültesinde Karahanlıca,<br />
Harezmce ve İslam kültürü ve dilinin Uygur diline tesiri<br />
konularında yüksek lisans ve doktora dersleri verdi.<br />
Hâlen Türk Dili Kurumu Başkanlığını yürütmektedir.<br />
Hocam, öncelikle bir dil âlimi olmanız ve<br />
elbette Türk Dil Kurumu Başkanlığı göreviniz<br />
dolayısıyla Türkçenin bugünkü sorunlarını<br />
tespit etmenizi isteyerek sohbetimize başlamak<br />
istiyorum.<br />
Türkçenin sorunu yok. Türkçeyi konuşanların<br />
sorunu var. Türkçenin konuşulmasında,<br />
Türkçeyi kullananlar arasındaki başlıca sorun,<br />
bilgiyi bizlere dışarıdan taşıyan çift dilli mütercimlerden<br />
kaynaklanıyor. Asıl problem budur.<br />
Herkes belediyenin hassasiyetini dil kurumuna<br />
mal ediyor. Ne olacak bu sokaklardaki tabelalar!...<br />
Haftada bir aynı soru, aynı dikkat. Bu<br />
aslında dikkatsizlik ve bilgisizliktir. Ve dert yananın<br />
kendisi de yabancı tabelalı mağaza açıyor,<br />
ilgi gördüğünü söylüyor ama bunu yine sorun<br />
gibi görüyor. Sorun bu değil. İki sorun var: Birinci<br />
sorun, mütercimlerimizin dili bozuk. İkinci<br />
sorun, Türkler olarak Türkçe konuşan, Türkçe<br />
yazan atalarımızın metinlerini okuyamama<br />
* Türk Dil Kurumu Başkanı<br />
8<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
cehaleti içindeyiz. Başka sorun yok.<br />
Dilde yozlaşma bahsinin amaca hizmet etmeyen,<br />
sun’î birtakım tartışmalar etrafında<br />
döndüğünü söyleyebilir miyiz<br />
Bu bir sosyal problemdir. Ben bir şey biliyorum,<br />
insanlarımız da farkına varsın, şuurlanalım<br />
diye bazı konular gündeme getirilir. O ayrı mesele.<br />
Konuyu gündeme getirdiğini sanan kişi,<br />
konunun yirmi beşinci kere gündeme getirildiğinin<br />
farkında değil. Uyuyarak gündeme getiriyor<br />
meseleyi. Tabela meselesini anlatıyoruz. Yirmi<br />
gün sonra, ne olacak bu tabelalar, bu sokakların<br />
hâli. Bir hafta sonra yine aynı soru. Sorduğu<br />
zaman dinlemiyor, bir başkasının sorduğunu da<br />
takip etmiyor. Tabelaları belediye ruhsatı engeller.<br />
Biz ne yapabiliriz ki. Size şöyle söyleyeyim.<br />
Siz gıda uzmanısınız diyelim. Tıp fakültesinde<br />
çalışıyorsunuz. Gıdaların içine bozulmayı engelleyici<br />
ilaç katıldığında, bunun sağlıksız<br />
olduğunu biliyorsunuz. Çorba, sulu yemekler,<br />
sağlıklı yemekler yenmesi gerekiyor; tost, gazoz<br />
gibi şeylerle beslenmek iyi değildir, bunu biliyor<br />
ve söylüyorsunuz. Çocuğun biri şişman, bu hastalığın<br />
içine girmiş, böyle beslenmekten dolayı<br />
vücut dengesi bozulmuş; bir elinde gazoz, bir<br />
elinde kaşarlı tost. Bak evladım, yeme, diyor musunuz<br />
ya da deme yetkiniz var mı O da diyor<br />
ki, sana ne amca, canım böyle istiyor. Ben beslenme<br />
hekimiyim, dikkat etmek zorundasın deseniz,<br />
amca, işine git demez mi Aynı şey dil noktasına<br />
gelince, ne olacak sokaktaki tabelaların hâli, nereye<br />
gidiyor bu dilimiz. Çok köylüce ve amiyane<br />
bir şekilde, bu dil nereye gidiyor diyorlar. Bu dil<br />
nereye gidiyor biliyor musunuz: Senin ağzındaki<br />
dil iyi bir yere gidiyorsa, bu dil iyi bir yere gider.<br />
Sen başkasıyla uğraşma, kendinle uğraş demek<br />
lazım. Tekrar başa dönüyoruz. Asıl problemimiz,<br />
bize bilgiyi taşıyan mütercimlerin dilinin<br />
bozuk olmasıdır. İlk problemimiz bu. İkinci<br />
problem şu: Biz atalarımızı reddediyoruz. Sözlüğe<br />
bakmadan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın<br />
hayattayken yazdığı bir metni okuyabilen insanı<br />
şimdi bulamazsınız. Hüseyin Rahmi çok eski<br />
değil. Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene<br />
önceki bir Rus romanını okuyor mu Evet, okuyor.<br />
Biz Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,<br />
okuyamıyor muyuz Asıl problem budur. Bir<br />
kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi<br />
bir marifet biliyoruz. Eskiden lafıyla birçok<br />
şeyi reddetme durumuna girdik. Eskiden diyerek<br />
araya çizgi koyuyoruz, yeni abuk sabukluğu<br />
ikame ediyoruz. Mesela, fersûde kâğıt diyoruz.<br />
Affedersiniz ne dediniz, diyor. Kullanılmış kâğıt<br />
deyince anlıyor. Fersûdeye ne oldu da kullanmıyorsun.<br />
Mükerrer nüshaları şuraya ayır diyorsun,<br />
ne diyorsunuz diyor. Ne oldu Nerde sıkıntı<br />
var Niye mükerreri kullanmıyoruz Tekrarlı mı<br />
diyeceğiz yani Yineli nüsha mı diyeceğiz Benim<br />
atamın kullandığı bir dil bu. Ben önce atamdan,<br />
anamdan bu dili öğreniyorum. Sonra kalkıyorum,<br />
ayaklarım yere bastığı zaman diyorum ki,<br />
benim atam bu dili bilmiyordu ve bu dili değiştiriyorum.<br />
Geçmiş olsun. Yaşam diye bir kelime<br />
çıktı. Yaşamaktan yaşam diyorlar, peki kanamaktan<br />
kanam var mı Denemekten deneyim<br />
var. Ama yaşamaktan yaşayım yok. Masa başında<br />
uydurulmuş, türetilmiş bir kelime. Hiçbir<br />
Türk’ün konuşmadığı bir kelime. Bizi ne Doğu<br />
Türkistan’la ne Batı Trakya’yla bağlantı hâline<br />
sokmayan acayip bir ucube. Kullanıyorlar, kullandırıyorlar.<br />
Burada bir yanlışlık var, düzeltelim<br />
diyorsun artık yerleşti diyorlar. Peki, hayat<br />
kelimesi yerleşti de, ona yerleşti demiyorsun da<br />
son on senedir yerleşmiş olan yaşam kelimesine<br />
niye yerleşmiş diyorsun. İnsanın önce yaptığımız<br />
mesleğe saygısı olur. Bir şey söylendiği zaman<br />
mesleğe hürmeti olur. Diyorsun ki burada bir<br />
yanlış var, sana sormadım diyor. Tamam, bana<br />
sormuyorsun ama benim dilimi konuşuyorsun.<br />
Yaşam diye bir kelime yok. Doğal diye bir kelime<br />
yok. Doğmaktan doğal varsa, gitmekten de<br />
gidel diye bir kelime olmalı. Doğmaktan doğal<br />
varsa eğer, gidel ne demek, gelmekten gelel ne demek<br />
Asıl problem, atamızın dilini ve kendimizi<br />
reddetmektir. Hele bazı Türkçe eğitimcileri. Bir<br />
şeyler konuşuyorlar, anlayamıyoruz. İşitsel, görsel…<br />
Yahu bir kumaş ya yünlüdür ya pamukludur.<br />
Ona göre onu sıcak suya sokarsın, yoksa büzüşür,<br />
acayip bir şey olur. Şimdi bu kelime fiil mi<br />
isim mi İlk önce onu anlayalım. Bu ek isme mi<br />
geliyor, fiile mi geliyor Fiile de getiriyorlar, isme<br />
de getiriyorlar. Öyle şey olur mu ya Görmekten<br />
görsel ama kamudan kamusal. İsme de gelen fiile<br />
de gelen ek olmaz. Geçmiş olsun diyorum tekrar.<br />
Bu Türkçeyle bir şey olmaz. Türkçe bitirilmiştir.<br />
9<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bitmiştir demiyorum, bitirilmiştir…<br />
Bu yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün<br />
görünmüyor mu<br />
Konuşanlar düzeltsinler. Silahla, emir komutayla<br />
düzelmez. En güzel Türkçe, köyde<br />
konuşulan Türkçedir. Köydeki Türkçeye saygılı<br />
olacağız. En güzel Türkçe eski Türkçedir. Eski<br />
Türkçeye saygılı olacağız. Köyde hangi nine, oğlum<br />
askere gitti de epeydir iletişemedim, ah bir iletişsem<br />
diyor Hangi nine böyle konuşuyor<br />
Türkçenin estetiği, zarafeti de kayboluyor.<br />
Türkçe maalesef bitti, yok artık. 1930’dan<br />
önceki hangi metni koysak, sözlükle okuyamıyorlar.<br />
Hiçbir Türk devletinde okul diye bir kelime<br />
yoktur. Herkes mektep der. Mektebe ne oldu<br />
da mektebi attık dilimizden. Attırdılar. Onu bir<br />
anlayalım önce. Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan<br />
mektep diyor. Bir Türk birliği kuracağız<br />
diye bir yaygara tutturuyoruz. Hiçbir Türk’ün<br />
kullanmadığı Türkçeyi kullanıyoruz. Hangi<br />
Türk dilinde doğal var Ondan sonra diyoruz ki<br />
ne olacak bu Türkçemizin hâli. Ya sen, Türkçeyi<br />
yatırıp besmelesiz kesmişsin. Sonra diyorsun ki<br />
bu et yenir mi Kesen sensin, karnı aç olan sensin,<br />
cevabı sen vereceksin.<br />
Ama denetim Türk Dil Kurumu’nun vazifelerinden<br />
değil mi<br />
Türk Dil Kurumunun böyle bir yetkisi yok.<br />
Asayişin korunması savcılığın vazifesidir. Suçu<br />
savcılık takip eder, polis değil. Ama biz savcı emriyle<br />
hareket eden polisi zannederiz ki suçu takip<br />
ediyor. Hâlbuki polis de savcı emrindedir. Türk<br />
Dil Kurumu ne yapacak Ey Türkler! Türkçeyi<br />
güzel kullanın mı diyecek Aynı zamanda problem<br />
yayın organlarında, televizyonlarda. Reklam<br />
çıkıyor, koşul diyor. O reklamı hemen keseceksin.<br />
Nasıl kullanırsın koşul kelimesini Türkçe<br />
değil. Müdahale edebiliyor muyuz Hayır, edemiyoruz.<br />
Türkçeye büyük hizmetler eden mahallî<br />
dergilerimiz var. Bir asır öncesinden bugüne<br />
Genç Kalemler, Küçük Mecmua dergileri<br />
gibi. Sadece edebiyatımıza, kültürümüze<br />
değil dilimize de önemli katkılar sağladılar,<br />
sağlamaya devam ediyorlar. Taşra dergilerinin<br />
üstlendikleri vazifeler hakkında<br />
kanaatleriniz nelerdir<br />
Halk evlerinin çıkardığı dergiler gibi… Bunlar<br />
iyi ve güzel adımlardır. Ben genelde eskiyle<br />
uğraşıyorum, yeniyi zaruretten takip ediyorum.<br />
Şunu söyleyebilirim, abuk sabuk yazmak insanı<br />
meşgul eder, yazmakta da emek ve seviye olacak.<br />
Emek ya bilgi açısından ya sanatkâranelik<br />
açısından olacak. Mahallî dergiler her yerde çimenlik<br />
her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu<br />
10<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su<br />
gibidir. Her yerde bu güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik,<br />
30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra<br />
ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat<br />
olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman<br />
olmalıdır.<br />
güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik<br />
mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini<br />
icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki<br />
olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum.<br />
Ama kalite her zaman olmalıdır.<br />
Kurumun bu dergileri taltif etmesi gerekmez<br />
mi Sadece maddi anlamda değil, kurum<br />
nasıl destek olabilir kültür ve edebiyat dergilerine<br />
Bu çok güzel bir şey. Böyle yapmamız lazım.<br />
Niye yapamadık İşte, kurumun kanunu çıkmadı,<br />
kurum şöyle bir rayına oturamadı gibi birtakım<br />
problemlerle karşılaşıldı. Mesela sadece<br />
belge vererek maddi destek verilmez. Benim şahsi<br />
kanaatimce taltif edilmelidirler ve kurum olarak da<br />
buna sıcak baktığımızı söyleyebilirim.<br />
Kültür hayatımızda Divanü Lügatit Türk’ü<br />
yazan Kaşgarlı Mahmut ve onu tekrar hayatımıza<br />
kazandıran Ali Emiri Efendi gibi insanlar<br />
yetiştirmişiz. Günümüzde de böyle üretici<br />
ve nakledici insanlara muhtacız. Bu dil şuurunu<br />
ve edebiyat sevgisini yeni nesle nasıl sevdireceğiz<br />
Osmanlı kaside yazana para ödüyordu. O<br />
adam caizeyi aldığı zaman, o kışı çıkarıyordu,<br />
onunla yaşıyordu. Kilisli Muallim Rifat merhuma<br />
Keşfüzzunun’un yeni baskısını hazırlatmışlar. Maarif<br />
Vekâleti bu işte Kilisli Muallim Rifat’ı tavzif<br />
edelim demiş. Karşılığında da şu konağı veriniz.<br />
Bugünkü hâliyle konak dediğimiz şey bahçeli villa.<br />
Villada kaç kişi oturuyor, hepimiz apartman dairelerinde<br />
oturuyoruz. Eğer rahat ve büyük bir apartman<br />
dairesini öyle bir evin bugünkü karşılığı<br />
sayarsak, adam beş sene çalışıyor ve bunun karşılığında<br />
bir ev alıyor. Bugün adam bir meslek<br />
sahibi ama üç senede beş senede bir evi alamıyor.<br />
Osmanlı, bir ev alacak parayı, dili kullanan<br />
sanatkâra aktarıyordu. Bunun karşılığı bugün şu:<br />
Tebrik ederiz, kazandınız, iki yüz elli bin liralık<br />
çekinizi size takdim ediyoruz. Bu işlerin karşılığı<br />
olmasın mı Akıllı zekâlı çocuklar mimar,<br />
mühendis olacak. Ondan sonra arta kalan ikinci<br />
tabaka çocuklar sosyal bilimleri seçecek ve bu<br />
sosyal bilimlerin karşılığındaki taltif ücreti de<br />
asgari ücret olacak. Sen de bu adamdan başarı<br />
bekleyeceksin. Böyle bir şey olmaz. Rağbet ve<br />
taltif olacak. Eğitimimize sıra geldiği zaman maalesef<br />
para yok. Mütercim Asım’ın Kamus’u, iyi<br />
bir kitaptır diyoruz ama çocuk hocam satılmıyor,<br />
diyor. Satılmıyorsa, ben vermeliyim. Sınıfımda<br />
kırk kişi varsa, kırk tane Mütercim Asım’ın<br />
Kamus’u olmalı. Dekanlıkta bunun tahsisatı<br />
olmalı. Sen kimya bölümüne şu tozdan, tuzdan<br />
alıyorsun, tıp bölümüne aletler alıyorsun, ama<br />
Mütercim Asım’dan kırk tane kitap alırken<br />
kırk dereden su getiriyorsun. Nasıl olamayacağını,<br />
tahsisatın olmadığını, bir tane kitabın<br />
yeteceğini, bizden başka da bu kitabı isteyenin<br />
olmadığını, bu kitabın fotokopisinin olup olmayacağını<br />
söylüyorlar. Bana işimin nasıl yapılamayacağını<br />
anlatıyorlar. Ondan sonra da<br />
diyorsunuz ki bu işi nasıl başaracağız Elimizin<br />
altında hiçbir sözlük ve kıymetli eser yok.<br />
Sadece filan yayınevinin bastığı bir Türkçe<br />
sözlük. Sonra bununla Türkçemizi ilerleteceğiz.<br />
Mümkün mü Değil tabi. Paranın biraz<br />
da kültüre akıtılması lazım.<br />
Hocam, <strong>Bizim</strong> Külliye dergisi adına teşekkür<br />
ederiz.■<br />
11<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
M. KAYAHAN ÖZGÜL<br />
ile edebiyat ve şehir üzerine<br />
Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa<br />
verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr’in<br />
şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle<br />
kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine<br />
has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin<br />
medeniyet hazinesine ekleyebilendir.<br />
A. FARUK GÜLER<br />
M. Kayahan ÖZGÜL<br />
1961 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi<br />
Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümünde lisans, Gazi<br />
Üniversitesinde lisansüstü eğitimini tamamladı.<br />
Hâlen Gazi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir.<br />
Yayınlanmış çalışmalarından bazıları:<br />
Halid Fahri Ozansoy, Hayatı ve Eserleri<br />
(1986), Hersekli Ârif Hikmet, Hayatı ve Eserleri<br />
(1987), Leskofçalı Galib, Hayatı ve Eserleri<br />
(1987), Yenişehirli Avni, Hayatı ve Eserleri<br />
(1990), Türk Edebiyâtında Siyâsî Rûyâlar (1993,<br />
2004), Resmin Gölgesi Şiire Düştü-Türk Edebiyatında<br />
Tablo Altı Şiirleri (1997), Helvacı-zâde<br />
Muharrem Hasbi, Hayatı ve Eserleri (1998), Osman<br />
Nevres, Hayatı ve Eserleri (1999), Kandille<br />
İskandil (2003, 2013), XIX. Asrın Benzersiz Bir<br />
Politekniği: Münif Paşa (2005), Dîvan Yolu’ndan<br />
Pera’ya Selâmetle-Modern Türk Şiirine Doğru<br />
(2006), Seke Seke Ben Geldim (Sekmeler-I ve II)<br />
(2008), Son Jön Türk Kalesi: Ahmed Kemâl Akünal<br />
(2010), XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli<br />
Olarak Encümen-i Şuarâ (2012), Babille Ebabil<br />
(2013)...<br />
Modern Türk edebiyatı üzerine yapmış<br />
olduğunuz çalışmalarınızı çok kıymetli buluyor<br />
ve bunlardan istifade ediyoruz. Çalışmalarınızda<br />
ediplerimizin mekânla, şehirle<br />
ilişkileri üzerine tespitlerinizi ifade ediyorsunuz.<br />
Şairlerin, şehirleriyle ve şehirlerle<br />
olan münasebeti hakkında bize neler söyleyebilirsiniz<br />
Aman efendim, çok lütufkârsınız. Aklım<br />
erse ve gücüm yetse, bir kıymet ifade edecek<br />
çalışmalar yapmak isterdim. Kıt bir kabiliyetle<br />
ancak bu kadarı yapılabiliyor. Yine de iyi niyetiniz<br />
için teşekkür ederim.<br />
Şehir dediniz, değil mi Şehir çok önemlidir;<br />
zira şehir umrandır, umran da medeniyet...<br />
Şehirleşememiş kavmin kültürü olur da medeniyeti<br />
olmaz. “Medenî” olmak, “medîne”si,<br />
şehr’i olmaktan geçer. “Şehr” kelimesi Farsça<br />
da olsa, bir yandan “şar” ile akraba, diğer<br />
yandan “şöhret” ile köktaş gibi görünüyor gözüme...<br />
Siz şehri alır veya kurarsınız; sonra da<br />
şehir sizi koynuna alır ve yeni baştan kurgular.<br />
12<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Abdülhak Hâmid gibi söylersem, “bedevî” ile<br />
“medenî”nin farkı işte buradadır. İlki tabiata<br />
râm olur, ikincisi şehre... Medenîleşme’nin bir<br />
tarifi de insanın tabiata hükmünü geçirme isteğinde<br />
galebe çalmasıdır ve şehir, tabiat güçlerini<br />
yenerek yahut dizginleyerek ortaya çıkardığımız<br />
mekândır. Bu manasıyla şehir, tabiata<br />
karşı kazanılan savaşın zafer tâkıdır.<br />
İyi de şehri kuranların zaten şehir kuracak<br />
kadar medenî olduklarını düşünmek daha doğru<br />
olmaz mı<br />
Gelenekli çağlarda kimse şehir kurmamıştır.<br />
Bir yerin iklimini, suyunu, toprağını,<br />
istihkâmını beğenir; kabilenizi ve hayvanlarınızı<br />
oraya getirip binalarınızı dikersiniz.<br />
Evlerden başlayarak ihtiyacınızı karşılayacak<br />
mektep, mescit, pazar gibi mekânları da inşa<br />
edersiniz. Lâkin ortaya çıkan sadece bir köy<br />
olur. O mütevazı yerin sakinleri, medenîleşme<br />
yolunda verdikleri mücadeleyi köylerine yansıttıklarında,<br />
köy yavaş yavaş gelişmeye başlar.<br />
Yanlış anlaşılmasın, köyün umranca gelişmesinden<br />
bahsediyorum; nüfusunun artmasından<br />
değil... Aleve gelen pervaneler gibi, şehirleşme<br />
ışığı taşıyan yere zaten insanlar akacak ve nüfus<br />
fırlayacaktır. Geçen yıl, otomobilimin radyosundan<br />
kulağıma çalınan bir şarkıda,<br />
Büyüyünce şehir olur köyler<br />
Köylüler de şehirliler<br />
deniyordu. İnanılmaz cehalet! Her civcivin<br />
büyüyünce mutlaka hindi olacağını söylemek<br />
kadar aptalca değil mi Hayır efendim, her köy<br />
büyüyünce şehir olamaz; belki kasaba olur,<br />
hatta kent de olur; fakat şehir olmak başka<br />
donanımlar taşımayı gerektirir. “Şehrî” olmanın<br />
kendine has prensipleri vardır; hele “hemşehrî”<br />
olma bilincini aşılamayan hiçbir kent<br />
şehir değildir.<br />
Bugün adı “büyükşehir belediyesi” olan pek<br />
çok yerde şehir kültürüne tesadüf etmek mümkün<br />
değilken, bir avuç sakiniyle şehir olmayı<br />
başarmış pek çok yer biliyorum. Sözün gelişi,<br />
Damat İbrahim Paşa’nın Muşkara’yı “Nevşehir”<br />
adıyle mamur etmesi, orayı şehir saymak için<br />
yeterli midir Bunun Batman veya Düzce’nin<br />
il yapılmasından ne farkı var Bir coğrafyayı<br />
kent yapan, vali tarafından yönetilmesi olabilir;<br />
ama, bir kenti şehir yapan, medenîleşme<br />
mücadelesidir ve onun tarihî etkilerini görebilmek<br />
için büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur.<br />
Şehir, bir mahallin mülkî-idarî adı değil;<br />
tarihî ve antropolojik kökleri olan bir kültürel<br />
toplaşmanın mekânda beliren medenî sistematiğidir.<br />
Hiçbir zaman şehir sayılamayacağını<br />
bilmeme rağmen, benim gözümde ve gönlümde<br />
Harput’un her zaman bir şehir olması bundandır.<br />
Bir köyü medenîleştirip şehir yapanlar,<br />
yetiştirdiği yöneticileridir, kanaat önderleridir,<br />
feylesoflarıdır, mimarlarıdır, sanatkâr<br />
ve zanaatkârlarıdır; fakat son noktada, artık<br />
bir şehir olup olmadığını belirleyen turnusol<br />
kâğıdı şairleridir. Ne zaman ki şairler, içinde<br />
yaşadığı yere methiyeler düzmeye başlamış;<br />
bilin ki, orası ya şehirdir ya da şehirleşme yolunda<br />
ilerlemektedir. Klasik edebiyatımızdaki<br />
şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma<br />
beratları diye anlıyorum. Şehr’in şöhret’le bağını<br />
biraz da buralardan hareketle kurmak<br />
mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has<br />
kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin<br />
medeniyet hazinesine ekleyebilendir. Viyana<br />
ekolü, amel-i Dımışkî, Parisienne hayat, Erzurum<br />
barı, Horasan erenleri, Londra Kulesi,<br />
Kayseri mantısı, sebk-i İsfahânî, Uşak halısı,<br />
Nişâburek makamı gibi bir şeyler...<br />
Şehirle şairin ilişkisi simbiyotiktir. İlk<br />
adımda, şairi şehir yetiştirir, şehri de şair büyütür.<br />
İkinci adımda, şairi şehir büyütür, şehir<br />
de şairi ölümsüzleştirir. Sonuncu adımda ise,<br />
şair şehirde ölür; şehir de onu ölümsüzleştirir.<br />
Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti<br />
İstanbul’da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş<br />
bir şair hatırlıyor musunuz Soruyu tersine<br />
çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk<br />
etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un<br />
üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih<br />
edildiğini hiç gördünüz mü<br />
İyi de bunu şehir kültürünün baskınlığıyla<br />
mı açıklamalı<br />
Hayır, şehirlerin şiir kültürünün de<br />
Âsitâne’nin şiirine bağlanma gayretleriyle açıklanmalı.<br />
İstanbul herkes için modeldir. Şehirler<br />
İstanbul’a gıpta eder; şehirliler İstanbulluya...<br />
Anadolu’dan, kızına İstanbul, oğluna Üsküdar<br />
adını vermiş birkaç aile tanıdım; hatta oğlu-<br />
13<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul’da<br />
da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor<br />
musunuz Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz,<br />
köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un<br />
üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç<br />
gördünüz mü<br />
nun adına binalar diken bir müteahhidin Üsküdar<br />
Apartmanı’nda oturmuşluğum da var.<br />
İstanbul bir zamanlar Türk’ün kızıl elması idi,<br />
sonraları da “aksâ-yı emel”i olmayı hep sürdürdü.<br />
Bir yerlerde “İstanbul’dan bakınca her<br />
yer taşra görünür ama, taşradan bakınca İstanbul<br />
içre görünür” demiştim. İstanbul, sadece<br />
İstanbulluya nikâh düşmeyeceğini düşünüp<br />
güzelliklerini de sadece ona göstermeye hazır<br />
bir nâzenindir. Taşra şehirlerinin onunla ilişkisi,<br />
sonu hiç mutlu bitmemiş ve bitmeyecek<br />
bir gül-bülbül hikâyesi... Ona benzemeye çalışmazsanız<br />
sizi mahremi yapmaz; lâkin ona<br />
benzerseniz de kötü taklidi olduğunuzu düşünüp<br />
burun kıvırır. Dedim ya, müşkülpesent bir<br />
nâzenindir. Şair olarak ondaki gelişmeleri takip<br />
eder, onun meselelerini meseleniz bilir, yeniliği<br />
onda görür, İstanbul Türkçesi ile yazarsınız;<br />
yine de yaranamazsınız. Çok uzağa gitmeden,<br />
<strong>Bizim</strong> Külliye’ye bir bakın. Bir Elâzığ dergisinde<br />
Elâzığ pek az; ama her satırında İstanbul’un<br />
entelektüel dikkatleri, poetik meseleleri, dili,<br />
kültürel zenginliği var.<br />
Öyle ama...<br />
Affedersiniz, niyetim gayet hâlisane... Sözlerimden<br />
bu durumu eleştirdiğim manasını<br />
çıkarmayın lütfen. Bin yıllardır hep olagelen<br />
budur. İster Yenice-i Vardar’da yaşasın, isterse<br />
Bağdat’ta, gelenekli edibin kıblesi de hep<br />
İstanbul’du. Güçlü bir kırılma yaşanmadıkça,<br />
şimdi de bu durumun değişmesi için bir sebep<br />
yok. Mahallî şehir kültürleri elbette önemlidir;<br />
lâkin o kültür, tabii merkez olan İstanbul’a<br />
bağlandığında daha da önemlidir. Çaylar ırmağa,<br />
ırmaklar denize kavuşmalıdır. Umman<br />
nehirlerle beslenir beslenmesine de bunu hiç<br />
itiraf etmemek meşrebi gereğidir. İstanbul,<br />
asırlar boyunca, kocaman bir Türk coğrafyasından<br />
akan kültürel zenginliğin bütün hamulesini<br />
taşır.<br />
Genelleyerek konuştuklarımızı biraz<br />
daha daraltalım ve Yahya Kemâl’le İstanbul<br />
örneği üzerinde konuşalım. Yahya Kemâl’in<br />
şiirlerinde İstanbul’a, İstanbul’un semtlerine<br />
ve bu semtlerdeki mimariye, sanat eserlerine<br />
karşı bir hayranlık duygusu ön plana çıkıyor.<br />
Bu hayranlık duygusu, bu mekânların<br />
ve eserlerin fiziksel güzelliklerine olduğu<br />
kadar, arka planda, tarihî ve kültürel özelliklerine<br />
yönelik olarak da kendini gösteriyor.<br />
Ayrıca İstanbul’dan hareketle bütün<br />
bir Türk coğrafyasının medeniyet tarihini<br />
onun şiirlerinden okumak mümkün. Yahya<br />
Kemâl›in «şehir”le olan münasebetini nasıl<br />
bir çerçeveye yerleştiriyorsunuz<br />
Yahya Kemâl şair olmaktan önce, bir şehir<br />
adamıdır, hatta “şehir-adam”dır; hayatının<br />
dönem noktalarını Üsküp, Paris, İstanbul,<br />
Varşova, Lizbon, Madrid, Karaçi gibi şehirler<br />
belirler. Doğduğu topraklar hariç, hepsi de<br />
nehirlerin beslediği umman şehirler... Sözgelimi,<br />
mebusluğunu yaptığı Urfa, Yozgat, Tekirdağ<br />
gibi şehirler onun hayatında bir kilometre<br />
taşı olmayı başaramazlar. Aynı şekilde,<br />
Ankara da onun için bir şehir değeri taşımaz;<br />
çünkü resmen bir şehir sayılsa da henüz şehir<br />
kültürü olmayan bu kasaba, şairi hiç etkilemez.<br />
Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü<br />
sevdiğini söylediğinde, hiçbir Ankaralı çıkıp<br />
da “Biz de en çok, Yahya Kemâl’in İstanbul’a<br />
dönüşünü seviyoruz.” demez. Niçin Çünkü<br />
Türk medeniyetinin Kâbe’sini sevdiği için bir<br />
şairi suçlamak kimsenin aklından geçmez. Da-<br />
14<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
hası, Ankaralılar da ondan farklı düşünmezler.<br />
İstanbul’un şehrengizini de Yahya Kemâl yazmıştır<br />
denebilir.<br />
Yahya Kemâl de İstanbul’un turnusol<br />
kâğıdıdır. Şehre ve onun temsil ettiklerine körlemesine<br />
bir hayranlıkla bağlı değildir; kendince<br />
sevme sebepleri ve bu sebepleri doğrularken<br />
şiirin çok dışına taşan bir sistematiği vardır.<br />
İstanbul’u bir laboratuvar nesnesi gibi semtlerine<br />
parçalar, ayrıştırır ve her parçasını aynü’lyakîn<br />
bilmek için, o koca gövdesini ayaklarına<br />
ve bastonuna yükleyip kilometrelerce yürümeyi<br />
göze alır. Tarihî yarımadayı Topkapı surlarına<br />
kadar dolaşır; Anadolu yakasını sahil boyunca<br />
karış karış bilir. Şehri bir bilim adamının titizliğiyle<br />
incelerken, tarihi, coğrafyası, sanat tarihi,<br />
sosyal ve demografik manzarası gibi pek çok<br />
farklı unsuruna soğukkanlılıkla yanaşır. Nihayet,<br />
son hükmünü verdiğinde de hayranlığını<br />
şiirleştirir: “Görmedim gezmediğim, sevmediğim<br />
hiçbir yer” Turnusol kâğıdı artık muhabbetin<br />
rengini almıştır.<br />
Yani Yahya Kemâl’in İstanbul sevgisinin<br />
akılcı, hatta ilmî bir yanı olduğunu mu söylüyorsunuz<br />
Evet, tam olarak bunu söylüyorum. Şairimiz,<br />
asla gözüne perde inmiş romantiklerden<br />
olmamıştır. Sevgisinde hem tutkulu hem temkinlidir.<br />
Teslim olurken bile şuurludur. Ondaki,<br />
“niçin” sorusuna rahatça verilecek cevapları<br />
olan bir sevgidir. İstanbul’u<br />
da biraz böyle sever; önce<br />
aklı, sonra kalbiyle... Mütareke<br />
yıllarının Dârülfünûnunda<br />
şairin talebesi olan Tanpınar,<br />
onun sınıfta coğrafya ile tarihi<br />
birleştiren bir milliyet anlayışı<br />
telkin ettiğini söyler ki,<br />
bu anlayışın mikro örneği de<br />
İstanbul’dur. Şair, İstanbul’u<br />
Roma’nın üstüne kurmuş olmamızın<br />
tarihte “muzâaf bir<br />
kıymet”i olduğunu düşünür.<br />
Aksaray, Çarşamba, Karaman<br />
(şimdiki Fatih) gibi ayrıştırdığı<br />
semtlerin her biri, Osmanlı<br />
coğrafyasının dört bucağından<br />
getirilerek iskân edilen Türklerden<br />
oluşturulduğundan, İstanbul’u “bütün<br />
vatanın muhassalası” yahut Banarlı’nın deyişiyle<br />
“Türkiye özeti bir belde” olarak görmek için<br />
iyi sebepleri vardır. Dolayısıyla, İstanbul’u sevmek,<br />
onda vatanı sevmeye eş bir mânâ kazanır;<br />
her semt milliyetimizin birer timsali olur.<br />
Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyyetimiz<br />
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız<br />
biz.<br />
Yahya Kemâl’in tümevarımcı metodu,<br />
İstanbul’u semtlerine göre parçalara ayırır.<br />
Şair “Türk İstanbul”da, “Bir semtten diğerine<br />
geçerken, bir yıldızdan diğer yıldıza geçmiş<br />
kadar başkalık duyulurdu.” diyor. Ona göre<br />
“Koca Mustâpaşa” tâ fetihten beri “mü’min, mütevekkil,<br />
yoksul”, ama “hüznü zevk edinenler”in<br />
yaşadığı semt olduğu için sevilmelidir. Eyüp,<br />
her adımda ahireti hatırlamamızı sağlayan bir<br />
“ölüm şehri”dir. Mimar Sinan’ın “kemâl merhalesinde<br />
binâ ettiği” Süleymaniye Câmii “milliyetimizin<br />
en büyük âbidesi”dir ve adını verdiği<br />
semti de kendine benzetip âbideleştirir. Anadolu<br />
ve Rumeli hisarları Türk’ün gücünü, Topkapı<br />
surları ataklığını, Küçüksu ve Göksu neşesini,<br />
Kâğıthane Deresi zevkı ve şevkı ifade eder.<br />
Üsküdar ise, İstanbul’un fethinin şahidi olduğu<br />
için, gıpta edilmeğe lâyıktır. Gerçi şair, köhne<br />
Üsküdar’ın dost ışıklarına hep karşı yakadan<br />
bakmıştır; ama yine de kendini Üsküdarlılara<br />
pek yakın hisseder.<br />
15<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim,<br />
Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim.<br />
“Yeni Bir Ufuk” yazısında, İstanbul toprağının<br />
her köşesinde Türk ruhunun bir başka safhasını<br />
bulduğunu söylerken gayet samimidir. Bir<br />
seferinde Kanlıca için “Yalnız bu semti sevmek<br />
için ömrümüz kısa” derken, bir başka seferinde<br />
de bütün İstanbul için “Sâde bir semtini sevmek<br />
bile bir ömre değer” demekte... Tarihten,<br />
dinden, sosyal hayattan, mimariden hareketle<br />
semt semt yaptığı yorumların tümevarımcı terkibinden<br />
çıkardığı nihaî hüküm budur işte...<br />
Yahya Kemal’in şiirlerindeki şehir imgesi<br />
ile divan şiirinin şehir imgelerini mukayese<br />
edecek olursak ne tür benzerlikler ve farklılıklar<br />
görebiliriz<br />
Bu soruya okurlarınızı sıkmayacak ve derginizin<br />
hacmini aşmayacak bir cevap vermem<br />
hayli zor. Aklımdan geçenleri iyice budayarak<br />
söylersem, klasik şiirde şehir değil de, şehrin<br />
kartpostalı vardır; hani bir tepeden çekilmiş<br />
ve üzerinde “şehrin manzara-i umûmiyyesi” yazan<br />
kartlar vardır ya, işte onlar gibi... Şehrin<br />
kuşbakışı coğrafyasını, nirengi noktası olacak<br />
aslî binalarını tespit edebilirsiniz; ama hepsi o<br />
kadar... Bu bir şablondur; her şiirde Boğaz’ı,<br />
koyları, dereleri, semtleri, sarayları, camileri<br />
bulabilirsiniz; lâkin eksik kalan, şairin bu manzarayı<br />
gözleriyle tararken şehrin ruhunu da<br />
yakalaması ve kendi ruhuyla kaynaştırmasıdır.<br />
Denizden her şair bahseder; önemli olan o denizde<br />
İstanbul’un karakterini, karakteristiklerini<br />
fark etmektir ve klasik şiirde XVIII. asra kadar<br />
eksik olan da budur. Bir şiirden İstanbul’un<br />
adını çıkarıp Trabzon’u veya Antalya’yı yazdığınızda<br />
da okurun garipsemediğini görüyorsanız,<br />
o şiir İstanbul’un denize akseden ruhunu yakalayamamış<br />
ve geleneğin mazmunlarında boğulmuş<br />
demektir. Her şehirde bir “Ulucâmi” veya<br />
bir “Câmi-i Kebir” bulunur; aslolan, şiirde onu<br />
şehrin ve sakinlerinin ruhuyla beraber vererek<br />
temyiz edebilmektir. Bunu Bursa’da bir şadırvan,<br />
Sivas’ta “emmilerim sadaka” diyen çocuklar<br />
gerçekleştirebilir. Demin de söylediğim gibi,<br />
şehrengizler ve şehir medhiyeleri birer medeniyet<br />
beratı oldukları için, şair de şehirdeki umran<br />
zenginliğini göstermekle yetinir; beldenin<br />
karnesini çıkarır gibi...<br />
XVIII. asırda İstanbul’un sadece umumi<br />
manzarası verilmeyip, insan unsuru fark edilmeğe,<br />
şehrin nefes alışı, kalp gibi atan ritmi de<br />
hissedilmeğe başlanır; lâkin, şairin kendini şehirle<br />
birlikte düşünmesi ve şehre dair özel hissiyatını,<br />
gözlemlerini aktarması için hâlâ çok<br />
erkendir. Doğrusu istenirse, şehirle böyle unanimist<br />
bir ilişki kurabilecek şairin “şehir-adam”<br />
olması gerekir ve bunun için Yahya Kemâl’e<br />
kadar beklenmesi gerektiğini söylemek mübalağa<br />
olmayacaktır. Harp edebiyatı hariç,<br />
gelenekli Osmanlı şiirinde tarih yoktur; öyleyse,<br />
şehre tarihin penceresinden bakan şair de<br />
yoktur. XIX. asra kadar fert yoktur; demek ki,<br />
şehrine şairin şahsî bakışı vardır ama, ferdî bakışı<br />
yoktur. İnsanlar arasında hemşehrilik varsa<br />
da şairle İstanbul’un hemşehriliği yoktur. Bütün<br />
bu yoklar, Yahya Kemâl’le var’a dönüşür.<br />
Osmanlı’da mevcut olan emperyal milliyet fikri,<br />
şehri de kozmopolit dokusu ile önemser ve<br />
tebaayı oluşturan unsurların oluşturduğu renk<br />
skalasını şiirde de görmekten memnun olurdu.<br />
Yahudi tüccar, Arnavut ciğerci, Rum meyhaneci,<br />
Lâz kayıkçı, Ermeni sazende, Çerkes seyis,<br />
Arap münadi, Gürcü çoban şiirlerde yerini bulurken,<br />
şehrin naturasını tamamladıkları düşünülürdü.<br />
Yahya Kemâl ise, böyle bir terkip<br />
peşinde değildir; İstanbul’da sadece Türk’ün<br />
medeniyet yaratma gücünü görür ve gösterir.<br />
“Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün, yeryüzünde,<br />
güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı,<br />
yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette<br />
olduğunu isbât etmeye kifâyet ederdi.” deyişi,<br />
şiirinde de yansımalarını kolayca bulacağımız<br />
millî bir duyuşu ve duruşu işaret eder.<br />
Son dönem Türk şiirinde, “şehir” kavramının<br />
şair lügatindeki karşılığını, çağrışımlarını<br />
nasıl izah edebilirsiniz Yahya<br />
Kemal’in “şehir” imgeleriyle yakınlık kuranlar<br />
var mı<br />
İnsan değiştikçe, şehri de değiştiriyor, şehir<br />
algısını da... Üsküp’ten çıkıp da İstanbul âşıkı,<br />
tarihçisi, seyyahı, şairi olabilen bir delikanlıyı<br />
artık yetiştiremeyiz. İstanbul’a taşradan çok<br />
daha fazla insan geliyor; fakat, medeniyete<br />
16<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
koştuğunu farketmeden... Bin yılların şehrine,<br />
Türk’ün mukaddes toprağına ayak bastığını<br />
hatırlayan yok. Şehre râm olmaya gelmeyince,<br />
filmlerde gördüğümüz o sahne tekrarlanıyor.<br />
Başında kasketi, elinde tahta bavulu, sırtında<br />
yorganı bağlı genç, bir tepeden İstanbul’a<br />
yumruğunu sallayarak “Seni yeneceğim İstanbul!”<br />
diye nârayı patlatıyor. Nasıl yendiği malum...<br />
Türk’ün yarattığı en büyük şehir kültürüne<br />
dâhil olacağına, onu kendine benzetmeye<br />
çalışarak... İstanbul’un yerlisi ise, artık yerlilik<br />
şuurunu kaybetti. Her adımında İstanbul’un<br />
bir değerini yıkarak, toprağını kirleterek yaşıyor.<br />
Kendi şehrine bir turist kadar yabancı ve<br />
bir turistten daha ilgisiz...<br />
Son araştırmalardan biri, sakinlerinin<br />
%80’den fazlasının İstanbul’da yaşamak istemediğini;<br />
buna rağmen, tasını tarağını toplayıp<br />
İstanbul’a göçenlerin sayısının da katlanarak<br />
arttığını ortaya koydu. Bu perhiz-lâhana<br />
turşusu ilişkisi, İstanbul’un şiirini de derinden<br />
etkiliyor. Sevmediğiniz birine güzelleme değil,<br />
sadece hicviye yazarsınız. İçgüveyisi girdiği<br />
bu şehri tanıdıkça seveceğini düşünenler ise,<br />
onun millî ve tarihî ruhunu keşfetmek için<br />
çabalamaktansa, kaşına gözüne şiir düzmeyi<br />
yeğliyorlar. Evet, yeni şiirin İstanbul’la kurduğu<br />
ilişkinin böyle patolojik bir yanı olduğunu<br />
düşünüyorum. Ya kupkuru bir İstanbul<br />
coğrafyası ya soğuk bir mekân düşkünlüğü ya<br />
da sulandırılmış insan manzaraları... Bir tarihte,<br />
Adam Yayınları’nın Beyoğlu’ndaki binasının<br />
altıncı kat penceresinden bakan Memet<br />
Fuat, Metin Eloğlu’nun “Le Grand Parmak la<br />
Porte”si ile Küçük Parmakkapı Sokağı’nın arasında<br />
geçit olarak kullanılan hanın adını çıkaramaz.<br />
Turgay Fişekçi, Afrika Pasajı olduğunu<br />
hemencecik söyleyiverir; çünkü İlhan Berk’in<br />
Pera’sından okumuştur. Bir şiir kitabı şehir rehberine<br />
dönüşmüşse, ört ki ölem! Entelektüel<br />
endişelerle İstiklâl Caddesi’ne hapsedilmiş bir<br />
İstanbul şiirini reddediyorum. Bir bayram sabahında,<br />
Süleymaniye’de namaz kılarken koca<br />
bir tarihi hissedecek, ceddiyle buluşacak, imanı<br />
tazelenecek başka şairler beklemek için artık<br />
çok mu geç kaldık dersiniz<br />
Kalbini İstanbul’un kalbine yaslamış, ruhunu<br />
onun ruhuna mezceden üç beş şairimiz<br />
hâlâ çırpınıp durmakta... Ne çare ki, onların da<br />
toz duman arasında sesleri boğulup gidiyor. Bu<br />
şartlarda, şiir-şehir ilişkisinin ancak taşranın<br />
kadim şehirlerinde doğabileceğine ve yaşatılabileceğine<br />
olan inancım tazeleniyor. Ruhunu<br />
kaybetmemiş şehirlerin, ruhunu kaybetmemiş<br />
şairlerini ümitle, heyecanla takip etmeye çalışıyorum.<br />
İşte onlarda Yahya Kemâl’den izler<br />
bulmayı umduğum oluyor. Taşra şehirlerinin<br />
mümtaz şairlerinden, Yahya Kemâl’in şiirlerine<br />
benzer bir İstanbul meclubiyeti değil, bir şehre<br />
nasıl yaklaşılacağının metodolojisini öğrenmelerini<br />
bekliyorum. Tanpınar’a Beş Şehir adlı<br />
abide kitabı yazdıranın, biraz da şair hocasından<br />
kaptığı o metod bilgisi olduğunu sanıyorum<br />
ve günümüz şairlerinin de kendi şehirlerine<br />
yönelirken aynı tekniği kullanabileceklerini,<br />
benzer bir laboratuvar çalışması yapabileceklerini<br />
düşünüyorum. Meselâ, zamanın mimariye<br />
giydirdiği kisve için “millî peyzaj” tabirini<br />
kullanan Yahya Kemâl’in bu dikkati, kadim<br />
taşra şehirlerine yönelik olarak niçin tekrarlanamasın<br />
Dadaş, efe, gakkoş, ede gibi şehriyle<br />
ruhu kaynaşmış insanlar var olmayı sürdürdükçe,<br />
millî peyzajın poetik zemine taşınarak<br />
estetize edilmesi her daim mümkündür. Yahya<br />
Kemâl’in<br />
Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın<br />
mısraını kendi şehri için söyleyebilecek daha<br />
çok şair, Anadolu’nun dört bir yanından niçin<br />
çıkmasın Yahya Kemâl’in bir şiirinden iki mısraı<br />
birleştirerek söylersem,<br />
Bir gün dönüş olsa âhiretten<br />
İstanbul’a dönmek isterim ben<br />
deyişi, her şairin inanarak kendi şehrine uyarlayabileceği<br />
bir dilek olmayı niçin başaramasın<br />
Şiirimizde İstanbul’u yitirmeye başlamamız,<br />
köklü şehirlerimizin yükselişine niçin dönüşemesin<br />
Ha o diyar, ha bu diyar!... Ha bu di, ha<br />
bu di, ha bu diyar!<br />
Hocam, <strong>Bizim</strong> Külliye dergisi adına teşekkür<br />
ederiz.■<br />
17<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Şehir kültürü ve şiir<br />
VEFA TAŞDELEN<br />
Giriş<br />
Şehir, kültürün ve medeniyetin oluştuğu<br />
yerdir; göçebelikten kurtulmanın, toprağa<br />
bağlanmanın ileri aşamasıdır. Şehri oluşturan<br />
unsurlar, kültürü ve medeniyeti de oluşturan<br />
unsurlardır. Şehir, tarihiyle, eğitimiyle, kütüphaneleriyle,<br />
güvenliğiyle, adalet sistemiyle, bir<br />
düzeni ifade eder. Ve tabii ki, incelmiş davranış<br />
birimlerini, geleneği göreneği.<br />
Şiir ve şehir ilişkisini incelemek, temelde şiir<br />
ve mekân, şiir ve kültür ilişkisini incelemektir;<br />
şiirin oluşumunda şehrin, şehrin oluşumunda<br />
şiirin etkisini incelemektir. Bu tür bir araştırma<br />
içine girmek, şiirli şehirlere ve şehirli şiirlere<br />
doğru bir yolculuğa çıkmaktır. Ama bütün<br />
bunlar, şiirin taşrada, köyde, kırsal kesimde<br />
olmayacağı anlamına gelmez. Şiir, şair neredeyse<br />
oradadır. Şiirin vatanı, şairin gönlüdür,<br />
benliğidir. O, bir hapishanede de olsa, ölümsüz<br />
eserler üretebilir. Bir kültür ortamı olarak şehir,<br />
pek çok yönden şiir için uygun bir ortamıdır.<br />
Şair şiiri, şehir de şairi doğurur, besler, büyütür,<br />
olgunlaştırır. Bunu şiirin kökenine de indirebiliriz.<br />
Şiir, dünyayı, insanı ve evreni anlamada,<br />
bilim ve felsefe yokken de vardı. Dolayısıyla o,<br />
insanın deneyim, birikim ve bilgisini ifade etme<br />
araçlarından biri olarak, Vico’nun dediği gibi,<br />
hikmetin, bilgeliğin ilk ifade biçimini de oluşturur.<br />
Şiirin bu çok eski tarihi, şehri kuran, yasaları<br />
koyan ve geliştiren bilincin içinde vardır.<br />
Hatta bu bilinci oluşturan yapıdadır.<br />
1. Bağlanma Biçimi<br />
Şehir, yerleşmenin, bir yere ait olmanın,<br />
kendini bir yere ait kılmanın ifadesidir. Ona<br />
ulaşabilmek için, evden, mahalleden, köyden,<br />
kasabadan evrilerek geçmek; şehrin kültürünü,<br />
geleneğini, görgüsünü ve varoluş biçimini almak<br />
gerekir. Bu nedenle şehir sadece fiziksel bir<br />
mekân değil, yaşayan bir ruhtur da. Geçmiş zamanların<br />
birikimini kendinde barındıran, kültürün,<br />
asaletin, görkemin, zarafetin, nezaketin,<br />
ötekine ulaşma isteğinin ruhudur. Bu anlamıyla<br />
kültürü ve medeniyeti yaşayan, üreten, çoğaltan<br />
bir yapıdadır. Şehirler varoluşun ileri formudur;<br />
çünkü orada, İbn Haldun’un da işaret<br />
ettiği gibi, bir hukuk ve düzen vardır. Herkes<br />
her şeyi değil, belli bir işi yapar. Kişiler kendi<br />
güvenliklerini ve kendi adaletlerini kendileri<br />
sağlamazlar; onu daha üst bir kuruma devretmişlerdir.<br />
Bu da örgütlenmenin oluşmasına neden<br />
olmuştur. Yine kendi eğitimlerini kendileri<br />
sağlamazlar. Bir üst organizasyon içinde mektep,<br />
medrese, okul, üniversite gibi kavramlar<br />
da oluşmuştur. Şehir demek, çeşitli kültürlerin,<br />
bilgilerin birbirine karıştığı, fikirlerin düşün-<br />
18<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
celerin harmanlandığı mekân demektir. Şehir,<br />
eğitim ve kültür kurumlarıyla sanatsal ve entelektüel<br />
birikimin de merkezi konumundadır.<br />
Büyük şehirler büyük kültür merkezleridir. Bu<br />
nedenle şehirler şiirin yurdudur.<br />
Şehir, duygu ve düşüncelerin inceldiği, sözün<br />
zarafete büründüğü, estetik bir nitelik kazandığı,<br />
sadece anlatmanın değil aynı zamanda<br />
güzel anlatmanın da önem kazandığı, sadece<br />
söylemenin değil güzel söylemenin de değer arz<br />
ettiği, sadece yaşamanın değil güzel yaşamanın<br />
da anlam kazandığı, yemenin içmenin bile sanata<br />
ve estetiğe büründüğü bir yerdir. İnsani<br />
ilişkilerin formal, ancak rahatsız edici olmayan<br />
bir tutuma dönüştüğü bir yerdir. Şehir kültürü<br />
sözün ve duyguların işlendiği bir ortamdır.<br />
Sözcüklerin duyguların işlendiği bir ortamdır.<br />
Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Semerkant, Tebriz,<br />
İsfahan, Buhara, Konya, İstanbul, Kahire,<br />
Şam… Atina, Roma, Venedik, Paris, Londra,<br />
Berlin… ve diğerleri… Şehirlerin bir tarihi olmalı,<br />
bir geleneği olmalı, bir havası ve yaşama<br />
biçimi olmalı. Hayat, günübirlik esen rüzgârlar<br />
gibi esip geçmemeli sokaklarından. Anıtsal yapıları,<br />
mabetleri, eğitim kurumları, sanat merkezleri<br />
olmalı. Şehir, bu kurum ve merkezleriyle<br />
şehirdir; düzeniyle, ahengiyle, sosyal ilişkileriyle<br />
şehirdir.<br />
2. Şiir ve şehir<br />
İnsan şiir söyler. Çünkü insan insana, insan<br />
doğaya, insan kendisine ve nihayet Tanrı’ya<br />
özlem duyar, güzel ve içtenlikli bir sözle yaklaşmak<br />
ister. İnsan şiir söyler, çünkü güzel söze<br />
eğilim duyar. İnsan şiir söyler, çünkü kendisi<br />
de bir sözdür. İnsan şiir söyler, çünkü varlığın<br />
anlamını sözde bulur. Şiir, içten bir yakarıştır,<br />
içten bir sesleniştir. Şiir, bir değer olduğu kadar<br />
değer de vermektir. Bir güzellik olduğu kadar,<br />
güzelliğin kıymetini de bilmektir. Hem seslendiği<br />
kişiye, hem söylediği söze, hem yaşanan<br />
güzelliğe, hem hissedilen anlama övgüdür. İnsan,<br />
şiirle, neyi anlatırsa anlatsın, kendisinden,<br />
kendi dünyasından haber verir. Kendisini, kendi<br />
halini beyan eder. Şiirde dile gelen, insanın<br />
dünyasıdır. İnsanın acıları, sevinçleri ve varoluş<br />
durumlarıdır. Şiir, insanın yalın halidir, sözün<br />
yalın halidir, varoluşun yalın halidir. Şiir, en<br />
son söz, en son durumdur; sözün ve varoluşun<br />
indirgenemeyen halidir. Adeta herkesin, “ben<br />
de böyle derdim!”, “bu, ancak böyle söylenebilir”<br />
diyebileceği bir şeydir.<br />
Şiir ve şehir ilişkisine gelince: Bir şehirli şiirler<br />
vardır, bir de şiirli şehirler. Şiirli şehir, şiirin<br />
yaşandığı, paylaşıldığı, önemsendiği, üretildiği<br />
yerdir. Şiirli şehir, şairin evidir; orada itibar görür,<br />
orada rahat eder, orya yerleşir, kalbini oraya<br />
adar. Bu şehirlerde şiire özel bir önem verilir,<br />
insanlar konuşmalarını mısralarla, beyitlerle<br />
süslerler. Duygularını, düşüncelerini, yaşantılarını<br />
şiirlerle ifade ederler. Birbirlerine şiirlerle<br />
bakarlar, birbirlerine şiirlerle ulaşırlar. Tebriz,<br />
İsfahan, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, bu şehirler<br />
arasındadır; Roma, Floransa, Paris, Londra,<br />
Viyana da. Dünyanın büyük şairleri, bu şehirlerden<br />
çıkmıştır. Şiir sanatıyla uğraşmak, gelenek<br />
haline gelmiştir adeta. Bu şehirlerde şiir,<br />
bir estetik, bir bilgelik, bir eğitim ve iletişim<br />
biçimine dönüşmüştür. İnsanlar acılarını, sevinçlerini<br />
şiirlerle ifade etmişlerdir. Nüktelerini<br />
şiirlerle, düşüncelerini, deneyimlerini şiirlerle<br />
ifade etmişlerdir. Bayramlarını, yaslarını, yenilgi<br />
ve zaferlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Şiir,<br />
bir faydadır, ancak doğrudan bir fayda değildir.<br />
Bir eğitimdir, ancak doğrudan bir eğitim değildir;<br />
duyguların estetik terbiyesidir, benliğin<br />
güzellikle yoğrulmasıdır. İçin güzelleşmesidir,<br />
hislerin arınmasıdır. Güzelliğe duyarlı olmak,<br />
güzelliği hissetmek, yaşamak, üretmek ve onu<br />
sürekli kılmaktır. Böylece içsel yaşantı, bedenin<br />
ham ve doğal yapısından kurtularak estetik bir<br />
derinlik kazanır. Güzellik sadece bedende değil,<br />
içte de, benlikte de, zihinde de yaşamaya başlar.<br />
Şehir kültüründe şiirin, şiirde de şehir kültürünün<br />
zarafeti vardır.<br />
Bazı tür şiirler vardır ki, toprağı şehirdir<br />
onların; ancak şehirde ortaya çıkabilirler, ancak<br />
bir şehir ortamı içinde varlık kazanabilirler.<br />
Doğa ve kültür arasındaki orantı, şiirin karakterini<br />
de belirler. Her kültür, doğadan kopmadır.<br />
Şehirleştikçe doğadan daha da çok, daha çok<br />
uzaklaşır insan. Şehirleşmenin derecesi, doğaya<br />
olan yakınlığımızı da belirler. İleri bir şehir<br />
kültüründe yaşıyorsak doğaya daha uzak bir<br />
19<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
mesafede bulunuruz. Bu yalnız fiziksel açıdan<br />
böyle değildir, bilinç açısında da böyledir. Peki,<br />
doğadan daha çok uzaklaşan, doğa ile kendi<br />
arasına daha çok mesafe koyan insan, şiire daha<br />
yakın bir mesafede mi bulunur; bu söylenebilir<br />
mi Tabii ki, konuyu farklı şiir türleri açısından<br />
değerlendirmek gerekir. Şöyle ki: “Türkçede<br />
Şiirin Yüklemi Sorunu” başlıklı makalede,<br />
Türkçenin ifade imkânları arasında, iki tür şiir<br />
biçiminin ortaya çıktığını, bunlardan ilkini,<br />
yüklemi “söylemek” olan, “bir söylem(e) biçimi<br />
olarak şiir”, ikincisini ise yüklemi yapma,<br />
yazma, düzme ve kurma olan “bir inşa biçimi<br />
olarak şiir” olduğunu söylemiştik. Temelini şiir<br />
tekniğinde bulan, “bir inşa biçimi olarak şiir”,<br />
şehirli, eğitimli ve kültürlü bir şiirdir. Bu şiir<br />
türünde, şiir bir sanat olarak ortaya çıkar. Belli<br />
bir kültür, eğitim, bilgi ve gelenek üzerine inşa<br />
edilir. İlhamı dışlamamakla birlikte, sözü, bir<br />
bilgi, deneyim, ustalık ve teknikle kullanmayı,<br />
şiiri kurmayı ve yapmayı ifade eder. Okumanın<br />
yazmanın ürünüdür. Bu şiir biçiminin<br />
en yetkin örneği olan divan şiiri, duruma göre<br />
birden fazla yabancı dil bilmeyi, farklı dillerde<br />
şiir inşa edebilmeyi gerektirir. Bu nedenle “inşa<br />
şiir”, yapılan, kurulan estetik bir nesne olarak<br />
bir şehir kültürünün şiiridir. Onda eğitim, bilgi,<br />
kültür, estetik ve sanat olma bilinci en üst<br />
seviyededir. Bu özelliği ile divan şiiri, şehirli<br />
şiirdir. Onun şiiri farklı dillerde kurma çabası,<br />
sadece bir eğitim olayı olarak görülemez; aynı<br />
zamanda şehrin kozmopolit yapısının da bir gereğidir.<br />
Zira şair, şiirini farklı dillerde kurarken,<br />
şehirli olma bilinci içinde aynı şehri, hatta aynı<br />
dünyayı paylaştığı diğer insanlara ulaşma amacı<br />
da güder. Bu onun evrensel bir duyarlık içinde<br />
olduğu anlamına gelir.<br />
Şiirin doğaya yakın kısmında ise, şiiri doğrudan<br />
bir sanat biçimi olarak değil, gündelik<br />
hayatta eğitici, öğretici ve yol gösterici bir işlevle<br />
düşünen “bir söylem(e) biçimi olarak şiir” yer<br />
alır. Bir söyleme biçimi olarak şiirde, şiir işlevsel<br />
değerdedir. Şair de yerine göre bir öğretmen,<br />
ahlakçı, din adamı, filozof, rehber ve terapist<br />
görevi görür. Bu şiir biçimi, gündelik hayattaki<br />
karşılığı ile ele alınır. Sanat olma bilinci geri<br />
plandadır. İlham ve içten söyleyiş öne çıkar.<br />
Halk şiirindeki yalınlık, sadelik, doğallık, işlevsellik,<br />
eğiticilik, etkileyicilik, bu “doğal unsur”la<br />
açıklanabilir. “Söylem(e) biçimi olarak şiir”, halk<br />
içindeki hikmetin, ortak bilinçte yoğrulan bilgeliğin<br />
taşıyıcılığını da yapar. Bu nedenle aşina<br />
bir sestir; eğitici, öğretici ve yol gösterici bir<br />
niteliktedir. Sanat olmaktan ziyade zanaat olmaya<br />
yakındır. Bu şiir biçimi daha çok taşrada,<br />
ana şehrin dışında, oradaki otantik köy-kasaba<br />
kültüründen de beslenerek, belli bir hikmet ve<br />
bilgelik geleneği üzerinde, sözün işlevselliğine<br />
yönelik bir ifade tarzı benimser. Şiiri ilham<br />
üzerine, içe doğuş üzerine kurar. Sözgelimi, şiir<br />
öyle bir şey olmalı ki, sürüp giden bir kavgayı,<br />
bir savaşı sonlandırabilmeli, dinleyen kişi bir<br />
hayat dersi alabilmelidir. Bu şiir biçiminde, söz<br />
etkilidir. Zira şair onu kendiliğinden söylemez,<br />
söylettirildiğini düşünür; kendisini yüce ilhamın<br />
aracısı olarak görür. Şiiri bir sanat olarak<br />
değil, içinde belli bir anlamın, içeriğin, ötelerden<br />
gelen kutsal esinin bulunduğu ifade biçimi<br />
olarak görür. Onun içeriğini, okunarak, düşünerek,<br />
kurgulanmış ifadeler oluşturmaz. Kalbe<br />
doğuşla gelen ilham oluşturur. Bu özelliği ile<br />
gönülden gönle akmayı hedefler. Doğal ortam<br />
duyguların da doğal yaşandığı bir ortamdır. Bu<br />
nedenle daha sıcak, daha içten ve daha yakıcı<br />
söyleyişleri vardır.<br />
Büyük ve antik şehirler, Braudel’in de dediği<br />
gibi genellikle su kenarlarına kurulmuştur. Ya<br />
bir nehir, ya bir ırmak geçer içlerinden, ya da<br />
bir yanlarını denize dayamışlardır. Nil, Fırat,<br />
Dicle, Ren, Sen, Thames, Tuna, Volga nehirleri<br />
etrafında kurulan şehirler, bu tür şehirlerdir.<br />
Büyük ve antik şehirler, ipe dizilen tespih taneleri<br />
gibi akarsuların kenarlarına dizilmişlerdir.<br />
Almanya’ya, Rusya’ya, Mısır’a, Türkiye’ye,<br />
Irak’a, Suriye’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya ve<br />
dünyanın diğer yerlerine baktığımızda bu gerçeği<br />
görürüz. Sen nehrinin içinde aktığı Paris’i<br />
düşünelim, Nil’in hayat verdiği Kahire’yi, Ren<br />
nehrinin geçtiği Düsseldorf’u, Heidelberg’i,<br />
Diclen’in içinden aktığı Diyarbakır’ı,<br />
Bağdat’ı… İstanbul’un içinden nehir değil, deniz<br />
geçer; üç deniz birbirine kavuşur. Trabzon,<br />
ruhunu Karadeniz’den alır. Bütün denizlerin<br />
kıyıları, birer liman ve ticaret kenti olarak, bir<br />
20<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
oya gibi büyük şehirlerle süslüdür. Neresinden<br />
bakarsak bakalım, şehirlerin kaderi, su ile yazılır.<br />
Şehrin su ile ilişkisi, sadece insanların yaşam<br />
standartlarına değil, onların kültür ve göreneklerine,<br />
giderek şiirin oluşum sürecine de yansır.<br />
Nehirler, şairlerin şiirlerinde yer alır. Denizler,<br />
şairlerin şiirlerinde yer alır. Şiir, deniz, ırmak,<br />
nehir, doğa; bütün bunlar akraba kelimelerdir.<br />
Yahya Kemal’in şiirlerini düşünelim: Boğaz’ın<br />
güzellikleri sıkça dile gelir onlarda. İstanbul’un<br />
güzellikleri, yeniden hayat bulur. Kahire’den<br />
söz eden şiirler, Nil’den de söz eder. Elazığ’dan<br />
Diyarbakır’dan, Bağdat’tan bahseden şiirler, Fırat<br />
ve Dicle’den de bahseder; tıpkı “Ayın çekimine<br />
uğradım Dicle’nin kurmuş dudağında” diyen<br />
şair gibi. Şunu söylemek mümkün: Her büyük<br />
ve antik şehrin, suyla bir aşkı ve izdivacı vardır.<br />
Suyu olmayan şehirlerin imkânları da kısıtlı,<br />
ufukları da kapalıdır. Bunun şiir kültürüne<br />
yansıması kaçınılmazdır. Nehirler, denizler,<br />
akarsular yalnız coğrafyaya hayat vermez, şairlerin<br />
şiirlerine de hayat verir. Şehrin silueti yalnız<br />
denize, ırmağa, nehre düşmez, bütün bunlarla<br />
birlikte şiire de düşer. Suya düşen yakamozlar,<br />
şairlerin duygularına da düşer. Denizde parlayan<br />
mehtap, şairlerin iç dünyalarında da karşılık<br />
bulur. Irmaklar, nehirler yalnız şehirlerden<br />
değil, şairlerin bilinçlerinden de geçer, orayı da<br />
yeşertir. Denizin enginliği yalnız şehre genişlik<br />
ve ufuk kazandırmaz, şairi de derin hülyalara<br />
sevk eder.<br />
Şehir, insanların, kültürlerin, duyguların,<br />
dünyaların karıştığı ve kaynaştığı bir yer olarak<br />
“öteki” duygusunun güçlü olduğu bir yerdir.<br />
Yasa ve görenek, en çok bunu ifade eder. Yasalar,<br />
gerek etik gerekse hukuk anlamında, bizi<br />
diğer insanlarla bir araya getirirler, onlarla olan<br />
ilişkilerimizi düzenlerler. Dolayısıyla, şehir hayatı,<br />
öteki duygusunun geliştiği bir mekândır.<br />
Bu noktada şu söylenebilir: Şiir de bir bakıma<br />
öteki duygusundan kaynaklanır. Öteki için yazılır,<br />
ötekinden dolayı yazılır, ötekine ulaşmak<br />
için, ötekiyi sevmek için yazılır. Şehir hayatı,<br />
bizi ötekiyle karşılaştırdığı her bir anda, bir şiir<br />
fırsatı da sunar. Her karşılaşmamız bir fırsattır;<br />
şiir okumak, şiir söylemek, şiir yaşamak, şiir almak<br />
ve şiir vermek için.<br />
Mekân, yalnız fiziksel olarak tutmaz insanı,<br />
zihin yapısı ve ruh hali olarak da sarıp sarmalar.<br />
Zihnin şekillenmesinde, dünya algısının oluşumunda<br />
önemli bir unsurdur. Çocukluğumuz<br />
nerede geçmişse, dili nerede öğrenmişsek, ömrümüzün<br />
geri kalanı da farkında olmadan oranın<br />
algıları içinde geçer. Dağ derken oranın dağını,<br />
ırmak derken oranın ırmağını, çayır derken<br />
oranın çayırını, göl derken oranın gölünü<br />
hatırlarız. Dünyayı algılama ve anlamlandırma<br />
kategorilerimiz bu dönemde oluşur. Mekân, çocukluğumuzda<br />
işler içimize. Bu nedenle şiirin<br />
şehri genellikle içinde çocukluğumuzun geçtiği<br />
şehirdir. Sokak onun sokağı, yol onun yolu,<br />
cadde onun caddesi, dükkân onun dükkânı,<br />
bakkal onun bakkalı, fırın onun fırınıdır. Kim<br />
kendi şehri dışında bir şehre vurulursa, onu<br />
kendi şehrini sevdiği gibi sever, kendi şehriyle<br />
sever. Sokaklarını kendi şehrini sevdiği gibi,<br />
caddelerini kendi şehrini sevdiği gibi, insanlarını<br />
kendi şehrinin insanlarını sevdiği gibi sever.<br />
Dolayısıyla, şiir ve şehir ilişkisi bağlamında atılabilecek<br />
düğümlerden birisi de, şairlerin şehir<br />
tecrübesi ile ilgilidir. İçinde yaşadıkları şehir,<br />
onların dünya ve evren algısına siner. Hayatı bu<br />
şehirde gördükleri varoluş değerlerine göre algılarlar.<br />
Varoluşu bu şehirlerden edindikleri ifade<br />
biçimleri ile dile getirirler. İçinde yetiştiği şehirler,<br />
kişiyi, davranış biçimi, yaşama ve düşünme<br />
tutumları açısından etkiler; şehir, farkında bile<br />
olmadan onların bilincine ve kimliğine siner.<br />
Şiir, şehri kuran ve üreten şuurdur. Şiir, şehrin<br />
etiği ve estetiğidir. Şiir, şehirde doğar, şehir<br />
de şiirde. Şiir, şehri çoğaltır, şehir de şiiri. Şiir,<br />
kültürü, nezaketi ve zarafeti çoğaltır, zarafet ve<br />
nezaket de şiiri. Her şair bir şehirden bakar, bir<br />
şehirden seslenir. Her şairin bir şehri vardır. Şiir<br />
ve şehir ilişkisi, günümüzde daha işleri boyuta<br />
taşınmıştır. Modern şiir, doğadan kopuk bir<br />
şiirdir, kültürün ve şehrin şiiridir. Hem tema,<br />
figür açısından, hem de söyleyişteki eda ve içtenlik<br />
açısından, modern şiir, tümüyle kurma<br />
ve yapma bir şiirdir. Şair, bir dosta, kendisini<br />
dinleyen tanıdık birine değil de yabancı birine<br />
seslenir gibi seslenir. Bu da şiirindeki içtenlik<br />
unsurunu azaltır, buna karşın “gösteri” yönünü<br />
artırır. Bu yüzden şiirinde, yer yer kendini<br />
21<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
açmak yerine kapatmayı, göstermek yerine gizlemeyi,<br />
haykırmak yerine sumayı tercih edebilir.<br />
Modern şiirde, şairin, sanki kendi şiirinde<br />
yaşayamama, kendi şiirinde kendini ifade edememe<br />
sorunu var gibidir. Öte yandan şehirlerin<br />
ethos’u bozuldukça şairlerin ethos’u, şairlerin<br />
ethos’u bozuldukça da şehirlerin ethos’u bozulur.<br />
Bir zamanlar, İstanbul’un bir taşı için acem<br />
mülkünü feda eden şair bilinci, zaman gelir ona<br />
“aziz İstanbul” diye seslenir. Bunun ardından<br />
gelen “Ula İstanbul”u anlamak zordur tabii. O<br />
da ancak şairdeki ve şehirdeki zihniyet değişimi<br />
ile açıklanabilir. Zihniyet değişir, şehirler de değişir;<br />
şehirler değişir, zihniyet de dönüşüme uğrar.<br />
Görünen o ki, modern zamanlarla birlikte<br />
ortaya çıkan zihniyet değişikliğinden, şehir ve<br />
şiir ilişkisi de fazlasıyla payını almıştır.<br />
Sonuç<br />
Şehir kültürü, poetikayı, şiir geleneğini,<br />
şiir tekniğini, şiir felsefesini üreten ortamıyla,<br />
“bir söylem(e) biçimi olarak şiir” için olmasa da,<br />
“bir inşa biçimi olarak şiir” için asli bir unsur<br />
olarak görülebilir. Şiirin bir sanat olarak ortaya<br />
çıkması, bir eğitiminin ve kültürünün, bir<br />
düşüncesinin ve geleneğinin olması, onu şehir<br />
kültürüne ait bir üretim haline getirir. Şiir, şehir<br />
kültürüne ait olmakla kalmaz, şehir de şiir<br />
kültürüne ait bir yapılanma olarak ortaya çıkar;<br />
zira şiir de şehir kültürünü oluşturan bir unsurdur.<br />
Eğer bir şehrin kültüründe şiir yer almazsa,<br />
henüz orası şehir olma sürecini tamamlamamış,<br />
bilinci ve hafızası olgunlaşmamış demektir. Şehir,<br />
şiir kültürü için ne kadar gerekliyse, şiir<br />
de şehir kültürünün tamamlanması açısından<br />
o kadar gereklidir. Zira şiir, sanat biçimini de<br />
aşan bir içeriğe sahiptir. O, sadece bir sanat<br />
değil, yerine göre bir bilgelik, yerine göre bir<br />
güzellik, yerine göre bir muhabbet, yerine göre<br />
bir hikmet, yerine göre bir iletişim kültürüdür.<br />
Şiir, insanların “kendisine katıldığı” bir şeydir.<br />
Yûnus’tan bir mısra okuyup kendimizi ifade<br />
ederken, Fuzûli’den bir beyit okuyup duygularımızı<br />
anlatırken, Yahya Kemal’den bir dörtlük<br />
okuyup kendi beğenimizi ortaya koyarken, bir<br />
türkünün redifini tekrarlayıp kendi halimizi<br />
beyan ederken, şiirdeki ruh haline de katılırız.<br />
Bu katılımla, şair bilinci, bireysel bir duyarlık<br />
olmaktan çıkarak toplumsal bir algılayış biçimine<br />
dönüşür.<br />
Buna göre, şiir, şehri kuran bilinçte de vardır.<br />
Şehrin bir yarısı şiirdir; güzelliktir, aşktır,<br />
estetiktir. Gönülden gönle doğru yürümektir;<br />
sıçramak ve uçmaktır Şiir, yüreğin sıçrama<br />
tramplenidir. Çünkü insan yalnız aklıyla değil,<br />
gönlüyle kurar şehri. Sadece simetri, geometri,<br />
matematik, orantı, teknoloji ve fabrika<br />
değildir şehir; gönül de şehrin bir yerinde yaşar,<br />
aşk da. Ve o, şehrin maneviyatını ve vicdanını<br />
oluşturur, insanlığı besleyen değerler<br />
pınarını oluşturur. Sular orada durulur, insan<br />
orada kendi içine akar, göz orada kendi içine<br />
bakar, bilinç orada kendi farkına varır. Şiir,<br />
orada vicdanın dilini kullanır. Bu dil, evrensel<br />
bir dildir. İnsan şiiri ararken, insanlığın bu ortak<br />
dilini de arar, iyiliği ve güzelliği de, sevgiyi<br />
ve merhameti de. İnsan, şiirin dilini işitince,<br />
çoktan beri karşılaşmadığı bir dostun sesini<br />
işitmiş gibi olur; “işte böyle olmalı” der. Şiirin<br />
hakikati daha yumuşak ve sert dokunuşlarla<br />
çarpar yüreğe; uyarır, uyandırır. Bu nedenle<br />
daha hızlı ve daha derinden bir dönüşüm<br />
sağlar. Bu nedenle şiir, şehrin kendi kendini<br />
iyileştirme, dinginleştirme, kendi kendini sorgulama,<br />
kendi kendini anlama yollarından<br />
biridir. Bir şehirde şairler yaşıyorsa, orada iyilik<br />
var demektir; bir şehir şiirli şehirse oranın<br />
vicdanı hala duyarlığını yitirmemiş demektir.<br />
Şehri, sermaye değil, gönlün ve şiirin değerleri<br />
kurtaracaktır. Şehri görkemli yapıları, alışveriş<br />
merkezleri, festival alanları, yer altı tünelleri<br />
değil, şiirleri kurtaracaktır. Bir şehir için şiir<br />
duyarlığı, parklar, bahçeler ve yeşil alanlar<br />
gibidir. Kuşların nasıl ki konabilecekleri dallara<br />
ihtiyaçları varsa, aynı şekilde insanların<br />
da vicdanlarını duyarlı hale getirebilecekleri,<br />
hislerini tazeleyebilecekleri, gönüllerini arındırabilecekleri,<br />
güzellik ve iyilik duygularını<br />
ateşleyebilecekleri şiir-parklara, şiir-hanelere<br />
ihtiyaçları vardır. Ne de olsa şehri, savaşçı ve<br />
sermayeci ruhlar değil, şair bilinçler kurtaracaktır.<br />
Şehir, şiiri kaybetmemelidir, şiirin değerlerinden<br />
uzaklaşmamalıdır. Aksi halde, şiirin<br />
ölümü, şehrin de ölümü olacaktır. ■<br />
22<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
İki kıymet iki göz : şiir ve şehir<br />
KÖKSAL ALVER<br />
Şiir mekânla donatır kendisini, mekânın dili olur âdeta.<br />
Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler,<br />
meyhaneler, apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı<br />
organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan hâlleri<br />
arasında derin köprüler kurar. Mekânın hâllerinde insanı<br />
anlatır.<br />
Şehir, şiirin ana meselelerinden biridir.<br />
Genel manada hayatın her yanıyla ilgili<br />
olan şiir, mekânları, yerleri, coğrafyaları,<br />
iklimleri, mevsimleri en az insan hâlleri kadar<br />
kendine ana uğrak olarak kabul eder. Bu hususlara<br />
ilişkin ince sözler söyler, derin bakışlar atar.<br />
Hangi şaire bakılsa, hangi dünyanın şiirine göz<br />
atılsa mutlaka şehre ve şehrin insana ettiklerine<br />
dair pek çok mısra bulunabilir. Bu durum biraz<br />
şiirin tabiatıyla ilgilidir. Şiir dünya sözüdür ve bu<br />
dünyanın her anını, her sahasını gözlemleyen sıkı<br />
bir gözlemcidir. Şiir ve edebiyat bir kayıt tutma<br />
eylemidir. Hangi dünya işi bu keskin gözlerden<br />
uzak kalabilir Şiir, özgür bir şekilde bütün dünyayı<br />
dolaşan sözdür. İnsana yapışan, insanda karşılık<br />
bulan ne varsa, o şey şiirin gözünde, şiirin<br />
dilindedir.<br />
Şehir de böyledir ve kendini şairden, şairin<br />
bakışından alıkoyamaz. Şehir şiire yakalanır, şehir<br />
şaire kendisini açar. Şiir şehrin kalbine girer, gözünden<br />
çıkar, yüreğine iner, aklını başından alır.<br />
Yani her hâline, her özelliğine, her ferdine, her<br />
çizgisine, her anına ilişkin nağmeler yakar. Şehir<br />
şiirde bir kez daha var olur, bir kez daha kendisini<br />
yeniler. Şehir şiirin dilinde yeniden vücut bulur,<br />
dillere destan olur. Şehrin gerçekliği şiirde yeniden<br />
ele alınır, yeni bir gerçeklikle şehrin portresi<br />
çizilir. Gerçek şehir ile muhayyel şehir arasında<br />
şair, kendince yeni bir şehir tahayyülü geliştirir.<br />
Kendi şehrine, yaşadığı şehre, düşlediği şehre,<br />
ideal şehre bir bakış atar.<br />
İnsanın izini şehirde süren şiir, insan duygusu<br />
ile şehrin görünümleri arasında bağlar kurar. Şehirli<br />
insanın ruh hâli, davranışları, düşünceleri,<br />
çatışmaları, hayat mücadelesi, yoksulluğu varsıllığı<br />
tümüyle şiirle perçinlenir. Kişisel dünyaların<br />
bin bir ayrıntısından toplumsal dünyaların engin<br />
ufuklarına varıncaya kadar nice hayat kırığı nice<br />
hikâye sızısı şiirin alnında parlar. “Bu şehirde<br />
akşama doğru/ İçime korku/ Ayaklarıma karasu<br />
iner” diyen Necatigil, yalın insan duygusunun<br />
şehre nasıl bulandığını, şehirle insan arasındaki<br />
ince bağların nasıl kurulduğunu hatırlatır. N.<br />
Fazıl’ın Kaldırımlar şiirinde çizilen şehir atmosferi<br />
de insanı kendisine içine çeken, kendisiyle<br />
yoğuran, şehirle hemhâl kılan bir ruh iklimini<br />
23<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
anlatır: “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi/<br />
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır/ Kaldırımlar,<br />
duyulur, ses kesilince sesi/ Kaldırımlar,<br />
içimde kıvrılan bir lisandır.”<br />
Şehrin uzuvları olan mekânları şiir kendine<br />
mecra bilir. Şiir mekânla donatır kendisini,<br />
mekânın dili olur âdeta. Evler, yollar, hanlar, camiler,<br />
kahvehaneler, kütüphaneler, meyhaneler,<br />
apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı<br />
organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan<br />
hâlleri arasında derin köprüler kurar. Mekânın<br />
hâllerinde insanı anlatır. Mekânı insanı anlatmak<br />
için bir sembol olarak kurar. Şehir bu yönüyle de<br />
şiire inanılmaz bir şekilde katkı yapar, onun anlaşılması,<br />
kavranması, açıklık kazanması için üstüne<br />
düşen ödevi yerine getirir. Mekânı konuşturan<br />
şiir, kendi meramının da böylece somutlaştırmış<br />
olur. “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları/ Ey<br />
hanların gönlümü sızlatan duvarları!...” diyen Faruk<br />
Nafiz, hanı, hanların duvarlarını konuşturur<br />
ve duvarlara düşen satırlardaki garipliği ve çaresizliği,<br />
anlatır. B. Necatigil, ‘Evler’ şiirinde evlerin<br />
hâllerini, insana bağlar ve evlerin içinin devir devir<br />
değişmesi gibi insanın da dönem dönem değiştiğini<br />
söyler. Sezai Karakoç, ‘Balkon’ şiirinde<br />
balkon metaforuyla insanı, onun çağdaş tutum ve<br />
davranışlarını yorumlar. Şiir, mekânı insana bağlar,<br />
mekânda insanlık durumunun izdüşümlerini<br />
dillendirir.<br />
İnsanın şehir tecrübesi farklı bir tecrübedir.<br />
Şehirle birlikte insan yeni hayat tarzları, yeni<br />
bakışlar, yeni tasavvurlar edinir. İnsan yerleştiği<br />
mahal ile doğrudan bağlar kurar; mekân<br />
ile insan karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkilerler.<br />
İnsanın şehre kattıkları ile şehrin insana<br />
kattıkları hayat sahnesinde buluşur, karışır<br />
ve yeni bir yapı meydana getirirler. Şiir, şehrin<br />
insan üzerindeki etkilerini, insanın da şehre<br />
verdiklerini anlatıp durur. Hacı Bayram Veli,<br />
“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde/<br />
Bakıcak didar görinür ol şarın kenaresinde/<br />
Nagehan bir şara vardum ol şarı yapılur gördüm/<br />
Ben dahi bile yapıldum taş u toprak aresinde”<br />
derken, insan ile şehrin birbirine nasıl karıştığını,<br />
birbirleriyle nasıl karıldıklarını bir güzel anlatmaktadır.<br />
İnsanın da tıpkı şehir gibi yapılıyor<br />
olması, onun toprağında karılıyor olması karşılıklı<br />
etkilenmeyi ve kültürlenmeyi açık bir şekilde<br />
ifade etmektedir.<br />
Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri<br />
ve saklı köşeleri vardır. Şiir, sinsi ve kurnazdır,<br />
akıllıdır, kimi yerde romantiktir; şehri sarıp<br />
sarmalar, onu hissettirmeden onun dünyasında<br />
dolaşır durur. Bir bakarsın şiir bulvarlarda,<br />
caddelerde, köprülerde ve meydanlardadır. Bir<br />
bakarsın arka sokaklarda, kuytu köşelerde, izbe<br />
yerlerdedir. Şehrin vitrinindedir, bir şairin dilinde,<br />
bir başka şairde ise şehrin kuş uçmaz kervan<br />
geçmez yerlerindedir. Hangi yüzünü gizleyebilir<br />
şehir şiirden, hangi benini, hangi çizgisini, hangi<br />
edasını Şiirin şehrin çizgilerini, yüzlerini,<br />
hâllerini bu denli takip etmesi, onun kaydını tutması,<br />
ona dair duygu ve düşüncelerin tercümanı<br />
olması gerçekten manidardır. Bu yönüyle şiir<br />
genel edebiyatın içinde bir şehir kaynağı olarak<br />
öne çıkmaktadır. Şehrin anlaşılması, okunması,<br />
tanınması, bilinmesi bakımından şiir önemli bir<br />
kaynak olarak belirmektedir.<br />
Bir şehir kaynağı olarak şiir, şehrin tarihsel,<br />
toplumsal, insani yönleri ile irtibatlı olduğu gibi<br />
şehrin kendi serüveni, değişimi, başkalaşımı üzerine<br />
sözler söyleyerek kaynak olma yönünü biraz<br />
daha ayrıntılandırır. Yunus’un “Bu dünyanın<br />
meseli bir ulu şara benzer” sözünün izinde söylenecek<br />
olursa, şehirle dünya hayatının ayrıntıları<br />
arasında nice benzerlik kurmak kabil olur. Şehir,<br />
dünya hayatının bir izi ve yansıması değil midir<br />
“Bu şarın hayalleri türlü türlü hâlleri” bir şehir<br />
gözcüsü olan şiirin dikkatinden kaçmaz. Dünya,<br />
insan, şehir arasında mekik dokuyan şiir, en<br />
yalın ve ne çetrefil meselelere dair kendi sözünü<br />
söyler. Sözünün arasında insanın şehirle irtibatı,<br />
onun şehre akışı, şehirle harman olması izlenir,<br />
görülür. İnsanın şehirle imtihanının yakın tanığı<br />
olarak şiir gözünü o gerçekliğe diker, oradan ince<br />
sözler devşirir. Bir kaynak böylece çağlar durur,<br />
söyler durur.<br />
Şiirin şerh düştüğü bir şehir hayatı, bir şehir<br />
insanı dikkatle izlenmeye değer. Kıymet hem şiirin<br />
hem şehrindir. İki kıymet bir aradadır. İki göz<br />
karşı karşıyadır. İki gözün baktığı insan ve onun<br />
dünyası, hayali, dili hayret uyandırır. Şiirin ve<br />
şehrin ortasında insan yüzleri, insan hikâyeleri;<br />
şiirin ve şehrin dilinde insanın bir başka biçimde<br />
dile gelişi verimli çıkarımlara yol açabilir. ■<br />
24<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Sezai Karakoç'un şiirlerinde şehir<br />
ALÂATTİN KARACA<br />
"...coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların,<br />
şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı<br />
olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle<br />
coğrafya seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu<br />
mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir dünya<br />
görüşünün de yansımasıdır. "<br />
Coğrafya-Şehir- İdeoloji<br />
Öncelikle şunu belirteyim:<br />
Bir sanatçı, eserlerinde az ya da<br />
çok, bir coğrafyaya, bir mekâna<br />
yer verir. Varoluşun kaçınılmaz<br />
sonucudur bu. Çünkü varlıklar<br />
mekândan münezzeh değildir.<br />
Ve dahası insan, yaşadığı<br />
coğrafyayı şekillendirir, bunun<br />
tersi coğrafya da içinde var<br />
olan insanı şekillendirir. Bu<br />
bakımdan coğrafyayla, mekânla<br />
insan birbirine bağlıdır. Hacı<br />
Bayram-ı Veli’nin dediği gibi<br />
“ol şârı yapan insan, taş u toprak arasında kendi<br />
dahi inşa olur». Uzatmadan söylemeli ki, coğrafyanın,<br />
mekânın siyasal/ideolojik bir anlamı da<br />
vardır. Coğrafyayı vatan kılmak, o mekâna hem<br />
maddeten hem de manen sahip ve egemen olmak<br />
arzusu, coğrafyayı ideoloji ya da dünya görüşü<br />
ile ilişkilendirir. Bu bağlamda Ziya Gökalp›ın şiirlerinde<br />
sözünü ettiği «Turan ili»<br />
ideolojik/ütopik bir coğrafyadır.<br />
Mehmet Âkif, «Turan ili nâmıyla<br />
bir efsane edindik.» diyerek bu<br />
ideolojik/ütopik coğrafyaya karşı<br />
çıkar. Ama Âkif›in de kendisine<br />
göre ideolojik/ütopik bir coğrafyası<br />
vardır. Filistin, Kudüs,<br />
bugün de gündemde olan ideolojik<br />
anlamlar içeren coğrafyalardır.<br />
Örneğin Sezai Karakoç›ta<br />
ve Nuri Pakdil›de bu anlamda<br />
ele alınırlar. Arz-ı Mev›ud ise,<br />
İsrail›in ideolojik/ütopik coğrafyasıdır.<br />
Kısaca, coğrafya ve bu çerçevede ülkeler<br />
ve şehirler, dinî/tarihî değerlerinden ötürü, ideolojik/ütopik<br />
birer coğrafi simgeye dönüşürler.<br />
Dolayısıyla Türk edebiyatında kimi şairler de,<br />
şiir ve yazılarında coğrafyayı bu bağlamda ele<br />
alıp anlamlandırırlar. Sadece coğrafya mı Elbet<br />
25<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
değil. Bu coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki<br />
mekânların, şahsiyetlerin ve olayların seçimi<br />
de dünya görüşüne bağlı olarak coğrafya içinde<br />
faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle coğrafya<br />
seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu<br />
mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir<br />
dünya görüşünün de yansımasıdır. Örneğin Nazım<br />
Hikmet’in şu dizeleri şehirdeki bir mekâna<br />
-Ayasofya’ya- bağlı olarak bir ideolojik seçimi<br />
yansıtır. Şöyle diyor Nazım “Bir Şehir Rehberi”<br />
adlı şiirinde Ayasofya hakkında:<br />
“Ben ne tarih hocasıyım ne de coğrafya.<br />
Beni ancak<br />
dört köşe taş bir ambar<br />
kadar<br />
alâkadar<br />
eder<br />
Ayasofya»<br />
Nazım Hikmet’in şehirdeki bu mekâna bakışı,<br />
elbette ideolojik bir anlam içerir. Bir başka<br />
şair Osman Yüksel Serdengeçti›de ise Ayasofya,<br />
fethin sembolüdür, İslamın küfre galebesinin<br />
nişanesidir ve hatta müzeye çevrilmesi<br />
nedeniyle mahzun ve mahkûmdur. Bu iki örnek<br />
bile mekânla ideolojinin arasındaki ilişkiyi<br />
göstermeye herhâlde yeter. Birkaç örnek daha vererek<br />
konuyu açmaya çalışalım. Yahya Kemal›in<br />
coğrafyası üzerinde duralım. Beyatlı’nın coğrafyası,<br />
bilindiği üzere, esas itibariyle Osmanlı coğrafyası<br />
ile sınırlıdır. Bu coğrafyanın merkezinde<br />
Osmanlının başkenti, saltanat şehri İstanbul vardır.<br />
Ve bu coğrafya, yine Osmanlılar nedeniyle<br />
Balkanlara ve Mağrib›e değin uzanır. Buna karşılık<br />
İlhan Berk›in İstanbul Kitabı›nda bu şehir<br />
bir Osmanlı şehri olmaktan çıkar, kozmopolit<br />
bir kente dönüşmüştür ve dahası İstanbul onda,<br />
yıkılması gereken bir «dükalık» olarak karşımıza<br />
çıkar. Kentin yoksulluğudur, yoksulların, işçilerin<br />
yaşamıdır yansıtılmak istenen. İlhan Berk<br />
bu nedenle İstanbul›a bir ‹sosyalist flaneur› gibi<br />
bakar. Bu konuda verebileceğimiz bir başka dikkat<br />
çekici örnek Yavuz Bülent Bakiler olabilir.<br />
Bakiler›in şiirlerinde ise, bu kez karşımıza Türklerin<br />
yaşadığı Azerbaycan, Tiyanşan Dağları,<br />
Altay Dağları, Kerkük, Kırım, Üsküp gibi bir<br />
coğrafya çıkmaktadır. Şu dizeler, coğrafya-şehirideoloji<br />
ilişkisini yansıtan çarpıcı bir örnektir:<br />
«Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar<br />
Tıyan-Şan, Kadır-Gan Dağları›na dek uzar.<br />
Kim demiş<br />
Kim demiş ki, vatanımız; Edirne’den Kars’a<br />
kadar.”<br />
Aynı yolu İzleyerek, Mehmet Akif’in de, Nuri<br />
Pakdil’in de ve konumuz olan Sezai Karakoç’un<br />
da ideolojik/ütopik bir coğrafyası olduğunu, bu<br />
çerçevede Karakoç›un ideolojik coğrafyasının<br />
belirleyeninin ise, esas itibariyle din/medeniyet<br />
olduğunu söylememiz gerek. Yani kısaca, Sezai<br />
Karakoç›un şiirlerinde şehir coğrafyası da, esas<br />
itibariyle ideolojik temele dayanır. Bu temel ölçüte<br />
dayanmadan, Karakoç›un şiirlerinde coğrafyaya,<br />
şehre, şehirlere nasıl baktığı doğru biçimde<br />
saptanamaz.<br />
Şimdi şu soruyu sormak gerek: Peki, Sezai<br />
Karakoç›un şehir coğrafyasının sınırlarında hangi<br />
şehirler var Bu coğrafyanın seçimindeki temel<br />
ölçüt ne Bu coğrafya, ne gibi bir anlam içeriyor<br />
İşte bu sorulara cevap verebilmek İçin evvelâ,<br />
şunun altının çizilmesi gerekiyor: Karakoç’a göre<br />
şehir, medeniyettir. Demek ki, bu noktada ilkin<br />
şehir-medeniyet ilişkisi üzerinde durulmalıdır.<br />
Şehir- din/medeniyet ilişkisi<br />
Şehir- din/medeniyet ilişkisi üzerinde<br />
durmadan önce şunun altını çizmek gerek: Sezai<br />
Karakoç, bir medeniyet şiiri yazar. Eserlerinde<br />
bir medeniyetin tarihi, bir medeniyetin şahsiyetleri,<br />
bir medeniyetin yıkılışı, bir medeniyetin direnişi<br />
ve bir medeniyetin diriliş düşüncesi vardır.<br />
Eserlerinin tümü bu ana tema etrafında örülmüştür.<br />
Çünkü o, “Ben, memleketin durumunu,<br />
İslam âleminin durumunu, tarihî-sosyolojik<br />
perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet<br />
perspektifinden görüyorum.” dediği üzere,<br />
tüm sorunlarımıza bir medeniyet perspektifinden<br />
bakılması gerektiğine inanmaktadır. Şehre<br />
de bir medeniyet dairesi içinden bakar. İşte bunun<br />
için, başta bunun altını çizmek gerek.<br />
Şehir-medeniyet ilişkisine gelince, Karakoç’a<br />
göre, şehir medeniyetin göstergesidir. Nitekim<br />
bir yazısında; “Her medeniyet bir şehir<br />
getirmiştir. Medeniyetlerin kendilerine mahsus<br />
26<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
şehirleri vardır.” der. Dolayısıyla şehirler, bir<br />
medeniyete özgü hayat tarzının, bir kültürün,<br />
bir kimliğin; Karakoç’un deyişiyle ruhlarımızın<br />
aynasıdırlar. Nitekim bir şiirinde şair bunu;<br />
“Yok olduysa da bu şehir ruhu ruhuma sindi.»<br />
dizesiyle ifade eder. Edip Cansever de bir şiirinde<br />
«İnsan yaşadığı yere benzer.» derken aslında<br />
aynı şeyi tersten söylemektedir. O hâlde şu cümleyle<br />
bu paragrafı bitirelim: Sezai Karakoç›ta şehir,<br />
medeniyet demektir; o, şehre bir medeniyet<br />
perspektifinden bakar, bir medeniyet göstergesi<br />
olarak ele alır.<br />
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz şimdi;<br />
Karakoç, esas itibariyle medeniyeti, ikiye ayırır.<br />
Bunlardan ilki, kuşkusuz İslam medeniyetidir,<br />
ikincisi ise bunun karşısında yer alan Batı<br />
medeniyeti. Şair, bu medeniyet ayırımı doğrultusunda,<br />
şehirleri de ikiye ayırır. Ona göre bir<br />
«İslâm medeniyetinin şekillendirdiği şehirler»<br />
vardır, bir de «Batı medeniyetinin şekillendirdiği<br />
şehirler» Şair, bir şirinde İslam medeniyetince<br />
kurulan şehirlere «İlâhi site» der, diğerlerine ise,<br />
«İnkâr kentleri» adını verir. Ve şiirlerinde sıklıkla<br />
«İslâm şehri» ifadesini kullanır. Ona göre<br />
Batı medeniyetine özgü kentlerin kökeni eski<br />
Yunan›a ve Roma›ya dek uzanır. Ve, «Yunan sitesinde<br />
estetik, Roma sitesinde ise, egemenlik<br />
somutlaşmıştır.» İlahi sitelerin temel özelliği ise,<br />
erdemdir. Şair bunu şöyle ifade ediyor:<br />
“Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla’sında dediği<br />
gibi, İslâm sitesi, fazilet esasına dayanan sitedir.<br />
İslâm şehri ki, toplumun temelidir, evet o şehir,<br />
ancak ve ancak fazilet esasına dayanırsa yaşar<br />
inancı vardır.”<br />
Karakoç bu ayırımda, tüm eserlerinde görüleceği<br />
üzere, İslam medeniyetinin, kendi deyişiyle<br />
İlahi sitenin veya İslam şehirlerinin yanında<br />
yer alır. Çöküşüne ağıt yaktığı, dirileceğine<br />
inandığı bu şehirlerdir; dolayısıyla İslam medeniyetidir.<br />
Karakoç’un şehir coğrafyası: İslam<br />
şehirleri<br />
Şairin, yukarıda değindiğim medeniyet<br />
perspektifi doğrultusunda, şehir coğrafyası,<br />
İslam medeniyetinin yayıldığı sınırlarını kapsar.<br />
O, bu bağlamda «Ne tükenmezdir İslâm›ın şehirleri/<br />
En büyüğünden en küçüğüne/ Hangisini<br />
ansam eksik kalır/ Sayılmaz güzellikleri, iyilikleri.»<br />
diyerek, şiirlerinde Mekke, Medine, Kudüs,<br />
Bağdat, Şam, İskenderiye, Buhara, Semerkand,<br />
Taşkent, Şiraz, İsfahan, Beyrut gibi İslam şehirlerini<br />
sayar. Anadolu›da ise, başta elbette İstanbul<br />
olmak üzere, Diyarıbekr, Urfa, Konya, Bursa<br />
gibi İslam kültürünün önemli şehirleri vardır.<br />
Karakoç›un ülke ölçeğinde, coğrafyasında ise,<br />
tespit edebildiğimiz kadarıyla Mısır, Cezayir,<br />
Tunus, Filistin, Irak, İran, Afganistan, Pakistan,<br />
Habeşistan, Eritre, Azerbaycan, Türkistan gibi<br />
ülkeler yer alır. Kuşkusuz bu, İslam medeniyeti<br />
merkezli bir coğrafya seçimidir ve Karakoç, -bu<br />
coğrafya seçimiyle- şiirinin coğrafyasını «Şark-ı<br />
Aksâ›dan Mağrib-i Aksâ›ya kadar» uzatan İslamcı<br />
bir coğrafya idealine bağlı Mehmet Âkif’le<br />
örtüşür.<br />
Şair, söz konusu İslam coğrafyasına karşılık,<br />
şiirlerinde Batı medeniyetinin kentlerine örnek<br />
olarak ise, Paris, Moskova, Pekin ve Newyork›u<br />
sayar. Bu kentlerden Paris, ona göre «Avrupa›nın<br />
ülkü mezarlığıdır.», Moskova, Pekin ve Newyork<br />
ise, «türedi bir uygarlığın kentleri»dir. Bunlar,<br />
Karakoç’a göre, bizim model almamamız gereken<br />
- ne yazık ki model aldığımız- Batı medeniyetinin<br />
kentleridir.<br />
“Son durak İstanbul/ İlk durak Ankara»<br />
Bir şiirinde böyle diyor Karakoç. Yahya<br />
Kemal’in meşhur sözünü başka bir türlü söylemiş<br />
âdeta. Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü<br />
seviyorum demenin şiircesi. Şairin şiirlerinde,<br />
bu dizeler doğrultusunda, şehir coğrafyasının<br />
merkezinde İstanbul yer alır, en çok İstanbul.<br />
Bu seçimde de asıl belirleyici ölçüt, medeniyet<br />
perspektifidir. Yani İslam medeniyetinin<br />
önemli şehirlerinden biri olduğu için Karakoç,<br />
şehir coğrafyasında İstanbul›a baş sırayı verir.<br />
İstanbul onun için, «Dünyadan daha dünya,<br />
ahiretten daha ahiret»tir, «Divan şairlerinin<br />
kasideleri»ne benzer. Bu şehir, «Yeryüzünden<br />
ve gökyüzünden ötede» bir şehirdir, «Doğudan<br />
Batıya uzanıp / Çin ipeğinden örülmüş<br />
şeytan kozasını bölen” bir kılıçtır, “Tanrı’nın<br />
kılıç hâlindeki hilâli»dir, «İslâm ruhunun kristalleşmiş<br />
heykeli»dir. Bağdat›ın dervişlik ortağı<br />
/ Şam’ın kılıç kardeşi»dir. Böyle diyor çeşitli dizelerinde<br />
İstanbul için Karakoç. «İstanbul›dur<br />
27<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
u otuz yıl kana kana yaşadığım / Resmim âdeta<br />
taşlarına geçti / Ben İstanbul›da dağıldım zerre<br />
zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti.”<br />
dediği, özdeşleştiği şehre, sevgiyle ve saygıyla,<br />
kimi kez de acıyla bakar Karakoç. Ama bu<br />
şehirde hep Müslüman kimliğini görür, ağlarsa,<br />
bu şehrin Müslüman kimliğinin yok olmasına,<br />
yıkılmasına, unutulmasına ağlar. İşte bu nedenle<br />
İstanbul’a -aslında tüm şehirlere- İslam medeniyetinin<br />
sicil muhafızı olarak bakar Karakoç. Ve<br />
şehirlerin daima Müslüman değerlerini kayda<br />
geçer, ister kaybolsun, ister yaşasın... İstanbul›un<br />
Müslüman kimliğine işaret etmesi nedeniyle Karakoç,<br />
Yahya Kemal›le çoğu bakımdan örtüşür.<br />
Ama Karakoç, Beyatlı›da olmayan bir boyut<br />
daha ekler İstanbul›a. Buna sonra geleceğiz.<br />
Peki, İstanbul›da ne görür, neleri seçer şair<br />
Bu şehir bağlamında, onun bakış açısına giren,<br />
özellikle vurguladığı şeyler nelerdir Kısaca buna<br />
da değinmek gerek. Çünkü bu sorulara verilecek<br />
cevaplar, Karakoç›un şehir bağlamında ideolojisini<br />
de yansıtacaktır.<br />
Bize mahsus görüntüler<br />
Bir şehri bir medeniyete ait kılan çeşitli eserler<br />
vardır. Kuşkusuz, başta ibadethaneler olmak<br />
üzere, çeşitli dinî mekânlar, bunların başında<br />
yer alır. Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi, Sezai<br />
Karakoç›un da şehirde seçtiği merkezî mekân<br />
camilerdir. Çünkü camiler, bir şehri İslam medeniyetine<br />
ait ve özgü kılan asıl mekânlardır. Bu<br />
bakımdan İslam şehirlerinin merkezinde, genellikle<br />
bir Camii- kebir (Ulu Cami) bulunur. İşte<br />
o nedenle, şehrin Müslüman kimliğini vurgulamak<br />
isteyen şairin şiirlerinde, çoğu kez camiler<br />
boy gösterir. Örneğin bir şiirinde, “Sedeflerinden<br />
yapılmış İstanbul camilerinin taşları / Beyaz<br />
Güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini<br />
gördüm / camilerin.” der. Bir başka şiirinde şehrin<br />
ufuklarında ilk göze çarpan mekânın camiler<br />
olduğunu şöyle dile getirir:<br />
“Uzaktan, yakından camiler geldi<br />
Gecemize ışık tuttular mum ve fener gibi.”<br />
Bu çerçevede Süleymaniye, Sultanahmet,<br />
Fatih, Eyüp Sultan, Merkezefendi, Şehzadebaşı,<br />
Karacaahmet vb. camileri sayar. Çünkü bunlar<br />
şehirlerimizin bize mahsus unsurlarıdır, erdemin<br />
anıtlarıdır. Nitekim bir şiirinde, şehrin bize<br />
mahsus görüntülerini şöyle tasvir eder:<br />
“Bize mahsus görüntüler Bursa, İstanbul, Konya,<br />
Edirne,<br />
Bize mahsus görüntüler Diyarbekir<br />
Ulu Cami, Peygamber Cami, Süleyman Cami,<br />
İç Kale, Aslanlı Çeşme<br />
Dar sokaklar, kapı içinde kapı, uygarlık bu<br />
Kendi uygarlığımız.»<br />
Evet, kendi medeniyetimize ait şehirlerin bize<br />
mahsus görüntüleri bunlardır. Şair de özellikle,<br />
bir şehri bize ait kılan bu görüntülere vurgu yapar<br />
zaten. Âkif, Y. Kemal ve Sezai Karakoç, şehirde,<br />
o şehri bize mahsus kılan camilerde buluşurlar.<br />
Âkif, şehirde bir vaizdir, halkla iç içe olmak, onlara<br />
İslam medeniyetinin ahvâlini anlatmak ve<br />
onları uyarmak için camiyi seçer daha çok. Yahya<br />
Kemal’de cami İslam medeniyetinin hem tarihî<br />
hem estetik değeri olarak yükselir. Karakoç bu<br />
yönüyle Yahya Kemal›e daha yakın durur. Ancak<br />
o, modernizm rüzgârlarının yıktığı, tahrip ettiği<br />
maddi ve manevi sarsıntılardan korunmak için<br />
de camileri seçer. Bu itibarla Karakoç’ta cami<br />
modern kentte bunalan ve ruhen sarsılan bireyi<br />
koruyan bir barınak, bir tutamak, bir sığınaktır.<br />
Nitekim bazı dizelerinde bu duyguyu “Ara sıra<br />
sığındığım cami kıyıları”, “Ben her taşı beş yüz<br />
yıl önce konmuş / Bir camiye tutunarak buluyorum<br />
kendimi / Bir yağmadan böyle kurtarıyordum<br />
kendimi.» diyerek dile getirmiştir.<br />
Bize mahsus görüntüler: Çeşmeler<br />
Karakoç’ta İstanbul’da camiler yanında, bir<br />
medeniyeti göstergesi olarak çeşmeler de önemli<br />
bir yer tutar. Bu bağlamda Sultanahmet Çeşmesi,<br />
Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi, Kadıköy’de<br />
Osman Ağa Camii’nin yanındaki Ulu Çeşme,<br />
Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan dört<br />
yüz yıllık çeşme, bunlar arasında sayılabilir. Bilindiği<br />
üzere, çeşmeler İslam medeniyetine ait,<br />
bize mahsus eserlerdir. Şair, o nedenle çeşmeler<br />
üzerinden de şehirlerin Müslüman kimliğine<br />
vurgu yapmaktadır. Nitekim bir dizesinde “Çeşme<br />
bir pencere uygarlığa” der. Bir başka şiirinde<br />
çeşmeler; “Ölümsüz bir uygarlığın/ .../ Ölüm-<br />
28<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
süz kitabeleri/ Sonsuzluğun mezar taşları”dır.<br />
Karakoç çeşmeler aracılığıyla şiirlerinde bir şeye<br />
daha işaret eder. Çeşmeler, İslam medeniyetinin,<br />
estetiğinin, tarihinin modern kentlerdeki yıkılışını,<br />
unutuluşunu, tahrip edilişini de gösterirler.<br />
Örneğin bu şiirlerde kurumuş, unutulmuş, kitabeleri<br />
kırılmış, çer çöp atılmış çeşmelere sıkça<br />
rastlanır. Bir şiirinde bu medeniyet yıkımı çeşmeler<br />
üzerinden şöyle anlatılıyor:<br />
“Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki<br />
Buruşturulmuş bir kâğıt gibi<br />
Çürümüş sebzelerle yemişlerle<br />
Ödüllendirilmiş<br />
Ruhumun öz penceresi<br />
Üstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığı<br />
Yavru kedilerle köpeklerin annesi»<br />
«Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın adını<br />
taşıyan<br />
Onun kadar alçakgönüllü dört yüz yıllık çeşme<br />
Taşıyorsun her yerinde<br />
Tamir yapılır› levhalarını<br />
Plastik veya naylondan paslı teneke ve<br />
ıvırzıvırdan<br />
Birtakım yeni zaman kolyelerini<br />
Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen<br />
Hiç bilmediğin bir hayatı öğreniyorsun<br />
Kölelik ve uşaklık bodrumunun gizli dersi<br />
Yapıştırılıyor çile balmumuyla o kutsal alnına<br />
İdam fermanın gibi”<br />
Çeşmeler yanında, serviler, şadırvanlar,<br />
mezarlıklar, sahaflar, kapalı çarşılar da bir<br />
medeniyetin göstergesi olarak Sezai Karakoç’un<br />
şehir tablosunda yer alırlar. Görüleceği üzere<br />
Karakoç, şehirde, şehri İslam medeniyetine ait<br />
kılan yapıları öne çıkarmakta, böylece şehrin<br />
kültürel kimliğine vurgu yapmaktadır. Bu yönüyle<br />
Yahya Kemal›le örtüşür, o da saydığımız<br />
yapılar aracılığıyla şehrin dinî, tarihî ve estetik<br />
değerlerine işaret eder. Ayrıca belirtmek gerekir<br />
ki, Karakoç›ta şehirler, medeniyetin tarihî boyutuyla<br />
da karşımıza çıkarlar. Ama buna karşılık<br />
örneğin Nuri Pakdil›de şehrin daha çok aktüel/<br />
siyasal cephesi öne çıkarılır. Örneğin onda da<br />
Filistin ve Kudüs vardır; ancak Pakdil›de Filistin<br />
ve Kudüs, İsrail işgali ve Müslümanların direnişi<br />
açısından ele alınır. Oysa Karakoç, ele aldığı şehirlere<br />
her zaman bir tarihsel boyut ekler; hatta<br />
tarihsel boyutlarıyla yükselir onda şehirler. Şair,<br />
İslam şehirlerini tasvir ederken, o şehrin tarihine,<br />
tarihsel olaylara, tarihsel şahsiyetlere, Kuran,<br />
Tevrat ve İncil aracılığıyla sık sık atıfta bulunur.<br />
Şehri tarihsel boyutuyla ele almada Karakoç,<br />
Yahya Kemal›le örtüşür, ancak Yahya Kemal›de<br />
şehrin tarihi boyutu, Osmanlı tarihi ile sınırlıdır,<br />
Karakoç›ta ise İslam tarihi ile, Peygamberler tarihi<br />
ile… Dolayısıyla onda şehir tarihinin boyut<br />
ve sınırları din eksenlidir. Bir başka ayrıldıkları<br />
nokta, Karakoç şehirde tarihle şimdiki zamanı<br />
birleştirir, İslam şehirlerinin hem tarihini hem<br />
de aktüel durumunu tasvir eder; ancak Yahya<br />
Kemal, şehrin hayalindeki gibi kalmasından yanadır,<br />
Tanpınar›ın işaret ettiği üzere, onda şehir<br />
bağlamında da zaman sürekli geriye, geçmişe<br />
doğru akar. Kısaca, Karakoç›ta şehirler üç zaman<br />
boyutuyla ele alınırlar. Şair ilkin şehrin tarihine<br />
yönelir, bu bir medeniyeti tarihidir ve esas itibariyle<br />
dinî bir tarihtir, ikinci boyut İslam şehirlerinin<br />
şimdiki hâlidir. Bu yıkılışı imler, böylece<br />
şair, şehirlerimizin yıkılışını, tahrip edilişini, dolayısıyla<br />
bir medeniyetin yıkılışını gözler önüne<br />
serer, son boyut ise, geleceğe ilişkindir ve diriliş<br />
umudu taşır. Çünkü o, diriliş düşüncesine bağlı<br />
bir şairdir. Karakoç, bu aşamada, şehirlerimiz<br />
bağlamında İslam medeniyetinin dirileceğine<br />
olan umudu dile getirir.<br />
Üç boyutlu şehirler<br />
1. Tarihsel boyut<br />
Demin belirttiğim gibi şair, şehirlerden bahsederken<br />
mutlaka onun dinî tarihine atıfta bulunur.<br />
Örneğin Kudüs, “Gökte yapılıp yere indirilen<br />
şehir. / Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.»<br />
olan Kudüs söz konusu edildiğinde hemen<br />
miraç olayına, Zekeriya ve İsa Peygamberlere<br />
atıfta bulunulur. Şöyle: «Kudüs›te / Hazırlandı<br />
kaya / Yerden yükselmeye bir parça / Ata binen<br />
süvariye», «Burak aldı ve gitti Peygamberi». Bir<br />
başka örnekte ise, «Senin şehrin benim şehrim<br />
ve hepimizin şehri.” dediği Bağdat anıldığında,<br />
Kerbelâ vakasına ve Hallac-ı Mansur›un idamına,<br />
Harun Reşit adaletine, Fuzuli’ye, Leyla ve<br />
Mecnun’a, Cüneyd-i Bağdadi’ye gönderme yapılır:<br />
29<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
«Bağdat ki Kerbelâ şehitlerinin kanıdır harcı<br />
İslâm uygarlığının başkenti<br />
Harun Reşit barışı<br />
İmam-ı Azam adaleti<br />
Cüneyd›in gözleri<br />
…<br />
Fuzuli›nin günü<br />
Leyla vü Mecnun›un nefesi<br />
Ve Hallac-ı Mansur›un kanıyla besli.»<br />
«Bağdat›tayız<br />
Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi<br />
Çevresinde bir darağacının.” der.<br />
Şam’da hemen Mevlâna, Şems, Muhyiddin<br />
Arabi ve Yasin suresi hatırlatılır. Şöyle diyor bir<br />
şiirinde şair Şam›ı anlatırken:<br />
«Şam›dayız<br />
Mevlâna ve Mesnevi<br />
Muhyiddin ve Yasin<br />
Şems ve Füsus<br />
Şems nasıl değiştirdi<br />
Bengisu sarnıçlarından geçirerek<br />
Mevlâna Celaleddin›i<br />
Ve Yasin bir delikanlı biçiminde<br />
Ağır ölüm hastalığında<br />
Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi›yi»<br />
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Şair<br />
şehirlerin dinî tarihine atıfta bulunarak, hem<br />
onların kutsallığına hem de köklü tarihine, zengin<br />
kültürüne işaret etmektedir.<br />
2. İkinci boyut, şimdiki zaman/yıkılış<br />
Karakoç, şiirlerinde İslam şehirlerinin aktüel<br />
boyutuna da geniş yer verir. Ancak bu boyutta,<br />
şanlı geçmişe karşılık, bir yıkım, bir tahrip, bir<br />
bozulma gözler önüne serilir. Şimdi de bunlardan<br />
birkaç örnek vermek istiyorum. Bir şiirinde<br />
İslam şehirlerinin Batılılaşma fırtınası sonucu<br />
yıkıldığını şöyle anlatıyor şair:<br />
“Şam ve Bağdat kırıklara karışmıştır<br />
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır<br />
O da yarım kalmıştır<br />
Urfa ufala ufala<br />
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde<br />
Belki bir toz bulutu<br />
İstanbul’a küflenmiş<br />
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır<br />
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş<br />
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır”<br />
Evet, şehirlerimize “küflenmiş bir Avrupa<br />
akşamı” dadanmıştır artık. Bir başka şiirinde de<br />
evlerin köksüzlüğünü, yabancılığını, yeni kurulan<br />
semtlerin yabancı seslerini, doğadan kopuk<br />
modern kentleri şöyle tasvir ediyor:<br />
“Kurudu birden doğu kaynakları,<br />
…<br />
“Ev yerleşmedi yeni yerine<br />
Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine<br />
Göz toprağı arıyordu, toprak yoktu.”<br />
…<br />
Bir ağıt var çamaşır ipinde bile.”<br />
İslam şehirlerinin yıkılışını, Karakoç doğadan<br />
kopuş bağlamında da ele alır. Çünkü İslam<br />
medeniyetinin şehirleri, evleri, modern kentlerin<br />
ve evlerin aksine doğayla iç içedir. Bu nedenle<br />
modern kent anlayışının doğayı yok ettiği<br />
düşüncesine onun şiirlerinde sık sık rastlanır.<br />
İşte birkaç örnek:<br />
“Beton atıyorlar, taş biriktiriyorlar<br />
Duvarlar çetin, pencereler yüksek<br />
Gittikçe kapanıyoruz içimize<br />
Duvarlar duvarlar duvarlar<br />
Duvarlarla çevrilerek.”<br />
Modern kentte betonlarla, duvarlarla kuşatılmıştır<br />
insan. Aynı düşünceyi;<br />
“Çiçek, arkeolojik bir malzemedir artık diyorsun<br />
Biliyorum, O…<br />
Arkaik bir kalıntı, arasında tunç ve taşın<br />
İnşaat planlarında yer alan.<br />
Mezarlara bir anı, son anı gibi bırakılan<br />
Bir haftalık kitabedir.”<br />
dizelerinde de ifade eder. Modern yaşamda insan<br />
topraktan, doğadan hızla kopmaktadır. Bir başka<br />
şiirde ise bu durum;<br />
30<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
“Toprağı fazla terk ediyoruz artık<br />
Trenlerle, otobüslerle, otomobillerle<br />
Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle.”<br />
dizelerinde ifade edilir.<br />
Onun deyişiyle bu modern metropollerde<br />
gözlerimiz eşyaya bakmaktan kör olmuştur<br />
artık. Karakoç’un yanında Turgut Uyar da<br />
şiirlerinde modern kentin doğadan kopuşunu,<br />
betonlaşmasını, insanın eşyaya, nesneye<br />
köleliğini sık sık işlemiştir.<br />
Karakoç’un asıl meselesi ise bu şiirlerde bir<br />
medeniyetin göstergesi olan İslam şehirlerinin<br />
yıkılışıdır. Şair âdeta bu yıkılışa; Şam’ın,<br />
Bağdat’ın yıkılışına şu dizlerinde ağıt yakar;<br />
“Kentler benim kırılmış<br />
Kollarım ve kanatlarım<br />
Ak kuşlardan çağrılmış<br />
Yaslar şölenine atlarım.”<br />
Bir başka şiirinde örneğin, Bağdat’ın yıkılışını<br />
şöyle anlatır:<br />
“Ve haberci diyor ki: n’oldu Bağdat<br />
Nerde onu koruyan sûr ve perde<br />
…<br />
Devrilen her taş benim<br />
Yıkılan her ev benim<br />
Benden yıkılıyor hepsi, ben yıkılıyorum<br />
Yıkılan benim.”<br />
Evet, şehirler bağlamında, kurulan modern<br />
kentlerle, aslında yıkılan İslam medeniyetidir.<br />
Örnekleri uzatmaya gerek yok; Karakoç’ta İslam<br />
şehirlerinin yıkılışına pek çok örnek buluyoruz.<br />
Aslında aşağıdaki dizeler, bu yıkılışı hüzünlü bir<br />
biçimde dile getiren en dikkat çekici örneklerdir:<br />
“Bırak beni ağlayayım<br />
Altmış bin ölü verdi<br />
Daha dün<br />
Kardeş kardeşe<br />
Ve Irak’ın ve İran’ın<br />
Canım şehirlerine ağlayayım.”<br />
3. Boyut- Gelecek – İslamın Dirilişi<br />
Karakoç bütün bu yıkıma karşı umutludur.<br />
İslam şehirleri, dolayısıyla İslam medeniyeti dirilecektir.<br />
Şiirlerinde diriliş umudunu da sık sık<br />
dile getirir. Örneğin;<br />
“Bir şey olacak biliyor ama ilerde<br />
Aşağıda çarşıda ve şehirde<br />
…<br />
Bağdat’ta, Şam’da, Kudüs’te…” der.<br />
Bir başka şiirinde;<br />
“Gül tarhları gelecek<br />
Küçük parklara büyük kentlere yeniden.”<br />
diyerek ifade eder diriliş umudunu.<br />
Şu dizelerde İslam uygarlığının bu kentlerde<br />
yeniden dirileceğini şöyle ifade eder:<br />
“Gül uygarlığı<br />
Gül şarabının uygarlığı<br />
Gül kokusundan mest olup<br />
Ölüyken dirilenler gibi<br />
Ağacağız kente şimdi.”<br />
Şu dizeler ise, şairin hem diriliş umudunu,<br />
hem de İslamcı anlayışını şehir-medeniyet bağlamında<br />
yansıtan dikkat çekici bir örnektir:<br />
“Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak<br />
İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak<br />
Bunun için savaşırım ben.”<br />
Yazıyı âdeta bir dua olan şu dizeleriyle noktalıyorum.<br />
Bu dua aynı zamanda Karakoç’un<br />
İslamcı ve dünya görüşüne bağlı diriliş düşüncesinin<br />
de ifadesidir:<br />
“Mekke’ye, Medine’ye, Şam’a<br />
Kudüs’e, Bağdat’a, İstanbul’a<br />
Semerkant’a, Taşkent’e, Diyarbekr’e<br />
Yetiş peygamber imdadı yetiş.<br />
(…)<br />
Kentlere şafaklar gibi ağan<br />
Küçük askerlerini<br />
Gül diksinler diye topraklarına<br />
İnsanın ta gönlüne<br />
Yetiştir erenlerini<br />
Allahım<br />
Amin.”■<br />
31<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Yahya Kemal Beyatlı'nın<br />
daüssılası: Üsküp<br />
İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />
Tanzimat sonrası Türk edebiyatının ana<br />
konularından biri “vatan”dır. Kavramın<br />
bugünkü coğrafî, siyasî, ekonomik,<br />
kültürel ve sosyolojik anlamını kazanması,<br />
tıpkı “hürriyet, medeniyet, milliyet, kanun, eşitlik”<br />
gibi, Tanzimat sonrasındadır. Kavram özellikle,<br />
“Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-ı vatandandır/<br />
Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten”<br />
mısralarını kendisine hayat felsefesi edinen<br />
Namık Kemal’le kamuoyuna mal olmuştur.<br />
Çünkü vatan kavramı, Tanzimat öncesinin Divan<br />
ve Halk şairleri ile mutasavvıf şairlerin dillerinde<br />
çok daha farklı anlam/anlamlarda kullanılmıştır.<br />
(Çetişli, 2000, 3-10)<br />
Modern dönemlerin bakışını esas aldığımızda;<br />
“bir insanın veya toplumun üzerinde doğup büyüdüğü,<br />
havasını teneffüs edip yaşadığı coğrafya,<br />
ülke, memleket; bir devletin hâkimiyeti altındaki<br />
topraklar” olarak tanımlayabileceğimiz vatan, öncelikle<br />
sınırları belli bir coğrafyanın adıdır. Buna;<br />
insanı veya toplumu kuşatan kozmik âlemin daha<br />
sınırlı, daha yakından tanınan alanı demek de<br />
mümkündür. Birey ve toplumun üzerinde doğup<br />
büyüdüğü, yaşadığı, çeşitli imkân ve nimetleriyle<br />
yetiştiği bu mekân; aynı zamanda onun kimliğini<br />
şekillendirdiği, birçok maddî ve manevî bağla<br />
bağlı olduğu bir yerdir de. Bu sebeple “vatan”,<br />
* Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
bazı sosyologlara göre bir toplumu millet kılan<br />
değerlerin başında gelir. Buna bağlı olarak da millet;<br />
belli bir coğrafyada, ortak bir tarih ve değerler/<br />
kültür etrafında birleşip bütünleşmiş, kaynaşmış<br />
ve teşkilatlanmış toplum veya topluluğun adıdır.<br />
Onun için Namık Kemal (1840-1888) der ki:<br />
“İnsan vatanını sever; çünkü vatan öyle bir gâlibin<br />
şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhûm<br />
hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat,<br />
uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye<br />
muhabbet, yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyenin<br />
içtima’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir.”<br />
(Kaplan, 1978, 223) Kısacası toprak veya<br />
coğrafya, tarihi boyunca toplumunun ona; onun<br />
da topluma verdikleriyle “vatan”laşır.<br />
Konu ve kavramın birdenbire bu kadar öne<br />
çıkması ve topluma mal olmasında, Fransız<br />
İhtilâli sonrası Batı’da doğup gelişen sosyo-kültürel<br />
ve sosyo-politik anlamlı millet/milliyetçilik,<br />
hürriyet/hürriyetçilik, vatan/vatanseverlik duygu<br />
ve düşüncelerinin Osmanlı İmparatorluğuna<br />
sıçramasının büyük rolü mevcuttur. Bir başka<br />
önemli faktör ise, İmparatorluğun XIX. yüzyılın<br />
ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreği arası dönemde<br />
yaşadığı çözülme sürecidir. Daha yakından bakıldığında<br />
konunun kendinden önceki dönemlere<br />
göre çok daha önem kazanmasının Kırım Harbiyle<br />
(1853-1856) başladığı, Osmanlı-Rus Harbiyle<br />
(1877-1878) geliştiği, Trablusgarp (1911), Balkan<br />
32<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
(1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) harpleri<br />
ve Millî Mücadele (1919-1922) dönemlerinde<br />
en üst seviyeye ulaştığı görülür. Zira daha önceki<br />
dönemlerde Türk milleti için vatan, -diğer anlamları<br />
bir yana- fethedilen veya fethedilmesi; imar<br />
ve iskân edilmesi gereken yer/yerlerdir. Hâlbuki<br />
XIX. yüzyılda vatanın anlamı değişir. Zira vatan<br />
düşman saldırısına uğrayan ve işgal edilmek istenen<br />
yerdir artık.<br />
Sonu gelmeyen savaşlar, bu savaşlarda kaybedilen<br />
onca vatan toprakları, milyonlarca “evlâd-ı<br />
fâtihân”ın [1] asırlardır üzerinde yaşadıkları toprakları<br />
terk edip İstanbul veya Anadolu’ya hicret<br />
etmek mecburiyetinde kalmaları, dönemin nesillerinde<br />
derin bir “gurbet” ve “daüssıla” duygusuna<br />
sebep olmuştur. Zira geride bırakılan vatan<br />
toprakları, hem ölenlerin hem de yaşayanların göz<br />
kapaklarında asılı kalmıştır. Aşağıdaki mısralar,<br />
1918’lerin söz konusu ruh hâlini bütün çıplaklığıyla<br />
ortaya koyar.<br />
Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.<br />
Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık.<br />
Ölenler en sonunda kurtuldular bu<br />
dağdağadan<br />
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan<br />
<strong>Bizim</strong> diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. (Beyatlı,<br />
1974, 79)<br />
Yahya Kemal Beyatlı (1884-1957), bu nesillerin<br />
talihsiz çocuklarından ve hayatı müddetince<br />
gurbet ve daüssıla duygusunu bütün derinliği ile<br />
yaşayanlardan birisidir. Onun bu duygularının arkasında,<br />
genelde Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp<br />
dağılışı, özelde ise doğup büyüdüğü Rumeli<br />
ve özellikle Üsküp’ün kaybı vardır. Ayrıca Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle Yahya Kemal’de<br />
yaşanan zaman, “daima arkada kalana doğru”<br />
hareket eder. Bir başka ifadeyle büyük şiirin ana<br />
temaları (aşk, ölüm, gurbet, ihtiyarlık gibi) karşısında<br />
onun zihni, “zihnî mekanizmanın en şairâne<br />
tarafı olan hatırlama” ile çalışır. Bu sebeple Yahya<br />
Kemal’in “ilhamının her kımıldanışında bir mazi<br />
parçası canlanır.” (Tanpınar 1977: 355)<br />
Tanpınar’ın tespiti bağlamında Yahya<br />
Kemal’in şiirlerine topluca baktığımızda şöyle bir<br />
1. Yahya Kemal’e göre Rumeli’de “evlâd-ı fâtihân”<br />
sözünden, “ilk Rumeli Fâtihlerinin çocukları”<br />
kasdedilir. (Banarlı, 1997, 16)<br />
tablo ile karşılaşırız: Beyatlı Açık Deniz’de Rakofça<br />
kırlarının hür havasını teneffüs ederek geçirdiği<br />
Balkan şehirlerindeki çocukluk yılları ve bu<br />
dönemde “her lahza bir alev gibi” duyduğu sonsuzluk<br />
özlemini; Kaybolan Şehir’de henüz “hayatı<br />
şafaklandıran çağa” girmeden annesini gömdükleri<br />
Üsküp’ü; Ufuklar’da annesinin teneşir tahtası<br />
üzerinde sabit ve donuk gözlerle kendisine bakarken<br />
duyduğu büyük acıyı; Gurbet’te gurbet yıllarının<br />
kaygıları, hüzünleri ve yalnızlıklarını; Hüzün<br />
ve Hâtıra’da yine gurbetteki “hicranlı günler”i ve<br />
orada duyduğu “sonu gelmez hüzünleri”; Eski<br />
Paris’te uzun bir dönem kaldığı Paris’in büyülü<br />
güzelliklerini; Madrid’de Kahvehâne’de Madrid<br />
kahvehânelerinin gürültüleri arasında Emirgan’ın<br />
Çınaraltı kahvehânesini; Kar Mûsıkîleri’nde<br />
Varşova’da duyduğu, ama zevk almadığı Batı<br />
musikisini dinlerken Tanbûri Cemil Bey ve<br />
İstanbul’u; Viranbağ’da, adı geçen mekânda sevgililerle<br />
birlikte geçirdiği mutlu yaz mevsimini;<br />
Geçmiş Yaz’da yine sevgilinin “her anını, her rengini,<br />
her şi’rini” hazdan yarattığı “rüya gibi” yaz<br />
mevsimini; İstanbul’un O Yerleri’nde bir zaman<br />
cananla birlikte oldukları, ama nice zamandır<br />
görmediği Çamlıca Tepesi’ni; Siste Söyleyiş’te ise<br />
“sade bir semtini” sevmenin bile bir ömre değdiği<br />
İstanbul’un aniden derin bir sisle kapanması üzerine<br />
Tevfik Fikret’in “Sis” şiirini hatırlar. Böyle bir<br />
hatırlamanın yaktığı kıvılcımla başlayan adı geçen<br />
şiirler, söz konusu hâtıra ve hatırlama ekseninde<br />
genişler ve metne dönüşürler. Hemen belirtelim<br />
ki bu hâtıra ve hatırlamalar arasında Üsküp’ün<br />
önemli bir yeri vardır. (Çetişli, 2008, 549-558)<br />
Bilindiği gibi Yahya Kemal, İmparatorluğun<br />
çöküşü ve milletin yeniden inşası sürecinde büyük<br />
ölçüde coğrafyanın şekillendirdiği bir millet ve tarih<br />
anlayışını benimser. Bu bağlamda “Kendi Gök<br />
Kubbemiz” şairi, millî kimlik ile coğrafya/vatan<br />
arasında sıkı bir ilişki görür. O inanır ki her coğrafya<br />
veya toprağın, üzerinde yaşayan milletten<br />
aldığı kendine has bir rengi ve “milliyet”i vardır.<br />
Bu sebeple vatan “bir mevhum değil, doğrudan<br />
doğruya cedlerimizin doğduğu, bizim doğduğumuz,<br />
evlatlarımızın doğacağı topraktır. Toprağın bir rengi,<br />
bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden<br />
sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri<br />
ile temsil etmişlerdir; İtalya toprağı İtalyan,<br />
Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman<br />
olduğu gibi Türkiye toprağı da Türktür.” (Özbalcı,<br />
33<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
1996, 30-31) “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve<br />
halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa, orada,<br />
gözlere bir vatan tablosu görünür.” (Beyatlı, 1988,<br />
5)<br />
Yahya Kemal’in bu düşüncelerin temelinde,<br />
kimliğini aradığı bir sırada karşısına çıkan Camille<br />
Julian’ın; “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı<br />
yarattı” cümlesinin kendi milletine uyarlanışı<br />
vardır.<br />
“Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Coulange’ın<br />
esaslı tilmizi olan ve müverrih Camille Julian’ın bir<br />
cümlesini okudum. Bu cümle, benim, millîyetimizin<br />
ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi<br />
birdenbire, yeni bir istikamete sevk etti. (...)<br />
Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de Malazgirt’ten,<br />
1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı<br />
yaratmamış mıydı (...) bu cümle kafamda birdenbire<br />
yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık millîyetimize<br />
dâir fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada<br />
birleşiyordu. Bu noktadan hareket ettim.” (Banarlı,<br />
1997, 46-47)<br />
“Cihan vatandan ibârettir, îtikadımca...” diyen<br />
Yahya Kemal’in -merkezinde Aziz İstanbul olmak<br />
üzere- geniş bir vatan coğrafyası mevcuttur. “Yeri<br />
fethetmek için gelmiş o fâtih neslin” kılıçlarıyla<br />
çizdiği bu coğrafyanın içinde Anadolu, Rumeli,<br />
Tunus, Cezayir, Mısır, Irak, Suriye gibi ülkeler;<br />
Bursa, Konya, İzmir, Tekirdağ, Van; Kosova, Niğbolu,<br />
Mohaç, Varna, Belgrad, Budin, Eğri, Uyvar,<br />
Filibe, Sofya, Selanik, Şam gibi şehirler; Sakarya,<br />
Tuna, Tunca, Vardar, Fırat ve Nil gibi ırmaklar<br />
vardır. Ancak bu geniş Osmanlı coğrafyası, XIX.<br />
yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın ilk çeyreğine<br />
uzanan yarım asırlık dönemde büyük savaşlara<br />
sahne olmuş; sonunda da yağmalanıp paylaşılmıştır.<br />
Bunun için Yahya Kemal’in millî daüssılasının<br />
alanı, doğal olarak bütün Osmanlı coğrafyasıdır.<br />
Fas ziyareti sebebiyle söylediği “Ben, kendi milletimizin<br />
hatıraları nerelere kadar giderse oralara<br />
kadar mütehassirim.” (Banarlı, 1997, 123) cümlesi<br />
bunun açık delilidir. Süleymaniye’de Bayram<br />
Sabahı şiirinde de bunu görürüz. Süleymaniye’de<br />
idrak edilen bayram sabahında önce Üsküdar’dan<br />
Bursa’ya, Konya’dan İzmir’e, Beyazıd’dan ta Van’a<br />
kadarki yüzlerce şehir birbirine seslenir. Böylesi<br />
“duygulu, engin ve mübârek” seherde gönlü dolan<br />
kadın, erkek ve çocuk, bir süre sonra bu defa<br />
“büyük hatıralar rüzgârı” eşliğinde Muhaç’tan<br />
Kosava’ya, Niğbolu’dan Varna’ya, Budin’den<br />
Eğri’ye, Tunus’tan Cezayir’e kadar uzanan geniş<br />
Osmanlı coğrafyasından gelen top seslerini<br />
dinlerler.<br />
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;<br />
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.<br />
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan<br />
mı<br />
Üsküdar’dan mı Hisardan mı Kavaklardan<br />
mı<br />
Bursa›dan, Konya›dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,<br />
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;<br />
Şimdi her merhaleden, tâ Beyazıd›dan,<br />
Van›dan,<br />
Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.<br />
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!<br />
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,<br />
Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını,<br />
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.<br />
34<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor<br />
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:<br />
Kosava’dan, Niğbolu›dan, Varna›dan,<br />
İstanbul’dan..<br />
Anıyor her biri bir vak›ayı heybetle bu an;<br />
Belgrad›dan mı Budin, Egri ve Uyvar›dan mı<br />
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı<br />
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor<br />
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..<br />
Adalar›dan mı Tunus’dan mı, Cezayir’den mi<br />
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi<br />
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;<br />
O mübârek gemiler hangi seherden geliyor (Beyatlı,<br />
1974, 12-13)<br />
Bu geniş coğrafya ile birlikte onun daüssıla duygularının<br />
merkezinde hep Rumeli ve özellikle Üsküp<br />
[2]* mevcuttur. Bilindiği gibi Yahya Kemal’in<br />
2. * Bugün genç Makedonya Cumhuriyeti’nin<br />
başkenti olan ve Balkan yarımadasının ortasında<br />
bulunan Üsküp (Skopje), coğrafî durumu sebebiyle,<br />
tarih boyunca önemli bir siyasî, kültürel ve ekonomik<br />
merkez olma durumunu korumuştur. Şehrin tarihi<br />
M.Ö. 4000 yılına kadar uzanmaktadır. Üsküp,<br />
Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenliği<br />
altında Hıristiyanlaştırılmış; M.S.X. yüzyıl ile XIV.<br />
yüzyıllar arasındaki dönemde Bulgar ve Sırplar<br />
arasında sık sık el değiştirir. Kosova muharebesinden<br />
sonra Yıldırım Bayezid döneminde 1392’de Türkler<br />
tarafından fethedilmiş ve Kosova vilayetinin başkenti<br />
olmuştur. Balkan Harbi sonunda Osmanlı’nın elinden<br />
çıkan Üsküp, yine Sırp-Bulgar çekişmesinin arenası<br />
hâline gelmiş; 1944’te Yugoslavya Sosyalist Federal<br />
Cumhuriyeti sınırları içinde özerk Makedonya<br />
Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.<br />
soyu, hem baba hem anne tarafından III. Mustafa<br />
devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya<br />
dayanır. Beyatlı, birkaç nesil önce Üsküp’e göç etmiş<br />
ve aslen Nişli İbrahim Naci Bey ile Vranyalı<br />
Nakiye Hanım ailesinin ilk çocuğudur. 1884’te<br />
Üsküp’ün İshakiye Mahallesi’nde büyük validesi<br />
Âdile Hanım’ın konağında dünyaya gelmiştir.<br />
Şair, “her taşında milliyetimizin ruhu”nun sindiğini<br />
belirttiği bu Türk şehrinde doğmakla iftihar<br />
eder.<br />
“Ben, ailece Üsküp’lü değilim, Nişliyim. Fakat<br />
Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp,<br />
Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O<br />
kadar Türktür ki her taşında milliyetimizin ruhu<br />
şekillenir.” (Banarlı, 1997, 27-28)<br />
“Üsküp’te doğmasaydım yanardım. Bursa’yı da<br />
pek severim. Bana Üsküp’te mi veya Bursa’da mı<br />
doğmak isterdin deseler, Bursa’yı isterdim. Fakat<br />
Üsküp’ü de arzu ederdim. Üsküp’ü severim. Zira<br />
orada doğdum. Çünkü çok Türk. Benim zihniyetime<br />
büyük tesiri oldu.” (Ünver, 1980, 121)<br />
Yahya Kemal, büyük validesinin konağında<br />
“Nanam” dediği ve “sevgiden, vefadan, merhametten,<br />
iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûk” olarak<br />
nitelediği dadısı Fatma Hanım ve çok sevdiği<br />
Arnavud asıllı dadısı genç Zeynep’in ellerinde büyür;<br />
Nanasının kocası kâhya Ali Zâim Efendi ve<br />
külhanbeyliğe eğilimli Niş muhacirlerinden uşakları<br />
Hüseyin’den Battal Gazi destanı dinler; “Tuna<br />
ve Morava boylarından muhaceretin hızı ile Vardar<br />
boylarına dökülmüş fütühâtın bakıyyesi” Türklerden<br />
arabacı Deli Ahmet Ağa ile Vardar nehrine yıkanmaya<br />
gider. Daha beş yaşında iken kendinden<br />
büyük Redife Hanım’a âşık olur ve bu aşkın ver-<br />
35<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
diği duygularla bir türkü güftesinden mülhem ve<br />
Üsküp türkülerinin vezniyle ilk şiirini yazar. Rakofça’daki<br />
Kırçı eğlencelerine katılır; Tahta Ilıca,<br />
Şeyh Suyu ve Çayır gibi mesire yerlerine gezmeye<br />
gider.<br />
Yahya Kemal’in on altı yaşına kadarki tahsil<br />
hayatı da Üsküp’tedir. Önce âmin alaylarıyla Sultan<br />
Murad Camii’nin yanındaki beş yüz senelik<br />
vakıf malı olan Yeni Mektep’e gider; üç yıl boyunca<br />
muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sâni Gani<br />
efendilerden ders alır.<br />
“Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim<br />
doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı<br />
milliyetimin en hoş hatırasından mahrum<br />
kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene<br />
güzel mazimiz içinde yaşamış oldum.” (Beyatlı,<br />
1976, 21)<br />
Ardından Mekteb-i Edeb ve Üsküp<br />
İdadisi’ndeki tahsil yılları gelir. Yahya Kemal’de<br />
daüssıla, babasının memuriyeti sebebiyle Selanik’e<br />
gidişleriyle başlar. Daha Avrupaî bir şehir olmasına<br />
rağmen Selanik’ten pek hoşlanmayan şair,<br />
Üsküp hasretiyle şiirler yazar. Neyse ki bu ayrılış<br />
bir süre sonra tekrar Üsküp’e dönüşle son bulur.<br />
Ancak kendi evleri kirada olduğu için şehrin biraz<br />
dışında kira bir evde oturma zarureti Yahya<br />
Kemal’in kalbini yakar.<br />
“1898’de Karşıyaka cihetinde, kiralık bir eve<br />
yerleştiğimiz vakit, Üsküp sevgisini daha iyi idrak<br />
ettim. İki kilometre bile tutmayan bir uzaklıktan<br />
Üsküp’ün hasreti kalbimi yakıyordu. Bazı günler,<br />
büyük validemi ve büyük teyzemi, Karaağaçlar’daki<br />
konakta ziyarete gittiğim vakit hasretimi gerçi teskin<br />
ediyordum. Lakin çok da mahzun oluyordum.” (Beyatlı,<br />
1976, 54)<br />
Üsküp-Selanik arasındaki gidiş-gelişler bir<br />
kenara bırakılırsa, Yahya Kemal’in asıl gurbet ve<br />
daüssıla duygusu, annesi Nakiye Hanım’ın genç<br />
yaşta vefatı (1897), babasının yeniden evlenmesi<br />
üzerine son bulan aile birliği ve saadetinin yok olmasıyla<br />
söz konusu olur. Çünkü genç şair, tahsilini<br />
doğru dürüst devam ettirebilmesi düşüncesiyle<br />
1902’de İstanbul’a gönderilir.<br />
Kısacası Yahya Kemal, doğumundan 1902’deki<br />
İstanbul’a gelişine kadarki çocukluk ve ilk gençlik<br />
yıllarını bir Osmanlı-Türk şehri olan Üsküp’te<br />
yaşamış; kimlik, kişilik ve şairliğinin temellerini<br />
bu şehrin Türk-Müslüman iklimi ile Rakofça<br />
kırlarının hür havasında oluşturmuştur.<br />
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;<br />
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.<br />
Kalbimde vardı «Byron»u bedbaht eden melâl<br />
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...<br />
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,<br />
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,<br />
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...<br />
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...<br />
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,<br />
Rü›yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.<br />
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...<br />
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,<br />
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,<br />
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! (Beyatlı,<br />
1974, 14-15)<br />
“Çocukluğum (Rakofça kırlarında) geçmişti.<br />
Rumeli’yi ve Macaristan’ı fethettiğimiz devirlerin<br />
müphem hatıraları, henüz oralardaki halkın<br />
hayalinden büsbütün silinmemiştiler. Sırp ve<br />
Bulgar hudutlarıdır ki o zaman, o yerlerin halkında<br />
birer yara gibiydiler. Mahzun hudutların ötesinde<br />
akan sular Bulgaristan’dan ve Sırbistan’dan bize<br />
36<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
kalan topraklara akan nehirlerdi ve bilhassa Morava<br />
nehriydi. Çünkü çocukluğumda bu nehrin etrafında<br />
ava çıkar, yeşil dallardan yapılmış bir avcı<br />
kulübesinde saatlerce üveyik beklerdim ve o sükun<br />
içinde -nasılsa bize kadar gelmiş olan Belgrad ve<br />
Budin türkülerinin tesiriyle olacak- bir gün tekrar<br />
membâları düşman elinde kalan bu suların ötesine<br />
kadar gidebileceğimizi düşünürdüm” (Banarlı,<br />
1982, 27-28)<br />
Yahya Kemal’in hayatındaki bir başka gurbet,<br />
1903-1912 yılları arasındaki Paris yıllarıdır. Dokuz<br />
yıllık Paris gurbetinden 1912’de İstanbul’a<br />
döndüğünde Trablusgarp Harbi’nin son günleridir.<br />
Çok geçmeden patlak veren Balkan Harbi,<br />
Yahya Kemal gibi ailesini de Üsküp’ten büsbütün<br />
koparmıştır. Felâketler üzerine Rumeli coğrafyasının<br />
pek çok bölgesinde olduğu gibi, Üsküp’te<br />
yaşayan Türkler ve Müslümanlar da hicret etmek<br />
mecburiyetinde kalırlar. Büyük annesi ve konaktakiler<br />
de onlar arasındadır. Aile önce İstanbul’a<br />
daha sonra da Balıkesir’e hicret eder.<br />
Osmanlı İmparatorluğunun sonu olan Birinci<br />
Dünya Harbi, son ümitlerin de alıp götürür. Bu<br />
sebeple şair on altı yaşından kırk iki yaşına kadarki<br />
yirmi altı yıl, ne Üsküp’ü ne de Rakofça”yı<br />
görebilecektir. “On altı yaşımdan kırk iki yaşıma<br />
kadar Rakofça’yı görmedim ve dâima tahattür ettim.<br />
1912 melun harbi başladığı gün ilk hamlede<br />
kaybettiğimiz topraklardan biri orası oldu.” (Beyatlı,<br />
1976, 31)<br />
Bütün bu gelişmeler Osmanlı-Türk toplumunun<br />
büyük bir çoğunluğu gibi Yahya Kemal’in<br />
ruhunda da “hicretlerin bakiyesi” derin hicranlı<br />
gurbet ve daüssıla duygularına zemin hazırlar.<br />
İleriki yıllarda üstleneceği hariciye görevleri, bu<br />
duygunun giderek derinleşip koyulaşmasına sebep<br />
olur. Zira Yahya Kemal, hayatının önemli bir<br />
kısmını (1926-1933/1947-1949), yurt dışında<br />
(Varşova, Madrit, Lizbon, Pakistan) Türkiye’nin<br />
temsili görevine hasretmiştir. Bunun içindir ki<br />
onun şiirlerinin ana temalarından biri, bir türlü<br />
teskin edilemeyen gurbet ve daüssıla duygularıdır.<br />
Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen<br />
Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen<br />
Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri!<br />
Yıllarca, fakr içinde, hayâtın hüzünleri;<br />
Bir çöl çoraklığında hayâlin susuzluğu; (Beyatlı,<br />
1974, 115)<br />
Bu duygu o kadar güçlüdür ki, şair hayatı<br />
müddetince ölümden değil, “vatandan ayrılışın<br />
ıztırâbı”ndan ürkecek; vatanın eski hâliyle muhayyilesinde<br />
kalmasını, ölüm sonrasının tek dileği<br />
olarak belirtecektir.<br />
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,<br />
Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda,<br />
-Cihan vatandan ibârettir îtikadımca-<br />
Budur ölümde benim çerçevem, murâdımca:<br />
Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir,<br />
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,<br />
Şerefli kubbeler iklîmi, Marmara’yla Boğaz,<br />
Üzerinde bulutsuz ve bitmeyen yaz,<br />
Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerlerimiz,<br />
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,<br />
İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,<br />
Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı, doğsun, Itrî’nin.<br />
Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,<br />
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle. (Beyatlı,<br />
1974, 84)<br />
Şimdi daüssıla duygusunun merkezini teşkil<br />
eden Üsküp’ü Yahya Kemal’in gözü ve dilinden<br />
biraz daha yakından tanıyalım.<br />
Yahya Kemal’e göre Üsküp; Sarı Saltık’la<br />
Asya’dan Diyâr-ı Rûm’a gelen evlâd-ı fâtihânın;<br />
Murad Hüdavendigâr ve Yıldırım Beyazıt Han’ın<br />
fethedip kurduğu nice şehirlerden birisidir. Bölge<br />
1392 yılında fethedildiğinde Üsküp küçük<br />
bir köydür. Şehir, şimale karşı bir Türk müdafaa<br />
kalesi olsun düşüncesiyle kurulmuştur.<br />
“Rumeli’yi o zaman ne kadar yerleşmişiz Yarabbi!<br />
Ve bu hakikati bugün ne kadar unuttuk. (…)<br />
Meselâ şu bahsi geçen Üsküp’te, biz Türkler, en<br />
maddî, riyâzî ve doğru bir tarih hesabıyle, Miladın<br />
1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beşyüz<br />
on sene oturmuştuk. Hâlbuki o şehri ezelden İslav<br />
addaden Sırplar, meselâ onu fethettiğimiz 1392<br />
senesinden evvel tam beşyüz on sene işgal etmiş<br />
değillerdi. Zaten Üsküp o zaman yoktu, yalnız adı<br />
olan küçük bir köydü. Yıldırım Beyazıd tarafından,<br />
şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu.”<br />
(Beyatlı, 1976, 54-55)<br />
Yahya Kemal “Mohaç Türküsü” isimli şiirinde<br />
Üsküp’ün kapılarını aralayan Mohaç Meydan<br />
Muharebesi’ndeki erlerin yaşadıklarını kendi dilleriyle<br />
mısralara döker. O yiğitler, atlarıyla dolu-<br />
37<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
dizgin ileri atılırken Allah’a giden yolda son defa<br />
birbirleriyle yarışmış; doğdukları topraklara nal<br />
seslerinden “şimşek gibi bir hâtıra” bırakıp cennet<br />
kapısından dörtnala geçerek cedlerine kavuşmuşlardır.<br />
Bizdik o hücûmun bütün aşkıyle kanatlı;<br />
Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı.<br />
Uçtuk, Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,<br />
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!<br />
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;<br />
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.<br />
Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;<br />
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle! (Beyatlı,<br />
1974, 24-25)<br />
Üsküp, 1392’den 1912’e kadar devam eden<br />
510 yıl müddetince hakiki manada bir Müslüman<br />
Türk şehridir. Şehrin Müslüman-Türk kimliğinin<br />
en somut göstergelerinden biri öncelikle<br />
minarelerden yükselen ve hem dinî hem de millî<br />
musikimiz olan ezan sesleridir.<br />
“O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen<br />
ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak<br />
yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde<br />
ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün<br />
sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri<br />
bir mabet sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu.<br />
Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı.<br />
1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i<br />
Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semamızda<br />
hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O<br />
anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî<br />
bir sesle dolduğumu hissederdim.<br />
Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış<br />
değildir. (…) Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti<br />
olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin<br />
bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde<br />
bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.” (Banarlı,<br />
1997, s.27-28)<br />
Şehirdeki İshakiye Camii, Sultan Murad Camii<br />
(Alaca Cami); Yeşil Baba, Beyan Baba, Gavri<br />
Baba, Bukağılı Baba, Cafer Baba, Gazi Baba,<br />
Haydar Baba… türbeleri; Rifâî Tekkesi gibi<br />
mekânlar, Üsküp’ün dinî ve ruhanî havasını çok<br />
daha derinleştirir.<br />
“Lâkin Müslüman toprağının en hararetli bir<br />
çerçevesinde ikâmet ediyordum. Evlerimiz İshakiye<br />
Camii’ne hemen hemen bitişik gibiydi. Fatih devrinin<br />
metîn Müslümanlığı bu camiin mimarisine geçmiş<br />
gibiydi. Evlerimizin önünde geniş mezarlıklar<br />
vardı. Kapımızın önünde yüksek bir mezar taşı dikili<br />
dururdu. (…) Karşımızda Gavri Baba ve Yeşil<br />
Baba yatarlardı.” (Beyatlı, 1976, 34)<br />
Bu şehir Fâtih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı.<br />
Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet<br />
ederdi ki ya Bağdat’da bir evliya fazla imiş yahud da<br />
Üsküp’de.” (Beyatlı, 1976, 45-46)<br />
Üsküp, insana tıpkı “Nâima Tarihi’nin sahifelerinden<br />
fırlamış” intibaı veren halkının konuşması,<br />
kılık-kıyafeti ve hayat tarzıyla söz konusu<br />
Müslüman-Türk kimliğini yakın döneme kadar<br />
korumuştur.<br />
“Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki<br />
çeşnisini tamamiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi.<br />
Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi.<br />
Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvâblar giyer,<br />
o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri<br />
kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında<br />
uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında<br />
kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde<br />
geniş kuşaklar, bacaklarında çakşırlar, kaşları<br />
gözleri ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.<br />
Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları<br />
gören bir İstanbullu, Nâima Tarihi’nin sahifelerinden<br />
fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de<br />
çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve<br />
tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söylerler;<br />
adeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı<br />
canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler,<br />
boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, elleri-<br />
38<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
nin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.”<br />
(Beyatlı, 1976, 45-46)<br />
İstanbul’un fethine iştirak eden; hatta Haliç<br />
kenarında Üsküplü Mahallesi’ni oluşturan; pek<br />
çok âlim, şair, münşi yetiştiren Üsküp, Selatin<br />
Camileri’ne benzer camileri, medreseleri, tekkeleri,<br />
bedestenleri, çarşıları; kazazları, bezzazları,<br />
haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla,<br />
medeniyet merkezi bir Türk şehridir.<br />
O kadar ki Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni<br />
eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telâkki eder.<br />
“İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra<br />
Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla<br />
İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o<br />
zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler,<br />
şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin Camileri’ne<br />
benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle,<br />
çarşılarla bezenmiş. Mamafih medeniyeti<br />
yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı,<br />
kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları, bakırcıları,<br />
kuyumcuları, silahcılarıyle olduğu gibi duruyor,<br />
çalışıyor ve işliyordu.” (Beyatlı, 1976, 47)<br />
“Üsküp o kadar eski, o kadar Türktü ki<br />
İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri,<br />
yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki<br />
ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de<br />
Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri<br />
gibi kendine sadece Müslüman diyordu.” (Beyatlı,<br />
1976, 47)<br />
Bütün bunlara Vardar nehrinin gerdanlığı<br />
Fâtih Sultan Mehmet Köprüsü’nü (Taş Köprü),<br />
Üsküp Kalesi’ni, hapishane olarak kullanılan ve<br />
içeride söylenilen türküler demir parmaklıklı pencerelerinden<br />
dala dalga bütün Üsküp’e yayılan<br />
Kurşunlu Han’ı da ilâve etmek gerekir.<br />
“Kurşunlu Han, şadırvanıyle, turnasıyle, demir<br />
parmaklıklı pencereleriyle, menkıbeleriyle, türküleriyle,<br />
tanburalarıyle, karadüzenleriyle, Üsküplülerin<br />
gözünde tüterdi; hakikaten de romantik bir Avrupa<br />
şairini hayran edecek bir yerdi. Bazı sakit gecelerde,<br />
Kurşunlu Han’ın türkülerini bizim konağın pencerelerinden,<br />
derin bir hassasiyetle dinlerdik.” (Beyatlı,<br />
1976, 53)<br />
İşte Yahya Kemal, kimlik ve kişilik hamurunun<br />
yoğrulduğu böyle bir şehrin daüssılasını yaşar.<br />
1922 yılında Tevhid-i Efkâr’da yayımlanan<br />
“Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında,<br />
Saraçhânebaşı’nda davul zurna eşliğindeki yapılan<br />
güreşleri seyrederken “gözünde tüten” ve “pehlivanlığın<br />
öz vatanı” olan Rumeli ve Rumeli’deki ilk<br />
gençlik günlerini hatırlar:<br />
“Pehlivanlığın öz vatanı, eski Rumeli gözümde<br />
tütüyordu. Ah Rumeli’nin o sonbahar düğünleri! O<br />
Trablus fesler, o Trablus kuşaklar, o sırma cepkenler,<br />
o sırma câmedanlar, o gümüş köstekler, o Türk debdebesi,<br />
o atlar, o düğün alayları!... Yirmi çift davul<br />
zurnanın gür sesleri şehri ve şehrin etrafındaki kırları<br />
doldurur. Şehrin bütün bir semtindeki konaklarına<br />
ve evlerine uzaktan ve yakından gelen misafirler<br />
konar, meş’aleler yanar, sokaklarda davul zurnayla<br />
kabadayılar, evlerde al dudaklı, al şalvarlı, bürümcük<br />
gömlekli, elleri ve ayakları kınalı genç köçekler,<br />
zil ve defin hudutsuz çılgınlığıyle sabahlara kadar<br />
raksederlerdi. Zurna sesine barut kokusunun karıştığı<br />
bu düğünler, kırda, muazzam bir güreşiyle nihayete<br />
ererdi. Yirmi çift davul, zurna ve seksen çift<br />
pehlivanın güreşiyle tecelli eden bu millî şâşaanın<br />
zevki anlatılamaz.” (MM, s.144)<br />
Yahya Kemal’in söz konusu duygularını anlattığı<br />
en etkili ve en güzel şiiri de “Kaybolan<br />
Şehir”dir. Evlâd-ı Fâtihâna Yıldırım Bayezid<br />
Han’ın yadigârı olan Şardağı’nın eteğindeki Üsküp,<br />
şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş toprağı,<br />
firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla bizim; yalnız<br />
bizim şehrimizdir.<br />
Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyârıdır,<br />
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.<br />
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;<br />
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.<br />
Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın,<br />
39<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş kanın.<br />
Üç şanlı harbin arşa asılmış silahları<br />
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.<br />
Üsküp’ü Yahya Kemal için kutsal kılan bir<br />
başka önemli husus; annesinin, Nakiye Hanım’ın<br />
naşını bağrında saklamasıdır. Şair, daha ilk gençlik<br />
yıllarına adım attığı bir sonbahar günü annesini<br />
kaybedince, fetihte İsa Bey’in açtığı Üsküp toprağına<br />
defnedilir. Yahya Kemal, şahsiyetinin teşekkülünde<br />
önemli rolü olan annesinin bir fotoğrafına<br />
bile sahip olamamaktan ve zamanla simasının<br />
hafızasından büsbütün silinip gitmesinden derin<br />
üzüntü duyar. “Annemin resminden mahrumum.<br />
Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigârı olurdu.<br />
Annemin simasını şimdi iyi hatırlamıyorum.”<br />
(Beyatlı, 1976, 3)<br />
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,<br />
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.<br />
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ<br />
varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve<br />
Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor.<br />
Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı<br />
tepeleri gönlümüzden silebilecek mi Zanneder misiniz<br />
ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının<br />
yüreğindedir Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış<br />
bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu<br />
türküyü söylemiyor mu” (Beyatlı, 1976, 146)<br />
Kendi Gök Kubbemiz şairinin bir ömür boyu<br />
içini yakan hasreti dindiremeden gözlerini yumduğu<br />
Üsküp’ü, 2009 ve 2013 yıllarında iki defa ziyaret<br />
etme imkânı buldum. Şehri, Yahya Kemal’in<br />
özlemini duyarak dolaştım. Gördüm ve duydum<br />
ki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş<br />
toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla hâlâ bir<br />
Osmanlı/Türk şehridir. “Türklük Avrupa’ya doğru<br />
cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş,<br />
lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o topraklar<br />
Türklük kokuyor.” (Beyatlı, 1976, 147)■<br />
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı<br />
Hülyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.<br />
Ancak böylesi kutsal, Şardağı’nda Bursa’nın<br />
devamı olan Üsküp, bir gün “öz vatan”dan koparılır.<br />
Bu kopuş veya koparılışın hicranı, derin<br />
bir yara olarak Yahya Kemal’in kalbinde ilânihaye<br />
kanamaya devam edecektir.<br />
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin<br />
Üsküp bizim değil Bunu duydum, için için.<br />
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!<br />
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!<br />
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,<br />
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Beyatlı,<br />
1974, 77-78)<br />
Son beyit, Yahya Kemal’in Üsküp’e olan<br />
bağlılığını bütün açıklığı ile ortaya koyar. Yani<br />
Üsküp’ün daüssılası yıllarca sürse ve biz Üsküp’te<br />
olmasak bile Üsküp yine bizdedir. Şiirdeki “biz”<br />
vurgusu, Yahya Kemal’in daüssılasının bireysel<br />
olmadığının delilidir. Daha açık bir ifadeyle, “kollektif<br />
ruh”un şairi olan Yahya Kemal’de ferdî daüssıla<br />
ile millî daüssıla iç içe geçmiş halkalar gibidir.<br />
Kaynakça<br />
Banarlı, Nihat Sami (1982), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri<br />
II, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat.<br />
Banarlı, Nihat Sami (1997), Yahya Kemal’in Hatıraları,<br />
İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları<br />
Beyatlı, Yahya Kemal (1974), Kendi Gök Kubbemiz,<br />
İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />
Beyatlı, Yahya Kemal (1976), Çocukluğum, Gençliğim,<br />
Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti<br />
Yayınları.<br />
Beyatlı, Yahya Kemal (1977), Mektuplar ve Makaleler,<br />
İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />
Beyatlı, Yahya Kemal (1988), Aziz İstanbul, İstanbul,<br />
MEB Yayınları.<br />
Çetişli, İsmail, (2008), “Yahya Kemal’in Şiirlerinde<br />
Hâtıra ve Hatırlama”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası,<br />
İstanbul, S.5, s.549-558.<br />
Çetişli, İsmail, (2000), “Türk Şiirinde Gurbet”, Ay Işığı,<br />
S.16-17, s.3-10.<br />
Özbalcı, Mustafa, (1996), Yahya Kemal’in Duygu ve<br />
Düşünce Dünyası, Ankara, Akçağ Yayınları.<br />
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
İstanbul, Dergâh Yayınları.<br />
Ünver, Süheyl, (1980), Yahya Kemal’in Dünyası, İstanbul,<br />
Tercüman Yayınları.<br />
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (1978), (Hzl. M. Kaplan-<br />
İ. Enginün, B. Emil), İstanbul, İstanbul Ü. Edebiyat<br />
Fak. Yayınları.<br />
40<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Yahya Kemal: Şehir ve şiir<br />
D. MEHMET DOĞAN<br />
Şehir insanlığın ortak yaşama mekânı.<br />
Medeniyetin ve kültürün oluşum yeri.<br />
Tarihin yazıldığı, yazıya geçirildiği<br />
mahal… “İnsanın en büyük fazileti şehir kurmasıdır.”<br />
diyor eski Yunan’ın meşhur feylezofu<br />
Eflatun.<br />
Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var...<br />
Babil, Atina, Roma, Bizans, Bağdat, Merv, Konya,<br />
Semerkand, İstanbul, Paris vb.<br />
Medeniyet gibi edebiyat da, şiir de şehrin çocuğu.<br />
Kırlarda rüzgârlara karışan çoban şarkıları,<br />
şehirlerde bin bir çeşit, dal, yaprak verir; renk<br />
renk çiçek açar. Tabiatın gerçeği, şehirde gerçeküstü<br />
ifade biçimlerine kavuşur.<br />
Şehir bir inşa bir oluşum süreci, bu süreçte<br />
insan da oluşuyor; yapılıyor. Ankaralı Hacı Bayram<br />
Veli,<br />
Nâgehan bir şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm<br />
Ben dahi bile yapıldım, taş ü toprak arasında<br />
diyor. Bu şâr, yani şehir, tasavvufi anlamda insanın<br />
nefsi, manevi varlığı da olabilir. Hacı<br />
Bayram’dan bir yüzyıl önce Anadolu’da Türkçeyi<br />
ilk defa parlatan ve böylece Farsça yöneten<br />
Selçukludan, sonra Türkçe konuşan Osmanlıyı<br />
müjdeleyen Yunus Emre,<br />
Bu vücudum şârına bir dem giresim gelir<br />
diyerek, ta o zamandan beri şehir kelimesinin<br />
maddi anlamından farklı bir anlam yüklendiğini<br />
gösterir. Ama dervişler “ya tahammül ya sefer”<br />
deyip yola düşerler. Yunus gibi:<br />
Yunus sen var şârdan şâra...<br />
dolaşırlar.<br />
Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var,<br />
büyük şehirlerin büyük şairleri var… Üç büyük<br />
şairimizin adı İstanbul’la anılır: Baki, Nedim ve<br />
Yahya Kemal.<br />
Şairler şehirlere nispet edilir: Ruh-i Bağdadî,<br />
Fuzuli-i Bağdadi, Urfalı Nabi, Erzurumlu Nef’i,<br />
Diyarbekirli Süleyman Nazif vb. Bir şehirde<br />
doğmak, bazen o şehrin şairi olmak için yetmez.<br />
Yahya Kemal bu sebepten değil ama Üsküp şairi<br />
olmaktan çok İstanbul şairidir… Yahya Kemal<br />
için İstanbul, Üsküp’ü de içine alan genişlikte ve<br />
büyüklükte bir şehirdir; bir dünyadır.<br />
Bazı şairler var ki, bazı şehirler onlarsız anlatılamaz.<br />
Bursa deyince, “Bursa’da Zaman” şiiri-<br />
41<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ni ve A. H. Tanpınar’ı hatırlamamak mümkün<br />
mü<br />
Bursa’da bir eski cami avlusu<br />
Mermer şadırvanda şakırdayan su<br />
Orhan zamanından kalma bir dıvar<br />
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar...<br />
Bizde şehri ilk mesele edinen büyük şair Yahya<br />
Kemal’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar onun<br />
izinden gider.<br />
Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz isimli<br />
şiir kitabında 82 şiir var. Bunların neredeyse<br />
yarısı doğrudan doğruya İstanbul’la ilgili. Diğer<br />
yarısı da İstanbul’suz değil…<br />
Yahya Kemal İstanbul’u Osmanlı tarih ve medeniyetinin<br />
hülasası olarak görür. Onun kubbelerinde,<br />
kemerlerinde, sokaklarında, semtlerinde,<br />
taşında, toprağında, havasında, suyunda…<br />
Osmanlı tarih ve medeniyetini okur. Şiirlerinin<br />
çoğu nesirmişçesine bu görüşlerin sergilendiği ve<br />
savunulduğu metin parçalarıdır. Yahya Kemal,<br />
yazılarında da medeniyet ve şehir meselelerine<br />
geniş yer veren bir şairdir.<br />
İşte Yahya Kemal’in şiirleri ve İstanbul ve birer<br />
ikişer mısralık hatırlatmalar: Süleymaniye’de<br />
Bayram Sabahı,<br />
Rüya gibi bir akşamı seyretmeğe geldin...<br />
Bir Başka Tepeden;<br />
Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul…<br />
Siste Söyleniş:<br />
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler<br />
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler<br />
İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar, Hayâl<br />
Şehir ve Ziyaret:<br />
Yine birlikte, bu mevsim Atik-Valdedeyiz…<br />
Atik Valdeden İnen Sokakta:<br />
Tenha sokakta kaldım, oruçsuz ve neşesiz…<br />
Üsküdarın Dost Işıkları, Hayal Beste ve Kar<br />
Musikileri…<br />
“Kar Mûsıkileri” Yahya Kemal’in Polonya<br />
elçiliği sırasında Varşova’da yazılmış (1927). Burada<br />
musiki üzerinden bir medeniyet mukayesesi<br />
dikkati çekiyor. Yahya Kemal, İstanbul’dan<br />
uzaktadır ama onun en özlü sesi kulaklarında<br />
çınlamaktadır. İstanbul artık şair için musikidir.<br />
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu<br />
Bin yıl sürecek sanılan kar sesidir bu<br />
.....<br />
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta<br />
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta<br />
Birden mes’udum işitmek hevesiyle<br />
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle<br />
Sandım uzaklaştı yağan kar ve karanlık<br />
Uykumda bütün bir gece Körfezdeyim artık<br />
Yahya Kemal, Kocamustapaşa’da şehrin yoksul<br />
kesimlerinde neşvü nema bulan kader-azla<br />
yetinme, tevekkül kavramları etrafında bir hayat<br />
felsefesi çıkarır.<br />
“Gece” şiirinde Boğaz’ın bir köyünden,<br />
Kandilli’den seslenir:<br />
Kandilli yüzerken uykularda<br />
Mehtabı sürekledik sularda<br />
“Akşam Musıkisi” şiirinde yine aynı köyü terennüm<br />
eder:<br />
Kandilli’de eski bahçelerde<br />
Onun şiirlerinde diğer Boğaz semtleri de, İstinye,<br />
Çubuklu, Bebek gibi arzı endam eder…<br />
Ölümü bile, “Eylül Sonu”nda Boğaz köylerinde<br />
düşünür:<br />
Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları<br />
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları<br />
......<br />
Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor<br />
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor!<br />
Yalnız Boğaz köyleri, semtler ile ilgili değil,<br />
Fenerbahçe, Maltepe, Moda gibi Marmara’ya<br />
42<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
akan semtlerle ilgili de şiirler yazmıştır Yahya<br />
Kemal.<br />
İkinci bir hayat mümkün mü Eğer bu mümkünse<br />
Yahya Kemal’in tek tercihi İstanbul’a dönmektir:<br />
Gelmek’çün ikinci bir hayata<br />
Bir gün dönüş olsa ahiretten<br />
....<br />
İstanbul’a dönmek isterim ben<br />
....<br />
Artık çekilince söz ve sazdan<br />
Ömrüm İç-Erenköy’de geçsin (Bedriye mısralar).<br />
Bir başka İstanbul şiiri: İstanbul Ufuktaydı.<br />
İsminde İstanbul geçmeyen, fakat muhtevası<br />
İstanbul olan bir şiir, “Mihriyar”’da sevgili-şehir<br />
ilişkisi kendisini hissettirir:<br />
Siması zaman zaman parıldar<br />
Bir sahilin en güzel yerinde<br />
Hâlâ görünür geçen asırlar<br />
Bir bir koyu mavi gözlerinde<br />
......<br />
Endamını zanneder görenler<br />
Bir bestesi eski bestekârın<br />
Hayran olarak bakarsınız da<br />
Hulyanızı fetheder bu hâli,<br />
Beşyüz sene sonra karşınızda<br />
İstanbul fethinin hayâli....<br />
Yahya Kemal’in şiirlerinde İstanbul, bir kitap<br />
konusu olabilecek zenginlikte. Biz bu yüzden<br />
bazı şiirlerin sadece isimlerini vermekle yetinmek<br />
zorunda kalıyoruz: İstanbul’un o yerleri,<br />
Gezinti, Moda’da Mayıs, Hüzün ve Hatıra, Ses,<br />
Erenköy’ünde Bahar, Geçmiş Yaz, Eski Mektup,<br />
Viranbağ.<br />
İstanbul dışında Erzurum’a gazel yazan şair,<br />
doğduğu şehir Üsküp’ü de unutmamıştır. O artık<br />
“Kaybolan Şehir”dir.<br />
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene<br />
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.<br />
Şehir ve medeniyet ilişkisini çok güçlü şekilde<br />
kuran ve Osmanlı medeniyetinin şehri<br />
olan İstanbul’u yücelten şair, dünyanın başka<br />
ülkelerine, şehirlerine de şiirler yazmaktan geri<br />
kalmaz. Endülüs’te Raks, Altor Şehrinde, Eski<br />
Paris, Sicilya Kızları ve Madrid’de Kahvehane<br />
bunlar arasındadır.<br />
İspanya elçiliği sırasında yazılan Madrid’de<br />
Kahvehane, şairi ister istemez kıyaslamaya götürür:<br />
“Madrid’de kahvehaneyi gördüm ki havradır<br />
Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır.<br />
Şairin zihni hemen Emirgân’ın Çınaraltı<br />
kahvesine gider. Bir taraftan tabiat diğer taraftan<br />
estetik işin içine karışır:<br />
Gönül dalar suların mûsıkîsine<br />
Bazan Yesarî hatlarının en nefisine.<br />
Rindlerin Ölümü ise, İran’ın büyük gazel şairi<br />
Hafız üzerinden Şiraz’ı hatırlatır bize:<br />
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış<br />
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle<br />
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış<br />
Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle<br />
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde<br />
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter<br />
Ve serin serviler altında kalan kabrinde<br />
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter<br />
Yahya Kemal, gerçek bir “şehir şairi”… Yani<br />
“medeniyet şairi”. Bunu bütün, şiirlerinde ve diğer<br />
eserlerinde görmek mümkün. ■<br />
43<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Modern şehri sorgulayan şair<br />
A. VAHAP AKBAŞ<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında<br />
“Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde<br />
fukaralığın nizamı kuruldu.”<br />
diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında<br />
teşekkül eden müşterek bir hayattır.” der.<br />
Eski İstanbul harap, fakir ve bîçare de olsa kendine<br />
göre bir hayat ve üsluba sahipti. Kaybedilen<br />
bu “hayat ve üslup” şüphesiz bir sanat ve cemiyet<br />
adamı olan Necip Fazıl’ı da mustarip etmektedir.<br />
Belki bundan dolayı, şehir onun şiirinde daha çok<br />
menfi yönleriyle ele alınır.<br />
Hayatını ve üslubunu kaybetmiş bir şehirde<br />
şair korkuyu, ürpertiyi, vehmi, yalnızlığı derinden<br />
yaşamaktadır. “Kaldırımlar”, “Bacalar”, “Otel<br />
Odaları”, bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandığı<br />
şiirlerdir. Mehmet Kaplan, “Kaldırımlar” için,<br />
“Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin<br />
yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak<br />
anlatan pek az şiir vardır.” diyecektir (Cumhuriyet<br />
Devri Türk Şiiri, 1973). Bu üç şiirde de, mekân<br />
belirtilmemekle beraber, şairin Paris hayatının izleri<br />
de hissedilmektedir. Esasında şairin kendisi de<br />
anılarında, Paris sokaklarında “Kaldırımlar şiirini<br />
içinde biriktire biriktire” nasıl yürüdüğünü anlatmaktadır.<br />
“Bâbıâli”den alıntıladığımız şu satırlarda,<br />
bahsettiğimiz üç şiirin kaynağına ve teşekkülüne<br />
dair ipuçları var:<br />
“Pırıl pırıl cadde… Paris kaynıyor… O, Genç<br />
Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her<br />
an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk<br />
gibi kimsesiz ve on parasız… Ve ‘ışık beldesi’ diye<br />
anılan Paris’te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı<br />
göstermez bir karanlıkta…<br />
Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde<br />
biriktire biriktire, saatlerce yayan, oteline gitti.<br />
Odasına çıktı…” (Bâbıâli, 1975)<br />
Paris’te çok fazla kalmamasına rağmen, Necip<br />
Fazıl’ın oradan çok zengin gözlemler ve derin intibalarla<br />
döndüğü; Paris yaşantısının onun şiirinde<br />
uzun yıllar belirleyici bir unsur olduğu çokça kişi<br />
tarafından ifade edilmiştir.<br />
Necip Fazıl’ın şehir temalı şiirlerine, beri yandan,<br />
şehrin kimliksizleşmesiyle birlikte şairin mizacının<br />
da bir tezahürü olarak usanç içinde, esneyen<br />
yorgun insanlar yansımaktadır. “İstasyon”, “İskele”,<br />
“Sokak”, “Apartman” şiirlerinde bunu görmek<br />
mümkündür. “Apartman” şiiri, hayatı ve üslubunu<br />
kaybetmiş şehri, böyle bir şehirde yaşanan “götürü<br />
hayat”ı anlatması bakımından önemlidir:<br />
Sır vermeye alışkan<br />
Pencereler aydınlık.<br />
Duvara şüphe çakan<br />
Gölgelerde şaşkınlık.<br />
Üst üste insan türü;<br />
Bu ne hayat, götürü!<br />
Yakınlıktan ötürü<br />
Kaçıp gitmiş yakınlık…<br />
Şehir kültürüyle yetişen, kâh bir bohem kâh<br />
bir sanat ve fikir adamı olarak şehri soluyan Necip<br />
Fazıl, “Canım İstanbul” dışındaki şiirlerinde, yukarıda<br />
değindiğimiz nedenlerle bir şehir muhalifi<br />
görünümündedir. Onda şehrin mefhum-ı muhalifi<br />
tabiattır. Arınmak, huzura ermek için tabiata<br />
kaçar, âdeta ona sığınır. “Şehirlerin Dışından” şiirinde<br />
bizi, dünyayı şehirlerin dışından seyretmeye<br />
çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü<br />
devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler<br />
insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır.<br />
Şehirden kaçış, doğaya sığınarak kurtuluş<br />
44<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
fikri başka şiirlerinde de tekrarlanır. “Ses” şiirinde<br />
şehir kıvılcım ve dumandan ibarettir; ahtır, oftur,<br />
amandır. Şair bunlardan kaçarak ormandan gelen<br />
sesin çağrısına uymaktadır. “Dağlarda Şarkı Söyle”<br />
şiiri de benzer duyguları ifade eder:<br />
Al eline bir değnek,<br />
Tırman dağlara, şöyle!<br />
Şehir farksız olsun tek,<br />
Mukavvadan bir köyle!<br />
Uzasan, göğe ersen,<br />
Cücesin şehirde sen;<br />
Bir dev olmak istersen,<br />
Dağlarda şarkı söyle!<br />
Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul”u, şehri konu<br />
alan diğer şiirlerine nazaran bazı farklılıklar göstermektedir.<br />
Diğer şiirlerindeki olumsuz bakış burada<br />
yoktur. Şiir, bir şehir güzellemesidir. Şair, şiirin<br />
adından başlayarak bir şehri mısra mısra sevgi ipliğiyle<br />
dokur. İstanbul, tarihiyle, tabiat güzellikleriyle,<br />
semtleriyle, şairin hayatındaki ayrıntılarıyla<br />
dondurularak bir kalıba dökülmüş gibidir. Mustafa<br />
Miyasoğlu, bu şiiri tahlil ettiği yazısında (Necip<br />
Fazıl’ın Canım İstanbul’u, Necip fazıl Kısakürek,<br />
1985), şiirin1960 ihtilalinden sonraki şartların<br />
oluşturduğu psikoloji içinde yazılmış olmasına<br />
dikkat çeker. “Canım İstanbul şiiri kırık ve hassas<br />
bir insanın öte inancını kaybetmeden dünya<br />
görüşünü, tarih anlayışını bir şehre bağlı kalarak<br />
anlattığı şiirdir.” der. Benzer bir ruh hâleti içinde<br />
İstanbul’a bakan Tevfik Fikret’in “Sis”indeki lanetli<br />
bakıştan çok farklı bir bakıştır bu şüphesiz. Bu<br />
farkı, iki şairin bağlı olduğu değerlerin belirlediği<br />
muhakkaktır.<br />
Canım İstanbul’un bir özelliği de şehrin ete<br />
kemiğe büründürülerek, somut bir şekilde anlatılmasıdır.<br />
Necip Fazıl’ın hemen bütün şiirlerinde<br />
görülen genelleme ve soyutlama bu şiirde yoktur.<br />
İstanbul semtleriyle, tarihî ve coğrafi ayrıntılarıyla,<br />
hatıralardan yansıyan özel taraflarıyla son derece<br />
somuttur. Öyle ki sanatının ana damarı mücerretlik<br />
olan Necip Fazıl, şiirin daha başında ruh gibi<br />
soyut bir kavramı bile kalıba döküp İstanbul’a<br />
indirgeyerek onu somutlaştırır. Yahya Kemal, göze<br />
çarpmayan tarih hatıralarıyla dolu bir muhayyilenin,<br />
derunî bir İstanbul içinde yaşamakla çok daha<br />
geniş bir âlemi duyabileceğini söyler. Necip Fazıl,<br />
“Canım İstanbul”da bu geniş âlemi duyuyor ve<br />
çok canlı bir şekilde duyuruyor.<br />
Bunun dışında, genel olarak, mücerretlik ve<br />
idealizmin Necip Fazıl’ın bütün fikrini kuşattığı<br />
ve ferdi, içtimaî her meseleye bu zaviyelerden baktığı<br />
söylenebilir. Bunun içindir ki bir meseleyi en<br />
genel ve en ideal şekliyle mütalaa eder; meselenin<br />
detayına inmeyi çoğu zaman gereksiz görür. Belki<br />
de ihmal eder. Şehre bir problem olarak yaklaştığı<br />
şiirlerinde, hatta “İdeolojya Örgüsü”nde, İslam İnkılabı<br />
çerçevesinde tasavvur ettiği şehrin özelliklerini<br />
sayarken de durum farklı değildir. Mabetlerin<br />
sade, evlerin süslü olması gibi bazı hususlar dışta<br />
tutulursa, geriye ideal ama son derece soyut bir şehir<br />
tasavvuru kalır. Şu satırlar, bu konuda bize bir<br />
fikir verebilir:<br />
“İslâm inkılabında şehir, dünyaya ait her şeyi terk<br />
ettikten sonra ‘terk’i de terk edip ‘terk-üt-terk’ makamına<br />
yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine<br />
dünyaya dönmüş ruhun (metropolis)idir. Bu (metropolis)lerde<br />
sokak, meydan ve bütün umumi sahalar,<br />
teker teker Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri<br />
geçit çerçeveleridir ve bunlar, selim zevk ve temizlik<br />
ölçüsüyle, bir Müslüman kadının başörtüsü kadar<br />
güzel ve pâktır.” (İdeolojya Örgüsü, 5. basım,<br />
1986).<br />
O hâlde Necip Fazıl’ın şehre genel olarak bakması<br />
ve çoğu zaman soyutlamaya gitmesinin biraz<br />
da onun dünya ve ahiret telakkisiyle, fikrî bakış<br />
açısıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Mesela şehrin<br />
“mukavvadan bir köy” gibi algılanması, dünyanın<br />
geçiciliği ile alakalandırılabilir. Bu dünyadaki her<br />
şey gibi şehirler de fânidir. Esas yaşanacak yer,<br />
ötesidir. “Karacaahmet” şiiri, somut bir yerin (bir<br />
semtin, o semtle özdeşleşmiş mezarlığın) adını taşımasına<br />
rağmen, şiirde ölüm gibi soyut bir kavram<br />
merkeze alınır. Şiire dünyevi değil, uhrevi bir<br />
hava hâkim kılınır. Karacaahmet şaire göre, yalancı<br />
şehrin göbeğinde sahici bir beldedir:<br />
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;<br />
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde<br />
Başka mısralarında da manevi şehir imajı dikkati<br />
çeker. Dünya şehri şairin yüreğini yarmaktadır.<br />
Onun arzuladığı “nur şehri”dir:<br />
Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık;<br />
Nur şehrine gidelim, yürü, çilekeş çarık!<br />
“Şehrin kalbi” başlıklı şu mısralar da benzer bir<br />
arzuyu dile getiriyor:<br />
Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen.<br />
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen■<br />
45<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
EŞİK AĞRISI<br />
Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan<br />
İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir<br />
Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse<br />
Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir.<br />
Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa<br />
Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir<br />
Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde<br />
Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını<br />
O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar<br />
Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı<br />
Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre<br />
Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu<br />
Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye…<br />
Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet<br />
Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…<br />
MEHMET AYCI<br />
46<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Klasik şair ve şehir<br />
NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />
Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır<br />
arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin farklı bir tezahürü,<br />
kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala<br />
yakın ve üst mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık<br />
çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi<br />
gerektiren eğri çizgilerden oluşur.<br />
Klasik Türk şiiri, bir şehir şiiri<br />
olduğundan bu geleneğe ait şiirde,<br />
mazmun veya imge kurgulaması<br />
yapılırken, muhtelif kelime havzaları’na dayanan<br />
şiirsel kurgulamalar, daha çok şehir<br />
merkezlidir. Klasik şiiri besleyen mekânlar,<br />
duygular, metaforik ve sembolik kullanımlar,<br />
tasvir edilen sosyal zemin ve sosyal yapı, zevk<br />
işlenmişliği ve inceliğinin tezahür zemini olarak<br />
şehirlere aittir; kırsala değil...<br />
Şehir-Taşra<br />
15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey (Ö.<br />
1509), aşağıdaki beytinde, laleyi kır çiçeği,<br />
gülü ise şehir çiçeği olarak tasavvur etmiştir:<br />
Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne deyü<br />
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler.<br />
Necati Bey, bir şehir-kır mukayesesi manifestosu<br />
mahiyetinde olan bu beytinde, şehri<br />
gül ile temsil ederken, kırsalı lale ile temsil<br />
etmekle, aslında bir sosyal yapı mukayesesi de<br />
yapmaktadır. Taşra, yani kırsal kesime ait olan<br />
lalenin, gül sohbetine katılamamasının sebebi,<br />
Necati Bey’e göre, gülün incelmiş zevkleri,<br />
lalenin de işlenmemiş zevkleri sembolize etmesi<br />
ve bu ikisinin bir arada bulunmasının<br />
zorluğudur.<br />
Benzer bir taşra-şehir mukayesesini Nabi<br />
(1641-1712) de yapar. Taşra’yı, kenâr ile ifade<br />
eden Nabi’nin kurgulamasında, davranış inceliği<br />
merkezli bir zihniyet karşılaştırması yapılır:<br />
Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-ı şîve vü<br />
nâzı<br />
Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz<br />
Nabi, insan davranışlarını mukayese ettiği<br />
bu beytinde, Osmanlı şehrinin kristalize sembolü<br />
olan İstanbul ile taşrayı nazik olmak ve<br />
nazenin olmak etrafında karşılaştırırken, şehirdeki<br />
işlenmiş ve rafine edilmiş üst mental<br />
seviyeye dikkat çeker.<br />
47<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Klasik şair, imge kurgulaması yaparken, beslendiği<br />
habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair,<br />
mekân itibariyle bağ ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı<br />
kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük<br />
alandır; yani bir tabiat minyatürüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı<br />
çemende gül, servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri<br />
çoğunluktadır.<br />
Nabi, bilgi (irfan) ve kol gücü etrafında<br />
kurguladığı şehir-köy mukayesesini yaptığı<br />
şu beytinde de, iki sosyal yapının farklılığına<br />
işaret eder:<br />
Hünerün var ise bir şehrde bir ârif bul<br />
Yohsa her karyede bir nice bahâdır bulunur<br />
Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır<br />
arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin<br />
farklı bir tezahürü, kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır.<br />
Kilim motifleri, doğala yakın ve üst<br />
mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık<br />
çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental<br />
seviyeyi gerektiren eğri çizgilerden oluşur.<br />
Benzer çizgi farklılığını, mimaride de görmek<br />
mümkündür. Mesela kırsal kesim camilerinin<br />
çizgileri düz ve kırık iken, özellikle 15. yüzyıldan<br />
itibaren inşa edilen şehir camilerinde<br />
kıvrım ve daire hâkimdir.<br />
Müzikte de halı-kilim ve mimarideki farklılığa<br />
benzer bir oluşum vardır. Kırsal kesim<br />
müziği, daha çok ana seslerden oluşurken,<br />
şehir müziği ara sesleri, yani sesteki nüansı<br />
ortaya çıkaran ayrıntıyı kullanmasıyla dikkati<br />
çeker.<br />
Klasik şiir, sevgilinin güzelliğini ifade<br />
ederken, rafine bir zevki yansıtır. Mesela,<br />
klasik şiirde sevgilinin yanağı güle benzetilirken,<br />
halk şiirinde, yanak elmaya benzetilir.<br />
Aynı şekilde, klasik şiirde sevgilinin dudağı<br />
la’l (yakut)’e, gözü sad harfine benzetilirken,<br />
halk şiirinde dudak kiraza, göz zeytin veya<br />
üzüme benzetilir. Dikkat edilirse, kırsal kesim<br />
şiirinde, edebî estetik kurgulamasının kelime<br />
havzası yiyeceklerdir; yani tabiata daha yakın<br />
olan “damak zevki” ne dayanır; klasik şiirde<br />
ise daha üst seviyede bir estetik algı ve yorumlama<br />
söz konusudur.<br />
Klasik Şairin Habitatı: Şehir<br />
Edebiyat, diğer kültürel unsurlardan yalıtılmış<br />
bir şekilde, tek başına mütalaa edilecek<br />
bir olgu değildir. Bir dönemin edebiyatı neyse,<br />
mimarisi, musikisi, resmi de benzer yapı ve<br />
nitelikleri taşır.<br />
Mimari, tezhip, hüsn-i hat ve musikideki<br />
ritimle edebiyattaki ritim aynıdır ve hepsinin<br />
temel yapısını oluşturan ritim, simetrik<br />
tekrara dayanır. Simetrik tekrar, ana motifin<br />
geometrik bir şekilde çoğullaşmasıdır. Mimari,<br />
tezhip ve halı-kilim, bunu çizgilerle yapar;<br />
musiki usulle, şiir vezinle...<br />
Edebiyat dâhil, bütün sanat eserleri, aynı<br />
habitatın eseridir. Edebiyattaki zihniyet ve nitelik<br />
ile diğer güzel sanat şubelerindeki zihniyet<br />
ve özellik birbirinin zıddı ve birbirinden<br />
farklı olamaz. Mesela şair Baki ile Süleymaniye<br />
ve Itri’yi aynı habitatta düşünmek mümkündür<br />
de, gökdelenlerle ve Sibel Can ile<br />
aynı habitatta düşünmek mümkün değildir.<br />
Çünkü Baki’yi besleyen ve ona yetişme ortamı<br />
sağlayan habitat, mimaride Süleymaniye’yi,<br />
musikide Itri’yi de besler; gökdeleni ve Sibel<br />
Can’ı değil.<br />
Klasik şair, imge kurgulaması yaparken,<br />
beslendiği habitatın kelime havzalarına başvurur.<br />
Mesela, klasik şair, mekân itibariyle bağ<br />
ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı kullanır,<br />
geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde,<br />
küçük alandır; yani bir tabiat minya-<br />
48<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
türüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı çemende gül,<br />
servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri<br />
çoğunluktadır.<br />
16. yüzyıl şairi Enverî,<br />
Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok<br />
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok<br />
beytini söylerken, mekân, duygu ve zihniyet<br />
olarak şehirli bir tavır sergiler.<br />
Gene aynı şekilde Neşati (1623-1674)’nin,<br />
Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür<br />
Gül-i handânı değil, serv-i hırâmânı bile<br />
beytinde yansıtılan duygu inceliği ve mekân,<br />
şehre aittir.<br />
Klasik şiirde, sevgilinin bulunduğu yer köy<br />
(karye, rüsta) değil, şehre ait olan semt (kûy)<br />
veya mahalledir. Âşık sevgilisini görmek için<br />
onun mahallesi veya semtinin sokaklarında<br />
dolaşır.<br />
Şehir, Medeniyet, Şair<br />
Şehir, yani medine medeniyetin eseridir ve<br />
medeniyetler de şehirlerin; yani medine’lerin<br />
eseri. Medeniyetin bir alt grubu da kültür ve<br />
folklordur. Kültür ve folklor kapalı toplumların<br />
eserleri olup durağanlaşmış sürekliliği ve<br />
doğal olanın muhafazasını; toplumsal etkileşim<br />
ve iletişime açık olan şehirler ise değişim,<br />
dinamizm ve rafine işlenmişliği ifade eder.<br />
Şehirlerdeki etkileşim açısından, klasik<br />
şiirde, o zamanın etkin edebî kültürü olan<br />
Arap ve Fars edebiyatı ile girilen etkileşim,<br />
şehir ortamında oluşan bir etkileşimdir. 15.<br />
yüzyıl şairlerinden Priştineli Mesihi, bu etkileşimi,<br />
şu beytinde ifade etmektedir:<br />
Mesîhî gökden insen sana yer yok<br />
Yüri var gel ya Arap’dan ya Acemden<br />
Zati (1471-1546), benzer bir etkileşimin<br />
ancak şehirlerde olabileceğini, ironik bir dille<br />
şöyle ifade eder:<br />
Âşıklara kûyunda “be-rev” didi adûlar<br />
Şehre giricek Türk iti Fürsî ulur ey dost<br />
Zati bu beytinde, Farsça bilmeyi o dönemin<br />
entelektüel düzeyinin bir göstergesi olarak<br />
zikrederken, köpeğe benzettiği rakiplerin<br />
Türkçe Def ol!.. demeyip Farsça be-rev (Günümüz<br />
Farsçasında boro) demelerinin şehir ortamında<br />
olacağını söyler.<br />
Fuzuli (1483-1556), şair şöhretinin ancak<br />
şehirlerde gerçekleşebileceğini belirttiği<br />
aşağıdaki beytiyle, şair habitatının söyleyen<br />
ve dinleyen-okuyan açısından şehir olduğunu<br />
ifade eder:<br />
Tabî’at şöhre-i şehr olmağa meyl-i tamâm<br />
itdi<br />
Ne pinhân eyleyem sevdâ beni rüsvâ-yı ‘âm<br />
itdi<br />
Yaradılışının şöhreti ancak şehir gibi kalabalık<br />
yerleşim birimlerinde sağlamakla mümkün<br />
olacağını belirten Fuzuli, bu tavrının onu<br />
halka rezil ettiğini söyleyerek şiir, şair ve şehir<br />
arasındaki habitatik ilişkiye dikkat çeker.<br />
Klasik şairlerin bariz özelliklerinin belirtilmesinde,<br />
şehrî olmaları; yani İstanbul’da doğup<br />
büyümelerine vurgu yapılır. Tezkirelerde<br />
biyografileri verilen bazı şairler için, Osmanlı<br />
şehirciliğinin sembolü olan İstanbul’da doğup<br />
yetişmek habitatik bir üstünlük olarak zikredilir.<br />
Sonuç<br />
Klasik şairler, gelişme ve beslenme ortamı<br />
olarak kırsallı değil, şehirli olmalarıyla dikkati<br />
çekerler. Şehrin rafine zevki ve imge kurgulamasıyla<br />
söyledikleri şiirlerin muhatabı da yine<br />
rafine duygularıyla şehirlilerdir. Çeşitli kelime<br />
hazzalarından aldıkları kelimeleri, sentetize<br />
ve rafine bir zevk ile işleyen şairler, kelime<br />
hazinesi, imge kurgulaması, mekân, beşerî his<br />
ve haslet itibariyle, tamamen şehirli insanların<br />
zihniyet ve duygularını anlatırlar. Bu yüzden,<br />
başta da ifade edildiği üzere, klasik Türk şairi,<br />
bir şehir şairi; şiiri de şehir şiiridir.■<br />
49<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Şairin kelimelerinde<br />
izhar olan şehir<br />
TANER TATAR<br />
Şair akıl kalemini batırır kalp hokkasına<br />
allar kelimeleri. Gönülde demler sözü,<br />
muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer.<br />
Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek<br />
ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derd<br />
lâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir.<br />
“Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa<br />
Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi<br />
aşktan doğar:<br />
Dolap niçin inilersin<br />
Derdim vardır inilerim<br />
Ben Mevla’ya aşık oldum<br />
Anın için inilerim<br />
Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından<br />
seçer ve “Şair hazinedârıdır esrâr-ı hilkatin”<br />
der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe<br />
açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü<br />
açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar,<br />
ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini<br />
bilendir. Ya hazinelere malik viraneler!<br />
Aziz Bey’in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle<br />
söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan<br />
söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var.<br />
Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye<br />
söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede<br />
birkaç imada bulunandır. Herkes arifliği nispe-<br />
tinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi “Derdim<br />
nice bir sînede pinhân ederim ben/ Bir âh ile bu<br />
âlemi vîrân ederim ben”, derken gönlünde yanan<br />
volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı<br />
yakar, küle çevirir.<br />
Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli<br />
olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin<br />
uçan bir hüma kuşudur: Şâir o hümâdır ki<br />
iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’ttayerândır.<br />
Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak<br />
ister. Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir.<br />
Meğerki kuş, başa kona!<br />
Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir.<br />
Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden<br />
ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar:<br />
Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki<br />
şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek<br />
de yine şairde bulunur.<br />
Akif de şairliğe “işsizlerin en maskarası” derken,<br />
iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri.<br />
Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:<br />
Hangi san’atte rüsûhun göze çarparAnlat!<br />
Ulemâdan mı sayıldın Fukahâdan mı<br />
-Hayır.<br />
-Ya siyâsî mi nesin Kendine bir meslek ayır.<br />
-Şâirim.<br />
-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!<br />
50<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.<br />
Af edersin onu!<br />
-İmkânı yok etmem, ne demek!<br />
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek<br />
Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse›ne,<br />
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.<br />
Ama pek hırpaladın şi’ri...<br />
-Evet, hırpaladım:<br />
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep<br />
yaladım,<br />
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.<br />
«Ş’uarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim.<br />
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,<br />
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.<br />
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...<br />
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri<br />
Bu sıkılmazlara «medh et!» diye, mangır sunarak,<br />
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!<br />
...<br />
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.<br />
-Vâkıâ «inne mine›ş-şi›ri... « büyük bir ni›met;<br />
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.<br />
Ben ki Attâr ile Sa›dî›yi okur, hem severim;<br />
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.<br />
Hem senin şi’re müdâfi› çıkışın ma›nâsız:<br />
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.›<br />
Kimi mevlidci diyor...<br />
Âh olabilsem, nerde!<br />
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.<br />
-Kimi bid›atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.<br />
Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp,<br />
gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef<br />
edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine<br />
ve gönlümüze uçuruverir:<br />
Kaçır beni âhenk, al beni birlik;<br />
Artık barınamam gölge varlıkta.<br />
Ver cüceye, onun olsun şairlik,<br />
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.<br />
Şairlik iddiasında olan cüceler de var:<br />
Ben şairim,<br />
Sen benim güzelim.<br />
Kalem benim elimde,<br />
Seni istediğim gibi resmederim.<br />
Geçmiş neslin âbide şahsiyetleri, akılda üretip,<br />
gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet<br />
süzgecinden geçirip, nota nota sıraya dizdiler.<br />
Musikiyle izdivaç eyleyip, gök kubbeye hediye<br />
eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler.<br />
Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde<br />
pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar.<br />
Gönül berraklığı, nahoş olanları ifade ederken<br />
bile, süzgecinden geçirip aklaştırmış: Kelâm-ı kibar.<br />
Zaten güzel olanlar ise nura garkolmuş.<br />
Şimdi, “sinede yük olan paslı yürekler”den geçen,<br />
güzelliğe dair olanlar bile, dışarıya paslı olarak<br />
dökülmektedir.<br />
Bir yanda davul gümbürtüsü ile konuşanlar,<br />
diğer yanda ney gibi, hayâ perdesini yırtmadan,<br />
sırları inletenler.<br />
Kelimeden balonlar mı uçurduk<br />
Gök kubbeye;<br />
Şişkin<br />
Lakin içi boş,<br />
Rengarenk<br />
Ama sunî.<br />
Bir küçük dikenle patlayıveren,<br />
Güneşin gülümsemesinde sönüveren,<br />
Diğer tarafta yediveren.<br />
Rengarenk,<br />
Kadife tenli,<br />
Güneşe gülen,<br />
Dikeni kendinden.<br />
Şairin sesi ruhunun derinliklerinden gelir.<br />
Goethe’nin kalemi şöyle yazar: “Ziyafet sofrasının<br />
artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz.<br />
Edebiyat bir kabiliyet işidir sonradan kazanılamaz.<br />
Eğer, ağzınızdan çıkan sözler ruhunuzun derinliklerinden<br />
fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine<br />
tesir edemezsiniz. Başkalarından duyduklarını<br />
veya kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam,<br />
maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir.”<br />
Kaldı ki tekrar şairin işi değildir. Fuzûlî’nin dediği<br />
gibi “Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât/ Sözü<br />
insan olur ammâ özü insan olmaz.”<br />
Yazar, toplum denilen toprağı kalemiyle çapalar.<br />
Tohumu, semaya boy versin diye serper.<br />
Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can<br />
51<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum<br />
kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça,<br />
özüne öz katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi<br />
ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur,<br />
bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur,<br />
sağanak olur, kar olur.<br />
Söylenmedik sözün kalmadığı gök kubbede,<br />
söylenmişleri bulmak oldukça güç. Şimdi gök<br />
kubbe küskün. Hasretle baki kalacak hoş sadâları<br />
bekliyor. Gök kubbeye içimden şöyle seslenmek<br />
geliyor:<br />
Ey dünya başının tâcı<br />
Gök kubbe<br />
Yuttun bütün hoş sadâları<br />
Yuttun.<br />
Geri vermemek için<br />
Nefesini tuttun.<br />
Sadâların hoşları kaçtı<br />
Birer birer<br />
Kara yeryüzünden<br />
Havalandı aniden<br />
Duyulmadı kanat sesleri.<br />
Sakladın gök kubbe<br />
Sakladın<br />
Yıldırımlarla sûretini<br />
Gürültünle sesini<br />
Çıkardın kuşağını<br />
Saldın üzerimize bir duman<br />
Efendim aman.<br />
Şairin dediği gibi “gül nerde bülbül nerde, gülün<br />
yaprağı yerde”. Cemiyet, yaprağı yerden kaldıracak<br />
nesli bekliyor.<br />
***<br />
Toprak aşkın teri ile yoğrulur, taş taş üstüne<br />
konulur, içinde hayat bulunur. Sular gönül gibi<br />
akar, iki yaka arasına köprü kurulur. Allah’ın huzuruna<br />
vardıkta şehadet parmağı kalkar, minare<br />
göğe doğrulur. Geri gelmeyen dualar okunur,<br />
cihannümalara tekbirlerle doldurulan kubbeler<br />
kondurulur. Demir, yürekte yakılır, örste dövülür,<br />
Mevlana ile sema dönülür. Çoklukta birlik<br />
olunur, herkes gelir şehir kurulur. Taş u toprak<br />
gönülde can bulur, dil candan konuşur şair olunur.<br />
Şair, şehirde yaşayan değil, şehri gönlüne<br />
alandır. Yaşadığı diyar, onun için ete kemiğe<br />
bürünmüş bir yardır; eşi benzeri yoktur, aşk<br />
derdine devadan gayri her şey vardır. Nedim’in<br />
göz bebeğine yerleşen İstanbul, paha biçilemeyen<br />
bir mekândır:<br />
Bu şehr-istanbûl ki bî-misl ü bahâdır<br />
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.<br />
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında<br />
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.<br />
Mekân, mazi ile istikbalin halde yaşandığı<br />
yerdir. Şehir, tarihin görünen yüzüdür, bazen asık<br />
suratlı bazen de güler yüzlüdür. Aslını ve manayı<br />
unutanlara kendisini hatırlatır. Bir zamanlar<br />
hendeseden abide zannedilen mimari yapılar,<br />
mananın göğe yükselişinin mekânı olduklarını<br />
göstererek, ferdi kendi iç âlemlerine seyahat etmeye<br />
davet ederler. Şair bir bayram namazı, hendeseden<br />
abide zannettiği gökkube altındaki cumhura<br />
bakarken, cetlerin mağfiret iklimine girerek<br />
huzura erer.<br />
Zaman her şehirde bir başka akar. Şair için<br />
Bursa’da zaman billur bir âvize olur. “Orhan zamanından<br />
kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar<br />
çınar”. İhtiyar çınara sırtını dayayan genç<br />
şair şehrin köklerine indikçe, mekânda dal budak<br />
salan kelimeleri semaya boy verir.<br />
Bir garip Orhan Veli’dir şair, kâh Urumeli<br />
Hisarına oturup bir türkü tutturur, kâh gözlerini<br />
kapatır ve yaşadığı şehri dinler. Hafiften esen<br />
rüzgâr eşliğinde, yükseklerden gelen sürü sürü<br />
kuşların çığlıklarını, sucuların hiç durmayan çıngırak<br />
seslerini, çekiç seslerini, türküleri, küfürleri<br />
velhasıl şehir hayatının fısıltılarını ve feryatlarını<br />
mısralarında bize duyurur.<br />
Yahya Kemâl, “bir hayali asra dalan ab uyanmasın”<br />
diye aheste çeker kürekleri, kamaşsa da<br />
gözleri, bir tepeden şehre bakar, bestekâr efsunlu<br />
güzellikleri Türkü diye yakar:<br />
Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul!<br />
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.<br />
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!<br />
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.<br />
52<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Yavuz Bülent Bakiler ise İstanbul’a “can evinden<br />
bakan”lardandır. Kelimeleri candan cana ram<br />
olur:<br />
Can evimden baktım sana İstanbul!<br />
Rüzgârların anamın duâsı kadar serin.<br />
Beyaz şamdanlar gibi yükseliyordu<br />
İnce, kalem kalem minârelerin.<br />
Şehrin serseri kaldırımlarında, yeryüzünde<br />
yalnız ben derbederim diyen, kaldırımların<br />
emzirdiği şair yürür. Kaldırımların kara sevdalı<br />
eşi, esrarlı bir uykuya dalıp, şehrin sokaklarında<br />
ölmek ister. Dirildiği mekân ise ay ile güneşin<br />
ezelden beri orada yaşadıkları İstanbul’dur:<br />
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;<br />
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.<br />
İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;<br />
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.<br />
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;<br />
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.<br />
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle,<br />
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.<br />
Şehir insanın sürekli “ol”duğu mekândır. Nagehan<br />
ol şara varan, ol şarı yapılır görürken sadece<br />
seyirci değildir. Kendisi dahi bile yapılır taş u<br />
toprak arasında. Ariflerin sözünden cahiller anlamasa<br />
da söz, şehrin pazarında para eder, taşa bile<br />
biçim verilirken, âşıkların kanı sebil olur:<br />
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde<br />
Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde<br />
Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm<br />
Ben dahı bile yapıldım taş u toprak âresinde<br />
Bina yapmaktan, yapılmaya fırsat bulamayan<br />
bir nesil! Bir yanda taşı gönül ocağında pişirip,<br />
aşk ile birbirine bağlayan şehre sevdalılar; öte<br />
yanda aşkı olmayan taş gönüllerle inşa edilmiş<br />
binalarda taşlaşanlar! Bulutlara yaklaşmayı, göğe<br />
yükselmek zannedenler. Olmak yolunu kaybettiklerinden,<br />
sahip olmaya meyledenler ve kaybettiklerini<br />
beyaz cam arkasında arayanlar:<br />
Dolaşıyorum gecenin karanlığında<br />
Loş, nemli o sessiz sokaklarında<br />
Perdelerin arasından mavi ışık sızmakta<br />
Bütün diller suskun<br />
Hayatın tamamı durmakta<br />
Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.<br />
Dönmüş bütün bakışlar bir yöne<br />
Dolmuş bu mavi ışık tek gönüllere<br />
Gerçek dünyada tabiat elemlerle<br />
Sokaktaki köpekler susmuş bile!<br />
Her yanda aynı görüntü nafile.<br />
Ölmedim hayattayım şu an<br />
Gerçek bir ışık arıyor gözlerim her an<br />
Zihinler doğuştan boş bir ekran.<br />
Perdeli odanın dışında<br />
Gecenin ölümcül karanlığında<br />
Unutulmuşluğun karşılığında<br />
İnsana sırt çeviren dünya<br />
Bütün bu insanlar mı yalnız<br />
Sadece yalnız olan ben miyim yoksa!<br />
Tabiatta yapraklar yine sararır<br />
Akşamlar kızıllıktan sonra<br />
Eskisi gibi yine kararır<br />
Güneş yine ümitlerle doğar<br />
Yine kederlerle batar<br />
Ekran göstermemişse neye yarar!<br />
Güneş son bir defa batarken<br />
Son kızıllık son hüzün olmuş<br />
Denize düşen alevi ekran yutarken<br />
Mazideki görkemli aşk unutulmuş<br />
Şimdi güller de solmuş<br />
Yalnız ses ve ışıklar kafese dolmakta<br />
Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.<br />
Şairin gönlünün görünür mekânıdır şehir. Yitirilmiş<br />
ilhamların cennet mekânını vesveseler mi<br />
işgal etti Zahir!<br />
“Ah ne yer ne yar kaldı, gönlüm dolu ahu zar<br />
kaldı”. Yer sarsıldı, olmamış yapılar titredi toprağa<br />
döndü, hüznün yüreği çarparken düşte daüssıla<br />
kaldı. Ümide gelince:<br />
“Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinandır<br />
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!”■<br />
53<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Şehrin ruhu<br />
MUSTAFA ÖZÇELİK<br />
1.<br />
Üniversite yıllarım Bursa’da geçti. Eskişehir<br />
gibi Batılı algı ve anlayışlarla inşa edilmiş bir<br />
şehirden Bursa’ya gelmek benim için büyük bir<br />
şanstı. Zira şehir nedir, ne anlama gelir, şehirli<br />
kimdir, nasıl bir özellik taşır, şehirle insan arasındaki<br />
ilişkinin mahiyeti nedir gibi sorulara<br />
burada cevap buldum. Böylece bende bir şehir<br />
bilinci oluştu. Tabii bunda bir Bursa âşığı olan<br />
Tanpınar okumalarımın da çok önemli bir payı<br />
olduğu muhakkaktır. Diyebilirim ki, Bursa’yı<br />
Tanpınar’ın bana açtığı kapılardan girerek tanıdım.<br />
Tanımak, Tanpınar’ın da dediği gibi sevmek,<br />
sevmek ise anlamaktı. İşte Bursa’yı tanıma,<br />
peşinden onu sevmeyi ve anlamayı getirdi.<br />
Bursa’ya yakınlığı dolayısıyla ikinci tanış olduğum<br />
şehir ise İstanbul oldu. Hafta sonlarında<br />
fırsat ve imkân buldukça oraya da gidiyor,<br />
Yine Tanpınar’ın izini takip ederek İstanbul’u<br />
da tanımaya, sevmeye ve anlamaya çalışıyordum.<br />
Tanpınar, Beşşehir’de İstanbul’u ayrıca<br />
Erzurum’u, Konya’yı ve Ankara’yı da anlatıyordu.<br />
Eskişehir’in bir köyünde doğup şehir olarak<br />
önce Eskişehir’i daha sonra Bursa ve İstanbul’u<br />
gören biri elbette bu şehirler arasında mukayeseler<br />
yapar. Ben de öyle yaptım. Sonuç, şu idi:<br />
Bursa ve İstanbul, maddi yapısının dışında tarihî<br />
ve manevi bir yapısı dolayısıyla özel bir havası<br />
olan kadim şehirlerdi. Eskişehir ise adı eski olmasına<br />
rağmen Cumhuriyet döneminde il olmuş<br />
yeni bir şehirdi. Odunpazarı semti dışta tutulacak<br />
olur ise orada ne tarihe ne geleneğe açılan<br />
bir kapı, dolayısıyla soluyacağınız, hissedeceğiniz<br />
bir manevi atmosfer yoktu. Tamamen modern ve<br />
seküler bir anlayışa göre inşa ve dizayn edilmişti.<br />
Kadim şehirlerle modern şehirleri ayıran en<br />
önemli özellik, işte bu noktada belirginleşiyordu.<br />
İlki bir ruha sahipti, diğeri ise bundan yoksundu.<br />
Ruh, nasıl insanın canlı bir varlık olmasının temel<br />
şart ise şehirler için de durum aynıdır. Şehrin<br />
ruhu yoksa o şehir, sizin için sadece maddi yapısıyla<br />
bir gerçeklik ifade eder. Ama ruhu olmadığı<br />
için bir geçmişi, bir hafızası da yoktur. Sadece<br />
fiziki bir dünyada yaşar, metafizikten yoksun<br />
kalırsınız. Böyle bir şehrin insanı da kendisini<br />
ona göre şekillendirir ve tanımlar. Beslendiği bir<br />
kökü yani geçmişi olmadığı için bugününü de<br />
tam manasıyla yaşayamaz, dolayısıyla bir gelecek<br />
tasavvuru da olmaz, olamaz. Oysa ruhu olan bir<br />
şehirde yaşamak, öyle değildir. Adım başı karşılaştığınız<br />
bir tarihî yapı, bir çeşme, bir ermiş türbesi<br />
sizi geçmişe bağlar, bir tarih ve kültür bilinci<br />
kazandırır. O bilinçle geleneğe yaslanıp hayatın<br />
dünden bugüne akan, bugünden de geleceğe<br />
54<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
akacak olan ırmağında daha dingin, anlamlı bir<br />
hayatı yaşarsınız.<br />
2.<br />
Bursa, işte bu üç zaman dilimini aynı anda yaşadığım<br />
bir şehir oldu. O şehirde Emir Sultan’la,<br />
Geyikli Baba ile, Osman ve Orhan Gazi ile, Yıldırım<br />
Beyazıt’la, Karagöz ve Hacivat’la birlikte<br />
yaşadım. Her tarihî yapı, bir hatırayı fısıldadı<br />
bana. Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirinde<br />
söylediği gibi “Çinilere sinmiş Kur’an sesleri”ni<br />
burada duydum. Ulu Camii’nin şadırvanlarından<br />
abdest alırken bu camide imamlık yapan<br />
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin mısralarının<br />
Bursa semasında nasıl yankılandığını gördüm.<br />
Gölgesinde dinlediğim ihtiyar çınarlar ne sırlar<br />
fısıldadı bana. Çeşmelerinden su içerken “Velhasıl<br />
Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’yi<br />
tebessümle hatırladım. Mezarlıkları bile farklıydı.<br />
Bir şiirimde söylediğim gibi “Ölüm burada<br />
sessiz ve vakur”du. Mezar taşlarındaki zarafet,<br />
ölümü bile güzelleştiriyordu. Türkülerinde, şarkılarında<br />
aşkın en saf sesi yankılanıyordu.<br />
Bütün bunlar, şehrin insanını da etkileyen,<br />
şekillendiren unsurlardı. Bursalı olmak, belli niteliklere<br />
sahip olmak demekti. Bu, beyefendilik,<br />
hanımefendilik, çelebilik, çalışkanlık, hoşgörü,<br />
sevgi, nezaket ve incelik demekti. Biliyoruz ki,<br />
insan sadece şehri inşa etmez, şehir de insanı inşa<br />
eder. Böylece şehir, insanla; insan şehirle bütünleşir.<br />
Bu bütünleşmeden medeniyet doğar, sanat<br />
doğar. Zira medeniyet, kültür, sanat dediğimiz<br />
şey, bir şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla<br />
birlikte oluşturduğu bir birikimdir.<br />
3.<br />
Böyle bir şehirde ne yazık ki üç yıl kalabildim.<br />
Bir gün, buraya temelli olarak yerleşme hayaliyle<br />
yine Eskişehir’e döndüm. Sudan çıkmış balık<br />
gibiydim. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın<br />
geçtiği bu şehir, Bursa tecrübesinden sonra<br />
beni çöle düşmüş biri hâline getirdi. Biraz önce<br />
de belirttiğim gibi burası Odunpazarı dışta tutulacak<br />
olursa yeni bir şehirdi. Adı şehir olsa bile<br />
gerçekte kentti. Kentin ise tarihi ve hafızası dolayısıyla<br />
ruhu olmazdı. İnsanlarını ya stadyumlarda<br />
görürdünüz ya da alışveriş merkezlerinde ya<br />
da fıskiyeli parklarda… Onlar ise insana geçmişe,<br />
metafiziğe hatta insani olana dair hiçbir şey fısıldamazdı.<br />
Siz de zorunlu olarak ona göre biçimlenirdiniz.<br />
Günübirlik yaşama, geçmiş ve gelecek<br />
algısından yoksunluk sizi bekleyen sonuçlardı.<br />
Boğulacak gibi oldum. Bursa’ya dönme<br />
imkânı da yoktu.<br />
O günlerde Kütahya’dan aldığım bir iş teklifi<br />
üzerine buraya geldim. Daha önce hiç görmediğim<br />
bu şehir, daha kendisine yaklaşırken beni<br />
Acem Dağı’nın ihtişamıyla karşıladı. Bursa’da<br />
Uludağ’ın da esrarına nüfuz etmeye çalışan biri<br />
olarak bu durum beni bir hayli etkiledi ve Kütahya<br />
ile ilgili ilk izlenimim gayet müspet oldu. Bursa<br />
gibi sırtını bir dağa yaslayan bu şehir, benim<br />
güvenli bir kale’m olabilirdi. Burada yaşamaya<br />
başlayınca bu hissimde yanılmadığımı anladım.<br />
Kütahya da Bursa gibi tarihi, hafızası, maneviyatı<br />
dolayısıyla ruhu olan bir şehirdi. Şüphesiz bütün<br />
özellikleriyle bir Bursa değildi ama onu hatırlatan<br />
pek çok özelliği vardı. Bursa nasıl bir Osmanlı<br />
şehriyse burası da Germiyan şehriydi. Bursa gibi<br />
başşehirlik yapmış, devlet adamı, şair, bestekâr<br />
görmüş, yetiştirmiş, bir medeniyetin, kültürün<br />
estetik normlarına göre inşa edilmiş bir şehirdi.<br />
Burada da tarih içinde yolculuk yapabilir, Musalla<br />
mezarlığında coşkulu Sufi Sunulllah Gaybi’nin<br />
mısralarının metafizik dünyasıyla etten kemikten<br />
sıyrılıp başka bir âleme nüfuz edebilir, Şair Şeyhi<br />
ile Osmanlı medeniyetinin ihtişamını görebilir,<br />
Ulu Camii’nde nice bin ruh ile bir sabah namazı<br />
kılabilirdiniz. Bursa Ulu Cami’ninki gibi Kevser<br />
ırmağı coşkusunda zikrederken yankısını duvardaki<br />
çiniler nakşeden şadırvanın sularını işitebilirdiniz.<br />
4.<br />
Bu şehre üç yıl için gelmiştim ama tam yirmi<br />
üç yıl kaldım. Bursa, hâlâ yaşamayı hayal ettiğim<br />
bir şehir olmaya devam etse bile susuzluğumu<br />
büyük ölçüde burada dindirebildim. İnanç<br />
ve düşünce dünyam, sanat anlayışım, geçmişe,<br />
bugüne ve geleceğe bakışım, hayat algım büyük<br />
ölçüde bu şehre göre şekillendi. Yani şehir beni<br />
biçimlendirdi ve inşa etti. İşte bu durumdan dolayıdır<br />
ki Kütahya, kadim kimliğiyle fiziki gerçekliğinin<br />
dışında bir dünya sundu bana. Onu<br />
tanımak, tanıdıkça sevmek, sevdikçe anlamak<br />
mümkün hâle geldi. Malum, anlamak ise anlaş-<br />
55<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
mayı getirir peşinde… Anlaşmak ise, zıtlıklarımız<br />
olsa bile uyumlu olmaktır, barış içinde yaşamaktır,<br />
değerler, eserler üretmektir. Zamanı üç<br />
boyutlu yaşamaktır. Dolayısıyla bugüne kadar ne<br />
yazdımsa onların ilhamını bana Bursa’dan sonra<br />
Kütahya verdi.<br />
Zorunluluklar olmasaydı hayatımın sonuna<br />
kadar orada Kütahya’da yaşamak isterdim. Ama<br />
kısmet bu kadarmış. Yirmi üç yılın sonunda doğup<br />
büyüdüğüm, öğrenim gördüğüm ama bu<br />
ruh meselesinden dolayı çok da benimseyemediğim<br />
şehrime, pek çok insan için modern şehirler<br />
anlamında yaşamak için tercih edilen Eskişehir’e<br />
döndüm. Böylece hayatımın yeni bir imtihan<br />
dönemine girdim. Eskişehir, bir kent olarak kuruluşu<br />
sırasında nasıl seküler bir inşa faaliyetine<br />
konu olmuşsa şimdi bu noktada bir hayli yol<br />
almış gözüküyor. Modern insanın tapınakları<br />
olarak nitelendirilen büyük alışveriş merkezleri,<br />
Porsuk kıyısına sıralanan kafeleri, çok katlı<br />
apartmanları, parkları ile ismiyle müsemma olmayan<br />
daha yeni bir şehir olmuş. Yeni, modern,<br />
seküler olana ait ne ararsanız bulmak mümkün.<br />
Adım başı bir heykel… Diyeceksiniz ki neyin<br />
nesi bunlar Hemen söyleyelim, hiçbirinin ne<br />
Eskişehir’in ne de Anadolu’nun tarihiyle, sembol<br />
şahsiyetleriyle bir ilgisi var. Hepsi, Prag, Viyana,<br />
Venedik gibi Avrupa şehirlerine öykünerek inşa<br />
edilmiş heykeller. Dolayısıyla özellikle de şehrin<br />
merkezinde bir Avrupa kenti havası alır gibi olsanız<br />
da ona böyle bir kimlik kazandıran unsurlar,<br />
yerli bir havadan tamamen uzak. Zaten bir<br />
süre sonra farkında bile olmuyor, kendinizi bir<br />
şehirde değil, kurgulanmış, doğal olmayan bir<br />
mekânda hissediyorsunuz.<br />
Şehrin neredeyse dörtte üçlük kısmını geziyorsunuz,<br />
ne karşılaştığımız tarihî bir yapı, ne<br />
bir çeşme, ne bir ermiş kabri var. Dolayısıyla sizi<br />
geçmişe götürecek ne Selçukluyu ne Osmanlıyı<br />
yani geçmişi hatırlatacak bir yapı bulabiliyorsunuz.<br />
Gölgesinde serinleyebileceğiniz bir çınar<br />
ağacı da yok. Zira burası hem bozkırdır hem de<br />
malum Çınar Osmanlıdır; burası olsa olsa akasyayı<br />
sever. Kısacası eğer modern telakkiler sahip<br />
bir kimlik içinde ve bu tarz bir hayatın insanı<br />
iseniz sizin için ideal bir kenttir ama benim gibi<br />
Tanpınar’dan şehir bilinci kazanmış biri iseniz<br />
böyle bir yere şehir demeniz ve burada şehirli<br />
olarak kendinizi idrak etmeniz asla mümkün değildir.<br />
5.<br />
Çok karamsar gibi görünen bir tablo çizdiğimin<br />
farkındayım. Ama gerçek böyle. Fakat bir<br />
teselli noktam da yok değil. Yazının başından<br />
beri bu tespitlerin dışında tuttuğum Odunpazarı<br />
semti bu şehir için bir umut kaynağı... Şehrin hakiki,<br />
tarihî ve metafizik çehresi oradadır. Bu yüzden<br />
Odunpazarı’nda Selçukludan, Osmanlıdan,<br />
Mimar Sinan’dan, Çoban Mustafa Paşa’dan izler,<br />
hatıralar bulabilirsiniz. Daha umutlu bir şey<br />
söyleyeyim. İnsan, sonuçta kulaklarını metafizik<br />
olanın sesine ne kadar tıkasa da ruhu olan bir<br />
varlıktır. Modern hayatın gürültüsü onu insani<br />
ve manevi olana özlemimin bastırmaya çalışsa da<br />
insan, ruhunun çığlığına daha fazla tıkayamıyor<br />
kulağını… Mesele Eskişehir’de ise Espark’ta pizza<br />
yiyip alışveriş çılgınlığı ile kapitalist canavara et<br />
süt olduktan sonra pestili çıkmış vaziyette evine<br />
dönerken Alaeddin Camii’nden yükselen ezan<br />
sesleriyle silkinip bu tarihî camiye girme ihtiyacı<br />
duyabilir, oradan da daha büyük bir zenginlik<br />
için Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Odunpazarı’na<br />
gitmek ise insanın ruhunun sesine kulak vermesidir.<br />
Son asra ait olsalar da bizi tarihe çeken ve<br />
son dönemde hayata yeniden döndürülen evler,<br />
ardından Kurşunlu Camii, onun avlusundaki<br />
Mevlevihane, orada gördüğümüz bir minyatür,<br />
bir ebru, işittiğimiz bir ney sesi daha sonra Şeyh<br />
Şahabettin Türbesi’ne doğru giden kadınların<br />
teslimiyet hâlleri, köşedeki kalaycı dükkânı başka<br />
bir dünyaya götürebilir bizi.<br />
İşte Eskişehir’de şehir, bu yüzden<br />
Odunpazarı’dır. Burada kanaatkârlık vardır, çayı<br />
daha ucuza içer, taş fırından ekmek alır, tanısa da<br />
tanımasa da kendisine selam veren biriyle mutlaka<br />
karşılaşırsınız. Diyeceğim odur ki Bursa’dan<br />
Kütahya’dan sonra şimdi Odunpazarı’nda nefes<br />
alabiliyorum. Değilse boğulup kalacağım bu şehirde.<br />
Nostalji de bu kadar mı olur diyenleri de<br />
duyar gibiyim emin olun bu nostalji değil. Ruh<br />
sahibi bir varlık olarak ruhu olan bir şehrin insan<br />
için ne manaya geldiğini söyleme çabası benimki.<br />
Şehirle bütünleşmek, şehirle barışmak, orada<br />
yaşamanın güvenini huzurunu hissedebilmek…<br />
Ötesi yok… ■<br />
56<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Şehir, edebiyat ve dergi<br />
MEHMET NURİ YARDIM<br />
Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum,<br />
birçoğundan haberleri yok. “Önce çıkan dergileri takip<br />
edin, eksiklikleri varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin,<br />
röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle<br />
besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan herkesin dergi<br />
çıkarması gerekmez ki Ekmek yiyen her insan fırın mı<br />
açıyor”<br />
Yazımın başlığı bu. Şehir, edebiyat ve<br />
dergi arasında nasıl bir münasebet<br />
vardır diye sorulabilir. <strong>Bizim</strong> gibi<br />
dünyaya kültür sanat gözüyle bakanlar, edebiyat<br />
dürbünüyle çevreyi gözleyenler için çok<br />
ilgisi vardır şüphesiz.<br />
Bir şehre gidiyorsanız, orada elbette tarihî<br />
eserleri gezer görürsünüz. Mimarların yıllar,<br />
asırlar önce inşa ettiği külliyeleri, camileri, çeşmeleri,<br />
medreseleri, müzeleri, türbeleri temâşâ<br />
edersiniz. Bu zaten her zaman olması gereken<br />
bir keyfiyet… Çünkü bunlar şehrin remizleridir,<br />
işaretleridir, alâmetleridir. Ama bir de şehirlerin<br />
kültürel dinamikleri vardır. Bunlar da<br />
o şehrin kütüphaneleridir, kitapçı çarşılarıdır,<br />
dergi yazıhaneleridir, edebiyat mahfilleridir.<br />
Bunları gidip görmemişseniz o şehri tanımamışsınız<br />
demektir. Geziniz yarım, tenezzühünüz<br />
kısır kalmıştır.<br />
Bu yüzden ben bir şehre gittiğimde orada<br />
ikamet eden şair ve yazarları mutlaka sorarım.<br />
Onlarla bir an önce tanışmak, görüşmek<br />
ve hasbihal etmek için âdeta can atarım.<br />
Kahramanmaraş’a gidip de Bahaeddin<br />
Karakoç’u ziyaret etmemişseniz, Kayseri’de<br />
bulunup da Muhsin İlyas Subaşı’nı görmemişseniz,<br />
Elazığ’a uğrayıp Nâzım Payam’a selâm<br />
vermemişseniz bu geziler bence yarım kalmış<br />
seyahatlerdir. O yolculukları yenilemeniz, o<br />
eksiklikleri telâfi etmeniz gerekiyor.<br />
Elazığ’da <strong>Bizim</strong> Külliye<br />
Anadolu’da isimler ne kadar güzeldir, ikindi<br />
serinliğinde bir çarşı camiinde bulunmak insanı<br />
ne kadar huzurlu kılıyorsa, edebiyat heyecanının<br />
soluklandığı bir dergide dostlarla sohbet<br />
de o denli anlamlı, o ölçüde zevklidir. Elazığ<br />
deyince benim aklıma edebiyat gelir. Şiir,<br />
57<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
mani, hoyrat gelir.<br />
Harput’un türküleri<br />
çınlar dört bir yanda.<br />
Elbette bu zengin folklor,<br />
gür bir edebiyat ortamında<br />
besleniyor.<br />
Bu edebiyatı<br />
bereketlendirenler<br />
de<br />
dergiler…<br />
Elazığ’da<br />
artık şehirle<br />
özdeşmiş bir dergimiz<br />
var: <strong>Bizim</strong><br />
Külliye… Bu derginin takipçileri,<br />
okuyucuları ve yazarları var.<br />
Türkiye genelinde dergiler yayımlanıyor.<br />
Ama Anadolu dergiciliği bir başka. Dergiler<br />
her ay çıkıyor. Kim bunun farkında, kimin<br />
umurunda Ben dergilerin ne kadar büyük<br />
zahmetlerle, çilelerle, fedakârlıklarla çıktığını<br />
yakından bilirim. Yazılar sipariş edilir önce,<br />
sonra toplanır. Dizgileri yapılır, mizanpajı tamamlanır,<br />
resimler eklenir. Eksiği fazlası var<br />
mı ona bakılır. Son kontroller de yapıldıktan<br />
sonra matbaaya gönderilir. Matbaadan geldikten<br />
sonra bu sefer bir başka heyecan, özge bir<br />
telâş kaplar içinizi. Acaba gözden kaçmış bir<br />
şey var mı, eksik bir yazı kalmış mı, imzalar<br />
tamam mı, dipnotlar eklenmiş mi, kapakta bir<br />
ihmal yoktur inşallah… Derken o fasıl biter,<br />
bu sefer de asıl dert başlar… Derginin dağıtımı,<br />
abonelere ulaşması, basına gönderilmesi,<br />
tanıtılması, okuyucuya ulaşması, insanları yayından<br />
haberdar etmek… Bütün bunlar kolay<br />
gibi görünen ama zor işler…<br />
Bu yüzden dergi çıkarmayı düşünenler, gelip<br />
bana sorduklarında, fakire danıştıklarında hep<br />
şunu demişimdir: “Lütfen bir daha, bir daha<br />
düşünün… Çıkaracağınız dergi bir boşluğu<br />
dolduracak mı, başkalarına bir faydası olacak<br />
mı, dergiyi bekleyen okuyucu var mı, derginin<br />
tanıtımını, dağıtımını yapabilecek misiniz Paranız<br />
var mı, paranız Dergi yazarlarına telif<br />
ödeyebilecek misiniz İlân meselesini hallettiniz<br />
mi” Ve daha bir sürü soru… Sonra da sehpamda<br />
serili duran onlarca dergiyi<br />
gösteririm. Amacım onları<br />
dergi düşüncesinden<br />
vazgeçirmek<br />
değil, vallahi<br />
değil. Asla ve<br />
kat’a. Bu hiç<br />
mümkün müdür,<br />
olabilir mi<br />
Dergilerin fikir<br />
v e sanat hayatımızdaki<br />
yerini kim inkâr edebilir Ne kadar<br />
ehemmiyetli olduklarına başından<br />
beri candan inananlardanım.<br />
B u konuda üstatlarımızın sözleri mıh gibi<br />
zihnimde çakılmıştır. Cemil Meriç’in “dergiler<br />
hür tefekkürün kaleleri”dir sözü bir pelesenk<br />
gibi yapışmıştır dilime. İyi güzel de “kale”<br />
olabilecek dergi kurabilecek miyiz Yoksa<br />
kartondan yapılmış köhne bir kalenin harap<br />
bir burcunu mu temsil edecek dergi… Siz ‘kale’<br />
kuramazsanız sizi de kimse ‘kaale’ almaz.<br />
Dergi çıkarmak zor. Hem de çok zor.<br />
Her ay yüzlerce sanat edebiyat dergisi çıkıyor<br />
Türkiye’de. Kaçı okuyucuya ulaşıyor<br />
bunların acaba 1000 tirajını aşan kaç<br />
dergimiz var, en önemlisi tesir sahaları<br />
nedir Gündem oluşturabiliyorlar mı, bir<br />
sanat dalgası uyandırabiliyorlar mı Gençleri<br />
yönlendirebiliyorlar mı, okul olabiliyorlar mı,<br />
okul Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri<br />
soruyorum, birçoğundan haberleri yok.<br />
“Önce çıkan dergileri takip edin, eksiklikleri<br />
varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin, röportaj<br />
yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle<br />
besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan<br />
herkesin dergi çıkarması gerekmez ki Ekmek<br />
yiyen her insan fırın mı açıyor”<br />
Bazıları bu sözlerimden memnun kalıyor,<br />
kimisi de hayallerini yıktığım için darılıyor.<br />
Ne gam, ben doğru bildiğimi, inandığımı söylemeliyim.<br />
Memnun kalsa da, darılsa da canı<br />
sağ olsun dostların. Ama gencecik enerjileri<br />
boşa akmasın istiyorum. Çünkü geçmişte çok<br />
tanık oldum böyle boş, beyhûde çabalara. “İlle<br />
58<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
de dergi çıkaracağım.” diyen o genç kardeşlerimizin,<br />
daha sonra edebiyattan nasıl soğuduklarına<br />
ve kültür dünyasından uzaklaştıklarına<br />
şahidim.<br />
Şehirlerin hâtıra defteri<br />
Elazığ’ın bende sır gibi sakladığım unutulmaz<br />
güzel hâtıraları vardır. Askerlik yaptığım<br />
ilçeye yakındı bu ilimiz ve hafta sonları arada<br />
bir şehre gelir, İstanbul’a duyduğumuz hasreti<br />
bir nebze Elazığ’ın o büyük ve renkli caddesini<br />
arşınlayarak, kalabalıklara karışarak giderirdik.<br />
Bir gün yaşadığım o askerlik hâtıralarını yazabilecek<br />
miyim bilmiyorum. Birkaç erle kaldığımız,<br />
dağın yamacına kurulmuş o askerlik<br />
şubesini anlatabilecek miyim acaba Oradaki<br />
çalışmalarımı, okumalarımı, hayallerimi ve<br />
yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşabilecek<br />
miyim Belki bir gün denerim, kim bilir<br />
Maksadım kendi anılarıma dalmak değil<br />
şüphesiz. Bu şehrimizin değerli bir yazarından<br />
biraz bahsetmek, onun hizmetlerini anmak ve<br />
yayın yönetmeni olduğu <strong>Bizim</strong> Külliye’ye verdiği<br />
emeğe dikkat çekmek. Bir edebiyatçı olarak<br />
eserleri üzerinde durmuştum, yeni kitapları<br />
hakkında yine yazacağım.<br />
Sanırım tahmin ettiniz... Evet Nâzım<br />
Payam’dan söz ediyorum. Bir iki yardımcısıyla<br />
birlikte hazırladığı ve okuyucularına<br />
ulaştırdığı <strong>Bizim</strong> Külliye’den bahsedeceğim<br />
elbette. Anadolu’da dergi çıkarmanın<br />
zorluklarını zaman zaman yazıyorum. Ama<br />
bu güçlüklere rağmen, <strong>Bizim</strong> Külliye hakikaten<br />
Anadolu’nun sesi soluğu oldu. Elazığ’dan<br />
Türkiye’ye yayılan bu edebiyat güldestesi, vardığı<br />
kurak toprakları bile gülistana çeviriyor.<br />
Çünkü <strong>Bizim</strong> Külliye’nin her sayısı birbirinden<br />
güzel yazılarla, araştırmalar, hikâyeler, denemeler,<br />
şiirlerle doludur. Şimdi aklıma geldi, aslında<br />
‘külliye’ kelimesi ne kadar güzel ve kuşatıcıdır<br />
değil mi Kül, tam, yani bütün demektir.<br />
Dergi için eskilerin kullandığı ‘mecmua’yı<br />
ne kadar da andırıyor değil mi Neyse külliye,<br />
mecmua veya dergi... Sonuçta edebî ürünlerin<br />
buluştuğu ve okuyucuya ulaştığı bir kâğıt bohçasıdır,<br />
bir hevenktir kastettiğimiz.<br />
Dergiler edebiyatın yansıması, edebiyat<br />
şehrin aynasıdır. Birini diğerinden ayırt<br />
edemezsiniz. Keşke her şehrin, her ilçenin,<br />
hatta her köyün bir dergisi olsa… Keşke<br />
insanlarımız yaşadıkları toprakların türkülerini<br />
bu sayfalarda seslendirse… Keşke içindeki şiir<br />
ateşini bazı şairler bu dergilerde harlasa… Keşke<br />
denemeler bu soluk kâğıtlarda kaleme dökülse,<br />
keşke edebiyatı ciddiye alanlar her şehrin,<br />
her ilçenin, her mahallenin ve köyün gözbebekleri<br />
kabul edilse…<br />
Yazıya başlarken ne demiştik Şehir, edebiyat<br />
ve dergi… İnanın birbirine o kadar aşina, yekdiğerine<br />
o kadar yakın akraba ki bu kavramlar,<br />
tarif etmesi zor. Bu üç kelime, üç kavram<br />
aslında birbirini hatırlatır. Edebiyatı şehirden<br />
çıkarsanız geriye çok bir şey kalmaz. Dergiler<br />
soluk alıp vermezse bir kentte orada edebiyattan,<br />
edebî hayattan ve edebiyat ortamından<br />
söz edemezsiniz. Ben Anadolu’yu çok seviyorum,<br />
Anadolu’daki bütün şehirlere de hayranım.<br />
Elbette iflah olmaz bir İstanbul âşığıyım,<br />
ama bu benim Bursa’ya, Erzurum’a, Kayseri’ye,<br />
Samsun’a, Elazığ’a yönelmeme engel değil ki<br />
Sonuçta bütün şehirlerimiz büyük medeniyetlere<br />
beşiklik etmiştir. Ve bu şehirlerimizde<br />
yaşayanlar iyi, anlayışlı, ahlâklı ve iyiliksever,<br />
merhametli vatandaşlarımızdır. Bu bakımdan<br />
şehirlerimizi çok seviyorum, ama hemen ardından<br />
edebiyat muhitlerini merak ediyorum.<br />
Oraya doğru giderken çarşılardaki kitapçılarda<br />
ve bayilerde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuş<br />
dergileri sorar, ara bulur ve okurum.<br />
<strong>Dergisi</strong>z şehirlerin bir kanadı kolu kırıktır.<br />
İklim hüzünlüdür. Dergiler o şehrin edebiyatını<br />
zinde ve diri tutar hâlbuki. Edebiyat ise hayatla<br />
iç içe ve insanlarla aynîleşmiştir. Öyleyse başlığı<br />
boşuna atmadım. Evet, şehir, edebiyat ve<br />
dergi… Olmazsa olmaz üç önemli unsur… Zaman<br />
zaman yazılarımı kısa nükteler ve sloganlarla<br />
bitiriyorum. Öyleyse buyurun: “Yaşasın<br />
şehir”, “Yaşasın edebiyat”, “Yaşasın dergiler.”■<br />
59<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Farabi'de şehir kavramı:<br />
"El Medinetü'l Fâzıla"<br />
MUHSİN İLYAS SUBAŞI<br />
Farabi, 9. asırda Türkistan’ın Farab<br />
şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında<br />
Şam’da vefat etmiş (870-950) bir Türk<br />
bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak<br />
İslamı henüz kabul etmedikleri bir döneme<br />
rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslam daha<br />
o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış<br />
ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta<br />
onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda<br />
bile önemini koruyan Farabi gibi büyük İslam<br />
mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabi’nin önemi,<br />
elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun<br />
Aristo ve Eflatun’u Arapçaya tercüme faaliyetleri,<br />
onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi<br />
disiplinleri oluşturma metotlarından hareket<br />
ederek İslam düşünce sistemini kendi zeminine<br />
yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem<br />
taşımaktadır.<br />
Burada, Farabi’nin İslam felsefesindeki yerinin<br />
anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst<br />
von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslam Felsefesi’ni<br />
işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabi’yle<br />
başlaması önemlidir bir hususiyettir. Farabi’nin<br />
devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye<br />
dikkatimizi çeker. Aster, Farabi’den söz ederken;<br />
“İslam felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik<br />
olarak ‘Farabi’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan<br />
Farabi için her bilgide Allah’a katılmak, Allah<br />
tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle<br />
onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan<br />
üstündür.” (1) tespitinde bulunur.<br />
İslam kültürüne, felsefi disiplini kazandıran<br />
bu büyük Türk bilgininin çok sayıda eseri vardır.<br />
Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl<br />
önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El<br />
Medinet’ül Fazıla (faziletli, üstün şehir)” isimli<br />
kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışı<br />
üzerinde duracağız.<br />
Farabi’nin neden din eksenli düşündüğünün<br />
kavranabilmesi için önce bu “Medine” kavramının<br />
üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.<br />
“Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına<br />
gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den<br />
türemiştir. Din Arapçada (deyn) şeklinde yazılır.<br />
Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır;<br />
(borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “Bir<br />
vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına<br />
geldiği belirtilir ki dinin hikmeti de burada ortaya<br />
çıkar. Yani kul, Allah’a karşı kendisini borçlu<br />
hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile<br />
sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk<br />
borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır.<br />
60<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi<br />
bakımından Farabi’nin meseleye eğilmesi biraz<br />
da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için<br />
de kitabının önemli bir kısmını insan inanç ve<br />
imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve<br />
Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında” ki bölümünde<br />
ise, sosyolojik bir tanım yapar:<br />
“Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden<br />
topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya<br />
kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma<br />
ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk,<br />
yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir.<br />
Ortancası, yeryüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden<br />
teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında<br />
oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise,<br />
köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.”<br />
Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü<br />
üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması,<br />
diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında<br />
değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel<br />
ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik<br />
özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin<br />
irdelenmesinde zaruret vardır.<br />
Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde<br />
düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif<br />
yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın<br />
meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra,<br />
onun bu konuya bakışına yönelebiliriz:<br />
Arapça bir terim vardır: “Şeref’ül mekân<br />
bil mekîn” Bir mekânın şerefini yücelten orada<br />
yaşayanlardır. Farabi, bu mantıkla şehri ele alır<br />
ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri<br />
yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o<br />
“Şehir nedir” sorusuna cevap ararken şehrin<br />
tanımını şöyle yapar:<br />
“Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer.<br />
Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve<br />
kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün<br />
iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp –<br />
adında bir uzuv- varsa bu hâkim uzva mertebece<br />
yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı<br />
münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu<br />
tabii uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri<br />
güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı<br />
uzuvlar varsa, şehir de böyledir. Yani şehri teşkil<br />
eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden<br />
üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset<br />
vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın<br />
başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi<br />
kabiliyet ve mertebelerini reisin gayelerine uygun<br />
bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin<br />
emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların<br />
da emrinde başkaları bulunur. Mertebeler<br />
silsilesiyle (sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet<br />
en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık<br />
başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri<br />
yerine getirirler.”<br />
Farabi, bundan sonra doğrudan “şehrin<br />
niteliği”ni etkileyecek temel faktörler üzerinde<br />
durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir<br />
ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi<br />
üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar:<br />
“Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir<br />
adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin,<br />
siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlıkabiliyetli)<br />
bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve<br />
iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.”<br />
Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer<br />
ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken<br />
önemli vasıfları sayar:<br />
“Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis:<br />
O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem<br />
fazıl milletin reisi hem meskûn olan yeryüzünün<br />
reisidir. Bu hâl ancak, doğduğu an iki meziyeti<br />
kendisine toplayan kimseye nasip olur:<br />
Evvela vücudunun tam ve her uzvunun<br />
kıvamında olması lazımdır ki vazifesini kolayca<br />
yapsın.<br />
Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla<br />
iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin<br />
maksadını hem de söz konusu olan şeyi olduğu<br />
gibi anlasın.<br />
Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı,<br />
gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve<br />
unutmasın.<br />
Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki<br />
gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde<br />
kullanmasını bilsin.<br />
Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki<br />
her şeyi açıkça izah etsin.<br />
Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna<br />
kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca<br />
öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme<br />
yorgunlukları ona ne ıstırap versin ne de onun<br />
vücudunu hırpalasın.<br />
Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün<br />
61<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması<br />
lazımdır.<br />
Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi,<br />
yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır.<br />
Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır<br />
ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep<br />
yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere<br />
ve diğer dünyalıklara göz koymasın.<br />
Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi,<br />
istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret<br />
etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem<br />
başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin,<br />
istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve<br />
güzel bildiği her şeyi desteklesin.<br />
Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden<br />
adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik<br />
ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe<br />
davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.<br />
Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki<br />
zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda<br />
cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.”<br />
Farabi, bu şartların doğal olarak bir kimsede<br />
toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç<br />
olmazsa bu şartlardan beş altısını kendisinde<br />
bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini<br />
söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu<br />
kendi yönetiminin başına getirmelidir.”<br />
der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği<br />
özelliklerini sıralarken kendisinden önceki adil<br />
şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam<br />
ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz<br />
ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran<br />
bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler.<br />
Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın<br />
ise, “Hikmet”i kendisinde bulunduracak bir<br />
yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder:<br />
“Hikmet, riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün<br />
-diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz<br />
kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir<br />
tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir<br />
hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!”<br />
Filozofumuz burada ‘Hikmet’ten ne<br />
kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım,<br />
“Vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması”<br />
gerektiği şeklindedir.<br />
Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette.<br />
İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına<br />
yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini<br />
kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir.<br />
Farabi bu hususa da dikkatimizi çeker ve şehirlerin<br />
niteliklerini şöyle anlatır:<br />
“Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil<br />
şehir, fasık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl<br />
şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını<br />
(belalı kimseleri) saymak lazım.<br />
Cahil Şehir: Öyle bir şehirdir ki, halkı, saadeti<br />
ne tanırlar ne düşünürler. Kendilerine öğretilse<br />
bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar.<br />
Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazat<br />
(başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi<br />
şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar.<br />
Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır:<br />
Zaruri Şehir: Bunun halkı yaşamak için yiyecek<br />
içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak<br />
zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde<br />
etmek için birbirlerine yardım ederler.<br />
Değiştirici Sarraf Şehir: Bunun halkı ancak<br />
servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları<br />
serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın<br />
gayesi addederler.<br />
Bayağılık Bedbahtlık Şehri: Bunun halkı<br />
hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek<br />
içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak<br />
gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden<br />
üstün tutarlar.<br />
Haysiyet Şehri: Bunun halkı başka milletler<br />
arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı<br />
görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele<br />
verirler.<br />
Tagallüb (Zafer) Şehri: Bunun halkı başkalarını<br />
ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye<br />
çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir.<br />
Cimai Şehir: Bu şehir halkı başıboş yaşamayı,<br />
dilediklerini yapmayı severler.<br />
Bu şehirlerin halkları, kralları tarafından<br />
istedikleri gibi idare edilirler.<br />
Fasık Şehir: Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden<br />
fark edilmezler. Ulu ve aziz Allah’a fazıl şehir halkı<br />
gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının<br />
ileridir.<br />
Değişmiş Şehir: Eskiden fazıl şehir halkı gibi<br />
düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş<br />
ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır.<br />
Şaşkın Şehir: Dünya hayatından sonra saadete<br />
kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allah-u<br />
Teâla hakkında fasık fikir güderler.<br />
62<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir<br />
yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.”<br />
Farabi’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir.<br />
Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri<br />
olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye<br />
yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş<br />
olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur.<br />
Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif<br />
sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli<br />
dikkat alanıdır:<br />
“Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları<br />
müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte<br />
saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi<br />
başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi<br />
mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle.<br />
Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı<br />
takdirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.”<br />
Farabi, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek<br />
belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür.<br />
Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile,<br />
sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona<br />
göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi,<br />
için yöneten ile yönetilenin vasıfları çok önemlidir.<br />
Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme<br />
dönüşeceğinin altını çizer ve “Fasık şehir halkının<br />
adaletini zorbalığın hâkimiyeti” olarak açıklar.<br />
Hatta bunların inançlarındaki takva hâllerinin<br />
bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir<br />
yaşama biçimi olduğunun altını çizer.<br />
Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak<br />
Farabi, Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile,<br />
İslami disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır.<br />
Eflatun’un devlet anlayışında özel mülkiyeti<br />
reddedilir, kadın dahi ortak sayılır, çok tanrılı bir<br />
inanç sistemi vardır.(3) Farabi’nin dikkatli bir<br />
Müslüman felsefeci olarak bunları benimsemesi<br />
mümkün değildi. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’<br />
ve ‘fasık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan<br />
insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik<br />
etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl<br />
şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten<br />
kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları<br />
taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa<br />
bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın<br />
şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fasık şehirde<br />
de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak<br />
çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma<br />
dikkate alınmış olmaktadır. Kendi ömrünü<br />
Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş<br />
olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde<br />
bulunduğu devlet erkânına taşımaları gerektiği<br />
tavrı tavsiye etmiş olmalıdır.<br />
Burada dikkate alınması gereken bir önemli<br />
husus, felsefeci kabul edilen Farabi’nin şehrin<br />
tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları<br />
dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu<br />
kadar beşerî dokusunun önemi elbette göz ardı<br />
edilemez.<br />
Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit<br />
oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür.<br />
Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında<br />
bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup<br />
sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin<br />
iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi<br />
idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa,<br />
bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim<br />
o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir<br />
uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra<br />
evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle<br />
savaşırlardı. Bunlardan biri Çin şehirlerini görmüş<br />
ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak<br />
kumandanlarından biri: ‘Efendim, biz Çinlilerin<br />
onda biri kadarız. <strong>Bizim</strong> kuvvetimiz ancak serbest<br />
kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı<br />
kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar’(2), diyerek buna<br />
karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının<br />
aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının,<br />
iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkârlığın,<br />
ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler<br />
için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu<br />
aşikârdır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu<br />
bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini<br />
koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki<br />
çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi<br />
bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir<br />
anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî<br />
tarafını düşündüğünü göstermektedir. Buna<br />
rağmen, Farabi gibi bir mütefekkirin, on asır<br />
öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul<br />
etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür.<br />
Türk-İslam toplumuna musikide, şiirde, felsefede<br />
yeni anlayışlar getiren bir insanın, şehri bu gayretin<br />
dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün<br />
insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.■<br />
63<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
İnsan, değer ve eğitim<br />
LEVENT BAYRAKTAR*<br />
"...insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla<br />
bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek kendisini<br />
inşa etmesine paralel olarak; kültür ve medeniyetler<br />
de tıpkı insanoğlu gibi yüce değerlerle sağlıklı ilişkiler<br />
kurarak var olur, varlığını idame ettirir ve geliştirirler."<br />
*Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve<br />
Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü<br />
İnsan hakkında bir hüküm veya tanım<br />
vermek gerektiğinde ilk akla gelen<br />
onun düşünen ve konuşan varlık olarak<br />
betimlenmesidir. Şüphesiz bu tanım yanlış olmamakla<br />
beraber eksiktir. Çünkü insanoğlu,<br />
düşünme ve konuşma yetilerinin yanı sıra en<br />
az onlar kadar önemli bir diğer ayırıcı özelliğe<br />
daha sahiptir ki bu da bir değer varlığı olmasıdır.<br />
İnsan ve değer ilişkisi bir madalyonun iki<br />
yüzü gibidir. İnsan olmak, değerler evreni içerisine<br />
doğmak ve orada yetişmek demekse, değer<br />
de ancak bir insan tarafından yaşanmak ve<br />
temsil edilmek yoluyla belirginlik kazanır. Bu<br />
yüzden “insan ve değer” biri olmadan diğerinin<br />
düşünülemeyeceği bir kavram çifti oluşturur.<br />
İnsanın değer veya değerlerle tanışması<br />
eğitim yoluyla mümkündür. Zira tabiatta değer<br />
değil olgular vardır. Olgular, sebep-sonuç<br />
ilişkisi çerçevesinde meydana gelmektedir. Tabiat,<br />
determinizm ve nedensellik yasaları düzeninde<br />
işlemekte ve araştırılmaktadır. Fakat<br />
konu insan olduğunda onun bilimsel açıdan<br />
incelenmesi ve açıklanması yetersiz kalmaktadır.<br />
Çünkü insanoğlu, karmaşık bir varlık<br />
olarak sadece bilimin, sırlarını çözebileceği bir<br />
varlık değildir. İşte bu yüzden insanın anlaşılabilmesi<br />
için onun meydana getirdiği kültür<br />
ve medeniyetin de irdelenmesi zorunludur.<br />
Bu meseleye bir de insanın ihtiyaçları penceresinden<br />
bakmak gerekirse; insanoğlunun<br />
sadece maddi ve fizyolojik ihtiyaçları karşılanarak<br />
mutlu olabilen bir varlık olmadığı görülür.<br />
Dolayısıyla insan söz konusu olduğunda,<br />
zorunlu olarak karşımıza, maddi ve fizik ger-<br />
64<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve<br />
sosyal varlıklara dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler,<br />
normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için sadece<br />
bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam<br />
ve birlik kazanarak, anlaşma, dayanışma, yardımlaşma<br />
ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını<br />
gerçekleştirebilmektedir.<br />
çeklik içerisinde betimlenemeyecek ve tüketilemeyecek<br />
bir alan çıkıyor ki bu da “değer”<br />
alanıdır.<br />
İnsanoğlu, değerle/değerlerle ilişkiye geçmeden<br />
ve bilinç sahibi olmadan önce sadece<br />
bir biyolojik varlık konumundadır. Değerler o<br />
biyolojik varlığı “insan” mertebesine çıkarırlar.<br />
Ancak bu bir süreç işidir. İnsan olmak, bir<br />
oluş ve tekâmül içerisinde gerçekleşir. Böylece<br />
değerlerin insanoğlunu manevi bir tekâmül<br />
sürecine soktuğunu ve bu oluşun bir kerede<br />
bütün zamanlar için tamamlanmış bir doğasının<br />
olmadığını fakat kemale doğru bir seyir<br />
olarak betimlenebileceğini fark ediyoruz.<br />
Değerleri düşünmeye başlayınca mutlaka<br />
fark edilmesi gereken bir diğer husus da<br />
insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla<br />
bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek<br />
kendisini inşa etmesine paralel olarak; kültür<br />
ve medeniyetler de tıpkı insanoğlu gibi yüce<br />
değerlerle sağlıklı ilişkiler kurarak var olur,<br />
varlığını idame ettirir ve geliştirirler.<br />
Sosyolojik açıdan bakıldığında ise değerlerin<br />
dinî, millî ve insani hayatın temelini<br />
oluşturduğu görülür. Değerler, insan kalabalıklarını<br />
anlamlı birliklere ve sosyal varlıklara<br />
dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler, normlar,<br />
inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için<br />
sadece bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde<br />
anlam ve birlik kazanarak, anlaşma,<br />
dayanışma, yardımlaşma ve belki de en önemlisi<br />
birlikte varolma aşamalarını gerçekleştirebilmektedir.<br />
Böylece değerlerle ilişki/irtibat kurmak<br />
ve onları yaşamak, temsil etmek, geliştirmek<br />
insanoğlu için en temel ve hayati imtihan konumundadır.<br />
Zira değerlerle irtibatı öncesinde<br />
sadece biyolojik ve fizyolojik bir varlık olan<br />
insan, değerler sayesinde ve vasıtasıyla metafizik<br />
ve manevi bir varlığa dönüşmekte, İslamî<br />
bir dille söylemek gerekirse “eşref-i mahlûkat”<br />
mertebesine yükselmektedir.<br />
Gelinen bu noktada değerler eğitiminin<br />
önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.<br />
Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız<br />
gibi insan olmanın ve insan soyunu devam ettirebilmenin<br />
biricik yolu insanoğluna bir değer<br />
varlığı olduğu bilincini kazandırabilmekten<br />
geçmektedir. Zira “değer endişesi”nden uzaklaşılan<br />
bir dünyada insanoğlu kendisini sadece<br />
bir beden varlığı olarak görmekte ve yeryüzünde<br />
bulunuş gayesini de bedensel zevklerinin<br />
tatmini derekesine indirgemektedir.<br />
Oysa insanoğlu, başlangıçta da söylendiği<br />
gibi bir tekâmül varlığıdır. Ve bu tekâmül<br />
sadece biyolojik sahada değil, asıl kültür,<br />
medeniyet ve manevi sahada cereyan etmektedir.<br />
Böylece değerler eğitiminin dayanması<br />
gereken temel prensip; insanoğlunun madde<br />
ve mana bütünlüğü olarak, manevi tekâmülü<br />
ile gerçek manada insan olabileceğinin şuurunu<br />
kazandırmak olmalıdır. Ancak böylelikle<br />
“insan, insanın kurdudur” algısına dayalı bir<br />
dünyadan; “insanların en hayırlısı, insanlara<br />
hayrı olandır” prensibinin hâkim olduğu bir<br />
dünyaya ulaşılabilir.■<br />
65<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Güzellik ile hakikat arasında<br />
MİLAY KÖKTÜRK<br />
Felsefede edebiyat<br />
hep var oldu. Felsefî<br />
üslup edebî üslubu<br />
bir gölge gibi takip<br />
etti. Edebiyatta da<br />
felsefe varlığını<br />
hissettirmekten geri<br />
kalmadı. Felsefe bir<br />
kez doğduktan sonra,<br />
edebiyat felsefesiz<br />
yapamadı. Felsefe<br />
de edebiyatı rahat<br />
bırakmadı. Aslında<br />
edebiyat ile ilişki<br />
kurma zorunluluğu<br />
hep felsefeden<br />
geldi. Teorik olarak,<br />
edebiyat felsefeye<br />
kayıtsız kalabilir, ama<br />
felsefe edebiyata<br />
kayıtsız kalamazdı!<br />
Önce edebiyat<br />
filizlendi,<br />
sonra<br />
felsefe neşvünema<br />
buldu; önce güzellik<br />
algılanıp kurgulandı,<br />
sonra hakikat peşine<br />
düşüldü. İnsanın güzellik<br />
ile hakikat arasında<br />
bitmeyen yolculuğu<br />
başladı. İlk başta<br />
duygusal çağlar yaşandı,<br />
sonra akıl çağları<br />
başladı. Hayal dünyasında<br />
kurgulanan evren<br />
tasarımı mitosu ve mitik söyleyiş<br />
biçimlerini oluşturdu; sonra varolanın<br />
duyusal/akılcı açıklama denemeleri<br />
kendisini gösterdi ve bu sürece logos<br />
dendi.<br />
Bu öncelik ve sonralık, birbirini<br />
izleyen iki insanlık durumundan olduğu<br />
kadar insan varlığının ikili doğasından<br />
da kaynaklandı. Duygu varlığı<br />
olmak birincil varoluş kategorisini<br />
teşkil ettiğinden, ilk başta duygusal<br />
yoğunluk dışa vurulmalıydı. Edebî<br />
etkinlik buradan beslendi. İkincil varoluş<br />
kategorisini teşkil eden ise akıl<br />
varlığı olmaktır. Aklın hükmünü icra<br />
66<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
edişi daha geç gerçekleşir. Yaşama pratiği bu<br />
minvalde tezahür eder. Zaten çocukluk çağları<br />
duyguların, yetişkinlik çağları aklın hükümranlık<br />
çağları değil mi! Sözün özü şu ki,<br />
varoluşsal bakımdan ve tarihsel süreçte tablo<br />
böyledir. Buna paralel olarak, pür akılcı bir<br />
etkinlik olarak felsefe, insani doğadaki bu<br />
sıralamaya uygun şekilde, edebiyattan sonra<br />
kendisini göstermeliydi, öyle de oldu!<br />
Bir eser<br />
Bir ve aynı varlığın ürünü olarak edebiyat<br />
ve felsefe, doğaları gereği, iki yol güzergâhını<br />
yansıtır. Edebiyat duygulanım yaşayan insanı,<br />
felsefe her şeyi akıl terazisinde tartan zihinsel<br />
varoluş sahibi bireyi temsil eder. Nasıl aynı bireydeki<br />
iki yapısal nitelik birbiriyle ilişkilenmeksizin<br />
varlığını sürdüremiyorsa, edebiyat ve<br />
felsefe de birbirine kayıtsız ve birbiriyle ilgisiz<br />
ve ilişkisizce var olamazdı, olamadı da! Ama<br />
bu ikisinin ilişkisi çoğunlukla gerilimli oldu.<br />
Onların ilişkisinin soruşturulması da bir o kadar<br />
güçlük içermekteydi. Çoğu sanat veya düşünce<br />
insanı bu çetrefil soruna şöyle bir değinip<br />
uzaklaşmayı tercih etti. Ancak kısa zaman<br />
önce seçkin bir düşünce insanı, Vefa Taşdelen,<br />
Felsefeden Edebiyata (Hece Yayınları, Ankara<br />
2013) adlı eseriyle bu gerilimli ilişki üzerine<br />
kapsamlı bir inceleme ve derinlemesine bir çözümleme<br />
yaptı.<br />
“Edebiyat ve Varoluş” başlıklı ilk bölümde<br />
çeşitli insani etkinlik biçimleri ile edebiyat<br />
ilişkisinin tartışıldığı görülmektedir. İkinci<br />
bölümde ise edebiyat ile felsefe karşılaştırılmakta,<br />
“edebiyattaki felsefe-felsefedeki edebiyat”<br />
başlığıyla ve bu başlık altındaki çözümlemelerle,<br />
bu ikisinin ayrılamayacağı dile getirilmektedir.<br />
İfade biçimlerinin, edebî türlerin<br />
ele alındığı bir sonraki bölümde ise şiir, masal,<br />
mektup ve biyografi incelenmiştir. Edebiyat<br />
eğitimi ve çocuk edebiyatına ilişkin incelemelerle<br />
devam eden eser, edebî ve felsefî metinlerin<br />
karşılaştırılmasıyla sona ermektedir. Bu<br />
kitap, gerek konularının kapsamı gerekse akışı<br />
göz önüne alınınca, bir felsefecinin kaleminden<br />
çıkan ve edebiyat ile felsefeyi karşılaştıran<br />
seçkin bir eser olarak kendisini göstermektedir.<br />
Felsefe ve edebiyat<br />
Edebiyat, felsefeciler tarafından felsefi bakışın<br />
merceği altına yatırıldı. Edebiyatçılar<br />
kendi pencerelerinden felsefenin nasıl göründüğüne<br />
dair çok fazla bir şey söylemediler.<br />
Onlar arasında ‘felsefe önemlidir, felsefesiz<br />
olmaz’ şeklinde genel yargılara hep rastlandı.<br />
Bazı felsefe hareketlerinin edebiyattaki etkisi<br />
buna kanıt olarak gösterildi. Fakat edebî perspektiften<br />
felsefe analiz edilip soruşturmaya<br />
tabi tutulmadı; çünkü edebiyatın görevi analiz<br />
ve soruşturma değildi.<br />
Felsefe edebiyatın doğasını, edebî etkinliği<br />
ve edebî eseri kendine konu edindi. Örneğin,<br />
felsefenin bakış açısından, “kalem yalnızca<br />
yazan bir nesne değildir; gören göz, hisseden<br />
yürek, kaygılanan vicdandır da.” (s.20) Dolayısıyla<br />
bu kalemden dökülen yazı nesnel varolanlar<br />
arasında bir nesne türü mevcudiyet<br />
değildir. “Yazı duygusal, zihinsel, toplumsal<br />
ve ruhsal deneyimlerin en yoğun biçimde yansıdığı<br />
bir alandır. Bu galeride olası insanlık<br />
durumları, ruh hâlleri, davranış biçimleri sergilenir.<br />
İnsan yazarken, varoluş bir kez daha<br />
varoluşsallaşır.” (s.22)<br />
Varoluş bir eylem ve bir bilinç biçimi içinde<br />
varoluştur. Bu bilinç biçimi varolana basitçe<br />
iliştirilmiş bir eklenti değil, dünyaya katılım<br />
tarzıdır. Dünyaya etkin olarak katılabileceğimiz<br />
gibi edilgin olarak da orada yer alabiliriz.<br />
“Yazma bilinciyle baktığımızda, dünyanın<br />
edilgen bir nesnesi olmaktan çıktığımızı hissederiz.<br />
Bu bize, sanki dünyayı evirip çevirme,<br />
onu yeniden kurma, yeniden kurgulama ve bu<br />
şekilde insanlık için bir dilekte bulunma fırsatı<br />
verir.” (s.20) Bu imkân varoluş biçimini<br />
dünyaya edilgin katılım olmaktan çıkarır ve<br />
özneye kendi bireysel mevcudiyetini aşabilme<br />
yolu açılır.<br />
Yazma eylemi ve bu eylemle vücut kazanan<br />
yazı, içerdiği ruhsallık bakımından, nesnel<br />
67<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden<br />
yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok<br />
edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir<br />
derinlik kazanır. Derinliğin huzur ve sükûneti sığ olanın<br />
gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden<br />
Edebiyata”nın satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.<br />
varolanlar arasında bir varolan değil, varoluşun<br />
nabız atışını her bilince sunan bir nefestir.<br />
O, varolan ve varoluşu keşfe çıkan bilinç<br />
içindir. Bu yönüyle “…yazı varoluştan çıkar ve<br />
yine varoluşa döner. Diğer varoluşsal edimler<br />
ise varoluştan çıkarlar, ama bir bilinç ve bakış<br />
olarak varoluşa geri dönmezler. Bu nedenle bir<br />
romanı, bir öyküyü bir şiiri okuduğumuz zaman,<br />
duygularımızın, insanlık kavrayışımızın<br />
zenginleştiğini hissederiz.” (s.25)<br />
Felsefe sanatsal etkinliklere her ne kadar<br />
güzel ve güzelliği konu edinen ‘estetik’ çerçevesinde<br />
baksa da, bu bakış biçimi, edebiyat söz<br />
konusu olduğunda yetersiz kalır. Çünkü diğer<br />
sanatlarda ‘biçim’e sinmiş duygusal yoğunluk<br />
vardır; edebiyatta ise duygu ‘akıcı biçim’e, söz<br />
düzenine kaynaklık teşkil eder.<br />
Ritm ve ahenk duygusunu bedensel figürlere<br />
dönüştüren insan bununla yetinmedi ve<br />
duygusal yoğunluğunu ötekine bizzat bildirmek<br />
istedi. Bundan söz sanatları doğdu. Böylece<br />
duygular sözcüklerde ve sözcüklerle raks<br />
etmeye başladı. Söz söylemek ise akılcılıkla<br />
ve akıl düzenine uygunlukla karakterize olur.<br />
Dolayısıyla dile gelen sözde sırf duygusallık<br />
barınmaz. Orada aklın ayak izi de olmak zorundadır.<br />
Hepsi birden, varoluşsal zemini<br />
anlatır. Bu bakımdan, “yazının varoluşsallığı<br />
hem varoluşsal bir edim, hem de varoluşu anlamak,<br />
yorumlamak ve yeniden kurmak isteyen<br />
“varoluş üzerine” bir edimdir. O, hayatın<br />
ve insan olmanın anlamını irdeler, bir varoluş<br />
bilinci oluşturur.” (s.22)<br />
Her ikisi de insandan hareket eder. Biri<br />
pratik yaşamı, diğeri kuramsal dünyayı; biri<br />
bilgileri diğeri yaşantıları dile getirir. (s.319)<br />
Bu bakımdan da, edebiyat ile felsefenin ilişkisinde<br />
hep bir problem barınır. Çünkü temelde<br />
biri duygunun diğeri aklın sesi/dışa vurumudur.<br />
Yaşama pratiğinde akıl ile duygu hep gerilimli<br />
ilişki içinde değil mi Bazen biri diğerini<br />
derinden etkiler bazen diğeri birini! Bazen<br />
biri diğerini kendisi olmaktan çıkarır, bazen<br />
diğeri birini. Ama hiçbiri diğerinden kopamaz.<br />
Aynı kaynaktan akan bu iki yönelimin<br />
ilişkisi sorunlu olduğu gibi, onların ete kemiğe<br />
bürünmesi anlamına gelen ürün ve üretimlerin<br />
ilişkisi de sorunlu olur.<br />
Felsefede edebiyat hep var oldu. Felsefî üslup<br />
edebî üslubu bir gölge gibi takip etti. Edebiyatta<br />
da felsefe varlığını hissettirmekten geri<br />
kalmadı. Felsefe bir kez doğduktan sonra, edebiyat<br />
felsefesiz yapamadı. Felsefe de edebiyatı<br />
rahat bırakmadı. Aslında edebiyat ile ilişki<br />
kurma zorunluluğu hep felsefeden geldi. Teorik<br />
olarak, edebiyat felsefeye kayıtsız kalabilir,<br />
ama felsefe edebiyata kayıtsız kalamazdı!<br />
Felsefe iyi ve kötü yönetimden, insanların<br />
erdemli ve erdemsiz davranışlarından, sevginin<br />
ve güzelliğin ne olduğundan, mutluluğa<br />
nasıl ulaşılacağından söz eder; sanat bunları<br />
somut örneklerle betimler. Her felsefe biraz sanat<br />
kokmalı, her sanat eserinden biraz felsefe<br />
bulunmalı.” (s.319) Her ikisi birbirini dışladığında,<br />
kuru, ruhsuz ve derinliksiz bir etkinlik<br />
olacaktır.<br />
Felsefe gibi kurgusal bir temele dayanan,<br />
baştan aşağı kurgusal bir anlatı olan edebi-<br />
68<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
yatın anlamı, yaşanmış gerçeklikle bağlantılı<br />
kurgular dile getirmesi değil, anlattıklarını<br />
anlatım biçimi ve anlatım gücüdür. Edebiyat<br />
neyi niçin söylediğini gerekçelendirmekle yükümlü<br />
değildir. Lakin felsefe ise yargılarını temellendirmek<br />
zorundadır. (s.316) Her ikisi de<br />
dil kullanır, ama aynı dilin iki farklı kullanımıdır<br />
bu! “Sanatın dili özü itibarıyla gündelik<br />
dildir. Felsefenin dili, işlenmiş, kavramsal yapısı<br />
oluşmuş bir dildir. Özleri anlamaya, gelip<br />
geçici olmayanı ortaya çıkarmaya yönelik bir<br />
dildir. Sanatın dili aksine gelip geçici varoluş<br />
alanını betimleyen bir dildir… tanımlamaya<br />
değil ifadedeki güzelliğe yönelir.” (s.317)<br />
Diğer yandan felsefe her şeyi kuşatma iddiası<br />
taşımaktayken, edebiyat sadece kendi<br />
olgu ve ilgi alanıyla sınırlı bir varoluş kazandı.<br />
Felsefe, bu evrenselci iddiası gereği, edebiyatı<br />
da kuşatmalıydı. Bu temasın sonucu ise, edebiyatın<br />
felsefeyi âdeta eritip yeni kalıba dökmesi<br />
oldu; edebiyat felsefenin katı/kuru akılcı<br />
söylemini sıcacık hâle getirdi. Yani ikisinin<br />
teması her birinin diğerini zenginleştirmesiyle<br />
sonuçlandı. Bu açıdan bakınca, bu iki etkinlik<br />
biçiminin ilişkisinin her zaman problemli<br />
olduğu söylenemez. Zaten felsefe ile edebiyatın<br />
birbiri içinde kendi varoluşunu kaybetmesi<br />
veya her ikisinin aynı etkinlik biçimi içine sürüklenmesi<br />
her ikisinin de yok oluşu anlamına<br />
gelir. Zaten onlardan biri diğerini kendisi olmaktan<br />
çıkardığı zaman, onu geliştirmiş olmaz,<br />
yıkmış olur.<br />
Edebiyat ile felsefenin ayrı güzergâhlarda yollarına<br />
devam etmesi, doğaları gereği olması gereken<br />
bir şeydir. Çünkü ikisinin çıkış kaynakları<br />
ve yönelimleri farklıdır; “edebiyat güzelliğe, felsefe<br />
hakikate yönelir. Birisinin hakikati duyusal<br />
diğerininki zihinseldir. Biri duyulardan diğeri<br />
akıldan beslenir. Biri gerçeği kavramsallaştırır,<br />
diğeri betimler.” (s. 318) Buna paralel olarak da<br />
“… edebî metin tekil olayları, olguları, hâdiseleri<br />
anlatır, tekil varoluş durumlarından söz eder.<br />
Felsefi metin tekil hâdiseler olgular peşinde koşmaz;<br />
her zaman bütüncül açıklamalar peşinden<br />
gider.” (s.315)<br />
Farklı kaynaklardan beslenen iki etkinlik biçimi<br />
ve bu süreçte doğan iki tür ürün, insanın<br />
önüne elbette farklı ufuklar serecektir. “Edebî<br />
metinde yazarın penceresinden seyrederiz dünyayı,<br />
felsefi metinde ise filozofun penceresinden.<br />
Ancak edebî metin daha duygusal, daha özneldir.<br />
Felsefi metin kavramsal yapısıyla, edebî<br />
metne göre daha nesnel ve evrensel bir nitelik arz<br />
eder.” (s.317) İnsan dünyasının ise her iki etkinlik<br />
ve üretim biçimine ihtiyacı vardır.<br />
Edebiyat da felsefe de varoluşun yansımasıdır.<br />
Varolmak ‘arada olmak’tır. Varolmakla doğum<br />
ile ölüm arasında yerimizi alırız. Bu seyahatte<br />
bir bugünden diğer bugüne geçip gideriz;<br />
her bugün dün ile yarın arasındadır. Bu süreçte<br />
etkin iç güçlerimizden biri akıl, diğeri duygudur;<br />
yaşamak akıl ile duygu arasında kalarak<br />
nefes atmaktır. Kutupların adına ister theoria ve<br />
praxis diyelim, isterse gerçek ve hayal yahut tasarım;<br />
hep ‘arada oluş’a batmış hâldeyiz. Arada<br />
olmaklık bir insanlık durumu, bir vakıadır. O,<br />
çok farklı görünümleri ve biçimleriyle kendini<br />
gösterir. İşte iki etkinlik biçimi olarak felsefe ve<br />
edebiyat iki ayrı olgu arasında kalmayı anlatır.<br />
Edebiyat güzellik felsefe hakikat peşinde olduğuna<br />
göre, arada kalmış insan ikisinden de vaz<br />
geçemediği için, arada kalmışlığını iki ayrı etkinlik<br />
ile aşmaya çalışır. Yani bu etkinliklerin<br />
her ikisi de arada kalmışlıktan kurtulma hamlesi<br />
demektir. Lakin iki ayrı nokta olması bakımından<br />
bu ikisinin bireyi sürüklediği mecra da farklı<br />
olur: “Edebiyat bizi varoluş biçimleri ile karşılaştırır;<br />
sadece kendi varoluşumuz ile değil, başkalarının<br />
varoluşu ile de. Başkalarının yaşam öykülerine<br />
duyduğumuz merakın temelinde, başkalarının<br />
varoluşu ile zenginleşme, o varoluş deneyimlerini<br />
kendi varoluşumuza katma isteği vardır.” (s.315)<br />
Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden<br />
yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası<br />
yok edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak<br />
bir derinlik kazanır. Derinliğin<br />
huzur ve sükûneti sığ olanın gürültülü çağıltısından<br />
daha değerlidir. “Felsefeden Edebiyata”nın<br />
satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.■<br />
69<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ÜLKEM<br />
İ<br />
n<br />
s<br />
a<br />
n<br />
Kastan ve kandan mufassal bir rüyaysa<br />
Kusurlu bir yeryüzü çalgısıdır yaşamak.<br />
Bir halk ki diliyle düdük yapmasını bilmez.<br />
O dilde soru yok, ünlem yoksa neye yarar<br />
Güzel ülkem, yitiktir yüzündeki asma gülü.<br />
Bodur şenliğinde bile kederin kızıl atları,<br />
Bozulmuş patikalarda mavzer sesini seviyorsa<br />
Beyaz bir gülü doğurmaz vakitsiz cemreler.<br />
Kusurdur, gergefin sinesine girmeyen iğne ucu.<br />
Kusurdur, gül yerine can düşüyorsa bir bahçeye.<br />
TARIK ÖZCAN<br />
70<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Şehir ve şair<br />
MEHMET KURTOĞLU<br />
Diyorsun ki, “bir başka ülkeye,<br />
bir başka denize gitmek istiyorum;<br />
bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz.<br />
Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam,<br />
ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki.<br />
Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa<br />
Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam<br />
Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma<br />
Bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede.”<br />
Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın,<br />
Bir başka deniz de bulamayacaksın.<br />
Nereye gitsen bu kent senin ardından gelecek,<br />
Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine,<br />
ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede,<br />
hep aynı evlerde ağaracak saçların.<br />
Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da<br />
Dönüp bu kente geleceksin sonunda.<br />
Yanılma sakın, bir başka gelecek umma,<br />
ne seni bekleyen bir gemi var limanda<br />
ne de beklediğin bir başka çıkar yol.<br />
Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte,<br />
Öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde.”<br />
Konstantinos Kavafis<br />
İnsanın kişiliğinin ve kimliğinin oluşumunda<br />
en önemli olgulardan biri hiç kuşkusuz<br />
yaşadığı şehirdir. Bu yüzden şehrin<br />
insan kaderini belirleyici bir özelliği vardır. Meşhur<br />
bir tanımla söyleyecek olursak, insan şehri<br />
imar eder, şehir de insanı inşa eder. Bu yüzden<br />
toplumbilim ve hemşerilik olgusu çıkmış, bu<br />
yüzden belli coğrafyada yaşayanların belli renk ve<br />
davranışları oluşmuştur. Napolyon’un ‘coğrafya<br />
kaderi belirler’ sözünü yalnızca stratejik bir bağlamda<br />
değil, aynı zamanda insan ve toplum bağlamında<br />
da ele almak gerekir.<br />
Şehir şair ilişkisini de bu çerçevede değerlendirdiğimizde<br />
genel manada şehir ile insan, özel<br />
anlamda şehir ile şair arasında derin ve güçlü bir<br />
bağ olduğunu görürüz. Bunu belki de en güzel<br />
Firuzan dile getirmiş ve “benim iki öğretmenim<br />
var, birincisi annem, ikincisi şehrim” diyerek<br />
özetlemiştir. Türk ve dünya edebiyatında hiçbir<br />
şair yoktur ki, doğup yaşadığı şehirle özdeşleşmemiş<br />
olsun. Balzac, Baudleare’ı, Hugo’yu<br />
Paris’ten, Dickens’i Londra’dan, Dostoyevski’yi<br />
Saint Petersburg’tan, Yahya Kemal’i Necip Fazıl<br />
ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İstanbul’dan, Attila<br />
İlhan’ı İzmir, İstanbul, Paris’ten, Ahmet Arif’i<br />
Urfa ve Diyarbakır’dan ayrı düşünemezsiniz. Bu<br />
şairler doğup yaşadıkları şehirleri öylesine özümsemişlerdir<br />
ki, o şehirler olmadan bu şairleri, bu<br />
şairler olmadan o şehirleri tanımlamak mümkün<br />
değildir. Mehmet Akif Ersoy ve Sezai Karakoç<br />
gibi medeniyet şairlerimizin şiirlerinde ise bütün<br />
bir ümmet coğrafyasını bulmak mümkündür. Şiirlerinde<br />
İslam coğrafyası, İslam’ın kutsal ve kadim<br />
şehirleri vardır. Öyle ki, bu şairlerin şiirlerinde<br />
şehirler ete kemiğe bürünür, adeta dile gelir,<br />
71<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Üstat’ın deyişiyle mermerlerin nabzında tekbirler<br />
çarpar.<br />
Şehir ile şair arasındaki ilişki nefrete dönüşse<br />
dahi, o nefrette gizli bir mensubiyet, aidiyet saklıdır.<br />
Örneğin şehir vandaliziminden kaçan şair<br />
ve yazarlar, doğup yaşadıkları şehirlere nefretlerini<br />
kusarken dahi, gerçekte o şehirle olan ilişkilerini<br />
ve bağlarını dışa vurmuş olurlar. Çünkü<br />
şairin şehirle yaşadığı ilişkinin sonucudur oluşan<br />
duygu. Şehre duyulan öfke, şehre duyulan sevgiden<br />
kaynaklanır. Mesela Cemil Meriç’in düşünce<br />
dünyasında kitap ve şehir önemli bir yer tutar.<br />
Meriç’in zihinsel dünyasında ve kişiliğinde yaşadığı<br />
Antakya’yı, okuduğu roman, hikâye ve şiirlerde<br />
ise hayal ettiği Paris’i göz ardı ederek onu<br />
tanımlayamazsınız. Bohem yaşadığı Antakya’da<br />
Paris rüyası görmüş biridir. Şehri zihninde hep<br />
bir kadın olarak tasavvur etmiştir. Çünkü gençliğinin<br />
geçtiği Antakya’nın bohem dünyasının bir<br />
üst noktası Paris’tir. Zira onun doğup büyüdüğü<br />
Antakya, o dönemlerde Fransız kültürü etkisinde,<br />
çok dilli çok kimliklidir. Bırakıp giderken bu<br />
şehri, gerçekte yine ona benzeyen bir başka şehir<br />
aramıştır. Çünkü o bu şehirdeki aşklarını, romanlardan<br />
tanıdığı Paris’te bulabileceğine inanmıştır.<br />
Bu yüzden her yazar ve şairin bir ilk şehri bir de<br />
varmak istediği bir şehri vardır.<br />
Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de<br />
şairleri vardır. Şehirler ve şairler birbirine öylesine<br />
anlam katarlar ki, kimin kimden etkilendiğini<br />
ayırt etmek zorlaşır. İstanbul Yahya Kemal ile anlam<br />
bulur, Süleymaniye dile gelir, camiler, çeşmeler,<br />
sebiller, tepeler ve deniz estetik bir fotoğraf<br />
oluşturur, şehir gözümüzde azizleşir. İstanbul’u<br />
herkes görmüştür ama hiç kimsenin onu azizleştirmek<br />
gibi bir derdi olmamıştır. Onun azizleşmesi<br />
için Yahya Kemal’i beklemesi gerekmiştir.<br />
Şair ve şehir arasındaki bu ilişki öylesine güçlüdür<br />
ki, şairler, Yahya Kemal’de olduğu gibi şehirleri<br />
dönüştürür, şehirler ise şairleri. Şehirler, şairlerle<br />
anlam ve ruh bulurlar. Şehirlerin ruh mimarları<br />
azizler olduğu söylenir, ben buna şairleri de katıyorum.<br />
Tıpkı Cahiliye Araplarının şairleri yükledikleri<br />
insanüstü güç ve gizem gibi şairlerin de<br />
şehirlere tıpkı azizler gibi gizem güç kattığına inanıyorum.<br />
Divan şairi Nâbî, uzun süre Halep’te<br />
kaldıktan sonra İstanbul’a döner ve yazdığı bir<br />
gazelinde şöyle bir ifade kullanır:<br />
“Sûdâgeran-ı şehr-i Stanbul’a arz eder<br />
Nâbî bu nev-kumaş Haleb yadigârıdır”<br />
Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak,<br />
“Tüccarlar şehri İstanbul’a arz eder<br />
Nâbî, bu yeni kumaş Halep hediyesidir”<br />
Şair burada tüccardan maksat şairleri kastetmiş,<br />
kumaştan maksat da şiiri. Şair, bir yandan<br />
yaşadığı Halep’in kumaşıyla kendi şiirini örtüştürürken<br />
diğer yandan kaliteli Halep kumaşıyla<br />
şiirinin büyüklüğünü ima etmiştir. İstanbul<br />
şairlerine de işte şiir görün bağlamında meydan<br />
okumuştur. Nâbî’nin bu gazeliyle Halep ile olan<br />
bağını ortaya koymuş, merkez-taşra ayrımında<br />
Halep’in başkent İstanbul’dan geri kalmadığını<br />
vurgulamak istemiştir. [1] Onun bu şiirde yaptığı<br />
şey, gerçekte İstanbul’u karalamak değil, on beş<br />
yılının geçtiği Halep’e olan aidiyetini göstermektir.<br />
Bilindiği gibi onun üç şehri vardır, doğup<br />
yaşadığı Urfa, hayali ve güzelliğiyle büyülendiği<br />
İstanbul ve uzlete çekildiği şehir Halep’tir.<br />
Nâbî’nin kişiliğini ve sanatını şekillendiren bu üç<br />
şehri bilmeden onu tanımlayamayız.<br />
Şairlerin, şiirlerinde anlattıkları şehirler gerçekten<br />
var olan şehirler midir Pek sanmıyorum.<br />
Şairlerin anlattıkları şehirler ile hakikatte var olan<br />
şehirler arasında büyük bir uçurum vardır. Şair,<br />
tıpkı âşık olduğu güzeli bambaşka bir şekilde algıladığı<br />
gibi şehirleri de bambaşka algılar ve öyle<br />
anlatırlar. Gördüğünüz, yaşadığınız şehir ile şairini<br />
anlattığı şehir hiçbir zaman örtüşmez. Çünkü<br />
şairler, şehirlere bambaşka anlam ve ruh verirler.<br />
Zira şair, şehirden aldığı ilhamla görünen şehri<br />
değil, o şehre kattığı ruhla yeni bir şehir inşa eder.<br />
Bu Necip Fazıl’ın;<br />
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;<br />
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar”<br />
diye ifade ettiği hakikattir. Yine şehirlere şairlerin<br />
kattığı anlam ve ruh bağlamında usta şair Sezai<br />
Karakoç’un medeniyet perspektifinden bakarak<br />
ve ruhunu katarak yazdığı şehirlere bakmak yeterli<br />
olacaktır. Örneğin Köpük şiirinde:<br />
“Ve gül Nemrudun yaktığı ateşte açan<br />
1. Nâbî’nin başka gazellerinde İstanbul’u sanat ve<br />
edebiyatta ayrı bir yere koyduğu, taşranın merkez<br />
karşısında sönük kaldığını anlattığı gazellerini<br />
unutmamak gerekir. Zira Nâbî, İstanbul sevgisini her<br />
zaman farklı tutmuştur.<br />
72<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde<br />
Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara<br />
Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan<br />
Günün günden fazla bir şey olduğu orada<br />
Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza<br />
Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta<br />
İçilemeyen bir su bardakta<br />
Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarda” [2]<br />
Mısralarıyla anlattığı Urfa, Nemrut, İbrahim,<br />
mağara, kutsal balık gibi somut isim ve<br />
mekânlarla tasvir edilmesine rağmen, soyut olarak<br />
ateşin gül bahçesine dönüşmesi, balıkların<br />
kutsallığının aklı aşan boyutunun anlatılması,<br />
İbrahim ve Nemrut mücadelesine gönderme<br />
yapılması ve bütün bunların şairin zihninde ve<br />
gönlünde uyandırdığı duygularla yeni bir Urfa<br />
fotoğrafı oluştuğunu görürüz. Ve bu oluşan Urfa,<br />
hakikatteki Urfa değildir, şairin yeniden anlam ve<br />
duygu katarak inşa ettiği soyut bir Urfa’dır. Daha<br />
açık ifadesiyle şairin Urfa’sıdır.<br />
Şairlerin içinde şehirleri görmeden ama gören<br />
birinden daha güzel ve daha iyi anlatan bir şair<br />
varsa eğer, sanırım o yalnızca Sezai Karakoç’tur.<br />
Özellikle Sezai Karakoç’un İslam medeniyetinin<br />
şehirlerini anlatması böylesine bir duygu ve tasavvurun<br />
sonucudur. Onun şiirlerinde Mekke,<br />
Medine, Kudüs, Şam şehirleri önemli yer tutar,<br />
bazen İslam şehirleriyle Batı şehirlerini medeniyet<br />
bağlamında karşılaştırır. Bozulan ve Batı uygarlığının<br />
şehirlerini ‘Batık Şehirler’ diye tanımlar<br />
ve İslam şehirlerini ise tanrısal ve insani olarak<br />
anlatır. İslam medeniyetinin gelecekte ‘Diriliş<br />
Sitesi’den doğacağını muştular. Tanrı şehri olarak<br />
tanımladığı Kudüs’ü ise şöyle tasvir eder:<br />
“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen<br />
şehir<br />
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri<br />
Yeşile dönmüş türbelerin demiri<br />
Zamanın rüzgâr gibi esen zehriyle<br />
Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri<br />
Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi<br />
Kaçıyorlar Lût şehrinden kaçar gibi<br />
Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla<br />
Susmuş minarelerin azabıyla<br />
Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla<br />
Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakış<br />
2. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.135, Diriliş yay.<br />
2006, İstanbul<br />
Artık burada taş bile durmak istemez<br />
Ve ayı görmek istemez zeytin ağaçları<br />
Eğilerek selamlamazlar hilali hurmalar<br />
Artık ne Zekeriya ne İsası var<br />
Sararmış bir tomar mı mucizeler<br />
Ölülerin dirilişi şifa veren kelimeler<br />
Ve ne de Miraçtan bir iz<br />
Yerden yükselen kaya<br />
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri<br />
Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız<br />
yüreklerin” [3]<br />
Şehir yaşanmışlıkların, şair duygu ve hissedişlerin<br />
sözcüsü. Şehir zamanla kadimleşir, şiirin<br />
gücü zamana direnciyle ölçülür. Binlerce<br />
yıl dillerden düşmeyen şiirler vardır. Binlerce yıl<br />
her şeye rağmen zamana direnen şehirler vardır.<br />
Şehir ve şair veya şiir ve şehir bazen öylesine özdeşleşirler<br />
ki, kimin kimi var ettiği, kimin kime<br />
anlam kattığını bilemezseniz. Örneğin İstanbul,<br />
Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Tanpınarlaşmış<br />
şehirlerdir. Zira bu “Beş Şehir’i Tanpınarsız anlamak,<br />
Tanpınarsız gezip görmek mümkün değildir.<br />
Onun gözüyle bakarsanız Bursa’da zamanın<br />
farkına varır, Konya’da Selçukluyu duyumsar,<br />
Erzurum’da türkülerin şehrin muhayyilesindeki<br />
yerini anlar, Ankara’da milli mücadeleyi görür<br />
ve İstanbul’da ihtişamlı Osmanlı medeniyetinin<br />
izlerini sürersiniz. Şehirler Tanpınar ile adeta yeniden<br />
anlam kazanır.<br />
Büyülü şehirler vardır her şaire ilham, her<br />
sanatçıya malzeme verir. Bu tür şehirleri görüp<br />
duygulanmamak, etkilenmek mümkün değildir.<br />
Doğu’da Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bursa,<br />
Konya, Urfa, Mardin, Batı’da Roma, Venedik,<br />
Paris, Prag… Örneğin İstanbul ve Paris’e anlam<br />
katan birçok şair ve sanatçı vardır. Yine Mekke,<br />
Medine, Kudüs üzerine binlerce kitap yazılmış,<br />
binlerce şiir söylenmiştir. Mekke’yi Kudüs’ü,<br />
İstanbul ve Urfa’yı görüp de şiir yazmamış şair<br />
hemen hemen yok gibidir. Adı geçen bu kadim<br />
şehirler, bazen şairleri öylesine etkimişlerdir ki,<br />
hiç beklemediğiniz şiirler yazmalarına vesile olmuştur.<br />
Egzotik ve mistik bir yanları vardır bu<br />
şehirlerin. Her göreni adeta sarsar. Örneğin Urfa,<br />
modern zamanlarda mimari ve sosyal yaşam olarak<br />
ortaçağda kalmış bir şehir görüntüsü verir.<br />
Şehrin dini kimliği ise gelen giden herkesi etkiler,<br />
3. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.628, Diriliş yay.<br />
2006, İstanbul<br />
73<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
metafizik bir dünyaya, mistik bir havaya sokar.<br />
Örneğin ateist/seküler olduğu söylenen Ahmet<br />
Kutsi Tecer gibi bir şair, Urfa’da öylesine mistik<br />
bir şiir yazar ki, şairini tanımakta zorlanırsınız.<br />
“Bir gece Urfa’da Halilürrahman’da<br />
Su ay doğduğu garip zamanda<br />
İçimde hicranlı bir bülbül sesi<br />
Aklımda seccade bir gül bahçesi<br />
Üstümde yıldızlar önümde havuz”<br />
diye başlayan uzunca şiiri gerçekten hem Türk<br />
edebiyatında metafizik derinliği, mistik yönü oldukça<br />
ağır basan bir şiirdir. Bu şiir aynı zamanda<br />
Urfa için yazılmış en güzel şiirlerden biridir. Şehrin<br />
şaire ilham vermesi ve şair-şehir ilişkisi bağlamında<br />
üzerinde düşünülmesi gereken bir şiirdir.<br />
Urfa’nın bir de feodal ilişkilerini, Güneye mahsus<br />
duyarlılığını folklorik bir duyarlılıkla anlatan Ahmet<br />
Arif ise, A.Kutsi Tecer’in tersine şehri dindar<br />
ve mistik olmanın ötesinde öfkeli, kavgacı ve mücadeleci<br />
olarak tasvir eder ve şöyle seslenir:<br />
“Vurun ulan<br />
Vurun<br />
Ben kolay ölmem<br />
Ocakta küllenmiş közüm<br />
Karnımda sözüm var<br />
Haldan bilene<br />
Babam gözlerini verdi Urfa önünde<br />
Üç de kardaşını<br />
Üç nazlı selvi<br />
Ömrüne doymamış üç dağ parçası<br />
Burçlardan, tepelerden, minarelerden<br />
Kirve, hasım, dağların çocukları<br />
Fransız kuşatmasına karşı koyanda”<br />
Ahmet Arif, Urfa’da gençliğinin geçmesine ve<br />
yaşamasına rağmen şehrin dini kimliğinden daha<br />
çok geleneksel ve folklorik kimliği üzerinde yoğunlaşmıştır.<br />
Şehir ona başka bir ilham vermiştir.<br />
Onun şiirlerinde Urfa yiğitliği sembolize eder.<br />
“Mavzer değil kürek tutar Urfalı Nezif” diyerek<br />
hem Urfa’da üzerine ağıt yakılmış bir kabadayıyı<br />
anlatır hem de Otuzüç Kurşun şiirinde anlattığı<br />
tarihi bir olaydan Urfa Kurtuluş Savaşı’na geçer<br />
ve “Babam gözlerini verdi Urfa önünde (…) Fransız<br />
kuşatmasına karşı koyanda” diye yazar. Urfa’yı<br />
başka bir sevdiğini söyleyen Halide Nusret ise,<br />
“Taşları cevherdir takasım gelir<br />
Otunu gül gibi kokasım gelir<br />
Durup şen yüzüne bakasım gelir<br />
Gönlümden kaygıyı atar bu Urfa”<br />
diyerek şehrin kendisinde oluşturduğu sevgiyi<br />
dile getirir. Urfalı doğumlu şairlerde ise şehir<br />
daha başka bir hal alır. Onların şehre bakışı, dışarıdan<br />
bakanlar gibi değildir. Kimisi M.Akif İnan<br />
gibi ‘Ağlayan Şehir’ adıyla yazdığı şiirde:<br />
“İhmalin vefasız alçak hükmüne<br />
Sabırla elini bağlayan şehir<br />
Haşmetli devrinde gördüğü güne<br />
Bakıpta anarak ağlayan şehir”<br />
diyerek derdiyle hem hal olmuş, kimisi de Halil<br />
Gülüm gibi<br />
Meczup muhibbesin bir sende bulsa<br />
Cem’in meclisleri sende kurulsa<br />
İçin cennet dışın cehennem olsa<br />
Sanma ki, içine dönerim Urfa”<br />
diyerek şehre küskünlüğünü dile getirmiştir. Şehir<br />
aynı şehirdir fakat şairlere verdiği ilham farklı<br />
farklıdır. Urfa örneğinde olduğu gibi bir şehrin,<br />
birkaç şairin bakışıyla birbiriyle çatışan anlamlar<br />
ürettiğini görürsünüz. Örneğin İstanbul, Attila<br />
İlhan’ın şiirlerinde bohem ve seküler bir şehir<br />
olarak tasvir edilirken, Necip Fazıl ve Sezai<br />
Karakoç’ta ikilem yaşadığını ve “Karacaahmet<br />
ağlarken, Beyoğlu’nun tepindiğini” görürsünüz.<br />
Bir başka şairin şiirinde, örneğin Yahya Kemal’de<br />
İstanbul estetikleşip kristalleşir daha doğrusu aziz<br />
bir şehir olur.<br />
Tabi şehir şair bağlamında, şairin düşünce ve<br />
duygu dünyasını şekillendirin en önemli hakikat,<br />
hiç kuşkusuz doğup yaşadığı şehirdir. Şair doğup<br />
yaşadığı şehirden neyi almışsa onu şiir, roman,<br />
hikâye veya bir başka şekilde mutlaka şehre fazlasıyla<br />
iade eder. Böylece şehir şaire, şair de şehre<br />
anlam ve zenginlik katmış olur. Şehirleri tanımak<br />
ve tanımlamak istiyorsanız şairlerin şiirlerine, şairleri<br />
tanımak istiyorsanız doğup yaşadıkları şehre<br />
bakınız. Sahi ne demişti Edip Cansever bir şiirinde:<br />
“insan doğduğu yere benzer<br />
O yerin suyuna, o yerin toprağına<br />
Suyunda yüzen balığına<br />
Toprağını iten çiçeğe<br />
Dağlarının tepelerinin dumanlı eğilimine”■<br />
74<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Tabelalar, şair ve şehir<br />
SÜLEYMAN DAŞDAĞ<br />
Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle beslenip<br />
dünyaya açılan ve dünya edebiyatında adeta sanatı ile<br />
sökülmesi mümkün olmayan bir mıh gibi duran bir başka<br />
şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu<br />
isimle de bir tabela aracılığıyla tanışacaktım.<br />
Ne zaman bir tabela görsem, 1970<br />
yılının başlarında, doğuda il ilçe<br />
demeden memur olarak çalışan<br />
babamın tayininin çıktığı Diyarbakır’ı hatırlarım.<br />
Gideceğimiz yerin o günün ölçeğinde büyük<br />
bir şehir olduğunu söyleyen annem, “Orası<br />
büyük şehirdir. Dikkatli olmazsanız kaybolursunuz”<br />
deyince merak ve endişem daha da artmış<br />
ve kaybolmamak için kendimce yöntemler<br />
düşünmeye başlamıştım. Üst üste gibi duran taş<br />
evleriyle aklımda kalan Bitlis’teki iki katlı taş evden<br />
eşyaların kamyona nasıl yerleştirildiğini hiç<br />
hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, komşularımızla<br />
sarmaş dolaş ağlaştığımız sırada komşularımızdan<br />
birinin söylediği; “Camiler Medreseler/<br />
Komşum geldi deseler/ Bir kuş kadar canım<br />
var/ Veririm isterseler” manisiydi.<br />
Eşyalarımızın yüklendiği kamyonun şoför<br />
mahallinde annem, babam ve kardeşlerimle<br />
“Büyük olarak aklıma işlediğim şehre” doğru<br />
yol alırken, ailesinden ilk kez ayrılmış birer evlat<br />
gibiydik. Eşyalarımızın o dar sokaklardan nasıl<br />
olup da kısa sürede, Sobacı Yaşar’ın kiracısı<br />
olduğumuz eve taşındığını da hatırlamıyorum.<br />
Bizleri ailelerinden birer fertmişiz gibi bağrına<br />
basan ev sahiplerimizin de geldiğimiz şehirden<br />
göç eden bir aile olduğunu bilmek, o zamanlar<br />
bana farklı ve güçlü bir güven duygusu da<br />
vermiyor değildi hani. Hafta başında, daha önce<br />
tasarladığım gibi, duvarların kenarından adımlarımı<br />
sayarak ilk köşeyi döndükten sonra on<br />
metre ötede olan ve evimize toplam yirmi metre<br />
uzaklıkta olan İsmet Paşa İlkokulu’na gidip<br />
eve dönünce, okul yolunu öğrenmiş ve ilk sınavı<br />
geçmiştim. Akşamüstü evin o kocaman avlusundan<br />
çıkıp bitişikte sağda bulunan fırınından<br />
ekmek almaya giderken, yaklaşık yirmi metre<br />
ötede sallanıp duran bir tabela gözüme ilişti.<br />
Üzerinde “Ziya Gökalp Müzesi” yazıyordu. O<br />
daracık sokakta, birkaç insan boyu yükseklikteki<br />
duvarlarla örülü bu yapıdan içeri girince, ortasında<br />
iki katlı siyah bazalt taşlardan yapılmış taş<br />
evlerle çevrili bir avlu olduğunu görmekte gecikmedim.<br />
Daha sonraları, yükseklikte birinci,<br />
75<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
uzunlukta ise ikinci olduğunu sonradan öğrendiğim<br />
ve şehri bir kalkan balığı gibi çevreleyen<br />
surlarını gördüğümde ise, bazalt taşların belleğine<br />
kazınmış gizemli ve bir o kadar da sıcak<br />
kimliğiyle Diyarbakır’ın herkesi kucakladığını<br />
hissettim.<br />
Bir tabelanın çekim gücüyle tanıdığım Ziya<br />
Gökalp’in, Türkçülük akımının en önemli isimlerinden<br />
biri olduğunu ve Dünyadaki Türkleri<br />
birleştiren güçlü bir Türk devleti kurulması idealine<br />
sahip olduğunu babamdan öğrenecektim.<br />
Ziya Gökalp’in surlarla veya sınırlarla çevrelenemeyecek<br />
kadar büyük bir şair, yazar ve düşünür<br />
olduğunu zihnime o gün kaydettim. Zihnime<br />
kaydettiğim böylesine donanımlı bir şairin bir<br />
şehri, bir ülkeyi etkileyebileceği, hatta sınırlar<br />
ötesini kolaylıkla etkisi altına alabileceğini düşünmem<br />
o günlerin eseridir. Yani şair isterse şehirden<br />
daha etkin olabilir. Diyarbakır’ın uzun<br />
yıllar Ziya Gökalp’in ideallerine uygun bir şehir<br />
olarak kalmış olması ve duvarların onu zapt edememesi<br />
bu düşünceyi doğrular niteliktedir. O<br />
halde, “Yaşadığı şehirden etkilenip zihinsel anlamda<br />
oraya hapsolan şairler yerel, diğerleri ise<br />
ulusal hatta ötesi ruhları okşayabilir” şeklinde<br />
düşünmek mümkündür. Bir başka deyişle, “Şehir<br />
var şairi hapseden, hükmeden ve şehir var<br />
şairi dizginleyemeyen” de denebilir.<br />
Şairi hapseden ve hükmeden şehir denince<br />
akla ilk gelen elbette İstanbul’dur. İstanbul’da<br />
nefes alıp veren, can kulağıyla bu şehri dinleyip<br />
etkilenmeyen şair var mıdır Bilinmez. Ancak<br />
İstanbul’un bile hapsedemediği şairler olduğunu<br />
görünce, ne kadar etkileyici de olsa şehrin,<br />
zihinlerine pranga vurmamış bir şair ve düşünürü<br />
sınırlayamadığı söylenebilir. Bu nedenledir<br />
ki, Ziya Gökalp Diyarbakır’ın hapsedemediği,<br />
ünü ülke sınırlarını aşan evrensel bir kalemşor<br />
olmuştur. Benzer şekilde, “Yaşamak bir ağaç gibi<br />
tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen<br />
Nazım Hikmet de bu tezi doğrulayan bir<br />
başka değerimizdir. “Her ne kadar Ziya Gökalp<br />
ve Nazım Hikmet farklı dünyaların kalemleri<br />
gibi düşünülse de, ikisinin de “Aynı ülkenin güzel<br />
günlere yelken açması” ideali olduğu unutulmamalıdır.<br />
Nazım Hikmet’in “Türk dilinin<br />
gücünü dünyaya ispatlamış olduğu gerçeği” de<br />
bu fikri doğrulamaktadır. Dolayısıyla, zamana<br />
çakılmış birer mıh olan bu iki değerimizi, kardeş<br />
bir ormanın özgür birer ulu ağacına benzetmek,<br />
belki de en doğru olandır.<br />
Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle<br />
beslenip dünyaya açılan ve dünya edebiyatında<br />
adeta sanatı ile sökülmesi mümkün olmayan bir<br />
mıh gibi duran bir başka şairimiz de “Cahit Sıtkı<br />
Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu isimle de<br />
bir tabela aracılığıyla tanışacaktım. Dolayısıyla,<br />
tabelaların benim hayatımda başka bir yeri<br />
vardır. Yılın son aylarıydı. Diyarbakır’ın en eski<br />
ve tarihi yerleşim yerlerinden biri olan Cami<br />
Kebir Mahallesinden ayrılıp Yenişehir Semtinde<br />
bulunan Viktorya Apartmanındaki evimize<br />
taşınmıştık. Çok sevdiğim ve hala saygıyla andığım<br />
öğretmenim Fatma Tekin, “Bu çocuğu<br />
ben mezun edeceğim” şeklinde ısrar edince, bu<br />
mahalleyle bağımın sürmeye devam etti. Okula<br />
gidip gelirken, her gün geçtiğim o daracık sokaklardan<br />
birinde gözüme çarpan bir başka tabela<br />
sallanıyordu; “Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi”.<br />
Günün birinde merakımı yenip müzenin içine<br />
girdiğimde, bazalt taşlarla örülmüş bir başka<br />
muhteşem evle karşılaşmıştım. İnsan bu evde<br />
gerçekten dünya ölçeğinde bir şair olabilirdi.<br />
Bu tabelaların sahiplerinin etkisiyle olsa gerek,<br />
ilerde seçeceğim meslekle hiç ilgisi olmayan<br />
edebiyata ve özellikle şiire ilgi duymaya başlamış<br />
ve arkadaşlarımın çaktırmadan sevdiği kızlara<br />
aşk mektupları yazmaya başlamıştım. O günlerde<br />
bir kızla birlikte dolaşmak o kadar da kolay<br />
olmadığı için, yazılan mektup bir fırsatı bulunup<br />
kızın eline tutuşturulur ve yanıt beklenirdi.<br />
Eğer yanıt olumlu ise benim işim ikiye katlanırdı.<br />
Çünkü işin ikinci aşamasında kıza şiir yazmak<br />
kalıyordu. Bu da genellikle bir kızın kalbine<br />
giden engelleri ortadan kaldıran son darbe<br />
olurdu. Aşkın, hayatın şairi olan ve “Kabirde<br />
böceklere ezberletirim güzelliğini” diyerek son<br />
noktayı koyan bu dahi ile gerçek anlamda tanış-<br />
76<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
mam da, bu günlerde satın aldığım şiir kitabıyla<br />
başlar. Hangi şiirini okusam çarpılıyor, belki bir<br />
hafta şiirin vurucu etkisiyle, duygular denizinde<br />
kulaçlar atıyordum. Bir insan nasıl oluyor da<br />
bu kadar güçlü ifadeleri kağıtlara değil, ruhlara<br />
işliyor, zihinlere mıhlıyordu anlayamıyordum.<br />
Kendisi farkında mıydı Bilemiyorum. Ama<br />
ben hala bu inanılmaz kalemi oynatan ilahi bir<br />
desteğin olduğunu düşünmekteyim. Onun ülke<br />
sınırlarının ötesini de bilen, donanımlı bir dahi<br />
olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Böyle bir<br />
deneyime duygu kasırgaları ve İstanbul’da eklenince<br />
ortaya “Cahit Sıtkı Tarancı” çıkmıştı. Dolayısıyla,<br />
ne zaman daracık bir sokakta bir tabela<br />
görsem Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’yı anar ve<br />
güçlü ruhların daracık sokaklara hapsolamayacağını<br />
düşünürüm.<br />
Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’nın ülkeye mal<br />
olmuş sanatçılar olduğunu daha ortaokuldayken<br />
öğrenmem de yine tesadüfidir. Babam<br />
Cuma akşamları camiye giderken bazen beni de<br />
yanında götürürdü. Her gittiğimde yaşlı, tonton<br />
bir amca ile oğlunu görürdüm. Babam “Bak bu<br />
doktor her Cuma akşamı babasını alıp buraya<br />
gelir” der ve bu manzaraya gıptayla bakardı.<br />
Galiba ilerde bizim de böyle olmamızı isterdi<br />
ama ömrü yetmedi. Günün birinde, yaşlı amcanın<br />
İstanbullu ve çalıştığı yıllarda Laleli’nin<br />
tek Müslüman diş hekimi olduğunu, oğlunun<br />
görevi nedeniyle buraya geldiklerini, adının<br />
Ziya ve oğlununkinin de Gökalp olduğunu öğrendiğimde<br />
hayret etmiştim. Baba ve oğulun<br />
isimlerini birleştirince ortaya o deha çıkıyordu.<br />
Bu yaşlı beyefendinin bir Ziya Gökalp hayranı<br />
olduğu açıkça görülüyordu. Ahbaplığımız biraz<br />
daha ilerleyince, gelininin de bir Cahit Sıtkı<br />
hayranı olduğunu öğrenmekte gecikmedik.<br />
Günün birinde gelin hanımla tanıştığımızda,<br />
Cahit Sıtkı’ya olan hayranlığından söz etmiş ve<br />
neredeyse onunla ilgili mini bir konferans bile<br />
vermişti. Bu ailenin Diyarbakır’ı görmeden Ziya<br />
Gökalp ve Cahit Sıtkı’ya olan bu içtenliği, surların<br />
bu şairleri zapt edemediklerinin önemli bir<br />
göstergesiydi benim için. Bu kadar sevilen bu<br />
iki şairimizin bana göre en ilginç noktaları ise<br />
şiirlerinde doğup büyüdükleri şehre yeterince,<br />
belki de hiç yer vermemiş olmalarıdır. Bu şairlerin<br />
bu yönlerini değerlendirmek ise, başlı başına<br />
uzmanlarca ele alınması gereken bir konudur.<br />
Buna karşın, “Hasretinden prangalar eskittim”<br />
diyerek “Demirin hasret karşısındaki aczini”<br />
dizeleriyle yüreklere işleyen “Ahmet Arif”<br />
i bu iki şairden ayıran önemli noktalardan biri<br />
ise “Kah şehri solumuş, kah aşmış olması”dır.<br />
“Kanadı kırık kuş merhamet ister/ Aaahhh!<br />
Senin yüzünden kana batacak!/ Mona Roza siyah<br />
güller, ak güller” diyen ve dünyada alacağı<br />
yolu henüz tamamlamamış olan Sezai Karakoç<br />
ta, Diyarbakır’ın yetiştirdiği sıra dışı bir şairdir.<br />
Gizemi taşlarının karalığında saklı olan bu<br />
şehrin bağrından kopan şairlerin ortak paydası<br />
ise, “Yerelleşmeyi kabul etmeyip, bazalt taşların<br />
gizemli dünyasında yüzmeyi öğrenmeleri ve<br />
ufukların ötesindeki ruhlara doğru kulaç atmış<br />
olmalarıdır.” Dolayısıyla, “Yerelleşmenin yerel<br />
tatlarının evrensel mutfağı keşfetmenin önünde<br />
önemli bir engel” olduğunu görmüş olmaları,<br />
bu şairleri insani duyguların birer temsilcisi haline<br />
getirmiştir. Bir başka deyişle bu kalemlerin<br />
şehre hapsolmamış olmaları, ülkemiz ve ötesi<br />
için birer şans olmuştur.<br />
İnsani duyguların bir bedene, bir şehre, bir<br />
ülkeye hapsolamayacak kadar mukaddes olduğu<br />
fikrine rağmen, yaşadığı şehre hapsolmak<br />
isteyen şairlerin olduğu da unutulmamalıdır.<br />
Şiirlerinde ağız veya yerel motifler kullanan bu<br />
kalemler genellikle yerel tatlara hitap eder ve beğeni<br />
toplarlar. Genel olarak düşünüldüğünde,<br />
tüm şairler için “yazılan şiirlerin hedef kitlesi,<br />
şehir ve şair etkileşiminde galip tarafı belirleyen<br />
önemli bir öğedir” denebilir. Şairin şehre hapsolması<br />
veya şehri aşması tamamen şairin tercihidir.<br />
Hangisinin doğru olduğu kararı ise okuyuculara<br />
kalmaktadır. Sonuç olarak, tabelaların<br />
yaşamda beklenmedik etkilerinin örneklendiği<br />
bu yazı, şiirsel bir püskürmeyle “Her insanın<br />
kafasında var bir dünya/ Gezer dünya üzerinde<br />
bir sürü dünya” şeklinde noktalanabilir.■<br />
77<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
İstanbul'da bir garip Orhan Veli<br />
ESRA AKPINAR*<br />
İstanbul'da Boğaziçi'nde<br />
Bir garip Orhan Veli'yim…<br />
Güzelin ve güzelliğin mısralara döküldüğü<br />
bir edebi tür olan şiir, şüphesiz<br />
kendisine İstanbul’dan daha iyi bir<br />
konu bulamazdı. Divan Edebiyatında adına nice<br />
şehrengizler yazılan bu şehirler güzeli, modern<br />
edebiyatta da unutulmamış, hakkında antolojileri<br />
dolduracak kadar şiirler yazılmıştır. Tarih<br />
boyunca üç büyük medeniyete ev sahipliği yapan<br />
İstanbul’un, Türk Edebiyatına en çok tesiri olan<br />
şehir olması şaşırtıcı değildir. Mehmet Kaplan<br />
Türk Edebiyatında İstanbul başlıklı makalesinde<br />
İstanbul’un, sanatkârları derinden etkileyip onların<br />
fikir dünyasını şekillendirdiğini şöyle dile<br />
getirmiştir:<br />
“Fetih’ten sonra beş yüz yıla yakın Osmanlı<br />
Devleti’nin başkenti olan ve nesiller boyunca Türk<br />
zevk ve yaratıcılığının her sahada en mükemmel<br />
örnekleriyle dolarak büyük bir medeniyet merkezi<br />
haline gelen İstanbul, Türk edebiyatı üzerinde derin<br />
tesirler yapmıştır. Güzel ve çeşitli tabiat manzaraları,<br />
muhteşem sarayları, konakları, yalıları,<br />
mabetleri, medreseleri, imalathaneleri, çarşıları,<br />
eğlence yerleri ve mesireleriyle bu büyük şehir denilebilir<br />
ki, Türklerin yaşayış tarzlarıyla beraber,<br />
hayat görüşlerini ve karakterlerini de değiştirmiş<br />
onlara bir başka hüviyet vermiştir.” [1]<br />
Zengin ve köklü bir geçmişe sahip olan<br />
İstanbul’da bulunup da ondan etkilenmeyen,<br />
eserlerine konu etmeyen sanatkâr yok denecek<br />
kadar azdır. Türk Edebiyatı tarihinde üzerine en<br />
çok şiir yazılan, bir dekor, bir zemin olarak gerek<br />
şiirlerde gerekse diğer edebî türlerde çok geniş<br />
bir şekilde yer bulan bir şehir olmuştur. Coğrafi<br />
yönden ayrıcalıklı konumu, nesilden nesile aktarılan<br />
kültür mirası ve sanatçılara ilham verecek<br />
kadar muhteşem doğal güzellikleriyle Türk Edebiyatının<br />
değişmez temalarından biri olmaya hak<br />
kazanmıştır. Bu nadide şehir; günün her saatinde,<br />
her vaktinde orada yaşayanlar için eşsiz manzaralar<br />
çizerken; iki kıtayı birleştiren Boğazı’yla,<br />
* Yaşar Ü., Türk Dili Okutmanı.<br />
1. Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatında İstanbul”,<br />
Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh<br />
Yay., İstanbul, 2012, s.37<br />
78<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
köprüleri ve emsalsiz Haliç’iyle, adaları, seyre doyulmaz<br />
tabiatıyla, zengin tarihi dokusuyla uzaktakilerin<br />
de hayallerini süslemektedir.<br />
Orhan Veli'nin şiirlerinde İstanbul<br />
Türk Edebiyatında şiir ve İstanbul, İstanbul<br />
şairi denince şüphesiz akla ilk gelen isimler Nedim<br />
ve Yahya Kemal’dir. Ömer Faruk Akün’ün<br />
ifadesiyle Türk Edebiyatına İstanbul’u tanıtan<br />
Yahya Kemal’dir. Bu iki isimden bir adım sonra<br />
da Orhan Veli gelir. Orhan Veli İstanbul’a Yahya<br />
Kemal’den farklı bir gözle bakar. Bu fark, insandan<br />
ve insanın yaşam algısı ve beklentisinden<br />
kaynaklanır. Orhan Veli’de, Yahya Kemal’in her<br />
bir noktasında tarihi ve kültürel geçmişini beraberinde<br />
taşıyan İstanbul yerine küçük, şehirli<br />
insanın yaşamsal alanı olan bir İstanbul karşımıza<br />
çıkar. Yahya Kemal Kocamustafapaşa’yı<br />
kültürün devamı içinde anlatırken; Orhan Veli<br />
Kasımpaşa’yı, Galata Köprüsü’nü bir başka<br />
anlatır. Burada tarihi perspektif terk edilmiş olur.<br />
Bir tepeden İstanbul’u dinleyen, İstanbul’a türküler<br />
yazan Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul,<br />
pek çok semtiyle kâh ana tema olarak yer alır,<br />
kâh pitoresk bir zemin olarak karşımıza çıkar.<br />
Orhan Veli’nin “Bütün Şiirleri” adlı eserinde<br />
tüm yaşamı boyunca yazdığı şiirleri yer alır. 176<br />
şiirin bulunduğu bu kitap üzerine yaptığımız<br />
incelemede üç şiirde doğrudan İstanbul’u konu<br />
alan şair, on yedi şiirinde de İstanbul’un çeşitli<br />
semtlerini, günlük yaşamını söz konusu eder. Bu<br />
sayı toplam şiir sayısına oranla az görülse de, şairin<br />
en bilinen, sevilen, Orhan Veli deyince akla<br />
gelen şiirleri bunlardır.<br />
Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Garip<br />
topluluğunun bir üyesi olan Orhan Veli, Türk şiirinde<br />
o zamana dek süregelen pek çok kaideyi<br />
yıkmış, edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. Bu<br />
tavır onun konuları seçişi ve işleyişinde de görülür.<br />
Garip şiirinin son evrelerinde ayrı bir tema<br />
olarak karşımıza çıkan İstanbul’un ele alınışı, o<br />
zamana kadar yazılmış şiirlerdeki İstanbul’dan<br />
farklıdır.<br />
“1920’den 1950’lere kadar yazılan şiirlerde,<br />
İstanbul’a duyulan sevgi ve bağlılık; şehir yoluyla<br />
ulaşılan düşünce duyarlık ve inanç; şehrin farklı<br />
mekânlarının gönderdiği tarihsel ve kültürel hafıza;<br />
günlük yaşamalar içinde şehrin mekânlarına<br />
yüklenen anlam ve işlevler birbirinden oldukça<br />
farklıdır. Otuz yıllık kısa bir zaman dilimi göz<br />
önüne alınırsa, poetik, tematik ve ideolojik açılardan<br />
Türk şiirinin en çeşitli dönemi Cumhuriyet<br />
dönemidir. Doğal olarak bu çeşitlilik, mekân algısında<br />
sözü edilen farklılıkları beslemiştir. Örneğin,<br />
kimi şairler, İstanbul’u, medeniyetin eşyaya sinmiş<br />
hali olarak görürken; kimi şairler, aynı şehri, doğal<br />
ve sıradan yaşamakların mekânı olarak görürler.<br />
Şehri, insanda güzellik ve uyum düşüncesi uyandıran<br />
manzaralar olarak gösteren şairler olduğu gibi;<br />
yoksulların ve varlıklıların uyumsuzluk içinde yaşadıkları<br />
bir çatışma alanı olarak gören şairler de<br />
vardır.” [2]<br />
Bu noktada Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul,<br />
doğal ve tarihi yönlerinden ziyade sosyal yapısı<br />
ile ele alınmış; İstanbul’da yaşanan günlük<br />
hayat içerisinde ‘küçük insan’ın geçim sıkıntısı<br />
anlatılmıştır. Artık İstanbul, mekân olarak metropol<br />
şehrin karmaşası içinde yalnız, küskün,<br />
melankolik adama ev sahipliği yapmaktadır.<br />
1914’ün İstanbul’unda, Beykoz’da doğan Orhan<br />
Veli’nin çocukluğu, Beykoz ve Beşiktaş’ta<br />
geçmiştir. Bir süre Ankara’da yaşayan, işi gereği<br />
Anadolu’nun bazı şehirlerinde dolaşan şair, hayatının<br />
son günlerini yine çok sevdiği İstanbul’da<br />
geçirmiş, son nefesini de burada vermiştir. Kardeşi<br />
Adnan Veli, onun İstanbul tutkusu hakkında<br />
şunları söyler:<br />
“Boğaziçi’ne hele Göksu deresine bayılırdı. Bu<br />
derenin denize karıştığı noktadaki kırmızı eve oldum<br />
olası hayrandı. Balık tutmak, kürek çekmek,<br />
yüzmek en hoşlandığı şeylerdi… Yürümekten hiç<br />
bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek<br />
ıslık çalarak gittiği olurdu.” [3]<br />
Buradan da anlaşılacağı üzere Orhan Veli’nin<br />
hayatında ve şiirlerinde deniz ve su önemli bir<br />
yer tutar. Bu deniz manzarasının içinde martı<br />
da vardır. Hicret şiirinde pencereden bakan şair<br />
denizi ve limanı görür. Bu muhteşem manzara<br />
karşısında büyülenen şair için böyle bir şehri bı-<br />
2. Mehmet Narlı, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan<br />
Veli ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü.,<br />
SBE Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.158<br />
3. Adnan Veli Kanık, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957,<br />
s.14-15<br />
79<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
akıp başka şehre gitmek ahmaklıktır. Ayrıca deniz<br />
manzarasını tamamlayan liman da önemli bir<br />
unsurdur. Limanla birlikte direkler aklına gelir.<br />
Orhan Veli’nin en bilinen şiirlerinden biri<br />
olan ve şarkı olarak bestelenen Dedikodu adlı şiirinde<br />
kimi İstanbul semtlerinden bahseder:<br />
Kim görmüş ama kim<br />
Eleniyi öptüğümü<br />
Yüksekkaldırımda güpegündüz<br />
Melahati almışım da sonra<br />
Alemdar›a gitmişim öyle mi<br />
.....<br />
Güya bir de galataya dayanmıştık<br />
Kafaları çekip çekip<br />
Orada alıyormuşuz soluğu... (s.44) [4]<br />
Bayram şiirinde Harbiye, Gemiler şiirinde Kız<br />
Kulesi, Efkârlanırım şiirinde Üsküdar ve Beyoğlu<br />
gibi semtler, kahveleri, vapurları, iskeleleri ve<br />
insanlarıyla söz konusu edilir. Garip şiirine kadar<br />
söz konusu edilmeyen her türlü eğlence ve safahat<br />
âleminin merkezi Beyoğlu semti, ilk kez Orhan<br />
Veli’nin şiirlerinde karşımıza çıkar. Vesikalı<br />
bir yâri olan, her türlü cinsel arzularını rahatlıkla<br />
şiirlerinde dile getirebilen bir şair için, bu durum<br />
şaşırtıcı olmasa gerektir. İstanbul’un önemli simgesel<br />
alanlarından biri olan Galata Köprüsü müstakil<br />
olarak bir şiire konu olmuştur. Galata Köprüsü<br />
adlı şiirde köprünün üstünde durup keyifle<br />
gelip geçeni seyreden şair, görüş alanına giren<br />
kürek çeken, olta atıp balık avlayan geçim derdindeki<br />
insanlara seslenir. (s.118) Yaşamak adlı<br />
şiirinde fırsat bulup yarım gün dahi olsa Çamlıca<br />
tepesine çıkıp boğazın güzelliği içinde kaotik hayattan<br />
soyutlanıp, o mavilik içinde kaybolup her<br />
şeyi unutabilmek ister. Yol Türküleri adlı şiirde<br />
Hereke’den yola çıkan şair İzmir, Düzce istikametinde<br />
yol alırken Düzce’de bir otel odasında<br />
kederli bir halet-i ruhiye içerisinde İstanbul’u<br />
düşler:<br />
Galata köprüsü açılmak üzeredir<br />
Kül rengi sulara<br />
4. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:<br />
Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları,<br />
İstanbul, 2012.<br />
Kirli bir gün ışığı dökülecektir<br />
....<br />
Limanda sıra bekleyen gemilerin arasında<br />
İnsanlar hayat mücadelesinde<br />
Adamlar kadınlar çocuklar... (s.86)<br />
Yol boyunca İstanbul hasretiyle yanan şair<br />
sürekli gezip dolaştığı, sevdiği yerlerin hayalini<br />
kurar:<br />
Hele şu haliç vapuru<br />
İskeleye yanaşsın<br />
Yolcular çıksın hele<br />
En güzel saati şimdi Eyüp›ün (s.88)<br />
İstanbul Türküsü şiirinde İstanbul ana tema<br />
olarak yer alır. Bu koca şehir içinde Boğaziçi’nde<br />
fakir bir Orhan Veli tarifi na-mümkün kederlere<br />
gark olmuştur.<br />
Urumelihisarı’na oturmuşum;<br />
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:<br />
“Istanbul’un mermer taşları<br />
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;<br />
….<br />
“İstanbul’un orta yeri sinema<br />
Garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama;<br />
El konuşur sevişirmiş bana ne.... (s.74)<br />
Rumelihisarı’nda denize karşı oturup “aman<br />
aman”larla türküler söyleyen şair, mustarip halini<br />
dile getirdikten sonra şiirin ilk bendinde söylediği<br />
İstanbul’da Boğaziçi’nde Veli’nin oğlu fakir<br />
bir Orhan Veli olduğunu dile getirdiği dizeleri<br />
ile bitirir. Bu bize Rumelihisarı’ndan söylenen<br />
sözlerin adeta bir yankı gibi Anadoluhisarı’ndan<br />
geri döndüğü izlenimi uyandırır. Şair kendi<br />
çaresizliğini mekânla türkü arasında bir ayniyet<br />
kurmaya çalışarak verir.<br />
İstanbulu Dinliyorum şiiri Orhan Veli deyince<br />
belki de ilk akla gelen, onu İstanbul şairi yapan<br />
eseridir. Hafif rüzgâr esintisi altında İstanbul’u<br />
dinleyen, gözleyen, hisseden şair bu sinestetik<br />
yapıyla bize İstanbul’un günlük bir panoramasını<br />
sunar. “Şair, İstanbul’un değişik yönlerini birlikte<br />
80<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ele aldığı bu şiirinde, sucularıyla, Kapalı Çarsısıyla,<br />
Mahmut Paşasıyla, kaldırımda yürüyen yosmaları<br />
ve onlara laf atan bıçkınlarıyla İstanbul’u geniş<br />
bir perspektif ve dinamik bir figüratif yapı içinde<br />
sunar” [5]<br />
Orhan Veli’nin sürrealist anlayışla kaleme aldığı<br />
adeta küçük bir çocuğun ağzıyla yazdığı Kapalı<br />
Çarşı şiirinde; Kapalı Çarşı’nın panoramik<br />
olarak yer alırken esasında bir simge olarak kullanılmıştır.<br />
Mehmet Narlı’ya göre “Kapalı Çarşı<br />
geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında<br />
adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik<br />
çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların<br />
simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile<br />
dökülmüştür”. [6] Şair burada, İstanbul’un kültürel<br />
ve sosyal zenginliğini vurgulamak maksadıyla<br />
Kapalı Çarşı’yı simgeleştirmiştir. Onun nezdinde<br />
Kapalı Çarşı, eski sandık odalarında saklanan<br />
eski eşyalar gibi eski hatıraların da yer aldığı kapalı<br />
bir kutudur.<br />
Beyaz Maşlahlı Hanım şiirinde bir eski<br />
İstanbul güzelinden bahseder. Bu hanımefendi<br />
bir cuma günü Kalender’den sandala binmiş, bir<br />
elinde şemsiyesi ötekinde yelpazesi ile Göksu’ya<br />
mesireye gider. (s.231)<br />
İstanbul İçin şiiri isim olarak İstanbul adını<br />
taşımakla beraber mekânsal olarak hiçbir ibare<br />
bulunmamaktadır.<br />
Türk şiirinde devrinde sokaktaki adamın dili<br />
ve yaşamını şiire taşıyarak yeniliğini ortaya koyan<br />
Orhan Veli Kanık, doğduğu ve hayran olduğu<br />
İstanbul’u şiirlerinde sıkça kullanmıştır. Zaman<br />
zaman şiirin ana konusu olan İstanbul ve semtleri,<br />
zaman zaman -doğrudan doğruya söz konusu<br />
edilmese bile- küçük adamın yaşadığı mekân olarak<br />
arka planda varlığını hissettirmiştir. Orhan<br />
Veli’ye kadar yazılan İstanbul şiirleri işleyiş bakımından<br />
onda bir kırılma yaşar. Orhan Veli’nin<br />
İstanbul’u her türlü sevinci de kederi de içinde<br />
barındıran günlük hayat telaşının mekânıdır. Bununla<br />
birlikte onun müthiş bir ritmi ve güzelliği<br />
vardır. Nitekim “Bir Şehri Bırakmak” şiirinde<br />
5. Hakan Sazyek, Cumhuriyet Dönemi Türk<br />
Şiirinde Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara,<br />
1999,s. 161<br />
6. Mehmet Narlı, a.g.e., s.167<br />
yaşadığı ve gördüğü kendi İstanbul’unu anlatır.<br />
Onun sevdiği kadın, doğduğu köy, geçmişi, ölmüşleri<br />
hep bu şehirdedir.<br />
Sanat görüşü gereği toplumsal içerikli şiirlerden<br />
yana olan Orhan Veli, şiirleri aracılığıyla<br />
toplumun sorunlarına neşter vurup hiç çekinmeden<br />
eleştirilerini dile getirir. Cumhuriyet döneminde<br />
aldığı göçle toplumsal bir yapılanmanın<br />
ve dönüşümün sancısını çeken İstanbul´un sokaktaki<br />
yaşantısını şiirine taşır. Bu hayat içerisinde<br />
aşktan, eğlenceye, kederden hüzne kadar her<br />
şeyi bulmak mümkündür. Kısacası Orhan Veli<br />
İstanbul’u, Yahya Kemal’in aksine tarih, sanat ve<br />
kültür kenti olarak değil, cıvıl cıvıl insanlarıyla<br />
kalabalık, meyhaneleri, aşkları ve tüm yaşanmışlığıyla<br />
kutsallığını kaybetmiş bir şehir olarak<br />
anar. ■<br />
Kaynakça<br />
Ercilasun, Bilge, Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı ve<br />
Eserlerinden Seçmeler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,<br />
Ankara, 1998<br />
Gümüş, Semih, Orhan Veli Kanık, KTB Yayınları, Ankara,<br />
2011<br />
Kaplan Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar<br />
1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012<br />
Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar<br />
2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012<br />
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri-2, Dergâh Yayınları,<br />
İstanbul, 2012<br />
Kanık, Adnan Veli, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957<br />
Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları,<br />
İstanbul, 2012<br />
Narlı, Mehmet, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan Veli<br />
ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü., SBE<br />
Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.157-171.<br />
Sazyek, Hakan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde<br />
Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999<br />
Tuncer, Hüseyin, Garipçiler I. Yeniciler, Akademi Kitabevi,<br />
İzmir, 1997<br />
Yetiş, Kâzım, Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve<br />
Fatih, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2005<br />
81<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
BEN ÖYLE GÜZELİM<br />
azm ü cezm ü kasd ile..<br />
kırk harami kırıklığında<br />
üzerime toz konduruldu<br />
belirmiş sızılı sazlı sözlü hâin<br />
recm imiş rejme rujunu unutturan<br />
kırktan eksilen otuzdokuzunda<br />
pat. pat. pat. kuş vuruşu.<br />
ağaçtan silkelenen<br />
politikmişim güya sevmelerimde<br />
tutar varsa tutumlu olsan<br />
ne yazar yazgı sorunumu<br />
İSMAİL KEMAL DURHAN<br />
82<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
İMDAT AVŞAR<br />
ile hikâyeciliği üzerine<br />
Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim<br />
adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi olarak<br />
gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya çıktığımı<br />
ve Anadolu insanını tipler şeklinde anlattığımı<br />
ve bu tipler etrafında gerçekleşen olayları<br />
canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.<br />
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU<br />
İmdat Avşar<br />
1967 yılında Kırşehir-Kaman’da doğdu.<br />
İlk ve ortaöğrenimini Kaman’da<br />
tamamladı. 1989 yılında Kırşehir<br />
Eğitim Yüksekokulunu bitirdikten sonra,<br />
öğretmenliğe başladı. 1993-1997<br />
yılları arasında İnönü Üniversitesi<br />
Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği<br />
ve Denetçiliği Anabilim Dalından<br />
mezun oldu. 2007 yılından bu yana<br />
yazdığı şiir ve hikâyeler ile tanındı.<br />
Avrasya Yazarlar Birliği ve Dünya<br />
Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi olan<br />
Avşar, Türk dünyasının ortak edebiyat<br />
dergisi Kardeş Kalemler’in yazı<br />
kurulundadır.<br />
2009 yılında, Kültür Bakanlığı ve<br />
Yozgat Valiliğince düzenlenen Abbas<br />
Sayar Hikâye Yarışmasında, Şehnaz<br />
Hanım Koleji adlı hikâyesi ile birincilik<br />
ödülünü alan İmdat Avşar, 2012<br />
yılında ise Türkiye İlim ve Edebiyat<br />
Eseri Sahipleri Meslek Birliği<br />
tarafından Soğuk Rüya eseriyle yılın<br />
hikâyecisi seçildi.<br />
Edebiyatımızda Anadolu’nun, bozkırın yazarı olarak tanınıyorsunuz.<br />
Biraz yetiştiğiniz muhiti anlatır mısınız Tasvirlerinizde<br />
Anadolu insanının bakış açısı var. Tasvirlerinizi,<br />
hayal dünyasını şekillendiren maziniz hakkında neler söyleyebilirsiniz<br />
Ben bozkırda doğdum, bozkırda büyüdüm. Bozkırın yaşantısı<br />
çok zengin çok renklidir aslında. Bozkır adı hiç kimseyi<br />
yanıltmasın. Bozkır kuru çorak yer gibi algılanıyor; ama<br />
bitki örtüsü açısından en zengin iklim türü bozkırdır. Küçük<br />
yaşlardan itibaren olaylara ve çevreye karşı aşırı bir dikkatim<br />
vardı. Belki de bu yaratılıştan gelen bir özellikti; bilemiyorum.<br />
Fakat yaptığım her işte gözlediğim her olayda farklı bir<br />
yan bulurdum. Öte yandan sözlü kültürle beslenme açısından<br />
da son derece şanslıydım. Ebem, annem, babam, daha<br />
doğrusu yaşadığım köyde, bulunduğum muhitte son derece<br />
zengin bir sözlü kültürü de yaşanmaktaydı. Babamdan Köroğlu<br />
destanını, Dede Korkut hikâyelerini dinledim. Bunun<br />
yanında masallar anlatırdı. Orijinal masallar da anlatırdı. Bu<br />
masalların bir kısmını ben derledim, bir kısmı hafızamda<br />
duruyor; ilk fırsatta bunları da mutlaka yazacağım. Sonradan<br />
kaynaklara baktım, varyantlarını veya aynılarını bula-<br />
83<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
madım. Şimdi bütün bunlar birleşince zengin<br />
bir çocukluk yaşantısı oldu benim hayatımda.<br />
Tabiatla iç içe, sözlü kültürü büyüklerimden<br />
dinleyerek yoğruldum. Zengin bir çocukluk<br />
atmosferi yaşadım. Mesela Aytmatov’da da<br />
çok zengin bir çocukluk yaşantısı var; kaldı ki<br />
eserlerinin büyük bir bölümü ya bir çocuğun<br />
gözünden anlatılıyor ya da kahraman bir çocuk.<br />
Sultanmurat’ta, Cemile’de o çocukluk yaşantısının<br />
izlerini bulmak mümkün. Dolayısıyla<br />
çocukluğun zengin bir yaşantıyla geçmesi daha<br />
sonraki hikâyelere de kaynaklık eden unsurlardan<br />
biridir.<br />
Bir yazar mı olacaktım, bunları yazacak mıydım,<br />
bunlar sadece hafızamda yaşayacak mıydı,<br />
bütün bunları çocuk yaşta bilmiyordum. Bir<br />
şeyleri daha güzel anlatma, daha farklı anlatma<br />
daha farklı ifade etme gibi özellikler vardı, çocukluğumdan<br />
hatırlıyorum. Ve şunu da eklemek<br />
gerekir: Ben aklımın ilk yettiğinde ağlarken tanıdım<br />
annemi. Annem çok güzel bir ezgiyle ağıtlar<br />
söylerdi. Annemin görüntüsü hafızamda 37-38<br />
yıl önce; şimdi 43 yaşındayım. Yani aklımın ilk<br />
yetmeye başladığında annemin siması geliyor<br />
aklıma, kilim dokurken günlük işleri yaparken<br />
sızlanıp ağıtlar söylerdi. Kafiyeli, vezinli sözler<br />
söylerdi. Dolayısıyla oradan da bir kulak dolgunluğu<br />
var. Babamın babaannesine Âşık Karı<br />
derler, bir kadınmış. Ben onu tanımadım. Çok<br />
güçlü şiirler söylemiş bir kadın. Günümüzde de<br />
var onun şiirleri. Ailede, gelenekte böyle şeyler<br />
vardı. İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. İlginç<br />
bir anım var, onu anlatmak istiyorum. <strong>Bizim</strong> ev<br />
köy evlerinden biraz farklıydı; çünkü bizim evde<br />
radyo vardı. 1973 yılından bahsediyorum; pilli<br />
bir radyomuz vardı. Elektrik henüz yoktu köyde.<br />
Pilli radyo köyde birkaç evde vardı. 1974’te<br />
Kıbrıs çıkarmasında bütün kadınlar, ihtiyarlar<br />
bizim evin önüne toplanılır, radyo son ses açılırdı;<br />
haberleri dinleyip kadınlar ağlaşırdı. Kitaplarımız<br />
vardı. Babam ilkokul üçüncü sınıftan<br />
terk olmasına rağmen çok okuyan bir insandı. O<br />
yıllarda çok zor olmasına rağmen birçok gazete<br />
ve dergiyi toplamış, küçük bir köy kütüphanesi<br />
oluşturmuş, evinde bir odayı tashih etmişti. Biz<br />
de bu kitapların içerisinde büyüdük.<br />
İmdat Bey ilk hikâyenizi nasıl yazdınız<br />
Kalemi elinize almanızı anlatır mısınız İlk edebî<br />
müsveddeleriniz, ilk heyecan sizde nasıl başladı<br />
Öğretmen ilkokul üçüncü sınıfta bir ödev<br />
verdi, “Bir türkü yazıp gelin.” dedi. Bir türkünün<br />
sözlerini yazıp geleceğiz, ödevimiz bu. Eve<br />
geldim. Annemizden babamızdan derleyip geleceğiz.<br />
Annemin okuma yazması yok. Ağıtlar<br />
bilmesine rağmen ‘bir türkü söyle anne bunu<br />
yazayım’ dediğinizde bunu söyleyemez. Benim<br />
aklıma radyoda dinlediğim bir türküyü yazma<br />
fikri geldi. Radyoyu açtım. Bir müddet sonra<br />
bir türkü başladı. Hacı Taşan söylüyordu, Keskinli<br />
bir Abdal. Onun “Açtım perdeyi de turnayı<br />
gördüm.” diye bir uzun havası başladı. Ben<br />
hemen kalem defteri alıp bu türküyü yazmaya<br />
başladım. Türkünün hızına yetişemedim. İki<br />
dörtlük yazabildim ancak son dörtlüğü yazamadım.<br />
İçimde bir eksiklik duygusu başladı. Bunu<br />
nasıl yazacağım, nasıl yapacağım; hatırlayamıyorum<br />
da türküyü. Bu türkünün sözlerini kendim<br />
tamamlamaya başladım. Belki radyodan duyduğum<br />
sözlerin aralarını doldurarak bir dörtlük de<br />
ben ekledim. Ödevimi götürdüğümde öğretmen<br />
çok güldü. İlginçtir, ben hem hece ölçüsünü<br />
tutturmuşum hem de iyi bir kafiye düzeni vardı.<br />
Benim ilk şiirim odur. Ne yazdığımı da tam<br />
hatırlayamıyorum. Öğretmenin şu sözlerinden<br />
hatırlıyorum, sen burayı kendin yazmışın kerata<br />
dedi. Benim bu ilk şiir denememdi. Daha sonra<br />
ilkokul birinci sınıfta bir Türkçe öğretmenimiz<br />
vardı. Türkçe öğretmenimiz bir hikâye yazma<br />
ödevi verdi. Ben hikâyeyi yazdım. Köyde<br />
dinlediğim gözlemlediğim bir hikâyeydi bu.<br />
Şimdi ben o hikâyeyi yeniden yazmak istiyorum;<br />
ama şu anda o hikâyenin şartları oluşmuş değil.<br />
Benim babamın bir dayısı vardı. Ömrünün son<br />
yıllarından hatırlıyorum. Lakabı Kel Feyiz’di.<br />
Babam Kel Feyiz’le ilgili bir olay anlatmıştı.<br />
Kel Feyiz annesinin karnındayken ağlamış. O<br />
zamanlar doktor falan yok tabii. Korkuya kapılıyorlar.<br />
Dehşet bir şey, annesinin karnında<br />
ağlayan bir çocuk. Hemen hocaya götürüyorlar.<br />
Hoca kara kitabı açıp “Bu çocuk kız olursa kötü<br />
ahlaka sahip olur. Eğer erkek olursa hırsız, uğursuz,<br />
yolsuz, eşkıya biri olur.” der. Tabii Kel Feyiz<br />
doğuyor. O yıllarda Türkiye’nin sayılı hırsızlarından<br />
biri oluyor. Hatta 4-5 yaşlarındayken<br />
komşunun kümesine girip yumurta çalmış, ilk<br />
84<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
hırsızlığa öyle başlamış. Ben bu olayı anlattım.<br />
İlginç bir olaydan kesitti. Fakat nasıl anlatmışsam,<br />
olayların akışı, tasvirler, kulakları çınlasın<br />
Türkçe öğretmenimiz Sema Süsal hanımefendiyi<br />
bir daha hiç görmedim. O, hikâyemi değerlendirdi.<br />
Beni öğretmenler odasına götürdü. Diğer<br />
öğretmen arkadaşlarına anlattı. “İşte köyden<br />
gelen bir çocuk, müthiş bir hikâye yazmış.” diye<br />
diğer öğretmenlere okuttu. Bu da benim ilk<br />
hikâye denememdi.<br />
İlk hikâyeniz “Evin Yıkılsın Haci”. İlk olmasına<br />
rağmen usta bir yazarın kaleminden<br />
çıkmış gibi. Profesyonel olarak yazarlık hayatınıza<br />
başlamanızın serüveni hakkında neler<br />
söylemek istersiniz<br />
2006 yılının Mayıs ayında Iğdır’da görev yaparken<br />
“Birinci Ağrı Dağı Şiir Etkinlikleri”ni<br />
düzenledik. Millî Eğitim Müdürü beni çağırdı.<br />
“Bu işlerden sen anlarsın, ben bir şairi ısrarla istiyorum.<br />
Onu mutlaka buraya getirin.” dedi. O<br />
şair Ali Akbaş’tı. Ben Ali Akbaş’ı “Masal Çağı”<br />
kitabından tanırdım. Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları<br />
düzenlenirdi her yıl. Ve bu şölen her<br />
sene kitaplaştırılırdı. Elazığ Güldestesi, Harput<br />
Şiir Akşamları Güldestesi adıyla kitaplaştırılırdı.<br />
Ali Akbaş’ın şiirlerini oradan da takip ederdim.<br />
Çok sevdiğim bir şairdi. Kardaş Edebiyatlar dergisinde<br />
de birkaç şiirini okudum. Masal Çağı<br />
ezberlediğim bir kitaptı. Daha sonra Kültür<br />
Bakanlığı yayınlarından çıkan<br />
“Kuş Sofrası”nı okudum. Ali<br />
Akbaş’ın telefonuna ulaştık,<br />
aradık. Geleceğini, memnun<br />
olduğunu, Iğdır’da İbrahim<br />
Bozyel adında biriyle tanıştığını<br />
ve İbrahim Bozyel’in memleketine<br />
gelmeyi çok istediğini<br />
söyledi. Nurullah Genç’le birlikte<br />
ikisi gelmişlerdi. Nurullah<br />
Genç’in meşguliyetleri çok<br />
olduğundan gece geldi, ertesi<br />
gün şiir şölenine katıldı ve<br />
Erzurum’a döndü. Ali Akbaş<br />
için beş günlük bir program<br />
yapmıştım. Nahçıvan’a, Kars’a,<br />
Doğu Beyazıt’a gideriz diye düşündüm.<br />
Tanışmamız şiir akşamları vasıtasıyla<br />
oldu. Tabii 4-5 gün birlikte vakit geçirince Ali<br />
Hocayla yakından tanışma imkânı buldum.<br />
Önce şiir üzerine konuştuk. Ona şiirlerimi<br />
gösterdim. Şiirlerimi beğendi, çok güzel olduğunu<br />
söyledi. “Biz 2007 Ocak ayında Kardeş<br />
Kalemler adıyla bir dergi çıkaracağız, şiirlerini<br />
gönder, yayımlayalım.” dedi. Ben Ali Akbaş’a<br />
hikâye yazma düşüncemin olduğunu da söyledim.<br />
Bana, “Sende çok zengin bir birikim, halk<br />
kültürü var. Olayları çok seri ve çok güzel anlatıyorsun.<br />
Eğer bunları hikâye yaparsan çok güzel<br />
olur.” dedi. Hatta ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın<br />
Haci”yi kısaca anlattım. Çok beğenmişti ve<br />
mutlaka yazmam gerektiğini söylemişti. Kardeş<br />
Kalemler’in ilk sayısında bir şiirim yayımlandı.<br />
Ardından diğer takip eden sayılarda başka şiirlerim<br />
yayımlandı. Ardından hikâye yazmayı<br />
denedim. Ali Akbaş’a nasıl yazacağımı sordum.<br />
“Anlattığın gibi yazarsan gayet güzel olur.” dedi.<br />
Ali Akbaş vasıtasıyla Kayseri’de yaşayan Emir<br />
Kalkan adlı bir hikâyeci var onunla tanıştım.<br />
Onun 4-5 tane hikâye kitabı vardı. Ben Emir<br />
Kalkan’a “Böyle böyle konular var, hikâyeyi<br />
nasıl yazıyorsunuz” diye sordum. O da benzeri<br />
şeyler söyledi. Bu hikâyeler anlatıldığı gibi<br />
yazılıyormuş diye düşündüm. 2007 yılının Eylül<br />
ayında ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi<br />
bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım.<br />
Oradaki öz olayı o kadar çok anlatmıştım ki<br />
hikâye içimde hazırdı. Ve bilgisayara bir gece de<br />
85<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle bir süzüşleri<br />
vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil ekinlerin içerisinde birer<br />
cennet kuşuydu benim için. Epey izledikten sonra onların<br />
havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.<br />
döktüm. Ertesi gün maille Ali Akbaş’a ve Emir<br />
Kalkan’a gönderdim. İkisi de çok olumlu şeyler<br />
söylediler. Ağabeyime gönderdim daha sonra.<br />
Bir ay sonra da Ekim sayısında benim “Evin Yıkılsın<br />
Haci” adlı ilk hikâyem Kardeş Kalemler’de<br />
yayımlandı. Hikâye yayımlandıktan sonra Ali<br />
Akbaş ve diğer okuyucular benim asıl tarzımın<br />
nesir olduğunu söylediler. Hikâye yazmam gerektiğinden<br />
bahsettiler ve bunun peşini bırakmamamı<br />
istediler. Ondan sonra “Hamdi Kirve”<br />
adlı ikinci hikâyemi yazdım. Ardından hikâyeler<br />
serisi devam etti. Zaman zaman şiire ara verdik.<br />
Eksik kalan bir yanımdı hikâye yazmak. Çok<br />
seri bir şekilde hikâyeler yazmaya başladım. Bu<br />
zamana kadar 45 tane hikâyeyi tamamladım. 15<br />
tane hikâyem Ötüken yayınlarından “Çiğdemleri<br />
Solan Bozkır” olarak çıktı. Bir kısmı Kardeş<br />
Kalemler dergisinde yayımlanıyor. Kısmet olursa<br />
ikinci üçüncü kitaplar gelecektir.<br />
İsterseniz biraz da hikâyelerinizdeki<br />
kahramanlardan bahsedelim. Bu<br />
kahramanlar son derece canlı ve hayatın<br />
içerisinden. Hamdi Kirve, Muhterem, Rahman<br />
Dayı, Türbenin Delisi bu kahramanlardan<br />
biraz bahseder misiniz Ve ayrıca tabii<br />
Abdal kahramanlara değinebilir misiniz<br />
Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli<br />
ilim adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi<br />
olarak gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya<br />
çıktığımı ve Anadolu insanını tipler şeklinde<br />
anlattığımı ve bu tipler etrafında gerçekleşen<br />
olayları canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.<br />
Kahramanlarım benim bizzat gördüğüm, şahit<br />
olduğum kahramanlardı. Bu kahramanlarla ya<br />
bir şeyler yaşamışım ya karşılaşmışımdır. Dolayısıyla<br />
onları bütün özellikleriyle hikâyelerimde<br />
yansıtmaya çalıştım. Bir de öğretmenlik yaşantımdan<br />
gördüğüm bizzat yaşadığım tipler var.<br />
Rahman Dayı, Hamdi Kirve, Şeyhin Çavuşu<br />
gibi tipler Anadolu’nun değişik yerlerinde öğretmenken<br />
karşılaştığım tipler. Bunun yanında<br />
çocukluğumdan kalan birtakım tipler var. Mesela<br />
“<strong>Bizim</strong> Evin Kıblesi”nde anlattığım Vahide<br />
Nine, ilginç bir kadın tipidir. Eşyayı, dünyayı<br />
tek bir referansa göre algılayan çilekeş Anadolu<br />
kadınıdır. Yine benim hikâyemde çocuklar<br />
vardır, ki bunlar öğretmenlik yaptığım yıllarda<br />
benim öğrencilerim olmuş çocuklardır. Bu<br />
tipleri anlattım hikâyelerimde. Ağırlıklı olarak<br />
benim ilk kitabımda Abdal tipleri ortaya çıktı.<br />
Bu zamana kadar Abdallar hakkında tarihî,<br />
sosyolojik birtakım araştırmalar yapılmasına<br />
rağmen sanırım edebiyata bu kadar canlı ve<br />
belirgin girmeleri benim kitabımla oldu. İlk kitabımda<br />
altı tane abdal hikâyesi var. Bu Abdal<br />
hikâyelerinde onların yaşayışlarını, kültürlerini,<br />
hayata tutunuşlarını anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla<br />
o hikâyelerde Abdalların günlük yaşantısından<br />
değişen ve gelişen teknolojik şartlar ve toplumsal<br />
yapılara nasıl uyum sağladıklarını veya<br />
sağlayabileceklerini göstermeye çalıştım. Tabii<br />
Abdalları konu edinişimin temel nedenlerinden<br />
biri de onların hem gariban, rint, alçak gönüllü<br />
olmaları; hem de Abdallarla birlikte yüzyıllarca<br />
birikip gelen ve teknolojik şartlarla yok olmaya<br />
yüz tutan o müzik geleneğini; millî çalgılarımızı,<br />
sazı, kemanı; bizi her dinlediğimizde hüzünlere<br />
götüren türküleri, bozlakları; davulu zurnayı,<br />
düğünü halayı kaybolmaya yüz tutan değerleri<br />
işlemleri idi. “Abdal Kocası” adlı hikâyemde büyük<br />
bir saz ustasının, büyük bir türkü ustasının<br />
nasıl türküleriyle birlikte yok olduğunu; yine<br />
“Evin Yıkılsın Haci”de popüler kültürel değerlerin<br />
onların yaşayışına nasıl etkilediğini, kültürel<br />
değer olan futbolun Abdalların yaşantısında<br />
nasıl bir değişmeye neden olduğunu göstermeye<br />
çalıştım. Abdal Âdem orada bütün ümidini Galatasaraylı<br />
Haci’nin gol atmasına bağlıyor; çünkü<br />
ekmeğini oradan kazanmaya başlamış; dü-<br />
86<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ğünler yok. Dolayısıyla Galatasaraylı Haci’nin<br />
direkten dönen topunun Abdal Âdem’in ekmeğine<br />
nasıl mani olduğunu özetledim. Yani direkten<br />
dönen bir top sosyolojik olarak toplumda<br />
bir ferdin ekmeğine bağlı olabiliyor. Yine “Bahri<br />
Usta” hikâyesinde baba- oğul iki saz ustasının<br />
yaşantısı… Orada da değişen kültürel değerler;<br />
yeni kuşağın arabesk müziğe takılması; Abdalların<br />
tamamen yabancı olduğu Arabesk şarkıcılardan<br />
türküler istemesi; bu istekleri karşılayamayan<br />
Abdalların yaşadıkları güçlükler anlatılmaya<br />
çalışılmıştır. Özetlemek gerekirse Abdallar, ihtiyarlar,<br />
kadınlar benim tiplerim bunlar.<br />
Hikâyelerinizdeki kahramanlar sadece<br />
insanlar değil; aynı zamanda hayvanlar da<br />
var. Şimdi doğadan bahsettiniz. Bir kartal<br />
hikâyeniz var, “Şah Kartal”. Yayımlanmamış<br />
bize gönderdiğiniz “Analık Hindi” hikâyeniz<br />
var. Hayvan kahramanları da eserlerinizde<br />
işliyorsunuz, biraz bunlardan bahseder misiniz<br />
Turnalara ilişkin hatıraları duyuyorduk çocukken.<br />
Turnanın nasıl bir kuş olduğunu merak<br />
ediyordum. Zaman zamanda kitaplardan görüyordum.<br />
Iğdır’a gidince “Türkiye’nin Kuşları”<br />
adlı bir kitap aldım. Türkiye’nin kuşlarını tanımaya<br />
çalışıyordum. Iğdır’da hâlâ bozulmamış<br />
bir tabiat bölgesi vardı. Iğdır ile Aralık ilçesi arasında<br />
yarı bataklık, kamışlı; Kayseri’deki Sultan<br />
Sazlığı’na benzer; doğal bir alan. Ağrı Dağı’nın<br />
hemen dibinde. O köylere teftişe gittiğimde çok<br />
farklı, çok renkli kuşlar görüyordum. O kuşların<br />
ne olduğunu öğrenmek için de artık elimde<br />
“Türkiye’nin Kuşları” kitabıyla geziyordum.<br />
Bir kuş görsem hemen açıp kitaptan o kuşun<br />
hangi kuş olduğunu bulmaya çalışıyordum. O<br />
kitap içerisinde farklı tür turnalara çok baktım.<br />
Bir gün dört arkadaş arabayla teftişe gidiyorduk.<br />
Yemyeşil ekinlerin içerisinde yaklaşık 70-80 tane<br />
turna gördüm. Hafiften bir yağmur yağmıştı.<br />
Arkadaşa hemen durmasını söyledim. Üzerimde<br />
takım elbise, kravat, iskarpin var. Arkadaşlara,<br />
“Siz beni burada bırakın, köye gidip gelin. Dönüşte<br />
beni buradan alırsınız.” dedim. Arkadaşlar<br />
anlayışla karşıladılar. Hatta “Ne yapacaksın<br />
falan” gibilerinden kelamlar ettiler. İlerideki<br />
kuşların yanına yaklaşmaya, onlara bakmaya çalışacağım<br />
söyledim. Güldüler. Sazlığın içerisine<br />
girdim. Kuşları ürkütmemek için sağa sola eğilerek<br />
yavaş yavaş ilerledim. Çamur oldu üstüm<br />
başım; ama aldırmadan devam ettim. Turnalara<br />
15-20 metre kadar yaklaştım. O anı görmek lazım;<br />
sözle anlatılmaz. Turna o kadar asil, o kadar<br />
güzel bir kuş ki yani nasıl anlatmalı Çok harika<br />
bir boynu var, boynunun altında turna telleri...<br />
Gözlerinde kızıl sürmeler. Yeşil ekinler içinde<br />
parlayan pırıl pırıl bir gümüş gibiydi turnalar.<br />
Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle<br />
bir süzüşleri vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil<br />
ekinlerin içerisinde birer cennet kuşuydu<br />
benim için. Epey izledikten sonra onların<br />
havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.<br />
Sindiğim, pustuğum yerden ortaya çıktım.<br />
Ben ortaya çıkınca kuşlar birdenbire uçmaya<br />
çalıştılar. Turna iri bir kuş olduğu için uçması,<br />
yerden birden bire havalanması zor oluyor; o<br />
yüzden dönerek havalanıyorlar, hava akımını<br />
sağlayabilmek için birbirlerine yardım ediyorlar.<br />
Hepsi birbirinin ardına düşüyor ve helezon gibi<br />
yukarıya doğru çıkıyor. O anda koşsam turnalardan<br />
bir ikisini yakalayabilirdim. Döne döne<br />
yayları çizmeye havalanmaya başladılar; ama o<br />
anda turnaların bir tanesinin ayağının hafiften<br />
sallandığını gördüm. Ya bir avcı kurşunu değmişti<br />
ya da başka bir şekilde sakatlanmıştı. Ve<br />
o uçmaya çalışıyor fakat daha çok zorlanıyordu.<br />
Diğerleri epeyce yükselmişti. O, en arkada<br />
kalmıştı. Sürü birdenbire yaralı turnayı havalandırmak<br />
için aşağıya doğru bir hareket çizdi,<br />
o yaralı turnanın etrafında dönmeye başladı ve<br />
yaralı turna yukarıya doğru çıktı. Uçup gittiler.<br />
Tabiat olaylarının da üstüne gidiyorum. Şunu<br />
da söyleyeyim, ben genç yaşlarımdan itibaren<br />
1990’lı yıllarda avcıydım. İlginç de bir avcılığım<br />
vardır benim. Bazen kuşlar önümden geçer ateş<br />
etmeye kıyamam. Daha çok onları gözlemeye,<br />
onları izlemeye çalışan bir avcıydım. Bu nedenle<br />
de tabiatı çok yakın gözlemleme imkânım oldu.<br />
Mesela “Şah Kartal” hikâyesinde bunu anlatmıştım.<br />
Şah Kartal’la bir avcının karşılaşmasıydı bu.<br />
Çok güzel, yeni hikâyelerinizi merakla<br />
bekliyor, <strong>Bizim</strong> Külliye ve okuyucularımız<br />
adına teşekkür ediyorum.■<br />
87<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Küheylan at<br />
BERİK ŞAHANOV(Kazakistan)<br />
çev. İMDAT AVŞAR<br />
Talih bir insanın yüzüne bir kez güldü mü; bir ömür boyunca da güler, bu tecrübeyle sabittir<br />
ve her zaman da böyle olmuştur. Tаurbаy da talihi yüzüne gülen, şanslı insanlardan<br />
biriydi. O, fırsat bulup çocukluğunu yaşamadan, daha at sırtına sağlamca oturmadan,<br />
herkesin saygı duyduğu ve herkesin “Tаukе” [1] diye çağırdığı bir adam olmuştu. Nedense, böylelerini<br />
Allah esirgiyor, özel bir merhamet gösteriyor. Evet, bazen yüce Allah birine o kadar merhamet<br />
ediyor ki, o merhameti bölebilsek, on tane bedbaht adama fazlasıyla yeter. Allah Taurbay’a aklı da<br />
yeteneği de bolca vermişti. Öyle güzel konuşurdu ki, belagatli konuşmakta üstüne yoktu. Taurbay<br />
aynı zamanda, sağlam yapılı, sert karakterli biriydi. Bu özelliklerinden dolayı da daha gençlik çağlarında,<br />
vali Bekbolıs’ın dikkatini çekmiş, Bekbolıs onu yanına almıştı. Ünü Kazakistan sınırlarını aşan<br />
ve idrak sahibi, mert, güvenilir biri olarak tanınan Bekbolıs’ın himayesinde olması, Taurbay’ı günlük<br />
geçim kaygılarından da azat etmişti.<br />
Taurbay’ın yeteneklerine ve iş bitirmekteki becerisine güvenen Bekbolıs, onu oba beyi ilan ederek,<br />
oba yönetimini ona emanet etmişti. Daha çok genç iken bahtı yüzüne gülen ve oba beyi olan<br />
Taurbay, o zamana kadar hiçbir başarısızlığa uğramamış, hiçbir engel görmemişti. Daha olgunlaşmadan<br />
ona verilen görevler ve tanınan yetkiler başını döndürmüş ya da damarlarında taşıdığı kana<br />
gizlenmiş gurur ve kibir sonradan uyanmıştı. Taurbay, neredeyse bu dünyanın gerçek sahibinin<br />
kendisi olduğunu sanmaya başlamıştı… Böylece Taurbay, hiç kimseye hesap vermemeyi, kendisini<br />
herkesten yüksek görmeyi alışkanlık haline getirdi. Artık insanlara zorbalık ediyor, haksızlık yapıyor,<br />
gizli kapaklı işler de çeviriyor ama vicdan azabı çekmiyordu. Gün geçtikçe daha çok zulmediyor,<br />
daha çok gaddarlaşıyordu. Bütün bunlara rağmen onun sürüleri de günbegün çoğalıyor, hayvanları<br />
hızla artıyordu…<br />
Elbette bazıları bu işin içinde bir iş olduğundan şüpheleniyorlardı ama Taurbay’ın çevirdiği gizli<br />
dolapların hepsini bilmelerine imkân yoktu. Taurbay, kendisinin dürüstlüğünden şüphe edenlerle<br />
konuşmuyor, selamı sabahı kesiyordu.<br />
1. Tauke: Taurbay Eke sözünün Kazak dilinde kısaltılmış halidir. Taurbay ağa anlamındadır.<br />
88<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Böylece insanlar, onun yaptıklarını sineye çeker<br />
oldular: “Ne yapalım, bütün olan bitene rağmen<br />
Bekbolıs onun ardında duruyorsa, biz de sabırla<br />
dayanmalıyız,” diye düşünüyorlardı. Bekbolıs, yıllar<br />
geçtikçe yaşlanıyor, işlerden elini ayağını çekiyor ve<br />
yavaş yavaş bütün güç, Taurbay’ın eline geçiyordu.<br />
Bekbolıs, elbette Taurbay’ın gizli kapaklı işlerinden<br />
ve ardından nice dolaplar çevirdiğinden habersizdi.<br />
Taurbay ise yaptıklarından dolayı kimsenin hesap<br />
sormamasından ve yaptıklarının cezasız kalmasından<br />
cesaret alıyor; bu yüzden biraz daha azıyor, kuduruyor<br />
ve adeta insanlıktan çıkıyordu…<br />
Bu oba halkı, çok eskilerden beri uçsuz bucaksız<br />
bozkırda göçebe olarak yaşıyordu ve bu uçsuz<br />
bucaksız bozkırdaki geniş otlakların sahibiydi. Oba<br />
beylerinin ise birbirleriyle çekişmekten ve sahip oldukları<br />
zenginlikleri birbirlerinin gözüne sokmaktan<br />
başka bir marifetleri yoktu. Hiçbir iş yapmadan<br />
yiyip içiyorlar ve meclislerde, şenliklerde günü gün<br />
edip eğleniyorlardı.<br />
Taurbay bu kargaşadan büyük bir maharetle<br />
istifade ediyordu. Nerde gözünün tuttuğu bir küheylan<br />
at görse, eninde sonunda ona sahip oluyor,<br />
onun göz koyduğu at, er ya da geç, onun yılkısına<br />
katılıyordu. Sadece at mı Nerede bir güzel kız görse,<br />
hangi kıza gönlü düşse, eninde sonunda ona da<br />
sahip oluyordu. Elbette dünyada insan nefsine hükmeden<br />
şeyler pek çoktur. Nefsi öldürmek ve gözü<br />
gönlü tok tutmak her insanın karı değil. Gözler<br />
nekes, yürek açgözlüdür. Günahkâr insan doymak<br />
bilmiyor, dünyada ne kadar malı olsa da yine istiyor.<br />
Ancak en sonunda, açgözlüleri mahveden de tamah<br />
oluyor.<br />
O eyaletin uzak, ıssız, bir obasında Tаmаş,<br />
Cаgаş ve Аlmаs adında üç yetim kardeş yaşıyordu.<br />
Bunlar çok fakir değillerdi, kendi başlarının çaresine<br />
bakıyorlar, kimseye muhtaç olmadan, kimseye boyun<br />
eğmeden geçinip gidiyorlardı. Kendi sahip olduklarını<br />
gözbebekleri gibi koruyorlardı. Babalarından<br />
onlara, bir miktar hayvan miras olarak kalmıştı<br />
ve üç kardeş bu hayvanları idare ediyordu. Babalarından<br />
kalma küheylan atın üstüne titriyorlar, ona<br />
çok iyi bakıyorlardı. Bu küheylan atın şöhreti bütün<br />
vilayete yayılmıştı. At gerçekten de çok güzeldi<br />
ve bu atı görenler hemen: “Tamaş’ın küheylanı,”<br />
diyorlardı. En yaşlı aksakallar bile, bu civarda<br />
böyle güzel bir atı görmediklerini söylüyorlardı.<br />
Tabi ki bu şöhretli atın nerde olduğunu Tаurbаy<br />
da duymuştu. O atı görür görmez de gözü düşmüştü.<br />
Önceleri Tаurbаy, bu atı zahmetsizce elde<br />
edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Yetimlerden<br />
büyük olanın yanına gidip, ona arkadaşlığını teklif<br />
edecek, dostluğun hatırına da atı alıp gidecekti.<br />
Nasılsa Taurbay’ın kimseye borçlu kalmayacağını<br />
herkes biliyordu…<br />
Taurbay, üç kardeşten en büyük olanın yanına<br />
varıp da bu ricasının bildirdiğinde, beklemediği bir<br />
tepki ve itiraz ile karşılaştı:<br />
-Olmaz! Tаurbаy, Eğer siz bu atı buradan götürürseniz,<br />
benim yüreğimin ortasına bir bıçak<br />
saplamış olursunuz. Bu at benim canımdan daha<br />
kıymetlidir. Üstelik de bu atın sahibi sadece ben değilim,<br />
kardeşlerim de var. Ama bu at sadece benim<br />
olsaydı bile, asla size veremezdim, sizin bu ricanızı<br />
yerine getirmezdim.<br />
Tаurbаy bu tip itirazlara alışkın değildi. O, her<br />
zaman istediklerinin elde eden biriydi. Buna rağmen,<br />
sakin davrandı, işi tatlı dille halletme yoluna<br />
gitti, Tаmаş’ı güzel sözlerle ikna etmeye çalıştı. Ama<br />
tatlı dilin de işe yaramadığını, bu yiğidi yola getirmenin<br />
zor iş olduğunu fark etti. Geri çekilmesine ve<br />
bu attan vazgeçmesine ise gururu mani oluyordu.<br />
Taurbay ne kadar ısrar ediyorsa, Tamaş da o kadar<br />
direniyordu.<br />
Sonunda üç kardeşi de yanına çağıran Tаurbаy,<br />
onlara: Her biriniz, benim yılkımdan, istediğiniz<br />
atı seçin, alın. Ama seçip aldığınız üç atın yerine,<br />
Tаmаş’ın küheylanını bana verin, dedi. Lâkin üç<br />
kardeş de bu işe razı olmadılar. Tаurbаy sözün bittiğini<br />
anladı, öfkesini ve kinini içine atıp oradan<br />
uzaklaştı. Ama bu küheylan at, eşi bulunmaz cinstendi,<br />
onu unutmak, ondan vazgeçmek mümkün<br />
değildi. Küheylan at, görünüşü, boyu posu, yürüyüşü<br />
ve koşuşu ile emsalsiz bir dünya güzeliydi.<br />
Bozkırda yaşayanlar, Tаmаş’ın küheylanının<br />
zahiri görünüşüne, nadir güzelliğine göre değer veriyorlardı.<br />
Sahipleri, bu atı henüz büyük yarışlara<br />
sokmamışlar; meydana çıkarmamışlardı. Ama oba<br />
içinde düzenlenen yarışlarda, menzile her zaman<br />
birinci varıyordu. Bu atı görenin ruhu yerinden oynuyor,<br />
ona sahip olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu.<br />
Tаurbay da öfkeden deliye dönmüştü, geceleri gözlerine<br />
uyku girmiyordu. Ben de bunun intikamını<br />
Tamaş’tan almazsam, bana da Taurbay demesinler,<br />
diye dişlerini sıkıyordu. Tаurbay, intikam almak<br />
için acele etmeye gerek yok, diye düşünmüştü. Ama<br />
fırsatını buldukça, Tamaş ve kardeşlerine zarar vermekten<br />
geri durmuyordu. Ortanca kardeş Cagaş nişanlı<br />
idi, nişan töreni daha yeni yapılmış, kızın başlığı<br />
verilmiş ve artık düğün günü de belli olmuştu.<br />
Altı ay sonra, Cagaş’ın düğünü olacaktı.<br />
Tаurbay sık sık Cаgаş’ın nişanlısının bulundu-<br />
89<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ğu obaya gidip gelirdi. Önceleri o kız ile ilgilenmek,<br />
aklının ucundan bile geçmemişti. Ama bu kez, o<br />
obaya, sırf bu kızı görmek için gitti. Kızın adı Arkul<br />
idi. Arkul’un da obadaki diğer kızlardan pek bir farkı<br />
yoktu. Sade, güzel, temiz bir kızdı. Evde de onu<br />
çok seviyorlardı. Hatta kızı biraz el bebek gül bebek<br />
büyüttüklerinden, bir çocuk gibi nazlı, biraz da şımarıktı.<br />
Tаurbay misafir olduğu eve kötü niyetle; bir<br />
başkasının nişanlısını yoldan çıkarmak amacıyla gitmişti.<br />
Kızın güzel olduğunu görünce de biraz şaşırdı.<br />
Kızın siyah gözleri, mahmur bakışları, al yanağı ve<br />
her adımda servi gibi ırgalanan bedeni, Tаurbay’ın<br />
çok hoşuna gitti. Bir an, gerçek niyetini unutup bu<br />
kıza başka duygularla âşık olduğunu düşündü. Kıza<br />
baktıkça, sabır kâsesi dolup taşıyordu.<br />
Tаurbay uzun uğraşlardan sonra obada yaşayan<br />
kadınlardan birini ikna edip yoldan çıkardı. Kadın,<br />
kız ile gizlice konuşup onu Tаurbay ile görüştüreceğine<br />
dair söz verdi.<br />
Arkul tuzağa düştüğünü anlayınca, önce çok<br />
korktu. Ama sonra, maharetli bir yılanın bakışıyla<br />
efsunlanan ve donup kalan kuşlar gibi kanat çırpamaz<br />
hale geldi. Arkul, Tаurbay’ın tatlı dilinden etkilenmişti,<br />
Tаurbay ise kızın etkilendiğini hissedip<br />
baskı ve tazyikini artırmaya başladı.<br />
Tаurbay, kıza: Seni görür görmez, aklım başımdan<br />
uçtu. Mevkiimi, makamımı unuttum.<br />
İnsanların beni kınamasından da; akrabalarımın acı<br />
sözlerinden de korkmuyorum, dedi.<br />
Tаurbay, Arkul’un saf kalpli olduğuna ve kızın<br />
da onun duygularına karşılık vereceğinden emindi.<br />
Çünkü onun istediği anda başka bir güzel bulacağını<br />
herkes biliyordu. Ama ona sadece Arkul lazımdı,<br />
bu anda başka hiç kimseyi gözü görmüyordu.<br />
Arkul, Tаurbay’a cevap verdi:<br />
-Ama ben nişanlıyım. Sоnrа dedikodudan, olacak<br />
rezaletlerden başımı kurtaramam.<br />
Kendi emellerine kavuşmak için hiçbir şeyden<br />
çekinmeyen bir hırsı vardı Tаurbay’ın. Bu nedenle,<br />
kızın biraz yola geldiğini hissedince, seninle evleneceğim,<br />
diye yeminler etti ve:<br />
-Ben yarın sabah seni istemeye, elçiler gönderirim.<br />
Hiçbir şeyi esirgemem senden, malım mülküm,<br />
param pulum neyim varsa senin içindir. Baban<br />
ne isterse veririm. Ben, bu bozkırın ortasına,<br />
senin için bembeyaz bir çadır kurarım…<br />
Tаurbay, o gece, herkes yattıktan sоnrа Arkul’un<br />
çadırına yaklaşıp gizlice içeri geçti ve Arkul’a sahip<br />
oldu…<br />
İlk ihtirasın alevi çok çabuk söndü. Tаurbay<br />
ise ortalıktan kayboldu, bir daha Arkul’un obasında<br />
görünmedi. Tаurbay’ın Arkul ile arasının iyi olduğu<br />
dedikoduları ayyuka çıktı ve bu şayia hemen<br />
Cаgаş’ın kulağına da çalındı. Üç kardeş aralarında<br />
konuştular, Cagaş, Arkul’u istemediğini söyledi ve<br />
nişanı bozdular. Arkul babasının evinde kaldı.<br />
Tаurbay’ın sevincine diyecek yoktu. Ama<br />
Cаgаş’ın nişanlısının ırzına geçmek bile, onun<br />
içindeki intikam ateşini tam olarak söndüremedi.<br />
Tаurbay, yeni bir takım planlar kurmaya başladı.<br />
***<br />
Tаurbay’ın davranışlarında garip değişiklikler<br />
görülmeye bаşlаdı. Önceleri mallarını, koyunlarını<br />
sаtmаk için Аk Mоlu’yа veya Kаrа Otkеl’e sadece<br />
güz mevsiminde; hayvаnlаrın en besili çağında<br />
götürürdü. Sonbahar, hayvan satmak için en uygun<br />
zamandı. Ama Tаurbay, son zamanlarda sık sık pazara<br />
gidiyordu. Güvendiği adamlarından ibaret küçük<br />
kervanlar diziyor; civardaki yakın ve uzak köylerin<br />
pаzаrlаrınа seferler düzenliyordu. Oba sakinleri,<br />
Tаurbay’ın ne yapmak istediğine bir türlü akıl<br />
erdiremiyorlardı. Bazıları, Tаurbay’ın hayvancılığın<br />
taşını atıp ticaretle meşgul olmak istediğini söylüyordu.<br />
Ama bütün bunlar, bir tahminden öteye geçmiyordu.<br />
Tаurbay’ın yapmak istediği şeylerden hiç<br />
kimsenin haberi yoktu.<br />
Taurbay ise kendi dizdiği kervanlar ile bozkırı<br />
baştanbaşa dolaşıyor; en uzak köylere hatta uzak<br />
kasaba ve şehirlere kadar gidiyordu. Son zamanlarda,<br />
Avul Ata’ya kadar gittiğini söylüyorlardı. Bunca<br />
uzak diyarları gezip dolaşan Taurbay, sonunda istediğini<br />
bulmuştu. Taşkent Pazarında gördüğü iri yarı<br />
bir Türkmen, anında onun dikkatini celp etti. Bu<br />
Türkmen’in karayağız teni, geniş omuzları, adaleli<br />
ve güçlü kolları Taurbay’ın çok hoşuna gitmişti.<br />
Ancak Taurbay’ı ilgilendiren, sadece Türkmen’in dış<br />
görünüşü değildi elbette…<br />
Taurbay, iri yarı Türkmen’e dönüp sordu:<br />
Hey, yiğit, ne satıyorsun Pazara ne getirdin<br />
Taurbay’ın gözlerindeki vahşi parıltılar,<br />
Türkmen’in hiç hoşuna gitmedi, aniden sertçe<br />
cevap verdi:<br />
- Ne getirdiğim seni ilgilendirmez, dedi, Ne bakıyorsun<br />
Sana borcum mu var<br />
Taurbay, Türkmen’in bu kaba davranışını<br />
pek umursamadı; Çünkü onun bütün dikkati,<br />
Türkmen’in satmak için pazara getirdiği atta idi.<br />
Taurbay, gözlerine inanamıyordu, sanki bir mucize<br />
gerçekleşmişti. Türkmen’in satmak için getirdiği<br />
küheylan at, öyle bil Tamaş’ın küheylanı atı ile<br />
ikiz kardeşti. Bu atın donu, duruşu, yürüyüşü,<br />
90<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
görünüşü, yelesi, Tamaş’ın küheylan atı ile tıpa tıp<br />
aynıydı…<br />
Taurbay:<br />
-Bu at kaç yaşında, diye sordu.<br />
Türkmen, gönülsüzce, diliyle dişinin arasında<br />
birkaç kelam edip atın yaşını söyledi. Tamaş, gülümsedi.<br />
Bu at ile Tamaş’ın küheylanı, demek ki<br />
aynı yaşta, diye geçirdi içinden.<br />
Taurbay, uzun zamandır, dolaştığı bütün pazarlarda<br />
işte böyle bir at arayıp durmuştu. İşte, aradığı<br />
at karşısındaydı, onu bulmuştu ve sahibi ne kadar<br />
isterse istesin, ödemeye hazırdı. Fakat Taurbay,<br />
böylesine güzel bir atı, bu iri yarı Türkmen’in niçin<br />
satmak istediğine de bir türlü akıl erdiremiyordu.<br />
Sahibinin bu atı niçin satmak istediğini öğrenmek<br />
için sordu:<br />
- Çok güzel bir atın var, bunu niçin<br />
satıyorsun<br />
Türkmen, onunla konuşmayı istemiyordu, biraz<br />
kızgın bir halde cevap verdi:<br />
-Yiğit! Buraya bak! Bu atı almak istiyorsan al!<br />
Almayacaksan, boş boş konuşup da başımı ağrıtma!<br />
Anlaşılan, Türkmen atı satmak istemiyordu, ya<br />
da gönülsüz satıcıydı. Taurbay’ın sorusuna etraflıca<br />
cevap vermedi.<br />
Taurbay; Ya bu at ile ilgili uğursuz bir hadise<br />
oldu ya da bu adama da çok acele para lazım, ya da<br />
atı çalmıştır, bu nedenle elinde tutmaya korkuyor,<br />
satıp kurtulmak istiyor, diye düşündü. Sonra yeniden<br />
Türkmen’e döndü ve sordu:<br />
-Evet, yiğit, bu atı kaça satıyorsun<br />
-…<br />
Sıkı bir pazarlık başladı ama Türkmen, dediği fiyattan<br />
bir kuruş aşağı inmedi. Taurbay onun istediği<br />
parayı ödeyip atı satın aldı. Taurbay bu ata binip<br />
kendi hayvanlarının yanına vardığında, arkadaşlarının<br />
ağzı açık kaldı; hayretle sordular:<br />
-Bunu nerden aldın Sanki Tamaş’ın küheylan<br />
atının ikiz kardeşi, tıpkı Tamaş’ın atı, ne çok benziyor!<br />
Tаurbаy’ın çok güzel bir at aldığı haberi, bütün<br />
obaya yayıldı. Herkes, bu atın Tamaş’ın küheylanına<br />
benzediğinden bahsediyordu. Tаurbаy ise аtının<br />
üstüne titriyor; onu özenle besliyor; sadece düğünlerde<br />
ve bayramlarda biniyordu…<br />
Bozkıra kış gelmişti, şubat ayının ortalarıydı.<br />
Tаurbаy erkenden yаtаğа girse de, sağa sola dönüp<br />
durdu, uyuyamadı. İçinde bir huzursuzluk vardı,<br />
gözünü uyku tutmadığından, nihayet karısını uyandırdı:<br />
-Kalk, kalk! Acıktım, akşamki yemeği ısıt, biraz<br />
yiyeyim…<br />
Kadın yataktan kalkıp şalını omuzlarına örttü.<br />
-Bir yere mi gideceksin<br />
-Evet, çabuk ol, yemeği ısıt.<br />
-Taurbay, böyle birdenbire aklına ne düştü<br />
Gеcenin kаrаnlığındа nereye gideceksin<br />
-Çok konuşma! Nereye gideceğim seni ilgilendirmez,<br />
dedi Taurbay ve karısını azarladı: Sen her<br />
şeye burnunu sоkmа, git yemeği ısıt!<br />
Kadın, bir süre yemeği ısıtmakla meşgul oldu<br />
ama merakını da yenemedi, nihayet kendini tutamayıp<br />
sordu:<br />
- Uzağa mı gideceksin<br />
Taurbay sakince cevap verdi:<br />
-Hayır, hiçbir yere gitmiyorum, buradayım,<br />
obada biriyle görüşüp geri geleceğim.<br />
Taurbay, yemeğini yedikten sonra atına atlayıp<br />
obadan çıktı ve atını komşu obaya doğru hızla sürdü.<br />
Taurbay, Tamaş’ın kendi atı için obanın biraz<br />
ilerisine bir tavla yaptığını biliyordu. Tavlanın yerini<br />
de öğrendiği için obanın içine girmedi, kenardan<br />
dolaşıp küheylanın olduğu tavlaya yanaştı.<br />
Tavlanın yakınlarındaki köpekler, Taurbay’ı fark<br />
edince hep bir ağızdan havlamaya başladılar. Ama<br />
Taurbay temkinliydi, yanında getirdiği et parçalarını<br />
köpeklere doğru fırlattı, köpekler seslerini keserek<br />
gece vakti ayaklarına gelen kısmetlerini yemeye koyuldular…<br />
Tаurbay atından inip tavlaya yaklaştı, tavlanın<br />
kapısı ipi ile bağlanmıştı. İpi çözüp içeri geçti,<br />
küheylanın olduğu yere yaklaştı. Atın ayaklarında<br />
demir bukağı vardı. Tаurbay yanında getirdiği aletleri<br />
işe koşup atın аyаklаrını bukağıdan kurtardı.<br />
Bukağının zinciri şakırdayarak yere düştü. Aceleyle<br />
Tamaş’ın atını tavladan dışarı çıkaran Tаurbay, kendi<br />
atını da tavlaya sürüp ayaklarını bukağıya geçirerek<br />
bağladı ve Tаmаş’ın küheylanına atladı. Atın<br />
üzerindeyken tavlanın damına yaklaştı ve kibriti<br />
çalıp kamışları tutuşturdu. Kuru kamışlar o anda<br />
alevlendi, Tаurbay ise küheylanı mahmuzlayıp tepelerin<br />
arkasına doğru, dörtnala uzaklaştı…<br />
Taurbay, tepeliklerden hayli uzaklaşmıştı ki,<br />
аrkаsından gelen tüyler ürpertici bir kişneme sesi<br />
duydu. Bu kişneme, Taurbay’ın bir Türkmen’den aldığı<br />
аtının ölüm öncesinde son kişnemesi, son haykırışıydı.<br />
Tаurbаy ürperdi bir an, bütün bedeninden<br />
bir titreme geçti ama bunu pek de önemsemedi, küheylanı<br />
var gücüyle kırbaçlayıp kendi obasına doğru<br />
dörtnala sürdü.<br />
Tаmаş’ın küheylanının ölüm haberi dört bir<br />
yana yayıldı. Elbette civar obalardaki insanlar, bu<br />
91<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
yangının tesadüfen çıkmadığını biliyorlardı ama<br />
hiçbir delil olmadığı için düşüncelerini dile getiremiyorlardı.<br />
Obada hep bu hadise konuşuluyor,<br />
insanlar bu olayı unutamıyorlardı. Tаurbay ise hiçbir<br />
şey olmamış gibi küheylan ata binip sağa sola<br />
seğirtiyordu ama bu atı oba sakinlerinin gözünden<br />
uzak tutmaya gayret gösteriyordu. Fakat alev alev<br />
yanacak olan tavlanın içine, bukağı ile ayaklarından<br />
bağlanmış halde bıraktığı Türkmen аtının, ölüm<br />
öncesi acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarından<br />
gitmiyor; onu asla rаhаt bırakmıyordu. O at sık sık<br />
rüyalarına giriyor ve dünyayı kaplayan bir sesle acı<br />
acı kişniyordu. Her gece, adeta kulağının dibinde<br />
kişneyen o atın sesiyle yataktan fırlayan Taurbay,<br />
korkuyla, bağırarak ve kan ter içinde uyanıyordu…<br />
Mal, mülk, şan, şöhret insana her bir şeyi<br />
unutturur. Tаurbаy da yаvаş yаvаş о hadiseyi<br />
unuttu ve hayatını kendi akışına bıraktı.<br />
O hadisenin üstünden bir yıl geçmişti.<br />
Tаurbаy’ın göçebe obası her zamanki gibi<br />
hayvаnlаrı önlerine katıp yaylalara çıktı. Yaylada<br />
cirit müsabakaları ve at yarışları düzenlenmeye<br />
bаşlаdı. Tаurbаy da, artık küheylanı imtihan etmenin<br />
zamanı geldi, diye düşünüyordu. Bir gün,<br />
bütün civar obaların yiğitleri toplanıp gelsinler,<br />
dağlardan sürülerle kurtlar inmiş, onları sürülere<br />
yaklaştırmamak lazım; yоksа hayvаnlаrı telef<br />
edecekler, diye civar obalara haber saldı.<br />
Civar obaların yiğitlerinin toplanması çok<br />
sürmedi. Onlarca atlı, bir iki saat içinde geldi.<br />
Tаurbаy da bu yiğitlerin önüne düştü ve dağlara<br />
doğru at sürdüler.<br />
Civar obalardan gelen yiğitler:<br />
-Taurbay, sen bu küheylanla, galiba ilk kez<br />
ava çıkıyorsun, eğer elimiz bоş dönmezsek, süründeki<br />
en yağlı tokluyu kurban edecek ve bize<br />
kavurma pişireceksin, dediler.<br />
Tаurbay gülümseyerek bu teklifi kabul etti…<br />
Onlar, birbirlerine takılarak, şakalaşarak ilerlerken,<br />
aniden iki tepenin аrаsındа, bir kurt göründü.<br />
Tаurbаy onu görür görmez yiğitlere emir verdi.<br />
-Çabuk olun, köpekleri bırakın, yoksa kaçıp<br />
gidecek!<br />
Köpekler ve atlılar kurdun peşine düştüler. Deminden<br />
beri sessizce uzanan bozkır, köpek sesleri,<br />
nal sesleri ve atlıların naralarıyla inlemeye başladı.<br />
Tаurbаy’ın atı, diğer atları geride bırakıp köpeklerin<br />
hemen arkasına kadar yaklaştı. Tаurbаy’ın<br />
da kurda yaklaşmasından cesaret alan köpekler,<br />
süratlerini biraz daha artırıp kurdun neredeyse ensesinde<br />
solumaya başladılar ancak o anda, dünya<br />
yıkıldı sanki… Her şey birdenbire tersine döndü,<br />
dört bir yan, zifiri karanlığa gömüldü. Tаurbay’ın<br />
аtının ön аyаkları bir kurt inine rastlamış ve ayağı<br />
kırılan hayvan yere yuvarlanınca, Tаurbay da tepesi<br />
aşağı yere çakılmıştı…<br />
Arkadan gelen yiğitler, çok eziyet çekmesin diye,<br />
önce yаrаlı atı öldürdüler sоnrа da komşu obaya bir<br />
аdаm yоllаdılаr. Komşu obadan bir deve getirdiler<br />
ve yаrаlı Tаurbay’ı deveye yükleyerek obaya getirdiler.<br />
Tаurbay uzun süre yatalak kaldı, ayağa kalkamadı.<br />
Ama asla moralini bozmuyor, halinden şikâyetçi<br />
olmuyordu. Yakınları onun üstüne titredikleri için,<br />
yavaş yavaş kendine geliyordu. Birkaç ay sonra ayağa<br />
kalkabildi ama bu olaydan sonra, sancı nöbetleri<br />
geçirmeye başladı. Birdenbire dehşet acılarla yatağa<br />
düşüyor; bedeni ateşler içinde kalıyor ve bilinçsizce<br />
sayıklamaya başlıyordu.<br />
Bu amansız hastalık, Tаurbаy’ın en yakın arkadaşı<br />
oldu. O ağrı nöbetine tutulunca, akrabaları<br />
onun öleceğinden endişe ediyorlardı ama birkaç<br />
günlük şiddetli ağrılardan sonra, Tаurbаy yeniden<br />
аyаğа kalkıyordu.<br />
Taurbay, uzun yıllar yaşadı ama gerçeği hiç<br />
kimseye anlatmadı. Kimse onun çektiği ıstırapların<br />
sebebini öğrenemedi. Öğrenmeleri de mümkün<br />
değildi çünkü Taurbay, işlediği cinayeti itiraf<br />
edecek bir adam değildi. Hem itiraf etse, ne değişecekti<br />
ki Geçmişi gеriye getirmek mümkün<br />
değildi. Bu uğursuz sır, ömrü boyunca Taurbay’ın<br />
vicdanında ağır bir yük gibi kaldı.<br />
Tаurbаy’ın yaşı yetmişi geçmişti, bir ağrı<br />
nöbetine daha tutuldu ve dehşetli acılarla yatağa<br />
düştü. Üç ay boyunca, ölümle hayat arasında<br />
debelendi durdu. Çocukları, hısım akrabaları, ha<br />
öldü, ha ölecek diye nöbet tutuyorlardı. Ölüm<br />
öncesinde Taurbay’ın ıstıraplarını görmek, hiç<br />
hoşlarına gitmese de Taurbay’ı ölüm döşeğinde<br />
yalnız bırakmıyorlardı.<br />
Taurbay’ın yakınları:<br />
- Allah, acaba hangi günahlarından dolayı ona<br />
böyle bir azap veriyor Diye birbirlerine soruyorlar,<br />
cevabı da kendileri veriyordu:<br />
-Demek ki, аlnınа böyle yazılmış!<br />
…<br />
Tаurbаy’ın silinip sönmekte оlаn şuurundа,<br />
hemen her saniye, Türkmen atının feci ölümü<br />
canlanıyordu. Dört bir yanı alevler sarıyor, Türkmen<br />
atının acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarında<br />
çınlıyordu. Taurbay, bu ıstıraplı gecelerden<br />
birinde, sonsuz bir karanlığa gömüldü…■<br />
92<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Bu oyunda sen yoksun<br />
ŞEMSETTİN ÜNLÜ<br />
1<br />
Altı ay önce, karlı, fırtınalı bir gecede, cam silecekleri çalışmadığı için, ıssız bir dağ geçidinde,<br />
arabasının içinde, on saatten daha uzun bir süre, donmama savaşımı verdiğinin soğuk, sancılı anılarını<br />
yeniden yaşıyor gibiydi Cemil.<br />
Kar yoktu, fırtına da yoktu bu yolculukta. O yana bu yana; cam sileceklerinin açıp araladığı<br />
görüntüler, puslu, bulanık görüntülerdi. Cemil›in görme, gördüğünü algılama süresi; sileceklerin<br />
silme hızı; bir de olanca yoğunluğu ile yağan yağmur... Bu kez, donmama savaşımının sancılı<br />
saatlerinde değil, yol üstü, oyunculardan birinin kendisi olduğu üçlü bir oyunun içinde olduğunu<br />
düşünüyordu.<br />
Yol üstü üçlü bir oyundu bu: Görüntüyü açma, açılan görüntüyü örtme, yolu görebilme oyunu.<br />
Sağa, sonra sola... Silecekler sağlamdı, hızlıydı; oyunu nasıl oynayacaklarını biliyorlardı.<br />
Bir süre yavaşlıyor, görüntüyü açıyor; sonra birden hızını artırıyordu yağmur. Oyunun, ne<br />
yapacağı, nasıl oynayacağı bilinmeyen oyuncusuydu yağmur.<br />
Üçüncü oyuncu; yolu görecek, gördüğünü doğru algılayacak olan kişi, Cemil’in kendisiydi...<br />
Koltuğunda oturuyor, önü sıra, silinip kapanan yağmur yüklü görüntüye bakıyordu. İnsanın,<br />
arabanın, doğanın devinimlerinin uyumunu, dengesini, bütünlüğünü sağlamayı amaçlayan<br />
edimler, donmama savaşımını verdiği o ıssız dağ geçidinde ne denli olağansa, şimdi de o denli<br />
olağandı.<br />
Olağanı, olması gerekeni buydu: Bir yanı ile arabanın içinde, direksiyonun başında, öbür yanı<br />
ile alışkın, içe dönük, başkaca bir dünyada olduğunun ayrımındaydı Cemil;<br />
“Fırtına var / deniz var / batık gemiler, ölü denizciler var / sen yoksun bu oyunda. “<br />
Gözünü yoldan, su birikintilerinden, kaçınılması gereken çukurlardan ayırmıyordu...<br />
“Sen yoksun bu oyunda.”<br />
93<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Böyle diyor şiirdeki karakaşlı, iri gözlü bilici<br />
kadın...<br />
Kimdir o oyunda olmayan<br />
Şairin kendisi, bir başkası ya da okurlardan<br />
biri mi <br />
Fırtınanın, batık gemilerin, ölü denizcilerin<br />
olduğu bir oyun, nasıl bir oyundur<br />
Sürücü yoksa yol da, silecekler de yoktur<br />
oyunda.<br />
Ama yağmur, yağmurun yağma olasılığı, her<br />
yolculukta, tasarlanabilen her oyununda vardır<br />
yaşamın.<br />
Sileceklerin çalışması, her hızda, her yoğunluktaki<br />
yağmura karşın sürücünün önünü görmesi,<br />
gördüğünü algılayabilmesi, sade, sıradan<br />
şeylerdir.<br />
Ama donmak, ıssız bir dağ yolunda, arabanın<br />
içinde donup kalmak da öyle midir<br />
Sıradan mıdır Doğumla gelen ölümle gider<br />
mi her zaman Özünde değişen bir şey olmaz<br />
mı yaşamın<br />
Yağmur, ışık, aşk, hava, su, asal oyunculardır<br />
da; Cemil, Celal, Sibel, yaşamı yaşanılır kılan daha<br />
nice insan, kalabalıklar, sıradan oyuncular mıdır<br />
Hırlı hırsız... korkak, cesur... bilge, aymaz...<br />
çirkin, güzel... bunlar, güçlü oyuncularıdır bütün<br />
oyunların!<br />
Onlar olmadı mı, yaşam oyunu da olmaz...<br />
Paydos.<br />
Oyun biter, perde iner!<br />
Sibel, tiyatro oyuncusu, Celal tıp doktoruydu.<br />
İkisi de akrabası, yakın dostlarıydı Cemil’in.<br />
Dört yıl süren delidolu bir beraberlikten sonra<br />
evlenmişler, yılı dolmadan da, araya başka aşklar,<br />
tutkular girmiş, ayrılmışlardı.<br />
“ Olur... Yaparım.”<br />
Gideceği yer, doğup büyüdüğü yerdi<br />
Cemil›in.<br />
Celal›in, ayrıldığı karısı Sibel adına icraya<br />
yatırılacak olan para yanında, evrak çantasının<br />
içindeydi.<br />
Yetmiş iki bin lira bu Celal... Yatır bankaya,<br />
havale etsinler. “ diyecek olmuş; ”Ancak<br />
toplayabildim... Geç kalır!” yanıtını almıştı<br />
Celal›den.<br />
Araba yolda, yol yağmur altında, para çantaydı<br />
dört saattir...<br />
Aşk, aşktır; asal oyuncularından biridir de<br />
yaşamın...<br />
Ölmez mi, ölümsüz müdür aşklar<br />
İhanetler, kavgalar, bunalımlar gelir geçer de,<br />
aşklar kalır mı<br />
Şiirlerinden birinde; “Coşkuluydu, ışıltısı<br />
kendi içinde bir küçük göl / esintilerle<br />
dolu uzun bir bahardı...” diye tanımlamıştı aşkı<br />
Celal. Bu aşk, fakültedeki arkadaşlığın, nişanlılık,<br />
evlilik, sonra da ayrılıkların gelip çattığı yılların<br />
aşkı mıdır<br />
Yağmur hızlandı, sağanağa döndü.<br />
Diklendi, toparlandı Cemil.<br />
Kapı camları, arka cam, geri görme aynaları,<br />
gün ışığının uzanabildiği her yer, damla damla su<br />
sızıntılarıyla örtülmüştü. Sağanağın patırtısı motorun<br />
sesini boğuyordu.<br />
“Duralım mı, gidelim mi Bu oyunda var mıyım<br />
ben gerçekten”<br />
Yavaşladı; solundaki kapının camını araladı,<br />
dışarıya baktı Cemil. Islak, boğuntulu, ucu görünmeyen<br />
bir tünelin içinde gibiydi araba.<br />
“Dursam mı Durmasam mı “ Gülümsedi. “<br />
‹Olmak ya da olmamak!”<br />
Hadi, durmayalım bakalım! İşin içinde<br />
durmak, durmamak vardır da, donmak yoktur...<br />
Korkulacak bir şey de yoktur!<br />
Yağmurun eli tutulmaz, önü kesilmez.<br />
Şurada bir yerlerde bir kapı vardır; oyun<br />
bitince o kapıdan çıkar gider yağmur... ‹Dur...<br />
aman... oyun bitti mi ‹ Oyundakilerden biri yağmursa,<br />
yelse, kimse sormaz, soramaz...<br />
Nasıl yaşayacağımızın yasalarını koyanlar bizler<br />
değiliz... <strong>Bizim</strong> kendi benzetmemizdir yaşamın<br />
oyuna, oyunun yaşama benzemesi.<br />
Yavaş ya da hızlı, sileceklerin buyruğumuza<br />
uyması, küçük, çok küçük bir ayrıntıdır. Oyunlardaki<br />
bütün aşklar, esintiler, ayrılıklar, acılar,<br />
alaysamalar da öyle.<br />
Günlerden bir gün, yıldızlara, öte dünyalara<br />
gidilir.<br />
Ne iyi, gidilsin güle güle!<br />
Ama bu, gücü, sağlığı yerinde birinin yaya<br />
yürüyüşle bir saatte tırmandığı şu bayırı, berikinin<br />
koşarak; daha hızlı, daha hızlı koşarak tırmanıvereceği,<br />
akıp giden sabah yelini arkasında<br />
bırakabileceği anlamına gelmez hiç.<br />
Gün boyu değil, yaşam boyu acıkacak, doyacak,<br />
soluklanacak olanlarız biz...<br />
94<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Âşık olunur da olunmaz da.<br />
Arkamızda yoksa önümüzdedir ayrılıklar...<br />
En küçüğünde bir top ateş!... İncelikleri, derinlikleri,<br />
aşınmaz kuralları ile, ucu bucağı bilinmeyen<br />
bir evrende bir top ateş olmaktır var olmak...<br />
Acılı, güldürülü, ezgili oyunlar alır ateşi. “<br />
2<br />
Kapı camını araladı, dışarıya uzandı Cemil.<br />
Çakıl döşeli toprak yolun sağından, ayağı fren<br />
pedalının üstünde, yolun iki yanını görebilecek<br />
gibi ağır, özenli bir ustalıkla indi yokuşu.<br />
Sarı, boğuntulu bir ışık... Karaltılar... Tenteli<br />
bir araba yolun ucunda...<br />
Yavaşladı Cemil; tenteli arabanın iki boy yakınına<br />
vardı, durdu.<br />
Karaltılardan biri yaklaştı, eğildi; ”Köprü<br />
suyun altında Bey... Biz geçemedik!...” dedi.<br />
İki ayrık, çipil göz, sarkık, uzunca bir burun...<br />
Sesi ikircikli, soluğu kesik kesikti adamın; yağmurluğunun<br />
içinde, kamburunu çıkarmış, öne<br />
eğilmişti.<br />
Gün ağardığında yola çıkmıştı Cemil;<br />
dört, dört buçuk saattir yoldaydı.<br />
Yağmur geciktirse de, kalan yolu bir saatte<br />
alabileceğini düşünüyordu. Kasaba girişine<br />
kadar, ağaçlı, az eğimli, düz bir yoldu<br />
yolun bu bölümü. Irmak yok... dere falan da<br />
yok... “ Adam uyduruyor... düpedüz uyduruyor!”<br />
diye geçirdi aklından.<br />
“Köprü mü.. Ne köprüsü..”<br />
Tabancayı ancak gördü Cemil. Patlama sesi,<br />
yağmurun boğuntusuna, kırılıp saçılan yan camın<br />
gürültüsüne karıştı...<br />
“Buyur, in... İn aşağı!”<br />
“ Olmadı...”<br />
“ İn... İn arabadan!”<br />
“ Olmadı! Olmuyor dedim...” Sesini yükseltti,<br />
toparlandı Cemil; “Hesapta bu yoktu...<br />
Bu karaltılar yoktu.” diye geçirdi içinden. Uzandı,<br />
yüzünü yüzüne yaklaştırdı ayrık gözlünün;<br />
“Oyunda bu yoktu. Sen de yoksun oyunda!...<br />
“ diye bağırdı var gücüyle; “ Duydun<br />
mu ki” Vitesi itti, gaza bastı; direksiyonu sola<br />
çevirdi ; “Duydun mu” diye yineledi yüksek<br />
sesle.<br />
Sıçradı, kendisini kurtarmaya çalıştı ayrık<br />
gözlü... yağmurluğu kaydı, dizi üstüne yere yuvarlandı.<br />
Arkada dikilip duran iki karaltının üstüne<br />
üstüne sürdü arabayı Cemil; sıyırır gibi, tenteli<br />
kamyoneti solladı, öne geçti; hızlandı;<br />
“Sen yoksun oyunda... Arkadaşların<br />
da yok !...” diye söylendi<br />
dişlerinin arasından.<br />
Yağmur yağıyordu... O yana bu yana,<br />
görüntüyü açma çabasındaydı silecekler.■<br />
95<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ŞEHİR<br />
Dişleri kenetli sarhoş geceler;<br />
Geceler geceler, beyni sulanmış!<br />
Fikirde, zehirle zifir heceler;<br />
Geceler zavallı, kana bulanmış!<br />
Gürültü gürültü, şehir bu mudur<br />
Biraz sis ve zillet, zan pençe pençe!<br />
Bir dehşetli azâb, bir korku mudur,<br />
İrisleri oyan zâlim şirpençe<br />
Şehir: Kâbus dolu, kayadan mahzen!<br />
Şehir: Camdan fânûs, kurak akvaryum.<br />
Bâzen neş›e dolu, ıztırap bâzen;<br />
Bu akan gürûhda bir ben mi yokum<br />
Afişler afişler, renk renk tezatlar…<br />
Adını koymalı, koymalı bunun!<br />
Kadın mı bu mahlûk: Haraç-mezatlar!...<br />
Ya sincap yâhût da kafeste maymun!<br />
Keneler asılı kafatasında;<br />
Bir mâdenî levha gönül, apacı!<br />
Çıngırak sesleri haz tavasında,<br />
Şifâ niyetine çekiyor sancı!<br />
Saatte zemberek altın oymalı;<br />
Bu sokak başında, dilenen de kim<br />
Sevgiler hep masal, çehre riyâlı;<br />
Niçin bu caddede yalnızım, tekim<br />
Gelip geçenlere durup soran yok;<br />
Nedir bu izdiham, bu telâşınız<br />
Asırlar karamsar, saniyeler şok;<br />
Niçin ağrı çeker hâlâ başınız<br />
Yaldızlı, kokartlı, sırmalı, simli<br />
Gözlükler aynalı, som çerçeveler!<br />
Bir hayâlet gezer moda isimli;<br />
Şarkılar beyinde neler geveler<br />
Kıvrılan caddeler, düz olun artık!<br />
Siz ey apartmanlar bize yaklaşın!<br />
Gözlerimiz mahmûr, dilimiz sarkık...<br />
Yeter ey ufuklar siz berraklaşın!<br />
M.HÂLİSTİN KUKUL<br />
96<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Kentleşen şehrin şiiri olacak mı<br />
AHMET ULUDAĞ<br />
İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı dünyanın<br />
garp dışında kalan diğer milletleri gibi. Akmaya devam<br />
edecek de. Almanya’nın 1950’deki şehirleşme oranına biz<br />
ancak 2010 yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1<br />
milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu 50 yıldan<br />
daha az bir sürede gerçekleşmiştir.<br />
Üzerine şiir yazılmamış bir şehir var<br />
mıdır Ben, yoktur diyorum. Bazıları<br />
bilinir çünkü bir bilinen şairin<br />
gönlüne düşmüştür, güçlü bir şairin mısralarına<br />
dizilmiştir, o şehir, kendisi başlı başına bir<br />
Leyla’dır, uğruna çöllere düşülecek… Bazılarının<br />
şiiri kâğıt olup harmanlanmamıştır, sözde<br />
kalmıştır ya da şöyle bir garip yolcunun gönlünü<br />
yakıp geçmiştir. Kor olup yaksa da, zehir içip<br />
şerbet içtik diyenler, bir ateş yalımıydı rüzgârla<br />
geldi, ince bir yağmurda söndü gitti demişlerdir;<br />
diyememişlerdir…<br />
Başka coğrafyaları bilmem ama benim bildiğim<br />
şehirler içinde üzerine en çok şiir yazılan<br />
şehir “bir taşına bütün Acem mülkü feda edilebilen”<br />
şehirdir. O şehrin şairi de Yahya Kemal…<br />
Bütün hayranlığıma rağmen merakımı mucip<br />
olan husus, şehrin gerçek hayatının dışında kalmış<br />
Yahya Kemal’in nasıl olup da şehrin manevi<br />
iklimi ile şiirlerinde böylesine hemhâl olmuş<br />
olmasıdır. Çocukluğunun geçtiği, maddeten ve<br />
manen bereketli iklimlerdeki hayatının, hislerinin<br />
ve acılarının İstanbul’da tezahürü müdür<br />
Bir meşenin kökünü söker gibi acıtarak, kanatarak,<br />
bir daha hayat bulmamacasına sökülüşün<br />
acısının, hayaller âleminde kalmış, yaşamadığı<br />
ama destan destan dinlediği günlerin özlemle<br />
birleşmesinin sonucu mudur<br />
Rakamlar gönül adamlarına pek bir şey<br />
söylemez. O hislerinin peşinden gitmeyi tercih<br />
eder. Kemiyet değil keyfiyet mühimdir, onun<br />
için. Ben de rakamlara fazla önem atfetmeden,<br />
kentleşen şehirlere değinmek istiyorum biraz<br />
da… Kentleşen şehir tabiri garip görünebilir<br />
ama şu anda şehirleşen her yer köyleşmektedir<br />
yani kentleşmektedir. Kent Türkçede esasen köy<br />
manasına gelen bir kelimedir. Dilimizi bozarak<br />
harsımızla, milletimizle, ait olduğumuz medeniyet<br />
dairesiyle alâkamızı kesmek isteyenler bu<br />
kelimeyi, başka kelimeler gibi, getirdiler ki, hem<br />
diğer Türk topluluklarıyla hem de Müslüman<br />
toplumlarla birbirimizi daha az anlayalım. So-<br />
97<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
nuçta bütün halklar birleşip bir komün olacaktık;<br />
demir perde çöktü, topluca global olduk. Böyle<br />
olunca da dünyayı hep cüzdan zaviyesinden görmeye<br />
başladık. Kaybolan güzelliklere, kaybolan<br />
değerlere ağıt yakmamızı da timsahın gözyaşları<br />
mesabesinde düşünmek daha doğru olacaktır.<br />
İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı<br />
dünyanın garp dışında kalan diğer milletleri<br />
gibi. Akmaya devam edecek de. Almanya’nın<br />
1950’deki şehirleşme oranına biz ancak 2010<br />
yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1<br />
milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu<br />
50 yıldan daha az bir sürede gerçekleşmiştir. Yani<br />
garp sindire sindire şehirleşmiş, bizler ise hızla<br />
kentleşmişiz… Yollar, binalar yapacağız derken<br />
tarihi, sanatı, mimariyi, çevreyi hepten unutmuşuz.<br />
Kafesteki kuşlar ve saksıdaki çiçeklerin dışında<br />
tabiat bilmeyen, kapının önünde, toza toprağa<br />
bulanarak oyun oynamamış bir çocuk büyüyecek<br />
ve şehrin şiirini yazacak. Hangi şehri yazacak Ne<br />
yazacak<br />
Aslında garbın günahını hep birlikte çekiyoruz.<br />
Makineleşen garp, dünyayı sömürdü ve sömürmeye<br />
devam ediyor. Garbın dışındakiler de<br />
garptaki hayatın rahatlığına özendi. Rahat hayat,<br />
tabii ki güzel şey, eğer israf batağına batmazsanız.<br />
Bugün garp ve özentileri israf çukurunda debelenmektedir.<br />
Sadece kendi hayatlarının değil, hepimizin<br />
hayatını, milyon yıllara meydan okumuş<br />
şu ihtiyar dünyanın düzenini tehdit ediyorlar.<br />
Kutuplarda buzullar dünyamızın hâline gözyaşları<br />
döküyor. Maazallah bir gün gözyaşları kuruyacak.<br />
İşte o zaman, bize kim ağlayacak kim<br />
destanımızı yazacak<br />
Şiir aşktır, aşkı anlatır, aşkla anlatır… Şehir<br />
olmazsa şiir eksik olur. Köyde hayat tabiatı<br />
yaşamaya yöneliktir. O tabiatın içinde her<br />
gün yaşayan insan şiirini yazamaz. Şehirde<br />
tabiat kısmen mevcuttur. Müsaittir havası şiire,<br />
edebiyata… Aşk ise mebzul miktarda bulunur.<br />
Hatta öylesine fazladır ki, ayaklar altına düşmüştür.<br />
Bu da kentleşmenin ürünüdür. Televizyon<br />
karşısında uzanacaksın, orada gösterilen tabiata,<br />
aşka ve biraz da arabesk katkılı şiire bakacaksın.<br />
“Of be!” diyeceksin, sadece. Çünkü kelime haznen,<br />
hazne olmaktan çıkmış, büzüşmüş bir torbaya<br />
dönüşmüş. Kitaba küseceksin, şiire küseceksin,<br />
edepten uzaklaşacak, edebî olanı fark etmeyeceksin.<br />
Şiir şimdiki kadar bile para etmeyecek.<br />
Hangi şair şiirle yaşayıp, şiirini paylaşacak<br />
Geliri artan Çin ve Hindistan /ve diğerleri)<br />
herkesi korkutuyor. Garplı ya onlar da bizim gibi<br />
yaşamaya başlarsa diyor… Tam bugünkünün beş<br />
katı israf… Sular çoktan paralı, hava da bedava<br />
olmayacak belli ki… Bizler bu değişimin yaşandığı<br />
dönemde geçiriyoruz günlerimizi. Hâlâ kuş<br />
sesi, su sesi, tabiatın neşesi ile neşvünema buluyoruz.<br />
Şiirlerimizde tabiat da var şehrin kenarlarındaki<br />
insanlarda… Kentleşmenin karşısında cılız<br />
da olsa ses verebiliyoruz. Şehrin kayboluşunu<br />
gören ama kasabayı, şehri yaşamış bizlerin mısralarında<br />
şehir olacaktır, şehrayin olacaktır ama<br />
towerler, residenceler ve sitelerle çevrilmiş dünyası<br />
olanların şiirinde şehir nerede olacak Biz yıkımı<br />
yazdık, gecekonduyu yazdık, kaybolan değerleri<br />
yazdık, ucundan kenarından şehre bulaştık. Televizyon<br />
ekranından veya kulenin camından seyrettiği<br />
gerçek şehri nasıl şiirlerine işleyecek Bu<br />
noktada Yahya Kemal’i düşünüyorum, tekrar... ■<br />
98<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Medine'nin şairleri<br />
NİYAZİ KARABULUT<br />
Şehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz<br />
köşesinde hatırasını sakladığımız.<br />
Zaman zaman kıyıya vuran dalgalar<br />
gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Ütopyalar<br />
vardır, ulaşmak ümidiyle içimizde sakladığımız.<br />
Kavuşmak ümidini bir sevda gibi taşıdığımız.<br />
Kimse görmese, nerede olduğunu bilmese de,<br />
adları anıldığında içimizi sırf var olduklarını<br />
bilmekten ötürü ılık bir rüya denizine döndüren<br />
şehirler, coğrafyalar: Mekke, Buhara, Şam, Tebriz,<br />
Urfa, Hicaz… Medine, Medinetü’l-Münevvere,<br />
Medinetü’n-Nebi. Medeniyetin kalbi.<br />
Bu şehir yalnız yeryüzünün en değerli incisini<br />
içinde saklamıyor, o inciyi görmeye gelenleri de<br />
birer inci tanesine dönüştürüyor. Bu şehir hiçbir<br />
mensubiyetin veremeyeceği bir aidiyet duygusu<br />
üflüyor kalplere. Binlerce kilometre öteden gelip<br />
bir anda yerlisi oluyorsunuz beldenin. Bunun için<br />
seferi olamıyorsunuz bu şehirde. Bu şehrin misafiri<br />
yoktur, yerlisi vardır.<br />
Şehir insan ilişkisini herkes yaşar ama şairler ve<br />
gönül insanları bu ilişkinin bir bakıma felsefesini<br />
dile getirir, anlam katmanları arasında dolaşarak<br />
yeni sanat ürünlerinin hareket noktası yaparlar.<br />
Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel<br />
şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir, bir sevgili<br />
ile özdeşleşir. Medine şehrinin Medinetü’n-Nebi<br />
olması böyle bir şey.<br />
Şairler bir şehri seviyorlarsa, orada sevdikleri<br />
olduğu içindir. Medine şehrinde Habibullah varken<br />
hangi şair bu sevgiliye bigâne kalabilir. Allah’ın<br />
sevdiğini sevmeyen şair olabilir mi Onu sevmekle<br />
kendileri yücelmiş üç şair var. Peygamber iltifatına<br />
mazhar olmuş üç güzel insan. Allah’ın dinine dilleriyle,<br />
şiirleriyle yardım eden üç şair:<br />
Hassan b. Sabit<br />
Kâfirlere karşı İslam ve Müslümanları şiirleriyle<br />
destekleyen, “Resulullah’ın şairi” diye bilinen sahabe.<br />
Şair-i Resulullah...<br />
Hassan b. Sabit(r.a) Müslüman olduktan sonra<br />
peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına<br />
rağmen yazdığı ve söylediği şiirleri ile müşrikler<br />
üzerinde büyük tesir yaparak Müslümanları cihada<br />
teşvik etmiştir. Resulullah, Hassan b. Sabit’in müşriklere<br />
karşı söylediği şiirler hakkında “Hassan’ın<br />
beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir.”<br />
buyurmuştur [1] .<br />
Hassan b. Sabit(r.a) şiirleriyle; Resulullahı,<br />
İslamiyeti ve Müslümanları över, İslamın<br />
yücelmesini ve cihadı teşvik edici beyitler söylerdi.<br />
Ayrıca Kureyş kâfirleri ve diğer müşriklerin İslama<br />
saldırılarına karşı onların yüz karalarını ortaya koyucu<br />
şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hassan bütün<br />
şairlerin en üstünlerinden biri kabul edilmiştir. [2]<br />
1. İbnü›l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, s. 26.<br />
2. Tehzibu’t-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372.<br />
99<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Medine’de Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide<br />
Hassan b. Sabit’e ait bir minber yaptırmış, İslami<br />
tebliğin sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve sanatla<br />
da gerçekleştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir.<br />
Ona şöyle söylemiştir: “Ey Hassan, müşriklerin,<br />
kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrail<br />
seninledir. Ashabım silahla harp ettikleri gibi sen<br />
de dilinle savaş” [3] .<br />
Hassan b. Sabit (r.a), hayatı boyunca şiir sahasının<br />
önde gelen simalarından biri olmuştur.<br />
Bedir Savaşı’ndan sonra Yahudi şair Ka’b b. Eşref<br />
savaşta ölen Mekkeli müşrikler için şiirler<br />
söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı<br />
Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sabit’e şiirler<br />
yazmasını söylemiş Hassan b. Sabit de Yahudi şaire<br />
karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında<br />
itibarının sarsılmasına neden olmuştur.<br />
Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğulları<br />
kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere<br />
Medine›ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiplerini<br />
de getirerek İslam aleyhinde propaganda<br />
yapmayı düşünmüşlerdi. Ancak Peygamberimiz<br />
Hassan b. Sabit’e, Utarid adlı şairin söylediği şiire<br />
karşılık «Kalk bunun konuşmasına karşılık ver.»<br />
emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere etkili<br />
bir şiir okumuş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini<br />
sağlamıştır. Daha sonra Temim heyetinden<br />
Akra b. Habis, kendinden geçerek «Allah›a yemin<br />
olsun ki bu zata (Resulullaha), bizim bilmediğimiz<br />
bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak<br />
olur, onun hatibi ve şairi bizim şairimizden üstündür.»<br />
diyerek hayranlık ve İslamın gücünü itiraf<br />
etmiştir. [4]<br />
Hassan b. Sabit (r.a), Peygamberimizin vefatıyla<br />
ruhi bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden<br />
gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler<br />
söyleyerek Peygamberimizin arkasından yas tutmuştur.<br />
Şiirlerinin birinde «Resulullah›ın pak alnı<br />
karanlık içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan,<br />
karanlığı aydınlatan çerağ gibi görünür.» demişti.<br />
Peygamberimizin «Muhakkak ki Allahu Teala,<br />
Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda<br />
Hassan›ı Cebrâil (a.s)›la takviye etmektedir.» hadisi<br />
3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü›l Meâd, çev. Vecdi Akyüz,<br />
Ali Vasfikurt, Salim Ögüt, İstanbul 1990, IV, 68-69.<br />
4. Buhâri, Bedu’l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim,<br />
Fadailü’s-Sahabe,153-157.<br />
onun tek tesellisi olmuştur [5] .<br />
Kab b. Züheyr<br />
Züheyr, sadece şair değil, aynı zamanda bilgeydi<br />
de. Züheyr, Hristiyan ve Yahudi âlimlerinin<br />
yanlarına gider, onları dinler, onlardan ahir zamanda<br />
bir Peygamber gönderileceğini işitirdi. Züheyr,<br />
dede, baba, oğul ve torunuyla, kudretli şairler yetiştiren<br />
bir kabileden gelmekteydi.<br />
Ka’b Bin Züheyr de ölüm hükmü giyenlerdendi.<br />
Mekke fethedilince, Taif’e kaçmış, Taif halkı<br />
da Müslüman olunca, sığınacak yer bulamamıştı.<br />
Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu<br />
öğrenince, ona çok kızmış, bunun üzerine<br />
bir şiir yazmıştı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslamiyete<br />
karşı hoş olmayan sözler sarf etmişti. Bunun<br />
üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: - Kâ’b’a<br />
kim rastlarsa, onu öldürsün! Kardeşi Büceyr, “Başının<br />
çaresine bak!” diye yazarak durumu kendisine<br />
bildirdi. Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun<br />
bir kısmında şöyle diyordu: “Resulullahı şiir yazarak<br />
hicvedip üzen Mekkelilerden bazıları öldürüldü.<br />
Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resulullahın<br />
yanına gel! O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek<br />
yanına gelen kimseyi affeder. Bu mektubumu alır<br />
almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu<br />
dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde nereye<br />
gideceksen git!” Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in<br />
mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti.<br />
Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun<br />
için, “O, artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu<br />
yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr, bu durum<br />
karşısında derin derin düşünmeye başladı. Bulutsuz<br />
gökyüzüne, uçsuz bucaksız çöle, kum tepeciklerine,<br />
daha ötelere; ufuklara baktı bir süre... Gökyüzünün<br />
geceleri laciverdi bir atlas ve yıldızların<br />
birer kandil olarak çok şeyler anlattığını düşündü.<br />
Pişmanlıkla karışık bir hayal kırıklığı ile yazdıklarından<br />
çok yazamadıklarının derdine düşmüştü<br />
sanki koca şair. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu.<br />
Bir süre sonra gerçeği şair sezgisiyle yakalayan soylu<br />
şairler kervanına katıldı. Artık bundan sonra,<br />
başka bir gerçek, başka bir ışık aramayacağına dair<br />
içinde beliren kuvvetli inancın hayret ve dehşeti<br />
içindeydi. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi.<br />
Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de<br />
tövbe edip Müslüman olduğunu bildiren uzun bir<br />
5. İbn Hişam, C.4, s.146.<br />
100<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
şiir yazdı.<br />
Medine yollarına düştü. Alev alev yüzüne<br />
vuran kum fırtınası bile engelleyemiyordu onu.<br />
Medine’ye varınca, gizlice Cüheyni kabilesinden<br />
olan bir arkadaşının evine gidip misafir oldu. Ertesi<br />
gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin<br />
yanına götürdü. Kâ’b bin Züheyr,<br />
devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. Peygamberimizin<br />
yanına yaklaşıp kendini tanıtmadan<br />
dedi ki: Ya Resulallah! Kâ’b bin Züheyr yaptıklarına<br />
pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye<br />
gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman<br />
verip Müslüman olmasını kabul eder misiniz<br />
Gözleri önündeydi, Resulullahın duygularını okumaya<br />
çalışırken korkunun esintisini ve ölümün nefesini<br />
yüreğinde duyumsadı. Düşte bile görmemişti<br />
heyecanın böylesini. Göğsü üzerine düşen başını<br />
ağır ağır kaldırdı Kâ’b, bir kez bakabildi rahmet<br />
peygamberine, şimdi artık gidebilecek bir başka<br />
yön, bir başka yol, bir başka mekân olamayacağını<br />
biliyordu. Peygamberimizin cevabı “evet” oldu. Bir<br />
şeyler koptu sanki içinden. Utanıyordu. Ya Resulullah,<br />
ben şehadet ederim ki, Allahtan başka ilâh<br />
yoktur. Sen de Onun Resulüsün! “Sen kimsin” sorusuna,<br />
“Ben, Kâ’b bin Züheyr’im.” cevabını verdi.<br />
Ashab-ı Kiram onun Kâ’b bin Züheyr olduğunu<br />
anlayınca, Ensar’dan biri ayağa kalkıp: Ya Resulallah,<br />
müsaade et, boynunu vurayım!” dedi. Peygamber<br />
efendimiz buyurdu ki: “Vazgeç ondan! O,<br />
içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş<br />
olarak gelmiştir.” [6] Bu cümleler onu rahatlatmıştı.<br />
Sonsuza dek yitirdiğini sandığı kelimeler bir<br />
anda hatırına gelmeye başladı, kendini toparladı.<br />
Ve “Suad uzaklaştı” mısraı ile başlayan kasidesini<br />
okurken nefesler tutulmuş, ashab onu dinliyordu.<br />
Resulullah takdirini göstermek için sırtından bürdesini<br />
çıkarıp K’ab’a giydirdi. Bu hem onu hem de<br />
şiirini korumaya alan bir bürümeydi.<br />
“Haber aldım ki; Allah’ın elçisi beni ölümle tehdit<br />
etti.<br />
Aftan başkası umulmaz Allah’ın elçisinden<br />
hâlbuki.<br />
Mühlet ver! Seni hidayete ulaştıran ki;<br />
Sana içinde açıklamalar ve kıssalar olan Kur’an’ı<br />
hibe etti.<br />
6. MorTaka, 2008-Bahar, S.10, s.105.<br />
İspiyoncuların sözleriyle yargılama beni<br />
Sözümde aşırı gittiysem de değilim günahkâr biri.<br />
Öyle bir makamda bulunuyorum ki;<br />
Böyle bir makamda korkmaz mı fil ve işitse benim<br />
görüp, işittiğimi.<br />
Yaklaştıkça titrerdi, eğer olmasaydı onun için<br />
Allah’ın izniyle, Resulün teminatı.” [7]<br />
Abdullah b. Revaha<br />
Hicretin yedinci senesi idi. Umretül kaza yapılıyor.<br />
Mekke’ye yaklaşırken Resulullah efendimiz<br />
Kusva adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları<br />
da Abdullah bin Revaha’nın elinde bulunuyordu.<br />
Abdullah bin Revaha, hem şiirler söylüyor hem<br />
ilerliyordu:<br />
“Çekilin kâfirler nebinin yolundan bugün,<br />
Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün,<br />
Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı,<br />
Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı.»<br />
Bunun üzerine Hz. Ömer ona: “Ya Abdullah,<br />
Harem’de Allah’ın Resulünün huzurunda mı böyle<br />
karşıdakileri çatışmaya tahrik eden şiiri söylüyorsun”<br />
demiş, Resulullah da: “Bırak ya Ömer söylesin.<br />
Vallahi Abdullah’ın sözleri bu kâfirlere ok<br />
yarasından daha fazla tesir eder.” buyurmuştur. [8]<br />
Resulullah, İbn Revaha için “Kardeşiniz<br />
şüphesiz bâtıl söz söylemez.» buyurmuş, “ bâtıl<br />
sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar vardır.”<br />
demiştir.<br />
Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin<br />
Revaha’ya;<br />
“Allahuteala’dan başka ilah yoktur! Bir olan odur!<br />
Vaadini gerçekleştiren odur! Bu kuluna yardım<br />
eden odur! Askerlerini güçlendiren odur! Toplanmış<br />
olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız<br />
odur, de!” buyurdu. Ve hayır duada bulundu.<br />
Abdullah bin Revaha da söylemeye devam etti.<br />
Diğer Ashâb-ı kiram da onun söylediklerini tekrar<br />
ediyordu.<br />
7. Sünen-i Tirmizi, C.V,s.139, H.no:2847.<br />
8. İbnu Hişam, C.IV,s.15-16.<br />
101<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Mute seferine çıkılırken herkes birbiriyle kucaklaşıyor,<br />
helâlleşiyordu. Bu sırada arkadaşları,<br />
Hz. Abdullah›ın ağladığını fark ettiler. Ağlama sebebi<br />
sorulduğunda şöyle demişti: “Benim dünyaya<br />
karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur.<br />
Ancak ben Resul-i Ekrem›den (s.a.v) Meryem<br />
suresi yetmiş birinci «İçinizden hiçbiriniz hariç<br />
olmamak üzere mutlaka hepiniz cehenneme varacaksınız.»<br />
ayetini işitmiştim. Ayette bahsolunan<br />
cehenneme uğradığımda hâlim nice olur diye düşündüğümden<br />
ağlıyorum.»<br />
Uğurlayanlardan bazıları onu teselli ederek,<br />
«Cenab-ı Hak sizleri korusun, düşman şerrini<br />
sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasip<br />
etsin.» demişler, bunun üzerine Abdullah su şiiri<br />
söylemiştir:<br />
“Günahkârım fakat ben<br />
Af isterim Rabbimden<br />
Ya da kanımı dökecek bir vuruş isterim.<br />
Kılıç ya da mızrakla deşilip çıkmış ciğerim.<br />
Ta ki beni gören samimice desin<br />
Su savaşçıya Allah rahmet eylesin.”<br />
Yine Mûte’de ordu komutasını eline alırken şu<br />
şiiri söylemiştir:<br />
“Nefsim bir isteksizlik var sende<br />
Savaşacaksın dilesen de dilemesen de<br />
Hani çoktandır yoktu sende ölüm korkusu<br />
Ca’fer, ne güzel geliyor cennet kokusu .” [9]<br />
Zeyd b. Erkam der ki: “Ben Abdullah bin<br />
Revaha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim.<br />
Mûte seferine çıktığımızda beni de terkisine bindirmişti.<br />
Geceleyin biraz gidince dudaklarından<br />
şehitliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını<br />
ifade eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince<br />
ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revaha,<br />
bana dedi ki:<br />
-Sana ne oluyor! Şehit olmamın sana ne zararı<br />
var Hak Teala bana şehitliği nasip ederse, sen de<br />
hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben<br />
ise dünyanın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden<br />
kurtularak özlediğim şehitlik makamına kavuşurum.<br />
Abdullah bin Revaha, iki rekât namaz kılıp<br />
uzun bir süre dua etti. Sonra Zeyd’e dönerek dedi<br />
ki: “Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehitlik nasip olacaktır.”<br />
İslam ordusu, Şam topraklarında bulunan,<br />
Ma›an şehrine kadar hiç durmadı. Bizans<br />
İmparatorunun büyük bir ordu yolladığını haber<br />
aldılar. Derhal istişare toplantısı yapıldı. Herkes<br />
fikrini söyledi. Abdullah b. Revaha ayağa kalktı:<br />
“Ey Mücahitler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor<br />
gibisiniz! Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki,<br />
ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah<br />
rızası için ölüp şehit olacağız... Bu mertebelerin ikisi<br />
de, her Müslüman için, en büyük şereftir.”<br />
“Kardeşlerim, unutmayın ki biz düşmana karşı,<br />
sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz. Cenab-ı<br />
Hakkın lütfettiği, İslam dini ve iman gücümüzle,<br />
er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allah’tan, iki<br />
şey diliyoruz: Ya gazilik, ya şehitlik.” diyerek sözlerini<br />
tamamladı. Oradakiler:<br />
“Vallahi, Revaha›nın oğlu doğru söylüyor.” dediler.<br />
Sonra da hep birlikte, ilerlemeye başladılar.<br />
Abdullah bin Revaha çarpışırken bir ara parmağı<br />
ağır yaralandı. Kopmak üzere idi. Bunun üzerine<br />
atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına<br />
koyup: «Sen sadece yaralı parmak değil misin Zaten<br />
bu kazaya da Allahuteala’nın yolunda uğramış<br />
bulunuyorsun.» diyerek parmağı çekip kopardı.<br />
Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya<br />
devam etti. Çarpışmanın bir anında Abdullah bin<br />
Revaha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine<br />
biraz pişmiş et getirdi ve: “Al, bunu ye de biraz<br />
güçlen.” dedi. Abdullah bin Revaha üç günden<br />
beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma<br />
aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir<br />
karışıklık gördü. Bunun üzerine: «Arkadaşların bu<br />
hâlde iken sen hâlâ bu dünyadasın ve yiyip içmekle<br />
meşgulsün.» diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti<br />
bırakarak tekrar savaşa başladı. Çok geçmeden Abdullah<br />
da şehit oldu.<br />
Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin<br />
vahiy kâtipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular<br />
ki: “Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revaha›ya<br />
rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi...”<br />
Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak, «Kureyş<br />
müşriklerine ok yağdırmaktan daha etkilidir.»<br />
buyurmuştur.■<br />
9. İbnu Hişam, C.IV,s.20-21.<br />
102<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
"Şair, şehir ve tezkire: Diyarbakır örneği"<br />
NURULLAH ALKAÇ<br />
Anadolu’da, Gazi Hünkâr devrinde atılan şiir tohumları, Yıldırım Bayezit<br />
zamanında yeşermeye başlamış, Kanuni Sultan Süleyman döneminde<br />
olgunlaşmış, 19. yüzyılda Batı’nın etkisiyle de farklı bir yol<br />
izlemiş ve Cumhuriyet’le beraber, sadece ‘Gelenek’ olarak var olabilmiştir. Osmanlı<br />
coğrafyasında, bu tarihî seyir içinde, 28 kaynağın ışığında, İstanbul’dan<br />
Selanik’e, Diyarbakır’dan Bağdat’a, 211 yerleşim merkezinden [1] ‘tezkireci’den<br />
‘aşçı’ya, şeyhülislam’dan ‘terzi’ye birbirinden farklı 108 mesleğe [2] ait 3182 şair [3]<br />
ortaya çıkmıştır. Osmanlıdaki şair bolluğunu ve şiir eğilimini Âşık Çelebi’nin şu<br />
fıkra tadındaki alıntılamasında bulmak mümkün: ‘‘Rivâyet olınur ki, Prizen’de<br />
doğan oğlan addan mukaddem mahlas korlar; Yenice (Vardar)’da doğan oğlan<br />
‘Baba’ diyecek vakt Fârisî söyler; Priştine’de oğlan toğsa dividi belinde doğar.’’<br />
Latîfî, Osmanlı ülkesindeki bu şair bolluğunun nedenleri olarak, ülkenin havasının<br />
ve suyunun güzelliğini gösterir [4] . Ayrıca tezkirecilerin, her şiir yazanı<br />
değil de, bu işi meslek edinmiş ve kaliteli şairleri aldıkları düşünüldüğünde, bu<br />
bolluğa farklı rakamlarda şairler de eklenmiş olacaktır.<br />
Şehir ve kültür, birbiriyle yan yana en çok düşünülecek iki kelimedir. Çünkü<br />
kültürün üretildiği merkezler hemen daima şehirler olmuştur. En önemli<br />
şehirlerin aynı zamanda yönetim merkezi olarak seçildikleri ve edebî faaliyetlerin<br />
en yoğun yerler olarak yaşandığı bilinmektedir. IX. asra kadar Ötüken,<br />
Hoça ve Turfan şehirlerinin merkezinde gelişen siyasi ve edebî gelişmenin, X-XI.<br />
asırlarda Kaşgar ve Balasagun’a devredildiği zamanlar olmuştur. XIII. asra kadar<br />
Doğu Türkçesi çerçevesinde oluşan bu merkezler, Batı Türklüğü için de bir esas<br />
olmuştur. XIII. yüzyılda Harezm, XV. yüzyılda Herat, Semerkand ve Buhara<br />
1. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar Osmanlı Kültür Coğrafyasına<br />
Bakış’’, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler, S.145-152; Mustafa<br />
İsen, ‘‘Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlar’da Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ,<br />
Ankara-1997, s.64-75;* Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Tezkireden Biyografiye’’, Kapı Yayınları, 1. Basım: Nisan<br />
2010, s.169-182,.Aynı makale biraz farklı olarak, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, 6. Baskı, Editör: Mustafa<br />
İsen, Ankara-2011, s.377-383; * Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler. Hzl. Mehmet Kalpaklı. YKY. 1.<br />
Baskı: İstanbul, Aralık 1999, s.302-305.<br />
2. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar: Divan Şairlerinin Meslekî<br />
Konumları’’, Millî Eğitim, S.83/ Mart-1989, s.35.<br />
3. Muhsin Macit, ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ Üzerine’’, Millî Eğitim dergisi,<br />
S.86, Haziran-1989, Şair sayısı 3134 olarak verilmiş s.77;* Dr. Ali Duymaz, ‘‘Tezkirelere Göre Divan<br />
Edebiyatı İsimler Sözlüğü’’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi <strong>Dergisi</strong>, C.31, S.1, . Burada birer mahlası<br />
sayılmayan 47 şair dışında toplam şair sayısı 3139 olarak verilmiştir, s.499.<br />
4. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘XVI. Yüzyıl Sonuna Kadar Osmanlılarda Biyografi Geleneği’’, Tezkireden<br />
Biyografiye, s.21.<br />
1 İstanbul 609<br />
2 Bursa 156<br />
3 Edirne 150<br />
4 Konya 69<br />
5 Diyarbakır 40<br />
6 Kastamonu 36<br />
7 Bağdat 35<br />
8 Gelibolu 24<br />
9 Kütahya 24<br />
10 Bosna 26<br />
11 Antep 26<br />
12 Buhara 26<br />
13 Serez 21<br />
14 Manisa 20<br />
15 V. Yenicesi 20<br />
16 Bolu 19<br />
17 Isparta 19<br />
18 Üsküp 18<br />
19 Amasya 17<br />
20 Aydın 17<br />
21 Manastır 17<br />
22 Rumeli 17<br />
23 Erzurum 16<br />
24 Filibe 16<br />
25 Selanik 16<br />
26 Sofya 16<br />
27 Ankara 15<br />
28 Trabzon 15<br />
29 Tokat 14<br />
103<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Doğu coğrafyasının merkezi iken, Batı Türklüğü<br />
için de Bağdat, Diyarbakır, Gence, Tebriz, Konya,<br />
Bursa, Edirne ve İstanbul gibi ilâve merkezler<br />
ortaya çıkmıştır. Bu merkezlerin özellikle kültürel<br />
bakımdan ortaya çıkışını sağlayan birtakım alt<br />
yapı, yani eğitim kurumları vardı. Bu kurumların<br />
başlıcasını medreseler, tekkeler ve askerî merkezler<br />
olarak tanımlamak mümkün [5] .<br />
Tezkire:<br />
Bilindiği gibi, Arapça zikr ( (z-k-r/fi’l,ركذ kökünden<br />
gelen tezkire ,(هركذت) tef’ile vezninde mastar<br />
olup isim olarak da kullanılabilmektedir. Sözlüklerde<br />
‘‘anmaya, hatırlamaya vesile olan kâğıt,<br />
varaka, risale ’’ [6] gibi anlamlarda kullanılır. Edebiyatta<br />
ise ‘‘Divan Edebiyatında şairlerin yaşam öykülerini<br />
derleyen, onlarla ilgili değerlendirmelerde<br />
bulunan, şiirlerinden örnekler veren yapıtlara’’ [7]<br />
denilmiştir. Tezkirelerde bahsi geçen kişinin hayat<br />
hikâyesi, nereli olduğu, hangi dönemde yaşadığı,<br />
hangi eğitim ve görev süreçlerinden geçtiği, başından<br />
geçen önemli olaylar, önemli eserleri ve ölüm<br />
tarihi gibi öne çıkan noktalar belirtilerek, varsa şiirlerinden<br />
örnekler verilir [8] . Kısacası tezkireler, öznel<br />
veya nesnel, şu üç özellikleri kendilerinde barındırmışlardır:<br />
Edebiyat tarihi, eleştiri ve antoloji.<br />
Bugün, ‘‘Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet<br />
veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle<br />
tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı,<br />
5. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Klasik Şiirin Merkezi Olarak<br />
İstanbul’’, bilig-13/ Bahar-2000, s.1-6<br />
6. Raif Necdet Keteli, ‘‘Resimli Türkçe Kamus’’ Haz: Prof.<br />
Dr. Recep Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu,<br />
Seyfullah Türkmen. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,<br />
Türk Dil Kurumu Yayınları:842. Ankara-2004, s.502<br />
7. ‘Tezkire’ kavramı için bk. Büyük Larousse Sözlük ve<br />
Ansiklopedisi. Milliyet gazetesi. C.22, s.11483; *Ana<br />
Britannica, C. 20, s. 573-4; *Sabah Meydan Larousse, Cilt:19,<br />
s.247-8.; *Abdülkadir Karahan, ‘Tezkire’ ,İA, XII/1, s. 226-<br />
230; * Harun Tolasa, ‘‘Tezkire’’, Türk Ansiklopedisi, C.31, Millî<br />
Eğitim Basımevi, Ankara-1982, s. 161-163; *Yusuf Öz (Fars<br />
Edebiyatı), Mustafa Uzun (Türk Edebiyatı) ‘‘Tezkire’’, TDVİA.<br />
C. 41, İstanbul-2012, s. 68-73; *İskender Pala, ‘Ansiklopedik<br />
Divan Şiiri Sözlüğü’, Kapı yayınları, 18. Basım: Kasım 2009,<br />
s.456; *Abdülbaki Gölpınarlı, ‘‘Şuara Tezkireleri ve Tezkireciler’’,<br />
Aylık Ansiklopedi, Seri:2, I(İstanbul, Temmuz-1949), s.28-31;*<br />
Necati Elgin, ‘‘Şuara Tezkireleri’’,Konya Halkevi Kültür <strong>Dergisi</strong>,<br />
s.129-130 (Temmuz- Ağustos 1949); *Zeki Pakalın, ‹‘Tezâkir-i<br />
Şuara’’, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III,<br />
s.486-490;* Mehmet Halit, ‘‘Teskereler ve Teskireciler’’, Hayat,<br />
C.V, S.107, Ankara, 13 Kânunevvel 1928, s.44-45;* Doç. Dr.<br />
Mustafa İsen, ‘‘Divan Edebiyatında Bir Tür: Tezkireler’’, Millî<br />
Eğitim, S.90/Ekim-1989, s.22-26.<br />
8. Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif’in<br />
Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir Nüshası’’, Turkish<br />
Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara, s.2532.<br />
kent, site’’ [9] olarak ifade edilen şehir, tezkirelerde<br />
çoğunlukla şairlerin doğum-ölüm yerleri ve meslekleri<br />
olarak geçmektedir. Şehir, genel olarak şairlerin<br />
nerede doğduklarını ortaya koymaya yönelikken,<br />
bazen de tezkireciler tarafından coğrafî ve<br />
beşerî yönleriyle okuyucuya tanıtılır [10] .<br />
Şehirlere yönelik bilgilerin verilmesi, insanı etkileyen<br />
doğal ve beşerî faktörlerin tespitine imkân<br />
tanımaktadır. İklimin insan üzerindeki etkisi belirgindir.<br />
Coğrafî çevrenin, şairin hayatı ve yetişmesiyle<br />
ilgili olan bazı yönlerine de bazen değinildiği<br />
görülür. Şairin mizacının, şairliğinin, kültürel birikiminin<br />
coğrafî ve kültürel çevre şartlarıyla açıklanması,<br />
hatta değerlendirilmesi gibi bir anlayış ve<br />
tutuma ara sıra olsa rastlamak mümkündür.<br />
Divan şiiri, şehrin şairidir ve bütün kültürel<br />
birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir.<br />
Osmanlı sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve<br />
bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair<br />
de, İmparatorluğun merkezine doğru akar [11] ;<br />
çünkü tanınmanın, değer görmenin ve rahat yaşamanın<br />
en elverişli olduğu yerdir şehir. Ve bu<br />
çoğunlukla başkent olur. Osmanlının başkenti<br />
hüviyetinde olan İstanbul, bu açıdan, en çok ilgiyi<br />
çeken merkez konumundadır. Âdeta ‘Klasik<br />
Türk Edebiyatı’nın bel kemiği durumundadır.<br />
Ayrıca doğum yeri baz alındığında, tezkirelerde<br />
en çok şair çıkartan il özelliğine sahiptir. Şarkın ve<br />
İslam âleminin en önemli kültür ve eğitim mües-<br />
9. Güncel Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts/ ET:07-04-<br />
2013.<br />
10. Kitap-Tez: Prof. Dr. Harun Tolasa, ‘‘ Sehî, Lâtîfi ve Âşık<br />
Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve<br />
Eleştirisi’’, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yay., Bornova-<br />
İzmir 1983; Pervin Çapan, ‘‘18.yy. Tezkirelerinde Edebiyat<br />
Araştırma ve Tenkidi’’, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü, Elazığ 1993, 547s.(Basılmamış Doktora Tezi);<br />
Yrd. Doç. Dr. Filiz Kılıç, ‘‘XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair<br />
ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Akçağ Yayınları, Ankara<br />
1998,; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz, ‘‘Onaltıncı Yüzyıl<br />
Tezkirelerinde (Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızâde, Beyânî) Şairin<br />
Dünyası, Ankara, 2012. Makale: Doç. Dr. Pervin Çapan,<br />
‘‘Tezkirelerde İstanbul’un Ele Alınışı’’, İstanbul Üniversitesi<br />
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı <strong>Dergisi</strong>, C.31,<br />
2004; Yrd. Doç. Dr. Ömer Bayram, ‘‘Nevvab Tezkiresinde Şair<br />
ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Turkish Studies, Volume<br />
7/1, Winter 2012, Turkey; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz,<br />
‘‘Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri’’, Turkish<br />
Stadies, Volume 7/1, Winter 2012, Turkey; Dr. Aysun Ayduran,<br />
‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan<br />
Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’, bilig-12/ Kış-2000; Filiz Kılıç,<br />
‘‘Tezkireler Işığında İstanbul’’, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla<br />
VII Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğler (10-12 Mayıs 2003)<br />
Eyüp Belediyesi; Arş. Gör. Resul Kaya, ‘‘Tuhfe-i Nâilî’de Şair<br />
Kimlikleri’’, Turkish Studies, Volume 4/2 Winter 2009.<br />
11. Mehmet Narlı, ‘‘Şiir ve Şehir (Divan Şiirinden Cumhuriyet<br />
Şiirine)’’, Hece (Aylık Edebiyat <strong>Dergisi</strong>), Yıl:13, S.150/151/152,<br />
Haziran-Temmuz-Ağustos 2009, s.30<br />
104<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
seseleriyle donatılan, İslamın merkezi ve taht şehri<br />
olan İstanbul, Osmanlı devletinin her döneminde<br />
sanat ve kültür merkezi olma özelliğini korumuştur.<br />
Hemen her asırda Şark dünyasının çeşitli bölgelerinden,<br />
hatta yabancı diyarlardan ilim ve sanat erbabı<br />
Osmanlıdaki iltifata muhatap olmak için İstanbul’a<br />
gelerek saraya şiir sunmanın çabası içinde olmuştur.<br />
İstanbul’da bu zengin kültür hayatı, sadece İstanbul’la<br />
kalmayıp taşraya da uzanmıştır. Mesela Manisa,<br />
Kütahya ve Amasya gibi şehzadelerin bulundukları<br />
sancaklar, stratejik ve yönetim açısından önemli birer<br />
merkez olmalarının yanı sıra, şiir ve edebiyatında<br />
yaşandığı birer kültür muhitleridir. İstanbul’da ilim ve<br />
sanat adına yapılan çalışmalar, kısa zamanda buralarda<br />
yankısını buluyor, şehzadelerin çevresinde ilmî ve<br />
edebî bir mahfil, aydın bir kadro teşekkül ediyordu [12] .<br />
Tezkirelerde İstanbul için kullanılan kelime<br />
veya kelime grupları çeşitlidir: ‘İstanbul, Stanbul,<br />
mahrûse-i İstanbul, şehr-i İstanbul, Kostantiniyye,<br />
mahmiyye-i Kostantiniyye, mahrûse-i Kostantiniyye,<br />
Dârü’s-saltanat, Dârü’s-saltanatü’l-aliyye, Dârü’ssaltanat-ı<br />
Kostantiniyye, İslâmbol, şehr-i İslâmbol,<br />
dârü’s-saltane İslâmbolu’l-mahmiyye, Dârü’l-mülk,<br />
dârü’t-devlet, sevâd-ı a’zam, ümmüd’dünyâ’ gibi.<br />
İstanbul XVI (Sehî, Latifî, Hasan Çelebi, Ahdî,<br />
Beyanî), XVII (Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Asım,<br />
Güfti, Mucib) ve XVIII. (Safayî, Salim, Beliğ, Safvet,<br />
Ramiz, Silahdarzade, Esrar Dede, Âkif) yüzyılda yazılmış<br />
tezkirelerde:<br />
1. Hilafet merkezidir.<br />
2. Saltanat makamıdır.<br />
3. Faziletli, bilgili kişilerin/ sanatkârların yetiştiği,<br />
toplandığı, ilim, irfan yeri/ madeni/ beşiğidir.<br />
Her alanda söz sahipleri burada toplanırlar. Şehir, bir<br />
cazibe merkezidir.<br />
4. Talep, istek makamıdır.<br />
5. Şeref kazanılan ya da şerefi artıran yerdir.<br />
6. Hüma’ya yani devlet kuşuna veya mutluluğa<br />
yuva/mekân olan şehirdir.<br />
7. Tabiatın güzelliği/ havası misk gibi, suyu şerbet<br />
gibi tatlı/ iklimi yani âb u hevâsı latif’tir.<br />
8. Mahalleleri bereketlidir.<br />
9. Kaleleri sağlamdır.<br />
10. Kısacası bütün bu özellikleriyle İstanbul<br />
benzeri olmayan bir şehirdir.<br />
nasıl bir sosyo-kültürel zenginliğe, coğrafî güzelliğe,<br />
imkânlara ve siyasî konuma sahip olduğu tezkire-<br />
12. Yrd. Doç. Dr. Cevdet Dadaş, ‘‘Osmanlı Arşiv Belgelerinde<br />
Şairlere Verilen Câize ve İhsanlar’’, Türkler Ansiklopedisi. Yeni<br />
Türkiye yayınları. Editörler Hasan Celâl Güzel, Prof. Dr. Kemal<br />
Çiçek, Prof. Dr. Salim Koca. C.11 Ankara-2002, s.748-757.<br />
cilerce ifade edilmiştir.<br />
DİYARBAKIR:<br />
A)Tarih:<br />
Şehrin adı ilk olarak Asur hükümdarı Adad-Nirari<br />
I (M.Ö. 1310-1281)’den kalma bir kılıç kabzasında<br />
Amidi veya Amedi olarak yazılmıştır. XIII. yüzyıldan<br />
bu yana yazılmış bazı eserlerde Kara-Amid, bazılarında<br />
Kara-Hamid denildiği görülür. Dede Korkut<br />
Kitabı’nda ‘Hamid’ adı geçmiştir. ‘Kara’ sıfatı, şehri<br />
baştan başa kuşatan surların ve yapıların esmer bazalt<br />
taştan yapılmış olmasında takıldığı kabul edilmektedir.<br />
Kara- Amid adı bazı Arap tarihçilerinin eserlerinde,<br />
bu adın tercümesi olan ‘Âmid-i Sevdâ’ olarak yazılmıştır.<br />
İlkin Yukarı-Dicle bölgesine verilen Diyar-i<br />
Bekr adı, daha sonra ilin adı olmuş, yine Amid veya<br />
Kara Amid denilmeye devam edilmiştir. Daha sonra<br />
şehrin bu adı yavaş yavaş unutularak yerini XX. yüzyıl<br />
başlarından itibaren ‘Diyarbekir’e bırakmıştır [13] .<br />
‘Belde-i nur’, ‘belde-i ilm ü irfan’ olarak yorumlanan<br />
Diyarbakır’ın eski adı Amida olup, çeşitli rivayetlerle<br />
birlikte, kelimenin nereden geldiği kesin olarak<br />
bilinmemektedir. İslami dönemde bu isim Âmid şeklini<br />
almış ve XVII. Yüzyıla kadar hem şehir hem de<br />
onun merkez olduğu sancağın adı olarak kullanılmıştır.<br />
Osmanlılar döneminde bazen Kara Âmid adıyla<br />
anılan şehrin daha sonraki adı olan Diyarbekir ise<br />
Müslüman Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Tabîa<br />
Arapları’nın iki büyük kabilesinden biri olup Dicle<br />
kenarlarında yaşayan Bekir b. Vâil kabilesinin yayıldığı<br />
topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına<br />
dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı<br />
kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren<br />
kaynaklarda geçtiği tespit edilen Diyâr-ı Bekr<br />
Osmanlı hâkimiyeti döneminde Diyarbekir şeklini<br />
alarak Âmid şehri ve sancağı merkez olmak üzere teşkil<br />
edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII. Yüzyıldan<br />
sonra ise şehir merkezi için kullanılmaya başlanmış,<br />
1937’de Diyarbakır şekline çevrilmiştir [14] .<br />
Diyarbakır, bir taraftan çeşitli geçim kaynakları<br />
bulunan bir bölgenin merkezi, bir taraftan da ehemmiyetli<br />
yolların kavşağında olmasıyla, tarih boyunca<br />
gelişme imkânı bulmuştur. Aslında ilk çağlarda bile<br />
ana yollar üzerinde bulunan ticaret merkezi özelliğine<br />
sahipti [15] .<br />
13. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri ile Diyarbakır<br />
Tarihi’’, C.1 (Başlangıçtan Akkoyunlular’a Kadar), Nehir Matbaası,<br />
Ankara-1987, s.3-5<br />
14. ‘‘Diyarbakır (Nejat Köyünç)’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam<br />
Ansiklopedisi, İstanbul- 1994, C. 9, s. 464-5.<br />
15. ‘‘Diyarbakır’’ maddesi, İslam Ansiklopedisi, C.3, M.E.B.<br />
105<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
B)Kültürel Faaliyetler:<br />
Diyarbakır, Anadolu’da Müslümanlar tarafından<br />
ilk önemli merkezlerden biridir. Şehir, kültür<br />
merkezi vasfını koruyarak XII. yüzyıl başlarına kadar<br />
İslam dünyasının dördüncü önemli ilim ve edebiyat<br />
merkezi olmayı sürdürmüştür. Etnik ve dinî<br />
açıdan farklılığı, barışçıl bir zeminde bünyesinde<br />
toplamış ve sürdürmüştür. XI. yüzyıl sonlarından<br />
itibaren Türk yönetimine geçmiş, gelişimini sürdürmüş<br />
ve Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde önemli<br />
bir geçiş noktası özelliğini kazanmış, kendisine has<br />
bir ağız oluşturmuş.<br />
Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun<br />
bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin<br />
en büyük ve en önemli eyaletlerden birinin merkezi<br />
yapılması ve İran’a karşı yapılan savaşlarda üs ve kışlak<br />
olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp<br />
eski ihtişamını elde etti [16] .<br />
Coğrafi, ticaret ve siyasi özellikler kadar bölgenin<br />
bilim ve sanat ehlini yetiştirmesinin nedenleri<br />
arasında sanat hamiliğinin etkisi de göz ardı edilmemelidir.<br />
Diyarbakır’ın Osmanlı zamanında Beylerbeyliği<br />
merkezi olması, siyasi işleyişinin yanında<br />
bölgenin bilim ve sanat merkezi olarak öne çıkmasında<br />
da etkili olmuştur. Osmanlının başka bölgelerinde<br />
olduğu gibi Diyarbakır Beylerbeylerinin ve<br />
buralarda çeşitli zamanlarda valilik yapmış Paşaların<br />
da hami olarak çevrelerindeki ilim ve sanat ehlini<br />
desteklemeleri ve korumaları bu bölgedeki kültürel<br />
canlanmanın en önemli nedeni olarak düşünebilir<br />
[17] .<br />
‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler<br />
Sölzüğü’ [18] nde 40 şairle 5. sırada yerini almıştır.<br />
İstanbul Millî Eğitim Basımevi- 1988. Besim Darkot ve Mükrim<br />
H. Yınanç, s.601-625<br />
16. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları<br />
Üzerine’’, Yedi İklim, S. 35 / Şubat-1993.<br />
17. Tûba Işınsu İsen-Durmuş, ‘‘Diyarbakır’ın Bir Kültür<br />
Merkezi Olmasında Sanat Korumacılığının Rolü’’,<br />
‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,<br />
Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır<br />
Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, C.3, Ankara-2008.<br />
18. Kültür Ve Turizm Bakanlığı yayınları:942, Hzl. Doç.<br />
Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep<br />
Toparlı, Doç. Dr. Naci Okçu, Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabay.<br />
Ankara-1988. Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ndeki şair sayıları,<br />
şu kaynak eserlerden hareketle tespit edilmiştir: Mecâlisü’n-<br />
Nefâis, Mecmaü’l-Havâs, Heşt Behişt, Latîfî Tezkiresi, Ahdî:<br />
Gül-şen-i Şuarâ, Âşık Çelebi: Meşâirü’ş-Şuarâ, Kınalızâde Hasan<br />
Çelebi’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ’sı, Beyânî Tezkiresi, Riyâzü’ş-Şuarâ,<br />
Yümnî Tezkiresi, Rızâ Tezkiresi, Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Güftî:<br />
Teşrîfâtü’ş-Şuarâ, Mucîb Tezkiresi, Sâlim Tezkiresi, Safâyî Tezkiresi,<br />
Gül-deste-i Riyâz-ı İrfân, Nuhbetü’l-Âsâr li-zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr,<br />
Adâb-ı Zurefâ, Şefkat Tezkiresi, Ârif Hikmet Tezkiresi, Fatin:<br />
Hâtimetü’l-Eşâr, Esrâr Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si;<br />
Gelibolulu Âlî’nin Kunhü’l-Ahbâr, Abdurrahman-ı Hibrî’nin<br />
Edirne’de yetişen şairlerle ilgili olarak yazmış olduğu Enîsü’l-<br />
Diyarbakırlı şairlerin tespit için tekrar ‘Tezkirelere<br />
Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ne<br />
başvurulduğunda, ‘Diyarbakır’da doğdu.’ ifadesi<br />
çerçevesinde [19] 36; bugün Diyarbakır’ın ilçesi konumunda<br />
olan ‘Çermik’te doğdu.’ [20] ifadesiyle 1;<br />
‘Diyarbakırlı’dır.’ [21] ifadesiyle 1; ‘Diyarbakır’a yerleşti.’<br />
[22] ifadesiyle 3, ‘Diyarbakır…oğludur.’ [23] ifadesiyle<br />
2; Salim ve Safaî tezkirelerinde ‘Erzurum’da<br />
doğdu’ ğu kabul edilen Edib’in Ramiz tezkiresinde<br />
‘Diyarbakırlı’ [24] olduğu; Sehî ve Latifî tezkirelerinde<br />
‘Türkistanlı’ olarak gösterilen ‘Cemilî’ [25] nin de Fâzi<br />
dikkate alınarak Diyarbakırlı olduğu kabul edildiğinde<br />
bu sayı toplamda 45 olmaktadır.<br />
Şevket Beysanoğlu’nun üç ciltlik ‘Diyarbakır’lı<br />
Fikir ve Sanat Adamları’ adlı çalışmasında 4. yüzyıldan<br />
günümüze kadar Diyarbakır’da yetişen bilim<br />
ve sanat adamlarının sayısının 421 olduğu tespit<br />
edilmiştir. Bunların 174’ü bilim adamı, 288’i şair<br />
ve yazar, 5’i hattat, 8’i bestekâr ve 6’sı ressamdır [26] .<br />
‘Diyar-bakır’ ve ‘Âmid’ isimleri esas alınarak<br />
kimi tezkirelerdeki Diyarbakırlı şairlerin sayısı tespit<br />
edilmeye çalışıldığında şu tablo karşımıza çıkmaktadır:<br />
Müsâmirîn’i, Âkif Mehmed’in Enderun’da yetişmiş olan şairleri<br />
anlattığı Mir’âtü’ş-Şi’r’i ile bu eserlerin yazma nüshalarından<br />
yararlanılmıştır.<br />
19. Âkif (S.25; Kay:AH.), Çâkerî (97; Kay:Ram.), Emîrî<br />
(112-3;Kay:SAL.,BEL.,RAM).,Emnî (113; Kay:SA., SAL.),<br />
Emrî (114; Kay: SA., BEL.), Fâmî (127; Kay: SA., SAL., BEL.),<br />
Halîlî (175; Kay: S., L., AÇ, HÇ., B., K.), Hamdî (179; Kay:<br />
SA., SAL.), Hâmî (181; Kay:AS., RAM.,Ş.), Hâsim (189;<br />
Kay:SA., SAL.,RAM.), Humârî (215; Kay:A.), İsmet (231;<br />
Kay:FAT.), İzzetî (235; Kay:SA.), Kâmî (242; Kay:FAT.), Lebib<br />
(263; Kay:FAT.), Lebib (163; Kay:RAM.), Lebib (163; Kay:Ş.),<br />
Lebib (264; Kay:SAL.), Meâlî (277; Kay:SA., BEL.), Mesîhî<br />
(285; Kay:AÇ.,BEL.), Nigâhî (339; Kay:RI.,M.,BEL.), Nisbetî<br />
(345; Kay:SA.), Ömrî (355; Kay:AS.,G.,SA.,BEL.), Refî (376;<br />
Kay:AH.,FAT.), Sâfî (411; Kay:FAT.), Safvet (412; Kay: FAT.),<br />
Saîd (417; Kay:FAT.), Sîret (450; Kay:AH.), Şehdî (471; Kay:Y.,<br />
SA.,BEL.), Şöhretî (489-490; Kay:R.,F.,RI.), Şuhûdî (490;<br />
Kay:A.), Şûrî (491; Kay:SA.,SAL.,BEL.), Tufeylî (507; Kay:A.),<br />
Ülfetî (511; Kay:A.), Vahyî (518; Kay:RI.,M.,AH.), Vücûdî (532;<br />
Kay:SA.,BEL.).<br />
20. Fuzûlî (S.153; Kay:Y.)<br />
21. Yüsrî (S.540; Kay:SA.)<br />
22. Sünnî (Rumeli’ne bağlı Semendire’de doğdu, s.459-<br />
60, Kay:A.,HÇ.), Nazîf Süleyman (Diyarbakır’da mahkeme<br />
başkâtipliği ve bazı vezirlere divan kâtipliği görevlerinde bulundu,<br />
s.325; Kay:FAT.), Hakkî (Erzurum Hasankale’de doğdu.<br />
Diyarbakır Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlandı. Tillo’da<br />
öldü, s.172; Kay:FAT.)<br />
23. Lütfî (Diyarbakır müftüsü Ali Efendi’nin oğludur, s.268;<br />
Kay:FAT.), Ahmed (Diyarbakır Paşası olan İskender Paşa’nın<br />
oğludur, s.18; Kay:A.)<br />
24. Edib (s.106, Kay:SA.,SAL.,RAM.)<br />
25. Cemilî (s.87; Kay:S.,L.,HÇ.,K.,F.)<br />
26. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri İle Diyarbakır<br />
Tarihi’’, C.2 (Akkoyunlular’dan Cumhuriyete Kadar), Nehir<br />
Matbaası, Ankara-1990, s.674.<br />
106<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Tezkire Yazarı Tezkirenin Adı Ölüm K. Dönem T. Ş. S Diyarbakır<br />
XVI. YY.<br />
Sehî Bey Heşt-Behişt 1 (Bihişt, Sekiz Cennet) 1548 1400-1538 240 Yok<br />
Latifî Tezkire-i Şu’arâ 2 1582 140-1546 334 1<br />
Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şu’arâ 3 1586 1400-1585 640 1<br />
Ahdî Gülşen-i Şu’arâ 4 (Şairlerin Gül Bahçesi) 1593-4 1520-1563 381 1<br />
Gelibolulu Âlî Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı 5 1600 1299-1599 305 1<br />
XVII. YY.<br />
Rıza Tezkire-i Şu’arâ 6 1672 1591-1640 269 3<br />
Yümnî Tezkire-i Şu’arâ 7 1675 1600-1662 29 4<br />
XVIII. YY.<br />
Diyarbakırlı Mûcib Tezkire-i Şu’arâ 8 1726 1609-1710 107 1<br />
Safayî Tezkire-i Şu’arâ 9 1725 1640-1719 484 12<br />
Mirzazâde Sâlim Tezkire-i Şu’arâ 10 1743 1688-1722 423 7<br />
Bursalı İsmail Beliğ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr 11 1729 1620-1726 414 8<br />
Hüseyin Râmiz Âdâb-ı Zurefâ 12 (Zariflerin Âdabı) 1788 1720-1784 375 7<br />
Enderunlu Âkif Mir’ât-i Şi’r 13 (Şiir Aynası) 1779 17. yüzyıl 23 Yok<br />
XIX. YY.<br />
(Çaylak) Tevfik Kâfile-i Şu’arâ 14 (Şairler Bölüğü) 1893 1290-1873 281 4<br />
XX. YY.<br />
Mehmed Sirâceddin Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ 15 1924 1834-1907 76 4<br />
Ali Emirî’nin şu iki eseri de sadece Diyarbakırlı şairlere yer verilmiştir.<br />
‘Ali Emirî Esâmî-i Şu’arâ-yı Amîd 16 1924 XV.-1911 212<br />
‘Alî Emîrî Tezkire-i Şu‘arâ’-i Âmid 17 1924 79<br />
Evliya Çelebi 1655’te Diyarbakır’a gelmiştir<br />
[27] . Onun verdiği bilgilere göre Diyarbakır’da Fis<br />
Kayası’nın aşağısında bulunan nehrin iki yanı, güllük<br />
gülistanlık, bağ, bostan ve reyhan olduğu için<br />
yeryüzünde tanınmış bir dinlenme yeri olup her 5-6<br />
ay Diyarbakır halkının Şattü’l-Arab faslını ettikleri<br />
bir gezinti ve eğlence yeridir. Seyyah’ın yaklaşımında<br />
Diyarbakır’ın iklimi hoş olduğu için insanları güzel,<br />
şen şakrak, laubali kişilerdir. ‘Suyunun ve havasının<br />
tatlılığından dolayı halkı gayet zeki, çocukları gayet<br />
27. Ejder Okumuş, ‘‘Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde<br />
Diyarbakır’’, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,<br />
Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır<br />
Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara-2008. C. 1,<br />
s.173-186<br />
akıllı ve soyludur.’ demektedir. Gençlerin güzelliklerini<br />
de Diyarbakır’ın havasına bağlar. Diyarbakır’da<br />
düzgün ve sanatlı bir şekilde rahatlıkla konuşan kimseler<br />
vardır.<br />
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde: ‘‘Bu<br />
Diyarbakır’da nice yüz fasih ü beliğ şuarâ-yı kâmiller<br />
vardır ki, her biri Fuzulî ve Ruhî misaldir. Birçoğu ile<br />
hem enis ü celis olduk. Hakkâ ki emsalleri nâ mevcut<br />
birer zât-i fezâil-nümâdır // Bu Diyarbakır şehrinde<br />
yüzlerce şair ve üstün yetenekli insanlar yetişmiştir<br />
ki her biri, dilleri doğru ve kurallara uygun biçimde<br />
kullanmakta ve şiir yazmakta Fuzulî ve Bağdatlı Ruhî<br />
gibidirler. Birçoğu ile oturup konuşma mutluluğuna<br />
eriştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, benzerleri az<br />
bulunur erdemli kişilerdir.’’<br />
107<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
1890-94 yılları arasında Diyarbekir’de valilik yapan<br />
Giritli Sırrı Paşa’nın Diyarbakır için söylediği;<br />
‘‘Diyarbekirlilerden müctemi bir cemaatte gözlerimi<br />
bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum ya<br />
şair, ya münşidir.’’ [28] sözü burada hatırlanması gerekiyor.<br />
Diyarbakır’dan hareketle tezkirelerde şehirlere<br />
yönelik kullanılan ifadeler ve şairlerin sahip olduğu<br />
şair sayısını tespit edilmeye çalışılmıştır.<br />
Diyarbakır, Râmiz’in ‘Âdâb-ı Zurafâ’sında,<br />
Emîrî; ‘‘…medîne-i (şehir) Diyâr-ı Bekrden<br />
nümâyende-i (gösterici, görünücü) zuhûr (ortaya<br />
çıkma, görünme)…’’, Edîb; ‘‘…Âmidiyyyü’lasl…’’,<br />
Âgâh; ‘‘… Diyâr-ı Bekr dinmekle zebân-zed<br />
(söylenen, alışılmış) medîne-i Âmidde bir müddet<br />
kûşe-gîr-i ( köşeye çekilen) ikâmet (oturma) oldukda<br />
ol kazâ-yı şeref-fezânıŋ (şeref artırıcı) âb (su) ü<br />
hevâ-yı (hava) letâfet-efzâsına rağbet ve ahâlisinin<br />
sadâkatlerine meyl ü rağbet buyurmalarıyla …’’, Pîrî<br />
Efendi; ‘‘… Galatadan Sipâhî Mehmed Efendi yerine<br />
Diyâr-ı Bekr kâzîsı olup…’’, Çâkerî ‘‘Medîne-i<br />
28. M.Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent<br />
yay.İst.2007. ‘‘Diyarbekirlilerden müteşekkil büyük bir mecliste<br />
gözlerim kapalı olarak el yordamı ile o zevattan herhangi birini<br />
yakalasam! O muhterem zat: Ya âlimdir, ya şair, ya edipdir, ya<br />
hattatdır, ya musikişinasdır, ya büyük bir sanatkârdır ve tam manası<br />
ile begefendidir…’’. Prof. Dr. Mükremin Halil Yınanç da Diyarbekr<br />
için ; ‘‘Dünyada şehir mesahasına nisbetle en çok âlim, fazıl,<br />
edip, şair, musikişinas, hattat, sanatkâr, büyük insan yetiştiren şehir<br />
Amid’dir, Diyarbekir’dir…’’. Zübeyde Kırmızı, ‘‘Amid-i Nur’’,<br />
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, s.211.<br />
Diyâr-ı Bekrden zuhûr…’’, Hâmî; ‘‘Fi’l-asl Diyâr-ı<br />
Bekr ahâlîsinden olup…’’, Rızâ Efendi; ‘‘…<br />
medîne-i Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle makzıyyü’lmerâm<br />
olmuşlar idi.’’, Çeteci ‘Abdu’llâh Pâşâ;<br />
‘‘Şehr-i mübârizân (kuvvetli münakaşaya kalkışanlar)<br />
ve makarr-ı (oturulan yer, karar edilen yer) dilâverân<br />
(yiğitler, yürekliler) olan şehr-i bî-misl (benzersiz,<br />
eşsiz) ü bî-akrân (benzersiz, eşi görülmeyen)<br />
olan medîne-i Diyâr-ı Bekre izâfe ile şöhret-karîn<br />
Çermik nâm kasabadan zuhûr…’’, ‘İzzî-i Dîger<br />
Re’îs-zâde; ‘‘Mevâlî-i ‘ızâmdan Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle<br />
mümtâz…’’, Lebîb; ‘‘Diyâr-ı Âmidden<br />
zuhûr…’’ örneklerinde olduğu gibi, ‘Diyâr-ı Bekr’<br />
veya ‘Âmid’ şeklinde şairlerin doğum veya yerleşme<br />
yerleri olarak geçmiştir.<br />
*<br />
Tezkire-i Mucibi’te sadece Vahyî’nin Diyarbakırlı<br />
olduğu şu şekilde yer almıştır: ‘‘Diyarbekrî<br />
‘Ömer Çelebî’dir.’’<br />
*<br />
Mehmed Sirâceddin ‘‘Mecma’-ı Şuarâ Tezkire-i<br />
Üdebâ’’sında şairlerden Hamdî; ‘‘Şehr-i Diyârbekr<br />
(Âmid)’dendir.’’, Nihânî; ‘‘Diyârbekr şehrinden<br />
zuhûr etmişdir.’’, Ahmed, ‘‘Diyâr-bekr şehrinden<br />
zuhûr etmişdir.’’, Güzârî, ‘‘Şehr-i Diyârbekr’dendir.’’,<br />
Râmiş, ‘‘Diyâr-bekr (Âmid) şehrinden<br />
zuhûr etmişdir.’’ şeklinde, sadece nerde doğduklarına<br />
yönelik bilgi olarak yer almıştır.<br />
Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiresinde doğum<br />
yerlerini veya yetiştikleri yeri takdim ederken: İstan-<br />
108<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
ul, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi, Üsküp, Serez,<br />
Gelibolu, Prizen, Manastır, Konya, Trabzon, Tire,<br />
Bağdat, Sinop, İznik, Akşehir, Rodos, Malakara,<br />
Şiraz … gibi kültür merkezlerini genellikle tanıtma<br />
yoluna gitmiştir. Tezkirelerde çoğunlukla Amid<br />
adıyla geçen bir bölge veya vilâyet adı olan Diyarbakır,<br />
Hasan Çelebî Tezkire’sinde Dicle ve Fırat nehrinin<br />
arasında kalan şehrin ikliminin güzel olduğu<br />
sadece bir şairin biyografisinde belirtilmiştir. Halili:<br />
Letafet-i ab u heva ile şöhre-i dehr ve makbul u<br />
memduh-ı Zeyd ü ‘Amr olan Diyarbekrdendür [29] .<br />
Kaynakça<br />
1. Mustafa İsen, ‘‘Sehi Bey Tezkiresi, Heşt Bihişt’’. Akçağ<br />
Yayınları, 2. Basım: Ankara-1998.<br />
2. Doç. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Latîfî Tezkiresi’’. Akçağ Yayınları,<br />
1.Baskı, Ankara-1999. Halîlî (s.203-4)<br />
3. *Hasan Çelebi, ‘‘Tezkiretü’ş-şu’arâ’’. Hzl. Aysun Sungurhan-Eyduran.<br />
Ankara-2009. T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı<br />
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (www.<br />
kulturturizm. gov. tr adresinden) 3215 Kültür Eserleri;<br />
Halîlî (C.1, s.283-284).<br />
4. Süleyman Solmaz, ‘‘Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı’’. Atatürk<br />
Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, Ankara-2005 ve<br />
Ayrıca T. C Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve<br />
Yayımlar Genel Müdürlüğü (www. kulturturizm. gov. tr adresinden)<br />
3219 Kültür Eserleri. C.2, Tufeylî (S.208-209)<br />
5. Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür,<br />
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını:<br />
S.:93. Tezkireler Dizisi-S.2 Hzl. Dr. Mustafa İsen. Ankara-1994.<br />
Halîlî (135)<br />
6. Gencay Zavotçu; ‘‘Rıza Rezkiresi (İnceleme-Metin),<br />
Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul, Mayıs-2009. Nigâhi (223),<br />
Şöhreti (271), Vahyî (283)<br />
7. Sadık Erdem, ‘‘Mehmed Sâlih Yümnî, Tezkire-i<br />
Şu’arâ-i Yümnî’’. Türk Dünyası Araştırmaları <strong>Dergisi</strong>, İstanbul-1988,<br />
s. 85-112. Şânî (97-8), Şehdî (99), ‘İzzetî (102),<br />
Fuzûlî (103),<br />
8. Kudret Altun, ‘‘Tezkire-i Mucîb (İnceleme-Tenkitli<br />
Metin-Dizin-Sözlük’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />
yayınları (Tezkireler Dizisi:3). 1. Baskı. Ankara-1997. Vahyî<br />
(62)<br />
9. Doç. Dr. Pervin Çapan, ‘‘Mustafa Safâyî Efendi,<br />
Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr)’’<br />
,İnceleme-Metin-İndeks; Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk<br />
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını: 322, Tezkire Dizisi<br />
Sayı: 9; Ankara-2005. Mehmed (Emnî), Mehmed (Emîrî),<br />
Ahmed (Hamdî), İbrahim (Hâsim),Yahya (Şehdî), Hasan<br />
(Şûrî), Ömer (Amrî), İsmail (Fâmî), Mehmed (Me’âlî), Ali<br />
29. Dr. Aysun Ayduran, ‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir,<br />
Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’,<br />
bilig-12/Kış-2000, s.40-1.<br />
(Nisbetî), Ahmed (Vücûdî),Yüsrî. Kitabın 25-35 sayfaları<br />
arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir.<br />
10. Prof. Dr. Adnan İnce, ‘Tezkireü’ş-Şu’arâ/Sâlim Efendi’,<br />
Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür<br />
Merkezi Başkanlığı Yayını: 335; Birinci baskı Ankara-2005.<br />
Tokadî Mehmed Emin (Emîn-i Burusî-Eski Mahlası Sâdık),<br />
Mehmed (Emîrî), İbrahim (Hâsim-i Diger), Ahmed Çelebi<br />
(Hamdî-i Diger), Hasan Ağa (Şûrî), İsmail (Fâmî), Lebîb-i<br />
Diger. Kitabın 33-56 sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak<br />
şairlerin adlarına yer verilmiştir.<br />
11. İsmail Belîğ, ‘‘ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-<br />
Eş’âr’’. Hzl. Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu. Atatürk<br />
Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları. Ankara-1999. Tezkireler<br />
Dizisi:4 2. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara-1999.<br />
Âgâh, Emîrî, Abdülkerim (Şânî), Hasan Ağa (Şûrî), Yusuf<br />
Efendi (Şehdî), İsmail Efendi (Fâmî), Mehmed Çelebi<br />
(Me‘âlî), Ahmed Efendi (Vücûdî). Kitabın XV-XXXIV sayfaları<br />
arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer<br />
verilmiştir<br />
12. Sadık Erdem, ‘‘Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı’’. (İnceleme-Tenkitli<br />
Metin-İndeks-Sözlük), Atatürk Dil ve Tarih<br />
Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S.79,<br />
Tezkireler dizisi-S.1, Ankara-1994; Emîrî (S.11-2), Edîb<br />
(12), Çâkerî (59), Hâsim-i Dîger (65-6), Hâmî (72), Çeteci<br />
‘Abdu’llâh Pâşâ (Çermîk;215-6), Lebîb (260-1).<br />
13. *Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet<br />
Âkif’in Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir<br />
Nüshası’’, Turkish Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara.<br />
14. Mehmet Tevfik, ‘‘Kâfile-i Şu’arâ’’, Hzl. Fatma Sabiha<br />
Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu, Doğu Kütüphanesi,<br />
1. Baskı: İstanbul-2012. Mehmed, Emnî (Burnaz<br />
Mehmed Ağa), İbrâhîm (Hâsim), Ahmed (Hicâzî),Halîl.<br />
15. Mehmed Sirâceddin, ‘‘Mehmed Sirâceddin<br />
Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ’’. Hzl. Dr. Mehmet Arslan,<br />
Sivas-1994. Hamdî (43-4), Nihânî (65-6), Ahmed (70),<br />
Râmiş (97-9).<br />
16. *Ali Emirî , ‘‘Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmîd’’. Hzl. Galip<br />
Güner-Nurhan Güner. (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu),<br />
Anıl Matbba ve Ciltevi, Ankara-2003. Kaynak Eserler<br />
Dizisi: 2; *Hasan Yılmaztürk, ‘‘Esamî-i Şuara-yı Amid’’,<br />
Fatih Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman:<br />
Ali Fuat Bilkan, İstanbul-1999; *Kasım Hayber,<br />
‘‘Tezkire-i Şu’arâ-yı Âmid’’, Yüksek Lisans Tezi, Danışman:<br />
Ümit Tokatlı, (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu) Erciyes<br />
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul-1989;<br />
*Mehmet Arslan, ‘‘Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid’’,<br />
Yedi İklim IV/35 (İstanbul, Şubat-1993);<br />
17. ‘Alî Emîrî , ‘‘Tezkire-’i şu‘arâ-’i Âmid’’, C.1, Dersa‘adet,<br />
Matba‘-ı Âmidî, 1328 (١٤٢٨), Üç ciltten mürekkep<br />
olan kitabın ilk cildi olup ‘z’ harfine kadar ele alınmıştır. ■<br />
109<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
KEMAL BATMAZ<br />
AYDEMİR, Şerif, Çiçekten<br />
Harman Olmaz, Ötüken Neşriyat,<br />
İstanbul, 2013.<br />
Çiçekten harman olmaz ama<br />
okuyucunun gönlünü efil efil<br />
harmanlayan hikâyelerden oluşan<br />
bir kitap Çiçekten Harman<br />
Olmaz. Şerif Aydemir’in kalemi<br />
ömrün “aşk” ve “sevgi” tırnağında yer alan kısmını<br />
gönülleri eleyen bir dil yalınlığı ve akışkanlığı<br />
ile anlatmış. Dili öylesine rahat ki her<br />
cümlesinde her yargısında bir ata beyanı, atasözü<br />
inceliği var.<br />
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />
65/3. 34433<br />
Beyoğlu/ İSTANBUL<br />
Tlf. (0212) 251 03 50<br />
PAYAM, Nazım, Ses Ve<br />
Yaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul,<br />
2013.<br />
“Şehrin oluşturduğu anafor;<br />
bazen değer düğümlerini<br />
öylesine gevşetiyor ki her şey<br />
kendiliğinden müflis ironiye<br />
dönüşüyor. “Ben”den başka hiçbir şeyi ciddiye<br />
almıyor insan. Balkona mahkûm çocuklar, geçkin<br />
bekârlar, bir başına bırakılmış ihtiyarlar,<br />
rezil yoksulluk ve yersiz yurtsuz hain ihtiras,<br />
sinsice zevklendiriyor onu. Küçük hesaplardan<br />
dolayı huzur vericilerini, huzur verecekleri hayatın<br />
kör kuyusuna itmekten çekinmiyor. Zaman<br />
zaman sorarım kendime: Acaba, derim,<br />
bencilliği insandan başka yeşertecek saksı var<br />
mı”<br />
Ses Ve Yaz, yazarın ikinci deneme kitabı.<br />
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />
65/3 34433<br />
Beyoğlu / İSTANBUL<br />
Tlf. (0212) 251 03 50<br />
ÇETİŞLİ, İsmail, Şairin<br />
Diliyle Hz. Peygamber, Denizli<br />
Belediyesi Kültür Yayınları,<br />
Denizli, 2013.<br />
Değerli Hocam Prof. Dr.<br />
İsmail Çetişli’nin hazırladığı<br />
Şairin Diliyle Hz. Peygamber<br />
antolojisinin çıktığı haberini<br />
vermekten mutluluk duyduğumu belirtmek<br />
isterim. Antolojiyi yine kendisinin diliyle tanıtmak<br />
istiyorum:<br />
“…okuyucuya Tanzimat sonrası Türk şiirinde<br />
Hz. Peygamber konusunu kronolojik<br />
bir bütünlük içinde sunabilmek ve şairin O’na<br />
olan aşkını duyurabilmek amacıyla hazırlanmıştır.”<br />
ÇETİŞLİ, İsmail, Şiirimizde<br />
Peygamber ve Gül, Denizli Belediyesi<br />
Kültür Yayınları, Denizli,<br />
2013.<br />
Ömürlerin ve âlemin yegâne<br />
110<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
Gül’ü Hz. Peygamber şiirimizin en temel esin<br />
kaynaklarından biri. Prof. Dr. İsmail Çetişli<br />
Tanzimat’tan günümüze kadarki 150 yıllık dönemde<br />
Hz. Peygamber üzerinde odaklanan ve<br />
500 şairin kaleme aldığı 1600 manzumede gül<br />
metaforu veya sembolünün yeri; kullanılış sebebi<br />
ve tarzlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye<br />
çalıştığını ifade ediyor. Dileriz ki sevgisi kalbimizden,<br />
kokusu zihnimizden, rengi hayalimizde<br />
eksik olmasın. Rabbimiz, O Gül hürmetine<br />
çaresizliğimizi hoş görsün.<br />
DURSUN, Yusuf, Cennet<br />
Kapısı Çanakkale, Nar yayınları,<br />
İstanbul, 2013.<br />
“Atalar mirası aziz vatanda,<br />
Modern çağın çocukları yaşıyor.<br />
İş başa düşerse kullanmak<br />
için<br />
Süngüsünü koynunda taşıyor!” diyor yazar.<br />
Edebiyatımızda çocuklara yönelik eserler<br />
eskiye nazaran daha çok üretilmekte. İşin<br />
tarihî ve çocuklarımızı bilinçlendirici yönü de<br />
Yusuf Dursun gibi yazarlarımızın kalemiyle<br />
tamamlanmaya çalışılmakta. Cennet Kapısı<br />
Çanakkale, çocuklarımız için bulunmaz bir aidiyet<br />
bilinci oluşturacaktır diye düşünüyorum.<br />
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han<br />
65/3. 34433<br />
Beyoğlu/ İSTANBUL<br />
Tlf. (0212) 251 03 50<br />
YILDIZ, Kalender, Kuklacı, Sütun Yay.<br />
2013.<br />
martılar içinde göçmen kuşum<br />
ben<br />
kalsam yabancıyım gitsem<br />
sürgünüm<br />
Kalender Yıldız, uzun zamandır<br />
şiir yazan, şiir üzerine<br />
kafa yoran bir isim… Dergilerde yer alan şiirlerinin<br />
yanı sıra, Ümraniye Belediyesi’nin düzenlediği<br />
şiir yarışmasında birincilik ödülü de aldı.<br />
Uzun yılların ürünü olan kitabına Kuklacı<br />
ismini uygun görmüş.<br />
Kalender Yıldız şiiri için şu tespitte bulunabiliriz:<br />
Günlük güneşlik şiirler yazmıyor! Aslında,<br />
günümüz insanı gibi hızı seven, değerleri<br />
olduğu kadar yazılı-görsel her türlü ürünü<br />
oburca tüketen ve tabii ki unutan, okurlar için<br />
hazmı zor, kafa yorulması, durup düşünülmesi<br />
gereken şiirler yazıyor.<br />
Geniş zamana yayılan bu şiirler şairin değişen<br />
yahut gelişen şiir anlayışını da okura gösteriyor.<br />
Manas Yayıncılık’tan okuruna 11 yeni<br />
eser.<br />
2006 yılında kurulan Manas Yayıncılık son<br />
yayınlarıyla kültür hayatımıza 60’a yakın kitap<br />
kazandırarak Elazığ’da Türkiye’ye örnek teşkil<br />
edecek bir çalışmaya imzasını attı.<br />
Kültür ve sanat faaliyetleriyle sesini duyuran<br />
Manas Yayıncılık Ali Emîrî Efendi’ye<br />
Saygı programı çerçevesinde yine Ali Emîrî<br />
Efendi’nin aziz hatırasına yeni yayınlarını okuyuculara<br />
tanıttı.<br />
Ejderha Taşı, Harputlu Divan Şairleri, Harput<br />
Ağzı, Kurbağa Avcıları, Bin Beyaz Karanfil,<br />
Diyarbakır Müziği Ve Folkloru, Kördüğüm,<br />
Azebaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Elazığ İli Yer<br />
Adları Üzerine Bir İnceleme, Elazığ ve Yöresinde<br />
Ziyaret Yerleri, <strong>Bizim</strong> Şehrin Divaneleri.<br />
Bu sayımızda beş kitabı sizinle paylaşacağız.<br />
ONUR, M. Naci, Harputlu<br />
Divan Şairleri, Manas<br />
Yayıncılık, Elazığ, 2013.<br />
1988 yılında aynı adla birinci<br />
basımı yapılan eserin<br />
ikinci baskısı. Eserde16. yüzyıldan<br />
21. yüzyıla kadar Harput’ta yetişmiş 47<br />
111<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013
divan şairini ihtiva etmekte. Araştırmacılara<br />
büyük faydası olacağı inancıyla titiz bir çalışma<br />
ile ortaya konulmuş.<br />
KANTER, Necati, <strong>Bizim</strong> Şehrin Divaneleri,<br />
Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.<br />
Yarı belgesel olan hikâyeler bir şehri şehir<br />
yapan ayrıntıları saklıyor satırlarında.<br />
Eskimiş fotoğraflarıyla<br />
eskimeyen hatıralarımıza<br />
götürmeyi vaat ediyor yazar.<br />
Hikâyeler bazı eksiklikleri mi yoksa fazlalıkları<br />
mı anlatıyor, karar sizin.<br />
ÖZCAN, Tarık, Kördüğüm,<br />
Manas Yayıncılık, Elazığ,<br />
2013.<br />
“Kördüğüm'le kendi tekliğimi<br />
ortaya koydum." diyor<br />
şair Tarık Özcan. unvanlardan<br />
arınmış saf bir aşk, sevgi<br />
ve acının dili ile seslenmiş<br />
okura. Biricik olmanın dil ve şekil endişesiyle<br />
açılan her sayfada hissettiğimiz bir modern<br />
ve geleneksel kompleks meydana getirmiş<br />
‘Kördüğüm’le.<br />
ÜNLÜ, Şemsettin, Kurbağa<br />
Avcıları, Manas Yayıncılık,<br />
Elazığ, 2013.<br />
Hayatımızın derinlerinde<br />
kalmış kesitleri, en ince ayrıntısına<br />
kadar hatırlayıp masalsı<br />
bir dil ile anlatmış Kurbağa<br />
Avcıları’nda yazar. Dikkat etmeyene fazla bir<br />
şey söylemez belki ama yazarın dikkatinden<br />
kaçmayan kesitler var eserde acılara ve yokluklara<br />
dair.<br />
ÜNLÜ, Şemsettin, Bin Beyaz<br />
Karanfil, Manas Yayıncılık,<br />
Elazığ, 2013.<br />
Yazar, yazının tarih kadar eski ama şiirin<br />
daha eski olduğunu söylüyor. İnsanlık ile şiirin<br />
hep var olacağını ekliyor. Zaten sanatçının temel<br />
gayesi de bir şekilde “var” ile “yok”u işletmek<br />
değil mi Sözün bittiği yerde dile gelmez<br />
mi şiir! Yazar en eski sanat şiir ile konuşmuş<br />
Bin Beyaz Karanfil’de. Okurken dinlemek de<br />
okuyucudan…<br />
Manas Yayıncılık<br />
Kitap İsteme Adresi:<br />
Nailbey Mah. Vali Fahribey Cad. Huzur İş<br />
Merkezi No:1 Kat:5/14 ELAZIĞ<br />
Tlf/Fax. (0424) 2371315<br />
e-posta: manasyayincilik@hotmail.com<br />
ÜLGER Nevzat,<br />
Osmanlı’nın İktisat Mantığı.<br />
Dünyanın sayılı devletlerinden<br />
birini inşa ederek değişmelerin<br />
zirve yaptığı sanayi<br />
devrine rağmen uzun süre<br />
ayakta kalmayı başarmış bir<br />
Osmanlı Devleti’nin ve onun elitinin benzeri<br />
az bulunur bir meritokrasi (zeka ve kabiliyeti<br />
ölçüsünde yükselme) içinde zekayı<br />
her türlü beşeri değerin doruğunda tutmakla<br />
ünlü vasıfları ile günümüze sıradan tarihçinin<br />
dahi rahatlıkla fark edebileceği çelişkileri<br />
idrak etmemiş olmasına ihtimal verilemez.<br />
Öyle ise Osmanlı olaylara bizim anladığımız<br />
çözümlerle yaklaşmıyor. Aksine olayı normal<br />
karşılıyordu.<br />
Osmanlıların ekonomiyi bilmedikleri değil,<br />
aslında en iyi bildikleri şeyin ekonomi<br />
olduğu anlaşılmıştır.<br />
Ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri<br />
iddiası tamamen asılsız çıkmıştır.<br />
Aslında ticareti teşvik edilen ve korunan bir<br />
sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme<br />
sistemindeki ayrıcalıklı kalem konumu<br />
ortaya çıkmıştır.<br />
İsteme adresi:<br />
Nevzat Ülger<br />
Sürsürü Mah. Mimberli Sk: No: 13<br />
A/4 Elazığ<br />
112<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2013