Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi
Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi
Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Muhterem Okurlar,<br />
12 Haziran 2011 seçimleri yeni oluşumların<br />
yolunu açacak gibi. Birlik ve dirliğimiz için, hısım<br />
akraba toplulukları için hakkımızdan hayırlısını<br />
diliyoruz.<br />
Temenniyle birlikte; perde arkasını okuyamadığımız<br />
olayların görünenleri üzerinde ciddi ciddi<br />
düşünmemiz gerektiğine de inanıyoruz Çünkü<br />
demokrasinin temel prensiplerini belirleyenler,<br />
vatandaşlık bilinciyle donanmış bireylerdir. “Temsil<br />
kabiliyeti yüksek” olanların seçilmesi de ancak<br />
ve ancak seçme yeterliliği kazanmışlarla mümkündür.<br />
Bu düşüncelerle dergimizin elinizdeki sayısını<br />
“Politika ve Edebiyat İlişkisi”ne ayırdık. İstedik<br />
ki “Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri” üzerine<br />
bize düşeni kısmen de olsa anlatmaya çalışalım,<br />
edebiyata politika bulaştırmadan hatırlatmalarda<br />
bulunalım, edebiyat ve politikanın vazgeçilmez<br />
ortaklıklarını işaret edelim.<br />
Dergimizde bulunan denemeleri, makaleleri,<br />
şiirleri, hikâyeleri soruna ve çözüme birer işaret<br />
taşı olarak görebilirsiniz.<br />
49. sayımızda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet<br />
olunuz.<br />
<strong>Bizim</strong> Külliye
NAZIM PAYAM<br />
Sanatçının dünya<br />
görüşünü temsil<br />
eden partinin<br />
iktidarda olması da<br />
bunu değiştirmez,<br />
bilakis kaygı<br />
artırıcıdır. Kendisini,<br />
arzu edilen kıvamı<br />
hissettirmeye, ihmal<br />
edilen hasletleri<br />
hatırlatmaya<br />
çoklarından daha<br />
fazla bu dönemde<br />
yetkin görür.<br />
Politikacı mı, sanatçı mı<br />
Meşrutiyetten bu yana politik<br />
güce inandırılan halkımız<br />
sosyalleşmesinin giriş ve<br />
çıkışlarını politikayla belirliyor.<br />
Cumhuriyetin kuruluşundan<br />
beri ise partili taraftar<br />
genel başkanına bağlılığını hoca-tilmiz, ağamaraba<br />
mertebesinde yürütüyor, dersem pek<br />
de abartmış sayılmam. Politikacı bu durumu<br />
lehine değerlendirip geliştirmekte bir sakınca<br />
görmüyor çoğu zaman. Hatta sosyal uzuvların<br />
bütününü taraftarların gücü nispetinde<br />
kontrole çalışıyor. Buna sanat da dâhil.<br />
Politikacı ayrıca; kendi değerleri dışında<br />
değer ve eleştirileri olan sanatçıyı hep bir<br />
eksiğiyle tutuyor aklında. Ona göre, muhalif<br />
sanatçının arızalı hayalinde harmanlanmış<br />
gerçek, gerçeklikten yoksundur. Toplum için-<br />
3<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe<br />
karışmaktan. Sanatçıya, değer kazandıran, biçimdir. Özgün<br />
biçim, sanatçıyı çok daha derinlerden alıp henüz adı<br />
konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,<br />
büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.<br />
de ayrıcalık isteyen böyleleri, palazlanmadan<br />
ötelenmeli. Hele bir de iktidarda ise sanatçıya<br />
dair olumsuz görüşlerini hiç durmaksızın halka<br />
da dayatıyor.<br />
“Politikacı mı, sanatçı mı” dayatmasında,<br />
sanatçımızın unutulmaya mahkûm edilmesi<br />
kaçınılmaz. Politikacıdan yanadır tercihi halkımızın.<br />
Hırsın, tarafgirliğin ürettiği toplum<br />
münafıklarının yargısız infazına her an tanık<br />
olabilirsiniz. Esermiş, yazarmış, okumaymış;<br />
hak getire. Nazım Hikmet benzeri bir ideolojinin<br />
temsilcisi değilse, taraftar kitle için en iyisi<br />
sanatçının, politikadan uzak, bir köşede hülyalarının<br />
albenisiyle oyalanması!<br />
Ya Sanatçı Sanatçının da, kendisini yol<br />
üstü taşı olarak görenlerden hoşnut olduğu<br />
söylenemez. Halkçılığın ucuz aktörü olarak<br />
biliyor politikacıyı. Değerlerin onlar tarafından<br />
istismar edildiğine, ilişkilerini çıkarlarla<br />
gürleştirdiğine inanıyor. Yine genelde sanatçının<br />
özelde şair ve yazarın bir başka inancı;<br />
politikacının buyrukçu ve sınırlayıcı konumundan<br />
oluşan yörüngesinde, taşıdığı yaptırımların<br />
insanlık adına da olsa kolay kolay<br />
elden çıkarılamayacağıdır.<br />
Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde “Ayinesi<br />
iştir kişinin lafa bakılmaz,/ Şahsın görünür<br />
rütbe-i aklı eserinde” mısralarıyla işaret ettiği<br />
çarçabuk silinecek kötü politikacı ile lafazan<br />
sanatçının göstergeleridir aslında değinilenler.<br />
Bir zaman dilimine sığdırılamayan hizmetler<br />
ne yalnızca sanatçıya mahsustur ne de politikacıya.<br />
Ama şans, sanatçı ile politikacıdan<br />
yanadır. Hizmet etme fırsatı en fazla bu farklı<br />
kutuplarda konuşlananlara verilmiştir. Oysa iyi<br />
politikacı ile hakiki sanatçıyı farklı kutuplarda<br />
konuşlandıran birinin ötekinden daha fazla hakseverliği,<br />
erdemliliği, millet evladının sorumluluğunu<br />
üstlenmesinden çok, mizaçları, üslup ve<br />
öncelikleridir.<br />
Politika toplumsal ve bireysel sorunlara çözüm<br />
üretme sanatıdır. Politikacı sanatını yürütürken<br />
ülkesinin, vatandaşının hücreleri üzerinde<br />
ahenkle çalışır. Vatandaşlarının yaşama<br />
ölçünlerini yükseltir; ahlaklı, eğitimli, sağlıklı,<br />
güvenli yaşamasını sağlar. Bireyleri, kitleleri<br />
huzur notalarının vazgeçilmez tınısına çeker,<br />
geleceği hedefler. Elbette bütün bunları gerçekleştirmek<br />
için aktif katılımcılarını çoğaltır.<br />
Nasıl ki bir heykeltıraştan beste; müzisyenden<br />
hüsnühat; romancıdan biyolojik bir sonuç<br />
ve şairden Mimar Sinan’ın tasarısını beklemiyorsak<br />
politikacıdan da yetisi dışında olanı<br />
bekleyemeyiz. Politikacının dikkatinden kaçan<br />
veya yetisi dışında oluşan boşluğu dolduracaklar<br />
varsa bunlar evvelemirde sanatçılardır. Yine<br />
iyi politikacı sanatı da sanatçıyı da en iyi anlayan<br />
ve değerlendirenler arasındadır.<br />
Sanatını önemsemeyen, herhangi bir partinin<br />
adresini göstermeye, küçük hesaplara, statü<br />
kavgalarına düşen sanatçı, politikacının ötelemesini,<br />
halkın dışlamasını belki hak edebilir.<br />
Ama hakiki sanatçı herhangi bir politik uğraşın<br />
öznesi olmaz, olamaz. O, odamızı aydınlatma<br />
yarışına katılmış bütün partilere aynı mesafede<br />
durur. Sanatçının dünya görüşünü temsil eden<br />
partinin iktidarda olması da bunu değiştirmez,<br />
bilakis kaygı artırıcıdır. Kendisini, arzu edilen<br />
4<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
kıvamı hissettirmeye, ihmal edilen hasletleri<br />
hatırlatmaya çoklarından daha fazla bu dönemde<br />
yetkin görür.<br />
Sanatçı, olay ve olguları netleştirmede öncü<br />
olabileceği gibi, bir sonraki sezgilerin duyurucusudur<br />
da. Sanatçının bir özelliği de, ruh<br />
coğrafyasının gezgini olmasıdır; gezintisi esnasında<br />
gördüğünü, hissettiğini ve bireysel tercihini<br />
sanatının ilhamıyla fısıldar. Onun bireysel<br />
tercihi zamanla evrensel beğeniye dönüşebilir.<br />
Böylesi bir durumun gerçekleşmesinde bırakın<br />
kendi politikacısını, diğer toplumların nice politikacısından<br />
daha etkin ve kapsamlı olacaktır.<br />
Sanatçı, yalnızca iç sesten, çevreden ve estetinden<br />
sorumlu tutmaz kendisini; Schiller’in<br />
vurguladığına; gerçeğinin biçimine de yoğunlaşır.<br />
Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine<br />
Bir Dizi Mektuplar”ında, “…iç, ne ölçüde yüce<br />
ve geniş olursa olsun, her zaman kafayı sınırlandırarak<br />
etkiler ama biçimden ancak gerçek<br />
estetik ve özgürlük beklenebilir.” der.<br />
Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine,<br />
biçimsizliğe karışmaktan. Sanatçıya, değer<br />
kazandıran, biçimdir. Özgün biçim, sanatçıyı<br />
çok daha derinlerden alıp henüz adı konulmayan<br />
yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,<br />
büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.<br />
Politikacının sorumluluk alanı ise kendisini<br />
bir başına özgün biçim oluşturmaya bırakmaz.<br />
Göz ardı edemeyeceği toplumsal öngörüler, kurallar<br />
vardır. Geniş halk kitlesiyle işler işleyeceğini.<br />
O, öze doğru şimdinin yüzüyle hareket<br />
eder. Biçim, vaat edilenin gerçekleşmesinde<br />
saklıdır. Vaat edilenin gerçekleşmesi yolunda<br />
düzenler biçimini. Gerektiğinde alımlı güzelleri<br />
bir gereç olarak kullanıp kitleyi amaca uygun<br />
yönlendirir. Kendisine halk nezdinde güven artıracak<br />
düşman devşirmek, devşirdiklerini lokomotifin<br />
ocağında enerjiye dönüştürmek de onun<br />
her an değişebilir biçimine dâhildir.<br />
Politikacının bir aracı da baskıdır. Sartre,<br />
“Yazarın Sorumluluğu” denemesinde yazarla<br />
politikacıyı karşılaştırırken, politikacı özgürlüğü<br />
amaç edinmiş olsa da onun yönteminde<br />
“zor’dan” başka yolun olmadığını söyler. “Yazarsa<br />
tersine, öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı<br />
gibi, özgürlüğü, insan haklarının gerçekleştirilmesini<br />
istemekle birlikte, zor kullanmak<br />
zorunda değildir. Buna yanaşamaz da.”<br />
Her şeye rağmen politikacının yeri belli…<br />
O, “meclis” adamı. Peki, parlamenter sistem<br />
içerisinde sanatçı nerede durmalı<br />
Mekân, mevki ve sorgulama değişikliğine<br />
binaen meclis eşiğinden içeri girebilen Yakup<br />
Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal, Memduh<br />
Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif<br />
Nihat Asya, Arif Sağ, Erdem Beyazıt, Yılmaz<br />
Karakoyunlu, Mehmet Atilla Maraş gibi sanatçılar<br />
milletvekili sınavına girdiler. Başarılı<br />
oldukları söylenemez. Sanatçılarımızın milletvekilliği<br />
döneminde ilk yitirdiği iddialarıydı.<br />
Çoklarının hayalleri, hayreti pörsüdü; mecliste<br />
tereddütlerin adamı olmaktan öteye geçemediler.<br />
Çünkü politikada yaratılışa sinmiş eda ve<br />
üslup farklı.<br />
Cumhuriyet, insanı ve insanı kuşatan her ne<br />
ise onu eşeleyerek özüyle yüzleşmek isteyen<br />
sanatçıdan çelişmez. Politikacısıyla da. Çeliştiği;<br />
politikacısını, ağasını, paşasını, cemaatini,<br />
şaşmaz-şaşırmaz bilen tabanla, vatandaşlık<br />
iradesi gelişmemiş, üstünde tepişmeye müsaade<br />
eden tabanla ikizleşendir. Bu, sanatçı da olabilir.<br />
Öyleyse dolaysız soralım: Özelliklerinden<br />
ve önceliklerinden taviz vermeyen sanatçı ile<br />
politikacıdan, bu iki farklı nitelikten, bir koro<br />
nasıl çıkarabiliriz<br />
Sanırım çözüm Tarık Buğra’nın, edebiyat ve<br />
sanat adamı politika yapmamalı, ama politikacılar<br />
sanatçıların ürünlerinden politika üretmeli,<br />
temennisinde. Buğra’nın temenniden olacak<br />
ki tarihe her kulak verişimde sanatkârları ile yürüyen<br />
büyük devlet adamlarının ayak seslerini<br />
duyuyorum. ■<br />
5<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
REHA ÇAMUROĞLU<br />
ile politika ve edebiyat üzerine<br />
Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor<br />
bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne kadar<br />
zaman olmuştur Böyle baktığımda edebiyatın ve<br />
özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli<br />
çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika<br />
üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa<br />
istikamet alınabilir bir yerde duruyor.<br />
TANER NAMLI<br />
Tarihçi-yazar ve milletvekili Reha Çamuroğlu, 20 Ağustos<br />
1958′de İstanbul’da doğdu. 1986’da Boğaziçi Üniversitesi<br />
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu.<br />
Büyük Larousse ve Ana Britannica ansiklopedilerinde tarih<br />
yazarlığı ve redaktörlük, Kara, Efendisiz, Cem ve Nefes dergilerinin<br />
ise yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Almanya’da bir<br />
dizi üniversitede konuk olarak ders ve konferanslar verdi.<br />
TYB tarafından “2001 Yılı En İyi Romanı Ödülü”ne layık<br />
görüldü. Aynı yıl “Hacı Bektaş Barış ve Dostluk Ödülü”nü<br />
aldı. 1998’de Açık Radyo’da “Ziggurat” adlı programı hazırlayıp<br />
sundu.<br />
Öğrencilik yıllarında özellikle Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nda “merkez-periferi ilişkileri”yle, bu ilişkilerin<br />
ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin<br />
ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı<br />
farklılıkları ve bunları yeniden üretişi ilgilendiği başlıca konulardı.<br />
Bu ilgi, Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak<br />
da “İslam heterodoksisi” üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti.<br />
Yazılarında Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek,<br />
Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmıştır.<br />
Eserlerinden bazıları; Son Yeniçeri, İsmail, Değişen<br />
Koşullarda Alevilik, Sabah Rüzgarı /Enelhak Demişti Nesimi,<br />
Dönüyordu / Bektaşilikte Zaman Kavramı, Yeniçerilerin<br />
Baktaşiliği ve Vaka-i Şerriye, İkiilebir, Kalem Efendisi, Tarih,<br />
Heterodoksi ve Bektaşiler ve Bir Anlık Gecikme’dir.<br />
22 Temmuz 2007 seçiminde İstanbul Milletvekili olarak<br />
Meclise girmiştir.<br />
Türkiye’de, Cumhuriyet dönemi politik söylemi,<br />
edebiyattan ne kadar yararlanabildi<br />
Genç Cumhuriyet olağanüstü karmaşık koşullarda<br />
kuruldu. Tanzimat’tan beri getirdiğimiz<br />
“yukarıdan aşağıya” modernleşme paradigmasını<br />
devralmış, bu nedenle de milletin tüm potansiyellerini<br />
ve tevarüs ettiği birikimi harekete<br />
geçirememişti. Edebiyata ilişkin tutum ise belki<br />
de bu felç hâlinin en belirgin ortaya çıktığı alanı<br />
oluşturmaktadır. Türkçenin Arap alfabesine çok<br />
uygun bir dil olmadığı hemen tüm dilbilimcilerce<br />
kabul edilmesine karşın, “Harf Devrimi”nde ve<br />
“Öztürkçeleştirme” de varılan ifrat, Cumhuriyetin<br />
hemen hemen tüm kuşaklarını edebiyatımıza<br />
yabancı hâle getirivermiştir. Bunun ne kadar feci<br />
bir durum olduğunu dahi ancak yakın zamanlarda<br />
kavramaya başladık. Dolayısıyla Cumhuriyetimizin<br />
politik söylemi maalesef bu büyük potansiyeli<br />
hakkıyla değerlendirememiş ve “yabancı” bir dil<br />
üzerine oturmaya çabalamıştır.<br />
6<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Osmanlıda siyaset, edebiyata ne derecede<br />
nüfuz etmişti<br />
Osmanlıda siyaset ile edebiyatın doğrudan canlı<br />
ilişkileri vardır. Birincisi, halk edebiyatında “destan”<br />
geleneğinde bunu çok açık şekilleriyle görmek<br />
mümkündür. Bir savaştaki galibiyet ya da mağlubiyet<br />
hemen destanlarda görünür. Kıtlık, bu kıtlığa<br />
yönetimin ilgisizliği ve hemen her türlü muhalefeti<br />
bu destanlarda görmek mümkündür. Destanlar genellikle<br />
zannedildiği gibi Osmanlı kırlarına mahsus<br />
da değildir. Büyük şehirlerde bu destanlar ya elle<br />
ya da daha sonraları matbaa ile çoğaltılıp satılır,<br />
kısa sürede büyük yaygınlığa ulaşırlardı. Sarayın<br />
“yüksek edebiyata” etkisi daha çok bahşişler, armağanlar,<br />
terfiler olarak ortaya çıkardı. Yine de “yüksek<br />
edebiyatı” sarayın ve bahşiş kesesindeki altının<br />
sesinden ibaret saymak büyük bir yanılgı olacaktır.<br />
Bu edebiyat, muhalefetini yahut eleştirilerini özellikle<br />
geniş sembolik söyleme biçimlerimizin arkasına<br />
gizlemiş ve sadece “erbabına” sunmuştur. Dolayısıyla<br />
bu edebiyatımıza “şifrelerini” çözmeden<br />
yaklaşmak beyhude bir anlama çabası olur.<br />
Bektaşi geleneğinin ve İslam heterodoksisinin<br />
politik tarafları hakkında neler söyleyebilirsiniz<br />
Bu sorunuz çok geniş tartışma ve anlatıları beraberinde<br />
getirecek bir sorudur. Çok kısaca söylemek<br />
gerekirse Alevi gelenek, siyasi iktidarın “hak<br />
sahibinde” olması gerektiğini ileri sürerken Sünni<br />
gelenek “cemaatin rızasını alanda” olması gerektiğine<br />
inanır. Bu temel farklılığın pek çok pratik<br />
sonucu ortaya çıkar tarih içerisinde. Alevi siyaset<br />
anlayışı mesela cemaatin yanılmaz olduğuna inanmaz<br />
ve oybirliği hakikat bağlamında bir “garanti”<br />
meydana getirmez Alevi için. Oysa mesela Sünnilikte<br />
“ümmet yanlışta ittifak etmez”. Sonuçta heteredoks<br />
İslam her durumda daha muhalif ve daha<br />
akışkan bir siyasi tavır içinde olacaktır.<br />
Günümüz Türk edebiyatının, özelde Türk romanının<br />
politik bir işlevi olduğunu düşünüyor<br />
musunuz Edebiyatımız, romanımız; toplumu<br />
yönlendirebilme, dünyaya karşı sosyal bir duruş<br />
sergileyebilme gücünü aşılayabiliyor mu, yaşatabiliyor<br />
mu<br />
Bakın, aslında yeni iletişim dünyasıyla birlikte,<br />
özellikle internet medyasından sonra hiçbir şeyin<br />
eskisi gibi olamayacağını kestirmek zor değil. Ben<br />
belki de burada çok karamsar olanların sınıfındayım.<br />
Her şey uçucu artık her şey “twit”. Senelerdir<br />
doğru dürüst bir besteye rastladığımı düşünmüyorum.<br />
Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor<br />
bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne<br />
kadar zaman olmuştur Böyle baktığımda edebiyatın<br />
ve özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli<br />
çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika üzerinde<br />
bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa istikamet alınabilir<br />
bir yerde duruyor.<br />
Politikacı, tarihçi ve romancı kimliklerinize<br />
dayanarak sormak istiyorum. Eserleriniz, Alevi<br />
kimliğinin tarihi ve politik arka planını ortaya<br />
koyuyor. Bunları anlatırken tarihsel gerçeklikleri<br />
anlatma düşüncesinin yanında ne tür toplumsal<br />
mesajlar verme amacı güdüyorsunuz<br />
Her şeyden önce şunu görmemiz gerekiyor;<br />
yetmiş küsur milyon insanı bütün çeşitlilikleriyle<br />
kavga dövüş olmaksızın bir arada barış içinde<br />
yaşatmak muazzam bir zor iştir. Hiçbir şey kulak<br />
ve gözlerimizi, zihin ve gönüllerimizi birbirimize<br />
kapatmaktan daha kötü olamaz. Dolayısıyla birbirimizi<br />
dinleyebilmeli, birbirimizi okuyabilmeliyiz.<br />
Okutmak yazarın işidir büyük ölçüde. Fikirleriniz<br />
harika olabilir ama kendinizi okutamazsanız çok<br />
da anlamlı bir işlevi olmayabilir. Yani hünerinizi<br />
de göstermek zorundasınız. Alevilerin Sünnilere,<br />
Sünnilerin Alevilere kör ve sağır olmamasına çalışıyorum<br />
diyebilirim. Bu her kümeleşme için geçerli<br />
değil mi aslında<br />
Güdümlü bir şekilde kaleme alınanlar ve siyasi<br />
eğilimlerle yazılanlar, edebiyat ve politika bir-<br />
7<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
likteliğini zedeler mi yahut<br />
zenginleştirir mi<br />
Biraz önce bahsettiğimiz<br />
“hünerle” yakından ilgili bu<br />
durum. Öyle bir yazar vardır<br />
ki güdümlüdür ama o<br />
denli “hünerbaz”dır ki bunu<br />
anlayamazsınız. Yani burada<br />
her şeyden önce edebiyatın<br />
kalitesi çok önemlidir.<br />
Ama okurun sorumluluğunu<br />
unutmamak lazım. Bazen<br />
bir okurum geliyor ve<br />
mesela “Yeniçerileri sizin<br />
kitabınızdan öğrenebilir<br />
miyim” diye sorabiliyor.<br />
Bu soruya verebileceğim<br />
çok nazik bir cevap maalesef<br />
yok. “Son Yeniçeri” çıktığında<br />
ben o konuda dünyada<br />
ne yazılmış ise hepsini<br />
okumuştum ve yine de “öğrendim” diyemiyordum.<br />
Okur, dünyanın bir “Harry Potter” dünyası olmadığını<br />
kavramak durumunda.<br />
Türkiye’de tarih yazımı, politik tutumların etkisinde<br />
midir<br />
Dünyanın her yerinde tarih yazımı politikanın<br />
etki alanı içindedir ve politikanın en dikkat ettiği<br />
alanlar arasında gelir. Bu kaçınılmazdır. Bizde<br />
de böyledir. İyi tarihçi önerdiği tarih anlatısına en<br />
çok tarihçiyi ikna eden tarihçidir. Mutlak doğru tarih<br />
diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır. Allah<br />
bizlere akıl ve fark etme kabiliyeti vermiştir, bunu<br />
kullanacağız.<br />
Avrupa’daki politika-edebiyat ilişkisi sizce günümüzde<br />
nasıl ilerliyor<br />
Politika dünyanın her yerinde kabalaşıyor, hoyratlaşıyor<br />
bunu gelecek için son derece sakıncalı<br />
görüyorum. Sarkozy özel uçağına jakuzi yaptırabiliyor.<br />
Böyle bir görgüsüzlüğü<br />
Fransızların çoğunluğunun<br />
ulusal kahraman olarak<br />
kabul ettiği Charles de Gaulle<br />
yapsaydı adamcağızı<br />
tefe koyar çalarlardı. Merkel<br />
açıkça ırkçı söylemler<br />
içine girebiliyor, Berlusconi<br />
hakkında yorum yapmaya<br />
dahi gerek yok. Böyle bir<br />
politika edebiyata gölge etmez<br />
ise daha hayırlı bir iş<br />
yapmış olur. Ama bu politika<br />
da böyle gitmez, benim<br />
kuşağım görür mü bilmiyorum,<br />
fakat bizden sonrakiler<br />
dünyada ciddi rejim tartışmaları<br />
görecekler.<br />
Batılı yazarların oryantalist<br />
bakış açısını, hatta<br />
kimi Türk yazarlarının da bu çizgide oryantalist<br />
tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Oryantalizm artık eski gücünde değil ve bundan<br />
sonra da olamayacak. Ne “doğu” eski doğu<br />
ve ne de Müslümanlar eski Müslüman. Rakibin<br />
elenselerini tanıdılar ve tanıyana kadar da akıllarından<br />
bir daha hiç çıkmamasını sağlayacak acı<br />
bedeller ödediler. Kısacası amiyane söyler isek<br />
“yemezler”.<br />
Son olarak romancı Reha Çamuroğlu ile politikacı<br />
Reha Çamuroğlu arasında ne tür farklılıklar<br />
görüyorsunuz<br />
Romancı Reha Çamuroğlu’nun sırtında yumurta<br />
küfesi yoktu. Söyledikleri sadece kendisini<br />
bağlardı. Yani çok ama çok daha özgürdü.<br />
Politika öyle mi ya<br />
Bütün “<strong>Bizim</strong> Külliye” dergisi okurlarını kalpten<br />
selamlıyor, saygın çabanız önünde saygıyla eğiliyorum.■<br />
8<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
NAZIM HİKMET POLAT<br />
ile edebiyat ve siyaset üzerine<br />
Politika, hayatın her alanında vardır ve<br />
yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen<br />
politikayı konuşabiliriz. Ama orkestra şefi<br />
politikadır. Politik güçler (dünya ölçeğinde<br />
hâkim güçlerden bahsediyorum) toplum<br />
mühendisliğinde sanatı, bir ikna aracı<br />
olarak kullanmaktadırlar.<br />
KEMAL BATMAZ<br />
Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT<br />
1955 (Oltu-Erzurum). İlkokulu<br />
Bahçecik köyünde (1968), ortaokulu<br />
Oltu’da (1971), Öğretmen Okulunu<br />
Tokat ve Bolu’da okudu (1975).<br />
Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi.<br />
Edebiyat Fakültesinde yaptı (1979).<br />
Atatürk Ü.(1978), Yüzüncü Yıl<br />
Ü.(1981). Cumhuriyet Ü.(1985),<br />
Niğde Ü. (2001) ve Doğu Akdeniz<br />
Üniversitesinde (2004-2007, Magusa<br />
–KKTC) çalıştı,. 2009’dan beri Gazi<br />
Ü. Öğretim Üyesidir.<br />
Yenileşme Devri Türk Edebiyatı<br />
Anabilim Dalı öğretim Üyesi olarak,<br />
Tanzimat sonrası kültür hayatımızın<br />
süreli yayınlarda saklı bulunduğu<br />
inancıyla, çalışmalarını bu alanda<br />
yoğunlaştırdı. Ayrıca, “Türklük Bilimi<br />
Araştırmaları” adlı uluslararası<br />
bilimsel bir dergi çıkarmaktadır. Yayımlanmış<br />
on bir eseri bulunmaktadır.<br />
Edebiyat-siyaset ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz Bir edebî<br />
eser siyasi meselelerle alâkadar olmalı mı yoksa uzak mı durmalıdır<br />
Gustave Lanson’dan beri, edebiyat tarihine medeniyet tarihinin<br />
tamamını gösteren bir ayna nazarıyla bakma eğilimi yaygınlaşmıştır.<br />
Bugün, bütün itirazlara rağmen ciddi edebiyat tarihleri az çok aynı<br />
hat üzerinde yürümektedir. Demek ki edebî esere ve edebî faaliyete<br />
yaşanmışlardan ve yaşanabilmesi tasavvur edilebilen her şey konu<br />
olabiliyor.<br />
Esasen edebiyatta konu ve temanın eseri edebî kılmada hiçbir rolü<br />
yoktur, olamaz! Çünkü her konu ve tema herkes için ortadadır. Ediplik<br />
onu kurgulayabilmekte ve dilin edebiyata tanıdığı sınırda kullanabilmektedir.<br />
Edebiyat her konu ve tema etrafında olabilecekse “siyaset” neden<br />
bunlardan biri olmasın Edebiyatın her şeyden bahsetmesi mümkün<br />
ise siyaseti edebiyat için yegâne “örnek alanı” diye düşünmek neyin<br />
nesi Azade ruh, kanat çırpacağı semayı kendisi bulur. Ayağı daha<br />
önce kendisine öğretilenlerin kazığına bağlı duranlar, hamakatlarıyla<br />
edibe “gölge etmesinler, başka ihsan istemez”!..<br />
Edebiyat “yarin dudağından getirilmiş bir katre alev”le de ilgili<br />
olabilir, bir ihtilâl cemiyetinin faaliyetleri üzerine de.<br />
Küçük mevzulardan büyük eserler doğabilir, büyük mevzular bir<br />
nefeslik yaşama azminden mahrum laf yığınına dönüşebilir.<br />
9<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Güç açısından bir değerlendirme yaparsak toplumu<br />
etkileyen sanatçı mı yoksa politikacı mıdır<br />
Niçin<br />
Eski devirler için politika geniş halk kitlelerinin<br />
epeyce uzaktan seyrettiği arenadır. Fakat günümüz<br />
toplumlarında geniş halk kitleleri eskisi kadar güçsüz<br />
değildir. Bundan dolayı günümüzde hâkim siyasi güçler<br />
yapacakları hamleler için önce halkı hazırlamaya<br />
özen göstermekte ve bunu da bütün kitle iletişim araçlarıyla<br />
(hiçbirini ötekine feda etmeden) kullanmaktadırlar.<br />
Sözünü ettiğimiz araçlar, bir yığın malzeme<br />
yanında edebiyatı da akla gelebilecek her türlü sanat<br />
dalını da bir manivela olarak kullanmaktadırlar. Sanatın<br />
gücü politikanın gücünden az olsaydı, hâkim güçler<br />
bunu kullanmak yerine yalnızca doğrudan politik<br />
malzemeye yatırım yaparlardı. Aktif olan öncelikle<br />
politikadır. Politikacının önce hikâyeden etkilenerek<br />
bir siyasi tutum belirlediğini safdil olanlara söyleyebilirsiniz.<br />
Yumurta-tavuk meselesi anlatmıyorum.<br />
Politika, hayatın her alanında vardır ve yönlendiricidir.<br />
Sonra dönüp edebiyattan etkilenen politikayı<br />
konuşabiliriz. Ama orkestra şefi politikadır.<br />
Politik güçler (dünya ölçeğinde hâkim güçlerden<br />
bahsediyorum) toplum mühendisliğinde sanatı, bir<br />
ikna aracı olarak kullanmaktadırlar.<br />
Türkiye’de bu böyle midir<br />
Türkiye atmosferin dışında değil ki!... Hatta gücün<br />
tam olarak Batıya geçtiği 19. yüzyılın başından<br />
beri bu operasyon devam etmektedir. Günümüzde<br />
hızlanarak devam eden bir değiştirme ve dönüştürme<br />
programı vardır. Bu programın bir parçası, dönüştürülmeye<br />
çalışılan toplumların lehinedir. Ama<br />
bu başka bir mesele. Biz yine edebiyatın yerini sorgulamaya<br />
devam edelim.<br />
Son on yıldır devam eden ve geniş kitlelere sanatla<br />
pompalananları göremeyeceklere sözüm yok!<br />
Sözümüz cılız kalır çünkü.<br />
Son on yıldır Türk kamuoyuna bir “millî suçluluk<br />
psikolojisi” zerk ediliyor. Hem de damardan…<br />
Romancınız kalkıp tarihimizle yüzleşmek adına<br />
“kestik, öldürdük, yok ettik, inkâr ettik” sakızını<br />
çiğniyor. Sinemacınız bunu filme çekiyor. Televizyoncunuz<br />
habbeden kubbe çıkarmada daha üstat! Bir<br />
yabancı gözüyle şu hâle bakacak olsanız bu memlekette<br />
“Türk de var” demek için tereddüde düşersiniz.<br />
Belki de şudur diyeceğiniz: “Barbar Türkler ya yok<br />
etmişler ya yok saymışlar.”<br />
Şimdi soru sırası bende. Sorarım size, bu bir toplum<br />
mühendisliği değil midir Edebiyat bu ilişkide<br />
“yönlendirilen” bir “etkili araç” değil mi Bunun<br />
zıddını söyleyenler, aslında mevcudu tespit yerine<br />
gönüllerinden geçeni söylemiş olurlar. Diyebilirler ki<br />
politik etki geçici, sanatın (özellikle edebiyatın) etkisi<br />
kalcıdır. Fakat her devirde, yönlendirici güç, kendi<br />
işine gelen karşı iddianın yanında hormonlanmış besleme<br />
edipler bulabilir.<br />
Edebiyatın kurgu işi olması, hâkim politik güçlerin<br />
işini kolaylaştırıyor. Mademki kurgusal dünya, ben de<br />
böyle kurguladım diyip kestirmeden gitme kurnazlığı<br />
kimde yok ki Peki, bu vicdan işi mi Vicdandan<br />
değil edebiyattan bahsediyoruz. Politika He-Man’dir.<br />
Bağırıyor: Güç bende!...<br />
Öyleyse politik güç sahipleri, yani uluslararası<br />
hâkim güçler yaparlar istediklerini!..<br />
Sadece seyirci olursanız, üstelik bir de safdil seyirci<br />
olursak yaparlar. Ama dünyada sadece toplumlar<br />
değil bütün mahlûkat bir rekabet içindedir. Kendi<br />
ahlâki ve vicdani ölçülerinizle ters düşmemek kaydıyla<br />
aynı malzemeyi, manivelayı siz de kullanırsınız.<br />
Edebiyat bunun neresinde kalır<br />
En kötü mevzudan da en iyi edebî eserler çıkarılabilir.<br />
Cinayetin kötülüğünü her vicdan söyler.<br />
Ama “cinayet”i bir olay olarak şaheser yapmak da<br />
mümkündür.<br />
Hâkim politik güçlerin değirmenine su taşıyalım<br />
demiyorum. Ama mevcut durumu soruyorsunuz,<br />
ben de görebildiğimi söylüyorum.<br />
Bu tür toplumsal dönüştürme projelerinde en<br />
çok hangi edebî tür kullanılmaktadır<br />
Bu zaman zaman değişkenlik gösteren bir durumdur.<br />
Bir zamanlar şiir yani manzum sözün kuvvet<br />
ve kudreti diğerlerinden fazla idi. II. Meşrutiyet<br />
yıllarında “Devr-i sabık” edebiyatının gözde türü<br />
tiyatrodur. Ama bugünü sorarsanız hiç tereddütsüz<br />
“roman” derim. 2010 Türkiye’sinde 570 roman<br />
yayımlandı. Yani gün başına bir buçuk romandan<br />
fazla!<br />
Niçin roman<br />
Çünkü roman, tek kelimeyle söylemek gerekirse<br />
hayattır. Onda her şey vardır. Şiirde her şey olmaz,<br />
çünkü sırıtır. Ayrıca kitle iletişim araçları için<br />
-biraz önce temas ettiğimiz üzere- roman artık endüstriyel<br />
bir meta malzemesidir. Çeşitlendirildikçe<br />
reklam gücü ve pazar payı çoğalan bir meta!■<br />
10<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri<br />
VEFA TAŞDELEN<br />
Her yazarın kendi<br />
zamanı ile görülecek<br />
hesabı vardır;<br />
kendi zamanından<br />
alacakları ve ona<br />
verecekleri vardır.<br />
Yazarken bu hesabın<br />
görülmesine yönelir<br />
bir bakıma. Bu da<br />
onları ister istemez<br />
kendi zamanlarının<br />
otoritesi ile karşı<br />
karşıya getirir.<br />
Giriş<br />
Siyaset, kuramsal kökleri, temelleri ve damarları<br />
olan pratik bir edimdir; pratik bir edim olduğu<br />
gibi kendisinin dışındaki tüm pratik edimleri, yapıp<br />
etmeleri de doğrudan etkileyen, yönlendiren “temel<br />
aygıt” durumundadır. Onun alanı, insani-tarihsel<br />
varoluş alanıdır, “yaşama” alanıdır. “Yaşanmışlık”<br />
edebiyatın toprağıdır, besin alanıdır. Zira soyut bir<br />
çalışma değil, her zaman varoluşun sıcak ocağında<br />
pişen, oradan türeyen bir çalışmadır o. Soyut ve<br />
kavramsal değil, tüm varlığını somut varoluş durumlarına<br />
olan bağlılığında bulan bir sanattır. Bununla<br />
birlikte her edebiyat eseri yine de zayıf ya da<br />
güçlü bir düşünce dokusunu kendi özünde gizler.<br />
Ne kadar ustaca gizlerse o kadar canlı bir görünüm<br />
kazanır. Yaşanmışlık, bir yönüyle tarihe, bir yönüyle<br />
edebiyata hayat verir. Bu tarihsel yapı, bilimsel<br />
bir tarz ortaya koymadan önce sanatsal bir tarz ortaya<br />
koyar. Tarihin asırlarca, bilime değil, edebiyata<br />
ait bir tür olarak algılanmasının temelinde, ya-<br />
11<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
şanmışlığı anlatıyor oluşu rol oynar; zira onda insan<br />
kendine özgü, diğerlerinden farklı, bir kerelik,<br />
ama sadece bir kerelik öyküsünü anlatır. Belki bu<br />
tekil özelliğinden dolayı tarih asırlar boyu bilimsel<br />
bir bilme faaliyeti olarak değil, bir edebiyat biçimi<br />
olarak değerlendirilmiş; gerçeklik boyutu ile değil,<br />
eğitici ve eğlendirici boyutu ile yarı fantezi bir şekilde<br />
ortaya çıkmıştır.<br />
Düşünce tarihinde, edebiyatla siyaset arasındaki<br />
ilişki Platon’a kadar geri götürülebilir; hatta<br />
“güzel konuşmayı”, “etkili” ve “ikna edici” konuşmayı<br />
meslekleri olarak gören, bu mesleği öğrenmek<br />
isteyen gençlere aile ve ülke yönetiminde<br />
başarı vaadinde bulunan sofistlere kadar. Ama her<br />
konuşmanın “bir şey üzerine konuşma” olduğunu<br />
söyleyen Sokrates, sofistlerin hangi konu üzerinde<br />
konuştuklarını sorduğunda, onları bir içtenlik testinden<br />
de geçirir; inandırıcılıklarını ve güvenirliklerini<br />
sorgulanabilir hâle getirir. Güzel konuşma,<br />
belirli bir konu üzerinde konuşma olmayacaksa, ne<br />
üzerine olacaktır Boş ve içeriksiz bir konuşma mı<br />
olacaktır Sofistlerin bu yaklaşımları ile bir yandan<br />
edebiyata, bir yandan siyasete karşı beslenen<br />
olumsuz yargılar arasında bir paralellik kurulabilir.<br />
Edebiyat yapmayı “boş söz söyleme sanatı” olarak<br />
görenlerin tutumu ile retorik sanatını “içeriksiz konuşma<br />
sanatı” olarak görenlerin tutumu örtüşür. Sofistlerden<br />
“bir şey üzerine” konuşmalarını bekleyen<br />
Sokrates, söze, hitabete bir içerik-değeri yüklerken<br />
haklıdır: sözün değeri bir şey söyleme gücüyle<br />
orantılıdır. Sofistlerin “etkili” ve “ikna edici” konuşma<br />
sanatları, siyaset alanında da kendine verimli<br />
bir yer bulmuştur. Büyük kitleleri etkilemek için,<br />
belirli bir şey üzerine ciddi ve gerçekçi bir şekilde<br />
konuşmaya gerek yoktur; önemli olan etkileyici ve<br />
sürükleyici bir şekilde konuşabilmektir. Bu “kandırıcı<br />
retorik” geçmişte olduğu gibi günümüzde de<br />
kendisine müşteri bulabilmektedir.<br />
Platon, ilk sansürcüdür. Devleti yöneten kişilerin<br />
şairleri, efsane anlatıcılarını, ressamları ve müzisyenleri<br />
denetlemesi gerektiğini düşünür. Sanatlarını<br />
metafor üzerine kuran şairlere, duygu temelli<br />
sanat icra eden müzisyenlere ideal devlet tasarımı<br />
içinde yer vermez. Onların, ancak toplumun ve<br />
devletin selameti doğrultusunda bir işlevleri olabileceğini<br />
düşünür. Platon’un bu tutumu, “sansür”<br />
fikrinin düşünce tarihi içindeki ilk sistematik ifadesini<br />
oluşturur. O, bununla da yetinmez, masalların<br />
(mitos) nasıl anlatılması gerektiği konusu üzerinde<br />
de durur; bu anlatımların ahlaksal ve dinsel tutumlar<br />
üzerindeki etkilerini tartışır. Sanatları, insanlar<br />
üzerindeki korku ve cesaret gibi zihinsel ve duygusal<br />
etkileri açısından ele alır. İnsanları duygusal<br />
zaafa, korkuya sevk edecek, onları cesaretten ve<br />
savaştan alıkoyacak sanat biçimlerini hoş karşılamaz.<br />
Platon, o büyük filozof, burada, âdeta bir<br />
diktatör gibi konuşur. “Belirli insanların değil, tüm<br />
insanların mutluluğunu” amaçlayan devlet anlayışı,<br />
koruyucu, ama aynı zamanda da “denetleyici”,<br />
“kısıtlayıcı” bir tarzda ortaya çıkar. Bu “güdümlü<br />
sanat”, daha sonraları pek çok diktatörlükte hayatiyet<br />
kazanmıştır. Tarih içinde, çağdaş dünyada bile<br />
bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Sovyetler<br />
Birliği’ndeki ve Nazi Almanya’sındaki sanat<br />
uygulamaları “güdümlü sanat” anlayışına örnek<br />
olarak gösterilebilir.<br />
Edebiyat gerçeklerden beslense de imgelem alanında<br />
yer alır. İnsanın eylemleri, pratikleri, olanakları<br />
ile harekete geçen hayal, varoluş dünyasının<br />
yeniden üretilmesine katkı sağlar. Edebiyat, pratik<br />
alanın yaşantılarını, varoluş hâllerini dil alanında<br />
yeniden inşa eder. Onun kökleri bir yandan pratik,<br />
bir yandan teorik alandadır. Bu iki unsur onu siyaset<br />
ve felsefe ile ilişkili hâle getirir; pratik alanda<br />
siyaset, teorik alanda da felsefe ile bağlantı kurar.<br />
1. Hayatı Üretmenin Aracı Olarak<br />
Siyaset<br />
Asıl sorun hayatı üretebilmektir. İnsanoğlu öteden<br />
beri güzel yaşamanın, iyi yaşamanın yollarını<br />
aramıştır. Hayatının anlamı ile güzel yaşamak arasında<br />
ilgi kurmuştur. Kimi zaman mutlu yaşamak<br />
olarak görmüştür onu, kimi zaman rahat yaşamak<br />
olarak. Bazen haz bazen tevekkül ağırlıklı bir hayata<br />
yönelmiştir. Varoluşun ilk ve öncelikli sorunu,<br />
her bireyin bizzat karşılaştığı temel sorun hayatı<br />
üretebilmek, geriye dönüp baktığında, “evet,<br />
yaşadım” diyebilmektir. Her birey öncelikle kendi<br />
hayatını üretmekle yükümlüdür. Hayatı üretmek,<br />
her bireyin vazgeçemeyeceği ödevi ve sorumluluğudur.<br />
Birey için hayat denilen şey, onu ne kadar<br />
üretebilirse o kadar vardır. Kimileri çok üretir onu<br />
kimileri daha az. Kimisi anlamlı görür kimisi değersiz.<br />
Kimileri kötü bir yönelim içine girer kimisi<br />
erdemli yaşar. Sonuçta herkes kendi varlığını yontar<br />
kendi zamanı içinden, kendi ömrünü çekiçler.<br />
12<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Hayatı üretmek önemli bir şeydir; onun dışında kalan<br />
her şey ikincildir.<br />
Ama hayat kendi kendine üremez. Hayatı üretmek,<br />
bir çabayı, bir eylemi gerektirir. Hayatı üretmek<br />
için başka şeyleri üretmek, onu üretebilecek<br />
eylemleri gerçekleştirmek gerekir. Bu çabasında<br />
insana bilim teknoloji ve eğitim yardımcı olur. Bilim,<br />
kendisine ve evrene açılan yolları tanıtır ona.<br />
Felsefe ana sorununun çözümlenmesinde yardımcı<br />
olur. Din, kendisi ve diğer insanlarla, hayatla ve<br />
Tanrı’yla anlamlı ilişkiler kurmasını, bu tutumlar<br />
sonucunda kendisini dingin kılacak tutumlar sergilemesini<br />
sağlar; hayatın anlamı sorununu netleştirir.<br />
Böyle bir sorunla karşı karşıya olduğunu ve<br />
bu sorunla yüzleşebilecek bir konumda olduğunu<br />
öğretir. İnsan hayatı üretirken, kim olmalıyım, nasıl<br />
yaşamalıyım sorularına da cevap arar. Hayatı üretmek,<br />
ben kimim, kim olmalıyım, nasıl yaşamalıyım,<br />
hayatımın anlamı ne olmalı sorularına cevap<br />
vermektir. Hayatın anlamı, bu sorulara verilen sahih<br />
ve içtenlikli cevapta ortaya çıkar.<br />
Siyaset, pratik hayata yönelik bir irade biçimini<br />
simgeler. Pratik hayatı biçimlendirecek iradeyi,<br />
gücü ve erki temsil eder. O bu güçle, gündelik hayatı<br />
düzenler, organize eder. Sokakta, çarşıda pazarda,<br />
eğitimde, sağlıkta, işyerinde, gelir düzeyinde,<br />
dünya ile olan ilişkilerde siyasetin doğrudan etkisi<br />
vardır. İçinde bulunduğumuz konjonktür, nasıl<br />
ki bir birey olarak bizi doğrudan etkiliyorsa, politik<br />
gidişat da gündelik hayatta olup bitenleri öylece<br />
etkiler. Toplum bireyi, politika da toplum denilen<br />
büyük mekanizmayı harekete geçirir, ona bir yön<br />
ve biçim verir. Bu şekilde hayatın üretilmesinde birinci<br />
derecede etkili olur.<br />
2. Hayatı Yeniden Üretmenin Aracı<br />
Olarak Edebiyat<br />
Camus, “Yazmak iki kez yaşamaktır.” der. Bu<br />
ifade yaşamanın ve yazmanın doğasını iyi karşılar.<br />
Bir kez yaşarız, herkes gibi hayatın içinde bulunuruz;<br />
bir kez de yazarken yaşarız. İlkinde bilinç<br />
düzeyimize yansımayan hayat, yazarken doğrudan<br />
bilincimize yansır; duygu ve düşünce olarak ifade<br />
bulur. Yazarken hayatı bilincimde, gönlümde, kendi<br />
iç evrenimde yeniden üretirim. Bu üretim hayatı<br />
daha derinden kavramamı sağlar. Ama bir yazar<br />
olarak yalnız kendim ikinci kez algılamakla kalmam<br />
hayatı, onu okuyan kişiler de aynı şekilde o<br />
hayata katılırlar. Bununla da kalmazlar, katıldıkları<br />
hayat konusunda bir bilinç elde ederler. Bu nedenle<br />
hayat hakkında ne kadar okursak o kadar bilincimiz<br />
olur, ne kadar bilincimiz olursa onu o kadar<br />
tadarak, hissederek, farkına vararak, denilebilirse<br />
yaşayarak yaşarız. Yazılmamış hayat, işlenmemiş<br />
madenler, sürülmemiş topraklar gibidir; hamdır,<br />
bilincin ilmek ve dokularından yoksundur. Bu tür<br />
toplumlarda insan ilişkileri kaba ve nezaketten<br />
yoksundur. Toplumsal yaşam verimsiz ve çoraktır;<br />
estetik duyarlılıktan yoksundur. Yazarlar, şairler,<br />
seyyahlar, ressamlar, mekânı, yolu, fakirliği ve zenginliği,<br />
sevinci ve hüznü, ayrılığı ve kavuşmayı yeniden<br />
işleyerek bilinç düzeyine çıkarırlar. Böylece<br />
varoluşun çeşitli hâlleri konusunda bir bilinç ortaya<br />
çıkar. “Peki, bu bilinç ne işe yarar” diye sorulursa,<br />
“Hayatı yeniden yaşamada, yeniden üretmede işe<br />
yarar.” diye cevap verebiliriz.<br />
Bu hususta Schiller şunu söyler: “Yazar, kendi<br />
zamanının çocuğudur.” Her üretken ve yaratıcı<br />
bilinç, kendi zamanının verileri ile bilincini oluşturur,<br />
kendi zamanının verileriyle hız, şekil ve yön<br />
kazanır. Ama onun kölesi ve uşağı olmaz; zira o<br />
kendi çağının önüne geçebildiği ölçüde geleceğe<br />
kalır, kendi çağının bilincini aşabildiği ölçüde<br />
kendi bilincini oluşturur. Şu çok açıktır: Edebiyat<br />
ve sanat eserlerine baktığımız zaman, bu eserlerin<br />
ana dokusunu yazarların kendi dönemi oluşturur;<br />
bu gayet doğal bir şeydir. Zira her yazar, kendi zamanının<br />
sosyal, siyasi koşulları içinde yaşar, o konjonktürden<br />
etkilenir, kendi zamanının olumlu ya da<br />
olumsuz koşulları içinden bakar. Şu söylenebilir:<br />
Her yazarın kendi zamanı ile görülecek hesabı vardır;<br />
kendi zamanından alacakları ve ona verecekleri<br />
vardır. Yazarken bu hesabın görülmesine yönelir bir<br />
bakıma. Bu da onları ister istemez kendi zamanlarının<br />
otoritesi ile karşı karşıya getirir. Sadece 50’lili<br />
yıllara kadar Türkiye’deki yazar-siyaset ilişkisine<br />
bakacak olursak, dönemin aydınları ve yazarları<br />
arasında neredeyse hapishaneye girmemiş olan yok<br />
gibidir. Dolayısıyla yazar, kendi zamanı ile hesaplaşırken<br />
-çünkü o kendi zamanı ile görülecek hesabı<br />
olan bir kişidir- ister istemez siyasi otorite ile karşı<br />
karşıya gelir. Böylece geçmişi Platon’a kadar geri<br />
giden sansür anlayışı, yazarla siyasi otoriteyi karşı<br />
karşıya getirir. Siyasi otorite bu uygulaması ile ona<br />
şunu söylemek ister: “Her şeyi yazamazsın. Ancak<br />
benim istediklerimi, yine benim izin verdiğim öl-<br />
13<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
çüde yazabilirsin, bana tabi olduğun sürece yazabilirsin,<br />
benim hassasiyetlerimi gözettiğin ölçüde yazabilirsin.”<br />
Tabii ki, bu da yazarlığı bir gönül, akıl<br />
ve vicdan işi olmaktan çıkararak bir yandaşlığa, bir<br />
alkış tutuculuğa dönüştürür. Kuşkusuz bu da yazarlığın<br />
onuru ile bağdaşmayan bir durumdur.<br />
Edebiyatçı, bir şair, bir öykücü, bir romancı olarak<br />
hayatı yeniden üreten kişidir. İlkin pratik alana<br />
bakar, oradan sağladıklarını kendi imgelem evreninde<br />
yeniden düzenler, yeniden yoğurur, yeniden<br />
kurar; bu şekilde pratik dünyadan aldıklarına sanatsal<br />
ölçütler içinde form verir. Ama o her zaman<br />
pratik dünya ile ilişki içinde olan biridir. Bunun öncelikli<br />
gerekçesi, edebiyatçının bir yazar olmadan<br />
önce gündelik hayatın gidişatı içinde, ihtiyaçları ve<br />
pratik ilgileri ile yer alan bir kişi olmasıdır. Bu kaygı<br />
ve pratik ilgileri ile ilk önce hayatı yaşar, yazma<br />
safhasında ise hayatı yeniden üretir. Ama her<br />
hâlükârda onun yazdıkları ve yaşadıkları arasında,<br />
yazdıkları ile umut ve korkuları arasında bir ilişki<br />
vardır. Dolayısıyla edebiyat eserinin toprağı gündelik<br />
hayattır. O bu hayatın içinde büyür, bu hayatın<br />
içinden beslenir. Beslendiği varoluş toprağı ne<br />
kadar zengin, ruh ve gönül dünyası ne kadar varoluş<br />
düzeyine çıkmışsa, o kadar verimli bir toprağa<br />
kavuşmuş demektir. Edebiyat eserinin zenginliği<br />
ile yaşanan hayatın zenginliği arasında bir koşutluk<br />
vardır. Hayatımızın renkleri ne kadar zengin<br />
olursa edebiyat eserlerinin varoluşsal dokusu da<br />
o kadar zengin olur. Bireylerin zihin ve gönül<br />
dünyaları ne kadar rahat olursa, edebiyat ve sanat<br />
eserlerinin aynı derinlikte ortaya çıkması beklenir.<br />
Eğitimi, ekonomisi, felsefesi, inanış biçimleri<br />
zengin olmayan; insanlar arası iletişimin gelişmediği,<br />
toplum yapısının katı kurallar tarafından<br />
denetlendiği, insanların ruhen, zihnen kendilerini<br />
özgür hissedemediği toplumlarda edebiyat eserleri<br />
ileri bir seviyeye ulaşmaz. Sanatın yaşadığımız hayattan<br />
çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla sanatı ve<br />
edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı üretmek<br />
gerekir. Bu noktada siyaset, hayatı üretmenin temel<br />
aracı olarak edebiyata dolaylı, ama güçlü bir katkı<br />
sunar. Edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı<br />
üretebilmek gerekir. Hayatı üretemeyen toplumların<br />
güçlü edebiyat, sanat ve düşünce eserleri ortaya<br />
koyması mümkün değildir. Edebiyatımızın zenginliği,<br />
hayatımızın zenginliği kadardır. Ama edebiyattan<br />
hayata doğru yansıyan bir katkı da vardır;<br />
hayatımızın zenginliği de edebiyatımızın zenginliği<br />
kadardır. Bu nedenle edebiyatı zengin olamayan<br />
toplumların ileri bir yaşam standardı ortaya koyabileceklerini<br />
düşünmemek gerekir.<br />
Sonuç<br />
Edebiyat eserlerine baktığız zaman istisnasız bir<br />
şekilde her yazarın kendi zamanından etkilendiğini,<br />
kendi zamanının koşulları tarafından kuşatıldığını<br />
görürüz. Bu koşullar, siyaset tarafından belirlenir.<br />
Siyasetten hayata, hayattan edebiyata doğru bir<br />
yansıma vardır. Ama bir de siyasetin yazar üzerinde<br />
doğrudan etkileri söz konusudur. Platon’un sansürcü<br />
yaklaşımı zaman içinde gelişmiş ve evrimleşmiştir.<br />
Gerek yönetim biçimleri gerekse engizisyon<br />
gibi dinsel karakterli yargı mercileri; düşünürleri,<br />
sanatçıları ve edebiyatçıları her fırsatta denetlemeyi<br />
kendi otoritelerinin yararına görmüşlerdir. Siyaset<br />
ve edebiyat arasındaki ilişki, genellikle tek<br />
yönlü, siyasetten edebiyata doğru olmuştur. Bu<br />
ilişki siyasetin edebiyata olumlu bir katkısı şeklinde<br />
değil, daha çok onu denetlemesi ve ondan<br />
yararlanması şeklinde olmuştur.<br />
Oysa olması gereken siyasetin edebiyatı değil,<br />
edebiyatın siyaseti denetlemesidir. Zira edebiyatçılar<br />
vicdanı, bilinci aktif insanlar olarak<br />
sağduyuyu temsil ederler; huzuru ve barışı arzularlar;<br />
güzelliklerin yeniden üretilmesini isterler.<br />
Onların, hayatı bilinç düzeyinde yeniden üreten<br />
insanlar olarak, siyaset üzerinde bir denetim mekanizması<br />
oluşturmaları siyasetin sağduyu ve vicdan<br />
tarafından denetlenmesi olacaktır. Bu nedenle<br />
siyaset edebiyatı değil, edebiyat siyaseti denetlemeli,<br />
yanlış uygulamaları karşısında siyasi erki uyarmalıdır.<br />
Sanatı üreten bilinç, savaşın, kavganın, kaosun<br />
karşısındadır. Bu bilinç yapısı, bireylerin mutluluğuna,<br />
refahına daha çok katkı sağlar.<br />
Sonuç olarak şu söylenebilir: Hayat, edebiyatın<br />
toprağıdır. Edebiyat bu zemin üzerinde boy verir. Edebiyatın<br />
üretilebilmesi için hayatın üretilmesi gerekir.<br />
Hayatı üretemeyen toplumlar edebiyatı da üretemezler.<br />
Edebiyat da hayatı daha derin bir özümseyişle<br />
yaşamamızı sağlar. Aşk, sevgi, gençlik, ihtiyarlık<br />
edebiyatın ve sanatın bakışı ile bir güzellik kazanır,<br />
bir değere kavuşur. Neresinden bakarsak bakalım,<br />
hayat, siyaset ve edebiyat ayrılmaz bir bütündür.<br />
Aralarında her zaman doğrudan bir ilişki ve karşılıklı<br />
bir etkileşim vardır. ■<br />
14<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
MİLAY KÖKTÜRK*<br />
Edebiyat da yine<br />
modern çağlarda<br />
iletişim ve basın yayın<br />
teknolojileri marifetiyle<br />
yaygınlaşmakla<br />
birlikte, güncel yaşantı<br />
üzerinde belirleyici<br />
olmadı. Aslında bu,<br />
insani varoluşun<br />
doğasına da uygundu.<br />
Çünkü önceliklerimiz<br />
varlığımız sürdürmek,<br />
bir düzeyden ve bunu<br />
garanti altına aldıktan<br />
sonra kendimizi<br />
gerçekleştirmektir.<br />
Siyaset kavramıyla, “devlet veya toplum<br />
yönetimi” ile ilgili olan her şeyi, söylemden<br />
eyleme kadar bütün etkinlikleri; edebiyat denince<br />
de bilinen anlamıyla çok bileşenli tasarım<br />
dünyasının “güzellik formu”nda ve güzeli öteki<br />
bireylere taşıyıp yaşatacak biçimde dışa vurulmasını<br />
kastediyoruz. Bu yönüyle her ikisi insan<br />
dünyasının bir gerçeğidir. Gerek tek başına bir<br />
birey açısından gerekse genel toplumsal yaşantı<br />
açısından düşününce, bu gerçekliklerin birbirine<br />
geçmesini, birinin diğerini bir şekilde etkilemesi<br />
yahut diğerinden etkilenmesini mümkün ve doğal<br />
saymak gerekir. Tüm insani etkinlikler gibi<br />
bunların temelinde de insanın iç dünyası yatmaktadır.<br />
Fakat aynı zamanda bu iki gerçeklik, doğaları<br />
gereği, aynı zamanda birbirinden ayrıdır da!<br />
Edebiyat ve siyaset<br />
Dışa yansıyan eylemler yahut söylemler olarak<br />
edebiyat ve siyaset kendi başlarına varlık<br />
* Doç. Dr., Pamukkale Ü. Öğretim Üyesi<br />
15<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
kazanmakta ve kendi yollarında ilerlemektedir.<br />
Yaşama dünyasındaki seyirlerinde, onların<br />
güzergâhlarının görünüşte ve olgusal olarak<br />
her daim kesiştiği söylenemez. Biri güzeli kendi<br />
diliyle cisimleştirmeye, diğeri egemenlik ve<br />
hükümranlığa; biri güncel yaşama pratiklerinin<br />
dışında başka bir dünya kurmaya, diğeri kurulu<br />
toplumsal dünyayı ele geçirmeye yöneliktir. Bu<br />
yönüyle siyaset, özünde sevimsizlik yahut çirkinlik<br />
barındırabilir. Ama aynı zamanda o zorunludur<br />
da! Toplumsal dünyada işler yürümelidir.<br />
Sevk ve idare eden yahut etmek isteyen, egemen<br />
olmayı, tahakküm etmeyi, sözünü geçirmeyi yahut<br />
dediğini yaptırmayı arzu eder. Bu nedenle siyasal<br />
etkinliklerde her türlü egemenlik vasıtasına<br />
ihtiyaç duyulur. Gerçi günümüzde egemenlik<br />
vasıtaları “inceltilmiş” olmakla birlikte, temelde<br />
yine aynı duygu, “hükmetme duygusu” yatmaktadır.<br />
Siyaset, olgu olmak bakımından, teorik ve<br />
pratik veçheye sahiptir. Kılıktan kılığa girebilir<br />
de! Edebiyatın ise teorisi değil doğrudan kendisi<br />
vardır. O, ne ise odur ve başka bir görünüm altında<br />
ortaya çıkmaz. Başka bir deyişle, edebiyatın<br />
özünde, insani trajedilere dönüşebilecek nitelikteki<br />
duygular yahut idealler barınmaz. Çünkü<br />
edebiyatın itici gücünden ve kaynağından söz<br />
ederken iç dünyanın, duyguların, düşüncelerin,<br />
hayallerin basitçe dışa yansıtılmasından değil,<br />
bütün bunların güzellik algısı oluşturacak şekilde<br />
ifade vasıtalarına dökülmesinden yola çıkmaktayız.<br />
Yani edebiyatın dili iki zihin işlemine<br />
dayanmaktadır. Bunlardan biri iç dünyanın hoş<br />
ve güzel tasarımıyla biçimlenmesi, diğeri de bu<br />
dünyayı dışa yansıtan özel nitelikli bir ifade vasıtasının<br />
inşasıdır. Dolayısıyla tümüyle güzelliğe<br />
banmış bir edebî ruhun, kendi içinde “çirkin”i<br />
barındırması bir yana, onunla temas etmesi dahi<br />
düşünülemez. Tasarım “insanî” nitelikli, ifadeye<br />
dönüştürme süreci ve bu sürece yönünü veren<br />
yeti de “güzel ve hoş olanı hedefleyen” bir yeti<br />
olduğundan, edebiyat kabalığı ve hodbinliği barındıramaz.<br />
Kelimenin<br />
gerçek anlamında edebî<br />
söylem ve edebiyat doğası<br />
gereği zarif olmalıdır.<br />
Bu incelik, onunla<br />
bağlantı kuran her bireyi<br />
bir ölçüde etkiler.<br />
Modern çağlar<br />
Özellikle modern<br />
çağların siyasal sistemleri,<br />
geniş halk kitlelerinin<br />
siyasete katılımları<br />
üzerine kuruludur. Dolayısıyla<br />
siyaset, kadim<br />
zamanlarda olmadığı<br />
kadar kuşatıcı ve yaygın<br />
bir olgu hâline geldi.<br />
Herkes bir şekilde siyasal<br />
aktördür. Bu yüzden de modern toplumlar<br />
aynı zamanda siyasallaşmanın yaygınlığıyla temayüz<br />
etti. Artık güncel hayatın en etkin unsuru<br />
olması açısından siyasete kimse kayıtsız kalamamaktadır.<br />
Edebiyat da yine modern çağlarda iletişim ve<br />
basın yayın teknolojileri marifetiyle yaygınlaşmakla<br />
birlikte, güncel yaşantı üzerinde belirleyici<br />
olmadı. Aslında bu, insani varoluşun doğasına<br />
da uygundu. Çünkü önceliklerimiz varlığımız<br />
sürdürmek, bir düzeyden ve bunu garanti altına<br />
aldıktan sonra kendimizi gerçekleştirmektir.<br />
Gerçi Afşar Timuçin’in ifadesiyle “insanoğlu her<br />
durumda güzelin doğal izleyicisi, şu ya da bu anlamda,<br />
şu ya da bu ölçüde güzelin kurucusu ve<br />
alıcısıdır” ama o, önce varoluşunu garanti altına<br />
almak zorundadır. Bu yüzden modern toplum yaşantısında<br />
siyaset öncelikli, güzelliğin taşıyıcısı<br />
olan edebiyat ise ikincil oldu.<br />
Güzel söylem yahut edebiyatın dilinin siyasete<br />
taşınması tek başına siyasal kararları etkileyebilir<br />
mi<br />
Bu soruya ‘evet’ cevabı verilemez ve bu da<br />
16<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
"...edebiyat siyasal tercihleri tek başına kesin şekilde<br />
belirleme gücünü elinde tutamaz. İşlev bakımından o,<br />
sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu<br />
bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,<br />
etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı kullanıma<br />
da açık olduğu gerçeğidir."<br />
olumlu bir durumdur. Çünkü siyasal karar akılcı<br />
temele dayanır ve öyle olmalıdır. Kişi kendisi<br />
ve geleceği için “iyi” olanı arzu eder. Bu da<br />
aklı kullanmayı gerektirir. Duygusal gerekçe,<br />
militanca taraftarlık dışında, çoğunlukla ikinci<br />
planda kalır. Ayrıca tutumların oluşum süreci<br />
karmaşık olduğundan, edebiyat siyasal tercihleri<br />
tek başına kesin şekilde belirleme gücünü elinde<br />
tutamaz. İşlev bakımından o, sözü etkileyici kullanmaya<br />
ve iletmeye hizmet eder. Bu bağlamda<br />
gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,<br />
etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı<br />
kullanıma da açık olduğu gerçeğidir. Bunu engellemek<br />
mümkün olmadığı gibi, özgür bir ifade<br />
etkinliği olarak edebiyatın sınırlandırılması,<br />
onun varoluşuna zarar verir. Siyasetle edebiyatın<br />
olumsuz anlamda buluşma noktası budur.<br />
Siyasal ruhun terbiyesi<br />
Edebî olan, tüm ruhlarda yüksek duygulanımlar<br />
uyandıran, ruhları basit, güncel ve sıradan<br />
olandan çekip çıkaran bir rol icra eder. Bu<br />
duygulanım ise anlık ve gelip geçici olmaz. Çünkü<br />
duygulanım oluşurken, aynı zamanda içinde<br />
filizlendiği ruhu da inceltir. Bu anlamda estetik<br />
kalıba sokulamayan ruhların edebî olandan haz<br />
almaları, bu deneyim sürecinde kendilerini biçimlendirmeleri<br />
söz konusu olmaz. Edebiyatla<br />
filizlenen estetik yönelim, tasarım dünyasından<br />
duyuş-düşünüş ve eylem biçimine kadar, bireyi<br />
‘hoş ve güzel olan’ı ötekine sunmaya sevk eder.<br />
Bu da insani varoluşu estetize hâle getirir. Estetize<br />
etmek, bireyi eylem ve tasarımlarında kendi<br />
bireysel benliğinin dışına çıkararak herkes için<br />
geçerli nitelikteki ‘hoş ve güzel’e sevk etmek,<br />
bireyin ona karşılıksızca ve beklentisizce sevgi<br />
ve eğilim duymasını sağlamaktır.<br />
Edebiyatta söylenen söz, dış güzellikten ibaret<br />
değildir. Güzel sözün sadır olabilmesi, o sözü<br />
tasarlayıp estetik formda biçimlendirerek söyleyen<br />
ruh dünyasının güzellik yüklü olmasına<br />
bağlıdır. Söylenen güzel söz, failin iç dünyasının<br />
yansıması olabilir. Devamında da, ötekini<br />
hedefleyen söz, bu noktada artık basitçe ‘bir şey<br />
iletme’ vasıtası olmaktan çıkıp ötekinde güzel<br />
duygulanımlar uyandıran incelik kaynağı hâline<br />
gelir. Duygu tezgâhında dokunan hırs ve egemenlik<br />
yüklü siyasal söylemler, bu doğalarını<br />
kaybetmeseler bile, insan dünyasına güzellik ve<br />
zenginlik taşıyarak, en azından bu yoldaki yarışı<br />
yahut tercihi beyan biçimini kavga zemini olmaktan<br />
çıkarabilir.<br />
Hodbin bir dünyanın, siyaset dünyasının<br />
doğasını oluşturan egemenlik ve hırs duygusunun<br />
örtülü ve terbiye edilmiş hâle gelmesi için<br />
edebiyatın diline ihtiyaç vardır. Onun dili militanca<br />
taraftarlığı bile inceltme gücüne sahiptir.<br />
Çelişkiler ve çatışmalar dünyası olarak siyaset,<br />
böylelikle bir centilmenlik yarışı hâline gelebilir.<br />
Bu nedenle edebiyat özellikle siyasetin vazgeçilmez<br />
unsuru olmalıdır. Ancak bu, yapay yoldan,<br />
telkinle gerçekleşemez. Bu ihtiyacın özellikle<br />
toplumun kanaat önderlerince hissedilmesi gerekir.■<br />
17<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />
İnsanlığı kirleten modernitenin en büyük<br />
günahlarından birisi de insanı<br />
siyasallaştırmak olmuştur. Hem de müptezelce<br />
siyasallaştırmak… İnsan olma idealini<br />
yok edercesine bayağılaştırarak siyasallaştırmak…<br />
Bu yetmezmiş gibi, hayatın<br />
her alanına bu kirliliği sindirmek… Beşerî<br />
ilişkilere, hayatı algılamaya, tabiatı yorumlamaya…<br />
Her şeye, her şeye…<br />
Şüphesiz insan ilişkilerini düzenleyen<br />
sistemler olacaktır ve bu sistemlerin birbiriyle<br />
uyumu olduğu kadar, çelişkileri de<br />
olacaktır. Fakat insan ilişkilerini uyum ve<br />
çelişkiye indirgeyip oradan ideolojiler üretmeye<br />
çalışmak, bu ideolojilerle insanı tekilleştirmek<br />
ve bu tekillikle yönlendirmek,<br />
* Prof. Dr., Muğla Üniversitesi<br />
18<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
"...edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en<br />
azından edebiyatı öncelemelidir; politikayı değil. Edebî<br />
metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre<br />
işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,<br />
edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar. Manifestolar<br />
da edebiyat değildir."<br />
kolaycılıktan başka bir şey değildir. Modernite,<br />
ayrıştırmacılığıyla bunu başarmıştır.<br />
Hayatın her zerresine sinen modernite, edebiyata<br />
da hulul etmiştir. Hulul etmek ne; edebiyatı<br />
en geniş at koşturma alanı olarak seçmiştir. Ne<br />
de olsa roman ve hikâye kendisinin eseri. Bu<br />
arada olan şiire olmuş; roman ve hikâyenin başına<br />
gelen, onun da başına gelmiş; politikanın<br />
basitliğinden o da nasibini almıştır.<br />
Tabii, bu söylediklerim, Türk edebiyatının<br />
Cumhuriyet dönemi ve biraz da Tanzimat dönemi<br />
için geçerlidir. İyi ki modernite kirliliği, o<br />
dönemlere kadar edebiyata sirayet etmemiş ve<br />
edebiyat hasbi bir alan olarak kalmıştır.<br />
Türk edebiyatına politik ve ideolojik hulul,<br />
Tanzimat döneminin bir kalıntısıdır. İkinci Meşrutiyet<br />
ve Cumhuriyet dönemi de bu mirası tepe<br />
tepe kullanmıştır.<br />
Tanzimat döneminde edebiyat, zihniyet bunalımı<br />
geçirmiş ve bu araz, edebiyata kolayca hulul<br />
etmiştir. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde,<br />
herkes saflarını belli edecek şekilde gruplaşmaya<br />
başlamış; yani edebiyat, ortak insan problematiğinden<br />
“bizim problematiğimiz” derekesine<br />
indirgenmiştir. Zaten modernitenin de istediği<br />
budur: ayrıştırarak indirgeme…<br />
Osmanlı, 20. yüzyılda sadece toprak ayrışmasına<br />
değil; aydın ayrışmasına da maruz kalmıştır.<br />
Bugün bazılarımızın savunduğu görüşlerin<br />
tohumları o zaman atılmış; 1940’larda fidana<br />
dönüşmüş ve 1960’larda bu fidanlar meyve vermeye<br />
başlamıştır. Bugün kimse başkasının meyvesinden<br />
yemez olmuş; yani tek yönlü bir beslenme<br />
yolunu tutmuştur. Bunun biyolojik sağlığa<br />
ne kadar uygun olduğu, tartışılmaz bile. Kaldı ki,<br />
edebiyat bireysel değil, toplumsal bir olgudur ve<br />
açtığı problemler de sosyal bünyeye zarar verir.<br />
Sosyal bünyede meydana gelen arızaların telafisinin<br />
de uzun zamanlara mal olduğunu ve pek<br />
çok toplumsal enerji kaybına yol açtığını, son 60<br />
yılda acı bir tecrübe olarak gördük ve yaşadık.<br />
Özellikle 1940’ların sonuna doğru belirginleşen<br />
“edebiyatta ideolojik kompartmanlaşma”<br />
zihniyet ve duygu dokumuzu da parçalayıp ayrıştırdı.<br />
Tanzimat dönemi edebiyatçılarını, politik<br />
açıdan nispeten kategorize edebilirsiniz. İkinci<br />
Meşrutiyet döneminde politik doz daha da<br />
artar. 1940’ların sonu ise bu zirveye çıkar.<br />
Klasik dönem için, edebî anlayışlar dışında<br />
herhangi bir kategorizasyon mümkün değildir.<br />
Fuzûlî’yi hangi ideolojik kategoriye sokacaksınız...<br />
Bâkî’yi, Nedim’i, Şeyh Galip’i,<br />
Keçecizâde İzzet Molla’yı, hangi siyasi mülahaza<br />
içinde boğacaksınız... Bunlar, unutturulan<br />
müştereklerimizdir. Cumhuriyet dönemi<br />
böyle müştereklerden mahrumdur. Çünkü bu<br />
dönemde edebiyat insanı anlatmak için değil,<br />
kavga etmek için kullanılmıştır. Oysa bunların<br />
hepsi, Kapıkule sınır kapısından çıktığı andan<br />
itibaren Türklerin ve Türkçenin edebiyatıdır;<br />
herhangi bir ideolojinin değil. Kısacası, modern<br />
edebiyatımız, klasik edebiyatımız kadar<br />
masum değildir.<br />
19<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Edebiyat-Politika ilişkisi<br />
Her slogan edebî olmak zorundadır ama edebiyat<br />
slogan söylemez. Sloganlar bağırır ve insanı<br />
yönlendirir; edebiyat insanı anlatır; sadece<br />
anlatır. Duygularına, hasletlerine hitap ederek<br />
anlatır. Her anlatmada, kahır vardır, sitem vardır,<br />
hüzün vardır, sevinç vardır… Vefa, sadakat,<br />
ihanet, merhamet, hasret, riyakârlık, acımasızlık,<br />
kin, nefret vardır. Kısaca olumlu olumsuz, tüm<br />
yönleriyle insan vardır. Bu his ve hasletlerin hepsi<br />
insan tabiatının birer tezahürüdür ve ideolojik<br />
değildir. İdeolojiler bunları kullanabilirler ama<br />
bunların hiçbirisi insan dışında hiçbir şeyi tarif<br />
etmekte kullanılamaz. Hadi kullanıldı ve edebiyat,<br />
politik tavırların topluma mal edilmesinde<br />
bir araç hâline indirgendi diyelim; bu durumda,<br />
edebiyat kurallarından taviz verilmemeli; metin<br />
her şeyden önce edebî saygınlığını korumalıdır.<br />
Şöyle de söylenebilir: Politikacının kuralları çerçevesinde<br />
edebiyatı kullanması normaldir ama<br />
edebiyatçının politikayı kullanması, yanlıştır.<br />
Veya edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse,<br />
en azından edebiyatı öncelemelidir;<br />
politikayı değil. Edebî metin beşerî his ve hasletleri,<br />
edebiyat kurallarına göre işler. İdeolojiler,<br />
beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,<br />
edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar.<br />
Manifestolar da edebiyat değildir.<br />
Her edebiyatçı, bakış açısı ile eserinde bir<br />
duruş sergiler. Bu duruş, o edebiyatçının eşyayı<br />
nasıl algıladığının da ifadesidir fakat bir yazar<br />
genel insan problematiğinden uzaklaşıp metnine<br />
sadece politik fikirlerini boca ederse, o metinden<br />
yalnızca “fikirdaşlar” haz alır; oysa edebiyat, insanlığın<br />
ortak malıdır ve edebiyatçı, ortaya tüm<br />
insanlığın haz alacağı metinler koymalıdır.<br />
Politikacı edebiyatı kullanırsa, bu edebiyat<br />
açısından bir kazanç olabilir. Fakat edebiyatçı<br />
politikayı kullanırsa, tehlikeli bir yolu tercih<br />
etmiş olur. Edebiyat sanatını önceleyen ve bunu<br />
başaran bir edebiyatçı için sorun yoktur. Siyasetin<br />
müptezelleştiği bir ortamda edebiyat da<br />
müptezelleşirse, o zaman tarihe mal olabilecek<br />
bir eserden söz etmek mümkün olmayacaktır.<br />
Çünkü o metnin ömrü, hizmet ettiği ideolojinin<br />
ömrü kadar olacaktır. Ayrıca, ideolojik edebiyat,<br />
okuyucu ile ilişkisini edebiyat dışı alanlar vasıtasıyla<br />
ve insanı tekilleştirerek kurmaktadır ki,<br />
bunun da anlık ihtiyaçları karşılamaktan öte bir<br />
fonksiyonu olamaz.<br />
Politik edebiyatın anlık ihtiyacı karşılaması,<br />
cinsel istismar metinlerine benzer. Kurulan<br />
tuzak bellidir: Mental ve entelektüel derinlik<br />
istemeyen basit biyolojik ihtiyaçları giderme.<br />
Bu açıdan bakıldığında, sevgili Cüneyt Issı’nın<br />
sohbetlerimizde belirtip henüz işleyerek yazmadığı<br />
güzel bir benzetme ile söyleyecek olursak,<br />
mutlak edebî metinler erotiktir; politik metinler<br />
ise porno... Biri gizemliliği ve buna bağlı olarak<br />
insan zihninin de kullanılmasını, kısaca insaniliği<br />
öncelerken, diğeri aşikârlığın verdiği müptezellik<br />
ve bayağılıkla, zihni devre dışı bırakmakta<br />
ve büyüyü bozmaktır.<br />
Politik edebiyat, kurduğu basit tuzaklarla,<br />
pusu kültürünün beslediği bir sonuçtur. Oysa<br />
mutlak edebiyat, kurallarına göre, döne döne,<br />
şiir gibi dövüşmek gibidir. Bu yüzden, politik<br />
edebiyat, pusu kültürünün hâkim olduğu<br />
toplumlarda yaygındır; mutlak edebiyatsa,<br />
düello kültürünün.<br />
Elbette edebî metni politikadan tamamen<br />
soyutlamak artık mümkün değildir. O devirler<br />
geçti. İnsanlık masumiyetini kaybetti. Modern<br />
insan aynı zamanda politik insandır da. Ama<br />
modern de olsa insan tek boyutlu “siyasi varlık”<br />
değildir. Çünkü insanlık masumiyetini<br />
kaybetmesine rağmen, hayat hiçbir zaman,<br />
insana tek boyut sunacak kadar cimri olmamıştır.<br />
Tüm zamanlarda okunmak isteyen bir edebiyat<br />
sanatçısı, siyaseten tekil insanı değil, çoğul<br />
insanı; olumlu olumsuz tüm duygularıyla,<br />
çoğul insanı yazmak mecburiyetindedir. ■<br />
20<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ŞEHİR*<br />
Bir gün burada, itfaiyeciler ve askerler<br />
Kendi işlerini yaptıklarında<br />
Ve hümanistler kendilerininkini<br />
Tekrar var olacak şehir<br />
Bir gün ambulanslar ve cenaze arabaları<br />
Yazarlar, ressamlar, ders kitapları<br />
Ve uluslararası kamuoyu<br />
Her şeyi usulüne<br />
Ve kanununa göre yaptıklarında<br />
Burası ve orası arasında<br />
O zamanın ve bu zamanın arasında<br />
Ruhlar uyandığında<br />
Rüzgâr küllerin el yazılarını dağıttığında<br />
Dünyanın dört bir yanına<br />
Ölüler kalktığında<br />
Tekrar yaşayacak bu şehir<br />
Der bilge babam.<br />
ERVİN JAHİĆ<br />
Ervin Jahić ( Ervin Jahiç ): Şair, eleştirmen, editör...<br />
1970 yılında Rijeka’da doğdu. Rijeka’da Felsefe Fakültesinde okudu. Kult ve Rival dergilerinin editörlüğünü<br />
yaptı. Dergi ve gazetelere edebiyat eleştirileri yapan Ervin Jahić, deneme ve şiir yazmaktadır. Şiirleri İngilizce,<br />
İtalyanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca ve Slovenceye çevrilmiştir.<br />
Şimdi ‘’Pozija’’ adlı bir edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Hırvatistan Yazarlar Birliği<br />
ve Dünya Yazarlar Birliği üyesi olan Ervin Jahić Zagreb’de yaşamaktadır.<br />
* Hırvatça aslından çeviren: MEHMET IŞIKER<br />
21<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
CENNETİN EŞİĞİNDE<br />
Günahın rengi kızıl<br />
Kızılı eritecek vişneçürüğü sandıkta saklı<br />
Anahtarı çim saçlı kızda<br />
Atınca adımını<br />
Ayağına dolanmadan uzun yeşil saçları<br />
Sessizce tarif ederken cenneti<br />
Bilmezdim hiç<br />
Huzurunda<br />
Bu kadar dehşete kapılacağımı<br />
Kapısı yok<br />
Ne de bekçi<br />
Yeşil bir şerit, ardında vişneçürüğü<br />
Kadifemsi bir doku<br />
Bambaşka flora<br />
O pencere<br />
Ve o yeşil ağaç gerilerde<br />
Göz kırpmıyor ilahî kandiller de<br />
Cennetin eşiğindeyim<br />
Sen ötede<br />
Adım atmayacağım<br />
‘’Hadi gir ’’ desen de.<br />
NİHAN IŞIKER<br />
22<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Soğuk rüya*<br />
İMDAT AVŞAR<br />
Karanlık...<br />
Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…<br />
İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor,<br />
duruyor bir an...<br />
Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu<br />
da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp<br />
gidiyor geceye.<br />
Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya<br />
şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor<br />
aşağı kattan.<br />
Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir<br />
ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı... Bu çağrıya boyun eğiyor bütün<br />
çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.<br />
Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa<br />
dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin<br />
bir uykuya dalacak.<br />
Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular,<br />
yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…<br />
Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının<br />
çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına... Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi<br />
bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla<br />
sabaha dek dönüp duracak havada.<br />
Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin<br />
olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.<br />
Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora<br />
sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.<br />
Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk...<br />
*”Soğuk Rüya” Kültür Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ve Osman Gazi Üniversitesinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu “<br />
2011 Yılı YUNUS EMRE anısına Sevgi” konulu hikâye yarışmasında Birincilik ödülüne layık görüldü. Ödül Töreni<br />
06 Mayıs 2011 de Eskişehir’de gerçekleşti.<br />
23<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Belletici öğretmen odasındayım…<br />
Yalnızlık…<br />
Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor<br />
pencerelerden...<br />
***<br />
İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru,<br />
bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne<br />
zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte,<br />
daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor<br />
ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum.<br />
Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği<br />
yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor<br />
elimi. Arkasından koşuyorum.<br />
Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O<br />
kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş<br />
çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O<br />
kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar<br />
anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum<br />
ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum.<br />
Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan:<br />
Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan,<br />
bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran<br />
bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde<br />
kuru yapraklar gibi savrulan bir adam...<br />
…Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar<br />
içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin<br />
önüne, hepsini görüyorum. Uzansam<br />
dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ<br />
Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki<br />
Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, Kan<br />
irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör<br />
kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan<br />
Anka…<br />
Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim<br />
bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda<br />
bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el<br />
ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine<br />
gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan<br />
bir sarkacım...<br />
Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur<br />
veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor.<br />
Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin.<br />
Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden<br />
tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç<br />
bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların<br />
ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir<br />
minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.<br />
“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerlere<br />
yatıp ağlıyorum.<br />
O ihtiyar kadın:<br />
“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor<br />
beni. Ona inanmıyorum.<br />
Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler<br />
çınlıyor kulaklarımda:<br />
“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”<br />
Cevap vermiyor babam.<br />
“Ağabeyim niye gelmedi” diye soruyorum<br />
her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:<br />
“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen<br />
yat, uyu!”<br />
...Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp<br />
gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor<br />
kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan<br />
uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına<br />
korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum.<br />
Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka<br />
verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları<br />
zangırdatan sesiyle soruyor:<br />
“Kim uyudu, kim uyanıııık!”<br />
Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev.<br />
Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak.<br />
Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde<br />
kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.<br />
Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor<br />
sanki ve yeniden soruyor:<br />
“Kim uyudu, kim uyanıııık!”<br />
Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:<br />
“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık...”<br />
Homurdanarak gidiyor Dev.<br />
Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi<br />
tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip<br />
bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in<br />
dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki<br />
son közler, o Dev’in kanlı ağzı...<br />
“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!”<br />
diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.<br />
Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında<br />
bir boşluk... Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi<br />
sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime.<br />
Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o<br />
ses yok.<br />
Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden<br />
çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına<br />
dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden.<br />
Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler... Sisler,<br />
dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor,<br />
24<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
uğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.<br />
Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda.<br />
Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım<br />
kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce<br />
bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum.<br />
Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı<br />
okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında<br />
ağlayarak kaldığım o köy... Hiç biri yok. Hepsi<br />
koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup<br />
gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum.<br />
Bedenim yüz parçaya bölünüyor o<br />
an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.<br />
Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir<br />
rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan<br />
bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman,<br />
Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten<br />
bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin<br />
eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne,<br />
siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon<br />
binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince<br />
dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen<br />
bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek<br />
geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor<br />
muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir<br />
el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor<br />
titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük<br />
söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor,<br />
yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli<br />
poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla<br />
dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala<br />
koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını<br />
tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan<br />
şikâyet ediyor. Kim bilir...<br />
Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor<br />
oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton...<br />
Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün<br />
büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor<br />
beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden<br />
kitabın sayfalarını çeviriyorum.<br />
Babasını özleyen bir çocuk... Koğuşlardaki<br />
çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki<br />
yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe,<br />
zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye<br />
bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum.<br />
Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan<br />
ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper<br />
edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde<br />
yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak<br />
istiyorum...<br />
Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor<br />
arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor,<br />
hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum.<br />
Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp<br />
geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın<br />
dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum.<br />
O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum.<br />
Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece<br />
yarısı... Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden<br />
dem almaya başlıyor.<br />
“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek”<br />
diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun<br />
adımlarla yürümeye başlıyorum.<br />
Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi<br />
kadar cırtlak bir kadın sesi...<br />
Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu<br />
sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın<br />
dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi<br />
homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor<br />
önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:<br />
“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde<br />
nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa!<br />
Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu,<br />
gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın<br />
tabii!”<br />
….<br />
Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki.<br />
Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:<br />
“Keees! Doğru odana! Çabuk!”<br />
Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar,<br />
birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o,<br />
kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler<br />
katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar<br />
başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini<br />
Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor<br />
gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp<br />
gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş<br />
uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın... Azgın<br />
sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin<br />
karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez<br />
sulara kapılıyorlar.<br />
Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece<br />
donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden<br />
yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan<br />
25<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi<br />
gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim<br />
çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum,<br />
sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp<br />
arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım<br />
dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve<br />
daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. O an<br />
bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…<br />
Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar<br />
ve yüzü asık gardiyanlar... Kim bilir,<br />
yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer<br />
mahkûm…<br />
Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen<br />
bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil<br />
sesiyle başlayan mahpus hayatı...<br />
Zil sesi…<br />
Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka,<br />
üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna<br />
geç!<br />
Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta<br />
soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru<br />
ekmekler...<br />
Sonra bir zil sesi daha…<br />
Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır<br />
tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak<br />
korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma<br />
köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru<br />
sırayı bozmadan yürü!<br />
Zil sesi…<br />
Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare,<br />
dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik... Kederi böl,<br />
hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar...<br />
Zil sesi...<br />
Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına<br />
gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda,<br />
bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:<br />
“Burada bekleme!”<br />
“Koşma!”<br />
“Konuşma!”<br />
“Aşağıya in!”<br />
Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve<br />
bahçe gardiyanları:<br />
“Zil çaldı!”<br />
“Oturma!”<br />
“Sallanma!”<br />
“Konuşma!”<br />
“Yukarı çık!”<br />
“Sınıfa geç!”<br />
Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş<br />
günleri...<br />
Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan<br />
adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi<br />
uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan<br />
gözleri mahmur oğullar, kızlar... Yolu kapalı<br />
köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar<br />
diplerine çöken boynu bükük çocukları...<br />
Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi<br />
bir türlü toparlayamıyorum. Nedense<br />
bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa<br />
düşüyorum hep.<br />
Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan<br />
ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların<br />
kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar,<br />
bir isyan başlayacak ve sesler birbirine<br />
karışacak:<br />
“Annelerimizi istiyoruz!”<br />
“Burada okumak istemiyoruz!”<br />
…<br />
101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum.<br />
Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında<br />
sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice<br />
aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde,<br />
koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki<br />
ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir<br />
düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına.<br />
Bu soğukta Firar mı Yapamazlar, daha<br />
çok küçükler. Ama…<br />
El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan<br />
çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki<br />
ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor<br />
ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki<br />
yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş,<br />
uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları<br />
rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek<br />
yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk,<br />
bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş.<br />
Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta<br />
büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun<br />
okula daha yenice geldiğini anlatıyor.<br />
“Bırak uyusun!” diyorum kendi<br />
kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir...”<br />
Bir sonraki koğuş...<br />
Rüzgâr uluyor camlarda...<br />
26<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Kanat sesleri...<br />
Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben<br />
içeri girince ürküp havalandılar belki.<br />
Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından<br />
iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum.<br />
O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada<br />
bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek... Yanağında<br />
tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına<br />
bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar<br />
yetişemiyorlar, belli... Yüzü geriliyor birden, ardından<br />
gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl<br />
şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi.<br />
Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta<br />
debeleniyor, şimdi atlayacak...<br />
Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum.<br />
Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun<br />
namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif<br />
bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım<br />
dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum.<br />
Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar,<br />
kelebekler... Birden, vücudumun olanca<br />
ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o<br />
derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil.<br />
Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim<br />
bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi,<br />
büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler,<br />
yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar,<br />
kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan<br />
güneş de... Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan.<br />
Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim<br />
kan oluyor.<br />
İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım,<br />
sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan<br />
sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.<br />
Koridorun sağındaki son koğuş...<br />
Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi...<br />
“Anne! Annee!”<br />
Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum.<br />
Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan<br />
gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda.<br />
Çocuk tekrar inliyor:<br />
“Annee! Annee!”<br />
Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor<br />
karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir<br />
kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında<br />
da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan<br />
var kadının, tırpanın ucunda azık torbası... Bir<br />
eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer<br />
elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler<br />
titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor<br />
kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun<br />
annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup<br />
bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları<br />
titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri<br />
aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor<br />
kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük<br />
dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor<br />
sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından.<br />
Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin<br />
ardından ağlayarak bağırıyor:<br />
“Annee! Annee!”<br />
Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.<br />
Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri,<br />
sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış<br />
bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum.<br />
Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor.<br />
Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi<br />
iyice kısarak soruyorum:<br />
“Niye uyumadım yavrum”<br />
Ağlayarak cevap veriyor:<br />
“Anneee! An-nee! Annemi…”<br />
“Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların<br />
uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım,<br />
kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel<br />
benimle!”<br />
Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol<br />
ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen<br />
odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince,<br />
gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime,<br />
içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları<br />
hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.<br />
“Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin”<br />
İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:<br />
“Iııh, ııh… Mir Seyit.”<br />
“Hangi köyden geldin Mir Seyit”<br />
“Aşağı Civanlı.”<br />
“Kaçıncı sınıfta okuyorsun”<br />
“Üç.”<br />
“Nazan Hanım’ın sınıfında mı”<br />
“Evet.”<br />
“Buraya ne zaman geldin”<br />
“Dö, dö, dört gün oldu.”<br />
“Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldı-<br />
27<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ğında gelmedin Bak, alıştı onlar.”<br />
“Ben köyde okuyordum.”<br />
“Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin<br />
geldin Mir Seyit”<br />
“Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı...”<br />
Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya<br />
çekiyorum bu uyku firarisini:<br />
“Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz<br />
mi yok Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince<br />
okulunuz da kapandı anlaşılan.”<br />
“Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı,<br />
ıhıı, ıhııh...”<br />
Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor<br />
Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak<br />
su veriyorum, yutkunarak içiyor.<br />
“Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan<br />
çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama,<br />
hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın”<br />
“O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz<br />
öldü! Babam da... Iııhıhıhhhı!”<br />
“Kim yaktı Mir Seyit Kim öldür...”<br />
“Babamı... Babamı...”<br />
“Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”<br />
…<br />
Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar<br />
gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle<br />
çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya<br />
dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor;<br />
dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar,<br />
engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde<br />
geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan<br />
olup akıyor içime. Mir Seyit’e dönüyorum:<br />
“Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi<br />
yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu”<br />
“Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu<br />
okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”<br />
“İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu.<br />
Işığı da açık bırakırım, olur mu”<br />
“Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”<br />
“Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı,<br />
yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”<br />
“Hayır, sabah olunca gideceğim.”<br />
Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil<br />
Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli,<br />
iri iri elleri, ayakları... Bir dağ çocuğu Mir Seyit,<br />
onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara<br />
götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek;<br />
sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç<br />
evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…<br />
“Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor<br />
mu”<br />
“Yok, görünmüyor, çok uzak...”<br />
“Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye<br />
söyleniyorum kendi kendime.<br />
“Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir<br />
Seyit”<br />
“Onlar görünüyor.”<br />
“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden<br />
bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”<br />
“Tamam.”<br />
Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi<br />
koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay<br />
ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz<br />
kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı... Ağrı’nın yan<br />
tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış<br />
Zor Dağları... Dağların koynunda tek tük ışıklar<br />
yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri<br />
karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün<br />
sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek<br />
uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi,<br />
olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe<br />
doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum.<br />
O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir<br />
Seyit usulca seslenip uyarıyor:<br />
“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu<br />
tarafta!”<br />
“Haa, öyle mi”<br />
Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü<br />
dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki<br />
dağları gösteriyor:<br />
“<strong>Bizim</strong> köy işte ooorda öğretmenim.<br />
Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim<br />
köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol<br />
var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi.<br />
Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam<br />
hiç, yolu da biliyorum.”<br />
“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin.<br />
Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni<br />
arabaya bindiririz, gidersin.”<br />
“<strong>Bizim</strong> köyün arabası yok ki. Herkes göçtü<br />
köyden, dört-beş tane ev kaldı.”<br />
“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına<br />
biner gidersin.”<br />
“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan<br />
28<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
köye gidebilirim, yakın.”<br />
“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince...”<br />
“Ama bahara daha çoook var.”<br />
“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”<br />
“Yok, çabucak gelmez.”<br />
“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”<br />
“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam<br />
ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor<br />
tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”<br />
Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.<br />
“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin<br />
köy, öyle değil mi”<br />
“Evet, ama kışın da güzel. <strong>Bizim</strong> köye bir<br />
gelseniz, çok güzel...”<br />
Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını<br />
baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini,<br />
otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın<br />
çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş,<br />
hezeran... Derelerde, tepelerde, kuytularda,<br />
koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı,<br />
kekik, yavşan, çoban yastığı... Tüm otlarla birlikte<br />
toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni,<br />
keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten... Hiç<br />
bir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor,<br />
koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar. Dağların,<br />
yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli<br />
angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit<br />
ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor<br />
dağlardan.<br />
Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri<br />
pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya<br />
razı olur diye düşünüyorum:<br />
“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim!<br />
Biraz da orada anlat!”<br />
“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”<br />
“Olur, gelirim.”<br />
Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan<br />
terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda<br />
çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere<br />
tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne<br />
çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.<br />
“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında”<br />
“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı<br />
canlı yakalıyordu.”<br />
“Öyle mi”<br />
“Tabii.”<br />
“Nasıl Keklikler uçmuyorlar mı”<br />
“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”<br />
“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu”<br />
“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar<br />
ya”<br />
“Evet.”<br />
“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları<br />
da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar.<br />
Babam keklikleri kovalayıp keklikler<br />
yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana<br />
bisiklet alacaktı öğretmenim...”<br />
Yazın köye gidersem, beni babasının atına<br />
bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok<br />
güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım,<br />
o da bisikletine binecek, yarışacağız.<br />
Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun<br />
diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor.<br />
Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları<br />
ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni<br />
soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara,<br />
dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor.<br />
Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir<br />
keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin<br />
pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor<br />
koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı<br />
açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.<br />
Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin<br />
önünden. Sanki karşımda... Odama giderken<br />
Mir Seyit’le konuşuyorum:<br />
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara<br />
girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu<br />
düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun<br />
sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını.<br />
Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen<br />
seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek.<br />
Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani<br />
soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin<br />
ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine.<br />
Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında,<br />
doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin,<br />
yemek bitmiş olacak, vermeyecekler.<br />
Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları.<br />
Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın<br />
yemekhaneden. Hastalanacaksın. Dok-<br />
29<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
torsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada<br />
yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden<br />
yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek,<br />
öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle,<br />
ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda.<br />
Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak<br />
tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek<br />
annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın.<br />
Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek<br />
Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.<br />
Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan<br />
kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına<br />
sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk<br />
duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları<br />
unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de<br />
unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o<br />
mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü.<br />
Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir<br />
Seyit, baban sana bisiklet getirecek!<br />
Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum<br />
kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir<br />
çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt...” Kalkıp<br />
duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor<br />
saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular<br />
uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum.<br />
Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri,<br />
o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir<br />
Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına<br />
kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan<br />
çocuklar ve Mir Seyit...<br />
O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum<br />
geceler bir bahane bulup odama geliyor.<br />
Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz.<br />
Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara<br />
batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları<br />
seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de<br />
babasının atına... O pedal çeviriyor telaşla, ben<br />
atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye<br />
inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.<br />
***<br />
Mart ayının başları... Hava ılık, bir cuma<br />
günü... Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları,<br />
kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp<br />
bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar<br />
kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım<br />
söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.<br />
Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara<br />
çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum<br />
ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı”<br />
diyorum, gülümsüyorum.<br />
Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun<br />
bahçesi her zamankinden daha kalabalık.<br />
Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe<br />
kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan<br />
inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını<br />
arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan<br />
inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru<br />
sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında<br />
onlarca çocuk...<br />
“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye<br />
geçiriyorum içimden.<br />
Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan<br />
öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan<br />
Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on<br />
çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir<br />
Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin<br />
gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş,<br />
elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti<br />
izliyor.<br />
Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin<br />
veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen<br />
birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar.<br />
Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç,<br />
bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup<br />
oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden<br />
kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına<br />
çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete;<br />
direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor,<br />
pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti.<br />
Az sonra lojmanın penceresinden sarkan<br />
Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:<br />
“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti!<br />
Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk<br />
eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o<br />
çocukların içinde!”<br />
Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor,<br />
Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor<br />
ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha<br />
fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana<br />
doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup<br />
Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor. Cumartesi<br />
günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya<br />
dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını<br />
da… Eksik yok, teslim ediyorum çocukları.<br />
Pazartesi sabahı…<br />
30<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan<br />
bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.<br />
“Duydunuz mu”<br />
“Neyi”<br />
“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”<br />
“Çocuğu bulamamışlar!”<br />
“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş,<br />
her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”<br />
“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”<br />
“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse<br />
gelmezdi.”<br />
Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi,<br />
pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve<br />
telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:<br />
“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış”<br />
“Nazan Hanım’ın sınıfından...”<br />
“Kim”<br />
“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir<br />
Seyit imiş.”<br />
“Mir Seyit mi”<br />
…<br />
Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim<br />
tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan<br />
olmalı ya da soğuk bir rüya…<br />
Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları<br />
duymuyorum. Okulun bahçesindeki<br />
yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum.<br />
Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum.<br />
Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki<br />
sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.<br />
Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi<br />
bir ifade…<br />
“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.”<br />
…<br />
Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği<br />
bir buz kütlesi oluyorum. Sanki<br />
binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler<br />
birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan,<br />
kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor.<br />
Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem<br />
ne de çocuklar... Sınıfta bir tek ben varım, bir<br />
de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum,<br />
gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca<br />
bakıyorum dağlara…<br />
Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor<br />
gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru<br />
tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp<br />
ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor.<br />
Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça<br />
yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor,<br />
daha hızlı yürümeye başlıyor.<br />
Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir<br />
bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa,<br />
köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na<br />
çıkıp bağırsa, köye duyulur.<br />
Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor<br />
aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki<br />
dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir,<br />
ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp<br />
nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor<br />
Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan,<br />
yanakları acıyor.<br />
Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara<br />
bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor<br />
o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki.<br />
Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın<br />
duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya<br />
başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice<br />
bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki<br />
kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan<br />
köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya<br />
başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir<br />
umutla bağırıyor sonra:<br />
“Anneee! Anneeeeee!”<br />
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de<br />
yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp<br />
kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan.<br />
Bir an önce köye varmak için karların içine<br />
atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne<br />
kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış<br />
bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye<br />
başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık<br />
bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O<br />
sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor.<br />
Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak<br />
ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere<br />
uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden,<br />
çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor<br />
Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru<br />
geliyor.<br />
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru<br />
koşuyor, koşuyor, koşuyor... ■<br />
31<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
İSMET EMRE*<br />
Orta Asya<br />
Türklüğüne ait<br />
tabletlerde dile<br />
getirilen “düşmana<br />
güvenmemek<br />
gerektiği”<br />
yönündeki<br />
yaklaşımların<br />
olabildiğince<br />
işlenmiş, rafine<br />
edilmiş, edebî<br />
bir söylemle<br />
dillendirilmesi,<br />
o metinlerin<br />
hem siyaset hem<br />
de edebiyatın<br />
malzemesi<br />
olmalarına<br />
yaramıştır.<br />
Edebiyat ile siyasetin kesişme ve kavşak noktalarını düşünürken,<br />
en genel anlamda, cümle kurmanın da bir siyaset<br />
yapma işi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Mademki siyaset,<br />
dünyaya biçim vermenin, onu dönüştürmenin, olduğundan farklı<br />
hâle getirmenin en kısa yoldan güce ilişkin tarafını oluşturmaktadır,<br />
öyleyse birinci elden hatırlanması gereken şey, söylemin<br />
yine en kısa yoldan öteki insanlara ulaştırılmasına duyulan ihtiyaçtır.<br />
Bu gerçeğin en doğal sonucu, insanlık tarihinin daha ilk<br />
metinlerinin edebî oldukları kadar ciddi anlamda siyaset içeriyor<br />
oluşlarıdır.<br />
Hakikaten de siyaseti öyle ya da böyle bir yaşam felsefesi<br />
oluşturma çabası olarak tahayyül edersek, geçmişten bugüne<br />
gerek sözlü geleneğin gerekse yazılı geleneğin edebî mahsulleri<br />
olsun hemen hepsinin doğrudan yahut dolaylı, bir şekilde siyasetin<br />
edebiyatını yaptıkları söylenebilir. Daha doğrusu, edebiyat<br />
yoluyla insanlara bir şekilde doğrunun, iyinin, haklının meşru<br />
alanlarını işaret ederek yanlışın, kötünün ve haksızın da cezasının<br />
karşılığını aldığına dair yaklaşımlar sergilemek suretiyle, bir<br />
şekilde insanın yaşam mücadelesinde takınması gereken tutum<br />
ile kurgulaması gereken bakış açısı konusunda estetik bir mesaj<br />
ilettiklerini, bunun en azından yakın zamanlara kadar böyle olduğunu<br />
ifade edebiliriz. Bu manada, masallar, halk hikâyeleri,<br />
destanlar, mitolojiler, manzum ve mensur matbu edebî nitelikli<br />
hemen bütün anlatılar, insana bir taraftan yaşamı, onun doğası<br />
ve gereklerini tanıtırken, öte taraftan da insanın dış dünya (evren)<br />
karşısında gereken tavrı alması hususunda belirleyici bir rol<br />
üstlenmek istemişlerdir.<br />
Hemen her edebî metinde bir yanıyla siyasetin tortusu bulunmakla<br />
birlikte, varlık nedeni tamamen ilmisiyaset olan metin-<br />
* Doç. Dr., İnönü Üniversitesi<br />
32<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ler de vardır. Örneğin dünyanın ilk anlatılarından biri<br />
olan ve Ganj’ın bereketli, bakir kıyılarından yükselen<br />
Kelile ve Dimne masalı baştan aşağı bir siyasetname<br />
olarak düşünüldüğü için klasik dünyanın en vazgeçilmez<br />
metinlerinden biri olarak dünyanın birçok diline<br />
tercüme edildiği gibi metin için zamanın Hindistan’ı<br />
ile Pers hükümdarlığının savaşa tutuştuğu bile söylenegelmiştir.<br />
Bununla birlikte, Kelile ve Dimne’nin,<br />
olaylarının sadece hayvanlar arasında geçen fabl ve<br />
edebî niteliği yoktur; tersine, tam da hayvanların dünyasından<br />
insanların dünyasına tutulan bir ayna olarak<br />
hem hükümdarlara ve hükümdarlığa dair hem de topluma<br />
ve onun içinde yaşayan insan tekine dair sayısız<br />
bilgelik örnekleri bulunmaktadır bu metinde. Gücü<br />
biraz azalarak ve tonu düşerek Binbir Gece Masalları,<br />
Tutiname, Ezop ve Grimm Masalları için de benzeri<br />
şeyler söylenebilir.<br />
Dünya milletlerinin belli başlı mitolojilerine baktığımızda<br />
da benzeri bir manzarayla karşılaşırız: Olabildiğince<br />
edebî ve sanatsal bir dil kullanılarak hayata,<br />
yönetimlere ve yönetmeye dair teori/pratik uyumlu<br />
metinlerin her daim yoruma açık bilgiler sunduğu siyaset<br />
ve kültürler tarihinin malumudur. Bu bağlamda<br />
Köktürk ve Uygur abidelerine hâkim olan dil, üslup<br />
ve söylem ile Yaratılış, Göç ve Battalgazi gibi bize<br />
özgü destanlar ve Vedalar, Upanişadlar, Gılgamış,<br />
Nubelunglar, Roland, Kalavela destanlarının doğasının<br />
üç aşağı beş yukarı insanın ufkunu genişletmek,<br />
bugünden geleceğe yönelik bakışını zenginleştirip ona<br />
yeni ufuklar eklemek ve nihai aşamada içinden çıktığı<br />
toplumun bekasını pekiştirecek bir mantık kurgusuna<br />
hükmetme anlayışını adım adım takip ederiz. Elbette<br />
burada, bize özgü destanların İslamiyet ve Türklük<br />
üzerinden, Batıya özgü destanların ise Hristiyanlık<br />
ve Avrupalılık üzerinden bir söylem geliştirdikleri, bu<br />
söylemlere hâkim olan ana temanın da kendi din, medeniyet<br />
ve etnik kimliklerini koruma üzerine temellendiğini<br />
söyleyebiliriz.<br />
Bununla beraber, özellikle sözlü kültüre ait bu metinlerin<br />
genel itibariyle içinde yeşerdikleri medeniyet<br />
kurgusunun özünü barındırması bir tarafa bırakılırsa,<br />
siyasetin dolaylı bir “aracı” olarak temellendirilip belli<br />
bir fayda üzerinden oluşturuldukları da hakikatin<br />
başka bir ifadesidir. Aynı metinlerin, yani masal, halk<br />
hikâyesi, efsane ve destanların, güncele ait siyasetin<br />
evrensel kalıplara dökülerek tarihin ve gelecek nesillerin<br />
malzemesine dönüştürülüp belli simgeler yoluyla<br />
geleceğe aktarılması, siyasetin değişmez kurallarının<br />
ancak edebî bir formatta içselleştirilebileceği gerçeğinin<br />
de tabii sonuçlarındandır. Bu manada Orta Asya<br />
Türklüğüne ait tabletlerde dile getirilen “düşmana<br />
güvenmemek gerektiği” yönündeki yaklaşımların olabildiğince<br />
işlenmiş, rafine edilmiş, edebî bir söylemle<br />
dillendirilmesi, o metinlerin hem siyaset hem de edebiyatın<br />
malzemesi olmalarına yaramıştır. Bir taraftan<br />
yönetici konumunda olanlar kendilerine ait hisseleri<br />
alırken aynı kıssaların halk üzerindeki sosyolojik etkisi<br />
ve ana dilin gelişip serpilmesine sağladığı katkı da<br />
yine edebiyat ile siyaset arasındaki doğrudan ilişkiyi<br />
kanıtlamaktadır.<br />
Klasik dünyadan modern dünyaya geçilirken, edebiyatın<br />
ve siyasetin iç mekanizmalarında ve genel itibariyle<br />
doğalarında meydana gelen değişiklik onların ilişkilerini<br />
de etkilemiş görünmektedir. Bununla, modern<br />
dünyada kendisini gösteren edebiyatçı siyasetçiler ile<br />
siyasetin edebiyata bakışı ve onu biçimlendirmesinin<br />
ötesinde bir ima kastedilmektedir: Edebiyatın ve edebî<br />
metinlerin siyasetin emrinde ve onun doğrudan aracı/<br />
aracısı olması konumu ile edebiyatın amacının sadece<br />
kendinde menkul bulunduğu düşüncesinin edebiyat<br />
dünyasının çekirdeğinde yaptığı parçalanma… Yani,<br />
neresinden bakılırsa bakılsın, Firdevsi’nin Şehname’si,<br />
Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Attar’ın Mantıku’ttayr’ı,<br />
Mevlana’nın Mesnevi’si ilh. hem sonuna kadar<br />
edebî ve edebiyat dünyasının malzemesi, hem sonuna<br />
kadar hayata dair hakikatleri fısıldaması bakımından<br />
insanı hayata hazırlayan birer eğitim kitabı, hem de<br />
insanların iç dünyasına metafizik hakikatleri telkin<br />
eden birer tebliğ metni olarak karşımızda dururken;<br />
aynı yaklaşımın günümüz metinleri, hikâyeleri, şiirleri<br />
ve romanları, örneğin Cervantes’in Don Kişot’u,<br />
Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı, Dostoyevski’nin Suç<br />
ve Ceza’sı, Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar’ı,<br />
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı vs. için geçerli olmadığı<br />
tereddüde mahal bırakılmaksızın ifade edilebilir.<br />
Ancak buradan da edebiyatın işlevinin, modern dünya<br />
görüşünün tabiatıWna uygun şekilde sadece edebî<br />
olmaklıktan ibaret bir sahaya çekilerek daraltıldığı,<br />
edebî metnin amacının yalnızca edebî zevk vermek<br />
olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü modernitenin<br />
heterojen doğasına paralel biçimde edebiyatın işlevi<br />
konusunda da birbirinden farklı görüşler hâlâ varlığını<br />
sürdürmektedir. Bu bağlamda Viktor Hugo’nun<br />
Hernani’si, Namık Kemal’in Celal Mukaddime’si ve<br />
oynandığında yeri göğü inleten, kitleleri sokağa döken<br />
tiyatroları yukarıda dillendirilen edebiyatın işlevinin<br />
kendinden menkul olduğu gerçeğini bir çırpıda geçersiz<br />
kılmakta, edebiyat ile siyasetin sınırlarının hâlâ kesin<br />
olarak birbirlerinden ayrılmadığını, bu iki düşman<br />
kardeşin bazen sıkı fıkı olmanın da ötesine geçerek kol<br />
kola girdiğini göstermektedir… Dahası, günümüzde<br />
çok fazla müracaat edilmediği için popülaritesi düşen,<br />
33<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ama özellikle Tanzimat yıllarının baskıcı ortamında<br />
oldukça etkin görünen bir “siyasi rüya” türü vardır ki<br />
dönemin aydınları, özellikle iktidarlara, siyaset kurumuna<br />
dönük eleştirilerini edebî bir dille kaleme aldıkları<br />
siyasi rüyalar üzerinden götürürlerdi. Hatta Tanzimat<br />
devri için, edebiyat ile siyasetin etle kemikçesine<br />
birbirine girdiği ve düşman kardeşlerin dostlaştığı altın<br />
devir tesmiyesi dahi yapılabilir. Batılılaşma serüveninin<br />
başlamasının hemen ardından dönemin paşaları,<br />
yani siyasal iktidarın taşıyıcıları, kanun koyucuları ve<br />
pratiğe aktarıcıları, iktidarıyla muhalefetiyle hem siyasetçi<br />
hem de edebiyatçı kimliklerini eş zamanlı olarak<br />
sergilemişlerdir. Hem edebiyatçı hem de siyasetçi<br />
kimliğini, birinin diğerine tercih edilemeyecek kadar<br />
dengeli kullanan Alphonse de Lamartine belki de dünyanın<br />
önde gelen edebiyatçı/siyasetçilerinden biridir.<br />
Ancak özellikle Tanzimat yıllarında bunun oldukça<br />
fazla örnekleri vardır. Âkif Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa,<br />
Mustafa Reşit Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal bunlardan<br />
sadece birkaçıdır. İstisnaları bulunsa ve mutlak bir<br />
genelleme yapılamasa bile hem şair hem nasir hem<br />
hatip hem akil hem arif hem de siyaset erbabı olan bu<br />
kişilerin sadece kişilikleri değil ortaya koydukları icraat<br />
ve eserleri de birbirinden ayrılması mümkün görünmeyen<br />
bir edebiyat-siyaset iç içeliği taşır.<br />
Tanzimata hâkim olan bu durum, İkinci Meşrutiyet<br />
sonrasında ve Cumhuriyette de –aynı ton ve yoğunlukta<br />
olmasa bile- varlığını sürdürmüştür. Nitekim İkinci<br />
Meşrutiyet sonrası ülke yönetiminde şu yahut bu şekilde<br />
söz sahibi olan İttihatçıların pek çoğu aynı zamanda<br />
eli kalem tutan, kimi oldukça velut şair ve yazarlardır.<br />
Ahmet Rıza, Akil Koyuncu, Ömer Seyfettin, Ziya<br />
Gökalp, Halide Edip bunlardan sadece bazılarıdır.<br />
Aynı zamanda, Cumhuriyet sonrasında Ziya Gökalp,<br />
Celal Nuri İleri, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu<br />
gibi edebiyatçı/siyasetçi kimliklerin yeni<br />
Türkiye’nin oluşumunda, hem siyasal bir rol üstlenip<br />
hem de edebî mahsuller vermeleri; Atatürk’ün özellikle<br />
meşhur Çankaya ziyafetlerinde sanat ve edebiyatçıları<br />
yanından eksik etmemesi aynı geleneğin pratikteki<br />
karşılığından başka bir şey değildir. Bu toplantılardan<br />
birinde, Atatürk’ün Reşat Nuri Güntekin’e “Cumhuriyeti<br />
ve çağdaşlaşmayı öne çıkarıcı, övücü nitelikte<br />
metinler” yazması yönündeki “telkin”inin Yeşil Gece<br />
romanının yazılmasına vesile olması, benzeri bir refleksle<br />
Yakup Kadri’nin Yaban romanını yazması, Aka<br />
Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nı kaleme alması, edebiyatın<br />
doğasıdır. Edebiyat dünyası bakımından rencide<br />
edici gibi görünse bile bu, edebiyatın gücünü pekiştirmenin<br />
tam da karşılığı olsa gerektir… Atatürk, bu<br />
uygulama ve yaklaşımlarıyla yapa geldiği inkılâpların<br />
edebiyatla desteklenmediği sürece, edebiyatın gücüne<br />
başvurulmadığı sürece başarıya kavuşamayacağını<br />
ima ve ihsas etmiş olmaktadır. Atatürk döneminde de<br />
İnönü döneminde de edebiyata hâkim olan hava ile<br />
edebî eğilimlerin nitelikleri aynı zamanda siyasal iradenin<br />
edebiyata duyduğu ihtiyacı onamaktadır.<br />
Ne zaman ki siyasetin doğası bozulmuştur, o andan<br />
itibaren o güne kadar kol kola insanlığı aydınlatmak ve<br />
ufkunu açmak için el birliğiyle çalışmaya karar vermiş<br />
bu iki kardeş düşman hâline gelmiştir. Siyaset, politikaya<br />
irca edilip siyasal partilerden ibaret dar bir alana<br />
hapsolduğu andan itibaren edebiyat da ona küsmüş,<br />
böylece siyasetin kendisini kullanmasına baş kaldırarak<br />
amacı kendinde menkul bir işleve bürünmüştür.<br />
Gerçekte, siyaset hâlâ, hayatın bütününü kapsayan ve<br />
yaşama dair projeleri olan bir çağrışım alanıyla tahayyül<br />
edilirse edebiyat ile arasında birtakım benzerlikler<br />
bulunabilir. Ama günümüz insanının algıladığı<br />
biçimiyle gücün kaba ifadesi biçiminde kurgulanıp<br />
düşünceden, kültürden, felsefeden, hikmetten yalıtılmış<br />
bir alan olarak düşünülürse edebiyat ile arasında<br />
bırakın soğukluğu ciddi bir husumet var demektir.<br />
Öyle görünüyor ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, sadece<br />
Türkiye’de değil, dünyanın hemen pek çok ülkesinde<br />
edebiyat ile siyaset arasındaki mesafe olabildiğince<br />
açılmış ve doğaları, kullanılan yöntemler ile işlevleri,<br />
dolayısıyla insana ve insanlığa verdikleri mesaj bakımından<br />
birbirine yabancılaşmış iki farklı alana dönüşmüşlerdir.<br />
Edebiyatın, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından,<br />
genel olarak dünyada özelde ise Türkiye’de -bazı<br />
istisnaları sabit kalmakla birlikte- kendi içine çekilip<br />
kendini politikadan yalıtarak özel bir alan inşa etmesi<br />
ve kapalı devre işlemeye başlamasının altındaki en<br />
önemli gerekçelerden biri budur. Elbette burada, politika<br />
dâhil, hayatın her alanındaki yapıların kapitalist<br />
ekonomik sistemin bir parçasına dönüşerek kimi değerlerden<br />
soyutlanıp salt “çıkar gözetme” anlayışına gark<br />
olmasının da azımsanamaz bir payı bulunmaktadır.<br />
Gelenekten kopuş, salt insan merkezli yeni toplumsal<br />
oluşumlar, ahlaki yozlaşma ve kitleleşen Makyavelist<br />
anlayışın insanlar ile siyaset arasında bir yakınlaşmaya<br />
yol açarken, aynı oranda edebiyat ile insan teki arasına<br />
sayısız engel koymaktadır. Böylece, 21. asır bir taraftan<br />
her bireyin kendini, salt kendi çıkarlarını koruma<br />
üzerine bir kolektif şuur dalgalanması yaratmakta, bu<br />
da faydadan ari, kabalığa, kas gücüne tahammülü bulunmayan<br />
her türlü estetik uğraşın, dolayısıyla edebiyatın<br />
gittikçe mevzi kaybetmesine yol açtığı için, nihai<br />
aşamada kaybeden insan ve onun özüne ilişkin değerler<br />
manzumesi olmaktadır.■<br />
34<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
MUSTAFA MİYASOĞLU<br />
İdeolocya Örgüsü<br />
yayınlanıp da bir neslin<br />
el kitabı oluncaya<br />
kadar Âkif’in Safahat’ı<br />
ile Yahya Kemal ve Arif<br />
Nihat Asya’nın şiirleri<br />
büyük ölçüde ideolojik<br />
bir tavrın sözcüsü idi.<br />
Bu metinlerle Anadolu<br />
çocukları tarih ve<br />
kültür mirasına sahip<br />
çıkma heyecanını<br />
yaşıyor, millî ve<br />
dinî kimliğini şiirsel<br />
metinlerle korumaya<br />
çalışıyordu.<br />
Siyaset ile edebiyat, ne kadar ilgisiz görünürse<br />
görünsün, birçok bakımdan yolları kesişen<br />
sosyal faaliyetlerdir. Birinde yetersizlik varsa, ötekinde<br />
de kendini gösterecektir. Çünkü aynı toplum<br />
için yapılıyor, aynı topluma sesleniyor ve aynı toplumu<br />
ifade ediyor veya yönlendiriyorlar. O yüzden<br />
de bu iki alanda faaliyet gösteren insanların yolları<br />
kesişir. Sorumlu davrananlar da birbirlerine saygılı<br />
olurlar. Toplum başka türlü gelişemez. Siyasetçilerin<br />
olmadığı zamanlarda toplum başsız kalır; şairleri<br />
-yani sanatçıları- konuşmayan bir millet de, Mehmet<br />
Emin Yurdakul’un ifadesiyle söylersek, “sevenleri<br />
toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir”... Öyleyse, sanatçısı<br />
ve siyasetçisi olmayan medeni bir millet düşünülemez.<br />
Sahte sanatçıları, kötü şairleri Eflatun, Devlet’ine<br />
sokmak istemez. Kur’an da Şuara Suresinde onları<br />
ağır bir tarzda eleştirir ve pek çok ayette Peygamberin<br />
şair olmadığını, bunun ona yakışmadığını belirtir.<br />
Bu arada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran<br />
herkes gibi böyle vasıfları benimseyen şairleri de<br />
müstesna görür... Bu tanım her sınıftan insan gibi<br />
siyasetçileri de içine alır. Gerçek sanatçı ile siyaset-<br />
35<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
çi, hayrı ve hakkı tavsiye<br />
ederek kötülükten insanları<br />
sakındırmak konusunda<br />
işbirliği hâlindedir.<br />
Kötüler de kötülükleri<br />
yaygınlaştırmada, bilerek<br />
veya bilmeyerek işbirliği<br />
yapmaktadırlar. Taraflar<br />
sanki ezelde belirlenmiştir...<br />
Sosyal ve siyasal<br />
denklemi insanlık tarihi<br />
boyunca açıkça görebiliriz.<br />
Böylesine açık bir<br />
tavır alışın çeşitli örneklerinden<br />
bazılarını, kendi<br />
tarihimizden yola çıkarak<br />
şöyle sıralamak mümkündür:<br />
Ali Şir Nevai ile Hüseyin Baykara, Bâkî<br />
ile Kanûni, Şeyh Galip ile Üçüncü Selim, Namık<br />
Kemal ile Tanzimat Paşaları, Atatürk ile Yakup<br />
Kadri... Öte yandan, Aristo’dan yola çıkan İskender,<br />
Rönesans sanatçılarıyla Aydınlanma düşüncesinden<br />
etkilenen cumhuriyetçi devlet adamları,<br />
Nietszche’den ilham alan Hitler ile “Beni Stalin<br />
yarattı!” diyen Nâzım Hikmet ve onunla birlikte<br />
mütalaa edilebilecek öteki komünist şair ve yazarlar<br />
da aynı.<br />
Görüldüğü gibi, belirli niteliklere sahip şahsiyetler<br />
belli toplum modelleri için her zaman işbirliği<br />
yapıyorlar. Burada bu işi hakkıyla yapanlarla<br />
istismar edenler, siyasetin ve sanatın gereğini yapar<br />
gibi görünerek yeteneklerini çarpıtanlar bazı<br />
dönemlerde birbirine karıştırılsa ve aynı seviyede<br />
görülse de, zamanla sahtelikler fark ediliyor. O<br />
yüzden, Aristo’nun Poetika ve Politika adlı kitaplar<br />
yazıp bunların her ikisinin de birer sanat olduğunu<br />
vurgulaması anlamlıdır.<br />
Tarih ve kültür mirası<br />
Sosyal ve kültürel ilişkilerin ideolojik bir yanı<br />
olmadığını ve hatta dünya görüşünden uzak bir<br />
yaşantının mümkün olduğunu sananlar aldanırlar.<br />
Bir zamanlar evrensel gerçeklerle ilgili hususları<br />
belli dönemlere ait ideolojik şartlandırmalar çerçevesinde<br />
görenler ne<br />
kadar yanılıyorsa, her<br />
şeyi kaotik bir başıboşluk<br />
içinde ele alanlar da<br />
öyle yanılıyorlar. Çünkü<br />
evrende hiçbir şey tesadüfi<br />
olmadığı gibi, hayatı<br />
belli değerler çerçevesinde<br />
algılayanlar için de<br />
hiçbir şey tek başına ve<br />
anlamsız bir var oluş çerçevesinde<br />
düşünülemez.<br />
Bütün bunların birbirini<br />
tamamlarcasına,<br />
entegre bir bütün oluşturduğu<br />
muhakkaktır. Bu<br />
gerçek de bize estetik ve<br />
kültürel değerleri din ve<br />
dünya görüşünden, onlarla birlikte hayatımızı ilgilendiren<br />
her şeyi etik ve politik düşüncelerden<br />
büsbütün bağımsız düşünmemeyi telkin eder. O<br />
yüzden ülkemizdeki siyaset düşüncesinin bilgece<br />
değerlendirmelere ihtiyacı var. Bu da ülke siyasetini<br />
askerî darbelerle dar kadrolu ahbap-çavuş<br />
ilişkisine dayalı parti politikalarından kurtarmak<br />
gerektiği hususuyla yakından ilgilidir.<br />
Yahya Kemal ile Tanpınar’ı, Mehmet Âkif ile<br />
Necip Fazıl’ı önemli kılan Osmanlı tarih ve kültür<br />
mirasından haberdar olmalarıdır. Nâzım Hikmet,<br />
Kemal Tahir ve Attila İlhan, benimsedikleri<br />
dünya görüşü Osmanlıya uzak olsa da o kültürün<br />
dil zevkiyle yetiştikleri için, ister istemez kültür<br />
mirasından faydalanmayı bilmişlerdir. Tarık Buğra,<br />
Behçet Necatigil, Sezai Karakoç ve A.Turan<br />
Oflazoğlu’yu önemli kılan da Osmanlıya bakış<br />
tarzları ve kültür mirasımıza yaklaşımlarıdır. Şiirimiz<br />
ile romanımızda Osmanlı dil zevkini yakalayabilenler<br />
geniş kitlelere ulaşabiliyorlar. Elbette<br />
gelenekten yararlanabilmek için onu iyi bilmek<br />
gerekir. Önemli sanatçılarımız bunun farkındadır,<br />
ama onların rahatça diyalog kurabildiği siyasetçinin<br />
az olması toplumumuzun belki de en önemli,<br />
en temel problemidir.<br />
Kültürel endişe taşıyan siyasetçimiz -maalesef-<br />
pek az görülüyor. Buna yol açan Cumhuri-<br />
36<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
yetten öncesini yok sayan kültür anlayışı, siyasi<br />
hayatımızda görülen fukaralığın da sebebidir.<br />
Aydınımız klasiklerimizi okumaz. Tek Parti döneminde,<br />
özellikle İnönü yönetiminin baskıcı tutumuyla<br />
tek boyutlu insan yetiştirilmek istenmiştir.<br />
Bugün 10. Yıl Marşı’nı ezbere okuyan ihtiyarlarla<br />
ihtiyar gençler, baskı atmosferinin oluşturduğu ve<br />
zaman tüneline soktuğu insanlardır. Öyle olmasaydı,<br />
Cumhuriyetin 75. yılında 10. Yıl Marşı’nı<br />
okuyabilen insanlar ortaya çıkabilir miydi Böyle<br />
insanlar Türkiye’den başka dünyanın neresinde<br />
görülebilir<br />
Tek boyutlu insanın tavrı Orhan Veli şöyle ifade<br />
eder: “Düşünme / Arzu et sade / Bak böcekler<br />
de öyle yapıyor”... Orhan Veli çevresindeki insanları<br />
böyle görüyor ve “böcekler”e benzeterek tuhaf<br />
hâllerini güzel tasvir ediyor. Yine onun, “Rakı<br />
şişesinde balık olsam” mısraı da sorumsuzluk<br />
ve şuursuzluk denizinde yüzen aynı insan tipini<br />
çok veciz bir tarzda anlatıyor. Böylesine tarihsiz<br />
toplumun insanları şuursuz, kültürsüz ve tabii ki<br />
ufuksuz olur. Hayatının manası, kültürünün tarihî<br />
mirası ve insanlığın geleceği önemsizdir onun<br />
için...<br />
Tarih şuuruyla gelenekten habersiz sanatçının<br />
orijinal bir eser ortaya koyması nasıl mümkün değilse,<br />
bunlardan habersiz siyasetçinin de ülkesini<br />
başarıyla yönetmesi imkânsızdır. Çünkü millî kültür<br />
mirası ile insanlığın tecrübelerinden habersiz<br />
bir medeni gelişme olamaz.<br />
Kültür, sanat ve siyaset<br />
Bizde Avrupai hayat tarzının benimsenmeye<br />
çalışıldığı II. Mahmut döneminden bu yana klasik<br />
Osmanlı yönetimi ile kültür anlayışı terk edildi.<br />
Yenileşme ihtiyacına bağlı gelişen bu anlayışın<br />
kültür ve sanat adamlarıyla değil de tepeden inmeci<br />
toplum mühendisleriyle tasarlanması sürekli<br />
devrime yol açtı. Bugün de AB kriterleri o yüzden<br />
tek yol gibi görülüyor. Jakoben anlayış devlet yönetiminde<br />
ağır basınca, Yeniçerilerin yerine kurulan<br />
askerî birlik devlet yönetiminde etkili olduğu<br />
gibi kılık kıyafette başlayan müdahale de kargaşaya<br />
yol açtı. Tarihte ilk kez Sultan II. Mahmut döneminde<br />
Seraskerin, yani bugünkü anlamda Genel<br />
Kurmay Başkanının ön plana çıktığı görüldü ve<br />
onunla topluma yön verilmeye çalışıldı.<br />
Devlet gücünü toplum mühendisliği için araç<br />
olarak kullanan son dönem Osmanlı yönetim anlayışı<br />
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde<br />
de etkili oldu. Sultan II. Mahmut’tan beri devlet<br />
adamlarımız klasik Osmanlı devlet adamlarının<br />
tersine bir yol izlemiş, kendi sanat ve kültür<br />
adamlarını önemsememiş, bugünkü politikacı tipinin<br />
örneğini de ortaya koymuştur.<br />
İki yüz yıla yakın bir zamandır çeteci zihniyete<br />
mensup insanların devletin çeşitli kurumlarına<br />
egemen olması ve bu arada Batılı emperyalistlerin<br />
ülkemizi sürekli parçalanma tehditleri altında yaşamaya<br />
zorlaması, entelektüel ihtiyaçların ikinci<br />
plana atılmasına yol açmış ve kültür adamları hiçbir<br />
şekilde klasik Osmanlı dönemdeki ağırlığını<br />
koruyamamıştır.<br />
Bir toplumun kültürü onun maddi ve manevi<br />
değerlerinin bütünüdür. İnsanların ruhi değeri<br />
nasıl benimsediği din ve dünya görüşü ise, toplumunki<br />
de kültürüdür. Eğer kültürünüz ve dünya<br />
görüşünüz kendinize özgü bir hayat tarzı yaşamanıza<br />
imkân veriyorsa, bu çerçevede bir ahlak<br />
ve sanat telakkiniz de olması gerekir. Bunları birbiriyle<br />
bütünleştiremeyen toplumlar ne varlığını<br />
koruyabilir, ne de bağımsız bir kimlik sergileyebilir…<br />
Bu yalnızca bize özgü bir şey değil, Fransız,<br />
İngiliz, Alman, İspanyol ve Rus toplumlarının<br />
kültürleri ile sanat adamları da aynı değerleri<br />
yansıtır. Nasıl İspanyollar Cervantes’le, İngilizler<br />
Shakespeare’le, Fransızlar Victor Hugo’yla,<br />
Almanlar Goethe ile kendilerini ifade edebiliyorsa,<br />
bizi de tarihî kimliğimizle ifade eden<br />
şahsiyetlerimiz var. Yunus Emre ve Mevlâna nasıl<br />
Selçuklu yıkıntısından Osmanlının ortaya çıkmasına<br />
yol açacak insani ve kültürel değerleri ön<br />
plana çıkarmışsa, Mehmet Âkif ile Yahya Kemal<br />
de İstiklâl Savaşı boyunca bu milletin benimsediği<br />
ortak değerlerin sözcüsü olarak Cumhuriyete<br />
temel olacak manevi ve kültürel değerlere dikkati<br />
çekmişlerdir. Bu değerleri reddederek milletimizi<br />
başkalaştırmak için uğraşan kültür ve sanat adamlarıyla<br />
politikacılar kimliğimizi çarpıtmak için<br />
37<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
uğraştılar.<br />
Ütopyalar ve ideolocya örgüsü<br />
Eflatun, aslında sistem sahibi bir filozoftan<br />
daha çok hocası Sokrates’in kişiliği ve görüşleri<br />
çevresindeki Atinalıların hayatını ve konuşmalarını<br />
bir sanatçı titizliğiyle ayrıntılı biçimde anlatırken,<br />
Homeros’un destanlarından yola çıkan bir<br />
mitolojik edebiyatın yaydığı hurafeleri de sorgular.<br />
Sofist filozoflara karşı olduğu kadar mitolojik<br />
edebiyata da karşı olan Eflatun’dan günümüze kadar<br />
sistem sahibi veya Nietszche gibi serbest çağrışımla<br />
kendi düşüncelerini bir şair olarak ifade<br />
eden İbni Arabi, Mevlâna ve İkbal gibi şahsiyetlerin<br />
mistik ve metafizik alanlardaki çeşitli görüşlerinin<br />
hem toplumu hem de yöneticileri etkilediği<br />
bilinir.<br />
Necip Fazıl’dan önceki sanatçıların daha çok<br />
serbest çağrışımlarla dünya görüşlerini, insan ve<br />
hayat anlayışlarını ortaya koyarken, onun her iki<br />
tarzda da fikirlerini anlattığını görüyoruz. Şiir ve<br />
tiyatro eserleri yanında, felsefi formasyonunun<br />
yansıması olduğu çok az bilinen Tanrıkulu’ndan<br />
Dinlediklerim adlı serbest çağrışımlı ve büyük<br />
ölçüde diyaloglara dayanan yazılarından oluşan<br />
kitabının çok önemli bir deneme olduğunu ifade<br />
etmeliyiz.<br />
Öte yandan, 40 yıl boyunca sistemleştirmeye<br />
çalıştığı İdeolocya Örgüsü adlı kitabıyla tarih konusundaki<br />
monografileri ve Türkiye’nin Manzarası<br />
adlı değerlendirmesi, Necip Fazıl’ın siyaset alanında<br />
dünya görüşüne bağlı sistemli düşünceleri<br />
yanında eleştirisini yansıtır.<br />
İdeolojik çatışmaların çok yoğun olarak yaşandığı<br />
1960’lı yıllarda “ideoloji” kavramının<br />
büyük ölçüde dünya görüşü anlamında kullanıldığını<br />
ve yabancı ideolojiler karşısında kendi kimliğimizi<br />
ve değerlerimizi ifadede kolaylık sağladığını<br />
belirtmemiz gerekmektedir.<br />
İdeolocya Örgüsü yayınlanıp da bir neslin el<br />
kitabı oluncaya kadar Âkif’in Safahat’ı ile Yahya<br />
Kemal ve Arif Nihat Asya’nın şiirleri büyük ölçüde<br />
ideolojik bir tavrın sözcüsü idi. Bu metinlerle<br />
Anadolu çocukları tarih ve kültür mirasına sahip<br />
çıkma heyecanını yaşıyor, millî ve dinî kimliğini<br />
şiirsel metinlerle korumaya çalışıyordu. İlk kez<br />
Necip Fazıl bu millî kimliği fikrî, felsefi ve tarihîtasavvufi<br />
yorumlara imkân veren zengin bir kültür<br />
mirası ile tanıştırdı.<br />
Elbette Necip Fazıl’ın şiir, hikâye ve tiyatro<br />
eserlerinde de benimsediği dünya görüşünün insan<br />
ve toplum anlayışı çeşitli yansımalarla ortaya<br />
konur. Onun edebî eserlerinin çağdaş Türk edebiyatında<br />
çok yoğun etkisi olduğu, şiirlerinin de<br />
dünya görüşünü yaydığı ortadadır. Fakat Necip<br />
Fazıl İdeolocya Örgüsü adlı eseriyle bunlardan<br />
farklı bir dille bir tarih muhasebesi eşliğinde bir<br />
dünya görüşü ortaya koymuştur. Bunu aynı türdeki,<br />
Eflatun’un Devlet’i ile Farabi’nin Medinetü’l<br />
Fâzıla’sı ve Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i<br />
yanında ele almalıyız. İdeolocya Örgüsü’nü, Thomas<br />
More’un Utopia ve F. Bacon’un Yeni Atlantis<br />
adlı eserleri gibi ele alıp incelemek ve milletimizi<br />
kimliğine kavuşturma teklifi olarak değerlendirmek<br />
gerekir.<br />
İbni Arabi İslam dünyasında, Nietszche Batı<br />
Avrupa’da büyük yankılar uyandırmış düşünürlerdir<br />
ve eserlerini şiirsel bir dil ile ortaya koymuşlardır.<br />
Necip Fazıl bu anlamda, hem İbni Arabi<br />
ile Nietzsche gibi fikirlerini şiirsel bir dille ve<br />
zengin bir fanteziyle yazdığı edebî eserlerinde,<br />
hem de felsefi formasyonundan ötürü sistem sahibi<br />
filozoflar gibi düşüncelerini kavramsal çerçeve içinde<br />
ortaya koymuştur. Bunun siyaset ve sanat hayatımızda<br />
çok köklü etkileri oldu. Maalesef bu etki<br />
yeterince bilinmiyor. Hâlbuki Necip Fazıl’ın fikirlerini<br />
şiirsel fantezileriyle geliştirdiği ve Anadolu<br />
coğrafyasının her köşesinde estirdiği konferans<br />
rüzgârlarıyla bu toplum büyük bir dönüşüm yaşadı.<br />
1943-83 arasındaki 40 yıllık mücadelenin özü bu.<br />
Bir toplumda öncü olanlar için, siyasetin ve<br />
sanatın ezelî ve ebedî sorumlulukları var. Bu temel<br />
meseleler yenilik özlemindeki modern zamanlarda<br />
olduğu kadar postmodern zamanlarda<br />
da geçerli değerlerdir. Postmodern zamanlarda<br />
bazı eski kavramlara hiç yer yoktur diyerek, ahlak,<br />
dürüstlük, ölçü, insaf, tutarlılık gibi ezelîebedî<br />
kavramlardan rahatsızlık duyanlardan<br />
toplumu vahyin ışığında gelişen kültürle aydınlatmak<br />
gerekir. Bunları sağlayamayan toplumlar<br />
yok olmaya veya başka toplumların kültürel ve<br />
siyasal sömürgesi olmaya mahkûmdur. ■<br />
38<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
GÜLİSTAN'A GÖLGE DÜŞTÜ<br />
Daha on ikisindeydi Bingöllü Gülistan<br />
İki yaşındaki kardeşine siper oldu<br />
Bingöl’ün dağlarına kar erken yağar<br />
Islanır gülün sesi<br />
Gülistan’a ağıtlarla bir göç başlar<br />
Kanadında kan tomurcuğa düşer<br />
Bağ tarumar bülbülüm kan içinde<br />
Tomurcuk yasta<br />
Gülistan’ın gölgesinde feryat, figan, ah<br />
Kurur yaprağı eğilir boynu gülün<br />
Köhne saatlerde toprağın eli<br />
Hain, bir kör kurşun tufanında<br />
Yaralı bir ceylan düşer göle<br />
Göl kana kesilir<br />
Gülistanım vurulur<br />
Ah gül demlemiş gün görmemiş gözlerin ah<br />
Bülbülüm eyvah<br />
Bingöl’ün gününe erken çöker karanlık<br />
Mevsimi kaybolur gülün<br />
O sinsi baykuşun ıslığı Şirvan’a döner<br />
Eğilir kapanır bir canı bir can etmeye<br />
Kırılır on ikisinde<br />
Bir kör kurşun al gerdana...<br />
Vakit mi geçti senden<br />
Sen mi istedin bir avuç toprak cilvesini<br />
Bulut çöktü içime, yıldırım çarptı beni<br />
Gözyaşları sürdü beni<br />
Seni vuran elin koptuğunu gördüm düşümde<br />
ÖMER KAZAZOĞLU<br />
39<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
FİLİSTİNİN ÇOCUKLARI<br />
Şatillanın çocukları büyümeye hazırlanırken<br />
Ölümün secdesini gördüler yıllar önce<br />
Şükürler olsun tanrım dediler bu dünya<br />
Bir tarladır bizim için<br />
Annemizin kucağı gibidir aslında<br />
Orada ısınır yüreğimiz<br />
Orada açılır gözlerimiz hakikate.<br />
Şatillanın ölünce büyüyemeyen çocukları<br />
Kaç yıl oldu kan revan bir acılıkta<br />
İnsanların vicdanlarına baktılar<br />
Baktılar ki değişen bir şey yok dünyada<br />
Bu defa Gazzenin çocukları çıktılar ortaya<br />
Çıktılar ki bir ölüm tarlası olan dünya<br />
Gazze Şeridinde bulsun onları<br />
Bir İsrailli pilot iyice nişanlasın bombasını<br />
Ve salsın gökyüzünden yeryüzüne<br />
Gazzedeki çocuklar hiç büyümeden<br />
Şatillada ölen çocuk kardeşlerinin yanına<br />
Kanatlanarak varsınlar diye.<br />
Şimdi, daha çok geçmeden birer küçük melek<br />
Birer küçük yol arkadaşı olarak cennette<br />
Kendileri gibi küçük çocukları bekliyorlar.<br />
NURETTİN DURMAN<br />
40<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
T ANZİMAT S ONRASINDA<br />
S ANATKÂRIN P OLİTİK A RENADAKİ Y ERİ<br />
İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />
Sanatkârın politik<br />
arenada yer almaya<br />
kalkışması, Tanzimat<br />
sonrası Türk<br />
edebiyatının kaderini<br />
belirleyen “çatışma”yı<br />
kaçınılmaz kılar. Son yüz<br />
elli yıllık tarihte hemen<br />
her dönem, her nesil,<br />
kendini bu çatışma<br />
içinde bulur. Bu sebeple<br />
son dönem edebiyat<br />
tarihimizin genel<br />
görüntüsünü, sanatkârın<br />
politik arenadaki<br />
rakipleriyle olan<br />
çatışmaları doldurur.<br />
Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî<br />
Nice şâh-ı cihânın çeşmi ol efserde kalmışdır<br />
(Nâbî)<br />
Türk milletinin sosyoekonomik, sosyokültürel<br />
ve sosyopolitik tarihinde sanatkârın<br />
(burada daha çok şair ve yazarı kastettiğimizi<br />
belirtmek isteriz) sahip olduğu mevki ve önem,<br />
devirlere göre değişmiş ve farklılıklar arz etmiştir.<br />
En azından kültür tarihimizin üç farklı<br />
döneminde (İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası<br />
ve Tanzimat sonrası) toplumun ve iktidarların<br />
sanatkâra uygun gördüğü veya sanatkârın kendisine<br />
biçtiği rol/roller arasındaki farklılık, bizi<br />
böyle bir kanaate götürür. Çünkü bu tarihî süreçte<br />
sanatkâr, kimi zaman iktidar erkinin yegâne<br />
sahibi hükümdarın sarayında mürebbi, musahip<br />
ve akıl hocası; çoğu zaman da “kulbe-i ahzân”<br />
veya “fildişi kule”nin münzevisidir. O, gün gelmiş<br />
gönüller sultanı olarak cemiyetin ruh ve gönlüne<br />
istikâmet vermiş; gün gelmiş mevcut iktidara<br />
karşı cemiyetin, gözünü budaktan sakınmayan<br />
kahramanı kesilmiştir. Yine aynı tarih, kalemini<br />
kılıç olarak kullanan sanatkârlar kadar; sadece ve<br />
sadece “güzel”in tavsifine adamış sanatkârlara<br />
da şahitlik etmiştir.<br />
Hakkında çok detaylı kaynak veya bilgiden<br />
mahrum bulunduğumuz İslamiyet öncesi Türk<br />
kültür tarihinde sanatkârın sosyokültürel ve sos-<br />
*<br />
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
41<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
yopolitik hayatta bir hayli etkin bir mevkie sahip<br />
olduğu anlaşılmaktadır. “Şaman, kam, baksı/<br />
bahşı, ozan” isimleriyle anılan sanatkâr, özellikle<br />
metafizik güçlerle ilişkisine olan inanç ve eylemlerle<br />
dikkati çeker. O, sanatkâr olduğu kadar<br />
bilge ve hekimdir de. Ayrıca belli zamanlarda<br />
icra edilen törenlerde başaktör durumundadır.<br />
“Sihirbazlık, rakkaslık, musikişinaslık, hekimlik<br />
gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan<br />
bu adamların, halk arasında da büyük bir yer ve<br />
ehemmiyetleri vardı.” (Köprülü 1989: 57-58)<br />
Dolayısıyla İslamiyet öncesi dönemde sanatkâr,<br />
bugünkü manada “politik arena” diyemesek bile,<br />
genel manada sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta<br />
önemli bir konuma ve güçlü bir manevi<br />
“iktidar”a sahiptir.<br />
İslamiyet sonrasında, bundan evvelki dönemde<br />
sahip olduğu mevkiini, önce gelişen iş bölümü<br />
sebebiyle hızla kaybeden Türk sanatkârı, bir<br />
adım sonra saray geleneğinin teşekkülü veya iktidarın<br />
bütünüyle hükümdarın eline geçmesiyle,<br />
sosyokültürel hayattan değilse bile, politik arenadan<br />
büsbütün uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır.<br />
Zira bu dönemde toplumsal statüyü belirleyen<br />
mutlak otorite, iktidar gücünü tek başına<br />
elinde bulunduran ve bunu ilahi bir meşruiyete<br />
dayandıran hükümdardır. “Max Weber’in belirttiği<br />
gibi, Orta Çağ’da, Doğu ve Batı’da, monarşilerde<br />
devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik<br />
gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar<br />
ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lutf ve inayetine<br />
erişenler, toplumun en şerefli ve zengin<br />
tabakasını oluştururdu.” (İnalcık 2003: 9-10)<br />
Osmanlıda da durum böyledir. Yani “sanat ve bilim<br />
eserlerinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini,<br />
çok kez hükümdar belirlerdi. Bir eserin “makbul<br />
ve muteber olması” her şeyden önce sultanın iltifatına<br />
bağlı idi. (…) Sultanu’ş-Şuara seçilmek,<br />
“in’am” almak için şairin, ilkin şuara meclisine<br />
çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir<br />
edilip bağışa lâyık görülmesi gerekli idi.” (İnalcık<br />
2003: 15) Onun içindir ki sanatkâr, sevgili<br />
kadar muktedirlere de yüzsuyu dökmek mecburiyetinde<br />
kalmıştır hep. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın<br />
bütün divan edebiyatını tek bir “saray istiaresi”<br />
etrafında izah etmesi, bu bağlamda bize büyük<br />
bir ufuk açar.<br />
Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık<br />
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık<br />
(Nâbî)<br />
Altı asırlık divan edebiyatı tarihi, bu anlayış<br />
ve uygulamanın somut pek çok örneği ile doludur.<br />
Sanırız “kaside” türünün varlık sebebi, bu<br />
konuda fazla izaha lüzum bırakmaz. Aşağıdaki<br />
beyitlerde olduğu gibi, zaman zaman karşılaşılan<br />
dünya mal ve mülküne karşı müstağni tavır, bize<br />
göre, daha ziyade genel İslami terbiye çerçevesinde<br />
düşünülmelidir.<br />
Cîfe-i dünyâ değül herkes kimi matlûbumuz<br />
Bir bölük ankâlaruz Kâf-ı kanaât beklerüz<br />
(Fuzûlî)<br />
Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün<br />
Allâh’adır tevekkülümüz i’timâdımız (Bâkî)<br />
Dolayısıyla divan şairinin politik arenada yeri<br />
yoktur. O, ancak sunacağı kaside veya halis şiire<br />
göre, arenanın mutlak hâkimi hükümdarın takdir<br />
edeceği lütuf ve ihsana muhtaç bir “kul”dur. Bazı<br />
şairlerin kadılık, deftardârlık, nişancılık, kazaskerlik,<br />
şeyhülislamlık, hatta vezirlik rütbelerine<br />
kadar yükselmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.<br />
Dört padişahtan (Sultan I. Ahmed, I. Mustafa,<br />
II. Osman ve IV. Murad) nice ikballer görmüş<br />
olan Nef’î’nin dramatik sonu, bu konuda fazla<br />
söze lüzum bırakmaz. Ayrıca Osmanlıda görülen<br />
şairlerin saray, konak veya benzeri mahfillerde<br />
bir araya gelip toplanmaları ile Avrupa’da görülen<br />
edebiyat akımları çevresindeki toplanmalar<br />
arasında herhangi bir benzerlik de yoktur. (İpekten<br />
1996) Zira bizdeki meclisler daha çok “ayş ü<br />
tarâb”a hizmet ederken Batı’dakiler ortak düşünce<br />
ve sanat oluşumlarına beşiklik eder.<br />
İslamiyet sonrası dönemin halk edebiyatı<br />
kolunu temsil eden sanatkârın (âşık, saz şairi)<br />
durumuna baktığımızda ise, zaman zaman iktidara<br />
başkaldıran veya kafa tutan bazı örneklere<br />
(Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal vb.) rastlasak bile,<br />
onun, sosyokültürel hayatta dahi küçük imkânlar<br />
ve dar mekânların sınırlarını pek aşabildiği söylenemez.<br />
O, taşranın bozkırlarında ve “halk”ın<br />
sinesinde yaşarken şehirli divan şairine göre<br />
daha hür, daha başına buyruktur, ama bir o kadar<br />
da iktidara uzaktır.<br />
Yürü bire Hızır Paşa/Senin de çarkın kırılır<br />
Güvendiğin padişahın/O da bir gün devrilir<br />
(Pir Sultan Abdal)<br />
42<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
"...Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini, “entelektüel”<br />
ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak<br />
belirler. “Toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde<br />
yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden<br />
soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür."<br />
Belimizde kılıcımız kirmani<br />
Taşı deler mızrağımın termani<br />
Hakkımızda devlet etmiş fermanı<br />
Ferman padişahın dağlar bizimdir. (Dadaloğlu)<br />
Tanzimat öncesi dönemlerin en dikkati çeken<br />
sanatkârı, hiç şüphesiz, dünya iktidarına büsbütün<br />
müstağni bir tavır takınmış ve onu elinin tersiyle<br />
itmiş olan mutasavvıf sanatkârlardır. Ahmet<br />
Yesevî, Yunus Emre ve Mevlâna’nın şahsında en<br />
mücessem ve mütekâmil örneklerine kavuşan<br />
bu sanatkâr, evrenin “Mutlak Muktedir”ine olan<br />
kulluk aşkının verdiği güçle “gönüllerin sultanı”<br />
olmayı yeğlemiştir. İşte Hayretî’nin beyitleri:<br />
Ne Süleymân’a esîrüz ne Selîm’ün kuluyuz<br />
Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîmün kulıyuz<br />
Kul olan ışka cihân beğlerine eğmedi baş<br />
Başka sultân-ı cihânuz göre kimün kulıyuz<br />
(Hayretî)<br />
***<br />
Asıl konumuz olan ve Türk kültür tarihindeki<br />
üçüncü ana dönemi oluşturan Tanzimat sonrasına<br />
geldiğimizde ise sanatkârın -sosyoekonomik<br />
alanda olmasa bile- sosyokültürel ve sosyopolitik<br />
hayattaki yeri ve önemi itibarıyla büyük bir<br />
değişim yaşadığını görürüz. Bu gelişmenin birinci<br />
sebebi, XVIII. yüzyılın başından itibaren<br />
Devlet-i Âliyye’deki merkezî otoritenin giderek<br />
zayıflaması; bunun da gerek saray içi, gerekse<br />
saray dışından kaynaklanan birtakım iktidar<br />
kavgalarına zemin hazırlamış olmasıdır. Her<br />
türlü “ıslah” ve “tanzim” çalışmaları ile Batılılaşmanın,<br />
devlet ve cemiyete ait mevcut nizamın<br />
bozulmasından neşet eden zarurî gelişmeler olduğunu<br />
hatırlamak, bu hususu daha kolay anlamamızı<br />
sağlayacaktır.<br />
Bununla birlikte Tanzimat sonrası sanatkârının<br />
üstlendiği yeni rolün, asıl ilham kaynağı ve modelinin<br />
Batı ve Batılı meslektaşları olduğu inkâr<br />
edilemez bir gerçektir. Batıda daha önceden<br />
sadece aristokrat ve ruhbanların at koşturduğu<br />
politik arenada, yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle<br />
söz konusu oyuncuların değiştirilmesi<br />
eğilimi belirir. Bu süreçte sanatkârın sosyokültürel<br />
ve sosyopolitik hayatta kendine yeni bir<br />
mevki edinme imkânının kapıları, asıl Fransız<br />
İhtilâliyle açılır. Fransız İhtilâli, Batının politik<br />
arenasındaki oyuncuları değiştirdiği (Aristokrat<br />
ve ruhbanlar yerlerini burjuvalara terk etmek<br />
mecburiyetinde kalmışlardır.) gibi, zaman içinde<br />
ve domino teorisi doğrultusunda bu değişimi diğer<br />
millet ve devletlere de ihraç eder.<br />
Temeli Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan bu<br />
gelişmenin arkasında “akıl” merkezli “birey”in<br />
doğup gelişmesi vardır. Buna matbaanın icadı<br />
ve burjuva sınıfının teşekkülü faktörlerini de<br />
ilâve etmek gerekir. Söz konusu gelişmeler, sanatın<br />
alıcısı ve koruyucusunu değiştirdiği gibi,<br />
sanatkârın hürriyet alanını genişletmiş; sesi<br />
ve düşüncelerini daha geniş kitlelere duyurma<br />
imkânı bahşetmiştir. Kısacası Batıda sanatkâr<br />
XVIII. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’ndan itibaren<br />
-birebir “entelektüel” diyemesek bile- çok<br />
rahatlıkla “aydın” sıfatıyla nitelendirebileceğimiz<br />
bir kimlik ve kişilik kazanmıştır. Nitekim<br />
Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini,<br />
“entelektüel” ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü<br />
bir kimlik olarak belirler. “Toplumsal bir<br />
kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya<br />
bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden<br />
soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür.<br />
Yazar gerçek bir entelektüele, yani ortalama bir<br />
bilgine göre de duygu yüklü görünümüyle zekâ<br />
seviyesi düşük izlenimini verir, gerçek bir duygu<br />
insanı üzerinde ise duyguları zayıf, kararsız ve<br />
gerçek dışı bir entelektüel etkisi bırakır.” (Musil<br />
1995:104)<br />
Bir başka ifadeyle Batılı sanatkâr artık, ne<br />
Eflâtun’un ideal devletinden kovmak istediği<br />
zararlı mahlûk ne ruhban sınıfının aforoz etti-<br />
43<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ği dinsiz ne de aristokrasinin saray artıklarıyla<br />
karnını doyurmaya çalışan zavallıdır. Batıda<br />
sanatkâr, var oluş tarihinde en çok yüceltildiği<br />
XVIII. yüzyılın ortalarından XIX. yüzyılın ortalarına<br />
kadarki romantik anlayışın hâkim olduğu<br />
dönemde, “Derinliği ve duyarlılığı ile esrarengiz<br />
bir kuvvete sahip, dâhi dediğimiz âdeta tanrısal<br />
bir varlıktır.” (Moran 1983: 83)<br />
İşte Tanzimat sonrası dönemde Şinasi, Namık<br />
Kemal ve Ziya Paşa’nın şahsında tanıdığımız<br />
yeni sanatkâr tipi, Batıda gördüklerimizin<br />
-gecikmiş de olsa- bizdeki ilk örnekleridir. Bütün<br />
kuvvetini akıldan ve aklının emrindeki kaleminden<br />
alan ve kültürel hayatımızda daha önceden<br />
tanımadığımız bu yeni “aydın tipi”, hem<br />
Tanzimat hareketi hem de sonrasının en önemli<br />
oyun kurucularından biridir. Unutmayalım ki<br />
“Tanzimat hareketi batı medeniyetini örnek alan<br />
bir ‘aydın hareketi’dir.” (Kaplan 1985: 170)<br />
Mehmet Kaplan, onun temel özelliklerini şöyle<br />
sıralar: Batıyı örnek alır; batıla değil, akla, tabiata<br />
ve insan iradesine inanır; sosyal-toplumsal<br />
hayatın “kanun”larla düzenlenmesini benimser;<br />
halkın vazifeleri kadar haklarının da olduğuna<br />
inanır; çalışmayı ve yardımlaşmayı yüksek bir<br />
değer olarak tanır; dış dünyaya açık olmakla birlikte<br />
vatanına bağlıdır. (Kaplan 1985: 175-176)<br />
Bu bağlamda Şinasi’nin “Münacât” ve kasideleri,<br />
Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, Tevfik<br />
Fikret’in “Haluk’un Amentüsü”, söz konusu aydının<br />
temel niteliklerini belirleyen önemli metinlerdir.<br />
Bilindiği gibi, Osmanlı-Türk toplumunun<br />
sosyoekonomik, sosyokültür ve sosyopolitik hayatının<br />
yeniden tanzimi; buna bağlı olarak iktidar<br />
erkinin sahip olduğu/olacağı gücün paylaşımı,<br />
XIX. yüzyılın başından itibaren tartışılmaya başlanmıştır.<br />
Sürecin, tartışılmasına paralel giden bir<br />
başka boyutu, çeşitli fiilî oluşumlardır (Meclis-i<br />
Vükelâ, Şûrâ-yı Devlet, Encümen-i Dâniş, vilayet<br />
meclisleri vb.). Somut olarak XIX. yüzyılın<br />
başında temelleri atılmaya başlanan ve Tanzimat<br />
Fermanı sonrası inşası hızlanan yeni tarz politik<br />
arena, I. Meşrutiyet’in ilanıyla -derme-çatma da<br />
olsa- bir şekle sokulmuş; ancak kısa süre sonra<br />
II. Abdülhamid tarafından kapısına kilit vurulmuştur.<br />
Arenanın yeniden açılması XX. yüzyılın<br />
başında II. Meşrutiyet’in ilanıyla mümkün olmuştur.<br />
Cumhuriyet öncesinin zor günlerinden<br />
itibaren (1920) ise, toplum için vazgeçilemez bir<br />
değere kavuşan politik arena, 1950’den günümüze<br />
uzanan süreçte gerçek demokratik kimliğe sahip<br />
bir seviyeye yükseltilmeye çalışılmıştır.<br />
İşte Tanzimat sonrası Türk sanatkârının, sosyokültür<br />
ve sosyopolitik hayatta ve yeni inşa edilmeye<br />
çalışılan politik arenada arzıendam etmesi,<br />
böyle bir tanzim, inşa ve rol dağıtımı sürecinde<br />
mümkün olmuştur. Sosyal ve toplumsal hayatın<br />
yeniden yapılanmasında aktif görev alacak bütün<br />
aktör ve rollerin, Batılı normlar çerçevesinde belirlenip<br />
dağıtıldığı bir dönemde sanatkârın kendine,<br />
buna uygun bir rol talep etmesi şaşırtıcı olmaz.<br />
Yani Tanzimat sonrası sanatkârı, her şeyden<br />
evvel divan ve halk edebiyatı sanatkârları gibi,<br />
yönetim veya yönetici elitin lâyık gördüğü sofranın<br />
uzağında bir kenarda uslu uslu oturması,<br />
lütfettiği birkaç lokmaya şükretmesi sınırlarını<br />
aşmayan rolünü reddeder. Onun kendine biçtiği<br />
rol, neredeyse sofrayı kendisinin kurması ve<br />
sofranın başına oturmasıdır. Kısaca o, artık sofra<br />
kurucu, sofra zevkini belirleyici ve sofranın<br />
hâkimi olmak arzu ve ihtirasındadır. Genç yaşta<br />
saraya intisap eden Ziya Paşa’nın, devrin sadrazamı<br />
Âli Paşa ile olan kavgaları, bu hâle güzel<br />
bir örnek teşkil eder.<br />
Yukarıda nitelikleri belirtilen Tanzimat sonrası<br />
sanatkârı, artık toplumun “öncü”sü ve<br />
“önder”i olma arzu ve ihtirasındadır. En azından<br />
o, Ahmet Mithat (Hace-i Evvel) örneğinde<br />
gördüğümüz gibi, toplumun “mürebbi”si ve akıl<br />
“hoca”sıdır artık. Memduh Şevket Esendal’ın<br />
sanatkârları iki ana gruba (toplumun önünden giden<br />
sanatkâr; toplumun ardından giden sanatkâr)<br />
ayırmış olmasını bu bağlamda düşündüğümüzde,<br />
sanatkârın beklentilerini daha iyi anlarız. “Cemaatin<br />
önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni<br />
bir dünya görüşü getirir. Bir cemiyet nizamı kurar.<br />
Şartlarını tespit eder. Cemaate, eseriyle nasıl<br />
yaşamaları gerektiğini söyler. Cemaati arkadan<br />
takip eden sanatkâr, ‘olan’ı tespit eder. Cemiyete<br />
ayna tutar. Cemiyetin nasıl bir gidişi, yaşayışı<br />
olduğunu gösterir; tarihe de o cemiyet hakkında<br />
tespit edilmiş müşahedeler bırakır.” (Çetişli,<br />
1999: 38) Elbette gönülde yatan aslan, toplumun<br />
önünde giden sanatkâr olabilmektir. Zaman zaman<br />
bu vasfın “toplum mühendisliği”ne kadar<br />
yükseldiğini söylemek abartı olmayacaktır.<br />
Nitekim Şinasi ve Namık Kemal’in o güne<br />
kadar pek görülmeyen bir kimlik, tavır ve sesle<br />
politik arenaya adım attıklarını görürüz. “Akıl”,<br />
“medeniyet”, “meşrutiyet”, “kanun” gibi Batılı<br />
kavramlardan güç alan Şinasi, iktidarın güçlü<br />
44<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
adamı Reşit Paşa’dan aldığı cesaretle, sultana<br />
“haddini bildirmek”ten; Namık Kemal ise “vatan”,<br />
“millet”, “hak”, “adalet”, “hürriyet” değerleri<br />
istikâmetinde millet yolunda can vermekten<br />
bahseder olmuştur. Çünkü “Tanzimat’ın ilk<br />
edebiyatçı neslinde çok kuvvetli (toplumsal) bir<br />
şuur vardır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali<br />
Suavi’nin eserlerinde devleti kurtarmak, cemiyeti<br />
değiştirmek ve müesseseleri yenileştirmek için<br />
bir yığın tenkit ve teklif yer alır. Onlar sadece<br />
edebiyatçı değil, gazeteci, politikacı, fikir adamı,<br />
hatta ihtilalcidirler. Vücuda getirdikleri edebiyat,<br />
halis bir edebiyat olmaktan ziyade sosyal ve politik<br />
bir edebiyattır. (…) Onlar, Şinasi hariç, fikirlerini<br />
gerçekleştirmek için politik aksiyona da<br />
geçmiş, “Yeni Osmanlılar” adı verilen bir ihtilal<br />
cemiyeti kurmuş, Avrupa’ya kaçarak mücadele<br />
etmiş, nihayet Türkiye’de ilk rejim ihtilâli olan<br />
I. Meşrutiyet’in fikir zeminini hazırlamışlardır.”<br />
(Emil 1997: 137)<br />
Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun<br />
Bildirir haddini sultana senin kanunun (Şinasi,<br />
Kaside)<br />
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin<br />
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir<br />
azîmetten (Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi)<br />
Bu açıdan bakıldığında “Tanzimat romanı,<br />
Türk toplumunun gönülden akıla; cemiyet ve<br />
cemaat esaslı toplumdan, ferdiyetini kazanmış<br />
insanların oluşturduğu bir sosyal yapıya, tradisyonaliteden<br />
fertçi, liberal görüşe dönüşme isteğinin<br />
belgesidir.” (Balcı 2002: 193) Bundan da öte<br />
Tanzimat sanatkârı iktidarın el değiştirmesi veya<br />
kendi istediği doğrultuda şekillenmesi hususunda<br />
fiilî eylemlere kalkışmaktan da geri durmaz.<br />
Abdülaziz’in “halli”, bundan sonra önce Sultan<br />
Murad’ın, onun aklî dengesini yitirmesi üzerine<br />
bu defa II. Abdülhamid’in tahta oturması sürecinde<br />
birçok sanatkârın rol aldığını tarih açıkça<br />
kaydeder. “Sarıklı İhtilâlci” olarak tanınan Ali<br />
Suavi, bu dönemin tipik örneklerinden birisidir.<br />
Öte yandan “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”<br />
bir şair olduğunu belirtmesine rağmen apaçık pozitivizmi<br />
“amentü” belleyen Tevfik Fikret, önce<br />
II. Abdülhamid ve yönetimini, daha sonra da bir<br />
ara alkışladığı İttihat ve Terakki yönetimini en<br />
ağır biçimde eleştirir.<br />
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!<br />
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!<br />
Bugün ki mideler kavî, bugün ki çorbalar sıcak,<br />
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…<br />
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı pür-nevâ sizin;<br />
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!<br />
(Tevfik Fikret, Hân-ı Yağma)<br />
Cumhuriyet döneminin Kaldırımlar şairi Necip<br />
Fazıl ise, kendisinden beklenen asıl görevi<br />
idrak ettikten sonra, kollarını bir makas gibi<br />
açarak “çıkmaz sokak”ta ilerleyen kalabalıkları,<br />
doğru istikâmete yönlendirmek için bütün gücüyle<br />
haykırır.<br />
Durun kalabalık, bu cadde çıkmaz sokak!<br />
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak.<br />
(Necip Fazıl, Destan)<br />
Tanzimat sonrası sanatkârının sosyokültürel<br />
ve sosyopolitik hayatın yeniden tanziminde en<br />
üst seviyede rol almaları, Yeni Osmanlılar oluşumundan<br />
güç alan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın<br />
Kanun-i Esâsî’nin hazırlandığı encümene ait masanın<br />
en üst köşesine oturmalarıdır. Bunu “Jön<br />
Türk” olarak niteleyebileceğimiz sanatkârların<br />
aktif politik faaliyetleri izler. II. Meşrutiyet<br />
sonrasında benimsediği Meslekî Temsilcilik düşüncesi<br />
istikametinde faaliyetleriyle Memduh<br />
Şevket Esendal; Türkçülük düşüncesindeki ideologluğuyla<br />
Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti<br />
ve yönetiminde bir hayli etkindirler. Bunlara<br />
Cumhuriyetin şu veya bu temeller üzerine<br />
şekillenmesinde Tevfik Fikret ve -özellikle- Ziya<br />
Gökalp’ın tesirlerini de ilâve etmek gerekir. Ancak<br />
bu durum uzun sürmez ve sanatkârın politik<br />
arenadaki mevkii, Cumhuriyet sonrası dönemde<br />
bir daha aynı yüksek seviyeye ulaşamaz. Bir<br />
başka ifadeyle, mevcut iktidarla olan kıyasıya<br />
mücadelesine rağmen sanatkâr, iktidar erkini bir<br />
türlü yakalayamaz. Çünkü sanatkârın politik arenaya<br />
girmesi ve burada oyun kurucu olarak rol<br />
kapmaya çalışması, -bütün toplumlarda da görüldüğü<br />
gibi- Osmanlı-Türk toplumunda da politik<br />
arenanın diğer oyuncuları tarafından hiç de<br />
hoş karşılanmamıştır. Zira “Kurtlar Sofrası”nda<br />
onlardan başka yönetici elit, ulema, eşraf, sivil<br />
ve askerî bürokrasi gibi, dünden bugüne uzanan<br />
süreçte kendilerini hep arenanın gerçek sahipleri<br />
ve oyuncuları olarak gören kesimler mevcuttur.<br />
45<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Dolayısıyla Tanzimat’tan günümüze sanatkârın<br />
politik arenada ulaşabildiği mevki, çok büyük<br />
ölçüde bürokrasinin çeşitli basamaklarıyla sınırlı<br />
kalmıştır. Sadrazamlık (Ahmet Vefik Paşa),<br />
nâzırlık/bakanlık (Ahmet Vefik Paşa, Ebubekir<br />
Hâzım Tepeyran, Fuat Köprülü, Hasan Ali Yücel),<br />
parti genel sekreterliği (Memduh Şevket<br />
Esendal), valilik (Ziya Paşa, Ali Ekrem, Faik Ali<br />
Ozansoy, Mehmet Emin Yurdakul), Şûra-yı Devlet<br />
azalığı (Namık Kemal, Recaizâde Mahmut<br />
Ekrem), Mabeyn-i Humayun Başkâtipliği (Halit<br />
Ziya), Meclis-i Mebûsan üyeliği (Hüseyit Cahit<br />
Yalçın), Anayasa Mahkemesi Üyeliği (Mehmet<br />
Çınarlı), sanatkârın tırmanabildiği önemli bürokratik<br />
basamaklardır.<br />
Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin<br />
politik arenasında sanatkârın zaman zaman daha<br />
çok görüldüğü dikkati çekse de, bu görünüm,<br />
bazı simalar için belirgin ve etkin bir mahiyet<br />
arz ederken; pek çok sanatkâr için oldukça silik<br />
niteliktedir. Ahmet Rasim, Hüseyin Cahit Yalçın,<br />
Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı,<br />
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,<br />
Halide Edib Adıvar, Aka Gündüz, Reşat<br />
Nuri Güntekin, Hamdullah Suphi Tanrıöver,<br />
Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf<br />
Ziya Ortaç, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer,<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar, Erdem Beyazıt gibi<br />
birçok sanatkârın TBMM’deki milletvekillikleri,<br />
ancak ikinci grup sanatkâr seviyesi bir öneme sahiptir.<br />
Sezai Karakoç’un bir parti kurup (Diriliş<br />
Partisi 1990-1997) mücadelesini bu çerçevede<br />
yürütmesi, dikkati çekici nadir örneklerden birisidir.<br />
Sanatkârın politik arenada yer almaya kalkışması,<br />
Tanzimat sonrası Türk edebiyatının kaderini<br />
belirleyen “çatışma”yı kaçınılmaz kılar. Son<br />
yüz elli yıllık tarihte hemen her dönem, her nesil,<br />
kendini bu çatışma içinde bulur. Bu sebeple son<br />
dönem edebiyat tarihimizin genel görüntüsünü,<br />
sanatkârın politik arenadaki rakipleriyle olan çatışmaları<br />
doldurur. Namık Kemal ve arkadaşları<br />
önce Albülmecid, daha sonra da II. Abdülhamid<br />
ile kavga ederlerken; “miskin” olmakla suçlanan<br />
Hâmid, Ekrem; Fikret, Halit Ziya nesli II.<br />
Abdülhamid ile bir hayli pasif düzeyde seyreden<br />
bir kavgaya tutuşurlar. II. Meşrutiyet sonrası<br />
sanatkârlarının karşısına, bir zaman II. Abdülhamid<br />
yönetimine karşı destekleyip alkışladıkları<br />
İttihat ve Terakki yönetimi çıkar.<br />
Doksan yıllık Cumhuriyet döneminde de<br />
yönetim-sanatkâr çatışmasının hız kesmeden devam<br />
ettiği bir gerçektir. Dönem dönem (Atatürk<br />
dönemi, İnönü dönemi, çok partili dönem) yönetici<br />
elit değişmişse de çatışmanın sonu bir türlü<br />
gelmemiştir. Değişen sadece çatışan tarafların<br />
çatışmaya kaynaklık eden görüşlerindeki farklılıktır.<br />
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte bu<br />
çatışmanın en dramatik örneklerinden biri, Ali<br />
Kemal’in yaşadıklarıdır. Bir adım sonra, Ankara<br />
yönetiminin ilk uygulaması durumundaki meşhur<br />
yüz ellilikler listesine giren bazı şair ve yazarlara<br />
uygun görülen sürgün cezasıdır. Refik Halit Karay,<br />
Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Refii Cevat Ulunay<br />
bunların arasındadır. Öte yandan Cumhuriyet’in<br />
ideal kadın kahramanı Halide Edip Adıvar, Terakkiperver<br />
Cumhuriyet Fırkası ayrışmasında<br />
ülkeyi terk etmek zorunda kalır (1925-1939).<br />
Kadro dergisinde “Kemalizm”in ideolojisini hazırlayan<br />
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, uzun yıllarını<br />
“Zoraki Diplomat” olarak yurt dışında geçirir.<br />
Hatırlatmak gerekir ki zorakî diplomatlık,<br />
Cumhuriyet dönemi muhalif sanatkârlarının en<br />
tercihe şayan “tedip” yollarından birisidir. Zira<br />
dönem boyunca sanatkârdan beklenen büyük ölçüde<br />
“inkılâp edebiyatı”dır.<br />
Tek Parti veya Şeflik Dönemi’nin yöneticisanatkâr<br />
ilişkileri, daha çok dünya konjonktürüne<br />
göre yön değiştirir. Bu sebeple gün gelir<br />
solcu/sosyalist sanatkârlar; gün gelir sağcı/<br />
muhafazakâr/Türkçü sanatkârlar hapishanelerin<br />
müdavimi olurlar. Nazım Hikmet, Sabahattin<br />
Ali, Nihal Atsız, Necip Fazıl bunlardan bazılarıdır.<br />
Çok partili dönemde de buna yakın bir uygulama<br />
dikkati çeker. Bununla birlikte 1960’taki<br />
27 Mayıs İhtilâlinden bugüne olan süreci daha<br />
çok askerî ihtilâller belirler. Samet Ağaoğlu ve<br />
Faruk Nafiz Çamlıbel, ihtilâl sonrasında tutuklanıp<br />
hapse atılan DP milletvekilleri arasındadır.<br />
Takip eden yıllarda, başta “mürteci” sanatkârlar<br />
olmak üzere, “sağ” ve “sol” cenahta yer alan birçok<br />
sanatkâr, askerî rejimlerin hışmına uğrarlar.<br />
Cemil Meriç, kendisinin de muzdariplerinden<br />
biri olduğu Türk aydını ve sanatkârının politik<br />
arenadaki son yüz elli yıllık serüvenini şöyle<br />
değerlendirir: “Türk aydını her mevsim bir başka<br />
meçhûlün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında<br />
ıslâhatçıdır, sonra ihtilâlci olur, sonra inkılâpçı.<br />
Ve tarih, 27 Mayıs’tan bu yana yeni bir kahramanın<br />
zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli<br />
bir mahpesteyiz; hücrenin biri devrimcilerin,<br />
öteki gericilerin.” (Meriç 1980: 143)<br />
46<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Politik arenada iktidar-sanatkâr çatışmasının<br />
en somut sonucu, sürgün ve hapis yoluyla arenadan<br />
uzaklaştırılma şeklinde tezahür eder. Meselâ<br />
İttihat ve Terakki yönetimi, Mahmut Şevket<br />
Paşa’nın öldürülmesi üzerine bir gecede Bahr-i<br />
Cedîd vapuruna doldurduğu 500’ün üzerindeki<br />
kişiyi Sinop’a sürgün etmiştir. Refik Halit Karay,<br />
sürgün hayatının tadını ilk önce İttihat ve Terakki<br />
yönetiminin elinden tadanlardandır. Tanzimat’tan<br />
bugüne sürgün hayatı yaşayan sanatkârdan bazıları;<br />
Namık Kemal, Ali Suavi, Ahmet Mithat<br />
Efendi, Abdullah Cevdet, Mizancı Murad, Ebüzziya<br />
Tevfik, Abdülhalim Memduh, Hüseyin Cahit<br />
Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, İsmail Safa,<br />
Ali Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Cevat Şakir<br />
Kabaağaçlı’dır. Bu bağlamda Tanzimat Sonrası<br />
Türk Edebiyatının ciddi bir sürgün ve hapishane<br />
edebiyatı birikimine sahip olduğunu söylemek<br />
mübalâğa olmaz. [1] Yönetimle olan çatışmaları<br />
sebebiyle yurt dışına kaçan veya kaçmak<br />
mecburiyetinde kalanları da sürgünler grubuna<br />
dâhil edebiliriz. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali<br />
Suavi, Sami Paşazâde Sezaî, Abdullah Cevdet,<br />
Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Hüseyin<br />
Siret Özsever, Abdülhalim Memduh bunlardan<br />
bazılarıdır. Cumhuriyet döneminde hapishane<br />
hayatı ile tanışmış olan sanatkârlardan<br />
bazıları ise; Sabahattin Ali, Nazım Hikmet,<br />
Kemal Tahir, Nihal Atsız, Ahmet Arif, Yusuf<br />
Atılgan, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz,<br />
Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Necip<br />
Fazıl’dır.<br />
Zindan iki hece, Mehmed’in lâfta!<br />
Baba katiliyle baban bir safta!<br />
Bir de, geri adam, boynumda yafta..<br />
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!<br />
Kavuşmak mı.. Belki.. Daha ölmedim!<br />
(Necip Fazıl, Zindandan Mehmed’e Mektup)<br />
İktidarın sanatkâra uygun gördüğü sürgün<br />
ve hapishane, arenada ayakaltında dolaşmaması,<br />
sesinin kısılması ve susturulmasında bir<br />
hayli etkili olmuştur. Eserlerinin toplatılması<br />
1. Sürgün edebiyatı için bkz. Feridun Andaç, Sürgün<br />
Edebiyatı Edebiyatın Sürgünleri, Bağlam Yay.,İstanbul,<br />
1997; Nedim Gürsel, “Sürgün ve Yazın”, Milliyet Sanat,<br />
S.33, 1983; Handan İnci, “Türk Edebiyatının Sürgün<br />
Tarihinde İlginç Bir Sayfa Yahut Bir Sürgünün Beş<br />
Hikâyesi”, Kitaplık <strong>Dergisi</strong>, S. 34, Güz-1998.<br />
ve yakılması, sık sık başvurulan bir başka uygulama<br />
olarak karşımıza çıkar.<br />
Politik arenadaki bu kavgalardan zararlı<br />
veya mağlup çıkan genelde sanatkâr olur. Çünkü<br />
onun kendini savunmada kaleminden başka<br />
fiilî bir gücü; fikirlerinden başka da bir aracı<br />
yoktur. Dolayısıyla o, bütün fiilî ve maddi güçleri<br />
elinde bulunduran iktidarın gücüyle mukayese<br />
edilemeyecek kadar zayıftır. Nitekim fiilî<br />
çatışma sonucu darmadağın olan sanatkârın<br />
perişan hâli, bu durumu bütün çıplaklığıyla<br />
gözler önüne serer. Ancak uzun vadede durum<br />
tam bunun tersine bir sonuç verebilir ve<br />
vermiştir de. Yani ilk planda mağlup olan ve<br />
susturulan sanatkâr, uzun vadede politik arenanın<br />
asıl gücü olduğunu ortaya koyabilir ve<br />
koymuştur. Buradan anlaşılır ki, sanatkârın<br />
politik gücü, görünenin veya zannedilenin çok<br />
üstündedir. Ancak bu gücün politik arenaya<br />
hâkimiyeti için uzun bir zaman ve sabır gerekir.<br />
Bu sebeple sanatkâr, çoğu zaman zaferinin<br />
şaşaasını kendi gözleriyle görme mutluluğunu<br />
yaşayamaz.<br />
Kısacası; Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı<br />
tarihinde asıl olan şair ve yazarların politik<br />
arenada kendilerine yeni bir mevki edinebilme<br />
mücadelesi; bu ortamda yönetici elit ve bunların<br />
emrindeki sivil ve askerî bürokrasi ile sonu<br />
gelmez çatışmalarıdır. Hiçbir dönem ve hiçbir<br />
nesil bu çatışmadan âzâde değildir. Hatta şair<br />
ve yazarları tek tek gözden geçirdiğimizde, söz<br />
konusu çatışmanın dışında kalabilmiş isim sayısı<br />
bir elin parmaklarını geçmez.<br />
***<br />
Sanatkârın doğrudan doğruya veya dolaylı<br />
olarak politik arenaya girmeye kalkışması,<br />
burada yönetimle çatışmaya girmesi, Tanzimat<br />
Sonrası Türk Edebiyatına yeni bir kimlik<br />
kazandırmıştır. Bu kimliğin en temel özellikleri;<br />
sosyal, toplumcu, fikrî, ahlâkî, didaktik;<br />
hatta bir noktadan sonra politik, ideolojik ve<br />
angaje oluşudur. Sanatın bünyesinde var olduğu<br />
toplumun, devrin ve hayatın meselelerini,<br />
sanatın dünyasına taşıması, bu dünyanın<br />
imkân ve sınırları içinde ele alıp işlemesi ve<br />
estetik bir çerçevede okuyucu ve toplumun<br />
dikkatlerine sunması, elbette takdire şayan bir<br />
gelişmedir. Kalemini bu çerçevede kullanan<br />
sanatkâra hayran olup alkışlamamak mümkün<br />
değildir elbette. Ancak pek çok sanatkârın çizilen<br />
sınırları bir hayli aştığı, sanatı politik ve<br />
47<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ideolojik fikirlerinin basit ve ilkel aracı hâline<br />
getirdiği de bir gerçektir. İster bilinçsizlik, ister<br />
yeteneksizlik, isterse ideolojik körlükten<br />
kaynaklansın, Tanzimat’tan günümüze olan<br />
süreçte, bu hâlin pek çok örneğiyle karşılaşılır.<br />
Bu tavır, elbette sanata büyük zarar vermiş ve<br />
vermektedir.<br />
Eleştirilebilecek bir başka boyut, politik<br />
arenada boy göstermeye kalkışan kimi<br />
sanatkârların toplum ve değerleriyle de çatışmaya<br />
girmiş olmalarıdır. İlk örneklerini Tevfik<br />
Fikret ve Hüseyin Rahmi’de gördüğümüz bu<br />
sanatkâr tipi, özellikle Cumhuriyet’ten sonra<br />
daha da artmaya başlar. Kimi zaman mevcut<br />
iktidara olan hışmından, kimi zaman yaranma<br />
ihtirasından, kimi zaman şöhret arzusundan,<br />
kimi zaman da gözünü kör eden ideolojik saplantılarından<br />
hareket eden bu sanatkâr, geleneğe,<br />
kutsala, tarihe ait hemen her değere saldırmaktan<br />
geri durmamıştır. İlerici/inkılâpçıgerici/yobaz<br />
ikilemindeki şablon, bu tavrın<br />
bıktırıcı örneğidir. Arenadaki bu haliyle o, can<br />
havliyle gördüğü her kırmızıya saldıran boğalara<br />
benzer.<br />
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…<br />
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar<br />
Heyhât!<br />
Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;<br />
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!<br />
……………<br />
Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;<br />
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!<br />
Şimdi Allah’a söver.. Sonra biraz bol para ver:<br />
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!<br />
(Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde)<br />
Hülâsa; genel manada ele alındığında<br />
Türk milleti, mukaddesleriyle kavgalı olmayan;<br />
ahlâk, töre, gelenek, din, tarih gibi temel<br />
değerlerine saldırmayan sanatkâra sahip<br />
çıkmış; onu bağrına basmış, -baş tacı etmese<br />
bile- değer vermiş, hürmet göstermiştir. Aynı<br />
sanatkârın politik arenadaki durumu, yer yer<br />
buna paralel bir görünüm arz etmişse de, tarihin<br />
üç farklı döneminde önemli değişmeler<br />
göstermiştir. İslâmiyet öncesinde toplumun<br />
sosyo-kültürel hayatında önemli bir mevkie sahip<br />
olan sanatkâr, saray olgusunun esas olduğu<br />
ve iktidarın tek elde toplandığı İslâmî dönemde<br />
bu mevkiini büyük ölçüde kaybetmiştir. Zaman<br />
zaman kendisine önemli bürokratik görevler<br />
verilmesine rağmen ondan beklenen “mûtî”<br />
olmasıdır. Tanzimat sonrasının büyük ölçüde<br />
Batılı normlara göre yetişmiş yeni sanatkârı,<br />
toplum ve iktidardan öncelikle bireysel varlığının<br />
kabulü ve “aydın” kimliğine uygun bir<br />
mevki ister. Ancak hiçbir iktidar sahip olduğu<br />
yetkileri onunla paylaşmak istememiştir. Bu<br />
sebeple sanatkâr, her fırsatta iktidara başkaldıran<br />
bir “isyankâr”; sanatı da düpedüz “Başkaldıran<br />
Edebiyat”a dönüştürmekten çekinmemiştir.<br />
Bu tutum, çok açık “Kurtlar Sofrası”<br />
olan politik arenada sanatkâr-iktidar çatışması<br />
veya kavgasını kaçınılmaz kılmıştır. Onca kısıtlamalar,<br />
sansürler, yasaklamalar, sürgünler,<br />
mahpusluklar, sanatkâr-iktidar çatışmasının<br />
somut, ama acı birer sonuçlarıdır. Bu sürecin<br />
bir başka olumsuz sonucu, edebiyatın çok daha<br />
fikrî, ahlâkî, didaktik ve ideolojik bir niteliğe<br />
sahip kılınması ve “araç” seviyesine düşürülmesidir.<br />
■<br />
Kaynaklar<br />
Balcı, Yunus (2003), “Yenileşme Zihniyeti Bakımından<br />
Tanzimat Romanının Anlamı”, Türkler, C.15, Yeni<br />
Türkiye Yayınları, Ankara.<br />
Çetişli, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal -İnsan<br />
ve Eser-, Kardelen Kitabevi, Isparta.<br />
Emil, Birol (1997), Türk Kültür ve Edebiyatından 1<br />
Meseleler, Akçağ Yayınları, Ankara.<br />
İnalcık, Halil (2003), Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları,<br />
Ankara.<br />
İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî<br />
Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul.<br />
Kaplan, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerinde<br />
Araştırmalar 3 (Tip Tahlilleri), Dergâh Yayınları, İstanbul.<br />
Köprülü, Fuat (1989), Edebiyat Araştırmaları, Ötüken<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Meriç, Cemil (1980), Mağaradakiler, Ötüken Yayınları,<br />
İstanbul.<br />
Moran, Berna (1983), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,<br />
Cem Yayınları, İstanbul.<br />
Musil, Robert (1995), 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı,<br />
(hzl. H. Salihoğlu), İmge Yayınları, Ankara.<br />
48<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Estetik duygunun<br />
kuvvetli bir tezahürü<br />
olmak üzere Osmanlı<br />
toplumunda bütün<br />
güzel sanat erbabının<br />
ve hususiyle<br />
şairlerin takdir<br />
ve saygı gördüğü<br />
bilinmektedir. Bir<br />
kültürün değeri<br />
onun vücuda<br />
getirdiği maddi<br />
eserler kadar insani<br />
boyutuyla da ölçülür.<br />
1866’da Tasvir-i Efkârda yayınlanan<br />
“Lisan-i Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında<br />
Bazı Mülahazatı Şamildir” isimli makalesiyle<br />
divan edebiyatına yönelik ilk toplu eleştiriyi yapan<br />
Namık Kemal’den günümüze klasik edebiyatımıza<br />
yönelik eleştirilerin ağırlık merkezini;<br />
bu edebiyatın saray çevresinde teşekkül etmiş ve<br />
dolayısıyla hem dil hem de ruh bakımından kendi<br />
toplumunun gerçeklerine yabancı, gayrı-samimi<br />
bir caize edebiyatı olduğu vb. gibi hususlar teşkil<br />
eder. Divan şiirine yönelik eleştiriler Millî<br />
edebiyat cereyanı ile birlikte artmış ve söz gelimi<br />
Z. Gökalp :” Fuzulileri, Bakileri, Nedimleri<br />
bizim klasik şairimiz addetmek doğru değildir”<br />
diyebilmiştir. (Cumhuriyet dönemine kadar eski<br />
edebiyat hakkındaki tartışmaların geniş bir özeti<br />
*Prof.Dr., Yıldız Teknik Üniv.<br />
CİHAN OKUYUCU*<br />
için bkz. Dr. Erdoğan Erbay, “Eskiler ve Yeniler”<br />
Akademik Araştırmalar, Erzurum 1997) Şüphesiz<br />
klasik edebiyatın muhtevasıyla ilgili tenkitler<br />
bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu kısa yazıyı<br />
sadece şiirimizin sarayla münasebeti ve dolayısıyla<br />
caize meselesiyle sınırlamayı düşünüyoruz.<br />
Sosyal Tabakalaşma Tabii midir<br />
Orta Çağ İslam toplumlarında sanatın geniş<br />
halk yığınlarından ziyade sarayın himayesine<br />
mazhar olan münevver zümrelerce vücuda getirildiği<br />
tarihî bir gerçektir. Öncelikle eskilerin<br />
avam ve havas diye isimlendirdiği bu toplumsal<br />
tabakalaşmanın tabii olup olmadığı hususunda<br />
bazı düşünürlerin fikirlerinden iktibaslarda bulunmak<br />
istiyoruz. Ta ki bu tabakalaşmanın bir<br />
49<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
yabancılaşma ve kopuş olup olmadığı tebellür<br />
etsin. Köprülü bir cemiyette muhtelif zevk ve<br />
kültür tabakaları bulunmasını tabii bulur: “Cemiyetin<br />
bir muayyen zamanında muhtelif zümreler<br />
bulunduğu ve her zümrenin kendisine has eserlerle<br />
bedii ihtiyaçlarını tatmin ettikleri tabiidir.<br />
Emile Faguet’nin haklı iddiası veçhile,”Edebiyat<br />
mütecanis bir kitle değildir. Her devrede yekdiğerinden<br />
farklı üç-dört edebiyat vardır.” İçtimai<br />
tekâmül insan cemiyetlerinde nasıl işbölümünü<br />
meydana getiriyorsa, aynı suretle edebî zevkin<br />
de değişme ve ihtisaslaşmasına ve netice olarak<br />
muhtelif sınıflar için muhtelif edebiyatlar vücuda<br />
gelmesine yol açıyor.” (Köprülü, Usul,26) Yazar,<br />
Yıldırım Bayezit zamanına kadar çok sade<br />
olan sosyal yapının artık yavaş yavaş değiştiği<br />
ve o zamana kadar tanınmayan kaside türünün<br />
ortaya çıktığı, sosyal tabakalaşma neticesinde<br />
halk zevkinden uzaklaşıldığı fikrindedir. Mevlit,<br />
Ahmediye ve Muhammediye bu iki zevkin arasındaki<br />
eserlerdir. Özellikle Emir Süleyman bu<br />
hayatın kökleşmesine katkıda bulunmuş ve Âşık<br />
Çelebi’nin takdirini kazanmıştır. Fatih döneminde<br />
artık silsile-i meratip teşekkül etmiş ve iki<br />
sınıfın ayrılığı katileşmiş, saray Bizans debdebesini<br />
tevarüs etmiştir, vs. (Köprülü, Usul, 21) Tanpınar<br />
ise toplumdaki bu tabakalaşmayı, kültürün<br />
esasını teşkil eden dinin uzun bir süreçte tedricen<br />
kabulü, çeşitli coğrafyaların etkileri, kurulan şehirlerin<br />
geriden gelen kavmi geleneklerle beslenmesi<br />
gibi sebeplere bağlar. (Tanpınar, 19.Asır, 1)<br />
Rothacker’e göre de sebep her ne olursa olsun<br />
ortaya çıkan bu tabakaların kültüre katkıları<br />
farklı farklıdır:“ Devletçe ve kültürce birleşmiş<br />
bir millet birçok tabakalardan meydana gelir.<br />
Bütün tabakalar, zümreler, sınıflar bir kültür için<br />
ve kültür çağları için represantativ sayılan kültürel<br />
uslup formlarının yaratılma ve kurulmasına<br />
aynı ölçüde katılmazlar. Alman imparatorları<br />
koskoca katedraller veya Fransız kralları büyük<br />
büyük barok şatolar kurarken bu yapıların<br />
masraflarını elbette bütün bir millet yüklenmişti.<br />
Ama üslubun bulunmasında sadece hükmeden<br />
tabakanın payı olmuştur. Roman üslubu mu yoksa<br />
gotik uslubu mu Bu ve buna benziyen sorulardan<br />
yoksul köylüye ne (Rothacker,78) Wellek<br />
de -bizdekine benzer tarzda- her cemiyette halk<br />
ve aydınlar edebiyatı bulunduğunu ve bunlardaki<br />
sosyal olaylara katılma nisbetinin değişik olduğunu<br />
belirtir. Bu nisbet halk edebiyatında fazla<br />
iken yüksek sınıfta iyice düşer. (Wellek,128)<br />
Müller esasında sanatın her devirde bir seçkinler<br />
işi olduğunu belirterek, günümüzde aksi yöndeki<br />
bazı talebleri samimi bulmaz: “Bu günün<br />
demagogları (halk dalkavukları) ünlü “sokak<br />
adamı”nı kültür sorunlarının en yüksek hakemi<br />
olarak kabul etmekten hoşlanıyorlar ve onun her<br />
zaman böyle olduğuna-en yüksek hakem olduğuna<br />
-inanıyorlar veya inanır görünüyorlar. Fakat<br />
Raphael’in L’Ecole d’Athenes (Atina Okulu) adlı<br />
tablosu XVI. Yüzyılın sokak adamına neyi ifade<br />
etmiştir”. (Müller,108) Bu tespitler klasik kültürümüzün<br />
daha ziyade yüksek zümrenin eseri<br />
olduğu şeklindeki tenkitlere de dolaylı bir cevap<br />
mahiyetindedir. Zira yukarıdaki tariften de anlaşılacağı<br />
üzere her kültür bir ölçüde kendi münevver<br />
zümrelerinin eseridir. Tarlan da bu edebiyatın<br />
daha çok şehirli zümrelere; öncelikle ulemaya,<br />
sonra orta münevver tabaka; devlet memurları ve<br />
Enderun zümresine hitap ettiği fikrindedir. Ona<br />
göre, asker ve tüccar seviyesine göre kâh halk ve<br />
tekke, kâh divan şiirine meylediyordu. Köylü ve<br />
asker için ihtiyaç daha samimi ve mahalli iken<br />
ulema sınıfı için edebiyat biraz fantezi bir çeşnidedir.<br />
Fakat bu hâl bu şiirin gayrimillî olmasını<br />
gerektirmez: “Bir cemiyetin herhangi bir tesir<br />
altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz<br />
mı Bu edebiyat o zamanın bütün münevverlerine<br />
hitap ediyordu ve yanında ikinci derecede bir<br />
münevver sınıf edebiyatı mevcut değildi. Bu edebiyata<br />
gayrı milli demek için altı asrı mütecaviz<br />
bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil<br />
edenleri Türklük camiasından çıkarmak icab<br />
eder.” (Tarlan, 30-31) Bununla birlikte divan<br />
şiirinin birçoklarının iddia ettiği gibi bütünüyle<br />
büyük şehirlere sıkışmış ve havassa ait bir şiir<br />
geleneği olmadığı da Mustafa İsen’in 27 Tezkireyi<br />
taramak suretiyle ortaya çıkardığı sonuçlarla<br />
anlaşılmıştır. Buna göre şairlerimizin şehirlere<br />
ve mesleklere göre dağılımı nisbeten dengelidir.<br />
(M. İsen, “Ötelerden Bir Ses” , 221)<br />
Realite Karşısındaki Tutum ve<br />
Saray İstiaresi<br />
Divan şiirinin en fazla tenkit edilen taraflarından<br />
biri dış âleme itibar etmemesi, tabiat ve ha-<br />
50<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
diseler karşısında irreel bir tutum takınır gözükmesidir.<br />
Bazılarına göre Fuzuli bu tutumu âdeta<br />
tek beyitle özetlemektedir:<br />
Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyadan<br />
Gayr yerler görelim özge safâlar sürelim<br />
Gerçekten klasik şiir realiteye bu kadar<br />
müstağni midir Şayet öyleyse bu istiğna şiirsaray<br />
ilişkisine nasıl yansımıştır Biz de aşağıda<br />
şiirin sarayla münasebetine bir zemin olmak üzere<br />
kısaca bu konudaki değerlendirmeler üzerinde<br />
durmak istiyoruz. Köprülü’den beri klasik edebiyata<br />
bakışta da sosyolojik tavır hâkimdir. Bununla<br />
birlikte Köprülü, klasik şiirimizin Acem<br />
taklidi olması dolayısıyla içinde bulunduğu<br />
toplumu ancak zayıf bir şekilde yansıtabildiğini<br />
düşünüyor. O, bir milletin edebiyatını en canlı<br />
bir vesika sayan Hippolite Taine’in ve onu takip<br />
eden Lanson’un fikirlerinin Türk edebiyatı için<br />
geçerli olduğuna pek kani değildir: “Türk edebiyatı<br />
müverrihinin Lanson’la aynı gayeyi takib<br />
edebilmekten epeyi uzak kalacağını maatteessüf<br />
itiraf etmeliyiz bugün mesela Sinan Paşa’nın bir<br />
sahifesinde, Cem Sadisi’nin bir Felekname’sinde,<br />
Necati’nin bir kasidesinde o asrın Türk ve İslam<br />
medeniyetini göstermek, o devrin hissi ve fikri<br />
temayüllerini tespit etmek imkânsız değilse bile<br />
çok müşkildir. ” (Köprülü, Usul,18-19)<br />
Bazı araştırıcılar ise -bu fikirlerin tam karşıtı<br />
olmak üzere- edebî eserlerimizin toplumun<br />
âdetlerini bilmede bir belge gibi kullanılabileceğini<br />
düşünür:”Kemal Karpat’a göre Türkiyenin<br />
sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam<br />
kaynağı şüphesiz ki edebiyat olacaktır” (Moran,<br />
74) Nitekim F.Z.Ülgener bu anlayışa uygun olarak<br />
Osmanlı devri iktisadi zihniyetini incelerken<br />
büyük ölçüde edebî malzemeden istifade etmiştir.<br />
(F.Z.Ülgener, ”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve<br />
Zihniyet Dünyası”, Der. Yay. İst.1981)<br />
Son yıllarda divan şiirinin devre ait belge<br />
olarak kullanılışına ait örnekler çoğalmış bulunuyor.<br />
Bunlar arasında ilginç sonuçlara ulaşması<br />
bakımından iki örnek üzerinde durmak<br />
istiyoruz. Cem Dilçin, bir çalışmasında (“Türk<br />
Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri”, Ank.<br />
25-29 Eylül,1993, 3. Uluslararası Türk Kültürü<br />
Kongresi Bildirisi) Divan şiirinin, konuyla ilgili<br />
benzetme tarzı üzerinde duruyor. Metot; “soyut<br />
bir kavrama benzetme yoluyla somut bir anlam<br />
yükleme” şeklindedir... Divan şairi dış dünyayı<br />
kendi iç âlemini anlatmak için somut bir örnek<br />
olarak kullanır. Bu yüzden bu şiir nesnel dünyadan<br />
o kadar da kopuk değildir. Ancak daha somut<br />
bir örnek 16.yy.da Türk toplumunda gözlüğün<br />
bilindiğini gösteren aşağıdaki beyittir:<br />
Gözlük tutarım görmeyeli rûy-ı nigârı<br />
Dört oldı gözüm yol gözedür görmeğe yârı<br />
(Kastamonulu Şavur)<br />
Sarıca Kemal’in 15.yy. sonlarında tertip edilmiş<br />
divanında aynı kelimeye bir kere daha rastlıyoruz:<br />
Hattun temâşâ itmege gözlük urınmışdur<br />
Kemâl<br />
Ol pîre rahm it ey cevân kim çeşmi çâr olup<br />
durur<br />
Böylece; 15.yy.dan beri gözlüğün bilindiğini;<br />
“gözlük takmak” yerine “gözlük urunmak” tabirinin<br />
kullanıldığını; keza göz, gözlük gibi kelimelerle<br />
kurulmuş deyimlerin eskiliğini öğrenmiş<br />
bulunuyoruz. (Dilçin, 1-6)<br />
Tanpınar yukarıda özetlenen -klasik edebiyatın<br />
tamamen realiteden ayrı olduğu ve tam aksine<br />
belge olarak kullanılabileceği şeklindeki- iki fikir<br />
arasında orta bir yol tutar. Ona göre söz konusu<br />
ilgi bu ekolün kendisine mahsus özellikleri olan<br />
kapalı ve dolaylı bir ilgidir: Gerçeği şu ki her büyük<br />
sanat geleneği gibi eski şiirimiz de ne kadar<br />
dolayısıyla konuşursa konuşsun, evvela içinde<br />
doğduğu ve bağlı bulunduğu içtimai sistemi veriyordu...”<br />
(Tanpınar,19.Asır,10) O, konuyla ilgili<br />
fikrini “saray istiaresi” ile açıklar: Eski toplum ve<br />
şiirin merkezinde saray vardır; her şey hükümdar<br />
etrafında döner, onun iradesi mutlaktır, sorgulanamaz<br />
vs. Sonra bu fikir taşırılarak bitki ve<br />
hayvanlar âlemine de teşmil edilir; bu âlemin hükümdarları<br />
gül ve aslandır. Hükümdarın reaya ile<br />
münasebet şekli âşık-maşuk arasındaki ilgi için<br />
de model olur. Sevgili de kalp ülkesine hükmeder;<br />
o, güzelliğiyle gül, kudretiyle güneştir. Keza<br />
denk olmadığı âşığını sevmez ve kıskanmaz;<br />
onun tarafından sevilmeyi bir lütuf olarak kabul<br />
eder; buna mukabil sevenleri- tıpkı hükümdarın<br />
gözüne girmek için çekişen saray halkı gibi- birbirine<br />
rakiptir ilh. Hülasa; “Eski şiirimizde aşk,<br />
sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluk-<br />
51<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
tur.” (Tanpınar,19. Asır, 5) Yazar bu benzetmelerin<br />
Orta Çağda Avrupa’yı da etkilediği fikrindedir.<br />
Endülüs’ten İspanya ve Avrupa’ya geçen<br />
“amour courtois”’da da sevgili aynı zamanda<br />
prenstir. Hükümdarın faaliyetleri başlıca; savaş,<br />
av ve işret’ten ibarettir ve aynı şeyler sevgiliye de<br />
atfedilir (Tanpınar,19.Asır, 7) Konuyla ilgili diğer<br />
bir telifçi fikir adamı Tarlan’dır. O, edebiyatın<br />
sosyalliği meselesinde konuyu iki açıdan ele<br />
alır. Yazara göre şiirimiz bir yönüyle devrinden<br />
bağımsızdır, diğer yönüyle ise devrini takip eder:<br />
“Siyasetle alakası olmayan taraf şiirin mutlak telakkisi<br />
ve daha açıkça mimarisi… Yoksa bunun<br />
haricinde devletin esas bünyesine değil de onun<br />
üçüncü, dördüncü derecedeki teferruatına ait<br />
tenkitler, on yedinci asırdan sonra mahallileşen<br />
mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dini,<br />
tasavvufi, içtimai, ahlaki, terbiyevi manzumeler,<br />
hicivler, tarihler. Bunlar elbette harici âlemden<br />
müteessir olan sanatkârın aksülamellerini aksettiren<br />
aynalardır.” (Tarlan, 46) Edebiyatın devre<br />
ayna olması, yazara göre mutlak değil estetik bir<br />
tarzda gerçekleşir. <strong>Bizim</strong> de bütünüyle katıldığımız<br />
aşağıdaki cümleler bu telifin gerçekleşme<br />
tarzını ikna edici tarzda açıklıyor: “Yanlış anlaşılmasın<br />
divan şairinde realite daima mevcuttur.<br />
Denebilir ki eserinin ikinci planında hemen daima<br />
bunu görürüz. Ancak o realiteyi kendi ruhi<br />
veya fikrî hedefi uğrunda ve onu teferruatından,<br />
yani realitedeki değişikliklerinden mücerred,<br />
mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı harici<br />
hâdiselerde mesela bir minyatür manzarası<br />
görürüz. O hâdiseler üzerine eğilip onun hayati<br />
hareket ve teferruatını tespit etmez. Yoksa estetik<br />
bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır.<br />
Ancak bunda zevkin ve lirizmin kendisine<br />
gösterdiği yolda intihabını yapmıştır.”(Tarlan,<br />
47)<br />
Saray ve şairin ilişki biçimi yahut<br />
caize caiz mi<br />
Estetik duygunun kuvvetli bir tezahürü olmak<br />
üzere Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat<br />
erbabının ve hususiyle şairlerin takdir ve saygı<br />
gördüğü bilinmektedir. Bir kültürün değeri onun<br />
vücuda getirdiği maddi eserler kadar insani boyutuyla<br />
da ölçülür. Pek çoğu bizzat sanatkâr olan<br />
iyi yetişmiş hükümdarların himayeleri sayesinde<br />
sanatın hemen bütün alanlarında estetik seviyesi<br />
yüksek eserler verilmiştir. Fatih’in, İstanbul’a davetine<br />
icabet edemediği hâlde Molla Cami’ye her<br />
yıl bin altın göndertmesi yahut İkinci Beyazıt’ın<br />
meşk esnasında Şeyh Hamdullah’ın divitini tutacak<br />
kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin<br />
Baki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar<br />
vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata<br />
büyük bir alaka doğmasını intac etmiştir<br />
Bunun neticesi olarak şairlik -özellikle 16.yy.<br />
ın sonuna kadar- bir nevi meslek ve geçim vasıtası<br />
olmuştur. Çok zaman şairler devlet büyüklerine<br />
ithaf ettikleri eserlerinin değerine<br />
göre memuriyetlerinde terfi etmekte ve caize<br />
almaktaydılar. Şimdi de Namık Kemal neslinin<br />
seleflerinin samimiyetini sorgulamada temel referanslarından<br />
biri olan ve şiir-saray ilişkisinin<br />
de mihverini teşkil eden câize meselesi üzerinde<br />
biraz bilgi verelim<br />
Arapçadaki cevaz mastarından türemiş bir<br />
kelime olan caize edebî bir terim olarak devlet<br />
adamlarına medih amaçlı olarak takdim edilen<br />
eserlere yahut şiirlere karşılık olmak üzere<br />
sanatkârlara verilen mükâfat, hediye ve ihsan<br />
manalarına gelir. Cahiliye Arap toplumunda da<br />
mevcut olan caize geleneğinin İslam’dan sonraki<br />
en meşhur örneği Ka’b ibn-i Züheyr’in sunduğu<br />
şiir - Kasîde-i Bür de -sebebiyle Hz. Peygamber<br />
tarafından hırkayla (bürde) ödüllendirilmesidir.<br />
Bu uygulama daha sonraki bütün caize talepleri<br />
için bir ruhsat telakki edilmiş, şairler taleplerine<br />
mesnet olarak bu olaya atıfta bulunmuşlardır. Bazen<br />
şairin kaside sunmaktaki amacı caize yerine<br />
bağışlanma talebi de olabilir. Bunun en meşhur<br />
örneği de Hevâzin Gazvesi’nde vuku bulmuştur.<br />
Bu gazvede esirler arasında bulunan şair Ebû<br />
Cervel el-Cüşemî, Hz. Peygamber’e bağışlanmalarını<br />
isteyen bir şiir takdim edince Resûlullah,<br />
kendisine ve Abdülmuttaliboğulları’na ait ne<br />
varsa iade etmiş, bunu gören muhacir ve ensar<br />
da ona uymak suretiyle aldıkları bütün ganimetlerden<br />
vazgeçmişlerdi ki bunların toplamı; 6000<br />
esir, 24.000 deve ve 40.000 baş koyun ediyordu.<br />
Daha sonra gelen bütün islam toplumlarında kasidenin<br />
her iki amaçla kullanıldığına şahit oluyoruz.<br />
(Uzun, VII:28-29) Nitekim Osmanlı şairlerinden<br />
Ahmed Paşa Fatih’e sunduğu “kerem”<br />
redifli kaside ile idam cezasından kurtulmuş idi.<br />
52<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Latifi eserinde 2. Murad devrinden beri bazı<br />
şairlere aylık verildiğinden bahseder. Nitekim 2.<br />
Beyazıt dönemine ait bir inamat defteri bu sözleri<br />
doğruluyor. Söz konusu defterden, İdris-i<br />
Bitlisi’nin Heşt Behişt isimli eserine hükümdarın<br />
50 bin akçe ile mukabelede bulunduğu, keza<br />
aynı padişah için bir Osmanlı tarihi yazan İbn-i<br />
Kemalin de 30 bin akçe aldığı anlaşılmaktadır.<br />
Kanuni devrinde de bu durum devam etmiştir.<br />
Mesela bir mevacib defterinde 1525-26 yılında<br />
Hayali Beğ’in günlük 10, aylık 200 akçe aldığı<br />
kayıtlıdır. Âşık Çelebi Ayas Paşa’nın sadrazamlığı<br />
zamanında bir ara aylıkların kesildiğini belirtiyorsa<br />
da döneme ait defterler bu rivayeti çürütmektedir.<br />
Siparişler dışında da şairlerin divan<br />
veya mesnevi gibi toplu eserlerini ricalden birine<br />
ithaf etmeleri ve karşılığında caize almaları<br />
gelenek hâline gelmişti. Necati, divanını hayatı<br />
boyunca kendisini himaye eden Müeyyedzade<br />
Abdurrahman Efendiye ithaf etmişti. Bu durum,<br />
ithafa daha layık olduklarını düşünen vezirlerin<br />
düşmanlığını celbetmiş, ancak hükümdarın himayesi<br />
şairimizi bir zarar görmekten korumuştu.<br />
Şairler asıl gelirlerini gazelleri ve belirli zamanlarda<br />
sundukları kasidelerinden kazanıyorlardı.<br />
Zati’den naklen Âşık Çelebi’nin bildirdiğine<br />
göre 2. Beyazıt, dönem şairlerinden yeni gazellerini<br />
istemiş ve şiir takdim eden herkese hediyelerle<br />
mukabelede bulunmuştu. (Çavuşoğlu, OD-<br />
ŞÜM, 214) Yüksek bir şiir bilgi ve zevkine sahip<br />
olan devlet ricali kendilerine sunulan kasideleri<br />
ödüllendirmede şahıslarına yönelen övgüden ziyade<br />
şairin başarısını esas almakta idiler. Döneme<br />
ait kayıtlardan divan şairlerine caize olarak<br />
verilen ayni ve nakdî karşılıklar hakkında bir fikir<br />
sahibi olmak mümkündür. Söz gelimi Fuzûlî,<br />
Kanuni’ye “Bağdat”ın fethi münasebetiyle sunduğu<br />
kaside mukabilinde günlük 9 ak çe maaşa<br />
bağlanmış, Nef’î devrin hükümdar ve vezirlerine<br />
sunduğu kasideler karşılığında; at, köle ve değerli<br />
kürklerle ödüllendirilmiştir. Nevşehirli Damat<br />
İbrahim Paşa Nedim’e çeşitli mücevherler ih san<br />
ettiği gibi, 3.Selim de Şeyh Galib’e saray işi bir<br />
mesnevi nüshası hediye etmişti Caize sadece<br />
kasidelere münhasır değildi. Şairler devlet büyüklerinin<br />
yalnız sevinçlerine değil üzüntülerine<br />
de ortak olur ve karşılığını görürlerdi. Nitekim<br />
Beyzade Mehmet’in vefatında 2. Beyazıta mersiye<br />
takdim edenlerden Şehdi’ye 1500, Revani’ye<br />
200 ve Cevheri’ye 300 akçe verilmişti. Keza 3<br />
yıl sonra Şehzade Mahmut ölünce mersiye sahiplerinden<br />
Sabayi’ye 1500, Keşfi’ye 500, Sâilî’ye<br />
ise 200 akçe takdir edilmişti. Caizelerin farklı<br />
oluşu hem şairin şöhretine hem de takdim edilen<br />
şiirin kalitesine bağlıydı. Zati yukarıda bahsi<br />
geçen hâdisede 2. Beyazıda sundugu gazeldeki<br />
şu beytin hükümdar tarafından pek beğenildiğini<br />
belirtir:<br />
Geldi ol zühd libasını kaba ettirici<br />
Zahida hırkaya çek başını manend-i keşef<br />
Herhalde sultan kaplumbağaya benzetilen<br />
sofunun kendisini bile baştan çıkaracak kadar<br />
güzel olan sevgiliden korunmak için hırkasını<br />
başına çekmesini ilginç bulmuş olmalı ki bu beyti<br />
okuyunca takdirini:”Dünyada mana tükendi<br />
derler. Vallahi mana katiyyen tükenmez. Dünya<br />
hüner doludur, hüner onu bulmakta” şeklinde belirtmiş<br />
ve mükâfat olarak şaire Bursada bir tevliyetin<br />
gelirini tahsis etmiş. Yine Zati, Yavuz’a<br />
sunduğu bir kasidesi karşılığında da bir köyün<br />
geliriyle ödüllendirilmişti. Sadece sultanlar değil<br />
dönemin belli başlı devlet adamlarının da şair<br />
ve şiirden anlar kimseler olmaları şiirin daima<br />
takdir görmesini sağlamıştır.( bkz. M.İ sen ve<br />
A.F.Bilkan, Sultan Şairler, Akçağ,1998)<br />
Şiirin takdim şekli<br />
Kaynaklarda şiirlerin takdim şekli ile ilgili<br />
bilgilere de tesadüf edilmektedir. Bunlardan anlaşıldığına<br />
göre kasideler iki türlü takdim edilmekte<br />
idi, ya bizzat huzurda okuyarak ya da göndererek.<br />
Mesela Amasyalı Mihri Hatun, Divanı’nı saraya<br />
göndermiş ve 3000 akçe almıştı. Daha sonra<br />
gönderdiği bir kasidesi de aynı değerle karşılık<br />
görmüştü. Kanuni dönemindeki iki düğünde de<br />
şairlerin kasidelerini huzurda bizzat okudukları<br />
biliniyor. Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde<br />
kaside okumakta yaşı itibarıyla Zatiye öncelik<br />
tanındığı bilahare yine yaşlı şairin tavassutu ile<br />
çırağı olan Fazli’nin huzura alındığı Hasan Çelebi<br />
tarafından bildirilmektedir. Böylece şairlerin<br />
birer birer içeri alındıkları anlaşılmaktadır. Tezkireler<br />
arasında konuyla ilgili en zengin bilgilere<br />
Âşık Çelebi’ de tesadüf etmekteyiz. O, kendi<br />
53<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ağzından Zati’nin şairlik macerasını naklediyor.<br />
Şair burada devlet ricali ile olan şiir meclislerini,<br />
aldığı caizeleri, şair dostlarıyla meyhane maceralarını<br />
canlı ve samimi bir üslupta anlatmaktadır:<br />
“Merhum padişah (2. Beyazıt) yılda üç kez<br />
kaside vermemi emrettiler. Birisini nevruzda<br />
verirdim ve birer kaside de bayramlarda verirdim.<br />
Nevruzda iki bin akça caize ve her bir<br />
bayramda bir yüzü ipekli bir yüzü yünlü kumaş.<br />
Birçok yıl o caize ve yıllık ile geçindim.” (Kalpaklı,<br />
6) (..) “Vezirlerin toplantılarına gider ve<br />
özel sohbetlerine girer oldum. Hersekzade de<br />
çok merhamet ve mürüvvet ederdi. Ve genellikle<br />
benimle içki sohbeti yapardı. Ben de mansıp<br />
hevesinde ve deftere kaydolup bir maaşa bağlanma<br />
derdinde olmadığımdan Padişahın yıllığı ve<br />
Ali Paşa’nın ve Hersekzade’nin her zaman yaptıkları<br />
büyük bağışlarla ve Kazasker olan Hacı<br />
Hasanzade ve Müeyyedzade’nin bir sebebe bağlı<br />
olmayan lütuflarıyla ve Nişancı Tacizade Cafer<br />
Çelebi’nin beni hiç de bıktırmayan caizeleriyle<br />
müreffeh bir hayat sürüyordum ve hiçbir yere<br />
bağlı olmamaktan dolayı da başım dinç idi. (...)<br />
Sonra oradan birlikte gidip Tacizade’yi selamlardık.<br />
Bazen merhaba ve gönül alıcı sözlerle ve<br />
bazen da ilettiğimiz şiirleri beğenip onları övmekle,<br />
bazen da hediye ve bahşişlerle ve bazen<br />
da bizi de alıkoyup yemek ve içkiyle ganimetlenip<br />
ve nimete dalmış olarak evli evine veyahut<br />
da sevdiğimizin semtine giderdik.” (Kalpaklı,7)<br />
Şair daha sonra padişahın gazel istemesi üzerine<br />
dönem şairlerinin yeni gazellerini padişaha takdim<br />
ettiklerini, bunları gözden geçiren sultanın<br />
kendisinin-yukarıda bahsi geçen- fe redifli gazelini<br />
çok takdir ederek:“Elbette Zati’ye mansıp<br />
versinler.”diye Hüseyin Ağa’ya buyurduğunu<br />
bildiriyor. (Kalpaklı, 8)<br />
Şiir mahfilleri ve adabı<br />
Osmanlı toplumunda ilk şiir zevkinin aile<br />
çevresi ve akrabalar marifetiyle edinildiği ve bu<br />
ortamın şair adayı için çok zaman bir nevi mektep<br />
görevi ifa ettiği söylenebilir. F. Köprülü, Fatih<br />
devrinde İstanbul’da henüz şairlerin toplanıp<br />
sohbet edebileceği edebî mahfiller -bozahaneler,<br />
mesire yerleri, hankahlar vs.- oluşamadığını bu<br />
bakımdan belli bir edebî geçmişe sahip olan bazı<br />
sair şehirlerin - Bursa, Edirne, Manisa, Aydın,<br />
Amasya vs.-daha şanslı olduğunu, buralarda şairlerin<br />
müzikli ve içkili toplantılarda bir araya<br />
geldiklerini söyler. (G. Tekin,183) Fatih dönemindeki<br />
dört önemli şiir çevresinin dağılımı da<br />
bu durumu göstermektedir: 1. İstanbul’da Adni<br />
mahlasıyla şiirler yazan Mahmut Paşa etrafındakiler.<br />
2. II. Beyazıt’ın sancak merkezi Amasya’da<br />
bulunanlar. 3. Konya’da Şehzade Cem’in etrafındakiler.<br />
-Bunlardan bir kısmı Cem’le birlikte<br />
Avrupa’da da bulunmuşlardır- 4. Fatih’in çevresindeki<br />
30 kadar şair daha sonra devrin üstadı<br />
Ahmet Paşa’nın Bursa’daki evi de şiir mahfili<br />
olacaktır. (G.Tekin,184-185) Kaynaklarda, kültür<br />
başkenti olmasından sonra İstanbul’da bazı<br />
yüksek şahsiyetlerin evlerinde kurulan, haram<br />
ve yasak olmasına rağmen rahatlıkla devam edebilen<br />
içkili şiir meclisleri ve katılanlar hakkında<br />
bilgiler vardır. Fakat şairlerin asıl buluşma<br />
yerleri İstanbul’un belirli yerlerinde erbabının<br />
bildiği meyhanelerdi. Kanuni’nin 1563 yılında<br />
şarabı yasak etmesi ve şarap getiren gemileri<br />
Galata önünde yaktırması, dönemin birçok şairi<br />
tarafından esefle karşılanmıştır. Nitekim kısa<br />
süre zarfında yasak unutulmuş ve durum tekrar<br />
eski hâlini almıştır. İpekten, 16.asır Tezkirelerinin<br />
içki müptelası olduğunu haber verdikleri<br />
bazı şairler üzerinde de duruyor. Bunlardan Fatih<br />
devri şairlerinden Melihi sarhoşlukla meşhurdu.<br />
İran’dan döndükten sonra meyhanelerden çıkmaz<br />
olmuştu. Fatih, bu kabiliyetli şairi kurtarmak istemiş<br />
ve onu içkiye yemin ettirmişti. Ne var ki bir<br />
müddet sonra şair yine Tahtakale’de sarhoş olarak<br />
bulunmuş ve yapılan sorguda şairin yeminini<br />
bozmamak için şarabı şırınga ettirdiği anlaşılınca<br />
padişah onu kendi hâline bırakmıştır. Hadım<br />
Ali Paşa’nın divan kâtibi olan Mesihi (-1512) de<br />
aynı şekilde sarhoşluğu ile nam yapmıştı. Paşa<br />
ne zaman aratsa onu kalemde bulamaz, adamlar<br />
gönderip Tahtakale meyhanelerinden getirirdi.<br />
Sadrazam İbrahim Paşa tarafindan öldürülen<br />
Trabzonlu Figani Ramazan (-1526) bir serkeşliği<br />
üzerine Halep Beylerbeyi Üveys Paşa tarafından<br />
hadım ettirilen ve adı Kız Memi kalan Sihri, sarhoşluğundan<br />
kinaye olarak Işreti mahlasını kullanan<br />
ve Kanuni tarafından oğlunu içkiye alıştırdığı<br />
gerekçesiyle sürülen Şehzade Beyazıd’ın<br />
nedimi Mustafa İşreti (-1567), Can Memi lakabıyla<br />
bilinen Sani (-1587) sarhoşluklarıyla tezki-<br />
54<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
elere konu olmuş şairler arasındadır. ( İpekten,<br />
ODŞÜM, 224-28)<br />
Samimiyet noksanı<br />
Eski şiirin en fazla tenkide maruz kalan türü<br />
kasideler ve hususen methiyelerdir. Gölpınarlı<br />
şairlerimizi övgüsünde de yergisinde de gayrisamimi<br />
bulur. Ona göre, Fuzulinin Şikâyetname’si,<br />
Taşlıcalı Yahya’nın Şehzade Mustafa Mersiyesi<br />
yahut Ruhi’nin Terkib-i Bend’indeki tenkitler bu<br />
uzun edebiyattaki nadir zayıf örneklerdir. Buna<br />
karşılık edebiyatımızda methiye pek fazladır ve<br />
övülen kim olursa olsun hepsi aynı vasıflarla<br />
övülürler. Öyle ki şair söylemese övdüğü kişinin<br />
mesleği bile anlaşılmaz. (Gölpınarlı,63-64) Son<br />
yıllarda caize üzerine yapılan kapsamlı bir çalışma,<br />
caize hakkında eskiden beri söylenen bu<br />
yargıların kimisini tasdik kimisini de tashih eder<br />
niteliktedir. (Güler: 2010)<br />
Çeşitli vesilelerle şiir takdim etme ve açıkça<br />
bazı taleplerde bulunarak caize koparma gayretlerinin,<br />
bilhassa son asır larda bu işin âdeta dilencilik<br />
seviyesine düştüğü bizzat dönem şairleri<br />
tarafından da ifade edilmektedir. “Kıymet-i şi’ri<br />
eden himmet-i şâir gibi pest / Şâi rin meskenet-i<br />
câize-cûyânesidir” beyti bu hususu anlatır. Hicviyelerde<br />
ve nasihat kitaplarında da bu duruma işaret<br />
edildiği görülür. Nitekim Sünbülzâde Vehbî,<br />
oğlu Lutfiye nasihat için yazdığı “Lutfîyye”de<br />
bu şairleri. “Sözleri bir çü rük akçe etmez /Caize<br />
almasa kalkıp gitmez” beytiyle tasvir eder ve bu<br />
du ruma düşülmemesi gerektiğini belirtir. Aynı<br />
şair “sühan” redifli kasidesinde de, “Nice nâehl-i<br />
gedâ-tiynet ü sâil-meşreb / Cerri sermâye<br />
eder eylese imlâ-yi sühan” diyerek işi bu derecede<br />
ayağa düşürenleri yerer. (Uzun.VII:28)<br />
Gerek kendi döneminde gerekse yeni edebiyat<br />
döneminde çokca tenkit edilen caize meselesine<br />
farklı yaklaşanlar da olmuştur. Söz gelimi<br />
caizeyi yazılan eserler karşılığında devlet<br />
büyüklerinden alınan bir nevi te lif ücreti olarak<br />
yorumlayanlar olduğu gibi abartılı övgülere de<br />
farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Söz gelimi<br />
S.Eyüboğlu’na göre:”Divan edebiyatında methiye<br />
bir şiir kalıbı, bir ibda vesilesidir. Kasidelerde<br />
methedilen paşalar, muhteşem bir türbede yatan<br />
ölüler gibidir. Karşısında ürperdiği bir abidenin<br />
kim için dikildiğini düşünmek, bedii bir endişe<br />
değildir. Kasideyi mevzua esir olmayan saf bir<br />
sanat hamlesi olarak görmek lazımdır.” (Kahraman<br />
,318) Vasfi Mahir‘e göre bu husus aksine<br />
eski şiirin büyük taraflarındandır: “Hele Nefi’ye<br />
sanat âleminin tanrısı derim. Onun eserleri, falan<br />
veya filan padişaha kaside değil, Türk ruhu<br />
denen sonsuz denizin dalgalanışı ve sanat adlı<br />
güneşin ışığıyla renklerini canlandırışıdır... Büyük<br />
sanatkârlık gururunu ve onun iç âlemlerini<br />
dünyada Nefi kadar hiç kimse anlatamamıştır.”<br />
(Kahraman,319<br />
Saray ve Dil<br />
Yukarıdan beri klasik şiirin sarayla irtibatı<br />
hakkındaki bilgileri özetlemeye çalıştık. Şimdi<br />
de klasik şiir dilinin teşekkülünde sarayın etkisi<br />
konusunda kısa bir hülasa yapalım. Divan<br />
şiirinde kullanılan dil Türkçenin tarih içindeki<br />
uzun bir yürüyüşten sonra ulaştığı olgun bir<br />
merhaleyi temsil eder. Rothacker, bir kültürün<br />
kendisi ve dünya karşısındaki tavrının en iyi ifade<br />
alanı olarak dili görüyor: “Bir insan topluluğu<br />
ile bu topluluğun şuur muhtevası arasındaki<br />
bu kanuni münasebeti, en iyi şekilde onun dilini<br />
inceleyerek anlayabiliriz. Herhangi bir dilin<br />
sözlüğü bize realitenin bütünü içinde nelerin özel<br />
bir kelime ile tespit edilecek kadar dikkate değer<br />
olduğunu gösterir.” (Rothacker,59 ) Türkçenin<br />
tarih içindeki seyri boyunca kelime kadrosunu<br />
ve bu kadroyu teşkil eden kelimelerin cinsleri<br />
ile dilin belli alanlardaki tercihlerini takip etmek<br />
Rothackeri doğrulayacaktır. Orta Asya’da<br />
komşularıyla oldukça sınırlı münasebetleri olan<br />
Türk toplumunun dili de bu duruma uygun olarak<br />
oldukça saf ve millîdir. Aksan’ın bildirdiğine<br />
göre bu dönem dilinde mevcut yabancı kelime<br />
yüzdesi %1 civarındadır ve bu yabancı unsurlar<br />
da daha çok Çin menşelidir. Yabancı kültürlerle<br />
sık ilişkilerin kurulduğu Uygur dönemi metinlerinde<br />
yeni dinî kavramları karşılamak üzere<br />
birçok yabancı kelimenin ithal edildiği görülür.<br />
(En fazla %10-12). İslamî Türk edebiyatının<br />
ilk verimlerinde yabancı kelime sayılarının<br />
oldukça mahdut olmasına karşılık zaman ilerledikçe<br />
durum Türkçe kelimelerin aleyhine<br />
işlemeye başlamıştır. Atabetü’l-Hakayıkt’a bu<br />
oran %20, Yunus Emre’de %13, Âşık Paşa’nın<br />
Garibname’sinde %20, Mevlitte %26, Baki’de<br />
55<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
%65, Nefi’de %60, Nabi’de ise %54’dür. (Aksan,<br />
59) Dildeki değişmelerin kültürel ve siyasi<br />
değişmelerle ilgisi üzerinde Gönül Tekin’in de<br />
oldukça ilgiye değer tespitleri bulunmaktadır:<br />
Söz gelimi Orhan Beğ’e ait bir Mülkname ile Fatih<br />
Kanunnamesi’nden bir metnin karşılaştırması<br />
bu iki devir arasında gerek dilin sadeliği gerekse<br />
ustalık bakımından köklü bir fark olduğunu<br />
derhal göstermektedir. Klişe inşa ibareleri ikinci<br />
metinde yerine oturmuştur. (Tekin,169) Daha evvel<br />
Ahmed-i Dai’nin pek eksik Teressülü dışında<br />
konuyla ilgili eser yokken bu devirde yazışma<br />
usullerini gösteren Menahicü’l-inşa adlı kitap<br />
telif edilmiştir.Yahya bin Mehmet el-Katib’e<br />
ait olan eserde resmî, incelmiş, süslü yeni bir<br />
inşa uslubu yaratılma yolundadır. (G.Tekin,170)<br />
Diğer taraftan Arapça ve Farsçanın öneminin<br />
arttırması da sosyal değişmelere paralel olarak<br />
gerçekleşmiştir. Fatih, Arapçayı devletin resmî<br />
yazışma dili olarak kabul etti. Böylece Beylikler<br />
ve Fatih’e kadar Osmanlı döneminde önem kazanan<br />
Türkçenin yerine Arapça ilim dili olarak<br />
ehemmiyet kazandı. Önceleri Arapça eserler<br />
istinsah edilirken bu dönemde Arapça telifler de<br />
mevcuttur. (Tekin,176) Tekine göre; “Bu faaliyet<br />
Fatih’in cihanşumul bir imparatorluk kurma<br />
idealiyle yakından ilgilidir.“ (G.Tekin,177)<br />
“Başlangıç ve bitirişlerde, yazılan müesseselere<br />
ve kişilere hitaplarda belli formüller kullanılan,<br />
İstanbul’un fethiyle değişen psikolojiyi aksettirecek<br />
biçimde daha gurur dolu, ihtişamlı sıfatlarla<br />
yazılan, Türkçenin anlatmaya kâfi gelmediği birçok<br />
durumlarda, Farsçanın veya Arapçanın resmî<br />
yazışma geleneğinden gelen tâbir ve formülleri<br />
kullanan yeni bir inşa dili oluştu.” (Tekin,168)<br />
Sonuç olarak, bütünüyle saray etrafında teşekkül<br />
etmiş ve saray tarafından yönlendirilen edebî<br />
bir gelenek olarak tarif etmeyi doğru bulmamakla<br />
birlikte hiçbir edebî anlayışın kendi devrinin<br />
sosyal şartlarından bağımsız olamayacağı gerçeğine<br />
uygun olarak Divan şiirinin de çağın şartları<br />
gereği sarayla ilişkisinin zorunlu ve şumullü bir<br />
ilişki olduğunu teslim etmek icap eder.■<br />
______________<br />
1-Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara<br />
1995(Aksan)<br />
2-Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK.1982<br />
3-Çavuşoglu,Mehmet, “16.Yüzyılda Divan Edebiyatı-<br />
Divan Edebiyatında Şiir Kavramı”,ODŞÜM, 208-17<br />
4- Dilçin, Cem, “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan<br />
Şiiri”, Ankara 24-27Eylül, 1993, 3 Uluslar Arası Türk<br />
Kültürü Kongresi Bildirisi (Dilçin)<br />
5-Edman, Irwin, Sanat ve Insan,(çev. Turhan<br />
Oğuzkan), M.E.B. Yayınları,Istanbul 1998(Edman)<br />
6-Erbay, Dr. Erdoğan, Eskiler ve Yeniler ,Akademik<br />
Araştırmalar, Erzurum 1997<br />
7-Gölpınarlı,A, Divan Edebiyatı Beyanındadır,<br />
İstanbul 1945 (Gölpınarlı)<br />
8-Güler,Kadir ve Yaşar,Kerim; Divan Şiirinde Câize,<br />
Ankara 2010<br />
9-İpekten, Haluk,“Divan Şairlerinin Toplantı Yerleri<br />
:Meyhaneler“, ODŞÜM, s.224-28<br />
10-İsen, M. ve Bilkan, A.F.,Sultan Şairler,<br />
Akçağ,1998<br />
11-İsen ,M, Ötelerden Bir Ses ( “Aruzun Anadoludaki<br />
Gelişme Çizgisi/“Osmanlı Kültür Coğrafyasına<br />
Bakış”/“Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”/<br />
Divan Şairlerinin Mesleki Konumları”Bahisleri),Akçağ<br />
Yay. Ankara, 1997<br />
12-Kahraman,Yard.Doç.Dr. Mehmet, Divan Edebiyatı<br />
Üzerine Tartışmalar İstanbul 1996 ,(Kahraman)<br />
13-Kalpaklı,Mehmet, Kendi Dilinden Zatinin Şairlik<br />
Macerası, (Aşık Çelebi Tezkiresinden Sadeleştiren<br />
M.Kalpaklı) ODŞÜM, s.6-8<br />
14-Köprülü, M.F,“Türk Edebiyatı Tarihinde Usul“,<br />
Edebiyat Araştırmaları, TTK. Basımevi, Ankara 1986<br />
s.3-47 (Köprülü, Usul)<br />
15-Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, 8.<br />
Baskı, Istanbul 1991 (Moran)<br />
16-Muller,Joseph-Emile, Modern Sanat, Çeviren :<br />
Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, Istanbul 1972 (Muller)<br />
17-Namık Kemal, « Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı<br />
Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir », Yeni Türk Edebiyatı<br />
Antolojisi ,(Haz.M.Kaplan vd.) Istanbul 1978,S.183-92)<br />
ODŞÜM, s.19-24<br />
18-Okuyucu,Cihan, Divan Edebiyatı Estetiği, Kapı<br />
Yay. İstanbul 2010<br />
19-Rothacker, Erich, Tarihte Gelişme ve Krizler,<br />
İstanbul 1955 Çevirenler: H. Batuhan ve Nermi Uygur<br />
(Rothacker)<br />
20 Tanpınar,A. H, 19.Asır Türk Edebiyati Tarihi,<br />
7.Baskı, İst. 1988 (Tanpınar, 19.Asır)<br />
21-Tarlan,Prof.Dr. A.N. Edebiyat Meseleleri , Ötüken<br />
Yay. İst. 1981 (Tarlan )<br />
22-Tekin, Gönül, Fatih Devri Türk Edebiyatı İstanbul<br />
Armağanı (Tarihsiz) ,s.161-235 (G.Tekin)<br />
23-Tekin, Şinasi, “Eski Türkçe” , Türk Dünyası El<br />
Kitabı, T.K.A.E. Ankara 1976 s.142-92 (Tekin)<br />
24-Uzun, Mustafa, “Câize”, DİA. VII:28-29<br />
25-Ülgener,F.Z.,”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet<br />
Dünyası”,Der. Yay. İstanbul 1981<br />
26- Wellek, R. - Warren, A. Edebiyat Biliminin Temelleri,<br />
Çeviren Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve<br />
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983 (Wellek )<br />
56<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Gece'nin günlüğünden<br />
NECATİ KANTER<br />
Salına salına yürürken siyah paltosu savrulur, inanılmaz bir haz duyardı yüksek dağların<br />
bu serin rüzgârlı havalarında. Oysa ne gezinmek ne de avlanmak için çıkmıştı uzun,<br />
belki de dönüşü olmayan ölümcül bir yolculuğa. Alışmıştı gerçi vahşi yaşam koşullarına; ama<br />
kolay mı bu karlı dağları aşabilmek!<br />
Mağaranın üzerindeki dağlara ilk kar düştüğü günün gecesi geri dönmemişti Gece’nin anası.<br />
Ne o gece ne de ondan sonraki günler ve geceler. Bir daha aramamıştı ardında bıraktığı körpecik<br />
yavrularını. Aç kalmışlardı, susuz kalmışlardı. Günlerce hatta aylarca kendi dilleriyle dualar<br />
edip analarını çağırmışlardı. Ama dönmemişti “Kara Mağaranın Kara Kedisi.” Gün geldi,<br />
yavru kediciklerin ağabeyleri Gece de terk etti doğduğu mağarayı. Arkasına bakmadan. Dağlara<br />
vurdu kendini bıçak gibi kesen rüzgâra aldırmadan.<br />
Gün ağarırken esinti yavaşlamış, yağış durmuştu. Ağırlaşmıştı siyah paltosu Gece’nin. Islak<br />
teninde bir ürperti duydu. Güneş önce dağlara sonra ovaya vurdu. Ağır ve temkinli adımlarla<br />
ak karlar üzerinde yürürken kara bir leke gibiydi. Ağaçlar çıplak. İskelet görünümünde. Kavak<br />
ağaçlarının tepelerine rüzgâr vurunca dallar ufak ufak sallandı. Uzaklarda bir servi ağacının en<br />
uç tepesine tüneyen bir karga gördü. Bir süre takılı kaldı bakışları. Anasının anlattıkları geldi<br />
aklına. “Karga, gündoğumunda doğuya doğru gaklarsa bu bir tehlike alarmıdır” demişti. Kulak<br />
kesildi, sorun yoktu, gülümsedi. Sıcak rüzgârların estiği vadiye doğru usul adımlarla yeniden<br />
koyuldu yola. Açlıktan gözlerinin karardığını, karnının guruldadığını duyumsadı. Avlanmalıyım,<br />
dedi, karnımı doyurabilmek için. Güçlü olmalıyım. Kanlı canlı. Ne bulursam; çekirge,<br />
örümcek, kuş böcek… Ne çekirge ne örümcek ne kuş ne de börtü böcekle karşılaştı yol boyunca.<br />
Böcekler susmuş, uğultular kesilmiş, hâlâ uyanmamışlar kış uykusuna yatan canlılar. Bastı-<br />
57<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ğı yerlerde görüp görebildiği tek canlı kardelenlerdi; o da derdine derman olmaktan çok uzaktı.<br />
Aşağılara indikçe karların eridiğini, baharı muştulayan güzel kokulu nevruz çiçeklerini gördü;<br />
daha da aşağılarda yeşil otların arasında sarı, kırmızı, pembe, mor çiçekleri görünce, gözleri<br />
ışıldadı. Oynamak, hoplayıp zıplamak geldi içinden, ama yorgundu, dahası açtı. Hani insanlar<br />
derlermiş ya, “Aç ayı oynamaz!...” Bulurum elbet bir şeyler, dedi.. Kayalar üzerinde yorgun<br />
argın ilerlerken birden ağaçlarla süslü sık bir ormanın içinde buldu kendini.<br />
Çamların arasında gezinen sincaplar, sarıkuyruk kuşları, ibibikler, yelpaze kuyruklar, bıçak<br />
gibi kesen ağaçkakanlar, su birikintilerinde pinekleyen sarı göbekli kurbağalar. Daha da<br />
yükseklere tırmanan maymunlar, cıvıldaşan sarı gagalı dağ kırlangıçları, sığırcıklar, güvercinler,<br />
keklikler, adını bilmediği onlarca kuş... Kertenkeleler, yılanlar, kaplumbağalar, geyikler,<br />
sansarlar, tilkiler, kurtlar, domuzlar, az da olsa, kaplanlar, aslanlar, sırtlanlar… Artık aç kalma<br />
korkusu kalmamıştı Gece’nin; ancak bu vahşi ormanda yırtıcı hayvanlardan korunmak da pek<br />
kolay olmayacaktı. O gün rahat rahat açlığını ve susuzluğunu giderdi, oh be dünya varmış, dedi.<br />
Hatta sırf eğlence olsun diye bir sincabın peşine düşüp ağaçlara tırmandı; yakalayamadı tabi.<br />
Bir tarla faresiyle oynaştı. Havada yakalamak istedi bir serçe kuşunu. Az ötede havlayan bir<br />
köpek limon sıkmıştı Gece’nin keyfine.<br />
Gölgeler uzanırken ormandan çıkıp dere tepe demeden yürüdü. Yüksek, engebeli bir dağa<br />
tırmandı. Alıç ağaçlarının gölgesinde soluklandı, dağ lalelerinin kızıllığında yürürken kekik<br />
kokularıyla hayaller âleminde gezindi. Kediler ülkesine varıp kısa zamanda krallığını ilan edeceğini,<br />
ilk icraatının da kedi köpek kavgalarının sonlandıracağını düşledi. Gün döndü, akşam<br />
kızıllığı ufukta görününce sevindi. Daha çabuk, daha rahat, daha emin, daha tehlikesiz aşabilecekti<br />
bu sarp, bu vahşi kayalıkları. Karanlığa karıştı. Bütün gücünü gözlerinde toplamaya<br />
çalıştı. Dikine elips biçiminde olan gözbebeklerinin karanlıkta uzakları daha iyi görebilme<br />
avantajını kullanacaktı. Gece yürürken emniyette hissediyordu kendini. Kulaklar radar, gözler<br />
ışıldaktı. Gök yıldızlı; derinlere doğru Büyükayı, Küçükayı, Yedikardeşler, Samanyolu, küme<br />
küme, tek tek, iç içe küçük pırlanta serpintiler aklını başından aldı. Tepelerin üstüne akan bir<br />
yıldıza baktı, anasının anlattığı yıldızlı öyküleri anımsadı.<br />
Derin bir vadiden geçerken kayaların arasında küçük canlılarla beslenerek devam etti yoluna.<br />
Sağında solunda kaçışan hayvancıkların çalıların arasında çıkardıkları hışırtılı sesleri duymak<br />
hoşuna giderdi Gece’nin. Spor olsun ya da sırf eğlenmek için bu küçük yaratıkların üzerinden<br />
hoplamak, onları ürkütmek, korkutmak, inanılmaz bir eğlence ve neşe kaynağı olurdu ona.<br />
Ama bu yolculuk yormuştu onu; galiba biraz da keyifsizdi. Saatlerce yürüdü. Aşağılara indikçe<br />
ılık bir bahar kokusu çarpıyordu yüzüne. Rüzgâr kokularının arasında tanıdık bir koku geldi<br />
burnuna. Durdu, havayı kokladı; bir kedi kokusu bu. Anası olabilir mi Bıyıklarını, burnunu<br />
titretti. Dört bir yana savrulan incecik koku zerreciklerinin tümünü kavrayıp özümleyebilmek<br />
için gerekiyordu bu. Sonra birden yokuşun başında kıvrılıp aşağıya doğru indiği noktada gördü<br />
onu. Yaprakları patlamaya hazır ardıç ağaçlarının birinin altında acı acı miyavlayıp kıvranan<br />
dişi bir yaban kedisi!... İyice yaklaştı, gözlerinin içi hardal renginde, uzun kuyruklu, kibar<br />
denilecek kadar ufak kulaklı, siyah alacalı mantosu, hoş görünüşlü, top başlı, birazcıkta tombuldu.<br />
Görünürde bedeninin herhangi bir yerinde yara bere yoktu ama kesik kesik öksürerek<br />
kan kusuyor, can çekişiyordu zavallı kedicik! Belli ki vahşi bir hayvanın hışmına uğramıştı.<br />
Bir yılan olabilirdi. Zehirli. Daha da yaklaşınca darbeyi burnundan aldığı açıkça görülüyordu.<br />
Kesin kardeşlerimin de kanına giren zehirli engereklerden biri olmalı, diye düşündü. Bu zarif<br />
hanımefendiye yardım edememenin ezikliğini yüreğinde duyumsadı Gece! Yardım edebileceği<br />
bir şeyin olmadığını anlayınca da veda edip yoluna devam etmek zorunda kaldı.<br />
58<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Köpük köpük akan bir nehrin üzerine kurulmuş tahta köprüden geçerken gün ağarmak üzereydi.<br />
Hafif bir rüzgâr esti batıdan, pamuk gibi demet demet bulutlar uçuştu mavi gökyüzünde.<br />
Yüksek bir kavak ağacının tepesine tüneyen kargaya takılı kaldı gözleri, bu bir alacakargaydı;<br />
durdu. Anasının öğütleyici munis sesini duydu. “Karga sabahın seherinde gündoğumunda batıya<br />
doğru gaklarsa o gün yoluna çıkacak olan engelleri aşabilmek için tedbiri elden bırakma!”<br />
Gaklamıyordu karga. Üstelik de başını ayakuçlarına doğru eğmiş miskin miskin düşünüyordu.<br />
İnsanların ilginç bir sözü geldi aklına; “Kılavuzu karga olanın …”<br />
Mart ayının son günleri! Havalar birazcık serin geçse de; ortalık güllük gülistanlık! Yemyeşil<br />
tarlalar, otların arasında hışır hışır böcek sesleri… Meyve ağaçlarının çiçekli dallarında<br />
uçuşan arılar, kelebekler, kavak ağaçlarının yükseklerinde yuva yapan, kuşlar, boz bulanık akan<br />
dereler, çaylar, doğadaki tüm canlılara yaşam sevinci veren göçmen kuşların sılaya dönüşleri…<br />
Hele bir de kan kırmızı gelincik tarlalarının ortasında yürürken usul usul esen bahar rüzgârının<br />
Gece’nin gece rengindeki yumuşak tüylü paltosunu okşayışı, çevresinde tavşanların koşuşmaları,<br />
altın kanatlı kelebeklerin uçuşu, çiçekten çiçeğe konan balarıları, zıp zıp zıplayan çekirgeler,<br />
ağını örmenin mutluluğunu yaşayan bir örümcek… Bütün bu güzellikler Gece’nin neşesine<br />
neşe katmaya, onu mutlu etmeye yetiyor; ama yine de bir “yabankedisi”nin yanında olmayışına<br />
hayıflanıyordu. “Mi-ya- vuu!” dedi, aklına ne geldi bilinmez; hınzırca gülümsedi.<br />
Bodur ağaçlı dar bir keçiyoluna girdi. Ağır ve temkinli adımlarla yürürken, İnsanların oturdukları<br />
meskûn mahalde daha dikkatli olmalıyım, dedi. Bir sapak çıktı önüne. Bunu fırsat bilen<br />
Gece, kara kurbağası gibi sıçradı, kalın bir söğüt ağacı kütüğünün üzerinde sincap gibi<br />
ayakları üzerine durdu. Arka ayakları üzerine çöktü, soluklandı. Yönünü tayin edebilmek için<br />
uzun kavakların tepelerinde gezindi gözleri; yoktu karga ne alaca ne kara! Canı sıkıldı. Hay<br />
senin gibi kılavuzun!... Altıncı duyusuna pek güvenirdi; zaten genlerinde vardı bu yetenek.<br />
Artık daha fazla düşünmeden güneye doğru inen ince bir yola saptı; önünde taşlık kaygan bir<br />
yol. Daha birkaç dakika bile ilerlememişti ki, ortalığı velveleye veren bir alacakarganın çirkin<br />
sesiyle irkildi; yüreği ağzına geldi Gece’nin. Hı, bülbülü taklit etmeye çalışırsan işte olacağı<br />
bu işte. “Gaaak.. gaaak… gaaak!” Yani şimdi bu bir tehlike sinyali mi diye aklından geçirmişti<br />
ki, sık çalılıklar arasından çıkıp kayalıklara doğru süzülen bir yılan gördü. Upuzun; kalın, kızıl<br />
bir sicim!.. Engerekti bu. Göz göze geldiler. Yılan durdu, Gece durdu. İstese çekip gidebilirdi.<br />
Ama öyle olmadı. İki kardeşini de zehirleyip öldüren bu soyu kuruyasıcalar değil miydi Gün<br />
intikam günü! Avcılıkta kedilerin en büyük özellikleri sabır, temkin, surattı! Hele Yaban Kedilerinde!..<br />
Sindi, bekledi. Ön patileri üzerinde yaylandı. Uzun uzun bakıştılar. Ayın şavkı kaya<br />
üzerindeki yılanın kızıllığını daha bir belirginleştirmişti. Kımıltısız duruşunun korkudan mı<br />
yapacağı hamleyi düşündüğünden mi anlaşılması zordu. Bütün gücüyle pısladı Gece. Sırtı kamburlaştı,<br />
tüyleri kabardı; sivri dişlerini gösterdi. Tısladı yılan; diklendi, meydan okudu rakibine.<br />
Restini gördü Gece. “Mırrr, maaavvvv pıssss…” Arka ayakları üzerine şaha kalktı, sol patisini<br />
yüzüne siper etti, sağ patisi ile ağır ve temkinli darbelerle tokatlamaya başladı yılanının başını.<br />
Vücudunun neresini sokarsa soksun etkilemeyeceğini, ama burnuna gelecek olan en küçük bir<br />
zehir damlacığının bile kendisini anında yere sereceğini de biliyordu. Bir taraftan tokatlıyor<br />
bir taraftan da hasmının soktuğu yeri yalıyordu. Beklenmedik bir anda göğsüne yediği zehirli<br />
bir darbeyle sarsıldı, acı bir çığlık attı Gece. Gözlerinde şimşekler çaktı; yakıcı, acı veren bir<br />
elektrik akımı gibi bütün bedenini dolaştı, yüreğine saplanıp beyninin içinde yankılandı. Geri<br />
çekildi, yay gibi gerildi. Öyle bir nara attı ki Gece; “ Maaaavvvv!.. Mırrr, maaavvvv!.. pısss...”<br />
karanlığı yırtan bu çığlık karşı dağa çarpıp yankılanınca kendisi bile korktu. Diken diken oldu<br />
tüyleri. Bir anlık şaşkınlığından yaralanan Gece, sert bir tokatla sarsılan yılanın boğazına sivri<br />
59<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
dişlerini geçirdi, salladı, sonra da kaldırıp hızla karşıdaki granit bir kayanın üzerine savurdu.<br />
İki adım geriledi, ön ayakları üzerine gerildi bekledi. Kıvrandı yılan. Bir hamle daha yaptı<br />
Gece; yeniden ağzına alıp vurdu kara taşın üzerine. Devinimsiz kalan yılan umutsuzca kıvrandı,<br />
birkaç saniye sonra da düzensiz bir “S” şeklini alıp hareketsiz kaldı. Tıs yoktu Engerek’te!<br />
Derin bir soluk aldı Gece. Muzaffer bir eda takınarak kalın kalın miyavladı, ağır adımlarla<br />
tartıla tartıla yürüdü. Yüksek bir kayanın üzerine oturup güneşe karşı dinlenirken, bir yandan<br />
da yaralarını temizlemeye koyuldu. Bu arada gözleri yine kendisine kılavuzluk edecek olan bir<br />
“karga” arıyordu.<br />
Ağır ve temkinli adımlarla yürürken “Kara Mağara”da yaşadıkları o dayanılmaz uzun kış<br />
gecelerinde, güneşin dünyaya küstüğü günlerin soğuk ve ıssız aylarında hasta olmamak, hatta<br />
ölmemek için kardeşleriyle birbirlerine sarılıp koyun koyuna uyumadan önce nasıl da analarının<br />
memelerini şapur şupur emdiklerini düşündü. Tabi ki özlemişti O günleri. Kız kardeşlerinden<br />
Kartopu işi biraz abartarak anasının memesini emerken ısırdığı için nasıl da kuvveli<br />
bir şamar yemiş, bu ceza yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de zavallı kızcağızın o gece sabaha<br />
kadar aç susuz uyuduğu hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti Gece’nin. O soğuk dondurucu kış<br />
gülerini anımsayınca iliklerine kadar titredi. Ama “ Kara Mağaranın Kara Kedisi”nin anlattığı<br />
Afrika ülkelerinde çok bilinen bir söylence aklına geldi, ısındı.<br />
“Nuh’un gemisinde hayvanlar arasında birkaç domuz da vardı. Tepindiler. Geminin sallanmaması<br />
için Nuh onlara sakin olmalarını emretti. Domuzlar dinlemediler. Nuh sopayla vurdu;<br />
bunun üzerine domuz hırladı, burnundan bir fare meydana geldi. Bu arada aslan hapşırdı, bir<br />
kedi çıktı, farenin peşine düştü. Bunları gören deve öylesine güldü ki, gülmekten dudağı yarıldı.”<br />
Bir anda Nuh’un gemisinde fare kovaladığını düşlerken sıcacık bir tebessüm yeli esti<br />
Gece’nin gözlerinin önünde. Ailesiyle bir arada olduğu o soğuk günlerin sıcacıklığını yeniden<br />
yaşadı.<br />
Bir gölge düştü önüne. Başını kaldırdığında mavi gökyüzünün deriliğinde kapkara bir nokta<br />
gördü. Bir notacık! Yürüdüğünde yürüyor, durduğunda duruyor, koştuğunda koşuyor! Ayakuçlarına<br />
kadar düşen bu gizemli karanlık iyice tedirginleştirmiş, hatta korkutmuştu Gece’yi.<br />
Belleğini zorluyor, anasının anlattıklarından sinyaller almaya çalışıyor, ama gelmiyordu aklına<br />
bir şey. Bir tavşan fırladı önünden, ardından bir bıldırcın. Yıldırım hızıyla üzerine doğru inen,<br />
indikçe büyüyen bu kara lekeyi ayrımsamasıyla acı bir çığlıkla en yakın bir ağaca tırmanması<br />
bir oldu Gece’nin. Kıl payı atlattığı bu felaketin şokunu yaşarken koca bir kara kartalın pençesine<br />
aldığı bir nesneyi yüksek kayalıkların olduğu yöne doğru kanat çırparak yükseldiğini gördü.<br />
Yükseldi kartal, iyice yükseldi kapkara bir nokta gibi ufaldıkça ufaldı. Küçücük bir cisim düştü<br />
gökten kayaların üzerine, “çaaat!..” ardından kara kartalın süzülerek kayalara inişi! Merakını<br />
giderememiş olacak ki, el ayak çekilince dağa doğru yöneldi Gece. Kayalar üzerinde parçalanış<br />
bir kaplumbağanın kartal tarafından didik didik edildiğine tanık olmanın şaşkınlığını yaşadı.<br />
Dağ yüksekti. Sarp mı sarp, çetin mi çetin! Ama ne gam; hiç de pişman değildi bu yolculuğa<br />
çıktığına. Çektiği bunca zahmetin bunca yorgunluğun ödülünü almak pek o kadar da uzakta<br />
sayılmazdı. Aldığı kedi kokuları buralara kadar getirmişti ya onu. Varacağı nihai nokta bu dağın<br />
öte yakası olmalı. Bu kez acele etmedi Gece. Yolculuğunun keyfini çıkara çıkara, avlana avlana,<br />
kuş ve kemirgenlerle beslene beslene, ağaç kovuklarında, kaya oyuklarında dura dinlene devam<br />
etti yoluna. ■<br />
60<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
küçük ağrı<br />
kıyı kentin kalbinde ağır hasar<br />
çok fazla aç köpek<br />
çok fazla beyaz kadın<br />
sevmekten değil belki<br />
şiiri dize getiren mısralar yazmak<br />
uzak durulacak gibi değil hayat<br />
ne sevmeye vakit var ne yaşamaya<br />
sadık değil kimse kimseye<br />
besle büyüsün küçük ağrılar<br />
zaman yeni kahraman bekler<br />
kahraman turfa zamanlar<br />
yaşadık bitti mi yoksa<br />
sönmüş yıldızlar gibi hayat<br />
KALENDER YILDIZ<br />
61<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ADRESE TESLİM HÜZÜNLER<br />
ÇALAR KAPIMI<br />
Hayatı kullanma kılavuzunun ilk sayfasında<br />
Adın acılarıma dilaltıdır<br />
Ne zaman kutsamak istesem harfini<br />
Mürettibin elinde simli siyah<br />
Galvanize mutluluklar diyarından bir kadın<br />
Nazarları boncuksuz belirir sokağın başında<br />
Adrese teslim hüzünler çalar kapımı<br />
Alessabah<br />
Karşı rüzgârlar dadandı dışbükeyine hayatın<br />
Güneşsiz vakitlere bütün hazırlığımız<br />
Dövülecek bir şey kalmamıştır ömrün örsünde<br />
Kılıç kınında bir eyvah<br />
İncileri döküldü de saltanatın<br />
Evcilleşmedi bir türlü içimizdeki ceylan<br />
Kaçıp gider her yeşile<br />
Peşinde bir ah<br />
MAHMUT BAHAR<br />
62<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
MUSTAFA ÖZÇELİK<br />
"...hayat devam<br />
ediyor. Dünya ve<br />
insanlık yeniden<br />
şekilleniyor ama<br />
bu duruma müdahil<br />
olan kalemlerin<br />
sesi çıkmıyor. Bir<br />
önceki dönemde<br />
çok belirleyici<br />
ve etkileyici olan<br />
isimler ise âdeta<br />
unutturulmak<br />
isteniyor."<br />
Politik olanın dayanılmazlığı<br />
Edebiyat ve politika ilişkisinin nasıl, hangi<br />
bağlamda ve hangi düzeyde olup olamayacağı<br />
devirlere, edebiyatçılara göre değişiklik gösterir.<br />
Kimilerine göre edebiyat eserleri, politik<br />
olanı sanata taşımalıdır. Zira edebiyatın ve edebiyatçının<br />
dünyayı değiştirmek gibi bir işlevi de<br />
vardır / olmalıdır. Kimileri ise edebiyatın kendine<br />
mahsus yüksek/yüce amaçları vardır ve bu<br />
yüzden edebiyatçının politik bir gayesi / hedefi,<br />
olamaz / olmamalıdır, demektedirler.<br />
Bu tartışma süredursun, gerçek olan şudur<br />
ki, hemen her dönemde hemen her edebiyatçı<br />
bir şekilde politikanın içinde olmuş, edebî metinler<br />
gizli yahut açık bir dille politik görüşleri<br />
/ durum alışları da ifade etmişlerdir. Bu durum,<br />
aslında kaçınılmazdır. Edebiyatçı da bir toplum<br />
içinde yaşayan, olup bitenlerden etkilenen, toplumu<br />
hatta bütün insanlık adına geleceğe ilişkin<br />
tasavvurları olan bir insandır ve aslında öyle de<br />
63<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
olmalıdır. Burada mesele, edebiyatçının politika<br />
ile olan ilişkisinde sanat kurallarından taviz<br />
vermeden bunu yapıp yapmadığı yahut yapıp<br />
yapamayacağıdır.<br />
Hayat-siyaset bağlamında edebiyat<br />
Bu meseleye Türk edebiyatı / edebiyatçıları<br />
bağlamında baktığımızda hemen her dönemde<br />
edebiyat ve politika ilişkisinin var olduğunu<br />
görmekteyiz. Fakat bu ilişki Tanzimat dönemine<br />
kadar kesin ve belirli çizgilerle olmamıştır.<br />
Zira ortada yerleşik, toplumsal hayatla bu hayata<br />
yön veren değerler arasında uzlaşmazlık yahut<br />
çatışma fazlaca yoktur. Durum böyle olunca<br />
da edebiyatçının politik tavrı, ancak sistemin işleyişli<br />
esnasında ortaya çıkan kimi aksaklıkları<br />
eleştirmekle sınırlı kalmıştır. Diğer yandan Osmanlı<br />
toplumundan bilinen anlamıyla siyasi bir<br />
toplum olarak bahsetmek de mümkün değildir.<br />
Bu yüzden, o devirdeki şair ve yazarların olup<br />
bitenler karşısındaki tutumunu bugüne göre değil,<br />
o zamanın zihniyetine göre ele almak gerekir.<br />
Tanzimat’tan sonra ise edebiyat politika ilişkisinin<br />
çok ileri düzeylere vardığını, edebiyatla<br />
politikanın ayrılmaz, içe içe girmiş kavramlar<br />
olduğu görülmektedir. Çünkü karşımızda değiştirilmesi<br />
gereken bir sosyal, siyasal ve kültürel<br />
yapı vardır ve batılı edebiyatçıların bu konuda<br />
neler söyledikleri de artık bizim edebiyatçılarımız<br />
tarafından bilinmektedir. Üstelik gazete gibi<br />
politik yazıların yer aldığı bir iletişim aracı girmiştir<br />
dünyamıza. Dahası, Tanzimat edebiyatçıları,<br />
aynı zamanda birer devlet görevlisidir. İşte<br />
asıl olarak devletin içine düştüğü çöküntü karşısında<br />
neler yapılması gerektiği ve yeni bir sistemin<br />
inşasının gerekliliği edebiyatçı-politikacı<br />
bir neslin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.<br />
Bütün bunların sonucu olarak bu dönemde<br />
fikir, edebiyat eserlerinde başat bir kavrama dönüşerek<br />
öne geçer. Fikrin belirleyici olduğu bir<br />
edebiyatın ise hayattan, dolayısıyla politikadan<br />
uzak kalması düşünülemez.<br />
Durum böyle olunca da Tanzimat yazarlarıyla<br />
şöyle bir gelenek başlar: Edebiyatçı, sadece<br />
edebî metinler yazan biri değildir. O, aynı zamanda<br />
yazdıklarıyla hayatı, insanı ve siyaseti<br />
etkileyecek/yönlendirecek biridir. Ortaya konan<br />
edebî metinler, önceki dönemlerde olduğu gibi<br />
sadece edebiyatçının kişisel duygu-düşünce<br />
dünyasının yansımaları olmayacak, toplum<br />
denen olgunun her türlü meselesi edebiyatın<br />
konusu olacaktır. Bu durum, aynı zamanda Osmanlı<br />
edebiyat geleneğine de bir karşı çıkışı<br />
ifade eder. Diğer yandan da çağdaş olmayı…<br />
Bu bakımdan Türk edebiyatında görülen bu<br />
yeni tavrı, sadece bize özgü olarak görmemek<br />
gerekir. Bütün dünya, böyle bir edebiyat anlayışına<br />
doğru gitmekte ve edebiyat da siyasetin bir<br />
dili olmak üzeredir.<br />
Bu tür bir anlayışı benimseyen edebiyatçıpolitikacı<br />
neslin ilk örnekleri Şinasi-Namık<br />
Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan meşhur üçlüdür.<br />
Bunlar bu konuda akla ilk gelen isimlerdir.<br />
Onları Servet-i Fünun devrinde Tevfik Fikret,<br />
Muallim Naci gibi isimler takip eder. Millî Edebiyat<br />
döneminde ise Ziya Gökalp’i, Mehmet<br />
Emin Yurdakul’u Mehmet Akif’i, Süleyman<br />
Nazif’i ve daha pek çok ismi politik tavrı olan<br />
edebiyatçılar olarak görürüz. Bu anlayışın 2.<br />
Meşrutiyet’te akım/ekol hâline dönüştüğünü de<br />
söylemeliyiz. Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık<br />
olarak ortaya çıkan bu akımların en tanınmış<br />
temsilcileri ise Tevfik Fikret, Mehmet Âkif ve<br />
Ziya Gökalp’tir.<br />
Cumhuriyet devrinde de durum aynıdır. Yazılan<br />
her edebî metin, kendisini ister istemez<br />
politika ile ilişkilendirmişlerdir. Kimileri yeni<br />
düzenin açıkça savunuculuğunu yapıp değerlerini<br />
benimsetmek ve yaygınlaştırmak isterlerken<br />
kimileri de mevcut duruma protestolarını<br />
gizli veya açık dille sürdürürler. Bu anlamda<br />
Garip akımına mensup kalemlerin yazdıklarını<br />
bile politik metin saymalıyız. Hayatın somut<br />
görüntülerinin yer almadığı 2. yeni ürünleri de<br />
birer politik metindir. Çünkü ikisi de muhalif<br />
bir söyleme sahiptirler.<br />
Bu dönem, edebiyatçıların politik tutum<br />
alışları açısından daha sonra iki isimle özdeşleşir.<br />
Bunlar Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’dır.<br />
Bu ikilinin politik tutumları, kendilerinden<br />
sonra da etkili olmuştur. Denilebilir ki, edebiyatçılarımızın<br />
politik duruşlarında bu iki isim,<br />
bundan böyle iki ana kol oluşturacak, etkilerini<br />
64<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ölümlerinden sonra da sürdüreceklerdir. Sonraki<br />
zamanlarda bu iki ana yolda yürüyen pek<br />
çok edebiyatçı, şiir, roman, öykü gibi edebî türlerde<br />
politik görüşlerini dile getirmişler ve bu<br />
görüşlerini daha açık ve edebiyatın engelleyici<br />
tavırlarından da kurtulmak adına gazetelerde<br />
köşe yazarlığı yaparak tamamen fikir ağırlıklı<br />
yazılar yazmışlardır. Sezai Karakoç, Atilla İlhan,<br />
Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Nuri Pakdil….<br />
gibi isimleri bu iki ana kolun temsilcileri sayabiliriz.<br />
Bunlar ve benzeri isimler, öncelikle şair,<br />
hikâyeci ve romancıdırlar; ama her zaman için<br />
politik bir duruşun da isimleridir.<br />
Politik olan ne söyler<br />
Bu tür bir edebiyat anlayışın genel anlamda<br />
ne ifade ettiğine ne söylediğine de burada<br />
değinmek gerekir. İdeolojik duruşları ne olursa<br />
olsun, edebiyatla siyaseti birlikte ele alan<br />
yazarlar, önce mevcut olan siyasi, toplumsal,<br />
kültürel ve ekonomik sisteme karşı bir muhalefetin<br />
içindedirler. Yönetimlere ve onların yönetim<br />
anlayışlarına karşıdırlar. Eserlerinde bu<br />
karşılığı dile getirmenin yanında alternatif bir<br />
çözüm anlayışına da sahiptirler. Konuyu Türkiye<br />
bağlamında ele alacak olursak bütün farklı<br />
renk tonlarına rağmen siyasi tavra sahip edebiyatçılar,<br />
hayata/siyasete renklerini katan isimler<br />
olmuşlardır.<br />
1980’de ise bu anlamda bir kırılmanın yaşandığını<br />
da söylemeliyiz. Büyük toplumsal<br />
travmalara yol açan 1980 darbesinden edebiyat<br />
da payını almış, siyasetten ve hayattan soyutlanmak<br />
istenmiştir. Bilhassa şiir, sadece biçimsel<br />
sorunlarıyla ele alınmaya başlanmış ve salt<br />
imgeye indirgenmiştir. Hikâye ve romanların<br />
da durumu hemen hemen aynıdır. Deneme ise<br />
tamamen soyut olanı ifade eden bir tür haline<br />
gelmiştir. Bu durum, hemen her kesimdeki şair/<br />
yazar için böyle olmuştur.<br />
Bu kırılmanın en büyük olumsuzluğu edebiyatın<br />
hayattan ve insandan uzaklaşması olmuştur.<br />
Şimdilerde edebiyatın ilgi görmemesinin<br />
sebeplerini biraz da burada aramak gerekir.<br />
Çünkü hayat devam ediyor. Dünya ve insanlık<br />
yeniden şekilleniyor ama bu duruma müdahil<br />
olan kalemlerin sesi çıkmıyor. Bir önceki dönemde<br />
çok belirleyici ve etkileyici olan isimler<br />
ise âdeta unutturulmak isteniyor.<br />
Fakat bu durumun böyle devam etmesi realiteye<br />
aykırıdır. Eminim, hayat ve siyaset, edebiyatçının<br />
da sesini duymak isteyecektir. Aksi durumda<br />
edebiyat, hayattan tamamen kovulacak,<br />
her şey gibi bu alan da küresel sömürü düzeninin<br />
çarkları arasında ezilip gidecektir.<br />
Politik olmanın bedeli<br />
Edebiyatı politikadan bağımsız olarak ele almayan,<br />
yazdıklarında politik görüşlerini dile getiren<br />
bu edebiyatçılar, sadece yazmakla da kalmamışlar,<br />
yazdıklarının bedelini de ödemişler,<br />
kimi zaman sürgüne gönderilmişler kimi zaman<br />
hapishanelere girmişler kimi zaman yazdıkları<br />
gazete ve mecmuların yayını durdurulmuş kimi<br />
zaman eserleri toplatılmıştır. Bütün bunlar, onları<br />
daha da politik hale getirmiştir.<br />
Bu tavrın diğer bir sonucu ise şu olmuştur:<br />
Değişen siyasal iktidarlar ne olursa olsun bunlara<br />
rengini veren bu politik duruşlu edebiyatçılar<br />
olmuştur. Yine ülkedeki fikrî hareketlilik ve<br />
çeşitlilik, onlar sayesinde sağlanmıştır. Ortalık,<br />
belki çok fazla toz duman hâldedir. Ama Türkiye<br />
bugün için bu fikrî/siyasi tartışmaların ışığında<br />
önemli bir tecrübe edinmiş, yerinden oynatılan<br />
pek çok taş yerine oturmaya başlamıştır.<br />
Bunda edebiyatçıların çok fazla payı olduğu bir<br />
gerçektir. Sözün gücüne ve büyüsüne inananlar,<br />
hayatın bir oyun değil gerçek olduğunun elbette<br />
farkındadırlar. Bu yüzden yazdıklarıyla hayatın<br />
nesnesi değil öznesi olmayı, yazarlık sorumluluklarının<br />
da asıl gereği olarak görmüşlerdir.<br />
Bu noktada şuna da değinelim: Politik kaygı,<br />
edebiyat eserinin değerini azaltır mı Bu<br />
durum, tamamen yazarı/şairin yazarlık, şairlik<br />
gücüne ve yeteneğine bağlıdır. Edebiyat elbette<br />
farklı bir dildir. Politik olandan bahsederken<br />
kendine özgü bu gerçeği göz ardı etmediği sürece<br />
bahsettiği konu ne olursa olsun, o eser yine<br />
de edebî değeri haiz bir eser demektir. Tabi burada<br />
politik olana müspet bakarken kastedilenin<br />
güncel olan politika olmadığını da bir belirtmek<br />
gerekir. Kastedilen, insan ve hayatla ilgili olan<br />
tabii gerçeklik ve bunun politik olana yansıyan<br />
şeklidir.■<br />
65<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
YAHYA AKENGİN<br />
Bazen de siyaset<br />
bir siyasi partinin<br />
doğrultusu ile<br />
özdeşleşmek gibi<br />
anlam daralmasına<br />
uğrayabilir. Edebiyat,<br />
siyasetteki bu<br />
daralma çizgisine<br />
uyum sağlama<br />
yolunu seçerse<br />
kısırlaşır ve bazen<br />
bu, dalkavuklaşma<br />
derecesine bile<br />
varabilir.<br />
Siyasetin yüklendiği anlamlar sürekli değişkenlikler<br />
gösterir. Onunla beraber edebiyat anlam değişikliğinden<br />
ziyade içerik değişikliklerine uğrayabilmektedir.<br />
Monarşik yönetim dönemlerin olduğu gibi, demokratik devirlerin<br />
de edebiyatçıları daima olagelmiştir. Yönetim tarzı<br />
farklılıklarının edebiyata etkileri elbette olmuştur.<br />
Siyaset ideolojiyle yakınlaşırken, edebiyatın ideolojiden<br />
uzak durması veya durmaması sürekli tartışılmıştır. Siyasetin<br />
her şeyi kontrol altına alma eğilimlerinin yoğunlaştığı<br />
zamanlarda edebiyat, özgürlüğünü korumak için mücadele<br />
verme ihtiyacı ile karşı karşıya gelebiliyor. Bazen de siyaset<br />
bir siyasi partinin doğrultusu ile özdeşleşmek gibi anlam<br />
daralmasına uğrayabilir. Edebiyat, siyasetteki bu daralma<br />
çizgisine uyum sağlama yolunu seçerse kısırlaşır ve bazen<br />
bu, dalkavuklaşma derecesine bile varabilir.<br />
Edebiyatın siyasetin doğrultusuna belirleyici bir işlev<br />
görmesi yadırganamaz. Hayata, tarihe, olaylara, tabiata ve<br />
insanlara bakış açılarını zenginleştiren edebiyata, siyasetin<br />
her zaman ihtiyacı vardır.<br />
Siyaseti partizanlık ölçekleriyle algılayıp uygulayan politikacılar<br />
ise, edebiyatın kendilerine ayak uydurmasını isterler.<br />
Eğer edebiyatçının, para, şöhret ve makam gibi zaaf-<br />
66<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ları varsa, partizan politika tarafından devşirilmesi<br />
mümkündür. O takdirde kazanan ise siyaset değil,<br />
siyasetçi öznedir. Kendince kazanan edebiyatçı, bu<br />
defa edebiyatın kaybı olur.<br />
Bu yazımızda siyasette de edebiyatta da köşeli<br />
olan iki şahsiyeti örnek vermeye çalışacağım.<br />
Türk milletinin yeniden dirilişinin destansı kahramanı<br />
olan Mutafa Kemal Atatürk için çok şiir<br />
yazıldığı bilinen bir gerçektir. Bunların önemli çoğunluğunun<br />
samimiyetinden de şüphe etmiyorum.<br />
Ancak sayıları az da olsa aralarında, yararlanma ve<br />
güce yakınlaşma duygusuyla yazmış olanların bulunabilineceğine<br />
de ihtimal veriyorum.<br />
Türk şiirinin köşe taşlarından olan Yahya Kemal<br />
Beyatlı, Atatürk hakkında şiir yazmadığından<br />
dolayı eleştirilmiş, bu yüzden gözden düşürülmeye<br />
çalışılmıştır. Millî mücadelenin, yazılarıyla en hararetli<br />
savunucularından olan Yahya Kemal, acaba<br />
neden şahsına destanlar yazılmasını her bakımdan<br />
hak etmiş olduğunu bildiği Gazi Paşa’ya şiir yazmamıştır<br />
Cevap benim açımdan, -Yahya Kemal’in kişiliğini<br />
de bildiğimi sanarak - oldukça sade ve açıktır.<br />
Bana göre Yahya Kemal, elmalarla armutların aynı<br />
sepete konulması tehlikesinden dolayı ve şiirine<br />
saygısı yüzünden, o sepette görülmek istememiştir.<br />
Durum böyle olmakla beraber Gazi Mustafa Kemal<br />
Atatürk’ün Yahya Kemal’e verdiği değerde bir<br />
azalma söz konusu olmamıştır. Ve yine sanıyorum<br />
ki Paşa yaranma duygusuyla hakkında yazılmış<br />
bazı şiirlere de içinden gülüp geçmiş olmalı.<br />
Örneğimizdeki siyasi şahsiyet, devlet ve fikir<br />
adamlığı sıfatlarıyla da öne çıkar. Edebiyatçıya örnek<br />
gösterdiğimiz şair ise, şiirini gelişigüzel amaçların<br />
malzemesi olmaktan sakınan bir şahsiyettir.<br />
Lakin partizan siyaset ve siyasetçi tipi tarihin her<br />
döneminde eksik olmamıştır. Günümüzün yaygın<br />
deyimiyle “yalakalık” etmeyen edebiyatçıyı saf<br />
dışı bırakmak için gizli ve açık siyasi baskıcı tavırlar<br />
da hep olagelmiştir.<br />
Edebiyatçı genellikle muhalif duruşludur, her<br />
şey yolunda gitse bile edebiyatın penceresinden<br />
görülebilen yanlışlıklar, noksanlıklar daima vardır.<br />
O bakımdan edebiyat, siyasetin her zaman birkaç<br />
adım önündedir ve öyle olmalıdır.<br />
Şahsen siyasete hep ilgi duyduğumu ifade ederek,<br />
yaşadıklarımdan bir kesiti de burada paylaşmak<br />
istiyorum.<br />
Bir tarihte milletvekili adayı oldum. Bu vesileyle<br />
siyasetin seyir çizgisini alan tecrübeleriyle<br />
yaşama fırsatını yakaladım. Yaşadıklarımı ve düşündüklerimi<br />
yansıtarak, siyasete kendimce bir<br />
katkı sağlamak adına “Siyasetname ya da Bir Seçim<br />
Hikâyesi” adıyla bir kitap yazdım ve yayımlandı.<br />
Rakip partilerin seçim kampanyasındaki<br />
bazı tutarsızlıklarına ve çelişkilerine olduğu gibi,<br />
adayı olduğum partiye de bazı eleştiriler yönelttim.<br />
Karşı karşıya kaldığım manzara ise “ne İsa’ya ne<br />
Musa’ya yaranmak” oldu. Dolayısıyla da kitabımın<br />
amacına ulaşmış olduğunu buruk bir memnuniyetle<br />
test etmiş oldum.<br />
Edebiyatçıların, siyasette<br />
yer ve söz sahibi olmalarını<br />
doğru bulurum.<br />
Ama siyasetin zaman zaman<br />
yozlaştırdığı bilinen<br />
çarklarında bozulmamayı<br />
başararak… Siyaset tarihimizde<br />
bunun güzel örnekleri<br />
de vardır. Bir başka ifadeyle<br />
de siyasetçi kökenli<br />
edebiyatçıdan değil, edebiyat<br />
çıkışlı siyasetçiden<br />
yana olduğumu belirtmek<br />
istiyorum.<br />
Günümüzde bazı edebiyatçıların<br />
da günlük siyasete<br />
dolambaçlı yollardan<br />
göz kırparak nemalanma<br />
yolunu seçtiklerini görebiliriz.<br />
“Uluslararası” olmak<br />
adına, içinden çıkmış olduğu<br />
toplumun değerlerine<br />
saldırarak, dünyanın popülist<br />
gündeminde yer tutmak adına skandalvari bir<br />
çizgi izleyerek, politikanın da gündeminde olmayı<br />
başarırlar. Bunlar partizan yandaş olmaktan uzak<br />
bir görünüm sergilerler ama kozmopolit bir kimlikle<br />
hem İsa’ya hem Musa’ya yaranmanın yolunu<br />
bulurlar, fakat edebiyat kaybeder. Oysa edebiyatın<br />
kazanması insanın, insanlığın, kişilikli duruşların,<br />
hatta yüksek siyasetinde kanması demektir. Fakat<br />
böylesi soylu bir sonucu elde etmeyi amaçlamak,<br />
uzun vadeyi göze almayı gerektirdiğinden, kısa<br />
günün kârına fit olan edebiyatçılar türeyebilmektedir.■<br />
67<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
A. VAHAP AKBAŞ<br />
Mehmed Âkif’in yaşadığı dönem sosyal,<br />
siyasi çalkantılarla doludur. Bu dönem,<br />
zamanın aydınlarınca “İstibdat” diye adlandırılan<br />
İkinci Abdülhamid’in uzun saltanatını, İkinci Meşrutiyeti,<br />
Millî Mücadeleyi ve Cumhuriyetin ilk on<br />
yılını kapsar. Âkif, bu çalkantılı dönemde Meşrutiyeti<br />
kurma çabalarına, Balkan Savaşlarına, bu savaşların<br />
getirdiği yıkım ve sefalete, koca Osmanlı<br />
Devletinin çöküşüne, Kurtuluş Mücadelesine, yeni<br />
bir devletin kuruluşuna ve yeni devleti kuran kadroların<br />
inkılâpları oturtma faaliyetlerine, bazen kenardan,<br />
çoğu zaman da içinden tanıklık eder. Siyasi<br />
ğırlık taşıyan bütün bu vaka ve hareketlere Âkif’in<br />
tanıklığı ya da müdahilliği, Birinci Meclisteki Burdur<br />
mebusluğu sayılmazsa, daha çok şair, fikir ve<br />
dava adamı sıfatlarıyladır. O da, ölümünden kısa<br />
bir süre önce Nevzad Ayas’ın kendisiyle yaptığı bir<br />
mülakatta “İstiklâl Harbi’nde Büyük Millet Meclisi<br />
azalığına intihap oluncaya kadar siyaset ile geniş<br />
bir alakam yoktur.” der. [1]<br />
Âkif,’in genel itibarıyla bir siyasetçi kimliğine<br />
sahip olmadığı söylenebilir. Dostları, onun münakaşalara<br />
girmekten çekindiğini, bir teşkilat adamı<br />
1. Nevzad Ayas, Mehmed Akif-Zihniyeti ve Düşünce<br />
Hayatı, Eşref Edib, Mehmed Akif-Hayatı eserleri ve Yetmiş<br />
Muharririn Yazıları, İstanbul 2010.<br />
olmadığını söylerler. [2] O daha çok susup dinleyen,<br />
düşünen, kendine şair ve bir miktar da dilci vasıflarını<br />
uygun gören adamdır. Kurtuluş Savaşından<br />
sonra kendisine, “Artık siyaset adamı oldun. Siyasetten<br />
ayrılmak biraz gücüne gider galiba.” diyen<br />
Eşref Edib’e Muhammed Abduh’un şu anlama<br />
gelen sözlerini aktarması, aslında Âkif’in siyasete<br />
bakışını en açık bir şekilde ortaya koyar:<br />
“Şu siyasetten, siyaset sözünden, siyaset<br />
mânâsından, siyaset sözünün ağızdan çıkan her<br />
harfinden, siyaset namına içten gelen her hayalden,<br />
siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden<br />
yahut siyaseti öğrenen yahut siyasetle aklını bozan<br />
yahut siyasetle akıllılaşan herkesten, siyaset kelimesinin<br />
kökünden ve o kökten çıkan iştikakların<br />
hepsinden Allah’a sığınırım…” [3]<br />
Böyle olmakla beraber, Âkif, hayatının hemen<br />
hiçbir safhasında siyasetten bütünüyle uzak duramamıştır.<br />
İdeal adamı kimliğinin, vatana hizmet ve<br />
sorumluluk bilincinin onu bu alana girmeye mecbur<br />
tuttuğu söylenebilir. Söylenebilecek bir husus<br />
da, Âkif’in siyasetle ilişkisini daima bir seviyede<br />
tuttuğu ve sıkı sıkıya bağlı olduğu fikirlerini, için-<br />
2. Hasan Basri Çantay, Akifname, İstanbul 2008.<br />
3. Eşref Edib, age.<br />
68<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
de ya da yanında bulunduğu siyasi kurumların savunduğu<br />
fikirlere asla feda etmediğidir. Muhalefeti<br />
genellikle suskun ve derin, bağlılığı ise ölçülü ve<br />
kısa sürelidir. Bel bağlayıp elini taşın altına koyma<br />
bilinciyle içinde yer aldığı hareketler ise onu hep<br />
hayal kırıklığına uğratmıştır.<br />
Âkif’in çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri<br />
Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde<br />
geçmiştir. Âkif’in dört beş yaşlarında mahalle<br />
mektebine başladığı yıl, Abdülhamid’in otuz üç<br />
yıllık saltanatının da başladığı yıldır. İkinci Meşrutiyet<br />
ilan edildiğinde artık otuz beşini aşmıştır.<br />
Abdülhamid’e muhalefet, devrin aydınları arasında<br />
yaygındır. Bir çeşit modadır, denebilir. Çoğu, Dücane<br />
Cündioğlu’nun ifade ettiği gibi [4] Abdülhamid’in<br />
güttüğü siyasetten, ne yapmak istediğinden haberdar<br />
değildir. Meşrutiyetin ilanının, Abdülhamid’in<br />
tahttan indirilişinin her şeyi düzelteceğine dair bir<br />
inanç taşımaktadır hepsi. Âkif de böyle bir ortam<br />
içinde yetişmiştir. Çok beğendiği yazarlar, okuldaki<br />
hocaları (Hoca Kadri Efendi gibi), matbuat<br />
âlemindeki ve edebiyat çevrelerindeki hava ve en<br />
önemlisi baskıya, haksızlığa tahammül etmeyen<br />
mizacı, onun, kendisi gibi “İslam Birliği” fikrini savunmasına<br />
rağmen Abdülhamid’e muhalefet edenler<br />
arasında yer almasına neden olur. O da, “Ah,<br />
başımızdan Abdülhamid kalksa, edebiyatta, kim<br />
bilir, ne adamlar çıkacak!” [5] diyecek kadar, her türlü<br />
ilerlemenin önündeki engel olarak Abdülhamid’i<br />
görür.<br />
Âkif, bu dönemde suskundur. “Birkaç mukallidine<br />
neşide” dışında bir şey yayımlamaz. Süleyman<br />
Nazif, bunu Abdülhamid’in baskıcı yönetimine<br />
bağlar; “Safahat şairi, sükûta mahkûm zümrelerin<br />
ilk saflarındaydı.” der. [6] Âkif’in Abdülhamid<br />
aleyhindeki mısraları 1908’den sonra yayımlanır.<br />
Eleştiriler “İstibdat” manzumesinde yoğunlaşır.<br />
“Asım”da ise eleştirilerle beraber bir yumuşama<br />
ve özeleştiri de dikkatlerden kaçmamaktadır. Âkif,<br />
Abdülhamid’in dış siyasetine hemen hiç temas etmez.<br />
Osmanlı üzerine dünya devletlerince oynanan<br />
oyunlardan, Abdülhamid’in bu oyunlara karşı<br />
manevralarından habersiz gibidir. Âkif’i aleyhtar<br />
kılan daha çok iç siyasettir. Devirden memnuniyet-<br />
4. Dücane Cündioğlu, (Mülakat), Âkif’ten Asım’a, Kültür<br />
ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 2007.<br />
5. Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, İstanbul 2005.<br />
6. Eşref Edib, age.<br />
sizliği gösteren bazı genel eleştirilerle beraber daha<br />
çok halk üzerine kurulan baskıdan, özgürlüklerin<br />
kısıtlanmasından yakınır Âkif ve Abdülhamid hakkında<br />
ağır ifadeler kullanır. Ona göre milletin izzeti<br />
ayaklar altına alınmıştır. Bir aşiretten cihan devleti<br />
çıkarmış ve bir zaman dünyayı titretmiş millet zelil<br />
bir duruma düşürülmüş, yüce bir kavim sefil hâle<br />
getirilmiştir. Âkif, Abdülhamid’i kadınlar gibi kafes<br />
arkasına saklanmakla, korkaklıkla itham eder;<br />
daha çok hafiyeler” vasıtasıyla yapılan zulümleri,<br />
iyi insanların sürgün ya da mahkûm edilmelerini<br />
işler:<br />
Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,<br />
«Bu bir cânî!» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.<br />
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,<br />
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se...<br />
“Hürriyet” manzumesi, “İstibdat”ın sona erişini<br />
kutlayan çocukların coşkusunu dile getirir.<br />
Şüphesiz, Âkif’in acıların bittiğine ve yeni, güzel<br />
bir dönemin başladığına dair ümitlerini de… Nitekim<br />
bu duygu ve ümitlerle İkinci Meşrutiyetin<br />
ilanından hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine<br />
üye olur. Ancak daha girerken, kendi tavrından<br />
taviz vermeyeceğini gösterir. Cemiyete<br />
girilirken yapılan yemine itiraz eder; “Cemiyet’in<br />
bütün emirlerine bilâ kayd ü şart itaat” edileceğine<br />
dair ibareyi kabul etmez ve “Ben Cemiyet’in<br />
yalnız emr-i ma’rufuna biat ederim, mutlak söz veremem.”<br />
der. Bu şekilde yemin ederek Cemiyete<br />
üye kabul edilir. Ne ki be cemiyetle ilişkisi uzun<br />
sürmez. Onların gidişatını tasvip etmez. “Yaşasın”<br />
diye sokaklara dökülen Meşrutiyetin miting kahramanlarına<br />
kızar ve Cemiyetten ayağını keser,<br />
darılır. Cemiyetle ilişkisi, denebilir ki Şehzadebaşı<br />
İlmiye Kulübünde irşad ve eğitim faaliyetleri çerçevesinde<br />
verdiği Arapça derslerinden ve burada<br />
yaptığı bir konuşmanın metninin (İttihad Yaşatır<br />
Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür) yayımlanmasından<br />
ibaret kalır. Tabiî, İttihat ve Terakki tarafından<br />
kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adına Berlin’e<br />
(Almanların elindeki Müslümanları dinleyip irşat<br />
etmek için), Necid’e (Arap kabilelerinin İngilizlerle<br />
anlaşmalarını önlemek için) yaptığı seyahatleri<br />
farklı değerlendirmek gerekir. Âkif, her dönemde,<br />
yönetenlerin fikirlerini beğenmese de ülke yararına<br />
olduğuna inandığı görevleri üstlenmekten kaçın-<br />
69<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
maz. Görevle siyaseti kesin çizgilerle birbirinden<br />
ayırır. Millî Mücadeleye katılması, bu çerçevede<br />
verdiği vaazlar, bazı isyanları bastırmak için gösterdiği<br />
çabalar da onun yurt, millet sevgisinden, bu<br />
sevginin doğurduğu bilinç ve sorumluluktan kaynaklanmaktadır.<br />
Asım manzumesinin bir bölümünde, “önceki<br />
devir”le yeni devri karşılaştırır Âkif. İttihatçıların<br />
ülkeyi sürüklediği durum, önceki devre rahmet<br />
okutmaktadır. “Hürriyet”i kutlamalar şaklabanlığa<br />
dönüştürülmüş; hürriyet, şenlikle özdeşleştirilmiştir.<br />
Özellikle komitacı yöntemlerle idareyi tamamen<br />
ele almaları ve muhaliflere baskı uygulamaları<br />
üzerine Âkif’in iyice sıdkı sıyrılır, onları ciddi<br />
anlamda eleştirir. Köse İmam’la Hocazade’nin<br />
(Âkif) diyaloglarından oluşan şu mısralar bu bakımdan<br />
önemlidir:<br />
-Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici beyim<br />
«Önceki devir» mi dedin demin.. Elindeyse, çevir,<br />
Ensesinden tutup zamanı da gelsin o devir.<br />
Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi!<br />
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!<br />
Mecbur edin halkı çavdarla karışık çöp yemeye:<br />
Ne bu Ekmek! diye dünyayı verin velveleye.<br />
Hastalık, bit, sefillik saradursun, kol kol,<br />
Siz sadece seyredin!<br />
-Dünya Savaşı bu, ayol!<br />
-Böyle alçakça gebermezdi insan önceki devirde,<br />
-Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefalet içinde.<br />
-Niye özgürlük için sürgüne gittindi<br />
-Evet.<br />
Gittim amma bu değil beklediğim hürriyet.<br />
Zaten ilan edilirken işi çakmıştım ya...<br />
Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rüya!<br />
Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!<br />
Âkif’in eleştirileri bunlarla kalmaz. İttihat ve<br />
Terakki’nin “dehşetli siyasetçi”lerini, tabir yerindeyse,<br />
tiye alır.<br />
—Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,<br />
Galiba sezdi ki, yekten dedi: «Halt etme sofu!<br />
Gördüğün fesli: Senin milletinin filozofu.<br />
Bu ve benzeri dehalar tutuyor memleketi.<br />
Sen bu şenlikleri gördünse kimin marifeti»<br />
Dedim: «Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir,<br />
Şu dehalar dediğin kaç kişidir, kimlerdir»<br />
«Sosyolog biri, dehşetli siyasetçi diğeri;<br />
Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin piri.»<br />
Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır;<br />
Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır.<br />
Buradaki filozof, Rıza Tevfik; sosyolog Ziya<br />
Gökalp; siyasetçi, Talat Paşa; maliyeci ise Cavit<br />
Bey’dir. Ama zannımca can alıcı eleştiri, Bâbıâli’ye<br />
arkadaşlarıyla bir baskın düzenlemeyi planlayan<br />
Asım’a söylediği şu sözlerdedir. Bu, Akif’in inkılap<br />
anlayışını ve bu anlayışın İttihatçılarla çelişen<br />
yanını gösterir aynı zamanda:<br />
İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...<br />
Yoksa, ellerde kör alet olan efeler tertibi,<br />
Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil.<br />
Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.<br />
Görülüyor ki Âkif her türlü baskının, zor kullanmanın<br />
karşısındadır.“Ellerde kör alet efeler gibi”<br />
fikrî ve sosyal meselelerin çözülemeyeceği görüşündedir.<br />
Bir yazısında der ki: “Hiddetler, şiddetler,<br />
baskılar, zorlamalar hep ac zin dölyatağından düşen<br />
bir sürü eksik yaratıklardır ki insanlık mecbur kalmadıkça<br />
bunları kabul edip kucağına ala maz; alsa<br />
da mümkün değil, sevemez. İnsanlar yumuşaklık<br />
ister, uyumluluk ister; ikna etmek için getirilecek<br />
delillerin hem bilgili, hem yumuşak huylu bir ağızdan<br />
çıkmasını bekler.” [7] Nitekim ittihat ve Terakki,<br />
fikrî ve ilmî konuların da tartışılmasına tahammül<br />
edemeyecek duruma gelip de gazete ve dergi kapama<br />
yoluna başvurunca, Âkif bir mektupla Ziya<br />
Gökalp’i ve genel merkez naşirlerini konuları tartışmaya<br />
davet eder. Ancak daveti cevapsız kalır. [8]<br />
Yine Köse İmam’la Âkif arasındaki diyaloglardan,<br />
onun Abdülhamid dönemine daha “insaflı”<br />
bakmaya başladığı sonucu çıkarılmaya çalışılır genellikle.<br />
Köse İmam’ın, Âkif’in babasından aktardığı<br />
semerci hikâyesi ve bu hikâyenin sonundaki<br />
özellikle şu mısralar, “gelen gideni aratır”ın yanında,<br />
“kıymet bilememiş olmak” yorumuna da açıktır<br />
aslında:<br />
“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi<br />
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.<br />
7. Mehmed Akif, Düzyazılar, Haz. A.Vahap Akbaş, İstanbul<br />
2010 / Sebilürreşad, 2 Ağustos 1328-2 Ramazan 1330, C. 8-1,<br />
adet: 206-24.<br />
8. Eşref Edib, age.<br />
70<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:<br />
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”<br />
Sözlü tanıklıklara dayanılarak Âkif’in,<br />
Abdülhamid’e dair kanaatlaerinin son zamanlarda<br />
değiştiği ileri sürülmektedir. Şemsettin Şeker,onun,<br />
hastalık dönemlerinde yakın dostlarından Yozgatlı<br />
Mehmet Efendi’ye “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını<br />
yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II.<br />
Abdülhamid’e karşı itizar (özür dileme) ve itiraflarım<br />
olacak.” dediğini aktarmaktadır. [9] Bu, kesin<br />
bir kanıt olmamakla beraber, aradan çeyrek asırdan<br />
fazla bir zaman geçtikten sonra, samimi bir aydının,<br />
başka aydınların da yaptığı gibi, olup bitenleri<br />
daha farklı değerlendirebilmesini ve kanaat değiştirmesini<br />
makul saymak gerekir.<br />
Âkif’in fiilî siyasî hayatı, Ankara’ya gitmesi<br />
ve Birinci Meclise Burdur Milletvekili olarak<br />
girmesi ile başlar. Ancak siyasete uygun olmayan<br />
mizacı onun bu tecrübesini de sıra dışı kılar. Mithat<br />
Cemal’in ifadesiyle mebusluğu dört senelik bir<br />
sükûttur. Zabıtlardaki konuşmaları yok denecek<br />
kadar azdır. Yazdığı İstiklâl Marşı’nı bile Mecliste<br />
okumaya yanaşmaz. Yine Mithat Cemal, bu<br />
suskunlukların “sağlam bir kafa terbiyesinin neticesi”<br />
olduğunu söyler. O, bilmediği şeye karışmama<br />
gibi bir özelliğe sahiptir. Siyaset de bilmediği<br />
şeylerdendir. Meclis kürsüsünde bir defa konuşur.<br />
Bu konuşmada Tevfik Paşa Hükümetine yumuşak<br />
bir cevap yazılmasını önerir, ancak Mustafa Kemal<br />
buna karşı çıkar. Bazı önergelere imza atar, elçiliklere,<br />
cepheye mebus sıfatıyla ziyaretler yapar. Bazı<br />
heyetlere üye seçilir. İstiklâl Mahkemeleri aleyhine<br />
oy verir. Hepsi bu kadar. Hasan Basri Çantay’ın<br />
yazdığı şu anekdotun, Âkif’in mebusluğu hakkında<br />
bir fikir edinmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum:<br />
“Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu<br />
olan üstad, zaman zaman seçim bölgesi halkının<br />
müracaatları karşısında kalır, bunlardan sıkılırdı.<br />
Çünkü isteklerini rica etmek için vekâletler nezdinde<br />
teşebbüslerde bulunmak lâzımdı. O, kendini<br />
daire müdürlerine ne diye takdim edecekti Ayıp<br />
değil miydi Bu, kendi kendine zamanın önemli kişisi<br />
özelliği vermek değil mi idi”<br />
9. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı,<br />
İstanbul 2010.<br />
“Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi.<br />
Bir gün Burdur’un kaza olması hakkında ezkaza<br />
kuvvetli bir teklif gelip çattı! Âkif’i görmeli idiniz!<br />
O, seçim çevresini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti<br />
Kendisini gıyabında seçenlerin hukukunu<br />
nasıl müdafaa edecekti Bu vaziyet karşısında seyirci<br />
kalabilir miydi Üstad istifaya kıyam etti, güç<br />
bela vazgeçirdik. Kendisini seven bütün arkadaşları,<br />
o hâdisede âdeta birer Burdur mebusu kesildiler,<br />
kazadan da kurtulduk.” [10]<br />
Âkif de diğer muhalifler gibi İkinci Meclise alınmaz.<br />
Mizacına ve Birinci Meclisteki hâline bakarak<br />
Âkif’in bunu pek umursamadığını sanıyorum.<br />
Ancak umursadığı başka gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin<br />
onu derinden etkilediği anlaşılıyor. Artık<br />
yeni bir dönem başlamıştır. Zaferi sahiplenenler ve<br />
ülkeyi Âkif’in ideallerinin tam da aksi bir mecraya<br />
sürükleyenler gemi azıya almıştır. Muhaliflerden<br />
Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, Millî Mücadelede<br />
önemli rol oynayan Sebilürreşad’ın kapatılması,<br />
basındaki inkılapçı, ırkçı dalga Âkif’i hüzün ve teessüre<br />
iter. Partinin resmî gazetesinde “Haydi, sen<br />
kumda biraz oyna!” (Gölgeler, Bir Arîza manzumesi)<br />
diye küçük düşürücü yazılar yazılır. Peşine<br />
hafiyeler takılarak takip ettirilir. Neyzen Tevfik’in<br />
kardeşi Şefik Kolaylı bir konferansında Âkif’in<br />
Mısır’a giderken kendilerini şöyle dediğini anlatır:<br />
“Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını<br />
satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi<br />
muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte<br />
bundan dolayı gidiyorum.”<br />
Şüphesiz Âkif’in Türkiye’yi terk etmesinde<br />
bütün bunların etkisi büyüktür. Ancak bunların<br />
yanında Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin dayattığı<br />
inkılapları benimsememesinin de etkisi inkâr<br />
edilemez. İnkılapların esprisi, diyalektiği, Sezai<br />
Karakoç’un ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu çağırdığı<br />
birlik türküsüne, İslam birliği idealine aykırı<br />
gibi geliyordu Âkif’e” [11] Bu bakımdan Âkif’in<br />
Mısır hayatını da uzun ve suskun bir muhalefet dönemi<br />
saymak gerekir kanımca.■<br />
10. Hasan Basri Çantay, age.<br />
11. Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1985.<br />
71<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Nüzhet Dede<br />
sanat ve politika<br />
M. NACİ ONUR<br />
1950’li yıllardan sonra sağ<br />
edebiyat, sol edebiyat<br />
ve İslamcı edebiyat diye<br />
isimler de aldılar. Bunların<br />
hiçbiri tabii olarak Türk<br />
Edebiyatı başlığı altındaki<br />
birikimin yerini alıp<br />
temsil edemediler. Bu<br />
sebeple yumruklarda,<br />
pankartlarda, sloganlarda,<br />
duvar yazılarında öne<br />
çıkan politik edebiyat,<br />
her zaman gerçek Türk<br />
Edebiyatını geri planda<br />
bırakmıştır.<br />
Çoğu edebiyat tarihçileri veya edebiyatla<br />
yakından alakalı kişiler, divan<br />
edebiyatının içine kapanık klasik bir edebiyat,<br />
saray edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı<br />
olduğunu, sosyal hayatla ilgisinin olmadığını,<br />
kısacası mevcut hayatı aksettirmediğini<br />
ifade ederler. Birçok kimse de bu ifadelerden<br />
yola çıkarak peşin bir hükümle divan edebiyatının<br />
1300-1860 tarihleri arasındaki 600<br />
yıl boyunca sosyokültürel bağlamıyla hiç<br />
ilişkisinin olmadığı fikri sabitine kendilerini<br />
inandırırlar.<br />
Agâh Sırrı Levent de bir cümlesinde “Divan<br />
edebiyatı içtimai bir edebiyat değildir ve<br />
hakiki hayattan o kadar nasibi azdır.” diyerek<br />
yukarıdaki tezi doğrularken, bu cümlenin<br />
devamında “fakat yaşadığı devir itibariyle<br />
yine onun sadık bir aynası olduğu da muhakkaktır.”<br />
diyerek şaşırtıcı bir cümle kurar.<br />
Bu şaşırtıcı cümleyi yadırgamamak gerekir,<br />
zira birçok divan şiirinde sosyal içerikli<br />
hâdiselere ilişkin ipuçları bulabildiğimiz<br />
gibi, birçok tarihî olayı, sosyal hâdiseleri an-<br />
72<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
latan mısra, beyit ve ifadelere rastlıyoruz.<br />
Sabri Ülgener’e göre, “Tek ve somut vak’alarla<br />
değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz<br />
için başvuracağımız kaynaklar halk<br />
ve destan edebiyatımızdan çok klasik edebiyata,<br />
özellikle Divan edebiyatına ait eserler olacaktır.<br />
Uzun zaman toplumun gündelik yaşayışı<br />
üstünde, basmakalıp sofiyane rumuz ve imajlarını<br />
gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği<br />
ısrarla ileri sürülen Divan edebiyatını araştırmalarımız<br />
boyu apayrı bir çehre ile yanımızda<br />
bulacağız. Gerçek ve baha biçilmez bir belge,<br />
hazine ve kaynağı olarak !”<br />
Divan edebiyatında ufak esintiler hâlinde<br />
bile olsa, büyük değişme arzuları hep dile getirilmiştir.<br />
Divan edebiyatı hem soyutta hem de<br />
somutta zafer kazanmıştır.<br />
Bahsettiğimiz dönemde, nazım ve nesir sahasında<br />
kaleme alınan eserler yaşanılan hayatın<br />
bir görüntüsüdür ve incelenmeye değer.<br />
Fatih’in veziri şair Ahmet Paşa’nın<br />
Çin-i zülfün miske benzettim hatasın bilmedim<br />
K’ey perişân söyledim bu yüz karasın bilmedim<br />
diye başlayan bir gazeli yanında; siyasetle sanatı,<br />
edebiyatı, şiiri bir arada götürmeye çalışan<br />
hisli ve duygulu Osmanlı padişahlarına<br />
rastlıyoruz.<br />
Avni mahlasıyla şiir yazan ve bir devri kapayıp<br />
bir yeni devir açan Fatih Sultan Mehmed,<br />
gazelinin bir yerinde şunları söylüyor:<br />
Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup<br />
Gözlerinden akan anın yaş yerine kan olup<br />
(Keşke âşık ayrılık belâsıyla inleyerek ağlasa<br />
ve onun gözlerinden de yaş yerine kan aksa)<br />
Her ne denlü cevrler görse vefâlar eylese<br />
Her ne denlü gülseler hâline ol giryân olup<br />
(Âşığı sevgiliden her ne kadar eziyet görse,<br />
ona o derece vefa göstermeli, rakipleri onun<br />
hâline güldükçe o da ağlamayı artırmalı.)<br />
Verseler mülk-i cihânın tâc u tahtı devletin<br />
Avni kûyun terkin etmez başına sultân olup<br />
(Bütün cihan mülkünün tacı ve tahtına hükmetme<br />
şansını verip o mülkün başına Avni’yi sultan<br />
etseler, Avni yine de senin mahalleni bırakıp<br />
gitmez.)<br />
Yine Osmanlının şair padişahlarından Muhibbî<br />
mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman, hem siyasi<br />
hem de edebî kimliğiyle, hem kılıcını hem de<br />
kalemini kullanarak bir manzumesinde şunları<br />
söylüyor:<br />
Allâh Allâh diyelim sancak-ı şâhi çekelim<br />
Yürüyüp her yaneden Şark’a sipâhi çekelim<br />
(Allah Allah nidaları arasında sancak-ı şerifi<br />
meydana çıkaralım ve dört bir yandan yürüyüp<br />
atalarımızı Şark illerine sürelim. )<br />
Bize farz olmuş iken olmamız İslam’a zahir<br />
Nice bir oturalım bunca günahı çekelim<br />
(Askerlerim, İslama arka çıkmak bize farz kılınmış<br />
iken, daha ne zamana kadar oturup bunun<br />
günahını çekeceğiz. )<br />
Umarım rehber ola bize Ebubekir ü Ömer<br />
Ey Muhibbi yürüyüp Şark’a sipahi çekelim<br />
(Ey Muhibbi, hele biz yürüyüp Şark’a asker<br />
çekelim, inşallah Ebubekir ile Ömer önümüze düşüp<br />
bize yol gösterirler. )<br />
Muhibbi’nin şu iki beyti de oldukça iyidir:<br />
Hayâtım hâsılım, ömrüm şarâb-ı kevserim adnim<br />
Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım, verd-i<br />
handânım<br />
(Hayatımın var oluşumun sebebi, cennetim,<br />
Kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin<br />
anlamı, gönlüme kazınmış resim gibi sevgilim,<br />
benim gülen gülümsün. )<br />
Kapında çünkü meddâhım seni medh ederim<br />
dâim<br />
Yürek pür-gam gözüm pür-nem Muhibbiyim<br />
hoş hâlim<br />
73<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
(Kapında devamlı seni metheden biriyim, seni<br />
överim sanki hep seni övmek için görevlendirilmiş<br />
gibiyim. Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla<br />
dolu, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim bir hoş<br />
hâle geldim. )<br />
Yine siyaset adamı ve şair Yavuz Sultan<br />
Selim’in de Selimî mahlasıyla söylediği kıt’ası<br />
çok meşhurdur.<br />
Bu kıt’ada hayat edebiyat ve siyasetin bütün<br />
izlerini yakalayabiliriz.<br />
Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur<br />
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr<br />
olur<br />
Sadıkâne belki ol âlemde dildâr olur<br />
Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur<br />
Hayat ile edebiyat ilişkileri her zaman dile getirilir.<br />
Edebiyat aslında hayatın, yaşayışın kaleme<br />
dökülüşü ve ifadesidir.<br />
Şair ve nasir de nihayet insandır ve cemiyet<br />
içinde hayatını sürdüren bir sanatçıdır. Cemiyetle<br />
ilgili bütün hadiseler sanatkârın her şeyi<br />
büyülten ruhunda akisler uyandırır. Millî, siyasi,<br />
dinî, ahlaki görüşlerini ve fikirlerini ifade<br />
etmeye çalışır.<br />
İslam düşüncesi geleneğinde din diliyle, düşünce,<br />
edebiyat ve sanat dili birbirinden ayrı<br />
çizgilerde, ayrı alanlarda gelişip seyretmez.<br />
Ahmet Yesevi ve Yunus’un şiirleri buna en bariz<br />
örnektir.<br />
Kur’an’da ve hadiste, daha sonraları ilim<br />
ve düşünce geleneğinde dinî düşünce hem edebiyat<br />
diliyle zenginleşmiş hem de edebiyat ve<br />
sanat dilini beslemiş, zenginleştirmiştir.<br />
<strong>Bizim</strong> edebiyatımızın dönem adlarını siyasal<br />
tarihimizin safhaları tayin eder. Eski Türk<br />
Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı,<br />
Batı Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi<br />
Edebiyatı gibi.<br />
1950’li yıllardan sonra sağ edebiyat, sol<br />
edebiyat ve İslamcı edebiyat diye isimler de<br />
aldılar. Bunların hiçbiri tabii olarak Türk Edebiyatı<br />
başlığı altındaki birikimin yerini alıp<br />
temsil edemediler. Bu sebeple yumruklarda,<br />
pankartlarda, sloganlarda, duvar yazılarında<br />
öne çıkan politik edebiyat, her zaman gerçek<br />
Türk Edebiyatını geri planda bırakmıştır.<br />
Hem siyasi hem edebi açıdan zamanın getirdiği<br />
imkânları tam değerlendirdiğimizi söylemek<br />
mümkün değil. Edebiyat ve sanat tamamıyla siyasal<br />
alanı ve siyasetçileri; dilleri, düşünüş biçimleri,<br />
estetik görüşleri; siyasal kanallarla etkilendikleri<br />
içtimai yapıyı ve kitleyi derinden ve kalıcı,<br />
sağlıklı yönlendirmesi, her eserle yeniden kurması<br />
gerekirdi, fakat öyle olmadı. Siyasal alandaki<br />
durgunluk, sanat edebiyat ve düşünce dünyasını<br />
da belirledi. Sonuçta edebiyatın ve sanatın kimyasını<br />
tahrip eden bir sürece dönüştü.<br />
Bir şairin ömrü boyunca kaleme aldığı şiirlerinin<br />
toplandığı eserler olan divanlar; aynı zamanda<br />
şairin hayat, dünya, insan ve siyaset görüşünün<br />
de bir aynasıdır.<br />
Bilhassa kasidelerde şairin yaşadığı devirde<br />
meydana getirilen, cami, şadırvan, han, hamam,<br />
köprü, medrese gibi eserlerin vücuda getirilişine,<br />
yapılan fetihlere methiyeler bulabildiğimiz gibi<br />
padişah, vezir ve paşaların sefere çıkışlarını ve<br />
fethettikleri ülkelerdeki faaliyetlerini yakından<br />
ve biraz da tarihleri ile beraber öğrenme fırsatını<br />
elde ederiz.<br />
Nabi’nin sadrazam Hüseyin Paşa’ya, çıktığı<br />
seferle ilgili yazdığı kasidede;<br />
Lil’lâhil-hamd olup ma’reke-i ceng tamâm<br />
Buldu âlem yeniden sulh u salah ile nizâm<br />
derken, Yahya Bey’in Kasım Paşa’nın Bağdat’da<br />
Şat Irmağı üzerinde yaptırdığı köprü için söylediği<br />
kasidenin bir yerinde,<br />
Kuruda yaşda yoldaşlık edip Hızır-âsâ<br />
Yaptı bir köprü Şat’a Hazreti Kasım Pâşâ<br />
diyerek köprünün inşasına vurgu yapılmaktadır.<br />
Hayat ile edebiyat arasındaki bu ilgiyi siyasetle<br />
bağlamak ve bu üçlü arasında daima bir uyum<br />
bulunduğunu da belirtmek gerekir. Beydaba’nın<br />
Kelile ve Dimne’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu<br />
Bilig’i, Nizamü’l- Mülk’ün Siyasetnamesi gibi<br />
edebi, siyasi ve içtimai konuları ihtiva eden eserleri<br />
vardır.<br />
Siyasi ve edebî bakımdan tarihimizde önemli<br />
ve hikemi şiirin üstadı olan Sadrazam Koca Ragıb<br />
Paşa gibi hem siyasi hem edebî kimliğe sahip<br />
devlet adamlarının eserleri, bu edebiyatın siyasi<br />
74<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
cephesini aydınlatmada önemli roller oynamıştır.<br />
Cemiyetlerde siyasal iktidarların politikalarını<br />
destekleyecek bir kültür oluşturmak amacıyla<br />
çeşitli kurumlar kurmaları da sıkça karşılaşılan<br />
bir durumdur. Nitekim bu maksatla,<br />
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin iktidarını<br />
ve politikasını geliştirmek için sık sık<br />
sanatçıları şair ve yazarları etrafına toplaması ve<br />
iltifat etmesinin sebebi budur.<br />
Divan edebiyatından Cumhuriyete kadar,<br />
edebî ürünlerin siyasal erki desteklemek için<br />
kullandığını, siyasal iktidarın da kendilerini<br />
desteklemeleri için onları yanlarında tutmaya<br />
çalıştıklarını, böylece karşılıklı yararlandıklarını<br />
biliyoruz. Böyle olunca da çoğu zaman ortaya<br />
zayıf ve niteliksiz eserler çıkıyor.<br />
Politikadan fayda gören edebiyatçılarımız<br />
olmakla beraber hayal kırıklığına uğrayan,<br />
yargılanan, yazmayı terk eden, edebî çizgisinde<br />
olumsuz değişmeler olan edebiyatçılarımızın<br />
sayısı çoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve<br />
Yahya Kemal, uzun süreli milletvekili olmalarına<br />
rağmen, politikanın edebî hayatlarını<br />
etkilemesine izin vermeyen, o raddeye gelindiğini<br />
fark ettiklerinde de sessizce politikadan<br />
sıyrılmasını bilen şahsiyetlerdir.<br />
Necip Fazıl Kısakürek de aynı fikir üzerine<br />
hareket etmiştir. Ancak onun sesi diğerlerinden<br />
gür çıkar. Halide Edip de Cumhuriyet devri<br />
kadınının öncüsü olarak edebiyat ve politika<br />
içinde farklıdır. Sosyal hayatı, edebiyatından<br />
ve politikasından üstün durumdadır.<br />
1950’li yıllardan itibaren edebiyat ve politika<br />
ilişkilerinin diğer yıllara göre daha etkili ve<br />
hareketli olduğunu görüyoruz.<br />
Cumhuriyet döneminde ilimizde yetişmiş<br />
şair, sanatçı, siyasetçi, TBMM’nin birinci döneminde<br />
Ergani Milletvekili olarak görev yapan<br />
Nüzhet Dede’yi hayat, edebiyat ve siyaset<br />
alanında ele alarak incelemek yerinde olur.<br />
Osmanlı döneminde böyle şair padişahlar,<br />
siyasetle sanat ve edebiyatı yan yana sürdürürken<br />
Cumhuriyet döneminde de kendi yöremizde<br />
yetişen Nüzhet Dede sanatla siyaseti birleştirmiş,<br />
şiir alanında oldukça güzel örnekler<br />
vermiştir.<br />
Nüzhet Dede’nin (Saraçoğlu) ulaşılabilen<br />
dedesi, Saraçzade İbrahim Efendi’dir. Saraçlık<br />
yapan bu zatın mesleğine istinaden aile, Saraçoğlu<br />
soyadını almıştır.<br />
Nüzhet Efendi’nin babası Saraç-zade Hakkı<br />
Efendi’nin; Mahbub, Nüzhet, Nazife adında üç<br />
çocuğu olmuştur.<br />
Nüzhet Efendi, 1862 yılında Çemişgezek’te<br />
dünyaya gelmiştir. Öğrenim gördüğü, ancak<br />
öğreniminin hangi safhada olduğu bilinmemekle<br />
beraber, kendisini yetiştirmiş arif bir insan olduğu<br />
kanaati hâkimdir.<br />
Hamidiye Medresesi’nde eğitim görmüş olabileceği<br />
düşünülebilir. Zira Nüzhet Efendi, Ovacık<br />
Kaymakamlığı görevini de yürütmüştür.<br />
Kendi döneminde memuriyette boş bir kadroya<br />
müracaatında hayat hikâyesi sorulmuş, o da<br />
buna şu cevabı manzum olarak vermiştir:<br />
Okudum Tuhfe-i Vehbiyle Pendi<br />
Tamam ettim Gülistan’ı nidem âh<br />
Ki Hafız bitmedi nısf oldu eyvah<br />
Bu mısralardan anladığımız kadarıyla,<br />
Tuhfe-i Vehbi, Gülistan ve Hafız’ın eserlerini<br />
okuduğunu beyan ediyor.<br />
Yaratılışındaki şairlik yeteneğini, tarikatının<br />
telkin ettiği ilahî aşkla ve derin hisleriyle birleştiren<br />
Nüzhet Efendi, büyük hakikati bulma arzusu<br />
ile bilmediklerini itiraf etmekten çekinmiyor:<br />
Yok senin gibi cihân içre melâmet Nüzhet<br />
Ağla kim yok sana, var halka selâmet Nüzhet<br />
Nüzhet Dede, son derece nüktedan, hazır cevap<br />
bir insandır. Şiirlerinde tanıdık bildik insanlara<br />
valilere, mebuslara, belediye başkanlarına<br />
küfürlere varacak nitelikte ağır dil ve ifadeler<br />
kullanarak hicviyeler yazmıştır. Hatta hiç sevmediği<br />
bir kaymakamın Çemişgezek’e tayin edilmesi<br />
dolayısıyla;<br />
Ey murg-ı kenef yer yüzüne mâye mi geldin<br />
Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin<br />
diyecek kadar işi ileriye götürmüştür.<br />
Nüzhet Dede, İmam Efendi diye anılan<br />
Harput’ta ikamet eden Osman Bedreddin-i<br />
Erzurumi’ye intisap etmiştir. Bu bakımdan şu beyitleri<br />
dikkate değerdir:<br />
75<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Elde sermâye olan bunca günahı bari<br />
Bedri pazârına gir terk et emânet Nüzhet<br />
Çıkar virâne ger mamûre girerse bağ-ı<br />
Bedri’den<br />
Bu bir bâğ-ı melâhat ki bahârı hiç hazân bilmez<br />
1890-1909 arasında tarikata intisap ederek<br />
20 yıl kadar Harput’ta yaşamıştır. Şeyhi Osman<br />
Bedrettin Efendi’nin ( İmam Efendi’nin) ölümü<br />
üzerine, üzüntüsünü şu beyitlerle dile getirir:<br />
Karalar giy matem et, bu matem-i Bedr-i<br />
Münir<br />
Ağla Allâh aşkına, hep ağlasın nev’-i beşer<br />
Tazelensin macerâ-yı derd-i deşt-i Kerbelâ<br />
Kanlı gömlek giysin âlem cuş edip hun-i ciger<br />
Görmemiştir cân bedenden çıktığın cins-i<br />
beşer<br />
İşte ben gördüm gözümle Bedri cânımdır gider<br />
İmam Efendi’ye yazdığı manzum mektup<br />
yanında İmam Efendi’nin de cevabi manzum<br />
mektubundan birkaç kıt’ayı buraya alalım:<br />
Nüzhet Dede’nin Arz-ı Hâli<br />
Nüzhet yalanı sevmez<br />
Elbette Saminiler<br />
Himmet kanadı pirle<br />
Salarsa başa sâye<br />
Bedri tamâm olunca<br />
İş bu Muharrem ayı<br />
Baki midir bu matem<br />
Atideki her aya<br />
Osman Bedrettin-i Erzurumi’nin Nüzhet<br />
Dede’ye Cevabı<br />
Kesret içinde vahdet<br />
Et Rabbına bu vuslat<br />
Elinde varken fırsat<br />
Verme ömrün hevâya<br />
Ölmeden evvel ölüp<br />
Vahdetten ol haberdâr<br />
Gör bunda Bedri yârin<br />
Kalma sakın ferdâya<br />
Bektaşi-vari ifadelere yer vermesinden dolayı<br />
kendisiyle aynı zamanda mebusluk yapan Besim<br />
Atalay da Nüzhet Dede için “ Yine mecliste bulunan<br />
bir Bektaşi de Nüzhet Baba (Elazığ- Çemişgezek)<br />
idi. Nüzhet Baba, tahsilinin az olmasına<br />
rağmen zeki, arif, anlayışlı bir zattı. Çok güzel<br />
nefesleri vardı.” şeklinde ifadeler kullanmıştır.<br />
İmam Efendi’nin Nüzhet Dede için söylediği rivayet<br />
edilen sözler de şöyledir:<br />
“ Nüzhet Efendi’yi hor görmeyelim, o her telden<br />
çalar, her sazın önünde oynar. Fakat tellerden<br />
çıkan sedanın ne olduğunu sezer. Bu da bambaşka<br />
bir âlemdir. Yılan da eğri büğrü yürür. Lakin<br />
yuvaya girerken düzelerek süzülür. Biz ne kadar<br />
zühd ü takva libasına bürünmüş olsak –haşa-<br />
Cenab-ı Allah’ı aldatamayız. O her şeyi bilir,<br />
görür. Herkesin kalbini bilir. Nüzhet Dede’yi gören<br />
seni de beni de görücüdür. Dede, meyhanede,<br />
kahvehanede gezer, fakat nefret sezer, ibretle gezer.<br />
Dedenin kalbini kırmayalım.”<br />
Nüzhet Dede, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz,<br />
V.Murat, 2. Abdulhamit, 5. Mehmed Reşad<br />
zamanı ile Türkiye Cumhuriyetinde de M. Kemal<br />
Atatürk ve İsmet İnönü’nün devirlerini idrak<br />
eden bir şahsiyettir. 1942 yılında Çemişgezek’te<br />
vefat etmiştir.<br />
Böylesine şair yaratılışlı, mutasavvıf ve siyaset<br />
adamının edebî şahsiyetinin oluşumunda<br />
yaşadığı devrin, aile yapısının, çevresinin büyük<br />
tesiri olduğu bir gerçektir.<br />
Nüzhet Dede’nin üzerinde devrin edebî, tasavvufi<br />
terbiyesi hemen hissedildiği gibi, Harput<br />
kültürünün de derin izleri görülür. Hicivler yanında<br />
divan edebiyatımızın vazgeçilmez nazım türü<br />
gazeller de vücuda getirilmiştir. Ancak bunların<br />
konusunu genellikle tasavvuf oluşturmuştur.<br />
Şairimize, Fikret Memişoğlu, bir yazısında<br />
Nüzhet Dede, şairin torunu Erhan Saraçoğlu bir<br />
yazısında Dede Nüzhet, ben de bir başka makalemde<br />
Nüzhet Dede başlığını kullandım. Bu durumda<br />
Nüzhet’in “ Dede” lakabının, isminden evvel<br />
mi sonra mı kullanılacağı hususunda tereddüt<br />
yarattığından, kendisinin şiirlerine müracaat et-<br />
76<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
tim ve şairin mahlasını genellikle “Nüzhet”, çok<br />
nadiren de “ Nüzhet Dede” olarak kullandığını<br />
gördüm. Birinci devre mebusu Celal Nuri Bey’e<br />
yazdığı şiirin bir yerinde,<br />
Nüzhet Dede’nin harfını esvatını sorma<br />
Dil âleminin haşmet ü daraatını sorma<br />
diye kendi ismini ve lakabını açık bir şekilde belirtmektedir.<br />
Nüzhet Dede, tasavvufun kaynağına inmiş, tarikata<br />
girmiş, onunla hemhal olmuş birisi olarak<br />
gerçekten şiirlerinde bu unsurlar ve ıstılahları terennüm<br />
etmeye çalışmıştır.<br />
Tasavvuftaki ana unsurlardan birinin ıstırap<br />
çekmek ve dünyada sıkıntı ile nefsi terbiye etmek<br />
olduğu bilinmektedir. Mürşidi İmam Efendi’yi<br />
kaybetmenin verdiği sıkıntıyla,<br />
Aç başın, yol saçın, oy gözlerin, kır dişlerin<br />
Hep traş et kalmasın müjgân u ebrûdan eser<br />
Kes dilin, bük kametin yak yık vücûdun şehrin<br />
Âh çek, feryâd kıl ta titresin ruh-ı peder<br />
diyerek ıstırabını dile getiriyor.<br />
Her zerrenin Allah’tan koptuğunu ve kâinata<br />
yayıldığını, neticede Allah’a dönerek onunla birleşeceğini<br />
ifade eden büyük mutasavvıflarla aynı<br />
fikirde olan Nüzhet Dede, “Sarhoş” redifiyle yirmi<br />
dört beyitlik gazelinde bu konuya, temasla bir<br />
yerde peygamberin ve Mevlâ’nın da sarhoş olduğunu<br />
belirtiyor. Ancak maddi manada değil; manevi<br />
ve tasavvufi anlamda, ilahî bir aşkla sarhoş<br />
olduklarını ifade ediyor.<br />
Hep nârı da envârı da esrârı da baygın<br />
Musa’sı da Davud’u da İsa’sı da sarhoş<br />
Yanıp yıkılıp durma, hararetle şarap iç<br />
Mademki peygamber ü Mevlâ’sı da sarhoş<br />
Nüzhet Dede, tasavvufun ana prensibi olan<br />
tevhid ve vahdet-i vücud ile o kadar doludur ki,<br />
“Allah’ı kâinatta var olan hiçbir şeyden ayrı saymayız,<br />
çünkü biz Allah’a tapıyoruz, onunla hey<br />
şey var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Ve biz onunla<br />
meydana gelmişiz.” ifadelerini şöyle şiirleştirmiştir.<br />
Her cihetten Hakk’ı tenzih eylemek mümkün<br />
değil<br />
Hak-perestsiz Hakk ile her yerde peydâ olmuşuz<br />
Kendisini rind, yani kalender olarak kabul<br />
eden şair, zahidler ile de geçimsiz olduğunu, yani<br />
Allah’ı bulmakta akıl yerine gönül ve irfanın daha<br />
geçerli olacağını ifade ile şöyle diyor.<br />
Zâhidâ sanma bizi Kâbede zemzem yutarız<br />
Kunc-i meyhânede biz nefha-yı Meryem yutarız<br />
Bedel olmaz gam u enduhumuza ayrı dü âlem<br />
Her nefeste iki âlem bedeli gam yutarız.<br />
Nüzhet Dede’nin edebî kişiliği iki şekilde<br />
ortaya çıkmıştır. Biri tasavvuf cereyanına bağlı<br />
tarzda gelişen düşünceleri çerçevesinde yazdığı<br />
şiirler, ikincisi de siyasi yapısına bağlı olarak<br />
yazdığı şiirlerdir.<br />
Tasavvufi konularda yazdığı şiirlerin çoğu<br />
tür, şekil ve vezin olarak divan şiiri geleneğine<br />
bağlıdır.<br />
Tasavvuf onun için ilham kaynağı olmuştur.<br />
Vahdet-i vücud, şiirlerinin ana temasıdır. Onu<br />
kendine mahsus bir üslupla bazen haddini aştığı<br />
ve Bektaşi olduğu kanaatini uyandıracak<br />
tarzda işlemiştir. Bu durum onun tarikat içerisinde<br />
ulaşmış olduğu derinlikle izah edilebilir.<br />
Devletin sosyal kurumlarının ve devlet sisteminin<br />
iflasın eşiğine geldiği dönemde yaşayan<br />
Nüzhet Dede, bu sıkıntılarını “hicviye” türünü<br />
kullanarak şiire dökmüştür. Şiir dilinde büyük<br />
ölçüde Arapça ve Farsça hâkimiyeti görülür.<br />
Nüzhet Dede, çok yönlü bir insan olarak<br />
karşımıza çıkar. O, siyasetçi, şair, filozof bir<br />
insan olarak görülür. Birçok kimse onun şiirlerindeki<br />
derin tasavvufi manayı anlayamadıkları<br />
için, dinsiz ve inançsız bir insan gibi değerlendirirler.<br />
Hâlbuki o, Nakşibendî tarikatine mensup,<br />
dinî bilgileri oldukça kuvvetli nüktedan<br />
bir şahsiyettir. Hicvi şiirlerinde çok iyi kullanmıştır.<br />
Tasavvufi şiir içinde hiciv yapmak zor<br />
olmakla beraber o, bu zorluğu dahi yenmesini<br />
bilmiştir. Nüzhet Dede, Harput havalisi şiir geleneğindeki<br />
özellikleri taşımakla beraber, tabiatındaki<br />
sertlik neticesinde, taşlama ve hiciv<br />
unsuruna sahip oluşuyla aynı havalideki diğer<br />
77<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
şairlerden ayrılmıştır.<br />
Şiirlerine gelince,<br />
Mustafa Kemal Paşa’ya başlıklı aruz vezniyle<br />
yazdığı şiir methiye olmakla birlikte siyasi hüviyeti<br />
de vardır. Birkaç beytini alalım.<br />
Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın<br />
İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlin<br />
Sen gibi bir bahadır tarihte nâmı nedir<br />
Olmak sana berâber mümkün mü İbn-i Zal’ın<br />
Nüzhet dilin dolaşmış giysu-yı dil-şikâre<br />
Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-mecâlin<br />
Hiciv alanında mahir olan Nüzhet Dede’nin<br />
Kaymakam Zeki Bey’e yazdığı şiir, siyaseten küfür<br />
derecesine varacak nitelikler taşıyor. Bundan bazı<br />
beyitleri örnek verelim.<br />
Palu’dan Çemişgezek’e tayin olan Kaymakam<br />
Zeki Bey’e<br />
Ey murg-ı kenef yeryüzüne mâye mi geldin<br />
Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin<br />
Bu fahişeyi hangi umumhâneden aldın<br />
Pâk etmek için bu leb-i deryâya mı geldin<br />
Deryâları sahilleri hep boklayıp âhir<br />
Tebdil-i hava etmeye sahrâya mı geldin<br />
Yine bir manzumesinde Cumhuriyet dönemi<br />
öncesi oldukça etkin olan siyasi bir gruba hicvi<br />
meşhurdur, altı mısraını seçelim.<br />
İttihatçılar İçin<br />
Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar<br />
Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar<br />
Sataşmış canına halkın bu dernekler, bu oymaklar<br />
Kenef etrafına sanki dizilmiş taze bardaklar<br />
Bu mülkün sahibi kimdir, düşünmez mi ahmaklar<br />
Çekil artık yeter ey kahbeler kancıklar alçaklar<br />
“Hozatlı Mebus Tevfik Bey için”<br />
başlıklı şiiri de yine hicivdir, bundan da bir iki<br />
beyit örnek alalım.<br />
Sözün bil meclis-ârâ ol bu bezm-i pür-letâfete<br />
Öğütme ağzına her ne gelirse asiyâb-âsâ<br />
Vücudun fışkıdan terkib olunmuş yokladım<br />
amma<br />
Bu halka gösterirsin kendini şevket-meab-âsâ<br />
Dersim Valisi Nuri Bey’e yazdığı manzumede<br />
de pardon redifini kullanmış ve hicvetmiştir.<br />
Dersimlilerin Vali-i zişânına pardon<br />
Ayanına esnâfına erkânına pardon<br />
Valilere derbân idi evvelce bu vali<br />
Valilik için aldığı fermânına pardon<br />
1.Devre Milletvekili Besim Atalay Bey için<br />
yazdığı şiir de yine siyasi hüviyet taşımakla beraber<br />
sanatla siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini<br />
teşkil ediyor.<br />
Besim Atay Bey miras-hor olma<br />
Kendi kazancına kanaat eyle<br />
Müteşâir olup herkesi soyma<br />
Sen sana kerem kıl hidâyet eyle<br />
Şeş cihetten sensin seyreden seni<br />
Sen sana perdesin çâk et bu teni<br />
Koltukla kelleyi beyaz kefeni<br />
Kendini cihâna melâmet eyle<br />
Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılı idrak eden,<br />
Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerini yaşayan,<br />
her iki rejimin nimetleriyle külfetlerine katlanan<br />
Nüzhet Dede, kendi tahsil ve irfanıyla filozofvari<br />
fikir ve hayallerini şairlik kabiliyetiyle birleştirerek<br />
güzel şiirler vücuda getirmiştir. Bu şiirlerin<br />
çoğunda tasavvuf ve hiciv unsuru hâkimdir. Siyasi<br />
yönünün olması, şiirlerinin içtimai bir vecheye<br />
bürünmesine de yol açmıştır.<br />
Bu bakımdan şiirlerinde sosyal hayatın aksaklıkları,<br />
iyi olmayan yönleri, bu hayatın içinde<br />
yer alan insanlar, vefasızlıklar, döneklikler,<br />
riyâkârlıklar, siyasetteki olumsuzluklar hep ele<br />
alınarak işlenmiştir. Bu bakımdan Nüzhet Dede,<br />
bir taraftan şairlik görevini yerine getirirken, bir<br />
taraftan da cemiyete ve insanlara yön vererek<br />
doğruları öğretmeye çalışmıştır.■<br />
78<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Bâkî'nin poetik ve politik<br />
kaygısı üzerine bir deneme<br />
SALİH UÇAK<br />
Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nda<br />
hayatın hükümdar<br />
ve saray etrafında<br />
şekillendiği<br />
gerçeğinden<br />
hareketle şeref ve<br />
itibarın sığınağı<br />
olarak mutlak hâkim<br />
otoriteye yakın<br />
olmak bir zarurettir.<br />
Padişahın lûtfuna<br />
mazhar olmak,<br />
inayetine sığınmak<br />
dönem itibariyle<br />
“sultanü’ş-şuara”<br />
olmak için gereklidir.<br />
Bâkî, XVI. yüzyıl Osmanlı şiirinin en büyük şairidir.<br />
Yaşadığı devirde çok sevilmiş, ünü yüzyıllar<br />
boyunca sürmüştür. Türkçe konuşulan bütün çevrelerde<br />
tanınmış bir “sultanü’ş-şuara”dır. Bâkî, şiirdeki<br />
ustalığının yanında rintliği, neşeli ve coşkun yaradılışı,<br />
hoş sohbet ve nükteleri ile gönüllere girmeyi başarmıştır.<br />
Bâkî, çok genç yaşta padişahların beğenisini kazanmış,<br />
onlardan iltifat görmüş ve himaye edilmiştir.<br />
Kanunî’nin musâhibi olmuş ve sarayda rahat bir hayata<br />
kavuşmuştur. Gençliğinden başlayarak şiirdeki ustalığını<br />
makam ve mevki için de kullanan Bâkî, devlette<br />
önemli görevlere gelmeyi bilmiştir.<br />
Bâkî, bir gazel şairidir. Geleneğe uygun olarak şiirler<br />
kaleme alan şair, pek çok kaside yazmasına rağmen<br />
gazel sahasındaki başarısı ile bilinir. Güçlü bir nazım<br />
tekniği olan şair, şiirde mükemmeliyet fikrine sıkı sıkıya<br />
bağlıdır. Şiirinde kullandığı her kelimenin diğer bir<br />
kelimeyle ilintisini, ses ve ritim açısından sözün değeri<br />
ile aruz meselesinde oldukça titizdir. Türkçeyi pürüzsüz<br />
denebilecek bir ustalıkla kullanır.<br />
Bilindiği üzere Divan şiiri, gelenekten ayrılmayı pek<br />
hoş karşılamaz. Ancak, şairin genel kurallar çerçeve-<br />
79<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
sinde verdiği eseri değerlendirirken<br />
orijinaliteyi<br />
dikkate alır. Farklı üslup<br />
özelliklerini önemseyerek<br />
taklidin bir kıymet-i harbiye<br />
taşımadığını her daim<br />
ifade eder.<br />
Divan şiiri, bir gelenek<br />
şiiridir. Fakat her şairin<br />
kendi âlemini, kendi<br />
iç dünyasını anlattığını<br />
unutmamak gerekir. Her<br />
metin, onu meydana getiren<br />
sanatkârın aynasıdır.<br />
Buna göre, kendini ve döneminin<br />
zihniyetini ortaya<br />
koyan her şair, kurguladığı<br />
dünyanın genel özelliklerini<br />
eserlerinde dile getirir.<br />
İnsan düalist bir yapıya<br />
sahiptir. Yani ruh ve<br />
bedenden müteşekkildir.<br />
Her sanatkâr gibi Bâkî de<br />
bu düalist yapıya göre yaşamış ve yazmıştır. Dolayısıyla<br />
yapılacak değerlendirmelerde bu yapı<br />
dikkate alınmak zorundadır. Şairin içinde yaşadığı<br />
reel dünya ile eserinde kurguladığı irreel dünya<br />
arasındaki bağlantı, hayal ve hakikat çatışması<br />
olarak görmek gerekir. Bâkî’nin de bir insan olarak<br />
hayalleri, ihtirasları vardır. Gelmek istediği<br />
makam ve mevkiler olmuştur. Bu, onun insanî<br />
boyutuyla alakalıdır.<br />
Bugün telif ve şöhret peşinde koşan yok mudur<br />
Elbette vardır. Tarihte sadece nafaka için<br />
yazan olmamış mıdır Elbette olmuştur. Sanat<br />
kaygısı ile hayat gailesi arasında gidip gelmek<br />
hemen her sanatkârın kaderidir. Önemli olan bu<br />
ikisi arasındaki muvazenedir. Med-cezir ne kadar<br />
tabii ise sanat kaygısı ile hayat gailesi de o<br />
kadar tabiidir.<br />
Bâkî’nin poetik ve politik kaygı arasında<br />
gel-gitlerini şiirlerinden yola çıkarak ortaya<br />
koymanın daha sağlıklı<br />
olacağı kanısındayız. Metin<br />
odaklı bir bakış açısı<br />
bu anlamda daha ciddi<br />
ve önemli ipuçları taşımaktadır.<br />
Bir şair olarak<br />
Bâkî’nin hem poetik hem<br />
de politik kaygılar taşıdığını<br />
bir gazelinde şöyle<br />
dile getirdiğini görürüz:<br />
“Dür-i fazl ile murassa<br />
kılıcındur Bâkî<br />
Anı dûr itme benüm<br />
pâdişehüm yanundan”<br />
Bâkî’nin on altı kez<br />
göreve getirilip on beş kez<br />
azledildiği düşünülürse<br />
yukarıdaki beytin şair için<br />
neler ifade ettiğini daha<br />
rahat anlayabiliriz. Bâkî,<br />
poetik açıdan kendini överken<br />
politik açıdan da himaye istediğini açıkça ortaya<br />
koymaktadır.<br />
Bâkî’nin özellikle Kanunî döneminde önemli<br />
görevler üstlendiğini ve sarayda rahat bir hayat yaşadığını<br />
söylemiştik. Padişahın himayesi mutlak<br />
olmadığından zaman zaman çeşitli gammazlamalarla<br />
saraydan uzaklaştırıldığı da bilinen bir gerçektir.<br />
Bunu feleğin türlü halleriyle açıklar:<br />
“Olur mıydum gehî giryân gehî sûzân gehî nâlân<br />
Felek âyînesi göstermeyeydi dürlü sûretler”<br />
Osmanlı İmparatorluğunda hayatın hükümdar<br />
ve saray etrafında şekillendiği gerçeğinden hareketle<br />
şeref ve itibarın sığınağı olarak mutlak hâkim<br />
otoriteye yakın olmak bir zarurettir. Padişahın<br />
lûtfuna mazhar olmak, inayetine sığınmak dönem<br />
itibariyle “sultanü’ş-şuara” olmak için gereklidir.<br />
En büyük iltifat padişahın musahibi olmak oldu-<br />
80<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ğuna göre bütün marifetini, şiir vadisindeki ustalığını<br />
ortaya koymak gerekir. “Marifetin iltifata tabi<br />
olması” bu bağlamda önemlidir. Yalnız şunu unutmamak<br />
gerekir; hemen her şair padişahın muhasibi<br />
değil, musahibi olmak ister. Yani poetik kaygı,<br />
politik kaygıdan daha önce gelir.<br />
Şairin sultana olan yakınlığını sanatlı ve sembolik<br />
bir dille şöyle ifade eder Bâkî:<br />
“Gûbâr-ı der-geh-i şâha sürer yirde yüz Bâkî<br />
Süleymana mukârin olmağ ister seyr idün mûrı”<br />
Hz. Süleyman’a yakın olmak isteyen karınca<br />
ile Kanunî Sultan Süleyman’a yakın olmak isteyen<br />
Bâkî arasındaki bağın sembolik ifadesi<br />
şairin sanatsal kaygı taşıdığını ortaya koyması<br />
bakımından dikkate değer. Alelade söyleyiş,<br />
basit ve amaca yönelik söylemler kesinlikle hoş<br />
karşılanmıyor. Sanat yoksa musahiplik de yok.<br />
Bâkî’nin gazellerinde makam ve mevkinin<br />
geçiciliğine atıfta bulunarak dönemin diğer sanatçılarıyla<br />
girdiği mücadelelerin gereksiz olduğunu<br />
ifade ettiğine de şahit oluruz:<br />
“Reşk itme ömr-i devlet-i dünyaya Bâkîyâ<br />
Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür”<br />
Şairin bu çıkışı, tavrı farklı yorumlanabilir<br />
belki. Ancak sürekli aziller yaşayan bir insanın<br />
böyle bir sitemde bulunması veya gerçeği görmesi<br />
beklenen bir durumdur. Başka bir beyitte<br />
bu durumu destekleyen bir itirafta bulunur:<br />
“Ey dil gerekse vâsıta-i devlet-i ebed<br />
Olmaz nigârun işiği taşı gibi sened”<br />
Sevgilinin eşiğinin taşı gibi senet mi var Fani<br />
dünyanın ihtirasları bir tarafa bırakıldığında şiirin<br />
özüne ilişkin söylemlerin daha net bir biçimde<br />
ortaya çıktığını görmek mümkün. Bâkî’nin<br />
özellikle Kanunî’nin ölümünden sonra gözden<br />
düşmesi, görevden azledilmesi gururunu incitir.<br />
Bu durumu bir hazan gazelinde dile getirir:<br />
“Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan<br />
Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan”<br />
Osmanlı şiirinin patrimonyal özelliği, şairin<br />
gözden düşmesi ile ruh hali arasındaki bağı betimleme<br />
noktasında ilgi çekici bir biçimde şiire<br />
yansıyor. Şairin itibar kaybı ile içinde bulunduğu<br />
acziyet, sonbaharda ağaçtan düşen yaprak arasındaki<br />
acziyetin ifadesi dikkat çekicidir. Şairin çaresizliği<br />
ile patrimonyal himaye paradoksu, Divan<br />
şiirin nirengi noktalarını belirlemektedir.<br />
Zamandan ve felekten şikâyet, Divan şiirinin<br />
temel temalarındandır. Çok istediği şeyhülislamlık<br />
makamına getirilmeden azledilen Bâkî, teselliyi<br />
şiirde buluyor:<br />
“Ne gam azl-i ebed nefy-i beled oldunsa ey Bâkî<br />
Cihanun mansıb u câh-ı degüldür kimseye bâkî”<br />
Sultan Süleyman’a kalmayan şu dünya malı<br />
elbette kimseye kalmayacaktır. Öyleyse ceht u cidale<br />
ne gerek var! Bâkî, politik kaygılarını poetik<br />
bir yaklaşımla ortaya koyarak şiirdeki hakikati<br />
kurmaca dünyanın sembolik imkânlarına teslim<br />
eder. Politik kaygı ve kayıplar, onu şiirin derin<br />
ve girift mahzenlerine çeker. Politik kayıp, poetik<br />
kazançla telafi edilir.<br />
Sanatkâr her an, sanat ve hayat arasındaki<br />
ince çizgide imtihan halindedir. Kalem, sanat ve<br />
iktidar gölgesinde kalan tek varlıktır. Her edebî<br />
dönemin kendine özgü koşulları, sanat anlayışları<br />
vardır. Edebi eseri veya sanatkârı değerlendirirken<br />
bu koşulları nazara almak gerekir.<br />
Osmanlı şiirine bugünün perspektifi ile bakmak<br />
yanlış ve yanlı olacaktır. Bâkî’nin şiirlerindeki<br />
estetik kaygı ile şahsi ve politik kaygı üzerinde<br />
yapılacak her değerlendirme bu alana farklı bakış<br />
açısı getireceği muhakkaktır.<br />
Sanatçı, doğası gereği, poetik ve politik kaygı<br />
taşır. Bu kaygıların dönemsel olarak öncellikleri<br />
farklı olabildiği gibi; kaygılar sanatçıdan sanatçıya<br />
da değişebilir. ■<br />
81<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
KİRPİ<br />
Gel kirpi gel kirpi<br />
Bütün saçaklarını denize sal kirpi<br />
Benim bütün ayaklarım denize akıyor<br />
Sen de çırpı bacaklarını denize sal kirpi<br />
Al kirpi al kirpi<br />
Topraktan ruhunu al kirpi<br />
El uzat bana maviden kadifeden<br />
İşte dikenlerin, geri al kirpi<br />
Para etmiyorsa toprak ve kadın<br />
Ucuzladıysa bütün aldıkların<br />
Can verdiğin yerde bir karşılık yoksa<br />
Öldüğünle kalıyorsan öl kirpi…<br />
Güneşin buz tutmuş, kar yakıyor içini<br />
Sorma işin aslını, nedeni, niçini<br />
Keloğlan saç ektirmiş<br />
Bir sen kaldın kel kirpi…<br />
UMUT BULUT<br />
82<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Nizami Gencevi’nin<br />
eserlerinde ideal devlet<br />
ve devlet başkanı<br />
SÜLEYMAN DOĞAN*<br />
Nizami’ye göre,<br />
bir padişahın<br />
yanılmak ve sözün<br />
manevi manasıyla,<br />
sarsılmak hakkı<br />
yoktur. Bunun<br />
için de yanında<br />
akıl, tedbir, rey ve<br />
vicdan sahibi bir<br />
vezire muhtaçtır.<br />
Herkesin ayağı<br />
kayabilir, fakat<br />
padişahınki<br />
kaymamalıdır:<br />
yoksa devletin başı<br />
döner.<br />
Nizami Gencevi 1141 yılında Azerbaycan’ın<br />
kadim şehirlerinden Gence’de doğmuş,<br />
ortaya koyduğu şiirlerle bu şehirde yaşamış ve<br />
yine bu şehirde 1209’da vefat etmiştir. Şair ve<br />
mütefekkir Nizami’nin asıl adı İlyas’tır. Onun<br />
ilme, sanata olan güçlü ilgisi neticesinde muhtelif<br />
ilim sahalarında (felsefe, astronomi, tıp, geometri...)<br />
dünya medeniyeti esasen Yunan, Arap,<br />
Fars aynı zamanda Kafkas halklarının tarihi ile<br />
de uğraşmıştır.<br />
Öncelikle belirtmek gerekir ki, şair ve filozof<br />
Nizami Fars kökenli değildir. Nizami’nin şiirlerini<br />
Farsça yazdığı için “İranlı bir şair” olarak<br />
kabul edilmesi çok yanlıştır. Azerbaycanlı yazar<br />
ve devlet adamı (Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı)<br />
Mehmet Emin Resulzade’nin yazdığı Nizami<br />
Gencevi ile ilgili kitapta ve benzeri kaynaklarda,<br />
Nizami’nin kesinlikle Türk ve Azerbaycanlı<br />
şair olduğunu şüphe götürmez bir gerçektir.<br />
Türkiye’de bazı Türk Edebiyat Tarihi yazarları<br />
Nizami’yi “İranlı” gibi göstermeleri büyük bir<br />
hatadır; mesnetten yoksundur.<br />
İranlı Firdevsi’ye karşılık Nizami, kaynağı<br />
İslamiyet olan insan ve adalet sevgisine açık,<br />
* Yrd. Doç. Dr., Yıldız Tek. Ü. İnsan ve Toplum Bilimleri<br />
Bölümü ve Fatih Ü. Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.<br />
83<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
müsamahakâr bir dünya görüşünü edebiyata<br />
getirdi. Nizami; insanın cemiyete yönelmesi ve<br />
böylece cemiyetin yanlış yönlerini tenkit ederek,<br />
idealize ettiği bir dünyayı ve tipleri canlandırabildi.<br />
İnsana psikolojik bir varlık, içtimai bir<br />
varlık olarak bakabildi ve insanı böyle değerlendirdi.<br />
Nizami Gencevi’den Beşlik<br />
“Tasarladım ben evvelce MAHZEN’i<br />
Tutmadı gevşeklik bu işte beni.<br />
Bu suretle yağlı, tatlı topladım,<br />
HÜSREV-ŞİRİN destanına başladım.<br />
Bundan sonra, bir başka perde açtım,<br />
LEYLA-MECNUN sevdasına ulaştım.<br />
Bu kıssayı bitirmiş oldum; hemen<br />
YEDİ GÜZEL sarayına çektim yügen<br />
Şimdi şiirin ben girdim meydanına,<br />
Davul vurdum İSKENDER’İN NAMINA.”<br />
Adalet üzerine kurulmuş devleti idealize eden<br />
Nizami, bu idealini Türk devleti tipinde buluyor.<br />
Nitekim didaktik eseri olan “Mahzen-ül Esrar”<br />
da, zulme uğramış ihtiyar bir kadının ağzıyla,<br />
Büyük Selçuklullar da Sultan Sencer’e hitapla:<br />
“Mademki adaletsizliğe tahammül ediyorsun,<br />
demek ki Türk değilsin.” der.<br />
“İskendername” Azerbaycan Atabeklerinden<br />
Nusreddin Ebu-Bekir Muhammed adına yazılmıştır.<br />
Nizami, İskendername’de sanatını kullanmış,<br />
Mesela İskender’i, bir Müslüman gibi,<br />
“Kabetullah”ı ziyarete götürmüştür. Fütuhatçı ve<br />
ıslahatçı bir kahraman ait tarihî destan olmasına<br />
rağmen, “İskendername”de Nizami’nin lirik<br />
cephesi epik cephesine hâkimdir. İskender’in<br />
herhangi askerî ve siyasi zaferi bile mutlaka gönle<br />
ait bir aşkın zaferi bir düğünle tamamlamıştır.<br />
İskender bir hükümdar, bir imparator, bir hâkim<br />
olduğu kadar da bir âşıktır.<br />
“Bulmak isterdi İskender dirilik çeşmesini<br />
Ta ki defeyliye korkunç ölümün gelmesini.<br />
Bu niyetle o bütün âlemi gezdi, taradı,<br />
Yaptı Zulmat’e sefer gerçi, fakat boş aradı.<br />
Ölmemezlik suyunu bulmadı geçti, gitti...<br />
Gönlünün arzusunu şimdi o ancak itti!”<br />
Devlet<br />
Devlet kurmak, sosyal hayatın bir icabı ve insanlar<br />
için tabii bir zarurettir.<br />
Millet vicdanının hâkim olmadığı devletlerle<br />
istilacı güçlerin pek farkı yoktur. Belki bunun<br />
için Montesquieu “Az gelişmiş ülkeler, ordularının<br />
işgali altındadır.” demiştir. Çünkü geri kalmış<br />
milletlerin devletleri, kuvvetli devletlerin koltuğuna<br />
sığınmak mecburiyetini hissederler; bunun<br />
hazmedemeyen kendi milletlerini de orduları<br />
pençelerine alırlar. Devleti oluşturan önemli unsurlardan<br />
biri de kuvvettir.<br />
Kutadgu Bilig’de “Yaban eşeğini alt etmek<br />
için aslan olmak gerek.” gibi deyişlerle devletin<br />
gücüne işaret etmiştir. Bu güç zarara uğrarsa,<br />
kargaşa, anarşi kaçınılmaz hâle gelir. Devletin<br />
mihrakını oluşturan güç kanun hâkimiyetiyle<br />
meşruiyet kazanır. “Devletler küfürle değil, zulümle<br />
yıkılır.” Adaletten yoksun olan şefkatin<br />
en büyük zulüm olacağını unutmamak lazımdır.<br />
Çünkü o zaman birine müşfik davranırken, diğer<br />
mazlumun hakkı katledilir.<br />
Filozof Kant: “Devlet, hukuk kuralları altında<br />
yaşayan insanların vücuda getirdiği birliktir.”<br />
Gazali’ye göre; siyasi düzen, içtimai düzenden<br />
hemen sonra gelir. İnsanın tek başına dinden ve<br />
cemaatten uzak olarak maddi ve manevi saadetini<br />
temin etmesi mümkün değildir.<br />
İbni Haldun’da devletlerin ömrü, en uzun insan<br />
ömrü olan 120 yılla kayıtlanırken, Gazali’de<br />
ise, ahlaki ve insani faziletlerin devamına bağlı<br />
kılınmıştır. Âlimlerin bozulması hükümdarın<br />
bozulmasını, hükümdarın bozulması ise halkın<br />
bozulmasını yol acar.<br />
Dünyayı ayakta tutan dört unsun biri olan siyaset<br />
olduğuna dikkat çeken Gazali, siyasetin,<br />
din ve ahlakın zorunlu bir uzantısı olarak ortaya<br />
çıktığını: hayatın müşahhas şartlarına adapte edilen<br />
bir davranış sanatı olduğunu beyan etmektedir.<br />
Şair ve filozof Nizami Gencevi devletin önemine<br />
binaen konu üzerinde kafa yormuştur. Nizami,<br />
adil hükümdarla adil bir şekilde muamele<br />
ettiğinde devletin sürekli olacağına işaret etmiştir.<br />
Hükümdara yol gösteren mütefekkir<br />
Nizami, hitap ettiği hükümdarlara rehberlik<br />
84<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
yapan bir mütefekkirdir. Mesela İskenderin yanında<br />
Aristo (Aristotalis) gibi filozof bir vezir<br />
olduğunu kaydederek, dünyada muvaffak olmuş<br />
padişahları, genel olarak, gözden geçirmiş, bütün<br />
bunların yanında birer akıllı vezir bulunduğunu<br />
işaret etmiştir. Selçuklu Melik-Şah, Gazneli<br />
Mahmut, Sasani Enuşirvan gibi...<br />
Nizami’ye göre, bir padişahın yanılmak ve<br />
sözün manevi manasıyla, sarsılmak hakkı yoktur.<br />
Bunun için de yanında akıl, tedbir, rey ve vicdan<br />
sahibi bir vezire muhtaçtır. Herkesin ayağı<br />
kayabilir, fakat padişahınki kaymamalıdır: yoksa<br />
devletin başı döner.<br />
Sasani Padişahı Hörmüz, gözünün bebeği<br />
biricik oğlu Husrev’i, nispeten önemsiz bir suç<br />
için, adalet yerini bulsun ve başkalarına ibret olsun<br />
diye şiddetle cezalandırmıştır. Bu olayı hatırlatan,<br />
Nizami, ansızın denecek bir şekilde, sözünü,<br />
tarihteki Mecusilik durumundan, zamanındaki<br />
Müslümanlık gerçeğine çevirir; devrindeki<br />
adaletsizliğe, “bin masumun canı yakılırken, bir<br />
hırsızın burnu kanamadığına” yanar, eski devirdeki<br />
“Gebirliğe” gıpta etmiştir. “Onlar gebir idi;<br />
biz Müslümanız. Gebirlik (Gavurluk, Küffar) o<br />
ise Müslümanlık hangisidir!..” diye kinayetin<br />
yaman vuran taşını çağının adaletten sapmış suratına<br />
fırlatmıştır.<br />
“Devlette zulüm haramdır”<br />
Adalet, Nizami Gencevi’nin, Tanrı’sına taptığı<br />
ve kutsadığı bir idealdir. Bu idealinin gerçekleşmesini<br />
ister. Bir gün gerçekleşeçeğine de inanır.<br />
İnandığı bu idealin O, “geçmişteki örneğini”<br />
şiirleştirmiştir. “İskender’in idaresi” bu şiirleştirilmiş<br />
geçmişten bir örnektir. Adalet idealini<br />
Nizami, “Türk devleti” şeklinde tasavvur eder ve<br />
“adil olmayan, Türk de olamaz!” demiştir.<br />
“Dininde devletin zulüm haramdır,<br />
Zalimlere devlet candan düşmandır.<br />
Samanlığa eşek düştüyse nagah,<br />
Dimen yazık eşek, samana eyvah!”<br />
Nizami için şuurlu insan cemiyetinde, asıl<br />
olan, içtimai ahenk ile adalettir. Devlet, temsil<br />
ettiği cemiyeti birbirini yiyen düşman zümrelerin<br />
yırtıcılığına terk etmemek görevindedir. Onun en<br />
büyük işi-varlığının hikmeti- asayişi temin etmek<br />
ve adaleti yaymaktır.<br />
Nizami’ye göre, devlet anlamı ile zulüm anlamı<br />
bir arada gelemez. Devlet başına geçmiş zalim<br />
hükümdarı, Şair, “samanlığa girmiş eşeğe”<br />
benzetiyor ve “eşeğe değil, samanlığa yazık”<br />
diyor.<br />
İdeal devlette, tedbirli hükümdar bütün işleri,<br />
o işten anlayan bilginlere verir; İskender böyle<br />
yapmıştır: Bilgin yardımcılarının yardımıyla,<br />
devlet, yaşlıların tecrübeleriyle, gençlerin güçlerini<br />
birleştirerek yürür. Kafatasındaki beyin<br />
gövdenin bütün uzuvlarını idare etmekte ne gibi<br />
bir durumda ise, devlet reisi de onun gibidir. “el,<br />
ayağın çalışmasından memnun değilse, sorumlusu<br />
baştır”.<br />
Fert devlete karşı muayyen vazifelerle mükelleftir.<br />
Fakat fert, bir devlette sırf vazife taşımakla<br />
mükellef değil, birtakım haklara da maliktir. Padişahlara<br />
hitap eden şair “Hiçbir ferde cebbarlık<br />
ve gururla bakma, o da kendisince muhteşemdir!”<br />
“Padişahın asıl düşmanı zulüm işleyen, adaletsiz<br />
memurlardır; halk zulüm yaptırandan döner”.<br />
Bir memleketin bayındırlığı, Nizami’ye göre,<br />
hükümdarının iyi niyetiyle sıkı surette bağlıdır:<br />
“Padişahın niyeti iyi olursa, çillerde gül-dilen<br />
yerine mücevher biter. Niyeti kötü olan ağacın<br />
budağı kurur, iyi niyetli padişah etrafına bolluk<br />
saçar. Memleketteki genişlikler ile bolluklar padişahın<br />
iyiliğinden bahsederler!”<br />
Devletin adalet yaymak vazifesinde bir müessese<br />
olduğu fikrini telkin etmek için, sanatkâr,<br />
“Heft-Peyker” gibi ince düşünülmüş koca bir<br />
manzume yazmıştır. “Bir padişah veya bir devlet<br />
reisi sürüden sorumlu bir çoban değil, bundan<br />
daha fazla, sürünün selametinden sorumlu<br />
bir köpektir. Bu vazifesini unutarak, keyfe dalan<br />
ve idareyi zalimlere bırakan hükümdarlarla<br />
hikâyedeki, ‘kancık kurtla çiftleşen köpek’ arasında<br />
hiçbir fark yoktur.<br />
Devlet, adil olmalıdır. Nizami bu fikirlerini<br />
sadece teoride değil, pratikte uygulanması için<br />
yaşadığı dönemdeki padişahlara öğütlerde bulunmuş<br />
ve yol göstermiştir. Asrının padişahına,<br />
“Dünya hiçbir padişaha kalmamış, sana da kalmayacak.<br />
Cihanda baki kalabilmek için, cihana<br />
faydalı ol.” tavsiyesinde bulunuyor. Padişahı,<br />
“ayık” olmaya davet eden Nizami, “Mazeret getiren<br />
düşmana inanma, kapından kov.” demiştir.<br />
85<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Nizami’ye göre iktidar ile temkin birbirini<br />
tamamlayan şeylerdir. Devlet idaresinde, Nizami,<br />
müşavereye taraftardır:“Padişah’a rey ve fikir<br />
sahibi olduğun malumsa da, başkalarına rey<br />
erini dahi ihmal etme. Kimseye, sınamadan, yüz<br />
ver, kalbinde yeri olmayanlara güvenme. Adalet<br />
arayanların cevaplarını ancak doğru sözlü adamlar<br />
vasıtasıyla gönder, sözünü tut ki, herkes sana<br />
güvensin. Düşmanı küçük görmemek; düşmanlara<br />
karşı amansız, dostlara karşı da vefalı olmak,<br />
devlet adamlarının, bilhassa, dikkat edecekleri<br />
bir fazilettir. Vuracağını kökünden vur, tutacağını<br />
da düşürme!” demiştir.<br />
İdeal devlet adamı<br />
Milletlerin hayatında devlet adamlarının önemi<br />
çok büyüktür. Bazen yüzyılda bir veya iki<br />
devlet adamı yetiştirmek, devamlı milyonluk ordular<br />
beslemekten daha faydalıdır.<br />
Acemler, “Türkiye milyonluk ordu beslesin,<br />
biz yüz yılda iki devlet adamı yetiştirelim.” derler.<br />
Bu söz Acem palavrası değildir. İran’ın sosyal<br />
yapısı Babil Kulesi’ni andırmaktadır. Hatta<br />
kendi nüfusları, ülke nüfusuna oranla üçte bir<br />
bile değildir. Devlet adamlığının bir vasfı da,<br />
“Benden sonra tufan olsun” dememek, kabiliyetli<br />
ve dürüst insanlara fırsat vermek, onları yetiştirmektir.<br />
Nizami telakkisine uyan devlet idaresini<br />
gerçekleştiren ideal hükümdar İskender’dir.<br />
İskender’in şahsında, Nizami, bilgiye, hikmete,<br />
sanata ve fikre bağlı aydın bir hükümdar görmektedir.<br />
Filozoflar, âlimler ve edipler tarafından<br />
çevrilmiş bulunan bu hükümdarın kendisi dahi<br />
karakter, cesaret ve kahramanlığıyla beraber, bilginliği,<br />
hâkimliği ve tedbirciliğiyle tanınır. Devlet<br />
işlerine ait en temel meselelerde imparator bu<br />
meclisle müşavereler yapmaktadır.<br />
İskender, iyi bir teşkilatçıdır. Yeni nizam üzerine,<br />
mükemmel bir ordu kurmuş ve bu orduyu<br />
özel bir usul ile talim ve yeni silahlarla teçhiz<br />
etmiştir. Orduyu bizzat kendisi idare etmiştir. O,<br />
başarılı bir kumandandır. Nizami’ye göre, İskender<br />
harp için harp prensibini kökünden reddeder.<br />
Ona göre, İskender saldırma amacıyla hiçbir harp<br />
yapmamıştır.<br />
Nizami, İskender diplomasisinin başarılı temellerini<br />
anlatmaktadır. Bu diplomasinin ana<br />
hattı, gittiği memleketlerde kendine bağladığı<br />
milletlerin kalplerini kazanmaktır. Çünkü “milletlerin,<br />
daima kuvvete boyun eğmeyeceklerini”<br />
bilir. Milletlerin memleketlerini üstün kuvvetle<br />
tutmak mümkündür; fakat kalpleri kazanılmamış<br />
milletlerin sadakatları zorla kazanılamaz.<br />
Nizami şu tespiti yapar: “Bütün milletlerin<br />
dilini tercümansız anlayacaksın, milletler de senin<br />
Rumcanı, aynı şekilde, vasıtasız anlayacaklardır!”<br />
Bu ideali gerçekleştiren İskender, dünyayı<br />
yeni baştan dolaşmış, gezdiği memleketleri<br />
bu yolla kolay ele geçirmiştir.<br />
Nizami, büyük bir tablo yaratmıştır: İskender<br />
tablosu!... Bu, Nizami’nin kudretli eliyle<br />
işlenmiş muhteşem bir eserdir. Bu eserde o,<br />
sanatkârlığının asıl gayesi olan adalet ve sosyal<br />
fikirlerine bir yekûn vurmuştur. Bu tasavvura<br />
göre, milletler cebir ve tahakkümle değil, manevi<br />
bir otorite ile yanaşmak ve kalplerinin biricik<br />
tercümanı olan dillerini, vasıtasız olarak, anlamak<br />
gerekir!<br />
Türk boylarının edebiyatlarında Nizami’nin<br />
günümüze kadar sürüp gelen derin ve sürekli tesiri<br />
olmuştur. Hamse, sırasıyla şu mesnevilerden<br />
oluşur: Mahzü’l-Esrar, Husrev u Şirin, Leyli u<br />
Mecnun, Heft Peyker, İskendername.<br />
Mahzenül-Esrar, Şark edebiyatında görülen<br />
didaktik-felfesi şiirin en güzel örneklerindendir.<br />
Eserde, adalet, doğruluk, mertlik, yiğitlik, alçakgönüllülük<br />
vs. gibi İslam ahlakının da yücelttiği<br />
beşerî değerler işlenmiştir. Yirmi makaleden oluşan<br />
eserde tarihten örnekler, manzum hikâyeler<br />
de bulunur. Makaleler ana fikir bakımından birbirleriyle<br />
alakalıdır.<br />
İskendername, iki ayrı kitaptan oluşur: Şerefname,<br />
İkbalname. Birincisinde tarihî şahsiyet<br />
olan Makedonyalı İskender’in askerî seferlerinde,<br />
tahsil ve terbiyesinden bahsedilir. İkbalnamede<br />
“Zülkarneyn”le Makedonyalı İskender’in<br />
şahsiyeti birleştirilir; Büyük İskender ortaya<br />
çıkar. Nizami bu tarihî hâdiseyi vesile bilerek<br />
idealindeki devlet düzenini, adil padişahı, ahlak<br />
anlayışını anlatır. Şairin en olgun eseri olarak<br />
kabul edilmiştir. Eserin ikinci kısmı âdeta bir<br />
“siyasetname”dir. İskender, dünyada zulmü kaldırmak,<br />
insanlığa saadete ulaştırmak gibi yüce<br />
arzularla yaşamaktadır. Kahramanlıkla manevi<br />
kudreti, kılıçla ilmi birleştirmiştir. Nizami bu<br />
86<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
kahramanını idealindeki padişah (hükümdar)<br />
olarak tahayyül eder.<br />
İkbalname’de İskender Kuzey seferinde eşit<br />
haklara sahip adil bir düzende yaşayan rahat ve<br />
mutlu insanlarla karşılaşır. Bu, dünya edebiyatında<br />
örneğini gördüğümüz ütopik bir devlet düzenidir.<br />
Burada yalan, hile bilinmez, düşmanlık<br />
yoktur, insanlar paraya ve şöhrete düşkün değildir,<br />
uzun ömürlüdürler ve ölülere yas tutulmaz...<br />
Bu Nizami’nin idealize ettiği dünyadır.<br />
Mahzen-ül esrar<br />
Nizami’nin 20 yaşında yazdığı “Penç Genc”in<br />
il “hazinesi” teşkil eden “Mahzen-ül Esrar” kendisinden<br />
sonra gelen dört “hazine” eserden, şekil<br />
itibariyle, bambaşkadır. Bu eser telkinci bir eserdir.<br />
O, ilahi hikmetlerin sırrına ermiş ve bunları<br />
bir “hazine” hâlinde “erenlere” emanet etmiştir.<br />
Bu bakımdan Mahnen’i, Celaleddin-i Rumi’nin<br />
“Mesnevi”ne benzetirler.<br />
“Mahzen-ül Esrar” tamamı 20’yi bulan makalelerden<br />
ibarettir.<br />
Birinci makale, “İnsan-i kâmil ve tarik-i dünyalık”<br />
hakkındadır. Allah’a sığınırsak, şaire göre,<br />
daima rahmette ve ihsanda oluruz.<br />
İkinci makale, “Adalet ve insaf” hakkındadır.<br />
“Adalet aklı memnun eden bir rehberdir. Memleket<br />
işleri yalnız adalet sayesinde görülür. Yurt<br />
ancak onunla mamur olur.”<br />
Dördüncü makale, “Padişahın tebaya karşı<br />
vazifesi” hakkındadır. Dünyanın esası adaletsizlik<br />
üzerine kurulmuşsa da, dünyayı idare etmenin<br />
şartı adalettir. Kim bu “evde” bir gece adalet<br />
işleyebildi ise, kendi yarınının evini yaptı, demektir.<br />
On dördüncü makalede, “Adaletseverlik ve<br />
doğru sözlülük” hakkından söz ediliyor. Burada<br />
Nizami bir insanı adalet severliği teşvik ediyor.<br />
Yurttaşlığın vazifesi zulme ve haksızlığa karşı<br />
gelmek ve doğruyu cesaretle söylemektir. Kişinin<br />
asıl silahı doğruluktur. “Eğrilikten hüsran,<br />
doğruluktan ise selamet ve ihsan” gelir.<br />
Padişah tebaaya karşı vazifesine ait makaleye<br />
şu hikâye eklenmiştir:<br />
Büyük Selçuklulardan Sultan Sencer’in önüne<br />
zulüm uğramış ihtiyar bir kadın çıkarır, demiştir<br />
ki:<br />
“Türklerin çün yükseldi devletleri,<br />
Adaletten süslendi hep illeri;<br />
Mademki sen zulme amil olursun<br />
Bir Türk değil, çapulcu bir Hindusun.”<br />
Leyla ile Mecnun<br />
“Leyla ve Mecnun” manzumesinin mukaddimesinde,<br />
mesela, Şirvanşah Ahsitan’a hitapla<br />
“kendisinden, birkaç öğüt dinlemesini” rica mukaddimesiyle,<br />
“Kudretli ol, fakat temkinini elden<br />
bırakma! Mey iç, fakat sarhoş olma…” İkiyüzlüleri<br />
yanına sokma! Halkın itimadını kazanmak<br />
için, sözünü tut! Kalbinde yeri olmayanlara inanma!<br />
Düşmanını küçük görme! Vuracağını kökünden<br />
vur, tutacağını düşürme!” gibi öğütlerde bulunuyor.<br />
Nizami, padişahı denize benzetirken, ona<br />
varan kendisini nehre eş tutmaktadır. Padişahın<br />
bağı “cennet” ise, o da bir “cennet kuşu” dur.<br />
Öteki cihanın ise, beriki de sözün sultanıdır. O<br />
savaş meydanının pehlivanı ise, bu da mana ve<br />
sözün kahramanıdır.<br />
Nizami’den örnek bir adalet hikâyesi: Bir<br />
padişahın yırtıcı köpekleri varmış. Cezalandırmak<br />
istediği kabahatlileri bunlara attırır,<br />
parçalattırırmış. Genç ve akıllı nedim, günün<br />
birinde, bu padişahın kendisini dahi köpeklere<br />
attırması ihtimalini düşünerek, tedbirli davranmış;<br />
köpeklere bakan memurla dostluk yapmış<br />
ve onun müsaadesiyle, her gün köpeklere yal<br />
vermeği âdet edinmiş.<br />
Günün birinde, aksi bir saatte, hiçbir sebeple,<br />
padişahın kızgınlığını tutmuş; nedime<br />
hiddetlenmiş ve hemen köpeklere atılmasını<br />
emretmiştir.<br />
Kızgınlığı geçince, yaptığına pişman olan<br />
padişah, köpeklerin memurunu çağırtarak zavallı<br />
nedimin hâlini sormuştur. Memur, padişahı<br />
köpeklerin bulunduğu yere getirmiş; ne<br />
görse beğenirsiniz: Nedim yırtıcı köpeklerin<br />
arasında tam bir emniyet içinde, sapsağlam<br />
oturmuş, hayvanlarla şakalaşıyor.<br />
Padişah, hemen Nedim’i huzuruna çağırmış.<br />
- Bu ne mucize!<br />
-Padihaşım, neden mucize olsun! Bunda<br />
hayret edilecek bir cihet yoktur. Hayvanlar insanlardan<br />
daha hassas ve daha hakşinastırlar.<br />
87<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Senelerdir sana sadakatle kulluk ettim. Hiçten<br />
bir şey için, her şeyi unuttun ve hemen katlime<br />
ferman verdin. Hâlbuki bu vahşi köpekler<br />
arada sırada kendilerine etmiş olduğum iyiliği<br />
unutmadılar, gördüğün gibi, canıma kıymadılar.<br />
Sonuç<br />
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hükümdar<br />
adaletli olursa ülkede huzur ve güven olur. Ayırım<br />
ve kayırma olursa ülkede huzur ve sükûn<br />
bozulur. Kargaşa ülkeye hâkim olur. O zaman<br />
halk kimin yanında yer alacağını şaşırır. Bu<br />
nedenle ülke yönetiminde adalet esastır.<br />
Padişahın, hükümdarın ve devlet başkasının<br />
yanında bulunan şair ve yazarlar yer yer<br />
bu konuya gereken önemi vermişler ve hükümdarların<br />
adaletli olması için elden ne geliyorsa<br />
yapmışlardır. Bunan yanında sırf devlet başkanına<br />
yaranmak için söz söyleyen filozof, yazar<br />
ve şairler de var olmuştur. Bu çalışmada<br />
bu ölçünün bazı özelliklerini edebî kaynaklara<br />
dayanarak vermeye çalıştım.<br />
Başarılı hükümdar, devlet adamı ülkesinin<br />
sulhu ve selameti için var güçleriyle çalışmışlardır.<br />
Halkının mutluluğu, refahı için sayısız<br />
fedakârlıkta bulunmaktan çekinmemişlerdir.<br />
Bu nedenle böyle hükümdarlar kendi milletlerinin<br />
örnek şahsiyetleri olduğu gibi başka<br />
toplumlar içinde örnek birer numune olmuşlardır.<br />
Geçmişini, kültür ve edebiyatını okuyarak,<br />
gelecekle ilgili tedbirler almak hükümdarların<br />
vazifesidir.<br />
Günümüzde milletimize yön veren hükümdarları,<br />
başçıları orta mektepte çocuklarımıza<br />
anlatmamız önemli görevlerimizden biridir.<br />
İstikbale hazırlanan gençlere kültür, edebiyat<br />
ve geçmişimizi tanıtmak üzerimize düşen vecibedir.<br />
Milletler kendi öz değerlerini iyi anlayıp<br />
öğrenirlerse istikbal için geçmişteki hatalara<br />
düşmezler. Nizami Gencevi eserlerinde devlet,<br />
adalet ve adil devlet başkanı portesini açıkça<br />
ortaya koymuştur.<br />
Eğitim ve öğretimde adalet, devlet ve devlet<br />
başkanı gibi önemli kavramları doğru ve düzgün<br />
bir şekilde öğrencileri öğretilirse, gelecek<br />
nesil oluşturacağı dünyaya düzgün bir yerden<br />
bakmış olur. Bunun için Türkiye’de ortaöğretimde<br />
Nizami Gencevi’nin kitapları müfredatta<br />
yer almalı ve okutulmalıdır. Nizami Gencevi’nin<br />
eserlerini tahlil ederek; adalet, devlet ve devlet<br />
başkanı modelini örneklerle vurgulamaya çalıştım.<br />
Eğitim eksenli Nizami öğretisi günümüz<br />
içinde geçerliliğini ve tazeliğini koruduğunu<br />
eserlerini analiz ettikçe daha net görülmektedir.■<br />
KAYNAKÇA:<br />
Mahzen-i Esrar, Nizami, çev. M.N.Gençosman,<br />
MEB yay., İst., 1993.<br />
Hüsrv ve Şirin, Nizami, MEB yay., çev. S.Sevsevil,<br />
İst., 1994.<br />
Leyla ile Mecnun, Nizami, çev. Ali Nihat Tarlan,<br />
MEB yay., İst., 1989.<br />
Azerbaycan Şairi Nizami, M.Emin Resulzade, Bükreş,<br />
11 Ekim 1941, MEB Basımevi, Ankara, 1951.<br />
Dr. Akpınar, Yavuz, Azeri Edebiyatı Araştırmaları,<br />
Dergâh yay., İst., Haziran, 1994, s. 467.<br />
W.Barthold, “İslam Medeniyetler Tarihi”, İstanbul,<br />
1940, s.71.<br />
Resulzade, Mehmet Emin, Azerbaycan Şairi Nizami,<br />
Türk Dünyası Arş.Vak. yay., MEB yay., Ankara,<br />
1951.<br />
Gencevi, Nizami, Şark İslam Klasikleri, Hüsrev ve<br />
Şirin, MEB ç. S.Sevselil, İst.1994.<br />
Azerbaycan Sovet Ensicplopediyası, c:VII, Bakü,<br />
1983.<br />
Azerbaycan SSR Elmler Akedemisyası Elyazmaları<br />
Fondu. A.Sur; Türk Edebiyatı Tarihi, FR–976 (3576),<br />
FR–67 (3579), FR-544 (3577)<br />
Cenubi Azerbaycan Edebiyyatı Antologiyası,c.<br />
II,Elm Neşri., s.161, Bakü,1983.<br />
Banarlı, Nihat Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi,<br />
MEB yay., İst., 1983.<br />
Kabaklı, Ahmet: Türk Edebiyatı Tarihi, Ak Yayınevi,<br />
İst., 1965.<br />
Karaalioğlu, S.Kemal:Türk EdebiyatıTarihi I-II-<br />
III-IV.İnkılap Kitabevi, İst.,1981-86.<br />
Köprülü, M.Fuat: Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken<br />
yay., İst., 1985<br />
Kocatürk, Vasfi Mahir: Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat<br />
yay., Ankara, 1973.<br />
Levend, Âgah Sırrı:Tarih Boyunca Türk Dili, Türk<br />
Dil Kurumu yay., Ankara, 1965.<br />
Kurdakul, Şükran: Çağdaş Türk Edebiyatı Tarihi,<br />
Broy yay., İst., 1985.<br />
Özkırımlı, Atilla: Türk Edebiyatı Ansiklopedisi,<br />
Cem yay., İst., 1983.<br />
Doğan, S. (2008) Nizami Gencevi’nin Eserlerinde<br />
Eğitim Eksenli Adalet, Devlet ve Hükümdar Öğretisi,<br />
Turkish, Turkish Studies, S. 3, No. 7, s. 306–319.<br />
88<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ŞÜKRÜ KACAR<br />
Edebiyat ile politika, çok zaman iç içe girmiş,<br />
kardeşmiş gibi gözükürler. Eğitim politikası<br />
dediğimiz vakit, kuşkusuz edebiyat da ak lımıza gelir.<br />
Her kesimin, bu iki kavramı iyice anlaması ve içine<br />
sindirmesi istenir.<br />
Türk eğitim politikası, bugüne kadar birçok evreden<br />
geç miş; bir dönem Alman, bir dönem Fransız,<br />
bir dönem İngiliz, bir dö nem de Amerikan eğitiminin<br />
etkisi altında kalmıştır.<br />
“Viyana Okulu” dediğimiz okuldan mezun olmuş,<br />
bizleri yetiştirmeye çalışmış birçok eğitimcimiz vardı.<br />
Biz, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünde<br />
okurken, derslerimize gelen Fikret Kanadlar, Fuat ve<br />
Feriha Baymurlar ile daha birçok öğretmen bu ekolden<br />
gelmişlerdi.<br />
Özellikle Müzik Bölümü, birçok yabancı öğretmenle<br />
doluydu. Atatürk döneminde 1925’lerde<br />
Amerika’dan getirilmiş öğretmenler vardı. Şu günlerde<br />
de yurt dışından kafileler hâlinde kırk bin öğretmenin<br />
getirileceğinden söz ediliyor. İthal öğretmenin ve<br />
ithal eğitimin, Türkiye’ye, şu güzel ülkemize ne getirip<br />
ne götüreceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Dış<br />
kaynaklı eğitim in, ülke eğitimine ne denli zarar verdiğini<br />
geçmişte de görüp yaşamıştık. I965’lerde İsmet<br />
Paşa Hükümeti döneminde Ame rika’dan ülkemize<br />
gönderilen ve “Barış Gönüllüsü” adı verilen öğretmenlerin<br />
bize verdikleri zararı da yakından biliyoruz.<br />
‘Edebiyat ve Politika’ diye girdik konumuza.<br />
Edebiyat, bize göre sosyal bilimlerin başında gelen,<br />
öncelikli bir bilim dalıdır. Bir ülkenin edebiyatı<br />
ne denli ileride olursa önce dili sonra da bütünlüğü<br />
o derece güçlü olur. Ancak, edebiyatçıların, bilim<br />
adamlarının politikada iyi sınav vermediklerini de yakından<br />
gördük, yaşadık. Örneğin, önce Millî Eğitim<br />
Bakanlığına getirilen bilim adamı profe sörler bu sınavı<br />
iyi vermediler. Bir Mustafa Necati, bir Hasan Ali<br />
Yücel kadar başarılı olamadılar.<br />
Ben Elazığ Belediye Başkanı iken, dönemin Millî<br />
Eğitim Bakanı Özbek, Elazığ’a gelmişlerdi. Ben de<br />
öğretmen kökenli olduğum için, Sayın Bakanın onuruna<br />
Şeker Fabrikası’nda bir yemek tertip etmiştik.<br />
Bu yemeğe, başta Vali, Millî Eğitim Müdürü, Okul<br />
Müdürleri de davetliydiler. Sayın Özbek’le bir odada<br />
yalnızken kendilerine bir öneri götürmüştüm.<br />
Öneri, Öğretmenevleriyle ilgiliydi: “Sayın Bakanım,<br />
Türkiye’nin hangi büyük şehrine gitsek, orda mutlaka<br />
bir Orduevi ile karşılaşırız. Silahlı Kuvvetler mensupları<br />
bu yerlere gittikleri vakit hiçbir barınma zorluğu<br />
çekmez ve orduevlerinde kalırlar. İrfan ordusu diye<br />
anılan öğretmenlerimizin sayısı da nerede ise onlara<br />
yakındır. Ben, belediye başkanı olarak arsasını verecek,<br />
siz de ilk öğretmenevini Elazığ’da yaptırtarak<br />
89<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
eğitim tarihine geçen Millî Eğitim Bakanı olacaksınız.<br />
O bina bitinceye kadar da şu Atatürk İlkokulu yanındaki<br />
Devlet Kitaplık Binası’nı, öğretmenevi olarak<br />
kullanmamıza izin vereceksiniz.” dedim.<br />
Bu önerim, Sayın Bakan tarafından oldukça olumlu<br />
karşılanmış ve özel kalem müdürüne dönerek:<br />
“Bunu not alınız.” talimatını vermekten de geri kalmamıştı.<br />
Ama zaman geçmiş, bundan bir sonuç çıkmamıştı.<br />
Ancak asker bakan Hasan Sağlam geldikten<br />
sonra konuya parmak basmış ve öğretmenevlerinin<br />
kurucu bakanı olmuştu. Bugün bütün öğretmenler,<br />
onu, saygı ve rahmetle anmaktadırlar.<br />
Milletvekili olarak meclise giden eğitimci ya da<br />
edebiyat çı meslektaşlarımızdan da zaman içinde hoş<br />
sesler alamamıştık.<br />
Bir tek, Cumhuriyetin ünlü şairlerinden Behçet<br />
Kemal Çağlar, meclisin, milletvekilliğinin havasına<br />
ısınamamış, bir gün kürsüye çıkarak “Batının fendi,<br />
Şarklıyı yendi, Ali Veli’ye kızdı, Veli Ali’ye küstü,<br />
bütün işler yüzüstü...” şeklinde oldukça anlamlı birkaç<br />
dize sıralayarak milletvekilliğinden ayrılma onurunu<br />
göstermişti.<br />
Diyeceğimiz o ki politika yapmak her babayiğidin<br />
işi değil. Ben, bağımsız olarak belediye başkanlığına<br />
gelmiştim. Ancak politikaya da hiç ısınamamıştım.<br />
Yazı hayatım da 1945’lerde başlamıştı.<br />
Akçadağ Köy Enstitüsü dergisinde başlayan yazı<br />
hayatımız, Ankara’da yayımlanan Eğitim Hareketleri,<br />
Köy ve Eğitim, Zamantı, İmece, İstanbul’da yayımlanan<br />
Varlık ve başka dergilerle, Cumhuriyet gazetesi,<br />
Mardin’de Mardin’in Sesi gazetesi, Samsun’da<br />
Medeniyet gazetesi, Elazığ’da Yeni Harput, Turan,<br />
Elazığ, Nurhak gazetelerinde sürmüş ve köşe yazılarımızın<br />
sayısı nerede ise yirmi binleri geçmişti. Ama<br />
edebiyat ve politika bütünleşmesinde gene de sağlıklı<br />
adımlar atamamıştık.<br />
Edebiyat, öncelikle berrak, duru ve öz bir dil ürünüdür.<br />
Giderek daha çok kirlenmekte olan politikada<br />
ise bu duruluğu, bu berraklığı görememekteyiz. İçinde<br />
bulunduğumuz günlerde komşu Arap ülkelerinde<br />
meydana gelen bulanıklıklar, politikanın kirli yüzünü<br />
daha açık şekilde ortaya koymaktadır.<br />
O bakımdan edebiyat çok daha açık şekilde ağırlık<br />
kazanmakta, kirliliği ve bulanıklığı dolayısıyla politika<br />
ile kesinlikle boy ölçüşememektedir.<br />
Birinde aydınlık ötekinde ise karanlık ve kirli bir<br />
yüz bulunduğundan aynı kefeye koyamaz, bütünleşmelerini<br />
de sağlayamayız. Politikaya gücümüz yetmediğine<br />
göre, bırakalım edebiyat yine kendi çizgisinde<br />
kalsın ve bu şekilde de yoluna devam etsin.■<br />
KİŞİLİK<br />
İnsan kendi olmalı,<br />
Taklit değil.<br />
Renklerden bir renk olmalı,<br />
Renk katmalı Dünya’ya,<br />
İnsan Kendi olmalı,<br />
Başkasına benzemeyen,<br />
Kişiliği oturmuş,<br />
İnsanlığa bir şeyler veren.<br />
SÜLEYMAN DAŞDAĞ<br />
90<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Ben ne zaman ölsem<br />
ELİF NİHAN AKBAŞ<br />
Ben ne zaman ölsem, aklıma sen geliyorsun. Bir insan kaç kere ölür, deme. O kadar çok öldüm<br />
ki ben! Ve o kadar çok andım ki seni.<br />
İlk ölümümde çok yüksek bir yerden düşmüştüm mesela: Gözlerinden. Herkes “Gözü yüksekte,”<br />
diyordu senin için. Öyleymiş. Düşünce anladım.<br />
Hâlbuki bana sorsalar, engin bir denizin derinliklerini keşfederek ölmek isterdim. Ruhunun<br />
derinliklerinde çırpınmak… Ruhuna balıklama dalıp da o taşlaşmış yüreğine çakılmam ilk intihar<br />
denemem sayılabilirdi pekâlâ. Ama ölmemiştim o zaman. Belki de beni tutup kaldıran sözcüklerindeki<br />
şefkat hayatta tutmuştu beni.<br />
Bazı ölümlerimin ardından, Belki de beni gözlerinden iten babamdı, diye düşünüyorum. Erkek<br />
adama Damla ismini koyarsan, olacağı budur. Düşüp durursun insanların gözünden… İlla ki bir kız ismi<br />
koyacaksa Gözde koysaydı bari. Belki o zaman hiç ölmez, mutlu mesut yaşardım gözlerinde. Maviydi<br />
ya gözlerin, gözbebeğini huzurlu bir ada sayardım ben.<br />
Herkes isminin kaderini yaşarmış. Öyle derler. Ben inanmıyorum buna. Herkesi bilemem. Tek<br />
bildiğim, ben ismimin kaderini değil, kederini yaşıyorum belki. Damla damla düşüyorum gözlerden.<br />
Düşmediklerimdense ben damlalar düşürüyorum. Öyledir ya hani, seni sevmeyenleri memnun<br />
etmek için çırpınır durursun da seni sevenleri perişan eylersin. İnanmadığım bütün genellemeleri<br />
özelleştiriyorum belki de. İhalelerde en çok kederi ben teklif ediyorum. Ve belki de seni bir kez daha<br />
olsun hatırlayabilmek için tekrar tekrar ölüyorum.<br />
Başlarda böyle değildi aslında. Hatta ikinci ölümümde kendimi seni düşünürken bulunca çok<br />
şaşırmıştım. Sanırım dördüncü ya da beşinci ölümümde alıştım bu duruma. Ondan sonra da saymayı<br />
bıraktım zaten. Aklıma sen gelince öldüğümü anlıyordum. Sonraları bağımlılık oldu galiba. Seni<br />
düşünmek için ölür oldum.<br />
Bir keresinde üç dört delikanlı, sokak ortasında öldüresiye dövdü beni. Nedenini bilmiyorum.<br />
Galiba onlar da bilmiyordu. Ama son birkaç tekmeyi, seni sayıklamama sinirlendikleri için yediğimden<br />
eminim. Dayak yediğim için ölmedim, yanlış anlama. Böyle küçük şeyler koymaz bana. Ama tam da<br />
yere düşerken beni dövenlerden birinin gözünde tuhaf bir pırıltı gördüm. Galiba dudaklarının ucu da<br />
yukarı kıvrılmıştı. Hani konduramıyorum ama, sanki gülümser gibi. İşte bu yüzden düştün aklıma.<br />
91<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
Ölüm nedeni: Ruh zedelenmesi…<br />
Hâlbuki ağlasa, her tekmede hıçkırsa, her yumruğun ardından burnunu çekse oturup ben de ağlardım<br />
onunla, onun derdine. Gözüme mi yapışırdı sanki Ne de olsa kökü bende! Hiç çekinmezdim adımı<br />
paylaşmaktan. Ama o güldü ve beni öldürdü!<br />
Bazen düşünüyorum da, gözlerinden aşağı doğru süzülürken gönlüne değseydim, en azından<br />
penceresinden şöyle bir içini görseydim, bu kadar çok ölür müydüm Gözünden gönlüne düşseydim…<br />
Süzülmek derken romantikleştiriyorum tabii. Yoksa basbayağı “küt” diye çakıldım yüreküstü. Kalbim<br />
ağır yaralandı. Çok sevda kaybetti. İlk ölüm kaydımı böyle düşmüştüm. Ölüm nedeni: Kalp kerizi…<br />
Kendimi bildim bileli bir yakınlık duyardım da ağlayanlara, ağır yaralanan kalbimden akıp giden<br />
kayıp sevdalardan sonra daha bir hassaslaştım. Ne zaman biri ağlasa, bana sesleniyordu sanki. Bazen<br />
usulca, burnunu çeke çeke bazen haykırarak, hıçkıra hıçkıra: Damla! Damla! Ağlayan herkesin yanına<br />
koşuşum bundandı, şiddetli kanaması olan hastalara koşan doktorlar gibi… Hani ilk ölümüm geliyor<br />
aklıma, bir gözden ne vakit bir damla düşse, ben tekrar ölüyorum. Bir türlü uyanamadığım bir kâbus bu<br />
ama tuhaf, ben bu kâbusu seviyorum. İçinde senin olduğun ne varsa sevmem gibi… Sigara içmek gibi<br />
aslında seni sevmek. Ölümümden mesul olduğunu bile bile senden vazgeçememek… Herkes bağımlılık<br />
diyor. Ben öyle düşünmüyorum. Ölümün keyfini sürmek bence her ölümden sonra kalbimden bir dilim<br />
kesip üstüne seni sürmek.<br />
Hayatımdan çıkaramadığım romanı, ölümlerimden çıkarırım belki bir gün. Her harfte bir kez daha<br />
ölürüm. Uzar gider romanım. “Herkesin hayatı roman anasını satayım!” diyen bir yayıncıya pis pis<br />
sırıtır, “Benim ölümlerim roman be abi!” derim. Nice ölümlerden geçip geldiğimi bilmediğinden “Hangi<br />
ölümün” diye soramaz.<br />
Ama hani olur da sorarsa, ilk göz ağrımı anlatmam ona. Değil mi ki en ağrılı ölümüm senin<br />
gözlerinden düşüşüm olmuş, ilk göz ağrım demek hakkımdır.<br />
Ceylan’ın gözlerinden bahsederim mesela. Gazetede görmüştüm. Kocaman açılmıştı gözleri. Öyle<br />
kocaman ki, bütün dünya sığabilir içine. Gözbebeği diye gezdirir dünyayı gözünde. Herkesinki yuvarlak<br />
olacak değil ya, onun gözbebeği de geoit olsun. O dünyayı sığdırabilecekken gözlerine, dünya hiçbir<br />
yere sığdıramamış onu. Kaçıncı ölümüm hatırlamıyorum ama senden sonraki en sancılı ölümümdü o<br />
gözleri görüşüm. Bir damla gibi dünyanın gözlerinden akıp giden bütün çocuklarla bir kez daha öldüm<br />
ben. Var sen hesapla. Ama unutma, çocuk ölümleri ikiyle çarpılmalı. Çünkü onlar yaşamı tanımakla<br />
geçmiş birkaç yılla beraber yaşanmamış bir ömür ve masumiyetlerini de götürüyorlar yanlarında.<br />
Ne yana baksam çocuk katilleri görüyorum bazı günler. Bir çocukla birlikte dünyanın yanaklarından<br />
süzüldükten sonra oluyor genelde. Koca koca adamlar geçiyor yanımdan. Güzel kadınlar. Ruhlarının<br />
bahçesine gizlice gömdükleri çocuk cesetleri adımı haykırıyor: Damla! Damla! İçinde çocuk cesedi<br />
taşıyanlardan biri olduğum geliyor aklıma. Ama yalan yok, onu komaya sokan sendin ve ben aslında o<br />
gün anlamalıydım ilk katilim olacağını. “Neden” diye sorduğun an yere yığılıvermişti içimdeki çocuk.<br />
Bakma sen çocukların ikide bir “Neden” dediklerine. “Çikolata ister misin” diye sor da gör, soruyorlar<br />
mı “Neden” diye. Onlara sorsan, “İşte,” derler. Ben “İşte,” diyememiştim sana. Seni sevmeme bir<br />
neden araman en ağır darbeydi ne zaman şeker görse koşulsuz sevinen çocuk ruhuma.<br />
İşte yüreğimin yoğun bakım odasından çıkardım seni. Farkında olsan, “Neden” derdin yine. “Neden<br />
ölmeme izin veriyorsun”<br />
Ben ne zaman ölsem, o odada uyanıyorum çünkü. Yanı başında. Ben sana bakıyorum, sen içimde<br />
yoğunlaşıyorsun. Ben ne zaman ölsem, sen içimde katılaşıyorsun. Bir kez olsun beni anla istiyorum.<br />
Buharlaş ve yüksel göğe. Sonra damla damla saçlarıma yağ… Burnumun ucundan süzülerek usulca<br />
düş toprağa.<br />
Şimdi sen dışarıda ölürken, ben doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi bekliyorum seni.<br />
Dokuz ölüyorum. Sen ölüme doğduğunda, ben yaşama öleceğim. Bundan sonra seni ölürken değil,<br />
yağmur yağarken düşüneceğim. Ve son kaydımı düşeceğim defterime nüfus memurları gibi. Ölüm<br />
nedeni: Yenilenme… ■<br />
92<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
ÖZGÜR KASIM AYDEMİR*<br />
İnsanlık tarihini, bir anlamda, iktidar mücadelesinin<br />
tarihi olarak nitelendirmemiz mümkündür.<br />
Bu gerekçeden hareketle yazımızda, iktidar kavramı<br />
ile iktidarın “kara kutusu” niteliğindeki dil ilişkisini<br />
teorik bağlamda felsefe ve dilbilimin kesişme evreni<br />
içerisinde değerlendirebiliriz. “İktidar”ın salt siyaset<br />
ya da devlet ile sınırlandırılmadığını ve “dil”in de<br />
toplumsal ilişkiler evrenin dışında bir “meta” olarak<br />
değerlendirilmediğini belirtmek isteriz. İktidar kavramı<br />
genelde “dil”in, özelde ise “söylem”in birbirinden<br />
ayrı düşünülmemesinin gerekliliği yazımızın ana temalarındandır.<br />
Yirminci yüzyılın sonu itibariyle sosyal bilimlerin<br />
önemli dayanak noktalarından biri hâline gelen<br />
söylem; daha çok rasyonalizmin, determinizmin,<br />
pozitivizmin ve ampirizmin güdümündeki tek düze<br />
çözümlemelerin devrini kapatarak kendi çağını başlatmıştır.<br />
Böylece dil, toplumsal bağlamdaki çok boyutlu<br />
anlamsal ve işlevsel çıkarımlarla bir ağ özelliği<br />
kazanmıştır. Söylemin fiili hükümranlığı karşısındaki<br />
bireyler de, tabiyet karşıtı mücadelelerini, iktidarın<br />
kendilerine sağladığı söylem alanı ve olanağı içerisinde<br />
sergileyebilmektedirler. Bu yönü ile söylem çözümlemeleri;<br />
felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilim<br />
dallarının da ilgisini çekmiştir.<br />
“Söylem çalışmalarının İngilizcede ‘söylem çözülmesi’<br />
başlığını taşıyan ilk çalışma olarak Noam<br />
Chomsky’nin de hocası olan Zelling Harris’in Language<br />
dergisinde 1952 yılında yayımladığı makale<br />
ile başladığı kabul edilmektedir. (Kocaman 1996:<br />
2)”. Bu çalışmaların ardından Alman ve Fransız yorum<br />
ekollerinin [1] çalışmalarından da felsefî anlamda<br />
etkilenen söylem çalışmaları daha çok postyapısalcı<br />
yaklaşımın etkisinde kalmış, yurt dışındaki bu emekleme<br />
evresinden sonra ülkemizde de dilbilim çalışmalarında<br />
yer edinmeye başlamıştır. “Türkçede (…)<br />
söylem sözcüğünün bugünkü anlamıyla ilk kez Berke<br />
Vardar ve arkadaşlarınca (1980) hazırlanan dilbilim<br />
sözlüğünde kullanıldığı kabul edilmektedir (Kocaman<br />
1996: 6)”.<br />
Omurgası dilbilim, edebiyat, dinbilim, toplumbilim,<br />
düşünbilim ve benzeri bilim dallarına dayanmış<br />
olsa da ortak niteliği olan yorumlama edimi, kimi yorumlayıcı<br />
çalışmalarda, söylem teriminin sözel ya da<br />
yazılı alandaki kaplamına yönelik de bir düşünsel karmaşa<br />
bulunmaktadır. Oysa dilbilim içerisinde söylem<br />
terimi, bu karmaşayı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır.<br />
Yazılı ifadeleri karşılayan metin adlandırımı<br />
karşısında söylemim kaplamı, sadece sözlü ifadeleri<br />
değil yazılı ifadeleri de içermektedir. Söylem terimi<br />
ile metin arasındaki önemli ayrımlardan birisi de söylemin<br />
toplumsal bağlam ile olan ilişkisidir. Bu ayrım<br />
için Ahmet Kocaman, şu saptamada bulunmuştur:<br />
“Kimi yaklaşımlarda bağlamın içine aldığı bir öge<br />
* Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,<br />
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, okaydemir@gmail.com<br />
Burada özellikle Gadamer’in öncülüğündeki Hermeneutik<br />
ve Derrida’nın öncülüğündeki yapıbozum çalışmaları<br />
vurgulanmaktadır.<br />
93<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
olan metin, anlamları gerek sözlü gerek yazılı biçimde<br />
dilbilgisi yapılarıyla sunan ögedir. Söylem ise metin<br />
ve bağlam arasındaki ilişkilerle anlam kazanan,<br />
dolayısıyla her iki ögeyi de içine alan bir kavramdır<br />
(Kocaman 1996: 46)”.<br />
Böylelikle ister yazılı ister sözlü olsun dil birliklerinin<br />
tamamını bağlamla birlikte söylem kavramı ile<br />
de nitelendirebiliriz. Bu konumlamanın bir adım ilerisinde<br />
söylem çözümlemelerini de bir anlama ya da<br />
anlamlandırma edimi olarak görmememiz gerekir. Bu<br />
konuda, metni anlamanın söylemi ortaya çıkarmaktan<br />
çok metni söylem olarak algılayıp, yorumlama<br />
edimi olduğunu belirten Edibe Sözen; açığa çıkarılışı,<br />
bağlamı, anlamlandırılışı bakımından söylem için şu<br />
yargıları savunmaktadır: “Söylem terimi, bireysel bir<br />
faaliyet veya durumsal değişkenlerin bir yansımasından<br />
ziyade, dilin bir sosyal pratik olarak kullanılmasını<br />
tanımlar. Bu çeşitli imalara sahiptir: Birincisi dil<br />
felsefesi ve linguistik pragmatikte olduğu gibi, söylem<br />
bir eylem modudur. İkincisi, söylem ve sosyal yapı<br />
arasında diyalektik bir ilişki vardır: Söylemler sosyal<br />
inşa edicidirler. Söylem dünyayı temsil eden bir pratik<br />
değil, dünyaya işaret eden/dünyayı gösteren bir pratiktir<br />
(Sözen 1999: 40)”.<br />
Söylem çözümlemelerinin odak noktalarından<br />
olan iktidar kavramı, felsefe tarihinin her döneminde<br />
önemli düşünsel cazibe merkezlerinden birisi olmuştur.<br />
Bu doğrultuda öncelikle, ele alınan iktidar felsefesinin<br />
tarihsel arka planı ana hatlarıyla belirtilmeye<br />
çalışılmıştır. Türkçede kullanılan iktidar sözcüğü,<br />
İngilizcede power, Fransızcada pouvoir, Almancada<br />
ise macht, vermögen, recht sözcüklerinin karşılığında<br />
kullanılmaktadır. Arapça kökenli iktidar sözcüğü<br />
Türk Dil Kurumunun “Türkçe Sözlük”ünde şu ifadelerle<br />
tanımlanmıştır: “1. Bir işi yapabilme gücü,<br />
erk, kuvvet, 2. Bir işi başarabilme yetki ve yeteneği,<br />
3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü<br />
kullanma yetkisi, 4. bu yetkiyi elinde bulunduran<br />
kişi ve kuruluşlar (TDK 2005: 951)”. Sözcük, Mehmet<br />
Bahaettin Toven’in sözlüğünde “Muktedir olma,<br />
güç yetmek takat (Toven 2004: 303)”. karşılığı olarak<br />
değerlendirilmiştir. İlhan Ayverdi’nin hazırladığı<br />
sözlükte “1. Bir şeyi yapabilme, gücü yetme durumu,<br />
muktedir olma, kuvvet, kudret, güç, 2. Ülke yönetimini<br />
elinde bulundurma, 3. Ülke yönetimini elinde bulunduranlar,<br />
hükûmet (Ayverdi 2006: 1378)” anlamlarıyla<br />
karşılan iktidar sözcüğü, Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı<br />
sözlükte ise şu ifadelerle tanımlanmaktadır:<br />
“1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, kuvvet, 2. bir<br />
işi başarabilme yeteneği, 3. yapabilme yetkisi, yetkiye<br />
dayalı güç, 4. devlet yönetimini elinde bulundurma,<br />
devlet gücünü kullanma yetkisi, hükümet etme, 5. devlet<br />
gücünü ve yönetimini elinde tutan kişi veya kuruluş,<br />
hükümet yönetimini elinde bulundurma, hükümet,<br />
6. bir topluluk içinde doğal maddi ve manevi etkenler<br />
sonucu bazı kişi grup ve kurumların buyurma ve buyruklarını<br />
yaptırma gücü, 7. kabiliyet, yetenek, 8. erkek<br />
için cinsel güç bakımından yeterlilik (Çağbayır 2007:<br />
2129)”.<br />
Ancak iktidar kavramının sözlüklerden alıntılanan<br />
genel tanımlamalarla sınırlandırılamayacak felsefi ve<br />
sosyolojik derinliğe sahip olduğunun göz ardı edilmemesi<br />
gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bağlamda; belirtilen<br />
bilimsel derinliklerin göz ardı edilmesi, iktidar<br />
kavramını günlük, sığ bir popüler tüketim malzemesi<br />
hâline getirecek ve gerçek iktidar sahiplerinin amacına<br />
hizmet etmek durumunda olacaktır. Bu nedenle Türkçede<br />
ana hatlarıyla, alıntılanan doğrultuda anlamlandırılmış<br />
olan iktidar kavramının asıl felsefi derinliği<br />
üzerinde odaklanılması gerektiğini düşünmekteyiz.<br />
Gerek yazının yapısal sınırlılığı gerekse odaklanılan<br />
düşüncenin dağıtılmaması adına iktidar kavramının<br />
felsefe, sosyoloji ve antropoloji tarihi içerisindeki<br />
gelişimine ve değişimine oldukça yüzeysel nitelikte<br />
değinerek benimsediğimiz kuram doğrultusunda değerlendirmede<br />
bulunmaya gayret sarf edilmiştir. Bu<br />
bağlamda yazımızda değerlendirdiğimiz iktidar kurgusunun<br />
Fransız düşünür Michel Foucault’nun görüşlerine<br />
dayalı olarak ele alındığını belirtebiliriz. Michel<br />
Foucault’un iktidar felsefesinin kurgulanabilmesinde<br />
modernitenin öncü ve özgün muhalifi Theodor W.<br />
Adorno’nun ve modernite eleştirmenliğinin yanı sıra<br />
bilgi ile iktidar bağlantısının Avrupalı ilk kâşifi niteliğindeki<br />
Friedrich Nietzsche’nin önemli basamakları<br />
oluşturdukları kanısındayız. İktidar kavramını ele<br />
alırken sözlüklerde de belirtildiği üzere salt yöneten,<br />
hükmeden yönüyle değil, yöneten ile yönetilen arasındaki<br />
mücadele yönüyle de ele aldık. Çünkü koşulsuz<br />
tâbi olan(lar)a hükmeden egemen gücün olduğu<br />
yerde iktidardan söz edilemeyeceğini düşünmekteyiz.<br />
Nitekim Foucault’a göre “(…) ilk kavranması<br />
gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı<br />
ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok<br />
daha düşük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında<br />
değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda<br />
hiçbir şeyin değişmeyeceğidir (Foucault 2003: 43)”.<br />
Ele aldığımız, iktidar felsefesi, bir mücadelenin ürünüdür.<br />
Foucault’un özellikle vurguladığı bu çok yönlü<br />
iktidar algılayışının öncü ismi, başta Nietszche<br />
olmak üzere Marks üzerinde de büyük etkiye sahip<br />
olan Arthur Schopenhauer’dir. Schopenhauer’in bu<br />
kurgusundaki anahtar işlevine sahip kavramsallaş-<br />
94<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
tırması ise “irade”dir. Schopenhauer’in “irade”sinin<br />
Marks’taki yansımasında belirgin değişiklikler bulunmaktadır.<br />
Marks iradeye sahip özneye önemli bir<br />
eklemede bulunmuştur ki bu kavram da “bilinç”tir.<br />
Felsefi düşüncesinde metafiziğe önemli bir yer ayıran<br />
Schopenhauer’in aksine, materyalist yönüyle öne<br />
çıkaran Karl Marks’ın “bilinçli özne”si, bu nedenle<br />
iktisadi üretim ve tabii ki tüketim döngüsünde egemen<br />
figür niteliğindedir. Düşünce dünyasında Arthur<br />
Schopenhauer’in önemli etkileri bulunan Friedrich<br />
Nietzsche ise, Schopenhauer’in metafizik yaklaşımını<br />
sürdürmesinin yanında “irade” kavramsallaştırmasına<br />
eklemeler yaparak geliştirmiş ve iradenin amacı<br />
olarak da değerlendirdiği temel kavramı olan “iktidar<br />
istenci”ne ulaşmıştır. Özellikle İngilizceden yapılan<br />
kimi çeviri eserlerde iktidar ile güç sözcüklerinin<br />
birbirlerinin yerine kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz<br />
ki bu işletimin terminolojik bir kargaşaya neden<br />
olabileceği kanısındayız. Değerlendirmelerimizde<br />
güç ve iktidar kavram alanlarını paradigmal özdeşlik<br />
içerisinde değerlendirmediğimizi belirtebiliriz. Nitekim<br />
gücü, muktedir olma yolunda bir araç, iktidarın<br />
varlığı kanıtlaması yolunda bir araç niteliğiyle değerlendirmekteyiz.<br />
Güç ile iktidar arasındaki belirgin sınırı<br />
ve yoğun ilintiyi, Elias Canetti oldukça somut bir<br />
örneğe dayalı olarak şöyle açıklamıştır: “Kedi, gücü,<br />
fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin<br />
arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır.<br />
Ama fareyle oynamasında bir başka etken daha<br />
vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, birazcık kaçmasına,<br />
hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre<br />
boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ<br />
kedinin iktidar [alan]ının içindedir ve her an tekrar<br />
yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından<br />
kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya<br />
varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanının içindedir.<br />
Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı<br />
umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında<br />
onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye<br />
gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması;<br />
bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle<br />
izleme ve yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da<br />
daha basit bir biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir<br />
(Canetti 2006: 283-284)”.<br />
Foucault’un iktidar kurgusunun salt felsefe ile sınırlı<br />
kalmadığını, hatta bu görüşlerin en etkili olduğu<br />
disiplinlerden birinin dilbilim olduğunu ileri sürebiliriz.<br />
Bu noktadan hareketle iktidarın yanı sıra genelde<br />
“dil”e, özelde ise “söylem”e ilişkin değerlendirmelerimizin<br />
kuramsal arka planını Michel Foucault’un<br />
görüşleri oluşturmaktadır. Foucault’un bilimsel kurgusundaki<br />
iktidar ve dil Bernauer şu ifadelerle belirtmiştir:<br />
“Arkeoloji, söylemin doğduğu ve işlediği<br />
toplumsal ve siyasal koşulları derinlemesine incelemeden,<br />
varoluşsal zorunluluk boyutuna ulaşamayacaktır.<br />
(…) Arkeoloji bir köleleştirme biçimine karşı<br />
verilen siyasi bir mücadeledir. Çünkü hümanizm bir<br />
öz itaat felsefesini temsil etmektedir: “Ruhtan -‘bedeni<br />
yöneten ama Tanrı’ya tabi olan’ bir ruhtan- söz<br />
eder; bilincin -‘karar vermede hükümran ama hakikatin<br />
zorunluluklarına tabi’ bir bilincin- iktidarını<br />
ilan eder; bireyi -‘doğal ve toplumsal yasalara tabi<br />
kişisel hakların sözde sahibi’ bir bireyi- müjdeler; temel<br />
özgürlük -‘içeride hükümran ama dış dünyanın<br />
taleplerine bağımlı ve ‘kaderle işbirliği içerisinde’<br />
olan’ bir özgürlük- kandırmacalarını anlatır (Bernauer<br />
2005: 215)”.<br />
Aşırı bireyselleştiriciliğiyle eleştirilen Foucault’un,<br />
aslında bireyselleşme karşıtı olduğunu belirtebiliriz.<br />
Çalışmalarında bireysel özneden çok, toplumsal özneye<br />
ağırlık veren Foucault’a göre iktidar ancak toplumsal<br />
özne kurgusunu gerçekleştirebildiği sürece gücünü<br />
koruyabilecektir. Foucault, söylemdeki iktidar<br />
ilişkilerinin incelenmesinde önceliğin toplumsal özne<br />
kurgusuna verilmesine de gerekçe oluşturacak görüşlerini<br />
şu tümceleri ile özetlemiştir: “Günümüz siyasi,<br />
etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve<br />
devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil;<br />
kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan<br />
bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan<br />
beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek<br />
yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak<br />
zorundayız (Foucault 2005: 68)”.<br />
Dil ile iktidar arasındaki ilişkide bilgi önemli<br />
iktidar araçlarından biridir. Bilginin aktarıldığı dil<br />
birlikleri, bir anlamda iktidarın öncü kuvvetleri niteliğindedir.<br />
Kurgulanan bilginin, kuramsal içeriği uygulamaya<br />
çevirebilme noktasında kendisini özneye<br />
kabul ettirmesi gerekmektedir. Bu nedenle iktidarca<br />
kurgulanan ikna sürecinde bilgi, söylemle (söylemde<br />
değil) bu görevi yerine getirebilmektedir. Bu aşamada<br />
bilginin erkini güçlü kılabilmek için gerçeklik ölçütleri<br />
de yine söylemle birlikte hâkimiyetini kurmaktadır.<br />
Böylelikle genelde belirtmiş olduğumuz işlevdeki<br />
bilgiye (Michel Foucault’un adlandırımı ile “modern<br />
episteme”ye), özelde ise ahlâka, hukuka, adalete dayalı<br />
güçlü kamuoyu (Roland Barthes’in adlandırımı<br />
ile “doksa”) oluşturulmaktadır.<br />
Dil ile iktidar arasındaki ilişkide önemli işleve sahip<br />
iktidar araçlarından bir diğeri de özgürlüğe ilişkin<br />
söylemlerdir. Özgürlüğe yönlendirilen öznenin aslında<br />
tabiyete yönlendirilmiş olduğu göz ardı edilmeme-<br />
95<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011
lidir. Bu konuya ilişkin, M. Foucault’un iktidar kurgusunda,<br />
Nietzsche aracılığıyla etkide bulunan Adorno<br />
ve Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde<br />
modern öznenin sürekli üretildiğini, bu üretim aşamasında<br />
özne adlandırmasının dahi bir aldatmaca olduğunu,<br />
öznenin kendisinin modernitenin erki tarafından<br />
üretildiğini belirtmektedir. Foucault da bu görüşü<br />
benimseyip geliştirerek, öznenin tabiyetinin sıklıkla<br />
tekrarlatıldığını ve özgürlüğün de bu tekrarlanma süreçlerine<br />
ilişkin olduğunu belirtmiştir. Daha yalın bir<br />
ifade ile iktidar farklı içeriğe ve işleve sahip bilgiler<br />
aracılığıyla özneyi sürekli –kendi rızasıyla- tabiyete<br />
yönlendirmektedir. Öznenin özgürlüğü ise bu tabiyeti<br />
onaylama sürecine özgüdür.<br />
İktidar dil ilişkisindeki en önemli denetim aracı<br />
da gözlemdir. Sözde özgürlüğünün bilincinde olan<br />
özne, gözetim altında olduğuna ilişkin aynı bilince<br />
sahip değildir. Bu noktada Foucault’un iktidar kurgusunun<br />
önemli bir metaforu kaşımıza çıkmaktadır:<br />
Panopticon. Bu metaforun varlığına adını aldığı bir<br />
hapishane ilham vermiştir. “Panopticon ya da gözetim<br />
evi merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok<br />
hücreden oluşan, bir gardiyanın birçok mahkûmu<br />
aynı anda denetleyebildiği büyük dairesel yapı bir anlamda<br />
çelişkili de olsa, Jeremy Bentham’ın yaratıcı<br />
imgeleminin ürünüdür (Bentham 2008: 77)”. Panopticona<br />
dayalı gözetim ve denetim mekanizmasının temel<br />
özelliği gereği, gözetimde ve denetimde bulunanlar<br />
mahkûmiyetlerinden habersiz olan herkese “eşit<br />
uzaklıkta” gözlem yapmak durumundadır. Bu doğrultuda<br />
insanların eşitliğine uç veren bilginin de yine iktidarca<br />
kurgulanmış olduğunu belirtebiliriz. Nitekim<br />
Batı’daki resim sanatının İslami toplumlara ilk giriş<br />
türü olan minyatürlerde de benzeri bir kurgu vardır.<br />
Minyatürlerde insanlar başta olmak üzere evrendeki<br />
hiçbir varlığın fiziksel, maddi, özelliklerinden dolayı<br />
bir diğerinden daha yakın ya da büyük çizimine rastlanılamaz.<br />
Burada da panopticon kurgu içerisindekilerin<br />
eşit tutulması gerektiği vurgusu vardır. Minyatür<br />
resim sanatındaki bu kurgunun temelinde, İslam dini<br />
içerisinde özneyi öne çıkaran özelliğin maddi evrene<br />
ilişkin olmayıp “takvâ”dan kaynaklandığını da belirtebiliriz.<br />
İktidar kavramına ilişkin olarak değerlendirilebilecek<br />
bu kuralların -yansıtıcısından çok- yaşam evreninin<br />
dil olduğu, Foucault’la birlikte artık kanıksanmış<br />
bir görüş niteliği kazanmıştır. Dolayısıyla öznenin bireysellikten<br />
çok toplumsallığı bağlamında değerlendirildiği,<br />
toplumsal ilişkilerin de iktidar kavramından<br />
yalıtılmış bir değerlendirmeye tâbi tutulamayacağı<br />
görüşünün devamında bu değerlendirmelerin söylemle<br />
işletilerek, söylemle somutlanabileceği belirtilmiştir.<br />
Böylelikle söylem, bir anlamda, (modern<br />
epistemenin olduğu gibi) iktidar ilişkilerinin de hava<br />
yuvarı niteliğindedir [2] . Söylem içerisinde konumlanmış<br />
öznenin özellikleri, özgürlük evreni, dolayısıyla<br />
iktidar mücadelesi; ilgili tarihsel bağlamın ana hatlarıyla<br />
bilinmesini zorunlu kılmaktadır.<br />
Ana hatlarıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız değerlendirmelerin<br />
sonucunda genelde dilin, özelde ise<br />
“söylem”in toplumsal kurallardan ve ilişkilerden bağımsız<br />
tutulamayacağını hatta toplumsal kurallar ve<br />
ilişkiler ağı olarak tanımlanabileceğini belirtebiliriz.<br />
Belirtilen özellikleri dolayısıyla söylem, iktidarın en<br />
önemli varlık alanı niteliğindedir. Bu bağlamda, dili<br />
iktidardan iktidarı da dilden ayırmanın mümkün olmadığını<br />
ancak bu ayrılmaz kurgu bütünlüğüne yönelik<br />
incelemelerin ve değerlendirmelerin de dilbilime,<br />
sosyolojiye ve felsefeye dayalı olmadıkça eksik ve<br />
yüzeysel sonuçlar verebileceğini ileri sürebiliriz.<br />
KAYNAKLAR:<br />
Aydemir Ö. K. (2010). Gencine-i Adalet Üzerine Dilbilgisi İncelemesi<br />
ve İktidar Felsefesi Bakımından Söylem Çözümlemesi,<br />
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü, Denizli.<br />
Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı,<br />
İstanbul.<br />
Bernauer J.W. (2005). Foucault’un Özgürlük Serüveni Bir Düşünce<br />
Etiğine Doğru, çeviren : İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları,<br />
İstanbul.<br />
Canetti E. (2006). Kitle ve İktidar,Çeviren:Gülşat Aygen, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Çağbayır Y. (2007). Ötüken Türkçe Sözlük, Ötüken Yayınları, İstanbul.<br />
Foucault M. (1994). The Archeology of Knowledge, çeviren: A.<br />
M. Sheridan Smith, Routledge Press, London.<br />
Foucault M. (2003). İktidarın Gözü, çeviren: Işık Ergüden, Ayrıntı<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Foucault M. (2005). Özne ve İktidar, çeviren: Işık Ergüden, Osman<br />
Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />
Karpuz H.Ö. (2006). “Anadili Bilinci Sorunu”, Türkçenin Çağdaş<br />
Sorunları, s.175-188, Divan Yayınları, İstanbul.<br />
Keskin F. (1999). Söylem, Arkeoloji ve İktidar, Doğu Batı, S.9,<br />
s.15-23.<br />
Kocaman A. (hzl.) (1996). Söylem Üzerine, METU Press, Ankara.<br />
Püsküllüoğlu A. (2007). Türkçe Sözlük, Can Yayınları, İstanbul.<br />
Sözen E. (1999). Söylem Belirsizlik, Mübadele, Bilgi/Güç ve Refleksivite,<br />
Paradigma Yayınları, İstanbul.<br />
Toven M.B. (2004). Yeni Türkçe Lügat, hzl. Abdülkadir Hayber,<br />
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.<br />
Türk Dil Kurumu (2005). Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları,<br />
Ankara.<br />
2. Ayrıntılı bilgi için bkz: Foucault 1994.<br />
96<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2011