07.02.2015 Views

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,<br />

12 Haziran 2011 seçimleri yeni oluşumların<br />

yolunu açacak gibi. Birlik ve dirliğimiz için, hısım<br />

akraba toplulukları için hakkımızdan hayırlısını<br />

diliyoruz.<br />

Temenniyle birlikte; perde arkasını okuyamadığımız<br />

olayların görünenleri üzerinde ciddi ciddi<br />

düşünmemiz gerektiğine de inanıyoruz Çünkü<br />

demokrasinin temel prensiplerini belirleyenler,<br />

vatandaşlık bilinciyle donanmış bireylerdir. “Temsil<br />

kabiliyeti yüksek” olanların seçilmesi de ancak<br />

ve ancak seçme yeterliliği kazanmışlarla mümkündür.<br />

Bu düşüncelerle dergimizin elinizdeki sayısını<br />

“Politika ve Edebiyat İlişkisi”ne ayırdık. İstedik<br />

ki “Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri” üzerine<br />

bize düşeni kısmen de olsa anlatmaya çalışalım,<br />

edebiyata politika bulaştırmadan hatırlatmalarda<br />

bulunalım, edebiyat ve politikanın vazgeçilmez<br />

ortaklıklarını işaret edelim.<br />

Dergimizde bulunan denemeleri, makaleleri,<br />

şiirleri, hikâyeleri soruna ve çözüme birer işaret<br />

taşı olarak görebilirsiniz.<br />

49. sayımızda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet<br />

olunuz.<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye


NAZIM PAYAM<br />

Sanatçının dünya<br />

görüşünü temsil<br />

eden partinin<br />

iktidarda olması da<br />

bunu değiştirmez,<br />

bilakis kaygı<br />

artırıcıdır. Kendisini,<br />

arzu edilen kıvamı<br />

hissettirmeye, ihmal<br />

edilen hasletleri<br />

hatırlatmaya<br />

çoklarından daha<br />

fazla bu dönemde<br />

yetkin görür.<br />

Politikacı mı, sanatçı mı<br />

Meşrutiyetten bu yana politik<br />

güce inandırılan halkımız<br />

sosyalleşmesinin giriş ve<br />

çıkışlarını politikayla belirliyor.<br />

Cumhuriyetin kuruluşundan<br />

beri ise partili taraftar<br />

genel başkanına bağlılığını hoca-tilmiz, ağamaraba<br />

mertebesinde yürütüyor, dersem pek<br />

de abartmış sayılmam. Politikacı bu durumu<br />

lehine değerlendirip geliştirmekte bir sakınca<br />

görmüyor çoğu zaman. Hatta sosyal uzuvların<br />

bütününü taraftarların gücü nispetinde<br />

kontrole çalışıyor. Buna sanat da dâhil.<br />

Politikacı ayrıca; kendi değerleri dışında<br />

değer ve eleştirileri olan sanatçıyı hep bir<br />

eksiğiyle tutuyor aklında. Ona göre, muhalif<br />

sanatçının arızalı hayalinde harmanlanmış<br />

gerçek, gerçeklikten yoksundur. Toplum için-<br />

3<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe<br />

karışmaktan. Sanatçıya, değer kazandıran, biçimdir. Özgün<br />

biçim, sanatçıyı çok daha derinlerden alıp henüz adı<br />

konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,<br />

büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.<br />

de ayrıcalık isteyen böyleleri, palazlanmadan<br />

ötelenmeli. Hele bir de iktidarda ise sanatçıya<br />

dair olumsuz görüşlerini hiç durmaksızın halka<br />

da dayatıyor.<br />

“Politikacı mı, sanatçı mı” dayatmasında,<br />

sanatçımızın unutulmaya mahkûm edilmesi<br />

kaçınılmaz. Politikacıdan yanadır tercihi halkımızın.<br />

Hırsın, tarafgirliğin ürettiği toplum<br />

münafıklarının yargısız infazına her an tanık<br />

olabilirsiniz. Esermiş, yazarmış, okumaymış;<br />

hak getire. Nazım Hikmet benzeri bir ideolojinin<br />

temsilcisi değilse, taraftar kitle için en iyisi<br />

sanatçının, politikadan uzak, bir köşede hülyalarının<br />

albenisiyle oyalanması!<br />

Ya Sanatçı Sanatçının da, kendisini yol<br />

üstü taşı olarak görenlerden hoşnut olduğu<br />

söylenemez. Halkçılığın ucuz aktörü olarak<br />

biliyor politikacıyı. Değerlerin onlar tarafından<br />

istismar edildiğine, ilişkilerini çıkarlarla<br />

gürleştirdiğine inanıyor. Yine genelde sanatçının<br />

özelde şair ve yazarın bir başka inancı;<br />

politikacının buyrukçu ve sınırlayıcı konumundan<br />

oluşan yörüngesinde, taşıdığı yaptırımların<br />

insanlık adına da olsa kolay kolay<br />

elden çıkarılamayacağıdır.<br />

Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde “Ayinesi<br />

iştir kişinin lafa bakılmaz,/ Şahsın görünür<br />

rütbe-i aklı eserinde” mısralarıyla işaret ettiği<br />

çarçabuk silinecek kötü politikacı ile lafazan<br />

sanatçının göstergeleridir aslında değinilenler.<br />

Bir zaman dilimine sığdırılamayan hizmetler<br />

ne yalnızca sanatçıya mahsustur ne de politikacıya.<br />

Ama şans, sanatçı ile politikacıdan<br />

yanadır. Hizmet etme fırsatı en fazla bu farklı<br />

kutuplarda konuşlananlara verilmiştir. Oysa iyi<br />

politikacı ile hakiki sanatçıyı farklı kutuplarda<br />

konuşlandıran birinin ötekinden daha fazla hakseverliği,<br />

erdemliliği, millet evladının sorumluluğunu<br />

üstlenmesinden çok, mizaçları, üslup ve<br />

öncelikleridir.<br />

Politika toplumsal ve bireysel sorunlara çözüm<br />

üretme sanatıdır. Politikacı sanatını yürütürken<br />

ülkesinin, vatandaşının hücreleri üzerinde<br />

ahenkle çalışır. Vatandaşlarının yaşama<br />

ölçünlerini yükseltir; ahlaklı, eğitimli, sağlıklı,<br />

güvenli yaşamasını sağlar. Bireyleri, kitleleri<br />

huzur notalarının vazgeçilmez tınısına çeker,<br />

geleceği hedefler. Elbette bütün bunları gerçekleştirmek<br />

için aktif katılımcılarını çoğaltır.<br />

Nasıl ki bir heykeltıraştan beste; müzisyenden<br />

hüsnühat; romancıdan biyolojik bir sonuç<br />

ve şairden Mimar Sinan’ın tasarısını beklemiyorsak<br />

politikacıdan da yetisi dışında olanı<br />

bekleyemeyiz. Politikacının dikkatinden kaçan<br />

veya yetisi dışında oluşan boşluğu dolduracaklar<br />

varsa bunlar evvelemirde sanatçılardır. Yine<br />

iyi politikacı sanatı da sanatçıyı da en iyi anlayan<br />

ve değerlendirenler arasındadır.<br />

Sanatını önemsemeyen, herhangi bir partinin<br />

adresini göstermeye, küçük hesaplara, statü<br />

kavgalarına düşen sanatçı, politikacının ötelemesini,<br />

halkın dışlamasını belki hak edebilir.<br />

Ama hakiki sanatçı herhangi bir politik uğraşın<br />

öznesi olmaz, olamaz. O, odamızı aydınlatma<br />

yarışına katılmış bütün partilere aynı mesafede<br />

durur. Sanatçının dünya görüşünü temsil eden<br />

partinin iktidarda olması da bunu değiştirmez,<br />

bilakis kaygı artırıcıdır. Kendisini, arzu edilen<br />

4<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


kıvamı hissettirmeye, ihmal edilen hasletleri<br />

hatırlatmaya çoklarından daha fazla bu dönemde<br />

yetkin görür.<br />

Sanatçı, olay ve olguları netleştirmede öncü<br />

olabileceği gibi, bir sonraki sezgilerin duyurucusudur<br />

da. Sanatçının bir özelliği de, ruh<br />

coğrafyasının gezgini olmasıdır; gezintisi esnasında<br />

gördüğünü, hissettiğini ve bireysel tercihini<br />

sanatının ilhamıyla fısıldar. Onun bireysel<br />

tercihi zamanla evrensel beğeniye dönüşebilir.<br />

Böylesi bir durumun gerçekleşmesinde bırakın<br />

kendi politikacısını, diğer toplumların nice politikacısından<br />

daha etkin ve kapsamlı olacaktır.<br />

Sanatçı, yalnızca iç sesten, çevreden ve estetinden<br />

sorumlu tutmaz kendisini; Schiller’in<br />

vurguladığına; gerçeğinin biçimine de yoğunlaşır.<br />

Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine<br />

Bir Dizi Mektuplar”ında, “…iç, ne ölçüde yüce<br />

ve geniş olursa olsun, her zaman kafayı sınırlandırarak<br />

etkiler ama biçimden ancak gerçek<br />

estetik ve özgürlük beklenebilir.” der.<br />

Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine,<br />

biçimsizliğe karışmaktan. Sanatçıya, değer<br />

kazandıran, biçimdir. Özgün biçim, sanatçıyı<br />

çok daha derinlerden alıp henüz adı konulmayan<br />

yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,<br />

büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.<br />

Politikacının sorumluluk alanı ise kendisini<br />

bir başına özgün biçim oluşturmaya bırakmaz.<br />

Göz ardı edemeyeceği toplumsal öngörüler, kurallar<br />

vardır. Geniş halk kitlesiyle işler işleyeceğini.<br />

O, öze doğru şimdinin yüzüyle hareket<br />

eder. Biçim, vaat edilenin gerçekleşmesinde<br />

saklıdır. Vaat edilenin gerçekleşmesi yolunda<br />

düzenler biçimini. Gerektiğinde alımlı güzelleri<br />

bir gereç olarak kullanıp kitleyi amaca uygun<br />

yönlendirir. Kendisine halk nezdinde güven artıracak<br />

düşman devşirmek, devşirdiklerini lokomotifin<br />

ocağında enerjiye dönüştürmek de onun<br />

her an değişebilir biçimine dâhildir.<br />

Politikacının bir aracı da baskıdır. Sartre,<br />

“Yazarın Sorumluluğu” denemesinde yazarla<br />

politikacıyı karşılaştırırken, politikacı özgürlüğü<br />

amaç edinmiş olsa da onun yönteminde<br />

“zor’dan” başka yolun olmadığını söyler. “Yazarsa<br />

tersine, öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı<br />

gibi, özgürlüğü, insan haklarının gerçekleştirilmesini<br />

istemekle birlikte, zor kullanmak<br />

zorunda değildir. Buna yanaşamaz da.”<br />

Her şeye rağmen politikacının yeri belli…<br />

O, “meclis” adamı. Peki, parlamenter sistem<br />

içerisinde sanatçı nerede durmalı<br />

Mekân, mevki ve sorgulama değişikliğine<br />

binaen meclis eşiğinden içeri girebilen Yakup<br />

Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal, Memduh<br />

Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif<br />

Nihat Asya, Arif Sağ, Erdem Beyazıt, Yılmaz<br />

Karakoyunlu, Mehmet Atilla Maraş gibi sanatçılar<br />

milletvekili sınavına girdiler. Başarılı<br />

oldukları söylenemez. Sanatçılarımızın milletvekilliği<br />

döneminde ilk yitirdiği iddialarıydı.<br />

Çoklarının hayalleri, hayreti pörsüdü; mecliste<br />

tereddütlerin adamı olmaktan öteye geçemediler.<br />

Çünkü politikada yaratılışa sinmiş eda ve<br />

üslup farklı.<br />

Cumhuriyet, insanı ve insanı kuşatan her ne<br />

ise onu eşeleyerek özüyle yüzleşmek isteyen<br />

sanatçıdan çelişmez. Politikacısıyla da. Çeliştiği;<br />

politikacısını, ağasını, paşasını, cemaatini,<br />

şaşmaz-şaşırmaz bilen tabanla, vatandaşlık<br />

iradesi gelişmemiş, üstünde tepişmeye müsaade<br />

eden tabanla ikizleşendir. Bu, sanatçı da olabilir.<br />

Öyleyse dolaysız soralım: Özelliklerinden<br />

ve önceliklerinden taviz vermeyen sanatçı ile<br />

politikacıdan, bu iki farklı nitelikten, bir koro<br />

nasıl çıkarabiliriz<br />

Sanırım çözüm Tarık Buğra’nın, edebiyat ve<br />

sanat adamı politika yapmamalı, ama politikacılar<br />

sanatçıların ürünlerinden politika üretmeli,<br />

temennisinde. Buğra’nın temenniden olacak<br />

ki tarihe her kulak verişimde sanatkârları ile yürüyen<br />

büyük devlet adamlarının ayak seslerini<br />

duyuyorum. ■<br />

5<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


REHA ÇAMUROĞLU<br />

ile politika ve edebiyat üzerine<br />

Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor<br />

bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne kadar<br />

zaman olmuştur Böyle baktığımda edebiyatın ve<br />

özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli<br />

çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika<br />

üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa<br />

istikamet alınabilir bir yerde duruyor.<br />

TANER NAMLI<br />

Tarihçi-yazar ve milletvekili Reha Çamuroğlu, 20 Ağustos<br />

1958′de İstanbul’da doğdu. 1986’da Boğaziçi Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu.<br />

Büyük Larousse ve Ana Britannica ansiklopedilerinde tarih<br />

yazarlığı ve redaktörlük, Kara, Efendisiz, Cem ve Nefes dergilerinin<br />

ise yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Almanya’da bir<br />

dizi üniversitede konuk olarak ders ve konferanslar verdi.<br />

TYB tarafından “2001 Yılı En İyi Romanı Ödülü”ne layık<br />

görüldü. Aynı yıl “Hacı Bektaş Barış ve Dostluk Ödülü”nü<br />

aldı. 1998’de Açık Radyo’da “Ziggurat” adlı programı hazırlayıp<br />

sundu.<br />

Öğrencilik yıllarında özellikle Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nda “merkez-periferi ilişkileri”yle, bu ilişkilerin<br />

ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin<br />

ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı<br />

farklılıkları ve bunları yeniden üretişi ilgilendiği başlıca konulardı.<br />

Bu ilgi, Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak<br />

da “İslam heterodoksisi” üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti.<br />

Yazılarında Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek,<br />

Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmıştır.<br />

Eserlerinden bazıları; Son Yeniçeri, İsmail, Değişen<br />

Koşullarda Alevilik, Sabah Rüzgarı /Enelhak Demişti Nesimi,<br />

Dönüyordu / Bektaşilikte Zaman Kavramı, Yeniçerilerin<br />

Baktaşiliği ve Vaka-i Şerriye, İkiilebir, Kalem Efendisi, Tarih,<br />

Heterodoksi ve Bektaşiler ve Bir Anlık Gecikme’dir.<br />

22 Temmuz 2007 seçiminde İstanbul Milletvekili olarak<br />

Meclise girmiştir.<br />

Türkiye’de, Cumhuriyet dönemi politik söylemi,<br />

edebiyattan ne kadar yararlanabildi<br />

Genç Cumhuriyet olağanüstü karmaşık koşullarda<br />

kuruldu. Tanzimat’tan beri getirdiğimiz<br />

“yukarıdan aşağıya” modernleşme paradigmasını<br />

devralmış, bu nedenle de milletin tüm potansiyellerini<br />

ve tevarüs ettiği birikimi harekete<br />

geçirememişti. Edebiyata ilişkin tutum ise belki<br />

de bu felç hâlinin en belirgin ortaya çıktığı alanı<br />

oluşturmaktadır. Türkçenin Arap alfabesine çok<br />

uygun bir dil olmadığı hemen tüm dilbilimcilerce<br />

kabul edilmesine karşın, “Harf Devrimi”nde ve<br />

“Öztürkçeleştirme” de varılan ifrat, Cumhuriyetin<br />

hemen hemen tüm kuşaklarını edebiyatımıza<br />

yabancı hâle getirivermiştir. Bunun ne kadar feci<br />

bir durum olduğunu dahi ancak yakın zamanlarda<br />

kavramaya başladık. Dolayısıyla Cumhuriyetimizin<br />

politik söylemi maalesef bu büyük potansiyeli<br />

hakkıyla değerlendirememiş ve “yabancı” bir dil<br />

üzerine oturmaya çabalamıştır.<br />

6<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Osmanlıda siyaset, edebiyata ne derecede<br />

nüfuz etmişti<br />

Osmanlıda siyaset ile edebiyatın doğrudan canlı<br />

ilişkileri vardır. Birincisi, halk edebiyatında “destan”<br />

geleneğinde bunu çok açık şekilleriyle görmek<br />

mümkündür. Bir savaştaki galibiyet ya da mağlubiyet<br />

hemen destanlarda görünür. Kıtlık, bu kıtlığa<br />

yönetimin ilgisizliği ve hemen her türlü muhalefeti<br />

bu destanlarda görmek mümkündür. Destanlar genellikle<br />

zannedildiği gibi Osmanlı kırlarına mahsus<br />

da değildir. Büyük şehirlerde bu destanlar ya elle<br />

ya da daha sonraları matbaa ile çoğaltılıp satılır,<br />

kısa sürede büyük yaygınlığa ulaşırlardı. Sarayın<br />

“yüksek edebiyata” etkisi daha çok bahşişler, armağanlar,<br />

terfiler olarak ortaya çıkardı. Yine de “yüksek<br />

edebiyatı” sarayın ve bahşiş kesesindeki altının<br />

sesinden ibaret saymak büyük bir yanılgı olacaktır.<br />

Bu edebiyat, muhalefetini yahut eleştirilerini özellikle<br />

geniş sembolik söyleme biçimlerimizin arkasına<br />

gizlemiş ve sadece “erbabına” sunmuştur. Dolayısıyla<br />

bu edebiyatımıza “şifrelerini” çözmeden<br />

yaklaşmak beyhude bir anlama çabası olur.<br />

Bektaşi geleneğinin ve İslam heterodoksisinin<br />

politik tarafları hakkında neler söyleyebilirsiniz<br />

Bu sorunuz çok geniş tartışma ve anlatıları beraberinde<br />

getirecek bir sorudur. Çok kısaca söylemek<br />

gerekirse Alevi gelenek, siyasi iktidarın “hak<br />

sahibinde” olması gerektiğini ileri sürerken Sünni<br />

gelenek “cemaatin rızasını alanda” olması gerektiğine<br />

inanır. Bu temel farklılığın pek çok pratik<br />

sonucu ortaya çıkar tarih içerisinde. Alevi siyaset<br />

anlayışı mesela cemaatin yanılmaz olduğuna inanmaz<br />

ve oybirliği hakikat bağlamında bir “garanti”<br />

meydana getirmez Alevi için. Oysa mesela Sünnilikte<br />

“ümmet yanlışta ittifak etmez”. Sonuçta heteredoks<br />

İslam her durumda daha muhalif ve daha<br />

akışkan bir siyasi tavır içinde olacaktır.<br />

Günümüz Türk edebiyatının, özelde Türk romanının<br />

politik bir işlevi olduğunu düşünüyor<br />

musunuz Edebiyatımız, romanımız; toplumu<br />

yönlendirebilme, dünyaya karşı sosyal bir duruş<br />

sergileyebilme gücünü aşılayabiliyor mu, yaşatabiliyor<br />

mu<br />

Bakın, aslında yeni iletişim dünyasıyla birlikte,<br />

özellikle internet medyasından sonra hiçbir şeyin<br />

eskisi gibi olamayacağını kestirmek zor değil. Ben<br />

belki de burada çok karamsar olanların sınıfındayım.<br />

Her şey uçucu artık her şey “twit”. Senelerdir<br />

doğru dürüst bir besteye rastladığımı düşünmüyorum.<br />

Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor<br />

bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne<br />

kadar zaman olmuştur Böyle baktığımda edebiyatın<br />

ve özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli<br />

çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika üzerinde<br />

bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa istikamet alınabilir<br />

bir yerde duruyor.<br />

Politikacı, tarihçi ve romancı kimliklerinize<br />

dayanarak sormak istiyorum. Eserleriniz, Alevi<br />

kimliğinin tarihi ve politik arka planını ortaya<br />

koyuyor. Bunları anlatırken tarihsel gerçeklikleri<br />

anlatma düşüncesinin yanında ne tür toplumsal<br />

mesajlar verme amacı güdüyorsunuz<br />

Her şeyden önce şunu görmemiz gerekiyor;<br />

yetmiş küsur milyon insanı bütün çeşitlilikleriyle<br />

kavga dövüş olmaksızın bir arada barış içinde<br />

yaşatmak muazzam bir zor iştir. Hiçbir şey kulak<br />

ve gözlerimizi, zihin ve gönüllerimizi birbirimize<br />

kapatmaktan daha kötü olamaz. Dolayısıyla birbirimizi<br />

dinleyebilmeli, birbirimizi okuyabilmeliyiz.<br />

Okutmak yazarın işidir büyük ölçüde. Fikirleriniz<br />

harika olabilir ama kendinizi okutamazsanız çok<br />

da anlamlı bir işlevi olmayabilir. Yani hünerinizi<br />

de göstermek zorundasınız. Alevilerin Sünnilere,<br />

Sünnilerin Alevilere kör ve sağır olmamasına çalışıyorum<br />

diyebilirim. Bu her kümeleşme için geçerli<br />

değil mi aslında<br />

Güdümlü bir şekilde kaleme alınanlar ve siyasi<br />

eğilimlerle yazılanlar, edebiyat ve politika bir-<br />

7<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


likteliğini zedeler mi yahut<br />

zenginleştirir mi<br />

Biraz önce bahsettiğimiz<br />

“hünerle” yakından ilgili bu<br />

durum. Öyle bir yazar vardır<br />

ki güdümlüdür ama o<br />

denli “hünerbaz”dır ki bunu<br />

anlayamazsınız. Yani burada<br />

her şeyden önce edebiyatın<br />

kalitesi çok önemlidir.<br />

Ama okurun sorumluluğunu<br />

unutmamak lazım. Bazen<br />

bir okurum geliyor ve<br />

mesela “Yeniçerileri sizin<br />

kitabınızdan öğrenebilir<br />

miyim” diye sorabiliyor.<br />

Bu soruya verebileceğim<br />

çok nazik bir cevap maalesef<br />

yok. “Son Yeniçeri” çıktığında<br />

ben o konuda dünyada<br />

ne yazılmış ise hepsini<br />

okumuştum ve yine de “öğrendim” diyemiyordum.<br />

Okur, dünyanın bir “Harry Potter” dünyası olmadığını<br />

kavramak durumunda.<br />

Türkiye’de tarih yazımı, politik tutumların etkisinde<br />

midir<br />

Dünyanın her yerinde tarih yazımı politikanın<br />

etki alanı içindedir ve politikanın en dikkat ettiği<br />

alanlar arasında gelir. Bu kaçınılmazdır. Bizde<br />

de böyledir. İyi tarihçi önerdiği tarih anlatısına en<br />

çok tarihçiyi ikna eden tarihçidir. Mutlak doğru tarih<br />

diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır. Allah<br />

bizlere akıl ve fark etme kabiliyeti vermiştir, bunu<br />

kullanacağız.<br />

Avrupa’daki politika-edebiyat ilişkisi sizce günümüzde<br />

nasıl ilerliyor<br />

Politika dünyanın her yerinde kabalaşıyor, hoyratlaşıyor<br />

bunu gelecek için son derece sakıncalı<br />

görüyorum. Sarkozy özel uçağına jakuzi yaptırabiliyor.<br />

Böyle bir görgüsüzlüğü<br />

Fransızların çoğunluğunun<br />

ulusal kahraman olarak<br />

kabul ettiği Charles de Gaulle<br />

yapsaydı adamcağızı<br />

tefe koyar çalarlardı. Merkel<br />

açıkça ırkçı söylemler<br />

içine girebiliyor, Berlusconi<br />

hakkında yorum yapmaya<br />

dahi gerek yok. Böyle bir<br />

politika edebiyata gölge etmez<br />

ise daha hayırlı bir iş<br />

yapmış olur. Ama bu politika<br />

da böyle gitmez, benim<br />

kuşağım görür mü bilmiyorum,<br />

fakat bizden sonrakiler<br />

dünyada ciddi rejim tartışmaları<br />

görecekler.<br />

Batılı yazarların oryantalist<br />

bakış açısını, hatta<br />

kimi Türk yazarlarının da bu çizgide oryantalist<br />

tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Oryantalizm artık eski gücünde değil ve bundan<br />

sonra da olamayacak. Ne “doğu” eski doğu<br />

ve ne de Müslümanlar eski Müslüman. Rakibin<br />

elenselerini tanıdılar ve tanıyana kadar da akıllarından<br />

bir daha hiç çıkmamasını sağlayacak acı<br />

bedeller ödediler. Kısacası amiyane söyler isek<br />

“yemezler”.<br />

Son olarak romancı Reha Çamuroğlu ile politikacı<br />

Reha Çamuroğlu arasında ne tür farklılıklar<br />

görüyorsunuz<br />

Romancı Reha Çamuroğlu’nun sırtında yumurta<br />

küfesi yoktu. Söyledikleri sadece kendisini<br />

bağlardı. Yani çok ama çok daha özgürdü.<br />

Politika öyle mi ya<br />

Bütün “<strong>Bizim</strong> Külliye” dergisi okurlarını kalpten<br />

selamlıyor, saygın çabanız önünde saygıyla eğiliyorum.■<br />

8<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


NAZIM HİKMET POLAT<br />

ile edebiyat ve siyaset üzerine<br />

Politika, hayatın her alanında vardır ve<br />

yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen<br />

politikayı konuşabiliriz. Ama orkestra şefi<br />

politikadır. Politik güçler (dünya ölçeğinde<br />

hâkim güçlerden bahsediyorum) toplum<br />

mühendisliğinde sanatı, bir ikna aracı<br />

olarak kullanmaktadırlar.<br />

KEMAL BATMAZ<br />

Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT<br />

1955 (Oltu-Erzurum). İlkokulu<br />

Bahçecik köyünde (1968), ortaokulu<br />

Oltu’da (1971), Öğretmen Okulunu<br />

Tokat ve Bolu’da okudu (1975).<br />

Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi.<br />

Edebiyat Fakültesinde yaptı (1979).<br />

Atatürk Ü.(1978), Yüzüncü Yıl<br />

Ü.(1981). Cumhuriyet Ü.(1985),<br />

Niğde Ü. (2001) ve Doğu Akdeniz<br />

Üniversitesinde (2004-2007, Magusa<br />

–KKTC) çalıştı,. 2009’dan beri Gazi<br />

Ü. Öğretim Üyesidir.<br />

Yenileşme Devri Türk Edebiyatı<br />

Anabilim Dalı öğretim Üyesi olarak,<br />

Tanzimat sonrası kültür hayatımızın<br />

süreli yayınlarda saklı bulunduğu<br />

inancıyla, çalışmalarını bu alanda<br />

yoğunlaştırdı. Ayrıca, “Türklük Bilimi<br />

Araştırmaları” adlı uluslararası<br />

bilimsel bir dergi çıkarmaktadır. Yayımlanmış<br />

on bir eseri bulunmaktadır.<br />

Edebiyat-siyaset ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz Bir edebî<br />

eser siyasi meselelerle alâkadar olmalı mı yoksa uzak mı durmalıdır<br />

Gustave Lanson’dan beri, edebiyat tarihine medeniyet tarihinin<br />

tamamını gösteren bir ayna nazarıyla bakma eğilimi yaygınlaşmıştır.<br />

Bugün, bütün itirazlara rağmen ciddi edebiyat tarihleri az çok aynı<br />

hat üzerinde yürümektedir. Demek ki edebî esere ve edebî faaliyete<br />

yaşanmışlardan ve yaşanabilmesi tasavvur edilebilen her şey konu<br />

olabiliyor.<br />

Esasen edebiyatta konu ve temanın eseri edebî kılmada hiçbir rolü<br />

yoktur, olamaz! Çünkü her konu ve tema herkes için ortadadır. Ediplik<br />

onu kurgulayabilmekte ve dilin edebiyata tanıdığı sınırda kullanabilmektedir.<br />

Edebiyat her konu ve tema etrafında olabilecekse “siyaset” neden<br />

bunlardan biri olmasın Edebiyatın her şeyden bahsetmesi mümkün<br />

ise siyaseti edebiyat için yegâne “örnek alanı” diye düşünmek neyin<br />

nesi Azade ruh, kanat çırpacağı semayı kendisi bulur. Ayağı daha<br />

önce kendisine öğretilenlerin kazığına bağlı duranlar, hamakatlarıyla<br />

edibe “gölge etmesinler, başka ihsan istemez”!..<br />

Edebiyat “yarin dudağından getirilmiş bir katre alev”le de ilgili<br />

olabilir, bir ihtilâl cemiyetinin faaliyetleri üzerine de.<br />

Küçük mevzulardan büyük eserler doğabilir, büyük mevzular bir<br />

nefeslik yaşama azminden mahrum laf yığınına dönüşebilir.<br />

9<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Güç açısından bir değerlendirme yaparsak toplumu<br />

etkileyen sanatçı mı yoksa politikacı mıdır<br />

Niçin<br />

Eski devirler için politika geniş halk kitlelerinin<br />

epeyce uzaktan seyrettiği arenadır. Fakat günümüz<br />

toplumlarında geniş halk kitleleri eskisi kadar güçsüz<br />

değildir. Bundan dolayı günümüzde hâkim siyasi güçler<br />

yapacakları hamleler için önce halkı hazırlamaya<br />

özen göstermekte ve bunu da bütün kitle iletişim araçlarıyla<br />

(hiçbirini ötekine feda etmeden) kullanmaktadırlar.<br />

Sözünü ettiğimiz araçlar, bir yığın malzeme<br />

yanında edebiyatı da akla gelebilecek her türlü sanat<br />

dalını da bir manivela olarak kullanmaktadırlar. Sanatın<br />

gücü politikanın gücünden az olsaydı, hâkim güçler<br />

bunu kullanmak yerine yalnızca doğrudan politik<br />

malzemeye yatırım yaparlardı. Aktif olan öncelikle<br />

politikadır. Politikacının önce hikâyeden etkilenerek<br />

bir siyasi tutum belirlediğini safdil olanlara söyleyebilirsiniz.<br />

Yumurta-tavuk meselesi anlatmıyorum.<br />

Politika, hayatın her alanında vardır ve yönlendiricidir.<br />

Sonra dönüp edebiyattan etkilenen politikayı<br />

konuşabiliriz. Ama orkestra şefi politikadır.<br />

Politik güçler (dünya ölçeğinde hâkim güçlerden<br />

bahsediyorum) toplum mühendisliğinde sanatı, bir<br />

ikna aracı olarak kullanmaktadırlar.<br />

Türkiye’de bu böyle midir<br />

Türkiye atmosferin dışında değil ki!... Hatta gücün<br />

tam olarak Batıya geçtiği 19. yüzyılın başından<br />

beri bu operasyon devam etmektedir. Günümüzde<br />

hızlanarak devam eden bir değiştirme ve dönüştürme<br />

programı vardır. Bu programın bir parçası, dönüştürülmeye<br />

çalışılan toplumların lehinedir. Ama<br />

bu başka bir mesele. Biz yine edebiyatın yerini sorgulamaya<br />

devam edelim.<br />

Son on yıldır devam eden ve geniş kitlelere sanatla<br />

pompalananları göremeyeceklere sözüm yok!<br />

Sözümüz cılız kalır çünkü.<br />

Son on yıldır Türk kamuoyuna bir “millî suçluluk<br />

psikolojisi” zerk ediliyor. Hem de damardan…<br />

Romancınız kalkıp tarihimizle yüzleşmek adına<br />

“kestik, öldürdük, yok ettik, inkâr ettik” sakızını<br />

çiğniyor. Sinemacınız bunu filme çekiyor. Televizyoncunuz<br />

habbeden kubbe çıkarmada daha üstat! Bir<br />

yabancı gözüyle şu hâle bakacak olsanız bu memlekette<br />

“Türk de var” demek için tereddüde düşersiniz.<br />

Belki de şudur diyeceğiniz: “Barbar Türkler ya yok<br />

etmişler ya yok saymışlar.”<br />

Şimdi soru sırası bende. Sorarım size, bu bir toplum<br />

mühendisliği değil midir Edebiyat bu ilişkide<br />

“yönlendirilen” bir “etkili araç” değil mi Bunun<br />

zıddını söyleyenler, aslında mevcudu tespit yerine<br />

gönüllerinden geçeni söylemiş olurlar. Diyebilirler ki<br />

politik etki geçici, sanatın (özellikle edebiyatın) etkisi<br />

kalcıdır. Fakat her devirde, yönlendirici güç, kendi<br />

işine gelen karşı iddianın yanında hormonlanmış besleme<br />

edipler bulabilir.<br />

Edebiyatın kurgu işi olması, hâkim politik güçlerin<br />

işini kolaylaştırıyor. Mademki kurgusal dünya, ben de<br />

böyle kurguladım diyip kestirmeden gitme kurnazlığı<br />

kimde yok ki Peki, bu vicdan işi mi Vicdandan<br />

değil edebiyattan bahsediyoruz. Politika He-Man’dir.<br />

Bağırıyor: Güç bende!...<br />

Öyleyse politik güç sahipleri, yani uluslararası<br />

hâkim güçler yaparlar istediklerini!..<br />

Sadece seyirci olursanız, üstelik bir de safdil seyirci<br />

olursak yaparlar. Ama dünyada sadece toplumlar<br />

değil bütün mahlûkat bir rekabet içindedir. Kendi<br />

ahlâki ve vicdani ölçülerinizle ters düşmemek kaydıyla<br />

aynı malzemeyi, manivelayı siz de kullanırsınız.<br />

Edebiyat bunun neresinde kalır<br />

En kötü mevzudan da en iyi edebî eserler çıkarılabilir.<br />

Cinayetin kötülüğünü her vicdan söyler.<br />

Ama “cinayet”i bir olay olarak şaheser yapmak da<br />

mümkündür.<br />

Hâkim politik güçlerin değirmenine su taşıyalım<br />

demiyorum. Ama mevcut durumu soruyorsunuz,<br />

ben de görebildiğimi söylüyorum.<br />

Bu tür toplumsal dönüştürme projelerinde en<br />

çok hangi edebî tür kullanılmaktadır<br />

Bu zaman zaman değişkenlik gösteren bir durumdur.<br />

Bir zamanlar şiir yani manzum sözün kuvvet<br />

ve kudreti diğerlerinden fazla idi. II. Meşrutiyet<br />

yıllarında “Devr-i sabık” edebiyatının gözde türü<br />

tiyatrodur. Ama bugünü sorarsanız hiç tereddütsüz<br />

“roman” derim. 2010 Türkiye’sinde 570 roman<br />

yayımlandı. Yani gün başına bir buçuk romandan<br />

fazla!<br />

Niçin roman<br />

Çünkü roman, tek kelimeyle söylemek gerekirse<br />

hayattır. Onda her şey vardır. Şiirde her şey olmaz,<br />

çünkü sırıtır. Ayrıca kitle iletişim araçları için<br />

-biraz önce temas ettiğimiz üzere- roman artık endüstriyel<br />

bir meta malzemesidir. Çeşitlendirildikçe<br />

reklam gücü ve pazar payı çoğalan bir meta!■<br />

10<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri<br />

VEFA TAŞDELEN<br />

Her yazarın kendi<br />

zamanı ile görülecek<br />

hesabı vardır;<br />

kendi zamanından<br />

alacakları ve ona<br />

verecekleri vardır.<br />

Yazarken bu hesabın<br />

görülmesine yönelir<br />

bir bakıma. Bu da<br />

onları ister istemez<br />

kendi zamanlarının<br />

otoritesi ile karşı<br />

karşıya getirir.<br />

Giriş<br />

Siyaset, kuramsal kökleri, temelleri ve damarları<br />

olan pratik bir edimdir; pratik bir edim olduğu<br />

gibi kendisinin dışındaki tüm pratik edimleri, yapıp<br />

etmeleri de doğrudan etkileyen, yönlendiren “temel<br />

aygıt” durumundadır. Onun alanı, insani-tarihsel<br />

varoluş alanıdır, “yaşama” alanıdır. “Yaşanmışlık”<br />

edebiyatın toprağıdır, besin alanıdır. Zira soyut bir<br />

çalışma değil, her zaman varoluşun sıcak ocağında<br />

pişen, oradan türeyen bir çalışmadır o. Soyut ve<br />

kavramsal değil, tüm varlığını somut varoluş durumlarına<br />

olan bağlılığında bulan bir sanattır. Bununla<br />

birlikte her edebiyat eseri yine de zayıf ya da<br />

güçlü bir düşünce dokusunu kendi özünde gizler.<br />

Ne kadar ustaca gizlerse o kadar canlı bir görünüm<br />

kazanır. Yaşanmışlık, bir yönüyle tarihe, bir yönüyle<br />

edebiyata hayat verir. Bu tarihsel yapı, bilimsel<br />

bir tarz ortaya koymadan önce sanatsal bir tarz ortaya<br />

koyar. Tarihin asırlarca, bilime değil, edebiyata<br />

ait bir tür olarak algılanmasının temelinde, ya-<br />

11<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


şanmışlığı anlatıyor oluşu rol oynar; zira onda insan<br />

kendine özgü, diğerlerinden farklı, bir kerelik,<br />

ama sadece bir kerelik öyküsünü anlatır. Belki bu<br />

tekil özelliğinden dolayı tarih asırlar boyu bilimsel<br />

bir bilme faaliyeti olarak değil, bir edebiyat biçimi<br />

olarak değerlendirilmiş; gerçeklik boyutu ile değil,<br />

eğitici ve eğlendirici boyutu ile yarı fantezi bir şekilde<br />

ortaya çıkmıştır.<br />

Düşünce tarihinde, edebiyatla siyaset arasındaki<br />

ilişki Platon’a kadar geri götürülebilir; hatta<br />

“güzel konuşmayı”, “etkili” ve “ikna edici” konuşmayı<br />

meslekleri olarak gören, bu mesleği öğrenmek<br />

isteyen gençlere aile ve ülke yönetiminde<br />

başarı vaadinde bulunan sofistlere kadar. Ama her<br />

konuşmanın “bir şey üzerine konuşma” olduğunu<br />

söyleyen Sokrates, sofistlerin hangi konu üzerinde<br />

konuştuklarını sorduğunda, onları bir içtenlik testinden<br />

de geçirir; inandırıcılıklarını ve güvenirliklerini<br />

sorgulanabilir hâle getirir. Güzel konuşma,<br />

belirli bir konu üzerinde konuşma olmayacaksa, ne<br />

üzerine olacaktır Boş ve içeriksiz bir konuşma mı<br />

olacaktır Sofistlerin bu yaklaşımları ile bir yandan<br />

edebiyata, bir yandan siyasete karşı beslenen<br />

olumsuz yargılar arasında bir paralellik kurulabilir.<br />

Edebiyat yapmayı “boş söz söyleme sanatı” olarak<br />

görenlerin tutumu ile retorik sanatını “içeriksiz konuşma<br />

sanatı” olarak görenlerin tutumu örtüşür. Sofistlerden<br />

“bir şey üzerine” konuşmalarını bekleyen<br />

Sokrates, söze, hitabete bir içerik-değeri yüklerken<br />

haklıdır: sözün değeri bir şey söyleme gücüyle<br />

orantılıdır. Sofistlerin “etkili” ve “ikna edici” konuşma<br />

sanatları, siyaset alanında da kendine verimli<br />

bir yer bulmuştur. Büyük kitleleri etkilemek için,<br />

belirli bir şey üzerine ciddi ve gerçekçi bir şekilde<br />

konuşmaya gerek yoktur; önemli olan etkileyici ve<br />

sürükleyici bir şekilde konuşabilmektir. Bu “kandırıcı<br />

retorik” geçmişte olduğu gibi günümüzde de<br />

kendisine müşteri bulabilmektedir.<br />

Platon, ilk sansürcüdür. Devleti yöneten kişilerin<br />

şairleri, efsane anlatıcılarını, ressamları ve müzisyenleri<br />

denetlemesi gerektiğini düşünür. Sanatlarını<br />

metafor üzerine kuran şairlere, duygu temelli<br />

sanat icra eden müzisyenlere ideal devlet tasarımı<br />

içinde yer vermez. Onların, ancak toplumun ve<br />

devletin selameti doğrultusunda bir işlevleri olabileceğini<br />

düşünür. Platon’un bu tutumu, “sansür”<br />

fikrinin düşünce tarihi içindeki ilk sistematik ifadesini<br />

oluşturur. O, bununla da yetinmez, masalların<br />

(mitos) nasıl anlatılması gerektiği konusu üzerinde<br />

de durur; bu anlatımların ahlaksal ve dinsel tutumlar<br />

üzerindeki etkilerini tartışır. Sanatları, insanlar<br />

üzerindeki korku ve cesaret gibi zihinsel ve duygusal<br />

etkileri açısından ele alır. İnsanları duygusal<br />

zaafa, korkuya sevk edecek, onları cesaretten ve<br />

savaştan alıkoyacak sanat biçimlerini hoş karşılamaz.<br />

Platon, o büyük filozof, burada, âdeta bir<br />

diktatör gibi konuşur. “Belirli insanların değil, tüm<br />

insanların mutluluğunu” amaçlayan devlet anlayışı,<br />

koruyucu, ama aynı zamanda da “denetleyici”,<br />

“kısıtlayıcı” bir tarzda ortaya çıkar. Bu “güdümlü<br />

sanat”, daha sonraları pek çok diktatörlükte hayatiyet<br />

kazanmıştır. Tarih içinde, çağdaş dünyada bile<br />

bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Sovyetler<br />

Birliği’ndeki ve Nazi Almanya’sındaki sanat<br />

uygulamaları “güdümlü sanat” anlayışına örnek<br />

olarak gösterilebilir.<br />

Edebiyat gerçeklerden beslense de imgelem alanında<br />

yer alır. İnsanın eylemleri, pratikleri, olanakları<br />

ile harekete geçen hayal, varoluş dünyasının<br />

yeniden üretilmesine katkı sağlar. Edebiyat, pratik<br />

alanın yaşantılarını, varoluş hâllerini dil alanında<br />

yeniden inşa eder. Onun kökleri bir yandan pratik,<br />

bir yandan teorik alandadır. Bu iki unsur onu siyaset<br />

ve felsefe ile ilişkili hâle getirir; pratik alanda<br />

siyaset, teorik alanda da felsefe ile bağlantı kurar.<br />

1. Hayatı Üretmenin Aracı Olarak<br />

Siyaset<br />

Asıl sorun hayatı üretebilmektir. İnsanoğlu öteden<br />

beri güzel yaşamanın, iyi yaşamanın yollarını<br />

aramıştır. Hayatının anlamı ile güzel yaşamak arasında<br />

ilgi kurmuştur. Kimi zaman mutlu yaşamak<br />

olarak görmüştür onu, kimi zaman rahat yaşamak<br />

olarak. Bazen haz bazen tevekkül ağırlıklı bir hayata<br />

yönelmiştir. Varoluşun ilk ve öncelikli sorunu,<br />

her bireyin bizzat karşılaştığı temel sorun hayatı<br />

üretebilmek, geriye dönüp baktığında, “evet,<br />

yaşadım” diyebilmektir. Her birey öncelikle kendi<br />

hayatını üretmekle yükümlüdür. Hayatı üretmek,<br />

her bireyin vazgeçemeyeceği ödevi ve sorumluluğudur.<br />

Birey için hayat denilen şey, onu ne kadar<br />

üretebilirse o kadar vardır. Kimileri çok üretir onu<br />

kimileri daha az. Kimisi anlamlı görür kimisi değersiz.<br />

Kimileri kötü bir yönelim içine girer kimisi<br />

erdemli yaşar. Sonuçta herkes kendi varlığını yontar<br />

kendi zamanı içinden, kendi ömrünü çekiçler.<br />

12<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Hayatı üretmek önemli bir şeydir; onun dışında kalan<br />

her şey ikincildir.<br />

Ama hayat kendi kendine üremez. Hayatı üretmek,<br />

bir çabayı, bir eylemi gerektirir. Hayatı üretmek<br />

için başka şeyleri üretmek, onu üretebilecek<br />

eylemleri gerçekleştirmek gerekir. Bu çabasında<br />

insana bilim teknoloji ve eğitim yardımcı olur. Bilim,<br />

kendisine ve evrene açılan yolları tanıtır ona.<br />

Felsefe ana sorununun çözümlenmesinde yardımcı<br />

olur. Din, kendisi ve diğer insanlarla, hayatla ve<br />

Tanrı’yla anlamlı ilişkiler kurmasını, bu tutumlar<br />

sonucunda kendisini dingin kılacak tutumlar sergilemesini<br />

sağlar; hayatın anlamı sorununu netleştirir.<br />

Böyle bir sorunla karşı karşıya olduğunu ve<br />

bu sorunla yüzleşebilecek bir konumda olduğunu<br />

öğretir. İnsan hayatı üretirken, kim olmalıyım, nasıl<br />

yaşamalıyım sorularına da cevap arar. Hayatı üretmek,<br />

ben kimim, kim olmalıyım, nasıl yaşamalıyım,<br />

hayatımın anlamı ne olmalı sorularına cevap<br />

vermektir. Hayatın anlamı, bu sorulara verilen sahih<br />

ve içtenlikli cevapta ortaya çıkar.<br />

Siyaset, pratik hayata yönelik bir irade biçimini<br />

simgeler. Pratik hayatı biçimlendirecek iradeyi,<br />

gücü ve erki temsil eder. O bu güçle, gündelik hayatı<br />

düzenler, organize eder. Sokakta, çarşıda pazarda,<br />

eğitimde, sağlıkta, işyerinde, gelir düzeyinde,<br />

dünya ile olan ilişkilerde siyasetin doğrudan etkisi<br />

vardır. İçinde bulunduğumuz konjonktür, nasıl<br />

ki bir birey olarak bizi doğrudan etkiliyorsa, politik<br />

gidişat da gündelik hayatta olup bitenleri öylece<br />

etkiler. Toplum bireyi, politika da toplum denilen<br />

büyük mekanizmayı harekete geçirir, ona bir yön<br />

ve biçim verir. Bu şekilde hayatın üretilmesinde birinci<br />

derecede etkili olur.<br />

2. Hayatı Yeniden Üretmenin Aracı<br />

Olarak Edebiyat<br />

Camus, “Yazmak iki kez yaşamaktır.” der. Bu<br />

ifade yaşamanın ve yazmanın doğasını iyi karşılar.<br />

Bir kez yaşarız, herkes gibi hayatın içinde bulunuruz;<br />

bir kez de yazarken yaşarız. İlkinde bilinç<br />

düzeyimize yansımayan hayat, yazarken doğrudan<br />

bilincimize yansır; duygu ve düşünce olarak ifade<br />

bulur. Yazarken hayatı bilincimde, gönlümde, kendi<br />

iç evrenimde yeniden üretirim. Bu üretim hayatı<br />

daha derinden kavramamı sağlar. Ama bir yazar<br />

olarak yalnız kendim ikinci kez algılamakla kalmam<br />

hayatı, onu okuyan kişiler de aynı şekilde o<br />

hayata katılırlar. Bununla da kalmazlar, katıldıkları<br />

hayat konusunda bir bilinç elde ederler. Bu nedenle<br />

hayat hakkında ne kadar okursak o kadar bilincimiz<br />

olur, ne kadar bilincimiz olursa onu o kadar<br />

tadarak, hissederek, farkına vararak, denilebilirse<br />

yaşayarak yaşarız. Yazılmamış hayat, işlenmemiş<br />

madenler, sürülmemiş topraklar gibidir; hamdır,<br />

bilincin ilmek ve dokularından yoksundur. Bu tür<br />

toplumlarda insan ilişkileri kaba ve nezaketten<br />

yoksundur. Toplumsal yaşam verimsiz ve çoraktır;<br />

estetik duyarlılıktan yoksundur. Yazarlar, şairler,<br />

seyyahlar, ressamlar, mekânı, yolu, fakirliği ve zenginliği,<br />

sevinci ve hüznü, ayrılığı ve kavuşmayı yeniden<br />

işleyerek bilinç düzeyine çıkarırlar. Böylece<br />

varoluşun çeşitli hâlleri konusunda bir bilinç ortaya<br />

çıkar. “Peki, bu bilinç ne işe yarar” diye sorulursa,<br />

“Hayatı yeniden yaşamada, yeniden üretmede işe<br />

yarar.” diye cevap verebiliriz.<br />

Bu hususta Schiller şunu söyler: “Yazar, kendi<br />

zamanının çocuğudur.” Her üretken ve yaratıcı<br />

bilinç, kendi zamanının verileri ile bilincini oluşturur,<br />

kendi zamanının verileriyle hız, şekil ve yön<br />

kazanır. Ama onun kölesi ve uşağı olmaz; zira o<br />

kendi çağının önüne geçebildiği ölçüde geleceğe<br />

kalır, kendi çağının bilincini aşabildiği ölçüde<br />

kendi bilincini oluşturur. Şu çok açıktır: Edebiyat<br />

ve sanat eserlerine baktığımız zaman, bu eserlerin<br />

ana dokusunu yazarların kendi dönemi oluşturur;<br />

bu gayet doğal bir şeydir. Zira her yazar, kendi zamanının<br />

sosyal, siyasi koşulları içinde yaşar, o konjonktürden<br />

etkilenir, kendi zamanının olumlu ya da<br />

olumsuz koşulları içinden bakar. Şu söylenebilir:<br />

Her yazarın kendi zamanı ile görülecek hesabı vardır;<br />

kendi zamanından alacakları ve ona verecekleri<br />

vardır. Yazarken bu hesabın görülmesine yönelir bir<br />

bakıma. Bu da onları ister istemez kendi zamanlarının<br />

otoritesi ile karşı karşıya getirir. Sadece 50’lili<br />

yıllara kadar Türkiye’deki yazar-siyaset ilişkisine<br />

bakacak olursak, dönemin aydınları ve yazarları<br />

arasında neredeyse hapishaneye girmemiş olan yok<br />

gibidir. Dolayısıyla yazar, kendi zamanı ile hesaplaşırken<br />

-çünkü o kendi zamanı ile görülecek hesabı<br />

olan bir kişidir- ister istemez siyasi otorite ile karşı<br />

karşıya gelir. Böylece geçmişi Platon’a kadar geri<br />

giden sansür anlayışı, yazarla siyasi otoriteyi karşı<br />

karşıya getirir. Siyasi otorite bu uygulaması ile ona<br />

şunu söylemek ister: “Her şeyi yazamazsın. Ancak<br />

benim istediklerimi, yine benim izin verdiğim öl-<br />

13<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


çüde yazabilirsin, bana tabi olduğun sürece yazabilirsin,<br />

benim hassasiyetlerimi gözettiğin ölçüde yazabilirsin.”<br />

Tabii ki, bu da yazarlığı bir gönül, akıl<br />

ve vicdan işi olmaktan çıkararak bir yandaşlığa, bir<br />

alkış tutuculuğa dönüştürür. Kuşkusuz bu da yazarlığın<br />

onuru ile bağdaşmayan bir durumdur.<br />

Edebiyatçı, bir şair, bir öykücü, bir romancı olarak<br />

hayatı yeniden üreten kişidir. İlkin pratik alana<br />

bakar, oradan sağladıklarını kendi imgelem evreninde<br />

yeniden düzenler, yeniden yoğurur, yeniden<br />

kurar; bu şekilde pratik dünyadan aldıklarına sanatsal<br />

ölçütler içinde form verir. Ama o her zaman<br />

pratik dünya ile ilişki içinde olan biridir. Bunun öncelikli<br />

gerekçesi, edebiyatçının bir yazar olmadan<br />

önce gündelik hayatın gidişatı içinde, ihtiyaçları ve<br />

pratik ilgileri ile yer alan bir kişi olmasıdır. Bu kaygı<br />

ve pratik ilgileri ile ilk önce hayatı yaşar, yazma<br />

safhasında ise hayatı yeniden üretir. Ama her<br />

hâlükârda onun yazdıkları ve yaşadıkları arasında,<br />

yazdıkları ile umut ve korkuları arasında bir ilişki<br />

vardır. Dolayısıyla edebiyat eserinin toprağı gündelik<br />

hayattır. O bu hayatın içinde büyür, bu hayatın<br />

içinden beslenir. Beslendiği varoluş toprağı ne<br />

kadar zengin, ruh ve gönül dünyası ne kadar varoluş<br />

düzeyine çıkmışsa, o kadar verimli bir toprağa<br />

kavuşmuş demektir. Edebiyat eserinin zenginliği<br />

ile yaşanan hayatın zenginliği arasında bir koşutluk<br />

vardır. Hayatımızın renkleri ne kadar zengin<br />

olursa edebiyat eserlerinin varoluşsal dokusu da<br />

o kadar zengin olur. Bireylerin zihin ve gönül<br />

dünyaları ne kadar rahat olursa, edebiyat ve sanat<br />

eserlerinin aynı derinlikte ortaya çıkması beklenir.<br />

Eğitimi, ekonomisi, felsefesi, inanış biçimleri<br />

zengin olmayan; insanlar arası iletişimin gelişmediği,<br />

toplum yapısının katı kurallar tarafından<br />

denetlendiği, insanların ruhen, zihnen kendilerini<br />

özgür hissedemediği toplumlarda edebiyat eserleri<br />

ileri bir seviyeye ulaşmaz. Sanatın yaşadığımız hayattan<br />

çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla sanatı ve<br />

edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı üretmek<br />

gerekir. Bu noktada siyaset, hayatı üretmenin temel<br />

aracı olarak edebiyata dolaylı, ama güçlü bir katkı<br />

sunar. Edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı<br />

üretebilmek gerekir. Hayatı üretemeyen toplumların<br />

güçlü edebiyat, sanat ve düşünce eserleri ortaya<br />

koyması mümkün değildir. Edebiyatımızın zenginliği,<br />

hayatımızın zenginliği kadardır. Ama edebiyattan<br />

hayata doğru yansıyan bir katkı da vardır;<br />

hayatımızın zenginliği de edebiyatımızın zenginliği<br />

kadardır. Bu nedenle edebiyatı zengin olamayan<br />

toplumların ileri bir yaşam standardı ortaya koyabileceklerini<br />

düşünmemek gerekir.<br />

Sonuç<br />

Edebiyat eserlerine baktığız zaman istisnasız bir<br />

şekilde her yazarın kendi zamanından etkilendiğini,<br />

kendi zamanının koşulları tarafından kuşatıldığını<br />

görürüz. Bu koşullar, siyaset tarafından belirlenir.<br />

Siyasetten hayata, hayattan edebiyata doğru bir<br />

yansıma vardır. Ama bir de siyasetin yazar üzerinde<br />

doğrudan etkileri söz konusudur. Platon’un sansürcü<br />

yaklaşımı zaman içinde gelişmiş ve evrimleşmiştir.<br />

Gerek yönetim biçimleri gerekse engizisyon<br />

gibi dinsel karakterli yargı mercileri; düşünürleri,<br />

sanatçıları ve edebiyatçıları her fırsatta denetlemeyi<br />

kendi otoritelerinin yararına görmüşlerdir. Siyaset<br />

ve edebiyat arasındaki ilişki, genellikle tek<br />

yönlü, siyasetten edebiyata doğru olmuştur. Bu<br />

ilişki siyasetin edebiyata olumlu bir katkısı şeklinde<br />

değil, daha çok onu denetlemesi ve ondan<br />

yararlanması şeklinde olmuştur.<br />

Oysa olması gereken siyasetin edebiyatı değil,<br />

edebiyatın siyaseti denetlemesidir. Zira edebiyatçılar<br />

vicdanı, bilinci aktif insanlar olarak<br />

sağduyuyu temsil ederler; huzuru ve barışı arzularlar;<br />

güzelliklerin yeniden üretilmesini isterler.<br />

Onların, hayatı bilinç düzeyinde yeniden üreten<br />

insanlar olarak, siyaset üzerinde bir denetim mekanizması<br />

oluşturmaları siyasetin sağduyu ve vicdan<br />

tarafından denetlenmesi olacaktır. Bu nedenle<br />

siyaset edebiyatı değil, edebiyat siyaseti denetlemeli,<br />

yanlış uygulamaları karşısında siyasi erki uyarmalıdır.<br />

Sanatı üreten bilinç, savaşın, kavganın, kaosun<br />

karşısındadır. Bu bilinç yapısı, bireylerin mutluluğuna,<br />

refahına daha çok katkı sağlar.<br />

Sonuç olarak şu söylenebilir: Hayat, edebiyatın<br />

toprağıdır. Edebiyat bu zemin üzerinde boy verir. Edebiyatın<br />

üretilebilmesi için hayatın üretilmesi gerekir.<br />

Hayatı üretemeyen toplumlar edebiyatı da üretemezler.<br />

Edebiyat da hayatı daha derin bir özümseyişle<br />

yaşamamızı sağlar. Aşk, sevgi, gençlik, ihtiyarlık<br />

edebiyatın ve sanatın bakışı ile bir güzellik kazanır,<br />

bir değere kavuşur. Neresinden bakarsak bakalım,<br />

hayat, siyaset ve edebiyat ayrılmaz bir bütündür.<br />

Aralarında her zaman doğrudan bir ilişki ve karşılıklı<br />

bir etkileşim vardır. ■<br />

14<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


MİLAY KÖKTÜRK*<br />

Edebiyat da yine<br />

modern çağlarda<br />

iletişim ve basın yayın<br />

teknolojileri marifetiyle<br />

yaygınlaşmakla<br />

birlikte, güncel yaşantı<br />

üzerinde belirleyici<br />

olmadı. Aslında bu,<br />

insani varoluşun<br />

doğasına da uygundu.<br />

Çünkü önceliklerimiz<br />

varlığımız sürdürmek,<br />

bir düzeyden ve bunu<br />

garanti altına aldıktan<br />

sonra kendimizi<br />

gerçekleştirmektir.<br />

Siyaset kavramıyla, “devlet veya toplum<br />

yönetimi” ile ilgili olan her şeyi, söylemden<br />

eyleme kadar bütün etkinlikleri; edebiyat denince<br />

de bilinen anlamıyla çok bileşenli tasarım<br />

dünyasının “güzellik formu”nda ve güzeli öteki<br />

bireylere taşıyıp yaşatacak biçimde dışa vurulmasını<br />

kastediyoruz. Bu yönüyle her ikisi insan<br />

dünyasının bir gerçeğidir. Gerek tek başına bir<br />

birey açısından gerekse genel toplumsal yaşantı<br />

açısından düşününce, bu gerçekliklerin birbirine<br />

geçmesini, birinin diğerini bir şekilde etkilemesi<br />

yahut diğerinden etkilenmesini mümkün ve doğal<br />

saymak gerekir. Tüm insani etkinlikler gibi<br />

bunların temelinde de insanın iç dünyası yatmaktadır.<br />

Fakat aynı zamanda bu iki gerçeklik, doğaları<br />

gereği, aynı zamanda birbirinden ayrıdır da!<br />

Edebiyat ve siyaset<br />

Dışa yansıyan eylemler yahut söylemler olarak<br />

edebiyat ve siyaset kendi başlarına varlık<br />

* Doç. Dr., Pamukkale Ü. Öğretim Üyesi<br />

15<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


kazanmakta ve kendi yollarında ilerlemektedir.<br />

Yaşama dünyasındaki seyirlerinde, onların<br />

güzergâhlarının görünüşte ve olgusal olarak<br />

her daim kesiştiği söylenemez. Biri güzeli kendi<br />

diliyle cisimleştirmeye, diğeri egemenlik ve<br />

hükümranlığa; biri güncel yaşama pratiklerinin<br />

dışında başka bir dünya kurmaya, diğeri kurulu<br />

toplumsal dünyayı ele geçirmeye yöneliktir. Bu<br />

yönüyle siyaset, özünde sevimsizlik yahut çirkinlik<br />

barındırabilir. Ama aynı zamanda o zorunludur<br />

da! Toplumsal dünyada işler yürümelidir.<br />

Sevk ve idare eden yahut etmek isteyen, egemen<br />

olmayı, tahakküm etmeyi, sözünü geçirmeyi yahut<br />

dediğini yaptırmayı arzu eder. Bu nedenle siyasal<br />

etkinliklerde her türlü egemenlik vasıtasına<br />

ihtiyaç duyulur. Gerçi günümüzde egemenlik<br />

vasıtaları “inceltilmiş” olmakla birlikte, temelde<br />

yine aynı duygu, “hükmetme duygusu” yatmaktadır.<br />

Siyaset, olgu olmak bakımından, teorik ve<br />

pratik veçheye sahiptir. Kılıktan kılığa girebilir<br />

de! Edebiyatın ise teorisi değil doğrudan kendisi<br />

vardır. O, ne ise odur ve başka bir görünüm altında<br />

ortaya çıkmaz. Başka bir deyişle, edebiyatın<br />

özünde, insani trajedilere dönüşebilecek nitelikteki<br />

duygular yahut idealler barınmaz. Çünkü<br />

edebiyatın itici gücünden ve kaynağından söz<br />

ederken iç dünyanın, duyguların, düşüncelerin,<br />

hayallerin basitçe dışa yansıtılmasından değil,<br />

bütün bunların güzellik algısı oluşturacak şekilde<br />

ifade vasıtalarına dökülmesinden yola çıkmaktayız.<br />

Yani edebiyatın dili iki zihin işlemine<br />

dayanmaktadır. Bunlardan biri iç dünyanın hoş<br />

ve güzel tasarımıyla biçimlenmesi, diğeri de bu<br />

dünyayı dışa yansıtan özel nitelikli bir ifade vasıtasının<br />

inşasıdır. Dolayısıyla tümüyle güzelliğe<br />

banmış bir edebî ruhun, kendi içinde “çirkin”i<br />

barındırması bir yana, onunla temas etmesi dahi<br />

düşünülemez. Tasarım “insanî” nitelikli, ifadeye<br />

dönüştürme süreci ve bu sürece yönünü veren<br />

yeti de “güzel ve hoş olanı hedefleyen” bir yeti<br />

olduğundan, edebiyat kabalığı ve hodbinliği barındıramaz.<br />

Kelimenin<br />

gerçek anlamında edebî<br />

söylem ve edebiyat doğası<br />

gereği zarif olmalıdır.<br />

Bu incelik, onunla<br />

bağlantı kuran her bireyi<br />

bir ölçüde etkiler.<br />

Modern çağlar<br />

Özellikle modern<br />

çağların siyasal sistemleri,<br />

geniş halk kitlelerinin<br />

siyasete katılımları<br />

üzerine kuruludur. Dolayısıyla<br />

siyaset, kadim<br />

zamanlarda olmadığı<br />

kadar kuşatıcı ve yaygın<br />

bir olgu hâline geldi.<br />

Herkes bir şekilde siyasal<br />

aktördür. Bu yüzden de modern toplumlar<br />

aynı zamanda siyasallaşmanın yaygınlığıyla temayüz<br />

etti. Artık güncel hayatın en etkin unsuru<br />

olması açısından siyasete kimse kayıtsız kalamamaktadır.<br />

Edebiyat da yine modern çağlarda iletişim ve<br />

basın yayın teknolojileri marifetiyle yaygınlaşmakla<br />

birlikte, güncel yaşantı üzerinde belirleyici<br />

olmadı. Aslında bu, insani varoluşun doğasına<br />

da uygundu. Çünkü önceliklerimiz varlığımız<br />

sürdürmek, bir düzeyden ve bunu garanti altına<br />

aldıktan sonra kendimizi gerçekleştirmektir.<br />

Gerçi Afşar Timuçin’in ifadesiyle “insanoğlu her<br />

durumda güzelin doğal izleyicisi, şu ya da bu anlamda,<br />

şu ya da bu ölçüde güzelin kurucusu ve<br />

alıcısıdır” ama o, önce varoluşunu garanti altına<br />

almak zorundadır. Bu yüzden modern toplum yaşantısında<br />

siyaset öncelikli, güzelliğin taşıyıcısı<br />

olan edebiyat ise ikincil oldu.<br />

Güzel söylem yahut edebiyatın dilinin siyasete<br />

taşınması tek başına siyasal kararları etkileyebilir<br />

mi<br />

Bu soruya ‘evet’ cevabı verilemez ve bu da<br />

16<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


"...edebiyat siyasal tercihleri tek başına kesin şekilde<br />

belirleme gücünü elinde tutamaz. İşlev bakımından o,<br />

sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu<br />

bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,<br />

etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı kullanıma<br />

da açık olduğu gerçeğidir."<br />

olumlu bir durumdur. Çünkü siyasal karar akılcı<br />

temele dayanır ve öyle olmalıdır. Kişi kendisi<br />

ve geleceği için “iyi” olanı arzu eder. Bu da<br />

aklı kullanmayı gerektirir. Duygusal gerekçe,<br />

militanca taraftarlık dışında, çoğunlukla ikinci<br />

planda kalır. Ayrıca tutumların oluşum süreci<br />

karmaşık olduğundan, edebiyat siyasal tercihleri<br />

tek başına kesin şekilde belirleme gücünü elinde<br />

tutamaz. İşlev bakımından o, sözü etkileyici kullanmaya<br />

ve iletmeye hizmet eder. Bu bağlamda<br />

gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,<br />

etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı<br />

kullanıma da açık olduğu gerçeğidir. Bunu engellemek<br />

mümkün olmadığı gibi, özgür bir ifade<br />

etkinliği olarak edebiyatın sınırlandırılması,<br />

onun varoluşuna zarar verir. Siyasetle edebiyatın<br />

olumsuz anlamda buluşma noktası budur.<br />

Siyasal ruhun terbiyesi<br />

Edebî olan, tüm ruhlarda yüksek duygulanımlar<br />

uyandıran, ruhları basit, güncel ve sıradan<br />

olandan çekip çıkaran bir rol icra eder. Bu<br />

duygulanım ise anlık ve gelip geçici olmaz. Çünkü<br />

duygulanım oluşurken, aynı zamanda içinde<br />

filizlendiği ruhu da inceltir. Bu anlamda estetik<br />

kalıba sokulamayan ruhların edebî olandan haz<br />

almaları, bu deneyim sürecinde kendilerini biçimlendirmeleri<br />

söz konusu olmaz. Edebiyatla<br />

filizlenen estetik yönelim, tasarım dünyasından<br />

duyuş-düşünüş ve eylem biçimine kadar, bireyi<br />

‘hoş ve güzel olan’ı ötekine sunmaya sevk eder.<br />

Bu da insani varoluşu estetize hâle getirir. Estetize<br />

etmek, bireyi eylem ve tasarımlarında kendi<br />

bireysel benliğinin dışına çıkararak herkes için<br />

geçerli nitelikteki ‘hoş ve güzel’e sevk etmek,<br />

bireyin ona karşılıksızca ve beklentisizce sevgi<br />

ve eğilim duymasını sağlamaktır.<br />

Edebiyatta söylenen söz, dış güzellikten ibaret<br />

değildir. Güzel sözün sadır olabilmesi, o sözü<br />

tasarlayıp estetik formda biçimlendirerek söyleyen<br />

ruh dünyasının güzellik yüklü olmasına<br />

bağlıdır. Söylenen güzel söz, failin iç dünyasının<br />

yansıması olabilir. Devamında da, ötekini<br />

hedefleyen söz, bu noktada artık basitçe ‘bir şey<br />

iletme’ vasıtası olmaktan çıkıp ötekinde güzel<br />

duygulanımlar uyandıran incelik kaynağı hâline<br />

gelir. Duygu tezgâhında dokunan hırs ve egemenlik<br />

yüklü siyasal söylemler, bu doğalarını<br />

kaybetmeseler bile, insan dünyasına güzellik ve<br />

zenginlik taşıyarak, en azından bu yoldaki yarışı<br />

yahut tercihi beyan biçimini kavga zemini olmaktan<br />

çıkarabilir.<br />

Hodbin bir dünyanın, siyaset dünyasının<br />

doğasını oluşturan egemenlik ve hırs duygusunun<br />

örtülü ve terbiye edilmiş hâle gelmesi için<br />

edebiyatın diline ihtiyaç vardır. Onun dili militanca<br />

taraftarlığı bile inceltme gücüne sahiptir.<br />

Çelişkiler ve çatışmalar dünyası olarak siyaset,<br />

böylelikle bir centilmenlik yarışı hâline gelebilir.<br />

Bu nedenle edebiyat özellikle siyasetin vazgeçilmez<br />

unsuru olmalıdır. Ancak bu, yapay yoldan,<br />

telkinle gerçekleşemez. Bu ihtiyacın özellikle<br />

toplumun kanaat önderlerince hissedilmesi gerekir.■<br />

17<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />

İnsanlığı kirleten modernitenin en büyük<br />

günahlarından birisi de insanı<br />

siyasallaştırmak olmuştur. Hem de müptezelce<br />

siyasallaştırmak… İnsan olma idealini<br />

yok edercesine bayağılaştırarak siyasallaştırmak…<br />

Bu yetmezmiş gibi, hayatın<br />

her alanına bu kirliliği sindirmek… Beşerî<br />

ilişkilere, hayatı algılamaya, tabiatı yorumlamaya…<br />

Her şeye, her şeye…<br />

Şüphesiz insan ilişkilerini düzenleyen<br />

sistemler olacaktır ve bu sistemlerin birbiriyle<br />

uyumu olduğu kadar, çelişkileri de<br />

olacaktır. Fakat insan ilişkilerini uyum ve<br />

çelişkiye indirgeyip oradan ideolojiler üretmeye<br />

çalışmak, bu ideolojilerle insanı tekilleştirmek<br />

ve bu tekillikle yönlendirmek,<br />

* Prof. Dr., Muğla Üniversitesi<br />

18<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


"...edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en<br />

azından edebiyatı öncelemelidir; politikayı değil. Edebî<br />

metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre<br />

işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,<br />

edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar. Manifestolar<br />

da edebiyat değildir."<br />

kolaycılıktan başka bir şey değildir. Modernite,<br />

ayrıştırmacılığıyla bunu başarmıştır.<br />

Hayatın her zerresine sinen modernite, edebiyata<br />

da hulul etmiştir. Hulul etmek ne; edebiyatı<br />

en geniş at koşturma alanı olarak seçmiştir. Ne<br />

de olsa roman ve hikâye kendisinin eseri. Bu<br />

arada olan şiire olmuş; roman ve hikâyenin başına<br />

gelen, onun da başına gelmiş; politikanın<br />

basitliğinden o da nasibini almıştır.<br />

Tabii, bu söylediklerim, Türk edebiyatının<br />

Cumhuriyet dönemi ve biraz da Tanzimat dönemi<br />

için geçerlidir. İyi ki modernite kirliliği, o<br />

dönemlere kadar edebiyata sirayet etmemiş ve<br />

edebiyat hasbi bir alan olarak kalmıştır.<br />

Türk edebiyatına politik ve ideolojik hulul,<br />

Tanzimat döneminin bir kalıntısıdır. İkinci Meşrutiyet<br />

ve Cumhuriyet dönemi de bu mirası tepe<br />

tepe kullanmıştır.<br />

Tanzimat döneminde edebiyat, zihniyet bunalımı<br />

geçirmiş ve bu araz, edebiyata kolayca hulul<br />

etmiştir. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde,<br />

herkes saflarını belli edecek şekilde gruplaşmaya<br />

başlamış; yani edebiyat, ortak insan problematiğinden<br />

“bizim problematiğimiz” derekesine<br />

indirgenmiştir. Zaten modernitenin de istediği<br />

budur: ayrıştırarak indirgeme…<br />

Osmanlı, 20. yüzyılda sadece toprak ayrışmasına<br />

değil; aydın ayrışmasına da maruz kalmıştır.<br />

Bugün bazılarımızın savunduğu görüşlerin<br />

tohumları o zaman atılmış; 1940’larda fidana<br />

dönüşmüş ve 1960’larda bu fidanlar meyve vermeye<br />

başlamıştır. Bugün kimse başkasının meyvesinden<br />

yemez olmuş; yani tek yönlü bir beslenme<br />

yolunu tutmuştur. Bunun biyolojik sağlığa<br />

ne kadar uygun olduğu, tartışılmaz bile. Kaldı ki,<br />

edebiyat bireysel değil, toplumsal bir olgudur ve<br />

açtığı problemler de sosyal bünyeye zarar verir.<br />

Sosyal bünyede meydana gelen arızaların telafisinin<br />

de uzun zamanlara mal olduğunu ve pek<br />

çok toplumsal enerji kaybına yol açtığını, son 60<br />

yılda acı bir tecrübe olarak gördük ve yaşadık.<br />

Özellikle 1940’ların sonuna doğru belirginleşen<br />

“edebiyatta ideolojik kompartmanlaşma”<br />

zihniyet ve duygu dokumuzu da parçalayıp ayrıştırdı.<br />

Tanzimat dönemi edebiyatçılarını, politik<br />

açıdan nispeten kategorize edebilirsiniz. İkinci<br />

Meşrutiyet döneminde politik doz daha da<br />

artar. 1940’ların sonu ise bu zirveye çıkar.<br />

Klasik dönem için, edebî anlayışlar dışında<br />

herhangi bir kategorizasyon mümkün değildir.<br />

Fuzûlî’yi hangi ideolojik kategoriye sokacaksınız...<br />

Bâkî’yi, Nedim’i, Şeyh Galip’i,<br />

Keçecizâde İzzet Molla’yı, hangi siyasi mülahaza<br />

içinde boğacaksınız... Bunlar, unutturulan<br />

müştereklerimizdir. Cumhuriyet dönemi<br />

böyle müştereklerden mahrumdur. Çünkü bu<br />

dönemde edebiyat insanı anlatmak için değil,<br />

kavga etmek için kullanılmıştır. Oysa bunların<br />

hepsi, Kapıkule sınır kapısından çıktığı andan<br />

itibaren Türklerin ve Türkçenin edebiyatıdır;<br />

herhangi bir ideolojinin değil. Kısacası, modern<br />

edebiyatımız, klasik edebiyatımız kadar<br />

masum değildir.<br />

19<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Edebiyat-Politika ilişkisi<br />

Her slogan edebî olmak zorundadır ama edebiyat<br />

slogan söylemez. Sloganlar bağırır ve insanı<br />

yönlendirir; edebiyat insanı anlatır; sadece<br />

anlatır. Duygularına, hasletlerine hitap ederek<br />

anlatır. Her anlatmada, kahır vardır, sitem vardır,<br />

hüzün vardır, sevinç vardır… Vefa, sadakat,<br />

ihanet, merhamet, hasret, riyakârlık, acımasızlık,<br />

kin, nefret vardır. Kısaca olumlu olumsuz, tüm<br />

yönleriyle insan vardır. Bu his ve hasletlerin hepsi<br />

insan tabiatının birer tezahürüdür ve ideolojik<br />

değildir. İdeolojiler bunları kullanabilirler ama<br />

bunların hiçbirisi insan dışında hiçbir şeyi tarif<br />

etmekte kullanılamaz. Hadi kullanıldı ve edebiyat,<br />

politik tavırların topluma mal edilmesinde<br />

bir araç hâline indirgendi diyelim; bu durumda,<br />

edebiyat kurallarından taviz verilmemeli; metin<br />

her şeyden önce edebî saygınlığını korumalıdır.<br />

Şöyle de söylenebilir: Politikacının kuralları çerçevesinde<br />

edebiyatı kullanması normaldir ama<br />

edebiyatçının politikayı kullanması, yanlıştır.<br />

Veya edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse,<br />

en azından edebiyatı öncelemelidir;<br />

politikayı değil. Edebî metin beşerî his ve hasletleri,<br />

edebiyat kurallarına göre işler. İdeolojiler,<br />

beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,<br />

edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar.<br />

Manifestolar da edebiyat değildir.<br />

Her edebiyatçı, bakış açısı ile eserinde bir<br />

duruş sergiler. Bu duruş, o edebiyatçının eşyayı<br />

nasıl algıladığının da ifadesidir fakat bir yazar<br />

genel insan problematiğinden uzaklaşıp metnine<br />

sadece politik fikirlerini boca ederse, o metinden<br />

yalnızca “fikirdaşlar” haz alır; oysa edebiyat, insanlığın<br />

ortak malıdır ve edebiyatçı, ortaya tüm<br />

insanlığın haz alacağı metinler koymalıdır.<br />

Politikacı edebiyatı kullanırsa, bu edebiyat<br />

açısından bir kazanç olabilir. Fakat edebiyatçı<br />

politikayı kullanırsa, tehlikeli bir yolu tercih<br />

etmiş olur. Edebiyat sanatını önceleyen ve bunu<br />

başaran bir edebiyatçı için sorun yoktur. Siyasetin<br />

müptezelleştiği bir ortamda edebiyat da<br />

müptezelleşirse, o zaman tarihe mal olabilecek<br />

bir eserden söz etmek mümkün olmayacaktır.<br />

Çünkü o metnin ömrü, hizmet ettiği ideolojinin<br />

ömrü kadar olacaktır. Ayrıca, ideolojik edebiyat,<br />

okuyucu ile ilişkisini edebiyat dışı alanlar vasıtasıyla<br />

ve insanı tekilleştirerek kurmaktadır ki,<br />

bunun da anlık ihtiyaçları karşılamaktan öte bir<br />

fonksiyonu olamaz.<br />

Politik edebiyatın anlık ihtiyacı karşılaması,<br />

cinsel istismar metinlerine benzer. Kurulan<br />

tuzak bellidir: Mental ve entelektüel derinlik<br />

istemeyen basit biyolojik ihtiyaçları giderme.<br />

Bu açıdan bakıldığında, sevgili Cüneyt Issı’nın<br />

sohbetlerimizde belirtip henüz işleyerek yazmadığı<br />

güzel bir benzetme ile söyleyecek olursak,<br />

mutlak edebî metinler erotiktir; politik metinler<br />

ise porno... Biri gizemliliği ve buna bağlı olarak<br />

insan zihninin de kullanılmasını, kısaca insaniliği<br />

öncelerken, diğeri aşikârlığın verdiği müptezellik<br />

ve bayağılıkla, zihni devre dışı bırakmakta<br />

ve büyüyü bozmaktır.<br />

Politik edebiyat, kurduğu basit tuzaklarla,<br />

pusu kültürünün beslediği bir sonuçtur. Oysa<br />

mutlak edebiyat, kurallarına göre, döne döne,<br />

şiir gibi dövüşmek gibidir. Bu yüzden, politik<br />

edebiyat, pusu kültürünün hâkim olduğu<br />

toplumlarda yaygındır; mutlak edebiyatsa,<br />

düello kültürünün.<br />

Elbette edebî metni politikadan tamamen<br />

soyutlamak artık mümkün değildir. O devirler<br />

geçti. İnsanlık masumiyetini kaybetti. Modern<br />

insan aynı zamanda politik insandır da. Ama<br />

modern de olsa insan tek boyutlu “siyasi varlık”<br />

değildir. Çünkü insanlık masumiyetini<br />

kaybetmesine rağmen, hayat hiçbir zaman,<br />

insana tek boyut sunacak kadar cimri olmamıştır.<br />

Tüm zamanlarda okunmak isteyen bir edebiyat<br />

sanatçısı, siyaseten tekil insanı değil, çoğul<br />

insanı; olumlu olumsuz tüm duygularıyla,<br />

çoğul insanı yazmak mecburiyetindedir. ■<br />

20<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ŞEHİR*<br />

Bir gün burada, itfaiyeciler ve askerler<br />

Kendi işlerini yaptıklarında<br />

Ve hümanistler kendilerininkini<br />

Tekrar var olacak şehir<br />

Bir gün ambulanslar ve cenaze arabaları<br />

Yazarlar, ressamlar, ders kitapları<br />

Ve uluslararası kamuoyu<br />

Her şeyi usulüne<br />

Ve kanununa göre yaptıklarında<br />

Burası ve orası arasında<br />

O zamanın ve bu zamanın arasında<br />

Ruhlar uyandığında<br />

Rüzgâr küllerin el yazılarını dağıttığında<br />

Dünyanın dört bir yanına<br />

Ölüler kalktığında<br />

Tekrar yaşayacak bu şehir<br />

Der bilge babam.<br />

ERVİN JAHİĆ<br />

Ervin Jahić ( Ervin Jahiç ): Şair, eleştirmen, editör...<br />

1970 yılında Rijeka’da doğdu. Rijeka’da Felsefe Fakültesinde okudu. Kult ve Rival dergilerinin editörlüğünü<br />

yaptı. Dergi ve gazetelere edebiyat eleştirileri yapan Ervin Jahić, deneme ve şiir yazmaktadır. Şiirleri İngilizce,<br />

İtalyanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca ve Slovenceye çevrilmiştir.<br />

Şimdi ‘’Pozija’’ adlı bir edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Hırvatistan Yazarlar Birliği<br />

ve Dünya Yazarlar Birliği üyesi olan Ervin Jahić Zagreb’de yaşamaktadır.<br />

* Hırvatça aslından çeviren: MEHMET IŞIKER<br />

21<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


CENNETİN EŞİĞİNDE<br />

Günahın rengi kızıl<br />

Kızılı eritecek vişneçürüğü sandıkta saklı<br />

Anahtarı çim saçlı kızda<br />

Atınca adımını<br />

Ayağına dolanmadan uzun yeşil saçları<br />

Sessizce tarif ederken cenneti<br />

Bilmezdim hiç<br />

Huzurunda<br />

Bu kadar dehşete kapılacağımı<br />

Kapısı yok<br />

Ne de bekçi<br />

Yeşil bir şerit, ardında vişneçürüğü<br />

Kadifemsi bir doku<br />

Bambaşka flora<br />

O pencere<br />

Ve o yeşil ağaç gerilerde<br />

Göz kırpmıyor ilahî kandiller de<br />

Cennetin eşiğindeyim<br />

Sen ötede<br />

Adım atmayacağım<br />

‘’Hadi gir ’’ desen de.<br />

NİHAN IŞIKER<br />

22<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Soğuk rüya*<br />

İMDAT AVŞAR<br />

Karanlık...<br />

Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…<br />

İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor,<br />

duruyor bir an...<br />

Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu<br />

da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp<br />

gidiyor geceye.<br />

Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya<br />

şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor<br />

aşağı kattan.<br />

Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir<br />

ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı... Bu çağrıya boyun eğiyor bütün<br />

çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.<br />

Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa<br />

dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin<br />

bir uykuya dalacak.<br />

Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular,<br />

yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…<br />

Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının<br />

çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına... Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi<br />

bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla<br />

sabaha dek dönüp duracak havada.<br />

Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin<br />

olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.<br />

Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora<br />

sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.<br />

Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk...<br />

*”Soğuk Rüya” Kültür Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ve Osman Gazi Üniversitesinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu “<br />

2011 Yılı YUNUS EMRE anısına Sevgi” konulu hikâye yarışmasında Birincilik ödülüne layık görüldü. Ödül Töreni<br />

06 Mayıs 2011 de Eskişehir’de gerçekleşti.<br />

23<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Belletici öğretmen odasındayım…<br />

Yalnızlık…<br />

Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor<br />

pencerelerden...<br />

***<br />

İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru,<br />

bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne<br />

zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte,<br />

daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor<br />

ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum.<br />

Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği<br />

yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor<br />

elimi. Arkasından koşuyorum.<br />

Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O<br />

kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş<br />

çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O<br />

kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar<br />

anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum<br />

ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum.<br />

Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan:<br />

Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan,<br />

bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran<br />

bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde<br />

kuru yapraklar gibi savrulan bir adam...<br />

…Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar<br />

içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin<br />

önüne, hepsini görüyorum. Uzansam<br />

dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ<br />

Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki<br />

Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, Kan<br />

irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör<br />

kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan<br />

Anka…<br />

Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim<br />

bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda<br />

bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el<br />

ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine<br />

gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan<br />

bir sarkacım...<br />

Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur<br />

veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor.<br />

Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin.<br />

Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden<br />

tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç<br />

bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların<br />

ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir<br />

minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.<br />

“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerlere<br />

yatıp ağlıyorum.<br />

O ihtiyar kadın:<br />

“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor<br />

beni. Ona inanmıyorum.<br />

Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler<br />

çınlıyor kulaklarımda:<br />

“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”<br />

Cevap vermiyor babam.<br />

“Ağabeyim niye gelmedi” diye soruyorum<br />

her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:<br />

“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen<br />

yat, uyu!”<br />

...Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp<br />

gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor<br />

kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan<br />

uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına<br />

korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum.<br />

Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka<br />

verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları<br />

zangırdatan sesiyle soruyor:<br />

“Kim uyudu, kim uyanıııık!”<br />

Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev.<br />

Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak.<br />

Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde<br />

kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.<br />

Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor<br />

sanki ve yeniden soruyor:<br />

“Kim uyudu, kim uyanıııık!”<br />

Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:<br />

“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık...”<br />

Homurdanarak gidiyor Dev.<br />

Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi<br />

tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip<br />

bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in<br />

dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki<br />

son közler, o Dev’in kanlı ağzı...<br />

“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!”<br />

diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.<br />

Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında<br />

bir boşluk... Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi<br />

sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime.<br />

Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o<br />

ses yok.<br />

Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden<br />

çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına<br />

dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden.<br />

Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler... Sisler,<br />

dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor,<br />

24<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


uğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.<br />

Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda.<br />

Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım<br />

kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce<br />

bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum.<br />

Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı<br />

okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında<br />

ağlayarak kaldığım o köy... Hiç biri yok. Hepsi<br />

koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup<br />

gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum.<br />

Bedenim yüz parçaya bölünüyor o<br />

an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.<br />

Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir<br />

rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan<br />

bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman,<br />

Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten<br />

bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin<br />

eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne,<br />

siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon<br />

binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince<br />

dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen<br />

bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek<br />

geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor<br />

muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir<br />

el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor<br />

titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük<br />

söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor,<br />

yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli<br />

poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla<br />

dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala<br />

koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını<br />

tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan<br />

şikâyet ediyor. Kim bilir...<br />

Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor<br />

oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton...<br />

Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün<br />

büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor<br />

beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden<br />

kitabın sayfalarını çeviriyorum.<br />

Babasını özleyen bir çocuk... Koğuşlardaki<br />

çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki<br />

yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe,<br />

zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye<br />

bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum.<br />

Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan<br />

ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper<br />

edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde<br />

yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak<br />

istiyorum...<br />

Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor<br />

arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor,<br />

hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum.<br />

Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp<br />

geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın<br />

dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum.<br />

O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum.<br />

Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece<br />

yarısı... Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden<br />

dem almaya başlıyor.<br />

“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek”<br />

diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun<br />

adımlarla yürümeye başlıyorum.<br />

Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi<br />

kadar cırtlak bir kadın sesi...<br />

Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu<br />

sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın<br />

dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi<br />

homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor<br />

önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:<br />

“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde<br />

nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa!<br />

Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu,<br />

gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın<br />

tabii!”<br />

….<br />

Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki.<br />

Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:<br />

“Keees! Doğru odana! Çabuk!”<br />

Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar,<br />

birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o,<br />

kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler<br />

katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar<br />

başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini<br />

Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor<br />

gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp<br />

gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş<br />

uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın... Azgın<br />

sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin<br />

karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez<br />

sulara kapılıyorlar.<br />

Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece<br />

donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden<br />

yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan<br />

25<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi<br />

gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim<br />

çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum,<br />

sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp<br />

arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım<br />

dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve<br />

daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. O an<br />

bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…<br />

Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar<br />

ve yüzü asık gardiyanlar... Kim bilir,<br />

yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer<br />

mahkûm…<br />

Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen<br />

bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil<br />

sesiyle başlayan mahpus hayatı...<br />

Zil sesi…<br />

Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka,<br />

üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna<br />

geç!<br />

Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta<br />

soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru<br />

ekmekler...<br />

Sonra bir zil sesi daha…<br />

Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır<br />

tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak<br />

korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma<br />

köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru<br />

sırayı bozmadan yürü!<br />

Zil sesi…<br />

Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare,<br />

dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik... Kederi böl,<br />

hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar...<br />

Zil sesi...<br />

Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına<br />

gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda,<br />

bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:<br />

“Burada bekleme!”<br />

“Koşma!”<br />

“Konuşma!”<br />

“Aşağıya in!”<br />

Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve<br />

bahçe gardiyanları:<br />

“Zil çaldı!”<br />

“Oturma!”<br />

“Sallanma!”<br />

“Konuşma!”<br />

“Yukarı çık!”<br />

“Sınıfa geç!”<br />

Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş<br />

günleri...<br />

Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan<br />

adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi<br />

uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan<br />

gözleri mahmur oğullar, kızlar... Yolu kapalı<br />

köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar<br />

diplerine çöken boynu bükük çocukları...<br />

Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi<br />

bir türlü toparlayamıyorum. Nedense<br />

bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa<br />

düşüyorum hep.<br />

Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan<br />

ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların<br />

kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar,<br />

bir isyan başlayacak ve sesler birbirine<br />

karışacak:<br />

“Annelerimizi istiyoruz!”<br />

“Burada okumak istemiyoruz!”<br />

…<br />

101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum.<br />

Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında<br />

sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice<br />

aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde,<br />

koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki<br />

ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir<br />

düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına.<br />

Bu soğukta Firar mı Yapamazlar, daha<br />

çok küçükler. Ama…<br />

El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan<br />

çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki<br />

ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor<br />

ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki<br />

yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş,<br />

uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları<br />

rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek<br />

yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk,<br />

bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş.<br />

Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta<br />

büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun<br />

okula daha yenice geldiğini anlatıyor.<br />

“Bırak uyusun!” diyorum kendi<br />

kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir...”<br />

Bir sonraki koğuş...<br />

Rüzgâr uluyor camlarda...<br />

26<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Kanat sesleri...<br />

Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben<br />

içeri girince ürküp havalandılar belki.<br />

Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından<br />

iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum.<br />

O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada<br />

bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek... Yanağında<br />

tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına<br />

bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar<br />

yetişemiyorlar, belli... Yüzü geriliyor birden, ardından<br />

gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl<br />

şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi.<br />

Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta<br />

debeleniyor, şimdi atlayacak...<br />

Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum.<br />

Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun<br />

namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif<br />

bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım<br />

dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum.<br />

Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar,<br />

kelebekler... Birden, vücudumun olanca<br />

ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o<br />

derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil.<br />

Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim<br />

bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi,<br />

büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler,<br />

yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar,<br />

kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan<br />

güneş de... Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan.<br />

Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim<br />

kan oluyor.<br />

İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım,<br />

sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan<br />

sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.<br />

Koridorun sağındaki son koğuş...<br />

Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi...<br />

“Anne! Annee!”<br />

Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum.<br />

Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan<br />

gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda.<br />

Çocuk tekrar inliyor:<br />

“Annee! Annee!”<br />

Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor<br />

karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir<br />

kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında<br />

da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan<br />

var kadının, tırpanın ucunda azık torbası... Bir<br />

eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer<br />

elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler<br />

titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor<br />

kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun<br />

annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup<br />

bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları<br />

titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri<br />

aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor<br />

kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük<br />

dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor<br />

sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından.<br />

Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin<br />

ardından ağlayarak bağırıyor:<br />

“Annee! Annee!”<br />

Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.<br />

Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri,<br />

sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış<br />

bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum.<br />

Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor.<br />

Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi<br />

iyice kısarak soruyorum:<br />

“Niye uyumadım yavrum”<br />

Ağlayarak cevap veriyor:<br />

“Anneee! An-nee! Annemi…”<br />

“Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların<br />

uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım,<br />

kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel<br />

benimle!”<br />

Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol<br />

ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen<br />

odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince,<br />

gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime,<br />

içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları<br />

hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.<br />

“Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin”<br />

İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:<br />

“Iııh, ııh… Mir Seyit.”<br />

“Hangi köyden geldin Mir Seyit”<br />

“Aşağı Civanlı.”<br />

“Kaçıncı sınıfta okuyorsun”<br />

“Üç.”<br />

“Nazan Hanım’ın sınıfında mı”<br />

“Evet.”<br />

“Buraya ne zaman geldin”<br />

“Dö, dö, dört gün oldu.”<br />

“Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldı-<br />

27<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ğında gelmedin Bak, alıştı onlar.”<br />

“Ben köyde okuyordum.”<br />

“Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin<br />

geldin Mir Seyit”<br />

“Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı...”<br />

Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya<br />

çekiyorum bu uyku firarisini:<br />

“Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz<br />

mi yok Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince<br />

okulunuz da kapandı anlaşılan.”<br />

“Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı,<br />

ıhıı, ıhııh...”<br />

Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor<br />

Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak<br />

su veriyorum, yutkunarak içiyor.<br />

“Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan<br />

çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama,<br />

hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın”<br />

“O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz<br />

öldü! Babam da... Iııhıhıhhhı!”<br />

“Kim yaktı Mir Seyit Kim öldür...”<br />

“Babamı... Babamı...”<br />

“Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”<br />

…<br />

Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar<br />

gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle<br />

çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya<br />

dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor;<br />

dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar,<br />

engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde<br />

geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan<br />

olup akıyor içime. Mir Seyit’e dönüyorum:<br />

“Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi<br />

yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu”<br />

“Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu<br />

okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”<br />

“İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu.<br />

Işığı da açık bırakırım, olur mu”<br />

“Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”<br />

“Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı,<br />

yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”<br />

“Hayır, sabah olunca gideceğim.”<br />

Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil<br />

Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli,<br />

iri iri elleri, ayakları... Bir dağ çocuğu Mir Seyit,<br />

onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara<br />

götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek;<br />

sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç<br />

evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…<br />

“Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor<br />

mu”<br />

“Yok, görünmüyor, çok uzak...”<br />

“Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye<br />

söyleniyorum kendi kendime.<br />

“Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir<br />

Seyit”<br />

“Onlar görünüyor.”<br />

“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden<br />

bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”<br />

“Tamam.”<br />

Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi<br />

koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay<br />

ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz<br />

kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı... Ağrı’nın yan<br />

tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış<br />

Zor Dağları... Dağların koynunda tek tük ışıklar<br />

yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri<br />

karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün<br />

sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek<br />

uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi,<br />

olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe<br />

doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum.<br />

O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir<br />

Seyit usulca seslenip uyarıyor:<br />

“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu<br />

tarafta!”<br />

“Haa, öyle mi”<br />

Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü<br />

dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki<br />

dağları gösteriyor:<br />

“<strong>Bizim</strong> köy işte ooorda öğretmenim.<br />

Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim<br />

köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol<br />

var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi.<br />

Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam<br />

hiç, yolu da biliyorum.”<br />

“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin.<br />

Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni<br />

arabaya bindiririz, gidersin.”<br />

“<strong>Bizim</strong> köyün arabası yok ki. Herkes göçtü<br />

köyden, dört-beş tane ev kaldı.”<br />

“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına<br />

biner gidersin.”<br />

“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan<br />

28<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


köye gidebilirim, yakın.”<br />

“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince...”<br />

“Ama bahara daha çoook var.”<br />

“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”<br />

“Yok, çabucak gelmez.”<br />

“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”<br />

“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam<br />

ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor<br />

tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”<br />

Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.<br />

“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin<br />

köy, öyle değil mi”<br />

“Evet, ama kışın da güzel. <strong>Bizim</strong> köye bir<br />

gelseniz, çok güzel...”<br />

Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını<br />

baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini,<br />

otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın<br />

çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş,<br />

hezeran... Derelerde, tepelerde, kuytularda,<br />

koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı,<br />

kekik, yavşan, çoban yastığı... Tüm otlarla birlikte<br />

toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni,<br />

keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten... Hiç<br />

bir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor,<br />

koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar. Dağların,<br />

yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli<br />

angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit<br />

ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor<br />

dağlardan.<br />

Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri<br />

pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya<br />

razı olur diye düşünüyorum:<br />

“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim!<br />

Biraz da orada anlat!”<br />

“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”<br />

“Olur, gelirim.”<br />

Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan<br />

terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda<br />

çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere<br />

tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne<br />

çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.<br />

“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında”<br />

“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı<br />

canlı yakalıyordu.”<br />

“Öyle mi”<br />

“Tabii.”<br />

“Nasıl Keklikler uçmuyorlar mı”<br />

“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”<br />

“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu”<br />

“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar<br />

ya”<br />

“Evet.”<br />

“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları<br />

da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar.<br />

Babam keklikleri kovalayıp keklikler<br />

yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana<br />

bisiklet alacaktı öğretmenim...”<br />

Yazın köye gidersem, beni babasının atına<br />

bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok<br />

güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım,<br />

o da bisikletine binecek, yarışacağız.<br />

Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun<br />

diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor.<br />

Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları<br />

ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni<br />

soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara,<br />

dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor.<br />

Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir<br />

keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin<br />

pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor<br />

koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı<br />

açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.<br />

Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin<br />

önünden. Sanki karşımda... Odama giderken<br />

Mir Seyit’le konuşuyorum:<br />

Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara<br />

girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu<br />

düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun<br />

sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını.<br />

Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen<br />

seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek.<br />

Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani<br />

soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin<br />

ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine.<br />

Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında,<br />

doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin,<br />

yemek bitmiş olacak, vermeyecekler.<br />

Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları.<br />

Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın<br />

yemekhaneden. Hastalanacaksın. Dok-<br />

29<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


torsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada<br />

yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden<br />

yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek,<br />

öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle,<br />

ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda.<br />

Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak<br />

tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek<br />

annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın.<br />

Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek<br />

Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.<br />

Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan<br />

kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına<br />

sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk<br />

duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları<br />

unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de<br />

unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o<br />

mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü.<br />

Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir<br />

Seyit, baban sana bisiklet getirecek!<br />

Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum<br />

kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir<br />

çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt...” Kalkıp<br />

duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor<br />

saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular<br />

uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum.<br />

Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri,<br />

o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir<br />

Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına<br />

kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan<br />

çocuklar ve Mir Seyit...<br />

O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum<br />

geceler bir bahane bulup odama geliyor.<br />

Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz.<br />

Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara<br />

batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları<br />

seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de<br />

babasının atına... O pedal çeviriyor telaşla, ben<br />

atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye<br />

inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.<br />

***<br />

Mart ayının başları... Hava ılık, bir cuma<br />

günü... Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları,<br />

kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp<br />

bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar<br />

kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım<br />

söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.<br />

Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara<br />

çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum<br />

ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı”<br />

diyorum, gülümsüyorum.<br />

Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun<br />

bahçesi her zamankinden daha kalabalık.<br />

Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe<br />

kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan<br />

inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını<br />

arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan<br />

inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru<br />

sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında<br />

onlarca çocuk...<br />

“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye<br />

geçiriyorum içimden.<br />

Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan<br />

öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan<br />

Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on<br />

çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir<br />

Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin<br />

gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş,<br />

elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti<br />

izliyor.<br />

Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin<br />

veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen<br />

birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar.<br />

Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç,<br />

bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup<br />

oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden<br />

kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına<br />

çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete;<br />

direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor,<br />

pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti.<br />

Az sonra lojmanın penceresinden sarkan<br />

Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:<br />

“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti!<br />

Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk<br />

eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o<br />

çocukların içinde!”<br />

Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor,<br />

Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor<br />

ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha<br />

fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana<br />

doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup<br />

Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor. Cumartesi<br />

günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya<br />

dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını<br />

da… Eksik yok, teslim ediyorum çocukları.<br />

Pazartesi sabahı…<br />

30<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan<br />

bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.<br />

“Duydunuz mu”<br />

“Neyi”<br />

“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”<br />

“Çocuğu bulamamışlar!”<br />

“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş,<br />

her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”<br />

“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”<br />

“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse<br />

gelmezdi.”<br />

Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi,<br />

pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve<br />

telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:<br />

“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış”<br />

“Nazan Hanım’ın sınıfından...”<br />

“Kim”<br />

“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir<br />

Seyit imiş.”<br />

“Mir Seyit mi”<br />

…<br />

Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim<br />

tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan<br />

olmalı ya da soğuk bir rüya…<br />

Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları<br />

duymuyorum. Okulun bahçesindeki<br />

yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum.<br />

Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum.<br />

Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki<br />

sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.<br />

Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi<br />

bir ifade…<br />

“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.”<br />

…<br />

Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği<br />

bir buz kütlesi oluyorum. Sanki<br />

binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler<br />

birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan,<br />

kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor.<br />

Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem<br />

ne de çocuklar... Sınıfta bir tek ben varım, bir<br />

de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum,<br />

gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca<br />

bakıyorum dağlara…<br />

Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor<br />

gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru<br />

tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp<br />

ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor.<br />

Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça<br />

yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor,<br />

daha hızlı yürümeye başlıyor.<br />

Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir<br />

bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa,<br />

köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na<br />

çıkıp bağırsa, köye duyulur.<br />

Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor<br />

aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki<br />

dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir,<br />

ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp<br />

nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor<br />

Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan,<br />

yanakları acıyor.<br />

Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara<br />

bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor<br />

o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki.<br />

Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın<br />

duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya<br />

başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice<br />

bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki<br />

kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan<br />

köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya<br />

başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir<br />

umutla bağırıyor sonra:<br />

“Anneee! Anneeeeee!”<br />

Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de<br />

yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp<br />

kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan.<br />

Bir an önce köye varmak için karların içine<br />

atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne<br />

kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış<br />

bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye<br />

başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık<br />

bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O<br />

sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor.<br />

Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak<br />

ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere<br />

uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden,<br />

çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor<br />

Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru<br />

geliyor.<br />

Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru<br />

koşuyor, koşuyor, koşuyor... ■<br />

31<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


İSMET EMRE*<br />

Orta Asya<br />

Türklüğüne ait<br />

tabletlerde dile<br />

getirilen “düşmana<br />

güvenmemek<br />

gerektiği”<br />

yönündeki<br />

yaklaşımların<br />

olabildiğince<br />

işlenmiş, rafine<br />

edilmiş, edebî<br />

bir söylemle<br />

dillendirilmesi,<br />

o metinlerin<br />

hem siyaset hem<br />

de edebiyatın<br />

malzemesi<br />

olmalarına<br />

yaramıştır.<br />

Edebiyat ile siyasetin kesişme ve kavşak noktalarını düşünürken,<br />

en genel anlamda, cümle kurmanın da bir siyaset<br />

yapma işi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Mademki siyaset,<br />

dünyaya biçim vermenin, onu dönüştürmenin, olduğundan farklı<br />

hâle getirmenin en kısa yoldan güce ilişkin tarafını oluşturmaktadır,<br />

öyleyse birinci elden hatırlanması gereken şey, söylemin<br />

yine en kısa yoldan öteki insanlara ulaştırılmasına duyulan ihtiyaçtır.<br />

Bu gerçeğin en doğal sonucu, insanlık tarihinin daha ilk<br />

metinlerinin edebî oldukları kadar ciddi anlamda siyaset içeriyor<br />

oluşlarıdır.<br />

Hakikaten de siyaseti öyle ya da böyle bir yaşam felsefesi<br />

oluşturma çabası olarak tahayyül edersek, geçmişten bugüne<br />

gerek sözlü geleneğin gerekse yazılı geleneğin edebî mahsulleri<br />

olsun hemen hepsinin doğrudan yahut dolaylı, bir şekilde siyasetin<br />

edebiyatını yaptıkları söylenebilir. Daha doğrusu, edebiyat<br />

yoluyla insanlara bir şekilde doğrunun, iyinin, haklının meşru<br />

alanlarını işaret ederek yanlışın, kötünün ve haksızın da cezasının<br />

karşılığını aldığına dair yaklaşımlar sergilemek suretiyle, bir<br />

şekilde insanın yaşam mücadelesinde takınması gereken tutum<br />

ile kurgulaması gereken bakış açısı konusunda estetik bir mesaj<br />

ilettiklerini, bunun en azından yakın zamanlara kadar böyle olduğunu<br />

ifade edebiliriz. Bu manada, masallar, halk hikâyeleri,<br />

destanlar, mitolojiler, manzum ve mensur matbu edebî nitelikli<br />

hemen bütün anlatılar, insana bir taraftan yaşamı, onun doğası<br />

ve gereklerini tanıtırken, öte taraftan da insanın dış dünya (evren)<br />

karşısında gereken tavrı alması hususunda belirleyici bir rol<br />

üstlenmek istemişlerdir.<br />

Hemen her edebî metinde bir yanıyla siyasetin tortusu bulunmakla<br />

birlikte, varlık nedeni tamamen ilmisiyaset olan metin-<br />

* Doç. Dr., İnönü Üniversitesi<br />

32<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ler de vardır. Örneğin dünyanın ilk anlatılarından biri<br />

olan ve Ganj’ın bereketli, bakir kıyılarından yükselen<br />

Kelile ve Dimne masalı baştan aşağı bir siyasetname<br />

olarak düşünüldüğü için klasik dünyanın en vazgeçilmez<br />

metinlerinden biri olarak dünyanın birçok diline<br />

tercüme edildiği gibi metin için zamanın Hindistan’ı<br />

ile Pers hükümdarlığının savaşa tutuştuğu bile söylenegelmiştir.<br />

Bununla birlikte, Kelile ve Dimne’nin,<br />

olaylarının sadece hayvanlar arasında geçen fabl ve<br />

edebî niteliği yoktur; tersine, tam da hayvanların dünyasından<br />

insanların dünyasına tutulan bir ayna olarak<br />

hem hükümdarlara ve hükümdarlığa dair hem de topluma<br />

ve onun içinde yaşayan insan tekine dair sayısız<br />

bilgelik örnekleri bulunmaktadır bu metinde. Gücü<br />

biraz azalarak ve tonu düşerek Binbir Gece Masalları,<br />

Tutiname, Ezop ve Grimm Masalları için de benzeri<br />

şeyler söylenebilir.<br />

Dünya milletlerinin belli başlı mitolojilerine baktığımızda<br />

da benzeri bir manzarayla karşılaşırız: Olabildiğince<br />

edebî ve sanatsal bir dil kullanılarak hayata,<br />

yönetimlere ve yönetmeye dair teori/pratik uyumlu<br />

metinlerin her daim yoruma açık bilgiler sunduğu siyaset<br />

ve kültürler tarihinin malumudur. Bu bağlamda<br />

Köktürk ve Uygur abidelerine hâkim olan dil, üslup<br />

ve söylem ile Yaratılış, Göç ve Battalgazi gibi bize<br />

özgü destanlar ve Vedalar, Upanişadlar, Gılgamış,<br />

Nubelunglar, Roland, Kalavela destanlarının doğasının<br />

üç aşağı beş yukarı insanın ufkunu genişletmek,<br />

bugünden geleceğe yönelik bakışını zenginleştirip ona<br />

yeni ufuklar eklemek ve nihai aşamada içinden çıktığı<br />

toplumun bekasını pekiştirecek bir mantık kurgusuna<br />

hükmetme anlayışını adım adım takip ederiz. Elbette<br />

burada, bize özgü destanların İslamiyet ve Türklük<br />

üzerinden, Batıya özgü destanların ise Hristiyanlık<br />

ve Avrupalılık üzerinden bir söylem geliştirdikleri, bu<br />

söylemlere hâkim olan ana temanın da kendi din, medeniyet<br />

ve etnik kimliklerini koruma üzerine temellendiğini<br />

söyleyebiliriz.<br />

Bununla beraber, özellikle sözlü kültüre ait bu metinlerin<br />

genel itibariyle içinde yeşerdikleri medeniyet<br />

kurgusunun özünü barındırması bir tarafa bırakılırsa,<br />

siyasetin dolaylı bir “aracı” olarak temellendirilip belli<br />

bir fayda üzerinden oluşturuldukları da hakikatin<br />

başka bir ifadesidir. Aynı metinlerin, yani masal, halk<br />

hikâyesi, efsane ve destanların, güncele ait siyasetin<br />

evrensel kalıplara dökülerek tarihin ve gelecek nesillerin<br />

malzemesine dönüştürülüp belli simgeler yoluyla<br />

geleceğe aktarılması, siyasetin değişmez kurallarının<br />

ancak edebî bir formatta içselleştirilebileceği gerçeğinin<br />

de tabii sonuçlarındandır. Bu manada Orta Asya<br />

Türklüğüne ait tabletlerde dile getirilen “düşmana<br />

güvenmemek gerektiği” yönündeki yaklaşımların olabildiğince<br />

işlenmiş, rafine edilmiş, edebî bir söylemle<br />

dillendirilmesi, o metinlerin hem siyaset hem de edebiyatın<br />

malzemesi olmalarına yaramıştır. Bir taraftan<br />

yönetici konumunda olanlar kendilerine ait hisseleri<br />

alırken aynı kıssaların halk üzerindeki sosyolojik etkisi<br />

ve ana dilin gelişip serpilmesine sağladığı katkı da<br />

yine edebiyat ile siyaset arasındaki doğrudan ilişkiyi<br />

kanıtlamaktadır.<br />

Klasik dünyadan modern dünyaya geçilirken, edebiyatın<br />

ve siyasetin iç mekanizmalarında ve genel itibariyle<br />

doğalarında meydana gelen değişiklik onların ilişkilerini<br />

de etkilemiş görünmektedir. Bununla, modern<br />

dünyada kendisini gösteren edebiyatçı siyasetçiler ile<br />

siyasetin edebiyata bakışı ve onu biçimlendirmesinin<br />

ötesinde bir ima kastedilmektedir: Edebiyatın ve edebî<br />

metinlerin siyasetin emrinde ve onun doğrudan aracı/<br />

aracısı olması konumu ile edebiyatın amacının sadece<br />

kendinde menkul bulunduğu düşüncesinin edebiyat<br />

dünyasının çekirdeğinde yaptığı parçalanma… Yani,<br />

neresinden bakılırsa bakılsın, Firdevsi’nin Şehname’si,<br />

Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Attar’ın Mantıku’ttayr’ı,<br />

Mevlana’nın Mesnevi’si ilh. hem sonuna kadar<br />

edebî ve edebiyat dünyasının malzemesi, hem sonuna<br />

kadar hayata dair hakikatleri fısıldaması bakımından<br />

insanı hayata hazırlayan birer eğitim kitabı, hem de<br />

insanların iç dünyasına metafizik hakikatleri telkin<br />

eden birer tebliğ metni olarak karşımızda dururken;<br />

aynı yaklaşımın günümüz metinleri, hikâyeleri, şiirleri<br />

ve romanları, örneğin Cervantes’in Don Kişot’u,<br />

Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı, Dostoyevski’nin Suç<br />

ve Ceza’sı, Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar’ı,<br />

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı vs. için geçerli olmadığı<br />

tereddüde mahal bırakılmaksızın ifade edilebilir.<br />

Ancak buradan da edebiyatın işlevinin, modern dünya<br />

görüşünün tabiatıWna uygun şekilde sadece edebî<br />

olmaklıktan ibaret bir sahaya çekilerek daraltıldığı,<br />

edebî metnin amacının yalnızca edebî zevk vermek<br />

olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü modernitenin<br />

heterojen doğasına paralel biçimde edebiyatın işlevi<br />

konusunda da birbirinden farklı görüşler hâlâ varlığını<br />

sürdürmektedir. Bu bağlamda Viktor Hugo’nun<br />

Hernani’si, Namık Kemal’in Celal Mukaddime’si ve<br />

oynandığında yeri göğü inleten, kitleleri sokağa döken<br />

tiyatroları yukarıda dillendirilen edebiyatın işlevinin<br />

kendinden menkul olduğu gerçeğini bir çırpıda geçersiz<br />

kılmakta, edebiyat ile siyasetin sınırlarının hâlâ kesin<br />

olarak birbirlerinden ayrılmadığını, bu iki düşman<br />

kardeşin bazen sıkı fıkı olmanın da ötesine geçerek kol<br />

kola girdiğini göstermektedir… Dahası, günümüzde<br />

çok fazla müracaat edilmediği için popülaritesi düşen,<br />

33<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ama özellikle Tanzimat yıllarının baskıcı ortamında<br />

oldukça etkin görünen bir “siyasi rüya” türü vardır ki<br />

dönemin aydınları, özellikle iktidarlara, siyaset kurumuna<br />

dönük eleştirilerini edebî bir dille kaleme aldıkları<br />

siyasi rüyalar üzerinden götürürlerdi. Hatta Tanzimat<br />

devri için, edebiyat ile siyasetin etle kemikçesine<br />

birbirine girdiği ve düşman kardeşlerin dostlaştığı altın<br />

devir tesmiyesi dahi yapılabilir. Batılılaşma serüveninin<br />

başlamasının hemen ardından dönemin paşaları,<br />

yani siyasal iktidarın taşıyıcıları, kanun koyucuları ve<br />

pratiğe aktarıcıları, iktidarıyla muhalefetiyle hem siyasetçi<br />

hem de edebiyatçı kimliklerini eş zamanlı olarak<br />

sergilemişlerdir. Hem edebiyatçı hem de siyasetçi<br />

kimliğini, birinin diğerine tercih edilemeyecek kadar<br />

dengeli kullanan Alphonse de Lamartine belki de dünyanın<br />

önde gelen edebiyatçı/siyasetçilerinden biridir.<br />

Ancak özellikle Tanzimat yıllarında bunun oldukça<br />

fazla örnekleri vardır. Âkif Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa,<br />

Mustafa Reşit Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal bunlardan<br />

sadece birkaçıdır. İstisnaları bulunsa ve mutlak bir<br />

genelleme yapılamasa bile hem şair hem nasir hem<br />

hatip hem akil hem arif hem de siyaset erbabı olan bu<br />

kişilerin sadece kişilikleri değil ortaya koydukları icraat<br />

ve eserleri de birbirinden ayrılması mümkün görünmeyen<br />

bir edebiyat-siyaset iç içeliği taşır.<br />

Tanzimata hâkim olan bu durum, İkinci Meşrutiyet<br />

sonrasında ve Cumhuriyette de –aynı ton ve yoğunlukta<br />

olmasa bile- varlığını sürdürmüştür. Nitekim İkinci<br />

Meşrutiyet sonrası ülke yönetiminde şu yahut bu şekilde<br />

söz sahibi olan İttihatçıların pek çoğu aynı zamanda<br />

eli kalem tutan, kimi oldukça velut şair ve yazarlardır.<br />

Ahmet Rıza, Akil Koyuncu, Ömer Seyfettin, Ziya<br />

Gökalp, Halide Edip bunlardan sadece bazılarıdır.<br />

Aynı zamanda, Cumhuriyet sonrasında Ziya Gökalp,<br />

Celal Nuri İleri, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu<br />

gibi edebiyatçı/siyasetçi kimliklerin yeni<br />

Türkiye’nin oluşumunda, hem siyasal bir rol üstlenip<br />

hem de edebî mahsuller vermeleri; Atatürk’ün özellikle<br />

meşhur Çankaya ziyafetlerinde sanat ve edebiyatçıları<br />

yanından eksik etmemesi aynı geleneğin pratikteki<br />

karşılığından başka bir şey değildir. Bu toplantılardan<br />

birinde, Atatürk’ün Reşat Nuri Güntekin’e “Cumhuriyeti<br />

ve çağdaşlaşmayı öne çıkarıcı, övücü nitelikte<br />

metinler” yazması yönündeki “telkin”inin Yeşil Gece<br />

romanının yazılmasına vesile olması, benzeri bir refleksle<br />

Yakup Kadri’nin Yaban romanını yazması, Aka<br />

Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nı kaleme alması, edebiyatın<br />

doğasıdır. Edebiyat dünyası bakımından rencide<br />

edici gibi görünse bile bu, edebiyatın gücünü pekiştirmenin<br />

tam da karşılığı olsa gerektir… Atatürk, bu<br />

uygulama ve yaklaşımlarıyla yapa geldiği inkılâpların<br />

edebiyatla desteklenmediği sürece, edebiyatın gücüne<br />

başvurulmadığı sürece başarıya kavuşamayacağını<br />

ima ve ihsas etmiş olmaktadır. Atatürk döneminde de<br />

İnönü döneminde de edebiyata hâkim olan hava ile<br />

edebî eğilimlerin nitelikleri aynı zamanda siyasal iradenin<br />

edebiyata duyduğu ihtiyacı onamaktadır.<br />

Ne zaman ki siyasetin doğası bozulmuştur, o andan<br />

itibaren o güne kadar kol kola insanlığı aydınlatmak ve<br />

ufkunu açmak için el birliğiyle çalışmaya karar vermiş<br />

bu iki kardeş düşman hâline gelmiştir. Siyaset, politikaya<br />

irca edilip siyasal partilerden ibaret dar bir alana<br />

hapsolduğu andan itibaren edebiyat da ona küsmüş,<br />

böylece siyasetin kendisini kullanmasına baş kaldırarak<br />

amacı kendinde menkul bir işleve bürünmüştür.<br />

Gerçekte, siyaset hâlâ, hayatın bütününü kapsayan ve<br />

yaşama dair projeleri olan bir çağrışım alanıyla tahayyül<br />

edilirse edebiyat ile arasında birtakım benzerlikler<br />

bulunabilir. Ama günümüz insanının algıladığı<br />

biçimiyle gücün kaba ifadesi biçiminde kurgulanıp<br />

düşünceden, kültürden, felsefeden, hikmetten yalıtılmış<br />

bir alan olarak düşünülürse edebiyat ile arasında<br />

bırakın soğukluğu ciddi bir husumet var demektir.<br />

Öyle görünüyor ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, sadece<br />

Türkiye’de değil, dünyanın hemen pek çok ülkesinde<br />

edebiyat ile siyaset arasındaki mesafe olabildiğince<br />

açılmış ve doğaları, kullanılan yöntemler ile işlevleri,<br />

dolayısıyla insana ve insanlığa verdikleri mesaj bakımından<br />

birbirine yabancılaşmış iki farklı alana dönüşmüşlerdir.<br />

Edebiyatın, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından,<br />

genel olarak dünyada özelde ise Türkiye’de -bazı<br />

istisnaları sabit kalmakla birlikte- kendi içine çekilip<br />

kendini politikadan yalıtarak özel bir alan inşa etmesi<br />

ve kapalı devre işlemeye başlamasının altındaki en<br />

önemli gerekçelerden biri budur. Elbette burada, politika<br />

dâhil, hayatın her alanındaki yapıların kapitalist<br />

ekonomik sistemin bir parçasına dönüşerek kimi değerlerden<br />

soyutlanıp salt “çıkar gözetme” anlayışına gark<br />

olmasının da azımsanamaz bir payı bulunmaktadır.<br />

Gelenekten kopuş, salt insan merkezli yeni toplumsal<br />

oluşumlar, ahlaki yozlaşma ve kitleleşen Makyavelist<br />

anlayışın insanlar ile siyaset arasında bir yakınlaşmaya<br />

yol açarken, aynı oranda edebiyat ile insan teki arasına<br />

sayısız engel koymaktadır. Böylece, 21. asır bir taraftan<br />

her bireyin kendini, salt kendi çıkarlarını koruma<br />

üzerine bir kolektif şuur dalgalanması yaratmakta, bu<br />

da faydadan ari, kabalığa, kas gücüne tahammülü bulunmayan<br />

her türlü estetik uğraşın, dolayısıyla edebiyatın<br />

gittikçe mevzi kaybetmesine yol açtığı için, nihai<br />

aşamada kaybeden insan ve onun özüne ilişkin değerler<br />

manzumesi olmaktadır.■<br />

34<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


MUSTAFA MİYASOĞLU<br />

İdeolocya Örgüsü<br />

yayınlanıp da bir neslin<br />

el kitabı oluncaya<br />

kadar Âkif’in Safahat’ı<br />

ile Yahya Kemal ve Arif<br />

Nihat Asya’nın şiirleri<br />

büyük ölçüde ideolojik<br />

bir tavrın sözcüsü idi.<br />

Bu metinlerle Anadolu<br />

çocukları tarih ve<br />

kültür mirasına sahip<br />

çıkma heyecanını<br />

yaşıyor, millî ve<br />

dinî kimliğini şiirsel<br />

metinlerle korumaya<br />

çalışıyordu.<br />

Siyaset ile edebiyat, ne kadar ilgisiz görünürse<br />

görünsün, birçok bakımdan yolları kesişen<br />

sosyal faaliyetlerdir. Birinde yetersizlik varsa, ötekinde<br />

de kendini gösterecektir. Çünkü aynı toplum<br />

için yapılıyor, aynı topluma sesleniyor ve aynı toplumu<br />

ifade ediyor veya yönlendiriyorlar. O yüzden<br />

de bu iki alanda faaliyet gösteren insanların yolları<br />

kesişir. Sorumlu davrananlar da birbirlerine saygılı<br />

olurlar. Toplum başka türlü gelişemez. Siyasetçilerin<br />

olmadığı zamanlarda toplum başsız kalır; şairleri<br />

-yani sanatçıları- konuşmayan bir millet de, Mehmet<br />

Emin Yurdakul’un ifadesiyle söylersek, “sevenleri<br />

toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir”... Öyleyse, sanatçısı<br />

ve siyasetçisi olmayan medeni bir millet düşünülemez.<br />

Sahte sanatçıları, kötü şairleri Eflatun, Devlet’ine<br />

sokmak istemez. Kur’an da Şuara Suresinde onları<br />

ağır bir tarzda eleştirir ve pek çok ayette Peygamberin<br />

şair olmadığını, bunun ona yakışmadığını belirtir.<br />

Bu arada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran<br />

herkes gibi böyle vasıfları benimseyen şairleri de<br />

müstesna görür... Bu tanım her sınıftan insan gibi<br />

siyasetçileri de içine alır. Gerçek sanatçı ile siyaset-<br />

35<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


çi, hayrı ve hakkı tavsiye<br />

ederek kötülükten insanları<br />

sakındırmak konusunda<br />

işbirliği hâlindedir.<br />

Kötüler de kötülükleri<br />

yaygınlaştırmada, bilerek<br />

veya bilmeyerek işbirliği<br />

yapmaktadırlar. Taraflar<br />

sanki ezelde belirlenmiştir...<br />

Sosyal ve siyasal<br />

denklemi insanlık tarihi<br />

boyunca açıkça görebiliriz.<br />

Böylesine açık bir<br />

tavır alışın çeşitli örneklerinden<br />

bazılarını, kendi<br />

tarihimizden yola çıkarak<br />

şöyle sıralamak mümkündür:<br />

Ali Şir Nevai ile Hüseyin Baykara, Bâkî<br />

ile Kanûni, Şeyh Galip ile Üçüncü Selim, Namık<br />

Kemal ile Tanzimat Paşaları, Atatürk ile Yakup<br />

Kadri... Öte yandan, Aristo’dan yola çıkan İskender,<br />

Rönesans sanatçılarıyla Aydınlanma düşüncesinden<br />

etkilenen cumhuriyetçi devlet adamları,<br />

Nietszche’den ilham alan Hitler ile “Beni Stalin<br />

yarattı!” diyen Nâzım Hikmet ve onunla birlikte<br />

mütalaa edilebilecek öteki komünist şair ve yazarlar<br />

da aynı.<br />

Görüldüğü gibi, belirli niteliklere sahip şahsiyetler<br />

belli toplum modelleri için her zaman işbirliği<br />

yapıyorlar. Burada bu işi hakkıyla yapanlarla<br />

istismar edenler, siyasetin ve sanatın gereğini yapar<br />

gibi görünerek yeteneklerini çarpıtanlar bazı<br />

dönemlerde birbirine karıştırılsa ve aynı seviyede<br />

görülse de, zamanla sahtelikler fark ediliyor. O<br />

yüzden, Aristo’nun Poetika ve Politika adlı kitaplar<br />

yazıp bunların her ikisinin de birer sanat olduğunu<br />

vurgulaması anlamlıdır.<br />

Tarih ve kültür mirası<br />

Sosyal ve kültürel ilişkilerin ideolojik bir yanı<br />

olmadığını ve hatta dünya görüşünden uzak bir<br />

yaşantının mümkün olduğunu sananlar aldanırlar.<br />

Bir zamanlar evrensel gerçeklerle ilgili hususları<br />

belli dönemlere ait ideolojik şartlandırmalar çerçevesinde<br />

görenler ne<br />

kadar yanılıyorsa, her<br />

şeyi kaotik bir başıboşluk<br />

içinde ele alanlar da<br />

öyle yanılıyorlar. Çünkü<br />

evrende hiçbir şey tesadüfi<br />

olmadığı gibi, hayatı<br />

belli değerler çerçevesinde<br />

algılayanlar için de<br />

hiçbir şey tek başına ve<br />

anlamsız bir var oluş çerçevesinde<br />

düşünülemez.<br />

Bütün bunların birbirini<br />

tamamlarcasına,<br />

entegre bir bütün oluşturduğu<br />

muhakkaktır. Bu<br />

gerçek de bize estetik ve<br />

kültürel değerleri din ve<br />

dünya görüşünden, onlarla birlikte hayatımızı ilgilendiren<br />

her şeyi etik ve politik düşüncelerden<br />

büsbütün bağımsız düşünmemeyi telkin eder. O<br />

yüzden ülkemizdeki siyaset düşüncesinin bilgece<br />

değerlendirmelere ihtiyacı var. Bu da ülke siyasetini<br />

askerî darbelerle dar kadrolu ahbap-çavuş<br />

ilişkisine dayalı parti politikalarından kurtarmak<br />

gerektiği hususuyla yakından ilgilidir.<br />

Yahya Kemal ile Tanpınar’ı, Mehmet Âkif ile<br />

Necip Fazıl’ı önemli kılan Osmanlı tarih ve kültür<br />

mirasından haberdar olmalarıdır. Nâzım Hikmet,<br />

Kemal Tahir ve Attila İlhan, benimsedikleri<br />

dünya görüşü Osmanlıya uzak olsa da o kültürün<br />

dil zevkiyle yetiştikleri için, ister istemez kültür<br />

mirasından faydalanmayı bilmişlerdir. Tarık Buğra,<br />

Behçet Necatigil, Sezai Karakoç ve A.Turan<br />

Oflazoğlu’yu önemli kılan da Osmanlıya bakış<br />

tarzları ve kültür mirasımıza yaklaşımlarıdır. Şiirimiz<br />

ile romanımızda Osmanlı dil zevkini yakalayabilenler<br />

geniş kitlelere ulaşabiliyorlar. Elbette<br />

gelenekten yararlanabilmek için onu iyi bilmek<br />

gerekir. Önemli sanatçılarımız bunun farkındadır,<br />

ama onların rahatça diyalog kurabildiği siyasetçinin<br />

az olması toplumumuzun belki de en önemli,<br />

en temel problemidir.<br />

Kültürel endişe taşıyan siyasetçimiz -maalesef-<br />

pek az görülüyor. Buna yol açan Cumhuri-<br />

36<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


yetten öncesini yok sayan kültür anlayışı, siyasi<br />

hayatımızda görülen fukaralığın da sebebidir.<br />

Aydınımız klasiklerimizi okumaz. Tek Parti döneminde,<br />

özellikle İnönü yönetiminin baskıcı tutumuyla<br />

tek boyutlu insan yetiştirilmek istenmiştir.<br />

Bugün 10. Yıl Marşı’nı ezbere okuyan ihtiyarlarla<br />

ihtiyar gençler, baskı atmosferinin oluşturduğu ve<br />

zaman tüneline soktuğu insanlardır. Öyle olmasaydı,<br />

Cumhuriyetin 75. yılında 10. Yıl Marşı’nı<br />

okuyabilen insanlar ortaya çıkabilir miydi Böyle<br />

insanlar Türkiye’den başka dünyanın neresinde<br />

görülebilir<br />

Tek boyutlu insanın tavrı Orhan Veli şöyle ifade<br />

eder: “Düşünme / Arzu et sade / Bak böcekler<br />

de öyle yapıyor”... Orhan Veli çevresindeki insanları<br />

böyle görüyor ve “böcekler”e benzeterek tuhaf<br />

hâllerini güzel tasvir ediyor. Yine onun, “Rakı<br />

şişesinde balık olsam” mısraı da sorumsuzluk<br />

ve şuursuzluk denizinde yüzen aynı insan tipini<br />

çok veciz bir tarzda anlatıyor. Böylesine tarihsiz<br />

toplumun insanları şuursuz, kültürsüz ve tabii ki<br />

ufuksuz olur. Hayatının manası, kültürünün tarihî<br />

mirası ve insanlığın geleceği önemsizdir onun<br />

için...<br />

Tarih şuuruyla gelenekten habersiz sanatçının<br />

orijinal bir eser ortaya koyması nasıl mümkün değilse,<br />

bunlardan habersiz siyasetçinin de ülkesini<br />

başarıyla yönetmesi imkânsızdır. Çünkü millî kültür<br />

mirası ile insanlığın tecrübelerinden habersiz<br />

bir medeni gelişme olamaz.<br />

Kültür, sanat ve siyaset<br />

Bizde Avrupai hayat tarzının benimsenmeye<br />

çalışıldığı II. Mahmut döneminden bu yana klasik<br />

Osmanlı yönetimi ile kültür anlayışı terk edildi.<br />

Yenileşme ihtiyacına bağlı gelişen bu anlayışın<br />

kültür ve sanat adamlarıyla değil de tepeden inmeci<br />

toplum mühendisleriyle tasarlanması sürekli<br />

devrime yol açtı. Bugün de AB kriterleri o yüzden<br />

tek yol gibi görülüyor. Jakoben anlayış devlet yönetiminde<br />

ağır basınca, Yeniçerilerin yerine kurulan<br />

askerî birlik devlet yönetiminde etkili olduğu<br />

gibi kılık kıyafette başlayan müdahale de kargaşaya<br />

yol açtı. Tarihte ilk kez Sultan II. Mahmut döneminde<br />

Seraskerin, yani bugünkü anlamda Genel<br />

Kurmay Başkanının ön plana çıktığı görüldü ve<br />

onunla topluma yön verilmeye çalışıldı.<br />

Devlet gücünü toplum mühendisliği için araç<br />

olarak kullanan son dönem Osmanlı yönetim anlayışı<br />

Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde<br />

de etkili oldu. Sultan II. Mahmut’tan beri devlet<br />

adamlarımız klasik Osmanlı devlet adamlarının<br />

tersine bir yol izlemiş, kendi sanat ve kültür<br />

adamlarını önemsememiş, bugünkü politikacı tipinin<br />

örneğini de ortaya koymuştur.<br />

İki yüz yıla yakın bir zamandır çeteci zihniyete<br />

mensup insanların devletin çeşitli kurumlarına<br />

egemen olması ve bu arada Batılı emperyalistlerin<br />

ülkemizi sürekli parçalanma tehditleri altında yaşamaya<br />

zorlaması, entelektüel ihtiyaçların ikinci<br />

plana atılmasına yol açmış ve kültür adamları hiçbir<br />

şekilde klasik Osmanlı dönemdeki ağırlığını<br />

koruyamamıştır.<br />

Bir toplumun kültürü onun maddi ve manevi<br />

değerlerinin bütünüdür. İnsanların ruhi değeri<br />

nasıl benimsediği din ve dünya görüşü ise, toplumunki<br />

de kültürüdür. Eğer kültürünüz ve dünya<br />

görüşünüz kendinize özgü bir hayat tarzı yaşamanıza<br />

imkân veriyorsa, bu çerçevede bir ahlak<br />

ve sanat telakkiniz de olması gerekir. Bunları birbiriyle<br />

bütünleştiremeyen toplumlar ne varlığını<br />

koruyabilir, ne de bağımsız bir kimlik sergileyebilir…<br />

Bu yalnızca bize özgü bir şey değil, Fransız,<br />

İngiliz, Alman, İspanyol ve Rus toplumlarının<br />

kültürleri ile sanat adamları da aynı değerleri<br />

yansıtır. Nasıl İspanyollar Cervantes’le, İngilizler<br />

Shakespeare’le, Fransızlar Victor Hugo’yla,<br />

Almanlar Goethe ile kendilerini ifade edebiliyorsa,<br />

bizi de tarihî kimliğimizle ifade eden<br />

şahsiyetlerimiz var. Yunus Emre ve Mevlâna nasıl<br />

Selçuklu yıkıntısından Osmanlının ortaya çıkmasına<br />

yol açacak insani ve kültürel değerleri ön<br />

plana çıkarmışsa, Mehmet Âkif ile Yahya Kemal<br />

de İstiklâl Savaşı boyunca bu milletin benimsediği<br />

ortak değerlerin sözcüsü olarak Cumhuriyete<br />

temel olacak manevi ve kültürel değerlere dikkati<br />

çekmişlerdir. Bu değerleri reddederek milletimizi<br />

başkalaştırmak için uğraşan kültür ve sanat adamlarıyla<br />

politikacılar kimliğimizi çarpıtmak için<br />

37<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


uğraştılar.<br />

Ütopyalar ve ideolocya örgüsü<br />

Eflatun, aslında sistem sahibi bir filozoftan<br />

daha çok hocası Sokrates’in kişiliği ve görüşleri<br />

çevresindeki Atinalıların hayatını ve konuşmalarını<br />

bir sanatçı titizliğiyle ayrıntılı biçimde anlatırken,<br />

Homeros’un destanlarından yola çıkan bir<br />

mitolojik edebiyatın yaydığı hurafeleri de sorgular.<br />

Sofist filozoflara karşı olduğu kadar mitolojik<br />

edebiyata da karşı olan Eflatun’dan günümüze kadar<br />

sistem sahibi veya Nietszche gibi serbest çağrışımla<br />

kendi düşüncelerini bir şair olarak ifade<br />

eden İbni Arabi, Mevlâna ve İkbal gibi şahsiyetlerin<br />

mistik ve metafizik alanlardaki çeşitli görüşlerinin<br />

hem toplumu hem de yöneticileri etkilediği<br />

bilinir.<br />

Necip Fazıl’dan önceki sanatçıların daha çok<br />

serbest çağrışımlarla dünya görüşlerini, insan ve<br />

hayat anlayışlarını ortaya koyarken, onun her iki<br />

tarzda da fikirlerini anlattığını görüyoruz. Şiir ve<br />

tiyatro eserleri yanında, felsefi formasyonunun<br />

yansıması olduğu çok az bilinen Tanrıkulu’ndan<br />

Dinlediklerim adlı serbest çağrışımlı ve büyük<br />

ölçüde diyaloglara dayanan yazılarından oluşan<br />

kitabının çok önemli bir deneme olduğunu ifade<br />

etmeliyiz.<br />

Öte yandan, 40 yıl boyunca sistemleştirmeye<br />

çalıştığı İdeolocya Örgüsü adlı kitabıyla tarih konusundaki<br />

monografileri ve Türkiye’nin Manzarası<br />

adlı değerlendirmesi, Necip Fazıl’ın siyaset alanında<br />

dünya görüşüne bağlı sistemli düşünceleri<br />

yanında eleştirisini yansıtır.<br />

İdeolojik çatışmaların çok yoğun olarak yaşandığı<br />

1960’lı yıllarda “ideoloji” kavramının<br />

büyük ölçüde dünya görüşü anlamında kullanıldığını<br />

ve yabancı ideolojiler karşısında kendi kimliğimizi<br />

ve değerlerimizi ifadede kolaylık sağladığını<br />

belirtmemiz gerekmektedir.<br />

İdeolocya Örgüsü yayınlanıp da bir neslin el<br />

kitabı oluncaya kadar Âkif’in Safahat’ı ile Yahya<br />

Kemal ve Arif Nihat Asya’nın şiirleri büyük ölçüde<br />

ideolojik bir tavrın sözcüsü idi. Bu metinlerle<br />

Anadolu çocukları tarih ve kültür mirasına sahip<br />

çıkma heyecanını yaşıyor, millî ve dinî kimliğini<br />

şiirsel metinlerle korumaya çalışıyordu. İlk kez<br />

Necip Fazıl bu millî kimliği fikrî, felsefi ve tarihîtasavvufi<br />

yorumlara imkân veren zengin bir kültür<br />

mirası ile tanıştırdı.<br />

Elbette Necip Fazıl’ın şiir, hikâye ve tiyatro<br />

eserlerinde de benimsediği dünya görüşünün insan<br />

ve toplum anlayışı çeşitli yansımalarla ortaya<br />

konur. Onun edebî eserlerinin çağdaş Türk edebiyatında<br />

çok yoğun etkisi olduğu, şiirlerinin de<br />

dünya görüşünü yaydığı ortadadır. Fakat Necip<br />

Fazıl İdeolocya Örgüsü adlı eseriyle bunlardan<br />

farklı bir dille bir tarih muhasebesi eşliğinde bir<br />

dünya görüşü ortaya koymuştur. Bunu aynı türdeki,<br />

Eflatun’un Devlet’i ile Farabi’nin Medinetü’l<br />

Fâzıla’sı ve Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i<br />

yanında ele almalıyız. İdeolocya Örgüsü’nü, Thomas<br />

More’un Utopia ve F. Bacon’un Yeni Atlantis<br />

adlı eserleri gibi ele alıp incelemek ve milletimizi<br />

kimliğine kavuşturma teklifi olarak değerlendirmek<br />

gerekir.<br />

İbni Arabi İslam dünyasında, Nietszche Batı<br />

Avrupa’da büyük yankılar uyandırmış düşünürlerdir<br />

ve eserlerini şiirsel bir dil ile ortaya koymuşlardır.<br />

Necip Fazıl bu anlamda, hem İbni Arabi<br />

ile Nietzsche gibi fikirlerini şiirsel bir dille ve<br />

zengin bir fanteziyle yazdığı edebî eserlerinde,<br />

hem de felsefi formasyonundan ötürü sistem sahibi<br />

filozoflar gibi düşüncelerini kavramsal çerçeve içinde<br />

ortaya koymuştur. Bunun siyaset ve sanat hayatımızda<br />

çok köklü etkileri oldu. Maalesef bu etki<br />

yeterince bilinmiyor. Hâlbuki Necip Fazıl’ın fikirlerini<br />

şiirsel fantezileriyle geliştirdiği ve Anadolu<br />

coğrafyasının her köşesinde estirdiği konferans<br />

rüzgârlarıyla bu toplum büyük bir dönüşüm yaşadı.<br />

1943-83 arasındaki 40 yıllık mücadelenin özü bu.<br />

Bir toplumda öncü olanlar için, siyasetin ve<br />

sanatın ezelî ve ebedî sorumlulukları var. Bu temel<br />

meseleler yenilik özlemindeki modern zamanlarda<br />

olduğu kadar postmodern zamanlarda<br />

da geçerli değerlerdir. Postmodern zamanlarda<br />

bazı eski kavramlara hiç yer yoktur diyerek, ahlak,<br />

dürüstlük, ölçü, insaf, tutarlılık gibi ezelîebedî<br />

kavramlardan rahatsızlık duyanlardan<br />

toplumu vahyin ışığında gelişen kültürle aydınlatmak<br />

gerekir. Bunları sağlayamayan toplumlar<br />

yok olmaya veya başka toplumların kültürel ve<br />

siyasal sömürgesi olmaya mahkûmdur. ■<br />

38<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


GÜLİSTAN'A GÖLGE DÜŞTÜ<br />

Daha on ikisindeydi Bingöllü Gülistan<br />

İki yaşındaki kardeşine siper oldu<br />

Bingöl’ün dağlarına kar erken yağar<br />

Islanır gülün sesi<br />

Gülistan’a ağıtlarla bir göç başlar<br />

Kanadında kan tomurcuğa düşer<br />

Bağ tarumar bülbülüm kan içinde<br />

Tomurcuk yasta<br />

Gülistan’ın gölgesinde feryat, figan, ah<br />

Kurur yaprağı eğilir boynu gülün<br />

Köhne saatlerde toprağın eli<br />

Hain, bir kör kurşun tufanında<br />

Yaralı bir ceylan düşer göle<br />

Göl kana kesilir<br />

Gülistanım vurulur<br />

Ah gül demlemiş gün görmemiş gözlerin ah<br />

Bülbülüm eyvah<br />

Bingöl’ün gününe erken çöker karanlık<br />

Mevsimi kaybolur gülün<br />

O sinsi baykuşun ıslığı Şirvan’a döner<br />

Eğilir kapanır bir canı bir can etmeye<br />

Kırılır on ikisinde<br />

Bir kör kurşun al gerdana...<br />

Vakit mi geçti senden<br />

Sen mi istedin bir avuç toprak cilvesini<br />

Bulut çöktü içime, yıldırım çarptı beni<br />

Gözyaşları sürdü beni<br />

Seni vuran elin koptuğunu gördüm düşümde<br />

ÖMER KAZAZOĞLU<br />

39<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


FİLİSTİNİN ÇOCUKLARI<br />

Şatillanın çocukları büyümeye hazırlanırken<br />

Ölümün secdesini gördüler yıllar önce<br />

Şükürler olsun tanrım dediler bu dünya<br />

Bir tarladır bizim için<br />

Annemizin kucağı gibidir aslında<br />

Orada ısınır yüreğimiz<br />

Orada açılır gözlerimiz hakikate.<br />

Şatillanın ölünce büyüyemeyen çocukları<br />

Kaç yıl oldu kan revan bir acılıkta<br />

İnsanların vicdanlarına baktılar<br />

Baktılar ki değişen bir şey yok dünyada<br />

Bu defa Gazzenin çocukları çıktılar ortaya<br />

Çıktılar ki bir ölüm tarlası olan dünya<br />

Gazze Şeridinde bulsun onları<br />

Bir İsrailli pilot iyice nişanlasın bombasını<br />

Ve salsın gökyüzünden yeryüzüne<br />

Gazzedeki çocuklar hiç büyümeden<br />

Şatillada ölen çocuk kardeşlerinin yanına<br />

Kanatlanarak varsınlar diye.<br />

Şimdi, daha çok geçmeden birer küçük melek<br />

Birer küçük yol arkadaşı olarak cennette<br />

Kendileri gibi küçük çocukları bekliyorlar.<br />

NURETTİN DURMAN<br />

40<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


T ANZİMAT S ONRASINDA<br />

S ANATKÂRIN P OLİTİK A RENADAKİ Y ERİ<br />

İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />

Sanatkârın politik<br />

arenada yer almaya<br />

kalkışması, Tanzimat<br />

sonrası Türk<br />

edebiyatının kaderini<br />

belirleyen “çatışma”yı<br />

kaçınılmaz kılar. Son yüz<br />

elli yıllık tarihte hemen<br />

her dönem, her nesil,<br />

kendini bu çatışma<br />

içinde bulur. Bu sebeple<br />

son dönem edebiyat<br />

tarihimizin genel<br />

görüntüsünü, sanatkârın<br />

politik arenadaki<br />

rakipleriyle olan<br />

çatışmaları doldurur.<br />

Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî<br />

Nice şâh-ı cihânın çeşmi ol efserde kalmışdır<br />

(Nâbî)<br />

Türk milletinin sosyoekonomik, sosyokültürel<br />

ve sosyopolitik tarihinde sanatkârın<br />

(burada daha çok şair ve yazarı kastettiğimizi<br />

belirtmek isteriz) sahip olduğu mevki ve önem,<br />

devirlere göre değişmiş ve farklılıklar arz etmiştir.<br />

En azından kültür tarihimizin üç farklı<br />

döneminde (İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası<br />

ve Tanzimat sonrası) toplumun ve iktidarların<br />

sanatkâra uygun gördüğü veya sanatkârın kendisine<br />

biçtiği rol/roller arasındaki farklılık, bizi<br />

böyle bir kanaate götürür. Çünkü bu tarihî süreçte<br />

sanatkâr, kimi zaman iktidar erkinin yegâne<br />

sahibi hükümdarın sarayında mürebbi, musahip<br />

ve akıl hocası; çoğu zaman da “kulbe-i ahzân”<br />

veya “fildişi kule”nin münzevisidir. O, gün gelmiş<br />

gönüller sultanı olarak cemiyetin ruh ve gönlüne<br />

istikâmet vermiş; gün gelmiş mevcut iktidara<br />

karşı cemiyetin, gözünü budaktan sakınmayan<br />

kahramanı kesilmiştir. Yine aynı tarih, kalemini<br />

kılıç olarak kullanan sanatkârlar kadar; sadece ve<br />

sadece “güzel”in tavsifine adamış sanatkârlara<br />

da şahitlik etmiştir.<br />

Hakkında çok detaylı kaynak veya bilgiden<br />

mahrum bulunduğumuz İslamiyet öncesi Türk<br />

kültür tarihinde sanatkârın sosyokültürel ve sos-<br />

*<br />

Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

41<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


yopolitik hayatta bir hayli etkin bir mevkie sahip<br />

olduğu anlaşılmaktadır. “Şaman, kam, baksı/<br />

bahşı, ozan” isimleriyle anılan sanatkâr, özellikle<br />

metafizik güçlerle ilişkisine olan inanç ve eylemlerle<br />

dikkati çeker. O, sanatkâr olduğu kadar<br />

bilge ve hekimdir de. Ayrıca belli zamanlarda<br />

icra edilen törenlerde başaktör durumundadır.<br />

“Sihirbazlık, rakkaslık, musikişinaslık, hekimlik<br />

gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan<br />

bu adamların, halk arasında da büyük bir yer ve<br />

ehemmiyetleri vardı.” (Köprülü 1989: 57-58)<br />

Dolayısıyla İslamiyet öncesi dönemde sanatkâr,<br />

bugünkü manada “politik arena” diyemesek bile,<br />

genel manada sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta<br />

önemli bir konuma ve güçlü bir manevi<br />

“iktidar”a sahiptir.<br />

İslamiyet sonrasında, bundan evvelki dönemde<br />

sahip olduğu mevkiini, önce gelişen iş bölümü<br />

sebebiyle hızla kaybeden Türk sanatkârı, bir<br />

adım sonra saray geleneğinin teşekkülü veya iktidarın<br />

bütünüyle hükümdarın eline geçmesiyle,<br />

sosyokültürel hayattan değilse bile, politik arenadan<br />

büsbütün uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır.<br />

Zira bu dönemde toplumsal statüyü belirleyen<br />

mutlak otorite, iktidar gücünü tek başına<br />

elinde bulunduran ve bunu ilahi bir meşruiyete<br />

dayandıran hükümdardır. “Max Weber’in belirttiği<br />

gibi, Orta Çağ’da, Doğu ve Batı’da, monarşilerde<br />

devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik<br />

gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar<br />

ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lutf ve inayetine<br />

erişenler, toplumun en şerefli ve zengin<br />

tabakasını oluştururdu.” (İnalcık 2003: 9-10)<br />

Osmanlıda da durum böyledir. Yani “sanat ve bilim<br />

eserlerinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini,<br />

çok kez hükümdar belirlerdi. Bir eserin “makbul<br />

ve muteber olması” her şeyden önce sultanın iltifatına<br />

bağlı idi. (…) Sultanu’ş-Şuara seçilmek,<br />

“in’am” almak için şairin, ilkin şuara meclisine<br />

çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir<br />

edilip bağışa lâyık görülmesi gerekli idi.” (İnalcık<br />

2003: 15) Onun içindir ki sanatkâr, sevgili<br />

kadar muktedirlere de yüzsuyu dökmek mecburiyetinde<br />

kalmıştır hep. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın<br />

bütün divan edebiyatını tek bir “saray istiaresi”<br />

etrafında izah etmesi, bu bağlamda bize büyük<br />

bir ufuk açar.<br />

Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık<br />

Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık<br />

(Nâbî)<br />

Altı asırlık divan edebiyatı tarihi, bu anlayış<br />

ve uygulamanın somut pek çok örneği ile doludur.<br />

Sanırız “kaside” türünün varlık sebebi, bu<br />

konuda fazla izaha lüzum bırakmaz. Aşağıdaki<br />

beyitlerde olduğu gibi, zaman zaman karşılaşılan<br />

dünya mal ve mülküne karşı müstağni tavır, bize<br />

göre, daha ziyade genel İslami terbiye çerçevesinde<br />

düşünülmelidir.<br />

Cîfe-i dünyâ değül herkes kimi matlûbumuz<br />

Bir bölük ankâlaruz Kâf-ı kanaât beklerüz<br />

(Fuzûlî)<br />

Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün<br />

Allâh’adır tevekkülümüz i’timâdımız (Bâkî)<br />

Dolayısıyla divan şairinin politik arenada yeri<br />

yoktur. O, ancak sunacağı kaside veya halis şiire<br />

göre, arenanın mutlak hâkimi hükümdarın takdir<br />

edeceği lütuf ve ihsana muhtaç bir “kul”dur. Bazı<br />

şairlerin kadılık, deftardârlık, nişancılık, kazaskerlik,<br />

şeyhülislamlık, hatta vezirlik rütbelerine<br />

kadar yükselmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.<br />

Dört padişahtan (Sultan I. Ahmed, I. Mustafa,<br />

II. Osman ve IV. Murad) nice ikballer görmüş<br />

olan Nef’î’nin dramatik sonu, bu konuda fazla<br />

söze lüzum bırakmaz. Ayrıca Osmanlıda görülen<br />

şairlerin saray, konak veya benzeri mahfillerde<br />

bir araya gelip toplanmaları ile Avrupa’da görülen<br />

edebiyat akımları çevresindeki toplanmalar<br />

arasında herhangi bir benzerlik de yoktur. (İpekten<br />

1996) Zira bizdeki meclisler daha çok “ayş ü<br />

tarâb”a hizmet ederken Batı’dakiler ortak düşünce<br />

ve sanat oluşumlarına beşiklik eder.<br />

İslamiyet sonrası dönemin halk edebiyatı<br />

kolunu temsil eden sanatkârın (âşık, saz şairi)<br />

durumuna baktığımızda ise, zaman zaman iktidara<br />

başkaldıran veya kafa tutan bazı örneklere<br />

(Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal vb.) rastlasak bile,<br />

onun, sosyokültürel hayatta dahi küçük imkânlar<br />

ve dar mekânların sınırlarını pek aşabildiği söylenemez.<br />

O, taşranın bozkırlarında ve “halk”ın<br />

sinesinde yaşarken şehirli divan şairine göre<br />

daha hür, daha başına buyruktur, ama bir o kadar<br />

da iktidara uzaktır.<br />

Yürü bire Hızır Paşa/Senin de çarkın kırılır<br />

Güvendiğin padişahın/O da bir gün devrilir<br />

(Pir Sultan Abdal)<br />

42<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


"...Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini, “entelektüel”<br />

ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak<br />

belirler. “Toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde<br />

yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden<br />

soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür."<br />

Belimizde kılıcımız kirmani<br />

Taşı deler mızrağımın termani<br />

Hakkımızda devlet etmiş fermanı<br />

Ferman padişahın dağlar bizimdir. (Dadaloğlu)<br />

Tanzimat öncesi dönemlerin en dikkati çeken<br />

sanatkârı, hiç şüphesiz, dünya iktidarına büsbütün<br />

müstağni bir tavır takınmış ve onu elinin tersiyle<br />

itmiş olan mutasavvıf sanatkârlardır. Ahmet<br />

Yesevî, Yunus Emre ve Mevlâna’nın şahsında en<br />

mücessem ve mütekâmil örneklerine kavuşan<br />

bu sanatkâr, evrenin “Mutlak Muktedir”ine olan<br />

kulluk aşkının verdiği güçle “gönüllerin sultanı”<br />

olmayı yeğlemiştir. İşte Hayretî’nin beyitleri:<br />

Ne Süleymân’a esîrüz ne Selîm’ün kuluyuz<br />

Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîmün kulıyuz<br />

Kul olan ışka cihân beğlerine eğmedi baş<br />

Başka sultân-ı cihânuz göre kimün kulıyuz<br />

(Hayretî)<br />

***<br />

Asıl konumuz olan ve Türk kültür tarihindeki<br />

üçüncü ana dönemi oluşturan Tanzimat sonrasına<br />

geldiğimizde ise sanatkârın -sosyoekonomik<br />

alanda olmasa bile- sosyokültürel ve sosyopolitik<br />

hayattaki yeri ve önemi itibarıyla büyük bir<br />

değişim yaşadığını görürüz. Bu gelişmenin birinci<br />

sebebi, XVIII. yüzyılın başından itibaren<br />

Devlet-i Âliyye’deki merkezî otoritenin giderek<br />

zayıflaması; bunun da gerek saray içi, gerekse<br />

saray dışından kaynaklanan birtakım iktidar<br />

kavgalarına zemin hazırlamış olmasıdır. Her<br />

türlü “ıslah” ve “tanzim” çalışmaları ile Batılılaşmanın,<br />

devlet ve cemiyete ait mevcut nizamın<br />

bozulmasından neşet eden zarurî gelişmeler olduğunu<br />

hatırlamak, bu hususu daha kolay anlamamızı<br />

sağlayacaktır.<br />

Bununla birlikte Tanzimat sonrası sanatkârının<br />

üstlendiği yeni rolün, asıl ilham kaynağı ve modelinin<br />

Batı ve Batılı meslektaşları olduğu inkâr<br />

edilemez bir gerçektir. Batıda daha önceden<br />

sadece aristokrat ve ruhbanların at koşturduğu<br />

politik arenada, yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle<br />

söz konusu oyuncuların değiştirilmesi<br />

eğilimi belirir. Bu süreçte sanatkârın sosyokültürel<br />

ve sosyopolitik hayatta kendine yeni bir<br />

mevki edinme imkânının kapıları, asıl Fransız<br />

İhtilâliyle açılır. Fransız İhtilâli, Batının politik<br />

arenasındaki oyuncuları değiştirdiği (Aristokrat<br />

ve ruhbanlar yerlerini burjuvalara terk etmek<br />

mecburiyetinde kalmışlardır.) gibi, zaman içinde<br />

ve domino teorisi doğrultusunda bu değişimi diğer<br />

millet ve devletlere de ihraç eder.<br />

Temeli Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan bu<br />

gelişmenin arkasında “akıl” merkezli “birey”in<br />

doğup gelişmesi vardır. Buna matbaanın icadı<br />

ve burjuva sınıfının teşekkülü faktörlerini de<br />

ilâve etmek gerekir. Söz konusu gelişmeler, sanatın<br />

alıcısı ve koruyucusunu değiştirdiği gibi,<br />

sanatkârın hürriyet alanını genişletmiş; sesi<br />

ve düşüncelerini daha geniş kitlelere duyurma<br />

imkânı bahşetmiştir. Kısacası Batıda sanatkâr<br />

XVIII. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’ndan itibaren<br />

-birebir “entelektüel” diyemesek bile- çok<br />

rahatlıkla “aydın” sıfatıyla nitelendirebileceğimiz<br />

bir kimlik ve kişilik kazanmıştır. Nitekim<br />

Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini,<br />

“entelektüel” ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü<br />

bir kimlik olarak belirler. “Toplumsal bir<br />

kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya<br />

bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden<br />

soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür.<br />

Yazar gerçek bir entelektüele, yani ortalama bir<br />

bilgine göre de duygu yüklü görünümüyle zekâ<br />

seviyesi düşük izlenimini verir, gerçek bir duygu<br />

insanı üzerinde ise duyguları zayıf, kararsız ve<br />

gerçek dışı bir entelektüel etkisi bırakır.” (Musil<br />

1995:104)<br />

Bir başka ifadeyle Batılı sanatkâr artık, ne<br />

Eflâtun’un ideal devletinden kovmak istediği<br />

zararlı mahlûk ne ruhban sınıfının aforoz etti-<br />

43<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ği dinsiz ne de aristokrasinin saray artıklarıyla<br />

karnını doyurmaya çalışan zavallıdır. Batıda<br />

sanatkâr, var oluş tarihinde en çok yüceltildiği<br />

XVIII. yüzyılın ortalarından XIX. yüzyılın ortalarına<br />

kadarki romantik anlayışın hâkim olduğu<br />

dönemde, “Derinliği ve duyarlılığı ile esrarengiz<br />

bir kuvvete sahip, dâhi dediğimiz âdeta tanrısal<br />

bir varlıktır.” (Moran 1983: 83)<br />

İşte Tanzimat sonrası dönemde Şinasi, Namık<br />

Kemal ve Ziya Paşa’nın şahsında tanıdığımız<br />

yeni sanatkâr tipi, Batıda gördüklerimizin<br />

-gecikmiş de olsa- bizdeki ilk örnekleridir. Bütün<br />

kuvvetini akıldan ve aklının emrindeki kaleminden<br />

alan ve kültürel hayatımızda daha önceden<br />

tanımadığımız bu yeni “aydın tipi”, hem<br />

Tanzimat hareketi hem de sonrasının en önemli<br />

oyun kurucularından biridir. Unutmayalım ki<br />

“Tanzimat hareketi batı medeniyetini örnek alan<br />

bir ‘aydın hareketi’dir.” (Kaplan 1985: 170)<br />

Mehmet Kaplan, onun temel özelliklerini şöyle<br />

sıralar: Batıyı örnek alır; batıla değil, akla, tabiata<br />

ve insan iradesine inanır; sosyal-toplumsal<br />

hayatın “kanun”larla düzenlenmesini benimser;<br />

halkın vazifeleri kadar haklarının da olduğuna<br />

inanır; çalışmayı ve yardımlaşmayı yüksek bir<br />

değer olarak tanır; dış dünyaya açık olmakla birlikte<br />

vatanına bağlıdır. (Kaplan 1985: 175-176)<br />

Bu bağlamda Şinasi’nin “Münacât” ve kasideleri,<br />

Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, Tevfik<br />

Fikret’in “Haluk’un Amentüsü”, söz konusu aydının<br />

temel niteliklerini belirleyen önemli metinlerdir.<br />

Bilindiği gibi, Osmanlı-Türk toplumunun<br />

sosyoekonomik, sosyokültür ve sosyopolitik hayatının<br />

yeniden tanzimi; buna bağlı olarak iktidar<br />

erkinin sahip olduğu/olacağı gücün paylaşımı,<br />

XIX. yüzyılın başından itibaren tartışılmaya başlanmıştır.<br />

Sürecin, tartışılmasına paralel giden bir<br />

başka boyutu, çeşitli fiilî oluşumlardır (Meclis-i<br />

Vükelâ, Şûrâ-yı Devlet, Encümen-i Dâniş, vilayet<br />

meclisleri vb.). Somut olarak XIX. yüzyılın<br />

başında temelleri atılmaya başlanan ve Tanzimat<br />

Fermanı sonrası inşası hızlanan yeni tarz politik<br />

arena, I. Meşrutiyet’in ilanıyla -derme-çatma da<br />

olsa- bir şekle sokulmuş; ancak kısa süre sonra<br />

II. Abdülhamid tarafından kapısına kilit vurulmuştur.<br />

Arenanın yeniden açılması XX. yüzyılın<br />

başında II. Meşrutiyet’in ilanıyla mümkün olmuştur.<br />

Cumhuriyet öncesinin zor günlerinden<br />

itibaren (1920) ise, toplum için vazgeçilemez bir<br />

değere kavuşan politik arena, 1950’den günümüze<br />

uzanan süreçte gerçek demokratik kimliğe sahip<br />

bir seviyeye yükseltilmeye çalışılmıştır.<br />

İşte Tanzimat sonrası Türk sanatkârının, sosyokültür<br />

ve sosyopolitik hayatta ve yeni inşa edilmeye<br />

çalışılan politik arenada arzıendam etmesi,<br />

böyle bir tanzim, inşa ve rol dağıtımı sürecinde<br />

mümkün olmuştur. Sosyal ve toplumsal hayatın<br />

yeniden yapılanmasında aktif görev alacak bütün<br />

aktör ve rollerin, Batılı normlar çerçevesinde belirlenip<br />

dağıtıldığı bir dönemde sanatkârın kendine,<br />

buna uygun bir rol talep etmesi şaşırtıcı olmaz.<br />

Yani Tanzimat sonrası sanatkârı, her şeyden<br />

evvel divan ve halk edebiyatı sanatkârları gibi,<br />

yönetim veya yönetici elitin lâyık gördüğü sofranın<br />

uzağında bir kenarda uslu uslu oturması,<br />

lütfettiği birkaç lokmaya şükretmesi sınırlarını<br />

aşmayan rolünü reddeder. Onun kendine biçtiği<br />

rol, neredeyse sofrayı kendisinin kurması ve<br />

sofranın başına oturmasıdır. Kısaca o, artık sofra<br />

kurucu, sofra zevkini belirleyici ve sofranın<br />

hâkimi olmak arzu ve ihtirasındadır. Genç yaşta<br />

saraya intisap eden Ziya Paşa’nın, devrin sadrazamı<br />

Âli Paşa ile olan kavgaları, bu hâle güzel<br />

bir örnek teşkil eder.<br />

Yukarıda nitelikleri belirtilen Tanzimat sonrası<br />

sanatkârı, artık toplumun “öncü”sü ve<br />

“önder”i olma arzu ve ihtirasındadır. En azından<br />

o, Ahmet Mithat (Hace-i Evvel) örneğinde<br />

gördüğümüz gibi, toplumun “mürebbi”si ve akıl<br />

“hoca”sıdır artık. Memduh Şevket Esendal’ın<br />

sanatkârları iki ana gruba (toplumun önünden giden<br />

sanatkâr; toplumun ardından giden sanatkâr)<br />

ayırmış olmasını bu bağlamda düşündüğümüzde,<br />

sanatkârın beklentilerini daha iyi anlarız. “Cemaatin<br />

önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni<br />

bir dünya görüşü getirir. Bir cemiyet nizamı kurar.<br />

Şartlarını tespit eder. Cemaate, eseriyle nasıl<br />

yaşamaları gerektiğini söyler. Cemaati arkadan<br />

takip eden sanatkâr, ‘olan’ı tespit eder. Cemiyete<br />

ayna tutar. Cemiyetin nasıl bir gidişi, yaşayışı<br />

olduğunu gösterir; tarihe de o cemiyet hakkında<br />

tespit edilmiş müşahedeler bırakır.” (Çetişli,<br />

1999: 38) Elbette gönülde yatan aslan, toplumun<br />

önünde giden sanatkâr olabilmektir. Zaman zaman<br />

bu vasfın “toplum mühendisliği”ne kadar<br />

yükseldiğini söylemek abartı olmayacaktır.<br />

Nitekim Şinasi ve Namık Kemal’in o güne<br />

kadar pek görülmeyen bir kimlik, tavır ve sesle<br />

politik arenaya adım attıklarını görürüz. “Akıl”,<br />

“medeniyet”, “meşrutiyet”, “kanun” gibi Batılı<br />

kavramlardan güç alan Şinasi, iktidarın güçlü<br />

44<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


adamı Reşit Paşa’dan aldığı cesaretle, sultana<br />

“haddini bildirmek”ten; Namık Kemal ise “vatan”,<br />

“millet”, “hak”, “adalet”, “hürriyet” değerleri<br />

istikâmetinde millet yolunda can vermekten<br />

bahseder olmuştur. Çünkü “Tanzimat’ın ilk<br />

edebiyatçı neslinde çok kuvvetli (toplumsal) bir<br />

şuur vardır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali<br />

Suavi’nin eserlerinde devleti kurtarmak, cemiyeti<br />

değiştirmek ve müesseseleri yenileştirmek için<br />

bir yığın tenkit ve teklif yer alır. Onlar sadece<br />

edebiyatçı değil, gazeteci, politikacı, fikir adamı,<br />

hatta ihtilalcidirler. Vücuda getirdikleri edebiyat,<br />

halis bir edebiyat olmaktan ziyade sosyal ve politik<br />

bir edebiyattır. (…) Onlar, Şinasi hariç, fikirlerini<br />

gerçekleştirmek için politik aksiyona da<br />

geçmiş, “Yeni Osmanlılar” adı verilen bir ihtilal<br />

cemiyeti kurmuş, Avrupa’ya kaçarak mücadele<br />

etmiş, nihayet Türkiye’de ilk rejim ihtilâli olan<br />

I. Meşrutiyet’in fikir zeminini hazırlamışlardır.”<br />

(Emil 1997: 137)<br />

Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun<br />

Bildirir haddini sultana senin kanunun (Şinasi,<br />

Kaside)<br />

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin<br />

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir<br />

azîmetten (Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi)<br />

Bu açıdan bakıldığında “Tanzimat romanı,<br />

Türk toplumunun gönülden akıla; cemiyet ve<br />

cemaat esaslı toplumdan, ferdiyetini kazanmış<br />

insanların oluşturduğu bir sosyal yapıya, tradisyonaliteden<br />

fertçi, liberal görüşe dönüşme isteğinin<br />

belgesidir.” (Balcı 2002: 193) Bundan da öte<br />

Tanzimat sanatkârı iktidarın el değiştirmesi veya<br />

kendi istediği doğrultuda şekillenmesi hususunda<br />

fiilî eylemlere kalkışmaktan da geri durmaz.<br />

Abdülaziz’in “halli”, bundan sonra önce Sultan<br />

Murad’ın, onun aklî dengesini yitirmesi üzerine<br />

bu defa II. Abdülhamid’in tahta oturması sürecinde<br />

birçok sanatkârın rol aldığını tarih açıkça<br />

kaydeder. “Sarıklı İhtilâlci” olarak tanınan Ali<br />

Suavi, bu dönemin tipik örneklerinden birisidir.<br />

Öte yandan “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”<br />

bir şair olduğunu belirtmesine rağmen apaçık pozitivizmi<br />

“amentü” belleyen Tevfik Fikret, önce<br />

II. Abdülhamid ve yönetimini, daha sonra da bir<br />

ara alkışladığı İttihat ve Terakki yönetimini en<br />

ağır biçimde eleştirir.<br />

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!<br />

Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!<br />

Bugün ki mideler kavî, bugün ki çorbalar sıcak,<br />

Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…<br />

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı pür-nevâ sizin;<br />

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!<br />

(Tevfik Fikret, Hân-ı Yağma)<br />

Cumhuriyet döneminin Kaldırımlar şairi Necip<br />

Fazıl ise, kendisinden beklenen asıl görevi<br />

idrak ettikten sonra, kollarını bir makas gibi<br />

açarak “çıkmaz sokak”ta ilerleyen kalabalıkları,<br />

doğru istikâmete yönlendirmek için bütün gücüyle<br />

haykırır.<br />

Durun kalabalık, bu cadde çıkmaz sokak!<br />

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak.<br />

(Necip Fazıl, Destan)<br />

Tanzimat sonrası sanatkârının sosyokültürel<br />

ve sosyopolitik hayatın yeniden tanziminde en<br />

üst seviyede rol almaları, Yeni Osmanlılar oluşumundan<br />

güç alan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın<br />

Kanun-i Esâsî’nin hazırlandığı encümene ait masanın<br />

en üst köşesine oturmalarıdır. Bunu “Jön<br />

Türk” olarak niteleyebileceğimiz sanatkârların<br />

aktif politik faaliyetleri izler. II. Meşrutiyet<br />

sonrasında benimsediği Meslekî Temsilcilik düşüncesi<br />

istikametinde faaliyetleriyle Memduh<br />

Şevket Esendal; Türkçülük düşüncesindeki ideologluğuyla<br />

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti<br />

ve yönetiminde bir hayli etkindirler. Bunlara<br />

Cumhuriyetin şu veya bu temeller üzerine<br />

şekillenmesinde Tevfik Fikret ve -özellikle- Ziya<br />

Gökalp’ın tesirlerini de ilâve etmek gerekir. Ancak<br />

bu durum uzun sürmez ve sanatkârın politik<br />

arenadaki mevkii, Cumhuriyet sonrası dönemde<br />

bir daha aynı yüksek seviyeye ulaşamaz. Bir<br />

başka ifadeyle, mevcut iktidarla olan kıyasıya<br />

mücadelesine rağmen sanatkâr, iktidar erkini bir<br />

türlü yakalayamaz. Çünkü sanatkârın politik arenaya<br />

girmesi ve burada oyun kurucu olarak rol<br />

kapmaya çalışması, -bütün toplumlarda da görüldüğü<br />

gibi- Osmanlı-Türk toplumunda da politik<br />

arenanın diğer oyuncuları tarafından hiç de<br />

hoş karşılanmamıştır. Zira “Kurtlar Sofrası”nda<br />

onlardan başka yönetici elit, ulema, eşraf, sivil<br />

ve askerî bürokrasi gibi, dünden bugüne uzanan<br />

süreçte kendilerini hep arenanın gerçek sahipleri<br />

ve oyuncuları olarak gören kesimler mevcuttur.<br />

45<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Dolayısıyla Tanzimat’tan günümüze sanatkârın<br />

politik arenada ulaşabildiği mevki, çok büyük<br />

ölçüde bürokrasinin çeşitli basamaklarıyla sınırlı<br />

kalmıştır. Sadrazamlık (Ahmet Vefik Paşa),<br />

nâzırlık/bakanlık (Ahmet Vefik Paşa, Ebubekir<br />

Hâzım Tepeyran, Fuat Köprülü, Hasan Ali Yücel),<br />

parti genel sekreterliği (Memduh Şevket<br />

Esendal), valilik (Ziya Paşa, Ali Ekrem, Faik Ali<br />

Ozansoy, Mehmet Emin Yurdakul), Şûra-yı Devlet<br />

azalığı (Namık Kemal, Recaizâde Mahmut<br />

Ekrem), Mabeyn-i Humayun Başkâtipliği (Halit<br />

Ziya), Meclis-i Mebûsan üyeliği (Hüseyit Cahit<br />

Yalçın), Anayasa Mahkemesi Üyeliği (Mehmet<br />

Çınarlı), sanatkârın tırmanabildiği önemli bürokratik<br />

basamaklardır.<br />

Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin<br />

politik arenasında sanatkârın zaman zaman daha<br />

çok görüldüğü dikkati çekse de, bu görünüm,<br />

bazı simalar için belirgin ve etkin bir mahiyet<br />

arz ederken; pek çok sanatkâr için oldukça silik<br />

niteliktedir. Ahmet Rasim, Hüseyin Cahit Yalçın,<br />

Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı,<br />

Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,<br />

Halide Edib Adıvar, Aka Gündüz, Reşat<br />

Nuri Güntekin, Hamdullah Suphi Tanrıöver,<br />

Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf<br />

Ziya Ortaç, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer,<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar, Erdem Beyazıt gibi<br />

birçok sanatkârın TBMM’deki milletvekillikleri,<br />

ancak ikinci grup sanatkâr seviyesi bir öneme sahiptir.<br />

Sezai Karakoç’un bir parti kurup (Diriliş<br />

Partisi 1990-1997) mücadelesini bu çerçevede<br />

yürütmesi, dikkati çekici nadir örneklerden birisidir.<br />

Sanatkârın politik arenada yer almaya kalkışması,<br />

Tanzimat sonrası Türk edebiyatının kaderini<br />

belirleyen “çatışma”yı kaçınılmaz kılar. Son<br />

yüz elli yıllık tarihte hemen her dönem, her nesil,<br />

kendini bu çatışma içinde bulur. Bu sebeple son<br />

dönem edebiyat tarihimizin genel görüntüsünü,<br />

sanatkârın politik arenadaki rakipleriyle olan çatışmaları<br />

doldurur. Namık Kemal ve arkadaşları<br />

önce Albülmecid, daha sonra da II. Abdülhamid<br />

ile kavga ederlerken; “miskin” olmakla suçlanan<br />

Hâmid, Ekrem; Fikret, Halit Ziya nesli II.<br />

Abdülhamid ile bir hayli pasif düzeyde seyreden<br />

bir kavgaya tutuşurlar. II. Meşrutiyet sonrası<br />

sanatkârlarının karşısına, bir zaman II. Abdülhamid<br />

yönetimine karşı destekleyip alkışladıkları<br />

İttihat ve Terakki yönetimi çıkar.<br />

Doksan yıllık Cumhuriyet döneminde de<br />

yönetim-sanatkâr çatışmasının hız kesmeden devam<br />

ettiği bir gerçektir. Dönem dönem (Atatürk<br />

dönemi, İnönü dönemi, çok partili dönem) yönetici<br />

elit değişmişse de çatışmanın sonu bir türlü<br />

gelmemiştir. Değişen sadece çatışan tarafların<br />

çatışmaya kaynaklık eden görüşlerindeki farklılıktır.<br />

İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte bu<br />

çatışmanın en dramatik örneklerinden biri, Ali<br />

Kemal’in yaşadıklarıdır. Bir adım sonra, Ankara<br />

yönetiminin ilk uygulaması durumundaki meşhur<br />

yüz ellilikler listesine giren bazı şair ve yazarlara<br />

uygun görülen sürgün cezasıdır. Refik Halit Karay,<br />

Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Refii Cevat Ulunay<br />

bunların arasındadır. Öte yandan Cumhuriyet’in<br />

ideal kadın kahramanı Halide Edip Adıvar, Terakkiperver<br />

Cumhuriyet Fırkası ayrışmasında<br />

ülkeyi terk etmek zorunda kalır (1925-1939).<br />

Kadro dergisinde “Kemalizm”in ideolojisini hazırlayan<br />

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, uzun yıllarını<br />

“Zoraki Diplomat” olarak yurt dışında geçirir.<br />

Hatırlatmak gerekir ki zorakî diplomatlık,<br />

Cumhuriyet dönemi muhalif sanatkârlarının en<br />

tercihe şayan “tedip” yollarından birisidir. Zira<br />

dönem boyunca sanatkârdan beklenen büyük ölçüde<br />

“inkılâp edebiyatı”dır.<br />

Tek Parti veya Şeflik Dönemi’nin yöneticisanatkâr<br />

ilişkileri, daha çok dünya konjonktürüne<br />

göre yön değiştirir. Bu sebeple gün gelir<br />

solcu/sosyalist sanatkârlar; gün gelir sağcı/<br />

muhafazakâr/Türkçü sanatkârlar hapishanelerin<br />

müdavimi olurlar. Nazım Hikmet, Sabahattin<br />

Ali, Nihal Atsız, Necip Fazıl bunlardan bazılarıdır.<br />

Çok partili dönemde de buna yakın bir uygulama<br />

dikkati çeker. Bununla birlikte 1960’taki<br />

27 Mayıs İhtilâlinden bugüne olan süreci daha<br />

çok askerî ihtilâller belirler. Samet Ağaoğlu ve<br />

Faruk Nafiz Çamlıbel, ihtilâl sonrasında tutuklanıp<br />

hapse atılan DP milletvekilleri arasındadır.<br />

Takip eden yıllarda, başta “mürteci” sanatkârlar<br />

olmak üzere, “sağ” ve “sol” cenahta yer alan birçok<br />

sanatkâr, askerî rejimlerin hışmına uğrarlar.<br />

Cemil Meriç, kendisinin de muzdariplerinden<br />

biri olduğu Türk aydını ve sanatkârının politik<br />

arenadaki son yüz elli yıllık serüvenini şöyle<br />

değerlendirir: “Türk aydını her mevsim bir başka<br />

meçhûlün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında<br />

ıslâhatçıdır, sonra ihtilâlci olur, sonra inkılâpçı.<br />

Ve tarih, 27 Mayıs’tan bu yana yeni bir kahramanın<br />

zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli<br />

bir mahpesteyiz; hücrenin biri devrimcilerin,<br />

öteki gericilerin.” (Meriç 1980: 143)<br />

46<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Politik arenada iktidar-sanatkâr çatışmasının<br />

en somut sonucu, sürgün ve hapis yoluyla arenadan<br />

uzaklaştırılma şeklinde tezahür eder. Meselâ<br />

İttihat ve Terakki yönetimi, Mahmut Şevket<br />

Paşa’nın öldürülmesi üzerine bir gecede Bahr-i<br />

Cedîd vapuruna doldurduğu 500’ün üzerindeki<br />

kişiyi Sinop’a sürgün etmiştir. Refik Halit Karay,<br />

sürgün hayatının tadını ilk önce İttihat ve Terakki<br />

yönetiminin elinden tadanlardandır. Tanzimat’tan<br />

bugüne sürgün hayatı yaşayan sanatkârdan bazıları;<br />

Namık Kemal, Ali Suavi, Ahmet Mithat<br />

Efendi, Abdullah Cevdet, Mizancı Murad, Ebüzziya<br />

Tevfik, Abdülhalim Memduh, Hüseyin Cahit<br />

Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, İsmail Safa,<br />

Ali Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Cevat Şakir<br />

Kabaağaçlı’dır. Bu bağlamda Tanzimat Sonrası<br />

Türk Edebiyatının ciddi bir sürgün ve hapishane<br />

edebiyatı birikimine sahip olduğunu söylemek<br />

mübalâğa olmaz. [1] Yönetimle olan çatışmaları<br />

sebebiyle yurt dışına kaçan veya kaçmak<br />

mecburiyetinde kalanları da sürgünler grubuna<br />

dâhil edebiliriz. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali<br />

Suavi, Sami Paşazâde Sezaî, Abdullah Cevdet,<br />

Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Hüseyin<br />

Siret Özsever, Abdülhalim Memduh bunlardan<br />

bazılarıdır. Cumhuriyet döneminde hapishane<br />

hayatı ile tanışmış olan sanatkârlardan<br />

bazıları ise; Sabahattin Ali, Nazım Hikmet,<br />

Kemal Tahir, Nihal Atsız, Ahmet Arif, Yusuf<br />

Atılgan, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz,<br />

Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Necip<br />

Fazıl’dır.<br />

Zindan iki hece, Mehmed’in lâfta!<br />

Baba katiliyle baban bir safta!<br />

Bir de, geri adam, boynumda yafta..<br />

Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!<br />

Kavuşmak mı.. Belki.. Daha ölmedim!<br />

(Necip Fazıl, Zindandan Mehmed’e Mektup)<br />

İktidarın sanatkâra uygun gördüğü sürgün<br />

ve hapishane, arenada ayakaltında dolaşmaması,<br />

sesinin kısılması ve susturulmasında bir<br />

hayli etkili olmuştur. Eserlerinin toplatılması<br />

1. Sürgün edebiyatı için bkz. Feridun Andaç, Sürgün<br />

Edebiyatı Edebiyatın Sürgünleri, Bağlam Yay.,İstanbul,<br />

1997; Nedim Gürsel, “Sürgün ve Yazın”, Milliyet Sanat,<br />

S.33, 1983; Handan İnci, “Türk Edebiyatının Sürgün<br />

Tarihinde İlginç Bir Sayfa Yahut Bir Sürgünün Beş<br />

Hikâyesi”, Kitaplık <strong>Dergisi</strong>, S. 34, Güz-1998.<br />

ve yakılması, sık sık başvurulan bir başka uygulama<br />

olarak karşımıza çıkar.<br />

Politik arenadaki bu kavgalardan zararlı<br />

veya mağlup çıkan genelde sanatkâr olur. Çünkü<br />

onun kendini savunmada kaleminden başka<br />

fiilî bir gücü; fikirlerinden başka da bir aracı<br />

yoktur. Dolayısıyla o, bütün fiilî ve maddi güçleri<br />

elinde bulunduran iktidarın gücüyle mukayese<br />

edilemeyecek kadar zayıftır. Nitekim fiilî<br />

çatışma sonucu darmadağın olan sanatkârın<br />

perişan hâli, bu durumu bütün çıplaklığıyla<br />

gözler önüne serer. Ancak uzun vadede durum<br />

tam bunun tersine bir sonuç verebilir ve<br />

vermiştir de. Yani ilk planda mağlup olan ve<br />

susturulan sanatkâr, uzun vadede politik arenanın<br />

asıl gücü olduğunu ortaya koyabilir ve<br />

koymuştur. Buradan anlaşılır ki, sanatkârın<br />

politik gücü, görünenin veya zannedilenin çok<br />

üstündedir. Ancak bu gücün politik arenaya<br />

hâkimiyeti için uzun bir zaman ve sabır gerekir.<br />

Bu sebeple sanatkâr, çoğu zaman zaferinin<br />

şaşaasını kendi gözleriyle görme mutluluğunu<br />

yaşayamaz.<br />

Kısacası; Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı<br />

tarihinde asıl olan şair ve yazarların politik<br />

arenada kendilerine yeni bir mevki edinebilme<br />

mücadelesi; bu ortamda yönetici elit ve bunların<br />

emrindeki sivil ve askerî bürokrasi ile sonu<br />

gelmez çatışmalarıdır. Hiçbir dönem ve hiçbir<br />

nesil bu çatışmadan âzâde değildir. Hatta şair<br />

ve yazarları tek tek gözden geçirdiğimizde, söz<br />

konusu çatışmanın dışında kalabilmiş isim sayısı<br />

bir elin parmaklarını geçmez.<br />

***<br />

Sanatkârın doğrudan doğruya veya dolaylı<br />

olarak politik arenaya girmeye kalkışması,<br />

burada yönetimle çatışmaya girmesi, Tanzimat<br />

Sonrası Türk Edebiyatına yeni bir kimlik<br />

kazandırmıştır. Bu kimliğin en temel özellikleri;<br />

sosyal, toplumcu, fikrî, ahlâkî, didaktik;<br />

hatta bir noktadan sonra politik, ideolojik ve<br />

angaje oluşudur. Sanatın bünyesinde var olduğu<br />

toplumun, devrin ve hayatın meselelerini,<br />

sanatın dünyasına taşıması, bu dünyanın<br />

imkân ve sınırları içinde ele alıp işlemesi ve<br />

estetik bir çerçevede okuyucu ve toplumun<br />

dikkatlerine sunması, elbette takdire şayan bir<br />

gelişmedir. Kalemini bu çerçevede kullanan<br />

sanatkâra hayran olup alkışlamamak mümkün<br />

değildir elbette. Ancak pek çok sanatkârın çizilen<br />

sınırları bir hayli aştığı, sanatı politik ve<br />

47<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ideolojik fikirlerinin basit ve ilkel aracı hâline<br />

getirdiği de bir gerçektir. İster bilinçsizlik, ister<br />

yeteneksizlik, isterse ideolojik körlükten<br />

kaynaklansın, Tanzimat’tan günümüze olan<br />

süreçte, bu hâlin pek çok örneğiyle karşılaşılır.<br />

Bu tavır, elbette sanata büyük zarar vermiş ve<br />

vermektedir.<br />

Eleştirilebilecek bir başka boyut, politik<br />

arenada boy göstermeye kalkışan kimi<br />

sanatkârların toplum ve değerleriyle de çatışmaya<br />

girmiş olmalarıdır. İlk örneklerini Tevfik<br />

Fikret ve Hüseyin Rahmi’de gördüğümüz bu<br />

sanatkâr tipi, özellikle Cumhuriyet’ten sonra<br />

daha da artmaya başlar. Kimi zaman mevcut<br />

iktidara olan hışmından, kimi zaman yaranma<br />

ihtirasından, kimi zaman şöhret arzusundan,<br />

kimi zaman da gözünü kör eden ideolojik saplantılarından<br />

hareket eden bu sanatkâr, geleneğe,<br />

kutsala, tarihe ait hemen her değere saldırmaktan<br />

geri durmamıştır. İlerici/inkılâpçıgerici/yobaz<br />

ikilemindeki şablon, bu tavrın<br />

bıktırıcı örneğidir. Arenadaki bu haliyle o, can<br />

havliyle gördüğü her kırmızıya saldıran boğalara<br />

benzer.<br />

Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…<br />

Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar<br />

Heyhât!<br />

Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;<br />

Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!<br />

……………<br />

Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;<br />

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!<br />

Şimdi Allah’a söver.. Sonra biraz bol para ver:<br />

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!<br />

(Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde)<br />

Hülâsa; genel manada ele alındığında<br />

Türk milleti, mukaddesleriyle kavgalı olmayan;<br />

ahlâk, töre, gelenek, din, tarih gibi temel<br />

değerlerine saldırmayan sanatkâra sahip<br />

çıkmış; onu bağrına basmış, -baş tacı etmese<br />

bile- değer vermiş, hürmet göstermiştir. Aynı<br />

sanatkârın politik arenadaki durumu, yer yer<br />

buna paralel bir görünüm arz etmişse de, tarihin<br />

üç farklı döneminde önemli değişmeler<br />

göstermiştir. İslâmiyet öncesinde toplumun<br />

sosyo-kültürel hayatında önemli bir mevkie sahip<br />

olan sanatkâr, saray olgusunun esas olduğu<br />

ve iktidarın tek elde toplandığı İslâmî dönemde<br />

bu mevkiini büyük ölçüde kaybetmiştir. Zaman<br />

zaman kendisine önemli bürokratik görevler<br />

verilmesine rağmen ondan beklenen “mûtî”<br />

olmasıdır. Tanzimat sonrasının büyük ölçüde<br />

Batılı normlara göre yetişmiş yeni sanatkârı,<br />

toplum ve iktidardan öncelikle bireysel varlığının<br />

kabulü ve “aydın” kimliğine uygun bir<br />

mevki ister. Ancak hiçbir iktidar sahip olduğu<br />

yetkileri onunla paylaşmak istememiştir. Bu<br />

sebeple sanatkâr, her fırsatta iktidara başkaldıran<br />

bir “isyankâr”; sanatı da düpedüz “Başkaldıran<br />

Edebiyat”a dönüştürmekten çekinmemiştir.<br />

Bu tutum, çok açık “Kurtlar Sofrası”<br />

olan politik arenada sanatkâr-iktidar çatışması<br />

veya kavgasını kaçınılmaz kılmıştır. Onca kısıtlamalar,<br />

sansürler, yasaklamalar, sürgünler,<br />

mahpusluklar, sanatkâr-iktidar çatışmasının<br />

somut, ama acı birer sonuçlarıdır. Bu sürecin<br />

bir başka olumsuz sonucu, edebiyatın çok daha<br />

fikrî, ahlâkî, didaktik ve ideolojik bir niteliğe<br />

sahip kılınması ve “araç” seviyesine düşürülmesidir.<br />

■<br />

Kaynaklar<br />

Balcı, Yunus (2003), “Yenileşme Zihniyeti Bakımından<br />

Tanzimat Romanının Anlamı”, Türkler, C.15, Yeni<br />

Türkiye Yayınları, Ankara.<br />

Çetişli, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal -İnsan<br />

ve Eser-, Kardelen Kitabevi, Isparta.<br />

Emil, Birol (1997), Türk Kültür ve Edebiyatından 1<br />

Meseleler, Akçağ Yayınları, Ankara.<br />

İnalcık, Halil (2003), Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları,<br />

Ankara.<br />

İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî<br />

Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul.<br />

Kaplan, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerinde<br />

Araştırmalar 3 (Tip Tahlilleri), Dergâh Yayınları, İstanbul.<br />

Köprülü, Fuat (1989), Edebiyat Araştırmaları, Ötüken<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

Meriç, Cemil (1980), Mağaradakiler, Ötüken Yayınları,<br />

İstanbul.<br />

Moran, Berna (1983), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,<br />

Cem Yayınları, İstanbul.<br />

Musil, Robert (1995), 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı,<br />

(hzl. H. Salihoğlu), İmge Yayınları, Ankara.<br />

48<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Estetik duygunun<br />

kuvvetli bir tezahürü<br />

olmak üzere Osmanlı<br />

toplumunda bütün<br />

güzel sanat erbabının<br />

ve hususiyle<br />

şairlerin takdir<br />

ve saygı gördüğü<br />

bilinmektedir. Bir<br />

kültürün değeri<br />

onun vücuda<br />

getirdiği maddi<br />

eserler kadar insani<br />

boyutuyla da ölçülür.<br />

1866’da Tasvir-i Efkârda yayınlanan<br />

“Lisan-i Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında<br />

Bazı Mülahazatı Şamildir” isimli makalesiyle<br />

divan edebiyatına yönelik ilk toplu eleştiriyi yapan<br />

Namık Kemal’den günümüze klasik edebiyatımıza<br />

yönelik eleştirilerin ağırlık merkezini;<br />

bu edebiyatın saray çevresinde teşekkül etmiş ve<br />

dolayısıyla hem dil hem de ruh bakımından kendi<br />

toplumunun gerçeklerine yabancı, gayrı-samimi<br />

bir caize edebiyatı olduğu vb. gibi hususlar teşkil<br />

eder. Divan şiirine yönelik eleştiriler Millî<br />

edebiyat cereyanı ile birlikte artmış ve söz gelimi<br />

Z. Gökalp :” Fuzulileri, Bakileri, Nedimleri<br />

bizim klasik şairimiz addetmek doğru değildir”<br />

diyebilmiştir. (Cumhuriyet dönemine kadar eski<br />

edebiyat hakkındaki tartışmaların geniş bir özeti<br />

*Prof.Dr., Yıldız Teknik Üniv.<br />

CİHAN OKUYUCU*<br />

için bkz. Dr. Erdoğan Erbay, “Eskiler ve Yeniler”<br />

Akademik Araştırmalar, Erzurum 1997) Şüphesiz<br />

klasik edebiyatın muhtevasıyla ilgili tenkitler<br />

bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu kısa yazıyı<br />

sadece şiirimizin sarayla münasebeti ve dolayısıyla<br />

caize meselesiyle sınırlamayı düşünüyoruz.<br />

Sosyal Tabakalaşma Tabii midir<br />

Orta Çağ İslam toplumlarında sanatın geniş<br />

halk yığınlarından ziyade sarayın himayesine<br />

mazhar olan münevver zümrelerce vücuda getirildiği<br />

tarihî bir gerçektir. Öncelikle eskilerin<br />

avam ve havas diye isimlendirdiği bu toplumsal<br />

tabakalaşmanın tabii olup olmadığı hususunda<br />

bazı düşünürlerin fikirlerinden iktibaslarda bulunmak<br />

istiyoruz. Ta ki bu tabakalaşmanın bir<br />

49<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


yabancılaşma ve kopuş olup olmadığı tebellür<br />

etsin. Köprülü bir cemiyette muhtelif zevk ve<br />

kültür tabakaları bulunmasını tabii bulur: “Cemiyetin<br />

bir muayyen zamanında muhtelif zümreler<br />

bulunduğu ve her zümrenin kendisine has eserlerle<br />

bedii ihtiyaçlarını tatmin ettikleri tabiidir.<br />

Emile Faguet’nin haklı iddiası veçhile,”Edebiyat<br />

mütecanis bir kitle değildir. Her devrede yekdiğerinden<br />

farklı üç-dört edebiyat vardır.” İçtimai<br />

tekâmül insan cemiyetlerinde nasıl işbölümünü<br />

meydana getiriyorsa, aynı suretle edebî zevkin<br />

de değişme ve ihtisaslaşmasına ve netice olarak<br />

muhtelif sınıflar için muhtelif edebiyatlar vücuda<br />

gelmesine yol açıyor.” (Köprülü, Usul,26) Yazar,<br />

Yıldırım Bayezit zamanına kadar çok sade<br />

olan sosyal yapının artık yavaş yavaş değiştiği<br />

ve o zamana kadar tanınmayan kaside türünün<br />

ortaya çıktığı, sosyal tabakalaşma neticesinde<br />

halk zevkinden uzaklaşıldığı fikrindedir. Mevlit,<br />

Ahmediye ve Muhammediye bu iki zevkin arasındaki<br />

eserlerdir. Özellikle Emir Süleyman bu<br />

hayatın kökleşmesine katkıda bulunmuş ve Âşık<br />

Çelebi’nin takdirini kazanmıştır. Fatih döneminde<br />

artık silsile-i meratip teşekkül etmiş ve iki<br />

sınıfın ayrılığı katileşmiş, saray Bizans debdebesini<br />

tevarüs etmiştir, vs. (Köprülü, Usul, 21) Tanpınar<br />

ise toplumdaki bu tabakalaşmayı, kültürün<br />

esasını teşkil eden dinin uzun bir süreçte tedricen<br />

kabulü, çeşitli coğrafyaların etkileri, kurulan şehirlerin<br />

geriden gelen kavmi geleneklerle beslenmesi<br />

gibi sebeplere bağlar. (Tanpınar, 19.Asır, 1)<br />

Rothacker’e göre de sebep her ne olursa olsun<br />

ortaya çıkan bu tabakaların kültüre katkıları<br />

farklı farklıdır:“ Devletçe ve kültürce birleşmiş<br />

bir millet birçok tabakalardan meydana gelir.<br />

Bütün tabakalar, zümreler, sınıflar bir kültür için<br />

ve kültür çağları için represantativ sayılan kültürel<br />

uslup formlarının yaratılma ve kurulmasına<br />

aynı ölçüde katılmazlar. Alman imparatorları<br />

koskoca katedraller veya Fransız kralları büyük<br />

büyük barok şatolar kurarken bu yapıların<br />

masraflarını elbette bütün bir millet yüklenmişti.<br />

Ama üslubun bulunmasında sadece hükmeden<br />

tabakanın payı olmuştur. Roman üslubu mu yoksa<br />

gotik uslubu mu Bu ve buna benziyen sorulardan<br />

yoksul köylüye ne (Rothacker,78) Wellek<br />

de -bizdekine benzer tarzda- her cemiyette halk<br />

ve aydınlar edebiyatı bulunduğunu ve bunlardaki<br />

sosyal olaylara katılma nisbetinin değişik olduğunu<br />

belirtir. Bu nisbet halk edebiyatında fazla<br />

iken yüksek sınıfta iyice düşer. (Wellek,128)<br />

Müller esasında sanatın her devirde bir seçkinler<br />

işi olduğunu belirterek, günümüzde aksi yöndeki<br />

bazı talebleri samimi bulmaz: “Bu günün<br />

demagogları (halk dalkavukları) ünlü “sokak<br />

adamı”nı kültür sorunlarının en yüksek hakemi<br />

olarak kabul etmekten hoşlanıyorlar ve onun her<br />

zaman böyle olduğuna-en yüksek hakem olduğuna<br />

-inanıyorlar veya inanır görünüyorlar. Fakat<br />

Raphael’in L’Ecole d’Athenes (Atina Okulu) adlı<br />

tablosu XVI. Yüzyılın sokak adamına neyi ifade<br />

etmiştir”. (Müller,108) Bu tespitler klasik kültürümüzün<br />

daha ziyade yüksek zümrenin eseri<br />

olduğu şeklindeki tenkitlere de dolaylı bir cevap<br />

mahiyetindedir. Zira yukarıdaki tariften de anlaşılacağı<br />

üzere her kültür bir ölçüde kendi münevver<br />

zümrelerinin eseridir. Tarlan da bu edebiyatın<br />

daha çok şehirli zümrelere; öncelikle ulemaya,<br />

sonra orta münevver tabaka; devlet memurları ve<br />

Enderun zümresine hitap ettiği fikrindedir. Ona<br />

göre, asker ve tüccar seviyesine göre kâh halk ve<br />

tekke, kâh divan şiirine meylediyordu. Köylü ve<br />

asker için ihtiyaç daha samimi ve mahalli iken<br />

ulema sınıfı için edebiyat biraz fantezi bir çeşnidedir.<br />

Fakat bu hâl bu şiirin gayrimillî olmasını<br />

gerektirmez: “Bir cemiyetin herhangi bir tesir<br />

altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz<br />

mı Bu edebiyat o zamanın bütün münevverlerine<br />

hitap ediyordu ve yanında ikinci derecede bir<br />

münevver sınıf edebiyatı mevcut değildi. Bu edebiyata<br />

gayrı milli demek için altı asrı mütecaviz<br />

bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil<br />

edenleri Türklük camiasından çıkarmak icab<br />

eder.” (Tarlan, 30-31) Bununla birlikte divan<br />

şiirinin birçoklarının iddia ettiği gibi bütünüyle<br />

büyük şehirlere sıkışmış ve havassa ait bir şiir<br />

geleneği olmadığı da Mustafa İsen’in 27 Tezkireyi<br />

taramak suretiyle ortaya çıkardığı sonuçlarla<br />

anlaşılmıştır. Buna göre şairlerimizin şehirlere<br />

ve mesleklere göre dağılımı nisbeten dengelidir.<br />

(M. İsen, “Ötelerden Bir Ses” , 221)<br />

Realite Karşısındaki Tutum ve<br />

Saray İstiaresi<br />

Divan şiirinin en fazla tenkit edilen taraflarından<br />

biri dış âleme itibar etmemesi, tabiat ve ha-<br />

50<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


diseler karşısında irreel bir tutum takınır gözükmesidir.<br />

Bazılarına göre Fuzuli bu tutumu âdeta<br />

tek beyitle özetlemektedir:<br />

Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyadan<br />

Gayr yerler görelim özge safâlar sürelim<br />

Gerçekten klasik şiir realiteye bu kadar<br />

müstağni midir Şayet öyleyse bu istiğna şiirsaray<br />

ilişkisine nasıl yansımıştır Biz de aşağıda<br />

şiirin sarayla münasebetine bir zemin olmak üzere<br />

kısaca bu konudaki değerlendirmeler üzerinde<br />

durmak istiyoruz. Köprülü’den beri klasik edebiyata<br />

bakışta da sosyolojik tavır hâkimdir. Bununla<br />

birlikte Köprülü, klasik şiirimizin Acem<br />

taklidi olması dolayısıyla içinde bulunduğu<br />

toplumu ancak zayıf bir şekilde yansıtabildiğini<br />

düşünüyor. O, bir milletin edebiyatını en canlı<br />

bir vesika sayan Hippolite Taine’in ve onu takip<br />

eden Lanson’un fikirlerinin Türk edebiyatı için<br />

geçerli olduğuna pek kani değildir: “Türk edebiyatı<br />

müverrihinin Lanson’la aynı gayeyi takib<br />

edebilmekten epeyi uzak kalacağını maatteessüf<br />

itiraf etmeliyiz bugün mesela Sinan Paşa’nın bir<br />

sahifesinde, Cem Sadisi’nin bir Felekname’sinde,<br />

Necati’nin bir kasidesinde o asrın Türk ve İslam<br />

medeniyetini göstermek, o devrin hissi ve fikri<br />

temayüllerini tespit etmek imkânsız değilse bile<br />

çok müşkildir. ” (Köprülü, Usul,18-19)<br />

Bazı araştırıcılar ise -bu fikirlerin tam karşıtı<br />

olmak üzere- edebî eserlerimizin toplumun<br />

âdetlerini bilmede bir belge gibi kullanılabileceğini<br />

düşünür:”Kemal Karpat’a göre Türkiyenin<br />

sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam<br />

kaynağı şüphesiz ki edebiyat olacaktır” (Moran,<br />

74) Nitekim F.Z.Ülgener bu anlayışa uygun olarak<br />

Osmanlı devri iktisadi zihniyetini incelerken<br />

büyük ölçüde edebî malzemeden istifade etmiştir.<br />

(F.Z.Ülgener, ”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve<br />

Zihniyet Dünyası”, Der. Yay. İst.1981)<br />

Son yıllarda divan şiirinin devre ait belge<br />

olarak kullanılışına ait örnekler çoğalmış bulunuyor.<br />

Bunlar arasında ilginç sonuçlara ulaşması<br />

bakımından iki örnek üzerinde durmak<br />

istiyoruz. Cem Dilçin, bir çalışmasında (“Türk<br />

Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri”, Ank.<br />

25-29 Eylül,1993, 3. Uluslararası Türk Kültürü<br />

Kongresi Bildirisi) Divan şiirinin, konuyla ilgili<br />

benzetme tarzı üzerinde duruyor. Metot; “soyut<br />

bir kavrama benzetme yoluyla somut bir anlam<br />

yükleme” şeklindedir... Divan şairi dış dünyayı<br />

kendi iç âlemini anlatmak için somut bir örnek<br />

olarak kullanır. Bu yüzden bu şiir nesnel dünyadan<br />

o kadar da kopuk değildir. Ancak daha somut<br />

bir örnek 16.yy.da Türk toplumunda gözlüğün<br />

bilindiğini gösteren aşağıdaki beyittir:<br />

Gözlük tutarım görmeyeli rûy-ı nigârı<br />

Dört oldı gözüm yol gözedür görmeğe yârı<br />

(Kastamonulu Şavur)<br />

Sarıca Kemal’in 15.yy. sonlarında tertip edilmiş<br />

divanında aynı kelimeye bir kere daha rastlıyoruz:<br />

Hattun temâşâ itmege gözlük urınmışdur<br />

Kemâl<br />

Ol pîre rahm it ey cevân kim çeşmi çâr olup<br />

durur<br />

Böylece; 15.yy.dan beri gözlüğün bilindiğini;<br />

“gözlük takmak” yerine “gözlük urunmak” tabirinin<br />

kullanıldığını; keza göz, gözlük gibi kelimelerle<br />

kurulmuş deyimlerin eskiliğini öğrenmiş<br />

bulunuyoruz. (Dilçin, 1-6)<br />

Tanpınar yukarıda özetlenen -klasik edebiyatın<br />

tamamen realiteden ayrı olduğu ve tam aksine<br />

belge olarak kullanılabileceği şeklindeki- iki fikir<br />

arasında orta bir yol tutar. Ona göre söz konusu<br />

ilgi bu ekolün kendisine mahsus özellikleri olan<br />

kapalı ve dolaylı bir ilgidir: Gerçeği şu ki her büyük<br />

sanat geleneği gibi eski şiirimiz de ne kadar<br />

dolayısıyla konuşursa konuşsun, evvela içinde<br />

doğduğu ve bağlı bulunduğu içtimai sistemi veriyordu...”<br />

(Tanpınar,19.Asır,10) O, konuyla ilgili<br />

fikrini “saray istiaresi” ile açıklar: Eski toplum ve<br />

şiirin merkezinde saray vardır; her şey hükümdar<br />

etrafında döner, onun iradesi mutlaktır, sorgulanamaz<br />

vs. Sonra bu fikir taşırılarak bitki ve<br />

hayvanlar âlemine de teşmil edilir; bu âlemin hükümdarları<br />

gül ve aslandır. Hükümdarın reaya ile<br />

münasebet şekli âşık-maşuk arasındaki ilgi için<br />

de model olur. Sevgili de kalp ülkesine hükmeder;<br />

o, güzelliğiyle gül, kudretiyle güneştir. Keza<br />

denk olmadığı âşığını sevmez ve kıskanmaz;<br />

onun tarafından sevilmeyi bir lütuf olarak kabul<br />

eder; buna mukabil sevenleri- tıpkı hükümdarın<br />

gözüne girmek için çekişen saray halkı gibi- birbirine<br />

rakiptir ilh. Hülasa; “Eski şiirimizde aşk,<br />

sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluk-<br />

51<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


tur.” (Tanpınar,19. Asır, 5) Yazar bu benzetmelerin<br />

Orta Çağda Avrupa’yı da etkilediği fikrindedir.<br />

Endülüs’ten İspanya ve Avrupa’ya geçen<br />

“amour courtois”’da da sevgili aynı zamanda<br />

prenstir. Hükümdarın faaliyetleri başlıca; savaş,<br />

av ve işret’ten ibarettir ve aynı şeyler sevgiliye de<br />

atfedilir (Tanpınar,19.Asır, 7) Konuyla ilgili diğer<br />

bir telifçi fikir adamı Tarlan’dır. O, edebiyatın<br />

sosyalliği meselesinde konuyu iki açıdan ele<br />

alır. Yazara göre şiirimiz bir yönüyle devrinden<br />

bağımsızdır, diğer yönüyle ise devrini takip eder:<br />

“Siyasetle alakası olmayan taraf şiirin mutlak telakkisi<br />

ve daha açıkça mimarisi… Yoksa bunun<br />

haricinde devletin esas bünyesine değil de onun<br />

üçüncü, dördüncü derecedeki teferruatına ait<br />

tenkitler, on yedinci asırdan sonra mahallileşen<br />

mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dini,<br />

tasavvufi, içtimai, ahlaki, terbiyevi manzumeler,<br />

hicivler, tarihler. Bunlar elbette harici âlemden<br />

müteessir olan sanatkârın aksülamellerini aksettiren<br />

aynalardır.” (Tarlan, 46) Edebiyatın devre<br />

ayna olması, yazara göre mutlak değil estetik bir<br />

tarzda gerçekleşir. <strong>Bizim</strong> de bütünüyle katıldığımız<br />

aşağıdaki cümleler bu telifin gerçekleşme<br />

tarzını ikna edici tarzda açıklıyor: “Yanlış anlaşılmasın<br />

divan şairinde realite daima mevcuttur.<br />

Denebilir ki eserinin ikinci planında hemen daima<br />

bunu görürüz. Ancak o realiteyi kendi ruhi<br />

veya fikrî hedefi uğrunda ve onu teferruatından,<br />

yani realitedeki değişikliklerinden mücerred,<br />

mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı harici<br />

hâdiselerde mesela bir minyatür manzarası<br />

görürüz. O hâdiseler üzerine eğilip onun hayati<br />

hareket ve teferruatını tespit etmez. Yoksa estetik<br />

bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır.<br />

Ancak bunda zevkin ve lirizmin kendisine<br />

gösterdiği yolda intihabını yapmıştır.”(Tarlan,<br />

47)<br />

Saray ve şairin ilişki biçimi yahut<br />

caize caiz mi<br />

Estetik duygunun kuvvetli bir tezahürü olmak<br />

üzere Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat<br />

erbabının ve hususiyle şairlerin takdir ve saygı<br />

gördüğü bilinmektedir. Bir kültürün değeri onun<br />

vücuda getirdiği maddi eserler kadar insani boyutuyla<br />

da ölçülür. Pek çoğu bizzat sanatkâr olan<br />

iyi yetişmiş hükümdarların himayeleri sayesinde<br />

sanatın hemen bütün alanlarında estetik seviyesi<br />

yüksek eserler verilmiştir. Fatih’in, İstanbul’a davetine<br />

icabet edemediği hâlde Molla Cami’ye her<br />

yıl bin altın göndertmesi yahut İkinci Beyazıt’ın<br />

meşk esnasında Şeyh Hamdullah’ın divitini tutacak<br />

kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin<br />

Baki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar<br />

vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata<br />

büyük bir alaka doğmasını intac etmiştir<br />

Bunun neticesi olarak şairlik -özellikle 16.yy.<br />

ın sonuna kadar- bir nevi meslek ve geçim vasıtası<br />

olmuştur. Çok zaman şairler devlet büyüklerine<br />

ithaf ettikleri eserlerinin değerine<br />

göre memuriyetlerinde terfi etmekte ve caize<br />

almaktaydılar. Şimdi de Namık Kemal neslinin<br />

seleflerinin samimiyetini sorgulamada temel referanslarından<br />

biri olan ve şiir-saray ilişkisinin<br />

de mihverini teşkil eden câize meselesi üzerinde<br />

biraz bilgi verelim<br />

Arapçadaki cevaz mastarından türemiş bir<br />

kelime olan caize edebî bir terim olarak devlet<br />

adamlarına medih amaçlı olarak takdim edilen<br />

eserlere yahut şiirlere karşılık olmak üzere<br />

sanatkârlara verilen mükâfat, hediye ve ihsan<br />

manalarına gelir. Cahiliye Arap toplumunda da<br />

mevcut olan caize geleneğinin İslam’dan sonraki<br />

en meşhur örneği Ka’b ibn-i Züheyr’in sunduğu<br />

şiir - Kasîde-i Bür de -sebebiyle Hz. Peygamber<br />

tarafından hırkayla (bürde) ödüllendirilmesidir.<br />

Bu uygulama daha sonraki bütün caize talepleri<br />

için bir ruhsat telakki edilmiş, şairler taleplerine<br />

mesnet olarak bu olaya atıfta bulunmuşlardır. Bazen<br />

şairin kaside sunmaktaki amacı caize yerine<br />

bağışlanma talebi de olabilir. Bunun en meşhur<br />

örneği de Hevâzin Gazvesi’nde vuku bulmuştur.<br />

Bu gazvede esirler arasında bulunan şair Ebû<br />

Cervel el-Cüşemî, Hz. Peygamber’e bağışlanmalarını<br />

isteyen bir şiir takdim edince Resûlullah,<br />

kendisine ve Abdülmuttaliboğulları’na ait ne<br />

varsa iade etmiş, bunu gören muhacir ve ensar<br />

da ona uymak suretiyle aldıkları bütün ganimetlerden<br />

vazgeçmişlerdi ki bunların toplamı; 6000<br />

esir, 24.000 deve ve 40.000 baş koyun ediyordu.<br />

Daha sonra gelen bütün islam toplumlarında kasidenin<br />

her iki amaçla kullanıldığına şahit oluyoruz.<br />

(Uzun, VII:28-29) Nitekim Osmanlı şairlerinden<br />

Ahmed Paşa Fatih’e sunduğu “kerem”<br />

redifli kaside ile idam cezasından kurtulmuş idi.<br />

52<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Latifi eserinde 2. Murad devrinden beri bazı<br />

şairlere aylık verildiğinden bahseder. Nitekim 2.<br />

Beyazıt dönemine ait bir inamat defteri bu sözleri<br />

doğruluyor. Söz konusu defterden, İdris-i<br />

Bitlisi’nin Heşt Behişt isimli eserine hükümdarın<br />

50 bin akçe ile mukabelede bulunduğu, keza<br />

aynı padişah için bir Osmanlı tarihi yazan İbn-i<br />

Kemalin de 30 bin akçe aldığı anlaşılmaktadır.<br />

Kanuni devrinde de bu durum devam etmiştir.<br />

Mesela bir mevacib defterinde 1525-26 yılında<br />

Hayali Beğ’in günlük 10, aylık 200 akçe aldığı<br />

kayıtlıdır. Âşık Çelebi Ayas Paşa’nın sadrazamlığı<br />

zamanında bir ara aylıkların kesildiğini belirtiyorsa<br />

da döneme ait defterler bu rivayeti çürütmektedir.<br />

Siparişler dışında da şairlerin divan<br />

veya mesnevi gibi toplu eserlerini ricalden birine<br />

ithaf etmeleri ve karşılığında caize almaları<br />

gelenek hâline gelmişti. Necati, divanını hayatı<br />

boyunca kendisini himaye eden Müeyyedzade<br />

Abdurrahman Efendiye ithaf etmişti. Bu durum,<br />

ithafa daha layık olduklarını düşünen vezirlerin<br />

düşmanlığını celbetmiş, ancak hükümdarın himayesi<br />

şairimizi bir zarar görmekten korumuştu.<br />

Şairler asıl gelirlerini gazelleri ve belirli zamanlarda<br />

sundukları kasidelerinden kazanıyorlardı.<br />

Zati’den naklen Âşık Çelebi’nin bildirdiğine<br />

göre 2. Beyazıt, dönem şairlerinden yeni gazellerini<br />

istemiş ve şiir takdim eden herkese hediyelerle<br />

mukabelede bulunmuştu. (Çavuşoğlu, OD-<br />

ŞÜM, 214) Yüksek bir şiir bilgi ve zevkine sahip<br />

olan devlet ricali kendilerine sunulan kasideleri<br />

ödüllendirmede şahıslarına yönelen övgüden ziyade<br />

şairin başarısını esas almakta idiler. Döneme<br />

ait kayıtlardan divan şairlerine caize olarak<br />

verilen ayni ve nakdî karşılıklar hakkında bir fikir<br />

sahibi olmak mümkündür. Söz gelimi Fuzûlî,<br />

Kanuni’ye “Bağdat”ın fethi münasebetiyle sunduğu<br />

kaside mukabilinde günlük 9 ak çe maaşa<br />

bağlanmış, Nef’î devrin hükümdar ve vezirlerine<br />

sunduğu kasideler karşılığında; at, köle ve değerli<br />

kürklerle ödüllendirilmiştir. Nevşehirli Damat<br />

İbrahim Paşa Nedim’e çeşitli mücevherler ih san<br />

ettiği gibi, 3.Selim de Şeyh Galib’e saray işi bir<br />

mesnevi nüshası hediye etmişti Caize sadece<br />

kasidelere münhasır değildi. Şairler devlet büyüklerinin<br />

yalnız sevinçlerine değil üzüntülerine<br />

de ortak olur ve karşılığını görürlerdi. Nitekim<br />

Beyzade Mehmet’in vefatında 2. Beyazıta mersiye<br />

takdim edenlerden Şehdi’ye 1500, Revani’ye<br />

200 ve Cevheri’ye 300 akçe verilmişti. Keza 3<br />

yıl sonra Şehzade Mahmut ölünce mersiye sahiplerinden<br />

Sabayi’ye 1500, Keşfi’ye 500, Sâilî’ye<br />

ise 200 akçe takdir edilmişti. Caizelerin farklı<br />

oluşu hem şairin şöhretine hem de takdim edilen<br />

şiirin kalitesine bağlıydı. Zati yukarıda bahsi<br />

geçen hâdisede 2. Beyazıda sundugu gazeldeki<br />

şu beytin hükümdar tarafından pek beğenildiğini<br />

belirtir:<br />

Geldi ol zühd libasını kaba ettirici<br />

Zahida hırkaya çek başını manend-i keşef<br />

Herhalde sultan kaplumbağaya benzetilen<br />

sofunun kendisini bile baştan çıkaracak kadar<br />

güzel olan sevgiliden korunmak için hırkasını<br />

başına çekmesini ilginç bulmuş olmalı ki bu beyti<br />

okuyunca takdirini:”Dünyada mana tükendi<br />

derler. Vallahi mana katiyyen tükenmez. Dünya<br />

hüner doludur, hüner onu bulmakta” şeklinde belirtmiş<br />

ve mükâfat olarak şaire Bursada bir tevliyetin<br />

gelirini tahsis etmiş. Yine Zati, Yavuz’a<br />

sunduğu bir kasidesi karşılığında da bir köyün<br />

geliriyle ödüllendirilmişti. Sadece sultanlar değil<br />

dönemin belli başlı devlet adamlarının da şair<br />

ve şiirden anlar kimseler olmaları şiirin daima<br />

takdir görmesini sağlamıştır.( bkz. M.İ sen ve<br />

A.F.Bilkan, Sultan Şairler, Akçağ,1998)<br />

Şiirin takdim şekli<br />

Kaynaklarda şiirlerin takdim şekli ile ilgili<br />

bilgilere de tesadüf edilmektedir. Bunlardan anlaşıldığına<br />

göre kasideler iki türlü takdim edilmekte<br />

idi, ya bizzat huzurda okuyarak ya da göndererek.<br />

Mesela Amasyalı Mihri Hatun, Divanı’nı saraya<br />

göndermiş ve 3000 akçe almıştı. Daha sonra<br />

gönderdiği bir kasidesi de aynı değerle karşılık<br />

görmüştü. Kanuni dönemindeki iki düğünde de<br />

şairlerin kasidelerini huzurda bizzat okudukları<br />

biliniyor. Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde<br />

kaside okumakta yaşı itibarıyla Zatiye öncelik<br />

tanındığı bilahare yine yaşlı şairin tavassutu ile<br />

çırağı olan Fazli’nin huzura alındığı Hasan Çelebi<br />

tarafından bildirilmektedir. Böylece şairlerin<br />

birer birer içeri alındıkları anlaşılmaktadır. Tezkireler<br />

arasında konuyla ilgili en zengin bilgilere<br />

Âşık Çelebi’ de tesadüf etmekteyiz. O, kendi<br />

53<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ağzından Zati’nin şairlik macerasını naklediyor.<br />

Şair burada devlet ricali ile olan şiir meclislerini,<br />

aldığı caizeleri, şair dostlarıyla meyhane maceralarını<br />

canlı ve samimi bir üslupta anlatmaktadır:<br />

“Merhum padişah (2. Beyazıt) yılda üç kez<br />

kaside vermemi emrettiler. Birisini nevruzda<br />

verirdim ve birer kaside de bayramlarda verirdim.<br />

Nevruzda iki bin akça caize ve her bir<br />

bayramda bir yüzü ipekli bir yüzü yünlü kumaş.<br />

Birçok yıl o caize ve yıllık ile geçindim.” (Kalpaklı,<br />

6) (..) “Vezirlerin toplantılarına gider ve<br />

özel sohbetlerine girer oldum. Hersekzade de<br />

çok merhamet ve mürüvvet ederdi. Ve genellikle<br />

benimle içki sohbeti yapardı. Ben de mansıp<br />

hevesinde ve deftere kaydolup bir maaşa bağlanma<br />

derdinde olmadığımdan Padişahın yıllığı ve<br />

Ali Paşa’nın ve Hersekzade’nin her zaman yaptıkları<br />

büyük bağışlarla ve Kazasker olan Hacı<br />

Hasanzade ve Müeyyedzade’nin bir sebebe bağlı<br />

olmayan lütuflarıyla ve Nişancı Tacizade Cafer<br />

Çelebi’nin beni hiç de bıktırmayan caizeleriyle<br />

müreffeh bir hayat sürüyordum ve hiçbir yere<br />

bağlı olmamaktan dolayı da başım dinç idi. (...)<br />

Sonra oradan birlikte gidip Tacizade’yi selamlardık.<br />

Bazen merhaba ve gönül alıcı sözlerle ve<br />

bazen da ilettiğimiz şiirleri beğenip onları övmekle,<br />

bazen da hediye ve bahşişlerle ve bazen<br />

da bizi de alıkoyup yemek ve içkiyle ganimetlenip<br />

ve nimete dalmış olarak evli evine veyahut<br />

da sevdiğimizin semtine giderdik.” (Kalpaklı,7)<br />

Şair daha sonra padişahın gazel istemesi üzerine<br />

dönem şairlerinin yeni gazellerini padişaha takdim<br />

ettiklerini, bunları gözden geçiren sultanın<br />

kendisinin-yukarıda bahsi geçen- fe redifli gazelini<br />

çok takdir ederek:“Elbette Zati’ye mansıp<br />

versinler.”diye Hüseyin Ağa’ya buyurduğunu<br />

bildiriyor. (Kalpaklı, 8)<br />

Şiir mahfilleri ve adabı<br />

Osmanlı toplumunda ilk şiir zevkinin aile<br />

çevresi ve akrabalar marifetiyle edinildiği ve bu<br />

ortamın şair adayı için çok zaman bir nevi mektep<br />

görevi ifa ettiği söylenebilir. F. Köprülü, Fatih<br />

devrinde İstanbul’da henüz şairlerin toplanıp<br />

sohbet edebileceği edebî mahfiller -bozahaneler,<br />

mesire yerleri, hankahlar vs.- oluşamadığını bu<br />

bakımdan belli bir edebî geçmişe sahip olan bazı<br />

sair şehirlerin - Bursa, Edirne, Manisa, Aydın,<br />

Amasya vs.-daha şanslı olduğunu, buralarda şairlerin<br />

müzikli ve içkili toplantılarda bir araya<br />

geldiklerini söyler. (G. Tekin,183) Fatih dönemindeki<br />

dört önemli şiir çevresinin dağılımı da<br />

bu durumu göstermektedir: 1. İstanbul’da Adni<br />

mahlasıyla şiirler yazan Mahmut Paşa etrafındakiler.<br />

2. II. Beyazıt’ın sancak merkezi Amasya’da<br />

bulunanlar. 3. Konya’da Şehzade Cem’in etrafındakiler.<br />

-Bunlardan bir kısmı Cem’le birlikte<br />

Avrupa’da da bulunmuşlardır- 4. Fatih’in çevresindeki<br />

30 kadar şair daha sonra devrin üstadı<br />

Ahmet Paşa’nın Bursa’daki evi de şiir mahfili<br />

olacaktır. (G.Tekin,184-185) Kaynaklarda, kültür<br />

başkenti olmasından sonra İstanbul’da bazı<br />

yüksek şahsiyetlerin evlerinde kurulan, haram<br />

ve yasak olmasına rağmen rahatlıkla devam edebilen<br />

içkili şiir meclisleri ve katılanlar hakkında<br />

bilgiler vardır. Fakat şairlerin asıl buluşma<br />

yerleri İstanbul’un belirli yerlerinde erbabının<br />

bildiği meyhanelerdi. Kanuni’nin 1563 yılında<br />

şarabı yasak etmesi ve şarap getiren gemileri<br />

Galata önünde yaktırması, dönemin birçok şairi<br />

tarafından esefle karşılanmıştır. Nitekim kısa<br />

süre zarfında yasak unutulmuş ve durum tekrar<br />

eski hâlini almıştır. İpekten, 16.asır Tezkirelerinin<br />

içki müptelası olduğunu haber verdikleri<br />

bazı şairler üzerinde de duruyor. Bunlardan Fatih<br />

devri şairlerinden Melihi sarhoşlukla meşhurdu.<br />

İran’dan döndükten sonra meyhanelerden çıkmaz<br />

olmuştu. Fatih, bu kabiliyetli şairi kurtarmak istemiş<br />

ve onu içkiye yemin ettirmişti. Ne var ki bir<br />

müddet sonra şair yine Tahtakale’de sarhoş olarak<br />

bulunmuş ve yapılan sorguda şairin yeminini<br />

bozmamak için şarabı şırınga ettirdiği anlaşılınca<br />

padişah onu kendi hâline bırakmıştır. Hadım<br />

Ali Paşa’nın divan kâtibi olan Mesihi (-1512) de<br />

aynı şekilde sarhoşluğu ile nam yapmıştı. Paşa<br />

ne zaman aratsa onu kalemde bulamaz, adamlar<br />

gönderip Tahtakale meyhanelerinden getirirdi.<br />

Sadrazam İbrahim Paşa tarafindan öldürülen<br />

Trabzonlu Figani Ramazan (-1526) bir serkeşliği<br />

üzerine Halep Beylerbeyi Üveys Paşa tarafından<br />

hadım ettirilen ve adı Kız Memi kalan Sihri, sarhoşluğundan<br />

kinaye olarak Işreti mahlasını kullanan<br />

ve Kanuni tarafından oğlunu içkiye alıştırdığı<br />

gerekçesiyle sürülen Şehzade Beyazıd’ın<br />

nedimi Mustafa İşreti (-1567), Can Memi lakabıyla<br />

bilinen Sani (-1587) sarhoşluklarıyla tezki-<br />

54<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


elere konu olmuş şairler arasındadır. ( İpekten,<br />

ODŞÜM, 224-28)<br />

Samimiyet noksanı<br />

Eski şiirin en fazla tenkide maruz kalan türü<br />

kasideler ve hususen methiyelerdir. Gölpınarlı<br />

şairlerimizi övgüsünde de yergisinde de gayrisamimi<br />

bulur. Ona göre, Fuzulinin Şikâyetname’si,<br />

Taşlıcalı Yahya’nın Şehzade Mustafa Mersiyesi<br />

yahut Ruhi’nin Terkib-i Bend’indeki tenkitler bu<br />

uzun edebiyattaki nadir zayıf örneklerdir. Buna<br />

karşılık edebiyatımızda methiye pek fazladır ve<br />

övülen kim olursa olsun hepsi aynı vasıflarla<br />

övülürler. Öyle ki şair söylemese övdüğü kişinin<br />

mesleği bile anlaşılmaz. (Gölpınarlı,63-64) Son<br />

yıllarda caize üzerine yapılan kapsamlı bir çalışma,<br />

caize hakkında eskiden beri söylenen bu<br />

yargıların kimisini tasdik kimisini de tashih eder<br />

niteliktedir. (Güler: 2010)<br />

Çeşitli vesilelerle şiir takdim etme ve açıkça<br />

bazı taleplerde bulunarak caize koparma gayretlerinin,<br />

bilhassa son asır larda bu işin âdeta dilencilik<br />

seviyesine düştüğü bizzat dönem şairleri<br />

tarafından da ifade edilmektedir. “Kıymet-i şi’ri<br />

eden himmet-i şâir gibi pest / Şâi rin meskenet-i<br />

câize-cûyânesidir” beyti bu hususu anlatır. Hicviyelerde<br />

ve nasihat kitaplarında da bu duruma işaret<br />

edildiği görülür. Nitekim Sünbülzâde Vehbî,<br />

oğlu Lutfiye nasihat için yazdığı “Lutfîyye”de<br />

bu şairleri. “Sözleri bir çü rük akçe etmez /Caize<br />

almasa kalkıp gitmez” beytiyle tasvir eder ve bu<br />

du ruma düşülmemesi gerektiğini belirtir. Aynı<br />

şair “sühan” redifli kasidesinde de, “Nice nâehl-i<br />

gedâ-tiynet ü sâil-meşreb / Cerri sermâye<br />

eder eylese imlâ-yi sühan” diyerek işi bu derecede<br />

ayağa düşürenleri yerer. (Uzun.VII:28)<br />

Gerek kendi döneminde gerekse yeni edebiyat<br />

döneminde çokca tenkit edilen caize meselesine<br />

farklı yaklaşanlar da olmuştur. Söz gelimi<br />

caizeyi yazılan eserler karşılığında devlet<br />

büyüklerinden alınan bir nevi te lif ücreti olarak<br />

yorumlayanlar olduğu gibi abartılı övgülere de<br />

farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Söz gelimi<br />

S.Eyüboğlu’na göre:”Divan edebiyatında methiye<br />

bir şiir kalıbı, bir ibda vesilesidir. Kasidelerde<br />

methedilen paşalar, muhteşem bir türbede yatan<br />

ölüler gibidir. Karşısında ürperdiği bir abidenin<br />

kim için dikildiğini düşünmek, bedii bir endişe<br />

değildir. Kasideyi mevzua esir olmayan saf bir<br />

sanat hamlesi olarak görmek lazımdır.” (Kahraman<br />

,318) Vasfi Mahir‘e göre bu husus aksine<br />

eski şiirin büyük taraflarındandır: “Hele Nefi’ye<br />

sanat âleminin tanrısı derim. Onun eserleri, falan<br />

veya filan padişaha kaside değil, Türk ruhu<br />

denen sonsuz denizin dalgalanışı ve sanat adlı<br />

güneşin ışığıyla renklerini canlandırışıdır... Büyük<br />

sanatkârlık gururunu ve onun iç âlemlerini<br />

dünyada Nefi kadar hiç kimse anlatamamıştır.”<br />

(Kahraman,319<br />

Saray ve Dil<br />

Yukarıdan beri klasik şiirin sarayla irtibatı<br />

hakkındaki bilgileri özetlemeye çalıştık. Şimdi<br />

de klasik şiir dilinin teşekkülünde sarayın etkisi<br />

konusunda kısa bir hülasa yapalım. Divan<br />

şiirinde kullanılan dil Türkçenin tarih içindeki<br />

uzun bir yürüyüşten sonra ulaştığı olgun bir<br />

merhaleyi temsil eder. Rothacker, bir kültürün<br />

kendisi ve dünya karşısındaki tavrının en iyi ifade<br />

alanı olarak dili görüyor: “Bir insan topluluğu<br />

ile bu topluluğun şuur muhtevası arasındaki<br />

bu kanuni münasebeti, en iyi şekilde onun dilini<br />

inceleyerek anlayabiliriz. Herhangi bir dilin<br />

sözlüğü bize realitenin bütünü içinde nelerin özel<br />

bir kelime ile tespit edilecek kadar dikkate değer<br />

olduğunu gösterir.” (Rothacker,59 ) Türkçenin<br />

tarih içindeki seyri boyunca kelime kadrosunu<br />

ve bu kadroyu teşkil eden kelimelerin cinsleri<br />

ile dilin belli alanlardaki tercihlerini takip etmek<br />

Rothackeri doğrulayacaktır. Orta Asya’da<br />

komşularıyla oldukça sınırlı münasebetleri olan<br />

Türk toplumunun dili de bu duruma uygun olarak<br />

oldukça saf ve millîdir. Aksan’ın bildirdiğine<br />

göre bu dönem dilinde mevcut yabancı kelime<br />

yüzdesi %1 civarındadır ve bu yabancı unsurlar<br />

da daha çok Çin menşelidir. Yabancı kültürlerle<br />

sık ilişkilerin kurulduğu Uygur dönemi metinlerinde<br />

yeni dinî kavramları karşılamak üzere<br />

birçok yabancı kelimenin ithal edildiği görülür.<br />

(En fazla %10-12). İslamî Türk edebiyatının<br />

ilk verimlerinde yabancı kelime sayılarının<br />

oldukça mahdut olmasına karşılık zaman ilerledikçe<br />

durum Türkçe kelimelerin aleyhine<br />

işlemeye başlamıştır. Atabetü’l-Hakayıkt’a bu<br />

oran %20, Yunus Emre’de %13, Âşık Paşa’nın<br />

Garibname’sinde %20, Mevlitte %26, Baki’de<br />

55<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


%65, Nefi’de %60, Nabi’de ise %54’dür. (Aksan,<br />

59) Dildeki değişmelerin kültürel ve siyasi<br />

değişmelerle ilgisi üzerinde Gönül Tekin’in de<br />

oldukça ilgiye değer tespitleri bulunmaktadır:<br />

Söz gelimi Orhan Beğ’e ait bir Mülkname ile Fatih<br />

Kanunnamesi’nden bir metnin karşılaştırması<br />

bu iki devir arasında gerek dilin sadeliği gerekse<br />

ustalık bakımından köklü bir fark olduğunu<br />

derhal göstermektedir. Klişe inşa ibareleri ikinci<br />

metinde yerine oturmuştur. (Tekin,169) Daha evvel<br />

Ahmed-i Dai’nin pek eksik Teressülü dışında<br />

konuyla ilgili eser yokken bu devirde yazışma<br />

usullerini gösteren Menahicü’l-inşa adlı kitap<br />

telif edilmiştir.Yahya bin Mehmet el-Katib’e<br />

ait olan eserde resmî, incelmiş, süslü yeni bir<br />

inşa uslubu yaratılma yolundadır. (G.Tekin,170)<br />

Diğer taraftan Arapça ve Farsçanın öneminin<br />

arttırması da sosyal değişmelere paralel olarak<br />

gerçekleşmiştir. Fatih, Arapçayı devletin resmî<br />

yazışma dili olarak kabul etti. Böylece Beylikler<br />

ve Fatih’e kadar Osmanlı döneminde önem kazanan<br />

Türkçenin yerine Arapça ilim dili olarak<br />

ehemmiyet kazandı. Önceleri Arapça eserler<br />

istinsah edilirken bu dönemde Arapça telifler de<br />

mevcuttur. (Tekin,176) Tekine göre; “Bu faaliyet<br />

Fatih’in cihanşumul bir imparatorluk kurma<br />

idealiyle yakından ilgilidir.“ (G.Tekin,177)<br />

“Başlangıç ve bitirişlerde, yazılan müesseselere<br />

ve kişilere hitaplarda belli formüller kullanılan,<br />

İstanbul’un fethiyle değişen psikolojiyi aksettirecek<br />

biçimde daha gurur dolu, ihtişamlı sıfatlarla<br />

yazılan, Türkçenin anlatmaya kâfi gelmediği birçok<br />

durumlarda, Farsçanın veya Arapçanın resmî<br />

yazışma geleneğinden gelen tâbir ve formülleri<br />

kullanan yeni bir inşa dili oluştu.” (Tekin,168)<br />

Sonuç olarak, bütünüyle saray etrafında teşekkül<br />

etmiş ve saray tarafından yönlendirilen edebî<br />

bir gelenek olarak tarif etmeyi doğru bulmamakla<br />

birlikte hiçbir edebî anlayışın kendi devrinin<br />

sosyal şartlarından bağımsız olamayacağı gerçeğine<br />

uygun olarak Divan şiirinin de çağın şartları<br />

gereği sarayla ilişkisinin zorunlu ve şumullü bir<br />

ilişki olduğunu teslim etmek icap eder.■<br />

______________<br />

1-Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara<br />

1995(Aksan)<br />

2-Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK.1982<br />

3-Çavuşoglu,Mehmet, “16.Yüzyılda Divan Edebiyatı-<br />

Divan Edebiyatında Şiir Kavramı”,ODŞÜM, 208-17<br />

4- Dilçin, Cem, “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan<br />

Şiiri”, Ankara 24-27Eylül, 1993, 3 Uluslar Arası Türk<br />

Kültürü Kongresi Bildirisi (Dilçin)<br />

5-Edman, Irwin, Sanat ve Insan,(çev. Turhan<br />

Oğuzkan), M.E.B. Yayınları,Istanbul 1998(Edman)<br />

6-Erbay, Dr. Erdoğan, Eskiler ve Yeniler ,Akademik<br />

Araştırmalar, Erzurum 1997<br />

7-Gölpınarlı,A, Divan Edebiyatı Beyanındadır,<br />

İstanbul 1945 (Gölpınarlı)<br />

8-Güler,Kadir ve Yaşar,Kerim; Divan Şiirinde Câize,<br />

Ankara 2010<br />

9-İpekten, Haluk,“Divan Şairlerinin Toplantı Yerleri<br />

:Meyhaneler“, ODŞÜM, s.224-28<br />

10-İsen, M. ve Bilkan, A.F.,Sultan Şairler,<br />

Akçağ,1998<br />

11-İsen ,M, Ötelerden Bir Ses ( “Aruzun Anadoludaki<br />

Gelişme Çizgisi/“Osmanlı Kültür Coğrafyasına<br />

Bakış”/“Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”/<br />

Divan Şairlerinin Mesleki Konumları”Bahisleri),Akçağ<br />

Yay. Ankara, 1997<br />

12-Kahraman,Yard.Doç.Dr. Mehmet, Divan Edebiyatı<br />

Üzerine Tartışmalar İstanbul 1996 ,(Kahraman)<br />

13-Kalpaklı,Mehmet, Kendi Dilinden Zatinin Şairlik<br />

Macerası, (Aşık Çelebi Tezkiresinden Sadeleştiren<br />

M.Kalpaklı) ODŞÜM, s.6-8<br />

14-Köprülü, M.F,“Türk Edebiyatı Tarihinde Usul“,<br />

Edebiyat Araştırmaları, TTK. Basımevi, Ankara 1986<br />

s.3-47 (Köprülü, Usul)<br />

15-Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, 8.<br />

Baskı, Istanbul 1991 (Moran)<br />

16-Muller,Joseph-Emile, Modern Sanat, Çeviren :<br />

Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, Istanbul 1972 (Muller)<br />

17-Namık Kemal, « Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı<br />

Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir », Yeni Türk Edebiyatı<br />

Antolojisi ,(Haz.M.Kaplan vd.) Istanbul 1978,S.183-92)<br />

ODŞÜM, s.19-24<br />

18-Okuyucu,Cihan, Divan Edebiyatı Estetiği, Kapı<br />

Yay. İstanbul 2010<br />

19-Rothacker, Erich, Tarihte Gelişme ve Krizler,<br />

İstanbul 1955 Çevirenler: H. Batuhan ve Nermi Uygur<br />

(Rothacker)<br />

20 Tanpınar,A. H, 19.Asır Türk Edebiyati Tarihi,<br />

7.Baskı, İst. 1988 (Tanpınar, 19.Asır)<br />

21-Tarlan,Prof.Dr. A.N. Edebiyat Meseleleri , Ötüken<br />

Yay. İst. 1981 (Tarlan )<br />

22-Tekin, Gönül, Fatih Devri Türk Edebiyatı İstanbul<br />

Armağanı (Tarihsiz) ,s.161-235 (G.Tekin)<br />

23-Tekin, Şinasi, “Eski Türkçe” , Türk Dünyası El<br />

Kitabı, T.K.A.E. Ankara 1976 s.142-92 (Tekin)<br />

24-Uzun, Mustafa, “Câize”, DİA. VII:28-29<br />

25-Ülgener,F.Z.,”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet<br />

Dünyası”,Der. Yay. İstanbul 1981<br />

26- Wellek, R. - Warren, A. Edebiyat Biliminin Temelleri,<br />

Çeviren Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve<br />

Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983 (Wellek )<br />

56<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Gece'nin günlüğünden<br />

NECATİ KANTER<br />

Salına salına yürürken siyah paltosu savrulur, inanılmaz bir haz duyardı yüksek dağların<br />

bu serin rüzgârlı havalarında. Oysa ne gezinmek ne de avlanmak için çıkmıştı uzun,<br />

belki de dönüşü olmayan ölümcül bir yolculuğa. Alışmıştı gerçi vahşi yaşam koşullarına; ama<br />

kolay mı bu karlı dağları aşabilmek!<br />

Mağaranın üzerindeki dağlara ilk kar düştüğü günün gecesi geri dönmemişti Gece’nin anası.<br />

Ne o gece ne de ondan sonraki günler ve geceler. Bir daha aramamıştı ardında bıraktığı körpecik<br />

yavrularını. Aç kalmışlardı, susuz kalmışlardı. Günlerce hatta aylarca kendi dilleriyle dualar<br />

edip analarını çağırmışlardı. Ama dönmemişti “Kara Mağaranın Kara Kedisi.” Gün geldi,<br />

yavru kediciklerin ağabeyleri Gece de terk etti doğduğu mağarayı. Arkasına bakmadan. Dağlara<br />

vurdu kendini bıçak gibi kesen rüzgâra aldırmadan.<br />

Gün ağarırken esinti yavaşlamış, yağış durmuştu. Ağırlaşmıştı siyah paltosu Gece’nin. Islak<br />

teninde bir ürperti duydu. Güneş önce dağlara sonra ovaya vurdu. Ağır ve temkinli adımlarla<br />

ak karlar üzerinde yürürken kara bir leke gibiydi. Ağaçlar çıplak. İskelet görünümünde. Kavak<br />

ağaçlarının tepelerine rüzgâr vurunca dallar ufak ufak sallandı. Uzaklarda bir servi ağacının en<br />

uç tepesine tüneyen bir karga gördü. Bir süre takılı kaldı bakışları. Anasının anlattıkları geldi<br />

aklına. “Karga, gündoğumunda doğuya doğru gaklarsa bu bir tehlike alarmıdır” demişti. Kulak<br />

kesildi, sorun yoktu, gülümsedi. Sıcak rüzgârların estiği vadiye doğru usul adımlarla yeniden<br />

koyuldu yola. Açlıktan gözlerinin karardığını, karnının guruldadığını duyumsadı. Avlanmalıyım,<br />

dedi, karnımı doyurabilmek için. Güçlü olmalıyım. Kanlı canlı. Ne bulursam; çekirge,<br />

örümcek, kuş böcek… Ne çekirge ne örümcek ne kuş ne de börtü böcekle karşılaştı yol boyunca.<br />

Böcekler susmuş, uğultular kesilmiş, hâlâ uyanmamışlar kış uykusuna yatan canlılar. Bastı-<br />

57<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ğı yerlerde görüp görebildiği tek canlı kardelenlerdi; o da derdine derman olmaktan çok uzaktı.<br />

Aşağılara indikçe karların eridiğini, baharı muştulayan güzel kokulu nevruz çiçeklerini gördü;<br />

daha da aşağılarda yeşil otların arasında sarı, kırmızı, pembe, mor çiçekleri görünce, gözleri<br />

ışıldadı. Oynamak, hoplayıp zıplamak geldi içinden, ama yorgundu, dahası açtı. Hani insanlar<br />

derlermiş ya, “Aç ayı oynamaz!...” Bulurum elbet bir şeyler, dedi.. Kayalar üzerinde yorgun<br />

argın ilerlerken birden ağaçlarla süslü sık bir ormanın içinde buldu kendini.<br />

Çamların arasında gezinen sincaplar, sarıkuyruk kuşları, ibibikler, yelpaze kuyruklar, bıçak<br />

gibi kesen ağaçkakanlar, su birikintilerinde pinekleyen sarı göbekli kurbağalar. Daha da<br />

yükseklere tırmanan maymunlar, cıvıldaşan sarı gagalı dağ kırlangıçları, sığırcıklar, güvercinler,<br />

keklikler, adını bilmediği onlarca kuş... Kertenkeleler, yılanlar, kaplumbağalar, geyikler,<br />

sansarlar, tilkiler, kurtlar, domuzlar, az da olsa, kaplanlar, aslanlar, sırtlanlar… Artık aç kalma<br />

korkusu kalmamıştı Gece’nin; ancak bu vahşi ormanda yırtıcı hayvanlardan korunmak da pek<br />

kolay olmayacaktı. O gün rahat rahat açlığını ve susuzluğunu giderdi, oh be dünya varmış, dedi.<br />

Hatta sırf eğlence olsun diye bir sincabın peşine düşüp ağaçlara tırmandı; yakalayamadı tabi.<br />

Bir tarla faresiyle oynaştı. Havada yakalamak istedi bir serçe kuşunu. Az ötede havlayan bir<br />

köpek limon sıkmıştı Gece’nin keyfine.<br />

Gölgeler uzanırken ormandan çıkıp dere tepe demeden yürüdü. Yüksek, engebeli bir dağa<br />

tırmandı. Alıç ağaçlarının gölgesinde soluklandı, dağ lalelerinin kızıllığında yürürken kekik<br />

kokularıyla hayaller âleminde gezindi. Kediler ülkesine varıp kısa zamanda krallığını ilan edeceğini,<br />

ilk icraatının da kedi köpek kavgalarının sonlandıracağını düşledi. Gün döndü, akşam<br />

kızıllığı ufukta görününce sevindi. Daha çabuk, daha rahat, daha emin, daha tehlikesiz aşabilecekti<br />

bu sarp, bu vahşi kayalıkları. Karanlığa karıştı. Bütün gücünü gözlerinde toplamaya<br />

çalıştı. Dikine elips biçiminde olan gözbebeklerinin karanlıkta uzakları daha iyi görebilme<br />

avantajını kullanacaktı. Gece yürürken emniyette hissediyordu kendini. Kulaklar radar, gözler<br />

ışıldaktı. Gök yıldızlı; derinlere doğru Büyükayı, Küçükayı, Yedikardeşler, Samanyolu, küme<br />

küme, tek tek, iç içe küçük pırlanta serpintiler aklını başından aldı. Tepelerin üstüne akan bir<br />

yıldıza baktı, anasının anlattığı yıldızlı öyküleri anımsadı.<br />

Derin bir vadiden geçerken kayaların arasında küçük canlılarla beslenerek devam etti yoluna.<br />

Sağında solunda kaçışan hayvancıkların çalıların arasında çıkardıkları hışırtılı sesleri duymak<br />

hoşuna giderdi Gece’nin. Spor olsun ya da sırf eğlenmek için bu küçük yaratıkların üzerinden<br />

hoplamak, onları ürkütmek, korkutmak, inanılmaz bir eğlence ve neşe kaynağı olurdu ona.<br />

Ama bu yolculuk yormuştu onu; galiba biraz da keyifsizdi. Saatlerce yürüdü. Aşağılara indikçe<br />

ılık bir bahar kokusu çarpıyordu yüzüne. Rüzgâr kokularının arasında tanıdık bir koku geldi<br />

burnuna. Durdu, havayı kokladı; bir kedi kokusu bu. Anası olabilir mi Bıyıklarını, burnunu<br />

titretti. Dört bir yana savrulan incecik koku zerreciklerinin tümünü kavrayıp özümleyebilmek<br />

için gerekiyordu bu. Sonra birden yokuşun başında kıvrılıp aşağıya doğru indiği noktada gördü<br />

onu. Yaprakları patlamaya hazır ardıç ağaçlarının birinin altında acı acı miyavlayıp kıvranan<br />

dişi bir yaban kedisi!... İyice yaklaştı, gözlerinin içi hardal renginde, uzun kuyruklu, kibar<br />

denilecek kadar ufak kulaklı, siyah alacalı mantosu, hoş görünüşlü, top başlı, birazcıkta tombuldu.<br />

Görünürde bedeninin herhangi bir yerinde yara bere yoktu ama kesik kesik öksürerek<br />

kan kusuyor, can çekişiyordu zavallı kedicik! Belli ki vahşi bir hayvanın hışmına uğramıştı.<br />

Bir yılan olabilirdi. Zehirli. Daha da yaklaşınca darbeyi burnundan aldığı açıkça görülüyordu.<br />

Kesin kardeşlerimin de kanına giren zehirli engereklerden biri olmalı, diye düşündü. Bu zarif<br />

hanımefendiye yardım edememenin ezikliğini yüreğinde duyumsadı Gece! Yardım edebileceği<br />

bir şeyin olmadığını anlayınca da veda edip yoluna devam etmek zorunda kaldı.<br />

58<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Köpük köpük akan bir nehrin üzerine kurulmuş tahta köprüden geçerken gün ağarmak üzereydi.<br />

Hafif bir rüzgâr esti batıdan, pamuk gibi demet demet bulutlar uçuştu mavi gökyüzünde.<br />

Yüksek bir kavak ağacının tepesine tüneyen kargaya takılı kaldı gözleri, bu bir alacakargaydı;<br />

durdu. Anasının öğütleyici munis sesini duydu. “Karga sabahın seherinde gündoğumunda batıya<br />

doğru gaklarsa o gün yoluna çıkacak olan engelleri aşabilmek için tedbiri elden bırakma!”<br />

Gaklamıyordu karga. Üstelik de başını ayakuçlarına doğru eğmiş miskin miskin düşünüyordu.<br />

İnsanların ilginç bir sözü geldi aklına; “Kılavuzu karga olanın …”<br />

Mart ayının son günleri! Havalar birazcık serin geçse de; ortalık güllük gülistanlık! Yemyeşil<br />

tarlalar, otların arasında hışır hışır böcek sesleri… Meyve ağaçlarının çiçekli dallarında<br />

uçuşan arılar, kelebekler, kavak ağaçlarının yükseklerinde yuva yapan, kuşlar, boz bulanık akan<br />

dereler, çaylar, doğadaki tüm canlılara yaşam sevinci veren göçmen kuşların sılaya dönüşleri…<br />

Hele bir de kan kırmızı gelincik tarlalarının ortasında yürürken usul usul esen bahar rüzgârının<br />

Gece’nin gece rengindeki yumuşak tüylü paltosunu okşayışı, çevresinde tavşanların koşuşmaları,<br />

altın kanatlı kelebeklerin uçuşu, çiçekten çiçeğe konan balarıları, zıp zıp zıplayan çekirgeler,<br />

ağını örmenin mutluluğunu yaşayan bir örümcek… Bütün bu güzellikler Gece’nin neşesine<br />

neşe katmaya, onu mutlu etmeye yetiyor; ama yine de bir “yabankedisi”nin yanında olmayışına<br />

hayıflanıyordu. “Mi-ya- vuu!” dedi, aklına ne geldi bilinmez; hınzırca gülümsedi.<br />

Bodur ağaçlı dar bir keçiyoluna girdi. Ağır ve temkinli adımlarla yürürken, İnsanların oturdukları<br />

meskûn mahalde daha dikkatli olmalıyım, dedi. Bir sapak çıktı önüne. Bunu fırsat bilen<br />

Gece, kara kurbağası gibi sıçradı, kalın bir söğüt ağacı kütüğünün üzerinde sincap gibi<br />

ayakları üzerine durdu. Arka ayakları üzerine çöktü, soluklandı. Yönünü tayin edebilmek için<br />

uzun kavakların tepelerinde gezindi gözleri; yoktu karga ne alaca ne kara! Canı sıkıldı. Hay<br />

senin gibi kılavuzun!... Altıncı duyusuna pek güvenirdi; zaten genlerinde vardı bu yetenek.<br />

Artık daha fazla düşünmeden güneye doğru inen ince bir yola saptı; önünde taşlık kaygan bir<br />

yol. Daha birkaç dakika bile ilerlememişti ki, ortalığı velveleye veren bir alacakarganın çirkin<br />

sesiyle irkildi; yüreği ağzına geldi Gece’nin. Hı, bülbülü taklit etmeye çalışırsan işte olacağı<br />

bu işte. “Gaaak.. gaaak… gaaak!” Yani şimdi bu bir tehlike sinyali mi diye aklından geçirmişti<br />

ki, sık çalılıklar arasından çıkıp kayalıklara doğru süzülen bir yılan gördü. Upuzun; kalın, kızıl<br />

bir sicim!.. Engerekti bu. Göz göze geldiler. Yılan durdu, Gece durdu. İstese çekip gidebilirdi.<br />

Ama öyle olmadı. İki kardeşini de zehirleyip öldüren bu soyu kuruyasıcalar değil miydi Gün<br />

intikam günü! Avcılıkta kedilerin en büyük özellikleri sabır, temkin, surattı! Hele Yaban Kedilerinde!..<br />

Sindi, bekledi. Ön patileri üzerinde yaylandı. Uzun uzun bakıştılar. Ayın şavkı kaya<br />

üzerindeki yılanın kızıllığını daha bir belirginleştirmişti. Kımıltısız duruşunun korkudan mı<br />

yapacağı hamleyi düşündüğünden mi anlaşılması zordu. Bütün gücüyle pısladı Gece. Sırtı kamburlaştı,<br />

tüyleri kabardı; sivri dişlerini gösterdi. Tısladı yılan; diklendi, meydan okudu rakibine.<br />

Restini gördü Gece. “Mırrr, maaavvvv pıssss…” Arka ayakları üzerine şaha kalktı, sol patisini<br />

yüzüne siper etti, sağ patisi ile ağır ve temkinli darbelerle tokatlamaya başladı yılanının başını.<br />

Vücudunun neresini sokarsa soksun etkilemeyeceğini, ama burnuna gelecek olan en küçük bir<br />

zehir damlacığının bile kendisini anında yere sereceğini de biliyordu. Bir taraftan tokatlıyor<br />

bir taraftan da hasmının soktuğu yeri yalıyordu. Beklenmedik bir anda göğsüne yediği zehirli<br />

bir darbeyle sarsıldı, acı bir çığlık attı Gece. Gözlerinde şimşekler çaktı; yakıcı, acı veren bir<br />

elektrik akımı gibi bütün bedenini dolaştı, yüreğine saplanıp beyninin içinde yankılandı. Geri<br />

çekildi, yay gibi gerildi. Öyle bir nara attı ki Gece; “ Maaaavvvv!.. Mırrr, maaavvvv!.. pısss...”<br />

karanlığı yırtan bu çığlık karşı dağa çarpıp yankılanınca kendisi bile korktu. Diken diken oldu<br />

tüyleri. Bir anlık şaşkınlığından yaralanan Gece, sert bir tokatla sarsılan yılanın boğazına sivri<br />

59<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


dişlerini geçirdi, salladı, sonra da kaldırıp hızla karşıdaki granit bir kayanın üzerine savurdu.<br />

İki adım geriledi, ön ayakları üzerine gerildi bekledi. Kıvrandı yılan. Bir hamle daha yaptı<br />

Gece; yeniden ağzına alıp vurdu kara taşın üzerine. Devinimsiz kalan yılan umutsuzca kıvrandı,<br />

birkaç saniye sonra da düzensiz bir “S” şeklini alıp hareketsiz kaldı. Tıs yoktu Engerek’te!<br />

Derin bir soluk aldı Gece. Muzaffer bir eda takınarak kalın kalın miyavladı, ağır adımlarla<br />

tartıla tartıla yürüdü. Yüksek bir kayanın üzerine oturup güneşe karşı dinlenirken, bir yandan<br />

da yaralarını temizlemeye koyuldu. Bu arada gözleri yine kendisine kılavuzluk edecek olan bir<br />

“karga” arıyordu.<br />

Ağır ve temkinli adımlarla yürürken “Kara Mağara”da yaşadıkları o dayanılmaz uzun kış<br />

gecelerinde, güneşin dünyaya küstüğü günlerin soğuk ve ıssız aylarında hasta olmamak, hatta<br />

ölmemek için kardeşleriyle birbirlerine sarılıp koyun koyuna uyumadan önce nasıl da analarının<br />

memelerini şapur şupur emdiklerini düşündü. Tabi ki özlemişti O günleri. Kız kardeşlerinden<br />

Kartopu işi biraz abartarak anasının memesini emerken ısırdığı için nasıl da kuvveli<br />

bir şamar yemiş, bu ceza yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de zavallı kızcağızın o gece sabaha<br />

kadar aç susuz uyuduğu hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti Gece’nin. O soğuk dondurucu kış<br />

gülerini anımsayınca iliklerine kadar titredi. Ama “ Kara Mağaranın Kara Kedisi”nin anlattığı<br />

Afrika ülkelerinde çok bilinen bir söylence aklına geldi, ısındı.<br />

“Nuh’un gemisinde hayvanlar arasında birkaç domuz da vardı. Tepindiler. Geminin sallanmaması<br />

için Nuh onlara sakin olmalarını emretti. Domuzlar dinlemediler. Nuh sopayla vurdu;<br />

bunun üzerine domuz hırladı, burnundan bir fare meydana geldi. Bu arada aslan hapşırdı, bir<br />

kedi çıktı, farenin peşine düştü. Bunları gören deve öylesine güldü ki, gülmekten dudağı yarıldı.”<br />

Bir anda Nuh’un gemisinde fare kovaladığını düşlerken sıcacık bir tebessüm yeli esti<br />

Gece’nin gözlerinin önünde. Ailesiyle bir arada olduğu o soğuk günlerin sıcacıklığını yeniden<br />

yaşadı.<br />

Bir gölge düştü önüne. Başını kaldırdığında mavi gökyüzünün deriliğinde kapkara bir nokta<br />

gördü. Bir notacık! Yürüdüğünde yürüyor, durduğunda duruyor, koştuğunda koşuyor! Ayakuçlarına<br />

kadar düşen bu gizemli karanlık iyice tedirginleştirmiş, hatta korkutmuştu Gece’yi.<br />

Belleğini zorluyor, anasının anlattıklarından sinyaller almaya çalışıyor, ama gelmiyordu aklına<br />

bir şey. Bir tavşan fırladı önünden, ardından bir bıldırcın. Yıldırım hızıyla üzerine doğru inen,<br />

indikçe büyüyen bu kara lekeyi ayrımsamasıyla acı bir çığlıkla en yakın bir ağaca tırmanması<br />

bir oldu Gece’nin. Kıl payı atlattığı bu felaketin şokunu yaşarken koca bir kara kartalın pençesine<br />

aldığı bir nesneyi yüksek kayalıkların olduğu yöne doğru kanat çırparak yükseldiğini gördü.<br />

Yükseldi kartal, iyice yükseldi kapkara bir nokta gibi ufaldıkça ufaldı. Küçücük bir cisim düştü<br />

gökten kayaların üzerine, “çaaat!..” ardından kara kartalın süzülerek kayalara inişi! Merakını<br />

giderememiş olacak ki, el ayak çekilince dağa doğru yöneldi Gece. Kayalar üzerinde parçalanış<br />

bir kaplumbağanın kartal tarafından didik didik edildiğine tanık olmanın şaşkınlığını yaşadı.<br />

Dağ yüksekti. Sarp mı sarp, çetin mi çetin! Ama ne gam; hiç de pişman değildi bu yolculuğa<br />

çıktığına. Çektiği bunca zahmetin bunca yorgunluğun ödülünü almak pek o kadar da uzakta<br />

sayılmazdı. Aldığı kedi kokuları buralara kadar getirmişti ya onu. Varacağı nihai nokta bu dağın<br />

öte yakası olmalı. Bu kez acele etmedi Gece. Yolculuğunun keyfini çıkara çıkara, avlana avlana,<br />

kuş ve kemirgenlerle beslene beslene, ağaç kovuklarında, kaya oyuklarında dura dinlene devam<br />

etti yoluna. ■<br />

60<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


küçük ağrı<br />

kıyı kentin kalbinde ağır hasar<br />

çok fazla aç köpek<br />

çok fazla beyaz kadın<br />

sevmekten değil belki<br />

şiiri dize getiren mısralar yazmak<br />

uzak durulacak gibi değil hayat<br />

ne sevmeye vakit var ne yaşamaya<br />

sadık değil kimse kimseye<br />

besle büyüsün küçük ağrılar<br />

zaman yeni kahraman bekler<br />

kahraman turfa zamanlar<br />

yaşadık bitti mi yoksa<br />

sönmüş yıldızlar gibi hayat<br />

KALENDER YILDIZ<br />

61<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ADRESE TESLİM HÜZÜNLER<br />

ÇALAR KAPIMI<br />

Hayatı kullanma kılavuzunun ilk sayfasında<br />

Adın acılarıma dilaltıdır<br />

Ne zaman kutsamak istesem harfini<br />

Mürettibin elinde simli siyah<br />

Galvanize mutluluklar diyarından bir kadın<br />

Nazarları boncuksuz belirir sokağın başında<br />

Adrese teslim hüzünler çalar kapımı<br />

Alessabah<br />

Karşı rüzgârlar dadandı dışbükeyine hayatın<br />

Güneşsiz vakitlere bütün hazırlığımız<br />

Dövülecek bir şey kalmamıştır ömrün örsünde<br />

Kılıç kınında bir eyvah<br />

İncileri döküldü de saltanatın<br />

Evcilleşmedi bir türlü içimizdeki ceylan<br />

Kaçıp gider her yeşile<br />

Peşinde bir ah<br />

MAHMUT BAHAR<br />

62<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


MUSTAFA ÖZÇELİK<br />

"...hayat devam<br />

ediyor. Dünya ve<br />

insanlık yeniden<br />

şekilleniyor ama<br />

bu duruma müdahil<br />

olan kalemlerin<br />

sesi çıkmıyor. Bir<br />

önceki dönemde<br />

çok belirleyici<br />

ve etkileyici olan<br />

isimler ise âdeta<br />

unutturulmak<br />

isteniyor."<br />

Politik olanın dayanılmazlığı<br />

Edebiyat ve politika ilişkisinin nasıl, hangi<br />

bağlamda ve hangi düzeyde olup olamayacağı<br />

devirlere, edebiyatçılara göre değişiklik gösterir.<br />

Kimilerine göre edebiyat eserleri, politik<br />

olanı sanata taşımalıdır. Zira edebiyatın ve edebiyatçının<br />

dünyayı değiştirmek gibi bir işlevi de<br />

vardır / olmalıdır. Kimileri ise edebiyatın kendine<br />

mahsus yüksek/yüce amaçları vardır ve bu<br />

yüzden edebiyatçının politik bir gayesi / hedefi,<br />

olamaz / olmamalıdır, demektedirler.<br />

Bu tartışma süredursun, gerçek olan şudur<br />

ki, hemen her dönemde hemen her edebiyatçı<br />

bir şekilde politikanın içinde olmuş, edebî metinler<br />

gizli yahut açık bir dille politik görüşleri<br />

/ durum alışları da ifade etmişlerdir. Bu durum,<br />

aslında kaçınılmazdır. Edebiyatçı da bir toplum<br />

içinde yaşayan, olup bitenlerden etkilenen, toplumu<br />

hatta bütün insanlık adına geleceğe ilişkin<br />

tasavvurları olan bir insandır ve aslında öyle de<br />

63<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


olmalıdır. Burada mesele, edebiyatçının politika<br />

ile olan ilişkisinde sanat kurallarından taviz<br />

vermeden bunu yapıp yapmadığı yahut yapıp<br />

yapamayacağıdır.<br />

Hayat-siyaset bağlamında edebiyat<br />

Bu meseleye Türk edebiyatı / edebiyatçıları<br />

bağlamında baktığımızda hemen her dönemde<br />

edebiyat ve politika ilişkisinin var olduğunu<br />

görmekteyiz. Fakat bu ilişki Tanzimat dönemine<br />

kadar kesin ve belirli çizgilerle olmamıştır.<br />

Zira ortada yerleşik, toplumsal hayatla bu hayata<br />

yön veren değerler arasında uzlaşmazlık yahut<br />

çatışma fazlaca yoktur. Durum böyle olunca<br />

da edebiyatçının politik tavrı, ancak sistemin işleyişli<br />

esnasında ortaya çıkan kimi aksaklıkları<br />

eleştirmekle sınırlı kalmıştır. Diğer yandan Osmanlı<br />

toplumundan bilinen anlamıyla siyasi bir<br />

toplum olarak bahsetmek de mümkün değildir.<br />

Bu yüzden, o devirdeki şair ve yazarların olup<br />

bitenler karşısındaki tutumunu bugüne göre değil,<br />

o zamanın zihniyetine göre ele almak gerekir.<br />

Tanzimat’tan sonra ise edebiyat politika ilişkisinin<br />

çok ileri düzeylere vardığını, edebiyatla<br />

politikanın ayrılmaz, içe içe girmiş kavramlar<br />

olduğu görülmektedir. Çünkü karşımızda değiştirilmesi<br />

gereken bir sosyal, siyasal ve kültürel<br />

yapı vardır ve batılı edebiyatçıların bu konuda<br />

neler söyledikleri de artık bizim edebiyatçılarımız<br />

tarafından bilinmektedir. Üstelik gazete gibi<br />

politik yazıların yer aldığı bir iletişim aracı girmiştir<br />

dünyamıza. Dahası, Tanzimat edebiyatçıları,<br />

aynı zamanda birer devlet görevlisidir. İşte<br />

asıl olarak devletin içine düştüğü çöküntü karşısında<br />

neler yapılması gerektiği ve yeni bir sistemin<br />

inşasının gerekliliği edebiyatçı-politikacı<br />

bir neslin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.<br />

Bütün bunların sonucu olarak bu dönemde<br />

fikir, edebiyat eserlerinde başat bir kavrama dönüşerek<br />

öne geçer. Fikrin belirleyici olduğu bir<br />

edebiyatın ise hayattan, dolayısıyla politikadan<br />

uzak kalması düşünülemez.<br />

Durum böyle olunca da Tanzimat yazarlarıyla<br />

şöyle bir gelenek başlar: Edebiyatçı, sadece<br />

edebî metinler yazan biri değildir. O, aynı zamanda<br />

yazdıklarıyla hayatı, insanı ve siyaseti<br />

etkileyecek/yönlendirecek biridir. Ortaya konan<br />

edebî metinler, önceki dönemlerde olduğu gibi<br />

sadece edebiyatçının kişisel duygu-düşünce<br />

dünyasının yansımaları olmayacak, toplum<br />

denen olgunun her türlü meselesi edebiyatın<br />

konusu olacaktır. Bu durum, aynı zamanda Osmanlı<br />

edebiyat geleneğine de bir karşı çıkışı<br />

ifade eder. Diğer yandan da çağdaş olmayı…<br />

Bu bakımdan Türk edebiyatında görülen bu<br />

yeni tavrı, sadece bize özgü olarak görmemek<br />

gerekir. Bütün dünya, böyle bir edebiyat anlayışına<br />

doğru gitmekte ve edebiyat da siyasetin bir<br />

dili olmak üzeredir.<br />

Bu tür bir anlayışı benimseyen edebiyatçıpolitikacı<br />

neslin ilk örnekleri Şinasi-Namık<br />

Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan meşhur üçlüdür.<br />

Bunlar bu konuda akla ilk gelen isimlerdir.<br />

Onları Servet-i Fünun devrinde Tevfik Fikret,<br />

Muallim Naci gibi isimler takip eder. Millî Edebiyat<br />

döneminde ise Ziya Gökalp’i, Mehmet<br />

Emin Yurdakul’u Mehmet Akif’i, Süleyman<br />

Nazif’i ve daha pek çok ismi politik tavrı olan<br />

edebiyatçılar olarak görürüz. Bu anlayışın 2.<br />

Meşrutiyet’te akım/ekol hâline dönüştüğünü de<br />

söylemeliyiz. Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık<br />

olarak ortaya çıkan bu akımların en tanınmış<br />

temsilcileri ise Tevfik Fikret, Mehmet Âkif ve<br />

Ziya Gökalp’tir.<br />

Cumhuriyet devrinde de durum aynıdır. Yazılan<br />

her edebî metin, kendisini ister istemez<br />

politika ile ilişkilendirmişlerdir. Kimileri yeni<br />

düzenin açıkça savunuculuğunu yapıp değerlerini<br />

benimsetmek ve yaygınlaştırmak isterlerken<br />

kimileri de mevcut duruma protestolarını<br />

gizli veya açık dille sürdürürler. Bu anlamda<br />

Garip akımına mensup kalemlerin yazdıklarını<br />

bile politik metin saymalıyız. Hayatın somut<br />

görüntülerinin yer almadığı 2. yeni ürünleri de<br />

birer politik metindir. Çünkü ikisi de muhalif<br />

bir söyleme sahiptirler.<br />

Bu dönem, edebiyatçıların politik tutum<br />

alışları açısından daha sonra iki isimle özdeşleşir.<br />

Bunlar Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’dır.<br />

Bu ikilinin politik tutumları, kendilerinden<br />

sonra da etkili olmuştur. Denilebilir ki, edebiyatçılarımızın<br />

politik duruşlarında bu iki isim,<br />

bundan böyle iki ana kol oluşturacak, etkilerini<br />

64<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ölümlerinden sonra da sürdüreceklerdir. Sonraki<br />

zamanlarda bu iki ana yolda yürüyen pek<br />

çok edebiyatçı, şiir, roman, öykü gibi edebî türlerde<br />

politik görüşlerini dile getirmişler ve bu<br />

görüşlerini daha açık ve edebiyatın engelleyici<br />

tavırlarından da kurtulmak adına gazetelerde<br />

köşe yazarlığı yaparak tamamen fikir ağırlıklı<br />

yazılar yazmışlardır. Sezai Karakoç, Atilla İlhan,<br />

Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Nuri Pakdil….<br />

gibi isimleri bu iki ana kolun temsilcileri sayabiliriz.<br />

Bunlar ve benzeri isimler, öncelikle şair,<br />

hikâyeci ve romancıdırlar; ama her zaman için<br />

politik bir duruşun da isimleridir.<br />

Politik olan ne söyler<br />

Bu tür bir edebiyat anlayışın genel anlamda<br />

ne ifade ettiğine ne söylediğine de burada<br />

değinmek gerekir. İdeolojik duruşları ne olursa<br />

olsun, edebiyatla siyaseti birlikte ele alan<br />

yazarlar, önce mevcut olan siyasi, toplumsal,<br />

kültürel ve ekonomik sisteme karşı bir muhalefetin<br />

içindedirler. Yönetimlere ve onların yönetim<br />

anlayışlarına karşıdırlar. Eserlerinde bu<br />

karşılığı dile getirmenin yanında alternatif bir<br />

çözüm anlayışına da sahiptirler. Konuyu Türkiye<br />

bağlamında ele alacak olursak bütün farklı<br />

renk tonlarına rağmen siyasi tavra sahip edebiyatçılar,<br />

hayata/siyasete renklerini katan isimler<br />

olmuşlardır.<br />

1980’de ise bu anlamda bir kırılmanın yaşandığını<br />

da söylemeliyiz. Büyük toplumsal<br />

travmalara yol açan 1980 darbesinden edebiyat<br />

da payını almış, siyasetten ve hayattan soyutlanmak<br />

istenmiştir. Bilhassa şiir, sadece biçimsel<br />

sorunlarıyla ele alınmaya başlanmış ve salt<br />

imgeye indirgenmiştir. Hikâye ve romanların<br />

da durumu hemen hemen aynıdır. Deneme ise<br />

tamamen soyut olanı ifade eden bir tür haline<br />

gelmiştir. Bu durum, hemen her kesimdeki şair/<br />

yazar için böyle olmuştur.<br />

Bu kırılmanın en büyük olumsuzluğu edebiyatın<br />

hayattan ve insandan uzaklaşması olmuştur.<br />

Şimdilerde edebiyatın ilgi görmemesinin<br />

sebeplerini biraz da burada aramak gerekir.<br />

Çünkü hayat devam ediyor. Dünya ve insanlık<br />

yeniden şekilleniyor ama bu duruma müdahil<br />

olan kalemlerin sesi çıkmıyor. Bir önceki dönemde<br />

çok belirleyici ve etkileyici olan isimler<br />

ise âdeta unutturulmak isteniyor.<br />

Fakat bu durumun böyle devam etmesi realiteye<br />

aykırıdır. Eminim, hayat ve siyaset, edebiyatçının<br />

da sesini duymak isteyecektir. Aksi durumda<br />

edebiyat, hayattan tamamen kovulacak,<br />

her şey gibi bu alan da küresel sömürü düzeninin<br />

çarkları arasında ezilip gidecektir.<br />

Politik olmanın bedeli<br />

Edebiyatı politikadan bağımsız olarak ele almayan,<br />

yazdıklarında politik görüşlerini dile getiren<br />

bu edebiyatçılar, sadece yazmakla da kalmamışlar,<br />

yazdıklarının bedelini de ödemişler,<br />

kimi zaman sürgüne gönderilmişler kimi zaman<br />

hapishanelere girmişler kimi zaman yazdıkları<br />

gazete ve mecmuların yayını durdurulmuş kimi<br />

zaman eserleri toplatılmıştır. Bütün bunlar, onları<br />

daha da politik hale getirmiştir.<br />

Bu tavrın diğer bir sonucu ise şu olmuştur:<br />

Değişen siyasal iktidarlar ne olursa olsun bunlara<br />

rengini veren bu politik duruşlu edebiyatçılar<br />

olmuştur. Yine ülkedeki fikrî hareketlilik ve<br />

çeşitlilik, onlar sayesinde sağlanmıştır. Ortalık,<br />

belki çok fazla toz duman hâldedir. Ama Türkiye<br />

bugün için bu fikrî/siyasi tartışmaların ışığında<br />

önemli bir tecrübe edinmiş, yerinden oynatılan<br />

pek çok taş yerine oturmaya başlamıştır.<br />

Bunda edebiyatçıların çok fazla payı olduğu bir<br />

gerçektir. Sözün gücüne ve büyüsüne inananlar,<br />

hayatın bir oyun değil gerçek olduğunun elbette<br />

farkındadırlar. Bu yüzden yazdıklarıyla hayatın<br />

nesnesi değil öznesi olmayı, yazarlık sorumluluklarının<br />

da asıl gereği olarak görmüşlerdir.<br />

Bu noktada şuna da değinelim: Politik kaygı,<br />

edebiyat eserinin değerini azaltır mı Bu<br />

durum, tamamen yazarı/şairin yazarlık, şairlik<br />

gücüne ve yeteneğine bağlıdır. Edebiyat elbette<br />

farklı bir dildir. Politik olandan bahsederken<br />

kendine özgü bu gerçeği göz ardı etmediği sürece<br />

bahsettiği konu ne olursa olsun, o eser yine<br />

de edebî değeri haiz bir eser demektir. Tabi burada<br />

politik olana müspet bakarken kastedilenin<br />

güncel olan politika olmadığını da bir belirtmek<br />

gerekir. Kastedilen, insan ve hayatla ilgili olan<br />

tabii gerçeklik ve bunun politik olana yansıyan<br />

şeklidir.■<br />

65<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


YAHYA AKENGİN<br />

Bazen de siyaset<br />

bir siyasi partinin<br />

doğrultusu ile<br />

özdeşleşmek gibi<br />

anlam daralmasına<br />

uğrayabilir. Edebiyat,<br />

siyasetteki bu<br />

daralma çizgisine<br />

uyum sağlama<br />

yolunu seçerse<br />

kısırlaşır ve bazen<br />

bu, dalkavuklaşma<br />

derecesine bile<br />

varabilir.<br />

Siyasetin yüklendiği anlamlar sürekli değişkenlikler<br />

gösterir. Onunla beraber edebiyat anlam değişikliğinden<br />

ziyade içerik değişikliklerine uğrayabilmektedir.<br />

Monarşik yönetim dönemlerin olduğu gibi, demokratik devirlerin<br />

de edebiyatçıları daima olagelmiştir. Yönetim tarzı<br />

farklılıklarının edebiyata etkileri elbette olmuştur.<br />

Siyaset ideolojiyle yakınlaşırken, edebiyatın ideolojiden<br />

uzak durması veya durmaması sürekli tartışılmıştır. Siyasetin<br />

her şeyi kontrol altına alma eğilimlerinin yoğunlaştığı<br />

zamanlarda edebiyat, özgürlüğünü korumak için mücadele<br />

verme ihtiyacı ile karşı karşıya gelebiliyor. Bazen de siyaset<br />

bir siyasi partinin doğrultusu ile özdeşleşmek gibi anlam<br />

daralmasına uğrayabilir. Edebiyat, siyasetteki bu daralma<br />

çizgisine uyum sağlama yolunu seçerse kısırlaşır ve bazen<br />

bu, dalkavuklaşma derecesine bile varabilir.<br />

Edebiyatın siyasetin doğrultusuna belirleyici bir işlev<br />

görmesi yadırganamaz. Hayata, tarihe, olaylara, tabiata ve<br />

insanlara bakış açılarını zenginleştiren edebiyata, siyasetin<br />

her zaman ihtiyacı vardır.<br />

Siyaseti partizanlık ölçekleriyle algılayıp uygulayan politikacılar<br />

ise, edebiyatın kendilerine ayak uydurmasını isterler.<br />

Eğer edebiyatçının, para, şöhret ve makam gibi zaaf-<br />

66<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ları varsa, partizan politika tarafından devşirilmesi<br />

mümkündür. O takdirde kazanan ise siyaset değil,<br />

siyasetçi öznedir. Kendince kazanan edebiyatçı, bu<br />

defa edebiyatın kaybı olur.<br />

Bu yazımızda siyasette de edebiyatta da köşeli<br />

olan iki şahsiyeti örnek vermeye çalışacağım.<br />

Türk milletinin yeniden dirilişinin destansı kahramanı<br />

olan Mutafa Kemal Atatürk için çok şiir<br />

yazıldığı bilinen bir gerçektir. Bunların önemli çoğunluğunun<br />

samimiyetinden de şüphe etmiyorum.<br />

Ancak sayıları az da olsa aralarında, yararlanma ve<br />

güce yakınlaşma duygusuyla yazmış olanların bulunabilineceğine<br />

de ihtimal veriyorum.<br />

Türk şiirinin köşe taşlarından olan Yahya Kemal<br />

Beyatlı, Atatürk hakkında şiir yazmadığından<br />

dolayı eleştirilmiş, bu yüzden gözden düşürülmeye<br />

çalışılmıştır. Millî mücadelenin, yazılarıyla en hararetli<br />

savunucularından olan Yahya Kemal, acaba<br />

neden şahsına destanlar yazılmasını her bakımdan<br />

hak etmiş olduğunu bildiği Gazi Paşa’ya şiir yazmamıştır<br />

Cevap benim açımdan, -Yahya Kemal’in kişiliğini<br />

de bildiğimi sanarak - oldukça sade ve açıktır.<br />

Bana göre Yahya Kemal, elmalarla armutların aynı<br />

sepete konulması tehlikesinden dolayı ve şiirine<br />

saygısı yüzünden, o sepette görülmek istememiştir.<br />

Durum böyle olmakla beraber Gazi Mustafa Kemal<br />

Atatürk’ün Yahya Kemal’e verdiği değerde bir<br />

azalma söz konusu olmamıştır. Ve yine sanıyorum<br />

ki Paşa yaranma duygusuyla hakkında yazılmış<br />

bazı şiirlere de içinden gülüp geçmiş olmalı.<br />

Örneğimizdeki siyasi şahsiyet, devlet ve fikir<br />

adamlığı sıfatlarıyla da öne çıkar. Edebiyatçıya örnek<br />

gösterdiğimiz şair ise, şiirini gelişigüzel amaçların<br />

malzemesi olmaktan sakınan bir şahsiyettir.<br />

Lakin partizan siyaset ve siyasetçi tipi tarihin her<br />

döneminde eksik olmamıştır. Günümüzün yaygın<br />

deyimiyle “yalakalık” etmeyen edebiyatçıyı saf<br />

dışı bırakmak için gizli ve açık siyasi baskıcı tavırlar<br />

da hep olagelmiştir.<br />

Edebiyatçı genellikle muhalif duruşludur, her<br />

şey yolunda gitse bile edebiyatın penceresinden<br />

görülebilen yanlışlıklar, noksanlıklar daima vardır.<br />

O bakımdan edebiyat, siyasetin her zaman birkaç<br />

adım önündedir ve öyle olmalıdır.<br />

Şahsen siyasete hep ilgi duyduğumu ifade ederek,<br />

yaşadıklarımdan bir kesiti de burada paylaşmak<br />

istiyorum.<br />

Bir tarihte milletvekili adayı oldum. Bu vesileyle<br />

siyasetin seyir çizgisini alan tecrübeleriyle<br />

yaşama fırsatını yakaladım. Yaşadıklarımı ve düşündüklerimi<br />

yansıtarak, siyasete kendimce bir<br />

katkı sağlamak adına “Siyasetname ya da Bir Seçim<br />

Hikâyesi” adıyla bir kitap yazdım ve yayımlandı.<br />

Rakip partilerin seçim kampanyasındaki<br />

bazı tutarsızlıklarına ve çelişkilerine olduğu gibi,<br />

adayı olduğum partiye de bazı eleştiriler yönelttim.<br />

Karşı karşıya kaldığım manzara ise “ne İsa’ya ne<br />

Musa’ya yaranmak” oldu. Dolayısıyla da kitabımın<br />

amacına ulaşmış olduğunu buruk bir memnuniyetle<br />

test etmiş oldum.<br />

Edebiyatçıların, siyasette<br />

yer ve söz sahibi olmalarını<br />

doğru bulurum.<br />

Ama siyasetin zaman zaman<br />

yozlaştırdığı bilinen<br />

çarklarında bozulmamayı<br />

başararak… Siyaset tarihimizde<br />

bunun güzel örnekleri<br />

de vardır. Bir başka ifadeyle<br />

de siyasetçi kökenli<br />

edebiyatçıdan değil, edebiyat<br />

çıkışlı siyasetçiden<br />

yana olduğumu belirtmek<br />

istiyorum.<br />

Günümüzde bazı edebiyatçıların<br />

da günlük siyasete<br />

dolambaçlı yollardan<br />

göz kırparak nemalanma<br />

yolunu seçtiklerini görebiliriz.<br />

“Uluslararası” olmak<br />

adına, içinden çıkmış olduğu<br />

toplumun değerlerine<br />

saldırarak, dünyanın popülist<br />

gündeminde yer tutmak adına skandalvari bir<br />

çizgi izleyerek, politikanın da gündeminde olmayı<br />

başarırlar. Bunlar partizan yandaş olmaktan uzak<br />

bir görünüm sergilerler ama kozmopolit bir kimlikle<br />

hem İsa’ya hem Musa’ya yaranmanın yolunu<br />

bulurlar, fakat edebiyat kaybeder. Oysa edebiyatın<br />

kazanması insanın, insanlığın, kişilikli duruşların,<br />

hatta yüksek siyasetinde kanması demektir. Fakat<br />

böylesi soylu bir sonucu elde etmeyi amaçlamak,<br />

uzun vadeyi göze almayı gerektirdiğinden, kısa<br />

günün kârına fit olan edebiyatçılar türeyebilmektedir.■<br />

67<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


A. VAHAP AKBAŞ<br />

Mehmed Âkif’in yaşadığı dönem sosyal,<br />

siyasi çalkantılarla doludur. Bu dönem,<br />

zamanın aydınlarınca “İstibdat” diye adlandırılan<br />

İkinci Abdülhamid’in uzun saltanatını, İkinci Meşrutiyeti,<br />

Millî Mücadeleyi ve Cumhuriyetin ilk on<br />

yılını kapsar. Âkif, bu çalkantılı dönemde Meşrutiyeti<br />

kurma çabalarına, Balkan Savaşlarına, bu savaşların<br />

getirdiği yıkım ve sefalete, koca Osmanlı<br />

Devletinin çöküşüne, Kurtuluş Mücadelesine, yeni<br />

bir devletin kuruluşuna ve yeni devleti kuran kadroların<br />

inkılâpları oturtma faaliyetlerine, bazen kenardan,<br />

çoğu zaman da içinden tanıklık eder. Siyasi<br />

ğırlık taşıyan bütün bu vaka ve hareketlere Âkif’in<br />

tanıklığı ya da müdahilliği, Birinci Meclisteki Burdur<br />

mebusluğu sayılmazsa, daha çok şair, fikir ve<br />

dava adamı sıfatlarıyladır. O da, ölümünden kısa<br />

bir süre önce Nevzad Ayas’ın kendisiyle yaptığı bir<br />

mülakatta “İstiklâl Harbi’nde Büyük Millet Meclisi<br />

azalığına intihap oluncaya kadar siyaset ile geniş<br />

bir alakam yoktur.” der. [1]<br />

Âkif,’in genel itibarıyla bir siyasetçi kimliğine<br />

sahip olmadığı söylenebilir. Dostları, onun münakaşalara<br />

girmekten çekindiğini, bir teşkilat adamı<br />

1. Nevzad Ayas, Mehmed Akif-Zihniyeti ve Düşünce<br />

Hayatı, Eşref Edib, Mehmed Akif-Hayatı eserleri ve Yetmiş<br />

Muharririn Yazıları, İstanbul 2010.<br />

olmadığını söylerler. [2] O daha çok susup dinleyen,<br />

düşünen, kendine şair ve bir miktar da dilci vasıflarını<br />

uygun gören adamdır. Kurtuluş Savaşından<br />

sonra kendisine, “Artık siyaset adamı oldun. Siyasetten<br />

ayrılmak biraz gücüne gider galiba.” diyen<br />

Eşref Edib’e Muhammed Abduh’un şu anlama<br />

gelen sözlerini aktarması, aslında Âkif’in siyasete<br />

bakışını en açık bir şekilde ortaya koyar:<br />

“Şu siyasetten, siyaset sözünden, siyaset<br />

mânâsından, siyaset sözünün ağızdan çıkan her<br />

harfinden, siyaset namına içten gelen her hayalden,<br />

siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden<br />

yahut siyaseti öğrenen yahut siyasetle aklını bozan<br />

yahut siyasetle akıllılaşan herkesten, siyaset kelimesinin<br />

kökünden ve o kökten çıkan iştikakların<br />

hepsinden Allah’a sığınırım…” [3]<br />

Böyle olmakla beraber, Âkif, hayatının hemen<br />

hiçbir safhasında siyasetten bütünüyle uzak duramamıştır.<br />

İdeal adamı kimliğinin, vatana hizmet ve<br />

sorumluluk bilincinin onu bu alana girmeye mecbur<br />

tuttuğu söylenebilir. Söylenebilecek bir husus<br />

da, Âkif’in siyasetle ilişkisini daima bir seviyede<br />

tuttuğu ve sıkı sıkıya bağlı olduğu fikirlerini, için-<br />

2. Hasan Basri Çantay, Akifname, İstanbul 2008.<br />

3. Eşref Edib, age.<br />

68<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


de ya da yanında bulunduğu siyasi kurumların savunduğu<br />

fikirlere asla feda etmediğidir. Muhalefeti<br />

genellikle suskun ve derin, bağlılığı ise ölçülü ve<br />

kısa sürelidir. Bel bağlayıp elini taşın altına koyma<br />

bilinciyle içinde yer aldığı hareketler ise onu hep<br />

hayal kırıklığına uğratmıştır.<br />

Âkif’in çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri<br />

Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde<br />

geçmiştir. Âkif’in dört beş yaşlarında mahalle<br />

mektebine başladığı yıl, Abdülhamid’in otuz üç<br />

yıllık saltanatının da başladığı yıldır. İkinci Meşrutiyet<br />

ilan edildiğinde artık otuz beşini aşmıştır.<br />

Abdülhamid’e muhalefet, devrin aydınları arasında<br />

yaygındır. Bir çeşit modadır, denebilir. Çoğu, Dücane<br />

Cündioğlu’nun ifade ettiği gibi [4] Abdülhamid’in<br />

güttüğü siyasetten, ne yapmak istediğinden haberdar<br />

değildir. Meşrutiyetin ilanının, Abdülhamid’in<br />

tahttan indirilişinin her şeyi düzelteceğine dair bir<br />

inanç taşımaktadır hepsi. Âkif de böyle bir ortam<br />

içinde yetişmiştir. Çok beğendiği yazarlar, okuldaki<br />

hocaları (Hoca Kadri Efendi gibi), matbuat<br />

âlemindeki ve edebiyat çevrelerindeki hava ve en<br />

önemlisi baskıya, haksızlığa tahammül etmeyen<br />

mizacı, onun, kendisi gibi “İslam Birliği” fikrini savunmasına<br />

rağmen Abdülhamid’e muhalefet edenler<br />

arasında yer almasına neden olur. O da, “Ah,<br />

başımızdan Abdülhamid kalksa, edebiyatta, kim<br />

bilir, ne adamlar çıkacak!” [5] diyecek kadar, her türlü<br />

ilerlemenin önündeki engel olarak Abdülhamid’i<br />

görür.<br />

Âkif, bu dönemde suskundur. “Birkaç mukallidine<br />

neşide” dışında bir şey yayımlamaz. Süleyman<br />

Nazif, bunu Abdülhamid’in baskıcı yönetimine<br />

bağlar; “Safahat şairi, sükûta mahkûm zümrelerin<br />

ilk saflarındaydı.” der. [6] Âkif’in Abdülhamid<br />

aleyhindeki mısraları 1908’den sonra yayımlanır.<br />

Eleştiriler “İstibdat” manzumesinde yoğunlaşır.<br />

“Asım”da ise eleştirilerle beraber bir yumuşama<br />

ve özeleştiri de dikkatlerden kaçmamaktadır. Âkif,<br />

Abdülhamid’in dış siyasetine hemen hiç temas etmez.<br />

Osmanlı üzerine dünya devletlerince oynanan<br />

oyunlardan, Abdülhamid’in bu oyunlara karşı<br />

manevralarından habersiz gibidir. Âkif’i aleyhtar<br />

kılan daha çok iç siyasettir. Devirden memnuniyet-<br />

4. Dücane Cündioğlu, (Mülakat), Âkif’ten Asım’a, Kültür<br />

ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 2007.<br />

5. Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, İstanbul 2005.<br />

6. Eşref Edib, age.<br />

sizliği gösteren bazı genel eleştirilerle beraber daha<br />

çok halk üzerine kurulan baskıdan, özgürlüklerin<br />

kısıtlanmasından yakınır Âkif ve Abdülhamid hakkında<br />

ağır ifadeler kullanır. Ona göre milletin izzeti<br />

ayaklar altına alınmıştır. Bir aşiretten cihan devleti<br />

çıkarmış ve bir zaman dünyayı titretmiş millet zelil<br />

bir duruma düşürülmüş, yüce bir kavim sefil hâle<br />

getirilmiştir. Âkif, Abdülhamid’i kadınlar gibi kafes<br />

arkasına saklanmakla, korkaklıkla itham eder;<br />

daha çok hafiyeler” vasıtasıyla yapılan zulümleri,<br />

iyi insanların sürgün ya da mahkûm edilmelerini<br />

işler:<br />

Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,<br />

«Bu bir cânî!» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.<br />

Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,<br />

Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se...<br />

“Hürriyet” manzumesi, “İstibdat”ın sona erişini<br />

kutlayan çocukların coşkusunu dile getirir.<br />

Şüphesiz, Âkif’in acıların bittiğine ve yeni, güzel<br />

bir dönemin başladığına dair ümitlerini de… Nitekim<br />

bu duygu ve ümitlerle İkinci Meşrutiyetin<br />

ilanından hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine<br />

üye olur. Ancak daha girerken, kendi tavrından<br />

taviz vermeyeceğini gösterir. Cemiyete<br />

girilirken yapılan yemine itiraz eder; “Cemiyet’in<br />

bütün emirlerine bilâ kayd ü şart itaat” edileceğine<br />

dair ibareyi kabul etmez ve “Ben Cemiyet’in<br />

yalnız emr-i ma’rufuna biat ederim, mutlak söz veremem.”<br />

der. Bu şekilde yemin ederek Cemiyete<br />

üye kabul edilir. Ne ki be cemiyetle ilişkisi uzun<br />

sürmez. Onların gidişatını tasvip etmez. “Yaşasın”<br />

diye sokaklara dökülen Meşrutiyetin miting kahramanlarına<br />

kızar ve Cemiyetten ayağını keser,<br />

darılır. Cemiyetle ilişkisi, denebilir ki Şehzadebaşı<br />

İlmiye Kulübünde irşad ve eğitim faaliyetleri çerçevesinde<br />

verdiği Arapça derslerinden ve burada<br />

yaptığı bir konuşmanın metninin (İttihad Yaşatır<br />

Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür) yayımlanmasından<br />

ibaret kalır. Tabiî, İttihat ve Terakki tarafından<br />

kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adına Berlin’e<br />

(Almanların elindeki Müslümanları dinleyip irşat<br />

etmek için), Necid’e (Arap kabilelerinin İngilizlerle<br />

anlaşmalarını önlemek için) yaptığı seyahatleri<br />

farklı değerlendirmek gerekir. Âkif, her dönemde,<br />

yönetenlerin fikirlerini beğenmese de ülke yararına<br />

olduğuna inandığı görevleri üstlenmekten kaçın-<br />

69<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


maz. Görevle siyaseti kesin çizgilerle birbirinden<br />

ayırır. Millî Mücadeleye katılması, bu çerçevede<br />

verdiği vaazlar, bazı isyanları bastırmak için gösterdiği<br />

çabalar da onun yurt, millet sevgisinden, bu<br />

sevginin doğurduğu bilinç ve sorumluluktan kaynaklanmaktadır.<br />

Asım manzumesinin bir bölümünde, “önceki<br />

devir”le yeni devri karşılaştırır Âkif. İttihatçıların<br />

ülkeyi sürüklediği durum, önceki devre rahmet<br />

okutmaktadır. “Hürriyet”i kutlamalar şaklabanlığa<br />

dönüştürülmüş; hürriyet, şenlikle özdeşleştirilmiştir.<br />

Özellikle komitacı yöntemlerle idareyi tamamen<br />

ele almaları ve muhaliflere baskı uygulamaları<br />

üzerine Âkif’in iyice sıdkı sıyrılır, onları ciddi<br />

anlamda eleştirir. Köse İmam’la Hocazade’nin<br />

(Âkif) diyaloglarından oluşan şu mısralar bu bakımdan<br />

önemlidir:<br />

-Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici beyim<br />

«Önceki devir» mi dedin demin.. Elindeyse, çevir,<br />

Ensesinden tutup zamanı da gelsin o devir.<br />

Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi!<br />

Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!<br />

Mecbur edin halkı çavdarla karışık çöp yemeye:<br />

Ne bu Ekmek! diye dünyayı verin velveleye.<br />

Hastalık, bit, sefillik saradursun, kol kol,<br />

Siz sadece seyredin!<br />

-Dünya Savaşı bu, ayol!<br />

-Böyle alçakça gebermezdi insan önceki devirde,<br />

-Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefalet içinde.<br />

-Niye özgürlük için sürgüne gittindi<br />

-Evet.<br />

Gittim amma bu değil beklediğim hürriyet.<br />

Zaten ilan edilirken işi çakmıştım ya...<br />

Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rüya!<br />

Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!<br />

Âkif’in eleştirileri bunlarla kalmaz. İttihat ve<br />

Terakki’nin “dehşetli siyasetçi”lerini, tabir yerindeyse,<br />

tiye alır.<br />

—Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,<br />

Galiba sezdi ki, yekten dedi: «Halt etme sofu!<br />

Gördüğün fesli: Senin milletinin filozofu.<br />

Bu ve benzeri dehalar tutuyor memleketi.<br />

Sen bu şenlikleri gördünse kimin marifeti»<br />

Dedim: «Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir,<br />

Şu dehalar dediğin kaç kişidir, kimlerdir»<br />

«Sosyolog biri, dehşetli siyasetçi diğeri;<br />

Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin piri.»<br />

Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır;<br />

Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır.<br />

Buradaki filozof, Rıza Tevfik; sosyolog Ziya<br />

Gökalp; siyasetçi, Talat Paşa; maliyeci ise Cavit<br />

Bey’dir. Ama zannımca can alıcı eleştiri, Bâbıâli’ye<br />

arkadaşlarıyla bir baskın düzenlemeyi planlayan<br />

Asım’a söylediği şu sözlerdedir. Bu, Akif’in inkılap<br />

anlayışını ve bu anlayışın İttihatçılarla çelişen<br />

yanını gösterir aynı zamanda:<br />

İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...<br />

Yoksa, ellerde kör alet olan efeler tertibi,<br />

Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil.<br />

Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.<br />

Görülüyor ki Âkif her türlü baskının, zor kullanmanın<br />

karşısındadır.“Ellerde kör alet efeler gibi”<br />

fikrî ve sosyal meselelerin çözülemeyeceği görüşündedir.<br />

Bir yazısında der ki: “Hiddetler, şiddetler,<br />

baskılar, zorlamalar hep ac zin dölyatağından düşen<br />

bir sürü eksik yaratıklardır ki insanlık mecbur kalmadıkça<br />

bunları kabul edip kucağına ala maz; alsa<br />

da mümkün değil, sevemez. İnsanlar yumuşaklık<br />

ister, uyumluluk ister; ikna etmek için getirilecek<br />

delillerin hem bilgili, hem yumuşak huylu bir ağızdan<br />

çıkmasını bekler.” [7] Nitekim ittihat ve Terakki,<br />

fikrî ve ilmî konuların da tartışılmasına tahammül<br />

edemeyecek duruma gelip de gazete ve dergi kapama<br />

yoluna başvurunca, Âkif bir mektupla Ziya<br />

Gökalp’i ve genel merkez naşirlerini konuları tartışmaya<br />

davet eder. Ancak daveti cevapsız kalır. [8]<br />

Yine Köse İmam’la Âkif arasındaki diyaloglardan,<br />

onun Abdülhamid dönemine daha “insaflı”<br />

bakmaya başladığı sonucu çıkarılmaya çalışılır genellikle.<br />

Köse İmam’ın, Âkif’in babasından aktardığı<br />

semerci hikâyesi ve bu hikâyenin sonundaki<br />

özellikle şu mısralar, “gelen gideni aratır”ın yanında,<br />

“kıymet bilememiş olmak” yorumuna da açıktır<br />

aslında:<br />

“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi<br />

Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.<br />

7. Mehmed Akif, Düzyazılar, Haz. A.Vahap Akbaş, İstanbul<br />

2010 / Sebilürreşad, 2 Ağustos 1328-2 Ramazan 1330, C. 8-1,<br />

adet: 206-24.<br />

8. Eşref Edib, age.<br />

70<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:<br />

Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”<br />

Sözlü tanıklıklara dayanılarak Âkif’in,<br />

Abdülhamid’e dair kanaatlaerinin son zamanlarda<br />

değiştiği ileri sürülmektedir. Şemsettin Şeker,onun,<br />

hastalık dönemlerinde yakın dostlarından Yozgatlı<br />

Mehmet Efendi’ye “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını<br />

yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II.<br />

Abdülhamid’e karşı itizar (özür dileme) ve itiraflarım<br />

olacak.” dediğini aktarmaktadır. [9] Bu, kesin<br />

bir kanıt olmamakla beraber, aradan çeyrek asırdan<br />

fazla bir zaman geçtikten sonra, samimi bir aydının,<br />

başka aydınların da yaptığı gibi, olup bitenleri<br />

daha farklı değerlendirebilmesini ve kanaat değiştirmesini<br />

makul saymak gerekir.<br />

Âkif’in fiilî siyasî hayatı, Ankara’ya gitmesi<br />

ve Birinci Meclise Burdur Milletvekili olarak<br />

girmesi ile başlar. Ancak siyasete uygun olmayan<br />

mizacı onun bu tecrübesini de sıra dışı kılar. Mithat<br />

Cemal’in ifadesiyle mebusluğu dört senelik bir<br />

sükûttur. Zabıtlardaki konuşmaları yok denecek<br />

kadar azdır. Yazdığı İstiklâl Marşı’nı bile Mecliste<br />

okumaya yanaşmaz. Yine Mithat Cemal, bu<br />

suskunlukların “sağlam bir kafa terbiyesinin neticesi”<br />

olduğunu söyler. O, bilmediği şeye karışmama<br />

gibi bir özelliğe sahiptir. Siyaset de bilmediği<br />

şeylerdendir. Meclis kürsüsünde bir defa konuşur.<br />

Bu konuşmada Tevfik Paşa Hükümetine yumuşak<br />

bir cevap yazılmasını önerir, ancak Mustafa Kemal<br />

buna karşı çıkar. Bazı önergelere imza atar, elçiliklere,<br />

cepheye mebus sıfatıyla ziyaretler yapar. Bazı<br />

heyetlere üye seçilir. İstiklâl Mahkemeleri aleyhine<br />

oy verir. Hepsi bu kadar. Hasan Basri Çantay’ın<br />

yazdığı şu anekdotun, Âkif’in mebusluğu hakkında<br />

bir fikir edinmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum:<br />

“Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu<br />

olan üstad, zaman zaman seçim bölgesi halkının<br />

müracaatları karşısında kalır, bunlardan sıkılırdı.<br />

Çünkü isteklerini rica etmek için vekâletler nezdinde<br />

teşebbüslerde bulunmak lâzımdı. O, kendini<br />

daire müdürlerine ne diye takdim edecekti Ayıp<br />

değil miydi Bu, kendi kendine zamanın önemli kişisi<br />

özelliği vermek değil mi idi”<br />

9. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı,<br />

İstanbul 2010.<br />

“Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi.<br />

Bir gün Burdur’un kaza olması hakkında ezkaza<br />

kuvvetli bir teklif gelip çattı! Âkif’i görmeli idiniz!<br />

O, seçim çevresini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti<br />

Kendisini gıyabında seçenlerin hukukunu<br />

nasıl müdafaa edecekti Bu vaziyet karşısında seyirci<br />

kalabilir miydi Üstad istifaya kıyam etti, güç<br />

bela vazgeçirdik. Kendisini seven bütün arkadaşları,<br />

o hâdisede âdeta birer Burdur mebusu kesildiler,<br />

kazadan da kurtulduk.” [10]<br />

Âkif de diğer muhalifler gibi İkinci Meclise alınmaz.<br />

Mizacına ve Birinci Meclisteki hâline bakarak<br />

Âkif’in bunu pek umursamadığını sanıyorum.<br />

Ancak umursadığı başka gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin<br />

onu derinden etkilediği anlaşılıyor. Artık<br />

yeni bir dönem başlamıştır. Zaferi sahiplenenler ve<br />

ülkeyi Âkif’in ideallerinin tam da aksi bir mecraya<br />

sürükleyenler gemi azıya almıştır. Muhaliflerden<br />

Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, Millî Mücadelede<br />

önemli rol oynayan Sebilürreşad’ın kapatılması,<br />

basındaki inkılapçı, ırkçı dalga Âkif’i hüzün ve teessüre<br />

iter. Partinin resmî gazetesinde “Haydi, sen<br />

kumda biraz oyna!” (Gölgeler, Bir Arîza manzumesi)<br />

diye küçük düşürücü yazılar yazılır. Peşine<br />

hafiyeler takılarak takip ettirilir. Neyzen Tevfik’in<br />

kardeşi Şefik Kolaylı bir konferansında Âkif’in<br />

Mısır’a giderken kendilerini şöyle dediğini anlatır:<br />

“Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını<br />

satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi<br />

muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte<br />

bundan dolayı gidiyorum.”<br />

Şüphesiz Âkif’in Türkiye’yi terk etmesinde<br />

bütün bunların etkisi büyüktür. Ancak bunların<br />

yanında Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin dayattığı<br />

inkılapları benimsememesinin de etkisi inkâr<br />

edilemez. İnkılapların esprisi, diyalektiği, Sezai<br />

Karakoç’un ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu çağırdığı<br />

birlik türküsüne, İslam birliği idealine aykırı<br />

gibi geliyordu Âkif’e” [11] Bu bakımdan Âkif’in<br />

Mısır hayatını da uzun ve suskun bir muhalefet dönemi<br />

saymak gerekir kanımca.■<br />

10. Hasan Basri Çantay, age.<br />

11. Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1985.<br />

71<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Nüzhet Dede<br />

sanat ve politika<br />

M. NACİ ONUR<br />

1950’li yıllardan sonra sağ<br />

edebiyat, sol edebiyat<br />

ve İslamcı edebiyat diye<br />

isimler de aldılar. Bunların<br />

hiçbiri tabii olarak Türk<br />

Edebiyatı başlığı altındaki<br />

birikimin yerini alıp<br />

temsil edemediler. Bu<br />

sebeple yumruklarda,<br />

pankartlarda, sloganlarda,<br />

duvar yazılarında öne<br />

çıkan politik edebiyat,<br />

her zaman gerçek Türk<br />

Edebiyatını geri planda<br />

bırakmıştır.<br />

Çoğu edebiyat tarihçileri veya edebiyatla<br />

yakından alakalı kişiler, divan<br />

edebiyatının içine kapanık klasik bir edebiyat,<br />

saray edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı<br />

olduğunu, sosyal hayatla ilgisinin olmadığını,<br />

kısacası mevcut hayatı aksettirmediğini<br />

ifade ederler. Birçok kimse de bu ifadelerden<br />

yola çıkarak peşin bir hükümle divan edebiyatının<br />

1300-1860 tarihleri arasındaki 600<br />

yıl boyunca sosyokültürel bağlamıyla hiç<br />

ilişkisinin olmadığı fikri sabitine kendilerini<br />

inandırırlar.<br />

Agâh Sırrı Levent de bir cümlesinde “Divan<br />

edebiyatı içtimai bir edebiyat değildir ve<br />

hakiki hayattan o kadar nasibi azdır.” diyerek<br />

yukarıdaki tezi doğrularken, bu cümlenin<br />

devamında “fakat yaşadığı devir itibariyle<br />

yine onun sadık bir aynası olduğu da muhakkaktır.”<br />

diyerek şaşırtıcı bir cümle kurar.<br />

Bu şaşırtıcı cümleyi yadırgamamak gerekir,<br />

zira birçok divan şiirinde sosyal içerikli<br />

hâdiselere ilişkin ipuçları bulabildiğimiz<br />

gibi, birçok tarihî olayı, sosyal hâdiseleri an-<br />

72<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


latan mısra, beyit ve ifadelere rastlıyoruz.<br />

Sabri Ülgener’e göre, “Tek ve somut vak’alarla<br />

değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz<br />

için başvuracağımız kaynaklar halk<br />

ve destan edebiyatımızdan çok klasik edebiyata,<br />

özellikle Divan edebiyatına ait eserler olacaktır.<br />

Uzun zaman toplumun gündelik yaşayışı<br />

üstünde, basmakalıp sofiyane rumuz ve imajlarını<br />

gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği<br />

ısrarla ileri sürülen Divan edebiyatını araştırmalarımız<br />

boyu apayrı bir çehre ile yanımızda<br />

bulacağız. Gerçek ve baha biçilmez bir belge,<br />

hazine ve kaynağı olarak !”<br />

Divan edebiyatında ufak esintiler hâlinde<br />

bile olsa, büyük değişme arzuları hep dile getirilmiştir.<br />

Divan edebiyatı hem soyutta hem de<br />

somutta zafer kazanmıştır.<br />

Bahsettiğimiz dönemde, nazım ve nesir sahasında<br />

kaleme alınan eserler yaşanılan hayatın<br />

bir görüntüsüdür ve incelenmeye değer.<br />

Fatih’in veziri şair Ahmet Paşa’nın<br />

Çin-i zülfün miske benzettim hatasın bilmedim<br />

K’ey perişân söyledim bu yüz karasın bilmedim<br />

diye başlayan bir gazeli yanında; siyasetle sanatı,<br />

edebiyatı, şiiri bir arada götürmeye çalışan<br />

hisli ve duygulu Osmanlı padişahlarına<br />

rastlıyoruz.<br />

Avni mahlasıyla şiir yazan ve bir devri kapayıp<br />

bir yeni devir açan Fatih Sultan Mehmed,<br />

gazelinin bir yerinde şunları söylüyor:<br />

Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup<br />

Gözlerinden akan anın yaş yerine kan olup<br />

(Keşke âşık ayrılık belâsıyla inleyerek ağlasa<br />

ve onun gözlerinden de yaş yerine kan aksa)<br />

Her ne denlü cevrler görse vefâlar eylese<br />

Her ne denlü gülseler hâline ol giryân olup<br />

(Âşığı sevgiliden her ne kadar eziyet görse,<br />

ona o derece vefa göstermeli, rakipleri onun<br />

hâline güldükçe o da ağlamayı artırmalı.)<br />

Verseler mülk-i cihânın tâc u tahtı devletin<br />

Avni kûyun terkin etmez başına sultân olup<br />

(Bütün cihan mülkünün tacı ve tahtına hükmetme<br />

şansını verip o mülkün başına Avni’yi sultan<br />

etseler, Avni yine de senin mahalleni bırakıp<br />

gitmez.)<br />

Yine Osmanlının şair padişahlarından Muhibbî<br />

mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman, hem siyasi<br />

hem de edebî kimliğiyle, hem kılıcını hem de<br />

kalemini kullanarak bir manzumesinde şunları<br />

söylüyor:<br />

Allâh Allâh diyelim sancak-ı şâhi çekelim<br />

Yürüyüp her yaneden Şark’a sipâhi çekelim<br />

(Allah Allah nidaları arasında sancak-ı şerifi<br />

meydana çıkaralım ve dört bir yandan yürüyüp<br />

atalarımızı Şark illerine sürelim. )<br />

Bize farz olmuş iken olmamız İslam’a zahir<br />

Nice bir oturalım bunca günahı çekelim<br />

(Askerlerim, İslama arka çıkmak bize farz kılınmış<br />

iken, daha ne zamana kadar oturup bunun<br />

günahını çekeceğiz. )<br />

Umarım rehber ola bize Ebubekir ü Ömer<br />

Ey Muhibbi yürüyüp Şark’a sipahi çekelim<br />

(Ey Muhibbi, hele biz yürüyüp Şark’a asker<br />

çekelim, inşallah Ebubekir ile Ömer önümüze düşüp<br />

bize yol gösterirler. )<br />

Muhibbi’nin şu iki beyti de oldukça iyidir:<br />

Hayâtım hâsılım, ömrüm şarâb-ı kevserim adnim<br />

Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım, verd-i<br />

handânım<br />

(Hayatımın var oluşumun sebebi, cennetim,<br />

Kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin<br />

anlamı, gönlüme kazınmış resim gibi sevgilim,<br />

benim gülen gülümsün. )<br />

Kapında çünkü meddâhım seni medh ederim<br />

dâim<br />

Yürek pür-gam gözüm pür-nem Muhibbiyim<br />

hoş hâlim<br />

73<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


(Kapında devamlı seni metheden biriyim, seni<br />

överim sanki hep seni övmek için görevlendirilmiş<br />

gibiyim. Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla<br />

dolu, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim bir hoş<br />

hâle geldim. )<br />

Yine siyaset adamı ve şair Yavuz Sultan<br />

Selim’in de Selimî mahlasıyla söylediği kıt’ası<br />

çok meşhurdur.<br />

Bu kıt’ada hayat edebiyat ve siyasetin bütün<br />

izlerini yakalayabiliriz.<br />

Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur<br />

Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr<br />

olur<br />

Sadıkâne belki ol âlemde dildâr olur<br />

Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur<br />

Hayat ile edebiyat ilişkileri her zaman dile getirilir.<br />

Edebiyat aslında hayatın, yaşayışın kaleme<br />

dökülüşü ve ifadesidir.<br />

Şair ve nasir de nihayet insandır ve cemiyet<br />

içinde hayatını sürdüren bir sanatçıdır. Cemiyetle<br />

ilgili bütün hadiseler sanatkârın her şeyi<br />

büyülten ruhunda akisler uyandırır. Millî, siyasi,<br />

dinî, ahlaki görüşlerini ve fikirlerini ifade<br />

etmeye çalışır.<br />

İslam düşüncesi geleneğinde din diliyle, düşünce,<br />

edebiyat ve sanat dili birbirinden ayrı<br />

çizgilerde, ayrı alanlarda gelişip seyretmez.<br />

Ahmet Yesevi ve Yunus’un şiirleri buna en bariz<br />

örnektir.<br />

Kur’an’da ve hadiste, daha sonraları ilim<br />

ve düşünce geleneğinde dinî düşünce hem edebiyat<br />

diliyle zenginleşmiş hem de edebiyat ve<br />

sanat dilini beslemiş, zenginleştirmiştir.<br />

<strong>Bizim</strong> edebiyatımızın dönem adlarını siyasal<br />

tarihimizin safhaları tayin eder. Eski Türk<br />

Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı,<br />

Batı Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi<br />

Edebiyatı gibi.<br />

1950’li yıllardan sonra sağ edebiyat, sol<br />

edebiyat ve İslamcı edebiyat diye isimler de<br />

aldılar. Bunların hiçbiri tabii olarak Türk Edebiyatı<br />

başlığı altındaki birikimin yerini alıp<br />

temsil edemediler. Bu sebeple yumruklarda,<br />

pankartlarda, sloganlarda, duvar yazılarında<br />

öne çıkan politik edebiyat, her zaman gerçek<br />

Türk Edebiyatını geri planda bırakmıştır.<br />

Hem siyasi hem edebi açıdan zamanın getirdiği<br />

imkânları tam değerlendirdiğimizi söylemek<br />

mümkün değil. Edebiyat ve sanat tamamıyla siyasal<br />

alanı ve siyasetçileri; dilleri, düşünüş biçimleri,<br />

estetik görüşleri; siyasal kanallarla etkilendikleri<br />

içtimai yapıyı ve kitleyi derinden ve kalıcı,<br />

sağlıklı yönlendirmesi, her eserle yeniden kurması<br />

gerekirdi, fakat öyle olmadı. Siyasal alandaki<br />

durgunluk, sanat edebiyat ve düşünce dünyasını<br />

da belirledi. Sonuçta edebiyatın ve sanatın kimyasını<br />

tahrip eden bir sürece dönüştü.<br />

Bir şairin ömrü boyunca kaleme aldığı şiirlerinin<br />

toplandığı eserler olan divanlar; aynı zamanda<br />

şairin hayat, dünya, insan ve siyaset görüşünün<br />

de bir aynasıdır.<br />

Bilhassa kasidelerde şairin yaşadığı devirde<br />

meydana getirilen, cami, şadırvan, han, hamam,<br />

köprü, medrese gibi eserlerin vücuda getirilişine,<br />

yapılan fetihlere methiyeler bulabildiğimiz gibi<br />

padişah, vezir ve paşaların sefere çıkışlarını ve<br />

fethettikleri ülkelerdeki faaliyetlerini yakından<br />

ve biraz da tarihleri ile beraber öğrenme fırsatını<br />

elde ederiz.<br />

Nabi’nin sadrazam Hüseyin Paşa’ya, çıktığı<br />

seferle ilgili yazdığı kasidede;<br />

Lil’lâhil-hamd olup ma’reke-i ceng tamâm<br />

Buldu âlem yeniden sulh u salah ile nizâm<br />

derken, Yahya Bey’in Kasım Paşa’nın Bağdat’da<br />

Şat Irmağı üzerinde yaptırdığı köprü için söylediği<br />

kasidenin bir yerinde,<br />

Kuruda yaşda yoldaşlık edip Hızır-âsâ<br />

Yaptı bir köprü Şat’a Hazreti Kasım Pâşâ<br />

diyerek köprünün inşasına vurgu yapılmaktadır.<br />

Hayat ile edebiyat arasındaki bu ilgiyi siyasetle<br />

bağlamak ve bu üçlü arasında daima bir uyum<br />

bulunduğunu da belirtmek gerekir. Beydaba’nın<br />

Kelile ve Dimne’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu<br />

Bilig’i, Nizamü’l- Mülk’ün Siyasetnamesi gibi<br />

edebi, siyasi ve içtimai konuları ihtiva eden eserleri<br />

vardır.<br />

Siyasi ve edebî bakımdan tarihimizde önemli<br />

ve hikemi şiirin üstadı olan Sadrazam Koca Ragıb<br />

Paşa gibi hem siyasi hem edebî kimliğe sahip<br />

devlet adamlarının eserleri, bu edebiyatın siyasi<br />

74<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


cephesini aydınlatmada önemli roller oynamıştır.<br />

Cemiyetlerde siyasal iktidarların politikalarını<br />

destekleyecek bir kültür oluşturmak amacıyla<br />

çeşitli kurumlar kurmaları da sıkça karşılaşılan<br />

bir durumdur. Nitekim bu maksatla,<br />

Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin iktidarını<br />

ve politikasını geliştirmek için sık sık<br />

sanatçıları şair ve yazarları etrafına toplaması ve<br />

iltifat etmesinin sebebi budur.<br />

Divan edebiyatından Cumhuriyete kadar,<br />

edebî ürünlerin siyasal erki desteklemek için<br />

kullandığını, siyasal iktidarın da kendilerini<br />

desteklemeleri için onları yanlarında tutmaya<br />

çalıştıklarını, böylece karşılıklı yararlandıklarını<br />

biliyoruz. Böyle olunca da çoğu zaman ortaya<br />

zayıf ve niteliksiz eserler çıkıyor.<br />

Politikadan fayda gören edebiyatçılarımız<br />

olmakla beraber hayal kırıklığına uğrayan,<br />

yargılanan, yazmayı terk eden, edebî çizgisinde<br />

olumsuz değişmeler olan edebiyatçılarımızın<br />

sayısı çoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve<br />

Yahya Kemal, uzun süreli milletvekili olmalarına<br />

rağmen, politikanın edebî hayatlarını<br />

etkilemesine izin vermeyen, o raddeye gelindiğini<br />

fark ettiklerinde de sessizce politikadan<br />

sıyrılmasını bilen şahsiyetlerdir.<br />

Necip Fazıl Kısakürek de aynı fikir üzerine<br />

hareket etmiştir. Ancak onun sesi diğerlerinden<br />

gür çıkar. Halide Edip de Cumhuriyet devri<br />

kadınının öncüsü olarak edebiyat ve politika<br />

içinde farklıdır. Sosyal hayatı, edebiyatından<br />

ve politikasından üstün durumdadır.<br />

1950’li yıllardan itibaren edebiyat ve politika<br />

ilişkilerinin diğer yıllara göre daha etkili ve<br />

hareketli olduğunu görüyoruz.<br />

Cumhuriyet döneminde ilimizde yetişmiş<br />

şair, sanatçı, siyasetçi, TBMM’nin birinci döneminde<br />

Ergani Milletvekili olarak görev yapan<br />

Nüzhet Dede’yi hayat, edebiyat ve siyaset<br />

alanında ele alarak incelemek yerinde olur.<br />

Osmanlı döneminde böyle şair padişahlar,<br />

siyasetle sanat ve edebiyatı yan yana sürdürürken<br />

Cumhuriyet döneminde de kendi yöremizde<br />

yetişen Nüzhet Dede sanatla siyaseti birleştirmiş,<br />

şiir alanında oldukça güzel örnekler<br />

vermiştir.<br />

Nüzhet Dede’nin (Saraçoğlu) ulaşılabilen<br />

dedesi, Saraçzade İbrahim Efendi’dir. Saraçlık<br />

yapan bu zatın mesleğine istinaden aile, Saraçoğlu<br />

soyadını almıştır.<br />

Nüzhet Efendi’nin babası Saraç-zade Hakkı<br />

Efendi’nin; Mahbub, Nüzhet, Nazife adında üç<br />

çocuğu olmuştur.<br />

Nüzhet Efendi, 1862 yılında Çemişgezek’te<br />

dünyaya gelmiştir. Öğrenim gördüğü, ancak<br />

öğreniminin hangi safhada olduğu bilinmemekle<br />

beraber, kendisini yetiştirmiş arif bir insan olduğu<br />

kanaati hâkimdir.<br />

Hamidiye Medresesi’nde eğitim görmüş olabileceği<br />

düşünülebilir. Zira Nüzhet Efendi, Ovacık<br />

Kaymakamlığı görevini de yürütmüştür.<br />

Kendi döneminde memuriyette boş bir kadroya<br />

müracaatında hayat hikâyesi sorulmuş, o da<br />

buna şu cevabı manzum olarak vermiştir:<br />

Okudum Tuhfe-i Vehbiyle Pendi<br />

Tamam ettim Gülistan’ı nidem âh<br />

Ki Hafız bitmedi nısf oldu eyvah<br />

Bu mısralardan anladığımız kadarıyla,<br />

Tuhfe-i Vehbi, Gülistan ve Hafız’ın eserlerini<br />

okuduğunu beyan ediyor.<br />

Yaratılışındaki şairlik yeteneğini, tarikatının<br />

telkin ettiği ilahî aşkla ve derin hisleriyle birleştiren<br />

Nüzhet Efendi, büyük hakikati bulma arzusu<br />

ile bilmediklerini itiraf etmekten çekinmiyor:<br />

Yok senin gibi cihân içre melâmet Nüzhet<br />

Ağla kim yok sana, var halka selâmet Nüzhet<br />

Nüzhet Dede, son derece nüktedan, hazır cevap<br />

bir insandır. Şiirlerinde tanıdık bildik insanlara<br />

valilere, mebuslara, belediye başkanlarına<br />

küfürlere varacak nitelikte ağır dil ve ifadeler<br />

kullanarak hicviyeler yazmıştır. Hatta hiç sevmediği<br />

bir kaymakamın Çemişgezek’e tayin edilmesi<br />

dolayısıyla;<br />

Ey murg-ı kenef yer yüzüne mâye mi geldin<br />

Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin<br />

diyecek kadar işi ileriye götürmüştür.<br />

Nüzhet Dede, İmam Efendi diye anılan<br />

Harput’ta ikamet eden Osman Bedreddin-i<br />

Erzurumi’ye intisap etmiştir. Bu bakımdan şu beyitleri<br />

dikkate değerdir:<br />

75<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Elde sermâye olan bunca günahı bari<br />

Bedri pazârına gir terk et emânet Nüzhet<br />

Çıkar virâne ger mamûre girerse bağ-ı<br />

Bedri’den<br />

Bu bir bâğ-ı melâhat ki bahârı hiç hazân bilmez<br />

1890-1909 arasında tarikata intisap ederek<br />

20 yıl kadar Harput’ta yaşamıştır. Şeyhi Osman<br />

Bedrettin Efendi’nin ( İmam Efendi’nin) ölümü<br />

üzerine, üzüntüsünü şu beyitlerle dile getirir:<br />

Karalar giy matem et, bu matem-i Bedr-i<br />

Münir<br />

Ağla Allâh aşkına, hep ağlasın nev’-i beşer<br />

Tazelensin macerâ-yı derd-i deşt-i Kerbelâ<br />

Kanlı gömlek giysin âlem cuş edip hun-i ciger<br />

Görmemiştir cân bedenden çıktığın cins-i<br />

beşer<br />

İşte ben gördüm gözümle Bedri cânımdır gider<br />

İmam Efendi’ye yazdığı manzum mektup<br />

yanında İmam Efendi’nin de cevabi manzum<br />

mektubundan birkaç kıt’ayı buraya alalım:<br />

Nüzhet Dede’nin Arz-ı Hâli<br />

Nüzhet yalanı sevmez<br />

Elbette Saminiler<br />

Himmet kanadı pirle<br />

Salarsa başa sâye<br />

Bedri tamâm olunca<br />

İş bu Muharrem ayı<br />

Baki midir bu matem<br />

Atideki her aya<br />

Osman Bedrettin-i Erzurumi’nin Nüzhet<br />

Dede’ye Cevabı<br />

Kesret içinde vahdet<br />

Et Rabbına bu vuslat<br />

Elinde varken fırsat<br />

Verme ömrün hevâya<br />

Ölmeden evvel ölüp<br />

Vahdetten ol haberdâr<br />

Gör bunda Bedri yârin<br />

Kalma sakın ferdâya<br />

Bektaşi-vari ifadelere yer vermesinden dolayı<br />

kendisiyle aynı zamanda mebusluk yapan Besim<br />

Atalay da Nüzhet Dede için “ Yine mecliste bulunan<br />

bir Bektaşi de Nüzhet Baba (Elazığ- Çemişgezek)<br />

idi. Nüzhet Baba, tahsilinin az olmasına<br />

rağmen zeki, arif, anlayışlı bir zattı. Çok güzel<br />

nefesleri vardı.” şeklinde ifadeler kullanmıştır.<br />

İmam Efendi’nin Nüzhet Dede için söylediği rivayet<br />

edilen sözler de şöyledir:<br />

“ Nüzhet Efendi’yi hor görmeyelim, o her telden<br />

çalar, her sazın önünde oynar. Fakat tellerden<br />

çıkan sedanın ne olduğunu sezer. Bu da bambaşka<br />

bir âlemdir. Yılan da eğri büğrü yürür. Lakin<br />

yuvaya girerken düzelerek süzülür. Biz ne kadar<br />

zühd ü takva libasına bürünmüş olsak –haşa-<br />

Cenab-ı Allah’ı aldatamayız. O her şeyi bilir,<br />

görür. Herkesin kalbini bilir. Nüzhet Dede’yi gören<br />

seni de beni de görücüdür. Dede, meyhanede,<br />

kahvehanede gezer, fakat nefret sezer, ibretle gezer.<br />

Dedenin kalbini kırmayalım.”<br />

Nüzhet Dede, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz,<br />

V.Murat, 2. Abdulhamit, 5. Mehmed Reşad<br />

zamanı ile Türkiye Cumhuriyetinde de M. Kemal<br />

Atatürk ve İsmet İnönü’nün devirlerini idrak<br />

eden bir şahsiyettir. 1942 yılında Çemişgezek’te<br />

vefat etmiştir.<br />

Böylesine şair yaratılışlı, mutasavvıf ve siyaset<br />

adamının edebî şahsiyetinin oluşumunda<br />

yaşadığı devrin, aile yapısının, çevresinin büyük<br />

tesiri olduğu bir gerçektir.<br />

Nüzhet Dede’nin üzerinde devrin edebî, tasavvufi<br />

terbiyesi hemen hissedildiği gibi, Harput<br />

kültürünün de derin izleri görülür. Hicivler yanında<br />

divan edebiyatımızın vazgeçilmez nazım türü<br />

gazeller de vücuda getirilmiştir. Ancak bunların<br />

konusunu genellikle tasavvuf oluşturmuştur.<br />

Şairimize, Fikret Memişoğlu, bir yazısında<br />

Nüzhet Dede, şairin torunu Erhan Saraçoğlu bir<br />

yazısında Dede Nüzhet, ben de bir başka makalemde<br />

Nüzhet Dede başlığını kullandım. Bu durumda<br />

Nüzhet’in “ Dede” lakabının, isminden evvel<br />

mi sonra mı kullanılacağı hususunda tereddüt<br />

yarattığından, kendisinin şiirlerine müracaat et-<br />

76<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


tim ve şairin mahlasını genellikle “Nüzhet”, çok<br />

nadiren de “ Nüzhet Dede” olarak kullandığını<br />

gördüm. Birinci devre mebusu Celal Nuri Bey’e<br />

yazdığı şiirin bir yerinde,<br />

Nüzhet Dede’nin harfını esvatını sorma<br />

Dil âleminin haşmet ü daraatını sorma<br />

diye kendi ismini ve lakabını açık bir şekilde belirtmektedir.<br />

Nüzhet Dede, tasavvufun kaynağına inmiş, tarikata<br />

girmiş, onunla hemhal olmuş birisi olarak<br />

gerçekten şiirlerinde bu unsurlar ve ıstılahları terennüm<br />

etmeye çalışmıştır.<br />

Tasavvuftaki ana unsurlardan birinin ıstırap<br />

çekmek ve dünyada sıkıntı ile nefsi terbiye etmek<br />

olduğu bilinmektedir. Mürşidi İmam Efendi’yi<br />

kaybetmenin verdiği sıkıntıyla,<br />

Aç başın, yol saçın, oy gözlerin, kır dişlerin<br />

Hep traş et kalmasın müjgân u ebrûdan eser<br />

Kes dilin, bük kametin yak yık vücûdun şehrin<br />

Âh çek, feryâd kıl ta titresin ruh-ı peder<br />

diyerek ıstırabını dile getiriyor.<br />

Her zerrenin Allah’tan koptuğunu ve kâinata<br />

yayıldığını, neticede Allah’a dönerek onunla birleşeceğini<br />

ifade eden büyük mutasavvıflarla aynı<br />

fikirde olan Nüzhet Dede, “Sarhoş” redifiyle yirmi<br />

dört beyitlik gazelinde bu konuya, temasla bir<br />

yerde peygamberin ve Mevlâ’nın da sarhoş olduğunu<br />

belirtiyor. Ancak maddi manada değil; manevi<br />

ve tasavvufi anlamda, ilahî bir aşkla sarhoş<br />

olduklarını ifade ediyor.<br />

Hep nârı da envârı da esrârı da baygın<br />

Musa’sı da Davud’u da İsa’sı da sarhoş<br />

Yanıp yıkılıp durma, hararetle şarap iç<br />

Mademki peygamber ü Mevlâ’sı da sarhoş<br />

Nüzhet Dede, tasavvufun ana prensibi olan<br />

tevhid ve vahdet-i vücud ile o kadar doludur ki,<br />

“Allah’ı kâinatta var olan hiçbir şeyden ayrı saymayız,<br />

çünkü biz Allah’a tapıyoruz, onunla hey<br />

şey var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Ve biz onunla<br />

meydana gelmişiz.” ifadelerini şöyle şiirleştirmiştir.<br />

Her cihetten Hakk’ı tenzih eylemek mümkün<br />

değil<br />

Hak-perestsiz Hakk ile her yerde peydâ olmuşuz<br />

Kendisini rind, yani kalender olarak kabul<br />

eden şair, zahidler ile de geçimsiz olduğunu, yani<br />

Allah’ı bulmakta akıl yerine gönül ve irfanın daha<br />

geçerli olacağını ifade ile şöyle diyor.<br />

Zâhidâ sanma bizi Kâbede zemzem yutarız<br />

Kunc-i meyhânede biz nefha-yı Meryem yutarız<br />

Bedel olmaz gam u enduhumuza ayrı dü âlem<br />

Her nefeste iki âlem bedeli gam yutarız.<br />

Nüzhet Dede’nin edebî kişiliği iki şekilde<br />

ortaya çıkmıştır. Biri tasavvuf cereyanına bağlı<br />

tarzda gelişen düşünceleri çerçevesinde yazdığı<br />

şiirler, ikincisi de siyasi yapısına bağlı olarak<br />

yazdığı şiirlerdir.<br />

Tasavvufi konularda yazdığı şiirlerin çoğu<br />

tür, şekil ve vezin olarak divan şiiri geleneğine<br />

bağlıdır.<br />

Tasavvuf onun için ilham kaynağı olmuştur.<br />

Vahdet-i vücud, şiirlerinin ana temasıdır. Onu<br />

kendine mahsus bir üslupla bazen haddini aştığı<br />

ve Bektaşi olduğu kanaatini uyandıracak<br />

tarzda işlemiştir. Bu durum onun tarikat içerisinde<br />

ulaşmış olduğu derinlikle izah edilebilir.<br />

Devletin sosyal kurumlarının ve devlet sisteminin<br />

iflasın eşiğine geldiği dönemde yaşayan<br />

Nüzhet Dede, bu sıkıntılarını “hicviye” türünü<br />

kullanarak şiire dökmüştür. Şiir dilinde büyük<br />

ölçüde Arapça ve Farsça hâkimiyeti görülür.<br />

Nüzhet Dede, çok yönlü bir insan olarak<br />

karşımıza çıkar. O, siyasetçi, şair, filozof bir<br />

insan olarak görülür. Birçok kimse onun şiirlerindeki<br />

derin tasavvufi manayı anlayamadıkları<br />

için, dinsiz ve inançsız bir insan gibi değerlendirirler.<br />

Hâlbuki o, Nakşibendî tarikatine mensup,<br />

dinî bilgileri oldukça kuvvetli nüktedan<br />

bir şahsiyettir. Hicvi şiirlerinde çok iyi kullanmıştır.<br />

Tasavvufi şiir içinde hiciv yapmak zor<br />

olmakla beraber o, bu zorluğu dahi yenmesini<br />

bilmiştir. Nüzhet Dede, Harput havalisi şiir geleneğindeki<br />

özellikleri taşımakla beraber, tabiatındaki<br />

sertlik neticesinde, taşlama ve hiciv<br />

unsuruna sahip oluşuyla aynı havalideki diğer<br />

77<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


şairlerden ayrılmıştır.<br />

Şiirlerine gelince,<br />

Mustafa Kemal Paşa’ya başlıklı aruz vezniyle<br />

yazdığı şiir methiye olmakla birlikte siyasi hüviyeti<br />

de vardır. Birkaç beytini alalım.<br />

Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın<br />

İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlin<br />

Sen gibi bir bahadır tarihte nâmı nedir<br />

Olmak sana berâber mümkün mü İbn-i Zal’ın<br />

Nüzhet dilin dolaşmış giysu-yı dil-şikâre<br />

Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-mecâlin<br />

Hiciv alanında mahir olan Nüzhet Dede’nin<br />

Kaymakam Zeki Bey’e yazdığı şiir, siyaseten küfür<br />

derecesine varacak nitelikler taşıyor. Bundan bazı<br />

beyitleri örnek verelim.<br />

Palu’dan Çemişgezek’e tayin olan Kaymakam<br />

Zeki Bey’e<br />

Ey murg-ı kenef yeryüzüne mâye mi geldin<br />

Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin<br />

Bu fahişeyi hangi umumhâneden aldın<br />

Pâk etmek için bu leb-i deryâya mı geldin<br />

Deryâları sahilleri hep boklayıp âhir<br />

Tebdil-i hava etmeye sahrâya mı geldin<br />

Yine bir manzumesinde Cumhuriyet dönemi<br />

öncesi oldukça etkin olan siyasi bir gruba hicvi<br />

meşhurdur, altı mısraını seçelim.<br />

İttihatçılar İçin<br />

Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar<br />

Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar<br />

Sataşmış canına halkın bu dernekler, bu oymaklar<br />

Kenef etrafına sanki dizilmiş taze bardaklar<br />

Bu mülkün sahibi kimdir, düşünmez mi ahmaklar<br />

Çekil artık yeter ey kahbeler kancıklar alçaklar<br />

“Hozatlı Mebus Tevfik Bey için”<br />

başlıklı şiiri de yine hicivdir, bundan da bir iki<br />

beyit örnek alalım.<br />

Sözün bil meclis-ârâ ol bu bezm-i pür-letâfete<br />

Öğütme ağzına her ne gelirse asiyâb-âsâ<br />

Vücudun fışkıdan terkib olunmuş yokladım<br />

amma<br />

Bu halka gösterirsin kendini şevket-meab-âsâ<br />

Dersim Valisi Nuri Bey’e yazdığı manzumede<br />

de pardon redifini kullanmış ve hicvetmiştir.<br />

Dersimlilerin Vali-i zişânına pardon<br />

Ayanına esnâfına erkânına pardon<br />

Valilere derbân idi evvelce bu vali<br />

Valilik için aldığı fermânına pardon<br />

1.Devre Milletvekili Besim Atalay Bey için<br />

yazdığı şiir de yine siyasi hüviyet taşımakla beraber<br />

sanatla siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini<br />

teşkil ediyor.<br />

Besim Atay Bey miras-hor olma<br />

Kendi kazancına kanaat eyle<br />

Müteşâir olup herkesi soyma<br />

Sen sana kerem kıl hidâyet eyle<br />

Şeş cihetten sensin seyreden seni<br />

Sen sana perdesin çâk et bu teni<br />

Koltukla kelleyi beyaz kefeni<br />

Kendini cihâna melâmet eyle<br />

Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılı idrak eden,<br />

Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerini yaşayan,<br />

her iki rejimin nimetleriyle külfetlerine katlanan<br />

Nüzhet Dede, kendi tahsil ve irfanıyla filozofvari<br />

fikir ve hayallerini şairlik kabiliyetiyle birleştirerek<br />

güzel şiirler vücuda getirmiştir. Bu şiirlerin<br />

çoğunda tasavvuf ve hiciv unsuru hâkimdir. Siyasi<br />

yönünün olması, şiirlerinin içtimai bir vecheye<br />

bürünmesine de yol açmıştır.<br />

Bu bakımdan şiirlerinde sosyal hayatın aksaklıkları,<br />

iyi olmayan yönleri, bu hayatın içinde<br />

yer alan insanlar, vefasızlıklar, döneklikler,<br />

riyâkârlıklar, siyasetteki olumsuzluklar hep ele<br />

alınarak işlenmiştir. Bu bakımdan Nüzhet Dede,<br />

bir taraftan şairlik görevini yerine getirirken, bir<br />

taraftan da cemiyete ve insanlara yön vererek<br />

doğruları öğretmeye çalışmıştır.■<br />

78<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Bâkî'nin poetik ve politik<br />

kaygısı üzerine bir deneme<br />

SALİH UÇAK<br />

Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nda<br />

hayatın hükümdar<br />

ve saray etrafında<br />

şekillendiği<br />

gerçeğinden<br />

hareketle şeref ve<br />

itibarın sığınağı<br />

olarak mutlak hâkim<br />

otoriteye yakın<br />

olmak bir zarurettir.<br />

Padişahın lûtfuna<br />

mazhar olmak,<br />

inayetine sığınmak<br />

dönem itibariyle<br />

“sultanü’ş-şuara”<br />

olmak için gereklidir.<br />

Bâkî, XVI. yüzyıl Osmanlı şiirinin en büyük şairidir.<br />

Yaşadığı devirde çok sevilmiş, ünü yüzyıllar<br />

boyunca sürmüştür. Türkçe konuşulan bütün çevrelerde<br />

tanınmış bir “sultanü’ş-şuara”dır. Bâkî, şiirdeki<br />

ustalığının yanında rintliği, neşeli ve coşkun yaradılışı,<br />

hoş sohbet ve nükteleri ile gönüllere girmeyi başarmıştır.<br />

Bâkî, çok genç yaşta padişahların beğenisini kazanmış,<br />

onlardan iltifat görmüş ve himaye edilmiştir.<br />

Kanunî’nin musâhibi olmuş ve sarayda rahat bir hayata<br />

kavuşmuştur. Gençliğinden başlayarak şiirdeki ustalığını<br />

makam ve mevki için de kullanan Bâkî, devlette<br />

önemli görevlere gelmeyi bilmiştir.<br />

Bâkî, bir gazel şairidir. Geleneğe uygun olarak şiirler<br />

kaleme alan şair, pek çok kaside yazmasına rağmen<br />

gazel sahasındaki başarısı ile bilinir. Güçlü bir nazım<br />

tekniği olan şair, şiirde mükemmeliyet fikrine sıkı sıkıya<br />

bağlıdır. Şiirinde kullandığı her kelimenin diğer bir<br />

kelimeyle ilintisini, ses ve ritim açısından sözün değeri<br />

ile aruz meselesinde oldukça titizdir. Türkçeyi pürüzsüz<br />

denebilecek bir ustalıkla kullanır.<br />

Bilindiği üzere Divan şiiri, gelenekten ayrılmayı pek<br />

hoş karşılamaz. Ancak, şairin genel kurallar çerçeve-<br />

79<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


sinde verdiği eseri değerlendirirken<br />

orijinaliteyi<br />

dikkate alır. Farklı üslup<br />

özelliklerini önemseyerek<br />

taklidin bir kıymet-i harbiye<br />

taşımadığını her daim<br />

ifade eder.<br />

Divan şiiri, bir gelenek<br />

şiiridir. Fakat her şairin<br />

kendi âlemini, kendi<br />

iç dünyasını anlattığını<br />

unutmamak gerekir. Her<br />

metin, onu meydana getiren<br />

sanatkârın aynasıdır.<br />

Buna göre, kendini ve döneminin<br />

zihniyetini ortaya<br />

koyan her şair, kurguladığı<br />

dünyanın genel özelliklerini<br />

eserlerinde dile getirir.<br />

İnsan düalist bir yapıya<br />

sahiptir. Yani ruh ve<br />

bedenden müteşekkildir.<br />

Her sanatkâr gibi Bâkî de<br />

bu düalist yapıya göre yaşamış ve yazmıştır. Dolayısıyla<br />

yapılacak değerlendirmelerde bu yapı<br />

dikkate alınmak zorundadır. Şairin içinde yaşadığı<br />

reel dünya ile eserinde kurguladığı irreel dünya<br />

arasındaki bağlantı, hayal ve hakikat çatışması<br />

olarak görmek gerekir. Bâkî’nin de bir insan olarak<br />

hayalleri, ihtirasları vardır. Gelmek istediği<br />

makam ve mevkiler olmuştur. Bu, onun insanî<br />

boyutuyla alakalıdır.<br />

Bugün telif ve şöhret peşinde koşan yok mudur<br />

Elbette vardır. Tarihte sadece nafaka için<br />

yazan olmamış mıdır Elbette olmuştur. Sanat<br />

kaygısı ile hayat gailesi arasında gidip gelmek<br />

hemen her sanatkârın kaderidir. Önemli olan bu<br />

ikisi arasındaki muvazenedir. Med-cezir ne kadar<br />

tabii ise sanat kaygısı ile hayat gailesi de o<br />

kadar tabiidir.<br />

Bâkî’nin poetik ve politik kaygı arasında<br />

gel-gitlerini şiirlerinden yola çıkarak ortaya<br />

koymanın daha sağlıklı<br />

olacağı kanısındayız. Metin<br />

odaklı bir bakış açısı<br />

bu anlamda daha ciddi<br />

ve önemli ipuçları taşımaktadır.<br />

Bir şair olarak<br />

Bâkî’nin hem poetik hem<br />

de politik kaygılar taşıdığını<br />

bir gazelinde şöyle<br />

dile getirdiğini görürüz:<br />

“Dür-i fazl ile murassa<br />

kılıcındur Bâkî<br />

Anı dûr itme benüm<br />

pâdişehüm yanundan”<br />

Bâkî’nin on altı kez<br />

göreve getirilip on beş kez<br />

azledildiği düşünülürse<br />

yukarıdaki beytin şair için<br />

neler ifade ettiğini daha<br />

rahat anlayabiliriz. Bâkî,<br />

poetik açıdan kendini överken<br />

politik açıdan da himaye istediğini açıkça ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Bâkî’nin özellikle Kanunî döneminde önemli<br />

görevler üstlendiğini ve sarayda rahat bir hayat yaşadığını<br />

söylemiştik. Padişahın himayesi mutlak<br />

olmadığından zaman zaman çeşitli gammazlamalarla<br />

saraydan uzaklaştırıldığı da bilinen bir gerçektir.<br />

Bunu feleğin türlü halleriyle açıklar:<br />

“Olur mıydum gehî giryân gehî sûzân gehî nâlân<br />

Felek âyînesi göstermeyeydi dürlü sûretler”<br />

Osmanlı İmparatorluğunda hayatın hükümdar<br />

ve saray etrafında şekillendiği gerçeğinden hareketle<br />

şeref ve itibarın sığınağı olarak mutlak hâkim<br />

otoriteye yakın olmak bir zarurettir. Padişahın<br />

lûtfuna mazhar olmak, inayetine sığınmak dönem<br />

itibariyle “sultanü’ş-şuara” olmak için gereklidir.<br />

En büyük iltifat padişahın musahibi olmak oldu-<br />

80<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ğuna göre bütün marifetini, şiir vadisindeki ustalığını<br />

ortaya koymak gerekir. “Marifetin iltifata tabi<br />

olması” bu bağlamda önemlidir. Yalnız şunu unutmamak<br />

gerekir; hemen her şair padişahın muhasibi<br />

değil, musahibi olmak ister. Yani poetik kaygı,<br />

politik kaygıdan daha önce gelir.<br />

Şairin sultana olan yakınlığını sanatlı ve sembolik<br />

bir dille şöyle ifade eder Bâkî:<br />

“Gûbâr-ı der-geh-i şâha sürer yirde yüz Bâkî<br />

Süleymana mukârin olmağ ister seyr idün mûrı”<br />

Hz. Süleyman’a yakın olmak isteyen karınca<br />

ile Kanunî Sultan Süleyman’a yakın olmak isteyen<br />

Bâkî arasındaki bağın sembolik ifadesi<br />

şairin sanatsal kaygı taşıdığını ortaya koyması<br />

bakımından dikkate değer. Alelade söyleyiş,<br />

basit ve amaca yönelik söylemler kesinlikle hoş<br />

karşılanmıyor. Sanat yoksa musahiplik de yok.<br />

Bâkî’nin gazellerinde makam ve mevkinin<br />

geçiciliğine atıfta bulunarak dönemin diğer sanatçılarıyla<br />

girdiği mücadelelerin gereksiz olduğunu<br />

ifade ettiğine de şahit oluruz:<br />

“Reşk itme ömr-i devlet-i dünyaya Bâkîyâ<br />

Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür”<br />

Şairin bu çıkışı, tavrı farklı yorumlanabilir<br />

belki. Ancak sürekli aziller yaşayan bir insanın<br />

böyle bir sitemde bulunması veya gerçeği görmesi<br />

beklenen bir durumdur. Başka bir beyitte<br />

bu durumu destekleyen bir itirafta bulunur:<br />

“Ey dil gerekse vâsıta-i devlet-i ebed<br />

Olmaz nigârun işiği taşı gibi sened”<br />

Sevgilinin eşiğinin taşı gibi senet mi var Fani<br />

dünyanın ihtirasları bir tarafa bırakıldığında şiirin<br />

özüne ilişkin söylemlerin daha net bir biçimde<br />

ortaya çıktığını görmek mümkün. Bâkî’nin<br />

özellikle Kanunî’nin ölümünden sonra gözden<br />

düşmesi, görevden azledilmesi gururunu incitir.<br />

Bu durumu bir hazan gazelinde dile getirir:<br />

“Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan<br />

Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan”<br />

Osmanlı şiirinin patrimonyal özelliği, şairin<br />

gözden düşmesi ile ruh hali arasındaki bağı betimleme<br />

noktasında ilgi çekici bir biçimde şiire<br />

yansıyor. Şairin itibar kaybı ile içinde bulunduğu<br />

acziyet, sonbaharda ağaçtan düşen yaprak arasındaki<br />

acziyetin ifadesi dikkat çekicidir. Şairin çaresizliği<br />

ile patrimonyal himaye paradoksu, Divan<br />

şiirin nirengi noktalarını belirlemektedir.<br />

Zamandan ve felekten şikâyet, Divan şiirinin<br />

temel temalarındandır. Çok istediği şeyhülislamlık<br />

makamına getirilmeden azledilen Bâkî, teselliyi<br />

şiirde buluyor:<br />

“Ne gam azl-i ebed nefy-i beled oldunsa ey Bâkî<br />

Cihanun mansıb u câh-ı degüldür kimseye bâkî”<br />

Sultan Süleyman’a kalmayan şu dünya malı<br />

elbette kimseye kalmayacaktır. Öyleyse ceht u cidale<br />

ne gerek var! Bâkî, politik kaygılarını poetik<br />

bir yaklaşımla ortaya koyarak şiirdeki hakikati<br />

kurmaca dünyanın sembolik imkânlarına teslim<br />

eder. Politik kaygı ve kayıplar, onu şiirin derin<br />

ve girift mahzenlerine çeker. Politik kayıp, poetik<br />

kazançla telafi edilir.<br />

Sanatkâr her an, sanat ve hayat arasındaki<br />

ince çizgide imtihan halindedir. Kalem, sanat ve<br />

iktidar gölgesinde kalan tek varlıktır. Her edebî<br />

dönemin kendine özgü koşulları, sanat anlayışları<br />

vardır. Edebi eseri veya sanatkârı değerlendirirken<br />

bu koşulları nazara almak gerekir.<br />

Osmanlı şiirine bugünün perspektifi ile bakmak<br />

yanlış ve yanlı olacaktır. Bâkî’nin şiirlerindeki<br />

estetik kaygı ile şahsi ve politik kaygı üzerinde<br />

yapılacak her değerlendirme bu alana farklı bakış<br />

açısı getireceği muhakkaktır.<br />

Sanatçı, doğası gereği, poetik ve politik kaygı<br />

taşır. Bu kaygıların dönemsel olarak öncellikleri<br />

farklı olabildiği gibi; kaygılar sanatçıdan sanatçıya<br />

da değişebilir. ■<br />

81<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


KİRPİ<br />

Gel kirpi gel kirpi<br />

Bütün saçaklarını denize sal kirpi<br />

Benim bütün ayaklarım denize akıyor<br />

Sen de çırpı bacaklarını denize sal kirpi<br />

Al kirpi al kirpi<br />

Topraktan ruhunu al kirpi<br />

El uzat bana maviden kadifeden<br />

İşte dikenlerin, geri al kirpi<br />

Para etmiyorsa toprak ve kadın<br />

Ucuzladıysa bütün aldıkların<br />

Can verdiğin yerde bir karşılık yoksa<br />

Öldüğünle kalıyorsan öl kirpi…<br />

Güneşin buz tutmuş, kar yakıyor içini<br />

Sorma işin aslını, nedeni, niçini<br />

Keloğlan saç ektirmiş<br />

Bir sen kaldın kel kirpi…<br />

UMUT BULUT<br />

82<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Nizami Gencevi’nin<br />

eserlerinde ideal devlet<br />

ve devlet başkanı<br />

SÜLEYMAN DOĞAN*<br />

Nizami’ye göre,<br />

bir padişahın<br />

yanılmak ve sözün<br />

manevi manasıyla,<br />

sarsılmak hakkı<br />

yoktur. Bunun<br />

için de yanında<br />

akıl, tedbir, rey ve<br />

vicdan sahibi bir<br />

vezire muhtaçtır.<br />

Herkesin ayağı<br />

kayabilir, fakat<br />

padişahınki<br />

kaymamalıdır:<br />

yoksa devletin başı<br />

döner.<br />

Nizami Gencevi 1141 yılında Azerbaycan’ın<br />

kadim şehirlerinden Gence’de doğmuş,<br />

ortaya koyduğu şiirlerle bu şehirde yaşamış ve<br />

yine bu şehirde 1209’da vefat etmiştir. Şair ve<br />

mütefekkir Nizami’nin asıl adı İlyas’tır. Onun<br />

ilme, sanata olan güçlü ilgisi neticesinde muhtelif<br />

ilim sahalarında (felsefe, astronomi, tıp, geometri...)<br />

dünya medeniyeti esasen Yunan, Arap,<br />

Fars aynı zamanda Kafkas halklarının tarihi ile<br />

de uğraşmıştır.<br />

Öncelikle belirtmek gerekir ki, şair ve filozof<br />

Nizami Fars kökenli değildir. Nizami’nin şiirlerini<br />

Farsça yazdığı için “İranlı bir şair” olarak<br />

kabul edilmesi çok yanlıştır. Azerbaycanlı yazar<br />

ve devlet adamı (Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı)<br />

Mehmet Emin Resulzade’nin yazdığı Nizami<br />

Gencevi ile ilgili kitapta ve benzeri kaynaklarda,<br />

Nizami’nin kesinlikle Türk ve Azerbaycanlı<br />

şair olduğunu şüphe götürmez bir gerçektir.<br />

Türkiye’de bazı Türk Edebiyat Tarihi yazarları<br />

Nizami’yi “İranlı” gibi göstermeleri büyük bir<br />

hatadır; mesnetten yoksundur.<br />

İranlı Firdevsi’ye karşılık Nizami, kaynağı<br />

İslamiyet olan insan ve adalet sevgisine açık,<br />

* Yrd. Doç. Dr., Yıldız Tek. Ü. İnsan ve Toplum Bilimleri<br />

Bölümü ve Fatih Ü. Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.<br />

83<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


müsamahakâr bir dünya görüşünü edebiyata<br />

getirdi. Nizami; insanın cemiyete yönelmesi ve<br />

böylece cemiyetin yanlış yönlerini tenkit ederek,<br />

idealize ettiği bir dünyayı ve tipleri canlandırabildi.<br />

İnsana psikolojik bir varlık, içtimai bir<br />

varlık olarak bakabildi ve insanı böyle değerlendirdi.<br />

Nizami Gencevi’den Beşlik<br />

“Tasarladım ben evvelce MAHZEN’i<br />

Tutmadı gevşeklik bu işte beni.<br />

Bu suretle yağlı, tatlı topladım,<br />

HÜSREV-ŞİRİN destanına başladım.<br />

Bundan sonra, bir başka perde açtım,<br />

LEYLA-MECNUN sevdasına ulaştım.<br />

Bu kıssayı bitirmiş oldum; hemen<br />

YEDİ GÜZEL sarayına çektim yügen<br />

Şimdi şiirin ben girdim meydanına,<br />

Davul vurdum İSKENDER’İN NAMINA.”<br />

Adalet üzerine kurulmuş devleti idealize eden<br />

Nizami, bu idealini Türk devleti tipinde buluyor.<br />

Nitekim didaktik eseri olan “Mahzen-ül Esrar”<br />

da, zulme uğramış ihtiyar bir kadının ağzıyla,<br />

Büyük Selçuklullar da Sultan Sencer’e hitapla:<br />

“Mademki adaletsizliğe tahammül ediyorsun,<br />

demek ki Türk değilsin.” der.<br />

“İskendername” Azerbaycan Atabeklerinden<br />

Nusreddin Ebu-Bekir Muhammed adına yazılmıştır.<br />

Nizami, İskendername’de sanatını kullanmış,<br />

Mesela İskender’i, bir Müslüman gibi,<br />

“Kabetullah”ı ziyarete götürmüştür. Fütuhatçı ve<br />

ıslahatçı bir kahraman ait tarihî destan olmasına<br />

rağmen, “İskendername”de Nizami’nin lirik<br />

cephesi epik cephesine hâkimdir. İskender’in<br />

herhangi askerî ve siyasi zaferi bile mutlaka gönle<br />

ait bir aşkın zaferi bir düğünle tamamlamıştır.<br />

İskender bir hükümdar, bir imparator, bir hâkim<br />

olduğu kadar da bir âşıktır.<br />

“Bulmak isterdi İskender dirilik çeşmesini<br />

Ta ki defeyliye korkunç ölümün gelmesini.<br />

Bu niyetle o bütün âlemi gezdi, taradı,<br />

Yaptı Zulmat’e sefer gerçi, fakat boş aradı.<br />

Ölmemezlik suyunu bulmadı geçti, gitti...<br />

Gönlünün arzusunu şimdi o ancak itti!”<br />

Devlet<br />

Devlet kurmak, sosyal hayatın bir icabı ve insanlar<br />

için tabii bir zarurettir.<br />

Millet vicdanının hâkim olmadığı devletlerle<br />

istilacı güçlerin pek farkı yoktur. Belki bunun<br />

için Montesquieu “Az gelişmiş ülkeler, ordularının<br />

işgali altındadır.” demiştir. Çünkü geri kalmış<br />

milletlerin devletleri, kuvvetli devletlerin koltuğuna<br />

sığınmak mecburiyetini hissederler; bunun<br />

hazmedemeyen kendi milletlerini de orduları<br />

pençelerine alırlar. Devleti oluşturan önemli unsurlardan<br />

biri de kuvvettir.<br />

Kutadgu Bilig’de “Yaban eşeğini alt etmek<br />

için aslan olmak gerek.” gibi deyişlerle devletin<br />

gücüne işaret etmiştir. Bu güç zarara uğrarsa,<br />

kargaşa, anarşi kaçınılmaz hâle gelir. Devletin<br />

mihrakını oluşturan güç kanun hâkimiyetiyle<br />

meşruiyet kazanır. “Devletler küfürle değil, zulümle<br />

yıkılır.” Adaletten yoksun olan şefkatin<br />

en büyük zulüm olacağını unutmamak lazımdır.<br />

Çünkü o zaman birine müşfik davranırken, diğer<br />

mazlumun hakkı katledilir.<br />

Filozof Kant: “Devlet, hukuk kuralları altında<br />

yaşayan insanların vücuda getirdiği birliktir.”<br />

Gazali’ye göre; siyasi düzen, içtimai düzenden<br />

hemen sonra gelir. İnsanın tek başına dinden ve<br />

cemaatten uzak olarak maddi ve manevi saadetini<br />

temin etmesi mümkün değildir.<br />

İbni Haldun’da devletlerin ömrü, en uzun insan<br />

ömrü olan 120 yılla kayıtlanırken, Gazali’de<br />

ise, ahlaki ve insani faziletlerin devamına bağlı<br />

kılınmıştır. Âlimlerin bozulması hükümdarın<br />

bozulmasını, hükümdarın bozulması ise halkın<br />

bozulmasını yol acar.<br />

Dünyayı ayakta tutan dört unsun biri olan siyaset<br />

olduğuna dikkat çeken Gazali, siyasetin,<br />

din ve ahlakın zorunlu bir uzantısı olarak ortaya<br />

çıktığını: hayatın müşahhas şartlarına adapte edilen<br />

bir davranış sanatı olduğunu beyan etmektedir.<br />

Şair ve filozof Nizami Gencevi devletin önemine<br />

binaen konu üzerinde kafa yormuştur. Nizami,<br />

adil hükümdarla adil bir şekilde muamele<br />

ettiğinde devletin sürekli olacağına işaret etmiştir.<br />

Hükümdara yol gösteren mütefekkir<br />

Nizami, hitap ettiği hükümdarlara rehberlik<br />

84<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


yapan bir mütefekkirdir. Mesela İskenderin yanında<br />

Aristo (Aristotalis) gibi filozof bir vezir<br />

olduğunu kaydederek, dünyada muvaffak olmuş<br />

padişahları, genel olarak, gözden geçirmiş, bütün<br />

bunların yanında birer akıllı vezir bulunduğunu<br />

işaret etmiştir. Selçuklu Melik-Şah, Gazneli<br />

Mahmut, Sasani Enuşirvan gibi...<br />

Nizami’ye göre, bir padişahın yanılmak ve<br />

sözün manevi manasıyla, sarsılmak hakkı yoktur.<br />

Bunun için de yanında akıl, tedbir, rey ve vicdan<br />

sahibi bir vezire muhtaçtır. Herkesin ayağı<br />

kayabilir, fakat padişahınki kaymamalıdır: yoksa<br />

devletin başı döner.<br />

Sasani Padişahı Hörmüz, gözünün bebeği<br />

biricik oğlu Husrev’i, nispeten önemsiz bir suç<br />

için, adalet yerini bulsun ve başkalarına ibret olsun<br />

diye şiddetle cezalandırmıştır. Bu olayı hatırlatan,<br />

Nizami, ansızın denecek bir şekilde, sözünü,<br />

tarihteki Mecusilik durumundan, zamanındaki<br />

Müslümanlık gerçeğine çevirir; devrindeki<br />

adaletsizliğe, “bin masumun canı yakılırken, bir<br />

hırsızın burnu kanamadığına” yanar, eski devirdeki<br />

“Gebirliğe” gıpta etmiştir. “Onlar gebir idi;<br />

biz Müslümanız. Gebirlik (Gavurluk, Küffar) o<br />

ise Müslümanlık hangisidir!..” diye kinayetin<br />

yaman vuran taşını çağının adaletten sapmış suratına<br />

fırlatmıştır.<br />

“Devlette zulüm haramdır”<br />

Adalet, Nizami Gencevi’nin, Tanrı’sına taptığı<br />

ve kutsadığı bir idealdir. Bu idealinin gerçekleşmesini<br />

ister. Bir gün gerçekleşeçeğine de inanır.<br />

İnandığı bu idealin O, “geçmişteki örneğini”<br />

şiirleştirmiştir. “İskender’in idaresi” bu şiirleştirilmiş<br />

geçmişten bir örnektir. Adalet idealini<br />

Nizami, “Türk devleti” şeklinde tasavvur eder ve<br />

“adil olmayan, Türk de olamaz!” demiştir.<br />

“Dininde devletin zulüm haramdır,<br />

Zalimlere devlet candan düşmandır.<br />

Samanlığa eşek düştüyse nagah,<br />

Dimen yazık eşek, samana eyvah!”<br />

Nizami için şuurlu insan cemiyetinde, asıl<br />

olan, içtimai ahenk ile adalettir. Devlet, temsil<br />

ettiği cemiyeti birbirini yiyen düşman zümrelerin<br />

yırtıcılığına terk etmemek görevindedir. Onun en<br />

büyük işi-varlığının hikmeti- asayişi temin etmek<br />

ve adaleti yaymaktır.<br />

Nizami’ye göre, devlet anlamı ile zulüm anlamı<br />

bir arada gelemez. Devlet başına geçmiş zalim<br />

hükümdarı, Şair, “samanlığa girmiş eşeğe”<br />

benzetiyor ve “eşeğe değil, samanlığa yazık”<br />

diyor.<br />

İdeal devlette, tedbirli hükümdar bütün işleri,<br />

o işten anlayan bilginlere verir; İskender böyle<br />

yapmıştır: Bilgin yardımcılarının yardımıyla,<br />

devlet, yaşlıların tecrübeleriyle, gençlerin güçlerini<br />

birleştirerek yürür. Kafatasındaki beyin<br />

gövdenin bütün uzuvlarını idare etmekte ne gibi<br />

bir durumda ise, devlet reisi de onun gibidir. “el,<br />

ayağın çalışmasından memnun değilse, sorumlusu<br />

baştır”.<br />

Fert devlete karşı muayyen vazifelerle mükelleftir.<br />

Fakat fert, bir devlette sırf vazife taşımakla<br />

mükellef değil, birtakım haklara da maliktir. Padişahlara<br />

hitap eden şair “Hiçbir ferde cebbarlık<br />

ve gururla bakma, o da kendisince muhteşemdir!”<br />

“Padişahın asıl düşmanı zulüm işleyen, adaletsiz<br />

memurlardır; halk zulüm yaptırandan döner”.<br />

Bir memleketin bayındırlığı, Nizami’ye göre,<br />

hükümdarının iyi niyetiyle sıkı surette bağlıdır:<br />

“Padişahın niyeti iyi olursa, çillerde gül-dilen<br />

yerine mücevher biter. Niyeti kötü olan ağacın<br />

budağı kurur, iyi niyetli padişah etrafına bolluk<br />

saçar. Memleketteki genişlikler ile bolluklar padişahın<br />

iyiliğinden bahsederler!”<br />

Devletin adalet yaymak vazifesinde bir müessese<br />

olduğu fikrini telkin etmek için, sanatkâr,<br />

“Heft-Peyker” gibi ince düşünülmüş koca bir<br />

manzume yazmıştır. “Bir padişah veya bir devlet<br />

reisi sürüden sorumlu bir çoban değil, bundan<br />

daha fazla, sürünün selametinden sorumlu<br />

bir köpektir. Bu vazifesini unutarak, keyfe dalan<br />

ve idareyi zalimlere bırakan hükümdarlarla<br />

hikâyedeki, ‘kancık kurtla çiftleşen köpek’ arasında<br />

hiçbir fark yoktur.<br />

Devlet, adil olmalıdır. Nizami bu fikirlerini<br />

sadece teoride değil, pratikte uygulanması için<br />

yaşadığı dönemdeki padişahlara öğütlerde bulunmuş<br />

ve yol göstermiştir. Asrının padişahına,<br />

“Dünya hiçbir padişaha kalmamış, sana da kalmayacak.<br />

Cihanda baki kalabilmek için, cihana<br />

faydalı ol.” tavsiyesinde bulunuyor. Padişahı,<br />

“ayık” olmaya davet eden Nizami, “Mazeret getiren<br />

düşmana inanma, kapından kov.” demiştir.<br />

85<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Nizami’ye göre iktidar ile temkin birbirini<br />

tamamlayan şeylerdir. Devlet idaresinde, Nizami,<br />

müşavereye taraftardır:“Padişah’a rey ve fikir<br />

sahibi olduğun malumsa da, başkalarına rey<br />

erini dahi ihmal etme. Kimseye, sınamadan, yüz<br />

ver, kalbinde yeri olmayanlara güvenme. Adalet<br />

arayanların cevaplarını ancak doğru sözlü adamlar<br />

vasıtasıyla gönder, sözünü tut ki, herkes sana<br />

güvensin. Düşmanı küçük görmemek; düşmanlara<br />

karşı amansız, dostlara karşı da vefalı olmak,<br />

devlet adamlarının, bilhassa, dikkat edecekleri<br />

bir fazilettir. Vuracağını kökünden vur, tutacağını<br />

da düşürme!” demiştir.<br />

İdeal devlet adamı<br />

Milletlerin hayatında devlet adamlarının önemi<br />

çok büyüktür. Bazen yüzyılda bir veya iki<br />

devlet adamı yetiştirmek, devamlı milyonluk ordular<br />

beslemekten daha faydalıdır.<br />

Acemler, “Türkiye milyonluk ordu beslesin,<br />

biz yüz yılda iki devlet adamı yetiştirelim.” derler.<br />

Bu söz Acem palavrası değildir. İran’ın sosyal<br />

yapısı Babil Kulesi’ni andırmaktadır. Hatta<br />

kendi nüfusları, ülke nüfusuna oranla üçte bir<br />

bile değildir. Devlet adamlığının bir vasfı da,<br />

“Benden sonra tufan olsun” dememek, kabiliyetli<br />

ve dürüst insanlara fırsat vermek, onları yetiştirmektir.<br />

Nizami telakkisine uyan devlet idaresini<br />

gerçekleştiren ideal hükümdar İskender’dir.<br />

İskender’in şahsında, Nizami, bilgiye, hikmete,<br />

sanata ve fikre bağlı aydın bir hükümdar görmektedir.<br />

Filozoflar, âlimler ve edipler tarafından<br />

çevrilmiş bulunan bu hükümdarın kendisi dahi<br />

karakter, cesaret ve kahramanlığıyla beraber, bilginliği,<br />

hâkimliği ve tedbirciliğiyle tanınır. Devlet<br />

işlerine ait en temel meselelerde imparator bu<br />

meclisle müşavereler yapmaktadır.<br />

İskender, iyi bir teşkilatçıdır. Yeni nizam üzerine,<br />

mükemmel bir ordu kurmuş ve bu orduyu<br />

özel bir usul ile talim ve yeni silahlarla teçhiz<br />

etmiştir. Orduyu bizzat kendisi idare etmiştir. O,<br />

başarılı bir kumandandır. Nizami’ye göre, İskender<br />

harp için harp prensibini kökünden reddeder.<br />

Ona göre, İskender saldırma amacıyla hiçbir harp<br />

yapmamıştır.<br />

Nizami, İskender diplomasisinin başarılı temellerini<br />

anlatmaktadır. Bu diplomasinin ana<br />

hattı, gittiği memleketlerde kendine bağladığı<br />

milletlerin kalplerini kazanmaktır. Çünkü “milletlerin,<br />

daima kuvvete boyun eğmeyeceklerini”<br />

bilir. Milletlerin memleketlerini üstün kuvvetle<br />

tutmak mümkündür; fakat kalpleri kazanılmamış<br />

milletlerin sadakatları zorla kazanılamaz.<br />

Nizami şu tespiti yapar: “Bütün milletlerin<br />

dilini tercümansız anlayacaksın, milletler de senin<br />

Rumcanı, aynı şekilde, vasıtasız anlayacaklardır!”<br />

Bu ideali gerçekleştiren İskender, dünyayı<br />

yeni baştan dolaşmış, gezdiği memleketleri<br />

bu yolla kolay ele geçirmiştir.<br />

Nizami, büyük bir tablo yaratmıştır: İskender<br />

tablosu!... Bu, Nizami’nin kudretli eliyle<br />

işlenmiş muhteşem bir eserdir. Bu eserde o,<br />

sanatkârlığının asıl gayesi olan adalet ve sosyal<br />

fikirlerine bir yekûn vurmuştur. Bu tasavvura<br />

göre, milletler cebir ve tahakkümle değil, manevi<br />

bir otorite ile yanaşmak ve kalplerinin biricik<br />

tercümanı olan dillerini, vasıtasız olarak, anlamak<br />

gerekir!<br />

Türk boylarının edebiyatlarında Nizami’nin<br />

günümüze kadar sürüp gelen derin ve sürekli tesiri<br />

olmuştur. Hamse, sırasıyla şu mesnevilerden<br />

oluşur: Mahzü’l-Esrar, Husrev u Şirin, Leyli u<br />

Mecnun, Heft Peyker, İskendername.<br />

Mahzenül-Esrar, Şark edebiyatında görülen<br />

didaktik-felfesi şiirin en güzel örneklerindendir.<br />

Eserde, adalet, doğruluk, mertlik, yiğitlik, alçakgönüllülük<br />

vs. gibi İslam ahlakının da yücelttiği<br />

beşerî değerler işlenmiştir. Yirmi makaleden oluşan<br />

eserde tarihten örnekler, manzum hikâyeler<br />

de bulunur. Makaleler ana fikir bakımından birbirleriyle<br />

alakalıdır.<br />

İskendername, iki ayrı kitaptan oluşur: Şerefname,<br />

İkbalname. Birincisinde tarihî şahsiyet<br />

olan Makedonyalı İskender’in askerî seferlerinde,<br />

tahsil ve terbiyesinden bahsedilir. İkbalnamede<br />

“Zülkarneyn”le Makedonyalı İskender’in<br />

şahsiyeti birleştirilir; Büyük İskender ortaya<br />

çıkar. Nizami bu tarihî hâdiseyi vesile bilerek<br />

idealindeki devlet düzenini, adil padişahı, ahlak<br />

anlayışını anlatır. Şairin en olgun eseri olarak<br />

kabul edilmiştir. Eserin ikinci kısmı âdeta bir<br />

“siyasetname”dir. İskender, dünyada zulmü kaldırmak,<br />

insanlığa saadete ulaştırmak gibi yüce<br />

arzularla yaşamaktadır. Kahramanlıkla manevi<br />

kudreti, kılıçla ilmi birleştirmiştir. Nizami bu<br />

86<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


kahramanını idealindeki padişah (hükümdar)<br />

olarak tahayyül eder.<br />

İkbalname’de İskender Kuzey seferinde eşit<br />

haklara sahip adil bir düzende yaşayan rahat ve<br />

mutlu insanlarla karşılaşır. Bu, dünya edebiyatında<br />

örneğini gördüğümüz ütopik bir devlet düzenidir.<br />

Burada yalan, hile bilinmez, düşmanlık<br />

yoktur, insanlar paraya ve şöhrete düşkün değildir,<br />

uzun ömürlüdürler ve ölülere yas tutulmaz...<br />

Bu Nizami’nin idealize ettiği dünyadır.<br />

Mahzen-ül esrar<br />

Nizami’nin 20 yaşında yazdığı “Penç Genc”in<br />

il “hazinesi” teşkil eden “Mahzen-ül Esrar” kendisinden<br />

sonra gelen dört “hazine” eserden, şekil<br />

itibariyle, bambaşkadır. Bu eser telkinci bir eserdir.<br />

O, ilahi hikmetlerin sırrına ermiş ve bunları<br />

bir “hazine” hâlinde “erenlere” emanet etmiştir.<br />

Bu bakımdan Mahnen’i, Celaleddin-i Rumi’nin<br />

“Mesnevi”ne benzetirler.<br />

“Mahzen-ül Esrar” tamamı 20’yi bulan makalelerden<br />

ibarettir.<br />

Birinci makale, “İnsan-i kâmil ve tarik-i dünyalık”<br />

hakkındadır. Allah’a sığınırsak, şaire göre,<br />

daima rahmette ve ihsanda oluruz.<br />

İkinci makale, “Adalet ve insaf” hakkındadır.<br />

“Adalet aklı memnun eden bir rehberdir. Memleket<br />

işleri yalnız adalet sayesinde görülür. Yurt<br />

ancak onunla mamur olur.”<br />

Dördüncü makale, “Padişahın tebaya karşı<br />

vazifesi” hakkındadır. Dünyanın esası adaletsizlik<br />

üzerine kurulmuşsa da, dünyayı idare etmenin<br />

şartı adalettir. Kim bu “evde” bir gece adalet<br />

işleyebildi ise, kendi yarınının evini yaptı, demektir.<br />

On dördüncü makalede, “Adaletseverlik ve<br />

doğru sözlülük” hakkından söz ediliyor. Burada<br />

Nizami bir insanı adalet severliği teşvik ediyor.<br />

Yurttaşlığın vazifesi zulme ve haksızlığa karşı<br />

gelmek ve doğruyu cesaretle söylemektir. Kişinin<br />

asıl silahı doğruluktur. “Eğrilikten hüsran,<br />

doğruluktan ise selamet ve ihsan” gelir.<br />

Padişah tebaaya karşı vazifesine ait makaleye<br />

şu hikâye eklenmiştir:<br />

Büyük Selçuklulardan Sultan Sencer’in önüne<br />

zulüm uğramış ihtiyar bir kadın çıkarır, demiştir<br />

ki:<br />

“Türklerin çün yükseldi devletleri,<br />

Adaletten süslendi hep illeri;<br />

Mademki sen zulme amil olursun<br />

Bir Türk değil, çapulcu bir Hindusun.”<br />

Leyla ile Mecnun<br />

“Leyla ve Mecnun” manzumesinin mukaddimesinde,<br />

mesela, Şirvanşah Ahsitan’a hitapla<br />

“kendisinden, birkaç öğüt dinlemesini” rica mukaddimesiyle,<br />

“Kudretli ol, fakat temkinini elden<br />

bırakma! Mey iç, fakat sarhoş olma…” İkiyüzlüleri<br />

yanına sokma! Halkın itimadını kazanmak<br />

için, sözünü tut! Kalbinde yeri olmayanlara inanma!<br />

Düşmanını küçük görme! Vuracağını kökünden<br />

vur, tutacağını düşürme!” gibi öğütlerde bulunuyor.<br />

Nizami, padişahı denize benzetirken, ona<br />

varan kendisini nehre eş tutmaktadır. Padişahın<br />

bağı “cennet” ise, o da bir “cennet kuşu” dur.<br />

Öteki cihanın ise, beriki de sözün sultanıdır. O<br />

savaş meydanının pehlivanı ise, bu da mana ve<br />

sözün kahramanıdır.<br />

Nizami’den örnek bir adalet hikâyesi: Bir<br />

padişahın yırtıcı köpekleri varmış. Cezalandırmak<br />

istediği kabahatlileri bunlara attırır,<br />

parçalattırırmış. Genç ve akıllı nedim, günün<br />

birinde, bu padişahın kendisini dahi köpeklere<br />

attırması ihtimalini düşünerek, tedbirli davranmış;<br />

köpeklere bakan memurla dostluk yapmış<br />

ve onun müsaadesiyle, her gün köpeklere yal<br />

vermeği âdet edinmiş.<br />

Günün birinde, aksi bir saatte, hiçbir sebeple,<br />

padişahın kızgınlığını tutmuş; nedime<br />

hiddetlenmiş ve hemen köpeklere atılmasını<br />

emretmiştir.<br />

Kızgınlığı geçince, yaptığına pişman olan<br />

padişah, köpeklerin memurunu çağırtarak zavallı<br />

nedimin hâlini sormuştur. Memur, padişahı<br />

köpeklerin bulunduğu yere getirmiş; ne<br />

görse beğenirsiniz: Nedim yırtıcı köpeklerin<br />

arasında tam bir emniyet içinde, sapsağlam<br />

oturmuş, hayvanlarla şakalaşıyor.<br />

Padişah, hemen Nedim’i huzuruna çağırmış.<br />

- Bu ne mucize!<br />

-Padihaşım, neden mucize olsun! Bunda<br />

hayret edilecek bir cihet yoktur. Hayvanlar insanlardan<br />

daha hassas ve daha hakşinastırlar.<br />

87<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Senelerdir sana sadakatle kulluk ettim. Hiçten<br />

bir şey için, her şeyi unuttun ve hemen katlime<br />

ferman verdin. Hâlbuki bu vahşi köpekler<br />

arada sırada kendilerine etmiş olduğum iyiliği<br />

unutmadılar, gördüğün gibi, canıma kıymadılar.<br />

Sonuç<br />

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hükümdar<br />

adaletli olursa ülkede huzur ve güven olur. Ayırım<br />

ve kayırma olursa ülkede huzur ve sükûn<br />

bozulur. Kargaşa ülkeye hâkim olur. O zaman<br />

halk kimin yanında yer alacağını şaşırır. Bu<br />

nedenle ülke yönetiminde adalet esastır.<br />

Padişahın, hükümdarın ve devlet başkasının<br />

yanında bulunan şair ve yazarlar yer yer<br />

bu konuya gereken önemi vermişler ve hükümdarların<br />

adaletli olması için elden ne geliyorsa<br />

yapmışlardır. Bunan yanında sırf devlet başkanına<br />

yaranmak için söz söyleyen filozof, yazar<br />

ve şairler de var olmuştur. Bu çalışmada<br />

bu ölçünün bazı özelliklerini edebî kaynaklara<br />

dayanarak vermeye çalıştım.<br />

Başarılı hükümdar, devlet adamı ülkesinin<br />

sulhu ve selameti için var güçleriyle çalışmışlardır.<br />

Halkının mutluluğu, refahı için sayısız<br />

fedakârlıkta bulunmaktan çekinmemişlerdir.<br />

Bu nedenle böyle hükümdarlar kendi milletlerinin<br />

örnek şahsiyetleri olduğu gibi başka<br />

toplumlar içinde örnek birer numune olmuşlardır.<br />

Geçmişini, kültür ve edebiyatını okuyarak,<br />

gelecekle ilgili tedbirler almak hükümdarların<br />

vazifesidir.<br />

Günümüzde milletimize yön veren hükümdarları,<br />

başçıları orta mektepte çocuklarımıza<br />

anlatmamız önemli görevlerimizden biridir.<br />

İstikbale hazırlanan gençlere kültür, edebiyat<br />

ve geçmişimizi tanıtmak üzerimize düşen vecibedir.<br />

Milletler kendi öz değerlerini iyi anlayıp<br />

öğrenirlerse istikbal için geçmişteki hatalara<br />

düşmezler. Nizami Gencevi eserlerinde devlet,<br />

adalet ve adil devlet başkanı portesini açıkça<br />

ortaya koymuştur.<br />

Eğitim ve öğretimde adalet, devlet ve devlet<br />

başkanı gibi önemli kavramları doğru ve düzgün<br />

bir şekilde öğrencileri öğretilirse, gelecek<br />

nesil oluşturacağı dünyaya düzgün bir yerden<br />

bakmış olur. Bunun için Türkiye’de ortaöğretimde<br />

Nizami Gencevi’nin kitapları müfredatta<br />

yer almalı ve okutulmalıdır. Nizami Gencevi’nin<br />

eserlerini tahlil ederek; adalet, devlet ve devlet<br />

başkanı modelini örneklerle vurgulamaya çalıştım.<br />

Eğitim eksenli Nizami öğretisi günümüz<br />

içinde geçerliliğini ve tazeliğini koruduğunu<br />

eserlerini analiz ettikçe daha net görülmektedir.■<br />

KAYNAKÇA:<br />

Mahzen-i Esrar, Nizami, çev. M.N.Gençosman,<br />

MEB yay., İst., 1993.<br />

Hüsrv ve Şirin, Nizami, MEB yay., çev. S.Sevsevil,<br />

İst., 1994.<br />

Leyla ile Mecnun, Nizami, çev. Ali Nihat Tarlan,<br />

MEB yay., İst., 1989.<br />

Azerbaycan Şairi Nizami, M.Emin Resulzade, Bükreş,<br />

11 Ekim 1941, MEB Basımevi, Ankara, 1951.<br />

Dr. Akpınar, Yavuz, Azeri Edebiyatı Araştırmaları,<br />

Dergâh yay., İst., Haziran, 1994, s. 467.<br />

W.Barthold, “İslam Medeniyetler Tarihi”, İstanbul,<br />

1940, s.71.<br />

Resulzade, Mehmet Emin, Azerbaycan Şairi Nizami,<br />

Türk Dünyası Arş.Vak. yay., MEB yay., Ankara,<br />

1951.<br />

Gencevi, Nizami, Şark İslam Klasikleri, Hüsrev ve<br />

Şirin, MEB ç. S.Sevselil, İst.1994.<br />

Azerbaycan Sovet Ensicplopediyası, c:VII, Bakü,<br />

1983.<br />

Azerbaycan SSR Elmler Akedemisyası Elyazmaları<br />

Fondu. A.Sur; Türk Edebiyatı Tarihi, FR–976 (3576),<br />

FR–67 (3579), FR-544 (3577)<br />

Cenubi Azerbaycan Edebiyyatı Antologiyası,c.<br />

II,Elm Neşri., s.161, Bakü,1983.<br />

Banarlı, Nihat Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi,<br />

MEB yay., İst., 1983.<br />

Kabaklı, Ahmet: Türk Edebiyatı Tarihi, Ak Yayınevi,<br />

İst., 1965.<br />

Karaalioğlu, S.Kemal:Türk EdebiyatıTarihi I-II-<br />

III-IV.İnkılap Kitabevi, İst.,1981-86.<br />

Köprülü, M.Fuat: Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken<br />

yay., İst., 1985<br />

Kocatürk, Vasfi Mahir: Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat<br />

yay., Ankara, 1973.<br />

Levend, Âgah Sırrı:Tarih Boyunca Türk Dili, Türk<br />

Dil Kurumu yay., Ankara, 1965.<br />

Kurdakul, Şükran: Çağdaş Türk Edebiyatı Tarihi,<br />

Broy yay., İst., 1985.<br />

Özkırımlı, Atilla: Türk Edebiyatı Ansiklopedisi,<br />

Cem yay., İst., 1983.<br />

Doğan, S. (2008) Nizami Gencevi’nin Eserlerinde<br />

Eğitim Eksenli Adalet, Devlet ve Hükümdar Öğretisi,<br />

Turkish, Turkish Studies, S. 3, No. 7, s. 306–319.<br />

88<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ŞÜKRÜ KACAR<br />

Edebiyat ile politika, çok zaman iç içe girmiş,<br />

kardeşmiş gibi gözükürler. Eğitim politikası<br />

dediğimiz vakit, kuşkusuz edebiyat da ak lımıza gelir.<br />

Her kesimin, bu iki kavramı iyice anlaması ve içine<br />

sindirmesi istenir.<br />

Türk eğitim politikası, bugüne kadar birçok evreden<br />

geç miş; bir dönem Alman, bir dönem Fransız,<br />

bir dönem İngiliz, bir dö nem de Amerikan eğitiminin<br />

etkisi altında kalmıştır.<br />

“Viyana Okulu” dediğimiz okuldan mezun olmuş,<br />

bizleri yetiştirmeye çalışmış birçok eğitimcimiz vardı.<br />

Biz, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünde<br />

okurken, derslerimize gelen Fikret Kanadlar, Fuat ve<br />

Feriha Baymurlar ile daha birçok öğretmen bu ekolden<br />

gelmişlerdi.<br />

Özellikle Müzik Bölümü, birçok yabancı öğretmenle<br />

doluydu. Atatürk döneminde 1925’lerde<br />

Amerika’dan getirilmiş öğretmenler vardı. Şu günlerde<br />

de yurt dışından kafileler hâlinde kırk bin öğretmenin<br />

getirileceğinden söz ediliyor. İthal öğretmenin ve<br />

ithal eğitimin, Türkiye’ye, şu güzel ülkemize ne getirip<br />

ne götüreceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Dış<br />

kaynaklı eğitim in, ülke eğitimine ne denli zarar verdiğini<br />

geçmişte de görüp yaşamıştık. I965’lerde İsmet<br />

Paşa Hükümeti döneminde Ame rika’dan ülkemize<br />

gönderilen ve “Barış Gönüllüsü” adı verilen öğretmenlerin<br />

bize verdikleri zararı da yakından biliyoruz.<br />

‘Edebiyat ve Politika’ diye girdik konumuza.<br />

Edebiyat, bize göre sosyal bilimlerin başında gelen,<br />

öncelikli bir bilim dalıdır. Bir ülkenin edebiyatı<br />

ne denli ileride olursa önce dili sonra da bütünlüğü<br />

o derece güçlü olur. Ancak, edebiyatçıların, bilim<br />

adamlarının politikada iyi sınav vermediklerini de yakından<br />

gördük, yaşadık. Örneğin, önce Millî Eğitim<br />

Bakanlığına getirilen bilim adamı profe sörler bu sınavı<br />

iyi vermediler. Bir Mustafa Necati, bir Hasan Ali<br />

Yücel kadar başarılı olamadılar.<br />

Ben Elazığ Belediye Başkanı iken, dönemin Millî<br />

Eğitim Bakanı Özbek, Elazığ’a gelmişlerdi. Ben de<br />

öğretmen kökenli olduğum için, Sayın Bakanın onuruna<br />

Şeker Fabrikası’nda bir yemek tertip etmiştik.<br />

Bu yemeğe, başta Vali, Millî Eğitim Müdürü, Okul<br />

Müdürleri de davetliydiler. Sayın Özbek’le bir odada<br />

yalnızken kendilerine bir öneri götürmüştüm.<br />

Öneri, Öğretmenevleriyle ilgiliydi: “Sayın Bakanım,<br />

Türkiye’nin hangi büyük şehrine gitsek, orda mutlaka<br />

bir Orduevi ile karşılaşırız. Silahlı Kuvvetler mensupları<br />

bu yerlere gittikleri vakit hiçbir barınma zorluğu<br />

çekmez ve orduevlerinde kalırlar. İrfan ordusu diye<br />

anılan öğretmenlerimizin sayısı da nerede ise onlara<br />

yakındır. Ben, belediye başkanı olarak arsasını verecek,<br />

siz de ilk öğretmenevini Elazığ’da yaptırtarak<br />

89<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


eğitim tarihine geçen Millî Eğitim Bakanı olacaksınız.<br />

O bina bitinceye kadar da şu Atatürk İlkokulu yanındaki<br />

Devlet Kitaplık Binası’nı, öğretmenevi olarak<br />

kullanmamıza izin vereceksiniz.” dedim.<br />

Bu önerim, Sayın Bakan tarafından oldukça olumlu<br />

karşılanmış ve özel kalem müdürüne dönerek:<br />

“Bunu not alınız.” talimatını vermekten de geri kalmamıştı.<br />

Ama zaman geçmiş, bundan bir sonuç çıkmamıştı.<br />

Ancak asker bakan Hasan Sağlam geldikten<br />

sonra konuya parmak basmış ve öğretmenevlerinin<br />

kurucu bakanı olmuştu. Bugün bütün öğretmenler,<br />

onu, saygı ve rahmetle anmaktadırlar.<br />

Milletvekili olarak meclise giden eğitimci ya da<br />

edebiyat çı meslektaşlarımızdan da zaman içinde hoş<br />

sesler alamamıştık.<br />

Bir tek, Cumhuriyetin ünlü şairlerinden Behçet<br />

Kemal Çağlar, meclisin, milletvekilliğinin havasına<br />

ısınamamış, bir gün kürsüye çıkarak “Batının fendi,<br />

Şarklıyı yendi, Ali Veli’ye kızdı, Veli Ali’ye küstü,<br />

bütün işler yüzüstü...” şeklinde oldukça anlamlı birkaç<br />

dize sıralayarak milletvekilliğinden ayrılma onurunu<br />

göstermişti.<br />

Diyeceğimiz o ki politika yapmak her babayiğidin<br />

işi değil. Ben, bağımsız olarak belediye başkanlığına<br />

gelmiştim. Ancak politikaya da hiç ısınamamıştım.<br />

Yazı hayatım da 1945’lerde başlamıştı.<br />

Akçadağ Köy Enstitüsü dergisinde başlayan yazı<br />

hayatımız, Ankara’da yayımlanan Eğitim Hareketleri,<br />

Köy ve Eğitim, Zamantı, İmece, İstanbul’da yayımlanan<br />

Varlık ve başka dergilerle, Cumhuriyet gazetesi,<br />

Mardin’de Mardin’in Sesi gazetesi, Samsun’da<br />

Medeniyet gazetesi, Elazığ’da Yeni Harput, Turan,<br />

Elazığ, Nurhak gazetelerinde sürmüş ve köşe yazılarımızın<br />

sayısı nerede ise yirmi binleri geçmişti. Ama<br />

edebiyat ve politika bütünleşmesinde gene de sağlıklı<br />

adımlar atamamıştık.<br />

Edebiyat, öncelikle berrak, duru ve öz bir dil ürünüdür.<br />

Giderek daha çok kirlenmekte olan politikada<br />

ise bu duruluğu, bu berraklığı görememekteyiz. İçinde<br />

bulunduğumuz günlerde komşu Arap ülkelerinde<br />

meydana gelen bulanıklıklar, politikanın kirli yüzünü<br />

daha açık şekilde ortaya koymaktadır.<br />

O bakımdan edebiyat çok daha açık şekilde ağırlık<br />

kazanmakta, kirliliği ve bulanıklığı dolayısıyla politika<br />

ile kesinlikle boy ölçüşememektedir.<br />

Birinde aydınlık ötekinde ise karanlık ve kirli bir<br />

yüz bulunduğundan aynı kefeye koyamaz, bütünleşmelerini<br />

de sağlayamayız. Politikaya gücümüz yetmediğine<br />

göre, bırakalım edebiyat yine kendi çizgisinde<br />

kalsın ve bu şekilde de yoluna devam etsin.■<br />

KİŞİLİK<br />

İnsan kendi olmalı,<br />

Taklit değil.<br />

Renklerden bir renk olmalı,<br />

Renk katmalı Dünya’ya,<br />

İnsan Kendi olmalı,<br />

Başkasına benzemeyen,<br />

Kişiliği oturmuş,<br />

İnsanlığa bir şeyler veren.<br />

SÜLEYMAN DAŞDAĞ<br />

90<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Ben ne zaman ölsem<br />

ELİF NİHAN AKBAŞ<br />

Ben ne zaman ölsem, aklıma sen geliyorsun. Bir insan kaç kere ölür, deme. O kadar çok öldüm<br />

ki ben! Ve o kadar çok andım ki seni.<br />

İlk ölümümde çok yüksek bir yerden düşmüştüm mesela: Gözlerinden. Herkes “Gözü yüksekte,”<br />

diyordu senin için. Öyleymiş. Düşünce anladım.<br />

Hâlbuki bana sorsalar, engin bir denizin derinliklerini keşfederek ölmek isterdim. Ruhunun<br />

derinliklerinde çırpınmak… Ruhuna balıklama dalıp da o taşlaşmış yüreğine çakılmam ilk intihar<br />

denemem sayılabilirdi pekâlâ. Ama ölmemiştim o zaman. Belki de beni tutup kaldıran sözcüklerindeki<br />

şefkat hayatta tutmuştu beni.<br />

Bazı ölümlerimin ardından, Belki de beni gözlerinden iten babamdı, diye düşünüyorum. Erkek<br />

adama Damla ismini koyarsan, olacağı budur. Düşüp durursun insanların gözünden… İlla ki bir kız ismi<br />

koyacaksa Gözde koysaydı bari. Belki o zaman hiç ölmez, mutlu mesut yaşardım gözlerinde. Maviydi<br />

ya gözlerin, gözbebeğini huzurlu bir ada sayardım ben.<br />

Herkes isminin kaderini yaşarmış. Öyle derler. Ben inanmıyorum buna. Herkesi bilemem. Tek<br />

bildiğim, ben ismimin kaderini değil, kederini yaşıyorum belki. Damla damla düşüyorum gözlerden.<br />

Düşmediklerimdense ben damlalar düşürüyorum. Öyledir ya hani, seni sevmeyenleri memnun<br />

etmek için çırpınır durursun da seni sevenleri perişan eylersin. İnanmadığım bütün genellemeleri<br />

özelleştiriyorum belki de. İhalelerde en çok kederi ben teklif ediyorum. Ve belki de seni bir kez daha<br />

olsun hatırlayabilmek için tekrar tekrar ölüyorum.<br />

Başlarda böyle değildi aslında. Hatta ikinci ölümümde kendimi seni düşünürken bulunca çok<br />

şaşırmıştım. Sanırım dördüncü ya da beşinci ölümümde alıştım bu duruma. Ondan sonra da saymayı<br />

bıraktım zaten. Aklıma sen gelince öldüğümü anlıyordum. Sonraları bağımlılık oldu galiba. Seni<br />

düşünmek için ölür oldum.<br />

Bir keresinde üç dört delikanlı, sokak ortasında öldüresiye dövdü beni. Nedenini bilmiyorum.<br />

Galiba onlar da bilmiyordu. Ama son birkaç tekmeyi, seni sayıklamama sinirlendikleri için yediğimden<br />

eminim. Dayak yediğim için ölmedim, yanlış anlama. Böyle küçük şeyler koymaz bana. Ama tam da<br />

yere düşerken beni dövenlerden birinin gözünde tuhaf bir pırıltı gördüm. Galiba dudaklarının ucu da<br />

yukarı kıvrılmıştı. Hani konduramıyorum ama, sanki gülümser gibi. İşte bu yüzden düştün aklıma.<br />

91<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


Ölüm nedeni: Ruh zedelenmesi…<br />

Hâlbuki ağlasa, her tekmede hıçkırsa, her yumruğun ardından burnunu çekse oturup ben de ağlardım<br />

onunla, onun derdine. Gözüme mi yapışırdı sanki Ne de olsa kökü bende! Hiç çekinmezdim adımı<br />

paylaşmaktan. Ama o güldü ve beni öldürdü!<br />

Bazen düşünüyorum da, gözlerinden aşağı doğru süzülürken gönlüne değseydim, en azından<br />

penceresinden şöyle bir içini görseydim, bu kadar çok ölür müydüm Gözünden gönlüne düşseydim…<br />

Süzülmek derken romantikleştiriyorum tabii. Yoksa basbayağı “küt” diye çakıldım yüreküstü. Kalbim<br />

ağır yaralandı. Çok sevda kaybetti. İlk ölüm kaydımı böyle düşmüştüm. Ölüm nedeni: Kalp kerizi…<br />

Kendimi bildim bileli bir yakınlık duyardım da ağlayanlara, ağır yaralanan kalbimden akıp giden<br />

kayıp sevdalardan sonra daha bir hassaslaştım. Ne zaman biri ağlasa, bana sesleniyordu sanki. Bazen<br />

usulca, burnunu çeke çeke bazen haykırarak, hıçkıra hıçkıra: Damla! Damla! Ağlayan herkesin yanına<br />

koşuşum bundandı, şiddetli kanaması olan hastalara koşan doktorlar gibi… Hani ilk ölümüm geliyor<br />

aklıma, bir gözden ne vakit bir damla düşse, ben tekrar ölüyorum. Bir türlü uyanamadığım bir kâbus bu<br />

ama tuhaf, ben bu kâbusu seviyorum. İçinde senin olduğun ne varsa sevmem gibi… Sigara içmek gibi<br />

aslında seni sevmek. Ölümümden mesul olduğunu bile bile senden vazgeçememek… Herkes bağımlılık<br />

diyor. Ben öyle düşünmüyorum. Ölümün keyfini sürmek bence her ölümden sonra kalbimden bir dilim<br />

kesip üstüne seni sürmek.<br />

Hayatımdan çıkaramadığım romanı, ölümlerimden çıkarırım belki bir gün. Her harfte bir kez daha<br />

ölürüm. Uzar gider romanım. “Herkesin hayatı roman anasını satayım!” diyen bir yayıncıya pis pis<br />

sırıtır, “Benim ölümlerim roman be abi!” derim. Nice ölümlerden geçip geldiğimi bilmediğinden “Hangi<br />

ölümün” diye soramaz.<br />

Ama hani olur da sorarsa, ilk göz ağrımı anlatmam ona. Değil mi ki en ağrılı ölümüm senin<br />

gözlerinden düşüşüm olmuş, ilk göz ağrım demek hakkımdır.<br />

Ceylan’ın gözlerinden bahsederim mesela. Gazetede görmüştüm. Kocaman açılmıştı gözleri. Öyle<br />

kocaman ki, bütün dünya sığabilir içine. Gözbebeği diye gezdirir dünyayı gözünde. Herkesinki yuvarlak<br />

olacak değil ya, onun gözbebeği de geoit olsun. O dünyayı sığdırabilecekken gözlerine, dünya hiçbir<br />

yere sığdıramamış onu. Kaçıncı ölümüm hatırlamıyorum ama senden sonraki en sancılı ölümümdü o<br />

gözleri görüşüm. Bir damla gibi dünyanın gözlerinden akıp giden bütün çocuklarla bir kez daha öldüm<br />

ben. Var sen hesapla. Ama unutma, çocuk ölümleri ikiyle çarpılmalı. Çünkü onlar yaşamı tanımakla<br />

geçmiş birkaç yılla beraber yaşanmamış bir ömür ve masumiyetlerini de götürüyorlar yanlarında.<br />

Ne yana baksam çocuk katilleri görüyorum bazı günler. Bir çocukla birlikte dünyanın yanaklarından<br />

süzüldükten sonra oluyor genelde. Koca koca adamlar geçiyor yanımdan. Güzel kadınlar. Ruhlarının<br />

bahçesine gizlice gömdükleri çocuk cesetleri adımı haykırıyor: Damla! Damla! İçinde çocuk cesedi<br />

taşıyanlardan biri olduğum geliyor aklıma. Ama yalan yok, onu komaya sokan sendin ve ben aslında o<br />

gün anlamalıydım ilk katilim olacağını. “Neden” diye sorduğun an yere yığılıvermişti içimdeki çocuk.<br />

Bakma sen çocukların ikide bir “Neden” dediklerine. “Çikolata ister misin” diye sor da gör, soruyorlar<br />

mı “Neden” diye. Onlara sorsan, “İşte,” derler. Ben “İşte,” diyememiştim sana. Seni sevmeme bir<br />

neden araman en ağır darbeydi ne zaman şeker görse koşulsuz sevinen çocuk ruhuma.<br />

İşte yüreğimin yoğun bakım odasından çıkardım seni. Farkında olsan, “Neden” derdin yine. “Neden<br />

ölmeme izin veriyorsun”<br />

Ben ne zaman ölsem, o odada uyanıyorum çünkü. Yanı başında. Ben sana bakıyorum, sen içimde<br />

yoğunlaşıyorsun. Ben ne zaman ölsem, sen içimde katılaşıyorsun. Bir kez olsun beni anla istiyorum.<br />

Buharlaş ve yüksel göğe. Sonra damla damla saçlarıma yağ… Burnumun ucundan süzülerek usulca<br />

düş toprağa.<br />

Şimdi sen dışarıda ölürken, ben doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi bekliyorum seni.<br />

Dokuz ölüyorum. Sen ölüme doğduğunda, ben yaşama öleceğim. Bundan sonra seni ölürken değil,<br />

yağmur yağarken düşüneceğim. Ve son kaydımı düşeceğim defterime nüfus memurları gibi. Ölüm<br />

nedeni: Yenilenme… ■<br />

92<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


ÖZGÜR KASIM AYDEMİR*<br />

İnsanlık tarihini, bir anlamda, iktidar mücadelesinin<br />

tarihi olarak nitelendirmemiz mümkündür.<br />

Bu gerekçeden hareketle yazımızda, iktidar kavramı<br />

ile iktidarın “kara kutusu” niteliğindeki dil ilişkisini<br />

teorik bağlamda felsefe ve dilbilimin kesişme evreni<br />

içerisinde değerlendirebiliriz. “İktidar”ın salt siyaset<br />

ya da devlet ile sınırlandırılmadığını ve “dil”in de<br />

toplumsal ilişkiler evrenin dışında bir “meta” olarak<br />

değerlendirilmediğini belirtmek isteriz. İktidar kavramı<br />

genelde “dil”in, özelde ise “söylem”in birbirinden<br />

ayrı düşünülmemesinin gerekliliği yazımızın ana temalarındandır.<br />

Yirminci yüzyılın sonu itibariyle sosyal bilimlerin<br />

önemli dayanak noktalarından biri hâline gelen<br />

söylem; daha çok rasyonalizmin, determinizmin,<br />

pozitivizmin ve ampirizmin güdümündeki tek düze<br />

çözümlemelerin devrini kapatarak kendi çağını başlatmıştır.<br />

Böylece dil, toplumsal bağlamdaki çok boyutlu<br />

anlamsal ve işlevsel çıkarımlarla bir ağ özelliği<br />

kazanmıştır. Söylemin fiili hükümranlığı karşısındaki<br />

bireyler de, tabiyet karşıtı mücadelelerini, iktidarın<br />

kendilerine sağladığı söylem alanı ve olanağı içerisinde<br />

sergileyebilmektedirler. Bu yönü ile söylem çözümlemeleri;<br />

felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilim<br />

dallarının da ilgisini çekmiştir.<br />

“Söylem çalışmalarının İngilizcede ‘söylem çözülmesi’<br />

başlığını taşıyan ilk çalışma olarak Noam<br />

Chomsky’nin de hocası olan Zelling Harris’in Language<br />

dergisinde 1952 yılında yayımladığı makale<br />

ile başladığı kabul edilmektedir. (Kocaman 1996:<br />

2)”. Bu çalışmaların ardından Alman ve Fransız yorum<br />

ekollerinin [1] çalışmalarından da felsefî anlamda<br />

etkilenen söylem çalışmaları daha çok postyapısalcı<br />

yaklaşımın etkisinde kalmış, yurt dışındaki bu emekleme<br />

evresinden sonra ülkemizde de dilbilim çalışmalarında<br />

yer edinmeye başlamıştır. “Türkçede (…)<br />

söylem sözcüğünün bugünkü anlamıyla ilk kez Berke<br />

Vardar ve arkadaşlarınca (1980) hazırlanan dilbilim<br />

sözlüğünde kullanıldığı kabul edilmektedir (Kocaman<br />

1996: 6)”.<br />

Omurgası dilbilim, edebiyat, dinbilim, toplumbilim,<br />

düşünbilim ve benzeri bilim dallarına dayanmış<br />

olsa da ortak niteliği olan yorumlama edimi, kimi yorumlayıcı<br />

çalışmalarda, söylem teriminin sözel ya da<br />

yazılı alandaki kaplamına yönelik de bir düşünsel karmaşa<br />

bulunmaktadır. Oysa dilbilim içerisinde söylem<br />

terimi, bu karmaşayı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır.<br />

Yazılı ifadeleri karşılayan metin adlandırımı<br />

karşısında söylemim kaplamı, sadece sözlü ifadeleri<br />

değil yazılı ifadeleri de içermektedir. Söylem terimi<br />

ile metin arasındaki önemli ayrımlardan birisi de söylemin<br />

toplumsal bağlam ile olan ilişkisidir. Bu ayrım<br />

için Ahmet Kocaman, şu saptamada bulunmuştur:<br />

“Kimi yaklaşımlarda bağlamın içine aldığı bir öge<br />

* Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, okaydemir@gmail.com<br />

Burada özellikle Gadamer’in öncülüğündeki Hermeneutik<br />

ve Derrida’nın öncülüğündeki yapıbozum çalışmaları<br />

vurgulanmaktadır.<br />

93<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


olan metin, anlamları gerek sözlü gerek yazılı biçimde<br />

dilbilgisi yapılarıyla sunan ögedir. Söylem ise metin<br />

ve bağlam arasındaki ilişkilerle anlam kazanan,<br />

dolayısıyla her iki ögeyi de içine alan bir kavramdır<br />

(Kocaman 1996: 46)”.<br />

Böylelikle ister yazılı ister sözlü olsun dil birliklerinin<br />

tamamını bağlamla birlikte söylem kavramı ile<br />

de nitelendirebiliriz. Bu konumlamanın bir adım ilerisinde<br />

söylem çözümlemelerini de bir anlama ya da<br />

anlamlandırma edimi olarak görmememiz gerekir. Bu<br />

konuda, metni anlamanın söylemi ortaya çıkarmaktan<br />

çok metni söylem olarak algılayıp, yorumlama<br />

edimi olduğunu belirten Edibe Sözen; açığa çıkarılışı,<br />

bağlamı, anlamlandırılışı bakımından söylem için şu<br />

yargıları savunmaktadır: “Söylem terimi, bireysel bir<br />

faaliyet veya durumsal değişkenlerin bir yansımasından<br />

ziyade, dilin bir sosyal pratik olarak kullanılmasını<br />

tanımlar. Bu çeşitli imalara sahiptir: Birincisi dil<br />

felsefesi ve linguistik pragmatikte olduğu gibi, söylem<br />

bir eylem modudur. İkincisi, söylem ve sosyal yapı<br />

arasında diyalektik bir ilişki vardır: Söylemler sosyal<br />

inşa edicidirler. Söylem dünyayı temsil eden bir pratik<br />

değil, dünyaya işaret eden/dünyayı gösteren bir pratiktir<br />

(Sözen 1999: 40)”.<br />

Söylem çözümlemelerinin odak noktalarından<br />

olan iktidar kavramı, felsefe tarihinin her döneminde<br />

önemli düşünsel cazibe merkezlerinden birisi olmuştur.<br />

Bu doğrultuda öncelikle, ele alınan iktidar felsefesinin<br />

tarihsel arka planı ana hatlarıyla belirtilmeye<br />

çalışılmıştır. Türkçede kullanılan iktidar sözcüğü,<br />

İngilizcede power, Fransızcada pouvoir, Almancada<br />

ise macht, vermögen, recht sözcüklerinin karşılığında<br />

kullanılmaktadır. Arapça kökenli iktidar sözcüğü<br />

Türk Dil Kurumunun “Türkçe Sözlük”ünde şu ifadelerle<br />

tanımlanmıştır: “1. Bir işi yapabilme gücü,<br />

erk, kuvvet, 2. Bir işi başarabilme yetki ve yeteneği,<br />

3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü<br />

kullanma yetkisi, 4. bu yetkiyi elinde bulunduran<br />

kişi ve kuruluşlar (TDK 2005: 951)”. Sözcük, Mehmet<br />

Bahaettin Toven’in sözlüğünde “Muktedir olma,<br />

güç yetmek takat (Toven 2004: 303)”. karşılığı olarak<br />

değerlendirilmiştir. İlhan Ayverdi’nin hazırladığı<br />

sözlükte “1. Bir şeyi yapabilme, gücü yetme durumu,<br />

muktedir olma, kuvvet, kudret, güç, 2. Ülke yönetimini<br />

elinde bulundurma, 3. Ülke yönetimini elinde bulunduranlar,<br />

hükûmet (Ayverdi 2006: 1378)” anlamlarıyla<br />

karşılan iktidar sözcüğü, Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı<br />

sözlükte ise şu ifadelerle tanımlanmaktadır:<br />

“1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, kuvvet, 2. bir<br />

işi başarabilme yeteneği, 3. yapabilme yetkisi, yetkiye<br />

dayalı güç, 4. devlet yönetimini elinde bulundurma,<br />

devlet gücünü kullanma yetkisi, hükümet etme, 5. devlet<br />

gücünü ve yönetimini elinde tutan kişi veya kuruluş,<br />

hükümet yönetimini elinde bulundurma, hükümet,<br />

6. bir topluluk içinde doğal maddi ve manevi etkenler<br />

sonucu bazı kişi grup ve kurumların buyurma ve buyruklarını<br />

yaptırma gücü, 7. kabiliyet, yetenek, 8. erkek<br />

için cinsel güç bakımından yeterlilik (Çağbayır 2007:<br />

2129)”.<br />

Ancak iktidar kavramının sözlüklerden alıntılanan<br />

genel tanımlamalarla sınırlandırılamayacak felsefi ve<br />

sosyolojik derinliğe sahip olduğunun göz ardı edilmemesi<br />

gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bağlamda; belirtilen<br />

bilimsel derinliklerin göz ardı edilmesi, iktidar<br />

kavramını günlük, sığ bir popüler tüketim malzemesi<br />

hâline getirecek ve gerçek iktidar sahiplerinin amacına<br />

hizmet etmek durumunda olacaktır. Bu nedenle Türkçede<br />

ana hatlarıyla, alıntılanan doğrultuda anlamlandırılmış<br />

olan iktidar kavramının asıl felsefi derinliği<br />

üzerinde odaklanılması gerektiğini düşünmekteyiz.<br />

Gerek yazının yapısal sınırlılığı gerekse odaklanılan<br />

düşüncenin dağıtılmaması adına iktidar kavramının<br />

felsefe, sosyoloji ve antropoloji tarihi içerisindeki<br />

gelişimine ve değişimine oldukça yüzeysel nitelikte<br />

değinerek benimsediğimiz kuram doğrultusunda değerlendirmede<br />

bulunmaya gayret sarf edilmiştir. Bu<br />

bağlamda yazımızda değerlendirdiğimiz iktidar kurgusunun<br />

Fransız düşünür Michel Foucault’nun görüşlerine<br />

dayalı olarak ele alındığını belirtebiliriz. Michel<br />

Foucault’un iktidar felsefesinin kurgulanabilmesinde<br />

modernitenin öncü ve özgün muhalifi Theodor W.<br />

Adorno’nun ve modernite eleştirmenliğinin yanı sıra<br />

bilgi ile iktidar bağlantısının Avrupalı ilk kâşifi niteliğindeki<br />

Friedrich Nietzsche’nin önemli basamakları<br />

oluşturdukları kanısındayız. İktidar kavramını ele<br />

alırken sözlüklerde de belirtildiği üzere salt yöneten,<br />

hükmeden yönüyle değil, yöneten ile yönetilen arasındaki<br />

mücadele yönüyle de ele aldık. Çünkü koşulsuz<br />

tâbi olan(lar)a hükmeden egemen gücün olduğu<br />

yerde iktidardan söz edilemeyeceğini düşünmekteyiz.<br />

Nitekim Foucault’a göre “(…) ilk kavranması<br />

gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı<br />

ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok<br />

daha düşük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında<br />

değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda<br />

hiçbir şeyin değişmeyeceğidir (Foucault 2003: 43)”.<br />

Ele aldığımız, iktidar felsefesi, bir mücadelenin ürünüdür.<br />

Foucault’un özellikle vurguladığı bu çok yönlü<br />

iktidar algılayışının öncü ismi, başta Nietszche<br />

olmak üzere Marks üzerinde de büyük etkiye sahip<br />

olan Arthur Schopenhauer’dir. Schopenhauer’in bu<br />

kurgusundaki anahtar işlevine sahip kavramsallaş-<br />

94<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


tırması ise “irade”dir. Schopenhauer’in “irade”sinin<br />

Marks’taki yansımasında belirgin değişiklikler bulunmaktadır.<br />

Marks iradeye sahip özneye önemli bir<br />

eklemede bulunmuştur ki bu kavram da “bilinç”tir.<br />

Felsefi düşüncesinde metafiziğe önemli bir yer ayıran<br />

Schopenhauer’in aksine, materyalist yönüyle öne<br />

çıkaran Karl Marks’ın “bilinçli özne”si, bu nedenle<br />

iktisadi üretim ve tabii ki tüketim döngüsünde egemen<br />

figür niteliğindedir. Düşünce dünyasında Arthur<br />

Schopenhauer’in önemli etkileri bulunan Friedrich<br />

Nietzsche ise, Schopenhauer’in metafizik yaklaşımını<br />

sürdürmesinin yanında “irade” kavramsallaştırmasına<br />

eklemeler yaparak geliştirmiş ve iradenin amacı<br />

olarak da değerlendirdiği temel kavramı olan “iktidar<br />

istenci”ne ulaşmıştır. Özellikle İngilizceden yapılan<br />

kimi çeviri eserlerde iktidar ile güç sözcüklerinin<br />

birbirlerinin yerine kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz<br />

ki bu işletimin terminolojik bir kargaşaya neden<br />

olabileceği kanısındayız. Değerlendirmelerimizde<br />

güç ve iktidar kavram alanlarını paradigmal özdeşlik<br />

içerisinde değerlendirmediğimizi belirtebiliriz. Nitekim<br />

gücü, muktedir olma yolunda bir araç, iktidarın<br />

varlığı kanıtlaması yolunda bir araç niteliğiyle değerlendirmekteyiz.<br />

Güç ile iktidar arasındaki belirgin sınırı<br />

ve yoğun ilintiyi, Elias Canetti oldukça somut bir<br />

örneğe dayalı olarak şöyle açıklamıştır: “Kedi, gücü,<br />

fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin<br />

arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır.<br />

Ama fareyle oynamasında bir başka etken daha<br />

vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, birazcık kaçmasına,<br />

hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre<br />

boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ<br />

kedinin iktidar [alan]ının içindedir ve her an tekrar<br />

yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından<br />

kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya<br />

varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanının içindedir.<br />

Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı<br />

umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında<br />

onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye<br />

gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması;<br />

bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle<br />

izleme ve yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da<br />

daha basit bir biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir<br />

(Canetti 2006: 283-284)”.<br />

Foucault’un iktidar kurgusunun salt felsefe ile sınırlı<br />

kalmadığını, hatta bu görüşlerin en etkili olduğu<br />

disiplinlerden birinin dilbilim olduğunu ileri sürebiliriz.<br />

Bu noktadan hareketle iktidarın yanı sıra genelde<br />

“dil”e, özelde ise “söylem”e ilişkin değerlendirmelerimizin<br />

kuramsal arka planını Michel Foucault’un<br />

görüşleri oluşturmaktadır. Foucault’un bilimsel kurgusundaki<br />

iktidar ve dil Bernauer şu ifadelerle belirtmiştir:<br />

“Arkeoloji, söylemin doğduğu ve işlediği<br />

toplumsal ve siyasal koşulları derinlemesine incelemeden,<br />

varoluşsal zorunluluk boyutuna ulaşamayacaktır.<br />

(…) Arkeoloji bir köleleştirme biçimine karşı<br />

verilen siyasi bir mücadeledir. Çünkü hümanizm bir<br />

öz itaat felsefesini temsil etmektedir: “Ruhtan -‘bedeni<br />

yöneten ama Tanrı’ya tabi olan’ bir ruhtan- söz<br />

eder; bilincin -‘karar vermede hükümran ama hakikatin<br />

zorunluluklarına tabi’ bir bilincin- iktidarını<br />

ilan eder; bireyi -‘doğal ve toplumsal yasalara tabi<br />

kişisel hakların sözde sahibi’ bir bireyi- müjdeler; temel<br />

özgürlük -‘içeride hükümran ama dış dünyanın<br />

taleplerine bağımlı ve ‘kaderle işbirliği içerisinde’<br />

olan’ bir özgürlük- kandırmacalarını anlatır (Bernauer<br />

2005: 215)”.<br />

Aşırı bireyselleştiriciliğiyle eleştirilen Foucault’un,<br />

aslında bireyselleşme karşıtı olduğunu belirtebiliriz.<br />

Çalışmalarında bireysel özneden çok, toplumsal özneye<br />

ağırlık veren Foucault’a göre iktidar ancak toplumsal<br />

özne kurgusunu gerçekleştirebildiği sürece gücünü<br />

koruyabilecektir. Foucault, söylemdeki iktidar<br />

ilişkilerinin incelenmesinde önceliğin toplumsal özne<br />

kurgusuna verilmesine de gerekçe oluşturacak görüşlerini<br />

şu tümceleri ile özetlemiştir: “Günümüz siyasi,<br />

etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve<br />

devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil;<br />

kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan<br />

bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan<br />

beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek<br />

yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak<br />

zorundayız (Foucault 2005: 68)”.<br />

Dil ile iktidar arasındaki ilişkide bilgi önemli<br />

iktidar araçlarından biridir. Bilginin aktarıldığı dil<br />

birlikleri, bir anlamda iktidarın öncü kuvvetleri niteliğindedir.<br />

Kurgulanan bilginin, kuramsal içeriği uygulamaya<br />

çevirebilme noktasında kendisini özneye<br />

kabul ettirmesi gerekmektedir. Bu nedenle iktidarca<br />

kurgulanan ikna sürecinde bilgi, söylemle (söylemde<br />

değil) bu görevi yerine getirebilmektedir. Bu aşamada<br />

bilginin erkini güçlü kılabilmek için gerçeklik ölçütleri<br />

de yine söylemle birlikte hâkimiyetini kurmaktadır.<br />

Böylelikle genelde belirtmiş olduğumuz işlevdeki<br />

bilgiye (Michel Foucault’un adlandırımı ile “modern<br />

episteme”ye), özelde ise ahlâka, hukuka, adalete dayalı<br />

güçlü kamuoyu (Roland Barthes’in adlandırımı<br />

ile “doksa”) oluşturulmaktadır.<br />

Dil ile iktidar arasındaki ilişkide önemli işleve sahip<br />

iktidar araçlarından bir diğeri de özgürlüğe ilişkin<br />

söylemlerdir. Özgürlüğe yönlendirilen öznenin aslında<br />

tabiyete yönlendirilmiş olduğu göz ardı edilmeme-<br />

95<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011


lidir. Bu konuya ilişkin, M. Foucault’un iktidar kurgusunda,<br />

Nietzsche aracılığıyla etkide bulunan Adorno<br />

ve Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde<br />

modern öznenin sürekli üretildiğini, bu üretim aşamasında<br />

özne adlandırmasının dahi bir aldatmaca olduğunu,<br />

öznenin kendisinin modernitenin erki tarafından<br />

üretildiğini belirtmektedir. Foucault da bu görüşü<br />

benimseyip geliştirerek, öznenin tabiyetinin sıklıkla<br />

tekrarlatıldığını ve özgürlüğün de bu tekrarlanma süreçlerine<br />

ilişkin olduğunu belirtmiştir. Daha yalın bir<br />

ifade ile iktidar farklı içeriğe ve işleve sahip bilgiler<br />

aracılığıyla özneyi sürekli –kendi rızasıyla- tabiyete<br />

yönlendirmektedir. Öznenin özgürlüğü ise bu tabiyeti<br />

onaylama sürecine özgüdür.<br />

İktidar dil ilişkisindeki en önemli denetim aracı<br />

da gözlemdir. Sözde özgürlüğünün bilincinde olan<br />

özne, gözetim altında olduğuna ilişkin aynı bilince<br />

sahip değildir. Bu noktada Foucault’un iktidar kurgusunun<br />

önemli bir metaforu kaşımıza çıkmaktadır:<br />

Panopticon. Bu metaforun varlığına adını aldığı bir<br />

hapishane ilham vermiştir. “Panopticon ya da gözetim<br />

evi merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok<br />

hücreden oluşan, bir gardiyanın birçok mahkûmu<br />

aynı anda denetleyebildiği büyük dairesel yapı bir anlamda<br />

çelişkili de olsa, Jeremy Bentham’ın yaratıcı<br />

imgeleminin ürünüdür (Bentham 2008: 77)”. Panopticona<br />

dayalı gözetim ve denetim mekanizmasının temel<br />

özelliği gereği, gözetimde ve denetimde bulunanlar<br />

mahkûmiyetlerinden habersiz olan herkese “eşit<br />

uzaklıkta” gözlem yapmak durumundadır. Bu doğrultuda<br />

insanların eşitliğine uç veren bilginin de yine iktidarca<br />

kurgulanmış olduğunu belirtebiliriz. Nitekim<br />

Batı’daki resim sanatının İslami toplumlara ilk giriş<br />

türü olan minyatürlerde de benzeri bir kurgu vardır.<br />

Minyatürlerde insanlar başta olmak üzere evrendeki<br />

hiçbir varlığın fiziksel, maddi, özelliklerinden dolayı<br />

bir diğerinden daha yakın ya da büyük çizimine rastlanılamaz.<br />

Burada da panopticon kurgu içerisindekilerin<br />

eşit tutulması gerektiği vurgusu vardır. Minyatür<br />

resim sanatındaki bu kurgunun temelinde, İslam dini<br />

içerisinde özneyi öne çıkaran özelliğin maddi evrene<br />

ilişkin olmayıp “takvâ”dan kaynaklandığını da belirtebiliriz.<br />

İktidar kavramına ilişkin olarak değerlendirilebilecek<br />

bu kuralların -yansıtıcısından çok- yaşam evreninin<br />

dil olduğu, Foucault’la birlikte artık kanıksanmış<br />

bir görüş niteliği kazanmıştır. Dolayısıyla öznenin bireysellikten<br />

çok toplumsallığı bağlamında değerlendirildiği,<br />

toplumsal ilişkilerin de iktidar kavramından<br />

yalıtılmış bir değerlendirmeye tâbi tutulamayacağı<br />

görüşünün devamında bu değerlendirmelerin söylemle<br />

işletilerek, söylemle somutlanabileceği belirtilmiştir.<br />

Böylelikle söylem, bir anlamda, (modern<br />

epistemenin olduğu gibi) iktidar ilişkilerinin de hava<br />

yuvarı niteliğindedir [2] . Söylem içerisinde konumlanmış<br />

öznenin özellikleri, özgürlük evreni, dolayısıyla<br />

iktidar mücadelesi; ilgili tarihsel bağlamın ana hatlarıyla<br />

bilinmesini zorunlu kılmaktadır.<br />

Ana hatlarıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız değerlendirmelerin<br />

sonucunda genelde dilin, özelde ise<br />

“söylem”in toplumsal kurallardan ve ilişkilerden bağımsız<br />

tutulamayacağını hatta toplumsal kurallar ve<br />

ilişkiler ağı olarak tanımlanabileceğini belirtebiliriz.<br />

Belirtilen özellikleri dolayısıyla söylem, iktidarın en<br />

önemli varlık alanı niteliğindedir. Bu bağlamda, dili<br />

iktidardan iktidarı da dilden ayırmanın mümkün olmadığını<br />

ancak bu ayrılmaz kurgu bütünlüğüne yönelik<br />

incelemelerin ve değerlendirmelerin de dilbilime,<br />

sosyolojiye ve felsefeye dayalı olmadıkça eksik ve<br />

yüzeysel sonuçlar verebileceğini ileri sürebiliriz.<br />

KAYNAKLAR:<br />

Aydemir Ö. K. (2010). Gencine-i Adalet Üzerine Dilbilgisi İncelemesi<br />

ve İktidar Felsefesi Bakımından Söylem Çözümlemesi,<br />

Yayımlanmamış Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal<br />

Bilimler Enstitüsü, Denizli.<br />

Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı,<br />

İstanbul.<br />

Bernauer J.W. (2005). Foucault’un Özgürlük Serüveni Bir Düşünce<br />

Etiğine Doğru, çeviren : İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları,<br />

İstanbul.<br />

Canetti E. (2006). Kitle ve İktidar,Çeviren:Gülşat Aygen, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

Çağbayır Y. (2007). Ötüken Türkçe Sözlük, Ötüken Yayınları, İstanbul.<br />

Foucault M. (1994). The Archeology of Knowledge, çeviren: A.<br />

M. Sheridan Smith, Routledge Press, London.<br />

Foucault M. (2003). İktidarın Gözü, çeviren: Işık Ergüden, Ayrıntı<br />

Yayınları, İstanbul.<br />

Foucault M. (2005). Özne ve İktidar, çeviren: Işık Ergüden, Osman<br />

Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />

Karpuz H.Ö. (2006). “Anadili Bilinci Sorunu”, Türkçenin Çağdaş<br />

Sorunları, s.175-188, Divan Yayınları, İstanbul.<br />

Keskin F. (1999). Söylem, Arkeoloji ve İktidar, Doğu Batı, S.9,<br />

s.15-23.<br />

Kocaman A. (hzl.) (1996). Söylem Üzerine, METU Press, Ankara.<br />

Püsküllüoğlu A. (2007). Türkçe Sözlük, Can Yayınları, İstanbul.<br />

Sözen E. (1999). Söylem Belirsizlik, Mübadele, Bilgi/Güç ve Refleksivite,<br />

Paradigma Yayınları, İstanbul.<br />

Toven M.B. (2004). Yeni Türkçe Lügat, hzl. Abdülkadir Hayber,<br />

Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.<br />

Türk Dil Kurumu (2005). Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları,<br />

Ankara.<br />

2. Ayrıntılı bilgi için bkz: Foucault 1994.<br />

96<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2011

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!